Print Friendly and PDF

CAHİLİYYE DÖNEMİ ARAP KÜLTÜRÜ'NÜN MEZHEBLERİN DOĞUŞUNA ETKİSİ


Hazırlayan: Muharrem AKOGLU

Hz.  İbrahim'in, oğlu İsmail'i getirdiği Mekke ve Arap Yarımadası, Hz.  İbrahim ve daha sonra peygamberlik vazifesiyle görevlendirilen oğlu İsmail sayesinde tevhid inancının yaşandığı bir yer haline gelmişti. İnsanlar, hak peygamber olan Hz.  İbrahim ve oğlu Hz.  İsmail'in bildirmiş oldukları İlâhi emirleri Onlardan öğrenerek hayatlarında uyguluyorlar ve onun gereğini yerine getiriyorlardı.

Hz.  İbrahim ve oğlu İsmail’den sonra insanlar bir müddet bu hak din üzerinde bulundular; fakat zamanla önceki peygamberlerde olduğu gibi onların da inançlarında zayıflık alametleri görülmeye başlandı. İnsanlar hak dinden uzaklaştılar. Bu uzaklaşma sonucunda Hz. İbrahim ve oğlu İsmail peygamberden öğrenmiş oldukları Allah’ı ve O'nun buyruklarını unuttular. Böylece îtikadi, inanç sahasında bir boşluk meydana geldi. Bu boşluk sonucunda hak din ve inancının yerini put ve putperestlik almaya başladı. Tevhid inancına göre, Birtek olan Allah'a inanan insanlar putlara inanmaya başladılar. Artık arzu ve isteklerini onlara yöneltiyorlar, belâ ve musibetlerin giderilmesini de onlardan istiyorlardı. Bu şekilde Arap yarımadasında Hz.  İbrahim ve İsmail'in tesis etmiş olduğu hak dinin yerini putperestlik almış ve bunun sonucunda da putperestlik insanlar arasında revaç bulmuştu. Hatta o kadar ki, her kabilenin ve her ailenin bir putu bulunuyordu. Kabile ve Aileler İyi ve kötü durumlarını onlara arzediyorlar, onlardan medet umuyorlardı. Fakat bütün bunlara rağmen sınırlı da olsa hanif diye isimlendirilen, putlara inanmayan, tevhid inancına sahip kimseler de bulunuyordu. Ancak bunların sayıları söylediğimiz gibi çok az idi.

İnsanların inanç durumları genel olarak bu iken buna paralel olarak diğer sosyal müesseseleri de ileri düzeyde değildi. Her şeyden önce araplar bu dönemde yerleşmiş bir devlet anlayışına sahip değillerdi. Yönetimde kabilecilik esası vardı ve insanların toplumsal fikir ve bilinçlerinin altında bu esas yatıyordu. O devrin insanı bu esas ve onun vermiş olduğu ruhla yaşıyor ve ölüyordu. Onların sosyal hayatlarının temelini genel olarak işte bu kabilecelik ruhu oluşturuyordu.

Cahiliyye devri arap toplumu bu özelliklere sahip iken Cenab-ı Hak bu topluma ve tüm insanlığa hidayeti göstermek maksadıyla son Peygamber olan Hz.  Muhammed'i (salla'llâhü aleyhi ve sellem) görevlendirdi. O, bu toplum için ve tüm insanlık için kurtuluşa götüren mesajları bildirdi. İnsanların hidayete ulaşmaları için çaba sarfetti ve bu konuda da başarılı oldu. İnsanlar Cahiliyye döneminden kalma batıl inançlarını terkettiler, hak dine yöneldiler. Fakat Hz.  Peygamber'in vefatından sonra özellikle III. Halife Hz.  Osman döneminde bir takım siyasi sebeplere binaen tekrar isyan ettiler hatta Hz.  Osman'ın şehid olmasına sebep oldular. Yine IV. Halife Hz.  Ali döneminde bu isyan hareketleri azalmadı; aksine varlığını daha da hissettirdi. Bunun sonucunda da müslüman topluluklar savaş cephelerinde karşı karşıya geldiler ve birbirlerinin canına kast ettiler. İşte bu gelişen olaylar sonucunda "firka" diye tabir ettiğimiz siyasi sebeplerden kaynaklanan fakat varlığını devam ettirebilmek için itikadi kisveye bürünen ve bu sahada farklı görüşler serdeden ekoller vukua geldi.

"Acaba itikadi fırkaların doğuşunda Cahiliyye dönemi arap kültürünün etkisi var mıdır ,Varsa Cahiliyye kültürünün hangi unsuruna dayanmaktadır?"gibi sorular ve bu türden sorulara cevap bulabilmek amacıyla böyle bir çalışmaya başladık. Bu amaca yönelik olarak çalışmamızı iki bölüm halinde düzenledik. 1. Bölümde genel olarak Cahiliyye dönemi arap kültürünün tanınmasına yardımcı olacak konulara yer vermeye çalıştık. II. Bölümde de Mezhep Kavramı ve ifade etiği manalar üzerinde durduktan sonra Hz.  Peygamberden sonraki dönem olan Hulefâ-i Raşidîn döneminde cereyan eden olayları tarihi silsileye uyarak zikretmeye çalıştık. Burada gözönünde bulundurmaya çalıştığımız esas mesele, meydana gelen bu olaylarda ve bu olaylar sonucunda zuhur eden fırkalarda, Cahiliyye dönemi Arap kültürünün etkileri var mıdır, yok mudur? varsa nelerdir ve ne türden etkiler yapmıştır?... gibi meselelerdir. Bu meselelere çözüm getirebilmek amacıyla çalışmamıza devam ettik. Bu olayların sebeplerini, bu sebebleri hazırlayan âdet, an'ane, düşünce ve alışkanlıkların neler olabileceğini birinci ve ikinci el kaynak eserlerden tespit etmeye çalıştık. Bu tespitleri yaparken gelişen olaylarla ilgili bir takım yorumlarda da bulunduk. Çalışmamız esnasında kimsenin ismine ve şahsına karşı önyargılı olmamaya, aksine İlmî usuller dahilinde objektif olmaya gayret gösterdik. Bu objektiflik içerisinde üzerinde durmuş olduğumuz toplumun realitesini yakalamaya gayret gösterdik. Bunu yaparken de tarihin bize verdiği bilgiler ışığında bir takım insanların isimlerini zikrettik. Hiç bir zaman hâlis niyetli, samimi, örnek ve önder olma özelliğini üzerinde taşıyan sahabeyi ve genel olarak güzide sahabe topluluğunu itham etmedik. Mezheplerin doğuşunu hazırlayıcı etkenleri olabildiğince objektif gözle tahlil ederek, bir değerlendirme yapmaya gayret gösterdik.


 

 

 


GİRİŞ

a) Cahiliyye Kavramı

( …) Sülâsi mücerred kalıbından türetilmiş olan "cahiliyye" kelimesi ism-i mensub veya masdar olup, genel anlamda Islâmiyetten önceki dönemde "dalâlet"1 ve sapıklık hallerini ifade eden bir terim olarak kullanılmaktadır.

( ) kelimesi lügatte; ilmin zıddı, 2 kişinin bir şeyi bilmemesi ve tanımaması 3 gibi anlamlara gelmektedir. Bu anlamların dışında lügatlerde "cehl" kelimesiyle ilgili olarak üç anlam zikredilmektedir. Bunlar;

1-     "Nefsin ilimden soyutlanması,

2-      Bir şeye, olduğunun zıddına inanmak,

3-      Kişinin inanmış olduğu şeyin zıddına iş yapmasıdır."4

(                              ) kelimesinin genel olarak lügatte ikiye ayrıldığını

görmekteyiz.

1- Cehl-i Basit

2- Cehl-i Mürekkep

Cehl-i Basit: İlim ve bilginin olmaması demektir.

Cehl-i Mürekkep ise; vakıaya ve olaylara uygun olmayan inanç

demektir.5

"Cehl" kelimesiyle aynı kökten geldiğini ifade ettiğimiz "cahiliyye" kelimesi, câhil kelimesine mensubiyyet takısının ilavesiyle oluşan ve mensubiyyet ifade eden bir mastardır.

1       İbrahim Üneys, Mu'cemu'l-Vasit, 2. Baskı, C. I, s. 144, Beyrut, 1972.

2        Ibn Mamur, Lisânu'l-Arab, c. I, s. 524, Beyrut,1970; Zebıdi, Tâcu'l-Arus, c. VII, s.

368, Beyrut,1966.

Firuzâbâdî, Kâmus-u Muhit fi Tercemeti Okyanusu'l-Basit, Tere: Ahmet Asım, C. III, s. 1222, İstanbul, 1305; Cevheri, es-Sıhah, Tâcu'l-Luga ve Sıhahu’l-Arabiyye, e. IV, s. 1663, Mısır 1957.

3        Kşl., Ibn Manzur, Lisânu'l-Arab, c. I, s. 524.

4        Isfahâni, el-Müfredât fi Garibi'l-Kur'an, s. 102, Beyrut, Trz. s Kşl. Zebîdî, Tâcu'l-Arus, c. VII, s. 368.

Lügatte bu kelime, "Arapların îslâmiyetten önceki cehâlet ve dalâlet içinde bulunması durumu" 6 şeklinde tarif edildiği gibi, "îslâmdan önceki fetret dönemine verilen ad" 7 şeklinde de tarif edilmektedir. Bu dönemin genel yapısını gözönünde bulunduran Philip K. Hitti, cahiliyye terimi ile ilgili olarak "bilgisizlik, cahillik devri, yahut atılganlık, barbarlık devridir" 8 şeklinde bir değerlendirme yaparak dönemin genel yapısına işaret etmektedir. Şevki Dayf ise, "Sefihlik ve azgınlık" 9 tabiriyle bu dönemi izah etmektedir. Ayrıca dikkate değer diğer bir husus da bu dönemde yani cahiliyye döneminde yaşayan Araplara "cahiliyye Arabi"10 adı verildiğidir.

b) Cahiliyye Dönemi

Cehl ve cahiliyye kavramlarının lügat manalarına genel olarak değindikten sonra bu kavramlar hakkında şu kanaatlere ulaşmamız mümkündür ki, buna göre; Cehl kelimesi ilmin zıddı olarak bilgisizlik halidir. Bu konuda lügatlerde de benzer anlamların zikredildiğine şahit olmaktayız. 11 Bu devreye cahiliyye devri denilmesi yukarıdaki izahatlardan da anlaşılabileceği gibi, cahiliyye Arabının hiçbir şeyi bilmemesi ve her şeyden habersiz olması anlamına gelmez. Nitekim bu devrin insanının da kendine göre bilgisi ve kendine göre uğraştığı, değer verdiği ilim ve ilim dallan vardır. Bu konulara çalışmamızın ilerleyen safhalannda daha geniş yer vermeye çalışacağız. O devreye, cahiliyye devri denilmesinin sebebi, o toplumun din ve sosyal hayatında bazı sakat âdet ve geleneklerle 12 barbarlık ve sefihliğın bulunmasından dolayıdır. Nitekim daha önce de bahsettiğimiz gibi cahiliyye, barbarlık ve vahşetin hüküm sürdüğü dönem diye de tanımlanmaktadır. Cahiliyye devri insanları Allah'ı gereği gibi tanımadıklan, O'na şeksiz ve şirksiz iman etmedikleri 13 için; putperestliği yaygın hale getirdikleri ve Tannyı âtıl bir deizme

6      İbrahim Üneys, el-Mu'cemu'l-vasit, c. I, s. 144.

7      Ibrı Manzur, Lisânu'l-Arab, c. I, s. 524.

8      Philip K Hitti, Siyasi ve Kültürel Islâm Tarihi, Çev: Prof.Dr. Salih Tuğ, c. 1, s. 131, İstanbul, 1989.

9      Şevki Dayf, el-Asrul-Cahilî, 3. Baskı, s. 39, Kahire, 1970.

10Kşl. Hüseyin Atay, "îslâmdan Önce Arap Yarımadasında Putperestlik ve Yayılışı" Ankara Ün. İl. Fak. Der, C. VI, s. 80, Ankara, 1959.

11Kşl. Ibn Manzur, Lisânu'l-Arab, c. I, s. 524; Zebîdi, Tacu’l-Arus, c. VII, s. 368; Firuzabâdi, Kamus'u-Muhrt, c. III, s. 1222; Cevheri, es-Sıhah, c.lV, s.1663.

12Kşl. Hüseyin Atay, "îslâmdan Önce Arap Yarımadasında Putperestlik ve Yayılışı", Ankara Ün. İl. Fak. Der, c. VI, s. 80.

13Kşl. T.D.V. Islâm Ansiklopedisi, "Cahiliyye" mad. (Yazan: Mustafa Fayda) c.VII, s. 18, İstanbul, 1993.


(vahyi inkar ederek sadece Tann'nın varlığına inanma) indirgedikleri 14 için; gerek ferdî gerekse içtimâi hayat itibariyle bilgiden, nizamdan sulh ve sükundan uzak oldukları için, güçlü ve asil sayılanları daima haklı kabul ettikleri ve adaletten yoksun bir hayat yaşadıkları 15 için; Toplumda Ahlak, Mürüvvet, Cömertlik ve Şeref gibi olgular tam bir gösterişe ve kaba kuvvete dönüştüğü için; içki, kumar ve fuhuş olabildiğine yaygınlaştığı ve aile yapısı da çözüldüğü 16 için bu döneme "Cahiliyye Dönemi" ismi verilmiştir. İşte genel bir kavramla da bu dönemden "cahiliyye" diye sözedilmiş ve bu devrin arabına da "cahiliyye Arabi" 17 adı verilmiştir.

Cehl ve Cahiliyye kavramlarının lügat manalarından bahsettikten sonra cahiliyye devri tabirinin hangi zaman dilimini ilgilendirdiği konusu üzerinde de durmamızın uygun olacağı kanaatindeyiz.

Nitekim, cahiliyye tabirinin geniş ve dar anlamlan olmak üzere iki şeklinden bahsedilmektedir. Geniş anlamda cahiliyye, "İslâm öncesi tüm zaman ve mekanlann kültürleridir." 18 şeklinde tarif edilmektedir. Bize göre bu tarifin tenkid edilecek yönü vardır. Çünkü, "İslâmdan önceki tüm zamanlar" dediğimizde ilk insan Hz.  Âdem'den, İslâm'ın nâzil oluşuna kadar ki bütün zamanlan Cahiliyye Dönemi dilimi içinde mülahaza etmemiz gerekir ki, bu, objektif bir anlayışa göre mümkün değildir. Çünkü bizim inancımıza göre ilk insan Hz.  Âdem aynı zamanda da ilk peygamberdir. Peygamberliğini kabul ettiğimiz bir insanın dönemini fetret devrinin bir ifadesi olan cahiliyye terimiyle ifade etmeye kalkışmamız en azından İslam kültürüyle tenakuz halinde bulunmamızı gerektirir ki, bu mümkün değildir. Yine ilk insan ve ilk peygamber olan Hz.  Adem'den, son peygamber Hz.  Muhammed'e kadar bir çok hak peygamber gelmiştir. Bunların dönemlerini de "cahiliyye" tabiri ile izah etmemiz veya onların dönemlerini "cahiliyye devri" dilimi içinde kabul etmemiz, iddia ettiğimiz gibi İslam kültürüyle tenakuza düşmemizi gerektirir. Bunun yanında da bu peygamberlerin hem şahıslarına hem de getirmiş

uKşt. Mustafa Aydın, İlk Dönem Islâm Toplumunun Şekillenişi, s. 54, İstanbul, 1991. 15Kşl. T.D.V. Islâm Ansiklopedisi, "Cahiliyye” mad. (Yazan: Mustafa Fayda), C. VII, s. 17. 1sKşl. Mustafa Aydın, a.g.e, s. 54; M.E.B,İslam Ansiklopedisi ,T.H. Weir, "Cahiliyye”, mad. C .11, s. 11-12.

17Kşl. Hüseyin Atay, ”Islâm’dan Önce Arap Yarımadasında Putperestlik ve yayılışı” Ankara Ün. İl. Fak. Der. c. VI. s. 80.

1sMustafa Aydın, a.g.e, s. 54.

oldukları aslı İslâm olan dinlerine saygısızlık etmiş oluruz ki bu da pek uygun bir hareket tarzı değildir.

İkinci ve dar anlamda ise Cahiliyye, "Arap yarımadasında Islâmiyetin doğuşundan önceki yahut İsa'dan Hz.  Muhammed'e kadar geçen devreye verilen addır"19 yahutta "Daha çok Hicaz bölgesinin, hemen İslâm'dan önceki yaklaşık iki yüz yıllık kültürüdür" 20 şeklinde tarif edilmektedir ki, bize göre de "Cahiliyye" kavramından ifade edilen mana bu olsa gerektir. Mustafa Fayda'ya göre Cahiliyye Dönemi, "Hz.  Muhammed'in Peygamber olması, yani vahyin nâzil olmaya başlamasıyla sona ermiştir." 21 Ayrıca Mustafa Fayda bu dönemin, Cahiliyye zihniyetinin merkezi haline gelen Mekke'nin fethiyle (h.81/m.630) son bulduğunu22 ileri sürenlerin de varlığından bahsetmektedir.

Görülüyor ki Cahiliyye Devri'nin ne zaman başladığı ve ne zaman son bulduğu hususunda kesin çizgilerle bir ittifak söz konusu değildir. Bizim kanaatimiz odur ki, Hz.  Muhammed'den önceki son peygamberin getirmiş olduğu dinin tahrif olmaya başlaması, saf akidenin bozulması ve insanların hakikatten aynlıp sapıklık ve dalâlet yoluna girmeleriyle Cahiliyye Dönemi başlamakta ve Hz.  Peygamber'e gelen ilk vahye kadar, başka bir deyişle Hz.  Muhammed'in Peygamberliği izhar edilinceye kadar ki zaman dilimini içine almaktadır. İşte bizim "Cahiliyye Dönemi" diye adlandırdığımız ve çalışmamızın konusunu da oluşturacak olan cahiliyye ve cahiliyye dönemi de budur.

Cahiliyye Döneminin sınırlarını belirledikten sonra konu ile olan ilgisi bakımından zikretmekte fayda bulduğumuz bir diğer mesele de şudur: İslâm öncesi arap toplumuna Cahiliyye toplumu veya o devreye Cahiliyye Devri denilmesini gerekli kılan çeşitli toplumsal sebep ve âmillerin varlığından yukarıda bahsetmeye çalıştık. Konunun diğer toplumlara uyarlanması ile ilgili genel kanaatimizi de belirtmek gerekirse o da şudur ki, yukarıda zikri geçen sebep ve âmiller başka bir toplumda da kendini gösterdiği takdirde o toplum için de Cahiliyye tabirinin kullanılabileceği yönündedir. Fakat, bizim araştırmamızla ilgili olan ve üzerinde duracak olduğumuz "Cahiliyye ve Cahiliyye Dönemi" kavramı daha önceden de

19M.E.B. Türk Ansiklopedisi,"Cahiliyye" mad, c.9, s. 186, İstanbul, 1967.

20Mustafa Aydın, İlk Dönem Islâm Toplumunun Şekillenişi, s. 54.

21 T. D. V. Islâm Ansiklopedisi, "Cahiliyye” mad. (Yazan: Mustafa Fayda), c.VII, s. 18.

22Kşl. T.D.V.Islâm Ansiklopedisi, "Cahiliyye’’mad. (Yazan: Mustafa Fayda),c.VII,s. 18.

tariflerini yapmaya çalıştığımız ve Hz.  Muhammed'in peygamber olarak vazifelendirilmesinden önceki Cahiliyye toplumu ve zamanı ile ilgilidir.

Cahiliyye toplum ve kültürünün bilinmesinin ne gibi faydalan olabilir? gibi bir soru zihinlere takılabilir. Takdir edilir ki, Cahiliyye toplumu ve bu toplum yapısının genel çizgilerle dahi olsa bilinmesi İslâm toplumunun ve bu toplumun yaşamış olduğu tarihin daha objektif bir şekilde anlaşılabilmesi ve değerlendirilebilmesi için önemli, hatta zorunludur. Bu zorunluluk sadece müslümanlığın Arabistan'da doğmuş olmasından değil, aynı zamanda İslâm öncesi toplumun sahip olduğu kültür ve değerlerinin İslâm toplumunu doğrudan doğruya etkilemesinden ve dolayısı ile de bu dönemin bilinmesinin, islamm gelişinden sonraki dönemin bilinmesi ve anlaşılması için gerekli olmasından[1] ileri gelmektedir. Ayrıca Hz.  Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) Cahiliyye dönemine ait bir çok âdet ve gelenekleri reddetmekle beraber bir çoklarına da dokunmamıştır. Hz.  Peygamberin bu tavrındaki espriyi anlayabilmek de Cahiliyye dönemi toplumunu ve yapısını tanımadan mümkün olamamaktadır.[2] Dolayısıyla îslâmi kural ve emirlerin esprisini anlayabilmek, İslâmın ruhuna daha iyi vakıf olabilmek için sadece îslâmi dönemdeki toplumu bilmek yeterli olamamaktadır. İslâmın ruhuna ve îslâmi düşünceye daha iyi temâyüz edebilmek ve onu daha objektif kavrayabilmek için İslâm toplumunu tanıdığımız kadar İslâmın muhatabı olan toplumun genel yapısını, evveliyâtını ve geçmişini, yani teknik anlamıyla Cahiliyye dönemini de iyi bilmemiz gerekir ki, mukayese imkanı bulabilelim ve İslâmın özünü daha gerçekçi bir gözle kavrayabilelim.

İtikadi İslâm mezhepleri açısından da Cahiliyye dönemini ve bu dönemin kültürünü iyi tanımak bu açıdan önemlidir. Çünkü itikadi fırkaların doğmasına sebep olan âmillerin temelinde büyük oranda da bu dönem kültürünün uzantıları yatmaktadır. Bu konuyu, çalışmamız esnasında, yeri geldikçe daha açık bir şekilde izah etmeye çalışacağız. Bu sebebe binaen şimdilik bu kadar değinmekle yetiniyoruz.

/. BÖLÜM

A. ARAPLARIN MENŞEİ

Arapların menşei konusundan bahsedebilmemiz için, önce bu konu ile ilgili bilgileri nereden aldığımız hususundan söz etmemizin daha uygun olacağını düşünüyoruz. Çünkü bilinmektedir ki eski tarihlerde kaleme alınmış sahih ve güvenilir kaynaklar Cahiliyye çağını ve öncesini pek az aydınlatmaktadır. Bunun sebebi de henüz o dönemlerde araplar arasında bir yazı sisteminin bulunmamasıdır. Bu sebepten dolayı eldeki bilgiler daha çok nakillere, efsanelere, atasözlerine ve şiirlere dayanmaktadır.[3] Bunlar dışında az da olsa arap tarihi hakkında bilgi verebilen yapıtlara dayanmaktadır.[4] Bunlar vasıtasıyla elde edilen bilgiler İslâmdan sonraki senelerde kaleme alınmıştır. Bu şekilde genel tarih ve cahiliyye dönemi tarihi ile ilgili bilgiler sistemleşerek düzenli bir hale gelmiştir.

Arapların menşeinden bahsetmeden önce onlan isimlendiren Arap kavramından ve bu kavramın ihtiva ettiği manaya temas etmemiz gerekirse şu malumatları verebiliriz. Bilindiği gibi araplarda asabiyyet diye telakki edilen, kabilelerini ve kavimlerini diğer kabile ve kavimlere karşı, onlan hor görecek derecede üstün tutma durumu söz konusudur. İtikadi mezheplerin doğuşunda da etkili olduğunu sandığımız bu durum, kavim olarak kendilerini isimlendirirken de etkili olmuştur. Nitekim araplar, diğer kavimlere göre dillerinin daha fasih ve belâgatlarının daha güzel olması sebebiyle kendilerine "Arab", kendi dışındaki kimselere de "Acem" demişlerdir. [5] Lugatta Arab kelimesi lisanı fasih [6] olan anlamına kullanılmakla beraber, Acem kelimesi de dili fasih olmaya [7] anlamına kullanılmaktadır. Bu manada araplar kendilerine bir üstünlük atfetmişler, kendi


dışındaki insanları hor görmek amacıyla "Acem" demişler, böylece asabiyyet düşüncelerini kavim olarak kendilerine verdikleri isimle de bütünleştirmişlerdir.

Kavram ve mana olarak arap kelimesine değindikten sonra kavim olarak arapların soy ve menşeinden de bahsetmek gerekirse; Araplar "Arab-ı Bâide" ve "Arab-ı Bakiye" diye iki gurupta İncelenmektedirler. Arab-ı Bâide daha çok Ad, Semud gibi soyu tükenmiş araplan ifade etmektedir. Yaşamakta olan Arab-ı Bakiye ise kendi arasında Arab-ı Âribe ve Arab-ı Musta'ribe diye iki kısma ayrılmaktadır. Âribe, asıl yanmada araplannı; müstaribe ise etnik köken itibariyle arap olmayan ama sonradan araplaşmış kimseleri 30 ifade etmektedir. Müsta'ribe araplanna Kahtaniler de denilmektedir. Bu kavramlardan başka Arab-ı Tabi'a ve Arab-ı Müsta'ceme tabirleri de vardır ki Arab-ı Tabia; İsmail (A.S.)'m çocuklanyla karışmadan meydana gelen araplardır. Bunlar Hicaz bölgesinde yaşarlar ve "Adnâniler" diye adlandınlırlar. Arab-ı Müsta'cemeye gelince bunlar, fetihler yoluyla dünyaya yayılan müslüman araplarla kanşan ve araplaşan topluluklardır, Kuzey Afrika ve Endülüs'teki araplar genelde bu türdendir. 31

Bilindiği gibi tarih kitaplarında Nuh Peygamber'e ikinci âdem adı veril­mektedir. İkinci Âdem olarak bilinen Nuh Peygamberin etrafındaki insanlar, Nuh tufanı diye bilinen olayda sel sularında boğulup, yok olmuşlardır. O'ndan sonraki insanlar, Nuh Peygamberin kendi yaptığı gemiye eşleriyle birlikte aldığı Ham, Sam ve Yâfes adlarındaki oğullarının soyundan üremişlerdir. Arapça, İbranca, Süryanca, Âramca, Habeşce ve Fenike dilleriyle konuşan topluluklara, Nuh'un oğlu Sam soyundan geldiklerini anlatmak için "Sâmî Uluslar" adı verilmektedir.32 Buradan da anlaşılabileceği gibi Araplar Sâmi ırka mensup olmakla33 beraber tarihi kökenleri Hz.  Nuh'un oğlu Şam'a nispet34 edilmektedir.

Araplar eski tarihlerde Arabistan'ın Güney kısmında yaşamakta idiler. Milâdi 3. yüzyılın başlarında Yemen'deki barajların yıkılması sonucu, olası bir tehlikeden kaçmak için kuzeye göç ettiler. Bunlardan bir kısmı Gassâniler, Hîreliler

^Kşl. Mustafa Aydın, İlk Dönem Islâm Toplumunun Şeklllenişi, s. 48; Bkz: Cevad Ali, Fi Tarihi'l-Arab Kable’l-lslâm, c.l, s.294.

31Kşl. Sabri Hizmetli, Islâm Tarihi, s. 55.

3:Kşl. Neşet Çağatay, Islâm Tarihi, s. 25.

33Kşl. AbduTAziz Seâlebî, Muhadarât fi Tarihi’l-Mezâhib ve'l-Edyan, s. 15, Beyrut,

1985.

34Kşl. Şevki Dayf, el-Asru'l-Cahllî, s. 22.


ve Kindeliler devletlerini kurdukları 35 gibi Huzâa boyu Merr mevkiinde, Evs ve Hazrec boylan da Yesrib'de36 yerleşerek buralan kendilerine mekan tuttular.

Mekke ve bölgesinde ise çok eski çağlarda Âd ve Semud adlı toplulukların kalıntısı durumunda bulunan Cürhümlüler oturmaktaydı.37 Hz.  İsmail babasıyla beraber Mekke'ye gelip buraya yerleşince evvelâ Cürhüm kabilesi başkanı Mudad'ın kızı Seyyide ile, daha sonra Amr kızı Ra'le ile evlenmiş ve bu iki kadından oniki oğlu doğmuş, 38 İsmailoğullan da bundan sonra Mekke'de çoğalmışlardı.

Onlann Cürhüm kabilesinden olan dayılan Kâbe hizmetleriyle ilgileniyor ve Mekke'de hüküm sürüyorlardı. İsmailoğullan dayılık yakınlığı, Mekke'de kötü iş işlemek ve Savaş yasağı geleneğine saygı gösterdikleri için egemenlik ve hâkimiyyet gibi konularda Cürhüm kabilesine karşı bir ayaklanma ve başkaldında bulunmuyor, onlara karşı bir itâatsizlik içine girmiyorlardı. Zaman bu şekilde devam ederken İsmailoğullan belli bir müddet sonra artmış ve artık Mekke kendilerine yetmez duruma gelmişti, bunun üzerine de diğer bölgelere dağılmışlardı. Tanrı da kendilerini düşmanlan karşısında hep üstün duruma getirmişti. Mekke'de bulunan Cürhüm'lüler de eski dürüstlüklerini bırakmışlar ve Mekke'de halka zulmetmeye başlamışlardı. Yasak olan bazı işleri helal sayarak yapıyorlar, Mekke'ye giren yabancılara zulmediyorlar ve Kâbe'ye hediye edilen malları kendilerine sahipleniyorlardı. Bütün bu yaptıklan zulüm sebebiyle zaman içerisinde Mekke'deki otoriteleri zaâfa uğramıştı. Bu durumu sezen Kinâne oğlu, Abd'u Menafoğlu Bekr boyu ile Huzâe kabilesinden Gubşan boyu birleşerek Cürhüm kabilesine savaş açtı ve onlan Mekke'den çıkardılar.39 Böylece Mekke'de Cürhüm kabilesinden kimse kalmadı. Bunun sonucunda da Mekke yeni sahiplerine kavuşmuş oldu.

Hz.  Peygamberin soyunun da Hz.  İsmail'e dayandığı bilinmektedir. Hz.  İsmail'in, cürhümlü kadınlarla evlenmesinden 40 meydana gelen ve Arap tarihinde ^Kşl. Neşet Çağatay, Islâm Tarihi, s. 27.

xKşl. Ibrı Hişam, es-Siretu'n-Nebeviyye, Hz.  Muhammed'in Hayatı, Çev: Prof. Dr. izzet Haşan,Prof. Dr. Neşet Çağatay; ş.7, Ankara, 1971.

37Kşl. Neşet Çağatay, a.g.e, s. 67.

xKşl. Neşet Çağatay, "Hz.  Muhammed’in Soyu, Çoçukiuğu ve Gençliği” Ankara Ün.

İl. Fak. Der. c. VIII, Ankara, 1961.

39Kşl. Ibn Hişam, a.g.e, s. 70.

“’KşI. Muhhammed el-Ezrâki, Kâbe ve Mekke Tarihi, çev: Y. Vehbi Yavuz, s.70,

Adnânîler diye isimlendirilen topluluk Kureyş kabilesinin, dolayısıyla da Hz.  Peygamberin soy kütüğünün kökünü oluşturmaktadır. 41

Hz.  İsmail'den sonra O'nun soyunu oluşturan insanların çoğu O'nun dininden uzaklaşmışlar, kendi salt düşüncelerine göre bir din uydurmuşlar, putları da kendilerini Tanrıya ulaştıracak vasıtalar kabul etmişlerdir. Hak din olan Hz.  İsmail'in dininden uzaklaşan ve kaba tabiriyle sapıklığa düşen insanların oluşturduğu topluluğa daha önce de değindiğimiz gibi cahiliyye topluluğu adı verilmektedir. Çalışmamızda da cahiliyye ismini verdiğimiz bu topluluk üzerinde durmaya gayret gösterecek ve onların kültürel yapılarının, itikâdi fırkalarının zuhurunda ne gibi fonksiyonları olduğunu belirlemeye çalışacağız.

B-CAHİLİYYEDE SOSYAL HA YA T

Cahiliyye toplum yapısını gözönünde bulundurduğumuzda coğrafyanın tabii yapısının göstermiş olduğu özelliğe binâen cahiliyye arap toplum yapısını genel manada iki ana kümede değerlendirmemiz mümkündür. Bunlardan biri; daha çok "göçebe" hayat sürmeyi benimseyen çöl "bedevî" 42 leri, diğeri de daha çok şehirlerde hayat süren, göçebe olmayan "yerleşik"43 olarak yaşayan insanlardı.

Cahiliyye devri toplumunda yerleşik hayat yaşayan kimselerle göçebe hayat yaşayanlar arasındaki fark kesin çizgilerle birbirinden ayrılmamakla beraber44, aralarında bulunan bir takım ayrılıkları görmezlikten gelmek te pek mümkün gözükmemektedir. Konumuz içinde bu farklara dikkat çekmeye çalışacağız; fakat bundan önce Göçebelik ve yerleşiklik durumu ile ilgili olarak konu açısından önemli bulduğumuz İbn Haldun'un görüşüne yer vermemizin uygun olacağını düşünmekteyiz. O'na göre genel hatlarıyla göçebelik, yerleşik hayata geçişte bir basamak oluşturmakta başka bir deyişle insanların yerleşik hayata geçebilmeleri için göçebelik, bir geçiş devresi oluşturmaktadır. O, görüşünü şu şekilde serdetmektedir. "Göçebelik ve Yerleşik devreleri insanlar için tabii bir haldi. Arap

İstanbul, 1980; İbn Hı'sam, es-Siretu’n-Nebiviyye, s.69.

41Kşl. Sabri Hizmetli, İslam Tarihi, s. 79, Ankara,1991.

42     Philip K. Hitti, Islâm Tarihi, c. 1, s. 45.

43     Mustafa Aydın, İlk Dönem Islâm Toplumunun Şekillenişi, s. 57; Cevad Ali, Fi Tarihi'l-Arab kable’l-lslâm, c.l, s. 261.

44     Philip K. Hitti, a.g.e, c. 1, s. 45.

kavminin de bu devreyi geçirmesi yaradılıştan gelen tabii bir haldi."[8] Bu görüşe göre Göçebelik hayatının Şehirlilik yani yerleşiklik hayatından önce olması tabiîdir.[9] Buna göre insanlar önceleri göçebe hayat yaşıyorlardı. Zira insanlar önceleri ihtiyaçlarını karşılama hususunda acz içinde bulunuyorlardı. Nitekim ihtiyaçlarını karşılama hususunda âciz olan insanlar daha çok göçebe hayat yaşar ve sahra, çöl, ova gibi yerlerde hayat sürerler, nerede ihtiyaçlarını karşılayabilirlerse orayı kendilerine mesken tutarlardı. [10] Zamanla hayat şartlarında, seviye ve gelirlerinde meydana gelen yükselme ve bolluk sebebiyle de artık gezginciliğe ihtiyaç duymadıkları için yerleşik hayata geçerlerdi. Bizim üzerinde durduğumuz dönem olan Cahiliyye devrinde de tüm insanların hayat seviyeleri istenen düzeye ulaşmadığı için bir çeşit eski âdet, gelenek ve yaşam biçiminin devamı olan göçebe hayatı son bulmuş değildi. Nitekim arap yarımadasının büyük bir kısmında göçebe bedevilerin bulunduğu bilinen bir husustur. [11] Bedeviliğin, insanlığın tarihî süreci içerisinde genel karakteristik özelliği bu olmakla beraber sözünü ettiğimiz o toplumun genel yapısı içerisinde bedevi ile yerli arasında göze çarpan fark da sosyal hayat tarzı olarak çok keskin ayrılıklarla ve bütün şubeleriyle birbirinden ayrılmamakla beraber, bu fark yukarıda da değindiğimiz gibi hiç yok ta değildi. Bu dönem insanında toplumun genel yapısı itibarı ile İbn-i Haldun'un zikrettiği ve yukarıda bizim de değindiğimiz genel statü özelliklerine rastlamak mümkündü. Nitekim devrin yaşam biçimi ve hayat tarzları ortaya kondukça bu daha iyi görülecektir.

Arapların hayat tarzları genelde şu şekilde idi. Bedevî arapları daha çok "kıldan yapılmış çadırlarda" [12] yaşarlar, geçimlerini de deve sürüleri sayesinde temin ederlerdi. [13] Ayrıca göçebeler, hüner, san'at, tarım, ticaret ve gemicilik gibi meslek gruplarım hakir görürlerdi. Az bir emek sarfedip yetiştirdikleri hayvanların etlerini yerler, sütlerini içerler, yünlerinden elbiseler yapıp giyerlerdi.[14] İşaret ettiğimiz gibi barındıkları çadırları da bu hayvanların deri ve yünlerinden yaparlar, âdeta tabiat içerisinde tamamen tabiata bağlı olarak hayatlarını sürdürürlerdi.

Burada zikrettiğimiz özellikler müvacehesinde bedevî insanının yaşayışının yerleşik hayat süren insana göre biraz daha vahşi olarak nitelendirilebileceği kanaatindeyiz. Nitekim Ahmet Emin'in şu cümlesi de mefhum olarak bu kanaate ilaveler yaparak destekler mahiyettedir. "Göçebeler, çok sıkıştıkları zaman keler, ada tavşanı ve tarla sıçanı yerlerdi." 52 Bu insanlar, diğer konularda da olduğu gibi en büyük geçim kaynakları olan hayvanların gıdası hususunda da tabiata güvenirler ve bu konudaki ihtiyaçlarını da oradan karşılarlardı. Zaten bunun için de seyyar ve göçebe hayat yaşıyorlardı. Hayvanlarından alamadıkları veya hayvanlan vasıtasıyla karşılayamadıklan ihtiyaç maddelerini de mübadele yolu ile temin ederler muhtaç olduklan hurma ve giyim eşyalarını, hayvanlan ve hayvan ürünleriyle değiştirirler, 53 bu şekilde ihtiyaçlarını giderirlerdi.

Göçebeler, hayat şartlarının bir gereği olarak binek hayvanlarına sahip bulunduklarından, mekan üzerindeki hareketlilikleri onlara, yerleşik hayat süren insanlardan fazla olarak askerî alanda büyük bir üstünlük sağlıyordu. Çünkü yaşamak için mecbur oldukları çölün şartlarına ayak uydurmalan gerekiyordu bu da herkes için mümkün olamamakta idi. Bu sebepten dolayı çölün güç şartları göçebeler arasındaki güçsüzlerin elenmesini yani bahsini ettiğimiz bu topluluğun dışında kalmasını, geri kalanların da dayanıklı, savaşçı kimseler olmalarını sağlıyordu.54 Bu güçlülük ve dayanıklılığa güvenerek baskın ve yağmaları da kendilerine ayrıca geçim vasıtası yapıyorlardı. Bu durumu Ahmet Emin bize şu cümlelerle izah etmektedir. "Kendilerine düşman olan kabileyi basarlar, develerini sürüp götürürler, kadınlarını ve çocuklarını esir ederlerdi. Aralarında düşmanlık eksik olmazdı. Diğer kabile de fırsat bekler, ötekinin yaptıklarını o da yapardı. Hatta başka kabileler arasında üzerlerine saldıracak kabileler bulamazlarsa, birbirleriyle savaşırlardı." 55 İşte bu cümleler bizlere bedevilerin geçimlerini temin etme hususunda hangi yollara başvurduklarını bildirdiği gibi, geçimlerini temin

52 Kşl. Ahmet EminFecru'l-lslam, s. 36 S3Kşl. Ahmet Emin, a.g.e, s 37.

54Kşl. Baykan Sezer, a.g.e, s. 150.

55Kşl. Ahmet Emin,a.g.e., s.37.

etmeleri hususunda nasıl barbar olabildiklerini de göstermektedir. Nitekim cahiliyye döneminin bu özelliklerinin anlatıldığı ve bundan duyulan gururun ifade edildiği o dönemde yazılmış şiirler de hiç azımsanmayacak kadar çoktur. 56

Yukarıda, çöl şartlarının bedevileri nasıl güçlü kıldığı hususuna işaret etmeye çalıştık. Bu güçlülük onların hayatlarını devam ettirebilmeleri için şart olduğu gibi, hayatlarını kolaylaştırabilmeleri için de şarttı. Çünkü Arabistan'ın ticari etkinliğinin bulunması ve ticaret yollarının Arabistan'dan geçmesi57 göçebeler için ayrı bir gelir kaynağım oluşturuyordu. Nitekim onların ticaret kervanlarına ücret karşılığı çölde kılavuzluk yaptıkları ve gelir elde ettikleri de bilinmektedir.

Daha önce değindiğimiz gibi göçebeler, daha çok hayvan besleyerek geçinmek zorunda olan insanlar oldukları için hayvanlarının gıdasını tabiatta bulabilmek ve otlaklar temin edebilmek amacıyla çölde devamlı geziniyorlar, bir yerden başka bir yere göç ediyorlardı. Bu, onlara hem çölü iyi tanıma fırsatı veriyor hem de çöl şartlarında güçlü ve kuvvetli kimseler olmalarını sağlıyor, dayanıklılıklarını da artırıyordu. 58 Bu özelliklerinden dolayı göçebeler, Arabistan yarımadasını geçen ticaret kervanlarına kılavuzluk ediyorlar ve onların güvenliklerini temin ediyorlardı. Bu kervanların, ya büyük devletlerin ya da askeri birliklerin refakati olmadan ancak bedevilerin koruması altında ticaret yapmaları mümkündü.59 Böylelikle göçebeler için bu, ayrı bir gelir kaynağını oluşturuyor ve onlara siyasi ve askerî alanda yerli hayat sürenlerden farklı olarak bir itibar da kazandırıyordu.

Yerleşik hayat süren kimselere gelince; bunlar bedeviler kadar atak, güçlü ve cesur değillerdi. Bedevinin hayat şartları, geçim zorlukları onun savaşçı bir ruha sahip olmasını sağlamış onu tabiat şartları içinde daha güçlü kılmıştı. Fakat yerleşik hayat sürenlerde böyle bir durum sözkonusu değildi. Onların geçim kaynakları daha çok "ziraat ve ticaret" 60 ti. Bu sebepten onların fazla savaşçı bir

58Bkz.lmriü’l-Kays, Muallegât-ı Seb'a, çev: Ord.Prof.Şerafettin Yaltkaya, s.55,56,57,

110,125,126, İstanbul, 1985.

5TKşl. Sabri Hizmetli, "Itikadi Islâm Mezheplerinin Doğuşuna İçtimai Hadiselerin Tesirleri Üzerine Bir Deneme" Ankara Ün. İl. Fak. Der. Sayı: XXVI, s. 661, Ankara,

1983.

98Kşl. Corci Zeydan, Islâm Medeniyeti Tarihi, c.lV, s. 15, İstanbul, 1973.

59Kşl. Baykan Sezer, Toplum Farklılaşmaları ve Din Olayı, s.150;lmriu'l-Kays ,a.g.e, s. 98.

80 A. Vehbi Ecer, Islâm Tarihi Dersleri, s. 56, Kayseri 1991.

ruha sahip olmalarına pek gerek te yoktu. Yerleşik hayat sürenlerin bedeviler gibi olmamaları sonucunu doğuran diğer bir özellik ise, kendilerini koruma hususunda bedeviler kadar özveride bulunmalarının gerekmemesi idi. İbn Haldun bu durumu şu cümleleriyle izah etmektedir. "Yerleşik hayatta bulunanların güvenliği vâli ve bekçilere ait olduğu için orada yaşayan insanların hayatî bir endişesi yoktur. Oysa göçebeler aynı rahatlığa sahip değildirler. Onlar ancak kendi kendilerini korurlar, bu yüzden şecaatli olmak zorundadırlar ve şecaat artık onların karakteri olmuştur."[15] Görülüyor ki yerleşik hayat süren insanlar kendi günlük şartlan içerisinde bir idarecileri bulunduğuna göre bunlann güvenliklerini temin eden kimseler de bulunuyordu. Bundan dolayı da yerleşik hayat süren insanlar göçebelere göre daha rahat, daha sakin ve daha güvenli bir ortamda yaşıyorlar, bunun sonucu olarak ta bedevilerin sahip olduklan savaşçı ve vahşi ruhtan soyutlanmış oluyorlardı.

Cahiliyye döneminde yerleşik hayat süren insanlar, ziraat ve ticaretle uğraşmakla beraber toprak ürünlerinin az oluşu ve ekilebilir toprağın yetersiz oluşu, istenen düzeyde bol olmayışı gibi sebeplerden dolayı geçimlerini temin etmeleri hususunda yetersizliklerle karşı karşıya kalıyorlardı. Bu nedenle özellikle Mekke, Yesrib ve Taif halkının geçim kaynağı, çiftçiliğin yanında ticaret ve san'atla da destekleniyordu, [16] fakat bu da geçimlerini temin etmelerine yetmiyordu. Bunun için özellikle Mekke'liler, Yemen ve Suriye arasında ticaret kervanları düzenliyorlardı. Bu seferler daha çok kış mevsimlerinde iklim şartlan sebebi ile güneye Yemen tarafına, yaz mesimlerinde ise kuzeye Şam tarafına yapılıyordu. Bu sebepten Mekke, Yemen ile Şam'ın bir çeşit ticaret merkezi sayılıyordu.[17] Ayrıca bu gelirlerin dışında bütün araplar tarafından kutsal sayılan Kabe de Mekke'de 16813bulunduğu için Mekke'lilerin araplar arasında hem itibarı yüksek oluyor hem de onlar bu ticaret seferleri ve Kabe'den kaynaklanan turizm gelirleri sayesinde daha müreffeh bir hayat sürüyorlardı. Kâbe'yi kutsal sayan araplar her yıl senenin belli mevsimlerinde hacı kafileleri[18] şeklinde Kabe'yi, dolayısıyla Mekke'yi ziyaret ediyorlar, böylece Mekke'lilere iyi bir gelir kaynağı da bırakıyorlardı. Ayrıca

Mekke'liler bununla yetinmiyorlar ticareti korumak ve turizm gelirlerini artırmak maksadı başta olmak üzere bir çok sebebe binâen panayırlar da düzenliyorlardı. Bu panayırlarda, alış-verişin dolayısıyla panayırlara rağbetin daha cazip hale gelmesini temin için yarışmalar ve kültürel faaliyetler de düzenliyorlardı.65 Bütün bu faaliyetlerin daha rahat ve daha sakin bir ortamda yapılmasını temin maksatıyla Zi'l-Kâde, Zi'l-Hicce, Muharrem ve Recep aylarına "Eşhurü'l-Hurûm" adı veriliyordu 66 ki bu aylarda savaş yapmak ve düşmanlık yasaklanmıştı. îşte bu panayırlar da Mekke halkı ve özellikle yerleşik hayat süren insanlar için diğer yerleşim yerlerindeki insanlara ve göçebe hayat sürenlere göre ayrı bir gelir kaynağını oluşturmaktaydı.

Buraya kadar verilen bilgiler ışığında görülüyor ki insanoğlu, yeryüzünde hayata başladığı ilk zamanlarda yerleşik hayat sürmüyor, çeşitli ihtiyaçlannı karşılayabilecekleri yerlerde dolaşıyor, göçebe hayat sürüyordu. Zaman içerisinde hayat şartlarında meydana gelen düzelme ve iyileşmeler sonucunda insanlar rahatlık ve kolaylığı tercih ederek belli mekanlara yerleşmişler ve yerleşik hayat düzeninin oluşmasını sağlamışlardır. İslamdan önceki cahilı’yye dönemini oluşturan toplum da henüz ekonomik refaha tam manası ile kavuşmadığı için göçebelikten kurtulamamış tamamen yerleşik hayata geçememiştir. Yerleşik hayat yaşayan insanlar olmasına rağmen hemen hemen yarımadanın her tarafında göçebeler de hayat sürmekte idi. Bu göçebeler tabiat şartlarının bir gereği olarak yerleşik hayat süren insanlara nispetle daha kaba ve daha ilkel yaşıyorlardı. Bunlar ihtiyaçlannı tabiattan karşılamakla beraber çöl şartlarına aşinalıklarından dolayı ticaret kervanlanna kılavuzluk yaparak gelir elde ediyorlar, daha açık bir ifade ile tabiat şartlan ile mücadele ederek hayatlarını devam ettirmeye çalışıyorlar idi.

Çalışmamızın konusunu oluşturan dönem içerisinde yerleşik hayat süren insanlara gelince bunlar nispeten çöl şartlannın güçlüklerinden kendilerini kurtarmakla beraber bu zor şartlardan tamamen sıyrılamamışlar; fakat yerleşik hayata başlamış olmanın nimetlerinden az da olsa istifade etmeye başlamışlardır.

e5Kşl. A. Vehbi Ecer, Islâm Tarihi Dersleri, s. 76.

88 Milcteba Uğur, Hicri Birinci Asırda Islâm Toplumu, s. 5., İstanbul, 1980; Eshurul-Hurum.Araplar yukarıda sayılan aylarda çarpışma yapmadıkları için Eşhurü'l-Hurûm demişlerdir. Bu konuda daha geniş bilgi için Bkz:lmriu’l-Kays,

Muallegât-ı Seb'a, s.5.

Göçebe hayat sürenlere nazaran bir derece de olsa sosyal hayat şartlan ile ilgili olarak rahatlığa bir adım atmışlardır. Bu nimetlerden olarak yerleşik hayat süren cahiliyye arabı dış düşmana karşı kendini koruma hususunda ferdi güce mecbur kalmamış bu sorumluluğu, bulunmuş olduğu bölgenin siyasi idaresinin bir sorumluluğu olarak görmüş bunun getirmiş olduğu rahatlığı yaşamıştır. Bunun dışında özellikle Mekke'de yaşayanlan ilgilendiren özel bir durum vardır ki, o'da Mekke'nin konumundan kaynaklanmaktadır, bunlara daha önce değindiğimiz için sadece zikretmekle yetiniyoruz. Mekke'nin bu özellikleri ticaret merkezi olmasından ve Kabe'nin o zaman da kutsal sayılmasından dolayı turizme açık olmasındandır.

Bütün bunlardan sonra cahiliyye devri arap toplumunun sosyal hayat yapısı ile ilgili olarak şunu tekrar edebiliriz ki, toplum, henüz yerleşik hayat açısından tekâmüle ulaşmamış, fakat bunun mücadelesini vermektedir. Yarımadanın çeşitli yerlerinde göçebelerin bulunması da bunun delilidir. Yerleşik hayat süren insanlar arasında da tanı bir dengenin ve belli bir standardizasyonun bulunduğunu iddia etmek güç gözükmektedir. Özellikle Mekke'nin ekonomik ve sosyal yapısı gözönüne alınırsa bu durum daha iyi kavranacak ve kabul edilecektir. Çünkü Mekke arap yarımadasındaki diğer şehirlere göre bahsettiğimiz özelliklerinden dolayı müstesna bir mevkie sahiptir.

C. CAHİLİYYEDE SOSYAL SINIFLAR

Cahiliyye de "Sosyal Hayat" başlıklı konuda ele aldığımız gibi cahiliyye toplumunda insanlar yaşayış biçimlerine göre; Göçebeler ve Yerliler olmak üzere iki gurupta ele alınmaktadırlar. Bu iki grup arasında görülen belirgin farkın şu şekilde olduğuna bir önceki konuda temas etmeye çalışmıştık. Buna göre; göçebelerin geçimlerini daha çok deve sürüleri ve hayvan sürüleri67 sayesinde, yerlilerin ise daha çok ziraat ve ticaretle uğraşarak sağladıklarına değinmiştik.

Cahiliyye toplumunda daha önce de değindiğimiz ekonomik sebeplerle toplumun belli kesimlerinde ticaret gelişme göstermiş, toplumda ticaretin gelişmesiyle birlikte de sınıfsal bir takım özellikler görülmeye başlanmıştır. Bu

6TKşl. Baykan Sezer, Toplum Farklılaşmaları ve Din Olayı, s. 150.

durum toplumun üst seviyesinde aristokrat 68 bir zümrenin doğmasına, aşağıda ise köle ve hizmetlilerden 69 oluşan ayn bir sınıfin oluşmasına neden olmuştur. Toplumdaki aristokrat tabakaya genel manada "Hür"ler denilmektedir. Toplumun alt tabakasını oluşturan köle sınıfının insanları daha çok etraf bedelerden ve özellikle Habeşistan'dan 70 köle olarak getirilmiş kimselerdir. Bu durumdan da anlaşıldığı gibi Cahiliyye toplumunda yukarıda hürler, aşağıda esirler ve ortada da azatlı kölelerin oluşturduğu sınıflı ve âdeta kast sistemine benzeyen bir yapı oluşmuştur.

Toplumun katmanlarını ve sınıfsal tabakalarını oluşturan bu üç grubu daha geniş ele almamızın gerektiği kanaatindeyiz.

1. Hürler: Cahiliyye arap toplumunun asıl fertlerini bu zümre oluşturmaktadır.Hürler sınıfını oluşturan kimseler aile topluluklarının da temel fertleri olup bunlar Kabile cemiyeti71 halinde yaşıyorlardı. Cahiliyye toplumunda hürler kabilenin asil üyeleri olmakla beraber aile ve kabile içerisinde eşit hakka sahiptiler. Ayrıca bu insanlar kabilenin ortak adını da taşıyorlardı.72 Ayrıca hürler diğer sınıflara göre daha şerefli ve daha üstün kabul edilirlerdi.73 Bu kimseler arasında kâhinler, şâirler ve savaşlarda yiğitlikleriyle ün alan kimseler bulunmaktaydı. Bu insanlar diğerlerine göre biraz daha üstün görülmekle beraber hak ve yaşayışları bakımından kabilenin diğer fertleri ile aralarında pek bir fark bulunmazdı.74 Cahiliyye devri toplumunda bu konudaki tek istisna sadece Mekke'de Kusay Soyundan gelen kimselerdi ki, bu kabilenin fertleri arap yarımadasında tartışmasız siyasi otoritelerinden dolayı hürler üzerinde ayrıcalıklı bir sınıf teşkil etmekteydi.

Cahiliyye döneminde yönetimde de hürler sınıfi etkin idi. Siyasi kararların alındığı Daru'n-Nedve'deki idareci topluluk da, soylu kimseler ve aile başkanları tarafından oluşturulmakta75, hürler söz sahibi olmakta idi.

mKşl. Mustafa Aydın, İlk Dönem Islâm Toplumunun Şekillenişl, s. 58. eBKşl. Mustafa Aydın, a.g.e. s. 58.

T0Kşl. Şevki Dayf, el-Asru'l-Câhilî, s. 67.

71Kşl. Miicteba Uğur, Hicri Birinci Asırda Islâm Toplumu, s. 6.

72Kşl. Neşet Çağatay, Islâm Öncesi Arap Tarihi ve Cahiliyye Çağı, 2. Baskı, s. 131, Ankara, 1971.

73Kşl. A. Vehbi Ecer, Islâm Tarihi Dersleri, s. 76.

74Kşl. Neşet Çağatay, Başlangıçtan Abbasilere Kadar Islâm Tarihi, s. 105, Ankara, 1993. 75Kşl. Neşet Çağatay, Islâm Öncesi Arap Tarihi ve Cahiliyye Çağı, s. 131.

Genel olarak görüldüğü gibi; "Hür" tabiri toplumdaki asil kimselerin oluşturduğu zümreyi ifade etmektedir. Bunlar kısaca, kabilelerin asıl ve asil fertleri olmakla beraber kabilenin oluşmasında temel direk rolündeki kimseler olup iktisadi, içtimai ve siyasi açıdan toplumun şekillenmesinde söz sahibi olan insanlardı.

2.    Köleler (Esirler):

Köleler erkek ve kadınlardan oluşmakta idi. Erkek olanlarına "Köle", kadın olanlarına ise daha çok "Cariye" ismi verilmekte idi. Bunlar, hürlerin sahip oldukları bütün şeref, hak ve haysiyyetten mahrum bulunan kimselerdi.[19]

Cahiliyye toplumunda köleliğin bir takım şartlan vardı ve hürler için de köle elde etmenin bir takım yollan bulunmakta idi. Bu yollardan bazılan şunlardı:

a.    Esir Pazarlarından Alınanlar:       Esir pazarları, araplann ellerinde

bulunan harp esirlerini yahut Habeşistan ve civar memleketlerden[20] getirmiş oldukları esirlerin pazarlandığı ve satıldığı bir tür kamp idi. Bu kamp belli mevsimlerde kurulurdu.Bu kamplarda köle ticaretini meslek haline getiren İnsanlar bulunmaktaydı. Özellikle Kureyş, diğer ticaret dallanyla uğraştığı gibi Köle ticareti ile de uğraşmaktaydı. Ficar savaşında Kureyşin reisi durumunda bulunan Abdullah

b.    Ced'an et-Temimryi cahiliyyedeki en meşhur köle tacirlerinde biri olarak zikredilmektedir.[21]

b.Savaşlarda Elde Edilenler: Herhangi bir kavim veya kabile birbirleri ile savaşarak esir sahibi olabilirlerdi. Sahip oldukları esire iyilik etmek isterlerse onların almlanna bir damga vurup bellek yaparak salıveriverdi. Bir de savaş esiri olarak ele geçen köle’nin kakülü kesilir, kurtuluş fidyesi getirilinceye kadar bu kakül ok kuburunda saklanırdı.[22]

c. Arazi Almak Suretiyle Elde Edilenler: Bu tür kölelere "Kun" ismi verilmekte ve bunlar daha çok ziraatle meşgul olmakta idiler. Bu sebepten arazi ile birlikte satılırlardı ,[23] Bir nevi araziye bağlı olup, toprak parçasının demirbaşı gibi muamele görürlerdi.

d Kumar Yolu İle Ele Geçirilenler: Bazı köleler kumar sonucunda köle olmuşlar ve köle muamelesi görmüşlerdir. Nitekim "Ebû Leheb" ile "As b. Hişam" her kim kaybederse diğerine köle olmak şartı ile kumar oynamışlardı. Ebu Leheb galip geldiğinde Âs'ı köle yapmış ve develerini otlattırmıştı.81

e. Borçlarım Ödeyemedikleri İçin Köle Olanlar: Cahiliyye toplumunda borçlu kimseler borçlarını ödeyemeyecek duruma düştükleri takdirde borçlarına karşılık köle olurlar82 ve köle muamelesi görürlerdi.

Görüldüğü gibi, Cahiliyye toplumunda köle elde etme olayı sadece tek bir yöntemle olmamakta, birbirinden farklı birden çok yöntemle gerçekleşmekte idi.

Hatta buraya kadar zikredilenlerden başka; miras yolu ile köle elde edilebilir, hediye almak sureti ile köle elde edilebilir, gelin mehri olarak köle alınabilir83 ve bu şekillerle de köle sahibi olunabilirdi.

Buraya kadar verilen bilgilerden de anlaşılabileceği gibi köle ve cariyeler arap toplumunda tıpkı mal ve eşya gibi alınır, satılır ve daha çok san'at, ticaret ve tarım'da kullanılırlardı. Köle ya da cariyelerin eşya maddesi gibi görülmesinin bir sonucu olarak, işledikleri suçların cezalarını da onlar adına sahipleri öderdi.84Fakat bunun sonucunda efendiler kölelerine istedikleri muameleyi yapma yetkisine sahiptiler. İsterse onu ölünceye dek döver; elini, kulağını keser, burnunu keser, gözünü çıkarır hatta öldürebilirdi. Bundan dolayı da onu kimse sorgulayamazdı. Nitekim toplumda bu tür hadiselerde görülmüştü, bunlar arasında Bilal-i Habeşfye günlerce dayak atılmış, Zenire adlı cariyenin işkenceden gözleri kör olmuş, Ammar b. Yasir’m annesi Siimeyye, işkence ile öldürülmüştür. Cahiliyye dönemindeki bu uygulamaya karşılık İslâm, köle ve cariyelerin de insan olduğu prensibinden hareketle köle ve cariyelere iyi muamele edilmesini öğütlemiştir.85 Pek hoş olmayan köle ve cariyelik sisteminin toplumdan kaldırılması için keffaret sistemi ve buna benzer uygulamalarla köle ve cariyelerin hür olmalarını sağlayacak gerekli alt yapıyı hazırlamıştır.

B1Kşl. Corci Zeydao,İslam Medeniyeti Tarihi, c. IV, s. 37.

B2Kşl. CorciZeydan, a.g.e, c. IV, s.37.

B3Kşl. Neşet Çağatay, İslam Öncesi Arap Tarihi ve Cahiliyye Çağı, s. 132. B4Kşl. Neşet Çağatay, Islâm Tarihi, s. 106.

B5Kşl. Neşet Çağatay, Islâm Öncesi Arap Tarihi ve Cahiliyye Çağı, s. 132.

Görüldüğü üzere cahiliyye devri toplumunda köle ve cariyeler tamamen insanlık harici bir muamele ile karşı karşıya bulunmakta idiler. Hatta hayvanlardan daha aşağı bir muamele ile karşılaşmakta idiler. İslâmiyet toplumun dengesini bozan her konuda olduğu gibi bu konuda yukarıda da değindiğimiz gibi bir zihniyet değişikliğine gitmiş, toplumun köle ve cariyelere bakış açılarını değiştirmiş, onların da insan oldukları prensibini topluma bildirmiştir. Her fırsatta da insanlık dışı bu müessesenin ortadan kaldırılması için gerekli zemini hazırlamıştır.

3.   Mevâlî: Cahiliyye Arap topluluğunun katmanlarından, sınıfsal tabakalarından biri de Mevâlî adı verilen sınıftır. Bunlar köleler ile hürler arasında bir mevkiyi oluştumakta olan sınıf idi.

Genel manada mevlâ azad edilmiş köle veya cariyeye verilen isimdir. Herhangi bir köle, azad edildiği zaman mevâli'den olur. 86 Mevâli, onu azad eden kimsenin kabilesine mensup sayılır ve onunla akraba niteliği kazanırdı. 87 Meselâ; Peygamberimizin amcası (Abbas)'m mevlâ'sı Benî Hâşim ile Kureyş'in mevlâsı addedilirdi. Bazen de mevlâ, azâd eden sahibinin şehrine intisab edilirdi. "Falanca kimse Mekke şehrinin yahutta Medine şehrinin mevlâsıdır" derlerdi.88

Hürlerin alt tabakasında esirlerin üst tabakasında bulunan ve öyle kabul edilen mevâli, köleler gibi alınıp satılamazdı. Şu da var ki mevlâ hür bir kız veya kadınla evlenemezdi. Mevlâ, hür bir kimsenin ödemesi gereken diyetin ancak yansını öderdi. Kısas olaylannda da hür kimselerin ödemeleri gereken cezalann ancak yarısını öderlerdi.89 Mevâlînin bir kaç çeşidi vardır:

a. Itk Mevlâst:        Esir veya köle iken azad edilen şahsa bu isim

verilmektedir. Bir esiri ifâ ettiği bir işten veya haşandan dolayı azad etmek cahiliyye döneminde âdetti. Bir kişi kölesine "şu işi yaparsan hürsün" derdi. O köle de o işi yaptığında hür olur ve sahibinin mevlâsı kabul edilirdi.90 Bazı zaman da azad etme işi, köle ile sahibi arasında hâsıl olan bir anlaşma üzerine satış suretiyle vuku bulurdu ki, buna mükâtebe denilmekteydi. Kölenin değeri belirlenir ve kölenin bu meblağı çalışıp ödeyince azad olacağına dair bir senet yapılır ve köle mevâliden

eeKşl. Corci Zeydan, Islâm Medeniyeti Tarihi, c. IV, s. 38.

S7Kşl. Neşet Çağatay, Islâm Tarihi, s. 107.

88Kşl. Corci Zeydan, İslâm Medeniyeti Tarihi, c. IV, s. 38.

B9Kşl. Neşet Çağatay, Islâm öncesi Arap Tarihi ve Cahiliyye Çağı, s. 133.

90Kşl. Corci Zeydan, a.g.e. c. IV, s. 38.


sayılırdı. Ödeme işi anlaşmaya göre değişir bazen taksitle de olabilirdi.91

Azad etme işi bazı zaman da hiçbir bağa ve koşula bağlanmazdı ki, bu tür azad işine "Itk-ı Şaibe" adı verilirdi. Bu tür azadda, azad eden azad etme işlemi sırasında "Sen Şaibesin" 92 yani "Senin velân yoktur" derdi, köle veya cariye bu şekilde azad edilmiş olurdu.

b.  Akıl Mevlâsı: Hilf yahut İstina mevlâsı da denilen bu mevâli türü, herhangi bir şahsın başka bir şahsa her ne şekilde olursa olsun bir hizmet, bir ittifak yahud bir aileye katılma ile intisab etmesi ve bu intisâbın yıllarca hatta asırlarca devam etmesinden meydana gelirdi.93

c.  Raltm Mevlâsı: Bu mevlâlık türü de bir kabilenin mevâlisinden biri ile evlenmek sureti ile vukua gelirdi.94

Mevâli meselesinde en önemli konu miras meselesi idi. Itk mevlâsına varis olunur; fakat o vâris olamazdı. Akd mevlâsına ne vâris olunur ne de o vâris olabilirdi. Rahm mevlâsı ise hem vâris olur hem de kendisine vâris olunurdu. Romalılarda da bu müessese vardı ve kendi azadlılarının mirasını, yahud çalışmaktan ve saireden kazandıkları paranın üçte birini alırlardı. Bundan başka şayed bu azadlıların varisi olmazsa azad sahipleri bütün mirasa sahip olurlardı.95

Mevâlî, tarih içerisinde kölelerden daha farklı faaliyetlerde bulunmuş siyasi arenada da boy göstermiştir. Mevâli islâmiyetten önce Arap asabiyyetinde büyük bir tesir yaptığı gibi, İslâm'ın gelişinden sonra da İslâm memleketlerinde inkılab vücuda getirmek, hakimiyyeti bir devletten başka bir devlete nakletmek 96 gibi önemli etkinliklerde ve siyasi faaliyetlerde de bulunmuşlardır.

Genel olarak ele almaya çalıştığımız gibi mevâli, İslâmiyetten sonra da varlığını devam ettirmiş ve zaman zaman "Hamra"98 terimi ile de anılmıştır.

Görülüyor ki Mevâli, yaşantı biçimi olarak kölelerin üstünde bir tabakayı oluşturmasına rağmen, hürlere göre bazı problemleri olan fakat köle veya

91Kşl. Corci Zeydan, Islâm Medeniyeti Tarihi, c. IV, s. 38.

9!Kşl. Neşet Çağatay,İslam Tarihi,s. 107.

93Kşl. Mustafa Kılıçlı, Arap Edebiyatında Şuubiyye,s.26, İstanbul, 1992.

94Kşl. Neşet Çağatay,Islâm öncesi Arap Tarihi ve Cahiliyye Çağı, s. 133.

95Kşl. Corci Zeydan, a.g.e, c. IV, s.38.

9aKşl. Corci Zeydan, a.g.e, c. IV, s.38.

BBKşl. Neşet Çağatay, Islâm Tarihi, s. 107.

20

cariyelere göre sosyal hayat ve yaşantı yönünden nispeten daha iyi konumda bulunan kimselerdi.

D- CAHİLİYYE DÖNEMİNDE AHLAK ANLA YIŞl Cahiliyye devri ahlak anlayışına değinmeden önce İslâm'ın ahlak anlayışının iyi bir şekilde ortaya konulmasının mukayese açısından faydalı olacağı kanaatindeyiz. Fakat İslâmiyetin ahlak anlayışını ortaya koymak çalışmamızın boyutlarını aşacağı ve çalışmamızın da asıl hedefi olmadığı için kısa bir şekilde temel esprisine değinmemizin yeterli olacağı kanaatindeyiz.

"Hulk" kelimesinin cem'i olan ahlak, "güzel ve çirkin olmakla vasıflandırılan amellerle ilgili olan hüküm" 99 şeklinde tarif edilmekle beraber "insan ruhundaki "huy" dediğimiz bir meleke, bir hassa"100 şeklinde de izah edilmekte olup İstılahta ise, "Kişinin ve toplumun dünya ve ahiret mutluluğu yolu "101 şeklinde izah edilmektedir.

İslâm ahlakının temelini Kur'an-ı Kerim'deki ahlaki prensipler oluşturmaktadır. Başka bir deyişle İslâm ahlakının boyutları Allah'u Teâla tarafından vahy yoluyla belirlenmiştir.102 Buna, kişinin Allah'a karşı, içinde yaşadığı topluma karşı, ailesine karşı, çevresindeki insanlara karşı sorumluluk ve yükümlülükleri dahildir. Bütün bu sorumluluklarının çerçevesini Kur'an çizmekte ve bunlar karşısında insanın vazife ve sorumluluklarını da yine Kur'an belirlemektedir. Ayrıca İslâm "yalan, küfür, lânet okuma, alay etme, kibirlenme, koğuculuk yapma, gıybet etme, riya, cimrilik, kıskançlık vs." 103 gibi huylan yasaklayarak müslümanın uzak durması gereken vasıfların da sınmnı bildirmektedir. İşte kaynağı Kur'an-ı Kerim olup yapılması gereken ve kaçınılması zorunlu olan fiil, davranış ve düşünceler İslâm ahlakının temelini oluşturmaktadır.

Cahiliyye döneminde İslâmi kurallar henüz oluşmadığı için ahlaki kuralların İslâmi dönem kurallarından farklı olması veya farklı anlaşılması gayet

"İbrahim Üneys, Mucemu'l-Vasît, c. I, s. 252.

100     Ömer Nasuhi Bilmen, Islâm İlmihâli, s. 610, Baskı: IV, İstanbul, 1954.

101     Selahaddin Şar, İslâmî Bilgiler Ansiklopedisi, s. 26, İstanbul, 1964.

102Kşl. Şamil, Islâm Ansiklopedisi, “Ahlak” mad. (Yazan: Ahmet Ağıraksak) c.l, s. 68, İstanbul, 1990

,03Şamil, Islâm Ansiklopedisi, "Ahlak" mad. (Yazan: Ahmet Ağıraksak) c. I, s. 69.

21

tabiîdir. Bunun içindir ki cahiliyye döneminde ahlak fikri islami düşüncedeki mertlik duygusu ile özdeşleşmiş ve "ahlak" deyince zihinlerde daha çok yiğitlik ve cömertlik olguları canlanmıştır. O dönemde yiğitliğin ölçüsü de farklı olup daha çok, kişinin kabilesini müdafaa yolunda öldürdüğü düşman sayısı ve düşmana karşı yaptığı mertçe muamele ile ölçülmekte idi. Yani kişi ailesini, kabilesini koruma uğrunda ne kadar insan öldürdüyse o kadar yiğit, o kadar mert ve dolayısıyla da o kadar ahlaklı idi. Cömertlik, ganimetleri paylaşmakla değil, harbe gitmekle, misafirlere izzet ve ikram uğruna develer kesmekle yahut fakir ve acize yardım etmekle ve kısaca almaktan ziyade vermekle olurdu.[24]

Görülüyor ki cahiliyye arabı için ahlak kavramı bizim anladığımız ahlak anlayışımızdan daha farklı manaları ihtiva etmektedir. Yukarıda da değindiğimiz gibi bunun başında mertlik, cömertlik, yiğitlik gibi kavramlar gelmektedir.

D.     CAHİLİYYEDE AİLE

Cahiliyye devri arap toplumunda iki ayrı aile tipi görülürdü. Bunlardan birincisi; soy birliğine ve kabile sistemine dayanan içtimai aile şekli; İkincisi ise, evlenme yolu ile kurulan tabii aile idi.[25]

Cahiliyye dönemi arap toplumundaki tabii aile kocanın mutlak hakimiyetine dayanmakta idi. Bu aileler genellikle nikahla kurulurdu. [26] Evlenme işlerinde de sosyal tabakalar ve toplumsal katmanlar arasındaki ayrılık kendini göstermekte bunun sonucu olarak ta asil olan aileler kendilerinden daha aşağı durumda olan kimselerin kızlarını almamakta ve kendilerinden daha aşağı kimselere de kız vermemekte idiler. [27] Cahiliyye toplumunda genel olarak aile müessesesinin tesisinde bu temel presipler gözönünde bulundurulmakla beraber ailenin kuruluşu bakımından sağlıklı bir aile sisteminin mevcut olmadığını söyleyebiliriz. Bunun yanında boşanmanın da bir kuralı olmadığını zikredebiliriz. Evliliğin gerçekleştirilişi bakımından bir çok evlilikten bahsedilebilir. Bunların içinde yaygın olarak çok karılılığın (poligami) yanında çok kocalılık (poliandri) mevcuttu. Ayrıca süreli nikah olarak isimlendirilebilecek olan Mut'a da yürürlükte

idi. İslam bu son iki evlilik şeklini reddederek tek evliliği esas aldı.108

Cahiliyye dönemindeki anlayışa göre evlenen bir kadın evlendiği andan itibaren kocasına nispet edilmiyordu. Kadının, kocasına ve kocasının ailesine nispet edilebilmesi için çocuk doğurması gerekiyordu. Bu sebepten dolayıdır ki, çocuk doğurmadan ölen kadın için kocasına taziyede bulunulmuyor, babasına ve kendi ailesine taziyede bulunuluyordu. Çocuğu olmayan bir kadının diyet vermesi sözkonusu olduğu durumlarda da o diyeti kocası değil, kadının mensubu bulunduğu ailesi öderdi. Kadın ancak çocuk doğurduktan sonra kocasının ailesine mensup bir fert olarak telakki edilebilirdi.109

Cahiliyye dönemi topluluğundaki ailelerde mutlak otorite erkeğe ait olunca kadınla erkek evlendiğinde kadını, erkek istediği zaman istediği şekilde boşayabilirdi. Bu konuda kadın sözsahibi olamadığı gibi erkek sınırsız hak ve yetkilere sahipti. Erkek istediği kadar kadınla evlenme yetkisine de sahipti110 ki İslâm bu yetkiye tahdit getirmiştir.

Cahiliyye toplumunda görülen diğer aile tipi olan içtimai aile, tabiî ailenin birliğinden müteşekkildi. Bu ailelerde kan bağı sözkonusu idi. Bu aile topluluklarına dışarıdan katılmalar olmak suretiyle genişletilebildikleri gibi, aynı şekilde aile fertlerinden dışlamalar yapmak sureti ile aile fertlerinin sayıları da azaltılabiliyordu. Katılmalar daha çok istilhak, muahat ve hilf yollarıyla gerçekleşiyordu. Bir adamın başka birini kendi soy ve nesebine katmasına istilhak deniyordu. İlhak edilen, katılan kişi esir, köle veya mevlâ türünden olursa katılmış olduğu ailenin mevlâsı olarak o kişinin ailesine girdirilirdi. İlhak edilen kimseye "Dei" denirdi. Araplar Dei'yi kendilerine mensup öz oğul gibi mirastan hissedar ederler, vefatı durumunda da ona varis olurlardı. Bir çok defa da miraslarına konmak üzere mensup mevâli'nin istilhakım arzu edebilirlerdi.111

Cahiliyye dönemi arap toplumunda Hilf yolu ile de istilhak yapılırdı ki

bu, biraz daha değişikti, özellikle tutsak olup, kurtuluş fidyesi verememek bu tür

istilhak sebeplerinin başında gelirdi. Bu gibi kimseler, kendilerini tutsak eden

topluluğun damgasıyla damgalanır ve o topluluğun bireyi sayılırdı. Bu kişilere

108Kşl. Mustafa Aydın, İlk Dönem Islâm Toplumunun Şekillenişl, s. 59.

10BKşl. Neşet Çağatay, Islâm Öncesi Arap Tarihi ve Cahiliyye Çağı, s. 129.

110Kşl. Mustafa Aydın, İlk Dönem Islâm Toplumunun Şekillenişi, s. 59.

111 Kşl. Corci Zeydan, Islâm Medeniyeti Tarihi, c. IV, s. 32.


"Halîf ismi verilirdi. Bunların durumu Dei'lerden biraz daha farklı idi. Halîf mirasa dahil olur, ancak öldürülürse diyeti aile topluluğunun asıl bireylerinin diyetlerinin yansı olurdu.[28] Bunun sebebi Halif diye isimlendirilen kimselerin aslen köle olmalarından kaynaklanırdı ki bilindiği gibi kölelerin diyeti hür kimselerin diyetlerinin sadece yarısı idi.

Cahiliyye dönemi araplannda bir başkasını aileye katma yöntemlerinden biri de muâhat yolu idi. Muâhat bir arabın yabancı bir arapla kardeşleşmesi idi. Bunlar birbirlerine mirasçı olurlardı. [29] Islâmm ilk döneminde Mekke'deki müslümanlar arasında, Medine'ye göç ettikleri sırada da Mekke'li muhacirle Medine'li Ensar arasında bu yolla kurulmuş geniş ölçüde bir kardeşleşme vardı. Bunlar birbirlerine mirasçı olmuşlarsa da Bedir Savaşından sonra nâzil olan Enfal Suresi 75. ayette bu tür miras kaldırılmıştır.[30]

Cahiliyye dönemi araplannda, saydığımız şekillerde aile'ye katmalar olduğu gibi yukarıda da işaret ettiğimiz gibi ailelerden uzaklaştırmalar da mevcuttur. Bir kimseyi kötü bir işinden dolayı aileden ihraç etme işine "HaF denilmektedir. Hal', istilhak metodunun tam tersidir. Aile mensuplarından birinin (bu kimse ister öz, isterse deî olsun) kötü bir fiili görüldüğü zaman onun ailesi ile alakası tamamen kesilir ve böylece aile o kötü fiilin mes'uliyetinden kurtulmuş olurdu. Bazı aileler kendi fertlerinden biri için hal' yönetimine kendilerini mecbur hissederlerdi. Kendilerini buna mecbur hisseden kimseler veya kabilenin birkaç ferdi hal'i murad edilen kişiyi "ukaz" panayırına götürerek hal' eder ve bunun için birkaç şahit göstererek tellal bağırtırlar, durumunu da halka ilan ederlerdi. Bu işlem yapıldıktan sonra o şahıs her ne fenalık işlerse ya da o şahsa her ne fenalık yapılırsa kabilesi bu konuda sorumlu olmadığı gibi onun namına da hiçbir hak arayamazdı.

Bu duruma misal olmak üzere Corci Zeydan eserinde bir olayı zikretmektedir. Buna göre "Sahabeden ( Anır b. el-Âs )'m kendi aşireti tarafından hal'i İslâmdan önce vuku bulan en meşhur hal' olaylarından biri idi. Amr b. el-Âs cahiliyye devrinde ( Anıareiu’bni’l-velid ınabzunıî) ile beraber ticaret gayesi ile Habeşistan'a gitmişlerdi. Yolda iken Amare Aınr'ın, zevcesine göz diktiğinden aralarında husumet hâsıl olmuştu. Amare birara Amr'ın geminin kenarında durduğunu görerek onu denize atmıştı. Bunun üzerine de Amr yüzerek gemiye çıkmıştı. Amr b. el-Âs, Beni Sehmden idi. Amareden intikam almaya karar verdiğinde kendi pederine bir mektup yazarak mus'uliyetten kurtulmak için kendisini hal' etmesini talep eder. Bunun üzerine gerek Amr'ın, gerek Amare'nin kabileleri her ikisini hal' ederek keyfıyyeti Mekke'de bir tellal vasıtasıyla ilan eylerler."1'5 Böylece, hal' etmek suretiyle hal' edilen kişinin yapmış olduğu kötü fiilin sorumluluk ve mes'uliyetinden aile efradı kurtulmuş olurdu. Bu şekilde cahiliyye döneminde görülebilen aileden ihraç hadiselerinden biri gerçekleşmiş oldu. Bu tür hadiselere dayanan örnekleri o dönemin kültür tarihi içinde arttırmamız mümkündür; fakat daha fazlasının çalışmamızın sınırlarını aşacağını ve bu kadar izahın da konu ile ilgili genel bilgi vereceğini düşünerek bu kadarla yetinmemizin uygun olacağı kanaatindeyiz.

CAHİLİYYE DÖNEMİNDE KADIN

Cahiliyye dönemi kadınlarının hepsini tek bir kategoride ele alarak değerlendirmek mevcut bilgilerimiz ışığında mümkün görünmemektedir. Çünkü cahiliyye döneminde insanların kast sistemine benzeyen sınıfsal özellikler gösterdiğine sosyal tabakalara işaret ederken değinmiştik. Bu dönemde genel olarak kadınlar da iki grupta İncelenmektedir. Bunlardan hür ve asil olan kadınların durumu iyi olup toplumda belli bir saygınlığı bulunmakla beraber, orta ve aşağı tabakalarda bulunan kadının hiçbir değeri ve önemi yoktur. Onlar arap yarımadasında hakaret, zül ve esaret altında yaşamışlar, toplumun en hakir görülen fertleri sayılmışlardır. Kendilerine hiçbir zaman söz hakkı, siyasi veya içtimai konuda fikir beyan etme yetkisi de verilmemiştir. Hatta son derece hakir görüldükleri için âdet halinde iken evlere dahi sokulmamışlardır.116 Çünkü arap erkeği âdet halinde bulunan bir kadınla bir yerde oturmaz, onunla birlikte yiyip-içmezdi.117 Bunun için de geçici bir süre için onu evden dahi çıkarırdı.

1,5Kşl. Corci Zeydan, Islâm Medeniyeti Tarihi, c. IV, s. 39.

116Kşl. Mücteba Uğur, Hicri Birinci Asırda Islâm Toplumu, s. 17.

117Kşl. Neşet Çağatay,Islâm Öncesi Arap Tarihi ve Cahiliyye Çağı, s. 133.

Cahiliyye toplumu erkeğinin psikolojik yapısını gözönüne getirdiğimizde sanki kadına rahatsızlık vermekten zevk duyan bir tip gözümüzde canlanmaktadır. Nitekim bir yazarın şu cümleleri de bizi doğrular mahiyettedir. Bu dönemde "Kadınlar herhangi bir sebeple boşandığında, boşandıktan sonra onlara eziyet olsun diye, onun başkasıyla evlenmesine bir müddet mani olunurdu. Bunun için karısını boyaşan arap, kadının iddet zamanı tamamlanacağı sırada onu tekrar alır ve tekrar boşar, o zaman bir yıl kabul edilen iddet müddeti yeniden başlayacağı için kadın gene başkasıyla evlenemezdi. Koca bu işi üç defa tekrar edebilirdi."118 Bu cümleler de bize gösteriyor ki, toplumda kadının hak ve hukuku yoktur. Toplumun genel kuralları doğrultusunda erkek, kadını hal ve hareketleriyle alaya alabilmekte âdeta onun haysiyet ve şerefiyle, haklarıyla oynayabilmektedir.

Cahiliyye toplumunda kadına yapılan diğer bir saygısızlık da şudur ki; kadının kocası öldüğünde başka bir kimse 119 veya özellikle adamın büyük oğlu kadının üzerine bir örtü, bir elbise atar ve ona mehr ödemeksizin kendi karısı olduğunu ilan ederdi. Bu kimse isterse o kadını başkasından mehr almak suretiyle evlendirilebilirdi.120 Bu tavır da bize gösteriyor ki, kadının kendi öz hayatı hakkında dahi söz hakkı yoktu. Kendi iradesiyle eşini seçemeyen kadın yine bu dönemde miras121 hakkından mahrumdu. Cahiliyye döneminde kadının durumu genel olarak bu şekilde olmakla beraber özellikle göçebe hayatı yaşayan kadınların görevleri ve sorumlulukları yerleşik hayat sürenlere göre biraz daha fazla idi. Kadın, çadırda çocuklara bakar, develeri ve davarları sağar, hurma lifinden hasır, deve tüyünden giyecek ve çadır örerdi. 122 Kadın ayrıca odun toplar, su getirir, giyim eşyası dokurdu.123 Yine de bütün bu yaptıkları erkeğin yanında kadının şeref ve itibarını yükseltmezdi. Çünkü o dönem toplumuna göre hayatın temeli savaştı.124 Kadınlarınsa savaşlarda erkekler kadar etkin olması mümkün değildi. Herkes tarafından kabul edilen bir gerçek vardır ki, buna göre kadın hem fizik hem de ruh yapısı olarak erkeğe göre daha yumuşak ve daha zayıftır. Bu yumuşaklık ve zayıflık

11BKşl. Neşet Çağatay, Islâm öncesi Arap Tarihi ve Cahiyiye Çağı, s. 134.

11sKşl. Ramazan Altıntaş, Bütün Yönleriyle Cahiliyye, s. 136, Konya, 1990.

120Kşl. Neşet Çağatay, İslam Öncesi Arap Tarihi ve Cahiliyye Çağı, s. 137.

121 Kşl. Ramazan Altıntaş, a.g.e, s. 136.

122Kşl. Neşet Çağatay, a.g.e, s. 134.

123Kşl. Ahmet Emin, Fecru'l-lslâm, s. 39.

124Kşl. Ahmet Emin, a.g.e, s. 39.

kadınları savaşlarda geri planlarda bırakmaktadır. Savaşı hayatın temel esprisi olarak kabul eden anlayışa göre bu durum yukarıda da izah etmeye çalıştığımız gibi kadının toplumdaki itibarının zedelenmesine sebebiyet vermektedir.

Yine o toplumun değer yargılarını gözönünde bludurduğumuzda daha önce de değindiğimiz gibi insanların değer ve şereflerinin kaynağının insanların güçlerinden kaynaklandığını görmekteyiz. Buradaki güçten maksat samimiyet ihlas ve ilim gibi manevi güçler değil daha çok kaba kuvvete dayanan maddi güçtür. Bu gücün ölçüsü de mal ve servetin çokluğu ve erkek evladın çok olması ile orantılıdır. Erkek evladın toplumda güç arttırıcı bir fonksiyon oynadığını kabul eden bu zihniyete göre kadın topluluğunun bir parçası olan kız çocuklan zayıflığın ve itibar kaybının ifadesidir. İşte bundan dolayı o toplumda kız çocuklan dışlanmış, horlanmış ve toprağa diri diri gömülmekten çekinilmemiştir. Kız çocuklannın gömülmesi olayı, ifade etmeye çalıştığımız zihniyet yapısından kaynaklanmakla beraber onlann diri diri toprağa gömülmesi hususunda çeşitli sebepler de zikredilmektedir. Bunlardan birisi şu cümlelerle ifade edilmektedir. "Bu dönemde kadının hiçbir değeri kalmamıştı. Çok evlilikten dolayı bekar erkeklerin artıp fuhşun yaygınlaşması (özellikle aristokrat olmayan ailelerde) kız çocuklannın diri diri toprağa gömülmesi gibi çirkin bir tedbiri gündeme getirmişti." [31] Bu cümleler bizlere kız çocuklarının toprağa gömülmesi ile ilgili olarak bir sebep bildirmekle beraber aslında toplumun genel yapısı ile ilgili de ipuçları vermektedir. Kız çocuklan daha çok fakir ve toplumun alt seviyesinde bulunan ailelerde toprağa gömülmekte idi. Bunun sebebi de şüphesiz bu insanlann toplumda savunmasız ve korumasız olmalan ve üst seviyedeki insanlar tarafından her türlü saygısızlıkla muamele edilebilmeleri korkusuydu.

Kız çocuklarının gömülmesi ile ilgili olarak diğer bir sebep te fakirlik ve açlık korkusuyla ana babalan tarafından toprağa gömülmeleridir.[32]

özellikle toplumun alt seviyesinde genel temayül bu olmakla beraber, yaşamasını istedikleri kız çocuklarını kurtarabilmek için çeşitli formüller geliştiren kimseler de vardı. Buna göre; yaşamasını istedikleri kızlarına yünden örülmüş bir cübbe[33] veya bir erkek elbisesi giydirip çobanlık yaptırırlar [34] böylece onun kurtulmasını sağlarlardı. Eğer kız çocuğunu gömmek isterlerse doğar doğmaz onu gömdükleri gibi, bazen de altı yaşlarına geldiğinde ona güzel elbiseler giydirip akrabalarına götüreceklerini söylerler ve çölde önceden hazırladıkları çukura atarak üstünü örterlerdi. Doğar doğmaz öldürmek istedikleri zaman doğurmak üzere olan kadın bir çukur kazar, orada doğururdu. Doğan çocuk kız ise o çukura gömer, erkek ise alıp büyütürdü.[35]

Buraya kadar anlattıklarımızdan kadınlara yapılan zulüm ve haksızlıklar, masum kız çocuklarının haksız yere toprağa gömülmesi gibi tavırlar aslında kaba tabiriyle seviyesizliğin ifadesidir. Ama bir toplumun bütün fertleriyle bu şekilde seviyesiz olması mümkün müdür? Elbette değildir, az da olsa meşhur şair FerezdaKm (Ö. 115/733) dedesi Sa’Saa b. Veciye gibi insaflı, seviyeli insanlar da toplumda mevcuttu. Sa'Saa, İslâmiyetin ortaya çıkmasına kadar 360 çocuğun öldürülmesini önlediğini kendisi ifade etmektedir. Sa'Saa bir gün Hz.  Peygambere şunu anlatmıştır. "Bir gün devemi kaybetmiş aramağa çıkmıştım. Çölde iki çadır gördüm, birinde büyük bir şeyhe rastladım. Biz bu şeyh'le konuşurken karısı seslenip, bir kız çocuğu doğurduğunu haber verdi. Kocası "Onu yere göm" dedi. Ben: "Aman yapmayın öldürmeyin ben onu satın alınm" dedim. "Yavruları ile iki dişi deve ve bindiğim deveyi verip çocuğu kurtardım. İslâmiyetin ortaya çıkışına kadar böyle 360 çocuğun öldürülmesini önlemiş oldum; bunların herbirini ikişer dişi birer erkek deveye satın aldım" [36] dedi. İfade ettiğimiz gibi toplumda sayılan sınırlı da olsa insaf sahibi, seviyeli ve vicdanlı insanlar da bulunmakta idi fakat bunların sayıları oldukça mahdut kalmakta idi.

İslâm öncesi arap toplumunda yani Cahiliyye döneminde kadınlar bu derece aşağılanıyorken kız çocukları diri diri toprağa gömülüyorken acaba o dönemde dünyada kadınlann genel durumları nasıl idi? İşte bu soruya cevap aradığımızda genel olarak sadece arap yarımadasında değil dünyanın başka yerlerinde de kadının aşağılandığını ve horlandığını görmekteyiz.


özelikle Çin ve Hint gibi milletlerde o zamanlar kadın her nedense çok geri tutulurdu. Bilhassa Hintte kadın pek zavallı bir mahluk olarak addedilirdi. Bu toplumlara göre kadının dini, efendisine hizmetten ibaretti, ölen kocasının nâşı üzerinde kendisini yakmak suretiyle hayatını kurban eden sâdık zevce asil ve en iyi kadın olarak bu toplumlarda takdir bulurdu.131

Bu dönemde Bizansta da kadın erkeğin malı idi. Onda istediği gibi tasarruf hakkı vardı.Kadının hayatı ve ölümü eşinin elinde idi. Kadın bu toplumda da tıpkı köle gibi muamele görürdü. Zamanında en medeni olarak kabul edilen Yunanlılar arasında bile kadın, çarşılarda satılır, başkalarına ihale olunabilirdi. Yunanlılar kadınlan evlerine kilitlerler ve bunların toplumda görülmelerine müsaade etmezlerdi.132 Hristiyan Avrupa'da da durum daha iyi değildi. Çünkü felsefe tartışmalan arasında şu meseleler bulunuyordu. "Kadın, kötü telakkinin devamından başka bir şey midir? Ona mesuliyet var mı? yok mu? Yoksa hayvanlar gibi mesul değil mi?"133 Aynca kadının ruhu var mı? yok mu? gibi konular üzerinde de tartışmalar yapılıyordu.134

Genel olarak cahiliyye döneminde kadın ve onun bir gurubu olan kız çocuklarının durumunu bu şekilde ortaya koyduktan sonra o döneme tekabül eden zaman zarfında diğer devletlerin ve toplulukların kadına bakış açılarının da daha iyi olmadığım görüyoruz. Ortaya konanlar ışığında bize göre o devir toplumlarında kadın henüz insan olarak toplumdaki gerçek değerini ve yerini bulamamıştır.

G. CAHİLİYYE DÖNEMİNDE DİN

Hicaz bölgesi halkı Hz.  İbrahim'in, oğlu İsmail ile O'nun annesi Hacer’i Hicaz bölgesine getirip Kâbe'yi yaptığı, Tann'nın birliğini kendilerine bildirdiği zaman O'nun dinini benimseyip, dediklerini tuttular. Sonraları peygamberlikle görevlendirilen Hz.  İsmail, babasının bildirdiği inancı orada yaymaya çalıştı. Ama araplar Hz.  İsmail'den sonra zamanla sapıtıp putlara tapar hâle geldiler. Bu durum da İslâmiyetin ortaya çıkışına kadar sürdü. 135 Yani araplar önceleri hak dinin

131 Kşl. Ati Himmet Berki, Osman Keskioğlu, Hâtem'ul-Enbiya Hazreti Muhammed ve Hayatı, Baskı: XI, s. 9, Ankara, 1986.

,32Kşl. H.Berki-O.Keskioğlu, a.g.e, s. 10.

133Kşl. H.Berki-O. Keskioğlu, a.g.e, s. 10.

'34Kşl. H.Berki-O. Keskioğlu, a.g.e, s. 10.

135Kşl. Çağatay Neşet, Islâm Tarihi, s. 78.

29


mensubu iken136 daha sonra geçen zaman içinde bu hak dinden uzaklaşıp çeşitli bâtıl yollara girdiler. Bu sebepten olmalı ki dini hayatlarında birlik yoktu, "dini hayadan oldukça dağınık bir mahiyet arzetmekteydi."137

Hzİsmail'den sonra onun tebliğ etmiş olduğu dinden uzaklaşan araplar zaman içerisinde başka dinlere hatta putperestliğe yönelmişlerdi. Nihayet bizim çalışma alanımızı ihtiva eden cahiliyye devrinde de araplar arasında Yahudilik, Hıristiyanlık, Zerdüştlük ve yaygın halde putpereslik bulunmakta idi. Rebia, Gassan ve Kudâalılann bir kısmı arasında Hıristiyanlık; Himyer, Kinâne, Kinde, Hâris b. Kâb kabileleri arasında Yahudilik; Temim kabilesinde ise Mecusilik görülürdü. Hatta araplar arasına dinsizlik dahi girmişti.138

Cahiliyye döneminde Mekkeliler arasında diğer dinlerden fazla olarak özellikle putpereslik revaçta idi. Fakat yine de o zamanlar yüce, tek, herşeye muktedir bir Tanrı fikri bulunmakta idi. Tanrı fikrini dişi ve çoğul şekil almayan Allah kelimesiyle ifade ediyorlardı. Onların inançlarına göre putlar da Allah'ın yanında şefaatçi idiler. Putperestlerin putlara ünsiyetleri sebebiyle olsa gerek ki kâbe'nin etrafında Arap kabilelerini temsilen kabile sayısınca put bulunmakta idi.139

Yapılan izahatlar gösteriyor ki; diğer inançlar ve özellikle putperestlik arap toplumuna sonradan girmişti. Putperesliğin ilk girişi hususunda çeşitli rivayetler zikredilmektedir. Bir rivayete göre, Arap yarımadasında putperesliği ilk defa yayan Anır b. Lufıey olduğu bildrilmektedir. O çok şiddetli bir hastalığa yakalanmış, Şam'da bir kaplıca olduğu kendisine söylenmiş, oraya gittiği takdirde iyileşeceği haber verilmişti. Bunun üzerine Şam'a gitti. Kaplıcada tedavi olduğu esnada oradaki halkın putlara taptığını görünce 140 onlara "Taptığınızı gördüğüm bu şeyler nedir?" diye sordu. Onlar da "Bunlar bizim taptığımız putlardır. Onlardan yağmur yağmasını dileriz yağar. Bize yardım etmelerini dileriz, ederler" cevabını

13eKşl. CevadAli, Fî Tarihi'l-Arab Kable'l-lslâm, c. 6, s. 34; Muhammed b. Abdulkerim eş- Şehristani, el-Milel ve'n-Nihal, C. II, s. 664, 2.Baskı, Beyrut,1992.

13TKşl. Ebu'l-Hasan Ali b. el-Hüseyinb. Ali el-Mesudî, Miirûc ez-zeheb, c.ll, s.102-103, Beyrut, 1965.

13aKşl. Milcteba Uğur, Hicri Birinci Asırda Islâm Toplumu, s. 8.

139Kşl. Muhammed Hamidullah, Islâm Peygamberi, s.31;lmriu’l-Kays,Muallegât-ı Seb'a, s. 57,79,123.

U0Kşl. Hüseyin Atay, "Islâm Öncesi Arap Yarımadasında Putpereslik ve Yayılışı", Ankara Ün.İl. Fak. Der., c. VI, s. 88; Şehristâni, a.g.e, C. II, s. 648.

vermişlerdi. Bunun üzerine Amr onlara "Arap ülkesine götürmek üzere orada araplann tapmaları için bu putlardan birini bana vermezmisiniz?" diye sormuş onlar da ona Hübel adında bir put vermişlerdi. Amr bu putu Mekke'ye götürüp dikmiş ve halka, ona tapmalarım ve onu ulumalarını emretmişti.141 Böylece Arap toplumuna put ve dolayısıyla putpereslik girmişti.

Konu ile ilgili olarak farklı bir rivayet daha yapılmaktadır. Buna göre Mekke Ismailoğullanna zaman içinde dar geldiğinde diğer ülkelerde bir yurt aramak için Mekke'den ayrılan insanlar kutlu tapınağa (Kâbe'ye) saygı sebebiyle oradaki taşlardan bir tanesini yanına alıp götürürdü. Mekke'den aynlanlar indikleri veya gittikleri yerde bu taşı bir yere koyar ve Kâbe'nin etrafında dolaştıkları gibi bu taşın etrafında da dolaşırlar, dönerlerdi. Bu suretle zaman içerisinde yavaş yavaş hoşlarına giden veya beğendikleri başka taşlara tapma âdeti araplar arasında ortaya çıktı. Bundan sonra nesiller birbirini takip etti, geçen uzun zaman içinde eski dinlerini unuttular. Hz.  İbrahimle İsmail’in dinini başka bir dinle değiştirdiler, yahut putlara taptılar.142 Böylece de Arabistan'a putperestlik girmiş ve araplar da Hz.  İbrahim'in dininden uzaklaşmış oldular.

Bize bildirilen bu rivayetlere göre putperestliğe başlayan araplar evlerinde de put bulunduruyorlar ve ona da tapıyorlardı. Bir adam yola çıkmak istediği zaman hayvanına binmeden önce ona el ve yüz sürerdi. Bu iş yola çıkmadan önce en son yapacağı iş olurdu. Yoldan döndüğü zaman da gene puta el sürerdi. Bu iş de döndükten sonra ailesini görmeden adamın yaptığı ilk iş olurdu. 143 Bu da bize araplar arasında putlara gösterilen saygı ve değerin göstergesi olmakta aynca put ve putperestliğin o topluma nasıl yerleştiğini göstermektedir.

Bütün bu olanlara ve Araplar'ın putlara bu derece saygı göstermelerine rağmen ondan ne bir zarar ne de fayda geleceğini bilenlerde vardı. Nitekim "Hemdan kabilesinin bir kolu olan Heyvan boyu Yemen'de Hemdân bölgesinde Ya'uk putunu benimseyip tapınışlardı. Nemadoğlu Şair Malik el-Hemdânî Ya'uk putu hakkında şu beyiti söylemiştir. "Bu dünyada Tanrı kimine iyilik, kimine kötülük eder, Ya'uk ise ne iyilik, ne de kötülük yapabilir."144 Bu cümleler de bizlere

t41lbn Hişam, es-Siretu'n-Nebeviyye, s. 48; Mesûdi, Mürûc ez-Zeheb, C. II, s. 227, Ayrıca bkz: Cevad Ali, fiTarihi'l-Arab, C. VI, s. 229. wlbn Hişam, a.g.e, s. 49 U3lbrı Hişam, a.g.e, s. 52 bazı araplann bağlanmış oldukları putların acziyetini kabul ettiklerini fakat yine de bir âdet ve bir gelenek olarak bağlandıklarını göstermektedir.

Ayrıca bu konuda rivayet edilen ilginç bir örnek te şudur. "Mudar oğlu îlyas oğlu, Müdrike oğlu, Hüzeyme oğlu, Kinane oğlu, Milkan boyunun "Sa'd" adında bir putları vardı. Bu put uzun bir kaya olup bu boyun topraklarında bulunurdu. Bir gün bu boydan bir adam bu puttan bereket dilemek üzere besili develerini bu putun önüne getirmişti ki, develer çok bakımlı olup binek devesi değildiler. Yanına gelmiş oldukları putun üzerine, kurban edilen hayvanların kanlan akıtılırdı. Develer, bu putun üzerine kan sürülmüş bir durumda onu görünce ürktüler ve etrafa dağıldılar. Milkan boyundan olan develerin sahibi bu hâle sinirlenerek yerden bir taş alıp puta doğru firlattı ve "Tanrı iyiliğini senden esirgesin! Develerimi ürkütüp dağıttın" deyip sonra develerin ardından gidip onları topladı. Develer bir araya toplandığı zaman da adam şu beyitleri söyledi: "Bizi bir araya toplasın diye Sa'd'ın yanına geldik; fakatSa'd bizi dağıttı. Bizim Sa'd'la artık işimiz yok. Sa'd ne iyiliği ne de kötülüğü çağıran ve çölün ortasında, atılmış bir kaya parçasından başka bir şey değildir"145 dedi. Bu cümleler de bizlere araplardan putları vasıtasıyla iyilik bekleyen kişilerin olduğunu göstermektedir. Bu durumda arapların bir kısmı putlardan medet umarken bir kısmı putların hiç bir fayda sağlamaya ve hiç bir zararı defetmeye gücünün yetmeyeceğini biliyordu. Fakat yine de şefaatçi olarak onlara inanıyorlar, ilgi gösteriyorlardı.146

İslamiyet gelmeden önce arap yarımadasındaki dini yapı genel hatları ile bu şekilde idi. Onlar putlara inanmakta fakat yukarıda da değindiğimiz gibi Allah fikrine de sahip bulunmakta idiler. Onların bir kısmı İslamiyet geldiğinde İslâmiyeti kabul etmiş bir kısmı da İslâma cephe almıştı. Bunun sebebini imâni anlayıştan ziyade ekonomide ve menfaat kaygısında aramak tarihi perspektif içerisinde daha uygun görünmektedir. Zira Mekke, önceden de değindiğimiz gibi arap yarımadasında iktisadi yönden merkez konumunda idi. Para buraya gelir, burada birikir ve buradan Arap yarımadasına taksim olunurdu. Mekke halkı paranın gelmesinde, birikmesinde ve dağılmasında kararlarıyla ve tercihleriyle önemli rol

144Ibn Hişam, es-Sîretu'n-Nebeviyye, s. 50 145lbn Hişam, a.g.e, s. 51

146Kşl. Ali Murat Daryal, Islâmın İlk Doğuşu ve Yayılışının Pisiko-Sosyal Açıdan Tahlili, s. 71, İstanbul, 1993

oynarlardı. Paranın sirkülasyonu ve tabiî dağılımı, onların istek ve arzularına göre ancak yön ve istikâmet bulurdu. Bu durumda onlar kendi güçleriyle paranın gücünü birleştirmek suretiyle insanlar üzerinde kurmuş oldukları hakimiyetlerini ve dolayısıylada menfaatlerini tehdit eden ve edecek olan her tür fikre, faaliyete ve teşebbüse, sertlik ve taviz tanımaz tutum içerisinde karşı çıkacak ve bunlara en korkunç şekilde müdahale edeceklerdi.[37] Nitekim öyle de olmuştur. İslâm'ın aklî izahlarını kabul etmek zorunda da kalsalar onu kabul etmemiş görünmüşler hatta onu başarısız kılmak için ellerinden gelen gayreti sarfetmişlerdir. İşte bu karşı gelmenin altında ekonomik sebepleri aramak, ve maddi menfaatleri kaybetme korkusunu görebilmek mümkündür.Durum böyle olmakla beraber cahiliyye dönemindeki araplann tamamen sağduyudan uzak olduklarını iddia etmek te hatalı olur. Çünkü o toplumda Hanif diye isimlendirilen ve Birtek olan Allah'a inanan, muvahhid temayüllü kimselerin de bulunduğunu zikretmek gerekir. Hanifler puta tapmamakla beraber, hacceden, sünnet olan, Hz.  İbrahim'in dinine bilgileri oranında bağlı kalan kimselerdi. [38] [39] Bunlar gerçek Hıristiyanlık ve Museviliği reddetmemekle beraber Hz.  İbrahim'in dinini araştırır ve bu dini canlandıracak yeni bir peygamberin gelmesini beklerlerdi. Bunlar, sayıları sınırlı olduğu için arap toplumunda bir birlik veya toplum oluşturamamışlar, toplum içerisinde daha çok münferit’49 kalmışlardı.

Görülüyor ki araplann ilk dini Hz.  İbrahim'in beyan ettiği hak din olmakla beraber çeşitli vesilelerle zaman içinde bu dinden uzaklaşmışlar, putlara tapar hale gelecek seviyede sapıtmışlardı.

Araplar putlara şefaatçi gözü ile bakmakla beraber hak dini kabulde maddi menfaat endişesi ile zorlanmışlar. Bunun için de özellikle Mekke'de iktisat aristokratları İslâmî doğmadan boğmak için ellerinden gelen gayreti sarfetmişlerdir.

H-CAHİLİYYE DÖNEMİNDE YÖNETİM VE HUKUK Arapların İslâmiyet gelmeden önce kendilerine göre kabileye dayalı bir yönetim sistemleri olmasına rağmen köklü bir devlet yapısına sahip olmadıkları, politik tecrübeleri açısından da hemen hemen birbirlerine müsâvi derecede oldukları bilinmektedir. 150Zâten Hicaz bölgesinin özelliklerinden biri de Hz.  Peygamber dönemine dek Orta Arabistan'da sistemli hiç bir devletin kurulmamış olmasıdır.151

Bu dönemdeki yönetim ve hukuk sisteminden bahsedebilmek için sosyal yaşantı yönünden iki kategoride ele aldığımız cahiliyye arabınm hukuk sistemini de iki kategoride ele almamız uygun olacaktır. Bunlardan birincisi olarak zikredebileceğimiz göçebelerde, yazılı bir metne dayanmayan bedevilik gelenek ve görenekleri, ahlak inanç ve esasları bireysel ve sosyal yaşantıyı düzenleyip yönlendiriyordu.152 Yerleşik hayat yaşanılan yerlerde ise durum bundan pek farklı olmayıp, bütün kabilelerin kabul ettikleri merkezi bir otoriteden bahsetmek zordur. Çünkü bu dönemde yönetim ve hukuk merkezi bir sisteme dayanmadığı için her kabile kendi yönetiminden sorumlu idi ve her kabile adeta kendi başına buyruktu. Her kabilenin bir genel başkanı bulunmakla beraber bu başkanın başkanlığının halk üzerinde kesin ve geniş bir yetki ve yaptırım gücü de bulunmuyordu. Bununla beraber halkın başkanlardan bir takım beklentileri bulunuyordu. Buna göre halk başkanlanndan savaşta hayatlarını, barışta ise zenginliklerini ortaya koymalarını istiyordu. Onların görevleri genel olarak idari ve siyasi otoriteden ziyade barış ve savaşa ait konuşmalar yapmak, göç sırasında yerleşilecek yerleri tesbit etmek ve misafirleri ağırlamaktan ibaretti.153 Bütün bunları kendi istek ve arzularına göre de yapmaz, ancak kabilesinin meyil ve isteklerini gözönünde bulundurarak tavır belirlerlerdi. 154 Görülüyor ki cahiliyye döneminde yönetim, geleneklere dayanmakta; gelenekler de önceden beri süregelen kabile sistemine dayanmaktadır. Üst düzeyde yönetim birimini kabileler oluşturmakta onların idaresini de reisler

mKşl. Hasarı Onat, Emevi Deveri Şii Hareketleri ve Günümüz Şiiliği, s. 8, Ankara,

1993.

151 Kşl. Neşet Çağatay, Islâm Tarihi, s. 67.

152Kşl. Sabri Hizmetli, Islâm Tarihi, s. 49.

1S3Kşl. A. Vehbi Ecer, Islâm Tarihi Dersleri, s. 77.

1S4Kşl. Neşet Çağatay, Islâm Öncesi Arap Tarihi ve cahiliyye çağı, S. 200.

yapmaktadır. Her konuda söz sahibi olması gereken reisin güç ve otoritesinin bu dönemde sınırlı olduğunu görmekle beraber, vazifelerinden dolayı topluma karşı fedakarlıkla yükümlü olduğuna şahit olmaktayız.

Cahiliyye döneminde yukarıda da zikrettiğimiz gibi araplar arasında yazılı bir hukuk yoktu.155 Toplumda meydana gelen kavgalar ve anlaşmazlıklar taraflar arasında yapılan toplantılarda uzlaşmaya bağlanır, yabacı kabileler arasında çıkan anlaşmazlıklarda ise kâhine başvurulurdu. Kahinin verdiği kararlan yerine getirmesi de taraflann niyetlerine ve kabulüne bağlıydı.156 Yine bu konuda da bir zorunluluk ve baskı sözkonusu değildi. Bunlar da bize gösteriyorki, o dönemde hukuki sahada bir keşmekeşlik ve kargaşa hakimdi. İnsanlann günlük hayatlarına yön veren belli bir hukuk sistemi olmamakla birlikte otorite kabul ettikleri bir merci de yoktu. Kendilerine hukuk danışmanı olarak seçtikleri kahinlerin sözlerini kabul etme mükellefiyetleri yoktu. Bu durum işine gelenin işine geldiği gibi davranması olacağı için böyle bir toplumda bir takım hukuki sıkıntıların olması tabiîdir.

Cahiliyye döneminde bu hukuki kargaşaya rağmen yazılı olmasa da genel temayül olarak toplumun kabul ettiği bir takım kurallar da yok değildi. Örneğin adam öldürme olayında dökülen kanın öcünü almak öldürülenin yakınlarının bir görevi olarak addedilirdi. Bir kabilenin oturduğu yerde, bilinmeyen biri tarafından öldürülmüş biri bulunduğu ve bu kabileye mensup kişilerden şüphe edildiği zaman bütün kabile bu olay için kendilerini temize çıkarma yemini ederlerdi. Fakat bu yeminin tesirini öldürülen kimsenin kabilesi yeni bir yeminle giderebilirdi, öldürme olayının öcünü almak, öldürülen en yakın mirasçının görevi olmakla beraber çok defa katil, kendi kabilesi tarafından korunduğundan dökülen kanın öcünü alma, ekseriya nesillerce süren ve yeniden bir sürü adam öldürmelerin ortaya çıktığı kanlı savaşlara ve çarpışmalara neden olurdu. Adam öldürme olayları da şüphesiz diyet olarak deve vermekle yatıştırılabilirdi. Bu gibi durumlarda uzlaşmayı sağlamak kabile başkanlannm ödevi idi ama onlar bu işe ancak aracılık edebiliyorlar daha önce de değindiğimiz gibi, tarafları kararı kabule zorlayamıyorlardı. Çoğu zaman kabileler bu anlaşmaya uzun süren savaşlar sonunda gelebiliyorlar[40] ve bir çok can kaybına sebebiyet verilebiliyordu.

155Kşl. Mehmet Şeker, Islâm'de Sosyal Dayanışma Miiesseseleri, s. 57, Ankara, 1991. 15eKşl. Neşet Çağatay, İslam Öncesi Arap Tarihi ve Cahiliyye Çağı, s. 100.

Cahiliyye döneminde hukuki bir otorite olmadığı için bazı zamanlarda himayesiz kimseler için mal, can, ırz ve namus emniyeti de olamıyordu. As b. Vâil bir defasında Zebid kabilesinden bir tüccardan mal aldı, fakat bedelini ödemeye bir türlü yanaşmadı. Tüccar bir çok kimseden yardım istedi. Çok kimse yardıma yanaşmadığı için parasını alamadı. Ebu Kubeys dağına çıkarak bütün Mekke'lilere, uğradığı zulmü acıklı bir şekilde anlattı ve bu haksızlık karşısında Zübeyr b. Abdu'l-Muttalib'in teşvikiyle Abdullah b. Cud'an'm evinde bir toplantı yapıldı. Tarih'e Hılfiı'l-fudûl anlaşması diye geçen bu toplantıda bulunanlar mazlum kimselerin hakkını zalim kimseden alma hususunda yemin ettiler.157 [41] Bu anlaşmaya göre, mallarda yerli, yabancı, hür ve köle kim olursa olsun kimseye zulüm edilmeyecek, zulme uğrayan olursa hepsi birlikte onun hakkını ya alıp kendisine verecekler ya da kendi ceplerinden ödeyeceklerdi.[42] Bu anlaşmaya göre, toplumda görülen bir başıboşluk önlenilmeye çalışılıyor ve Cahiliyye döneminde ilk defa toplumun katmanları tarafından ortak olarak alman bir kararla hukuk devleti olma yolunda bir adım atılmış oluyordu.

Görülüyor ki idari otorite açısından cahiliyye dönemi arap toplumunda hukuki sahada büyük bir boşluk sözkonusudur. Merkezî otorite olmamakla beraber kabilelerin başlarında kabile reisleri bulunmakta; fakat bunların da önceden değindiğimiz gibi bir yaptırım gücü bulunmamaktadır. Reislerin, reislik yaptığı kimselere karşı sözleri de tavsiyeden öteye geçmemekte herhangi bir yaptırım gücü bulunmamakta idi.

Konunun başından beri anlattıklarımız doğrultusunda İdari alanda kendisini gösteren bu boşluğu aynı şekilde hukuki alanda da görmek mümkündü. Nitekim konuyu toparlayarak Özetlemek gerekirse; Bu dönemde yazılı bir hukuk olmadığı gibi daha çok örf, adet ve ananelere bağlı kalınmakta fakat yerleşik bir sisteme sahip olunmadığı için bazen de bu anlayış kaba gücün tahakkümü altında varlığını bile gösterememekte idi. Cahiliyye döneminde otorite kaynağı sistemli bir hukuktan ziyade, güç olunca zayıf kimseler ezilebilmekte ve hakları ellerinden alınabilmekte idi. Bunun önüne geçebilmek amacıyla tarihte Hılfu'1-fLidûl diye isimlendirilen zayıf ve güçsüzü, güçlüye karşı koruma anlaşması diyebileceğimiz yukarıda da bahsettiğimiz bir anlaşma yapılmıştı. Fakat yine de bunun, hukuk alanındaki otorite boşluğunu doldurabildiğini söylemek mümkün değildir. Bununla beraber bu, hukuki karmaşanın yaşanmış olduğu bir toplumda sistemli hukuk alanında bir gelişme olarak kaydedilebilir. Ayrıca Kusay tarafından M.440 yılında kurulan Daru’n-Nedveyi de hukuki bir gelişme olarak burada zikretmek gerekir. Daru'n-Nedve'nin fonksiyonunu Kabe ve Kabe hizmetleri başlığı altında genişçe zikretmeye çalışacağız.

I.    CAHİLİYYE DÖNEMİNDE KÂBE VE KABE HİZMETLERİ Hz.  İbrahim'in içerisinde bulunduğu ve birlikte yaşadığı toplumda tek Tann'ya tapma inancını savunması yüzünden Nemrud'la arası açılmış, Nemrud onu ateşe attırdığı halde Tanrı'nın kendine yardımı ile kurtulmuş ve Kudüs bölgesine gelmiş, burada dinini tebliğ etmişti. Hz.  İbrahim'in, Hz.  Hacer'den bir oğlu olmuş adını da İsmail koymuştu. Hz.  İbrahim, Hz.  Hacer'Ie oğlu İsmail'i "Faran" adında bir yere getirmiş ve kendisi tekrar Kuzey'e dönmüştü. Hz.  Hacer, oğlu ile birlikte Mekke'nin yakınındaki Kedâ dağından Beyt'-i Haram'ın olduğu yere varmıştı.160 Burada da o sıralarda Cürhüm kabilesi oturmakta idi. Hz.  İbrahim onları bu bölgeye getirmiş, brakmıştı; fakat zaman zaman da onların yanına gelerek onlan ziyaret etmeyi ihmal etmemişti. Bu ziyaretleri esnasında da dinini yaymak için bu bölgede çeşitli faaliyetler gösterirdi. Bu faaliyetlerden biri de şüphesiz o sıralarda oğlu İsmail ile birlikte, ilk defa Hz.  Adem tarafından yapılan 161 ve tufan sebebiyle yıkılan 162 Kâbe'yi binâ etmek olmuştu.163

Kabe'nin Hz. . İbrahim tarafından yapılan binasında tavan, eşik, pencere ve kapı yoktu. Daha sonraları Hz.  İsmail soyundan ve Hz.  Peygamberin ecdâdından olan Kusay b. Kilâb Kâbe'nin muhafızlığını eline aldığı zaman hurma ağaçlarından yapılan kerestelerle tavanlı bir bina vücuda getirmiştir.164

mKşL Şaban Kuzgun, Islâm Kaynaklarına Göre Hz.  İbrahim ve Haniflik, s. 67-70-71; Mes'ûdî, Mürûc ez-Zeheb, C. II, s. 18.

mKşl. Ebu'l-Velid MuhammedEzrâki, Kâbe ve Mekke Tarihi, Tere: Y. Vehbi Yavuz, s. 36, İstanbul. 1980; bkz. Şaban Kuzgun, a.g.e, s. 81. m!Kşl. Philip K. Hitti, Islâm Tarihi, C.1 , s. 151.

ıe3Kşl. Abdu’l-Hamid Sa’d Zeğlûll, Fi Tarihi'l-Arab Kable’l-lslâm, s. 404, Beyrut, 1976. bkz. Şaban Kuzgun, a.g.e, s. 82.

Hz.  İbrahim ve oğlu İsmail tarafından bina edilen Kabe ibadet edenler için temizdi ve içinde de put yoktu. Daha sonraları müşrik araplar tarafından içi putlarla doldurulmuştu.165 İçi putlarla dolu olduğu dönemde dahi Kâbe insanlar arasındaki kudsiyetini muhafaza etmiştir. Kâbe'nin bu kudsiyetinden dolayı kendisine pay çıkaran araplar birbirlerine şöyle demişlerdir. "Biz Hz.  İbrahim'in soyundan gelen, kutlu yerin halkı olan, Kâbe'ye hizmet ve onu himaye eden, ayrıca Mekke’de barınan kimseleriz. Bunun için hiç bir arap kabilesi bizim bu hak ettiğimiz şeref mertebesine ulaşamaz. Bütün araplar bize tanıdıkları haklan başka hiçbir kabileye de tanımazlar."166 demek suretiyle kendilerine pay çıkarmaya çalışmışlardır. Görülüyor ki cahiliyye döneminde Kâbe insanlar arasındaki kudsiyetini koruyor ve bu kudsiyete güvenen Mekke'liler de kendilerini diğer araplardan üstün ittihaz etmekten geri durmuyorlardı. Araplar arasındaki Kâbe'nin bu özel itibân hiç şüphesiz ona hizmet eden insanlara da özel bir imtiyaz kazandmyordu. Bundan dolayı olsa gerek ki Kâbe hizmetlerinde üstün mevkisi olan Kureyşlilerin araplar arasında özel mevkileri saygınlık ve itibarları bulunmakta idi.

Kâbe Hz.  İbrahim ve İsmail'den sonra zaman zaman onarılmış ve tamir görmüştü. Hatta Hz. Peygambere peygamberlik gelmeden önce de onarılmıştır. 167 Hz.  Peygamber Hicretin 8. yılında Mekke'yi fethettiğinde cahiliyye dönemine ait olan kalıntıları Kâbe'den uzaklaştırarak, orayı işgal eden putları temizlemiş,168 Kâbe'yi asıl hüviyetine büründürmüştür.

Araplar arasında bu derece saygınlığı olan kâbenin hiç şüphesiz bir takım görev ve hizmetleri de bulunmakta idi. Bu görevleri de çeşitli kabileler üstlenmişti. İslâmiyetten önce, bu hizmetlerden olan Sikâye ve Rifade görevlerini Abd-u Menaf oğullan yerine getirmekte idi. Hicabe, Liva ve Nedve görevlerini de Abdu'd-Dâr oğulları yerine getirmekte idi. İslâmiyet doğuncaya kadar bu durum böyle devam ettiği gibi İslâmiyetten sonra da aynı şekilde sürmüştür.169

Görülüyor ki, ilk insan ve ilk peygamber olan Hz.  Adem tarafından inşa edilen Kâbe, zaman içerisinde geçirmiş olduğu çeşitli değişikliklerle beraber son

164 Kşl. H.Berki-O. Keskioğlu, Hâtemu’l-Enbiya, s. 25.

ıesKşl. H.Berki-O. Keskioğlu,a.g.e, s. 25:

mlbn Hişam, es-Sîretu ’n-Nebeviyye, C. I, s. 123.

167 Kşl. M.E.B. Islâm Ansiklopedisi "Kâbe" mad. (Yazan: A. J. VVensinck), C. 6, s. 8.

198Kşl. M.E.B. Islâm Ansiklopedisi "Kâbe" mad. (Yazan: A. J. VVensinck), C. 6, s. 9.

169Kşl. Ibn Hişam, es-Sîretu’n-Nebeviyye, C. I, s. 123.

peygamber Hz.  Muhammed'le tekrar asıl hüviyetine büründürülmüştür. Son din olan İslâm'ın emri namaz için de müslümanların yönlerinin günde beş defa o cihete döndürülmesi sağlanarak Kâbe'nin kudsiyeti son din olan İslam dini tarafından da tasdik edilmiştir.

Kabe ve kabe hizmetleri ile ilgili bir takım görevlere gelince onları da şu şekilde sıralayabiliriz.

1. Dâru 'n-Nedve: Kureyş kabilesinin dedesi ve atası sayılan Kusay b. Kilab, (ö: 480M. ) Kâbe'ye bakma ve Mekke'yi idare etme işini üzerine alınca Kureyş Kabilesi'nin kollarını birleştirdi, Daha önce çadırlarda yaşayan Mekkelileri Kâbe merkez olmak üzere Mekke ve çevresine yerleştirerek onların meskenlerde yaşamalarına önayak oldu. Kâbe'nin hac ve Mekke idaresiyle ilgili Sidâne, Hicabe, Sikaye, Rifâde, Nedve ve Livâ görevlerini kendi üzerine aldı. Yaklaşık 440M. yılında Kâbe'nin kuzeyine, tavafa başlanan yerin arka tarafına Daru'n-Nedve denilen toplantı yerini yaptırdı.170 Böylece Hılfiı’l -Füdûl anlaşması ile düzenli devlet yapısına geçişte atılmış olan ilk adım Daru'n-nedve ile devam ettirilmiştir. Daru'n-Nedve toplantı yeri, Şûra yeri gibi anlamlarda kullanılmakta idi. Burada toplanan kurula "Nedve" denilmekte idi. Burada Kureyşin ileri gelenleri toplanırlardı. Kırk yaşından küçük olanlar bu meclise dahil olamazlardı. Buradaki kararlar oy çokluğuna göre değil, daha ziyade içlerinde en zekisinin ve iyi konuşanının, düşüncelerini veya görünüşünü ötekilere inandırması suretiyle alınırdı.171

Daru'n-Nedve’de genel olarak evlenme olayları, nikah merasimleri, harb ve savaş konulan ve toplumu ilgilendiren diğer konular burada konuşulur ve karara bağlanır, Kureyş kızlanna gömlek giydirme merasimi de burada yapılırdı 172. Daru'n-Nedve Kusay'dan sonra Abdu'd-Dâr oğullarının denetiminde bulundu. Emevi halifesi Muaviye, hilafeti sırasında onu, Abdu'd-Dâr oğlu Abdumenaf oğlu Haşim oğlu Amir oğlu İkrime'den satın alıp Mekke valiliği makamına tahsis etmiştir173. Bugün de Daru'n-Nedve'nin yerinde müezzin mahfili bulunmaktadır174.

110Kşl. T.D.V. Islâm Ansiklopedisi "Daru'n-Nedve" mad. (Yazan: Prof. Dr. E. RuhiFığlalı) c. 8, s. 555.

171 Kşl. Neşet Çağatay, İslam Öncesi Arap Tarihi ve Cahiliyye Çağı, s. 120.

172Kşl. CorelZeydan,İslam medeniyeti Tarihi,c.1,s.33.

173Kşl. Neşet Çağatay, İslam Öncesi Arap Tarihi ve Cahiliyye Çağı, s. 21.

174Kşl. T.D.V. İslam Ansiklopedisi(yazan:Prof.Dr.E.R.Fığlalı)c.8,s.556.

İslâm öncesi arap toplumunda Daru'n-Nedve çok fonksiyonlu parlemento özelliği taşımaktadır. Toplumun genel yapısı ile ilgili konuların tartışıldığı bir yer olmakla beraber evlenme, nikah ve kız çocuklarına gömlek giydirilmesi gibi bazı toplumsal âdet ve geleneklerin de uygulandığı bir yerdir.

2. Sidanet: Kâbe'nin perdedarlığı, anahtar muhafazası ve haciplik görevi olup, araplar arasında en yüksek makam sayılırdı. Kâbeyi, bu görevle görevli kişi açar ve kapardı [43]. Bu görev cahiliyye döneminde Abdu'd-Dâr oğullarının elinde bulunuyordu. Mekke'nin müslümanlar tarafından ele geçirilişiyle beraber Hz.  Peygamber Kâbe anahtarlarım gene Abdu'd-Dâr oğullarından Osman b. Talha'ya vermiştir. Abdu'd-Dâr oğullarından Kâbe anahtannı elinde bulunduran zât hac, umre veya ziyaret için gelenlere Kâbeyi açardı[44].

3. Şikayet: Bu görev, cahiliyye döneminde Mekke'ye gelen hacılara içecek su tedarikinden ibaretti. Cürhümlüler tarafından gömülüp yeri kaybolmuş olan zemzem kuyusu, Şeybe (Abdu'l-Muttalib) tarafından yeniden bulunup kazılıncaya kadar, bu görevi üzerlerinde bulunduran kişiler uzak yerlerden içme suyu getirip onu hurma ve kuru üzüm gibi şeylerle karıştırarak hacılara şerbet gibi sunarlardı. Bu görevi Abdu'l-Menaf oğulları yerine getirirlerdi[45].

4.  Rifade: Bu görev Kureyş kabilesinin her sene mallarından Kilab oğlu Kusay'a verdiği bir vergidir ki, Kusay bu toplanan mallarla hacılara yemek hazırlar fakir ve azığı olmayan kimseler de bu yemekten yerlerdi. Kusay bu vergiyi Kureyş kabilesine yüklediği zaman şu sözleri söylemiştir. "Ey Kureyşliler! Siz Tanrının komşuları, O'nun kutlu evinin bakıcıları ve kutlu bölgenin halkısınız. Hacılar ise Tann'nın misafirleri ve kutlu evin ziyaretçileridirler. Bunlar ikram edilmeye en layık misafirlerdir. Bunun için yurdumuzdan ayrılıncaya kadar hac günlerinde onlara yemek ve su verin"[46] Kureyşliler Kusayın bu sözlerine uyarak her yıl mallarından bir miktar vergi verirlerdi. Kusay toplanan bu vergilerle Mina'da halka yemek yedirirdi. Bu gelenek Cahiliyye döneminde devam ettiği gibi daha sonraki dönemde de devam etmiştir.179 Bu görev de Beni Haşim'in elinde idi.

5.  Ukab(Kıyade): Kureyşlilerin Ukab adında bir sancakları vardı. Bu kartal veya karakuş anlamına gelirdi. Bu sancağa bayrak anlamına "Liva" da denirdi. Bayrağı muhafaza görevine "Kıyade görevi" denilirdi. Ukab ile Liva arasında bir farktan sözedilmektedir. Ukab başkumandana ait olmakla beraber; Liva, ayrı ayrı kabilelere ait olabilirdi'. Kusay zamanında bu görev Abdu'd-Dâr oğullarına ait olmakla beraber İslâmiyet döneminde Mekke'nin ele geçirilmesinden önce Ümeyye oğullarından Ebû Süfyan'ın elinde bulunmakta idi181.

6.  Sifaret : Mekke'lilerin başka devlet ve kabilelerle münasebetlerinde gönderilecek heyete başkanlık etme görevi idi. Kureyş ile başka bir kabile arasında yapılan savaştan sonra banş yapmak istenildiği zaman bir elçi gönderirlerdi. Bu elçiler gitmiş oldukları yerde Mekke'yi temsil ederlerdi. Islâmdan önce Kureyş'in son sefiri Ömer b. Hattab iken O, müslüman olunca bu görev Amr b. Âs'a geçti182.

Bu görevler dışında Nizaret (Bir yere götürülen eşyayı muayene edip mühürlü veya imzalı bir ruhsat kağıdı vermek görevi); Kubbe (savaş araçları için depo muhafızlığı); İşar ve Ezlam (fal okları ile fal açma görevi) gibi görevler de cahiliyye dönemi arap toplumunda mevcut idi.

Cahiliyye döneminin yönetim yapısından bahsetmiştik. Bütün teşkilatsızlık ve organizesizliklere rağmen devlet teşkilatını meydana getirecek teşekküllerin nüve halinde de olsa özellikle Kusay b. Kilab tarafından oluşturulmaya çalışıldığını da görmekteyiz. Burada kısaca da olsa değindiğimiz görevler bu kanaatin oluşmasına sebep olmaktadır.

./. CAHİLİYYE DÖNEMİ İNSANININ KİŞİLİĞİ

Cahiliyye devri arap toplumunun sosyal yapısından bahsederken o zamanki arap toplumunun iki kısımda ele alınabileceğine işaret etmiştik. Bunlardan biri "yerleşik hayat süren" araplar, diğeri de "göçebe hayat süren" araplardı.

Bilindiği gibi araplar, çölde yaşayan insanlardır, özellikle cahiliyye dönemi arap toplumu sözkonusu olunca, "Bedevi, Deve ve Hurma Ağacı" olarak sayılan üç şey, çölün hayat taşıyan üç iktidarı olarak karşımıza çıkmaktadır Bu üç şey "kum"

180Kşl. A. Vehbi Ecer, İslam Tarihi Dersleri, s. 82.

181 Kşl. Neşet Çağatay, Islâm öncesi ArapTarihi ve Cahiliyye Çağı, s. 120 18!Kşl. A. Vehbi Ecer, a.g.e, s. 82

ile birlikte çöl arabının varlık mücadelesinde dört büyük faktörü teşkil etmektedir.183

Göçebe hayat süren insanlar hep aynı özellikleri göstermektedir. Onun dünü ne idiyse, bugünü de yarını da aynı olacaktır. Onun kültür temeli her zaman aynı özellikleri göstermiştir. Değişiklik, gelişme, tekâmül, onun hemen itâat edip tâbi olacağı kanunlar arasında değildir. Dışarıdan gelen yabancı fikir ve yaşayış tarzlarının istilasından uzak, kendilerinden evvelkilerin de yaptığı gibi o, hâlâ deve tüyü yahut keçi kılından yapılmış çadırlarda, yaşamakta koyun veya keçi sürülerini kendinden öncekiler gibi otlatmaktadır. Koyun ve deve yetiştirme, daha az miktarda at bakımı, avlanma ve akıncılık, onun daimi meşgalesini teşkil etmekte ve ona göre, bir insan için meşgul olunmaya değer yegane konular olarak kabul olunmaktadır. Göçebeye göre, zirâat, san'at ve ticaretin her çeşidi insan asâletine yakışmayan aşağılık işlerdendir.184

Arap yarımadasında vahâların sayısı çok olduğu için bu yanmada geniş alanlar içinde develer ve diğer hayvanlanyla oradan oraya dolaşan bedevilerin hayatı için elverişli bir ortamdır. I85İşte bu ortam, daha önce zikrettiğimiz çöl şart ve şekilleri ile birlikte çöl insanının ruh yapısını ve kişiliğini etkilemiş ve belli kalıplara sığmayacak hürriyet, özgürlük ve izzet-i nefs duygusunu her şeyin üstünde tutan bir kimliğin oluşmasına zemin hazırlamıştır. Bütün bunların en belirgin sonucu olarak çöl insanı münferit yaşadığı, daima çölde dolaştığı, korumasız hayat geçirmeye mahkum ve kendi eli ile kendini müdafaaya mecbur olduğu için şehirlilerden daha fazla şecaat ve cesarete muhtaçtır. Bir bedevi daima silah taşıyıp, kendinden başka kimseye güvenmemek zorundadır.186

Kendi içinde yaşayan kimseler için de çöl, bir yerleşme yeri olmaktan öte, yerlilerin kutsal an'anelerinin bir muhafızı, konuşma dili ve kan saflığının bir bekçisi ve yabancı ülkelerden gelecek bir tecavüze karşı en önde yer alan bir müdâfaa hattı gibidir. Normal zamanlarda düşman ve hasım sayılması gereken su kaynaklarının nâdirliği, kavurucu sıcak, yordamsız yollar, yiyecek maddelerini temindeki zorluk, bütün bunlar tehlikeli zamanlarda güvenilir müttefikler [47] durumundadır. Çünkü

183Kşl. Philip K. Hitti, İslam Tarihi, c. 1 ,s.46.

184Kşl. Philip K. Hitti, a.g.e, c. 1 ,s.46.

185Kşl. Claude Cahen, İslamiyet, s. 13.

,8SKşl. CorciZeydan, İslam Medeniyeti Tarihi, c.V, s. 31.

bütün bu zorluk ve güçlükler diğer işgalci insanlar tarafından çölün cazibesizliğine hükmetmelerine sebep olmuş ve saldırıya geçmek isteyen kimselerin de başarısızlıklarına sebep olmuştur. Kısaca çöl hayatındaki zorluk çöldeki insanın hürriyetinin temin ve bekâsını sağlamıştır.

Yukarıda zikrettiğimiz gerekçelerle hiç bir istilaya uğramayan çöl arabı kendini küçük düşürecek şeylerden sakınmış ve ne bir devlet otoritesine ne de bir hâkime boyun eğmiştir.187 [48] Bu durum onların taptıkları tanrılarına karşı da zaman zaman saygısızlık yapmalarına da vesile olmuştur.

Çöl arabı Kabe'nin etrafında ve diğer kutsî yerlerde dikilen putlara tazimde gereken titizliği gösterdiği halde daha önce de işaret ettiğimiz gibi en küçük ve bir hiç olan sebepler yüzünden tanrılarını inkar etmiş, onlara tapmaktan vazgeçmişti. Bu konuya örnek olarak bir çok misal vermek mümkündür. O misallerden bazılarını daha önce zikretmiştik. Fakat burada zikredilen hususu destekleyeceği için bir tanesini tekrar hatırlatmamızın uygun olacağı kanaatindeyiz. Bu misal de şudur: Cahiliyye döneminde bir kişinin babası öldürülmüş, Zu'l-Halasa adındaki puta gelip düşmandan intikam alıp almama hususunda onun yanında zar atmıştı. Zar, arzusunun hilafına çıktığı zaman "Ey beceriksiz zu'l-halasa, benim gibi olsan ve baban da öldürülmüş olsa, düşmandan intikam almayı yalan yere men etmezdin”[49] diyerek saygı gösterip yanma gittiği puta hakaret etmiştir. Bu ve bunun gibi olaylar da bizlere cahiliyye devri arabının ruh yapısı hakkında bilgi vermekte ve onun hem fiili hemde fikri hürriyete ne kadar önem verdiğini göstermektedir. Buna göre, cahiliyye arabı duygu ve düşüncesine sâdık olup onun hilâfına bile sabır göstermeyecek derecede hürriyet ve özgürlük bağımlısıdır.

Tanrılarına karşı bu kadar saygısız davranan insanların ruh durumları incelendiğinde yukarıda değindiğimiz gibi, şüphesiz hürriyet ve başkasına boyun eğememezliğin tesiri görülür. Serbest dolaşan, hiçbir kanun ve nizama uymaya alışmamış, arzusu hiç bir zaman engele uğramamış bir insanın nazarında kendinden daha aciz gördüğü ve istediğini veremeyen bir tanrı elbette ki

kıymetsiz190olacak ve özgürlüğü her şeyin üstünde tutan bü fert, kişiliğinin bir sonucu olarak o puta hakaret edecektir.

Cahiliyye dönemi insanında gördüğümüz hürriyet duygusu ile beraber gelişmiş olan bir hususiyet te kahramanlık özelliğidir. Daha Önce de çöl şartlarının bu insanı cesaretli ve şecaatti yaptığı hususuna değinmiştik. Buna bağlı olarak, o dönemde kahramanlık takdir edilmiş, korkaklık ise asla hoş karşılanmamıştır. Cahiliyye dönemi arabında kahramanlık sevgisi öyle bir hale gelmiştir ki, vurulduğu yerde düşüp ölmek bir şeref sayılmış ama yatağında eceli ile ölmek ise utanç duyulacak bir hal olarak değerlendirilmiştir. 191 Bu da yine onun en az hürriyet duygusuna bağlı kaldığı kadar kahramanlık aşkına da bağlı olduğunu göstermektedir.

Cahiliyye dönemi arap insanının en büyük meziyetlerinden biri de edebi bir ruha sahip olmasıdır. Onun bu ruha sahip olmasında şüphesiz çöl şartlarının ve yaşayışının da etkisi vardır. Nitekim çöl yaşayışı onların ahlaki saflığını temin etmiş, zihni meşguliyetinin çoğalmasına, hayallerinin güçlenmesine sebep olmuştur. Ayrıca saf bir sema altındaki uçsuz bucaksız çöller de şiir ve hitabet kabiliyetlerinin gelişmesine neden olmuştur.

Bu müspet tesirlerin yanında çöl şartlan daha önce de değindiğimiz gibi çapulculuğu, yağmacılığı arttırmış, arazi ziraate müsait olmadığı için hayvan yetiştiriciliğine insanların yönelmesine sebep olmuştur. Çöldeki kötü ve zor hava şartlan, susuzluk, diğer kabilelerin saldırılan, vahşi hayvanlar velhasıl herşey bu kıtada ahalinin silahşor, cesur ve savaşçı olarak yetişmesine sebep olmuştur.192

Görülüyor ki çöl şartlan cahiliyye dönemi arabı üzerinde hem müspet hem de menfi tesirler bırakmıştır. Çöl arabının ince bir ruha ve anlayışa sahip olmasını temin eden çöl, arabın şair ve edip olmasına zemin hazırlarken, onun sert, katı ve saldırgan olmasına da ortam tanımış, hizmet etmiştir.

Cahiliyye dönemi arabının farklı bir özelliği de dostluk ve düşmanlık durumlannda takındığı tavırla ilgilidir. Ona göre gerek dostluk ve gerekse

190Kşl. Hüseyin Atay, "İslam Öncesi Arap Yarımadasında Putperestlik ve Yayılışı" Ankara Ün. İl. Fak. Der, c. VI. s. 88.

191 Kşl. A.Lütfi Kazancı, "Cahiliyye Döneminde Müspet Davranışlar"Uludağ Ün. İl. Fak. .Der. sayı. 1, s. 108, Bursa. 1986.

192Kşl. Nuri Ünlü, Anahatlanyle İslam Tarihi, s. 35.

düşmanlık bir borç gibidir. Onu faiziyle ödemek gerekir. Bu durumda o, fenalığa fenalıkla mukabele etmekten, iyiliğe de iyilikle muamele etmekten gurur duyar. Bunun aksi bir harekette bulunan kimseye ise alçak nazarı ile bakardı. 193 Bu da gösteriyor ki cahiliyye arabının beşeri ilişkilerini karşısındaki fertlerin veya toplumlann tutumları belirlemektedir. İyiliğe iyilikle muamele, kötülüğe de kötülükle muamele cahiliyye arabının insani ilişkideki ölçütüdür.

Cahiliyye dönemi arabının diğer bir özelliği de şüphesiz sözüne sadık olmasıdır. Söze sadakat o dönemde de fazilet olarak değerlendirilmiştir. Bu konuda bir misal de rivayet edilmektedir. Peygamberimizin hicreti anında Mekke, Medine arasındaki yolda O'na kılavuzluk yapacak olan Abdullah b. Üneykit, İslam dinini kabul etmiş bir kişi değildi ve de müşrikti. Bu adam, peygamberimiz öldürülmek üzere her tarafta arandığını da biliyordu. Onu sağ veya ölü getirene yüz deve ödül verileceğini de biliyordu. Onun kılavuzluktan alacağı ücret ise yüz devenin onda birine bile ulaşmıyordu. Ayrıca Abdullah, bu yolculuk esnasında yakalandığı takdirde boynunun vurulmayacağından da emin değildi. En azından işkence yapılırdı. Halbuki Kureyşin önüne düşüp Sevr mağarasına kadar getirdiği takdirde zengin olur ve takdir görürdü. Fakat o bütün bunlara rağmen zahmetli de olsa verdiği söze sadık kalmayı tercih edip, verdiği sözden dönmedi. 194 Bu olay da gösteriyor ki cahiliyye arabının müspet ve takdire şayan yönleri de mevcuttur. Bu kişilik ve dürüstlüğün oluşmasında, o kişiliğin kendi içinde doğup geliştiği coğrafyanın, çöl ve iklim şartlarının da diğer özelliklerinde olduğu gibi şüphesiz tesiri vardır. Bu sadakat ve doğru sözlülüğün altında yatan yukarıda zikrettiğimiz kahramanlık duygusu olabilir.

Konuyu özetlemek gerekirse, cahiliyye arabının fazilet ve üstünlük ideali, zikredilenler ışığında yiğitlik, mertlik, şeref ve izzet-i nefs üzerine bina edilmiştir. Yiğitliğin tamamlayıcı unsurları cesâret, sadâkat ve cömertliktir. Cesâret ancak girişilen savaşlarda ölçülebilir. Cömertlik ise bir misafirin çıkıp gelmesi yahut yardımsız bîçâre kalmış bir fakir uğruna bir kimsenin devesini kesmesi ile kendini gösterir.195 Takdir edilir ki cahiliyye dönemi arabı için en kıymetli ve en değerli

mKşl. T. W. Amold, Intişâr-ı İslam Tarihi, gev:Hasarı Gündüzler, 2. Baskı, s. 59. Ankara, 1982.

194Kşl. A.Lütfi Kazancı, ”Cahiliyye devrinde Müspet Davranışlar” Uludağ Ün. İl. Fak.

Der. sayı :1, s. 107.

varlıklardan biri devedir. Daha önce de zikrettiğimiz gibi deve çölde bulunan üç unsurdan biridir.196 Bu derece önemli ve ihtiyaç duyduğu bir varlığı arabın misafiri için kesebilmesi onun sadakatini ve sahip olduğu ince ruhu gösterdiği gibi, o toplumda misafirin önem ve ehemmiyetini de göstermektedir. Arabın bu özelliğinin altında da yine kahramanlık duygusunun yattığı iddia edilebilir.

Cahiliyye dönemi arabmda buraya kadar zikrettiğimiz cesaret, sadâkat, doğruluk, cömertlik gibi müspet davranışları yanında yine zikrettiğimiz şühesiz menfi hasletleri de vardı, özellikle bedevi arabının hırsız, haydut ve serseri oluşu bu konuda dikkat çekicidir. Onlara göre soygunculuk yaşama savaşının en ilkel biçimidir. Sürülerin yağmalanması, kadınların kaçırılması, onlar için en ünlü kişilerin yapabileceği öğünülecek işlerdir. Onun menfî yönleri toplum huzurunu tehdit eder mahiyettedir. Bu özellikler toplumda görüldüğü için toplumun bütün fertleri her an vukua gelmesi muhtemel saldırılara karşı hazırlıklı ve güçlü olmak zorundadır. Bunun için de en büyük sermayeleri cesaret ve yiğitliktir.

Cahiliyye dönemi arabının bütün bu özellikleri, kendisini hep hür ve daha şerefli görme arzusu, İslamiyet yeni doğduğunda ona cephe almalarında etkin rol oynamıştır. Misal olarak şunu zikredebiliriz ki; Velid b. Muğire Kureyş kabilesinin büyüğü idi. Bu zatın, Hz. . Peygambere vahiy geldiğinde takındığı tavır söylediği söz dikkat çekicidir. Velid bu konuda şöyle demiştir: "Nasıl olur? Ben Kureyş kabilesinin büyüğü ve başkanı olayım bir kenara bırakılayım da Muhammed'e vahy gelsin, Nasıl olur? Sakif kabilesinden Umeyr oğlu Amr oğlu Ebu Mes'ud, sakif kabilesinin başkanı olsun da, o da bir kenara brakılsın? Biz ikimiz bu iki şehrin (Mekke ve Taif) başkanlanyız" 197 demiştir. Bu cümleler de bize o devir insanının kişilik ve ruh yapısı hakkında ipuçları vermekte ve cahiliyye arabı için kişilik ve gururun ne kadar önemli olduğunu göstermektedir.

Görüldüğü gibi cahiliyye insanı doğru sözlülük, sadakat, cömertlik mertlik ve yiğitlik gibi unsurların yanında soygunculuk, kibirlilik, kendini beğenmişlik, yağmacılık gibi vasıfların bütünleştiği bir kişilik yapısına sahiptir.

,B5Kşl. Philip, K. Hitti, İslam Tarihi, c. 1, s. 143. 1961. Bedevi, 2. Deve, 3. Hurma ağacı w Ibrı Hişam, es-Sîretu'n-Nebeviyye, s.236.


K- CAHİLİYYE DÖNEMİNDE KABİLE ASABİYYETİ

İslam öncesi cahiliyye döneminde kabile teşkilatı bedevi cemiyetin temelini oluşturmaktadır. Her bir çadır bir aileyi, çadırlar topluluğu ise kavimleri meydana getirmekte idi. Aralarında akrabalık bağı bulunan kimselerin biraraya gelmeleri de kabileyi oluşturmaktaydı. Aynı kabilenin bütün azalan kendilerini aynı kandan türemiş kabul ederler ve kabilenin en yaşlısı olmak üzere sadece bir tek başkana bağlı kalırlardı, ister farazi olsun isterse gerçek olsun kan akrabalığı, kabile teşkilat ve yapısında birleştirici bir rol oynamakta idi. 198 Dolayısıyle kabilenin ruhunu asabiyyet oluşturmakta idi. Asabiyyet ise kabile ve kabile mensuplanna hudutsuz ve şartsız bir sadâkat göstermek ve umumiyetle şiddetli bir tutku ile şovenizme varan bir yakınlık ve bir bağlılık ile ilgili idi.199

Kabileler arası dayanışma, kabilecilik düzeninin devamı için belki çöl şartlarında bir zorunluluktu. Bedevi arap hem tabiat kuvvetlerine hem de hasımlanna karşı mücadele etmek durumunda idi. Bu mücadelesini başarı ile sürdürebilmesi için de başkalarının yardımına özellikle mensubu bulunduğu kabilenin himayesine muhtaçtı. Ayrıca toplumda görülen kabileler arası savaşlar ve kan davası gibi olaylar da cahiliyye döneminde kabile dayanışmasını200 ve özellikle asabiyyet ruhunu geliştirmiştir. Zaten cahiliyye dönemini gözönüne getirdiğimizde kavimlerin kuvvet ve kudret kazanmaları ancak nesep bağı ile birbirlerine bağlanmaları veyahut buna benzer müşterek bir bağ sayesinde olabilirdi.201 Toplulukları birbirine bağlayacak olan bu bağ da toplumlann yapılarına göre farklılık arzetmektedir. Bazı toplumlarda yurt birliği, bazılarında din birliği, bazılarında ise nesep birliği ve dil birliği gibi birleştirici bağlar olabilir. Bilindiği gibi cahiliyye dönemi arap toplumunda özellikle bedevilerin sabit vatanları yoktu. İslamiyyetten evvel onları birleştiren dinleri de yoktu. Durum böyle olunca onları birleştirici nesep ve lisandan başka bir bağa da malik değillerdi.202 Zaten bu ikisini birbirinden ayrı kabul etmek te zordur. İşte bu sebebe binaen araplar nesep bağına

mKşL Philip K. Hitti, İslam Tarihi, c.1 ,s.49.

,99Kşl. Phlip K. Hitti, a.g.e, c.1 ,s.51.

200Kşl. Sabri Hizmetli, İslam Tarihi, s.71.

201 Kşl. Ibn Haldun, Mukaddime, c.1, s. 17.

202Kşl. Corci Zeydan, İslam Medeniyeti Tarihi, c.l V, s. 17.


çok önem vererek onunla iftihar etmişler, uzayıp giden harikulade nesep şecerelerinden son derece hoşlanmışlar ve genellikle bunu Hazreti Adem'e kadar da götürmüşlerdir. Sosyal şartların getirdiği bir sonuç olarak ta nesep bağına hiç bir toplum araplar kadar bağlı olmamış ve nesep konusunu ilim derecesine de çıkarmamıştır.203

Cahiliyye döneminde kabile asabiyyetine bu derece bağlanan arap toplumunun bu ruh ve duygudan sıyrılması kolay olmamış hatta Hz.  Peygamber döneminde bile etkilerine rastlanmıştır. Mesela, Hudeybiye sulhu öncesinde Hz.  Peygamber Kureyş'e Hz.  Ömer'i elçi olarak göndermek istemişti. Hz. ömer ise kendi kabilesinden kendisini koruyacak kimsenin olmadığını öne sürerek bu görevi kabul etmedi ve Hz.  Osman’ın bu görevi daha rahat yerine getirebileceğini söyledi. Buna sebep te Kureyş'in ileri gelenlerinin Beni Ümeyye'den olması idi. Akrabalık bağlarının önemli olduğu bir cemiyette bu keyfiyet Hz.  Osman'a can güvenliği sağlamakta idi.204

Cahiliyye döneminde asabiyyetin bir sonucu olarak, Hicaz'da güçlü bir

kabilenin ferdi olmak, öteki kabilelere karşı öğünmeyi sağlıyordu. Mekke'de

Kureyş kabilesi, Taifte Sakifliler, Medine'de Evs ve Hazrec kabileleri bu

durumdaydılar.205 İşte güçlü bir kabilenin mensubu olmanın insana üstünlük ve

gurur sağladığı bir toplumda fert, şüphesiz kendisine üstünlük sağlayan kabilesine

aşırı derecede bağlanacaktır. Onun için gerekirse öldürecek ve hatta ölecektir.

İslamdan önce bütün araplarca kutsal sayılan Kabe'nin Mekke'de bulunuşu,

burayı ve Kureyş kabileler topluluğundan oluşan halkını diğer araplar arasında

üstün bir duruma getirmişti.206 Bu duruma güvenen Kureyşliler birbirlerine şöyle

demek suretiyle kendilerini diğer araplar karşısında üstün görmüşlerdir. "Biz,

Hz. İbrahim'in soyundan gelen kutlu yerin halkı olan, Kabeye hizmet ve himaye

eden ve Mekke'de barınan kimseleriz. Bunun için hiçbir arap kabilesi bizim bu hak

ettiğimiz şeref mertebesine ulaşamaz. Bütün araplar bize tanıdıkları saygı ve itibarı

başka hiç bir kabileye tanımazlar." 207 Bu cümleler de gösteriyor ki Mekke’liler tüm

203Kşl. Mustafa Kılıçlı, Arap Edebiyatında Şuûbiyye, s. 29.

204Kşl. Ahmet Akbulut, Sahabe Devri Siyasi Hadiselerinin Kelami Problemlere Etkileri, s. 40, İstanbul, 1992.

205Kşl. Neşet Çağatay, İslam öncesi Arap Tarihi ve Cahiliyye Çağı, s. 101.

206       Kşl. Neşet Çağatay, İslam Öncesi Arap Tarihi ve Cahiliyye Çağı, s. 67.

207       Ibn Hişam, es-Sfretu'n-NebevIyye, s. 123.

araplann itibar ettikleri Kabe'den dolayı ve Kabe'ye kendi hizmetlerinden dolayı kendilerine üstünlük atfetmekte ve bu üstünlüğü kabilenin ortak değeri olarak kabul etmektedirler. Bu değerler kabileyi birleştirmekte ve asabiyyet dediğimiz duygunun gelişmesine de zemin hazırlamaktadır.

Cahiliyye dönemi arap toplumunda toplumun ruhunu oluşturan kabile asabiyyetinin, değindiğimiz gibi Hz.  peygamber döneminde de tam olarak ortadan kalktığı söylenmese de, belki zayıflamış hatta kendini gizlemiş olduğu düşünülebilir. Nitekim, bu asabiyyet duygusu fırsatını bulduğunda gün yüzüne çıkmaktan kaçınmamıştır. Hz. Peygamber döneminde bu konu ile ilgili meydana gelen olayları Hz. Peygamber düzeltme yoluna gitmiş fakat O'ndan sonra O'nun yerini tutacak kimse bulunmadığı için meydana gelen olaylar örtülmemiş hatta daha belirgin bir şekilde gün yüzüne çıkmıştır. Bu konu ile ilgili örneklerimizi ve daha geniş izahatlarımızı çalışmamızın ilerleyen safhalarında vermeye çalışacağız. Orada da görülecektir ki cahiliyye dönemine ait bir kültür parçası olan kabile asabiyyeti müslümanlann bölünmelerine ve bunun sonucu olarak ta itikadi fırkaların ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır.

UCAHİLİYYE DÖNEMİ TOPLUMUNDA BAZI ÖRF VE ADETLER

Bir toplumun sosyal yapısını ve psikolojisini değerlendirebilmek için o toplumun bazı âdet ve geleneklerini tanımak gerekir. Cahiliyye toplumunu da yakından tanıyarak değerlendirebilmek için belli başlı örf, âdet ve geleneklerine kısaca da olsa göz atmamız gerektiği kanaatindeyiz

Bu âdet ve geleneklerin bir kısmı şunlardır:

Iİçki:      İçki kelimesi için arapçada daha çok "Hamr" kelimesi

kullanılmaktadır. Lügatte Hamr; örtmek, gizlemek 208 gibi manalarda kullanılmakla beraber, "çiğ üzüm şırasından üretilmiş ve köpüğünü atmış olan şaraba isim":09olmuştur. İçkiye belki de örtmek, gizlemek manasında "Hamr" denilmesinin sebebi, sarhoşluk verdiği için aklî düşünceyi dümûra uğratması ve düşünce fonksiyonlarını kişiye kullandırtmaması sebebiyledir. 210 Çünkü bilinmektedir ki 208 Üneys, Muntasır, Mu'cemü'l-vasit, c.1, s.255.

m Mııhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, c.2, s. 761, İstanbul, 1979.

sarhoş kişi mantık kuralları içerisinde düşünememekte dolayısıyla aklî yeteneklerini sarhoşluk sebebiyle kapatmakta, gizlemektedir. Düşünce fonksiyonlarını işlemez hale getirdiği için kişinin, Allah'ı ve ahireti unutmasına ve dolayısıyla onlardan uzaklaşmasına vesile olmaktadır.

İslamm ilk günlerinde henüz içki yasak edilmemiş olmakla beraber Medine'ye hicretten sonra, kısmî merhalelerle yasaklanmıştır.2" Sahabeden Enes b. Malik'in bu konu ile ilgili olarak bir anısı da vardır. Enes b. Malik olayı şöyle anlatmaktadır. "Ebu Ubeyde b. Cerrah, Ebu Talha ve Ubey b. Kâb'a hurmadan yapılmış içki dağıtıyordum. O zaman zarfında biri geldi, "şarap testisini kır" deyince hemen kalkıp havanı aldım, şarap testisine vurdum, testi parçalandı."212 Bu örnekteki gibi, içki yasak edilince müslümanların içkiye cephe aldığı ve ellerinde bulunan içkileri sokaklara döktükleri bilinmektedir.

2. A'M/mır:Araplarda "Meysir" denen kumar, ortaya bir şey koymak suretiyle oynanan ve ortaya konulan şeyin galip gelene ait olduğu bir oyundur. Araplar için de bu oyunda galip gelmek şeref ve övünç vesilesi olurdu.213

Ayrıca cahiliyye arabına göre meysir, kumara konu olmak üzere ortaya konan deveye de ad olarak verilirdi. Devenin eti dikkatli bir şekilde parçalanırken hakem kurulu oluşturulur ve bu kurula "Yasirun"adı verilirdi. Bu oyunun oynanma şekli şu şekilde anlatılmaktadır: "Meysir oyunu, hübel putu önünde çekilen on okla oynanırdı. Bu oklara da "kıdah" denirdi. Bu on oktan herbirinin ayrı ayrı adı olup yedi tanesinin üzerine birine bir çizik, İkincisine iki çizik, üçüncüsüne üç çizik...olmak üzere çizgiler çizilir ki bu çizgiler her okun sahibine kazandıracağı deve eti hissesini gösterirdi. Üç oka hiç bir çizik çizilmez bunlar kimin hissesine düşerse hiçbir şey kazanamazdı. Oyuna katılmak için on kişi bulunamazsa, bulunanlar ikişer üçer ok alarak oynarlardı. Bu iş için, parası oyundan sonra verilmek üzere bir deve satın alınır. Bu deveyi kesip etini, okların üzerindeki çizgiler toplamı kadar yani yirmisekiz parçaya bölerler. Bu oyun genel olarak gece oynanır, ateşler yakılır, okları çekmek için özel kimseler getirilir ki bu kimseye "el-Hurde" derlerdi. Okların çizgilerini yoklayarak fark edemesin diye bu ok çeken

2,0 Kşl.MuhammedHamdi Yazır,Hak Dini Kur’an Dili, c.2, s.761.

211 Kşl. Muhammed Hamdi Yazır,a.g.e, c.ll, s. 764.

2,2 Muvatta, Sünen, Üşribe, c.ll, s. 845.

2'3Kşl. Neşet Çağatay,İslam Öncesi Arap Tarihi ve Cahiliyye Çağı, s. 140.

adamın elini bez veya deri parçasıyla sararlardı.. Bu adam okları birer birer çeker ve bakmadan, arkasında duran kontrolcüye verirdi ki bu kontrolcüye "Rakiyb" derlerdi. Bu kontrolcü ayrılmış olan parçalardan payını alırdı."214

Cahiliyye döneminde bunun haricinde "Nerd" adı verilen tavla, satranç, vesaire türü oyunlarla da kumar oynanırdı. Hatta piyango tarzında bir kumarları vardı ki bununla oynamayı hayır bile sayarlar ve kazanınca onunla övünürlerdi,2l5tıpkı içkiyi çok içmede olduğu gibi. Çok içmeyi nasıl bir şeref sayıyorlarsa kumarda yenmeyi de öyle şeref vesilesi sayıyor ve kumar oynamasını bilmeyeni de ayıplıyorlardı.216

Kumar, Maide Suresi 90. ayet nazil olduğunda yasaklanmış ve müslümanların bundan uzak durması istenmiştir. Maide 90. ayetle Cenab-ı Hak kuman şu sözlerle yasaklamıştır: "Ey İnananlar! İçki, Kumar, Putlar ve Fal Oklan şüphesiz şeytan işi pisliklerdir, bunlardan kaçının ki saadete eresiniz.."

3. ölii Gömme Adeti: Cahiliyye arapları tek bir inançta birleşmedikleri için ölü gömme merasimleri birbirlerinden farklı olabiliyordu, öldükten sonra dirilmeye inanan217 insanlann defn merasimleri de şu şekilde anlatılmaktadır: "ölülerini yıkayıp kefenlerler ve üzerine dua okurlardı, ölü tabuta konduğu vakit yakın akrabasının en büyüğü kalkar onun iyiliklerini sayar, ondan sonra gömerek "Tanrı rahmet etsin" derdi. Bu güya bir nevi cenaze namazı idi. Bundan sonra ölenin mezarı yanına bir deve getirirler deveyi orada sabitlemek amacıyle olsa gerekki devenin başını, sırtından arkasına veya göğsünden karnına doğru bağlarlar, boynuna bir halka takarlar ve onu ölünceye kadar mezarın yanında bu durumda brakırlar veya mezara gömerlerdi."218 Ayrıca yine cahiliyye döneminde ölen kişinin vasiyyeti varsa yerine getirilirdi. Nitekim vasiyyet üzerine araplann sevdikleri eşyanın mezara gömüldüğü de bilinmektedir.219

2U Neşet Çağatay,İslam Öncesi Arap Tarihi ve Cahiliyye Çağı ,s. 140; Imriu't-Kays, Muallegât-ı Seb'a, s.22.

215Kşl. Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, c.ll, s. 764.

216 KşL,Ramazan Altıntaş, Bütün Yönleriyle Cahiliyye, s. 139.

217Kşl.Ebu Cafer Muhammed b. Ümeyye b. Amrb. el-Haşimi el-Bağdadî, Kitabu'l-Muhabber, s.322,323, Beyrut, Trz.

218 Neşet Çağatay,İslam öncesi Arap Tarihi ve Cahiliyye Çağı, s. 138.

2,9 Şehnstani, el-Milel ve'n-Nihal, c.ll, s.687.

Cahiliyye toplumunda başka bir gurup da ruhun tenasühüne inanmakta idi. Bu insanlar ölenlerin cesedinden her yüz yılda bir kuş hasıl olduğunu ve her ölüden hasıl olan bu kuşların, ölünün mezarının başucuna geleceğine inanırlardı.

Cahiliyye döneminde insanlar cenazeyi kabire taşırken üzerlerindeki kıyafetlerini çıkarırlar ve iç çamaşırlarıyla yürürlerdi. Rasulullah (S A V) bir cenazede böyle yapanları görünce, "Yoksa siz cahiliyye devri fiilini mi yapıyorsunuz? Yoksa bunu yapmakla onlara mı benzemeye çalışıyorsunuz?" buyurdu. Bunun üzerine sahabe elbiselerini üzerlerine alarak yürümeye başladı ve bir daha aynı hareketi tekrar etmediler.220

4.                Diş Atma Adeti: Cahiliyye döneminde çocukların dişleri çıktıkça, çıkan dişleri baş ve şehadet parmaklan arasına alırlar "Bundan daha güzeliyle değiştir" diyerek güneşe doğru fırlatırlar ve böylece yeni gelecek dişlerin daha sağlam olacağına ve çocuklar yaşadıkça diş ağnsı çekmeyeceklerine inanırlardı.221

Cahiliyye dönemine ait adet ve geleneklerin sayısını arttırmak ve bu konularla ilgili çok daha geniş bilgiler verebilmek mümkündür. Bizim için bu kadan, toplumun genel yapısı hakkında bir fikir verebileceği için yeterli olacağı kanaatindeyiz. Fakat cahiliyye âdetlerinin bir değerlendirmesini yapmadan da geçemeyeceğiz. Acaba bizim değindiğimiz ve değinmediğimiz bütün âdetler, gelenekler islami dönemde tamamen ortadan kalkmış mıdır? sorusunun cevabını çalışmamızın gerekli yerlerinde zikretmiş olsak da bizim açımızdan ehemmiyeti haizdir. Acaba bu âdet ve geleneklerin tamamen ortadan kalkması mümkün müdür? İşte bu soruya Philip K. Hitti; müspet cevap verememekte ve şöyle söylemektedir: "Umumiyetle fikir ve düşüncelerin tamamen ortadan kaldırılması çok zordur, bir kimsenin çıkıp geçmişte olup bitenleri bir veto ile bir anda toptan ortadan kaldırması hayli zorluklar taşıyan bir husustur." 222 Bu cümle de bize gösteriyor ki İslamiyetle birlikte cahiliyye âdetlerinin tamamen ortadan kaldırılabilmiş olması zordur. Zaten Hz. Peygamber de cahiliyye dönemine ait âdetleri tamamen reddetmediği gibi, Islamın temel hükümlerine aykırı olmayan bazı hususları kabul etmiştir. O'nun bir sahabiye şöyle dediği rivayet edilir: "Ey Saib!

220     Ibn Mace Sünen, Cenaiz bahsi, Bölüm, 17,c. 1, s.476, İstanbul, 1981.

221     Kşl. Neşet Çağatay, İslam öncesi Arap Tarihi ve Cahiliyye Çağı, s. 139; Imriu'l-Kays, Muallegât-ı Seb'a, s.35.

222     Philip K. Hitti, İslam Tarihi, c. 1, s. 132.

Cahiliyye çağında yaptığın faziletli şeylere İslam devrinde de devam et." [50] Ayrıca Hz. Peygamberin, cahiliyye devrinde insanların hayırlı olanlarının islami dönemde de hayırlı[51]olduğunu ifade eden sözleri de aynı anlayışın izlerini taşımaktadır.

M. CAHİLİYYE DÖNEMİNDE KÜLTÜR VE İLİM Cahiliyye dönemi araplannda yerleşik hayat sürenler bulunmakla birlikte genel olarak bu devrin insanlarının bedevi hayat yaşadıklarına daha önce değinmiştik. Bu sebepten dolayıdır ki kültürleri çöl hayatının kıt imkanlarıyla sınırlıdır. Bu devir insanları genel olarak ümmî, yani okuma-yazma bilmeyen kimselerdir. Dolayısıyla ta'lim, te'lif ve tedvin gibi bizim anladığımız manada kültür hayatının özünü teşkil eden konulara eğilmemişlerdir. Zaten bunlara da pek ihtiyaç duydukları söylenemez.[52] Kültürel hayatın özünü teşkil eden konulara ihtiyaç duymamalarının sebebi olarak yukarıda değindiğimiz gibi ümmi oluşları veya okuma- yazma bilenlerin sayısının çok sınırlı [53]olması zikredilebilir.

Okuma ve yazmayı bilenlerin sayısı sınırlı da olsa araplarda bir yazı vardı ve araplar yazıyı Nebatlılar ve Süryanilerden almışlardır. Nebat yazısından nasih, Süryani yazısından da kûfı yazı ortaya çıktı. Nebat yazısını ticari yazışmalarda ve muhaberatta kullandılar. Kufi yazıyı ise kitabelerde ve dini eserlerde kullanarak bilahere geliştirdiler. İslami devirde ise arap yazısı daha gelişti, nokta ve harekeler ilave edilerek yazı olgunlaştırıldı, hatta bir sanat halini aldı. Önceleri yazı ince deriler üzerine yazılıyordu. Derilerden başka kemikler üzerine de yazılıyordu. Yazı meselesinde durum bu iken halk cahil ve yukarıda değindiğimiz gibi okuma-yazmayı da yeterince bilmiyordu. Bilindiği gibi, İslam dini müslümanlann okuma-yazma öğrenmeleri hususunda ısrarlı emir ve tavsiyelerde bulunmuştur.[54]

Cahiliyye dönemi insanı kültürel açıdan yazı ve okumaya uzak olmakla beraber şiir, hitabet, halk masalları vesaire gibi edebiyat ve güzel sanatlara fazlaca düşkündü.[55] özellikle bu devirde veciz söz söyleme ve şair olmanın bir ayrıcalık

olduğu bilinmektedir. Şairlerin daha çok çöldeki hayatın yiğitliklerini ve arapların büyük günlerini dile getirdiklerini ya da yaşamaya ilişkin bilgileri yalın deyişler halinde ifade ettiklerini gözden uzak tutmamak gerekir. 229 Elimizde bulunan Muallegât-ı Seb'a ismiyle muhafaza edilen ve o dönemin şiirlerinin toplandığı eserin de konu ile ilgisi açısından zikredilmesinde fayda vardır.

Buraya kadar izah edilenlerden arapların kültürel açıdan okuma ve yazmaya gereken önemi vermedikleri gözlense de daha sonra da izah edeceğimiz gibi onların tamamen kültürden uzak olduklarını iddia etmemiz hata olacaktır. Çünkü onlar için şiir ve şairin ayrı bir önem ve ehemmiyeti olduğu gibi, hatiplik, ediptik gibi vasıfların gözden uzak olmayacak şekilde saygınlıkları vardı.

Cahiliyye döneminde Arabistan, kültürel açıdan çok kapalı bir özellik göstermemiş hatta sınır bölgelerindeki araplar aracılığıyla veya Hıristiyan ve Yahudi etkileşimi vasıtasıyla yamancı etkilerin tesiri altına girmiştir. Bu sebepten dolayadır ki Arapların, büyük kültürlerin dışında kaldığı asla söylenemez. 230 İşte bunun içindir ki arapların kendilerine özgü bir takım ilim kültür dallan bulunmuştur. Araplarda bulunan ilim dallanndan bazılan olarak şunlan zikredebiliriz:

J.İlm-i Nücunı (Astroloji) /Genel olarak araplan yerleşik ve bedeviler olmak üzere iki gurupta incelemiştik. Bunlann büyük çoğunluğu göçebe hayat süren insanlardı. Çöl ortamında göçebe yaşayan kimseler için şüphesiz en önemli bilgi yön tayini ile ilgili olan bilgidir. Bu hususta araplann bilgilerini yıldızlar vasıtasıyla tayin eden ilme, ilm-i nücum adı verilmektedir.

Bu ilmin araplara eski Babilliler 231 ve Kaldelilerden232kaldığı rivayet edilir. Belli başlı yıldızların araplardaki adı ile Kaidelilerdeki adları birbirlerine benzerlik te arzetmektedir.233

2.Meteoroloji: Arapların Enva' ve mehabberiyye dedikleri bu ilimden maksatları yağmur ve rüzgara ait halleri tespit ile ilgili ilimdir. Araplar havanın

229     Kşl.Claude Cahen, İslamiyet, s. 14.

230     Kşl. Claude Cahen, a.g.e ,s. 15.

231     Kşl. Yaşar Kutluay, İslam ve Yahudi Mezhepleri, s. 6.

232     Kşl. Neşet Çağatay, İslam Tarihi, s. 117.

233Kşl. Corci Zeydan, İslam Medeniyeti Tarihi, c.lll, s. 21.

yağmurlu ve rüzgarlı olmasını yıldızların doğup batmasına isnad ederlerdi ki bu sebepten bu ilmi, ilm-i nücumdan bir bölüm kabul ederlerdi.234

Araplar ekseriya bulutların şekil ve renkleri ile yağmur yağıp yağmayacağım istidlâl ederlerdi. Onların inancına göre en az yağmurlu bulut beyaz renkli, ondan sonra daha çok yağmurlu kırmızı renkli, daha sonra en çok yağmurlu bulut siyah bulutlardır.

Araplar yolculuklarına da yollan ve yönleri bilmek için rüzgarlann estiği tarafları bilmeye muhtaç olduklanndan o yerleri gösterir isimler vaz' eylemişler ise de adedinde ihtilafa düşmüşlerdir. Bazılan dört, bazdan da altı çeşit rüzgar olduğunu iddia etmiştir. Estikleri yönlere göre dört çeşit rüzgar olduğunu iddia edenler Kuzeyden esene (sabâ), Batıdan esene (şimâl), Güneyden esene (days), Doğudan esene de (cenûb)rüzgarlan adını vermişlerdir. Altı çeşit olduğunu iddia edenler ise Şimalin yanında esene (nikbe), Cenub'un yanında esene de (mahve) rüzgarları demişlerdir235.

3.  İlm-i Esatir (Mitoloji): Avrupalılarca mitoloji adıyla bilinen îlm-i esâtir ve Hurâfat, astronomiden bir şube kabul edilir.[56]Esâtir, uydurma söylentiler, boş inanç ve hurâfeler bilimi demektir. Araplar, kimi yıldızları insan biçiminde tasvir edip eski Yunan tanrılarında olduğu gibi bunların birbirleriyle evlenmeleri, savaşmaları ile ilgili ve başka, üzerinde gerçekle ilgisi olmayan öyküler düzmüşlerdir.[57]Cahiliyye döneminde bu öyküleri kapsayan ilme ilm-i esâtir adı verilmektedir.

4.  Kehânet ve Arâfet: Kehanet ve Arafet bir manaya delalet eden iki lafız olup, bunları ayrı ayrı kabul ederek (kehânet)'in ilerideki işlere ve (arafet)'in de geçmiş işlere mahsus olduğunu söylemişlerdir. [58] Hangisi olursa olsun her ikisine göre de gaybı bilmek gibi bir iddia söz konusudur.[59]

Cahiliyye dönemi arapları kâhinlerin herşeyi bildiklerine, bu bilgileri onlara ruhların öğrettiğine inandıklarından araplar arasında Tann'ya tapanlar, kahinlerin

234     Kşl. Corci Zeydan, İslam Medeniyeti Tarihi, c.lll, s. 24.

235     Kşl.Corci Zeydan, a.g.e, c.lll, s.26-27.

gayble ilgili bilgileri meleklerden öğrenerek açıkladıklarına, puta tapanlar ise, putlarda birtakım ruhların bulunduğuna, bu ruhların kahinlere doğada bulunan gizli şeyleri açıklayıp öğrettiklerine inanırlardı. Araplara göre, putların içinde cinler bulunur, bu cinler kahinlerle konuşur, onlara gökte ne olup bittiğini haber verirdi.241 Kahinler için geçerli olan bütün bu özellikler Arraflar için de aynen geçerlidir. Çünkü her ikisi de aynı san'at erbabından idiler.242

Kahin ve Arraflann toplumda özel ve üstün bir mevkii vardı. Çünkü araplar rahatsız olsalar,243 bir problemle karşılaşsalar, bir anlaşmazlık meselesi olsa müracaat edecekleri kişiler gaibden haberler verdiklerini iddia eden bu insanlardır.

Daha önceden, cahiliyye dönemi araplannm kültür seviyelerinin düşük oluşuna eğitim ve öğretime yeterince önem vermeyişlerine değinmiştik. O toplumda kahin ve arraf diye tabir edilen insanların revaç bulması ve insanların müşküllerini hallettikleri için bu kapıyı imdat kapısı olarak görmesi bilimden uzak oluşun ve eğitimsizliğin bir sonucu olsa gerektir.

5.               İz Arama (Kıyafet): Araplarda kıyafet denilen bir ilim türü daha vardı ki bu da yine kehanete dahil bir ilim olarak görülüyordu. Bu ilim Kıyafetü'l-Eser ve Kıyafetü’l-Beşer olmak üzere iki gurupta inceleniyordu.244

Kıyafetü'l-Beşer; iki şahsın azası ve şekilleri arasındaki bozukluğu mukayese ile o iki şahsın nesep ve veladette bir olup olmadığını vesâir halini inceleyen ilim dalı idi. Bu ilmi bilenler iki kardeşin vücud ve organlarını inceleyerek aralarında nesep birliği olup olmadığını ortaya koyarlardı.245

Kıyafetü'l-Eser ise insan ve hayvanların toprak üzerindeki ayak izlerini takip edip tanımaya yarayan bir ilim dalı idi. Hz. Peygamber, Hz. Ebu Bekir'le beraber Mekke'den Medine'ye hicret ederken araplar onların ayak izlerini takip ederek gizlendikleri mağaranın kapısına kadar gitmişlerdi.246 Arapların bu davranışları bize bu ilimde ne kadar mâhir olduklarını göstermektedir. Hatta bu ilimle uğraşan bazı kimseler "ayak izinden, iz sahibinin genç yada yaşlı, kadın yada erkek, kız yada dul

241     Kşl.Cevad Ali, Fi Tarihi'l-Arab Kable’l-lslam, c.VI, s.46.

242     Kşl.Mes'udi, Mürûc ez-Zeheb, c.152.

243     Kşl.Corci Zeydan, İslam Medeniyeti Tarihi, c.lll, s.30,Muhammed Tevfık Ebu Ali, el-Emsâlu'l-Arabiyye ve'l-Asru'l-Cahilî, s.278, Beyrut, 1988.

244     Kşl.Corci Zeydan, a.g.e, c.lll, s.34.

245     Kşl.Şehristani, el-Milel ve’n-Nihal, c.ll, s.675.

246     Kşl.Sa'd Zeğlûli, a.g.e, s.328; Şehristani,a.g.e, c.ll, s.675.

olduğunu, hatta gebe yada normal olduğunu dahi anlarlardı.[60]

ö.İIımt'l-Ensâb: Cahiliyye döneminde soy bilimi diyebileceğimiz bir ilim olarak ilmu'l-ensabdan bahsedilebilir.Bu dönemde insanlar kendi aile veya kabilelerinin soy dizinini sözlü olarak kuşaktan kuşağa aktarıyorlardı. Bu konuda güçlü bir hafızaya sahiptiler. Bu bilime ihtiyaç duyulmasının ve gelişmesinin asıl sebebi araplardaki sosyal sınıf yapısından ve asalete olan düşkünlüklerinden[61] gelmekte idi. Araplarda köle ve mevâli gurubunun yanında asalet ve şerefe sahip olan bir hür smıfi vardı ki buna daha önce değinmiştik. Bu sınıflama san'at, ticaret, yönetim ve evlilik gibi sosyal ilişkilerde göz önünde bulundurulurdu.[62] Bunun için de herkes kendi asalet silsilesini bilmek zorunda idi. Bu sebepten dolayı cahiliyye arap toplumunda zikri geçen ilmü'l-ensab diye bir ilim doğmuş ve gelişmiştir.

Görülüyor ki cahiliyye arap toplumu diye isimlendirdiğimiz İslam öncesi toplumun sınırlı da olsa zaruri ihtiyaçlarına cevap verebilecek seviyede ilim dallan ve bu ilimlerde mâhir ilim adamlan vardı.

IL BÖLÜM

A. MEZHEP KA VRAMI VE CAHİLİYYE DÖNEMİ ARAP KÜLTÜRÜNÜN MEZHEPLERİN DOĞUŞUNA OLAN ETKİSİNİN TAHLİLİ Mezhep kelimesi lügatte Arapça ( -» '•> ) sülasi kökünden türemiş, ism-i mekan kalıbında bir kelime olup, gidilecek yer, gidilen ve uyulan yol gibi anlamlara gelmektedir.

İslam mezhepleri tarihinde siyasi ve itikadi sahadaki farklı görüşlerden kaynaklanan topluluklar için, fıkhî mezheplerle karıştırmamak amacıyla "Fırka ve Nıhle"[63] tabirleri kullanılmaktadır. Fakat fırka olarak isimlendirdiğimiz topluluklar arasındaki farklar temelde, esasta değil teferruatta olan farklılıklardır. Bu sebepten İslam düşüncesi dahilinde bulunup fırka diye tabir ettiğimiz guruplar aslında "kelâm ekolleri"nden başka şeyler değildir.[64] Bu sebeple firka tabiri bize göre maksadı hâvi olmamakla beraber, hep kullanılageldiği için biz de bunu kullanmaktayız.

Mezhep tabiri, ıstılahta; müctehid veya imam kabul edilen zatların dini açıklarken tuttukları yol ve tâbi oldukları metod [65] şeklinde açıklandığı gibi Watt, biraz farklı bir yaklaşımla mezhep kelimesini şu şekilde izah etmektedir. O'na göre, "Mezhep, bir takım siyasi, içtimai, iktisadi hadiselerin tesirlerinin, o hadiselere muhatab bir insan ile o insana uyanlardaki fikrî ve dîni tezahürüdür."[66] VVatt'ın bu tarifinin bizim konumuz olan itikadi mezheplerin durumlarını çok daha açık bir şekilde izah ettiği kanaatindeyiz. Çünkü mezhep, toplumdaki siyasi, içtimai, iktisadi hadiselerin tesirlerinin fertler üzerindeki fikrî ve dîni tezahürü olduğuna göre bu tezahürün farklı kişilik yapılarına sahip olan fertlerde farklı şekillerde meydana gelmesinden ve dolayısıyla toplumda farklı tezahürlerin görülmesinden daha tabiî bir şey olamaz. Bu sebepten dolayıdır ki, dünyanın ilk kuruluşundan bu yana

toplumsal ihtilaflar ve farklılaşmalar görülmüştür. Şehristani'ye göre de yeryüzünde ilk vukua gelen ihtilaf insanlığın henüz başlangıcı olan bir dönemde yaratılış hususundaki ihtilaftır. Yine Şehristani'ye göre bütün ihtilaflar da bu ilk ihtilaftan doğmuştur. "Adem'e secde et!" tarzındaki ilahi emir karşısında iblis kendi görüşünü esas almış, nefs ve hevâsma uyarak emre muhalefet etmiştir. Adem (A:S)'ın topraktan yaratılmasına karşılık kendisinin ateşten yaratıldığını söyleyerek büyük bir gurura kapılmış[67]böylece ilk ayrılığın çıkmasına sebep olmuştur.

Yeryüzünde meydana gelen bir çok ihtilaf türünden sadece birisi olan itikadi sahadaki ihtilafları, ayrılık sebeplerini, bunların sonuçlarını ve etkilerini İslam mezhepleri ve tarihi araştırmaktadır. Bu ilim, araştırmasını gerçekleştirirken mevcut kaynaklardan istifade etmektedir. Mevcut kaynakların böyle bir araştırma için yeterli olup olmadığı meselesi gündeme geldiğinde bunu şu şekilde izah edebilmek belki mümkün olabilir. Bilindiği gibi fırkaların doğuşunda birinci derecede insan faktörü önemlidir. İnsanın bir konu ve bir olay ile ilgili gaye ve amacını ancak o insanın kendisi bilir. Onun özel açıklamaları doğrultusunda da diğer insanlar bilebilir. Olayın kahramanı kişi eğer asıl gayesini izah etmez de farklı ve maksatlı düşünceler serdederse, gerçek gaye insanlara ulaşamaz. Dolayısı ile gerçek gaye, sebep ve amillerle ilgili bilgiler de tam açıklık ve netlikle kitaplara giremez. Bunun içindir ki, fırkaların doğuşunu araştırırken gerçek sebepleri ortaya koymakta bir zorluk söz konusudur. Bizim bu araştırmamızda da bu tür güçlüklerle karşılaşmamız mümkündür. Bu zorluğu aşabilmemiz için bizim yapabileceğimiz zahiri sebeplerdeki tezatları gözönünde bulundurarak gerçeğe yakın gibi düşündüğümüz sebebi tespit edebilmektir. Bu tespiti yaparken de hatadan hâlî olduğumuzu iddia etmemiz elbette ki mümkün değildir.

Mevcut kaynaklar ışığında, islami dönemde müslümanlar arasında meydana gelen ihtilafları İslam toplumu açısından iki kategoride ele almamız mümkündür. Bunların ilki İslam toplumunu parçalamayan ve onları birbirlerine düşürmeyen ihtilaflardır 5ki buna örnek olarak daha çok fıkhı konulardaki ihtilafları gösterebiliriz. Bilindiği gibi fıkhî konularda İslam alimlerinin birbirlerine karşı farklı fikirleri ve ictihadlan olmuş ta olsa, bu fikir ihtilafı müslümanlan parçalayacak düzeylere ulaşmamış, başka bir ifade ile fikhî ayrılıklardan veya farklı fikhî görüşlerden dolayı müslümanlar birbirlerini töhmet altında bırakmamışlar, birbirleriyle fikre karşı fikirle mücadele etmişler, kılıça veya kaba kuvvete başvurmamışlardır.

Müslümanlar arasında meydana gelen ihtilaf türlerinden İkincisi, İslam toplumunu parçalayan onun birlik ve beraberliğine gölge düşüren, itikadi bir çehreye bürünüp aslında siyasi olan ihtilaflardır.256 İslam toplumunda problem olan ve İslam toplumunun başının ağrımasına sebep olan ihtilaflar da bu türden olanlardır. İtikadi sahadaki farklı ekollerin zuhuruna sebep teşkil eden ihtilaflar da yine genel manada bu türdendir. Bu türden olan ihtilafların temelinde de asıl teşkil eden iki sebep bulunmaktadır. Bunlardan ilki; cahiliyye dönemi arap kültüründen kaynaklanan sebeplerdir.

İhtilaf sebeplerinin temellerini İslam öncesi cahiliyye kültürüne dayandırdığımız zaman "Acaba Hz. Peygamber’le beraber insanlığa sunulan İslamiyet, cahiliyye kültürünün bütün öğelerini ortadan kaldırmamış mıdır?" gibi bir soru akla gelebilmektedir. Biz bu soruya daha önce cevap vermiştik fakat konu bütünlüğü açısından burada da bu soruyu ele almamızın faydalı olacağı kanaatindeyiz. Buna göre, bu soruya müspet cevap verebilmek pek mümkün gözükmemektedir. Çünkü Philip K. Hitti'nin de işaret ettiği gibi; "Umumiyetle insanlarca kabul görmüş fikir ve düşüncelerin tamamen ortadan kaldırılmaları çok zordur. Bir kimsenin çıkıp geçmişte olup bitenleri bir veto ile bir anda ortadan kaldırması hayli zorluklar taşıyan bir husustur".257

Nitekim Hz. Peygamber devrinde de cahiliyye devri kültürünün bazı uzantıları canlılığını korumaya devam etmiştir. Hz. Peygamber bu türden fikir ve adetlerin yanlışlığını ortaya koymaya çalışmış bu tür hatalara ileride de düşmemeleri için müslümanlara uyanlarda bulunmuştur. Nitekim bu konuya örnek olabilecek nitelikte şöyle bir rivayette de bulunulmaktadır. "Bir zamanlar düşman iki kabile iken Hz. Peygamber'in önderliğinde güçlü sevgi bağlarıyla birbirine bağlanmış olan Evs ve Hazrec kabilesinden bazı kimseler dostane bir şekilde sohbet ettikleri sırada,

256     Kşl.M.Ebu Zehra, Islamda Siyasi İtikadi Mezhepler Tarihi,s. 14.

257     Philip K. Hitti, İslam Tarihi, c. 1 ,s. 132.

müslümanların birlik ve beraberliğini kıskanan bir Yahudi, iki kabilenin eski rekabetlerini hatırlatan bir takım şiirler okuyarak onları tahrik etmişti. Bu esnada eski duygulan kabaran müslümanlar birbirleriyle mücadeleye başlamışlar, hatta silaha sanlarak dövüşmek üzere harekete geçmişlerdi ki, bundan haberdar olan HzPeygamber hemen kendilerine şu şekilde hitab etmiştir: "Ey müslüman topluluk! Allah'tan korkun! Ben aranızda bulunuyorken, Allah sizi İslama kavuşturmuş, onunla müşerref kılmış, cahiliyye zihniyetinden kurtarmış, küfürden uzaklaştırmış ve sizi birbirinize dost kılmışken nasıl oluyor da yine cahiliyye davasıyla birbirinize düşebiliyorsunuz?"258

Bu olayda da görüldüğü gibi, islamiyetin gelişiyle ortadan kalktı gibi gözüken cahiliyyedönemi rekabet anlayışı üzeri küllenmiş te olsa hafızalarda canlılıklarını muhafaza etmektedir. İslam toplumunda kasıtlı olarak huzursuzluk çıkarmak isteyen kimselerin de en büyük sermayelerinin hafızalardaki bu cahiliyye dönemi hissiyatı ile o dönem kültür kalıntılarının olduğunu görmekteyiz, özellikle Sıffın savaşı ve Hakem olayında bunun daha açık bir şekilde İslam toplumunda görüldüğüne ve kapanması zor yaralar açtığına şahit olmaktayız.

Cahiliyye dönemi arap kültürünün ve bu kültürün bir parçası olan kabilecilik ruhu ve anlayışının toplumsal ayrılıklara ve fırkalaşmalara nasıl sebebiyet verdiğini gelişen olayların tarihi seyri içinde görmemiz mümkündür. Cahiliyye döneminde kabilecilik anlayışını tahlil edebilmemiz açısından İbn Haldun'un şu cümleleri önem arzetmektedir: "Üstün gelmeye (muzaffer olmaya) başkan olmaya yeltenme kişilerin tabiatındandır... Kalpler başkanlık tamahına kapılır. Her gurup kendisinin ulu adamını ileri sürer." 259 İbn Haldun burada, insanların yükselme arzularının fıtratlarında olduğuna işaret etmekte ve kabile mensuplarının da kabile reislerini devlet başkanı olarak görmek isteyebileceklerine işaret etmektedir. Kabilelerdeki bu istek ve arzunun itikadi görünüşlü siyasi fırkaların doğmasında önemli bir rolü olduğunu düşünceden uzak tutmamak gerekmektedir.

Çalışmamızın önceki kısımlarında da ifade etmeye çalıştığımız gibi, cahiliyye kültürü insanların, kabileleri için yaşamalarını gerektirmektedir. Hayatın aslı kabilenin muhafazasıdır. Onlarda bugünkü manada devlet otoritesinden ve merkezi

758     T.D. V.İslam Ansiklopedisi, "Cahiliyye” mad. (Yazan.Mustafa Fayda)c.VII,s.18.

759     İbn Haldun, Mukaddime ,c.ll, s. 312.

yönetim sisteminden bahsedebilmek pek mümkün değildir. O günkü toplumlarda bunun yerine birkaç aileden oluşan bugünkü manada sülale diyebileceğimiz önceden de zikri geçen kabileler vardır. Yönetim, kabile idaresine dayanmakla beraber kabilenin sorumlusu ve yöneticisi de kabile reisidir

Cahiliyye dönemi insanının bütün varlığını etkisi altında bulunduran kabilecilik ruhu onun şeref ve itibarının da belirleyicisidir. Hatta onlara göre kişinin kabilesini korumak amacıyla başka kabilelerden öldürmüş olduğu insan sayısı, o kişinin toplumsal itibarının en bariz göstergesidir. İşte İslam toplumunda farklılaşmalara ve ayrılıklara sebep olan ihtilafların başında bu duygu ve bu kabile anlayışı yatmaktadır. Bu konuyu daha geniş ve daha müşahhas bir şekilde yeri geldikçe izah etmeye ve delillendirmeye çalışacağız.

İslamiyetin gelmesiyle "cahiliyye devri" diye tabir ettiğimiz dönemin kültürel bütün özelliklerinin yok olmasının mümkün olmadığına önceden değindiğimiz için tekrar değinmemize gerek olmadığı kanaatindeyiz.

İtikadi fırkaların doğmasına sebep teşkil eden diğer bir amil de her zaman ve zeminde her fertte bilkuvve halinde bulunan makam, mevki arzusu ve yükselme hırsı, başka bir deyişle insanların siyasete olan düşkünlükleri ve bunun yanında kin, intikam ve nefret gibi beşerî duygularıdır. Takdir edilirki, başa geçmek, baş olmak, lider olmak ve bağımsız olmak gibi duygular insanın tabiatında vardır.260 Bu duygu, fertlerin ve dolayısıyla fertlerin idare ettiği toplumlann tekâmülü için zorunludur. Bu duygunun kullanım amacı ve biçimine göre insanlığa faydalı veya zararlı olması da mümkündür. Meşru şartlar içerisinde olgun düşüncelerle bu duyguya yön verildiği takdirde faydalanılması mümkün iken, meşru şartlar dahilinde dizginlenmediği takdirde zararının görülmesi muhtemeldir. Nitekim mezhepler tarihi açısından da değerlendirdiğimiz zaman görmekteyiz ki, bu duygu meşru şartlarda insanlığın faydası için değil de, insanın nefsini tatmin için kullanıldığı şart ve zamanlarda toplumlann çeşitli problemlerle ve sorunlarla karşı karşıya kalmalarına sebep olmuştur. Toplumsal birlik ve bütünlüğe gölge düşürmüştür. Hatta, ikisi de aynı inanca sahip olduğu halde birbirlerine düşman toplulukların zuhuruna sebebiyet vermiştir.

m Kşl. Ahmet Akbulut, Sahabe Devri Siyasi Hadiselerinin Kelami Problemlere Etkileri, s. 86.

İslam toplumunun ilk dönemlerinde zuhur eden Sakifetü Beni Saide olayı, Cemel ve Sıffin savaşı gibi olaylar ve bunlann sebepleri arasındaki cahiliyye kültürünün kalıntılarını çalışmamızın daha sonraki safhalarında ele alacağız. Fakat burada da bu konulara değinmemizin konu ile ilgili bir altyapı oluşturacağı düşüncesiyle uygun olacağı kanaatindeyiz.

İslam toplumunun ilk siyasi mücadelesi durumunda bulunan "Sakifetü Beni Saide" diye isimlendirdiğimiz olayı gözönünde bulundurduğumuzda itikadi fırkaların ortaya çıkmasında sebep olarak zikrettiğimiz temel iki maddenin izlerini görmek mümkündür. Nitekim Hz. Peygamber'in vücudu henüz defnedilmeden ensar'ın toplanıp kendi başlarına halife seçme gayreti içinde olmasını, kabile taassubunun farklı bir şekilde tezahürü olan "Ensar ve Muhacir arasındaki üstünlük duygusu" haricinde bir şeyle izah edebilmemiz pek mümkün gözükmemektedir. Yine, Hz. Ebu Bekir ve özellikle Hz. ömer'in konuşmalarını değerlendirdiğimizde kabile üstünlüğü konusunun açıkça işlendiğine şahit olmaktayız. 261 Evs kabilesinin reisi Beşir b. Sa'd'ın muhacirlerden bile önce davranarak Hz. Ebu Bekir'e beyat etmesini 262 yine kabile asabiyyeti duygusu haricinde değerlendirmemizin pek isabetli olamayacağı kanaatini taşımaktayız. Görülüyor ki Sakifetü Beni Saide olayında cahiliyye dönemi arap kültürünün uzantısı olan kabilecilik ruhu ve kabile asabiyyetinin açık izlerini görmek mümkündür.Buna benzer bir takım izleri cemel vak'asında da görmemiz mümkündür. Nitekim yönetimi zamanında Hz. Osman'ı sert bir şekilde eleştiren Hz. Aişe 263, Hz.  Ali halife olunca Talha ve Zübeyr’in264 de tesiri ve birlikteliği ile beraber Hz.  Osman'ın hamisi gibi davranmış, üçü beraber Hz. Osman'ın hakkını arama gayretlerine girişmiş gözükerek müslümanlar arasında kan dökülmesine sebebiyet vermişlerdir.

Hz. Aişe,265 Talha ve Zübeyr'den266 üçünün de Hz. Osman'ın hilafeti dönemindeki uygulamalarından dolayı ona karşı oldukları bilinmektedir. Buna

261     Kşl.Ebi Cafer Muhammed Taberi,Tarih-i Taberi, Tahk: Muhammed Ebu'l-Fadl c.lll, s.220, Mısır, 1960.

262     Kşl.Taberi,a.g.e, c.lll, s.221.

263     Geniş bilgi için bkz: İrfan Ayçan, Saltanata Giden Yolda Muaviye bin Ebi Süfyan, s. 117, Ankara, 1990.

264     Kşl.Akbulut,Ahmet,Sahabe Devri Siyasi Hadiselerinin Kelami Problemlere Etkileri, s.217.

265     Kşl.Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, c.l, s. 500.

266     Kşl. Ahmet Akbulut, Sahabe Devri Siyasi Hadiselerinin Kelami Problemlere Etkileri, s. 186.

rağmen Hz.  Ali halife olunca hep beraber Hz.  Osman'ı savunma durumuna geçmeleri dikkat çekicidir.

Hz. Aişe'nin tavırları açısından Hz. Osman'ın şehid edilmesinden önceki ve sonraki dönemleri içindeki tezatlığm sebebinin Hz. Ali'ye karşı soğuk duygular beslemesinden kaynaklanabileceğini elimizdeki bilgiler ışığında düşünmekteyiz. Kanaatimize göre Hz.  Aişe, Hz. Ali'ye karşı beslediği soğuk duyguyu doğrudan doğruya açığa vuramamış, bu duygusunu daha meşru sebeplere bürümeye çalışmış olduğu akla gelebilir. Bunun neticesinde de, birbirine tezat görünen davranışlar içerisine girmiştir. Hz.  Ali'ye karşı bu soğukluğunun sebebinin de Ifk hadisesi diye bilinen olayla irtibatlı olabileceği düşünülebilir. Bilindiği gibi ifk olayında Hz. Ali, Hz. Peygamber'e(salla’llâhü aleyhi ve sellem): "Ey Allah'ın Elçisi, kadınlar çoktur, yerine başkasını almaya gücün de yeter" [68] demiş bu da Hz. Aişe'yi incitmiştir. Bu olaydan doğduğu sanılan soğukluk duygusu Hz. Ali halife oluncaya kadar kendini muhafaza etmiş ve iki tarafin da isteği dışında Cemel Vak’ası diye bilinen olayın zuhuruna sebebiyet verilmiş olabileceği düşünülür. Fakat yine de Hz.  Aişe bir kadındır. Savaş gibi bir olaydan sadece onu sorumlu tutmak elbette ki isabetli bir davranış olamaz. Belki, Onun hakkında uygunsuz olarak düşünülebilecek hareketi Hz. Talha ve Zübeyrin yanında yeralarak İslam toplumunda ayrı bir cephe açılmasına katkıda bulunmuş olmasıdır şeklinde bir düşünce makul karşılanabilir.

Hz. Talha ve Zübeyr'in davranışlarına gelince bunlar Hz. Ali halife olunca O'ndan Basra ve Küfe valiliklerini[69] istiyorlardı. Bu isteklerine müspet cevap bulamamış olan Hz. Talha ve Zübeyr sözlerinin geri kalmasına, isteklerinin yerine gelmemesine üzülmüş ve Hz.  Ali'den uzaklaşmışlar. Bunun neticesinde de Mekke'ye gelerek Hz. Aişe'yi de yanlarına almışlar böylece halife karşısında yeni bir topluluğun zuhuruna sebebiyet vermişlerdir. İşte bunun sonucunda da, sebebiyet verenler tarafından bile hiç hoş karşılanmayan fakat kendileri tarafından da önlenemeyen bir olay olan Cemel Vak'ası vukua gelmiştir.

İtikadi fırkaların doğmasına belli bir zemin hazırlayan Cemel Vak'ası, mevcut bilgilerimiz ışığında, cahiliyye dönemi arap kültüründen ziyade bahsini yaptığımız insanların şahsî ihtiraslarından kaynaklanmaktadır, şeklinde bir görüş ileri sürülebilir.

İtikadı fırkaların doğuşunda dönüm noktalarından biri olarak değerlendirebileceğimiz Siftin savaşında ise bu fırkaların doğuşunda rolü olan iki temel sebebi görmek kanaatimizce mümkün olabilir. Bu iki temel sebepten biri Emevi soyunun kabile asabiyyeti, diğeri de Muaviye'nin siyasi üstünlük sağlama, liderliğe düşkün olma arzusu ve şahsi ihtirasıdır. Belki de Muaviye şahsi arzu ve isteğine ulaşabilmek için cahiliyye dönemi toplum kültürünün bir parçası olan kabile asabiyyetini kullanmış onu kendi şahsi arzularına basamak yapmış da olabilir.

Bilindiği gibi Hz. Ali halife olduğunda Muaviye Şam Valisi idi ve halife olan Hz. Ali'ye de bey'at etmemişti. Cemel Vak’asından sonra Hz. Ali ile Muaviye birlikleri arasında Sıffın savaşı diye bilinen bir olay da cereyan etmişti ki, bu savaşın sonunda 70.000 kişinin öldüğü[70] rivayet edilmektedir. Bu savaşı Hz. Ali'nin kazanması an meselesi iken Muaviye, Mısır fatihi olarak bilinen Amr b. el-As'm teklifiyle Hz. Ali tarafındaki insanların cahilliklerinden de istifade ederek Kur'an-ı Kerim'i istismar etmekten çekinmemiştir. Savaş sonunda da Hakem olayı diye bilinen olayın gerçekleşmesini sağlamıştır. Bu olayın mahiyetini idrakten aciz olan bazı kimseler, Hz. Ali'ye muhalefet ederek O'nun safından ayrılmışlardır. Bu kimselere de "Hariciler" adı verilmiştir. Böylece İslam siyasi tarihinde ilk fırka zuhur etmiştir. Bu fırkanın zuhuruna sebep, yukarıda da değindiğimiz gibi, Siftin savaşıdır. Sıffın savaşının sebebi de Muaviye'nin şahsi makam hırsı, siyasete olan düşkünlüğü ve belki de buna âlet ettiği cahiliyye dönemi arap kültürünün tesiriyle çevresindeki insanların sahip olduğu kabile asabiyyet duygusu veya Emevi sülalesi asabiyyetidir.

Görüldüğü gibi, İslam tarihinde zuhur eden ilk fırkanın ayrılma sebepleri içinde zikredilen birçok sebep arasında İslam öncesi cahiliyye dönemi arap kültürünün uzantılarını dolaylı da olsa bulmak mümkündür.

Haricilerin doğuşunu hazırlayan kabile asabiyyeti duygusunun etkisini, yine dolaylı da olsa Şia'nın doğuşunda da görebilmek mümkündür. Hz. Hasan halife olduğu halde Muaviye'nin şahsi ihtirasını görerek müslüman kanı dökülmesin diye belli şartlar dahilinde halifeliği Muaviye'ye vermiş270, Muaviye ise elde etmiş olduğu hilafet koltuğunu cahiliyye dönemindeki kabile riyaseti ile özdeşleştirme yoluna gitmiş ve bu koltuğu kendi kabilesinin çıkarlarına kullanmaktan çekinmemiştir. Hatta oğlu Yezid'i kendine Veliaht dahi ilan edebilmiştir.271 Bunun sebebini, kendi şahsi ihtirasına ulaştıktan sonra kabile asabiyyetinin de kendini göstermesi şeklinde izah etmek mümkündür. Muaviye hilafet makamını elde edebilmek için güttüğü siyasetin bir devamını hilafet makamını kendi kabile mensuplarına tahsis edebilmek için de çaba sarfetmiş, bunda da muvaffak olmuştur.

İslam Mezhepleri tarihinde Şia'nın doğuşuna zemin hazırlayan Kerbelâ ve Tevvabun hareketlerinin kaynağını Muaviye'den sonra Yezid'in, önce Veliaht daha sonra da Veliahtlıktan Halifeliğe geçmesinde aramamızın uygun olacağı kanaatindeyiz. Yezid, yine şahsi ihtiras ve asabiyyet duygusu ile olsa gerek ki hilafet makamını elden kaçırmamak için baskı yoluyla halkı kendine bey'at ettirmeye çalışmış bunun için her türlü işkenceyi yapmaktan çekinmemiş hatta Hz. Peygamber’in torunu Hz. Hüseyin'in şehit olmasına dahi sebebiyet verebilmiştir.272 En azından tarihi rivayetler bize bu bilgileri vermektedir. Yezid'in, Hz. Hüseyin'in ölümüne sebebiyet vermesi sonucunda da Şia'yı oluşturan sistemli teşkilat faaliyetlerinin ilk tezahürleri toplumda görülmeye başlanmıştır. Dolayısıyla Şia'nın doğuşunda da cahiliyye dönemi kültürünün etkilerini ve özellikle asabiyyet duygusunun rolünü ve uzantılarını görmek mümkündür.

Netice olarak diyebiliriz ki, Havaric'in zuhurunda olduğu gibi Şia'nın doğuşunda da cahiliyye dönemi kültürünün ve bu kültürün ürünü olan kabile asabiyyeti ve kabilecilik ruhunun etkisinin varlığını yukarıda da değindiğimiz veçhile görmek mümkündür.

Zikri geçen bu olaylarda dikkat edilmesi gereken diğer bir husus daha vardır ki, o da şudur. İlk müslümanlar arasında ceryan eden Sakifetü Benî Saîde toplantısı, Cemel Vak'ası, Sıffın Savaşı, Hakem Olayı ve zaman içerisinde gelişen diğer acı olaylar hatırlandığında görülecektir ki, ilk müslüman neslini oluşturan ve geriden gelenlere örnek olması beklenen insanların birbirleriyle hoş

770Kşl. Neşet Çağatay, İslam Tarihi, s. 414.

77,Kşl.Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, c.l, s.619.

777Kşl.Julies Well Hausen, Is la m iy etin İlk Devrinde Dini Siyasi Muhalefet Partileri, ÇevıProf.Dr.Fikret Işıltan, s. 14, Ankara, 1989.

karşılanamayacak mücadeleler halinde bulunmaları ve bu mücadeleleri kanlı olaylara, büyük savaşlara kadar götürmeleri dikkat çekicidir. Hatta mücadele mevzularının temelini dini inanç ve anlayışın korunması, dini değerlerin ihyâsı gibi mukaddes gayeler değil de başkalarının kanını kendi şahsî ve kabilevî menfaatlerine basamak edinmeleri, bunun sonucunda da birbirlerine düşmeleri, birbirlerine düşman olmaları daha da ilginç ve dikkat çekicidir. Çünkü İslam her yönden hoşgörü, samimiyet ve insanlık dinidir. Böyle bir din için ilk nesil olma şerefine sahip olan insanların aralarında basit menfaat çekişmeleri yüzünden savaş cepheleri oluşturacak boyutta kavgaların olması ilginçtir.

Tarih içerisinde gelişen bütün bu olaylar dikkatle tetkik edildiğinde görülecektir ki, örnek müslüman topluluğunu oluşturan bu insanların bile önceki dönem cahiliyye kültürünün etkisinde kaldıkları muhakkaktır. Çünkü daha ulvî gayeler peşinde mesai harcaması gereken insanların kendi şahısları ve eski kültürün etkisi olan kabile asabiyyetini ön plana çıkararak islamın hoş görmeyeceği düşmanlık ve hasetlik duygulan içerisinde zaman harcamalan cahiliyye kültürünün etkisinin dışında birşeyle izah edebilmek pek mümkün gözükmemektedir. Bizim çalışma alanımızı da genel hatlanyla bu konu oluşturmaktadır.

Çalışmamız içerisinde toplumlann sahip olduklan kültürlerden kopmalannın pek kolay olmadığını, toplumlann kültürlere bağlılıklarının kuvvetini ve bu kuvvetli bağı sahabe ismini verdiğimiz insanlann bile ortadan kaldıramadağmı hatta o kültürün etkisinde kaldıklarını ve bunun sonucunda da müslümanların başına kapanması zor yaralar açtıklarını bunun sonucunda da müslümanların bir çatı altında toplanamaz halde dağıldıklarını görmekteyiz. Yaşamış olduğumuz çağda dahi müslüman toplumlann birbirlerine hasetlik ve düşmanlık duyguları içerisinde bulunmalannın nedenlerini ilk dönem müslümanlarının tavır ve hareketlerinde, hatta bu tavır ve hareketlerin oluşmasını sağlayan cahiliyye kültüründe aranabileceğini iddia etmemiz, genel tarihi perspektif, objektif gözle değerlendirildiğinde daha iyi anlaşılacaktır. Zaten bizim niyet ve amacımız insanları töhmet altında bırakıp onlara karşı hakaretvâri tavırlar içerisinde bulunmak gibi süflî bir gaye içermesi mümkün değildir. Aksine halis duygularla İlmî metodlar dahilinde dönemin kritiğini yapıp, hem o dönemin gözden kaçmış olan realitesini gözler önüne sermek hem de toplum kültürünün insanları nasıl bağladığını ve etkisi altına aldığını göstermektir.

Buraya kadar anlatılanlardan iki ayrı sonuca ulaşmak da mümkündür. Bunlardan birincisi, çalışma alanımızın konusunu teşkil eden dönem baz alınarak genel prensipler dahilinde bütün zamanlara ve toplumlara hitabeden tarihin tekerrürden ibaret olup, tedbiri alındığı takdirde tekrarın görülmeyebileceği gerçeği doğrultusunda geleceğe ışık tutulabileceğidir. Bunun için de toplumlann her devir ve şartlarda gerekli hassasiyeti göstererek yeterli tedbirin her toplum tarafından alınması gerektiğidir. İkincisi ise, yirmibirinci yüzyıla girmeye hazırlandığımız şu günlerde kutsal kitabımız olan Kur'an'm beyanı doğrultusunda [71] aslında birbirleriyle kardeş olması gereken müslüman toplumlann halen farklı düşman grublan oluşturmalan gözönünde bulundurulduğunda, gerçekte olmaması gereken bu aynlığm temel sebeplerine inilip onlar arasındaki hassas noktalann tespit edilmesi bunun sonucunda da yeni ayrılıklara sebebiyet verilmemesinin sağlanmasıdır. Bu gerçekleştirildiği zaman, içinde yaşamış olduğumuz dönemde de düşman olan müslüman olan toplumlann arasındaki hassas noktalar tarihi geçmiş içerisinde tespit edilmiş olacağı için müslümanlar arasında yeni ayrılıkların doğmasına firsat verilmemesi sağlanacaktır.

HZ. EBUBEKİR VE HALİFELİK DÖNEMİ

Asıl adı Abdu'l-Kabe olan Hz. Ebu Bekir'e, müslüman olduktan sonra Rasulullah(salla’llâhü aleyhi ve sellem.) Abdullah adını vermiştir.[72] O, azaptan azad edilmiş manasına "atik"; dürüst, sadık, emin ve iffetli olduğundan dolayı da "Sıddık" lakabıyla anılmıştır. Fakat daha çok "Deve yavrusunun babası" manasına gelen "Ebu Bekir" lakabıyla meşhur olmuştur. Teym oğullan kabilesinden olan Ebu Bekir'in nesebi Mürre b. Ka'b'da Rasulullah ile birleşir. Anasının adı Ümmü'l-Hayr Selma, babasının adı da Ebu Kuhafe Osman'dır. Künyesi ise Abdullah b. Amir b. Amir. b. Murra. et-Teymîdir.[73]

Hz. Ebu Bekir kişilik olarak, sahabe arasında dürüstlük ve önder şahsiyeti ile dikkatleri üzerinde toplayan biridir. Onun olaylar karşısındaki soğuk kanlılığı muhafaza ederek, akıl ve mantığı ile hareket etmesi O'na farklı bir özellik vermektedir. Hz. Ebu Bekir bu özelliğinden dolayı müslümanlar arasında görülmesi muhtemel bir çok olayın önlenmesine sebep olmuş ve Hz. Peygamber'den sonra müslümanların birlik ve beraberliğinin tesis ve devamında büyük katkıları olmuştur. Bu konu ile ilgili kitaplarda birçok rivayetler bulmakla birlikte Hz. Peygamber'in ölümü hadisesi karşısında O’nun takındığı tavır O’nun basiret ve üstün şahsiyetini göstermesi açısından dikkatleri çekicidir. Hicretin onbirinci yılında hastalanan Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.), 13 Rebiu'l-Evvel Pazartesi günü vefat etli. O'nun vefatını duyan müslümanlar büyük bir üzüntüye kapıldılar ve ilk anda ne yapmaları gerektiğine karar veremediler. Ama O'da bir ölümlüydü. Hz. ömer,O'nun Hz. Musa gibi Rabbi ile buluşmaya gittiğini, O'nun için "öldü" diyen olursa ellerini keseceğini söylüyordu. Ebu Bekir olaydan haberdar olunca hemen olay yerine geldi ve Hz. ömer’i susturdu. Oradaki insanlara şöyle hitab etti: "Ey İnsanlar! Allah birdir, O'ndan başka ilah yoktur, Muhammed O'nun kulu ve Rasulüdür. Allah'ın varlığı apaçık hakikattir. Muhammed'e kulluk eden varsa, bilsin ki O ölmüştür. Allah'a kulluk edenlere gelince, şüphesiz Allah diri, baki ve ebedidir. Size Allah'ın şu buyruğunu hatırlatırım: "Muhammed sadece bir elçidir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi O ölür veya öldürülürse siz ökçelerinizin üzerinde geriye mi döneceksiniz? Kim ökçesi üzerinde geriye dönerse Allah'a hiç bir ziyan veremez Allah şükredenleri mükafaatlandıracaktır." [74] Allah'ın kitabı ve Rasulullahın sünnetine sarılanlar doğruyu bulur, O iksinin arasını ayıran sapıtır. Şeytan, Peygamberimizin ölümü ile sizi aldatmasın, dininizden saptırmasın. Şeytanın size ulaşmasına müsaade etmeyiniz."[75]

Hz Ebu Bekir'in basiret ve ileri görüşlülüğünü ortaya koyan bir çok rivayeti zikretmek mümkündür; fakat zikrettiğimiz bu olay O'nun basiret ve üstün kişiliğini göstermesi açısından yeterli olacağı kanaatindeyiz. Hz. Ebu Bekir'in bu üstün meziyetleri O'nun, Hz. Peygamber'den sonra ilk halife olmasını sağlamıştır. Hz. Peygamber'e yakınlığı, ihlas, takva ve güvenirliliğiyle tanınan Hz. Ebu Bekir

Sakifet-u Beni Saide’de toplanan müslümanlann rızası ile halife seçilmiş ve Rasulullah'ın halefi olma şerefine sahip olmuştur.

Hz. Peygamber’in vefat edip de hilafeti Hz. Ebu Bekir'in alması ile birlikte İslam toplumunda bazı huzursuzluklar görülmüştür. Bunların başında, Ridde olayları diye tabir edilen dinden dönme olayları, zekat vermek istemeyenlerin durumu ve yalancı peygamberler gibi birtakım hadiseler meydana geldi. Bu hadiselerin Hz. Ebu Bekir'in halife oluşuyla hemen başgöstermesinin sebebi Hz. Peygamber’in hazırlayıp ta vefatı sebebiyle bekleyen Üsame ordusunun kuzeye gönderilmiş olmasındandır, yani müslümanlann zayıf durumda olduğunu düşünen, kalpleri İslama ısnmamış fırsatçılar hemen zekat verme hususunda karşı gelmişler ve müslümanlar arasına nifak tohumlannı ekebileceklerini düşünmüşler, böylece de İslam toplumunda huzursuzluk çıkarmışlardır.Rasulullah'ın ölümü hadisesi ile birlikte Umman yöresinde "Lakid ibn Malik el-Ezdî" isimli biri peygamberlik iddiasında bulunmuştur.[76] Yine Beni Esed kabilesinin Reisi "Tuleyha b. Huveylid" ve Yemame yöresinde "Müseylime b. Habib el-Hanefî" gibi kimseler peygamberlik iddiasında bulunarak[77] müslümanlar arasına nifak tohumlannı saçmışlar ve İslam birliğini tehdit etmişlerdir.

Halife Hz. Ebu Bekir Halid b. Velid komutasında bir orduyu Tuleyha b. Huveylid üzerine göndermiş ve böylece onun bozguna uğrayarak taraflarlannın dağılmasına ve kendisinin de kaçmasını sağlamıştır. Bu sıralarda Üsame komutasındaki İslam ordusu Suriye yakınlannda bulunuyordu. Mekke ve Taif emirleri, Ebu Bekir'den aldıklan buyruk gereğince Yemen bölgesinde toplanan mürtedler üzerine yürüyüp onlan dağıtmakta idiler. İslamdan aynlanlar Abs ve Zübyan boyları Medine yöresindeki "Ebrak" adlı yere inmişler, Tuleyha 'ya bağlı olan bir topluluk ta Necd'de "Zu'l-Kassa" adlı yere konmuşlardı. Bunlar, namazları kılmak istemekle beraber zekatları vermek istemiyorlardı. Önerileri kabul edilmeyince Medine üzerine yürüdülerse de Ebu Bekir yanma toplanan müslümanlarla onları dağıttı. Bu sırada Üsame ordusu Medine'ye dönüp biraz dinlendikten sonra, ayaklanan kabileler üzerine yürüdü. Bu ordu ayaklananlarla mücadele ederek onlarla savaştı. Ayaklananların bir kısmı tekrar müslüman olurken bir kısmı savaşta öldü. Bu savaşlarla birlikte arap yarımadasındaki toplumsal huzursuzluk önlendi ve bölgede Yahudiler dışında müslüman olmayan kalmadı.280

Hz. Ebu Bekir’in hilafet dönemini diğer halifelere göre daha şanslı olarak telakki edebiliriz. Zira insanlar hala Hz. Peygamber'in öğrettiği ahlak yapısına göre hayat yaşıyorlardı. Toplumun değerini sarsacak dış etkilerin tesirleri henüz büyük oranda kendini göstermiyordu. Bunun yanında yukarıda zikrettiğimiz bazı tatsız hadiseler de yaşanmış olsa bunlar İslam toplumunu tehdit edecek kadar büyük değillerdi. Yine genellikle kalbler Hz. Peygamber üzerindeki samimiyet ve ihlası koruduğu için cahiliyye döneminde görülen sürtüşme ve rekabet durumları görülmüyordu. Bu da müslümanlann sağlıklı bir toplumda yaşamalarına sebep oluyordu. Bütün bu olumlu nedenlerden dolayı Hz Ebu Bekir dönemi sulh ve sükûn içinde geçmiş, itikadi fırkaların doğuşu ile direkt irtibatlı toplumsal hadiseler meydana gelmemiştir.

C HZ.  ÖMER VE HALİFELİK DÖNEMİ

Hz. ömer (R.A.)'in ismi "Ömer b. Hattab b. Nufeyl Ebu Hafs el-Faruk"tur. Hz Ömer'in müslüman olmadan önceki hayatı hakkında fazla bilgiye sahip değiliz. Ancak küçüklüğünde babasına ait sürülere çobanlık ettiği, sonra da ticarete başladığı bilinmektedir. Yine ayrıca cahiliyye döneminde Mekke eşrafı arasında yer aldığı ve Mekke şehir devletinin elçilik işlerini yürüttüğü de bilinmektedir. Bir savaş çıkması durumunda karşı tarafa elçi olarak gönderilir, döndüğünde de onun verdiği bilgi ve görüşler doğrultusunda hareket edilirdi. Ayrıca kabileler arasında çıkan anlaşmazlıklarda da görüşlerinin etkin rol oynadığı biline hususiyetletdendir.281

Rasulullah'ın (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) sağlığında arap yarımadasındaki insanlar islamm hakimiyetine boyun eğmişler ve müslümanlarla bütünleşmişlerdi. Bunun üzerine Rasulullah(salla’llâhü aleyhi ve sellem.) İslam tebliğinin insanlara ulaştırılmasının önünde engel teşkil eden müşrik güçlere ve özellikle Bizans İmparatorluğuna karşı askeri seferler başlatmıştı. Hz. Ebu Bekir (R.A.) Rasulullah'ın vefatından sonra ortaya çıkan Ridde hareketlerini bastırdıktan sonra Bizans hakimiyetindeki topraklara askeri akınlar

m Kşl. Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, c.l, s. 299-306.

281     Kşl.Şamil İslam Ansiklopedisi, "Ömer b.Hattab" mad. (Yazan:Ömer Tellioğlu) c.V, s. 173.


başlatmış, öte taraftan İran İmparatorluğuna karşı da askeri faaliyetlere başlamıştı.[78] Hz. Ömer'in üzerine düşen de kendi seleflerinin başlatmış olduğu bu faaliyetleri devam ettirmekti. Nitekim Hz. Ömer’de öyle yapmış, kendisinden önceki halifelerin uygulamalarının devamını sağlamış ve hilafete geçince fetihler yapmak üzere ordular hazırlamıştır.

Hz.  Ömer'in hazırladığı ordulardan biri Şam diğeri de Irak tarafı için hazırlanmıştı. Irak tarafına giden ordunun komutanı da Ebu Ubeyde İbn el-Cerrah'dı. Her iki komutan da seferleri sonucunda amaçlan olan fetihleri gerçekleştirmişler ve Hz. ömer döneminde İslam topraklannın gelişmesini sağlamışlardı. [79] Bu fetihler Hz. ömer döneminde cereyan eden ilk fetihlerdi.

Zikredilen bu fetih hadiselerinden sonra Hz.  Ömer askeri birliklerini batıya kaydırdı. Kudüs işgal altına alındı. Kudüs'ü İslam ordularına teslim etmek istemeyenler direndi iseler de sonunda müslümanlara burayı teslim ettiler. Bu arada İran taraflannda durum karışmaya başlamıştı. Hz. ömer, ordularını tekrar düzenleyerek takviye etti ve kanşıklık olan yerlerdeki huzursuzluklan kesin sonuca ulaştırmaya karar verdi. Bunun sonucunda da Übülle [80] (İran Denizi sahilinde bir yer), Medayin [81], Musul [82], Ninova [83] [84], Ermenistan 28S, İskenderiye [85] [86], İsfehan 29ü, Azerbeycan [87], Horasan [88] gibi daha bir çok yerleri fethederek İslam topraklarına kattı ve İslam topraklarını genişletti.

Bütün bunların idaresi şüphesiz büyük bir maharet ve beceriyi gerektiriyordu. Bu nedenle olsa gerek ki Hz. ömer tek başına kararlar vermiyor, şûra sistemine büyük önem veriyordu. Yönetimde ashabın ileri gelenlerinin ayrıca ensar ve muhacir başta olmak üzere halkın fikrini alıyor , [89] onların görüş ve düşünceleri doğrultusunda kararlar veriyordu.

Hz. Ömer, sorumluluk duygusu gelişmiş bir kişi olarak geniş toprakların ve kalabalık halkın idaresinde şüphesiz güçlükler çekiyor, onun maddi ve manevi sorumluluğunu hissediyordu. Hatta bir keresinde "Ya Rabbi! Ruhumu kabzet" dediği rivayet edilir. Yine bir gün ağlarken niçin ağladığı sorulduğunda "Nasıl ağlamayayım ki, Fırat kenarında bir oğlak zayi olsa korkarım ki, Ömer'den sorulur" 294 diye cevap vermiş ve bir devlet idarecisinin taşıyabileceği en büyük sorumluluk duygusu taşıdığını göstermiştir.

İslam topraklarının bu derece genişlemesi sonucu idaredeki güçlük ve Hz. Ömer'in bu konu ile irtibatlı olarak taşımış olduğu başka bir sıkıntı daha vardı ki o da fitne meselsi idi. Nitekim İslam topraklarının genişlemesi müslümanlar arasında ganimet ve zenginliğin artması sonucu Hz.  Ömer döneminde fitne belirtileri toplumda kendini hissettirmeye başlamıştı. Fakat Hz. ömer'in insanlar arasındaki otoritesi ve insanların O'na itaati o dönemde fitnenin zuhurunu engellemişti.295 Fitnenin ortaya çıkmasının engellenmesinde en büyük faktör Hz. ömer'in otoritesi olmakla birlikte askerlerin devamlı fetihten fetihe koşmaları, özellikle ordu mensuplarının fitnenin meydana gelmesinde katkılarının olmayışı ve sahabenin özellikle ileri gelenlerinin danişma kurulunda bulunup devamlı halifenin yanında bulunması gibi sebeplerle toplumda fitne hadiselerinin üst düzeyde görülmesi engellenmiştir. Bu şekilde Hz.  Ömer toplumda birliği tesis etmiş, siyasi ve itikadi fırkaların ortaya çıkmasında rol oynayabilecek olan fitnenin zuhurunu engellemiştir. Onun döneminde bu yoda dikkat çeken bir olay da olmamıştır.

C. UZ. OSMAN VE HALİFELİK DÖNEMİ

Osman b. Affan b. Ebi'l-As b. Ümeyye b. Abdi'ş-Şems b. Abdi Menaf el-Kureşî el-Emevi, Hulefai Raşidinin üçüncüsüdür. Ümeyyeoğullan ailesine mensup olup nesebi, beşinci ceddi olan Abd-i Menaf ta rasulullah ( salla’llâhü aleyhi ve sellem. ) ile birleşmektedir.2%

Hz. Ömer ( R A ) yaşlanınca, hilafete geçecek kişinin tayini hususunda altı kişilik bir şûra oluşturmuştur. Bu şûra sonucunda Hz. Osman halife olarak seçilmiştir.297

294     Kşl.Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, c.l, s. 413.

295     Kşl.Ahmet Cevdet Paşa, a.g.e, c.l, s.412.

296     Kşl.Mes'udi, Mürûc ez-Zeheb, c.ll, s.331.

297     Gnş.Blg.lçinBkz. Haşan İbrahim Haşan, Siyasi Dini Kültürel-Sosyal İslam Tarihi,

Hz. Osman ( R A. ), devlet idaresini devraldığı zaman İslam fetihleri hızlı bir şekilde devam ediyordu. Hz. ömer ( R.A. ) devrinde Suriye, Mısır, Filistin ve Iran gibi topraklar İslam belgelerine katılmıştı. Hz. ömer’in güçlü idaresi, fethedilen bölgelerde otoriteyi temin ediyordu. Hz. Osman döneminin başlarında da fetih hareketleri eski hızıyla devam etti ve bu dönemde Ermenistan, Kuzey Afrika ve Kıbrıs 298 gibi yerler İslam topraklarına katıldı.

İslam topraklan çok geniş bir satha yayıldığı için idaredeki zorluk takdir edilmelidir. Bu nedenle Hz. Osman'ın hilafetinin ilk yıllannda bazı isyan hareketleri görülse de merkezi otorite bunlan bastırmıştır.299 Fakat daha sonralan gelişen olaylann bastınlması pek mümkün olamamıştır. Bu sebepten dolayı tarihçiler Hz. Osman'ın hilafeti dönemini genel olarak ikiye ayırmaktadırlar. Bunlardan birinci devre ( 24-29/644-49 ), iyi idare; ikinci altı yıllık devre ( 30-/650-655 ) de , gayn meşruluk ve karışıklık devresi olarak tavsif edilmektedir. Bu türlü bir ayınma, isyanların ve kanşıklıklann ikinci devrede başlamış olması tesir etmektedir. 300 Fakat bu kanşıklıklann sebeplerini bize göre sadece Hz.  Osman'da aramak, cahiliyye dönemine kadar uzanan geniş bir zaman dilimini gözardı etmek olacak ve Hz.  Osman'a haksızlık olacaktır. Çalışmamızın daha önceki kısımlannda değinmiş olmamıza rağmen ileriki bölümlerinde de bu konuyu daha geniş ele alacağımız için şimdilik teferruata girmeye gerek duymuyoruz. Fakat şu kadarına değinmemiz gerekir ki, Hz. Osman döneminde meydana gelen karışıklık ve huzursuzlukların temeli genel manada cahiliyye dönemi arap kültürünün bir ürünü olan kabile asabiyyetine de dayanmaktadır. Hatta bunu daha hususileştirerek söylememiz gerekirse, cahiliyye dönemindeki Haşimi-Emevi çekişmesinin islami dönemde de varlığını hissettirerek filizlendiğini söyleyebiliriz.

Burada akla şöyle bir soru gelmektedir. "Hz. Osman'ın hilafete geldiği ilk yıllarda huzursuzluk yoktu da daha sonraki zamanlarda niçin ortaya çıktı? veya huzursuzluk ilk yıllarda niçin toplum düzenini tehdit eder düzeyde görülmemişti?" Bu tür sorulara devlet düzeninin daha önceki halifeler zamanında oturmuş ve

s. 326-327. 2. Baskı, İstanbul, 1987.

298     Kşl.Hasan İbrahim Haşan, İslam Tarihi, c.l, s. 330.

299     Kşl.Hasan İbrahim Haşan,a.g.e ,c.l, s.331.

300     Kşl.Ethem Ruhi Fığlalı, "Hariciliğin Doğuşuna Tesir Eden Sebepler" Ankara Ün.

İl.Fak. Der. c.XX, s. 227.

yerleşmiş olduğundan söz ederek cevap vermemiz mümkündür. Zira bu konuda bir bilim adamı şu sebebleri ileri sürmektedir. "Hz.  Osman'ın hilafetinin ilk yıllan, daha önceki halifeler tarafından kurulmuş adil, disiplinli ve sağlam yönetimin hızı ile düzgün yürür görünmüş; ancak Hz. Osman'm akrabalanna çok düşkün olması, yönetimdeki gevşeklik ve kontrolsüzlükler, ülkenin her yerindeki yolsuzluklar ve vurgunculuklar yönetimle ilgili memnuniyetsizlikleri gündeme getirmiştir."[90] Bütün bunlann altında belki de Hz. Osman'm kendinden önceki iki halife gibi , cahiliyye döneminden kalma idarecilik ve yöneticilik tecrübesinin bulunmaması geliyordu. O, islami dönemde de idari bir görev almamıştı. Hz. Osman, cahiliyye döneminde de islami dönemde de tâcir bir kişi idi. O'nun idari tecrübesizliğine ilerlemiş yaşı da eklenince, yönetim boşluğunun doğması O'nun zamanında kaçınılmaz olmuştu. O'nun aile efradına ve kabilesine düşkün oluşu da kabilesi tarafından istismar edilmişti. [91] Bunun sonucu olarak daha önce de değindiğimiz gibi cahiliyye döneminden kalma Haşimi-Emevi mücadelesinin gün yüzüne çıkmasına sebep olmuştur.

Ayrıca Hz Osman döneminde toplumsal huzursuzluğun görülmesinde yine onun İdarî tecrübesizliğinden kaynaklanan bazı uygulamalarından da sözedilebilir. Bu uygulamaların, toplumsal atmosferi gerginleştirmede etkili olduğu iddia edilebilir. Bunlann başlıcalan; Taife sürgün edilmiş olan Hakem b. el-As'ı Medine'ye getirerek kendisine Beytü'l-Mal'den yüzbin dirhem, oğlu Haris'e Medine çarşısının Uşr'unu, Mervan'a İfrikiye vilayeti gelirlerinin Hums'unu vermesi, seferlere iştirak etmeyen bazı yakınlarına harp ganimetlerinin taksiminde hisse vermesi, işbaşında bulunan bazı sahabeyi vazifelerinden alarak yerlerine kendi yakın akrabasını tayin etmesi, babası Ömer b. Hattab'ın katli olayında suçlu olduklarına kani olduğu kimseleri muhakemesiz idam eden Ubeydullah b. Ömer hakkında kısas'a gitmeyerek O'nun adına diyet ödemesi [92] gibi olaylar toplumda sert tepki ile karşılanmış ve toplumsal huzursuzluğun görülmesine zemin hazırlamıştır. Bunlann yanında önemli valiliklerden bir kısmını kendi kabilesi veya kendisine yakın olanlara [93] vermesi de tepkinin doğması için gereken sebebleri hazırlamıştır.

Watt, Hz. Osman döneminde görülen toplumsal huzursuzlukların temelinde daha farklı bir sebebe dikkatleri çekmektedir. O'na göre "Hz. Osman’a karşı girişilen harekette umumi amil, önceleri bedevi olanların hayat tarzlarındaki toplu değişiklikti. Bu insanların ataları ve bizzat kendileri, daha önceki yıllarda çölde develeri güderek, Hz. Osman döneminde ve sonraları ise, diğer kabilelere ve komşu topraklara akınlar yaparak yaşıyorlardı. Şimdi 36/656'dan itibaren onların askerliği meslek edinmiş oldukları söylenebilir. Sınır bölgelerine yapılan askeri seferler, daha geniş çapta olmakla birlikte, kabile tahriplerine benzedi, ama bu insanlar, askeri seferlerden sonra kara çadırlara değil, şehir ordugahlarının nispeten "lüks" hayatına döndüler" [94]. Bu ifadelerle Watt farklı bir konuya temas ederek Hz. Osman döneminde görülen huzursuzlukların temelinde toplumsal refahın birden bire yükselmesi bulunduğuna işaret etmektedir. Başka bir deyişle, o insanların içinde bulundukları yeni iktisadi, içtimai, ve siyasi yapıya intibaksızlığın [95] toplumsal huzursuzluğa zemin hazırladığını ifade etmektedir.

Buraya kadar zikrettiklerimizi gözönünde bulundurduğumuzda, Hz. Osman döneminde bir takım huzursuzluklar görüldüğüne şahit olmaktayız. Bu dönem içinde görülen huzursuzlukların temelinde iki faktörün yattığını görmekteyiz. Bunlardan biri, Hz. Osman'ın şahsından kaynaklanan faktörlerdir ki bunların da başlıcaları, Hz. Osman'ın cahiliyye ve islami dönemde idari tecrübesinin olmayışı, aile efradına ve kabile mensuplarına hakettiklerinden fazla pay ve hak vermesi ve bütün bunların yanında yumuşak huylu oluşu gibi özellikleri zikredilebilir. Hz. Osman'ın kişiliğinin dışında bulunan sebepleri de toplumun daha önceki sosyal, kültürel ve ekonomik yapısı ile Hz. Osman dönemindeki yapısının daha farklı oluşu ve bu farklılığın topluma birden, kısa zamanda gelmesi ile izah edebilmek mümkündür.

Bütün bu sebeplerin biraraya gelmesiyle meydana gelen toplumsal hareketlilik ileride meydana gelecek olan toplumsal çatışmaları ve dolayısıyla itikadi ve siyasi fırkaların zuhuruna sebep teşkil edecektir.

£_ HZ.  ALİ VE HALİFELİK DÖNEMİ

Hz. Ali'nin künyesi Ali b.Ebi Talib b. Abdu'l-Muttalib b. Haşim b. Abdimenaf b. Kusay b. Kilab el-Kureşfdir.

Hz. Ali’nin babası olan Ebu Talib'in ailesi kalabalıktı. Mekke'de de kuraklık olunca Hz. .Peygamber ve amcası Abbas, Ebu Talib'e gelerek çocuklarından bazılarının geçimlerini temin etmek suretiyle O'na yardımcı olmak istediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber Hz. Ali'yi, Hz. Abbas'ta Cafer'i yanına aldı.

Hz. Peygamber'e peygamberlik geldiğinde Hz. Ali henüz 13 yaşında bulunuyordu. O, Hz. Peygamber'e inanan ilk çocuk oldu. Hz. Ali çocukluğunda da tıpkı büyüklüğünde olduğu gibi şecaatli ve kahramandı. Hatta O'nun çocukluk günlerinde Hz. Peygamber'e "Ey Allah'ın Peygamberi! senin yardımcın benim " dediği rivayet edilir.[96]

Hz. Ali insanlık özelliklerinin güzellerine sahip bir kişi idi. [97] O'nun bu özelliğe sahip bir kişi olmasında Hz. Peygamberin terbiye ve eğitiminden geçmiş olmasının şüphesiz etkisi vardır.

Üçüncü Halife Hz. Osman döneminde çeşitli sebeplerle bir takım tatsız hadiselerin vukua gelmiş olması ve bu hadiseler sonucunda isyancılar tarafından Hz. Osman'ın şehit edilmesi sonucu topluma bir halife seçmek gerekiyordu. İsyancı guruplardan Mısırlılar Hz. Ali'nin halife olmasını isterken, Kufeliler Zübeyr'in, Basralılar da Talha'nın halife olmasını istiyorlardı. Aralarında bu konuda bir ihtilaf söz konusu idi. İsyancılar bu ihtilafı kendi aralarında çözemeyince isteklerinden vazgeçerek, Medine halkının seçtiği kişiyi kendilerinin de kabul edeceğini açıkladılar ve Medine’lilere "sizin seçtiğiniz kişiye biz tabi olacağız" teminatını verdiler. Bunun üzerine sahabe toplanarak, içlerinde Talha ve Zübeyr de olduğu halde Hz. Ali'ye geldiler. O'na beyat etmek istediler. Hz. AJi kendisinin halife olmasının şart olmadığını kimi seçerlerse ona beyat edeceğini ifade etti. Bu grub

Hz. AIi'ye beyat etmek istediğini ve O'ndan başkasına beyat etmeyeceğini ifade ettiler. [98] Böylece Hz. AIi'ye beyat edilmiş oldu. O'na ilk beyat edenler arasında Talha ve Zübeyr'in bulunması gelişen olaylar açısından dikkat çekicidir.

Hz. Ali halifeliğe gelince, Hz. Osman tarafından tayin edilmiş, isyan ve fitnenin kaynağı olan valileri görevden alarak ilk icraatına başladı. Bu konuda acele davrandığı hususunda tenkitler ve tavsiyeler aldıysa da onlara kulak asmadı. Bu uygulama Hz. Osman zamanında büyük servetler edinmiş valilerin öfkelerini arttırdı.[99] Bunlardan biri de şüphesiz Suriye valisi olan Muaviye b. Ebi Süfyan'dı. Hz.  Osman döneminde idari sahada büyük rahatlık elde etmiş olan Muaviye Hz. AJi'nin uygulamalarından hoşnut olmadı ve O'nun hilafetini kabul etmeyerek O'na karşı isyan etti.

Bu arada ona ilk beyat edenlerden olup umdukları maddî beklentilere cevap bulamayan Talha ve Zübeyr de Medinede bulunan Hz. Aişe'yi yanlarına alarak Hz. AIi'ye karşı cephe oluşturdular. İleriki konularda genişçe ele almaya çalışacağımız Cemel Vak'ası diye bilinen hadisenin tarihte vukuuna sebebiyet verdiler. Cemel Vak'asında taraflardan birinin başında Hz. Ali, diğerinin başında ise Talha, Zübeyr ve Hz. Aişe bulunmakta idi.

Bu üzücü hadiseden sonra Hz. Ali, Muaviye'nin kendisine karşı isyan başlattığını ve savaş için hazırlık yaptığı haberini aldı. Bu isyanı gelişmeden yok etmek isteyen Hz. Ali, bastırmak istedi. Böylece iki ordu Sıffin denilen yerde karşı karşıya geldiler. Hz.  Ali'nin savaşı kazanması an meselesi iken Muaviye'nin kurnaz danışmanı Amr b. el-As'ın fikri ile Tahkim hadisesi vukua geldi. İslam Tarihinde hoş karşılanamayan bu olaylar sonucunda da ilk itikadi fırka olarak telakki edebileceğimiz "Haricilik" zuhur etti.

Görülüyor ki, Hz. Ali dönemi siyasi çalkantıların dorukta olduğu bir devirdir. Hz. Peygamber’den sonra cahiliyye devri kültürünün etki ve uzantısı ile ortaya çıkan asabiyyet gibi duygular yavaş yavaş hulusiyetini kaybeden kalblere girmeye başlamış bunun sonucunda da zaman içerisinde Hz. Osman ve Hz. Ali döneminde, müslümanlar tarafından hoş karşılanamayacak hadiseler zuhur etmiştir, Bu

hadiselerin bastırılmasında Hz.  Ali'nin dirayet ve şecaat gibi vasıflan yeterli olamamış, hadiselerin önüne de geçilememiştir.

Hz.  Ali Ramazan 40/Ocak 661'de, arkadaşlannın intikamını almak isteyen 3,1 bir harici olan Abdurrahman b. Mülcem tarafından şehit edilmiştir.312

F.               SAKİFETÜ BENİ SAİDE OLAYI VE CAHİLİYYE DÖNEMİ KÜLTÜRÜ

Hz. Peygamber hayatta iken müslümanlar arasında itikadi bir problem görülmediği konusuna daha önce değinmiştik. Çünkü inançlar kuvvetli, vicdanlar temizdi. İnsanlar arasındaki birlik ve beraberlik bağı da buna paralel olarak kuvvetli idi. Aynca ashab herhangi bir müşkille karşılaştığı zaman hemen Hz. Peygamber'e soruyor ve hemen cevabını alıyordu. Böylece bir ihtilafa mahal brakılmadan müşkiller hallediliyordu. Bunun için de Hz. Peygamber döneminde ihtilaflar açısından herhangi ciddi bir meselenin meydana gelmediğini görmekteyiz.3,3

Sahabe döneminde ilk ciddi ihtilaf, aslında çok basit gibi görünmesine rağmen, "Kırtas Hadisesi" diye bilinen ve Hz. Peygamber'in hastalığının şiddetlendiği bir anda vuku bulan hadisedir.314 Bununla ilgili olan bir rivayete göre Hz. Peygamber, etrafında bulunanlardan kağıt-kalem istemiş; fakat yanındakiler istekleri yerine getirme husususnda tereddüt göstermişlerdi. Bir kısmı kağıt ve kalemin getirilmesi gerektiğini söylerken, içlerinde Hz. Ömer'in de 315 bulunduğu diğer bir gurup Hz. Peygamber'in bu isteği, hastalığının şiddetinden dolayı yaptığını ifade etmiş ve bunun üzerine orada bulunanlar arasında farklı görüşlerin ortaya atılarak tartışılmasına sebebiyet verilmiştir. Hz. Peygamber bizzat kendisi, yanında münakaşa yapmalarının uygun olmayacağını ifade etmiş ve bu problem orada halledilmiştir.316 Bu olayı daha sonra Şia kendi lehine yorumlamış ve âdeta kehanette bulunurcasına, Hz. Peygamber'e kağıt ve kalem getirilmiş olsaydı

311    K§I.W.Montgomery Watt, fslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, s.49.

312     Kşl.Mesudi, Müruc ez-Zeheb ,c. II, s. 411; Ahmet b. Ebi Yakub, Tarih el-Yâkûbî, c.ll, s. 212.

313     Kşl.Cihat Tunç, Sistematik Kelam, s.6, Kayseri, 1994.

314     Kşl.E.Ruhi Fığlalı, Imamiyye Şiası, s. 17, İstanbul, 1984.

3,5 Kşl.E.Ruhi Fığlalı, Imamiyye Şiası, s. 18.

316 Kşl.E.Ruhi Fığlalı, Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri, s.29.

Hz. Peygamberin, Hz. Ali'yi halife tayin edeceğini [100] iddia etmiştir. Bu iddia ne derece sağlıklı olabilir? sorusuna müspet cevap vermek, normal mantıkla mümkün olmasa gerektir.

Zikrettiğimiz bu olay ashab arasında görülen ilk ihtilaf olmakla beraber Hz. Peygamberin müdahalesi ile halledilmiştir. Halledilmeyen bir ihtilaf vardır ki, o da Hz. Peygamber'den sonra kimin halife olacağı ve idareye kimin geçeceği konusudur. Şia taraftarları bu konu ile ilgili kendilerine göre bazı yorumlarda bulunsalar da Hz. Peygamber bu konuda herhangi bir sahabeyi tayin buyurmamış ve bu konuda Hz. Peygamber'den herhangi bir nass ta rivayet edilmemiştir.

Hz. Peygamber vefat ettiğinde cenazesi henüz kaldırılmamışken, Ensar Beni Saide gölgeliğinde toplanmış ve aralarında halife seçimi yapma gayretine girmişlerdir. Bilindiği gibi Ensar, Evs ve Hazrec olmak üzere iki kabileden müteşekkildi. Evs kabilesinin reisi Beşir b Sa’d, Hazrec kabilesinin reisi de Sa'd b. Ubade idi. Sa'd b. Ubade yaşlı ve hastalıklı bir insan olmasına rağmen hilafette Ensar'ın adayıdır.[101] Evs kabilesi de Onu destekler durumdadır. Aslında Evs ve Hazrec cahiliyye döneminde birbirine düşman iki kabiledir. Cahiliyye döneminde zaman zaman bu kabileler arasında harpler de olmuştur. Buna rağmen Hazrec kabilesinin adayını desteklemeleri, onların muhacirlere karşı bir tavır aldıklarını, ensardan olmaları sebebiyle bu yolda birleşiverdiklerini göstermektedir. Daha önce örneklerini sunduğumuz gibi, islami dönemde tahrik edildikleri zaman eski düşmanlık duygularının kabardığına da şahit olunmuştur. Bu konu ile ilgili örnekleri çalışmamızın daha önceki kısımlarında verdiğimiz için burada tekrar etmemize gerek olmadığı kanaatindeyiz. Kabileler arasında görülen bu rekabet duygusunu Muhacir ve Ensar İkilisi arasında da görmek mümkündür. Nitekim onların da tahrikler sonucu zaman zaman karşı karşıya gelebildikleri fakat Hz. Peygamber tarafından bu tür tatsız hadiselerin önlendiği bilinmektedir.[102]

Hz. Peygamber vefat eder etmez yeni bir halife seçmek gayesi ile Ensar'ın Beni Saide Gölgeliğinde toplanmış olması, aralarında bir kişiyi halife adayı seçmeleri Ensar'ın bu işe daha önceden hazırlıklı olduğu izlenimi vermektedir.32" Nitekim hilafet meselesi bütün müslümanları ilgilendiren bir konudur. Böyle bir meselenin müslümanların ortak karan ile çözümlenmesi gerekir ve bunun da en uygun yol olduğu düşünülür. Fakat Ensar böyle yapmamış hatta bundan kaçınmıştır. Hz.  Peygamberin yakınları henüz cenaze ile meşgul olurken onlar kendi kendilerine halife seçimi yapmaya çalışmışlardır. Ensar'ın bu konuda aceleci bir tavır içerisinde görülmesi bize göre İslam öncesi arap kültürünün bir tesiri ve uzantısı şeklinde izah edilebilir. Daha önce de değindiğimiz gibi Evs'le Hazrec'liler ve genel olarak Ensar'la da Muhacir arasında bir üstünlük yarışının sürdüğü muhakkaktır.321 Evs kabilesi kendi başına bir üstünlük sağlayamayacağını anlayınca, Ensar da birleşmek suretiyle muhacirlere karşı üstün olma gayreti içine girmiş olabilir. Ensar bu yarıştan galibiyetle çıkabilmek için böyle aceleci bir tavır içerisine girmiş olabilir.

Yukarıda da değindiğimiz gibi, Hz. Peygamber'in cenazesi henüz kalkmadan Ensar Beni Saide gölgeliğinde Sa'd b. Ubade'yi halife seçmek için toplanmıştı. Sa'd b. Ubade hastalıklı ve yaşlı olduğu halde halifeliğe aday olmuştu. Hatta bu toplantıda Ensar'ın faziletlerinden, dolayısıyla hilafetin onların hakkı olduğundan bahsediyordu. Ensar'ın bu faaliyetinden haberdar olan Hz. ömer, Hz. Ebu Bekir'e durumu anlattı. Ensar'ın Sa'd b. Ubade'yi halife seçeceğini ve orada bulunan kişilerin en ılımlılarının fikirlerinin "bir halife Muhacirden bir halife de Ensar'dan olsun" şeklinde olduğunu bildirdi. Hz. Ebu Bekir ve Hz. ömer yanlarına yolda karşılaştıkları Ubeyde b. Cerrah'ı da alarak toplantı mahalline yöneldiler.322

Hz.  Ebu Bekir topluluğun yanına gelince, söz aldı ve Ensar'a bir konuşma yaptı. Konuşmasında nasihat babından bazı ayetler 323 okudu. Hz. Ebu Bekir, putperestliğin araplarca kabul gördüğü için atalarının dinini brakmakta güçlük çektiklerini, Hz. Peygamber'in kavminden olan ilk muhacirlarin O'na iman ettiklerini ve hiç bir yardımı esirgemediklerini, onunla, birlikte kavminin şiddetli eza ve cefalarına dayandıklarını, kendileriyle alay edilmesine aldırmadıklarını,

320     Kşl.E.Ruhi Fığlalı, "HariciUğin Doğuşuna Tesir Eden Sebepler" Ankara Ön. il. Fak. Der. c.XX, s.221.

321     Kşl. Ahmet Akbulut, Sahabe Devri Siyasi Hadiselerinin Kelaml Problemlere Etkileri, s.57.

322     Kşl. Taberijarih-İ Taberi, c.lll,s.219.

323     10. Yunus/18,39.Zümer/3.

düşmanlarının sayıları çok, kendileri az olduğu halde eziyetlere tahammül edip korkmadan, yılmadan sabır gösterdiklerini, yeryüzünde Allah'a ilk ibadet edenlerin muhacirler olduğunu ve Hz. Peygamber'in dostlan, akraba ve kavmi oldukları için hilafetin onların hakkı olduğunu, bu konuda onlarla ancak zalim olanların mücadele edebileceğini, halbuki Ensar'ın fazilet ve üstünlüğünün inkar edilemeyeceğini, ilk muhacirlerden sonra Ensar derecesinde şeref sahibi kimse bulunmadığını belirtti ve sözlerini şu şekilde bitirdi. "Bizler Emir, sizler de Vezirlersiniz. Sizden başkası ile istişarede bulunulmaz. Sizin fikriniz alınmadan hüküm verilmez"[103]

Hz.  Ebu Bekir'in ardından Hubab b. Munzir b. Cümûh söz alarak konuştu ve sözünün sonunda "Bir emir sizden bir emir bizden olsun" [104] teklifinde bulundu.

İbn Munzır'a cevap mahiyetinde Hz. ömer bir konuşma yaptı ki, bu konuşma ihtilafın çözülmesi açısından ve toplum kültürünün değerlendirilmesi açısından önemlidir. Hz. ömer şöyle demiştir. "Heyhat! ( boşuna uğraşmayın ) iki kişi aynı anda halife olamaz. Allah'a yemin ediyorum ki, Araplar sizden olacak bir emir’e nza göstermezler. Çünkü Peygamber sizin kabilenizden değildi. Onlar ancak içinden nübüvvetin çıktığı kabilenin emirliğini kabul ederler."[105]

Hz.  Ömer'e ait olduğu rivayet edilen bu cümleler de bize gösteriyor ki, Hz. ömer halife olacak şahsın kişisel özelliklerinin dışında toplumsal özelliklerinden bahsetmekte, halife olacak kişinin belli bir kabileye mensubiyetine işaret etmektedir. Bu durum da bize gösteriyor ki islami dönemdeki müslüman toplulukların hafıza ve bilinç altlarında hâlâ eski kültürlerinin izleri ve etkisi vardır. Bilinmektedir ki, cahiliyye dönemi dediğimiz eski arap toplumu kültüründe kabile esası ve kabilecilik ruhu hakimdi. Sahabe olarak nitelendirdiğimiz insanların zihinlerinde de üzeri küllenmiş bir şekilde de olsa, o kültürün devam ettiği ve ölmediği görülmektedir. Hz.  Ömer'de bu toplumsal gerçeği görerek toplulukta bulunan insanlara da bunu göstermiş onların dikkatlerini bu konuya çekerek ikna etme yoluna gitmiştir.

Hz. ömer'den sonra tekrar söz alan Hubab b. Munzir, Hz. ömefin fikirlerine karşı çıkarak Ensar’a seslenmiş ve hilafete Ensar'ın daha layık olduğunu ifade

etmiştir. Fakat çabasında bir neticeye ulaşamamaktır.327

Bunun üzerine Ensar'dan Evs kabilesinin reisi Beşir b. Sa'd ayağa kalkarak söz almış ve Ensar'a medh-u senada bulunarak seslenmiş, sözünü de şöyle tamamlamıştır: "Ey Ensar Topluluğu... Dikkat edin Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) Kureyş kabilesindendir ve Onun kavmi halifelik hususunda daha evlâ ve bu konuya daha müstehaktır... Allah'tan korkun, onlara muhalefet etmeyin ve bu konuda onlarla münakaşa etmeyin." 328

Beşir b. Sa'd'ın bu sözlerinden sonra Hz. Ebu Bekir söz alarak "İşte Ömer, işte Ebu Ubeyde hangisini isterseniz ona beyat edin" 329 demiştir. O ikisi ise "Allah'a and olsun ki sen hayatta bulunduğun sürece biz bu vazifeye talip olmayacağız. Çünkü sen muhacirlerin en faziletlisi, mağarada bulunan iki kişiden biri ve namazda Rasulullahın halifesisin... uzat elini sana bey'at edelim diyerek Hz. Ebu Bekir tarafına yürüdüler, fakat Beşir b. Sa'd o ikisinden daha hızlı davranarak onlardan önce bey'at etti.330

Ensar'dan Sa’d b. Ubade’nin reisliğini yaptığı Hazrec kabilesi, Evs kabilesi reisi Beşr b. Sa'd'ın ve ona tâbi olanların yaptığı hareketi hoş karşılamadılar. Evs kabilesine mensup Esyed b. Hudayr isimli bir kişi: "Allah'a yemin olsun ki Hazrecliler bir defa emirliğe geçerlerse bu fazilet daima onların elinde kalır ve asla bir daha bize bundan pay ayırmazlar, bunun için ayağa kalkın ve Hz. Ebu Bekir'e bey'at edin." 331 demiştir. Bunun üzerine Evs'liler ayağa kalkarak hep beraber Hz. Ebu Bekir'e bey'at ettiler. 332 Böylece Hz. Ebu Bekir, Hz. Peygamberden sonra İslam aleminin ilk halifesi oldu.

Hazrec reisi Sa'd b. Ubade kendisinin değil de HzEbubekir’in halife

seçilmesine sinirlendi. Orada bulunan diğer müslümanlara birtakım hakaretlerde

bulundu. Bunun üzerine onu kendi haline bıraktılar. Artık bu olaydan sonra onlarla

birlikte beş vakit namaz kılmadığı gibi, cuma namazlarına da gitmedi, hacda da

onlarla birlikte görülmedi Hatta HzEbubekir vefat edinceye kadar da bu durum

böyle devam etti. Hz.  Ömer halife olunca Şam'a gittiği orada ölene kadar kimseye

m Kşl. Taberi Tarih-i Taberl, c.lll, s. 221.

•328 Y'dbofi 3 qc fil s 22 i

328 Taberi, a.g.e, c.lll, s.222; Ahmet b. Ebi Yakub, Tarih el-Yakubı, c.ll.s. 123.

330      Kşl.Taberi, a.g.e, c.lll, s.221; Ahmetb. Ebi Yakub, a.g.e, c.ll.s. 123.

331      Taberi, a.g.e, c.lll,s.222.

332      Kşl.Taberi,a.g.e, c.lll, s.222.

bey'at etmediği rivayet edilir.[106]

Sakife olayı diye bilinen Beni Saide Gölgeliğinde cereyan eden ve Hz. Ebubekir'in halife olmasıyla sonuçlanan bu olay itikadi fırkaların menşe'i açısından İslam mezhepleri tarihinde büyük bir önemi haizdir. Bu olay müslümanlar arasında ilk ciddi tartışma olması ve itikadi fırkaların doğmasına zemin hazırlaması açısından da önemlidir. Çünkü itikadi fırkaların doğuşunda daha önce de zikri geçtiği gibi temel iki sebeb vardır. Bunlardan biri, insan unsurudur. Her devirde ve her toplumda görülmesi mümkün olan, insanların yükselme arzuları, makam hırsları, kin ve nefret duygularını burada zikredebiliriz.. Diğeri de Özellikle bahsi geçen toplumda görülen, ve kaynağı cahiliyye dönemi kültürüne dayanan kabile asabiyyeti ve kabilecilik ruhudur. İslam tarihinde itikadi fırkaların doğmasına sebebiyet veren düşmanlıkların ve savaşların kaynağını genelde bu iki nedende aramamızın uygun olacağı kanaatindeyiz. Dolayısıyla itikadi fırkaların oluşum nedenlerini iki ana maddede aramak gerekir. Bu maddelerin İkincisi olarak zikrettiğimiz kabile asabiyyeti ve ruhu Beni Saîde gölgeliğinde de kullanılmış ve sonuca ulaşmıştır. Aslında Beni Saide gölgeliğinde kabilecilik ruhunu kullanma yöntemi geçici bir çözüm getirmiş gibi görünse de daha sonraki yıllarda gelişen olaylarla birlikte İslam âleminde müslümanlar için kapanması zor yaraların açılmasına sebebiyet verilmiştir.

Beni Saide Gölgeliğinde kabilecilik ruhunun veya duygusunun nasıl kullanılddığı konusuna; olayı genel hatlarıyla gözönünde bulunddurarak değinirsek daha müşahhas ve isabetli olacağı kanaatini taşımaktayız.

Konunun akışı içerisinde zikrettiğimiz gibi, Hz.  Peygamberin cenazesi henüz ortada iken, Ensar Beni Saide Gölgeliğinde kendilerinden birini halife seçmek için toplanmıştı[107]Bu toplantının sebebini acaba ne ile izah edebiliriz? Sahabe arasında Ensar, sorumluluk duygusu en gelişmiş olan topluluk mudur? Yoksa Ensar kendileri haricindeki müslümanların böyle bir konuyu çözümleyebilecek ’ kapasiteleri olduğuna inancı mı yoktur? veya Ensar sahabenin diğer topluluklarından birşeyler mi kaçırmak istemektedirler? Bize göre Sakife olayının aydınlığa kavuşabilmesi ve devrin insanlarının düşünce yapılarının ve zihniyetlerinin çözümlenebilmesi için bu sorulara cevap bulunması gerekmektedir.

Diğer müslümanların böyle önemli bir konuyu çözümleyebilecek kapasiteleri olup olmadığı hususunda Ensar'ın şüpheleri olamazdı. Nitekim o kimseler içerisinde Hz. Ebu Bekir, Hz. ömer gibi daha nice dirayetli ve idarecilik yeteneği tartışılmayan bir çok sahabi vardır. Bize göre Ensar, sahabe arasında sorumluluk duygusu en gelişmiş topluluk ve müslümanların başsız kalmalarından korkan, onların istkballerini daha aydınlık yarınlara hazırlama gayreti içinde olan topluluk da değildir. Çünkü gerçekten böyle bir düşünceleri olmuş olsaydı, müslümanların tamamını ilgilendiren bir konuda müslümanların tamamı ile istişare yaparak, onların da görüşlerini alırlar ve olayı bu şekilde çözümleme yoluna giderlerdi. Oysa onlar bunu yapmamışlar aksine kendi aralarında toplanarak bir aday belirlemişler ve onu tüm müslümanların başına lider yapma gayreti içine girmişlerdir. Biz onların bu gayretlerini ancak cahiliyye devri kültüründen kaynaklanan kabile asabiyyeti ve kabilecilik ruhu olarak izah edebilmekteyiz. Çünkü, bilinmektedir ki, Medine'li olup Ensar diye nitelendirilen kimseler Evs ve Hazrec olmak üzere iki kabileden müteşekkildir. Bu iki kabile İslam öncesi cahiliyye devrinde birbirlerine karşı düşmanlık hissi beslemelerine ve rekabet duygusu içinde yaşamalarına rağmen Beni Saide Gölgeliğinde Mekke'li Muhacirler karşısında adeta ittifak kurmuşlar, sanki onlardan ve tüm müslümanlardan bir şeyler kaçırma gayreti içinde oldukları görüntüsünü vermişlerdir. Bunun sebebini biz Ensarla Muhacirler arasındaki üstünlük sağlama duygusunda aramalıyız. Bu üstünlük sağlama duygusunun yanında Medine'deki iki kabile arasında kabile asabiyyetinden kaynaklanan İslam öncesindeki çekişme de gözden uzak tutulmamalıdır. Gelişen olaylar bize Ensar ve Muhacir arasındaki üstünlük sağlama düşüncesinin bir an için kabileler arasındaki rekabet duyusu kadar güçlü olmadığını göstermektedir. Eğer Muhacir-Ensar rekabeti Ensar arasındaki Evs-Hazrec rekabetinden daha üstün ve sağlam olsaydı; Ensar*dan olan Evs kabilesinin reisi Beşir b. Sa'd'ın Hz. Ebu Bekir'e bey'at etmemesi gerekirdi. Halbuki Beşir b. Sa'd, Muhacirden dahi hızlı davranarak herkesten önce Hz. Ebu Bekir'e bey'at etmiştir.335 Bunun sonucunda da Hazrec kabilesinin ve reisi 335 Kşl.Taberi, Tarih-i Taberi, c.lll, s.221.

durumundaki Sa'd b. Ubade'nin hilafeti gerçekleşmemiş ve neticede Hazrec kabilesi Evs kabilesi karşısında bir üstünlük sağlayamamıştır.

Bu olayda Evs kabilesi mensupları kendi kültürlerinin düşünce sistemleri içerisinde adeta iki toplum karşısındaki istikbale yönelik ezilmişliklerinden veya daha uygun bir ifade ile alt tabakada oluşlarından birini yani Hazreclilerdense Muhacir karşısında daha alt bir tabakada olmayı ve onların buyruğu altında yaşamayı kabul etmişlerdir.

Beni Saide Gölgeliğinde Evs kabilesinin lider olma şansı yoktu. Liderliğe iki aday vardı. Bunlardan biri Hazrec diğeri de Muhacirlerdi. Evs'Iiler Muhacirleri destekleyerek çok eski rakipleri için kendilerine karşı üstünlük vesilesi olabilecek hilafeti onlara vermemişler veya bunun gerçekleşmesini, Ebu Bekir’e bey'at ederek önlemişlerdir. Böylece üstünlük ve faziletin Hazrec'dense Muhacirlerde kalmasını tercih ve temin etmişlerdir.

Gelişen bu olaylar daha önce de zikrettiğimiz gibi, Hz. Ebu Bekir’le Hz. ömer'in toplum yapısını çok iyi bildiklerini ve bu sebeple en müspet kişiyi halife olarak kabul ettirebilme başarısını gösterebildiklerini izhar etmektedir. Hz.  .Ebu Bekir de Hz. Ömer gibi, Ensar’a karşı yaptığı ilk konuşmasında Hz. Peygamber'in üstünlüğü hususunda şüphesi olmayan insanlara, halifenin Hz. Peygamber’in kabilesinden olması gerektiğini 336 söylemiş böylece kültür ve düşünce sisteminde geniş bir yer kaplayan kabilecilik duygu ve düşüncesiyle onları ikna etme yoluna gitmiştir.

Burada gözden kaçırılmaması gereken bir husus vardır ki, o da Hz. Ebu Bekir'in üstünlük ve fazilet peşinde olmadığı, daha açık bir ifade ile halifelik peşinde olmadığıdır. O'nun gayesi İslam toplumunda herhangi bir huzursuzluğa sebebiyet verilmeden bütün müslümanların kabul edebileceği şekilde hilafet meselesini çözümleyebilmektir. Bütün gayret ve çabasının bu doğrultuda olduğunu gelişen olaylar bize göstermektedir. Nitekim Hz. Ebu Bekir'in müslümanlara, Hz.  Ömer ve Ebu Ubeyde'yi göstererek ikisinden birine bey'at etmelerini istemesi

337      bizim konu ile ilgili iddiamızı destekler mahiyettedir. Hz. ömer ve Ebu Ubeyde, Hz. Ebu Bekir'in bu işe daha layık olduğunu ifade ederek O’na bey’at etmişlerdir.

338     Kşl.Taberi, Tarih-i Taberi, c.lll, s.220.

337 Kşl. Taberi, a.g.e, c.lll, s.221.

Hz. Ebu Bekir müslümanların selameti için Ensar'ı ikna etme amacıyla Ensar'ın düşünce yapısındaki kabilecilik anlayışından istifade ettiğini, Hz. ömer’in de aynı yöntemi kullandığını zikretmiştik. Hubab b. Munzir "Bir emir sizden bir emir de bizden olsun" 3,# dediğinde de Hz. Ömer, Arapların Kureyş dışında bir halifeyi kabul etmeyeceklerini söylemiş, bunun sebeplerini de zikrederek müslümanların istikbali ile ilgili duymuş oldukları endişeli durumun gerçekleşmemesi için çaba sarfetmişti. Sonuçta hem Hz. Ebu Bekir hem de Hz.  Ömer insanların kültür ve düşünce yapıları doğrultusunda en olgun ve en uygun kararın verilmesine yardımcı olmuşlardır.

Görülüyor ki Beni Saide Gölgeliğinde kabilecilik ruhu veya duygusu zamanın şartlan içinde en mükemmel sonucu verirken daha sonra gelişen olaylarda mesela Sıffin savaşında müslümanları birbirlerine düşman yaptığı, onları bölüp parçaladığı ve fırkalaşmalara zemin hazırladığı ileri sürülebilir.

Bizim çalışmamız açısından önemli olan nokta; Ensarın özellikle Hazrec kabilesi taraftarlarının ve Sa’d b Ubade’nin davranışları gözönünde bulundurulduğunda bu insanların islamın ideal insan olma vasıflarına sahip olamadıklarıdır. Çünkü İslam, Peygamberin mübarek vücudu ortada dururken makam mevki hırsı ve bunun için basamak yapılan asabiyyet duygusuyla hareket etmeyi, bütün müslümanları ilgilendiren bir meselede o müslümanların onayını almaksızın hareket etmeyi hoş görmez. Halbuki bu insanlar, konumuz içerisinde de değindiğimiz gibi, Ensar topluluğunun tamamının bile gönül rızasını almaksızın hilafet gibi, bütün müslüman toplumun meselesi hakkında hüküm vermeye icraat yapmaya kalkışmışlar ve sonuç almaya çalışmışlardır. Başarı kendilerinden yana olmayınca da hiç hoş olmayan tavırlar içerisinde bulunmuşlardır. Bu meyanda, müslümanların Allah katında hem maddi hem de manevi eşitliğini sağlayan namazda dahi onların arasında görülmemişlerdir.

İşte bu tavırların altında yatan sebeb dinin ihyâsı ve emirlerinin korunması elbetteki değildir. Bunun altında iki temel sebeb olabilir. Birincisi, insanın şahsi ihtirası, İkincisi de kabilesinin diğer kabileler üzerindeki hakimiyetinin ağlanması duygusu. Bu her iki sebeb de her insanda olabileceği gibi, bunların meşru şartlar [108] dahilinde hoş görülmesi gerekir. Aksi takdirde calıiliyye kültürünün etkisi haricinde birşeyle izah edilemez. Nitekim, özellikle Sa'd b. Ubade’nin tavırlarının da başka bir tarzda değerlendirilmesi pek yakın ihtimal gibi durmamaktadır. Bunun için diyoruz ki, Sakifetü Beni Saide hadisesinde cahiliyye dönemi kültürünün etkisini görmek mümkündür.

6- CEM EL VAK'ASI VE CAHİLİYYE

DÖNEMİ A RİP KÜLTÜRÜNÜN ETKİSİ

Cemel vak'ası, Hz. Ali'nin hilafeti döneminde cereyan eden, sebep ve sonuçları açısından müslümanlar arasında hayretle karşılanabilen bir olaydır. Zira, Hz. Peygamber’in ahirete intikalinden sonra uzun bir zaman geçmeden böyle bir acı olay vukua gelmiştir. İslam tarihinde görülen bu ve bunun gibi olayların ilk defa ortaya çıkışı bir tesadüf eseri Hz.  Ali'nin hilafet dönemi olmakla beraber, bu tür olayların sadece Hz. Ali’nin şahsından kaynaklandığını ileri sürmek pek mümkün değildir. Bu tür olayların daha önceden filizlendiğini kişisel kin, ihtiras ve asabiyyet gibi duyguların da etkisiyle Hz. Ali döneminde toplumsal bir facia şeklinde ortaya çıktığını söyleyebiliriz, özellikle Hz. Osman döneminde bu tür olaylara sebebiyet veren duyguların kamçılandığını ve bunun da olayların gelişini hızlandırdığını görmekteyiz.

Daha önceden de zikrettiğimiz gibi, Hz. Osman her tarafta nizam, intizam ve asayişin hüküm sürdüğü bir devletin başına geçmişti. Aslında böyle bir devleti idare etmek, mevcut düzeni koruyabilmek açısından daha kolay olabileceği düşünülse de Hz. Osman’ın cahiliyye döneminde de, islami dönemde de idarecilik tecrübesinin olmayışı 339 ve samimi duyguların yakın çevresi tarafından sûi istimal edilişi gibi sebepler sonucunda mevcut düzen korunamamış, toplumda hoş karşılanmayan bazı durumlar görülmeye başlanmıştır. Sonuçta bunun da önüne geçilememiştir. Hz. Peygamber ve ilk iki halife dönemindeki toplumsal sâfıyetin bozulması sonucu itikadi fırkaların doğmasını neticelendirecek bazı siyasi hadiseler toplumda kendini göstermiştir. Bu konuda ilk siyasi ve en büyük olay şüphesiz 3. halife Hz. Osman'ın şehit edilmesi olayıdır.

wt Kşl. Ahmet Akbufut, Sahabe Devri Siyasi Hadiselerinin Kelaml Problemlere Etkileri, s. 165.

Cemel vak'asının daha iyi kavranabilmesi, sebep ve sonuçlarının daha iyi ortaya konulabilmesi, varsa cahiliyye kültürünün etkilerinin değerlendirilebilmesi için Hz. Osman dönemindeki toplumu ve bu dönemde idareci sınıfinı daha iyi tanıyabilmek gerektiği kanaatindeyiz.

Yukarıda da zikrettiğimiz gibi Hz. Osman ne cahiliyye döneminde ne de islami dönemde idarecilik tecrübesi olmayan yaşı da ilerlemiş bir kişidir. Ayrıca Hz.  Osman'ın mensubu bulunduğu Ümeyyeoğullarına karşı düşkünlüğü ve yumuşak huylu olması gibi, yönetimde boşluk doğurabilecek bazı zaaflarının da var olduğu bilinmektedir. O, kanaatimizce iki nedenden dolayı yakın çevresindeki insanları idarede söz sahibi yapmış ve idareye o kimseleri getirmiştir. Kendi özel katibi Mervan'da 340 bunlardan biridir.

Yakınlarını idari makamlara getirme sebeplerinden birincisi, onun fıtratından kaynaklanan, tabiatında bulunan, yakınlarına ve akrabalarına, ailesine düşkün olmasıdır. Bu durum sadece onun tabiatından mıdır? Yoksa İslam öncesi düşünce yapısının bu konuda bir etkisi var mıdır? sorusuna kesin çizgilerle bir cevap vermemiz mümkün olamamaktadır. Fakat yakınlarına olan düşkünlüğü, belki onun Emevi sülalesine fazla önem vermesinden ileri geliyor diye düşünülebilir. Ayrıca Hz. Osman'ın yakınlarına düşkün olmasının ikinci sebebi, onlara güvenmesi, itimad etmesi ve devlet idaresini daha samimi bir ortamda ve emniyet içerisinde 341 gerçekleştirebileceği düşüncesidir. Hz. Osman'ın aslında samimi olan bu düşüncesi ona ve topluma pek hayır getirmemiş, Emevi sülalesinin siyasi ihtirasları yüzünden ortaya çıkan fitne, Hz. Osman'ın şehid edilmesinden sonra İslam toplumunu sarsmak emeli peşinde koşanlar için müsait zemini hazırlamış oldu. 342 Bütün bunlar sonucunda da toplumun tepkisi onun şahsına yöneldi. Halkın ve özellikle Hz. Aişe343, Talha ve Zübeyr gibi bazı sahabenin Hz.  Osman'ın hilafetinden hoşnut kalmamasına sebep olmuştur.

Bilindiği gibi, cahiliyye arap toplumunda sistemli bir devlet teşkilatından bahsedebilmek pek mümkün değildir. En geniş yönetim kabile yönetimidir. İnsanların zihinlerindeki en büyük idareci de kabilenin idarecisi olan kabile

340     Kşl.Ahmet Akbulut, Sahabe Devri Siyasi Hadiselerinin Kelam! Prob. Et s. 165.

341     Kşl.W.Montgomery Watt, İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, s. 13.

342     Kşl. Cihat Tunç, Sistematik Kelam, s. 7.

343     Kşl. İrfan Ayçan, Saltanata Giden Yolda Muavlye Bin Ebi Süfyan, s. 117.

reisleridir. Bu zihniyet yapısına sahip olan insanlar kendi idarecilerinin dışında idareci tanımak istemezler. [109] Cahiliyye Döneminde idarede etkin olan Ümeyyeoğulları da kendi üstlerinde başkalarının varlığını kabul etmek istememişler, Hz. Osman halife olunca bütün topluma hakim olmak istemişlerdir. Bu istek, cahiliyye kültür yapısı gözönünde bulundurulduğunda gayet normal bir davranış ve düşünce yapısı olarak görülebilmektedir. Çünkü Ümeyyeoğulları müslümanların hicretinden sonra özellikle yönetimin tek sahibi olmuşlar, adeta Mekke’nin tek sorumluları olarak kendilerini görmüşlerdir. İdarecilik ve üstünlüğün vermiş olduğu hazzı tadan bu insanlar son ana kadar da müslüman olmamışlardır. Ümeyyeoğulları Hz. Osman'ın halife olmasını ve onun kişisel zaaflarını fırsat bilerek yönetimde eski üstünlüklerini sağlayabilme gayretleri içine girmişlerdir. Medine de dahil bir çok vilayette, yoldan geçerken "savulun" diyerek insanları tahkir etmişlerdir.[110] İşte bunun gibi hareketlerle hakarete uğrayan halk, yönetime ve dolayısıyla yönetimin başı olan Hz.  Osman'a tepki duyar olmuştur.

Hz. Osman'a duyulan tepkinin kaynağı hususunda farklı bir boyuta Watt şu cümleleriyle işaret etmektedir. "Hz. Osman'a karşı girişilen harekette umumi amil önceleri bedevi olanların hayat tarzlarındaki toplu değişikliktir. Bu insanların ataları ve bizzat kendileri, daha önceki yıllarda çölde develeri güderek, şimdi ve sonraları ise diğer kabile ve komşu topraklara akınlar yaparak yaşamışlardı. Şimdi ise onların 36/656'dan itibaren askerliği meslek edinmiş oldukları söylenebilir. Sınır bölgesine yapılan askeri seferler, daha geniş çapta olmakla birlikte, kabile tahriplerine benzedi, ama bu insanlar askeri seferlerden sonra kara çadırlara değil, şehir ordugahlarının nispeten lüks hayatına döndüler".[111] Bu cümlelerden sonra yine Watt, meselenin kökünü şöyle izah etmektedir. "Meselenin kökü onların kendilerini içinde buldukları yeni iktisadi, içtimai ve siyasi yapı idi, fakat onlar, bu yeni yapıya henüz intibak edememişlerdi. Bu şartlarda hissi gerginlikler, patlama noktasına ulaşıncaya kadar yükselmeye devam etmişti." [112] Görülüyor ki Watt, toplumsal felaketlerin kökünde toplumun birden refah seviyesinin yükselmesinin bulunabileceğine işaret ederek değişik bir açıdan konuya yaklaşmış olmaktadır.

Toplumun patlamasında Hz. Osman'dan veya onun idareciliğinden kaynaklanan, zikrettiklerimizin haricinde başka sebepler de zikredilmektedir. Bu konuda Yaşar Kutluay " Taife nefyedilmiş ( sürgün edilmiş ) olan Hakem b. el-As'ı Medine'ye getirerek kendisine Beytü'l-Mal'den yüz bin dirhem, oğlu Haris'e Medine çarşısının Uşr'unu , Mervan'a İfrikiyye vilayeti gelirlerinin hums'ıınu vermesi, seferlere iştirak etmeyen bazı yakınlarına harp ganimetlerinin taksiminde hisse vermesi, iş başında bulunan bazı sahabeyi vazifelerinden alarak yerlerine kendine yakın akrabasını tayin etmesi" [113] gibi olayları zikrederek toplumda görülen huzursuzlukların temelinde yatan sebeplere işaret etmiştir.

Hz.  Osman'ın başarısız olduğu ve sonuçta halkı galeyana getiren diğer bir sebep Ubeydullah b. Ömer örneğinde olduğu gibi Kufan'ın emrettiği cezaların icrasında başarısızlığa düşmesidir. Ubeydullah b. Ömer meselesi, Hz. Osman hilafete geçtiğindeki en önemli mesele idi. Hz. ömer'in yaralanmasından sonra, Hz. Ebu Bekir'in oğlu Abdurrahman, Hz. ömer’in oğlu Ubeydullah'a Ömer’in katili Ebu Lü'lü'yü Hürmüzan ve Cufeyne ile birlikte gördüğünü haber vermişti. Bunun üzerine Ubeydullah b.ömer intikam hırsıyla Hürmüzan'ı, Cufeyne’yi ve Ebu Lü’lü'nün kız çocuğunu öldürdü. Hatta Ubeydullah, yaptığından pişman olacağı yerde, "öldürmedik hiç bir acem bırakmayacağım" şeklinde beyanda dahi bulundu.[114] Hz. Osman bu olayı dini değil tamamen siyasi bir hadise gibi düşündü ve idari insiyatifıyle meseleyi çözümlemeye çalıştı. Halbuki Hz. Osman bu konuda ashabın ileri gelenleri ile de istişare etmiş ve görüşlerini de almıştı. Çoğunluğun görüşü Ubeydullah'ın kısasen öldürülmesi yönünde idi. Fakat halife kısas yapmadı, hatta onun adına diyet ödedi [115] ve Ubeydullah'ı şu cümleleriyle savundu: "Hürmüzan bir müslümandır varisi yoktur. Varisi olmayanın varisi tüm müslümanlardır. Ben de sizin imamınızım, bundan dolayı Ubeydullah'ı affettim"[116] Bu sözler sahabeyi ve özellikle Hz. Aişe, Hz. .Ali başta olmak üzere ashabın ileri gelenlerini kızdırmış ve Hz. Osman'a karşı soğukluk beslemelerine sebep olmuştur. Bu ve bunun gibi zikrettiğimiz ve zikredemediğimiz olaylardan rahatsızlık duyan ashab, Halife'yi uyarmayı kendilerine vazife bilmişlerdir. Bu konuda sorumluluk duygusu taşıyanlardan biri şüphesiz Hz. .Ali'dir. Hz. Ali konu ile ilgili olarak oğlu Hasan'ı halifeye göndermiş ve ona halkın halife hakkında duydukları endişeleri bildirmesini istemiştir. Bu uyarı karşısında sinirlenen Hz. Osman, Hz.  Haşan'a "Baban zannediyor ki, hiç bir kimse yaptığım bilmiyor; fakat biz ne yaptığımızı biliriz"demiştir.352 Böyle sert bir tepki ile karşılaşan Hz. Ali'den şüphesiz bunun ötesinde daha ileri bir tavır beklenemezdi. Nitekim o da bu olaydan sonra Hz.  Osman'ın icraatları karşısında sessizliğini muhafaza etmiştir.

Hz.  Osman'ın uygulamalarından hoşnut olmayan bir diğer kişi de Ümmü'l-Müminin Hz. Aişe'dir. Hz. Aişe'de, Hz. Osman'ın bazı uygulamalarından dolayı O'nu uyarmıştır. 353 Hatta Hz. .Aişe, Hz. Osman'ın uygulamaları sonucu o kadar sert düşüncelere sahip olmuştur ki, uygulamalarından dolayı Hz. Osman'ın Kur'an'a göre dini açıdan yanlış yolda olduğu kanaatini dahi beslemiştir.354

Hz. Talha ve Zübeyr'e gelince bunların durumları da diğer büyük ashabın durumlarından farksız değildi; Hz. Osman'ın uygulamaları karşısında rahatsız ve bu uygulamalara karşı idiler. Bu ikisi Hz.  Ömer'in tayin ettiği halifeyi seçmekle görevli olan komisyonda da Hz. Ali'yi dirayetli görerek desteklemişler;355 fakat buna rağmen halife seçilen Hz. Osman'ın yönetimindeki uygulamalardan hoşnut kalmamışlardır. Zaman zaman yönetimden şikayetçi olanlar bunlara da başvurmuşlar bunlar da Hz. Osman'ı tıpkı Hz.  Aişe ve Hz.  Ali gibi uyarmışlardı.356 Bu uyarıları nazar-ı dikkate almayan halife sonuçta teb'asının isyanı ile karşı karşıya gelme durumunda kalmış, hemen hemen uygulamalardan dolayı halkın halifeden rahatsız olduğu görülmüştü. Bu rahatsızlıkların üstüne bir de Abdullah b. Sebe isimli şahsın icraatları da ilave edildiğinde halk artık isyan etme noktasına gelmiştir.

Bilindiği gibi Abdullah b. Sebe veya Îbnü's-Sevda San'alı, ana-babası yahudi olan bir müslümandır. Hz. Osman devrinde müslüman olmuş, daha sonra müslüman ülkelerde her nedense sapık ve müslümanların kafalarını karıştırıcı fikirler yaymıştır, önce Hicaz'da iken, sonra Basra, Küfe ve Şam'a gitmiş, fakat burada

332     Ahmet Akbulut, Sahabe Devri Siyasi Hadiselerinin Kelaml Prob. Et, s. 177.

333     Kşl. Cevdet Paşa, Ahmet, Kısas-ı Enbiya, c.l, s.477.

394 Kşl.Kafafi,Muhammed,"...Kalhatiye Göre Hariciliğin Doğuşu”(çev:E.R.Fığlalı)

Ankara Ün .İl.Fak. Der. sayı:XVIII, s. 181.

333 Kşl.Ahmet Akbulut, a.g.e, s. 186.

333 Kşl.Cevdet Paşa,Ahmet, Kısas-ı Enbiya, c.l, s.477.

kimseyi yoluna çevirememiştir. Şamlılar onu şehirlerinden çıkarınca Mısır'a gitmiş ve orada "ric'at" akidesini, "vasilik" meselesini ve Hz. Osman'm hilafeti hakkı olmayarak ele geçirdiği gibi fikirleri yaymıştır.’57 Şehirlerde bu olaylar cereyan ederken Hz. Osman bunlara ilgisiz kalmış olayların ehemmiyetini anladığını gösterecek bir hareket izhar etmemiştir. Hatta Medine'liler gelişen olaylarla ilgili tahkikat yaptırmasını istemişler, yaptırdığı tahkikat neticesinde ise bir sonuca ulaşılamamıştır.358

Uygulamalardan rahatsızlık duyan halk nihayet yönetime karşı seslerini duyurabilmek için toplu halde halifeye gitmeyi düşünmüşler 35/565 yılında Mısırlılar umre bahanesiyle yola çıkıp Mekke yerine hilafetin merkezi olan Medine'ye gitmişler Medine'yi adeta sarmışlardı. Hz. Osman'm ricası üzerine Ali b. Ebi Talip gelenlere müessir bir konuşma yapmış onlara Hz. Osman'm uygulamalarının izahını yapmıştır. Böylece topluluğun geldiği yöne dönmesini sağlamıştır.359 Bunun üzerine topluluk ta hiç ısrar etmeden geri dönmüştür. Fakat gelenler, hem şehri hem de halifenin icraatını, davranışlarını yakından görmüş ve tanımışlardır.

Yine aynı yıl 35 Şevval/656 Nisan ayında Mısırlıların, aralarında Abdurrahman b. Udeys el-Bedevi, Kinane b. Bişr et-Tûcibi gibi kimseler vardı ki bu kimseler meşhur kan dökücülerdendi. Ayrıca bunların içinde büyük fitne ustası Abdullah b. Sebe'de olduğu halde hac için yola çıktılar. Ne tesadüftür ki ( ! ) hemen hemen aynı zamanda Kufe'liler ve Basra'lılar da aynı sayıda insanla hac için yola çıktılar.360

Tarihi kaynakların bize bildirdiğine göre, Medine'ye üç konaklık mesafede konaklayan gurup pek iyi niyetle yola çıkmamıştı ve bunlar halifenin hal' edilmesi hususunda anlaşmış görünmekteydiler,361 fakat bununla beraber halifenin kim olacağı hususunda aralarında ihtilaf sözkonusuydu, çünkü Mısırlılar Hz.  Ali'yi, Basra'lılar Talha'yı ve Kufe'liler'de Zübeyrii halife olarak görmek istemekteydiler.362 Bu isteklerini kendi halife adaylarına götürdüklerinde ise şiddetle karşılandılar ve

337     Kşl. Fiği alı, Çağımızda İtikadı İslam Mezhepleri, s. 38.

338     Kşl.Fığlalı, a.g.e, s. 39.

359 Kşl.Fığlalı, a.g.e, s. 39.

330     Kşl. Taberi,Tarih-i Taberi, c.lll, s.349.

331     Kşl.Fığlalı, Çağımızda İtikadı İslam Mezhepleri, s.39.

332     Kşl.Taberi, Tarih-i Taberi, elli, s.349.

istekleri hoş karşılanmadı.’'11 Bunun üzerine yapacak oldukları işten vazgeçmiş gibi görünen guruplar geri dönmeye razı olup kendi memleketlerine doğru hareket ettiler fakat, Mısır valiliğine tayin edilen Muhammed b. Ebi Bekir'in ardından, kendisi Mısır'a varır varmaz öldürülmesi için eski valiye yazılmış bir mektup Mısır'a dönmekte olan şikayetçilerin eline geçince, iş yine çığırından çıktı ve Mısır kafilesi tekrar Medine'ye döndü.364 İşin düşündürücü yanı diğer kafilelerin de aynı zamanda ve hepsi beraber dönmüş olmasıdır. Bu kimseler bu kez Hz. Osman'ı kuşatarak muhasara altına almışlardı. 365 Hz.  Ali bu insanlara tekrar hitap etme ihtiyacını hissetti ve onlara "gittikten sonra sizi geri döndüren ve fikrinizden caydıran nedir?" diye sordu. Onlar haberci ile birlikte kendilerinin öldürülmesini emreden bir mektubu yakaladıklarını söylediler. Bu olay üzerine Hz. Osman, mektupta bulunan mührün kendisine ait olduğunu, fakat mektubun yazılmasından kesinlikle haberi olmadığtnı söyleyince mektubun, halifenin katibi Mervan b. Hakem tarafından yazıldığı ortaya çıktı. İsyancılar Hz. Osman'a ya hilafetten çekilmesini veya Mervan b. Hakem'i kendilerine teslim etmesini teklif ettiler. Hz. Osman ise her iki teklifi de reddetti.366

Mısır'Iılar mektubu bahane edip dönmüşlerdi ama Basra ve Kufe'liler niçin dönmüşlerdi veya Mısırlılar'ın mektubundan onlar nasıl haberdar olmuşlardı? Bu soruların aydınlanması için Hz. Ali onlara dönerek şu soruyu sordu. "Ey Küfeli ve Basrahlar! Mısırlıların yolda ne ele geçirdiğini siz nereden bildiniz?" bu soru üzerine isyancılar "Bize istediğini söyle, artık bu adamın ( Hz. Osman ) bizim için lüzumu yoktur" 367 şeklinde cevap verdiler.

Hz. Ali, isyancıların Hz. Osman'ı öldürmeye karar verdiklerini anladığı gibi oğlu Haşan ve Hüseyin'i, Talha ve Zübeyr ve ayrıca ashabdan olan diğer bazı kimseler de oğullarını Hz.  Osman'ın kapısına bekçi diktiler ve onlara: "Osman'ın kapısında nöbet tutunuz ve kimseyi içeriye sokmayınız" dediler. 368 Onlar kapıda nöbet tutarken, içlerinde Hz. Ebu Bekir'in oğlu Muhammed b. Ebu Bekir'in de bulunduğu bir başka gurup, Hz. Osman'ı öldürmek için komşu evin damından

393Kşl.Cevdet Paşa,Ahmet, Ktsas-ı Enbiya, c.l, s.476.

384 Kşl N.Çağatay-İA.Çubukçu, İslam Mezhepleri Tarihi, s.9.

393 Kşl.Fığlalı, a.g.e, s. 40.

399 Kşl. N. Çağatay-I.A. Çubukçu, a. g. e, s. 9.

397 Kşl.Tabeh, Tarih-l Taberi, c.lll, s.351.

393 Kşl. Taberi, a.g.e> c.lV, s.388.

habersizce içeri girdiler. 18 Zilhicce 35/17 Haziran 656 tarihinde dokuz gün süren muhasaradan sonra Hz. Osman'ı feci şekilde katlettiler.369 Hz. Osman şehid edildiğinde yanında karısı Naile binti Farafısa vardı. Hatta Hz. Osman’a çekilen kılıcı Kocasını korumak için eliyle tuttuğunda iki parmağı ve baş parmağının yarısı da kesilmişti. Halifenin öldürülmesi olayından sonra İslam memleketi beş gün halifesiz kaldı. Bu durumda kimse halife olmak istemiyordu. İşin kötüye varacağını anlayan âsiler Medinelilefe üç gün içinde aralarından birini halife seçmezlerse şehre girip yağma edeceklerini bildirdiler, bunun üzerine Medine'liler Mescid-i Nebevi'de halife seçmek amacıyla toplandılar. 370 Halifelik için üç aday vardı. Hz. Ali, Talha ve Zübeyr. Hilafet Hz.  Ali’ye teklif edilince O, halife olmayacağını, hilafete başkasının getirilmesi gerektiğini söyledi. Hilafeti özellikle Talha ve Zübeyr'e teklif etti. Onlar bunu kabul etmediler, kendilerinin ancak Hz . Ali'ye bey'at edeceklerini söylediler.371 Böylece Hz. Ali halife seçildi.

Takdir edileceği gibi, Hz. Ali halife seçildiğinde toplumda bir çok problem vardı. Bu problemlerin en büyüğü de hiç şüphesiz Hz. .Osman'ın katillerinin cezalandırılması meselesi idi. Ancak ortada belirli bir katil yoktu. Sayıları ikibin beşyüzü aşan, hatta on bin dolaylarında bir kalabalık "Osman'ı hepimiz öldürdük" demekte idi. Şehre hakim olan bu asilerle hemen başa çıkılamayacağı da gayet açıktı.372 Hz. Ali halka "isyancı arapları uzaklaştırın" diyor, isyancı topluluğuna da "geldiğiniz yerlere dönün" şeklinde tavsiyelerde bulunuyordu.373 Fakat bu tavsiyeler pek fayda sağlamıyordu. İsyancıların gayeleri zaten karışıklık çıkarmaktı ve çıkarmışlardı da. Nitekim bu uğurda Hz. Osman't şehit etmişlerdi. Meidne'liler de bu duruma seyirci kalmışlardı. Medine'lilerin böyle pasif bir davranış içine girmelerini Hz. Osman'm uygulamalarından memnun olmadıklaannın işareti olarak görmek belki mümkün olabilir.

Hz. ömer'in şûra'sında önceden de değindiğimiz gibi Hz. Ali'den yana tavır koyan Talha ve Zübeyr gibi sahabenin, isyancılar karşısında Hz. Osman'a yeterince sahip çıkmadıklarını374, Hz. Aişe'nin de tıpkı onlar gibi sahip çıkmadığını

569 Kşl. Taberi, Tarih-I Taberi, C.IV, s.393; Mes'udi, Mürûc ez,Zeheb, c.ll, s.346.

370     Kşl. Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, c.l,s.492.

371     Kşl.Ahmet cevdet Paşa, ag.e, c.l, s.492.

372     Kşl.E.Ruhi Fığlalı, Çağımızda Itikadi İslam Mezhepleri, s.41.

373     Kşl. Taberi, a.g.e, c.lll, s.438.

374     Kşl.Ahmet Akbulut,Sahabe Devri Siyasi Hadiselerinin Kelaml Prob. Et, s.200.

görmekteyiz. Zaten Hz. Aişe'nin, Hz. Osman'ın uygulamalarından zaman zaman şikayetçi de olduğu bilinmektedir.’7' Bu sebepten olsa gerektir ki Hz. Aişe, Hz. Osman kuşatma altında iken hacca gitmeye karar vermiştir. Onu bu kararından vazgeçirebilmek için Mervan b. Hakem, Zeyd b. Sabit ve Abdurrahman b. Attab, yanma gelerek "Ey müminlerin Annesi, seferden vazgeçiniz. Gördüğünüz gibi, mü'minlerin emiri kuşatılmıştır. Senin Mü'minler yanındaki mevkiin sayesinde Allah ondan bu belayı defedebilir" dediler, fakat Hz. Aişe fikrinden dönmedi ve Mekke'ye gitti.’76

Hz. Osman'ın şehid edildiği haberi kendisine ulaşınca, Hz. .Aişe Medine’ye dönmek üzere yolda bulunmakta idi. O da yeni halifenin kim olacağı üzerinde düşünüyordu. Hz. Osman'ın ölüm haberi üzerine Hz. Aişe "sanki insanları Talha'ya bey'at ederken görüyorum" şeklinde bu konudaki arzusunu da açığa vurmuştu.777 Hatta Hz. Aişe, Hz. Osman'ın ölümünden duymuş olduğu üzüntüyü ifade eden bir cümle de sarfetmemişti. Bundan sonra da Medine halkının Hz.  Ali'ye bey’at ettiği haberi kendisine ulaşmıştı. Bunun üzerine Hz. Aişe Hz. Ali'nin halife olmasından hoşnut olmadığını ifade ederek: "Osman'a yazık oldu" dedi ve Mekke'ye geri döndü.378 Burada rivayetler doğru ise düşündürücü olan Hz. Aişe'nin tavrındaki tenakuzdur. Hz. Ali'nin hilafetini duyana kadar Hz. Osman'ın şehit edilmesi ile ilgili bir yorumda bulunmuyor, fakat Hz. Ali'nin hilafeti haberini duyduktan sonra "Osman'a yazık oldu" ifadesini kullanıyor. Yine Hz. Aişe'nin kardeşi Muhammed b. Ebi Bekir'in katillere yol göstermesi de 379 olayın başka bir ilginç boyutunu oluşturmaktadır.

Tarihi rivayetler gözönünde bulundurulduğunda şayet doğru iseler Hz. Aişe'nin Hz. Osman'la ilgili tavırlarında bir farklılık ve tenakuz göze çarpmaktadır. Hz. Aişe'deki bu tavır farklılığının sebebi nedir? sorusuna Hz. Ali'nin halife seçilmesi şeklinde bir cevap verilmektedir. Bize ulaşan rivayetler ışığında Hz. Aişe'nin, Hz. Ali'nin halife seçilmesini istemediği ve bu konuda görüş beyan etmekten kaçındığı şeklinde bir yorum belki mümkün olabilir. Çünkü bunu beyan

375     Kşl. Cevdet Paşa,Ahmet, Kısas-ı Enbiya, c.l,s.477;irfan Ayçan, Saltanata Giden Yolda Muaviye Bin Ebi Süfyan, s, 117.

378 Kşl.lbn Sad, Tabakat ,c.V, s.37.

377     Kşl. Belazuri, Ensab, s. 91-92.

378     Kşl.Ahmet b. Ebi Yakub, Tarih el-Yâkûbf,c.ll,s..180.

379     Kşl.Cevdet Paşa,Ahmet,a.g.e, c.l, s.484.

ettiği takdirde görüşü halk arasında hoş karşılanmayabilirdi. Bunun için de halkın desteğinin üzerinde bulunabileceği bir görüş ortaya atmış ve Hz. Osman'ın masum olduğu, onun mazlum olarak öldürüldüğü ve Hz. Osman'ın kanının sorumlusunun da Hz.  Ali olduğu gibi görüşler beyan etmiştir.,8Ü

Hz. Aişe'nin, Hz.  Ali'ye fiili olarak cephe almasının sebeplerini biz Talha ve Zübeyr'in teşvikine bağladığımız gibi, bize ulaşan kaynaklarda Hz.  Peygamber devrinde cereyan eden bir olaya da bağlanmaktadır. Bu olaya göre, Hz. Ali'nin yanlış tutumu Hz. Aişe'nin, Hz. Ali'ye cephe almasını sağlamış ve Ona kin beslemesine sebep olmuş olabilir. İşaret edilen bu olay hicretin beşinci yılı Şaban ayında, Benî Mustalik Gazvesinde Hz. Peygamber'e eşlerinden Hz. Aişe'nin refakat ettiği sırada cereyan etmiştir. Olay genel olarak şu şekilde rivayet edilmektedir: Kafile, gece bir yerde konakladı. Hz. Aişe zaruret sebebiyle kafileden ayrıldı. Geri döndüğünde ise, boynunda takılı gerdanlığının olmadğını gördü.. Gerdanlığı bulmak için kafileden tekrar ayrıldı ve gerdanlığı buldu. Ancak kafileye yetişemedi. Bunun üzerine çarşafına bürünerek olduğu yerde durakaldı. Hz. Aişe orada iken, askerin bazı ihtiyaçlarını gidermek için ordunun gerisinde kalan Safvan b. Muttal es-Sülemı geldi. Hz. Aişe'yi kafileye yetiştirdi.381 İşte meydana gelen bu durum münafıklar için büyük bir fırsat oldu. Onlar Hz. Aişe'ye iftira etmekten geri kalmadılar. Hatta bazı müslümanlar da buna inandı. Hz.  Peygamber bu duruma çok üzüldü.. Konu ile ilgili olarak Hz. Ali ve Üsame b. Zeyd'in fikrini aldı. Üsame, Hz. Aişe hakkında hayırdan başka bir şey bilemeyeceğini ve olanların söylentiden ibaret olduğunu bildirdi, fakat Hz.  Ali, Hz. Peygamber’i teskin etmek için; "Ey Allah'ın Elçisi, Kadınlar çoktur. Yerine başkasını almaya gücün de yeter" 382 dedi. Ali'nin bu sözü, ister istemez Hz. Aişe'yi üzdü. İşte Hz. Aişe'yi üzen ve Hz. Ali'ye karşı soğuk duygularının doğmasına da bu olay sebeb olmuş, Hz. Ali halife olunca da halife aleyhine tezahür etmeye başlamış olabilir. Fakat burada değinmemiz gereken Hz. Aişe'nin bir kadın olarak bu olayların bil fiil içinde oluşu sadece kendi şahsından kaynaklandığı gibi bir düşüncenin kabul edilmesinin zorluğudur. Hz. Aişe'yi bu olayların bizzat içine çeken kimselerin var olduğu düşünülebilir. Bu kimselerin de Hz.  Ali'nin halifeliğinden umdukları maddi menfaati bulamayıp

380     Kşl.Fığlalı, Çağımızda Itlkadi İslam Mezhepleri, s. 42.

381     Bkz. Haşan İbrahim Haşan, İslam Tarihi, c.l, s. 169.

382     Kşl. Taberi, Tarih i Taberi, c.ll, s.615.

halifeye cephe alan Talha veZübeyr'in olması muhtemeldir. Çünkü bilinmektedir ki Talha ve Zübeyr halifeden umdukları valilik makamına ulaşamayınca Ona cephe almışlar ve Mekke'ye giderek Hz. Ali aleyhine konuşmuşlar, hatta belki bu dönemde Hz. Aişe'yi de Hz. Ali aleyhine olmak üzere kendi yanlarına çekmişlerdi. [117]

Hz. Aişe, Talha ve Zübeyr Mekke'de bir görüş teatisinde bulunmuşlar, yapılacak işler hususunda bir durum muhakemesi yapmışlar ve Basra'ya gitmek hususunda fikir birliğine varmışlardı. Basra'yı tercih sebebi de Şam tarafına Muaviye'nin kafi geleceği ve Basra'da Talha’nın otoritesi olduğu görüşü idi.[118]

Hz. Aişe, Talha ve Zübeyr [119] 3000 askerle beraber Basra'ya yöneldiler. Hz. Aişe, Ya’la b. Münye tarafından kendisine hediye edilen bir deve ile yola koyuldu. Hz. Aişe ve taraftarları Basra'ya giderken yolda yaklaşık 20.000 savaşçı da etraflarında toplandı. Hz. Ali ise Medine'den yaklaşık 4000 kişilik bir kuvvetle ayrıldı.[120] Hz.  Ali'ye de yolda 12.000 Kufe'li asker katıldı. O, bundan sonra Basra'ya yöneldi. Talha ve Zübeyr ile görüşüp savaşa mani olmak için çaba sarfetti fakat, görüşmelerden bir netice çıkmadı. Savaş h. 14 cemaziye'l-eweI/36 m. 9 aralık 656 Perşembe günü başladı. Zübeyr ve Talha[121] dahil olmak üzere bunların taraftarlarından 13.000 kişi, Hz. Ali taraftarlarından da 2.000 kişi olmak üzere toplam 15.000 kişi öldü.[122] Hz. Aişe de olayın sonunda bu olaydan dolayı pişman oldu ve tövbe ederek olay yerinden ayrıldı.[123]

Hz. Aişe'nin pişman olarak olay yerinden ayrılması hadisesi de bize gösteriyor ki, Halife ye karşı içinde bir takım soğuk duygu ve düşünceler bulunsa da bunlar ancak beşeri özellikler olarak değerlendirilebilir. Hz. Aişe hiç bir şekilde bu duyguların tesiri altında kalarak müslümanlan bölüp parçalamak gibi bir düşünce içerisinde olmamıştır. Zaten Mü’minlerin annesini de böyle karanlık düşüncelerin tesiri altında düşünmek asla mümkün değildir. O sadece bir insan olarak çevresindeki insanların, özellikle Talha ve Zübeyr gibi kimselerin tesiri altında kalmış, sonucunu tahmin edemediği bir aksiyon içine girmiştir. Gelişen olayları gördüğünde de hatasını anlamış ve pişman olmuştur.

İslam tarihinde üzücü bir hadise olarak kalan bu müthiş vakıanın gerçek sebepleri kesin çizgilerle tespit edilemediği için başlangıçta çelişkili tavırların arkasından patlak verdiği gözönüne alınarak bu tavırlardan sebepler çıkarılmaya çalışılmıştır. Fakat genel manada savaşın tek sebebinin insan unsuru olduğu düşünülmektedir. Kişisel ihtiras ve çeşitli duygular da burada zikredilebilir.Bu tür ihtirasları ve kişisel özellikleri belli zaman ve mekanlarla sınırlamak pek mümkün olmamakla beraber bu tür hadiseleri her devir ve her insanda görebilmek mümkündür. Dolayısıyla insanın insanlığından kaynaklandığını sandığımız bu türden bir hadiseyi insanlığın herhangi bir devresinde görmek ve yaşamak mümkündür. Dolayısıyla bu olayın sebeplerini cahiliyye devri kültürü ile sınırlamanın uygun olamayacağı kanaatindeyiz. Bu olayın gerçek sebebinin ve gerçek failinin bilicisi hiç şüphesiz her şeyde olduğu gibi Cenab'ı Allah'tır. Biz kendimize ulaşan bir takım kaynaklar ışğında kendi gücümüz nispetinde olayları değerlendirip bir takım sonuçlara ulaşmaya gayret etme çabasındayız. Bunu yaparken de hatadan salim olmamız mümkün değildir. Hatamız varsa bunda kesinlikle herhangi bir kasıt aranmamalı ancak elimizdeki mevcut bilgilerin objektif bilim anlayışı dairesinde bizi bu neticelere götürdüğü düşünülmelidir.

H-SIFFİN S A VAŞI VE CAHİLİYYE DÖNEMİ KÜLTÜRÜNÜN MEZHEPLERİN DOĞUŞUNA ETKİSİ

Bilindiği gibi, Kureyş kabilesinin atası olan Kusay bu kabileyi biraraya toplamış ve içinde Kabe'nin bulunduğu Mekke vadisini bir şehir haline getirmiştir. Kureyş kabilesi Mekke'ye yerleştiği sıralarda, Kureyş el-Bitah denen l.Esed, 2.Zühre, 3.Teym, 4.Haris, 5.Mahzun, ö.Sehm, 7.Cumah, 8.Adiy Boylan ile, Kureyş ez-Zevahir denen ve Mekke'nin dış mahallerinde oturan; l.Amir b. Lühey, 2.Muharib b. Fihr olmak üzere on kabileden müteşekkildi. Daha sonraları Kusay'ın oğlu Abdu Menafin iki oğlu Haşim ve Abdu Şems'ten iki büyük kabile daha ortaya çıkmıştır. Haşim'den Haşimoğullan ( Beni Haşim ) ve Abd'u Şems’ten Ümeyyeoğulları ( Beni Ümeyye) türemiştir. Bu ikinci kabileye adını veren Ümeyye

Abd'u Şems'in oğludur. Büyük Kureyş kabilesinin sonradan ortaya çıkan Beni Haşim ve Beni Ümeyye kollan arasında daha ilk zamanlardan itibaren büyük bir rekabet hissi başlamış ve bu rekabet hissi zaman zaman da kendini fiili olarak göstermiştir.*M Nitekim itikadi fırkalar tarihi açısından çok önemli bir yer işgal eden Siftin savaşının da temelinde bu rekabet hissinin yattığı kanaatini taşımaktayız.

Cahiliyye döneminden kaynaklanan bu rekabet hissinden dolayı iki kabile birbirlerine karşı üstünlük vesilesi aramışlar ve üstünlüklerini izhar etme gayreti içinde bulunmuşlardır. Nitekim cahiliyye döneminde Mekke'de Emeviler, zenginlik ve nüftıs bakımından, Haşimiler ise, toplumdaki saygı ve itibar bakımlarından daha üstün durumlara gelmişler[124] [125] böylece farklı yönlerden de olsa aralarında bir denge kurmuşlardı. Fakat Hz. Peygamberin Beni Haşim sülalesinden olması bu dengeyi âdeta Emeviler aleyhine ve Haşimilerin lehine olacak şekilde bozmuştur. Bunun sonucunda da Emeviler İslamiyet aleyhine bütün güçleri ile çalışmışlar, hatta Hz. Peygamber’in Mekke'yi terk ederek Medine'ye hicret etmesine vesile olmuşlardır. Hz. Peygamberin akabinden amcası Ebu Talib'in oğullan da babalanmn vefatı üzerine Medine'ye göç etmişler, daha sonra da Hz. Peygamber’in amcası Hamza, Abbas ile Beni Abdu'l-Muttalib'den diğerleri ve Beni Haşim'in tamamı Medine'ye göç etmişlerdi. Bu göçler neticesinde Ümeyyeoğullan Mekke'de rakipsiz kalmışlar ve Kureyş arasında riyaset, üstünlük, fazilet ve nüfuzları iyice büyümüş ve otoriteleri de Mekke'de iyice pekişmişti. [126] Belki de bundan dolayı İslama girmemişler, müslüman olmamak için de son ana kadar beklemişler, her türlü karşı mücadelelerini de esirgememişlerdi.[127]

Bu dönemde Muaviye’nin babası Ebu Süfyan Mekke ahalisinin tartışmasız reisiydi. Hz. Peygamber’e karşı bir kaç mevkide muharebede de bulunmuş, alenen düşmanlık göstermiş, kötüleyip yermişti. Fakat zamanla müslümanlar yaptıkları savaşlarda galibiyet elde ederek kuvvet kazandıktan sonra Mekke’yi feth etmeye niyetlenmişlerdi. Mekke'yi feth etmek için şehre yaklaştıkları sırada Ebu Süfyan ile Kureyş ileri gelenlerinin bazıları etrafı tetkik etmek için Mekke dışına çıkmışlar ve etrafı kontrol ediyorlardı. Hz. Peygaıııber'in amcası Abbas bunlara rast geldi. Ebu Süfyan durumun ehemmiyetini anladı ve pişmanlık duygusu ile ellerini oğuşturarak Hz. Abbas'a, "Kardeşinin oğlu hakikaten büyük bir önem ve ehemmiyet kazandfdedi. Hz. Abbas, Ebu Süfyan'a İslama girmesi gerektiğini beyan etti. Durumun ehemmiyetini idrak eden Ebu Süfyan başka bir çare kalmadığını görerek Hz.  Peygambere sığındı ve O'ndan aman diledi. Bunun üzerine Mekke şehri müslümanlar tarafından feth olundu. Bunun üzerine de Ebu Süfyan islamı kabulden başka bir kurtuluş yolu görmediğinden kendisi ve Muaviye dahil olduğu halde oğulları müslüman oldular.394

Görülüyor ki Ümeyyeoğullan topluluğu kabile rekabeti ve kabile üstünlüğü duygusunu çok eski devirlerden beri yaşayan bir topluluktur. Hatta bu kabilecilik duygusu onların hayat ölçülerini ve hayat anlayışlarını oluşturmaktadır. Cahiliyye döneminde kabilecilik ve bundan mütevellid rekabet duygusu içinde yaşayan bu insanlar hayatları içinde bu duygunun mücadelesini vermişler onun uğrunda İslama girmemişler hatta müslümanlara her türlü eza ve cefayı da reva görmüşlerdir. Hz. Peygamber'in hicretinden sonra rakiplerinin Medine'ye göç etmesi üzerine Mekke'de rakipsiz kalan bu insanlar âdeta otoritelerinin tadını çıkarmışlar, Takipsizliğin mutluluğunu yaşamışlardır. Bu durum Hz. Peygamber'in Mekke'yi feth için yola çıkışına kadar sürmüş, müslüman ordusu karşısında mücadele edemeyeceklerini anladıkları an son bulmuştur. İşte o zaman da müslüman olmuşlardır. "İslam orduları karşısında mücadele edebilecek bir gücü kendilerinde bulsalardı belki de müslüman olmayacaklardı" gibi bir düşünce yadırganmamalıdır. Çünkü, gerçekten İslama inanarak samimi duygular besleyen kişiler olsalardı, böyle zorda kaldıkları, çaresiz oldukları bir zamanda değil de daha geniş ve daha rahat bir zamanda müslüman olabilirlerdi. Ümeyyeoğullan’nın müslüman olma şekilleri bizlere onların lider olma, rakipsiz olma yönünden sonsuz bir ihtiras sahibi olduklarını göstermektedir. Nitekim daha sonraki dönemde cereyan eden; Şam valisi Muaviye'nin tavırları ve Sıfiin savaşı gibi olaylar mahiyetleri itibariyle bizi destekler görünmektedir.

Ümeyyeoğullarının İslama geç girmeleri, müslümanların hizmet sürelerinin onlara göre daha uzun oluşu değerleri yönünden sıralanışlarında onları kıdemsiz 394 Kşl.Ahmet b. Ebi Yakub, Tarfh el-Yakubî, c.ll, s. 58-59.

durumda braktı. Hz. Peygamberin Haşinıiler arasından çıkmış olması ve islamiyete ilk giren olmaları sebebiyle daha kıdemli olmaları, Medine'ye göçten sonra, Ensarin da kendilerine katılıııalarıyle değerleri çok artmış, Emeviler adeta ikinci sınıfa düşmüşlerdi.''’5 Kabile asabiyyeti ve itibarına son derece önem veren Ümeyyeoğulları için bu durum adeta bir züldü. Bu durumdan kendileri rahatsız oldukları için Hz. Ebu Bekir'in hilafetinde O'na başvurmuşlar ve bu konu ile ilgili olarak, Ensar ve Muhacir'den daha aşağı tutulduklarını ifade etmişler ve yakınmışlardır. Ebu Bekir ise kendilerine "İslama geç girdiniz, bundan sonraki hizmetlerinizde diğer kardeşlerinizin seviyelerine yetişmeye çalışın" 396 demiştir. Onların böyle, meseleyi problem edinip halifeye götürüyor olmaları bile onların asabiyyet ve üstünlük duygusuna ne derece ehemmiyet verdiklerinin bir göstergesidir.

Hz. ömer halife olunca Ümeyyeoğullannın düşüncelerini anlamış ve tehlikeyi sezmişti. Bunun için de onların Medine'de kalmalarında sakınca görmüştü. Bunun üzerine onları Suriye'de BizanslIlarla savaşmaya ve Şam'da yerleştirmeye yöneltmek için Ebu Sütyan'ın büyük oğlu Yezid'i Şam valiliğine atamıştı.397 Yezid bu görevle oraya atanınca Ebu Süfyan'm da içinde bulunduğu Emevi soyunun ileri gelenleri Suriye'ye göçtüler. Yezid'in ölümü üzerine Halife Hz. ömer bu kez onun kardeşi Muaviye'yi Suriye valisi yaptı. Şam'ın havası, suyu, meyveleri ve yaşam biçimi Emevileri oraya bağladı.398 Hz. ömer'den sonra halife olan Hz. Osman’da Muaviye'yi eski görevinde daim kıldı, hatta etraf beldelerin de sorumluluğunu O'na vererek bölgedeki etkinliğini arttırdı.399 Suriye'nin yerli arap kabilelerinin başkanlarının kızlan ile evlilik bağlan kurarak bölgedeki etkinliğini pekiştiren Muaviye, Emeviler'in islamiyetle birlikte kaybetmiş olduklan saygınlıklarını bu kez Suriye'de yeniden kurmuş oldu.400

Muaviye kişilik olarak ihtişam ve saltanatı seven bir kişi idi. Hz. ömer hilafeti döneminde Şam'a geldiğinde Muaviye'nin tavnnı ve etrafındakileri gördüğünde "Bu adam Arabın Kisra'sıdır" 401 demiştir. Hz.  Osman döneminde yetkisi de artan

395 Kşl. Neşet Çağatay, İslam Tarihi, s.433.

39a Kşl.Corci Zeydan, İslam Medeniyeti Tarihi, c.iV, s. 100.

397     Kşl.Neşet Çağatay,a.g.e, s.433.

398     Kşl.Neşet Çağatay, a.g.e, s.433.

399     Kşl Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, c.l, s. 536.

400     Kşl.Neşet Çağatay, a.g.e, s.433.

Muaviye'nin şan, şöhret ve ihtişamı şüphesiz daha da artmıştır. Cahiliyye Döneminde sahip oldukları ve İslama girdikten sonra kaybettikleri idarecilik vasfı özelliğini Şam ve yöresinde tekrar kazanmışlardır. Böylece kendilerine tekrar güç gelmiş bunun sonucunda da eski idarecilik arzuları kabarmıştır. Bu kabilenin reisi durumunda bulunan Muaviye arzu ve isteklerini açıkça izhar edememiş fakat hedefine ulaşabilmek için dehasına uygun bir siyasi manevra ile gerçekleştirmiştir. Bunun için ilk olarak etrafındaki insanları kendine bağlamış ve Sıffin savaşını meydana getirebilecek zemini hazırlamıştır.

Değindiğimiz gibi, Hz.  Osman dönemi en çok Ümeyyeoğulları'nm işine yaramış ve kaybettikleri itibarlarını bu dönemde tekrar kazanmalarına vesile olmuştur. Cahiliyye Döneminden bahsederken de işaret ettiğimiz gibi cahiliyye dönemindeki en büyük idari birim kabile idi. Toplumun fertleri için de en büyük idareci kabile reisiydi. Hz. Osman döneminde Ümeyyeoğullan idarecilik arzularına bir nebze olsun ulaşabildikleri gibi bu dönem, onların idarecilik arzuları ile ilgili sonsuz isteklerinin açığa çıkmasına da sebep olmuştur. Kendilerini eski duygularına kaptırarak insanlara hakaret etmekten geri durmamışlar hatta yolda yürürken "savulun" yoldan biz geliyoruz dercesine insanlara hakaret edebilmişlerdir.402 Bütün bunların karşılığında onlar Hz. Osman'a olan vefa borçlarını ödeyemedikleri gibi O'nun vefatından sonra Yüce zatım istismar edip, bunu hilafet arzularına basamak yapmaktan dahi geri kalmamışlardır. Muaviye bütün arzularını Hz. Osman'ın kanının arkasına saklamıştı. Herşeyden önce Muaviye HzOsman'm kanı hususunda samimi olmamıştır. Şayet samimi olsaydı Hz. Osman kuşatma altında iken onu kurtarabilmek için bir çaba sarfederdi. Halbuki Muaviye, elinde güç bulunduğu halde kendisine yardım çağrısı yapılmasına rağmen bu konuda hiç bir teşebbüste bulunmamış,^sessizliğini muhafaza etmiştir.

Hz. Osman şehit edilipte Hz. Ali'nin halife olduğunu duyunca Muaviye tıpkı Talha ve Zübeyr'in teşviki sonucunda Hz. Aişe'nin yaptığı gibi, Hz .Osman'ın masum olarak öldüğünü söylemiş ve Hz. Osman'ın kanından Hz. Ali'yi mes'ul tutmuştu. Bu durum bize Muaviye'nin olaya ön yargılı yaklaştığı fikrini

401     Kşl. Ahmet Cevdet Paşa,Kısas-ı Enbiya ,c.l, s.536.

402     Kşt. Çağatay, Çubukçu, İslam Mezhepleri Tarihi, s. 8.

403     Kşl. Ahmet Cevdet Paşa, a.g.e, c.l, s.540;İrfan Ayçan, Saltanata Giden Yolda Muaviye Bin Ebi Süfyan, s. 121.

vermektedir.[128] Acaba Muaviye'deki bu önyargının sebebi nedir? Bu soruyu iki sebebe binaen izah etmek mümkündür. Birincisi, Hz. Ali, Muaviye'nin kardeşini, teyzesini ve çeşitli yakınlarım Bedir'de öldürmüştü.[129] Bu yüzden Muaviye Hz. Ali'ye ön yargılı yaklaşmış, Hz. Osman'ın kanından onu mes'ul tutmuş, böylece ondan öc alma yoluna gitmiş ve hilafetine de bey'at etmemiştir. İkinci sebep şeklini de konu içerisinde zaman zaman değindiğimiz cahiliyye devri kültürünün bir ürünü olan kabilecilik ruhu ve asabiyyet duygusu ile izah etmek mümkündür. Biliyoruz ki cahiliyye döneminde Emevi-Haşimi çekişmesi söz konusudur. Bu iki kabile her bakımdan üstünlük yarışı içerisinde bulunmaktadır. Hicretten sonra da özellikle Mekke'nin fethine kadar Ümeyyeoğullan'nın tartışmasız üstünlüğü söz konusudur. Bu üstünlük Mekke'nin fethi ile son bulmuş fakat Hz. Osman'ın hilafeti döneminde başka bir belde olan Şam'da da olsa tekrar eski canlılığını kazanmaya başlamıştır. İşte tekrar kazanılmaya başlanılan bu canlılık bir Haşimi olan Hz.  Ali tarafından söndürülebilirdi. Bu, bir Emevi endişesi olabilir. Hz. Ali'ye karşı da bir ön yargı sebebi olabilir. Yani Muaviye bu endişesine binaen olaylara şartlı yaklaşmış ve Hz. Ali'ye önyargılı bakmış olabilir. Zikrettiğimiz bu iki sebebe bir de Muaviye'nin şahsından kaynaklanan makam hırsı ve siyasete düşkünlüğünü ilave edebiliriz.

Bütün bunların hepsini biraraya getirdiğimizde Muaviye'nin ve Ümeyye oğullarinm hilafete ve siyasete düşkünlük sebebi daha iyi anlaşılabilmededir. Hatta Muaviye bu konudaki haklılığını pekiştirmek amacıyla kendisine bir de delil bulmuştur. Buna göre, kendisinin Hz. Ali'nin elinde bulunan hilafeti almasında hiçbir sakınca yoktur. Çünkü Hz. Ebu Bekir ona göre hilafeti Hz.  Ali'nin elinden almıştır. Aynı düşünce yapısına göre Muaviye'nin de hilafeti Hz.  Ali'den almasında bir sakınca olamaz.[130]

Bütün bunların sonucunda Muaviye hilafeti ele geçirebilmek için sinsi planlarla hareket etmiş ve o planlarını adım adım uygulamıştır. O, Hz.  Ali’nin toplumsal mevkiini ve özellikle İslam toplumundaki yerini bildiği için meseleyi AliMuaviye mücadelesi yerine Ali-Osman tartışmasına çekmiş [131] ve Hz. Osman'ın kanından, halife olan Hz. Ali’yi sorumlu tutmuştur. Halkı da Hz. Ali'ye karşı mücadelede ilk olarak arapların en dâhisi diye addedilen üç zatı kendisine yardımcı ve destekçi edinmiştir. Bu üç zat, Amr b. el-As, Ziyad b. Ebîhi ve Muğire b. Şûbe'dir. Bunlar olmasa idi Muaviye'nin hedefine ulaşabilmesi biraz zordu.4"8

Ayrıca Muaviye, kendine taraftar toplayabilmek ve gücünü arttırabilmek için ashabın ileri gelenlerinden üç kişiye mektup yazdı. Bu kişiler Sa'd b. Ebi Vakkas, Abdullah b. Ömer, Muhammed b. Mesleme idi. Bu üç kişiden de Muaviye'ye olumsuz cevaplar geldi.[132] [133] Sa'd b. Ebi Vakkas Hz. Ali ile asla muharebe etmeyeceğini ve onun aleyhinde kimse ile ittifak yapmayacağını kesin bir dille ifade etmiştir.[134]

Muhammed b. Mesleme ise Muaviye’ye yazdığı cevapta ilginç bir noktaya temas etmiştir. 0,"...Teaccub olunur ki Osman'ın mahsur olduğu zaman defalarca istimdat yolunda Şam'a haberler gönderilip sen de muktedir iken imdat ve imada ( yardım ) tekasül ( çekingen ) ve tegafiil ( anlamsızlık ) ettin, veliyyi nimetinin hakkı nimetini îfa. etmedin. Düşmanlan, O'na zaferyâb olur (galip gelir) ve meydan sana kalır, sen de muradına erersin sandın. Şimdi onun kanını talep ve dava bahanesiyle tâc-ı hükümeti başına giymek istiyorsun"[135] demiştir.

Yine Abdullah ibn Ömer'in cevap mahiyetinde Muaviye'ye gönderdiği mektup da ilginçtir. Abdullah ibn Ömer şöyle söylemektedir. "...Yakînen Malum oldu ki, senin dem-i Osman'ı ( Osman'ın kanını) talepten garazın (maksadın) câh ve mensıptan ( rütbe ve mevkiden ) başka bir şey değildir...".[136] İşte cevap mahiyetindeki bu mektuplar bize gösteriyor ki Muaviye'nin gayesi halis değildir. O'nun gayesi Hz. Osman'ın katilleri değil fakat hilafet makamıdır. Bu arzusunu doğrudan dile getiremediği için Hz. Osman'ın kanını kendi emeli uğruna basamak yapmaktadır.

Muaviye ashabın ileri gelenlerini kendi safına çekememiş fakat arap dâhileri diye bilinen zekî kimseleri kendi safina çekmeyi başarmıştır. Ayrıca Suriye halkının tam desteğini almak için Hz. Osman'ın kanlı gömleğini ve Hz. Osman'ın eşi Naile'nin kesilmiş parmağını Numan b. Beşir vasıtasıyla elde ederek, bunları Şam'da caminin minberine astırıp halkın kin ve garezini Hz.  Ali üzerine yöneltmeye çalışmıştır.41’ Böylece halkın kin ve nefret duygularının Hz. .Ali'ye karşı kabarmasını sağlamıştır. Bu şekilde Muaviye, Hz. Osman'ı Hz.  Ali'nin öldürdüğü fikrine halkı inandırmıştır.[137] [138] Hatta Hz. Ali'ye bey'at etmeyişinin meşruluğunu halka kabul ettirmek için "Eğer Ali'ye bey'at ederseniz sizi buradan çıkartır" [139] demekten kendini alamamıştır.

Bütün bu çaba ve gayretinden sonra Muaviye toplumda Emevi-Haşimi rekabetini yeniden canlandırarak Emevileri kışkırtmıştır. Ayrıca toplumda şairlerin, hatiplerin ve vaizlerin de kendi şahsî davasını savunmalarını sağlamış[140] böylelikle de halkın kendi şahsına olan itimat ve güven duygularını pekiştirmiştir. Muaviye halka çeşitli vaadlerde de bulunarak halkın nabzını elinde tutmuş, özellikle halife olduğu takdirde hilafet merkezini Şam'a nakledeceği vaadini de vermiştir. Bu da Suriyeliler arasında büyük memnunluk yaratmış ve Suriyelilerin Muaviye'nin ateşli birer taraftan olmalarını sağlamıştır.[141]

Muaviye'nin bütün bu faaliyetleri şüphesiz Hz. Ali'yi rahatsız etmiştir. Cemel vakasından sonra Basra'yı alan Hz.  Ali, Suriye'yi kendisine karşı hazırlayan Muaviye meselesini çözümlemek gerektiği inancını taşıyordu. Bunun için gerekli hazırlıkları yapmaktan geri durmuyordu.[142] Nihayet Hz. Ali Medine'de bey'atı kabul ettiği zaman gönderdiği mektuptan sonra, cemel vakasının sonunda da Cerir b. Abdullah'ı Muaviye'ye bey'at için tekrar göndermiştir. Muaviye başdanışmanı Amr

b.      el-As ile görüşmüş ve tavır belirlemiştir. Maalesef bu ve bunun gibi görüşmelerden Hz. Ali'nin beklediği müspet sonuç çıkmamıştır.[143] Muaviye , bütün bu iyi niyet girişimleri karşısında HzAli ile müspet bir tavır içerisine girmemiş hatta halkı Hz. Ali'ye karşı tahrik etmeye devam etmiştir. Hz. Ali'ye bey'at ettikleri takdirde yurtsuz kalabileceklerini her fırsatta tekrar etmiştir[144].

Bütün bunlardan sonra Hz. Ali, ordusunu Siftin yakınlarında konaklattı. Hz.  Ali'nin ordusuna yakın bir yerde Muaviye'nin ordusu da konaklamıştı. Hz.  Ali hiç bir zaman ağırlık, vakar ve asaletinden taviz vermedi. İki ordu birbirine yakın olduğu halde Hz .Ali hâlâ Muaviye'den olgun davranışlar bekliyor, O'na elçiler gönderiyor ve hatalı düşüncesi ile ilgili olarak doğruyu bulabileceğini umuyordu.[145] Bütün bu çabalar karşısında Muaviye olumlu bir tavır içerisine girmiyor, Hz. Osman’ın katillerini istiyor ve bu katillere kısas yapılması gerektiğini, imkansız olmasına rağmen ısrarla ifade ediyordu.[146]

Zannediyoruz ki Muaviye bu tavizsiz isteği ile İslama çok sadık olup, islami emirlerden taviz vermediği gibi bir davranış sergileyerek haklılığını kabul ettirebilmek gayreti içinde bulunuyordu. Böylece takva sahibi kimselerin takdir ve desteklerini toplayabileceğini düşünüyordu. Bunun için de islamın emirlerine sıkı sıkıya bağlı olduğu izlenimini veriyordu. Acaba gerçekten islamın emirlerine sıkı sıkıya bağlı olan kimse Muaviye'nin yaptığı gibi mi yapardı? Bizim kanaatimize göre, Muaviye'nin yaptığının tam tersini yapardı. Yani halifenin karşısında değil, bizzat halifenin yanında yer alırdı. Biliyoruz ki Hz .Ali makam ve mevki hırsı ile yanan ve halifelik arzusuna da esir düşmüş bir kişi değildir. Zaten halifelik ilk defa kendisine teklif edildiğinde de bu teklifi diğer sahabeye bizzat kendisi yöneltmiştir.

Ümeyyeoğulları'nın Hz. Ali'ye olan asıl düşmanlığı yukarıda da çeşitli vesilelerle değindiğimiz gibi daha önceki dönemlere uzanmaktadır. Nitekim Hz. Osman muhasara altında iken Hz. Ali'ye "Ey Ali! Bizi helak ettin ve bu işi mü'minlerin emirine sen yaptın. Dikkat et, eğer istediğine ulaşırsan dünya senin üstünden geçecektir"[147] demişlerdir. Bu cümle Ümeyyeoğulları'nın Hz. Ali'ye karşı önceden düşmanlık duygusu beslediklerini göstermektedir. Acaba bunun sebebi nedir? Bize göre bunun sebebi cahiliyye devri kültüründen kaynaklanan kabilecilik ruhu ve kabile asabiyyeti duygusudur. Daha başka bir ifade ile cahiliyye devrinden kaynaklanan Emevi-Haşimi çekişmesinin islami dönemdeki farklı boyutunun bir ifadesidir. Ümeyyeoğulları’nın daha Hz. .Osman döneminde Hz. Ali'yi halef seçmiş olmaları da Hz. Ali'yi rakip halife adayı görmelerindendir. Haşimi soyundan olan

Hz. Ali'nin halife olması cahiliyye düşüncesine göre Haşinıilerin Ümeyyeoğulları üzerindeki yeni bir zaferi olur ki hiç bir Ümeyyeoğlu bu durumu tasvip etmez. Nitekim Hz. Ali halife olunca da durum farklı olmamış, Ümeyyeoğullart'nın reisi durumunda bulunan Muaviye Hz. .Ali'nin halifeliğini kabul etmemiş çeşitli entrikalarla Hz. .Ali'yi yıpratmaya gayret etmiştir. İşte bu gayretinin karşılığı olarak ta, aynı kitabı okuyan, aynı peygamberin ümmeti ve sahabisi olan bir çok müslüman Sıffin'de karşı karşıya gelmiştir.

Sıffin savaşı öncesi Muaviye ilk olarak Fırat suyunu tuttu ve Hz. Ali ordusunun su almasını engelledi. Bunun üzerine Suriye birlikleri Hz. Ali ordusu tarafından geri püskürtüldü ve böylece Hz. Ali kendi askerlerinin de sudan faydalanmasını sağladı.[148] Hz. Ali, Muaviye'ye tekrar elçiler gönderdi, fakat müspet bir netice alamadı. Bunun üzerine taraflar Safer ayı 37/Haziran 657 başında fiilen karşı karşıya geldi. Bir ara çok kızışan savaş, Leyletü'l-Harîr denilen 8-9 Safer 37/8-9 Temmuz 657 Perşembeyi Cumaya bağlayan gece sabaha kadar bütün şiddeti ile devam etti ve Ali b. Ebi Talip şöhretli kumandanı el-Eşter vasıtasıyle Muaviye ordusuna son ve öldürücü darbeyi vurmak üzere iken, hatta bütün ümidini kaybeden Muaviye savaş meydanından kaçmak üzere iken, Mısır fatihi ve aynı zamanda Muaviye'nin danışmanı olan Amr b. el-As onun imdadına yetişti ve meşhur tavsiyesinde bulundu. Bu tavsiyeye göre, her iki taraf arasında Allah'ın kitabının hakemliğine başvurulmalıdır.[149]

Amr b. el-As'ın teklifini cazip bulan Muaviye bu teklifin fiiliyata geçirilmesi için bütün gücü ile çaba sarfetti ve büyük Şam mushafını beş mızrağın ucuna bağlatarak beş kişiye taşıttı. Diğer askerler de yanlarında bulunan mushafları mızraklarının ucuna bağladılar[150] ve, "siz ve biz birbirimizi yokettikten sonra sınırlarımızı kim koruyacak. Tann'nın kitabı aramızda hakem olsun" diye bağırmaya başladılar.[151] Böylece zafere ulaşmak üzere olan Hz Ali’nin ordusu üzerinde ihtilaf meydana getirdiler ve özellikle Hz.  Ali’nin ön saflarında yer alan "Kurrâ" üzerinde istedikleri ikiliği doğurmakta muvaffak oldular.

Bu ikilik ve ihtilaf üzerine Hz. Ali askerlerine "Siz işinize devam ediniz. Muaviye, Anır b. el-As, İbn Ebi Mis'ar ve Dahlıak ibn Kays ehl-i Kur'an değillerdir. Ben onların ahvâlini sizden ve Kitabullah'm ahkamını cümlenizden âlâ bilirim. Onların mushafları kaldırmaları mücerred hile ve hud'adır ( aldatmadır )" dedikten sonra kendi askerlerinin Hz. Ali'ye "Kitabullah'a davet olunduğunda icabetten gayri bir şey yapmayız" demeleri üzerine Hz. Ali "Ben de onlar ile Kitabullah'a itaat eylesinler diye cenk ediyorum. Zira onlar Allah'ın emrine âsi oldular" demiştir.428 Mis'ar ibn Fedek et-Temîmi ve Zeyd ibn el-Hüseyin et-Tai, daha sonra Havaric'e dahil olan bir gurup ile birlikte "Ya Ali! Kitabullah'a icabet eyle yoksa seni düşmanlarına teslim ederiz, yahud İbn Aftan'a yaptığımızı sana da yaparız"429 dediler.

Taraftarlarının şiddetli tazyiki altında savaşı durdurmaya çaresiz mecbur olan Hz. Ali yeni bir çaresizliğe daha düşmüştür ki o da şüphesiz hakem seçimidir.430 I.HAKEM OLA YI VE HARİCİLİĞİN DOĞUŞUNDA CAHİLİYYE DÖNEMİ KÜL TÜRÜNÜN ETKİSİ

Siftin savaşında Hz. Ali'nin muzafferiyeti kesin gibi görünürken Muaviye'nin başdanışmanı durumunda olan Amr b.el-As'ın hilesi ile galibiyyet Hz. Ali ve ordusundan uzaklaştırılmıştır. Kufan-ı Kerim mızraklar ucuna takılmak suretiyle Muaviye ve ordusunun, şanlı Kur'an'm hakemliğine başvurulmasını istiyormuş gibi bir intiba vermiş olmaları Hz. Ali'nin ordusunda ikilik çıkmasına sebep olmuş ve bunun üzerine Kur’an'm hakemliğine başvurulması görüşünü savunanların baskısıyle savaş durdurulmuştur. Savaşın durdurulmasında etkin olanlar, Küfe süvarilerinin komutanı olup savaşın en önemli kişisi olan Eştefe geri çekilmesi için Hz. Ali'ye haber gönderilmesini söylemişlerdir.431 Zor durumda bulunan Hz. Ali, Yezid b. Hanifı'yi Eştefe elçi olarak gönderdi. Eşter, muzafferiyetin kendisi için yakın olduğunu söyleyerek geri dönmek istemedi. Bu duruma Hz. Ali'nin askerleri çok tepki gösterdi. Hatta, Eşter gelmediği takdirde Hz.  Ali'yi terk edeceklerini dahi söylediler. Hz. Ali'de Yezid’e "Eştefe fitnenin baş gösterdiğini git söyle ve Eşter buraya gelsin"dedi. Eşter bunun üzerine savaşı brakıp geri döndü ve Hz. Ali’nin

423 Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, c.l, s.560.

429     Ahmet Cevdet Paşa, a.g.e, c.l. s.560.

430     Kşl.Fığlalı, Çağımızda Itikadl İslam Mezhepleri, s. 47.

431     Kşl. Çağatay, Çubukçu, İslam Mezhepleri Tarihi, s. 13.

ordusuna ağır ifadeler ihtiva eden bir hitapta bulundu.43’ Bundan sonra da ihtilafçılar arasında kavgaya varan ayrı bir ihtilaf daha zuhur etti.433

Eş'as b. Kays Hz. Ali'ye gelerek Muaviye'ye gidip ne istediğini soracağını söyledi. Hz. Ali'de O'na izin verdi. Bunun üzerine Eş’as Muaviye'ye gitti. Muaviye verdiği cevapta hem Şam hem de Irak tarafının Allah'ın emrine dönmesini sağlamak için böyle bir durumu gerçekleştirdiğini, ayrıca bir hakem İraklılardan bir hakem de kendilerinden seçilmesi gerektiğini söyledi.434 Hz. AIi'nin yanına geri dönen Eş’as, Muaviye’nin sözlerini O’na naklettikten sonra Şam ehlinin hakeminin Amr b. el-As olarak belirlendiğini haber verdi.435 Şam ehlinin hakemi belli olduğuna göre Irak ehlinin hakeminin de belirlenmesi gerekiyordu. İşte bu noktada Eş'as ve sonradan harici olan bir gurup Ebu Musa el-Eş'ari'nin kendi hakemleri olması gerektiğini söylediler. Hz.  Ali ise savaşın durdurulması hususunda kendisine muhalefet ettiklerini, bu konuda ise muhalefet etmelerinin uygun olmayacağını ifade etti. Eş'as b. Kays, Zeyd b. Hüseyin et-Tâi ve Mis'ar b. Fedeki, Ebu Musa el-Eşari haricinde kimseye razı olmayacaklarını, bu işlerin sonucundan kendilerini ilk uyaranın Ebu Musa el-Eş'ari olduğunu ifade ettiler. Hz.  Ali kendisi için Ebu Msa'nın güvenilir olmadığını beyan ederek 436 ya Abdullah b. Abbas'ı, ya Eşter'i ya da Kays b. Hanifı'yi hakem seçmek düşüncesinde idi.437 Hz. Ali'ye muhalif olanlar İbn Abbas ile Ebu Musa'nın hemen hemen aynı derecede olduklarını, Eşter'in ise savaşı alevlendiren kişi olduğunu ifade ederek kabul etmediler. Hz. Ali ''ne yaparsanız yapın" diyerek Ebu Musa'nın seçilmesinden önce çekimser kaldı ve daha sonra Hz. AIi'nin askerlerinin baskısı sonucunda Ebu Musa kendi tarafının hakemi seçildi.438

Hakemler tespit edilip ilan edildikten sonra taraflar arasında tahkim anlaşması imzalandı. Bu anlaşmanın gerçekleştiği tarih hususunda iki farklı rivayet bulunmaktadır. Bu rivayetler 13 Safer 37/31 Temmuz 657 veya 17 Safer 37/4 Ağustos 657 şeklindedir.439 Bu anlaşmanın sonucunu ileriki sahifelerde ele alacağız.

432     Kşl. Taberi, Tarih-i Taberi, c. V, s.49-50.

433Kşl.Taberi, a.g.e, c.v, s.50-51.

434Kşl.Taberi,a.g.e, c.V, s.51.

439     Kşl. Taberi, a.g.e, c. V, s.51.

4M Kşl. Taberi, a.g.e, c. V, s.51.

431 Kşl. Neşet Çağatay, İslam Tarihi, s. 394.

438     Kşl. Çağatay, Çubukçu, İslam Mezhepleri Tarihi, s. 14.

439     Bkz.Fığlalı, Çağımızda İtikadı İslam Mezhepleri, s. 14.

Taberi’nin Ebu MihnePten yaptığı bir rivayete göre Eş'as anlaşma metnini yanına alarak insanlar arasına karıştı. Onlara bu metni hem okuyor hemde mahiyeti hakkında bilgi sunuyordu. Kabileler arasında böylece dolaşıyordu. Bu durum Temîmoğulları kabilesinin olduğu yere kadar devam etti. Temîmoğullart kabilesinin olduğu yere gelince, bu kabile içinde bulunan Urve b. Udeyye "Aziz ve Çelil olan Allah'ın işi hususunda insanları hakem mi tayin ediyorsun? Hüküm ancak Allah'ındır, "dedi ve kılıcını çekerek Eş'as’m atma saldırdı.[152] Bunun üzerine Eş'as kendini kurtarabilmek için oradan kaçtı.[153]

Sıffinden Dönerken Hz.  Ali'nin ordusunda bulunan askerler arasında hakeme başvurulmuş olmasından dolayı bir huzursuzluk vardı. Bu birlikler Kufe'ye yöneldikleri vakit sonradan harici olan guruptan bazı kimseler, Hz.  Ali taraftarlarına "Ey Allah'ın düşmanları! Aziz ve Çelil olan Allah'ın emri hususunda müdahane (iki yüzlülük) yaptınız ve kendinize hakem tayin ettiniz, birliğimizden ve bizim topluluğumuzdan ayrıldınız" dediler. Bunun üzerine onikibin kişi Hz. AIi ile beraber Kufe'ye girmeden Kufe'nin köylerinden biri olan Harûra'ya geldiler. Orada kendilerine Şeb'es b. Rıb’î et-Temîmi'yi askeri komutan, Abdullah b. Kevvâ'yı namaz için imam seçtiler. İslam ülkelerini yönetimleri altına aldıktan sonra müslümanlann işlerinin bir kurulca yürütüleceğini, biatin Allah'a yapılması gerektiğini emr-i bi'l-maruf ve'n-nehy'i ani'l-münker yapılacağını bir münadi vasıtasıyla duyurdular.[154]

Hz. AIi Kufe'ye geldiğinde hariciler ondan ayrılmışlardı. Hz. AIi taraftarları ona "Bizim ikinci kez sana bey'at etmemiz boynumuzun borcudur. Senin dostun bizim de dostumuz, senin düşmanın bizim de düşmanımızdtr" [155] dediler. Siftin savaşından önce yani, olayların başlangıcında Hz. AIi taraftan olan insanlar böylece iki guruba aynlmış oldular. Hz. Ali'den aynlanlara "Hariciler", Hz. Ali’ye bağlı olanlara da Ali taraftarı manasına "Şiat-i Ali"denilmiştir. Hz. Ali taraftarları Hz.  Ali'nin mağdur edildiğine, Muaviye ve Amr b. el-As tarafından aldatılıp hakkının elinden alındığına inanıyorlardı. Hz. Ali taraftarlan Muaviye'ye düşman olmakla berabar Hariciler hem Hz. Ali'nin hem de Muaviye'nin düşmanı idiler.444 Nitekim Hariciler'iıı Hz. Ali taraftarlarına : "Siz Şam halkı ile kafirlikte atbaşı beraber gidiyorsunuz. Şamlılar Muaviye'ye, işlerine gelen meselelerde kabul ve işlerine gelmeyen meselelerde red edebilmek suretiyle bey'at ettiler. Siz de Ali'ye onun dostlarının dostu ve düşmanlarının düşmanı olmak hususunda bey’at ettiniz"445 diyerek her iki tarafa da düşman olduklarını itiraf ettiler.

Bunun üzerine Hz.  Ali, Abdullah b. Abbas'ı onlara gönderdi ve ona şöyle dedi: "Ben sana gelinceye kadar onlara husûmet beslemek ve onlara cevap vermek hususunda acele etme"440 dedi. Hz. Ali bundan sonra Abdullah b. Abbas'ı hariciler'e gönderdi. İbn Abbas haricilerin arasına girdiğinde hariciler O’nun etrafında toplandılar ve tartışmaya başladılar. Haricilerin fikri saldırısı ve sataşmaları üzerine İbn Abbas da sabredemeyip onlarla tartışmaya başladı.447

Bu arada Hz. Ali, Ziyad b. Nadiri haricilerin reislerinin kim olduğunu öğrenmesi için onların yanına gönderdi. Ziyad, haricilerin en çok Yezid b. Kays etrafında toplandıklarını söyledi. Bunun üzerine Hz. Ali bu kişini çadırına geldi. Zaten İbn Abbas'ta oradaydı. Onlann tartıştıklarım görünce İbn Abbas'a "Ben seni bunlarla münakaşadan men etmedim mi?" dedi ve haricileri birliğe davet eden etkili bir hitapta bulundu.448 Hz. Ali'nin konuşmasından sonra Haricilerin hemen hemen yarısı onunla birlikte Kufe’ye geri döndüler.449

Siftin Savaşından sonra anlaşılan vakit gelince hakemler Dumetu'l- Cendel'de bulunan Ezruh'ta buluştular. Burada Muaviye'nin hakemi Amr b. el-As bir çok oyundan sonra Ebu Musa'yı şaşırttı. Hz. Ali'nin otoritesini sarstı. Ebu Musa'ya Hz. Ali ve Muaviye'nin hal' edilmesi gerektiğini ve yeni halife seçiminin Şûra'ya brakılması gerektiği görüşünü benimsetti. Ebu Musa kürsüye geldiğinde halife Hz.  Ali'yi hal' ettiğini söyledi. Daha sonra kürsüye gelen Amr b. el-As, Allah'a hamd ettikten sonra Ebu Musa’nın söylediklerini tekrar özetledi. Halifeyi Ebu Musa'nın hal' ettiğini tekrar etti ve boş kalan hilafet makamına Hz. Osman'ın velisi ve bu makam için insanların en hayırlısı olduğunu iddia ettiği Muaviye’yi atadığını

444     Kşl. Neşet Çağatay, İslam Tarihi, s.396.

445     Kşl. Taberi, Tarih-i Taberi, c. V, s. 64.

448     Ahmetb. Yakub,Tarih el-Yakubî,c.II,s. 191; Taberi, a.g.e, c.V, s.64.

447 Kşl.Taberi, a.g.e, c.V, s.64.

449     Kşl.Taberi, a.g.e, c.V, s.65.

449 Kşl N.Çağatay-I.A.Çubukçu, İslam Mezhepleri Tarihi, s. 18.

söyledi.[156]

Hz. Ali, Ebu Musa'yı hakem olarak göndereceği sıralarda Haricilerden olan Zur'a b. Burç et-Tâi ve Hurkus b. Zubeyr es-Sa'id isimli iki kişi yanına gelip "La hükme illa lillah"demişlerdi. Hurkus Hz. Ali'ye "Hatandan tövbe et, hükmünden dön, Rabbimize kavuşuncaya kadar düşmanlarımızla savaşmak üzere bizimle beraber karşı çık"[157] dedi. Hz. Ali ise onlara :"Ben bunu daha önce sizden istedim, siz bana isyanettiniz. Biz onlarla aramızda bir anlaşma imzaladık, şartlar ileri sürdük, onlara ahd ve misak verdik. Nitekim Cenab-ı Allah:"Ahitleştiğinizde Allah'ın ahdini yerine getirin. Allah’ı kendinize kefil kılarak sağlama bağladığınız yeminlerinizi bozmayın Allah yaptıklarınızı şüphesiz bilir"[158] buyurmuştur, der.[159]

Hurkus: "Senin bu yaptığın günahtır Tevbe etmen gerekir, deyince Hz. Ali "O günah değildir lâkin görüşte acz ve fiilde zaaftır. Ben bu konuda önceden sizi uyarmış ve sizi nehyetmiştim" dedi. Bundan sonra söz alan Zur'a b. Burç: "Ey Ali Allah'a yemin olsun ki, Aziz ve Çelil olan Allah'ın kitabı ortada iken sen insanların hakemliğine gidersen seni katleder ve böylece Allah'ın rızasını isterim"[160]dedi. Bir müddet daha konuştuktan sonra belli bir anlaşma sağlanmadan bunlar çıkıp gittiler.[161]

Görüldüğü gibi Harici zihniyete sahip olan insanlar aşırılıklarını her zeminde göstermektedirler. Hatta Hz.  Ali bir gün insanlara hutbe okuyorken haricilerden bir kişi:"La hükme illa lillah" diye bağırdı. Buna başkaları da katıldı. Hz .Ali ise bunlara: "Siz Allah'ın adını andığınız müddetçe sizi Allah'ın mescidinden men etmeyeceğiz. Ganimet payını vereceğiz. Bizimle savaşmadığınız sürece de sizinle savaşmayacağız."[162] dedi. Bütün bu olaylar Hz. Ali'nin müslümanlan birleştirme hususunda ne kadar sabırlı olduğunu bize göstermekte ve Hz. Ali'nin müslümanlar üzerindeki samimi düşüncesinin tezahürlerini ortaya koymaktadır.

Hz. Ali’nin bu sözlerinden sonra hariciler birbirleri ile buluşup Abdullah b. Vehb er-Rasibi'nin evinde toplandılar. Fikir, anlayış, güzel söz söyleme ve cesaret sahibi olan bu insan onlara, dindarlık, emr-i bi'l-maruf ve'n-nehy'i ani'I-münkere dair bir hutbe okuduktan sonra orada bulunanlar: "Bizi bu halkı zalim olan şehirden dağlara çıkarınız" 457 dediler. Orada bulunanlardan Hamza b. Sinan el-Esedi "Ey Topluluk! ortaya attığınız fikir tamamen doğrudur. İçinizden birini kendinize başkan seçin. Çünkü etrafında toplanmak için böyle bir şahsa ihtiyaç vardır4,8dedi. Başkanlığı orada bulunanlardan bir kaç kişiye teklif ettiler fakat kimse bu teklifi kabul etmedi. Abdullah b. Vehb er-Rasibi'ye teklif ettiklerinde de "Getirin... Vallahi bunu ne dünya'ya rağbet sâikasıyla kabul ediyorum ne de ölüm korkusundan terkediyorum" diyerek haricilerin, kendisinin imameti için yaptığı bey'atı kabul etti. Dolayısıyla haricilerin Halife'si oldu. Bu bey'at 10 Şevval 37/21 mart 658'de gerçekleşti.459

Bu bey'attan sonra Abdullah b. Vehb er-Rasibi orada bir hutbe okudu. Haricilerin içinden birisi bu hutbenin tesiri ile ağladı. Bu ağlayan kişi tesirli bir konuşma yaptı ve topluca Medâin şehrine gidilmesini teklif etti. Fakat bu teklif cazip bulunmadı. Nihayet gizlice Nehrevan köprüsüne gidilmeye karar verildi. Bunun üzerine oraya gidildi.460 Abdullah b. Vehb er-Rasibi kendi görüşünde olan diğer haricileri de çevresinde toplamak için çeşitli girişimlerde bulundu. Bu amaçla mektuplar yazdı. Nitekim kendilerine mektup ulaşan Basra haricileri Mis’ar b. Fedeki et-Temimi başkanlığında beşyüz kişilik bir topluluk halinde Nehrevan köprüsündeki diğer haricilere katıldılar. Bu durumdan haberdar olan Hz.  Ali toplanan haricilere bir mektup yazarak onlara hakem meselesinin tekrar bir izahını yaptı. Onları birliğe ve kendilerine katılmaya çağırdı. Böylece düşmana karşı birlikte hareket etme teklifinde bulundu. Diğer Hariciler bu mektuba şu şekilde karşılık verdiler. "Sen Yüce Tanrı için değil, kendin için kızmışsın. Kişileri hakem tanıdığından dolayı kafir olduğunu itiraf eder ve bundan dolayı tevbe edersen düşünürüz, yoksa seni bütün bütün bırakırız. Tanrı hainleri sevmez" 461 demişler

451     N. Çağatay- I.A. Çubukçu, İslam Mezhepleri Tarihi, s. 20.

458 N. Çağatay-I.A. Çubukçu, a.g.e, s. 20.

439 Kşl.N. Çağatay-/. A. Çubukçu, a.g.e, s. 21.

480     Kşl.N. Çağatay-I.A. Çubukçu, a.g.e, s. 21.

481     N.Çağatay-/.A.Çubukçu, İslam Mezhepleri Tarihi, s.403; Taberi, Tarih-I Taberi, c.V, s. 78.

ve bununla ayrılıkçılıklarını belgelemişlerdir. Böylece İslam toplumunda farklı bir gurup olarak yeni görüş ve fikirleriyle Hariciler varlık bulmuşlar ve İslam itikadi fırkalar tarihinde yerlerini de almışlardır. Hz.  Ali'nin topluluğundan ayrılarak vücud bulan bu guruba Hz . Ali her fırsatta mantıki açıklamalarda bulunmuş 462 ama buna rağmen haricilerin kopmalarını engelleyememiştir.

Siftin savaşından itibaren haricilerin ayrı bir topluluk olarak ortaya çıkmasını hazırlayan sebepleri ve ayrılmasını genel hatları ile vermeye çalıştık. Buraya kadar değindiğimiz bilgiler ışığında gördük ki, Haricilerin düşünce ve buna bağlı olan hareket ve davranışları olgunluk seviyesine henüz ulaşamamıştır. Çünkü onların fikirlerinin, tarihi seyir içerisinde çok farklılıklar gösterdiğine şahit olmaktayız.. Nitekim, ilk defa savaşın durdurularak hakeme baş vurulması için halifeye büyük ısrar ve hatta baskılarda bulunan bu topluluğun, hakeme karar verilince de pişmanlık duyduklarını ve galip durumda oldukları halde, Siftin savaşında bozguna uğramış intibaına kapıldıklarını463görmekteyiz.

Acaba haricilerin fikirlerinde belli bir düzen ve sistem görmeyişimizin sebebi nedir? Bu soruya cevap bulabilmek için onların art niyetlerinden söz edilebilir mi? Bize göre art niyetten söz edebilmek pek mümkün olmasa gerektir. Fikirlerindeki değişkenliklerinin sebebini onların ruh ve kişilik yapılarında ve de sosyal hayat düzeylerinde aramamız gerektiği kanaatini taşımaktayız. Biliyoruz ki haricilerin çoğu bedevi araplardandı, kültür seviyeleri düşüktü. Aynca islamdan önce çok fakirdiler. İslamın ilk dönemlerinde bunların durumları arzu edilen seviyeye ulaşamadı. Zira bedeviler, çöllerde sıcak ve zor hayat şartlan altında yaşamaya devam ettiler. İslam bunların kalblerini fethetti ama, düşünceleri yüzeysel kaldı. Ufukları dar idi. Daha önce de zikrettiğimiz gibi, genelde ilimden uzak ve cahil kimselerdi.464 İşte bu özelliklerinden dolayı olsa gerek ki ilk sözettikleri fikirlerde sebat göstermemişler farklı zamanlarda farklı fikirlerin tezahürüne sebebiyet vermişlerdir. Dolayısıyla başlangıçta Hz.  Ali’nin ordusunda bulunan bu insanlar Hz.  Ali'nin gerçek değerini takdir edememişler, bunun sonucunda da O'nun

492     KşLE.Ruhi Fığlalı, Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri, s.48.

493     KşLE.Ruhi Fığlalı, a.g.e, s.48.

494     Kşl.Muhammed Ebu Zehra, Islamda Siyasi İtikadi ve Fıkhi Mezhepler Tarihi, s. 75.

katındaki kendi yerlerini muhafaza edememişler, farklı bir fırka olarak ortaya çıkmışlardır.

Görülüyor ki, Hz.  Ali'nin saflarından bu insanları ayıran özellikleri yine değindiğimiz gibi, bu insanların kendi kişilik yapıları, ilimde rusûh sahibi olmayışları ince ruh ve nefisten mahrum oluşlarıdır. Hatta bu insanlar Hz. Ali'deki ince ruh ve zekayı da sezememişlerdir. Eğer bunu sezmiş olsalardı yeni bir ayrılığa fırsat verilmediği gibi, Muaviye'de İslam toplumunda problem olmayacak belki de İslam toplumunun birlik ve beraberliği daha kolay ve daha rahat tesis edilmiş olacaktı. Haricilerin samimi fakat yüzeysel düşünceye dayalı tavırları yüzünden İslam toplumunda uzun yıllar varlığını devam ettirecek yaralar açılmıştır. Hz.  Ali'nin otoritesi sarsılmış, Muaviye problem olarak İslam aleminde güçlenerek varlığını muhafaza etmiş ve bütün bunların yanında bir de bahsettiğimiz hariciler diye bilinen gurubun ortaya çıkmasına sebebiyet verilmiştir.

Haricilerin fırka olarak İslam aleminde boy göstermeleri yönünde zemin hazırlayan olay takdir edilir ki, Hz. AJi ile Muaviye arasında cereyan eden Sıffın savaşıdır. Sıffın savaşında Muaviye'nin başdanışmanı Anır b. el-As'dı.465 Bu zat Hz. Ali'nin ordusunu iyi tanıyor olmalı idi ki, ordu mensuplarının zaaflarını da iyi biliyordu. Bu yolda geliştirdiği bir planı uygulayarak hakem olayını gündeme getirdi. Bu olay Hariciler dediğimiz gurubun Hz. Ali safından ayrılmasına sebep oldu. Zaman zaman da değindiğimiz gibi, Haricileri doğuran tarihi olay Sıffın savaşı ve bu savaş içerisinde cereyan eden hakem olayıdır.

Hariciliğin doğduğu andan itibaren, yakın tarihle ilgili olarak çıkış sebebi içerisinde zikrettiğimiz bu olay olmakla beraber acaba cahiliyye devri kültürünün bu olayda etkisi var mıdır? gibi bir soruya cevap ararsak, böyle bir soruya müspet cevap vermemizin uygun olacağı kanaatindeyiz.

Sıffın savaşı hariciliğin sebebi olduğuna göre, Sıffın savaşının sebebi de hariciliğin sebebi olarak kabul edilebilir. Sıffın savaşının sebebi ise daha önce de değindiğimiz gibi, Muaviyenin ihtirası ve buna basamak yaptığı kabile asabiyyetidir. Bunun haricindeki sebeplerin başında da kişisel ihtiras ve yükselme duygusunun bulunduğunu zikretmiştik.

4M Kşl. Ahmet Akbulut, Sahabe Devri Siyasi Hadiselerinin Kelam! Problemlere EL s.233-234.

Bilinmektedir ki, Cahiliyye devri arap toplumunda Kureyş'in iki büyük kolu olan Haşimilerle Emeviler arasında bir üstünlük yarışı vardır. Ümeyyeoğulları sayı, zenginlik bakımlarından Haşimiler karşısında üstün olmakla beraber, Haşimiler de saygı ve itibar yönünden Ümeyyeoğullarından üstün bulunmaktadır.466 Bu iki tarafın birbirlerine olan farklı yönlerdeki üstünlükleri birbirleri arasında adeta bir denge kuruyordu. Bu denge Hz. Peygamber'in Haşimiler soyundan gelişine kadar devam etti. Dolayısıyla bu denge Hz. Peygamber'in gelişi ile Haşimilerin lehine ve Ümeyyeoğullarının aleyhine olacak şekilde bozuldu. Bu iki kabile arasındaki denge bozukluğunun vermiş olduğu rahatsızlıkla olsa gerek ki, Ümeyyeoğulları Mekke'de müslümanlara her türlü işkenceyi yapmaktan geri durmadılar. Hatta müslümanların Medine'ye hicret etmelerine sebep oldular.467 Bu hicret olayında Hz. Peygamber'in soyu olan Haşimiler de Hz. Peygamber'le beraber Medine'ye göç ettiler. Hicret olayı ile birlikte Ümeyyeoğullarının Mekke'deki idari otoritesi pekişti ve Mekke'de adeta rakipsiz kaldılar. Bunun vermiş olduğu nimetlerin etkisi ile olsa gerek ki, İslama girmediler. Tâki Hz.  Peygamber Mekke'yi fethetmek için kuşattı işte o zaman Ümeyyeoğulları İslam orduları karşısında hiçbir şey yapamayacaklarını anladılar ve nihayet son anda müslüman oldular. Müslüman olduktan sonra eski itibar ve üstünlüklerini kaybeden bu insanlar Hz.  Osman'ın onlara sağladığı imkan sayesinde tekrar idari yöndeki itibarlarını elde etmeye başladılar.468 Bu dönemde tekrar idari makamlara ısınan ve ünsiyet sağlayan bu insanları üst makamlarda görmekteyiz. İşte bu kabilenin reisi durumunda bulunan Muaviye çeşitli komplolarla Sıffin savaşını hazırlayan sebeplerin vücut bulmasını sağlamış ve Amr b. el-As vasıtasıyla hakem olayım gerçekleştirmiştir. Bunun sonucunda da müslümanlar parçalanmış, Hariciler diye bilinen fırkanın zuhuruna sebebiyet verilmiştir.

Sıffin savaşında tek sebep cahiliyye dönemindeki Emevi-Haşimi çekişmesi midir? şeklindeki bir soruya yukarıdaki açıklamalara göre müspet bir cevap vermek pek mümkün olmasa gerektir. Belki sebeplerden biri olarak cahiliyye kültüründeki kabile asabiyyetinin ürünü olan Emevi-Haşimi çekişmesini söyleyebiliriz. Fakat yegane sebep olarak bunu zikredemeyiz. Zaten bilinmektedir ki hiç bir sosyal olay

Kşl. Çağatay, İslam Tarihi, s.433.

49' Kşl. Corel Zeydan, İslam Medeniyeti Tarihi, c.lV, s. 99.

4M Kşl.Julies Well Hausen, Arap Devleti ve Sükutu, Çev.Prof.Dr.Fikret Işı İtan ,s.28, Ankara, 1963.

tek sebebe bina edilemez. Elbette ki bu olayın da sebebi tek değildir. İşte bu doğrultuda yukarıdan beri nakletmeye çalıştığımız olaylar ışığında kabile asabiyyetinin yanında Muaviye'nin siyasete olan düşkünlüğü ve mevki hırsının olduğunu, bu konuda amacına ulaşabilmek için özellikle cahiliyye toplumunu ayakta tutan ve toplumun genel yapısını oluşturan kabile asabiyyeti duygusunu istismar ettiği, bunun sonucunda da etrafında hızlı taraftarlarının ve yardımcılarının bulunduğunu ve bunlar vasıtasıyla kendi davasını pekiştirme ve meşrulaştırma gayreti içerisinde bulunduğunu dikkate alırsak Muaviyenin ihtirası ve buna basamak yaptığı kabile asabiyyeti büyük ölçüde Siftin savaşının ve dolayısıyle hariciliğin doğuşunu hazırlayan sebeblerin en büyükleri olduklarını söyleyebiliriz.

Çalışmamız içerisinde yeri geldikçe değindiğimiz önemli bir nokta, müslümanların tarihi içerisinde cereyan eden bu acı hadiselerin temelinde, güzide olmaları gereken insanların dinin ihyâsı ve korunması gibi ulvî gayeleri hedef edinmemeleri vardır. Aksine onlar entellektüel kaygılardan uzak, sadece ihtiras ve menfaati hedef alan gayeler peşinde koşmuşlardır. Bunun sonucunda da müslüman toplumların bir çatı altında toplanabilmelerinin zeminini ortadan kaldırmışlardır. Bunu yaparkende elbette islamın gerçek ruhundan istifade etmemişler, cahiliyye dönemindeki kültür ve düşüncelerini, islamın insanlara ve insanlığa vermek istediği sevgi ve hoşgörü yüklü mesaja galip kılmışlardır.

J.ŞİA ’NIN DOĞUŞU VE CAHİLİYYE KÜL TÜRÜNÜN ETKİSİ

Şia kelimesi lügatte; arkadaş, dost ve tâbi olan gibi anlamlarda kullanılmaktadır.469 Istılahi manasıyla ilgili olarak Şehristani şunları söylemektedir. "Şia, özellikle Hz. Ali'ye taraftar olan insanlardır. Onlar imametin gizli ve açık vasiyyet ve nassla olacağını söylediler. Ayrıca imametin Hz.  Ali ve O'nun soyundan gelenlerden çıkmayacağına ( onlarda kalacağına ) inandılar. Şayet Hz. Ali soyunun dışına çıkacak olursa bunun ancak zulüm olacağını söylediler ve imametin, umumun ihtiyarına bırakılacak, maslahata ait bir hüküm olamayacağını söylediler. Şia'ya göre imamet dinin aslına ait hükümlerdendir. İmamet dinin rukünlerindendir. Bunun için böyle bir konuyu Rasulullahın boş bırakıp, ihmal etmesi caiz olamaz. Şia'ya göre bu meselenin nass ve tayinle olması gerektiğine ve imamların büyük ve

489 Kşlİbrahim Oneys, el-Mu'cemu'l-Vaslt, c.l, s. 503.

küçük günahlardan masum olacakları hususunda, tevellâ ve teberrâ meselelerinde icma ettiler."470 Görülüyor ki Şehristani bu cümleleriyle Şia'yı hem tarif etmekte hem de onların belli başlı asıl kabul ettikleri meselelerle ilgili bilgiler vermektedir.

İbn Hazm da benzer cümleler kullanarak Şia'ya göre; imametin Hz. Ali ve soyuna ait olduğuna dikkat çekerek onun soyundan dışarı çıkmasının ancak zulümle olabileceğini ifade etmektedir.471

Haşan Onat da Şia tabirini toplu bir şekilde şu cümleleriyle izah etmektedir: "Şia Ali b. Ebi Talib'in, Hz. Peygamberden sonra nass ve tayinle halife olduğuna inanan, imametin kıyamete kadar onun, Fatma'dan olan soyundan başkasına çıkmayacağını ileri süren toplulukların müşterek adıdır."472

Görülüyor ki Şia, imameti Hz. Ali ve soyuna tahsis edenler için kullanılan teknik bir tabirdir. Bunlara göre en önemli meselelerden biri şüphesiz imamettir. İmamet gibi önemli bir meselenin nass ve vasiyetten hâli olması düşünülemez. Nitekim imamet, dinin temeli ve islamın direğidir. Peygamberlerin bu konuda gaflet etmesi, bunu ümmetin düşünce ve oyuna bırakması doğru değildir.473

Şia tabiri ile ilgili olarak, bu tabirin kullanılmasında özellikle h.l.asırda tam bir belirsizlik hakimdir. Bilhassa Hz. Osman'ın hilafetinin ikinci dönemi ile Hz.  Ali'nin hilafeti sırasında, müslümanların farklı görüşler etrafında toplanmaları üzerine, toplulukları belirlemek için, "Şiatu Osman", "Şiatu Ali", "Şiatu Muaviye" ve benzer şekillerde "Şia" tabiri kullanılmış, fakat bugün anladığımız manada bir "mezhep veya fırka" kastedilmemiştir. Umumi mahiyetteki bu kullanış, Hz.  Hüseyin’in 10 Muharrem 61/10 Ekim 680 tarihinde Kerbela'da hunharca şehid edilmesinden sonralara kadar devam etmiştir.474 Nitekim, h.41 yılını müslümanlar birlik ve beraberlik yılı anlamında "cemaat yılı" olarak adlandırmışlardır.475 Gerçekten islamın ilk yıllarında Şia tabiri ıstılahi manada kullanılsaydı müslümanlar bu yıla cemaat yılı derlermiydi? Bize göre dememeleri gerektiği kanaati daha ağır basmaktadır. Biliniyor ki Hz.  Ali'nin ölümünden sonra bazı müslümanlar oğlu

470     Şehristani, el-Milel ve'n-Nihal, s. 144.

471     Bkz.lbn Hazm, el-Fasl,c.l, s. 195

472     Haşan Onat, Emevi Devri Şii Hareketleri ve Günümüz Şiiliği, s. 15.

473     Kşl.lbn Haldun, Mukaddime, c.i, s.496.

474     Kşl.E.R.Fığlalı, "ilk Şii Olayları Tevvabun Hareketi” Ankara,Ün.İl.Fak.Der.

Sayı.XXVI, s.335, Ankara,1983.

473 Kşl. Haşan Onat,a.g.e,s. 156.

Hasan'ı bu makamda tutmak istemişlerse de Hz.  Haşan Muaviye'den bazı isteklerde476 bulunarak anlaşma yoluna gitmiş ve böylece boş yere müslüman kanı dökülmesini engellemiştir.

Hz. Hasan'tn hilafeti bırakırken Muaviye ile yaptığı anlaşmada şöyle bir madde bulunmaktadır. "Muaviye, imam Hasan'dan önce ölürse halifelik imam Hasan'a geçecek veya Muaviye’nin ölümünden sonra halife atanması Hasan'a sorulmadan yapılmayacaktır"477gibi bir anlaşma maddesini Neşet Çağatay bize bildirmekle beraber, Etlıem Ruhi Fığlalı bu maddenin Şii bakış açısına sahip eserler tarafından zikredilip ilk devir eserleri tarafından kaleme alınmadığını bildirmektedir.478 Anlaşma şartları içerisinde böyle bir madde olsa bile tarih içerisinde iktidarı elde edebilmek için hiçbir sinsi planı uygulamaktan çekinmeyen Muaviye karşı tarafın elindeki yetkileri alabilmek pahasına böyle bir anlaşma maddesine olumlu yaklaşmış olabilir. Zikrettiğimiz tarihi olaylar bize Muaviye'nin tavırlarına iki şeyin yön verdiğini göstermektedir. Daha önce de zikrettiğimiz gibi, bunların biri cahiliyye dönemi arap kültürünün uzantısı olan kabile asabiyyeti, diğeri de Muaviye'nin şahsî ihtirasıdır. Değinidiğimiz gibi, bize göre Muaviye hilafeti elde edebilmek için, anlaşma şartlan içerisinde böyle bir maddeyi kabul etmiştir. Gelişen olaylardan da anlıyoruz ki sinsice siyasi manevra yaparak amacına ulaşabilmek için Hz. Hasan'ın sonunun ne olacağını da Muaviye planlamıştı. Zira Hz. Hasan'ın zehirlenerek yavaş yavaş ölüme gittiği rivayetleri doğru ise, Muaviye Hz. Hasan'a nasıl bir muamele yapılacağını, sonunun ne olacağını biliyordu. Nitekim Hz. Hasan Muaviye'den önce vefat etmiştir. Muaviye'de kanaatimizce, hilafeti kendi soyuna tahsis edebilmek için oğlu Yezid'i yerine veliaht olarak atamıştır.479

Hz. Ali taraftan olan insanlar hilafeti Muaviye'ye bıraktığı için Hz. Hasan'a gücenmişler, bunun üzerine Hz. Hüseyin'e bey'at etmek istemişlerdir. Fakat Hz.  Hüseyin böyle bir bey’atın ancak Muaviye'nin ölümünden sonra olabileceğini söylemiştir. Bu esnada Küfe valisi Muğire b. Şube'yi Muaviye, Küfe valiliğinden almak istemiş, Muğire'de kıvrak bir siyaset izleyerek bu görevinde kalmayı

479     Bkz.Neşet Çağatay, İslam Tarihi, s.414.

477     Neşet Çağatay, a.g.e, s.414.

478     Bkz.E.Ruhi Fığlalı, Imamiyye Şlası, s.88.

479     Kşl, Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, c.l, s. 623.

başarmıştır. Bu başarısını da şu düşüncesiyle sağlanıştır. Muğire görevinden alınacağı haberine muttali olunca güya Kufe'de görev yapmayı istemiyornıuşcasma bir görüntüye girmiş ve istifa etmek üzere Şam'a gelmişti. Burada Muaviye'nin oğlu Yezid'le görüşmüş ona "Baban seni niçin veliaht yapmıyor; Sahabilerin ve Kureyş'in ileri gelenleri hep öldü, ancak onların oğulları kaldı. Sen ise onların en akıllısı, politika bakımandan en bilgilisisin.. Bu nedenle veliaht olman için hiç bir engel yok" demiş, Yezid'de buna çok sevinmiş, hatta hemen konuyu gidip babasına anlatmıştır. Bunun üzerine Muaviye, Muğire'yi çağırıp konuyu sormuş, Muğire ise düşüncesini şu şekilde izhar etmiştir. "Ey Emir el-Müminin! Gördük ki Osman'dan sonra bir sürü karışıklıklar çıktı, çok kan döküldü. Bunu önlemek için Yezid'i veliaht tayin et. Sen ölünce yerini tutar, bölücülük çıkmasına engel olur, kan dökülmez" demiş ve Muaviye'ye bu konuda Küfe halkının desteğini sağlayacağı hususunda, yine aynı şekilde Basra halkının da desteğini sağlayacağının teminatını vermiştir. Bu söz ve teminat üzerine Muğire tekrar eski görevine iade edilmiş ve Kufe'ye geri dönmüştür. Kufe'ye geldikten sonra'da verdiği söz icabı Yezid'in veliahtlığı için halkın desteğini almaya çalışmıştır. Muaviye de bunun üzerine oğlu Yezid'i veliaht ilan etmiş ve 18 Nisan 680 günü Muaviye ölünce, Yezid halife sıfatıyla babasının yerine, aslında hilafet makamı olması gereken saltanat tahtına oturmuştur.[163] Böylece İslam siyasi tarihinde yeni bir sayfa açılmıştır. Artık hilafet saltanata, başka bir deyişle sülale hakimiyyetine dönüşmüştür. Muaviye kendisinden önceki hiçbir halifenin yapmadığı bir uygulama yapmış, oğlunu veliaht göstermiştir. Böylece İslam öncesi arap toplumunda birbiriyle devamlı mücadele halinde bulunan Emevi-Haşimi kabileleri arasındaki çekişmenin bir devamı olarak Haşimiler karşısında Emevi soyunun üstünlük ve devamını bu şekilde sağlanmaya çalışmıştır.

Gelişen bu olaylar da gösteriyor ki, İslam öncesi arap toplumunun sahip olduğu cahiliyye devri kültürü hâlâ ölmemiş ve hâlâ varlığını hissettirmektedir. O kadar ki bu kültür bir sahabi olan Muaviye'yi Peygamber'in torunu Hz. Hasan'a karşı dürüst olmayan hiyleli anlaşmalara götürmüştür. Hepsinden önemlisi cahiliyye devri kültüründe en büyük idari birim olan kabile idaresini, İslam toplumu üzerinde


bir otorite yapma yoluna götürmüş, bunun sonunda da Yezid'in önce veliaht sonra halife olmasıyla kabilesinin otoritesini resmileştirmeye çalışmıştır.

Geliş türü haklı veya haksız olsun halife olan Yezid için bu aşamadan sonra artık tek sorun vardır. O da İslam âleminde önemli şahsiyetler olan Hz.  Hüseyin, Abdullah b. Zübeyr ve Muhammed b. Hanefıyye'nin bey'atlarını almaktır. Eğer Yezid bunu başarabilirse halifeliği herkes tarafından kabul edilecekti. Fakat Yezid bu konuda başarı sağlayamamıştır. Hz. Hüseyin de bu konu ile ilgili olarak kendisine yapılan baskı karşısında Mekke'ye gitmiştir.[164]

Kufeliler de Hz. Hüseyin'in Yezid'e bey'at etmediğini öğrenince, 150 kadar mektup yazarak kendisini Kufe'ye davet ettiler. Onlar bu mektuplarında, kendisinin yanında yer alacaklarını, şu anda görevde olan valilerini kentten sürüp çıkaracaklarını ifade ediyorlardı. Hz. Hüseyin'de bu istek karşısında Amcasının oğlu Müslim b. Akil b. Ebi Talib'i Kufe'de halkın durumunu öğrenmesi için gönderdi. Müslim Kufe'ye vardığında 18.000 kişi Hz. Hüseyin'e bey'at ettiklerini ifade ettiler. Bu olaylar karşısında Yezid, hâlen Küfe valisi olan Numan b. Bişfi bu görevinden alıp burayı Basra valisi Ubeydullah b. Ziyad b. Ebihi'nin denetimine verdi. Bunun üzerine îbn Ziyad, Kufe'ye gelip halkı Yezid'e bey'ata çağırdı. Hüseyin'e bey'at edenler Müslim b. Akil'in başında toplanıp İbn Ziyad'ı kuşattılar ama İbn Ziyad bir hile ile bu tehlikeden sıyrıldı ve Müslim'i idam ettirdi. [165] Bu sıralarda Hz. Hüseyin'de Mekke’den Kufe'ye yola koyulmuş bulunuyordu, onun Kufe'ye gideceğini duyan bazı kimseler yolundan çevirmek için uğraştılar, Küfe halkına itimat edilemeyeciğini, ora halkının dönek olduğunu bunun için gitmemesi gerektiğini ifade ettiler; fakat Hz. Hüseyin'i yolundan geri çeviremediler.[166] Hz.  Hüseyin yolda iken, amcasının oğlu Müslim b. Akil'in öldürüldüğü ve kendisine bağlı olanların dağıldığı haberini aldı. Bunun üzerine yanındakilere "isteyen geri dönsün” dedi ve kendisine sonradan katılanlar da bunun üzerine ayrılıp gittiler. Sadece Mekke’den birlikte çıktığı kimseler onunla kaldı. Bunların sayısı da yaklaşık • 70 kişi idi.[167] Hz.  Hüseyin bunlarla beraber Kerbela'mn da içinde bulunduğu


Nineva'ya geldi ve orada konakladı. Hz. Hüseyin burada konaklıyorken kendisini uzun süreden beri izleyen el-Hurr b. Yezid, durumu valiye bildirdi. O'da başka bir iş için hazırlanmış ordunun kumandanı olan Ömer b. Sa'd b. Ebi Vakkas'a ordusu ile Hz. Hüseyin'in üzerine yürümesini ve bu işi halletmesini emretti.485 Ömer b. Sa'd bu işi ilk olarak kabul etmek istemedi ise de ısrar ve tehdit karşısında Hz. Hüseyin ve askerleri üzerine yürüdü. Gelişen olaylar üzerine Hz. Hüseyin'de gerekli hazırlıkları yaptı ve Yezid'in askerlerine hitaben etkili bir hitapta bulundu. Bu hitap üzerine Yezid ordusundan Hurr b. Yezid adındaki, sadece bir kişi Hz. Hüseyin'in safına geçti.486 Bu kişinin ilk zamanda Hz. Hüseyin'i takip edip te onun durumunu valiye bildiren kişinin olması ilginçtir.

Ömer b. Sa'd'ın sancağı ile gelip ok atmasıyla iki taraf arasında savaş başlamış oldu ve feci şekilde devam etti. Hz. Hüseyin'in savaş başlarken yanında bulunan yaklaşık 70 kişilik askeri iyice azaldı. Buna rağmen Hz.  Hüseyin fiili olarak savaşmaya başlayıp devam etmek zorunda kaldı. Netice de Yezid'in ordusu tarafından her yönden kuşatılarak Hz. Hüseyin feci bir şekilde öldürüldü. Sinan b. Enes en-Nehâî isimli biri Hz.  Hüseyin'e bir harbe sapladı sonra da atından inip Hz. Hüseyin'in başını ve saçlarını kesti. Orada bulunanlar da cesedini soyup her şeyini yağmaladılar. Hz. Hüseyin'in vücudunda kararmış yerler hariç, 33 mızrak ve ok, 34 kılıç yarası vardı.487 İşte Hz. Peygamber'in torunu böyle feci bir şekilde şehid edildi. Bunun sebebi şüphesiz Muaviye'nin oğlu Yezid'in makam ihtirası ve Emevi soyunu ve memleket yönetimini kendi tekeline alabilmek için yaptığı aşırılıktı. Çarpışan her iki taraf da müslüman olduğu halde birbirleriyle çarpışmışlar ve müslüman kanı dökülmesine sebebiyet vermişlerdir. Böylece müslümanlar, cahiliyye döneminde bulunan Emevi-Haşimi çekişmesinin halen devam ettiğini acı sonuçlarıyle beraber görmüşlerdir.

Yezid ve adamlarının müslümanlık ve insanlığa sığmayan adîlikleri ile gerçekleştirdikleri Kerbela faciası, İslam tarihinde tüyler ürperten bu feci olayın vuku buluşundan kısa bir süre sonra ortaya çıkmaya başlayacak bütün

493     Bkz.Fığlalı, "Hz. Haşan ve Hüseyin Dönemleri" An.Ün.ll.Fak.Der. sayı:XXVI,s.366. 493 Bkz.Fığlalı, "Hz. Hasan ve Hüseyin Dönemleri",An.Ün.ll.Fak.Der. sayı:XXVI,s.368. w Bkz.Fığlalı, "Hz. Haşan ve Hüseyin Dönemleri" An.Ün.ll.Fak.Der. sayı:XXVI, s.369; Taben,Tarih-l Taberl, c.V, s.453.

hareketlerin[168] özellikle de şiiliğin sebebi olacak veya başka bir deyişle siyasi bir organizasyon olan şiiliğin oluşmasına zemin hazırlayacaktır.

Şüphesiz Hz.  Hüseyin'in feci şekilde şehid edilmesi hem Haşimoğullartnı hem de Ehl-i Beyt'e sevgi ve saygı bağlarıyla bağlı bulunan müslümanları sarsmıştı. Nitekim Hz. Ali ve oğullarının haklarım aramak ve intikamlarını almak bahanesine sığınıp toplumda siyasi bir temayül şeklinde kamuoyu oluşturmaya matuf [169] hareketler gerçekleştirmeye çalışılmıştır. Fakat halife Yezid ve vali İbn Ziyad'ın sert tedbirleri ve baskılı idaresi, Haşini soyuna mensup olanlar ile Hz. Ali ve soyuna taraftar olanların herhangi bir isyan hareketine fırsat ve imkan tanımamıştır. Bu konuda bir isyan hareketi girişiminde bulunmak isteyenler ancak Yezid b. Muaviye'nin 64/684 yılında ölümünü beklemişler ve yerine fevkalade önemsiz ve silik bir şahsiyet olan II.Muaviye'nin halife olması ile harekete geçmişlerdir.[170] Nitekim Yezid öldükten sonraHz. Peygamber’in sahabisi olan Süleyman b. Surad'ın arkadaşları onun yanına gelerek "şu adam ( Yezid ) helak olmuştur ve idare de zayıflamıştır, istersen Amr b. Hureys'e ( Küfe valisi ) saldırır ve onu sarayından çıkarır atarız. Sonra da Hüseyin'in kanım talep için ortaya çıkar ve katilleri talep ederiz. Halkı da bu ailenin haklarını ellerinden alanların üzerine yürümeye çağırırız"[171] dediler. Süleyman b. Surad'da cevap olarak şöyle dedi: "Acele etmeyiniz. Anlattığınız şeyleri düşündüm ve gördüm ki, Hüseyin'in katilleri Kufe'nin ileri gelenleri, arapların süvarileridir. Onlar da Hüseyin'in kanını talep etmekteler. Bu sebepten onlar sizin istediğiniz şeyi ve bu kanı talep işinin kendilerinden alınacağını anladıkları zaman, size şiddetle karşı koyar ve üzerinize yürürler..."[172]

Hz. Ali ile Hüseyin’in haklan ve intikamı için gizlice faaliyet gösteren beş kişilik bir topluluk ( Müseyyeb b. Necebe el-Fezari, Abdullah b. Sa'd b. Nufayl el-Ezdi, Abdullah b. Val et-Teymi, Rifaa b. Şeddad el-Beceli ve Süleyman b.

Surad) Süleyman b. Surad'ın evinde toplandılar 493 Bu toplantı Müseyyeb b. Necebe'nin konuşması ile başladı. Hz. Hüseyin'e karşı dürüst davranmadıklarını, şelıid edilirken ona yardımda bulunmadıklarını, bu durumda Allah'a ve Rasulüne kavuştuklarında ne özür beyan edeceklerini bilmediğini, O'nun için Hz. Hüseyin'i şehid edenler ile bu işi idare edenleri öldürmekten başka hiçbir mazeret yolunun kalmadığını söyleyerek aralarından birini reis seçmelerini ister. Bunun üzerine Süleyman b. Surad'ı kendi aralarında reis seçerler. Süleymen b. Surad'ın işi kabulü . ve herkesin bu iş için gerekli malzemeyi sağlayarak Abdullah b. Val'e teslim etmesini istemesi ile toplantı sona erer.494 Bu tür toplantıları onlar her Cuma günü yapmaya başlarlar.495 Ubeydullah b. Abdullah el-Murri'de etrafında topladığı halka Hz. Hüseyin'in haksız olarak şehid edildiğini, Allah'ın tevbeleri kabul edeceğini, onun için onları Allah'ın kitabı, Rasulünün sünneti ve ehl-i beytin kanlarını talebe ve dinden çıkanlarla savaşmaya davet ediyordu.496

Bu tür propoganda faaliyetleri ve lüzumlu malzeme toplama işi Yezid b. Muaviye'nin ölümüne kadar sürdürülür.497

Nihayet hicretin 65. yılı ( m.684 ) Süleyman b. Surad, taraftarlarını ordugaha gönderir. Rebiu'l-Ahir ayının hilali görününce ayaklanmak için buluşma yeri olarak tespit ettiği en-Nuhayle karargahında toplanılır ve Süleyman b. Surad dostlarının karşısına çıkar. Askerlerinin arasında dolaşır. Askerlerinin azlığı onu şaşırtır. Bunun üzerine Hakim b. Munkiz el-Kindi ile el-Velid b. Gudeyn el-Kinane'yi atlarıyla beraber Kufe'ye gönderir. Bunlar Kufe'ye girince "Ey Hüseyin'in intikamcıları neredesiniz?" diye bağırırlar sonra büyük mescide giderler ve orada da aynı şekilde bağırarak adam toplamaya çalışırlar; fakat sadece iki kişi onlara katılarak Nuhayle'deki karargaha gelir.498

Süleyman b. Surad kayıt defterine baktığında 16.000 kişinin kendisine bey'at ettiğini fakat bunun sadece 4.000'inin sözünde durduğunu görür.499 Bunun üzerine kendisi Nuhayle'de üç gün kalır ve güvenilir adamlarından bazılarını, sözlerinden

493     Kşl.Taberi, Tarih-i Taberi, c.V, s..552.

494     Kşl.Fığlalı, "İlk Şii Olayları ve Tevvabun Hareketi" s. 341.

493 Kşl.Julies Well Hausen, İslamiyet'in İlk Devrinde Dini,Siyasi Muhalefet Partileri, s.116.

496Kşl.Taberi, a.g.e, c.V, s.560.

497Kşl.Taberi, a.g.e, c.V, s.560.

499Kşl.Taberi, a.g.e, c.V, s.583.

499Kşl.Taberi, a.g.e, c.V, s.574.

dönenlere Allah'ı ve verdikleri sözü hatırlatmaları için Kufe'ye gönderir böylece kendisine bin kişi daha katılır/""

Süleyman b. Surad, Nulıayle'deki adamlarına hitaben düşmanlarının üzerine yürüme kararında olduğunu beyan eden bir konuşma yapar ve neticede Rebiu'l-Evvel 65/18Kasım 684 Cuma günü yatsı vaktine kadar orada kalırlar. Yatsıdan sonra Nuhayle'den ayrılarak Daru'l-Aser'de gecelerler. Ancak orada onunla beraber sefere çıkanların çoğu kendisinden ayrılıp geriye dönerler. Daha sonra o, fırat kenarındaki el-Aksas'a gider ve orada konaklar. Burada yanından bin kişi kadar insanın ayrılmış olduğunu görür. Bunun üzerine askerlerine "sizlerden ayrılmak isteyenlerin bizlerin yanında bulunmasını arzu etmem..."der ve sonra el-Aksas'tan ayrılarak Hz. Hüseyin'in kabrinin bulunduğu Kerbela'ya giderek orada geceyi geçirirler.501 Hz. Hüseyin'in kabrine vardıklarında hep beraber yüksek sesle ağlaşırlar ve O'nun için rahmet dilerler.502 Bu guruba ve bu gurubun hareketine tarih içerisinde Tevvabun hareketi adı verilmiştir. Tevvabun gurubu Kerbela'dan Aynu'l-Verde'ye gelir ve buranın batısında karargah kurarlar. Orada beş gün dinlenirler. Bu sırada Şam ordusu da oraya bir gün bir gecelik bir mesafede konaklar.503 İki ordu arasında anlaşma görüşmeleri yapılır. Fakat bunlar müspet sonuç vermezler. Nihayet 22 Cemaziye'l-Evvel 65/4 Ocak 685 Çarşamba günü çarpışma başlar. Hz.  Hüseyin'e taraftar olanlar ilk anda karşı tarafı bozguna uğratarak karargahlarına çekilmeye mecbur ederler. Ancak ertesi gün 8.000 kişilik bir yardım kuvvetiyle Şam ordusu desteklenir. Bir sonraki gün de 10.000 kişi ile desteklenerek çarpışma bütün şiddeti ile devam eder. Çarpışmanın son günü yeniden takviye edilen Şam ordusu Tevvabun üzerine her taraftan saldırır ve Tevvabun hareketinin öncü gurupları ve lider kadroları teker teker yok edilir ve Tevvabun tarafi büyük bir yenilgi ile mağlup edilir.504

300     Kşl.Fığlalı, "İlk Şii Olayları ve Tevvabun Hareketi" Ankara Ün. tl. Fak. Der. sayı:XXXI, s.345.

301     Kşl.Fığlalı, "İlk ŞU Olaylan ve Tevvabun Hareketi",Ankara Ün.İl.Fak. Der, sayı:XXXI, s.348.

302     KşLTaberi, Tarih-I Taberl, c.V, s.589.

303     Kşl.Fığlalı, "İlk Şii Olaylan ve Tevvabun Hareketi" Ankara Ün.ll.Fak.Der, sayı:XXXI, s.350.

304     Kşl.Fığlalı, "İlk Şii Olayları ve Tevvabun Hareketi" Ankara Ün.ll.Fak.Der, sayı:XXXI, s.351.

Buraya kadar zikredilen tarihi rivayetler ışığında şiiliğin başlangıcını Hz.  Peygamber dönemine dayandırmamız pek mümkün gözükmemektedir. Hatta Siftin Savaşı ve Hakem olayından sonra bile bugünki anladığımız manada şiiliğin varlığından bahsedebilmemiz mümküm değildir. Şii hareket, belki sistemli olarak Kerbela'da Hz. Hüseyin'in şehid edilmesinden sonra biraraya gelen ve insanları Hz.  Hüseyin'in kanından dolayı tevbeye davet edenlerin kurduğu birlikle siyasi bir teşkilat olarak oluşma aşamasına girmiş olabilir. Biliyoruz ki etkiler tepkileri doğurmaktadır. Hz. Hüseyin şehit edildikten sonra bu olaya üzülen insanlar imkanları nispetinde tepki duyguları doğrultusunda Süleyman b. Surad nezaretinde birleşmişler ve ilk defa siyasi teşkilat şeklini alma eğilimine girmişlerdir. Fakat bu kimseler yine de bizim anladığımız manada Şii gurup olarak nitelendirilemezler. Siyasi manada Şii topluluğun oluşması daha önce de değindiğimiz gibi Tevvabun Hareketi ile başlamış veya başka bir deyişle Tevvabun Hareketi ve sonucunda gelişen olaylar Şii teşkilatın kurulmasına zemin hazırlamıştır.

Tarihi olaylar ve rivayetler bütünlük içerisinde gözönünde bulundurulduğu takdirde, diğer siyasi ve toplumsal olaylarda olduğu gibi, Şia'nın zuhurunu da şahsi hırs, ihtiras, makam sevgisi ve bunun gerçekleştirilebilmesi için basamak yapılan ve cahiliyye devri kültürünün bir parçası olan kabile asabiyyetine dayandırmamız mümkün olduğu gibi, bu doğrultuda Şia'nın doğuşunda da kabile asabiyyetinin rolü olduğunu iddia etmemiz mümkündür.

Bizim çalışmamızın esas meselesini bir fırka olarak meydana çıkan Şia'nın cahiliyye devri kültüründeki uzantıları ilgilendirmektedir. Bu ilgiyi kurabilmek için olayların tarihi seyrini gözönünde bulundurmanın faydalı olacağı kanaatindeyiz. Diğer siyasi ve toplumsal olaylarda olduğu gibi Şia'nın zuhurunu da şahsi ihtiras ve makam sevgisi dışında cahiliyye devri kültürünün bir parçası olan kabile asabiyyetinin haricinde başka bir şeye dayandırmamız mevcut bilgiler ışığında pek mümkün görülememektedir.

Şia ve Şia’yı doğuran siyasi olayları gözönünde bulundurduğumuzda gizli veya açık olsun toplumsal çekişmenin ana temasını cahiliyye devrinde şiddetle varlığını gösteren, Hz. Peygamberden sonra gelişen olaylarla tekrar günyüzüne çıkan Haşimi-Emevi çekişmesi şeklinde takdim edildiği kanaatindeyiz. Cahiliyye devrindeki kabile ve kabilecilik anlayışına ve bu dönemdeki Haşimi-Emevi mücadelesine daha önceki konularımızda değindiğimiz için tekrar değinmeyeceğiz. Fakat burada gözden uzak tutmamamız gereken nokta, firsat ellerine geçtiğinde Ümeyye oğullarının her türlü aşırılığı göze alarak herşeyi yapabildikleridir. Nitekim önceden de değindiğimiz gibi, Muaviye'nin sırf şahsî ihtirası ve Emevilerin asabiyyetine binaen gerçekleştirilen ve rivayete göre 70.000 kişinin öldüğü Siftin savaşını Muaviyenin makam sevgisi ve Emevi soyunun hakimiyyeti arzusu haricinde başka bir şeyle izah edebilmek pek mümkün gözükmemektedir. Bundan başka Muaviye’nin Hz. Hasan'la hilafet meselesinde anlaşma yaptığı halde, oğlu Yezid’i veliaht göstermesi bizce cahiliyye devri kültürünün bir parçası olan Emevi-Haşimi çekişmesinin islami dönemdeki bir tezahüründen başka bi şey olmasa gerektir. Muaviye kendi kabilesinin cahiliyye dönemindeki otoritesini kendi şahsında yeniden temin edebilmek, iktidar nimetlerinden kendisini ve kabilesini tekrar ve sürekli bir şekilde müstefîd kılabilmek için oğlu Yezid'i veliaht göstermiş, böylece Hulefa-i Raşidin döneminde görülmeyen bir sistemi yani saltanattık sistemini toplumda oturtma gayretine girmiştir.

Gelişen olayların temelinde Muaviyenin makam hırsı ve ihtirası dışında cahiliyye dönemine dayanan kabile asabiyyeti ve Emevi-Haşimi kabileleri arasındaki rekabet olduğu hususunda örnekleri artırmak mümkündür. Yezid'in Kerbela'da Hz. Hüseyin'in geri dönme teklifi yapmasına rağmen onu insafsızca öldürtmesi, onun şahsi makamını sağlama alma isteği ve kabile asabiyyetinden başka bir sebeble izah edilemez. Yezid, koltuğunu sağlama almak pahasına Haşimiler'in engüçlü ismi olan Hz. Hüseyin'i eline firsat geçtiğinde şehit etmekten çekinmemiştir. Bunun sonucunda da zaten Tevvabun hareketi gerçekleşmiş ve Şia'nın doğuşuna müsait ortam kendiliğinden meydana gelmiştir.

Zikredilen tarihi olaylar zinciri gözönünde bulundurulduğunda Şia'nın doğuşunu hazırlayan sebepler arasında cahiliyye dönemi kültürünün bir parçası olan kabile asabiyyetinin varlığı inkar edilemez. Çünkü, yukarıda da değindiğimiz gibi tarihi rivayetler bize hep olayların temelinde şahsi ihtiras ve makam arzusu dışında Haşimi-Emevi mücadelesinin yattığını göstermektedir. Zira olayların baş mimarları da bu iki kabilenin fertleridir. Bu iki kabilenin fertleri arasındaki çekişmenin kaynağını da ancak cahiliyye devri kültüründe aramak mümkün olsa gerektir.

Görülüyor ki, gelişen olayların hep Emevi-Haşimi mücadelesi doğrultusunda vukua geliyor olması, bu olayların kabile çatışması şeklinde gerçekleştiğini ve sonuç olarak da İslam öncesi kültürün uzantılarının Hz. Peygamberden sonraki İslam toplumunda da görüldüğü kanaatine bizleri götürmektedir.

İslami emir ve yasaklar İslam toplumunun her kesiminde hatta sahabe ve tabiin arasındaki bir takım insanlar arasında bile öncelikle benimsenip tatbik edilmemiş, insanların hırslan, menfaatleri ön plana çıkmış, mücadeleleri dînî kaygıdan ziyade bir nevi çıkar kavgasına dönüşmüştür. Belki bu insanlar arasında Tevvabun hareketinin gerçekleşmesini sağlayan insanlar gibi, pişman olup islamın emir ve yasaklannı, Peygamber’in sahih sünnetini yeniden yaşatmak isteyenler ortaya çıkmışsa da, bunlar da önceden bu olayların seyrini ve neticesini iyice düşünüp ileriyi göremedikleri , Emevi sülalesinin gerçek islami prensiplerden uzaklaşabileceğini tahmin edemedikleri için Hz.  Hüseyin'i yalnız bırakmışlar, O'na kuvvetleriyle yardımcı olmadıkları gibi, fikirleriyle de destek olup bu işin az bir kuvvetle olmadığını, biraz bekleyip taraftar bulmalarının gerekeceğini hatırlatmamışlardır. Hatta bir başka alternatif olarak bu olayların zaman içerisinde müzakereler yoluyla halletmenin belki isabetli olacağını bile düşünmemişler, gereksiz yere pek çok kıymetli kişilerin ölümüne sebebiyet vermişlerdir. Bütün bunların İslam adına yapıldığını iddia etmek hiç te isabetli bir görüş olmasa gerektir. Zira tezimizin başından beri değerlendirmeye çalıştığımız bu hadiselerde, islamın şu veya bu temel esasını tesis etmek, veyahud da islamın herhangi bir şekilde bozulmuş değiştirilmiş temel prensiblerini yeniden ihya etmek gibi bir düşünceyle ortaya çıkıldığını, meydan okunduğunu, İslam toplumunun genel menfaatlerinin korunduğunu gaye edinen bir hareketi görmek asla mümkün değildir. Aksine falan şahsın kanını yerde bırakmamak, falanca kişiyi halife veya sultan yapmak, veya, falanca kabileyi veyahud da sülaleyi iktidara getirmek gibi hiç de gizli tutulmayan hedeflere ulaşmak için müslüman kanı döküldüğünü açıkça ve kesin bir şekilde müşahade ettik.

SONUÇ

Hz.  Peygamber'in risâlet vazifesiyle görevlendirilerek gönderilmiş olduğu topluma "Cahiliyye topluluğu" adı verildiğine, çalışmamız esnasında değinmiştik. Bu toplum için "Cahiliyye" tabirinin kullanılması, o toplumdaki insanların hiçbir şeyi bilmemeleri ve câhil olmaları sebebiyle değildir. O toplumda yaşayan, o devrin insanları kendi çaplarında elbette birşeyler biliyorlardı. Hatta kendilerine göre ihtiyaç hissettikleri konularda İlmî faaliyetlerde de bulunuyorlardı. Onların sınırlı da olsa bir takım İlmî faaliyetleri olmasının onlann bazı meselelerde de olsa câhil olmadığını göstermektedir. Onlar için "Cahiliyye" tabirinin kullanılması daha çok onlann, Allah'ı tammadıklan, O'na şirk koştuklan ve kendilerine putları ilâh edindikleri ve islamla bağdaşmayan önceki âdetlerini, kinlerini, hırslannı devam ettirdikleri içindir.

"Cahiliyye devri" diye tabir ettiğimiz ve "Cahiliyye" kavramı ile izâha çalıştığımız toplumda çeşitli ilimlerin yanında, toplumu ayakta tutan bir takım âdet, gelenek ve görenekler de vardır. Daha kapsamlı bir manada o toplumu yaşatan bir kültür vardır. İşte bu kültür itikadî fırkaların doğmasında rol oynamış mıdır, eğer öyle ise ne gibi bir rol oynamıştır sorularının bizim açımızdan önemli olduğu kanatindeyiz. İslâmiyetin gelmesiyle birlikte bu kültürün bütün etkileri silinmiş, ortadan kalkmış ve itikadi fırkaların doğmasına hiçbir etkide bulunmamış olabilir mi gibi bir soru da konu içinde ehemmiyet taşımaktadır. Çalışmamızın çeşitli bölümlerinde değindiğimiz gibi Phlip K. Hitti; bir toplumdaki kültür değerlerinin bir veto ile kaldırılmasının imkansızlığına işaret etmektedir. Nitekim buna katılmamak mümkün görünmemektedir. Daha doğrusu toplumu toplum yapan özelliklerin çok kısa sürede ortadan kaldırılarak etkilerinin yok edilmesinin imkansızlığına işaret edilmektedir.

Hz.  Peygamber, risâlet vazifesi ile görevlendirilince o toplumdaki iyi huy ve âdetleri desteklemiş; fakat fert ve toplumlann zararına olabilecek kültürel kalıntıları yasaklayarak insanların onlardan uzaklaşmalarını sağlamaya çalışmıştır. Bu kültürel kalıntıların tamamını toplumun tümünden kaldırması mümkün olamamıştır.

Nitekim zaman zaman İslâmi dönemde de Cahiliyye devri kültürünün uzantısı olduğu hissedilebilecek hareket ve tavırlara da rastlanılmıştır. Hz.  Peygamber bu tür olaylara şahit olduğunda bunları giderici ve yok edici sözler söylemiş etkilerini yok etmeye çalışmıştır. Bunun misallerini konu içinde de zikretmiştik.

Cahiliyye devri toplumunda kollektif şuur düzeyine ulaşmış kültür kalıntısı olarak, o toplumun siyaset ve idare mekanizmasını oluşturan "Kabilecilik Ruhu" veya "kabile anlayışını" görmekteyiz. Bu ruh Cahiliyye toplumunda bir çok kişinin kanının dökülmesine sebebiyet verdiği gibi îslâmi dönemdeki toplumda da fırsatını buldukça günyüzüne çıkmış fakat Hz.  Peygamber tarafından, bir zarara sebebiyet vermesi engellenmiştir. Hatta bu konuda bir de rivayet bulunkmaktadır. Bu rivayete göre, bir zamanlar birbirlerine düşman iki kabile iken Hz.  Peygamberin önderliğinde güçlü sevgi bağlarıyla birbirlerine bağlanmış olan Evs ve Hazrec'den bazı kimseler dostâne bir şekilde sohbet ettikleri bir sırada, bu müslümanların birlik ve beraberliğini kıskanan bir Yahudi, iki kabilenin eski rekabetlerini hatırlatan bazı şiirlerle onları tahrik etmişti. Bu durumda eski duygulan kabaran müslümanlar birbirleriyle mücadeleye başlamışlar, hatta silaha sanlarak dövüşmek üzere harekete geçmişlerdi. Bunu öğrenen Hz.  Peygamber kendilerine şu şekilde hitab etmiştir. "Ey müslüman topluluk, Allah'tan Korkun! Ben aranızda bulunuyorken, Allah sizi İslâm'a kavuşturmuş onunla müşerref kılmış, Cahiliyye zihniyetinden kurtarmış, küfürden uzklaştırmış ve sizi birbirinize dost kılmışken nasıl oluyor da yine Cahiliyye davasıyla birbirinize düşebiliyorsunuz" İşte bu olay bize göstermektedir ki İslâmiyet'le birlikte kalktı gibi görünen cahiliyye devri kültürünün etkileri fırsatını bulduğunda İslâmi dönemde de kendini göstermiş, gün ışığına çıkmıştır. Hatta Hz.  Peygamber vefat eder etmez meydana gelen Sakifetü beni Saîde olayının altında yatan sebep kabilecilik ruhunun bir uzantısı olan kitlesel üstünlük duygusundan başka bir şey değildir. Muhacirden habersiz, Ensar’ın kendi aralarında toplanarak yeni halifeyi seçme girişimlerini başka bir şeyle izaha kalkışmak pek mümkün gibi gözükmemektedir.

Hz.  Osman döneminde rahatlık bulan Umeyyeoğulları'nın diğer kabile fertlerine hakaretvâri tavırlar içinde bulunmaları, hilafeti döneminde Umeyye- oğullan'na üst düzey görevler veren Hz.  Osman'a karşı diğer insanların ayaklanmaları veya ayaklananlara Ümeyyeoğullarının müdahale etmemelerini yine Cahiliyye devri kültürünün önemli bir parçası olan kabilecilik ruhu dışında bir şeyle izah edebilmek pek mümkün gözükmemektedir.

Yine Hz.  Ali döneminde Umeyye oğulları'nın ve özellikle Muaviye'nin halifeyi tanımamasının altında yatan sebep Muaviyenin kamufle edilmiş olan makam hırsı ve buna basamak yaptığı cahiliyye kültürünün kalıntısı olan kabilecilik anlayışından başka bir şey olmasa gerektir Bilinmektedir ki Muaviye'nin bu tavrı Sıffin Savaşı diye tarihe geçen acı hadiseyi hazırlamış ve bunun sonunda da meydana gelen tahkim hadisesi ile İslam siyasi tarihinde "Hariciler" diye bilinen fırkanın zuhuruna sebebiyet verilmiştir. Dolayısıyla Cahiliyye devri kültürünün bir kalıntısı olan "kabilecilik anlayışı" Sıffin Savaşı’nı ve Sıffin Savaşı da "Hariciler" diye bilinen grubun oluşumunu hazırlamıştır.

Görülüyor ki Ümeyye oğullarının sebep olduğu Sıffin savaşı sonunda müslümanlar arasından farklı bir fırka olarak Haricilik ortaya çıkmıştır. Temelleri makam hırsı ve kabilecilik ruhuna dayanan bu fırka, ilk defa ortaya çıktığında Hakem olayını bahane eden, Hz. Ali saflarından ayrılarak dini konular içerisinde kamufle edilmiş ama aslında siyasi bir kimlik olarak ortaya çıkmıştır.

Bilindiği gibi Hz.  Ali'nin vefatından sonra yerine oğlu Hz. Hasan Muaviye ile anlaşarak hilafeti Muaviye'ye devretmiştir. Muaviye anlaşma şartlarını çiğneyerek oğlu Yezid'i kendine veliaht göstermiş ve Muaviye'nin ölümünden sonra da Yezid hilafet makamına geçmiştir. Hilafet makamına oturan Yezid'in en büyük sorunu toplumun tüm tabakaları tarafından hilafetinin destek bulup bulmamasıdır. Bu konuda Hz. Hüseyin'in desteğini almak istemiştir. Yezid, Hz Hüseyin'in desteğini alamamış fakat buna karşılık onu feci şekilde öldürmekten de geri kalmamıştır. İşte Hz. Hüseyin'in bu acıklı durumu onu seven insanları biraraya getirmiş ve bu olay da sonra o insanların yavaş yavaş birlikteliklerini sağlamıştır. Böylece tarihte siyasi manada ilk Şia hareketleri görülmüş ve Şia diye bilinen siyasi fırka ortaya çıkmıştır.

Tıpkı Hariciliğin ortaya çıkışında olduğu gibi, Şia’nın ortaya çıkışında da birinci derecede rol oynayan Muaviyenin makam sevgisi ve buna basamak yaptığı kabile asabiyyeti ve kabilecilik ruhudur. İslam öncesi cahiliyye toplumunda çok etkin olan bu ruh özellikle Emevi-Haşimi sülaleleri arasında etkin bir rekabetin görülmesine sebep olmuştur. Hz. Peygamber devrinde duruldu gibi gözüken bu rekabet anlayışı Hz. Osman döneminde uygulanan siyasi anlayış ile tekrar kendini hissettirmeye başlamış ve yukarıda bahsettiğimiz Siftin savaşının doğmasında etkin olmuştur. Aynı rekabet anlayışı Kerbela hadisesinin doğuşunda da etkin olmuştur. Bunun sonucunda da Şia'nın zuhuruna sebebiyet verilmiştir.

Böylece görülüyor ki Muaviyenin şahsi ihtirası ve makam sevgisi dışında cahiliyye devri kültürünün bir parçası olan kabilecilik ruhu ve anlayışı itikadi iki temel fırka olarak nitelendirebileceğimiz Havâric ve Şia'nın doğuşunda etkili olmuştur. Bu iki fırka da ilk planda siyasi sebeplerle ortaya çıksa da daha sonra varlıklarım meşru zeminde devam ettirebilmeleri için itikadi kisveye bürünmüşlerdir.

Çalışmamız içerisindeki rivayetlerden ve çeşitli yorumlardan anlaşıldığı gibi müslümanların tarihi içerisinde hem de insanlığa mutluluk ve saâdet getirmekle Cenab-ı Hak tarafından vazifelendirilen Hz. Peygamberin dünyadan göçüşünün hemen akabinde cereyan eden acı hadiseler akıllara durgunluk verebilecek boyuttadırlar. İslamın bildirdiğine göre birbirleriyle kardeş olan®5 mü'minler farklı cepheler oluşturmuşlar, birbirlerine silah çekmişler ve birbirlerinin ölümüne sebebiyet vermişlerdir. Bu büyük ve acı hadiselerin altında yatan sebeb de o insanların İslama bağlılıkları, İslama layık olmada yarış içerisinde bulunmaları, dinin emirlerini ihyâ ve korumak gibi şerefli gayelere matuf olmayıp, daha önce de değindiğimiz gibi, sadece şahsi hırs, ihtiras ve makam sevgisi olup bunun için de cahiliyye döneminden kalma kültür kalıntılarından istifade etmeleridir. Başka bir deyişle bu insanlar islamın kardeşlik prensibini kendi şahsi menfaatleri ve yakınlarının selameti, diğer insanlar üzerine hakimiyeti için devşirmekten geri durmamışlardır. Bu durum, o dönemde hâlâ İslam öncesi cahiliyye dönemi kültürünün toplumda etkisini sürdürdüğünü göstermektedir. Bu olaylar sonucunda gelişen hadiselerle müsiümanlar farklı fırka ve grublara ayrılmışlar, aralarındaki sevgi bağları kopmuş ve müsiümanlar arasında yıkılması güç duvarlar örülmüştür. Aradan 15 asır gibi uzun bir zaman geçmesine rağmen bu duvarlar zaman zaman varlıklarını hissettirmektedir. Dolayısıyla günümüzde müslüman topluluklar xs 49.Hucurat/10 arasında cereyan eden birtakım sürtüşmelerin temeli de İslam öncesi cahiliyye dönemi kültürüne dayandırılabilir.


 

 


BİBÜYOĞRAFYA Kitaplar:

Abdulhamit, Sa'd Zeğlulî; Fî Tarihi'l-Arab Kable'l-İslânı, Beyrut, 1976.

Abdulhamit, İrfan, Ulamda İtikadi Mezhepler ve Akaid Esasları,

Çev: Prof. Dr. Saim Yeprem, 3.Baskı, İstanbul. 1994.

Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, İstanbul, 1966.

Akbulut, Ahmet, Sahabe Devri Siyasi Hadiselerinin Kellimi Problemlere Etkileri, İstanbul, 1992.

Ali, Cevad, Fî Tarihi'l-Arab Kable'l-İslânı, Beyrut, 1976.

Altıntaş, Ramazan, Bütün Yönleriyle Cahiliyye, Konya, 1990.

Arnold, T. W. İntişar-ı İslâm Tarihi, Çev: Haşan Gündüzler, 2. Baskı, Ankara, 1982.

Atay, Hüseyin, Ehl-i Sünnet ve Şia, Ankara, 1983.

Ayçan, İrfan, Saltanata Giden Yolda Muaviye Bin Ebî Süfyan,

Ankara, 1990.

Aydın, Mehmet, Din Fenomeni, Konya, 1983.

Aydın, Mustafa, İlk Dönem İslâm Toplumunun Şekilleniri,

İstanbul, 1991.

Bağçeci, Muhiddin, Kelam İlmine Giriş, Kayseri, 1994.

Bağdadi, Ebu Mansur Muhammed, el-Fark Beyne'l-Fırak, Tahk: Muhammed Muhyiddin Abdulhamid, Beyrut, 1990.

Bağdadî, Ebu Cafer Muhammed b. Habib b. Amr b. el-Haşimî,

Kitabu'l- Muhabber, Beyrut, Trz.

Bedevi, Abdurrahman, Mezâhibu'l-İslâmiyyîn, 2. Baskı, Beyrut, 1983.

Berki, Ali Himmet, Keskioğlu, Osman, Hâtenıu'l-Enbiya Hz.  Muhammed ve Hayatı, Ankara, 1986.

Bilmen, Ömer Nasuhi, İslâm İlmihâli, 4. Baskı, İstanbul, 1954.

Brocelman C, İslâm Milletleri ve Devletleri Tarihi, Çev: Prof Dr. Neşet Çağatay 2. Baskı, Ankara, 1964.

Buhari, Muhammed b. Ismâil, el-Camius-Sahih, İstanbul, 1981.

Cahen, Claude, Doğuşundan Osmanlı Devletinin Kuruluşuna Kadar İslâmiyet, Çev: Esat Nermi Erenıdor, Ankara, 1990.

Cevheri, İsmail İbn Hammed, es-Sıhalt, Tâıcu’l-Luga ve Sıhalıu’l- Arahiye,, Mısır, 1957.

Çağatay, Neşet, Başlangıçtan Abbasîlere Kadar İslam Tarihi,

Ankara, 1993.

--------------- İslâm Öncesi Arap Tarihi ve Cahiliyye Çağı, 3. Baskı,

Ankara, 1971.

Çağatay, Neşet, Çubukçu, İ. Agah, İslâm Mezhepleri Tarihi,

Ankara, 1976

Daryal, Ali Murat, İslâm’ın Doğuşu ve İlk Yayılışının Psiko-soşyal Açıdan Tahlili, 2. Baskı, İstanbul, 1993.

Dayf, Şevki, el-Asru’l-Cahilî, 3. Baskı, Kahire, 1970.

Ebu Ali,Muhammed Tevfık, el-Emsâlu’l-Arabiyye ve’l-Asru’l-Cahilî, Beyrut, 1988.

Ecer, A. Vehbi, İslâm Tarihi Dersleri, Kayseri, 1991.

--------------- İslam Mezhepleri Tarihine Giriş, Kayseri, 1980.

Emin, Ahmet, Fecru’l-İslânt, Çev: Ahmet Serdaroğlu, Ankara, 1976.

--------------- Duha’l-İslâm, 10. Baskı, Beyrut,Trz.

--------------- Zuhru’l-İslâm, 3. Baskı, Kahire, 1964.

Ezrâki, Ebu'I-Velid Muhammed, Kabe ve Mekke Tarihi, Çev: Y. Vehbi Yavuz, İstanbul, 1990.

Fazlu'r-Rahman, İslam. 2. Baskı, İstanbul, 1992.

Ftğlalı, Ethem Ruhi, Çağımızda İtikııdi İslâm Mezhepleri, 4. Baskı, İstanbul, 1990.

--------------- Türkiye’de Alevilik Bektaşilik, 3.Baskı. İstanbul, 1994.

Fîruzâbâdi, Kânıûs-u Muhit Fî Tercemeti Okyanusu ’l-llasît, Çev.

Ahmet Asını, İstanbul, 1305.

Gibb, Hamilton A R. İslâm Medeniyeti Üzerine Araştırmalar Çev: Kadir Durak Atilla Özkök, Hayrettin Yücesoy, Kenan Dönme, İstanbul, 1991.

Gölcük, Şerafettin, Kelâm Tarihi, Konya, 1992.

Hamidullah, Muhammed, İslâm Peygamberi, Çev: M. Said Mutlu,

2.Baskı, İstanbul, 1966.

--------------- İslâm’a Giriş, Çev: Kemal Kuşçu, İstanbul, 1961.

Haşan, İbrahim Haşan, Siyasi, Dini, Kültürel-Sosyal İslam Tarihi, Çev: Komisyon, 2. Baskı, İstanbul, 1987.

Hitti, Philip K. Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi, Çev. Prof Dr. Salih Tuğ, İstanbul, 1989.

Hizmetli, Sabri, İslam Tarihi, Ankara, 1991.

Isfehânî., Ebu'l-Kâsım el-Hüseyn b. Muhammed, el-Müfredât Fî Garîbii- Kur'an, Beyrut,Trs.

İbn Haldun, Mukaddime, Tere. Zeki Megamiz M.E.B. Yayınlan, 2.

Baskı, İstanbul, 1970.

İbn Hazm, Ebu Muhammed Ali el-Endülüsî ez-Zâhirî, el-FaslfiT-Milel ve'l- Eltva ve’n-Nihal, Bağdat,Trz.

İbn Hişam, es-Siretun-Nebeviyye, Çev: Prof. Dr. İzzet Haşan, Prof Dr. Neşet Çağatay, Ankara, 1971.

İbn Manzur, Muhammed b. Mükerrem, Lisânu'l-Arab, Beyrut, 1970.

İmriü'l Kays, Muallegât-ı Seb'a, çev.Ord.Prof.Şerafettin Yaltkaya, İstanbul, 1985.

İnayet, Hamid, Arap Siyasi Düşüncesinin Seyri, Farsçadan Çev: Hicabi Kırlangıç, İstanbul, 1991.

Kılıçlı, Mustafa, Arap Edebiyatında Şuubiyye, İstanbul, 1992.

Kutluay, Yaşar, İslâm ve Yahudi Mezhepleri, Ankara, 1965.

Kuzgun, Şaban, İslâm Kaynaklarına Göre Hz.  İbrahim ve Haniflik Ankara, 1985.

İbn Manzur, Muhammed b. Mükerrem, L 'mınu 'l-Arab, Beyrut, 1970.

Mes'udi, Ebu'l-Hasan Ali b. el-Hüseyin; Miirûc'ez-Zeheb, Beyrut.1965.

Musevi, Musa, es-Şia ve't-Tashih, es-Sıra'u beyne'ş-Şia ve't- Teşeyyu, Losangeles,1988.

Müslüm, Ebu'l-Husayn kuşeyri en-Nisaburi, Camiu's-Sahih, İstanbul, 1981.

Nedvi, Seyyid Süleyman, Asr-ı Saadet, Çev.Prof.Dr.Ali Genceli,

İstanbul, 1967.

Seâlebi, Abdu'l-Aziz, Muhâdârâtun fi Tarihi'l-Mezâhibi ve'l-Edyani Beyrut, 1985.

Sezer, Baykan, Toplum Farklılaşmaları ve Din Olayı, İstanbul, 1981.

Şehristani, Muhammed b. Abdu'l-Kerim, el-Milel ve'n-Nihal, 2. Baskı, Beyrut, 1992.

Şeker, Mehmet, İslâm'da Sosyal Dayanışma Miiesseseleri, Ankara, 1991

Taberi, Ebû Cafer Muhammed, Tarih-i Taberi, Tahk: Muhammed Ebu'l- Fadl, Mısır, 1960.

Topaloğlu, Bekir, Kelâm İlmi Giriş, 3. Baskı, İstanbul, 1988.

Tunç, Cihat, Sistematik Kelâm, Ere. Ün. Yay. Kayseri, 1994.

Uğur, Mücteba, Hicri Birinci Asırda İslâm Toplumu, İstanbul, 1980.

Üçok, Bahriye, İslâm Tarihi, Emeviler-Abbasiler, Ankara, 1979.

Üneys,İbrahim, Muntasır, Abdulhalim, Mu'cemu'l-Vasît, 2.Baskı, Beyrut, 1972.

Ünlü, Nuri, Anahtarlarıyla İslam Tarihi Başlangıcından 1918'e kadar, İstanbul, 1979.

Watt, W. Montogomery, İslâm Nedir? Çev: Elif Rıza: 2. Baskı, İstanbul, 1993.

---------------- İslâm Düşüncesinin Teşekkül Devri, Çev: E. R. Fığlalı,

Ankara, 1981.

AVellhausen, Julies, Arap Devleti ve sükutu Çev: Prof. Dr. Fikret Işıltan, Ankara, 1963.

---------------- İslamiyet'in ilk Devrinde Dini-Siyasi Muhalefet Partileri,

Çev: Prof. Dr. Fikret Işıltan, Ankara. 1989.

Yazır, Muhammed, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul, 1979.

Zebidi, Seyyid Muhammed Murtaza, Tâcu’l-Arus, Beyrut, 1966.

Zehra, Muhammed Ebu, İslâm'da Siyasi İtikadi ve FıkhîMezhepler Tarihi, Çev: Haşan Karakaya, Kerim Aytekin, İstanbul, 1983. Zeydan, Corci, İslâm Medeniyeti Tarihi, Çev: Zeki Megamiz.,

İstanbul, 1971.

Makaleler:

Atay, Hüseyin, "İslanulan Önce Arap Yarımadasında Putperestlik ve Yayılışı” AnkaÜn.İl.Fak.Der.c.VI,Ankara, 1959.

Cerrahoğlu, İsmail, "Kur'an-ı Kerim ve Hanifler” Ankara Ün.İl.Fak.Der. c.XI, Ankara, 1963.

Çağatay, Neşet, "İslamiyetin Yayılışı Sırasında Komşu Memleketlerin Durumu” Ankara Ün.İl.Fak.Der.c.10, Ankara, 1963.

--------------- "Hz-Muhanımedin Soyu, Çocukluğu ve Gençliği” Ankara

Ün.İl.. Fak.Der.c.VIII, Ankara,1963.

Fığlalı, Ethem Ruhi, "İlk Şii Olaylar, Tevvabun Hareketi” Ankara Ün. İl.Fak. Der, sayı.XXVI, Ankara, 1983.

--------------- "Hz-Haşan ve Hz.  Hüseyin Dönemleri” Ankara Ün. İl. Fak.

Der, sayı.XXVI. Ankara,1983.

--------------- "Hariciliğin Doğuşuna Tesir Eden Sebepler” Ankara

Ün.İl.Fak. Der, c.XX, Ankara, 1975.

Hatiboğlu,Mehmet Said, "İslantda İlk Siyasi Kavmiyetçilik Hilafeti Kureyşliliği" Ankara Ün. tl.Fak.Der,sayı.XX, Ankara, Hizmetli, Sabri, "İtikadı İslam Mezheplerinin Doğuluna İçtimâi

Hadiselerinin Tesirleri Üzerine Bir Deneme" Ankara Ün. İl. Fak. Der, sayı. XXVI, Ankara, 1983 Karlığa, Bekir, "İslam Düşüncesinin Doğuşunu Etkileyen Sosyo

Politik Kültürel ve Ekonomik Nedenler" Marmara Ün. İl. Fak. Der, sayı .III, İstanbul, 1985.

Kazancı, Ahmet Lütfi, "Cahiliyye Devri İnsanının Aklî Durumu" Uludağ Ün. İl. Fak.Der, sayı.II, Bursa,1987.

---------------- "Calıiliyye Devrinde Müspet Davranışlar" Uludağ Ün. İl.

Fak. Der.sayı.I, Bursa, 1986.

Kafafı, Muhammed, "Ebu Said Muhammed b. Said el-Azdi

el-Kalhati'ye Göre Hariciliğin Doğuşu " Çev. E. R. Fığlalı, Ankara Ün. İl.Fak.Der, sayı. XVIII, Ankara, 1970.

Kutluay, Yaşar, "İslanidan Önce Arap Tarihi ve Cahiliyye Çağı" (Doç.

Dr.Neşet Çağatay'ın Eserinin Tenkidi) Ankara Ün.İl. Fak.Der. c.VI, Ankara, 1959.

Najjar, Fauzi M. "Farabi'nin Siyasi Felsefesi ve Şiilik" Çev. Dr.

Mehmet Dağ, An.Ün.İl. Fak. Der. sayı. XX, Ankara, 1975. Poliak, A.N. "Sami Doğunun Araplaştırılması" Çev.Bahriye Üçok, Ankara Ün. İl.Fak.Der, c.III, Ankara, 1954.

Sofuoğlu, Cemal, "Gadâr-i Hum Meselesi" Ankara Ün.İl.Fak.Der, sayı:XXVI, Ankara, 1983.

Şamil İslam Ansiklopedisi, "Ahlak" mad. Yazan:Ahmet Ağırakça, İstanbul, 1990.

Şener, Abdu'l-Kadir, "İslantda Mezhepler ve Hukuk Ekolleri" Ankara Ün. İl. Fak.Der, sayı.XXVI, Ankara, 1983.

Türkiye Diyanet Vakfi, İslam Ansiklopedisi "Cahiliyye" Mad. Yazan: Mustafa Fayda, c.VlI, İstanbul, 1993.

Vaglıeri, Laura Veccia, " Ali-Mııaviye Mücadelesi ve Harici

Ayrılmasının İbaılî Kaynaklar Işığında İncelenmesi" Çev:
E. R. Fığlalı, Ankara On. ÎI. Fak. Der,sayı.XVIII, Ankara, 1970.



[1] Claude Cahen, Doğuşundan OsmanlI Devletinin Kuruluşuna Kadar İslâmiyet, Çev. Esat Nermi Erendor, s. 13; Ankara, 1990.

[2]Kşl. Claude Cahen, a.g.e, s. 13.

[3]  Kşl. Philip K Hitti, Islâm Tarihi, c.1, s. 133.

[4]   K§l. Claude Cahen, İslâmiyet, s. 14.

[5]   Kşl. Sabri Hizmetli, Islâm Tarihi, s.45, Ankara, 1991.

[6]   Kşl. İbrahim Üneys, Mu’cemu’l-Vasit, c.ll, s.591; Cevad Ali, Fi Tarihi'l-Arab Kable'l-lslam, 3. Baskı, C.l, s.14, Beyrut, 1976.

[7]  Kşl. İbrahim Üneys, a.g.e, c.ll, s.591; Cevad Ali, a.g.e, C.l, s.14.

[8]Kşl. İbn Haldun, Mukaddime, Çev: Zâkir Kadiri Ugan,2. Baskı, c.l, s. 302, İstanbul, 1970.

4BKşl. İbn Haldun, a.g.e, c.l, s. 307.

[10]Kşl. İbn Haldun, a.g.e, c.l, s. 302.

4SKşl. Baykan Sezer, Toplum Farklılaşmaları ve Din Olayı, s. 150, İstanbul, 1981.

[12]Musta fa Kılıçlı, Arap Edebiyatında Şuûbiyye, s. 15, İstanbul, 1992.

[13]Kşl. Baykan Sezer, Toplum Farklılaşmaları ve Din Olayı, s. 150.

5,Kşl. Ahmet Emin, Fecru’l-lslâm, Çev: Ahmet Serdaroğlu, s 36, Ankara, 1976.

[15] İbn Haldun, Mukaddime, c.l, s. 314.

[16] A. Vehbi Ecer, a.g.e, s. 59.

[17] Kşl. Corel Zeydan, Islâm Medeniyeti Tarihi, c.l, s. 131.

[18]Kşl. M.E.B, Türk ansiklopedisi, "Cahiliyye” mad. c.9, s. 187.

[19]Kşl. Neşet Çağatay, İslam öncesi Arap Tarihi ve Cahiliyye Çağı. s. 131.

[20]Kşl. Şevki Dayf, el-Asru'l-Câhili, s. 67.

7BKşl. Corci Zeydan, İslam Medeniyeti Tarihi, c. 1,s.36.

[22]Kşl. Neşet Çağatay, Islâm Öncesi Arap Tarihi ve Cahiliyye Çağı, s. 132.

[23]Kşl. Corci Zeydan, Islâm Medeniyeti Tarihi, c. IV, s. 37.

[24]Kşl. M.E.B. Islâm Ansiklopedisi, "Ahlak" mad. (Yazan: T.H. Weir) c. III, s. 12.

W5Kşl. Milcteba Uğur, Hicri Birinci Asırda Islâm Toplumu, s. 16.

,osKşl. Sabrı Hizmetli, Islâm Tarihi, s. 72

[27]Kşl Neşet Çağatay, "Hz. Muhammed’in Soyu, Çokluğu ve Gençliği" Ankara Ün. İl. Fak. Der, c. VIII, s. 33.

[28]Kşi Neşet Çağatay, İslam öncesi Arap Tarihi ve Cahiliyye Çağı, s. 130.

[29]Kşl. Neşet Çağatay, Islâm Tarihi, s. 104.

[30]Kşl. Neşet Çağatay, İslam Tarihi, s. 104.

[31]  Mustafa Aydın, İlk Dönem Islâm Toplumunun Şekillenişi, s. 60.

[32]  Kşl. Ahmet Lütfü Kazancı, "Cahiliyye Devrinde Müspet Davranışlar”, Uludağ Ün. İl. Fak. Der, sayı. I, sayfa: 104. Bursa, 1986.

[33]Kşl. Neşet Çağatay, Islâm öncesi Arap Tarihi ve Cahiliyye Çağı, s. 135.

[34]Kşl. Ahmet Lütfü Kazancı, "Cahiliyye Devrinden Müspet Davranışlar", Uludağ Ün. İl. Fak. Der, Sayı. I, Sayfa. 104.

[35]Kşl. Neşet Çağatay, Islâm öncesi Arap Tarihi ve Cahiliyye Çağı, s. 135.

[36] Neşet Çağatay, İslam Öncesi Arap Tarihi ve CAhiliyye Çağı, s. 136.

[37]Kşl. İsmail Cerrahoğlu, "Kur’an-ı Kerim ve Hanifler", Ankara Ün. İl. Fak. Der. c.XI, s. 82, Ankara, 1963.

[38]Kşl. Şaban Kuzgun, Islâm Kaynaklarına Göre Hz. İbrahim ve Haniflik, s. 115; Cevad Ali, Fi Tarihi'l-Arab Kable’l-lslâm, c. VI-s. 36.

[39]Kşl. Cevad Ali, a.g.e, c. VI, s. 448.

[40]Kşl. Neşet Çağatay, İslam öncesi Arap Tarihi ve Cahiliyye Çağı, s. 100.

15BKşl. A. Vehbi Ecer, Islâm Tarihi Dersleri, s. 78.

15BKşl. Mehmet Şeker, Islâma Sosyal Dayanışma Müesseseleri, s. 59-60.

[43]Kşl. Corci Zeydan, İslam Medeniyeti Tarihi ,c.1, s. 32.

[44]Kşl. Neşet Çağatay, a.g.e, s.118.

17TKşl. Corci Zeydan,a.g.e, c.1, s.32.

mKşl. Ibn Hişam, es-Sıret’n-Nebeviyye, c.1, s. 80-81.

[46]Kşl. Ibn Hişam, a.g.e, c.1, s. 80-81.

[47]Kşl. Philip K. Hitti, İslam Tarihi, c.1 ,s.46.

18BKşl. Hüseyin Alay, "İslam Öncesi Arap Yarımadasında Putperestlik ve Yayılışı” Ankara Ün. İl. Fak. Der, c.VI, s. 88.

[49]Kşl. Hüseyin Atay, "İslam Öncesi Arap Yarımadasında Putperestlik ve Yayılışı", Ankara Ün. İl.Fak.Der, c.VI.s.88.

[50]  Ahmet b. Hanbel, Müsned, c.lll,s.425, Beyrut, 1969

[51]  Kşl.Buhari, Sahih, Menakıb,c.lV, s. 154, İstanbul,1981.

[52]  Kşl. Mücteba Uğur, Hicri Birinci Asırda İslam Toplumu, s. 27.

[53]  Kşl. A. Vehbi Ecer, İslam Tarihi Dersleri, s. 58.

[54]  Kşl. A. Vehbi Ecer, a.g.e, s. 58.

223 Kşl.Muhammed Hamidullah, Islama Giriş, s. 10.

[56]  Kşl.Corci Zeydan,a.g.e, c.lll, s.27.

[57]  Kşl. Neşet Çağatay, İslam Tarihi, s. 118.

[58]   Kşl.Corci Zeydan, İslam Medeniyeti Tarihi, c.lll,s.29.

[59]  Kşl.Sa'd-Zeğluli, fi Tarihi’l -Arap Kable’l-lslam, s.329; Şehristani, el-Milel ve’n-Nihal, c.ll, s.673.

[60]  Kşl. Neşet Çağatay, İslam Tarihi, s. 120.

[61]  Kşl.Muhammed Tevfik Ebu Ali, el-Emsâlu'l-Arabiyye ve’l-Asru’l-Cahilî, s. 159.

[62]  Kşl. Şehristani, a.g.e, c.ll, s. 662.

[63]  Ethem Ruhi Fığlalı, Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri, s. 15.

[64]  Kşi.Fazlu'r-Rahman, İslam, s. 233.

[65]  Kşl .Muhittin Bağgeci, Kelam İlmine Giriş, s.92, Kayseri, 1994.

[66]   W.Montgomeri Watt, İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri,( Çev.E.R.Fığlalı),s.6.

[67] Kşl.Şehristani, el-Milel ve'n-Nihal,s.7.

355 Kşl.M.Ebu Zehra, Islamda Siyasi İtikadi Mezhepler Tarihi, Çev.Haşan Karakaya, Kerim Aytekin, s. 14, İstanbul, 1983.

[68]   Taberi, Tarih-i Ta beri, c. II, s. 615.

[69]  Kşl.Ahmet Akbulut,Sahabe Devri Siyasi Hadiselerinin Kelami Prob.Et., s.214.

[70] Kşl. E. Ruhi Fığlalı, Çağımızda Itikadi İslam Mezhepleri, s. 50.

[71]  49.Hucurat/10

[72]    Kşl.Mesudi, Mürûc ez-Zeheb, c. II,s. 297.

[73]  Kşl. Şamil İslam Ansiklopedisi, "Ebu Bekir es-Sıddık" mad. (Yazan:Ahmet Ağırakça, Sait Kızılırmak) c.ll, s.5. İstanbul, 1990; Bkz.T.D. V.lslam Ansiklopedisi, "Ebu Bekir" mad. (Yazan.Mustafa Fayda) c. 10, s. 101.

[74]  3.AI-İ lmran/144.

[75]   Taberi, Tarlh-i Taberi, c.lll, s. 197-198.

[76]  Kşl.Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-t Enbiya, c.l,s.302.

[77]  Kşl.Ahmet b. Ebi Yakub, Tarih el-Yakubi, c.ll, s. 129.

[78]  Kşl. Şamil İslam Ansiklopedisi, "Ömer b. Hattab” mad. c. V, s. 173.

[79]  Kşl.Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, c.l, s.345.

283 Kşl.Ahmet Cevdet Paşa, a.g.e, c.l, s.363.

[81]  Kşl.Ahmet Cevdet Paşa, a.g.e, c.l, s.373.

[82]  Kşl.Ahmet Cevdet Paşa, a.g.e, c.l, s.377.

[83]  Kşl.Ahmet Cevdet Paşa, a.g.e, c.l, s.377.

[84]  Kşl.Ahmet Cevdet Paşa, a.g.e, c.l, s.381.

280 KşlAhmet b. Ebi Yakub, Tarih el-Yakubi, c.ll, s. 154.

[86]  Kşl.Ahmet Cevdet Paşa, a.g.e, c.l, s.401.

[87]  Kşl. Taberi, Tarih-i Taberi, c.lV, s. 153.

[88]  Kşl.Ahmer Cevdet Paşa, a.g.e, c.l ,s.408.

[89]  Kşl.Şamil İslam Ansiklopedisi, "Ömer b.Hattab" c. V,s. 176.

[90]   Neşet Çağatay, İslam Tarihi, s.336.

[91]  Kşl. Ahmet Akbulut, Sahabe Devri Siyasi Hadiselerinin Kelamı Problemlere Etkileri, s. 166.

[92]  Kşl. Yaşar Kutluay, İslam ve Yahudi Mezhepleri, s. 12.

[93]  Kşl.W.Montgomery Watt, İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, s. 13.

[94]  Kşl. W.Montgomery Watt, a.g.e, s. 13.

[95]  Kşl.W.Montgomery Watt, a.g.e, s. 14.

[96]  Kşl. Haşan İbrahim Hasarı, İslam Tarihi, c.l, s. 340.

[97]  Kşl.Hasarı İbrahim Haşan, a.g.e, c.l, s.340.

[98]  Kşl.Ahmet b. Ebi Yakub, Tarih el-Yâkûbi, c.ll.s. 178.

[99]  Kşl.Ahmet b. Ebi Yakub, a.g.e, c.ll, s. 179; Taberi, Tarih-i Taberi, c.lV, s. 442.

[100] KşI.E.Ruhi Fığlalı, Çağımızda İtikadı İslam Mezhepleri, s. 29.

3,8 Kşl.E.Ruhi Fığlalı, Çağımızda Itikadi İslam Mezhepleri, s.30; Ahmet b. Yakub, Tarih el-Yâkûbî, c.ii,s.123.

[102] Kşl. Ahmet Akbulut, Sahabe Devri Siyasi Hadiselerinin Kelami Problemlere Etkileri, s. 57.

[103] Taberi, Tarih-l Taberi ,c. III, s.220.

[104] Taberi,a.g.e ,c.lll,s.220; Ahmet b. Ebi Yakub,Tarih el-Yâkûbi, c.ll,s, 123.

329   Taberi,a.g.e, c.lll, s.220.

[106] Bkz.ERuhi Fığlalı, Imamiyye Şiası, s.30, Ankara, 1984.

[107] Kşl.Taben,Tarih-l Taberi,c.lll,s.218.

[108] Kşl. Taberi, Tarih-I Taberi, c.111, s.220.

[109] Kşl.lbn Haldun, Mukaddime, c.lll, s.312.

343 Kşl.Neşet Çağatay, İbrahim Çubukçu, İslam Mezhepleri Tarihi, s.8, Ankara,1976.

349 VV.Montgomery Watt, İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, s. 13.

[112] VV.Montgomery Watt, a.g.e, s. 14.

[113] Yaşar Kutluay, İslam ve Yahudi Mezhepleri, s32.

[114] Kşl. Taberi, Tarih-i Taberi, c.lll,s.302-303.

330  Kşl. Yaşar Kutluay, a.g.e, s. 12.

[116] Kşl.Ahmet Akbulut, Sahabe Devri Siyasi Hadiselerinin Kelami Problemlere Etkileri, s. 160.

[117] Kşl.Taberi, Tarih-i Taberi, c.lV,s.444; Mes'udi, Mürûc ez-Zeheb, c.ll, s.357.

[118] Kşl.Ahmet b. Ebi Yakub, Tarih el-Yakubi,c.ll,s. 181; Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, c.l, s.501.

383 Kşl.Şehristani, el-Milel ve'n-Nihal, s. 16.

388  Kşl.Mes'udi, a.g.e, c.ll, s.357.

[121] Kşl.Şehristani, a..g.e, s. 16.

[122] Kşl.Ahmet b. ebi Yakub,Tarih el-Yakubî, c.ll,s. 182; Mes'udi,a.g.e,c.ll, s.371.

[123] Kşl. Şehristani, a.g. e, s. 17.

[124] Kşl. Neşet Çağatay; ”Hz.Muhammed’in Soyu, Çocukluğu ve Gençliği” An. Ün.

İl. Fak. Der, Sayı:28, Ankara, 1961.

[125] Kşl. Neşet Çağatay, İslam Tarihi, s.433.

[126] Kşl.Corci Zeydan, İslam Medeniyeti Tarihi, c.IV, s.99.

[127] Kşl.Corci Zeydan,a.g.e, c.lV, s.98.

[128] Kşl.Ahmet Akbulut, Sahabe Devri Siyasi Hadiselerinin Kelami Prob.Et, s.200.

403 Kşl. Haşan Onat, Emeviler Devri Şii Hareketleri ve Günümüz Şiiliği, s. 38.

Ankara, 1993.

403 Kşl. Ahmet Akbulut, a.g. e, s. 232.

[131] Kşl. Haşan Onat, a.g.e, s. 40.

[132] Kşl.Corci Zeydan, İslam Medeniyeti Tarihi, c.lV, s.101.

[133] Kşl. Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, c.i.s.540.

4.0    Bkz.Ahmet CevdetPaşa, a.g.e, c.l, s.540.

4.1   Bkz.Ahmet Cevdet Paşa, a.g.e c.l, s.540.

4.2   Bkz.Ahmet Cevdet Paşa, a.g.e, c.l, s.540.

[137] Kşl. Çağatay, Çubukçu, İslam Mezhepleri Tarihi, s. 10.

4,4 Kşl. Ahmet Akbulut, Sahabe Devri Siyasi Hadiselerinin Kelami Prob.Et, s.207.

[139] Kşl. Haşan Onat, Emeviler Devri Şii Hareketleri ve Günümüz Şiiliği, s. 38.

4,a Kşl.Bahriye Ûçok, İslam Tarihi,Emeviler-Abbasiler, s.22.

[141] Kşl. Çağatay, Çubukçu, İslam Mezhepleri Tarihi, s. 10.

4.8   Kşl.E.Ruhi Fığlalı, Çağımızda İtikadı İslam Mezhepleri, s.44.

4.9   Kşl. Taberi, Tarih-I Taberi, c. IV, s.562; Ahmet b. Ebi Yakub, Tarih el-Yakubî,

c. ll,s.184.

[144] Kşl.E.Ruhi Fığlalı, a.g.e, s.44.

[145] Bkz. Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, c.l, s.549.

[146] Bkz.Ahmet Cevdet Paşa, a.g.e, c.l, s.549.

[147] Taberi, Tarlh-i Taberi, c.lll, s.399.

[148] Kşl. Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, c.ı, s.549.

[149] Kşl.Fığlalı, Çağımızda Itikadi İslam Mezhepleri, s.45.

421 KşLFığlalı, a.g.e, s.45.

421 Neşet Çağatay, İslam Tarihi, s.393.

[152] Kşl. Taberi, Tarih-i Taberi, c. V, s. 55.

[153] Bkz. Çağatay, Çubukçu, İslam Mezhepleri Tarihi, s. 15.

[154] Kşl. Taberi, a.g.e, c.V. s.63; Ahmet b. Ebi Yakub, Tarih el-Yakubî, c.ll,s.191; Mesudi, Mürûc ez-Zeheb, c.ll,s.395; Şehristani, el-Milel ve'n-NIhal, c.l, s. 106.

[155] Kşl. Taberi, a.g.e, c. V,s.64.

[156] Kşl.Taberi, Tarih-i Taberi, c.V, s.70-71; Ahmet b. Ebi Yakub, Tarih el-Yakubî, c.ll, s. 190.

431 Taberi, a.g.e, c.V, s.72.

[158] 16.Nahl/91.

433Kşl.Taberi, a.g.e, c.V, s.72.

434 Taberi, a.g.e, c.V, s.72.

433 Kşl.Neşet Çağatay, İslam Tarihi, s.401.

^Taberi,a.g.e, c.V, s.73.

[163] Kşl. Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya,c.l,s.623; Çağatay,Neşet, İslam Tarihi, s.416-417.

[164] Kşl. Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, c.l, s.632.

492 Kşl.Ahmet Cevdet Paşa, a.g.e, c.l, s.633-634; Çağatay,Neşet, İslam Tarihi, s.418..

[166] Bkz.E.R.Fığlalı, "Hz.Hasan Hüseyin Dönemleri" An.Ün.İl.Fak.Der. sayı:XXVI, s.365, Ankara, 1983.

[167] Bkz.Ahmet Cevdet Paşa, a.g.e, c.l, s.634.

[168] Kşl.Fığlalı,"Hz.Hasan ve Hüseyin dönemleri” Ankara Ün.(l.Fak.Der, sayı.XXVI. s.370.

[169] Kşl.Fığlalı, "İlk Şii Olayları ve Tevvabun Hareketi" Ankara Ün. İl. Fak. Der. sayı:XXXI, s.336, Ankara, 1983.

[170] Kşl.Fığlalı, ”İlk Şii Olaylan ve Tevvabun Hareketi"Ankara Ün.İl.Fak.Der, sayı :XXVI, s.339.

431 Fığlalı, "İlk Şii Olaylan ve Tevvabun Hareketi" Ankara Ün.ll.Fak. Der.sayı:XXXI, s.340.

[172] Fığlalı, ”İlk Şii Olaylar ve Tevvabun Hareketi", s.340.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar