Mevlânâ Ceâleddin ve Şems-i Tebrîzî*
Dr. Rasih GÜVEN
Çev. Dr. Sâfi ARPAGUŞ**
Mevlânâ Ceâleddin’in hayat hikâyesindeki en önemli
hadiselerden biri şâirin hayatında bir devrim ve manevî bir aydınlanma meydana
getiren Şems-i Tebrîzî ile buluşması idi. Şems-i Tebrîzî kimdi ve nereli idi?
Bu soruya farklı biyografi yazarları tarafından farklı cevaplar verilmiştir.
Şimdi bu cevaplan birer birer ele alalım:
Devletşah bizlere şu bilgiyi verir: “Şemseddin Muhammed b.
Melikdâd Tebrizli’dir ailesi de aynı şehirdendir. O (Şems) Havend
Ceâleddin’in oğlu idi ki o “nev müslüman” diye anılmakta idi ve Buzurg Ümmid’in
soyundan gelmekte idi. Bu Buzurg Ümmid 1210-1222 yıllan arasında Almowt’m
yöneticisi idi. O oğlu Şems’i eğitim amacıyla gizlice Tebriz’e gönderdi ve Şems
Tebriz’de oldukça uzun bir süre kaldı.[1] [2]
Ata Malik Cüveynî’ye göre; Ceâleddin Hasan’ın (yine o da “nev müslüman” diye anılırdı) bir tek çocuğu
vardı ve onun adı da Alaeddin Muhammed idi ve miladi 1222-1255 yıllan arasında
yaşamıştı.[3]
Eflâkî Şems’i Melikdâd b. Ali’nin oğlu olarak kabul eder.[4] Sipehsalar
ise onun babası ve ailesi hakkında herhangi bir işarette bulunmaz.
R.A. Nicholson Devletşah’ı destekler ve Şems’in babasının
Havend Alaeddin olduğunu ve Kiya Buzurgümid’in soyundan geldiğini söyler. Alaeddin
atalarının mezhebi olan Ismâilîliği terk etmiş Ismâilîliğe ait kitaplannı
yakmışta. Bu sapıklığın yaygın olduğu yerde kuvvetli bir şekilde İslâmî
geleneği savunmuştur. Alaeddin, Şems’i, o eşsiz güzellikteki genci, eğitimini
tamamlamak üzere hususî olarak Tebriz’e göndermişti.[5]
Bize göre, Şems-i Tebrîzî’nin soyu Tebriz’e
Hindistan’dan gelmektedir ve Şems Hindistan orijinlidir dersek bu o kadar da
abartılmış olmaz. Şayet ilk dönem kaynaklarını ve daha sonraki biyografileri
dikkatlice ele alacak olursak bunlar kesinlikle bizim fikrimizi
desteklemektedir.
Şems’in babasının din değiştirerek İslâm’ı
seçtiği ve “nev müslüman” diye adlandınldığı söylenmişti. Şu bir gerçek ki
şayet Şems’in babası Devletşah’ın ifade ettiği gibi İsmâilî mezhebine ait ise,
-İsmâilîlik, İslâmî bir mezhep olması hasebiyle- bu sebebten onun din
değiştirmesine de gerek yoktu. Diğer taraftan biyografi yazarlarına göre,
Şems-i Tebrîzî’nin babasının adı Havend Alaeddin veya Havend Ceâleddin’dir. İlk
isim olan Havend bizim için çok önemlidir. Bu isim tam bir Hind ismi olan
Govinda’dan değişim geçirerek Farsçalaşmıştır. Alaeddin ve Ceâleddin isimleri
ise din değiştirdikten sonra aldığı müslüman isimleridir. Yine bize anlatıldığı
üzere Şems-i Tebrîzî’nin babası ticaret için Tebriz’e kumaş taşıyan bir tüccar
idi. Onun Hindistan’dan göç etmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Yine ticaretini
sağlamlaştırmak ve devlet erkanı ve yerli halkın sempatisini kazanmak için din
değiştirmiş olmalıdır.
Menâkıbul-ârifinde, Mevlânâ’nm ikinci hanımı olan Kira Harun’un3 şu
hikayeyi anlattığı dile getirilir:
Birgün Mevlânâ Ceâleddin ve Şems-i Tebrîzî
halvette idiler. Kira Hatun hiç yapmadığı bir şekilde, içeride halvette ne olup
bittiğini öğrenmek isteyerek gözünü anahtar deliğine dayadı. O anda odanın
duvarı yarıldı ve hangi ülkeden olduğu bilinmeyen uzun boylu altı kişi küçük
odanın içinde belirdi. Önce selam verip yeri öptükten sonra Mevlânâ’nm önüne
bir demet gül koydular ve öğle namazına kadar sessiz beklediler. Mevlânâ’nm
işaretiyle hepsi birden ayağa kalktılar ve namaz kıldılar. Namazı bitirdikten
sonra odadan büyük bir sessizlik ve huşû içerisinde ayrıldılar. Tam o esnada
Kira Hatun kendinden geçti. Kendisine geldiği zaman Mevlânâ halvetten dışarı
çıktı ve gül demetini Kira hatuna vererek ondan onları saklamasını istedi. Gül demetini görünce şaşırdı ve bunların ne tür
güller olduğunu ve hangi ülkeden getirildiklerini öğrenmek istedi. Birkaç gül
yaprağını şehrin attarlarına gönderdi. Bütün
attarlar bu güllerin kokusuna ve rengine oldukça şaşırdılar ve birbirlerine;
“Kış ortasında bu güller nereden gelmiş olabilir?” diye sordular. Attarlar
arasında Şerefuddin Hindî adında Hindistan’a giden ve oradan ilginç mallar
getiren bir attar dedi ki: “Bu güller Hindistan gülleridir ve sadece Serendip
civarında -Seylan adasında- yetişir. O attar,
“Şimdi bu güller Rum ikliminde bu mevsimde nasıl yetişir?” diye şaşırdı.
Özellikle o attar bu güllerin Rum diyarına nasıl getirildiğini öğrenmek istedi.
Kira Hatun’un hizmetçisi gül yapraklarını geri getirip hikâyeyi anlatınca bu
durum Kira Hatun’u daha da şaşırttı. Mevlânâ odaya
girdi ve ona; “Lütfen onlan sakla ve kimseye gösterme!” dedi. Onlar sana İrem
bahçelerinin bahçıvanları olan Hindistan kutupları tarafından gözünü ve
dimağını kuvvetlendirsin diye hediye olarak getirildi. Aman, onlan kem
gözlerden koru!” dedi.
Kira Hatun’un son nefesine kadar o gül yapraklannı
sakladığı ve onlann koku ve renklerinin hiç kaybolmadığı anlatılır. Şayet bir
kimsenin gözü ağnsa ağnyan göze bu gülün yapraklanndan sürerlerdi, o hastanın
gözü derhal iyileşirdi.
Bu rivayetler şu gerçeğin farkına varmamızı
sağlamaktadır; Mevlânâ Hindistan’ın Kutbu olarak bilinen Şems-i Tebrîzî ile
beraber yaşıyordu ve her ikisi arasında samimi bir ilişki vardı. Mevlânâ ile
Şems’in bir ayaya gelmelerinden önce veya sonrasına ait buna benzer başka bir
hikâye bulamadık. Bu rivayet bize Şems-i Tebrîzî’nin büyük Hindistan mistikleri
ile bir çeşit ilişki içerisinde olduğu neticesini sağlar. Muhtemel ki dünyanın
çeşitli bölgelerine yaptığı uzun seyahatleri esnasında makul bir zaman için
Hindistan’da yaşamıştır ya da muhtemelen Hind soyundan veya orijinindendi.
Bu kabul ile Şems-i Tebrîzî’nin öğreti ve tebliği hakkında
zihnimizde oluşan diğer şüpheler netleşmektedir. Onun fikirleri Hind Bahti inancı
ile birçok benzerlikler taşır. Aşk ve Allah’a bağlılık onun öğretisinin temel
ve merkezî parçasıdır. Nicholson’un ifadesi ile; “O, oldukça cahildir fakat,
onun muhteşem manevî şevki, seçilmiş bir organ ve onun gücünün büyülü dairesine
giren herkes için baştan başa efsun okuyan İlahî bir sözcü olduğu inancına
dayalıdır.”[6]
Kayda değer bir işaret de şudur ki, miladi XII.yüzyıl
boyunca Bengal Bahti mezhebinin merkezi idi. Bengal ve Jaya Dev’in büyük
mistikleri bu asırda yaşadı. Baul şarkıcıları ile Mevlevî dervişleri arasında
bir mukayese iki okulun benzerlikleri konusunda bize yardımcı olabilir. R. A.
Nicholson The Mystics of İslam ‘İslâm Sufileri’ adlı eserinde şöyle der:
“Çok geçmeden sûfiler vecdin sun’î bir şekilde yalnız düşünceyi teksif etmek,
zikir ve kendinden geçmenin diğer sâde yollarıyla değil, aynı zamanda musikî,
tegannî ve raksla da elde edilebileceğini keşfetmişlerdir. Semâ’ sözü, bütün
bunları içine alır ve bunun da dinlemenin ötesinde bir anlamı yoktur.”[7]
Aynı şekilde şu husus hatırlanacaktır ki, Eflâkî’ye göre
bizzat Mevlânâ Ceâleddin’in kendisi tarafından mürşidi Şems-i Tebrîzî
hatırasına tesis edilen semâ’ diğer başka sûfîlerde gözlemlenen semâ’ ile
oldukça farklılıklar arz etmektedir.[8] Şems-i Tebrîzî kaybolduktan
sonra Mevlânâ Ceâleddin müridlerinden dört telli ve dört haneli Arap rebabınm
yerine daha farklı altı haneli ve altı telli bir rebab yapmalarını istedi.
Mevlânâ Ceâleddin bunun sebebini şöyle diyerek açıklıyordu: “Bizim rebabımızm altı hane
olması dünyanın altı cihetinin sırlarını göstermesindendir. Elif gibi olan
teller de ruhların Allah’ın Elifi ile beraber olduğunu gösterir.” Mevlânâ
Ceâleddin bunu söyleyerek onun semâ’sımn Islâm sufîleri tarafından yapılmakta
olan semâ’ ile aynı olmadığına işaret etmektedir. O altı yönü kabul etmektedir.
Bu da hiç şüphesiz bir Hint inanışıdır ve kaynağı da Hindistan’dır. Hint
Felsefesinde yönlerin sayısı, “Shad Dis” altıdır. Aynı şekilde Mevlânâ
Ceâleddin de altı yönü kabul eder. Muhtemeldir ki, bu kabul Şems-i Tebrîzî’nin
etkisiyledir.
Yukarıda Nicholson’dan alman rubaî’nin aksine aşağıdaki şu
tespit yapılabilir. Nicholson semâ’ kelimesine “dinleme” anlamı vermektedir.
Bu doğru bir anlam değildir, Çünkü, semâ’ Arapça bir kelime değildir ve Arapça
sözlüklerde bulunmamaktadır. Mevlânâ’nm soyundan gelen Feridun Nafiz Uzluk der
ki: “Semâ’ kelimesi sözlüklerde yoktur. Bu kelime insanlann telaffuz ettiği
şekliyle “samah” tır. Kuvvetle muhtemeldir ki onun orijini de (İslâm’ı kabul
etmeden önce eski Türklerde din adamı olan) “şaman” kelimesinden gelmektedir.[9] Refik Ahmet
Sevengil de “Anadolu’da Türkmenler’in dinî ayinlerinde konuşma, dans ve
müzikten oluşan ve Orta Asya’da benzeri bir tarzda yapılan merasimin temel
unsuru olduğu” görüşündedir. Bu tür merasim, “semâ”’ kelimesinden farklı bir
telaffuz olarak “samah” veya “zamah” olarak ifade edilmekte, kendi etrafında
dönme ve şarkı söyleme anlamına gelmektedir.[10] Ahter-i Kebîr’de
“semâ”’ kelimesi mevcuttur ve “enstrümanlar eşliğinde çalman müzikle kendi
etraflında dönerek eğlenmek” anlamı verilmektedir. Ancak bizim fikrimizce
“semâ”’ kelimesi Sanskrit orijinlidir ve sözlüklerde “Sam”[11] kelimesine “çalkalanmak,
oynatmak ve kımıldatmak” manalarına sahiptir. “Sama” kelimesi isim olarak “eşit
ve dengeli” anlamına gelmektedir. Buna da Yoga’da bir basamak olan zihinsel
güçlerin denge içerisinde olması denilebilir.
Diğer taraftan dört Veda kitabından birisi Sama Veda olarak
adlandırılmakta ve kurban merasimlerinde çalınıp söylenen ilahilerin bir araya
toplanmasından oluşmaktadır. Bu oldukça ihtimal dahilinde olan bir şeydir ki,
ilk dönem sufîleri semâ’ kelimesini Hindistan’dan almışlardır. Dans ve müzik
Hindistan’da dinî tapınmanın (ibadet) hâkim unsurlarındandır. Hatta dans
vaziyeti veya Lord Shiva duruşu Yoga’nın en üst formu olarak kabul edilmektedir
ve mükemmel bir zihnî denge ve muvazene durumu olarak ifade edilmektedir.
Nitekim yukarıda geçen, bütün bu bilgiler bizi Şems-i
Tebrîzî ve onun babasının Hind asıllı olabilecekleri inancına zorlamaktadır.
Kuvvetle muhtemeldir ki, Şems-i Tebrîzî Hindistan’ı ziyaret etmiştir ve bu
ülkede uzun süre kalmıştır.[12]
Eflâkî[13] ve Şems’in Makâlât-ı
Şems-i Te₺w’si[14] tarafından
bilgilendirilmekteyiz ki, Şems-i Tebrîzî şöyle demektedir: “Benim Tebriz’de
Ebû Bekir adında bir şeyhim vardı. Sepet örerdi. (Bundan ötürü sellebâf-sepet
örücü diye çağrılırdı.) Ben ondan çok şeyler öğrendim. Fakat bende bir şey
vardı ki, onu şeyhim göremediği gibi hiç kimse de görememişti. O şeyi
Hüdâvendigânm Mevlânâ gördü.”
Şems şeyh Ebû Bekir Sellebâf tan ayrıldıktan sonra manevî
bilgilerini artırmak için oldukça fazla seyahat etti. Seyahati esnasmda
kendilerine manevî ehliyet verilmiş bir çok otorite ve yetkili kimse ile
taraştı. Onlardan bir çok şey öğrendi. Onun bu geniş ve kapsamlı seyahatlere
girişmesi neticesindedir ki bazan o “Şems-i Perende-Uçan Şems” olarak
nitelendirilmiştir.[15]
Câmî’ye göre hem Şems-i Tebrîzî hem de Fahreddin Irâkî her
ikisi de Baba Kemal Hocendî’nin müridi idiler. Fakat Baba Kemal sadece
Necmeddin Küb- ra’nın halifelerinden birisi idi. Bedîüzzaman Firûzanfer şöyle
der: “Bu doğru değildir. Çünkü ehliyetli otoritelerin birçoğu işaret etmektedir
ki, Fahreddin Irâkî başlangıçta Multanlı (günümüzde Pakistan) -Şeyh Bahâüddin
Zekeriya’nm müridi idi ve Fahreddin Irâkî hiçbir zaman Baba Kemal ile
tanışmadı.[16] Diğer bazı
kaynakların ifadesine göre de, Şems-i Tebrîzî Rükneddin Şecasî’nin mürididir ve
manevi terbiyesini onun rehberliğinde tamamlamıştır.[17] Rükneddin Secasî ise Şeyh
Evhadüddin Kirmânî’nin mürididir ve bu silsilenin isbatı mümkün değildir.
Daha önce de ifade ettiğimiz üzere Mevlânâ Ceâleddin ile
Şems-i Tebrîzî’nin ilk buluşmaları Şam’da olmuştur. Bu hikâye Eflâkî tarafından
şu şekilde anlatılmaktadır:
“Mevlânâ bir gün Şam’da bir meydanda dolaşıyordu. Kalabalık
arasında siyah giyinmiş, başında bir külah bulunan ve dolaşan acayip bir
şahısla karşılaştı. Bu adam Mevlânâ’nın yanma
gelince onun elini öptü ve “Dünyânın sarrafı beni anla!” dedi. Bu ulu kişi Şems-i
Tebrîzî idi. Mevlânâ onunla konuşup anlaşmaya vakit kalmadan o, kalabalık
arasında kaybolup gitti.”[18]
Konya’ya gelmeden önce Şems-i Tebrîzî Halep’te
on dört ay geçirdi ve insanlar ona Kâmil-i Tebrîzî derlerdi. O daima hediye
kabul etmeyi reddetmiştir. Bazı yerlerde oldukça iyi kültürlü insanlar bile
ondan ders almak istiyorlardı. Eflâkî onun (Türkiye’nin Kuzey doğusunda yer
alan) Erzurum’da ders verdiğini söylemektedir.[19]
Bedîüzzaman Firûzanfer şunu anlatır: “Şems-i
Tebrîzî seyahat ederken Bağdat’a geldi ve burada Evhadüddin Kirmânî ile
tanıştı. Şems-i Tebrîzî ona “Ne yapıyorsun?" diye sordu. Evhadüddin
Kirmânî “Leğendeki suda ayı seyretmekteyim” diye cevap verdi ve “sen
nasılsın?” diye sordu. Şems-i Tebrîzî cevap verdi: “Ensende çıban yoksa neden
kafanı kaldırıp ayı gökyüzünde seyretmiyorsun?!”
Evhadüddin Kirmânî, güzel kimselerin ve güzel
yüzlerin aşkının insana mutlak güzelliğin aşkına ulaşmada rehberlik edeceğine
inanmaktaydı. Bu nedenle bir kimse bu dünyada bir güzel yüzlü kimseleri
sevmelidir. Bu sebepten dolayı Şems-i Tebrîzî Evhadüddin Kirmânî’ye yukarıda
işaret edilen soruyu sormuştu. Şems-i Tebrîzî şuna inanmakta idi: “Eğer bir
kimse şehvetin üzerine çıkarsa, bütün âlem Mutlak Cemal’in tecellîleri olarak
görülür.” Şems-i Tebrîzî’den bu sözü duyan Evhadüddin Kirmânî cevaben o günden
sonra onun müridi olmak isteğini dile getirdiğinde Şems-i Tebrîzî de ona
kendisinin bu yolun gereklerini yerine getirecek kapasiteye sahip olmadığını
söyledi. Kirmânî ona bunu tekrar düşünmesi ve kendisini mürid olarak kabul
etmesi için yalvardı. Şems-i Tebrîzî ona şayet onunla Bağdat sokaklarında halka
karşı nebiz[20] içebildiği
takdirde kendisini mürid olarak kabul edebileceğini anlattı. Evhadüddin “bunu
yapamam” deyince Şems-i Tebrîzî “Peki bana nebiz getirebilir misin?” diye
sordu. O “Hayır” dedi. Şems-i Tebrîzî yine sordu: “Peki ben içerken bana
arkadaşlık edebilir misin?” Evhadüddin bu ricayı da aynı şekilde reddedince
Şems-i Tebrîzî ondan orayı terk etmesini istedi.
Şems-i Tebrîzî’nin ritüeller ve dinin
zevahirine ait hususlarda dikkatli olmadığına yönelik yeterli delillere
sahibiz. Fakat Evhadüddin Kirmânî’nin sorgulanmasındaki maksat sadece onun
manevî kabiliyetleri hakkında bilgi sahibi olmaktı. Bu İslâm manevî önderlerinin
bir prensibi dünyaya ait meselelerde mahlukata değil aksine sadece Hâlık’a
bakılması şeklinde idi. Şems-i Tebrîzî düşünce ve davranışlarında özgür
olmaktan hoşlanır ve körü körüne hiç kimseyi takip etmezdi. O herkesin kendi
inancını kendi içinde oluşturması gerektiği inancında idi.[21]
26 Cemaziye’l-ahir 642 (29 Kasım 1244) Şems-i Tebrîzî
Konya’ya geldi. Bu tarihte Mevlânâ yaklaşık elli yaşlarında idi. Veled Çelebi
îzbudak[22] Şems-i
Tebrîzî’nin de hemen hemen altmış yaşlarında olduğunu ifade eder. Bu görüş
Bediuzzaman Firûzanfer tarafından da desteklenmektedir. Şems-i Tebrîzî âdeti
vechiyle Şekerfürûşân[23] hanına ya da
Pirinççiler[24] hanına gitti
ve bu hanın bir odasına yerleşti. Gerçekte odasında eski ve yırtık bir halı ve
yastık olarak kullandığı bir briket ve bir testiden başka bir şeyi yok iken o
zengin bir tüccar görüntüsü veriyordu. Şems-i Tebrîzî Konya’da ne kadar kaldı,
Mevlânâ’nm onunla ilk tanışması nasıl oldu ve ondan güçlü bir şekilde nasıl
etkilendi bunu tam olarak bilmiyoruz. Mevlânâ’daki uyuyan ateş bu harika derviş
tarafından tutuşturulmuş- tu ve Mevlânâ artık o güne kadar bilinmediği bir
şekilde mistisizmin şevkine rehberlik etmekte idi. Bu ilişki hakkında farklı
kimseler tarafından anlatılan farklı hikayeler ve farklı rivayetler vardır. Mevlânâ’nm
Şems-i Tebrîzî ile ilk buluşmaları ilk dönem kaynaklarında ayrıntılı bir
şekilde ortaya konulmaktadır.
Eflâkî’ye göre Şems-i Tebrîzî bir gün hanın kapısında
oturuyordu. Mevlânâ güçlü bir katırın sırtında yanında yürüyen bazı talebeleri
ve bilginlerle beraber Pembefürüşân medresesinden gelmekte idi. Şems-i Tebrîzî
ansızın kalktı, karşısına geçip katırının yularını tuttu ve Mevlânâ’ya şu
soruyu sordu:
“Bayezîd-i Bistâmî mi yoksa Hz. Muhammed [salla'llâhü
aleyhi ve sellem] mi daha büyüktür?”
Mevlânâ cevap verdi:
“Hayır! Muhammed [salla'llâhü aleyhi ve sellem] peygamberlerin sonuncusudur. Bayezid-i Bistâmî onunla
mukayese edilemez!”
Şems-i Tebrîzî tekrar sordu:
“Peki Muhammed; “Allah’ım! Biz seni tam bir bilgi ile
bilemedik” derken neden Bayezid; “Ben kendimi tenzih ederim! Benim şanım ne
yücedir!” dedi.
Mevlânâ sorunun heybetinden dolayı katınndan düştü ve
kendinden geçti. Ayıldığı zaman Şems’in elini tuttu ve kendi medresesine
götürerek hücresine aldı. İkisi küçük bir hücreye girdi ve Mevlânâ kırk gün hiç
kimsenin yanlanna girmesine müsaade etmedi. Diğer bazı kaynaklar da ikisinin üç
ay hiç dışarıya çıkmadığını söylemektedirler.[25]
Aynı hikâye Câmî tarafından aşağıdaki farkla anlatmaktadır.
Ne zaman ki Şems-i Tebrîzî tarafından sorulan sorulara
Mevlânâ doğru cevap verdi ve sim açığa vurdu, Şems bir nara attı ve yere
düştü. Mevlânâ katırından aşağı indi ve talebelerinden onu medreseye
taşımalarını istedi. Şems-i Tebrîzî kendine geldiği zaman başım Mevlânâ
Ceâleddin’in dizinde buldu. Şems kendine geldiği zaman Mevlânâ’nın elini tuttu
ve ikisi üç ay boyunca oruçlu oldukları halde gece-gündüz bir hücrede kaldılar.
Kimse de onların hücrelerine girmeye cesaret edemedi.[26]
Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled’in çağdaşı ve Kevâkibü’l-Mûdia’mn
müellifi Muhyiddin Abdülkadir Mevlânâ’daki manevî devrimi aşağıdaki şu hikâye
ile anlatmaktadır:
“Bir gün Mevlânâ yanında kitapları ve bazı talebeleri
olduğu halde evinde oturuyordu. O esnada Şems-i Tebrîzî içeriye girdi ve
Mevlânâ’nın yakınında bir yere oturdu. Kitapları göstererek bunların ne
olduğunu sordu. Mevlânâ “Sen bunların ne olduğunu bilmezsin” diye cevap verdi.
Mevlânâ henüz cevabını tamamlamamıştı ki, kitaplar alev aldı. Mevlânâ Şems-i
Tebrîzî’ye “Bu nedir?” diye sordu. Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî çıkıp gitti. Bu
hadise ile Mevlânâ’nın hayatı köklü bir değişime uğramıştır. O hizmetçileri ve
çocuklarını ihmal etmiş evini ocağını terk etmiş, medreseden ayrılıp, şehir ve
kasabalarda dolaşmaya ve bol bol şiir yazmaya başlamıştır. Ancak Mevlânâ Şems-i
Tebrîzî’ye ulaşamamıştır, çünkü o ortalıktan kaybolmuştur.
Aynı hikâye aşağıda olduğu üzere Ateşgede müellifi
Emin Ahmed Razî tarafından da anlatılmaktadır:
Şems-i Tebrîzî Konya’ya geldikten sonra
Mevlânâ ile buluştukları yere gitti. Mevlânâ bir havuzun başında oturuyordu ve
yanında bazı kitaplar vardı. Şems-i Tebrîzî Mevlânâ’ya “Bu kitaplar nedir?”
diye sordu. Mevlânâ “Bunlara kıl ü kal derler ve senin bunlarla işin olmaz”
diye cevap verdi. Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî bütün kitapları kaldırıp havuza
attı. Mevlânâ kitapları suya atılmış olarak görünce kırıldı ve Şems-i
Tebrîzînin ifadesinden acı duydu. Şems-i Tebrîzî’nin müridi olup bundan sonra
daha önce sahip olduğu müderrisliği bıraktı. Şems-i Tebrîzî’ye tam olarak şöyle
dedi: .
“Ne yaptın? Bu kitaplar babamın bazı notlarını içermektedir
ve hiçbir yerde bulunmaz eserlerdi.” Şems-i Tebrîzî elini suya soktu ve
kitapları tek tek sudan çıkardı; kitaplarda bir damla bile ıslaklık yoktu.
Mevlânâ “Bunun sırrı nedir?” diye sordu.
Şems-i Tebrîzî: “Bu zevktir, haldir, bunlardan senin haberin yoktur” dedi. Bu
hadise Mevlânâ ile Şems-i Tebrîzî arasındaki arkadaşlığın temellerini atmıştır.
Benzeri bir hikâyeyi İbn-i Battuta Seyahatnamesinde
bulmaktayız. Mevlâ- nâ’nın hayatında meydana
gelen değişiminin ifadesi şu şekildedir: Mevlânâ’nın ilk meşguliyeti öğretimdi ve öğrenciler Konya’da onun
medresesine gitmekteydiler. Mevlânâ fıkıh öğretirdi. Bir gün elinde helva dolu
bir tabakla bir tatlıcı onun medresesine geldi. Helvanın her bir parçasını bir
kuruşa satıyordu. Mevlânâ ona tabağı içeri getirmesini söyledi. Tatlıcı
Mevlânâ’ya ondan bir parça ikram etti, ancak Mevlânâ da onu alıp yedi. Akabinde
tatlıcı çıktı gitti ve kimse onu tanımıyordu ve başka kimseye de bir parça
helva verilmemişti. O anda Mevlânâ öğretimi bırakıp o tatlıcıyı aramaya
başladı. Uzun bir süre medresesine geri dönmedi ve talebeleri uzun süre
bekledikten sonra onu aramaya koyuldular fakat onun nerelerde olduğunu
bilemediler. Birkaç yıl sonra Mevlânâ çıkageldi ve Farsça şiirlerini söylemeye
başladı. Onun talebeleri şiirlerini yazmaya ve toplamaya başladılar ve bu
şiirlere Mesnevi adı verildi.[27]
Devletşah’a göre, bir gün Rükneddin Şecasi Rum’a gitmesi
gerektiğini söyledi. Diyâr-ı Rum’da (Anadolu) aşk ateşine tutulmuş bir kimse
var, sen varıp onun kalbini ateşe vermen lazım!” Rükneddin Şecasi Şems-i
Tebrîzî’nin mürşidi idi. Şems-i Tebrîzî mürşidinin bu emriyle Diyâr-ı Rum’a
yöneldi ve Konya’ya geldi. O Mevlânâ’yı talebeleriyle beraber bir katırın
sırtında medreseden evine giderken gördü. Şems-i Tebrîzî hemen Konya’ya
kendisini aramak üzere gelmiş olduğu kimsenin bu şahıs olduğunu anladı ve
Mevlânâ’nın etrafındaki kalabalığa dahil oldu.
Yoldan karşıya geçerlerken Şems-i Tebrîzî Mevlânâ’ya, “Riyâzattan ve zahirî
ilimlerle uğraşmaktan maksadınız nedir?” diye sordu. Mevlânâ, “Bunlardan amacım
peygamberin sünnetini bilmek ve dinin öğretilmesinden başka bir şey değildir.
Bundan daha yüce bir şey var mıdır?” diye cevap verdi. Şems-i Tebrîzî de
cevaben“Bilgi odur ki seni maluma eriştirsin!” dedi. Mevlânâ bunları dinleyince
şaşırdı, kaldı. İlk dönem kaynaklarında geçtiği şekliyle bu rivayetler ve
biyografi yazarları bize Şems-i Tebrîzî hakkında biraz daha fazla bilgi
edinmemize yardımcı olmaktadır. Şems-i Tebrîzî’nin kitabî bilgiye düşman olduğu
aktarılmaktadır. O Mevlânâ’yı da kitap okumaktan alıkoyduğunu söylemektedir.
Mevlânâ Şems-i Tebrîzî’nin etkisi altında neredeyse tamamen etrafındaki
kimselerle ve kitaplarla ilişkisini kesmişti ve sûfiler arasında pek yaygın
olarak görülmeyen aşk ile derûnî bir hayata adanmış bir hale geldi. Mevlânâ
Ceâleddin adeta güçlü bir mistik vecd ile dopdolu bir şekilde derûnî bilgi ve
manevî güce kapılıp girmişti.
"Ey
Şems-i Tebrîzî! Dünyada hangi güzel, hangi güzellik vardır ki, senin güzelliğinden
onda bir parıltı bulunmasın.
Senin
ışığının vurusundan ibaret olmasın.
Hangi
padişah, hangi emir vardır ki, senin dilencin, yoksulun olmasın?"
Yakanda dile getirilen bu kıta Mevlânâ’nm Şems’e kargı olan
derin ve hür- metkâr bağlılığını açıkça ortaya çıkanr. Gerçekte onu tamamıyla
kaplayan bu sevgi o kadar fazlalaşmıştır ki müridlerini dahi ihmal eder oldu.
Nihayet müridleri bu durumdan hoşlanmadılar. Mevlânâ ile Şems-i Tebrîzî’nin
arkadaşlığına karşı aşın memnûniyetsizlik göstermekteydiler. Bunun neticesinde
Şems-i Tebrîzî hicrî 21 Şevval 643 Perşembe günü Şam’a gitmeye zorlandı.
Mevlânâ ile Şems-i Tebrîzî’nin arkadaşlığı on altı ay sürmüştü. Başta Mevlânâ
Şems’in nereye gittiğini bilmiyordu. Fakat sonra onun Şam’da olduğunu öğrendi.
Şems-i Tebrîzî ile irtibat kurmaya başladı. Onun bu hususta kaleme aldığı bazı
manzum mektupları vardır.
Mevlânâ’nm Şems’e olan sevgisi devam etti ve o Şems’in
kayıp olduğu dönemde son derece üzgündü. Hatta müridleri ve Konya halkı Şems’i
Mevlânâ’dan uzaklaştırdıklanna pişman oldular ve Mevlânâ’dan Şems-i Konya’ya
dönmeye ikna etmesini istediler. Mevlânâ’nm oğlu Sultan Veled Şems-i Tebrîzî’yi
geri getirmek üzere Şam’a gitti. Bu dönemde Şems Şam’da on beş ay kaldı.
Eflâkî’ye göre Sultan Veled yirmi adamıyla beraber Şam’a gitti ve Şems Konya’ya
dönmeye iknâ edildi. 8 Mayıs 1247 / Muharrem 645 de Şems-i Tebrîzî Konya’ya
ulaştı. Şehre girmeden önce Sultan Veled babasma ona Şems’in geldiği haberini
vermek üzere bir haberci gönderdi. Mevlânâ gelen haberciye üstünde başmda ne
varsa bütün elbiselerini verdi. Arkasından da öğrencileri, arkadaşları,
dervişler ve şehrin ileri gelenleri ile beraber Şems-i Tebrîzî’yi karşılamak
üzere şehrin dışına çıktılar.
Mevlânâ
Ceâleddin mutluluğunu aşağıdaki şekilde dile getirmektedir:
Feleğin, gökyüzünün, rüyada bile görmediği o ay yüzlü
sevgili yine geldi.
Hiç bir su ile sönmeyecek aşk ateşini yine gönlümüze
düşürdü.
Sen benim bir beden evime bak, bir de canıma bak! Beden aşk
şarabıyla mest olmuş.
Can ise o şaraba dayanamamış, yıkılmış, yerlere serilmiş.
Şarap evinin, meyhanenin sahibi gönlümle dost olunca, kanım
ask şarabı oldu; damarlarımda dolaşmağa başladı. Ciğerim de aşk ateşinde kebap
oldu.
Gözüm onun güzel hayali ile dolunca ona bu lutfu verdiği
için;
"Ey kadeh, sen ne tesirlisin, ne güzelsin? Ey şarap
var ol, aferin sana!" diye sesler geliyor.
Gönül aşk denizini görünce beni yalnız bırakarak birden
bire içten fırladı, kendini o denize atfa ve bana: "Haydi, elinden
geliyorsa ara da beni bul bakalım!" diye seslendi.
Doğunun güneşi ve Tebriz şehrinin
kendisi ile iftihar ettiği Şemseddin'in yüzünün parlak güneşinin ardı sıra
bulutlar gibi âşık gönüller koşuşup duruyor.[28]
Şems-i Tebrîzî’nin Konya’ya gelmesinden sonra Konya halkı
Mevlânâ’ya bu defa yine kendisini tamamen müzik ve semâ’ya vermesinden, hatta
eski giyim kuşamını tamamen değiştirip öğretimi bırakmasından dolayı kızmaya ve
onu şiddetli bir şekilde eleştirmeye başladı. Bu insanların ve müridlerin
kızgınlığı mütemadiyen artıyordu. Şems-i Tebrîzî dışarıya çağırıldı. Onun nasıl
ortadan kaybolmuş olduğu ve bulunduğu mekândan dışarıya çıkışını gören ve 645
(1247) de ne olduğunu bilen olmadı.
Eflâkî’ye göre, yedi kişi Şems-i Tebrîzî’yi öldürmek için
saklanmışlardı. Fırsat buldukları anda bıçaklarını Şems-i Tebrîzî’nin vücûduna
sapladılar. Makalat’ın[29] vermiş olduğu
bilgiler Mevlânâ’nın ikinci oğlu Alaeddin’in adının da Şems’in şehâdetine
karıştığını göstermektedir. Şems’in Konya’ya ikinci gelişinden sonra
Mevlânâ’nın evlatlığı Kimya Hatun ile evlenmişti. Kimya Hatun kısa bir süre
sonra vefat etmişti. Şems-i Tebrîzî bu kızı çok sevmişti. Onlar kış mevsiminde
evlendikleri için Mevlânâ yeni evli çifte medresede bir oda tahsis etmişti.
Alaed- din Çelebi babası Mevlânâ’yı ziyaret için geldiğinde sık sık Şems-i
Tebrîzî ve hanımına tahsis edilen bu odadan geçmekteydi. Şems-i Tebrîzî
Alaeddin Çele- bi’nin bu davranışından hoşlanmadı ve ondan odadan geçmemesini
istedi. Şems-i Tebrîzî’nin Alaeddin Çelebi’ye karşı yapmış olduğu bu davranış
ciddî bir problem meydana getirmiş ve sonunda Şems’in şehâdetine katkısı
olmuştur. Alaeddin Çelebinin aynı kadını sevmesi ve Kimya Hatunla evlenmek
istemesi de ihtimal dahilindedir.
Eflâkî bize Şems’in şehâdeti ile ilgili iki ayrı hikâye sunar:
1.
Birinci
rivayet Eflâkî tarafından Sultan Veled’den alınmıştır. Bu rivayet şu
şekildedir: Mevlânâ ve Şems-i Tebrîzî odada yalnız otururlarken dışarıdan biri
Şems’i çağırdı. Şems Mevlânâ’ya kendisini ölüme çağırdıklarını söyledi. Mevlânâ
bir süre sessiz kaldıktan sonra cevap verdi: “Yaratış da onun, buyruk da. Kutlu
olsun âlemlerin rabbi olan Allah!” Şems-i Tebrîzî bu sözleri dinledikten sonra
odadan dışarı çıktı. Avluda saklanan yedi kişi ona saldırdılar. Şems-i
Tebrîzî’nin narası üzerine hepsi kendilerinden geçip bayıldılar. Kendilerine
geldiklerinde birkaç damla kan buldular. Şems’in narasını duyan Mevlânâ ise,
“Allah dilediğini yapar, istediğine hükmeder” der.
Şüphesiz bu hikâye sonradan uydurulmuştur. Çünkü Mevlânâ
Şems’in akıbetini bilseydi onun dışarıya çıkmasına nasıl izin verirdi. O bu
samimi arkadaşını bulmak için iki defa Şam’a gitti. Bu sebeple bu rivayete
inanmak imkânsızdır.
2.
ikinci
rivayet Eflâkî tarafından anlatılmaktadır. Hikaye Sultan Veled’in eşi, Ulu Arif
Çelebi’nin annesi ve Selahaddin Zerkûbî’nin kızı Fatma Hatun tarafından
anlatılmaktadır:
Bu rivayete göre Şems-i Tebrîzî şehid edilmiş ve cesedi bir
kuyuya atılmıştı. Şems-i Tebrîzî bir gece rüyasında Sultan Veled’e cesedinin
bir kuyuda olduğunu bildirdi. Sultan veled bazı arkadaşlarıyla kuyuya gitti,
oradan cesedi çıkarıp Emir Bedreddin Gevhertaş’m türbesine oldukça yakın bir
medreseye gömdü. Belki şu başlantı bu rivayete ilave edilmiş olabilir. O da bu
medrese Emir Bedreddin Gevhertaş tarafından yapılmıştır.
İkinci rivayet daha çok kabul edilebilir gözüküyor ve bu
bölüm için doğrulan daha fazladır. Hatta bugün Konya’da burada Şems-i Tebrîzî
zaviyesi vardır ve Şems-i Tebrîzî’nin lahdi burada etrafı çevrili kullanılmayan
kapatılmış bir kuyunun üzerindedir. Bu nedenle Eflâkî tarafından anlatılan bu
rivayet bizim için daha inandıncıdır.
Diğer bir inanç da Şems-i Tebrîzî’nin türbede Mevlânâ’nm
babası Sultanü’l- Ulemâ’nm yanma gömülmüş olduğudur. Özellikle
Sultânü’l-ulemâ’nm kabrinin sol yanında mezar taşındaki yazılardan
anlaşıldığına göre Selahaddin Zerkûbî’nin mezarı vardır. Ancak
Sultân’ü’l-ulemâ’nın mezarının sağ yanında bir mezar daha vardır ve bu lahit
üzerinde herhangi bir yazı taşımamaktadır. Rivayete göre burası Sipehsalar’m
gömülü olduğu yerdir. Sipehsalar’m mezarının bitişiğinde herhangi bir malumat
bulunmayan Şems’in şehadetine adı karışmış olan Mevlânâ’nm büyük oğlu Alaeddin
Çelebi’nin mezarı vardır. Burada Alaeddin Çelebi’nin lahdine oldukça yakın bir
diğer mezar vardır ki, mezar taşındaki yazı Mevlânâ’nm anne tarafından çok
yakın akrabalarının oğlu olan Şemseddin
Yahya’ya ait olduğunu göstermektedir. Şemseddin Yahya tam olarak Mevlânâ’nm
vefatından yirmi yıl sonra 7Rebîülewel 692 (15 Şubat 1293)’te vefat etmiştir.
Bu durum biyografi yazarlan ve Mevlânâ müridleri arasında bazı karışıklıklar
meydana getirmiştir. Buna bağlı olarak Türbe’de bir Makâm-ı Şems-i Tebrîzî
inancı ortaya çıkmıştır.
Eflâkî’ye göre,[30] Şems-i Tebrîzî şehadet ve
ölümü 5 Şaban 645 (1247) Perşembe günüdür. Bu tarih Şems-i Tebrîzî’nin hanımı
Kimya Hatun’un vefatından yedi gün sonrasıdır.
Câmî’de Eflâkî’nin anlattığı hikâyeyi şu ilave ile tekrar
eder. “Şems-i öldüren bu yedi kişi kendilerine geldiklerinde birkaç damla
kandan başka hiçbir şey bulamadılar!”[31]
Bedîüzzaman Firûzanfer[32] yukarıda işaret edilen
hikâyeyi güvenilir kabul etmez ve Sultan Veled’in “Şems’in Konya’yı gizlice
terk ettiği ve gerçekte nereye gittiğini kimsenin bilmediği” görüşüyle hem
fikir görünür. Şems-i Tebrîzî Konya’da öldürülmemiş, ancak gizlice Konya’dan
ayrılmıştır. Onun aniden ortadan kaybolması başkalannı onun bizzat Konya’da
öldürüldüğü inancına sevk etmiştir.
Şems-i Tebrîzî’nin şehadeti uzun süre Mevlânâ’dan
gizlenmiştir. O çok üzgündü ve bu meselede üzüntüsünü gizlemesi mümkün
değildi. Kendisini sürekli semâ ve müziğe verdi. Eflâkî’ye göre,33
Mevlânâ Hindibârî denilen kumaştan yakası açık bir elbise yaptı ve
müridlerinden altı telli ve altı haneli bir rebab yapmalarını istedi. Dünyevi her şeyden feragat etti ve aşk şiirleri
yazmaya devam etti yakınlarından ve müridlerinden hiç kimse ile ilgilenmedi. Bu
sebeple Konya halkı ona daha fazla kızmaya başladılar fakat o daima kendisine
karşı olanlara karşı nezaket ve kibarlık gösterdi.
Daha sonra bir kişi Mevlânâ’ya Şems-i Tebrîzî’nin Şam’da
olduğu bilgisini verdi. Sultan Veled îbtidanâme’de ve Eflâkî Menâkıbü’l-ârifin’de34
Mevlânâ’nın Konya’dan ayrılarak Şems-i
Tebrîzî’yi aramak için Şam’a gittiğini kaydederler. Şam’da Mevlânâ’ya büyük
saygı ve sevgi duyan ve ona mürid olan birçok kimse vardı. Fakat maalesef onun
araştırmaları başarılı olmadı. O Şems-i Tebrîzî’yi
bulamadı. Fakat Sultan Veled onun Şam ziyareti sırasında hiç değilse Şems’in
kendisi için hayalinde ve ruhunda yaşayan samimi bir dost, arkadaş olduğunun
farkına vardığını söyler. Mevlânâ tekrar Konya’ya döndü. Fakat bu sefer de o
tamamen değişmiş ve kendisini Şems ile kendisinin bir can ve bir ruh olduğu
inancına vermişti.
Sultan Veled’e göre, Mevlânâ Şam’a bir keklik olarak gitmiş
fakat bir şahin olarak Konya’ya dönmüştür. Şayet eskiden kendisini bir damla su
olarak buluyorsa şimdi hayatının taşan bir denize dönüştüğünü hissetmeye
başlamıştı. Onun içinde kalbine yerleşen değişim elinde değildi. Bütün
müzisyenleri çağırıp, önlerinde feryad ve figan etmiş, dalgalan kabarmış aşk
denizini onların üzerine boşaltmıştır. Konya halkı çok şaşırmıştı ve ne tür
bir divaneliğin Mevlânâ’yı kapladığını birbirlerine sormaya devam ediyorlardı.
Birkaç yıl sonra Mevlânâ bazı müridleri ve arkadaşlanyla beraber tekrar Şam’a
gitti. O İbtidânâme’nin ifade ettiğine göre, “rahatsız bir şekilde
geceli gündüzlü birkaç ay kaldı. O bu Şam’a yaptığı ikinci ziyaretin ardından
yepyeni bir adam olarak dönmüştü. Rahatsızlığı geçmiş tamamen sakin ve huzurlu
görünüyordu. Güneş (Şems) onun benliğinde yükselmekteydi. Kendisi Şems’in somut
hali olduktan sonra “aranacak başka ne var ki?’’ diyordu. Şimdiden onun
güzellik ve nezaketini onun en üstün vasıflannı taşımaktayım. Onun güzelliğini
övmekteydim, fakat benim tarafımdan güzellik [33] [34] benim davranışım olarak takdir
edildi. Çömlek içinde dalgalanan ve köpüren şarap gibi kendimi arıyordum.[35]
Bu iki seyahatin tarihi tam olarak bilinmemektedir.
Biyografi yazarları da işaret etmemektedirler. Ancak sadece İbtidânâme’den
bazı bilgiler elde etmekteyiz. Sultan Veled’e göre Mevlânâ’nın Şam’a ilk
seyahati Şems’in şehadetinin hemen arkasından meydana gelmiştir. Birinci
seyahat esnasında Mevlânâ’nın Şam’da ne kadar kaldığı bilinmemektedir.
Bedîüzzaman Firûzanfer’e göre[36] bu iki
seyahat hicri 645-647 (1247-1249) yıllan arasındadır. Şaşırtıcıdır ki, ne
Sultan Veled ve ne de Sipehsalar Şems’in şehâdetine işaret etmektedir. Abdülbaki Gölpınarlı’ya[37]
göre Şems’in şehadeti uzun süre Mevlânâ’dan gizlenmiştir. Bu nedenle
Şems’in ölüm haberi kendisine ulaştığında o, bu söylentiye inanmamıştır. Şam’a
yaptığı seyahatlerden birkaç yıl sonra o Selahaddin Zerkubî de teselli
bulmuştur. İşte bu zaman Şems’in akıbeti ona anlatılmıştır. Bunun üzerine
Mevlânâ Şems’in öldüğüne inandı ve bundan sonra şiirlerinde onun ölümüne
ağladı.
Devletşah, Tezkire-i
Devletşah, Leiden.
Cihangüşâ-i
Cüveynî, Tahran.
Ahmed Eflâkî, Menâkıbul-Ârifîn,
trc:, Tahsin Yazıcı, Şark İslâm Klasikleri 26.
Reynold Alleyne
Nicholson, Dîvân-i Shams-i Tabriz-
Reynold Alleyne Nicholson, The Mystics of İslam,
London G. Bell and Sond. Ltd., 1914.
M. Celal Duru,
Mevlevî, Kader Basımevi, İstanbul 1952.
Sir Monier-Monier,
Williams, A Sanskrit-English Dictionary.
Şemseddin Tebrîzî, Makâlât.
Bedîüzzaman
Firûzanfer, Risâle der Tahkîk-i Ahvual va Zindegani-i Maulana Jalalu’d-din
Mohammed Mashhur be Maulavi, 2. baskı Tahran 1373. Second Edition.
Abdülbâki
Gölpınarlı, Mevlânâ Ceâleddin, II. Basım İstanbul.
Feridun b. Ahmed,
Sipehsalar, er-Risale.
H. A. Gibb, İbn
Battuta, Travels in Asia and Africa (1325-1354). Reynold Alleyne Nicholson, Persian
Poems (edited by A. J. Arberry). Sultan Veled, İbtidânâme.
*
Rasih Güven, “Mavvlana Jalalu'ddin and Shams-i Tabrizi”, The Maulavi Flüte,
Selected Articles on Maulana Rumi, ed. S. H. Qasemi, New Age International
(P) Limited . Publishers, New Delhi 1997, s. 68-83.
** M.U. İlahiyat Fakültesi,
Tasavvuf Anabilim Dalı Araştırma Görevlisi.
[2] Devletşah, Tezkire-i Devletşah, Leiden, s. 195.
[4] A. Eflâkî, Menâlabü'l-ârifin
(çev., Tahsin Yazıcı), s. 155.
[5] R. A. Nicholson,
Divân-i Shams-i Takriz, Giriş, XIX.
[6] R. A.
Nicholson, Divan-ı Şhams-i Tabiriz, s. XX.
[7] R. A.
Nicholson, The Mystics of İslam, London G. Bell and Sond. Ltd., 1914, s.
63.
[8] Eflâkî, Menâkıbü’l-ârifin,
s. 94.
[9] M. Celal Duru,
Mevlevi, 1952 İstanbul, s. 182.
[10] a.g.e., s. 183.
[11] Sir
Monier-Monier, Williams, A Sanskrit-English Dictionary s. 1152.
[12] Müellifin bir
Hintoloji uzmanı olmasından kaynaklanan başta Şems-i Tebrîzî’nin Hint orijinli
olması ihtimali olmak üzere bu görüşlerinin tarihî olarak ve ilmen birçok
problemi bünyesinde barındırdığı görülmektedir. Yine Semâ’ın etimolojisi
konusundaki görüşleri ile “cihât-ı sitte” olarak bilinen “altı yön”ün İslam
düşüncesinde ve kültüründe olmadığı yönündeki anlayışı kabul etmek de güçtür.
Burada bu tür sıkıntılarına rağmen makalenin ortaya çıkmasını önemli görüp bu
problemlere ait gerekli detayı sonraki çalışmalarımızda etraflı bir şekilde
değerlendirmeyi düşündüğümüzü ifade ile iktifa etmekteyiz (Mütercim).
[13] Eflâkî, Menâkıbü'l-ârifin,
s. 90-338
[14] Şemseddin
Tebrîzî, Makâlât, s. 8a.
[15] Eflâkî, Menâkıbü'l-ârifin,
s. 90-338.
[16] Bedîüzzaman
Firûzanfer, Risâle der Tahkîk-i Ahwal va Zindegani-i Mauılana Jalalu'd-din
Mohammed Mashhur be Maıvlavi (Risâle), Tahran 1373, Second Edition, s.
53-54.
[17] Eflâkî, Menâkıbü'l-ârifin,
s. 86.
[18] A. Gölpmarlı, Mevlânâ
Ceâleddin, 2. Baskı İstanbul, s. 66.
[19] B. Firûzanfer, Risâle,
s. 53-54
[20] Nebiz: “Hurma
veya arpadan yapılan bir tür içkidir.” (Mütercim)
[21] A. Gölpmarlı, Mevlânâ
Celâleddin, s. 67.
[22] Eflâkî, Menâkıbü’l-ârifin,
s. 91.
[23] Sipehsalar, er-Risâle,
s. 168.
[24] Eflâkî, Menâkıbü’l-ârifin,
s. 91.
[25] B. Firûzanfer, Risale,
s. 56.
[26] H. A. Gibb, İbn
Battuta, Travds in Asia and Africa (1325-1354), s. 130-131.
[27] R. Alleyne
Nicholson, Persian Poems, (edited by A. J. Arberry), s. 46.
[28] Şemseddin
Tebrîzî, Makâât, s. 26.
[29] A. Gölpmarlı, Mevlânâ
Celâleddin, s. 85.
[30] B. Firûzanfer, Risâle,
s. 76.
[31] a.g.e., s. 76.
[32] Eflâkî, Menâlabü'l-ârifin,
II, 117.
[34] Sultan Veled, İbtidânâme, s. 60-61; A. Gölpmarlı, Mevlânâ
Celâleddin, s. 87.
[35] B. Firûzanfer, Risâle,
s. 87.
[36] A. Gölpınarlı, Mevlânâ
Celâleddin, s. 89.
[37] a.g.e., s. 90.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar