CAHİLİYYE DÖNEMİ ARAP KÜLTÜRÜ'NÜN MEZHEBLERİN DOĞUŞUNA ETKİSİ
Hazırlayan: Muharrem AKOGLU
Hz.
İbrahim'in, oğlu İsmail'i getirdiği
Mekke ve Arap Yarımadası, Hz. İbrahim ve
daha sonra peygamberlik vazifesiyle görevlendirilen oğlu İsmail sayesinde
tevhid inancının yaşandığı bir yer haline gelmişti. İnsanlar, hak peygamber
olan Hz. İbrahim ve oğlu Hz. İsmail'in bildirmiş oldukları İlâhi emirleri
Onlardan öğrenerek hayatlarında uyguluyorlar ve onun gereğini yerine
getiriyorlardı.
Hz.
İbrahim ve oğlu İsmail’den sonra
insanlar bir müddet bu hak din üzerinde bulundular; fakat zamanla önceki
peygamberlerde olduğu gibi onların da inançlarında zayıflık alametleri
görülmeye başlandı. İnsanlar hak dinden uzaklaştılar. Bu uzaklaşma sonucunda Hz.
İbrahim ve oğlu İsmail peygamberden öğrenmiş oldukları Allah’ı ve O'nun
buyruklarını unuttular. Böylece îtikadi, inanç sahasında bir boşluk meydana
geldi. Bu boşluk sonucunda hak din ve inancının yerini put ve putperestlik
almaya başladı. Tevhid inancına göre, Birtek olan Allah'a inanan insanlar
putlara inanmaya başladılar. Artık arzu ve isteklerini onlara yöneltiyorlar,
belâ ve musibetlerin giderilmesini de onlardan istiyorlardı. Bu şekilde Arap
yarımadasında Hz. İbrahim ve İsmail'in
tesis etmiş olduğu hak dinin yerini putperestlik almış ve bunun sonucunda da
putperestlik insanlar arasında revaç bulmuştu. Hatta o kadar ki, her kabilenin
ve her ailenin bir putu bulunuyordu. Kabile ve Aileler İyi ve kötü durumlarını
onlara arzediyorlar, onlardan medet umuyorlardı. Fakat bütün bunlara rağmen
sınırlı da olsa hanif diye isimlendirilen, putlara inanmayan, tevhid inancına
sahip kimseler de bulunuyordu. Ancak bunların sayıları söylediğimiz gibi çok az
idi.
İnsanların
inanç durumları genel olarak bu iken buna paralel olarak diğer sosyal
müesseseleri de ileri düzeyde değildi. Her şeyden önce araplar bu dönemde
yerleşmiş bir devlet anlayışına sahip değillerdi. Yönetimde kabilecilik esası
vardı ve insanların toplumsal fikir ve bilinçlerinin altında bu esas yatıyordu.
O devrin insanı bu esas ve onun vermiş olduğu ruhla yaşıyor ve ölüyordu.
Onların sosyal hayatlarının temelini genel olarak işte bu kabilecelik ruhu
oluşturuyordu.
Cahiliyye
devri arap toplumu bu özelliklere sahip iken Cenab-ı Hak bu topluma ve tüm
insanlığa hidayeti göstermek maksadıyla son Peygamber olan Hz. Muhammed'i (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
görevlendirdi. O, bu toplum için ve tüm insanlık için kurtuluşa götüren
mesajları bildirdi. İnsanların hidayete ulaşmaları için çaba sarfetti ve bu
konuda da başarılı oldu. İnsanlar Cahiliyye döneminden kalma batıl inançlarını
terkettiler, hak dine yöneldiler. Fakat Hz. Peygamber'in vefatından sonra özellikle III.
Halife Hz. Osman döneminde bir takım
siyasi sebeplere binaen tekrar isyan ettiler hatta Hz. Osman'ın şehid olmasına sebep oldular. Yine
IV. Halife Hz. Ali döneminde bu isyan
hareketleri azalmadı; aksine varlığını daha da hissettirdi. Bunun sonucunda da
müslüman topluluklar savaş cephelerinde karşı karşıya geldiler ve birbirlerinin
canına kast ettiler. İşte bu gelişen olaylar sonucunda "firka" diye
tabir ettiğimiz siyasi sebeplerden kaynaklanan fakat varlığını devam
ettirebilmek için itikadi kisveye bürünen ve bu sahada farklı görüşler serdeden
ekoller vukua geldi.
"Acaba
itikadi fırkaların doğuşunda Cahiliyye dönemi arap kültürünün etkisi var mıdır
,Varsa Cahiliyye kültürünün hangi unsuruna dayanmaktadır?"gibi sorular ve
bu türden sorulara cevap bulabilmek amacıyla böyle bir çalışmaya başladık. Bu
amaca yönelik olarak çalışmamızı iki bölüm halinde düzenledik. 1. Bölümde genel
olarak Cahiliyye dönemi arap kültürünün tanınmasına yardımcı olacak konulara
yer vermeye çalıştık. II. Bölümde de Mezhep Kavramı ve ifade etiği manalar
üzerinde durduktan sonra Hz. Peygamberden sonraki dönem olan Hulefâ-i
Raşidîn döneminde cereyan eden olayları tarihi silsileye uyarak zikretmeye
çalıştık. Burada gözönünde bulundurmaya çalıştığımız esas mesele, meydana gelen
bu olaylarda ve bu olaylar sonucunda zuhur eden fırkalarda, Cahiliyye dönemi
Arap kültürünün etkileri var mıdır, yok mudur? varsa nelerdir ve ne türden
etkiler yapmıştır?... gibi meselelerdir. Bu meselelere çözüm getirebilmek
amacıyla çalışmamıza devam ettik. Bu olayların sebeplerini, bu sebebleri
hazırlayan âdet, an'ane, düşünce ve alışkanlıkların neler olabileceğini birinci
ve ikinci el kaynak eserlerden tespit etmeye çalıştık. Bu tespitleri yaparken
gelişen olaylarla ilgili bir takım yorumlarda da bulunduk. Çalışmamız esnasında
kimsenin ismine ve şahsına karşı önyargılı olmamaya, aksine İlmî usuller
dahilinde objektif olmaya gayret gösterdik. Bu objektiflik içerisinde üzerinde
durmuş olduğumuz toplumun realitesini yakalamaya gayret gösterdik. Bunu
yaparken de tarihin bize verdiği bilgiler ışığında bir takım insanların
isimlerini zikrettik. Hiç bir zaman hâlis niyetli, samimi, örnek ve önder olma
özelliğini üzerinde taşıyan sahabeyi ve genel olarak güzide sahabe topluluğunu
itham etmedik. Mezheplerin doğuşunu hazırlayıcı etkenleri olabildiğince
objektif gözle tahlil ederek, bir değerlendirme yapmaya gayret gösterdik.
GİRİŞ
a) Cahiliyye Kavramı
( …) Sülâsi
mücerred kalıbından türetilmiş olan "cahiliyye" kelimesi ism-i mensub
veya masdar olup, genel anlamda Islâmiyetten önceki dönemde "dalâlet"1
ve sapıklık hallerini ifade eden bir terim olarak kullanılmaktadır.
( … )
kelimesi lügatte; ilmin zıddı, 2 kişinin bir şeyi bilmemesi ve
tanımaması 3 gibi anlamlara gelmektedir. Bu anlamların dışında
lügatlerde "cehl" kelimesiyle ilgili olarak üç anlam
zikredilmektedir. Bunlar;
1-
"Nefsin ilimden
soyutlanması,
2-
Bir şeye, olduğunun zıddına
inanmak,
3-
Kişinin inanmış olduğu
şeyin zıddına iş yapmasıdır."4
( ) kelimesinin
genel olarak lügatte ikiye ayrıldığını
görmekteyiz.
1-
Cehl-i Basit
2-
Cehl-i Mürekkep
Cehl-i
Basit: İlim ve bilginin olmaması demektir.
Cehl-i
Mürekkep ise; vakıaya ve olaylara uygun olmayan inanç
demektir.5
"Cehl"
kelimesiyle aynı kökten geldiğini ifade ettiğimiz "cahiliyye"
kelimesi, câhil kelimesine mensubiyyet takısının ilavesiyle oluşan ve
mensubiyyet ifade eden bir mastardır.
1
İbrahim Üneys,
Mu'cemu'l-Vasit, 2. Baskı, C. I, s. 144, Beyrut, 1972.
2
Ibn Mamur,
Lisânu'l-Arab, c. I, s. 524, Beyrut,1970; Zebıdi, Tâcu'l-Arus, c. VII, s.
368, Beyrut,1966.
Firuzâbâdî, Kâmus-u Muhit
fi Tercemeti Okyanusu'l-Basit, Tere: Ahmet Asım, C. III, s. 1222, İstanbul,
1305; Cevheri, es-Sıhah, Tâcu'l-Luga ve Sıhahu’l-Arabiyye, e. IV, s. 1663,
Mısır 1957.
3
Kşl., Ibn Manzur,
Lisânu'l-Arab, c. I, s. 524.
4
Isfahâni, el-Müfredât
fi Garibi'l-Kur'an, s. 102, Beyrut, Trz. s Kşl. Zebîdî, Tâcu'l-Arus,
c. VII, s. 368.
Lügatte bu kelime,
"Arapların îslâmiyetten önceki cehâlet ve dalâlet içinde bulunması
durumu" 6 şeklinde tarif edildiği gibi, "îslâmdan önceki
fetret dönemine verilen ad" 7 şeklinde de tarif edilmektedir.
Bu dönemin genel yapısını gözönünde bulunduran Philip K. Hitti, cahiliyye
terimi ile ilgili olarak "bilgisizlik, cahillik devri, yahut atılganlık,
barbarlık devridir" 8 şeklinde bir değerlendirme yaparak
dönemin genel yapısına işaret etmektedir. Şevki Dayf ise, "Sefihlik ve
azgınlık" 9 tabiriyle bu dönemi izah etmektedir. Ayrıca dikkate
değer diğer bir husus da bu dönemde yani cahiliyye döneminde yaşayan Araplara
"cahiliyye Arabi"10 adı verildiğidir.
b) Cahiliyye Dönemi
Cehl
ve cahiliyye kavramlarının lügat manalarına genel olarak değindikten sonra bu
kavramlar hakkında şu kanaatlere ulaşmamız mümkündür ki, buna göre; Cehl
kelimesi ilmin zıddı olarak bilgisizlik halidir. Bu konuda lügatlerde de benzer
anlamların zikredildiğine şahit olmaktayız. 11 Bu devreye cahiliyye
devri denilmesi yukarıdaki izahatlardan da anlaşılabileceği gibi, cahiliyye
Arabının hiçbir şeyi bilmemesi ve her şeyden habersiz olması anlamına gelmez.
Nitekim bu devrin insanının da kendine göre bilgisi ve kendine göre uğraştığı,
değer verdiği ilim ve ilim dallan vardır. Bu konulara çalışmamızın ilerleyen
safhalannda daha geniş yer vermeye çalışacağız. O devreye, cahiliyye devri
denilmesinin sebebi, o toplumun din ve sosyal hayatında bazı sakat âdet ve geleneklerle
12 barbarlık ve sefihliğın bulunmasından dolayıdır. Nitekim daha
önce de bahsettiğimiz gibi cahiliyye, barbarlık ve vahşetin hüküm sürdüğü dönem
diye de tanımlanmaktadır. Cahiliyye devri insanları Allah'ı gereği gibi
tanımadıklan, O'na şeksiz ve şirksiz iman etmedikleri 13 için;
putperestliği yaygın hale getirdikleri ve Tannyı âtıl bir deizme
6
İbrahim Üneys,
el-Mu'cemu'l-vasit, c. I, s. 144.
7
Ibrı Manzur,
Lisânu'l-Arab, c. I, s. 524.
8
Philip K Hitti,
Siyasi ve Kültürel Islâm Tarihi, Çev: Prof.Dr. Salih Tuğ, c. 1, s. 131,
İstanbul, 1989.
9
Şevki Dayf,
el-Asrul-Cahilî, 3. Baskı, s. 39, Kahire, 1970.
10Kşl. Hüseyin
Atay, "îslâmdan Önce Arap Yarımadasında Putperestlik ve Yayılışı"
Ankara Ün. İl. Fak. Der, C. VI, s. 80, Ankara, 1959.
11Kşl. Ibn
Manzur, Lisânu'l-Arab, c. I, s. 524; Zebîdi, Tacu’l-Arus, c. VII, s. 368;
Firuzabâdi, Kamus'u-Muhrt, c. III, s. 1222; Cevheri, es-Sıhah, c.lV, s.1663.
12Kşl. Hüseyin
Atay, "îslâmdan Önce Arap Yarımadasında Putperestlik ve Yayılışı",
Ankara Ün. İl. Fak. Der, c. VI, s. 80.
13Kşl. T.D.V.
Islâm Ansiklopedisi, "Cahiliyye" mad. (Yazan: Mustafa Fayda) c.VII,
s. 18, İstanbul, 1993.
(vahyi inkar ederek sadece Tann'nın varlığına
inanma) indirgedikleri 14 için; gerek ferdî gerekse içtimâi hayat
itibariyle bilgiden, nizamdan sulh ve sükundan uzak oldukları için, güçlü ve
asil sayılanları daima haklı kabul ettikleri ve adaletten yoksun bir hayat
yaşadıkları 15 için; Toplumda Ahlak, Mürüvvet, Cömertlik ve Şeref
gibi olgular tam bir gösterişe ve kaba kuvvete dönüştüğü için; içki, kumar ve
fuhuş olabildiğine yaygınlaştığı ve aile yapısı da çözüldüğü 16 için
bu döneme "Cahiliyye Dönemi" ismi verilmiştir. İşte genel bir
kavramla da bu dönemden "cahiliyye" diye sözedilmiş ve bu devrin
arabına da "cahiliyye Arabi" 17 adı verilmiştir.
Cehl ve Cahiliyye
kavramlarının lügat manalarından bahsettikten sonra cahiliyye devri tabirinin
hangi zaman dilimini ilgilendirdiği konusu üzerinde de durmamızın uygun olacağı
kanaatindeyiz.
Nitekim,
cahiliyye tabirinin geniş ve dar anlamlan olmak üzere iki şeklinden
bahsedilmektedir. Geniş anlamda cahiliyye, "İslâm öncesi tüm zaman ve
mekanlann kültürleridir." 18 şeklinde tarif edilmektedir. Bize
göre bu tarifin tenkid edilecek yönü vardır. Çünkü, "İslâmdan önceki tüm
zamanlar" dediğimizde ilk insan Hz. Âdem'den, İslâm'ın nâzil oluşuna kadar ki
bütün zamanlan Cahiliyye Dönemi dilimi içinde mülahaza etmemiz gerekir ki, bu,
objektif bir anlayışa göre mümkün değildir. Çünkü bizim inancımıza göre ilk
insan Hz. Âdem aynı zamanda da ilk peygamberdir.
Peygamberliğini kabul ettiğimiz bir insanın dönemini fetret devrinin bir
ifadesi olan cahiliyye terimiyle ifade etmeye kalkışmamız en azından İslam
kültürüyle tenakuz halinde bulunmamızı gerektirir ki, bu mümkün değildir. Yine
ilk insan ve ilk peygamber olan Hz. Adem'den, son peygamber Hz. Muhammed'e kadar bir çok hak peygamber
gelmiştir. Bunların dönemlerini de "cahiliyye" tabiri ile izah
etmemiz veya onların dönemlerini "cahiliyye devri" dilimi içinde
kabul etmemiz, iddia ettiğimiz gibi İslam kültürüyle tenakuza düşmemizi
gerektirir. Bunun yanında da bu peygamberlerin hem şahıslarına hem de getirmiş
uKşt. Mustafa
Aydın, İlk Dönem Islâm Toplumunun Şekillenişi, s. 54, İstanbul, 1991. 15Kşl.
T.D.V. Islâm Ansiklopedisi, "Cahiliyye” mad. (Yazan: Mustafa Fayda), C.
VII, s. 17. 1sKşl. Mustafa Aydın, a.g.e, s. 54; M.E.B,İslam
Ansiklopedisi ,T.H. Weir, "Cahiliyye”, mad. C .11, s. 11-12.
17Kşl. Hüseyin
Atay, ”Islâm’dan Önce Arap Yarımadasında Putperestlik ve yayılışı” Ankara Ün.
İl. Fak. Der. c. VI. s. 80.
1sMustafa
Aydın, a.g.e, s. 54.
oldukları aslı İslâm olan dinlerine saygısızlık
etmiş oluruz ki bu da pek uygun bir hareket tarzı değildir.
İkinci ve dar
anlamda ise Cahiliyye, "Arap yarımadasında Islâmiyetin doğuşundan önceki
yahut İsa'dan Hz. Muhammed'e kadar geçen
devreye verilen addır"19 yahutta "Daha çok Hicaz
bölgesinin, hemen İslâm'dan önceki yaklaşık iki yüz yıllık kültürüdür" 20
şeklinde tarif edilmektedir ki, bize göre de "Cahiliyye" kavramından
ifade edilen mana bu olsa gerektir. Mustafa Fayda'ya göre Cahiliyye Dönemi,
"Hz. Muhammed'in Peygamber olması,
yani vahyin nâzil olmaya başlamasıyla sona ermiştir." 21 Ayrıca
Mustafa Fayda bu dönemin, Cahiliyye zihniyetinin merkezi haline gelen Mekke'nin
fethiyle (h.81/m.630) son bulduğunu22 ileri sürenlerin de
varlığından bahsetmektedir.
Görülüyor ki
Cahiliyye Devri'nin ne zaman başladığı ve ne zaman son bulduğu hususunda kesin
çizgilerle bir ittifak söz konusu değildir. Bizim kanaatimiz odur ki, Hz. Muhammed'den önceki son peygamberin getirmiş
olduğu dinin tahrif olmaya başlaması, saf akidenin bozulması ve insanların
hakikatten aynlıp sapıklık ve dalâlet yoluna girmeleriyle Cahiliyye Dönemi
başlamakta ve Hz. Peygamber'e gelen ilk
vahye kadar, başka bir deyişle Hz. Muhammed'in Peygamberliği izhar edilinceye
kadar ki zaman dilimini içine almaktadır. İşte bizim "Cahiliyye
Dönemi" diye adlandırdığımız ve çalışmamızın konusunu da oluşturacak olan
cahiliyye ve cahiliyye dönemi de budur.
Cahiliyye Döneminin
sınırlarını belirledikten sonra konu ile olan ilgisi bakımından zikretmekte
fayda bulduğumuz bir diğer mesele de şudur: İslâm öncesi arap toplumuna
Cahiliyye toplumu veya o devreye Cahiliyye Devri denilmesini gerekli kılan
çeşitli toplumsal sebep ve âmillerin varlığından yukarıda bahsetmeye çalıştık.
Konunun diğer toplumlara uyarlanması ile ilgili genel kanaatimizi de belirtmek
gerekirse o da şudur ki, yukarıda zikri geçen sebep ve âmiller başka bir
toplumda da kendini gösterdiği takdirde o toplum için de Cahiliyye tabirinin
kullanılabileceği yönündedir. Fakat, bizim araştırmamızla ilgili olan ve
üzerinde duracak olduğumuz "Cahiliyye ve Cahiliyye Dönemi" kavramı
daha önceden de
19M.E.B. Türk
Ansiklopedisi,"Cahiliyye" mad, c.9, s. 186, İstanbul, 1967.
20Mustafa Aydın, İlk Dönem Islâm
Toplumunun Şekillenişi, s. 54.
21 T. D. V. Islâm Ansiklopedisi,
"Cahiliyye” mad. (Yazan: Mustafa Fayda), c.VII, s. 18.
22Kşl. T.D.V.Islâm Ansiklopedisi,
"Cahiliyye’’mad. (Yazan: Mustafa Fayda),c.VII,s. 18.
tariflerini yapmaya çalıştığımız ve Hz. Muhammed'in peygamber olarak
vazifelendirilmesinden önceki Cahiliyye toplumu ve zamanı ile ilgilidir.
Cahiliyye toplum ve
kültürünün bilinmesinin ne gibi faydalan olabilir? gibi bir soru zihinlere
takılabilir. Takdir edilir ki, Cahiliyye toplumu ve bu toplum yapısının genel
çizgilerle dahi olsa bilinmesi İslâm toplumunun ve bu toplumun yaşamış olduğu
tarihin daha objektif bir şekilde anlaşılabilmesi ve değerlendirilebilmesi için
önemli, hatta zorunludur. Bu zorunluluk sadece müslümanlığın Arabistan'da
doğmuş olmasından değil, aynı zamanda İslâm öncesi toplumun sahip olduğu kültür
ve değerlerinin İslâm toplumunu doğrudan doğruya etkilemesinden ve dolayısı ile
de bu dönemin bilinmesinin, islamm gelişinden sonraki dönemin bilinmesi ve
anlaşılması için gerekli olmasından[1] ileri gelmektedir. Ayrıca Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)
Cahiliyye dönemine ait bir çok âdet ve gelenekleri reddetmekle beraber bir
çoklarına da dokunmamıştır. Hz. Peygamberin bu tavrındaki espriyi anlayabilmek
de Cahiliyye dönemi toplumunu ve yapısını tanımadan mümkün olamamaktadır.[2] Dolayısıyla îslâmi kural ve
emirlerin esprisini anlayabilmek, İslâmın ruhuna daha iyi vakıf olabilmek için
sadece îslâmi dönemdeki toplumu bilmek yeterli olamamaktadır. İslâmın ruhuna ve
îslâmi düşünceye daha iyi temâyüz edebilmek ve onu daha objektif kavrayabilmek
için İslâm toplumunu tanıdığımız kadar İslâmın muhatabı olan toplumun genel
yapısını, evveliyâtını ve geçmişini, yani teknik anlamıyla Cahiliyye dönemini
de iyi bilmemiz gerekir ki, mukayese imkanı bulabilelim ve İslâmın özünü daha
gerçekçi bir gözle kavrayabilelim.
İtikadi İslâm
mezhepleri açısından da Cahiliyye dönemini ve bu dönemin kültürünü iyi tanımak
bu açıdan önemlidir. Çünkü itikadi fırkaların doğmasına sebep olan âmillerin
temelinde büyük oranda da bu dönem kültürünün uzantıları yatmaktadır. Bu
konuyu, çalışmamız esnasında, yeri geldikçe daha açık bir şekilde izah etmeye
çalışacağız. Bu sebebe binaen şimdilik bu kadar değinmekle yetiniyoruz.
A. ARAPLARIN MENŞEİ
Arapların
menşei konusundan bahsedebilmemiz için, önce bu konu ile ilgili bilgileri
nereden aldığımız hususundan söz etmemizin daha uygun olacağını düşünüyoruz.
Çünkü bilinmektedir ki eski tarihlerde kaleme alınmış sahih ve güvenilir
kaynaklar Cahiliyye çağını ve öncesini pek az aydınlatmaktadır. Bunun sebebi de
henüz o dönemlerde araplar arasında bir yazı sisteminin bulunmamasıdır. Bu
sebepten dolayı eldeki bilgiler daha çok nakillere, efsanelere, atasözlerine ve
şiirlere dayanmaktadır.[3] Bunlar dışında az da olsa arap
tarihi hakkında bilgi verebilen yapıtlara dayanmaktadır.[4]
Bunlar vasıtasıyla elde edilen bilgiler İslâmdan sonraki senelerde kaleme
alınmıştır. Bu şekilde genel tarih ve cahiliyye dönemi tarihi ile ilgili
bilgiler sistemleşerek düzenli bir hale gelmiştir.
Arapların
menşeinden bahsetmeden önce onlan isimlendiren Arap kavramından ve bu kavramın
ihtiva ettiği manaya temas etmemiz gerekirse şu malumatları verebiliriz.
Bilindiği gibi araplarda asabiyyet diye telakki edilen, kabilelerini ve
kavimlerini diğer kabile ve kavimlere karşı, onlan hor görecek derecede üstün
tutma durumu söz konusudur. İtikadi mezheplerin doğuşunda da etkili olduğunu
sandığımız bu durum, kavim olarak kendilerini isimlendirirken de etkili
olmuştur. Nitekim araplar, diğer kavimlere göre dillerinin daha fasih ve
belâgatlarının daha güzel olması sebebiyle kendilerine "Arab", kendi
dışındaki kimselere de "Acem" demişlerdir. [5]
Lugatta Arab kelimesi lisanı fasih [6] olan anlamına kullanılmakla
beraber, Acem kelimesi de dili fasih olmaya [7]
anlamına kullanılmaktadır. Bu manada araplar kendilerine bir üstünlük
atfetmişler, kendi
dışındaki insanları hor görmek amacıyla
"Acem" demişler, böylece asabiyyet düşüncelerini kavim olarak
kendilerine verdikleri isimle de bütünleştirmişlerdir.
Kavram ve mana
olarak arap kelimesine değindikten sonra kavim olarak arapların soy ve
menşeinden de bahsetmek gerekirse; Araplar "Arab-ı Bâide" ve
"Arab-ı Bakiye" diye iki gurupta İncelenmektedirler. Arab-ı Bâide
daha çok Ad, Semud gibi soyu tükenmiş araplan ifade etmektedir. Yaşamakta olan
Arab-ı Bakiye ise kendi arasında Arab-ı Âribe ve Arab-ı Musta'ribe diye iki
kısma ayrılmaktadır. Âribe, asıl yanmada araplannı; müstaribe ise etnik köken
itibariyle arap olmayan ama sonradan araplaşmış kimseleri 30 ifade
etmektedir. Müsta'ribe araplanna Kahtaniler de denilmektedir. Bu kavramlardan
başka Arab-ı Tabi'a ve Arab-ı Müsta'ceme tabirleri de vardır ki Arab-ı Tabia;
İsmail (A.S.)'m çocuklanyla karışmadan meydana gelen araplardır. Bunlar Hicaz
bölgesinde yaşarlar ve "Adnâniler" diye adlandınlırlar. Arab-ı
Müsta'cemeye gelince bunlar, fetihler yoluyla dünyaya yayılan müslüman
araplarla kanşan ve araplaşan topluluklardır, Kuzey Afrika ve Endülüs'teki
araplar genelde bu türdendir. 31
Bilindiği gibi
tarih kitaplarında Nuh Peygamber'e ikinci âdem adı verilmektedir. İkinci Âdem
olarak bilinen Nuh Peygamberin etrafındaki insanlar, Nuh tufanı diye bilinen
olayda sel sularında boğulup, yok olmuşlardır. O'ndan sonraki insanlar, Nuh
Peygamberin kendi yaptığı gemiye eşleriyle birlikte aldığı Ham, Sam ve Yâfes
adlarındaki oğullarının soyundan üremişlerdir. Arapça, İbranca, Süryanca,
Âramca, Habeşce ve Fenike dilleriyle konuşan topluluklara, Nuh'un oğlu Sam
soyundan geldiklerini anlatmak için "Sâmî Uluslar" adı verilmektedir.32
Buradan da anlaşılabileceği gibi Araplar Sâmi ırka mensup olmakla33
beraber tarihi kökenleri Hz. Nuh'un oğlu
Şam'a nispet34 edilmektedir.
Araplar
eski tarihlerde Arabistan'ın Güney kısmında yaşamakta idiler. Milâdi 3. yüzyılın
başlarında Yemen'deki barajların yıkılması sonucu, olası bir tehlikeden kaçmak
için kuzeye göç ettiler. Bunlardan bir kısmı Gassâniler, Hîreliler
^Kşl. Mustafa Aydın, İlk
Dönem Islâm Toplumunun Şeklllenişi, s. 48; Bkz: Cevad Ali, Fi Tarihi'l-Arab Kable’l-lslâm,
c.l, s.294.
31Kşl. Sabri
Hizmetli, Islâm Tarihi, s. 55.
3:Kşl. Neşet
Çağatay, Islâm Tarihi, s. 25.
33Kşl. AbduTAziz
Seâlebî, Muhadarât fi Tarihi’l-Mezâhib ve'l-Edyan, s. 15, Beyrut,
1985.
34Kşl. Şevki
Dayf, el-Asru'l-Cahllî, s. 22.
ve Kindeliler devletlerini kurdukları 35
gibi Huzâa boyu Merr mevkiinde, Evs ve Hazrec boylan da Yesrib'de36
yerleşerek buralan kendilerine mekan tuttular.
Mekke ve bölgesinde
ise çok eski çağlarda Âd ve Semud adlı toplulukların kalıntısı durumunda
bulunan Cürhümlüler oturmaktaydı.37 Hz. İsmail babasıyla beraber Mekke'ye gelip buraya
yerleşince evvelâ Cürhüm kabilesi başkanı Mudad'ın kızı Seyyide ile, daha sonra
Amr kızı Ra'le ile evlenmiş ve bu iki kadından oniki oğlu doğmuş, 38
İsmailoğullan da bundan sonra Mekke'de çoğalmışlardı.
Onlann Cürhüm
kabilesinden olan dayılan Kâbe hizmetleriyle ilgileniyor ve Mekke'de hüküm
sürüyorlardı. İsmailoğullan dayılık yakınlığı, Mekke'de kötü iş işlemek ve
Savaş yasağı geleneğine saygı gösterdikleri için egemenlik ve hâkimiyyet gibi
konularda Cürhüm kabilesine karşı bir ayaklanma ve başkaldında bulunmuyor,
onlara karşı bir itâatsizlik içine girmiyorlardı. Zaman bu şekilde devam
ederken İsmailoğullan belli bir müddet sonra artmış ve artık Mekke kendilerine
yetmez duruma gelmişti, bunun üzerine de diğer bölgelere dağılmışlardı. Tanrı
da kendilerini düşmanlan karşısında hep üstün duruma getirmişti. Mekke'de
bulunan Cürhüm'lüler de eski dürüstlüklerini bırakmışlar ve Mekke'de halka
zulmetmeye başlamışlardı. Yasak olan bazı işleri helal sayarak yapıyorlar,
Mekke'ye giren yabancılara zulmediyorlar ve Kâbe'ye hediye edilen malları
kendilerine sahipleniyorlardı. Bütün bu yaptıklan zulüm sebebiyle zaman
içerisinde Mekke'deki otoriteleri zaâfa uğramıştı. Bu durumu sezen Kinâne oğlu,
Abd'u Menafoğlu Bekr boyu ile Huzâe kabilesinden Gubşan boyu birleşerek Cürhüm
kabilesine savaş açtı ve onlan Mekke'den çıkardılar.39 Böylece
Mekke'de Cürhüm kabilesinden kimse kalmadı. Bunun sonucunda da Mekke yeni
sahiplerine kavuşmuş oldu.
Hz. Peygamberin soyunun da Hz. İsmail'e dayandığı bilinmektedir. Hz. İsmail'in, cürhümlü kadınlarla evlenmesinden 40
meydana gelen ve Arap tarihinde ^Kşl. Neşet Çağatay, Islâm Tarihi, s. 27.
xKşl. Ibrı
Hişam, es-Siretu'n-Nebeviyye, Hz. Muhammed'in
Hayatı, Çev: Prof. Dr. izzet Haşan,Prof. Dr. Neşet Çağatay; ş.7, Ankara, 1971.
37Kşl. Neşet
Çağatay, a.g.e, s. 67.
xKşl. Neşet
Çağatay, "Hz. Muhammed’in Soyu,
Çoçukiuğu ve Gençliği” Ankara Ün.
İl. Fak. Der. c. VIII,
Ankara, 1961.
39Kşl. Ibn Hişam,
a.g.e, s. 70.
“’KşI. Muhhammed el-Ezrâki,
Kâbe ve Mekke Tarihi, çev: Y. Vehbi Yavuz, s.70,
Adnânîler diye isimlendirilen topluluk Kureyş
kabilesinin, dolayısıyla da Hz. Peygamberin soy kütüğünün kökünü
oluşturmaktadır. 41
Hz. İsmail'den sonra O'nun
soyunu oluşturan insanların çoğu O'nun dininden uzaklaşmışlar, kendi salt
düşüncelerine göre bir din uydurmuşlar, putları da kendilerini Tanrıya
ulaştıracak vasıtalar kabul etmişlerdir. Hak din olan Hz. İsmail'in dininden uzaklaşan ve kaba tabiriyle
sapıklığa düşen insanların oluşturduğu topluluğa daha önce de değindiğimiz gibi
cahiliyye topluluğu adı verilmektedir. Çalışmamızda da cahiliyye ismini
verdiğimiz bu topluluk üzerinde durmaya gayret gösterecek ve onların kültürel
yapılarının, itikâdi fırkalarının zuhurunda ne gibi fonksiyonları olduğunu
belirlemeye çalışacağız.
B-CAHİLİYYEDE SOSYAL HA YA T
Cahiliyye toplum
yapısını gözönünde bulundurduğumuzda coğrafyanın tabii yapısının göstermiş
olduğu özelliğe binâen cahiliyye arap toplum yapısını genel manada iki ana
kümede değerlendirmemiz mümkündür. Bunlardan biri; daha çok "göçebe"
hayat sürmeyi benimseyen çöl "bedevî" 42 leri, diğeri de
daha çok şehirlerde hayat süren, göçebe olmayan "yerleşik"43
olarak yaşayan insanlardı.
Cahiliyye
devri toplumunda yerleşik hayat yaşayan kimselerle göçebe hayat yaşayanlar
arasındaki fark kesin çizgilerle birbirinden ayrılmamakla beraber44,
aralarında bulunan bir takım ayrılıkları görmezlikten gelmek te pek mümkün
gözükmemektedir. Konumuz içinde bu farklara dikkat çekmeye çalışacağız; fakat
bundan önce Göçebelik ve yerleşiklik durumu ile ilgili olarak konu açısından
önemli bulduğumuz İbn Haldun'un görüşüne yer vermemizin uygun olacağını
düşünmekteyiz. O'na göre genel hatlarıyla göçebelik, yerleşik hayata geçişte
bir basamak oluşturmakta başka bir deyişle insanların yerleşik hayata
geçebilmeleri için göçebelik, bir geçiş devresi oluşturmaktadır. O, görüşünü şu
şekilde serdetmektedir. "Göçebelik ve Yerleşik devreleri insanlar için
tabii bir haldi. Arap
İstanbul, 1980; İbn Hı'sam,
es-Siretu’n-Nebiviyye, s.69.
41Kşl. Sabri
Hizmetli, İslam Tarihi, s. 79, Ankara,1991.
42
Philip K. Hitti,
Islâm Tarihi, c. 1, s. 45.
43
Mustafa Aydın, İlk
Dönem Islâm Toplumunun Şekillenişi, s. 57; Cevad Ali, Fi Tarihi'l-Arab
kable’l-lslâm, c.l, s. 261.
44
Philip K. Hitti,
a.g.e, c. 1, s. 45.
kavminin de bu devreyi geçirmesi yaradılıştan
gelen tabii bir haldi."[8] Bu görüşe göre Göçebelik
hayatının Şehirlilik yani yerleşiklik hayatından önce olması tabiîdir.[9] Buna göre insanlar önceleri
göçebe hayat yaşıyorlardı. Zira insanlar önceleri ihtiyaçlarını karşılama
hususunda acz içinde bulunuyorlardı. Nitekim ihtiyaçlarını karşılama hususunda
âciz olan insanlar daha çok göçebe hayat yaşar ve sahra, çöl, ova gibi yerlerde
hayat sürerler, nerede ihtiyaçlarını karşılayabilirlerse orayı kendilerine
mesken tutarlardı. [10] Zamanla hayat şartlarında,
seviye ve gelirlerinde meydana gelen yükselme ve bolluk sebebiyle de artık
gezginciliğe ihtiyaç duymadıkları için yerleşik hayata geçerlerdi. Bizim
üzerinde durduğumuz dönem olan Cahiliyye devrinde de tüm insanların hayat
seviyeleri istenen düzeye ulaşmadığı için bir çeşit eski âdet, gelenek ve yaşam
biçiminin devamı olan göçebe hayatı son bulmuş değildi. Nitekim arap
yarımadasının büyük bir kısmında göçebe bedevilerin bulunduğu bilinen bir
husustur. [11] Bedeviliğin, insanlığın tarihî
süreci içerisinde genel karakteristik özelliği bu olmakla beraber sözünü
ettiğimiz o toplumun genel yapısı içerisinde bedevi ile yerli arasında göze
çarpan fark da sosyal hayat tarzı olarak çok keskin ayrılıklarla ve bütün
şubeleriyle birbirinden ayrılmamakla beraber, bu fark yukarıda da değindiğimiz
gibi hiç yok ta değildi. Bu dönem insanında toplumun genel yapısı itibarı ile
İbn-i Haldun'un zikrettiği ve yukarıda bizim de değindiğimiz genel statü
özelliklerine rastlamak mümkündü. Nitekim devrin yaşam biçimi ve hayat tarzları
ortaya kondukça bu daha iyi görülecektir.
Arapların
hayat tarzları genelde şu şekilde idi. Bedevî arapları daha çok "kıldan
yapılmış çadırlarda" [12] yaşarlar, geçimlerini de deve
sürüleri sayesinde temin ederlerdi. [13]
Ayrıca göçebeler, hüner, san'at, tarım, ticaret ve gemicilik gibi meslek
gruplarım hakir görürlerdi. Az bir emek sarfedip yetiştirdikleri hayvanların
etlerini yerler, sütlerini içerler, yünlerinden elbiseler yapıp giyerlerdi.[14] İşaret ettiğimiz gibi
barındıkları çadırları da bu hayvanların deri ve yünlerinden yaparlar, âdeta
tabiat içerisinde tamamen tabiata bağlı olarak hayatlarını sürdürürlerdi.
Burada
zikrettiğimiz özellikler müvacehesinde bedevî insanının yaşayışının yerleşik
hayat süren insana göre biraz daha vahşi olarak nitelendirilebileceği
kanaatindeyiz. Nitekim Ahmet Emin'in şu cümlesi de mefhum olarak bu kanaate
ilaveler yaparak destekler mahiyettedir. "Göçebeler, çok sıkıştıkları
zaman keler, ada tavşanı ve tarla sıçanı yerlerdi." 52 Bu
insanlar, diğer konularda da olduğu gibi en büyük geçim kaynakları olan
hayvanların gıdası hususunda da tabiata güvenirler ve bu konudaki ihtiyaçlarını
da oradan karşılarlardı. Zaten bunun için de seyyar ve göçebe hayat yaşıyorlardı.
Hayvanlarından alamadıkları veya hayvanlan vasıtasıyla karşılayamadıklan
ihtiyaç maddelerini de mübadele yolu ile temin ederler muhtaç olduklan hurma ve
giyim eşyalarını, hayvanlan ve hayvan ürünleriyle değiştirirler, 53
bu şekilde ihtiyaçlarını giderirlerdi.
Göçebeler,
hayat şartlarının bir gereği olarak binek hayvanlarına sahip bulunduklarından,
mekan üzerindeki hareketlilikleri onlara, yerleşik hayat süren insanlardan
fazla olarak askerî alanda büyük bir üstünlük sağlıyordu. Çünkü yaşamak için
mecbur oldukları çölün şartlarına ayak uydurmalan gerekiyordu bu da herkes için
mümkün olamamakta idi. Bu sebepten dolayı çölün güç şartları göçebeler
arasındaki güçsüzlerin elenmesini yani bahsini ettiğimiz bu topluluğun dışında
kalmasını, geri kalanların da dayanıklı, savaşçı kimseler olmalarını
sağlıyordu.54 Bu güçlülük ve dayanıklılığa güvenerek baskın ve
yağmaları da kendilerine ayrıca geçim vasıtası yapıyorlardı. Bu durumu Ahmet
Emin bize şu cümlelerle izah etmektedir. "Kendilerine düşman olan kabileyi
basarlar, develerini sürüp götürürler, kadınlarını ve çocuklarını esir
ederlerdi. Aralarında düşmanlık eksik olmazdı. Diğer kabile de fırsat bekler,
ötekinin yaptıklarını o da yapardı. Hatta başka kabileler arasında üzerlerine
saldıracak kabileler bulamazlarsa, birbirleriyle savaşırlardı." 55
İşte bu cümleler bizlere bedevilerin geçimlerini temin etme hususunda hangi
yollara başvurduklarını bildirdiği gibi, geçimlerini temin
52 Kşl. Ahmet
EminFecru'l-lslam, s. 36 S3Kşl. Ahmet Emin, a.g.e, s 37.
54Kşl. Baykan Sezer, a.g.e, s. 150.
55Kşl. Ahmet Emin,a.g.e., s.37.
etmeleri hususunda nasıl barbar olabildiklerini
de göstermektedir. Nitekim cahiliyye döneminin bu özelliklerinin anlatıldığı ve
bundan duyulan gururun ifade edildiği o dönemde yazılmış şiirler de hiç
azımsanmayacak kadar çoktur. 56
Yukarıda, çöl
şartlarının bedevileri nasıl güçlü kıldığı hususuna işaret etmeye çalıştık. Bu
güçlülük onların hayatlarını devam ettirebilmeleri için şart olduğu gibi,
hayatlarını kolaylaştırabilmeleri için de şarttı. Çünkü Arabistan'ın ticari
etkinliğinin bulunması ve ticaret yollarının Arabistan'dan geçmesi57
göçebeler için ayrı bir gelir kaynağım oluşturuyordu. Nitekim onların ticaret
kervanlarına ücret karşılığı çölde kılavuzluk yaptıkları ve gelir elde
ettikleri de bilinmektedir.
Daha önce
değindiğimiz gibi göçebeler, daha çok hayvan besleyerek geçinmek zorunda olan
insanlar oldukları için hayvanlarının gıdasını tabiatta bulabilmek ve otlaklar
temin edebilmek amacıyla çölde devamlı geziniyorlar, bir yerden başka bir yere
göç ediyorlardı. Bu, onlara hem çölü iyi tanıma fırsatı veriyor hem de çöl
şartlarında güçlü ve kuvvetli kimseler olmalarını sağlıyor, dayanıklılıklarını
da artırıyordu. 58 Bu özelliklerinden dolayı göçebeler, Arabistan
yarımadasını geçen ticaret kervanlarına kılavuzluk ediyorlar ve onların
güvenliklerini temin ediyorlardı. Bu kervanların, ya büyük devletlerin ya da
askeri birliklerin refakati olmadan ancak bedevilerin koruması altında ticaret
yapmaları mümkündü.59 Böylelikle göçebeler için bu, ayrı bir gelir
kaynağını oluşturuyor ve onlara siyasi ve askerî alanda yerli hayat sürenlerden
farklı olarak bir itibar da kazandırıyordu.
Yerleşik
hayat süren kimselere gelince; bunlar bedeviler kadar atak, güçlü ve cesur
değillerdi. Bedevinin hayat şartları, geçim zorlukları onun savaşçı bir ruha
sahip olmasını sağlamış onu tabiat şartları içinde daha güçlü kılmıştı. Fakat
yerleşik hayat sürenlerde böyle bir durum sözkonusu değildi. Onların geçim
kaynakları daha çok "ziraat ve ticaret" 60 ti. Bu sebepten
onların fazla savaşçı bir
58Bkz.lmriü’l-Kays,
Muallegât-ı Seb'a, çev: Ord.Prof.Şerafettin Yaltkaya, s.55,56,57,
110,125,126,
İstanbul, 1985.
5TKşl. Sabri
Hizmetli, "Itikadi Islâm Mezheplerinin Doğuşuna
İçtimai Hadiselerin Tesirleri Üzerine Bir Deneme" Ankara Ün. İl. Fak. Der.
Sayı: XXVI, s. 661, Ankara,
1983.
98Kşl. Corci Zeydan, Islâm Medeniyeti Tarihi, c.lV,
s. 15, İstanbul, 1973.
59Kşl.
Baykan Sezer, Toplum Farklılaşmaları ve Din Olayı, s.150;lmriu'l-Kays ,a.g.e,
s. 98.
80 A. Vehbi Ecer, Islâm
Tarihi Dersleri, s. 56, Kayseri 1991.
ruha sahip
olmalarına pek gerek te yoktu. Yerleşik hayat sürenlerin bedeviler gibi
olmamaları sonucunu doğuran diğer bir özellik ise, kendilerini koruma hususunda
bedeviler kadar özveride bulunmalarının gerekmemesi idi. İbn Haldun bu durumu
şu cümleleriyle izah etmektedir. "Yerleşik hayatta bulunanların güvenliği
vâli ve bekçilere ait olduğu için orada yaşayan insanların hayatî bir endişesi
yoktur. Oysa göçebeler aynı rahatlığa sahip değildirler. Onlar ancak kendi
kendilerini korurlar, bu yüzden şecaatli olmak zorundadırlar ve şecaat artık
onların karakteri olmuştur."[15] Görülüyor ki yerleşik hayat
süren insanlar kendi günlük şartlan içerisinde bir idarecileri bulunduğuna göre
bunlann güvenliklerini temin eden kimseler de bulunuyordu. Bundan dolayı da
yerleşik hayat süren insanlar göçebelere göre daha rahat, daha sakin ve daha
güvenli bir ortamda yaşıyorlar, bunun sonucu olarak ta bedevilerin sahip
olduklan savaşçı ve vahşi ruhtan soyutlanmış oluyorlardı.
Cahiliyye döneminde
yerleşik hayat süren insanlar, ziraat ve ticaretle uğraşmakla beraber toprak
ürünlerinin az oluşu ve ekilebilir toprağın yetersiz oluşu, istenen düzeyde bol
olmayışı gibi sebeplerden dolayı geçimlerini temin etmeleri hususunda yetersizliklerle
karşı karşıya kalıyorlardı. Bu nedenle özellikle Mekke, Yesrib ve Taif halkının
geçim kaynağı, çiftçiliğin yanında ticaret ve san'atla da destekleniyordu, [16] fakat bu da geçimlerini temin
etmelerine yetmiyordu. Bunun için özellikle Mekke'liler, Yemen ve Suriye
arasında ticaret kervanları düzenliyorlardı. Bu seferler daha çok kış
mevsimlerinde iklim şartlan sebebi ile güneye Yemen tarafına, yaz mesimlerinde
ise kuzeye Şam tarafına yapılıyordu. Bu sebepten Mekke, Yemen ile Şam'ın bir
çeşit ticaret merkezi sayılıyordu.[17]
Ayrıca bu gelirlerin dışında bütün araplar tarafından kutsal sayılan Kabe de
Mekke'de 16813bulunduğu için Mekke'lilerin araplar arasında hem itibarı yüksek
oluyor hem de onlar bu ticaret seferleri ve Kabe'den kaynaklanan turizm
gelirleri sayesinde daha müreffeh bir hayat sürüyorlardı. Kâbe'yi kutsal sayan
araplar her yıl senenin belli mevsimlerinde hacı kafileleri[18]
şeklinde Kabe'yi, dolayısıyla Mekke'yi ziyaret ediyorlar, böylece Mekke'lilere
iyi bir gelir kaynağı da bırakıyorlardı. Ayrıca
Mekke'liler bununla yetinmiyorlar ticareti
korumak ve turizm gelirlerini artırmak maksadı başta olmak üzere bir çok sebebe
binâen panayırlar da düzenliyorlardı. Bu panayırlarda, alış-verişin dolayısıyla
panayırlara rağbetin daha cazip hale gelmesini temin için yarışmalar ve
kültürel faaliyetler de düzenliyorlardı.65 Bütün bu faaliyetlerin
daha rahat ve daha sakin bir ortamda yapılmasını temin maksatıyla Zi'l-Kâde,
Zi'l-Hicce, Muharrem ve Recep aylarına "Eşhurü'l-Hurûm" adı
veriliyordu 66 ki bu aylarda savaş yapmak ve düşmanlık
yasaklanmıştı. îşte bu panayırlar da Mekke halkı ve özellikle yerleşik hayat
süren insanlar için diğer yerleşim yerlerindeki insanlara ve göçebe hayat
sürenlere göre ayrı bir gelir kaynağını oluşturmaktaydı.
Buraya kadar
verilen bilgiler ışığında görülüyor ki insanoğlu, yeryüzünde hayata başladığı
ilk zamanlarda yerleşik hayat sürmüyor, çeşitli ihtiyaçlannı
karşılayabilecekleri yerlerde dolaşıyor, göçebe hayat sürüyordu. Zaman
içerisinde hayat şartlarında meydana gelen düzelme ve iyileşmeler sonucunda
insanlar rahatlık ve kolaylığı tercih ederek belli mekanlara yerleşmişler ve
yerleşik hayat düzeninin oluşmasını sağlamışlardır. İslamdan önceki cahilı’yye
dönemini oluşturan toplum da henüz ekonomik refaha tam manası ile kavuşmadığı
için göçebelikten kurtulamamış tamamen yerleşik hayata geçememiştir. Yerleşik
hayat yaşayan insanlar olmasına rağmen hemen hemen yarımadanın her tarafında
göçebeler de hayat sürmekte idi. Bu göçebeler tabiat şartlarının bir gereği
olarak yerleşik hayat süren insanlara nispetle daha kaba ve daha ilkel
yaşıyorlardı. Bunlar ihtiyaçlannı tabiattan karşılamakla beraber çöl şartlarına
aşinalıklarından dolayı ticaret kervanlanna kılavuzluk yaparak gelir elde
ediyorlar, daha açık bir ifade ile tabiat şartlan ile mücadele ederek
hayatlarını devam ettirmeye çalışıyorlar idi.
Çalışmamızın
konusunu oluşturan dönem içerisinde yerleşik hayat süren insanlara gelince
bunlar nispeten çöl şartlannın güçlüklerinden kendilerini kurtarmakla beraber
bu zor şartlardan tamamen sıyrılamamışlar; fakat yerleşik hayata başlamış
olmanın nimetlerinden az da olsa istifade etmeye başlamışlardır.
e5Kşl. A. Vehbi Ecer, Islâm Tarihi
Dersleri, s. 76.
88 Milcteba Uğur, Hicri
Birinci Asırda Islâm Toplumu, s. 5., İstanbul, 1980; Eshurul-Hurum.Araplar yukarıda
sayılan aylarda çarpışma yapmadıkları için Eşhurü'l-Hurûm demişlerdir. Bu
konuda daha geniş bilgi için Bkz:lmriu’l-Kays,
Muallegât-ı Seb'a, s.5.
Göçebe hayat
sürenlere nazaran bir derece de olsa sosyal hayat şartlan ile ilgili olarak
rahatlığa bir adım atmışlardır. Bu nimetlerden olarak yerleşik hayat süren
cahiliyye arabı dış düşmana karşı kendini koruma hususunda ferdi güce mecbur
kalmamış bu sorumluluğu, bulunmuş olduğu bölgenin siyasi idaresinin bir
sorumluluğu olarak görmüş bunun getirmiş olduğu rahatlığı yaşamıştır. Bunun
dışında özellikle Mekke'de yaşayanlan ilgilendiren özel bir durum vardır ki,
o'da Mekke'nin konumundan kaynaklanmaktadır, bunlara daha önce değindiğimiz
için sadece zikretmekle yetiniyoruz. Mekke'nin bu özellikleri ticaret merkezi
olmasından ve Kabe'nin o zaman da kutsal sayılmasından dolayı turizme açık
olmasındandır.
Bütün bunlardan sonra cahiliyye devri arap toplumunun sosyal hayat
yapısı ile ilgili olarak şunu tekrar edebiliriz ki, toplum, henüz yerleşik
hayat açısından tekâmüle ulaşmamış, fakat bunun mücadelesini vermektedir.
Yarımadanın çeşitli yerlerinde göçebelerin bulunması da bunun delilidir.
Yerleşik hayat süren insanlar arasında da tanı bir dengenin ve belli bir
standardizasyonun bulunduğunu iddia etmek güç gözükmektedir. Özellikle
Mekke'nin ekonomik ve sosyal yapısı gözönüne alınırsa bu durum daha iyi
kavranacak ve kabul edilecektir. Çünkü Mekke arap yarımadasındaki diğer
şehirlere göre bahsettiğimiz özelliklerinden dolayı müstesna bir mevkie
sahiptir.
C. CAHİLİYYEDE SOSYAL
SINIFLAR
Cahiliyye
de "Sosyal Hayat" başlıklı konuda ele aldığımız gibi cahiliyye
toplumunda insanlar yaşayış biçimlerine göre; Göçebeler ve Yerliler olmak üzere
iki gurupta ele alınmaktadırlar. Bu iki grup arasında görülen belirgin farkın
şu şekilde olduğuna bir önceki konuda temas etmeye çalışmıştık. Buna göre;
göçebelerin geçimlerini daha çok deve sürüleri ve hayvan sürüleri67
sayesinde, yerlilerin ise daha çok ziraat ve ticaretle uğraşarak sağladıklarına
değinmiştik.
Cahiliyye toplumunda daha önce de değindiğimiz ekonomik sebeplerle
toplumun belli kesimlerinde ticaret gelişme göstermiş, toplumda ticaretin
gelişmesiyle birlikte de sınıfsal bir takım özellikler görülmeye başlanmıştır.
Bu
6TKşl. Baykan Sezer, Toplum
Farklılaşmaları ve Din Olayı, s. 150.
durum toplumun üst seviyesinde aristokrat 68
bir zümrenin doğmasına, aşağıda ise köle ve hizmetlilerden 69 oluşan
ayn bir sınıfin oluşmasına neden olmuştur. Toplumdaki aristokrat tabakaya genel
manada "Hür"ler denilmektedir. Toplumun alt tabakasını oluşturan köle
sınıfının insanları daha çok etraf bedelerden ve özellikle Habeşistan'dan 70
köle olarak getirilmiş kimselerdir. Bu durumdan da anlaşıldığı gibi Cahiliyye
toplumunda yukarıda hürler, aşağıda esirler ve ortada da azatlı kölelerin
oluşturduğu sınıflı ve âdeta kast sistemine benzeyen bir yapı oluşmuştur.
Toplumun
katmanlarını ve sınıfsal tabakalarını oluşturan bu üç grubu daha geniş ele
almamızın gerektiği kanaatindeyiz.
1. Hürler:
Cahiliyye arap toplumunun asıl fertlerini bu zümre oluşturmaktadır.Hürler
sınıfını oluşturan kimseler aile topluluklarının da temel fertleri olup bunlar
Kabile cemiyeti71 halinde yaşıyorlardı. Cahiliyye toplumunda hürler
kabilenin asil üyeleri olmakla beraber aile ve kabile içerisinde eşit hakka
sahiptiler. Ayrıca bu insanlar kabilenin ortak adını da taşıyorlardı.72
Ayrıca hürler diğer sınıflara göre daha şerefli ve daha üstün kabul
edilirlerdi.73 Bu kimseler arasında kâhinler, şâirler ve savaşlarda
yiğitlikleriyle ün alan kimseler bulunmaktaydı. Bu insanlar diğerlerine göre
biraz daha üstün görülmekle beraber hak ve yaşayışları bakımından kabilenin
diğer fertleri ile aralarında pek bir fark bulunmazdı.74 Cahiliyye
devri toplumunda bu konudaki tek istisna sadece Mekke'de Kusay Soyundan gelen
kimselerdi ki, bu kabilenin fertleri arap yarımadasında tartışmasız siyasi
otoritelerinden dolayı hürler üzerinde ayrıcalıklı bir sınıf teşkil etmekteydi.
Cahiliyye
döneminde yönetimde de hürler sınıfi etkin idi. Siyasi kararların alındığı
Daru'n-Nedve'deki idareci topluluk da, soylu kimseler ve aile başkanları
tarafından oluşturulmakta75, hürler söz sahibi olmakta idi.
mKşl. Mustafa Aydın, İlk Dönem Islâm
Toplumunun Şekillenişl, s. 58. eBKşl. Mustafa Aydın, a.g.e. s. 58.
T0Kşl. Şevki Dayf, el-Asru'l-Câhilî,
s. 67.
71Kşl. Miicteba Uğur, Hicri Birinci
Asırda Islâm Toplumu, s. 6.
72Kşl. Neşet Çağatay, Islâm Öncesi Arap
Tarihi ve Cahiliyye Çağı, 2. Baskı, s. 131, Ankara, 1971.
73Kşl.
A. Vehbi Ecer, Islâm Tarihi Dersleri, s. 76.
74Kşl. Neşet
Çağatay, Başlangıçtan Abbasilere Kadar Islâm Tarihi, s. 105, Ankara, 1993. 75Kşl.
Neşet Çağatay, Islâm Öncesi Arap Tarihi ve Cahiliyye Çağı, s. 131.
Genel olarak
görüldüğü gibi; "Hür" tabiri toplumdaki asil kimselerin oluşturduğu
zümreyi ifade etmektedir. Bunlar kısaca, kabilelerin asıl ve asil fertleri
olmakla beraber kabilenin oluşmasında temel direk rolündeki kimseler olup
iktisadi, içtimai ve siyasi açıdan toplumun şekillenmesinde söz sahibi olan
insanlardı.
2.
Köleler (Esirler):
Köleler erkek ve
kadınlardan oluşmakta idi. Erkek olanlarına "Köle", kadın olanlarına
ise daha çok "Cariye" ismi verilmekte idi. Bunlar, hürlerin sahip
oldukları bütün şeref, hak ve haysiyyetten mahrum bulunan kimselerdi.[19]
Cahiliyye
toplumunda köleliğin bir takım şartlan vardı ve hürler için de köle elde
etmenin bir takım yollan bulunmakta idi. Bu yollardan bazılan şunlardı:
a.
Esir Pazarlarından
Alınanlar: Esir
pazarları, araplann ellerinde
bulunan harp esirlerini yahut Habeşistan ve
civar memleketlerden[20] getirmiş oldukları esirlerin
pazarlandığı ve satıldığı bir tür kamp idi. Bu kamp belli mevsimlerde
kurulurdu.Bu kamplarda köle ticaretini meslek haline getiren İnsanlar
bulunmaktaydı. Özellikle Kureyş, diğer ticaret dallanyla uğraştığı gibi Köle
ticareti ile de uğraşmaktaydı. Ficar savaşında Kureyşin reisi durumunda bulunan
Abdullah
b.
Ced'an et-Temimryi
cahiliyyedeki en meşhur köle tacirlerinde biri olarak zikredilmektedir.[21]
b.Savaşlarda
Elde Edilenler: Herhangi bir kavim veya kabile birbirleri ile
savaşarak esir sahibi olabilirlerdi. Sahip oldukları esire iyilik etmek
isterlerse onların almlanna bir damga vurup bellek yaparak salıveriverdi. Bir
de savaş esiri olarak ele geçen köle’nin kakülü kesilir, kurtuluş fidyesi
getirilinceye kadar bu kakül ok kuburunda saklanırdı.[22]
c. Arazi
Almak Suretiyle Elde Edilenler: Bu tür kölelere "Kun"
ismi verilmekte ve bunlar daha çok ziraatle meşgul olmakta idiler. Bu sebepten
arazi ile birlikte satılırlardı ,[23] Bir nevi araziye bağlı olup,
toprak parçasının demirbaşı gibi muamele görürlerdi.
d Kumar Yolu İle Ele
Geçirilenler: Bazı köleler kumar sonucunda köle olmuşlar ve köle
muamelesi görmüşlerdir. Nitekim "Ebû Leheb" ile "As b.
Hişam" her kim kaybederse diğerine köle olmak şartı ile kumar
oynamışlardı. Ebu Leheb galip geldiğinde Âs'ı köle yapmış ve develerini
otlattırmıştı.81
e. Borçlarım
Ödeyemedikleri İçin Köle Olanlar: Cahiliyye toplumunda borçlu
kimseler borçlarını ödeyemeyecek duruma düştükleri takdirde borçlarına karşılık
köle olurlar82 ve köle muamelesi görürlerdi.
Görüldüğü gibi,
Cahiliyye toplumunda köle elde etme olayı sadece tek bir yöntemle olmamakta,
birbirinden farklı birden çok yöntemle gerçekleşmekte idi.
Hatta buraya kadar
zikredilenlerden başka; miras yolu ile köle elde edilebilir, hediye almak
sureti ile köle elde edilebilir, gelin mehri olarak köle alınabilir83
ve bu şekillerle de köle sahibi olunabilirdi.
Buraya
kadar verilen bilgilerden de anlaşılabileceği gibi köle ve cariyeler arap
toplumunda tıpkı mal ve eşya gibi alınır, satılır ve daha çok san'at, ticaret ve
tarım'da kullanılırlardı. Köle ya da cariyelerin eşya maddesi gibi görülmesinin
bir sonucu olarak, işledikleri suçların cezalarını da onlar adına sahipleri
öderdi.84Fakat bunun sonucunda efendiler kölelerine istedikleri
muameleyi yapma yetkisine sahiptiler. İsterse onu ölünceye dek döver; elini,
kulağını keser, burnunu keser, gözünü çıkarır hatta öldürebilirdi. Bundan
dolayı da onu kimse sorgulayamazdı. Nitekim toplumda bu tür hadiselerde
görülmüştü, bunlar arasında Bilal-i Habeşfye günlerce dayak atılmış,
Zenire
adlı cariyenin işkenceden gözleri kör olmuş, Ammar b. Yasir’m annesi Siimeyye,
işkence ile öldürülmüştür. Cahiliyye dönemindeki bu uygulamaya karşılık İslâm,
köle ve cariyelerin de insan olduğu prensibinden hareketle köle ve cariyelere
iyi muamele edilmesini öğütlemiştir.85 Pek hoş olmayan köle ve
cariyelik sisteminin toplumdan kaldırılması için keffaret sistemi ve buna
benzer uygulamalarla köle ve cariyelerin hür olmalarını sağlayacak gerekli alt
yapıyı hazırlamıştır.
B1Kşl. Corci Zeydao,İslam Medeniyeti Tarihi,
c. IV, s. 37.
B2Kşl. CorciZeydan, a.g.e, c. IV, s.37.
B3Kşl. Neşet Çağatay, İslam Öncesi
Arap Tarihi ve Cahiliyye Çağı, s. 132. B4Kşl. Neşet Çağatay, Islâm
Tarihi, s. 106.
B5Kşl. Neşet Çağatay, Islâm Öncesi Arap
Tarihi ve Cahiliyye Çağı, s. 132.
Görüldüğü üzere
cahiliyye devri toplumunda köle ve cariyeler tamamen insanlık harici bir
muamele ile karşı karşıya bulunmakta idiler. Hatta hayvanlardan daha aşağı bir
muamele ile karşılaşmakta idiler. İslâmiyet toplumun dengesini bozan her konuda
olduğu gibi bu konuda yukarıda da değindiğimiz gibi bir zihniyet değişikliğine
gitmiş, toplumun köle ve cariyelere bakış açılarını değiştirmiş, onların da
insan oldukları prensibini topluma bildirmiştir. Her fırsatta da insanlık dışı
bu müessesenin ortadan kaldırılması için gerekli zemini hazırlamıştır.
3. Mevâlî:
Cahiliyye Arap topluluğunun katmanlarından, sınıfsal tabakalarından biri de
Mevâlî adı verilen sınıftır. Bunlar köleler ile hürler arasında bir mevkiyi
oluştumakta olan sınıf idi.
Genel manada mevlâ
azad edilmiş köle veya cariyeye verilen isimdir. Herhangi bir köle, azad
edildiği zaman mevâli'den olur. 86 Mevâli, onu azad eden kimsenin
kabilesine mensup sayılır ve onunla akraba niteliği kazanırdı. 87
Meselâ; Peygamberimizin amcası (Abbas)'m mevlâ'sı Benî Hâşim ile
Kureyş'in mevlâsı addedilirdi. Bazen de mevlâ, azâd eden sahibinin şehrine
intisab edilirdi. "Falanca kimse Mekke şehrinin yahutta Medine şehrinin
mevlâsıdır" derlerdi.88
Hürlerin alt
tabakasında esirlerin üst tabakasında bulunan ve öyle kabul edilen mevâli,
köleler gibi alınıp satılamazdı. Şu da var ki mevlâ hür bir kız veya kadınla
evlenemezdi. Mevlâ, hür bir kimsenin ödemesi gereken diyetin ancak yansını
öderdi. Kısas olaylannda da hür kimselerin ödemeleri gereken cezalann ancak
yarısını öderlerdi.89 Mevâlînin bir kaç çeşidi vardır:
a. Itk Mevlâst: Esir veya köle iken azad edilen şahsa bu
isim
verilmektedir. Bir
esiri ifâ ettiği bir işten veya haşandan dolayı azad etmek cahiliyye döneminde
âdetti. Bir kişi kölesine "şu işi yaparsan hürsün" derdi. O köle de o
işi yaptığında hür olur ve sahibinin mevlâsı kabul edilirdi.90 Bazı
zaman da azad etme işi, köle ile sahibi arasında hâsıl olan bir anlaşma üzerine
satış suretiyle vuku bulurdu ki, buna mükâtebe denilmekteydi. Kölenin değeri
belirlenir ve kölenin bu meblağı çalışıp ödeyince azad olacağına dair bir senet
yapılır ve köle mevâliden
eeKşl.
Corci Zeydan, Islâm Medeniyeti Tarihi, c. IV, s. 38.
S7Kşl.
Neşet Çağatay, Islâm Tarihi, s. 107.
88Kşl. Corci Zeydan, İslâm Medeniyeti Tarihi, c.
IV, s. 38.
B9Kşl.
Neşet Çağatay, Islâm öncesi Arap Tarihi ve Cahiliyye Çağı, s. 133.
90Kşl.
Corci Zeydan, a.g.e. c. IV, s. 38.
sayılırdı. Ödeme işi anlaşmaya göre değişir
bazen taksitle de olabilirdi.91
Azad etme işi bazı
zaman da hiçbir bağa ve koşula bağlanmazdı ki, bu tür azad işine "Itk-ı
Şaibe" adı verilirdi. Bu tür azadda, azad eden azad etme işlemi sırasında
"Sen Şaibesin" 92 yani "Senin velân yoktur"
derdi, köle veya cariye bu şekilde azad edilmiş olurdu.
b. Akıl
Mevlâsı: Hilf yahut İstina mevlâsı da denilen bu mevâli türü,
herhangi bir şahsın başka bir şahsa her ne şekilde olursa olsun bir hizmet, bir
ittifak yahud bir aileye katılma ile intisab etmesi ve bu intisâbın yıllarca
hatta asırlarca devam etmesinden meydana gelirdi.93
c. Raltm
Mevlâsı: Bu mevlâlık türü de bir kabilenin mevâlisinden biri ile
evlenmek sureti ile vukua gelirdi.94
Mevâli meselesinde
en önemli konu miras meselesi idi. Itk mevlâsına varis olunur; fakat o vâris
olamazdı. Akd mevlâsına ne vâris olunur ne de o vâris olabilirdi. Rahm mevlâsı
ise hem vâris olur hem de kendisine vâris olunurdu. Romalılarda da bu müessese
vardı ve kendi azadlılarının mirasını, yahud çalışmaktan ve saireden
kazandıkları paranın üçte birini alırlardı. Bundan başka şayed bu azadlıların
varisi olmazsa azad sahipleri bütün mirasa sahip olurlardı.95
Mevâlî, tarih
içerisinde kölelerden daha farklı faaliyetlerde bulunmuş siyasi arenada da boy
göstermiştir. Mevâli islâmiyetten önce Arap asabiyyetinde büyük bir tesir yaptığı
gibi, İslâm'ın gelişinden sonra da İslâm memleketlerinde inkılab vücuda
getirmek, hakimiyyeti bir devletten başka bir devlete nakletmek 96 gibi
önemli etkinliklerde ve siyasi faaliyetlerde de bulunmuşlardır.
Genel olarak ele
almaya çalıştığımız gibi mevâli, İslâmiyetten sonra da varlığını devam ettirmiş
ve zaman zaman "Hamra"98 terimi ile de anılmıştır.
Görülüyor
ki Mevâli, yaşantı biçimi olarak kölelerin üstünde bir tabakayı oluşturmasına
rağmen, hürlere göre bazı problemleri olan fakat köle veya
91Kşl. Corci
Zeydan, Islâm Medeniyeti Tarihi, c. IV, s.
38.
9!Kşl. Neşet
Çağatay,İslam Tarihi,s. 107.
93Kşl. Mustafa
Kılıçlı, Arap Edebiyatında Şuubiyye,s.26, İstanbul, 1992.
94Kşl. Neşet
Çağatay,Islâm öncesi Arap Tarihi ve Cahiliyye Çağı, s. 133.
95Kşl. Corci
Zeydan, a.g.e, c. IV, s.38.
9aKşl.
Corci Zeydan, a.g.e, c. IV, s.38.
BBKşl. Neşet Çağatay, Islâm Tarihi,
s. 107.
20
cariyelere göre sosyal hayat ve yaşantı
yönünden nispeten daha iyi konumda bulunan kimselerdi.
D- CAHİLİYYE DÖNEMİNDE
AHLAK ANLA YIŞl Cahiliyye devri ahlak anlayışına değinmeden önce
İslâm'ın ahlak anlayışının iyi bir şekilde ortaya konulmasının mukayese
açısından faydalı olacağı kanaatindeyiz. Fakat İslâmiyetin ahlak anlayışını
ortaya koymak çalışmamızın boyutlarını aşacağı ve çalışmamızın da asıl hedefi
olmadığı için kısa bir şekilde temel esprisine değinmemizin yeterli olacağı
kanaatindeyiz.
"Hulk"
kelimesinin cem'i olan ahlak, "güzel ve çirkin olmakla vasıflandırılan
amellerle ilgili olan hüküm" 99 şeklinde tarif edilmekle
beraber "insan ruhundaki "huy" dediğimiz bir meleke, bir
hassa"100 şeklinde de izah edilmekte olup İstılahta ise,
"Kişinin ve toplumun dünya ve ahiret mutluluğu yolu "101
şeklinde izah edilmektedir.
İslâm ahlakının
temelini Kur'an-ı Kerim'deki ahlaki prensipler oluşturmaktadır. Başka bir
deyişle İslâm ahlakının boyutları Allah'u Teâla tarafından vahy yoluyla
belirlenmiştir.102 Buna, kişinin Allah'a karşı, içinde yaşadığı
topluma karşı, ailesine karşı, çevresindeki insanlara karşı sorumluluk ve
yükümlülükleri dahildir. Bütün bu sorumluluklarının çerçevesini Kur'an çizmekte
ve bunlar karşısında insanın vazife ve sorumluluklarını da yine Kur'an
belirlemektedir. Ayrıca İslâm "yalan, küfür, lânet okuma, alay etme,
kibirlenme, koğuculuk yapma, gıybet etme, riya, cimrilik, kıskançlık vs." 103
gibi huylan yasaklayarak müslümanın uzak durması gereken vasıfların da sınmnı
bildirmektedir. İşte kaynağı Kur'an-ı Kerim olup yapılması gereken ve
kaçınılması zorunlu olan fiil, davranış ve düşünceler İslâm ahlakının temelini
oluşturmaktadır.
Cahiliyye
döneminde İslâmi kurallar henüz oluşmadığı için ahlaki kuralların İslâmi dönem
kurallarından farklı olması veya farklı anlaşılması gayet
"İbrahim Üneys,
Mucemu'l-Vasît, c. I, s. 252.
100
Ömer Nasuhi Bilmen, Islâm
İlmihâli, s. 610, Baskı: IV, İstanbul, 1954.
101
Selahaddin Şar,
İslâmî Bilgiler Ansiklopedisi, s. 26, İstanbul, 1964.
102Kşl. Şamil,
Islâm Ansiklopedisi, “Ahlak” mad. (Yazan: Ahmet Ağıraksak) c.l, s. 68,
İstanbul, 1990
,03Şamil,
Islâm Ansiklopedisi, "Ahlak" mad. (Yazan: Ahmet Ağıraksak) c. I, s.
69.
21
tabiîdir. Bunun içindir ki cahiliyye döneminde
ahlak fikri islami düşüncedeki mertlik duygusu ile özdeşleşmiş ve
"ahlak" deyince zihinlerde daha çok yiğitlik ve cömertlik olguları
canlanmıştır. O dönemde yiğitliğin ölçüsü de farklı olup daha çok, kişinin
kabilesini müdafaa yolunda öldürdüğü düşman sayısı ve düşmana karşı yaptığı
mertçe muamele ile ölçülmekte idi. Yani kişi ailesini, kabilesini koruma
uğrunda ne kadar insan öldürdüyse o kadar yiğit, o kadar mert ve dolayısıyla da
o kadar ahlaklı idi. Cömertlik, ganimetleri paylaşmakla değil, harbe gitmekle,
misafirlere izzet ve ikram uğruna develer kesmekle yahut fakir ve acize yardım
etmekle ve kısaca almaktan ziyade vermekle olurdu.[24]
Görülüyor ki
cahiliyye arabı için ahlak kavramı bizim anladığımız ahlak anlayışımızdan daha
farklı manaları ihtiva etmektedir. Yukarıda da değindiğimiz gibi bunun başında
mertlik, cömertlik, yiğitlik gibi kavramlar gelmektedir.
D.
CAHİLİYYEDE AİLE
Cahiliyye devri
arap toplumunda iki ayrı aile tipi görülürdü. Bunlardan birincisi; soy
birliğine ve kabile sistemine dayanan içtimai aile şekli; İkincisi ise, evlenme
yolu ile kurulan tabii aile idi.[25]
Cahiliyye dönemi
arap toplumundaki tabii aile kocanın mutlak hakimiyetine dayanmakta idi. Bu
aileler genellikle nikahla kurulurdu. [26]
Evlenme işlerinde de sosyal tabakalar ve toplumsal katmanlar arasındaki ayrılık
kendini göstermekte bunun sonucu olarak ta asil olan aileler kendilerinden daha
aşağı durumda olan kimselerin kızlarını almamakta ve kendilerinden daha aşağı
kimselere de kız vermemekte idiler. [27]
Cahiliyye toplumunda genel olarak aile müessesesinin tesisinde bu temel
presipler gözönünde bulundurulmakla beraber ailenin kuruluşu bakımından
sağlıklı bir aile sisteminin mevcut olmadığını söyleyebiliriz. Bunun yanında
boşanmanın da bir kuralı olmadığını zikredebiliriz. Evliliğin gerçekleştirilişi
bakımından bir çok evlilikten bahsedilebilir. Bunların içinde yaygın olarak çok
karılılığın (poligami) yanında çok kocalılık (poliandri) mevcuttu. Ayrıca
süreli nikah olarak isimlendirilebilecek olan Mut'a da yürürlükte
idi. İslam bu son iki evlilik şeklini
reddederek tek evliliği esas aldı.108
Cahiliyye
dönemindeki anlayışa göre evlenen bir kadın evlendiği andan itibaren kocasına
nispet edilmiyordu. Kadının, kocasına ve kocasının ailesine nispet edilebilmesi
için çocuk doğurması gerekiyordu. Bu sebepten dolayıdır ki, çocuk doğurmadan
ölen kadın için kocasına taziyede bulunulmuyor, babasına ve kendi ailesine
taziyede bulunuluyordu. Çocuğu olmayan bir kadının diyet vermesi sözkonusu
olduğu durumlarda da o diyeti kocası değil, kadının mensubu bulunduğu ailesi
öderdi. Kadın ancak çocuk doğurduktan sonra kocasının ailesine mensup bir fert
olarak telakki edilebilirdi.109
Cahiliyye dönemi
topluluğundaki ailelerde mutlak otorite erkeğe ait olunca kadınla erkek
evlendiğinde kadını, erkek istediği zaman istediği şekilde boşayabilirdi. Bu
konuda kadın sözsahibi olamadığı gibi erkek sınırsız hak ve yetkilere sahipti.
Erkek istediği kadar kadınla evlenme yetkisine de sahipti110 ki
İslâm bu yetkiye tahdit getirmiştir.
Cahiliyye
toplumunda görülen diğer aile tipi olan içtimai aile, tabiî ailenin birliğinden
müteşekkildi. Bu ailelerde kan bağı sözkonusu idi. Bu aile topluluklarına
dışarıdan katılmalar olmak suretiyle genişletilebildikleri gibi, aynı şekilde
aile fertlerinden dışlamalar yapmak sureti ile aile fertlerinin sayıları da
azaltılabiliyordu. Katılmalar daha çok istilhak, muahat ve hilf yollarıyla
gerçekleşiyordu. Bir adamın başka birini kendi soy ve nesebine katmasına
istilhak deniyordu. İlhak edilen, katılan kişi esir, köle veya mevlâ türünden
olursa katılmış olduğu ailenin mevlâsı olarak o kişinin ailesine girdirilirdi.
İlhak edilen kimseye "Dei" denirdi. Araplar Dei'yi kendilerine
mensup öz oğul gibi mirastan hissedar ederler, vefatı durumunda da ona varis
olurlardı. Bir çok defa da miraslarına konmak üzere mensup mevâli'nin
istilhakım arzu edebilirlerdi.111
Cahiliyye dönemi
arap toplumunda Hilf yolu ile de istilhak yapılırdı ki
bu, biraz daha değişikti, özellikle tutsak olup,
kurtuluş fidyesi verememek bu tür
istilhak sebeplerinin başında gelirdi. Bu gibi
kimseler, kendilerini tutsak eden
topluluğun damgasıyla damgalanır ve o topluluğun bireyi
sayılırdı. Bu kişilere
108Kşl. Mustafa Aydın, İlk Dönem Islâm Toplumunun
Şekillenişl, s. 59.
10BKşl. Neşet Çağatay, Islâm Öncesi Arap
Tarihi ve Cahiliyye Çağı, s. 129.
110Kşl. Mustafa Aydın, İlk Dönem Islâm
Toplumunun Şekillenişi, s. 59.
111 Kşl. Corci Zeydan, Islâm Medeniyeti
Tarihi, c. IV, s. 32.
"Halîf ismi verilirdi. Bunların durumu Dei'lerden
biraz daha farklı idi. Halîf mirasa dahil olur, ancak öldürülürse diyeti aile
topluluğunun asıl bireylerinin diyetlerinin yansı olurdu.[28]
Bunun sebebi Halif diye isimlendirilen kimselerin aslen köle olmalarından
kaynaklanırdı ki bilindiği gibi kölelerin diyeti hür kimselerin diyetlerinin
sadece yarısı idi.
Cahiliyye dönemi
araplannda bir başkasını aileye katma yöntemlerinden biri de muâhat yolu idi. Muâhat
bir arabın yabancı bir arapla kardeşleşmesi idi. Bunlar birbirlerine mirasçı
olurlardı. [29] Islâmm ilk döneminde
Mekke'deki müslümanlar arasında, Medine'ye göç ettikleri sırada da Mekke'li
muhacirle Medine'li Ensar arasında bu yolla kurulmuş geniş ölçüde bir
kardeşleşme vardı. Bunlar birbirlerine mirasçı olmuşlarsa da Bedir Savaşından
sonra nâzil olan Enfal Suresi 75. ayette bu tür miras kaldırılmıştır.[30]
Cahiliyye dönemi
araplannda, saydığımız şekillerde aile'ye katmalar olduğu gibi yukarıda da
işaret ettiğimiz gibi ailelerden uzaklaştırmalar da mevcuttur. Bir kimseyi kötü
bir işinden dolayı aileden ihraç etme işine "HaF denilmektedir. Hal', istilhak
metodunun tam tersidir. Aile mensuplarından birinin (bu kimse ister öz, isterse
deî olsun) kötü bir fiili görüldüğü zaman onun ailesi ile alakası tamamen
kesilir ve böylece aile o kötü fiilin mes'uliyetinden kurtulmuş olurdu. Bazı
aileler kendi fertlerinden biri için hal' yönetimine kendilerini mecbur
hissederlerdi. Kendilerini buna mecbur hisseden kimseler veya kabilenin birkaç
ferdi hal'i murad edilen kişiyi "ukaz" panayırına götürerek hal' eder
ve bunun için birkaç şahit göstererek tellal bağırtırlar, durumunu da halka
ilan ederlerdi. Bu işlem yapıldıktan sonra o şahıs her ne fenalık işlerse ya da
o şahsa her ne fenalık yapılırsa kabilesi bu konuda sorumlu olmadığı gibi onun
namına da hiçbir hak arayamazdı.
Bu duruma misal olmak üzere Corci Zeydan eserinde bir olayı
zikretmektedir. Buna göre "Sahabeden ( Anır b. el-Âs )'m kendi aşireti
tarafından hal'i İslâmdan önce vuku bulan en meşhur hal' olaylarından biri idi.
Amr b. el-Âs cahiliyye devrinde ( Anıareiu’bni’l-velid ınabzunıî) ile
beraber ticaret gayesi ile Habeşistan'a gitmişlerdi. Yolda iken Amare Aınr'ın,
zevcesine göz diktiğinden aralarında husumet hâsıl olmuştu. Amare birara Amr'ın
geminin kenarında durduğunu görerek onu denize atmıştı. Bunun üzerine de Amr
yüzerek gemiye çıkmıştı. Amr b. el-Âs, Beni Sehmden idi. Amareden intikam
almaya karar verdiğinde kendi pederine bir mektup yazarak mus'uliyetten kurtulmak
için kendisini hal' etmesini talep eder. Bunun üzerine gerek Amr'ın, gerek
Amare'nin kabileleri her ikisini hal' ederek keyfıyyeti Mekke'de bir tellal
vasıtasıyla ilan eylerler."1'5 Böylece, hal' etmek
suretiyle hal' edilen kişinin yapmış olduğu kötü fiilin sorumluluk ve
mes'uliyetinden aile efradı kurtulmuş olurdu. Bu şekilde cahiliyye döneminde
görülebilen aileden ihraç hadiselerinden biri gerçekleşmiş oldu. Bu tür
hadiselere dayanan örnekleri o dönemin kültür tarihi içinde arttırmamız
mümkündür; fakat daha fazlasının çalışmamızın sınırlarını aşacağını ve bu kadar
izahın da konu ile ilgili genel bilgi vereceğini düşünerek bu kadarla
yetinmemizin uygun olacağı kanaatindeyiz.
CAHİLİYYE
DÖNEMİNDE KADIN
Cahiliyye
dönemi kadınlarının hepsini tek bir kategoride ele alarak değerlendirmek mevcut
bilgilerimiz ışığında mümkün görünmemektedir. Çünkü cahiliyye döneminde
insanların kast sistemine benzeyen sınıfsal özellikler gösterdiğine sosyal
tabakalara işaret ederken değinmiştik. Bu dönemde genel olarak kadınlar da iki
grupta İncelenmektedir. Bunlardan hür ve asil olan kadınların durumu iyi olup
toplumda belli bir saygınlığı bulunmakla beraber, orta ve aşağı tabakalarda
bulunan kadının hiçbir değeri ve önemi yoktur. Onlar arap yarımadasında
hakaret, zül ve esaret altında yaşamışlar, toplumun en hakir görülen fertleri
sayılmışlardır. Kendilerine hiçbir zaman söz hakkı, siyasi veya içtimai konuda
fikir beyan etme yetkisi de verilmemiştir. Hatta son derece hakir görüldükleri
için âdet halinde iken evlere dahi sokulmamışlardır.116 Çünkü arap
erkeği âdet halinde bulunan bir kadınla bir yerde oturmaz, onunla birlikte
yiyip-içmezdi.117 Bunun için de geçici bir süre için onu evden dahi
çıkarırdı.
1,5Kşl. Corci Zeydan, Islâm Medeniyeti
Tarihi, c. IV, s. 39.
116Kşl. Mücteba Uğur, Hicri Birinci Asırda
Islâm Toplumu, s. 17.
117Kşl. Neşet Çağatay,Islâm Öncesi Arap
Tarihi ve Cahiliyye Çağı, s. 133.
Cahiliyye toplumu
erkeğinin psikolojik yapısını gözönüne getirdiğimizde sanki kadına rahatsızlık
vermekten zevk duyan bir tip gözümüzde canlanmaktadır. Nitekim bir yazarın şu
cümleleri de bizi doğrular mahiyettedir. Bu dönemde "Kadınlar herhangi bir
sebeple boşandığında, boşandıktan sonra onlara eziyet olsun diye, onun
başkasıyla evlenmesine bir müddet mani olunurdu. Bunun için karısını boyaşan
arap, kadının iddet zamanı tamamlanacağı sırada onu tekrar alır ve tekrar
boşar, o zaman bir yıl kabul edilen iddet müddeti yeniden başlayacağı için
kadın gene başkasıyla evlenemezdi. Koca bu işi üç defa tekrar edebilirdi."118
Bu cümleler de bize gösteriyor ki, toplumda kadının hak ve hukuku yoktur.
Toplumun genel kuralları doğrultusunda erkek, kadını hal ve hareketleriyle
alaya alabilmekte âdeta onun haysiyet ve şerefiyle, haklarıyla
oynayabilmektedir.
Cahiliyye
toplumunda kadına yapılan diğer bir saygısızlık da şudur ki; kadının kocası
öldüğünde başka bir kimse 119 veya özellikle adamın büyük oğlu
kadının üzerine bir örtü, bir elbise atar ve ona mehr ödemeksizin kendi karısı
olduğunu ilan ederdi. Bu kimse isterse o kadını başkasından mehr almak
suretiyle evlendirilebilirdi.120 Bu tavır da bize gösteriyor ki,
kadının kendi öz hayatı hakkında dahi söz hakkı yoktu. Kendi iradesiyle eşini
seçemeyen kadın yine bu dönemde miras121 hakkından mahrumdu.
Cahiliyye döneminde kadının durumu genel olarak bu şekilde olmakla beraber
özellikle göçebe hayatı yaşayan kadınların görevleri ve sorumlulukları yerleşik
hayat sürenlere göre biraz daha fazla idi. Kadın, çadırda çocuklara bakar,
develeri ve davarları sağar, hurma lifinden hasır, deve tüyünden giyecek ve
çadır örerdi. 122 Kadın ayrıca odun toplar, su getirir, giyim eşyası
dokurdu.123 Yine de bütün bu yaptıkları erkeğin yanında kadının
şeref ve itibarını yükseltmezdi. Çünkü o dönem toplumuna göre hayatın temeli
savaştı.124 Kadınlarınsa savaşlarda erkekler kadar etkin olması
mümkün değildi. Herkes tarafından kabul edilen bir gerçek vardır ki, buna göre
kadın hem fizik hem de ruh yapısı olarak erkeğe göre daha yumuşak ve daha
zayıftır. Bu yumuşaklık ve zayıflık
11BKşl. Neşet
Çağatay, Islâm öncesi Arap Tarihi ve Cahiyiye Çağı, s. 134.
11sKşl. Ramazan
Altıntaş, Bütün Yönleriyle Cahiliyye, s. 136, Konya, 1990.
120Kşl. Neşet
Çağatay, İslam Öncesi Arap Tarihi ve Cahiliyye Çağı, s. 137.
121 Kşl. Ramazan
Altıntaş, a.g.e, s. 136.
122Kşl. Neşet
Çağatay, a.g.e, s. 134.
123Kşl. Ahmet
Emin, Fecru'l-lslâm, s. 39.
124Kşl. Ahmet
Emin, a.g.e, s. 39.
kadınları savaşlarda geri planlarda
bırakmaktadır. Savaşı hayatın temel esprisi olarak kabul eden anlayışa göre bu
durum yukarıda da izah etmeye çalıştığımız gibi kadının toplumdaki itibarının
zedelenmesine sebebiyet vermektedir.
Yine o toplumun
değer yargılarını gözönünde bludurduğumuzda daha önce de değindiğimiz gibi
insanların değer ve şereflerinin kaynağının insanların güçlerinden
kaynaklandığını görmekteyiz. Buradaki güçten maksat samimiyet ihlas ve ilim
gibi manevi güçler değil daha çok kaba kuvvete dayanan maddi güçtür. Bu gücün
ölçüsü de mal ve servetin çokluğu ve erkek evladın çok olması ile orantılıdır.
Erkek evladın toplumda güç arttırıcı bir fonksiyon oynadığını kabul eden bu
zihniyete göre kadın topluluğunun bir parçası olan kız çocuklan zayıflığın ve
itibar kaybının ifadesidir. İşte bundan dolayı o toplumda kız çocuklan
dışlanmış, horlanmış ve toprağa diri diri gömülmekten çekinilmemiştir. Kız
çocuklannın gömülmesi olayı, ifade etmeye çalıştığımız zihniyet yapısından
kaynaklanmakla beraber onlann diri diri toprağa gömülmesi hususunda çeşitli sebepler
de zikredilmektedir. Bunlardan birisi şu cümlelerle ifade edilmektedir.
"Bu dönemde kadının hiçbir değeri kalmamıştı. Çok evlilikten dolayı bekar
erkeklerin artıp fuhşun yaygınlaşması (özellikle aristokrat olmayan ailelerde)
kız çocuklannın diri diri toprağa gömülmesi gibi çirkin bir tedbiri gündeme
getirmişti." [31] Bu cümleler bizlere kız
çocuklarının toprağa gömülmesi ile ilgili olarak bir sebep bildirmekle beraber
aslında toplumun genel yapısı ile ilgili de ipuçları vermektedir. Kız çocuklan
daha çok fakir ve toplumun alt seviyesinde bulunan ailelerde toprağa gömülmekte
idi. Bunun sebebi de şüphesiz bu insanlann toplumda savunmasız ve korumasız
olmalan ve üst seviyedeki insanlar tarafından her türlü saygısızlıkla muamele
edilebilmeleri korkusuydu.
Kız çocuklarının
gömülmesi ile ilgili olarak diğer bir sebep te fakirlik ve açlık korkusuyla ana
babalan tarafından toprağa gömülmeleridir.[32]
özellikle
toplumun alt seviyesinde genel temayül bu olmakla beraber, yaşamasını
istedikleri kız çocuklarını kurtarabilmek için çeşitli formüller geliştiren
kimseler de vardı. Buna göre; yaşamasını istedikleri kızlarına yünden örülmüş
bir cübbe[33] veya bir erkek elbisesi
giydirip çobanlık yaptırırlar [34] böylece onun kurtulmasını
sağlarlardı. Eğer kız çocuğunu gömmek isterlerse doğar doğmaz onu gömdükleri
gibi, bazen de altı yaşlarına geldiğinde ona güzel elbiseler giydirip
akrabalarına götüreceklerini söylerler ve çölde önceden hazırladıkları çukura
atarak üstünü örterlerdi. Doğar doğmaz öldürmek istedikleri zaman doğurmak üzere
olan kadın bir çukur kazar, orada doğururdu. Doğan çocuk kız ise o çukura
gömer, erkek ise alıp büyütürdü.[35]
Buraya
kadar anlattıklarımızdan kadınlara yapılan zulüm ve haksızlıklar, masum kız
çocuklarının haksız yere toprağa gömülmesi gibi tavırlar aslında kaba tabiriyle
seviyesizliğin ifadesidir. Ama bir toplumun bütün fertleriyle bu şekilde
seviyesiz olması mümkün müdür? Elbette değildir, az da olsa meşhur şair FerezdaKm
(Ö. 115/733) dedesi Sa’Saa b. Veciye gibi insaflı, seviyeli insanlar da
toplumda mevcuttu. Sa'Saa,
İslâmiyetin ortaya çıkmasına kadar 360 çocuğun öldürülmesini önlediğini kendisi
ifade etmektedir. Sa'Saa
bir gün Hz. Peygambere şunu anlatmıştır.
"Bir gün devemi kaybetmiş aramağa çıkmıştım. Çölde iki çadır gördüm,
birinde büyük bir şeyhe rastladım. Biz bu şeyh'le konuşurken karısı seslenip,
bir kız çocuğu doğurduğunu haber verdi. Kocası "Onu yere göm" dedi.
Ben: "Aman yapmayın öldürmeyin ben onu satın alınm" dedim.
"Yavruları ile iki dişi deve ve bindiğim deveyi verip çocuğu kurtardım.
İslâmiyetin ortaya çıkışına kadar böyle 360 çocuğun öldürülmesini önlemiş
oldum; bunların herbirini ikişer dişi birer erkek deveye satın aldım" [36] dedi. İfade ettiğimiz gibi
toplumda sayılan sınırlı da olsa insaf sahibi, seviyeli ve vicdanlı insanlar da
bulunmakta idi fakat bunların sayıları oldukça mahdut kalmakta idi.
İslâm öncesi arap
toplumunda yani Cahiliyye döneminde kadınlar bu derece aşağılanıyorken kız
çocukları diri diri toprağa gömülüyorken acaba o dönemde dünyada kadınlann
genel durumları nasıl idi? İşte bu soruya cevap aradığımızda genel olarak
sadece arap yarımadasında değil dünyanın başka yerlerinde de kadının
aşağılandığını ve horlandığını görmekteyiz.
özelikle Çin ve
Hint gibi milletlerde o zamanlar kadın her nedense çok geri tutulurdu. Bilhassa
Hintte kadın pek zavallı bir mahluk olarak addedilirdi. Bu toplumlara göre
kadının dini, efendisine hizmetten ibaretti, ölen kocasının nâşı üzerinde
kendisini yakmak suretiyle hayatını kurban eden sâdık zevce asil ve en iyi
kadın olarak bu toplumlarda takdir bulurdu.131
Bu dönemde Bizansta
da kadın erkeğin malı idi. Onda istediği gibi tasarruf hakkı vardı.Kadının
hayatı ve ölümü eşinin elinde idi. Kadın bu toplumda da tıpkı köle gibi muamele
görürdü. Zamanında en medeni olarak kabul edilen Yunanlılar arasında bile
kadın, çarşılarda satılır, başkalarına ihale olunabilirdi. Yunanlılar kadınlan
evlerine kilitlerler ve bunların toplumda görülmelerine müsaade etmezlerdi.132
Hristiyan Avrupa'da da durum daha iyi değildi. Çünkü felsefe tartışmalan
arasında şu meseleler bulunuyordu. "Kadın, kötü telakkinin devamından
başka bir şey midir? Ona mesuliyet var mı? yok mu? Yoksa hayvanlar gibi mesul
değil mi?"133 Aynca kadının ruhu var mı? yok mu? gibi konular
üzerinde de tartışmalar yapılıyordu.134
Genel olarak cahiliyye döneminde kadın ve onun bir gurubu olan kız
çocuklarının durumunu bu şekilde ortaya koyduktan sonra o döneme tekabül eden
zaman zarfında diğer devletlerin ve toplulukların kadına bakış açılarının da
daha iyi olmadığım görüyoruz. Ortaya konanlar ışığında bize göre o devir toplumlarında
kadın henüz insan olarak toplumdaki gerçek değerini ve yerini bulamamıştır.
G.
CAHİLİYYE DÖNEMİNDE DİN
Hicaz
bölgesi halkı Hz. İbrahim'in, oğlu
İsmail ile O'nun annesi Hacer’i Hicaz bölgesine getirip Kâbe'yi yaptığı,
Tann'nın birliğini kendilerine bildirdiği zaman O'nun dinini benimseyip,
dediklerini tuttular. Sonraları peygamberlikle görevlendirilen Hz. İsmail, babasının bildirdiği inancı orada
yaymaya çalıştı. Ama araplar Hz. İsmail'den sonra zamanla sapıtıp putlara tapar
hâle geldiler. Bu durum da İslâmiyetin ortaya çıkışına kadar sürdü. 135
Yani araplar önceleri hak dinin
131 Kşl. Ati
Himmet Berki, Osman Keskioğlu, Hâtem'ul-Enbiya Hazreti Muhammed ve Hayatı,
Baskı: XI, s. 9, Ankara, 1986.
,32Kşl.
H.Berki-O.Keskioğlu, a.g.e, s. 10.
133Kşl. H.Berki-O.
Keskioğlu, a.g.e, s. 10.
'34Kşl.
H.Berki-O. Keskioğlu, a.g.e, s. 10.
135Kşl.
Çağatay Neşet, Islâm Tarihi, s. 78.
29
mensubu iken136 daha sonra geçen
zaman içinde bu hak dinden uzaklaşıp çeşitli bâtıl yollara girdiler. Bu
sebepten olmalı ki dini hayatlarında birlik yoktu, "dini hayadan oldukça
dağınık bir mahiyet arzetmekteydi."137
Hzİsmail'den sonra
onun tebliğ etmiş olduğu dinden uzaklaşan araplar zaman içerisinde başka
dinlere hatta putperestliğe yönelmişlerdi. Nihayet bizim çalışma alanımızı
ihtiva eden cahiliyye devrinde de araplar arasında Yahudilik, Hıristiyanlık,
Zerdüştlük ve yaygın halde putpereslik bulunmakta idi. Rebia, Gassan ve
Kudâalılann bir kısmı arasında Hıristiyanlık; Himyer, Kinâne, Kinde, Hâris b. Kâb
kabileleri arasında Yahudilik; Temim kabilesinde ise Mecusilik görülürdü. Hatta
araplar arasına dinsizlik dahi girmişti.138
Cahiliyye
döneminde Mekkeliler arasında diğer dinlerden fazla olarak özellikle
putpereslik revaçta idi. Fakat yine de o zamanlar yüce, tek, herşeye muktedir
bir Tanrı fikri bulunmakta idi. Tanrı fikrini dişi ve çoğul şekil almayan Allah
kelimesiyle ifade ediyorlardı. Onların inançlarına göre putlar da Allah'ın
yanında şefaatçi idiler. Putperestlerin putlara ünsiyetleri sebebiyle olsa
gerek ki kâbe'nin etrafında Arap kabilelerini temsilen kabile sayısınca put
bulunmakta idi.139
Yapılan
izahatlar gösteriyor ki; diğer inançlar ve özellikle putperestlik arap
toplumuna sonradan girmişti. Putperesliğin ilk girişi hususunda çeşitli rivayetler
zikredilmektedir. Bir rivayete göre, Arap yarımadasında putperesliği ilk defa
yayan Anır b.
Lufıey olduğu bildrilmektedir. O çok şiddetli bir hastalığa
yakalanmış, Şam'da bir kaplıca olduğu kendisine söylenmiş, oraya gittiği
takdirde iyileşeceği haber verilmişti. Bunun üzerine Şam'a gitti. Kaplıcada
tedavi olduğu esnada oradaki halkın putlara taptığını görünce 140
onlara "Taptığınızı gördüğüm bu şeyler nedir?" diye sordu. Onlar da
"Bunlar bizim taptığımız putlardır. Onlardan yağmur yağmasını dileriz yağar.
Bize yardım etmelerini dileriz, ederler" cevabını
13eKşl.
CevadAli, Fî Tarihi'l-Arab Kable'l-lslâm, c. 6, s. 34; Muhammed b. Abdulkerim
eş- Şehristani, el-Milel ve'n-Nihal, C. II, s. 664, 2.Baskı, Beyrut,1992.
13TKşl.
Ebu'l-Hasan Ali b. el-Hüseyinb. Ali el-Mesudî, Miirûc ez-zeheb, c.ll,
s.102-103, Beyrut, 1965.
13aKşl.
Milcteba Uğur, Hicri Birinci Asırda Islâm Toplumu, s. 8.
139Kşl. Muhammed
Hamidullah, Islâm Peygamberi, s.31;lmriu’l-Kays,Muallegât-ı Seb'a, s.
57,79,123.
U0Kşl. Hüseyin
Atay, "Islâm Öncesi Arap Yarımadasında Putpereslik ve Yayılışı",
Ankara Ün.İl. Fak. Der., c. VI, s. 88; Şehristâni, a.g.e, C. II, s. 648.
vermişlerdi. Bunun üzerine Amr onlara
"Arap ülkesine götürmek üzere orada araplann tapmaları için bu putlardan
birini bana vermezmisiniz?" diye sormuş onlar da ona Hübel adında bir put
vermişlerdi. Amr bu putu Mekke'ye götürüp dikmiş ve halka, ona tapmalarım ve
onu ulumalarını emretmişti.141 Böylece Arap toplumuna put ve
dolayısıyla putpereslik girmişti.
Konu
ile ilgili olarak farklı bir rivayet daha yapılmaktadır. Buna göre Mekke
Ismailoğullanna zaman içinde dar geldiğinde diğer ülkelerde bir yurt aramak
için Mekke'den ayrılan insanlar kutlu tapınağa (Kâbe'ye) saygı sebebiyle
oradaki taşlardan bir tanesini yanına alıp götürürdü. Mekke'den aynlanlar
indikleri veya gittikleri yerde bu taşı bir yere koyar ve Kâbe'nin etrafında
dolaştıkları gibi bu taşın etrafında da dolaşırlar, dönerlerdi. Bu suretle
zaman içerisinde yavaş yavaş hoşlarına giden veya beğendikleri başka taşlara
tapma âdeti araplar arasında ortaya çıktı. Bundan sonra nesiller birbirini
takip etti, geçen uzun zaman içinde eski dinlerini unuttular. Hz. İbrahimle İsmail’in dinini başka bir dinle
değiştirdiler, yahut putlara taptılar.142 Böylece de Arabistan'a
putperestlik girmiş ve araplar da Hz. İbrahim'in dininden uzaklaşmış oldular.
Bize
bildirilen bu rivayetlere göre putperestliğe başlayan araplar evlerinde de put
bulunduruyorlar ve ona da tapıyorlardı. Bir adam yola çıkmak istediği zaman
hayvanına binmeden önce ona el ve yüz sürerdi. Bu iş yola çıkmadan önce en son
yapacağı iş olurdu. Yoldan döndüğü zaman da gene puta el sürerdi. Bu iş de
döndükten sonra ailesini görmeden adamın yaptığı ilk iş olurdu. 143
Bu da bize araplar arasında putlara gösterilen saygı ve değerin göstergesi
olmakta aynca put ve putperestliğin o topluma nasıl yerleştiğini
göstermektedir.
Bütün
bu olanlara ve Araplar'ın putlara bu derece saygı göstermelerine rağmen ondan
ne bir zarar ne de fayda geleceğini bilenlerde vardı. Nitekim "Hemdan
kabilesinin bir kolu olan Heyvan boyu Yemen'de Hemdân bölgesinde Ya'uk putunu
benimseyip tapınışlardı. Nemadoğlu Şair Malik el-Hemdânî Ya'uk putu hakkında şu
beyiti söylemiştir. "Bu dünyada Tanrı kimine iyilik, kimine kötülük eder,
Ya'uk ise ne iyilik, ne de kötülük yapabilir."144 Bu cümleler
de bizlere
t41lbn Hişam,
es-Siretu'n-Nebeviyye, s. 48; Mesûdi, Mürûc ez-Zeheb, C. II, s. 227, Ayrıca
bkz: Cevad Ali, fiTarihi'l-Arab, C. VI, s. 229. wlbn Hişam, a.g.e,
s. 49 U3lbrı Hişam, a.g.e, s. 52 bazı araplann bağlanmış oldukları putların acziyetini kabul
ettiklerini fakat yine de bir âdet ve bir gelenek olarak bağlandıklarını
göstermektedir.
Ayrıca bu konuda
rivayet edilen ilginç bir örnek te şudur. "Mudar oğlu îlyas oğlu, Müdrike
oğlu, Hüzeyme oğlu, Kinane oğlu, Milkan boyunun "Sa'd"
adında bir putları vardı. Bu put uzun bir kaya olup bu boyun topraklarında
bulunurdu. Bir gün bu boydan bir adam bu puttan bereket dilemek üzere besili
develerini bu putun önüne getirmişti ki, develer çok bakımlı olup binek devesi
değildiler. Yanına gelmiş oldukları putun üzerine, kurban edilen hayvanların
kanlan akıtılırdı. Develer, bu putun üzerine kan sürülmüş bir durumda onu
görünce ürktüler ve etrafa dağıldılar. Milkan boyundan olan develerin sahibi bu
hâle sinirlenerek yerden bir taş alıp puta doğru firlattı ve "Tanrı
iyiliğini senden esirgesin! Develerimi ürkütüp dağıttın" deyip sonra
develerin ardından gidip onları topladı. Develer bir araya toplandığı zaman da
adam şu beyitleri söyledi: "Bizi bir araya toplasın diye Sa'd'ın yanına
geldik; fakatSa'd bizi dağıttı. Bizim Sa'd'la artık işimiz yok. Sa'd ne iyiliği
ne de kötülüğü çağıran ve çölün ortasında, atılmış bir kaya parçasından başka
bir şey değildir"145 dedi. Bu cümleler de bizlere araplardan
putları vasıtasıyla iyilik bekleyen kişilerin olduğunu göstermektedir. Bu
durumda arapların bir kısmı putlardan medet umarken bir kısmı putların hiç bir
fayda sağlamaya ve hiç bir zararı defetmeye gücünün yetmeyeceğini biliyordu.
Fakat yine de şefaatçi olarak onlara inanıyorlar, ilgi gösteriyorlardı.146
İslamiyet
gelmeden önce arap yarımadasındaki dini yapı genel hatları ile bu şekilde idi.
Onlar putlara inanmakta fakat yukarıda da değindiğimiz gibi Allah fikrine de
sahip bulunmakta idiler. Onların bir kısmı İslamiyet geldiğinde İslâmiyeti
kabul etmiş bir kısmı da İslâma cephe almıştı. Bunun sebebini imâni anlayıştan
ziyade ekonomide ve menfaat kaygısında aramak tarihi perspektif içerisinde daha
uygun görünmektedir. Zira Mekke, önceden de değindiğimiz gibi arap yarımadasında
iktisadi yönden merkez konumunda idi. Para buraya gelir, burada birikir ve
buradan Arap yarımadasına taksim olunurdu. Mekke halkı paranın gelmesinde,
birikmesinde ve dağılmasında kararlarıyla ve tercihleriyle önemli rol
144Ibn Hişam,
es-Sîretu'n-Nebeviyye, s. 50 145lbn Hişam, a.g.e, s. 51
146Kşl. Ali Murat Daryal, Islâmın İlk Doğuşu
ve Yayılışının Pisiko-Sosyal Açıdan Tahlili, s. 71, İstanbul, 1993
oynarlardı. Paranın
sirkülasyonu ve tabiî dağılımı, onların istek ve arzularına göre ancak yön ve
istikâmet bulurdu. Bu durumda onlar kendi güçleriyle paranın gücünü
birleştirmek suretiyle insanlar üzerinde kurmuş oldukları hakimiyetlerini ve
dolayısıylada menfaatlerini tehdit eden ve edecek olan her tür fikre, faaliyete
ve teşebbüse, sertlik ve taviz tanımaz tutum içerisinde karşı çıkacak ve
bunlara en korkunç şekilde müdahale edeceklerdi.[37]
Nitekim öyle de olmuştur. İslâm'ın aklî izahlarını kabul etmek zorunda da
kalsalar onu kabul etmemiş görünmüşler hatta onu başarısız kılmak için
ellerinden gelen gayreti sarfetmişlerdir. İşte bu karşı gelmenin altında
ekonomik sebepleri aramak, ve maddi menfaatleri kaybetme korkusunu görebilmek
mümkündür.Durum böyle olmakla beraber cahiliyye dönemindeki araplann tamamen
sağduyudan uzak olduklarını iddia etmek te hatalı olur. Çünkü o toplumda Hanif
diye isimlendirilen ve Birtek olan Allah'a inanan, muvahhid temayüllü
kimselerin de bulunduğunu zikretmek gerekir. Hanifler puta tapmamakla beraber,
hacceden, sünnet olan, Hz. İbrahim'in
dinine bilgileri oranında bağlı kalan kimselerdi. [38]
[39] Bunlar gerçek Hıristiyanlık ve
Museviliği reddetmemekle beraber Hz. İbrahim'in dinini araştırır ve bu dini
canlandıracak yeni bir peygamberin gelmesini beklerlerdi. Bunlar, sayıları
sınırlı olduğu için arap toplumunda bir birlik veya toplum oluşturamamışlar,
toplum içerisinde daha çok münferit’49 kalmışlardı.
Görülüyor
ki araplann ilk dini Hz. İbrahim'in
beyan ettiği hak din olmakla beraber çeşitli vesilelerle zaman içinde bu dinden
uzaklaşmışlar, putlara tapar hale gelecek seviyede sapıtmışlardı.
Araplar putlara
şefaatçi gözü ile bakmakla beraber hak dini kabulde maddi menfaat endişesi ile
zorlanmışlar. Bunun için de özellikle Mekke'de iktisat aristokratları İslâmî
doğmadan boğmak için ellerinden gelen gayreti sarfetmişlerdir.
H-CAHİLİYYE DÖNEMİNDE
YÖNETİM VE HUKUK Arapların İslâmiyet gelmeden önce kendilerine
göre kabileye dayalı bir yönetim sistemleri olmasına rağmen köklü bir devlet
yapısına sahip olmadıkları, politik tecrübeleri açısından da hemen hemen
birbirlerine müsâvi derecede oldukları bilinmektedir. 150Zâten Hicaz
bölgesinin özelliklerinden biri de Hz. Peygamber dönemine dek Orta Arabistan'da
sistemli hiç bir devletin kurulmamış olmasıdır.151
Bu dönemdeki
yönetim ve hukuk sisteminden bahsedebilmek için sosyal yaşantı yönünden iki
kategoride ele aldığımız cahiliyye arabınm hukuk sistemini de iki kategoride
ele almamız uygun olacaktır. Bunlardan birincisi olarak zikredebileceğimiz
göçebelerde, yazılı bir metne dayanmayan bedevilik gelenek ve görenekleri,
ahlak inanç ve esasları bireysel ve sosyal yaşantıyı düzenleyip
yönlendiriyordu.152 Yerleşik hayat yaşanılan yerlerde ise durum
bundan pek farklı olmayıp, bütün kabilelerin kabul ettikleri merkezi bir
otoriteden bahsetmek zordur. Çünkü bu dönemde yönetim ve hukuk merkezi bir
sisteme dayanmadığı için her kabile kendi yönetiminden sorumlu idi ve her
kabile adeta kendi başına buyruktu. Her kabilenin bir genel başkanı bulunmakla
beraber bu başkanın başkanlığının halk üzerinde kesin ve geniş bir yetki ve
yaptırım gücü de bulunmuyordu. Bununla beraber halkın başkanlardan bir takım
beklentileri bulunuyordu. Buna göre halk başkanlanndan savaşta hayatlarını,
barışta ise zenginliklerini ortaya koymalarını istiyordu. Onların görevleri
genel olarak idari ve siyasi otoriteden ziyade barış ve savaşa ait konuşmalar
yapmak, göç sırasında yerleşilecek yerleri tesbit etmek ve misafirleri
ağırlamaktan ibaretti.153 Bütün bunları kendi istek ve arzularına
göre de yapmaz, ancak kabilesinin meyil ve isteklerini gözönünde bulundurarak
tavır belirlerlerdi. 154 Görülüyor ki cahiliyye döneminde yönetim,
geleneklere dayanmakta; gelenekler de önceden beri süregelen kabile sistemine
dayanmaktadır. Üst düzeyde yönetim birimini kabileler oluşturmakta onların
idaresini de reisler
mKşl. Hasarı
Onat, Emevi Deveri Şii Hareketleri ve Günümüz Şiiliği, s. 8, Ankara,
1993.
151 Kşl. Neşet
Çağatay, Islâm Tarihi, s. 67.
152Kşl. Sabri
Hizmetli, Islâm Tarihi, s. 49.
1S3Kşl. A. Vehbi
Ecer, Islâm Tarihi Dersleri, s. 77.
1S4Kşl. Neşet
Çağatay, Islâm Öncesi Arap Tarihi ve cahiliyye çağı, S. 200.
yapmaktadır. Her konuda söz sahibi olması
gereken reisin güç ve otoritesinin bu dönemde sınırlı olduğunu görmekle
beraber, vazifelerinden dolayı topluma karşı fedakarlıkla yükümlü olduğuna
şahit olmaktayız.
Cahiliyye döneminde
yukarıda da zikrettiğimiz gibi araplar arasında yazılı bir hukuk yoktu.155
Toplumda meydana gelen kavgalar ve anlaşmazlıklar taraflar arasında yapılan
toplantılarda uzlaşmaya bağlanır, yabacı kabileler arasında çıkan
anlaşmazlıklarda ise kâhine başvurulurdu. Kahinin verdiği kararlan yerine
getirmesi de taraflann niyetlerine ve kabulüne bağlıydı.156 Yine bu
konuda da bir zorunluluk ve baskı sözkonusu değildi. Bunlar da bize
gösteriyorki, o dönemde hukuki sahada bir keşmekeşlik ve kargaşa hakimdi.
İnsanlann günlük hayatlarına yön veren belli bir hukuk sistemi olmamakla
birlikte otorite kabul ettikleri bir merci de yoktu. Kendilerine hukuk
danışmanı olarak seçtikleri kahinlerin sözlerini kabul etme mükellefiyetleri
yoktu. Bu durum işine gelenin işine geldiği gibi davranması olacağı için böyle
bir toplumda bir takım hukuki sıkıntıların olması tabiîdir.
Cahiliyye
döneminde bu hukuki kargaşaya rağmen yazılı olmasa da genel temayül olarak
toplumun kabul ettiği bir takım kurallar da yok değildi. Örneğin adam öldürme
olayında dökülen kanın öcünü almak öldürülenin yakınlarının bir görevi olarak
addedilirdi. Bir kabilenin oturduğu yerde, bilinmeyen biri tarafından
öldürülmüş biri bulunduğu ve bu kabileye mensup kişilerden şüphe edildiği zaman
bütün kabile bu olay için kendilerini temize çıkarma yemini ederlerdi. Fakat bu
yeminin tesirini öldürülen kimsenin kabilesi yeni bir yeminle giderebilirdi,
öldürme olayının öcünü almak, öldürülen en yakın mirasçının görevi olmakla
beraber çok defa katil, kendi kabilesi tarafından korunduğundan dökülen kanın
öcünü alma, ekseriya nesillerce süren ve yeniden bir sürü adam öldürmelerin
ortaya çıktığı kanlı savaşlara ve çarpışmalara neden olurdu. Adam öldürme
olayları da şüphesiz diyet olarak deve vermekle yatıştırılabilirdi. Bu gibi
durumlarda uzlaşmayı sağlamak kabile başkanlannm ödevi idi ama onlar bu işe ancak
aracılık edebiliyorlar daha önce de değindiğimiz gibi, tarafları kararı kabule
zorlayamıyorlardı. Çoğu zaman kabileler bu anlaşmaya uzun süren savaşlar
sonunda gelebiliyorlar[40] ve bir çok can kaybına
sebebiyet verilebiliyordu.
155Kşl. Mehmet Şeker, Islâm'de Sosyal Dayanışma
Miiesseseleri, s. 57, Ankara, 1991. 15eKşl. Neşet Çağatay, İslam
Öncesi Arap Tarihi ve Cahiliyye Çağı, s. 100.
Cahiliyye döneminde
hukuki bir otorite olmadığı için bazı zamanlarda himayesiz kimseler için mal,
can, ırz ve namus emniyeti de olamıyordu. As b. Vâil bir defasında Zebid
kabilesinden bir tüccardan mal aldı, fakat bedelini ödemeye bir türlü
yanaşmadı. Tüccar bir çok kimseden yardım istedi. Çok kimse yardıma yanaşmadığı
için parasını alamadı. Ebu Kubeys dağına çıkarak bütün Mekke'lilere, uğradığı
zulmü acıklı bir şekilde anlattı ve bu haksızlık karşısında Zübeyr b.
Abdu'l-Muttalib'in teşvikiyle Abdullah b. Cud'an'm evinde bir toplantı yapıldı.
Tarih'e Hılfiı'l-fudûl anlaşması diye geçen bu toplantıda bulunanlar mazlum
kimselerin hakkını zalim kimseden alma hususunda yemin ettiler.157 [41] Bu anlaşmaya göre, mallarda
yerli, yabancı, hür ve köle kim olursa olsun kimseye zulüm edilmeyecek, zulme
uğrayan olursa hepsi birlikte onun hakkını ya alıp kendisine verecekler ya da
kendi ceplerinden ödeyeceklerdi.[42] Bu anlaşmaya göre, toplumda
görülen bir başıboşluk önlenilmeye çalışılıyor ve Cahiliyye döneminde ilk defa
toplumun katmanları tarafından ortak olarak alman bir kararla hukuk devleti
olma yolunda bir adım atılmış oluyordu.
Görülüyor ki idari
otorite açısından cahiliyye dönemi arap toplumunda hukuki sahada büyük bir
boşluk sözkonusudur. Merkezî otorite olmamakla beraber kabilelerin başlarında
kabile reisleri bulunmakta; fakat bunların da önceden değindiğimiz gibi bir
yaptırım gücü bulunmamaktadır. Reislerin, reislik yaptığı kimselere karşı
sözleri de tavsiyeden öteye geçmemekte herhangi bir yaptırım gücü bulunmamakta
idi.
Konunun
başından beri anlattıklarımız doğrultusunda İdari alanda kendisini gösteren bu
boşluğu aynı şekilde hukuki alanda da görmek mümkündü. Nitekim konuyu
toparlayarak Özetlemek gerekirse; Bu dönemde yazılı bir hukuk olmadığı gibi
daha çok örf, adet ve ananelere bağlı kalınmakta fakat yerleşik bir sisteme
sahip olunmadığı için bazen de bu anlayış kaba gücün tahakkümü altında
varlığını bile gösterememekte idi. Cahiliyye döneminde otorite kaynağı sistemli
bir hukuktan ziyade, güç olunca zayıf kimseler ezilebilmekte ve hakları
ellerinden alınabilmekte idi. Bunun önüne geçebilmek amacıyla tarihte
Hılfu'1-fLidûl diye isimlendirilen zayıf ve güçsüzü, güçlüye karşı koruma
anlaşması diyebileceğimiz yukarıda da bahsettiğimiz bir anlaşma yapılmıştı.
Fakat yine de bunun, hukuk alanındaki otorite boşluğunu doldurabildiğini
söylemek mümkün değildir. Bununla beraber bu, hukuki karmaşanın yaşanmış olduğu
bir toplumda sistemli hukuk alanında bir gelişme olarak kaydedilebilir. Ayrıca
Kusay tarafından M.440 yılında kurulan Daru’n-Nedveyi de hukuki bir gelişme
olarak burada zikretmek gerekir. Daru'n-Nedve'nin fonksiyonunu Kabe ve Kabe
hizmetleri başlığı altında genişçe zikretmeye çalışacağız.
I. CAHİLİYYE
DÖNEMİNDE KÂBE VE KABE HİZMETLERİ Hz. İbrahim'in içerisinde bulunduğu ve birlikte
yaşadığı toplumda tek Tann'ya tapma inancını savunması yüzünden Nemrud'la arası
açılmış, Nemrud onu ateşe attırdığı halde Tanrı'nın kendine yardımı ile
kurtulmuş ve Kudüs bölgesine gelmiş, burada dinini tebliğ etmişti. Hz. İbrahim'in, Hz. Hacer'den bir oğlu olmuş adını da İsmail
koymuştu. Hz. İbrahim, Hz. Hacer'Ie oğlu İsmail'i "Faran"
adında bir yere getirmiş ve kendisi tekrar Kuzey'e dönmüştü. Hz. Hacer, oğlu ile birlikte Mekke'nin yakınındaki
Kedâ dağından Beyt'-i Haram'ın olduğu yere varmıştı.160 Burada da o
sıralarda Cürhüm kabilesi oturmakta idi. Hz. İbrahim onları bu bölgeye getirmiş, brakmıştı;
fakat zaman zaman da onların yanına gelerek onlan ziyaret etmeyi ihmal
etmemişti. Bu ziyaretleri esnasında da dinini yaymak için bu bölgede çeşitli
faaliyetler gösterirdi. Bu faaliyetlerden biri de şüphesiz o sıralarda oğlu
İsmail ile birlikte, ilk defa Hz. Adem
tarafından yapılan 161 ve tufan sebebiyle yıkılan 162
Kâbe'yi binâ etmek olmuştu.163
Kabe'nin
Hz. . İbrahim tarafından yapılan binasında tavan, eşik, pencere ve kapı yoktu.
Daha sonraları Hz. İsmail soyundan ve Hz.
Peygamberin ecdâdından olan Kusay b. Kilâb
Kâbe'nin muhafızlığını eline aldığı zaman hurma ağaçlarından yapılan
kerestelerle tavanlı bir bina vücuda getirmiştir.164
mKşL Şaban
Kuzgun, Islâm Kaynaklarına Göre Hz. İbrahim ve Haniflik, s. 67-70-71; Mes'ûdî,
Mürûc ez-Zeheb, C. II, s. 18.
mKşl. Ebu'l-Velid
MuhammedEzrâki, Kâbe ve Mekke Tarihi, Tere: Y. Vehbi Yavuz, s. 36, İstanbul.
1980; bkz. Şaban Kuzgun, a.g.e, s. 81. m!Kşl. Philip K. Hitti, Islâm
Tarihi, C.1 , s. 151.
ıe3Kşl.
Abdu’l-Hamid Sa’d Zeğlûll, Fi Tarihi'l-Arab Kable’l-lslâm, s. 404, Beyrut,
1976. bkz. Şaban Kuzgun, a.g.e, s. 82.
Hz. İbrahim ve oğlu İsmail tarafından bina edilen
Kabe ibadet edenler için temizdi ve içinde de put yoktu. Daha sonraları müşrik
araplar tarafından içi putlarla doldurulmuştu.165 İçi putlarla dolu
olduğu dönemde dahi Kâbe insanlar arasındaki kudsiyetini muhafaza etmiştir.
Kâbe'nin bu kudsiyetinden dolayı kendisine pay çıkaran araplar birbirlerine
şöyle demişlerdir. "Biz Hz. İbrahim'in soyundan gelen, kutlu yerin halkı
olan, Kâbe'ye hizmet ve onu himaye eden, ayrıca Mekke’de barınan kimseleriz.
Bunun için hiç bir arap kabilesi bizim bu hak ettiğimiz şeref mertebesine
ulaşamaz. Bütün araplar bize tanıdıkları haklan başka hiçbir kabileye de
tanımazlar."166 demek suretiyle kendilerine pay çıkarmaya
çalışmışlardır. Görülüyor ki cahiliyye döneminde Kâbe insanlar arasındaki
kudsiyetini koruyor ve bu kudsiyete güvenen Mekke'liler de kendilerini diğer
araplardan üstün ittihaz etmekten geri durmuyorlardı. Araplar arasındaki
Kâbe'nin bu özel itibân hiç şüphesiz ona hizmet eden insanlara da özel bir
imtiyaz kazandmyordu. Bundan dolayı olsa gerek ki Kâbe hizmetlerinde üstün
mevkisi olan Kureyşlilerin araplar arasında özel mevkileri saygınlık ve
itibarları bulunmakta idi.
Kâbe Hz. İbrahim ve İsmail'den sonra zaman zaman onarılmış
ve tamir görmüştü. Hatta Hz. Peygambere peygamberlik gelmeden önce de
onarılmıştır. 167 Hz. Peygamber Hicretin 8. yılında Mekke'yi
fethettiğinde cahiliyye dönemine ait olan kalıntıları Kâbe'den uzaklaştırarak,
orayı işgal eden putları temizlemiş,168 Kâbe'yi asıl hüviyetine
büründürmüştür.
Araplar arasında bu
derece saygınlığı olan kâbenin hiç şüphesiz bir takım görev ve hizmetleri de
bulunmakta idi. Bu görevleri de çeşitli kabileler üstlenmişti. İslâmiyetten
önce, bu hizmetlerden olan Sikâye ve Rifade görevlerini Abd-u Menaf oğullan
yerine getirmekte idi. Hicabe, Liva ve Nedve görevlerini de Abdu'd-Dâr oğulları
yerine getirmekte idi. İslâmiyet doğuncaya kadar bu durum böyle devam ettiği
gibi İslâmiyetten sonra da aynı şekilde sürmüştür.169
Görülüyor ki, ilk
insan ve ilk peygamber olan Hz. Adem
tarafından inşa edilen Kâbe, zaman içerisinde geçirmiş olduğu çeşitli
değişikliklerle beraber son
164 Kşl.
H.Berki-O. Keskioğlu, Hâtemu’l-Enbiya, s. 25.
ıesKşl.
H.Berki-O. Keskioğlu,a.g.e, s. 25:
mlbn Hişam,
es-Sîretu ’n-Nebeviyye, C. I, s. 123.
167 Kşl. M.E.B.
Islâm Ansiklopedisi "Kâbe" mad. (Yazan: A. J. VVensinck), C. 6, s. 8.
198Kşl. M.E.B.
Islâm Ansiklopedisi "Kâbe" mad. (Yazan: A. J. VVensinck), C. 6, s. 9.
169Kşl. Ibn
Hişam, es-Sîretu’n-Nebeviyye, C. I, s. 123.
peygamber Hz. Muhammed'le tekrar asıl hüviyetine
büründürülmüştür. Son din olan İslâm'ın emri namaz için de müslümanların
yönlerinin günde beş defa o cihete döndürülmesi sağlanarak Kâbe'nin kudsiyeti
son din olan İslam dini tarafından da tasdik edilmiştir.
Kabe ve kabe
hizmetleri ile ilgili bir takım görevlere gelince onları da şu şekilde
sıralayabiliriz.
1. Dâru 'n-Nedve:
Kureyş kabilesinin dedesi ve atası sayılan Kusay b. Kilab, (ö: 480M. ) Kâbe'ye
bakma ve Mekke'yi idare etme işini üzerine alınca Kureyş Kabilesi'nin kollarını
birleştirdi, Daha önce çadırlarda yaşayan Mekkelileri Kâbe merkez olmak üzere
Mekke ve çevresine yerleştirerek onların meskenlerde yaşamalarına önayak oldu.
Kâbe'nin hac ve Mekke idaresiyle ilgili Sidâne, Hicabe, Sikaye, Rifâde, Nedve
ve Livâ görevlerini kendi üzerine aldı. Yaklaşık 440M. yılında Kâbe'nin
kuzeyine, tavafa başlanan yerin arka tarafına Daru'n-Nedve denilen toplantı
yerini yaptırdı.170 Böylece Hılfiı’l -Füdûl anlaşması ile düzenli
devlet yapısına geçişte atılmış olan ilk adım Daru'n-nedve ile devam
ettirilmiştir. Daru'n-Nedve toplantı yeri, Şûra yeri gibi anlamlarda
kullanılmakta idi. Burada toplanan kurula "Nedve" denilmekte idi.
Burada Kureyşin ileri gelenleri toplanırlardı. Kırk yaşından küçük olanlar bu
meclise dahil olamazlardı. Buradaki kararlar oy çokluğuna göre değil, daha
ziyade içlerinde en zekisinin ve iyi konuşanının, düşüncelerini veya görünüşünü
ötekilere inandırması suretiyle alınırdı.171
Daru'n-Nedve’de
genel olarak evlenme olayları, nikah merasimleri, harb ve savaş konulan ve
toplumu ilgilendiren diğer konular burada konuşulur ve karara bağlanır, Kureyş
kızlanna gömlek giydirme merasimi de burada yapılırdı 172.
Daru'n-Nedve Kusay'dan sonra Abdu'd-Dâr oğullarının denetiminde bulundu. Emevi
halifesi Muaviye, hilafeti sırasında onu, Abdu'd-Dâr oğlu Abdumenaf oğlu Haşim
oğlu Amir oğlu İkrime'den satın alıp Mekke valiliği makamına tahsis etmiştir173.
Bugün de Daru'n-Nedve'nin yerinde müezzin mahfili bulunmaktadır174.
110Kşl. T.D.V. Islâm Ansiklopedisi
"Daru'n-Nedve" mad. (Yazan: Prof. Dr. E. RuhiFığlalı) c. 8, s. 555.
171 Kşl. Neşet Çağatay, İslam Öncesi
Arap Tarihi ve Cahiliyye Çağı, s. 120.
172Kşl. CorelZeydan,İslam medeniyeti
Tarihi,c.1,s.33.
173Kşl. Neşet Çağatay, İslam Öncesi
Arap Tarihi ve Cahiliyye Çağı, s. 21.
174Kşl. T.D.V. İslam
Ansiklopedisi(yazan:Prof.Dr.E.R.Fığlalı)c.8,s.556.
İslâm öncesi arap
toplumunda Daru'n-Nedve çok fonksiyonlu parlemento özelliği taşımaktadır.
Toplumun genel yapısı ile ilgili konuların tartışıldığı bir yer olmakla beraber
evlenme, nikah ve kız çocuklarına gömlek giydirilmesi gibi bazı toplumsal âdet
ve geleneklerin de uygulandığı bir yerdir.
2. Sidanet:
Kâbe'nin perdedarlığı, anahtar muhafazası ve haciplik görevi olup, araplar
arasında en yüksek makam sayılırdı. Kâbeyi, bu görevle görevli kişi açar ve
kapardı [43]. Bu görev cahiliyye döneminde
Abdu'd-Dâr oğullarının elinde bulunuyordu. Mekke'nin müslümanlar tarafından ele
geçirilişiyle beraber Hz. Peygamber Kâbe
anahtarlarım gene Abdu'd-Dâr oğullarından Osman b. Talha'ya vermiştir.
Abdu'd-Dâr oğullarından Kâbe anahtannı elinde bulunduran zât hac, umre veya
ziyaret için gelenlere Kâbeyi açardı[44].
3. Şikayet:
Bu görev, cahiliyye döneminde Mekke'ye gelen hacılara içecek su tedarikinden
ibaretti. Cürhümlüler tarafından gömülüp yeri kaybolmuş olan zemzem kuyusu,
Şeybe (Abdu'l-Muttalib) tarafından yeniden bulunup kazılıncaya kadar, bu görevi
üzerlerinde bulunduran kişiler uzak yerlerden içme suyu getirip onu hurma ve kuru
üzüm gibi şeylerle karıştırarak hacılara şerbet gibi sunarlardı. Bu görevi
Abdu'l-Menaf oğulları yerine getirirlerdi[45].
4. Rifade:
Bu görev Kureyş kabilesinin her sene mallarından Kilab oğlu Kusay'a verdiği bir
vergidir ki, Kusay bu toplanan mallarla hacılara yemek hazırlar fakir ve azığı
olmayan kimseler de bu yemekten yerlerdi. Kusay bu vergiyi Kureyş kabilesine
yüklediği zaman şu sözleri söylemiştir. "Ey Kureyşliler! Siz Tanrının
komşuları, O'nun kutlu evinin bakıcıları ve kutlu bölgenin halkısınız. Hacılar
ise Tann'nın misafirleri ve kutlu evin ziyaretçileridirler. Bunlar ikram
edilmeye en layık misafirlerdir. Bunun için yurdumuzdan ayrılıncaya kadar hac
günlerinde onlara yemek ve su verin"[46]
Kureyşliler Kusayın bu sözlerine uyarak her yıl mallarından bir miktar vergi
verirlerdi. Kusay toplanan bu vergilerle Mina'da halka yemek yedirirdi. Bu
gelenek Cahiliyye döneminde devam ettiği gibi daha sonraki dönemde de devam
etmiştir.179 Bu görev de Beni Haşim'in elinde idi.
5. Ukab(Kıyade):
Kureyşlilerin Ukab adında bir sancakları vardı. Bu kartal veya karakuş anlamına
gelirdi. Bu sancağa bayrak anlamına "Liva" da denirdi. Bayrağı
muhafaza görevine "Kıyade görevi" denilirdi. Ukab ile Liva arasında
bir farktan sözedilmektedir. Ukab başkumandana ait olmakla beraber; Liva, ayrı
ayrı kabilelere ait olabilirdi'8Ü. Kusay zamanında bu görev
Abdu'd-Dâr oğullarına ait olmakla beraber İslâmiyet döneminde Mekke'nin ele
geçirilmesinden önce Ümeyye oğullarından Ebû Süfyan'ın elinde bulunmakta idi181.
6. Sifaret
: Mekke'lilerin başka devlet ve kabilelerle münasebetlerinde
gönderilecek heyete başkanlık etme görevi idi. Kureyş ile başka bir kabile
arasında yapılan savaştan sonra banş yapmak istenildiği zaman bir elçi
gönderirlerdi. Bu elçiler gitmiş oldukları yerde Mekke'yi temsil ederlerdi.
Islâmdan önce Kureyş'in son sefiri Ömer b. Hattab iken O, müslüman olunca bu
görev Amr b. Âs'a geçti182.
Bu görevler dışında
Nizaret (Bir yere götürülen eşyayı muayene edip mühürlü veya imzalı bir ruhsat
kağıdı vermek görevi); Kubbe (savaş araçları için depo muhafızlığı); İşar ve
Ezlam (fal okları ile fal açma görevi) gibi görevler de cahiliyye dönemi arap
toplumunda mevcut idi.
Cahiliyye döneminin yönetim yapısından bahsetmiştik. Bütün
teşkilatsızlık ve organizesizliklere rağmen devlet teşkilatını meydana
getirecek teşekküllerin nüve halinde de olsa özellikle Kusay b. Kilab
tarafından oluşturulmaya çalışıldığını da görmekteyiz. Burada kısaca da olsa
değindiğimiz görevler bu kanaatin oluşmasına sebep olmaktadır.
./. CAHİLİYYE DÖNEMİ
İNSANININ KİŞİLİĞİ
Cahiliyye devri
arap toplumunun sosyal yapısından bahsederken o zamanki arap toplumunun iki
kısımda ele alınabileceğine işaret etmiştik. Bunlardan biri "yerleşik
hayat süren" araplar, diğeri de "göçebe hayat süren" araplardı.
Bilindiği gibi
araplar, çölde yaşayan insanlardır, özellikle cahiliyye dönemi arap toplumu
sözkonusu olunca, "Bedevi, Deve ve Hurma Ağacı" olarak sayılan üç
şey, çölün hayat taşıyan üç iktidarı olarak karşımıza çıkmaktadır Bu üç şey
"kum"
180Kşl. A. Vehbi Ecer, İslam Tarihi
Dersleri, s. 82.
181 Kşl. Neşet Çağatay, Islâm öncesi
ArapTarihi ve Cahiliyye Çağı, s. 120 18!Kşl. A. Vehbi Ecer, a.g.e,
s. 82
ile birlikte çöl arabının varlık mücadelesinde
dört büyük faktörü teşkil etmektedir.183
Göçebe hayat süren
insanlar hep aynı özellikleri göstermektedir. Onun dünü ne idiyse, bugünü de
yarını da aynı olacaktır. Onun kültür temeli her zaman aynı özellikleri
göstermiştir. Değişiklik, gelişme, tekâmül, onun hemen itâat edip tâbi olacağı
kanunlar arasında değildir. Dışarıdan gelen yabancı fikir ve yaşayış
tarzlarının istilasından uzak, kendilerinden evvelkilerin de yaptığı gibi o,
hâlâ deve tüyü yahut keçi kılından yapılmış çadırlarda, yaşamakta koyun veya
keçi sürülerini kendinden öncekiler gibi otlatmaktadır. Koyun ve deve
yetiştirme, daha az miktarda at bakımı, avlanma ve akıncılık, onun daimi
meşgalesini teşkil etmekte ve ona göre, bir insan için meşgul olunmaya değer
yegane konular olarak kabul olunmaktadır. Göçebeye göre, zirâat, san'at ve
ticaretin her çeşidi insan asâletine yakışmayan aşağılık işlerdendir.184
Arap yarımadasında
vahâların sayısı çok olduğu için bu yanmada geniş alanlar içinde develer ve
diğer hayvanlanyla oradan oraya dolaşan bedevilerin hayatı için elverişli bir
ortamdır. I85İşte bu ortam, daha önce zikrettiğimiz çöl şart ve
şekilleri ile birlikte çöl insanının ruh yapısını ve kişiliğini etkilemiş ve
belli kalıplara sığmayacak hürriyet, özgürlük ve izzet-i nefs duygusunu her
şeyin üstünde tutan bir kimliğin oluşmasına zemin hazırlamıştır. Bütün bunların
en belirgin sonucu olarak çöl insanı münferit yaşadığı, daima çölde dolaştığı,
korumasız hayat geçirmeye mahkum ve kendi eli ile kendini müdafaaya mecbur
olduğu için şehirlilerden daha fazla şecaat ve cesarete muhtaçtır. Bir bedevi
daima silah taşıyıp, kendinden başka kimseye güvenmemek zorundadır.186
Kendi içinde
yaşayan kimseler için de çöl, bir yerleşme yeri olmaktan öte, yerlilerin kutsal
an'anelerinin bir muhafızı, konuşma dili ve kan saflığının bir bekçisi ve
yabancı ülkelerden gelecek bir tecavüze karşı en önde yer alan bir müdâfaa
hattı gibidir. Normal zamanlarda düşman ve hasım sayılması gereken su
kaynaklarının nâdirliği, kavurucu sıcak, yordamsız yollar, yiyecek maddelerini
temindeki zorluk, bütün bunlar tehlikeli zamanlarda güvenilir müttefikler [47] durumundadır. Çünkü
183Kşl.
Philip K. Hitti, İslam Tarihi, c. 1 ,s.46.
184Kşl.
Philip K. Hitti, a.g.e, c. 1 ,s.46.
185Kşl.
Claude Cahen, İslamiyet, s. 13.
,8SKşl.
CorciZeydan, İslam Medeniyeti Tarihi, c.V, s. 31.
bütün bu zorluk ve
güçlükler diğer işgalci insanlar tarafından çölün cazibesizliğine
hükmetmelerine sebep olmuş ve saldırıya geçmek isteyen kimselerin de
başarısızlıklarına sebep olmuştur. Kısaca çöl hayatındaki zorluk çöldeki
insanın hürriyetinin temin ve bekâsını sağlamıştır.
Yukarıda
zikrettiğimiz gerekçelerle hiç bir istilaya uğramayan çöl arabı kendini küçük
düşürecek şeylerden sakınmış ve ne bir devlet otoritesine ne de bir hâkime
boyun eğmiştir.187 [48] Bu durum onların taptıkları
tanrılarına karşı da zaman zaman saygısızlık yapmalarına da vesile olmuştur.
Çöl
arabı Kabe'nin etrafında ve diğer kutsî yerlerde dikilen putlara tazimde
gereken titizliği gösterdiği halde daha önce de işaret ettiğimiz gibi en küçük
ve bir hiç olan sebepler yüzünden tanrılarını inkar etmiş, onlara tapmaktan
vazgeçmişti. Bu konuya örnek olarak bir çok misal vermek mümkündür. O
misallerden bazılarını daha önce zikretmiştik. Fakat burada zikredilen hususu
destekleyeceği için bir tanesini tekrar hatırlatmamızın uygun olacağı
kanaatindeyiz. Bu misal de şudur: Cahiliyye döneminde bir kişinin babası
öldürülmüş, Zu'l-Halasa adındaki puta gelip düşmandan intikam alıp almama
hususunda onun yanında zar atmıştı. Zar, arzusunun hilafına çıktığı zaman
"Ey beceriksiz zu'l-halasa, benim gibi olsan ve baban da öldürülmüş olsa,
düşmandan intikam almayı yalan yere men etmezdin”[49]
diyerek saygı gösterip yanma gittiği puta hakaret etmiştir. Bu ve bunun gibi
olaylar da bizlere cahiliyye devri arabının ruh yapısı hakkında bilgi vermekte
ve onun hem fiili hemde fikri hürriyete ne kadar önem verdiğini göstermektedir.
Buna göre, cahiliyye arabı duygu ve düşüncesine sâdık olup onun hilâfına bile
sabır göstermeyecek derecede hürriyet ve özgürlük bağımlısıdır.
Tanrılarına karşı
bu kadar saygısız davranan insanların ruh durumları incelendiğinde yukarıda
değindiğimiz gibi, şüphesiz hürriyet ve başkasına boyun eğememezliğin tesiri
görülür. Serbest dolaşan, hiçbir kanun ve nizama uymaya alışmamış, arzusu hiç
bir zaman engele uğramamış bir insanın nazarında kendinden daha aciz gördüğü ve
istediğini veremeyen bir tanrı elbette ki
kıymetsiz190olacak ve özgürlüğü her şeyin
üstünde tutan bü fert, kişiliğinin bir sonucu olarak o puta hakaret edecektir.
Cahiliyye dönemi
insanında gördüğümüz hürriyet duygusu ile beraber gelişmiş olan bir hususiyet
te kahramanlık özelliğidir. Daha Önce de çöl şartlarının bu insanı cesaretli ve
şecaatti yaptığı hususuna değinmiştik. Buna bağlı olarak, o dönemde kahramanlık
takdir edilmiş, korkaklık ise asla hoş karşılanmamıştır. Cahiliyye dönemi
arabında kahramanlık sevgisi öyle bir hale gelmiştir ki, vurulduğu yerde düşüp
ölmek bir şeref sayılmış ama yatağında eceli ile ölmek ise utanç duyulacak bir
hal olarak değerlendirilmiştir. 191 Bu da yine onun en az hürriyet
duygusuna bağlı kaldığı kadar kahramanlık aşkına da bağlı olduğunu
göstermektedir.
Cahiliyye dönemi
arap insanının en büyük meziyetlerinden biri de edebi bir ruha sahip olmasıdır.
Onun bu ruha sahip olmasında şüphesiz çöl şartlarının ve yaşayışının da etkisi
vardır. Nitekim çöl yaşayışı onların ahlaki saflığını temin etmiş, zihni
meşguliyetinin çoğalmasına, hayallerinin güçlenmesine sebep olmuştur. Ayrıca
saf bir sema altındaki uçsuz bucaksız çöller de şiir ve hitabet
kabiliyetlerinin gelişmesine neden olmuştur.
Bu müspet
tesirlerin yanında çöl şartlan daha önce de değindiğimiz gibi çapulculuğu,
yağmacılığı arttırmış, arazi ziraate müsait olmadığı için hayvan
yetiştiriciliğine insanların yönelmesine sebep olmuştur. Çöldeki kötü ve zor
hava şartlan, susuzluk, diğer kabilelerin saldırılan, vahşi hayvanlar velhasıl
herşey bu kıtada ahalinin silahşor, cesur ve savaşçı olarak yetişmesine sebep
olmuştur.192
Görülüyor ki çöl
şartlan cahiliyye dönemi arabı üzerinde hem müspet hem de menfi tesirler
bırakmıştır. Çöl arabının ince bir ruha ve anlayışa sahip olmasını temin eden
çöl, arabın şair ve edip olmasına zemin hazırlarken, onun sert, katı ve
saldırgan olmasına da ortam tanımış, hizmet etmiştir.
Cahiliyye
dönemi arabının farklı bir özelliği de dostluk ve düşmanlık durumlannda
takındığı tavırla ilgilidir. Ona göre gerek dostluk ve gerekse
190Kşl. Hüseyin
Atay, "İslam Öncesi Arap Yarımadasında Putperestlik ve Yayılışı"
Ankara Ün. İl. Fak. Der, c. VI. s. 88.
191 Kşl. A.Lütfi
Kazancı, "Cahiliyye Döneminde Müspet Davranışlar"Uludağ Ün. İl. Fak.
.Der. sayı. 1, s. 108, Bursa. 1986.
192Kşl. Nuri
Ünlü, Anahatlanyle İslam Tarihi, s. 35.
düşmanlık bir borç gibidir. Onu faiziyle ödemek
gerekir. Bu durumda o, fenalığa fenalıkla mukabele etmekten, iyiliğe de
iyilikle muamele etmekten gurur duyar. Bunun aksi bir harekette bulunan kimseye
ise alçak nazarı ile bakardı. 193 Bu da gösteriyor ki cahiliyye
arabının beşeri ilişkilerini karşısındaki fertlerin veya toplumlann tutumları
belirlemektedir. İyiliğe iyilikle muamele, kötülüğe de kötülükle muamele
cahiliyye arabının insani ilişkideki ölçütüdür.
Cahiliyye dönemi
arabının diğer bir özelliği de şüphesiz sözüne sadık olmasıdır. Söze sadakat o
dönemde de fazilet olarak değerlendirilmiştir. Bu konuda bir misal de rivayet
edilmektedir. Peygamberimizin hicreti anında Mekke, Medine arasındaki yolda
O'na kılavuzluk yapacak olan Abdullah b. Üneykit, İslam dinini kabul etmiş bir
kişi değildi ve de müşrikti. Bu adam, peygamberimiz öldürülmek üzere her
tarafta arandığını da biliyordu. Onu sağ veya ölü getirene yüz deve ödül
verileceğini de biliyordu. Onun kılavuzluktan alacağı ücret ise yüz devenin
onda birine bile ulaşmıyordu. Ayrıca Abdullah, bu yolculuk esnasında
yakalandığı takdirde boynunun vurulmayacağından da emin değildi. En azından
işkence yapılırdı. Halbuki Kureyşin önüne düşüp Sevr mağarasına kadar getirdiği
takdirde zengin olur ve takdir görürdü. Fakat o bütün bunlara rağmen zahmetli
de olsa verdiği söze sadık kalmayı tercih edip, verdiği sözden dönmedi. 194
Bu olay da gösteriyor ki cahiliyye arabının müspet ve takdire şayan yönleri de
mevcuttur. Bu kişilik ve dürüstlüğün oluşmasında, o kişiliğin kendi içinde
doğup geliştiği coğrafyanın, çöl ve iklim şartlarının da diğer özelliklerinde
olduğu gibi şüphesiz tesiri vardır. Bu sadakat ve doğru sözlülüğün altında
yatan yukarıda zikrettiğimiz kahramanlık duygusu olabilir.
Konuyu
özetlemek gerekirse, cahiliyye arabının fazilet ve üstünlük ideali,
zikredilenler ışığında yiğitlik, mertlik, şeref ve izzet-i nefs üzerine bina
edilmiştir. Yiğitliğin tamamlayıcı unsurları cesâret, sadâkat ve cömertliktir.
Cesâret ancak girişilen savaşlarda ölçülebilir. Cömertlik ise bir misafirin
çıkıp gelmesi yahut yardımsız bîçâre kalmış bir fakir uğruna bir kimsenin
devesini kesmesi ile kendini gösterir.195 Takdir edilir ki cahiliyye
dönemi arabı için en kıymetli ve en değerli
mKşl. T. W. Amold, Intişâr-ı İslam Tarihi,
gev:Hasarı Gündüzler, 2. Baskı, s. 59. Ankara, 1982.
194Kşl. A.Lütfi Kazancı, ”Cahiliyye devrinde
Müspet Davranışlar” Uludağ Ün. İl. Fak.
Der. sayı :1, s. 107.
varlıklardan biri devedir. Daha önce de
zikrettiğimiz gibi deve çölde bulunan üç unsurdan biridir.196 Bu
derece önemli ve ihtiyaç duyduğu bir varlığı arabın misafiri için kesebilmesi
onun sadakatini ve sahip olduğu ince ruhu gösterdiği gibi, o toplumda misafirin
önem ve ehemmiyetini de göstermektedir. Arabın bu özelliğinin altında da yine
kahramanlık duygusunun yattığı iddia edilebilir.
Cahiliyye dönemi
arabmda buraya kadar zikrettiğimiz cesaret, sadâkat, doğruluk, cömertlik gibi
müspet davranışları yanında yine zikrettiğimiz şühesiz menfi hasletleri de
vardı, özellikle bedevi arabının hırsız, haydut ve serseri oluşu bu konuda
dikkat çekicidir. Onlara göre soygunculuk yaşama savaşının en ilkel biçimidir.
Sürülerin yağmalanması, kadınların kaçırılması, onlar için en ünlü kişilerin
yapabileceği öğünülecek işlerdir. Onun menfî yönleri toplum huzurunu tehdit
eder mahiyettedir. Bu özellikler toplumda görüldüğü için toplumun bütün
fertleri her an vukua gelmesi muhtemel saldırılara karşı hazırlıklı ve güçlü
olmak zorundadır. Bunun için de en büyük sermayeleri cesaret ve yiğitliktir.
Cahiliyye dönemi
arabının bütün bu özellikleri, kendisini hep hür ve daha şerefli görme arzusu,
İslamiyet yeni doğduğunda ona cephe almalarında etkin rol oynamıştır. Misal
olarak şunu zikredebiliriz ki; Velid b. Muğire Kureyş kabilesinin büyüğü idi.
Bu zatın, Hz. . Peygambere vahiy geldiğinde takındığı tavır söylediği söz
dikkat çekicidir. Velid bu konuda şöyle demiştir: "Nasıl olur? Ben Kureyş
kabilesinin büyüğü ve başkanı olayım bir kenara bırakılayım da Muhammed'e vahy
gelsin, Nasıl olur? Sakif kabilesinden Umeyr oğlu Amr oğlu Ebu Mes'ud, sakif
kabilesinin başkanı olsun da, o da bir kenara brakılsın? Biz ikimiz bu iki şehrin
(Mekke ve Taif) başkanlanyız" 197 demiştir. Bu cümleler de bize
o devir insanının kişilik ve ruh yapısı hakkında ipuçları vermekte ve cahiliyye
arabı için kişilik ve gururun ne kadar önemli olduğunu göstermektedir.
Görüldüğü
gibi cahiliyye insanı doğru sözlülük, sadakat, cömertlik mertlik ve yiğitlik
gibi unsurların yanında soygunculuk, kibirlilik, kendini beğenmişlik,
yağmacılık gibi vasıfların bütünleştiği bir kişilik yapısına sahiptir.
,B5Kşl. Philip, K. Hitti, İslam
Tarihi, c. 1, s. 143. 1961. Bedevi, 2. Deve, 3. Hurma ağacı w
Ibrı Hişam, es-Sîretu'n-Nebeviyye, s.236.
K- CAHİLİYYE
DÖNEMİNDE KABİLE ASABİYYETİ
İslam öncesi
cahiliyye döneminde kabile teşkilatı bedevi cemiyetin temelini oluşturmaktadır.
Her bir çadır bir aileyi, çadırlar topluluğu ise kavimleri meydana getirmekte
idi. Aralarında akrabalık bağı bulunan kimselerin biraraya gelmeleri de
kabileyi oluşturmaktaydı. Aynı kabilenin bütün azalan kendilerini aynı kandan
türemiş kabul ederler ve kabilenin en yaşlısı olmak üzere sadece bir tek
başkana bağlı kalırlardı, ister farazi olsun isterse gerçek olsun kan
akrabalığı, kabile teşkilat ve yapısında birleştirici bir rol oynamakta idi. 198
Dolayısıyle kabilenin ruhunu asabiyyet oluşturmakta idi. Asabiyyet ise kabile
ve kabile mensuplanna hudutsuz ve şartsız bir sadâkat göstermek ve umumiyetle
şiddetli bir tutku ile şovenizme varan bir yakınlık ve bir bağlılık ile ilgili
idi.199
Kabileler
arası dayanışma, kabilecilik düzeninin devamı için belki çöl şartlarında bir
zorunluluktu. Bedevi arap hem tabiat kuvvetlerine hem de hasımlanna karşı
mücadele etmek durumunda idi. Bu mücadelesini başarı ile sürdürebilmesi için de
başkalarının yardımına özellikle mensubu bulunduğu kabilenin himayesine
muhtaçtı. Ayrıca toplumda görülen kabileler arası savaşlar ve kan davası gibi
olaylar da cahiliyye döneminde kabile dayanışmasını200 ve özellikle
asabiyyet ruhunu geliştirmiştir. Zaten cahiliyye dönemini gözönüne
getirdiğimizde kavimlerin kuvvet ve kudret kazanmaları ancak nesep bağı ile
birbirlerine bağlanmaları veyahut buna benzer müşterek bir bağ sayesinde
olabilirdi.201 Toplulukları birbirine bağlayacak olan bu bağ da
toplumlann yapılarına göre farklılık arzetmektedir. Bazı toplumlarda yurt
birliği, bazılarında din birliği, bazılarında ise nesep birliği ve dil birliği
gibi birleştirici bağlar olabilir. Bilindiği gibi cahiliyye dönemi arap
toplumunda özellikle bedevilerin sabit vatanları yoktu. İslamiyyetten evvel
onları birleştiren dinleri de yoktu. Durum böyle olunca onları birleştirici
nesep ve lisandan başka bir bağa da malik değillerdi.202 Zaten bu
ikisini birbirinden ayrı kabul etmek te zordur. İşte bu sebebe binaen araplar
nesep bağına
mKşL Philip K.
Hitti, İslam Tarihi, c.1 ,s.49.
,99Kşl. Phlip K.
Hitti, a.g.e, c.1 ,s.51.
200Kşl. Sabri
Hizmetli, İslam Tarihi, s.71.
201 Kşl. Ibn
Haldun, Mukaddime, c.1, s. 17.
202Kşl. Corci
Zeydan, İslam Medeniyeti Tarihi, c.l V, s. 17.
çok önem vererek onunla iftihar etmişler,
uzayıp giden harikulade nesep şecerelerinden son derece hoşlanmışlar ve
genellikle bunu Hazreti Adem'e kadar da götürmüşlerdir. Sosyal şartların
getirdiği bir sonuç olarak ta nesep bağına hiç bir toplum araplar kadar bağlı
olmamış ve nesep konusunu ilim derecesine de çıkarmamıştır.203
Cahiliyye döneminde
kabile asabiyyetine bu derece bağlanan arap toplumunun bu ruh ve duygudan
sıyrılması kolay olmamış hatta Hz. Peygamber döneminde bile etkilerine
rastlanmıştır. Mesela, Hudeybiye sulhu öncesinde Hz. Peygamber Kureyş'e Hz. Ömer'i elçi olarak göndermek istemişti. Hz. ömer
ise kendi kabilesinden kendisini koruyacak kimsenin olmadığını öne sürerek bu
görevi kabul etmedi ve Hz. Osman’ın bu
görevi daha rahat yerine getirebileceğini söyledi. Buna sebep te Kureyş'in
ileri gelenlerinin Beni Ümeyye'den olması idi. Akrabalık bağlarının önemli
olduğu bir cemiyette bu keyfiyet Hz. Osman'a can güvenliği sağlamakta idi.204
Cahiliyye döneminde
asabiyyetin bir sonucu olarak, Hicaz'da güçlü bir
kabilenin ferdi olmak, öteki kabilelere karşı
öğünmeyi sağlıyordu. Mekke'de
Kureyş kabilesi, Taifte Sakifliler, Medine'de
Evs ve Hazrec kabileleri bu
durumdaydılar.205 İşte güçlü bir
kabilenin mensubu olmanın insana üstünlük ve
gurur sağladığı bir toplumda fert, şüphesiz
kendisine üstünlük sağlayan kabilesine
aşırı derecede bağlanacaktır. Onun için
gerekirse öldürecek ve hatta ölecektir.
İslamdan önce bütün
araplarca kutsal sayılan Kabe'nin Mekke'de bulunuşu,
burayı ve Kureyş kabileler topluluğundan oluşan
halkını diğer araplar arasında
üstün bir duruma getirmişti.206 Bu
duruma güvenen Kureyşliler birbirlerine şöyle
demek suretiyle kendilerini diğer araplar
karşısında üstün görmüşlerdir. "Biz,
Hz. İbrahim'in soyundan gelen kutlu yerin halkı
olan, Kabeye hizmet ve himaye
eden ve Mekke'de barınan kimseleriz. Bunun için
hiçbir arap kabilesi bizim bu hak
ettiğimiz şeref mertebesine ulaşamaz. Bütün
araplar bize tanıdıkları saygı ve itibarı
başka hiç bir kabileye tanımazlar." 207
Bu cümleler de gösteriyor ki Mekke’liler tüm
203Kşl.
Mustafa Kılıçlı, Arap Edebiyatında Şuûbiyye, s. 29.
204Kşl. Ahmet
Akbulut, Sahabe Devri Siyasi Hadiselerinin Kelami Problemlere Etkileri, s. 40,
İstanbul, 1992.
205Kşl.
Neşet Çağatay, İslam öncesi Arap Tarihi ve Cahiliyye Çağı, s. 101.
206
Kşl. Neşet Çağatay,
İslam Öncesi Arap Tarihi ve Cahiliyye Çağı, s. 67.
207
Ibn Hişam,
es-Sfretu'n-NebevIyye, s. 123.
araplann itibar ettikleri Kabe'den dolayı ve
Kabe'ye kendi hizmetlerinden dolayı kendilerine üstünlük atfetmekte ve bu
üstünlüğü kabilenin ortak değeri olarak kabul etmektedirler. Bu değerler
kabileyi birleştirmekte ve asabiyyet dediğimiz duygunun gelişmesine de zemin
hazırlamaktadır.
Cahiliyye dönemi arap toplumunda toplumun ruhunu oluşturan kabile
asabiyyetinin, değindiğimiz gibi Hz. peygamber döneminde de tam olarak ortadan
kalktığı söylenmese de, belki zayıflamış hatta kendini gizlemiş olduğu
düşünülebilir. Nitekim, bu asabiyyet duygusu fırsatını bulduğunda gün yüzüne
çıkmaktan kaçınmamıştır. Hz. Peygamber döneminde bu konu ile ilgili meydana
gelen olayları Hz. Peygamber düzeltme yoluna gitmiş fakat O'ndan sonra O'nun
yerini tutacak kimse bulunmadığı için meydana gelen olaylar örtülmemiş hatta
daha belirgin bir şekilde gün yüzüne çıkmıştır. Bu konu ile ilgili
örneklerimizi ve daha geniş izahatlarımızı çalışmamızın ilerleyen safhalarında
vermeye çalışacağız. Orada da görülecektir ki cahiliyye dönemine ait bir kültür
parçası olan kabile asabiyyeti müslümanlann bölünmelerine ve bunun sonucu
olarak ta itikadi fırkaların ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır.
UCAHİLİYYE DÖNEMİ TOPLUMUNDA BAZI
ÖRF VE ADETLER
Bir toplumun sosyal yapısını ve psikolojisini
değerlendirebilmek için o toplumun bazı âdet ve geleneklerini tanımak gerekir.
Cahiliyye toplumunu da yakından tanıyarak değerlendirebilmek için belli başlı
örf, âdet ve geleneklerine kısaca da olsa göz atmamız gerektiği kanaatindeyiz
Bu
âdet ve geleneklerin bir kısmı şunlardır:
Iİçki: İçki kelimesi için arapçada daha çok
"Hamr" kelimesi
kullanılmaktadır. Lügatte Hamr; örtmek,
gizlemek 208 gibi manalarda kullanılmakla beraber, "çiğ üzüm
şırasından üretilmiş ve köpüğünü atmış olan şaraba isim":09olmuştur.
İçkiye belki de örtmek, gizlemek manasında "Hamr" denilmesinin
sebebi, sarhoşluk verdiği için aklî düşünceyi dümûra uğratması ve düşünce
fonksiyonlarını kişiye kullandırtmaması sebebiyledir. 210 Çünkü
bilinmektedir ki 208 Üneys, Muntasır, Mu'cemü'l-vasit, c.1, s.255.
m Mııhammed Hamdi Yazır, Hak Dini
Kur'an Dili, c.2, s. 761, İstanbul, 1979.
sarhoş kişi mantık
kuralları içerisinde düşünememekte dolayısıyla aklî yeteneklerini sarhoşluk
sebebiyle kapatmakta, gizlemektedir. Düşünce fonksiyonlarını işlemez hale
getirdiği için kişinin, Allah'ı ve ahireti unutmasına ve dolayısıyla onlardan
uzaklaşmasına vesile olmaktadır.
İslamm
ilk günlerinde henüz içki yasak edilmemiş olmakla beraber Medine'ye hicretten
sonra, kısmî merhalelerle yasaklanmıştır.2" Sahabeden Enes b.
Malik'in bu konu ile ilgili olarak bir anısı da vardır. Enes b. Malik olayı
şöyle anlatmaktadır. "Ebu Ubeyde b. Cerrah, Ebu Talha ve Ubey b. Kâb'a
hurmadan yapılmış içki dağıtıyordum. O zaman zarfında biri geldi, "şarap
testisini kır" deyince hemen kalkıp havanı aldım, şarap testisine vurdum,
testi parçalandı."212 Bu örnekteki gibi, içki yasak edilince
müslümanların içkiye cephe aldığı ve ellerinde bulunan içkileri sokaklara
döktükleri bilinmektedir.
2.
A'M/mır:Araplarda "Meysir" denen kumar, ortaya bir şey koymak
suretiyle oynanan ve ortaya konulan şeyin galip gelene ait olduğu bir oyundur.
Araplar için de bu oyunda galip gelmek şeref ve övünç vesilesi olurdu.213
Ayrıca
cahiliyye arabına göre meysir, kumara konu olmak üzere ortaya konan deveye de
ad olarak verilirdi. Devenin eti dikkatli bir şekilde parçalanırken hakem
kurulu oluşturulur ve bu kurula "Yasirun"adı verilirdi. Bu oyunun
oynanma şekli şu şekilde anlatılmaktadır: "Meysir oyunu, hübel putu önünde
çekilen on okla oynanırdı. Bu oklara da "kıdah" denirdi. Bu on oktan
herbirinin ayrı ayrı adı olup yedi tanesinin üzerine birine bir çizik, İkincisine
iki çizik, üçüncüsüne üç çizik...olmak üzere çizgiler çizilir ki bu çizgiler
her okun sahibine kazandıracağı deve eti hissesini gösterirdi. Üç oka hiç bir
çizik çizilmez bunlar kimin hissesine düşerse hiçbir şey kazanamazdı. Oyuna
katılmak için on kişi bulunamazsa, bulunanlar ikişer üçer ok alarak oynarlardı.
Bu iş için, parası oyundan sonra verilmek üzere bir deve satın alınır. Bu
deveyi kesip etini, okların üzerindeki çizgiler toplamı kadar yani yirmisekiz
parçaya bölerler. Bu oyun genel olarak gece oynanır, ateşler yakılır, okları
çekmek için özel kimseler getirilir ki bu kimseye "el-Hurde"
derlerdi. Okların çizgilerini yoklayarak fark edemesin diye bu ok çeken
2,0 Kşl.MuhammedHamdi Yazır,Hak Dini
Kur’an Dili, c.2, s.761.
211 Kşl. Muhammed Hamdi Yazır,a.g.e,
c.ll, s. 764.
2,2 Muvatta, Sünen, Üşribe, c.ll, s.
845.
2'3Kşl. Neşet
Çağatay,İslam Öncesi Arap Tarihi ve Cahiliyye Çağı,
s. 140.
adamın elini bez veya deri parçasıyla
sararlardı.. Bu adam okları birer birer çeker ve bakmadan, arkasında duran kontrolcüye
verirdi ki bu kontrolcüye "Rakiyb" derlerdi. Bu kontrolcü ayrılmış
olan parçalardan payını alırdı."214
Cahiliyye döneminde
bunun haricinde "Nerd" adı verilen tavla, satranç, vesaire türü
oyunlarla da kumar oynanırdı. Hatta piyango tarzında bir kumarları vardı ki
bununla oynamayı hayır bile sayarlar ve kazanınca onunla övünürlerdi,2l5tıpkı
içkiyi çok içmede olduğu gibi. Çok içmeyi nasıl bir şeref sayıyorlarsa kumarda
yenmeyi de öyle şeref vesilesi sayıyor ve kumar oynamasını bilmeyeni de
ayıplıyorlardı.216
Kumar, Maide Suresi
90. ayet nazil olduğunda yasaklanmış ve müslümanların bundan uzak durması
istenmiştir. Maide 90. ayetle Cenab-ı Hak kuman şu sözlerle yasaklamıştır:
"Ey İnananlar! İçki, Kumar, Putlar ve Fal Oklan şüphesiz şeytan işi pisliklerdir,
bunlardan kaçının ki saadete eresiniz.."
3. ölii Gömme Adeti:
Cahiliyye arapları tek bir inançta birleşmedikleri için ölü gömme merasimleri
birbirlerinden farklı olabiliyordu, öldükten sonra dirilmeye inanan217
insanlann defn merasimleri de şu şekilde anlatılmaktadır: "ölülerini
yıkayıp kefenlerler ve üzerine dua okurlardı, ölü tabuta konduğu vakit yakın
akrabasının en büyüğü kalkar onun iyiliklerini sayar, ondan sonra gömerek
"Tanrı rahmet etsin" derdi. Bu güya bir nevi cenaze namazı idi.
Bundan sonra ölenin mezarı yanına bir deve getirirler deveyi orada sabitlemek
amacıyle olsa gerekki devenin başını, sırtından arkasına veya göğsünden karnına
doğru bağlarlar, boynuna bir halka takarlar ve onu ölünceye kadar mezarın
yanında bu durumda brakırlar veya mezara gömerlerdi."218 Ayrıca
yine cahiliyye döneminde ölen kişinin vasiyyeti varsa yerine getirilirdi.
Nitekim vasiyyet üzerine araplann sevdikleri eşyanın mezara gömüldüğü de
bilinmektedir.219
2U Neşet
Çağatay,İslam Öncesi Arap Tarihi ve Cahiliyye Çağı ,s. 140; Imriu't-Kays,
Muallegât-ı Seb'a, s.22.
215Kşl.
Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, c.ll, s. 764.
216
KşL,Ramazan Altıntaş, Bütün Yönleriyle Cahiliyye, s. 139.
217Kşl.Ebu Cafer
Muhammed b. Ümeyye b. Amrb. el-Haşimi el-Bağdadî, Kitabu'l-Muhabber, s.322,323,
Beyrut, Trz.
218
Neşet Çağatay,İslam öncesi Arap Tarihi ve Cahiliyye Çağı, s. 138.
2,9
Şehnstani, el-Milel ve'n-Nihal, c.ll, s.687.
Cahiliyye
toplumunda başka bir gurup da ruhun tenasühüne inanmakta idi. Bu insanlar
ölenlerin cesedinden her yüz yılda bir kuş hasıl olduğunu ve her ölüden hasıl
olan bu kuşların, ölünün mezarının başucuna geleceğine inanırlardı.
Cahiliyye
döneminde insanlar cenazeyi kabire taşırken üzerlerindeki kıyafetlerini
çıkarırlar ve iç çamaşırlarıyla yürürlerdi. Rasulullah (S A V) bir cenazede
böyle yapanları görünce, "Yoksa siz cahiliyye devri fiilini mi
yapıyorsunuz? Yoksa bunu yapmakla onlara mı benzemeye çalışıyorsunuz?"
buyurdu. Bunun üzerine sahabe elbiselerini üzerlerine alarak yürümeye başladı
ve bir daha aynı hareketi tekrar etmediler.220
4.
Diş Atma Adeti:
Cahiliyye döneminde çocukların dişleri çıktıkça, çıkan dişleri baş ve şehadet
parmaklan arasına alırlar "Bundan daha güzeliyle değiştir" diyerek
güneşe doğru fırlatırlar ve böylece yeni gelecek dişlerin daha sağlam olacağına
ve çocuklar yaşadıkça diş ağnsı çekmeyeceklerine inanırlardı.221
Cahiliyye
dönemine ait adet ve geleneklerin sayısını arttırmak ve bu konularla ilgili çok
daha geniş bilgiler verebilmek mümkündür. Bizim için bu kadan, toplumun genel
yapısı hakkında bir fikir verebileceği için yeterli olacağı kanaatindeyiz.
Fakat cahiliyye âdetlerinin bir değerlendirmesini yapmadan da geçemeyeceğiz.
Acaba bizim değindiğimiz ve değinmediğimiz bütün âdetler, gelenekler islami dönemde
tamamen ortadan kalkmış mıdır? sorusunun cevabını çalışmamızın gerekli
yerlerinde zikretmiş olsak da bizim açımızdan ehemmiyeti haizdir. Acaba bu âdet
ve geleneklerin tamamen ortadan kalkması mümkün müdür? İşte bu soruya Philip K.
Hitti; müspet cevap verememekte ve şöyle söylemektedir: "Umumiyetle fikir
ve düşüncelerin tamamen ortadan kaldırılması çok zordur, bir kimsenin çıkıp
geçmişte olup bitenleri bir veto ile bir anda toptan ortadan kaldırması hayli
zorluklar taşıyan bir husustur." 222 Bu cümle de bize
gösteriyor ki İslamiyetle birlikte cahiliyye âdetlerinin tamamen ortadan
kaldırılabilmiş olması zordur. Zaten Hz. Peygamber de cahiliyye dönemine ait
âdetleri tamamen reddetmediği gibi, Islamın temel hükümlerine aykırı olmayan
bazı hususları kabul etmiştir. O'nun bir sahabiye şöyle dediği rivayet edilir:
"Ey Saib!
220
Ibn Mace Sünen,
Cenaiz bahsi, Bölüm, 17,c. 1, s.476, İstanbul, 1981.
221
Kşl. Neşet Çağatay,
İslam öncesi Arap Tarihi ve Cahiliyye Çağı, s. 139; Imriu'l-Kays, Muallegât-ı
Seb'a, s.35.
222
Philip K. Hitti,
İslam Tarihi, c. 1, s. 132.
Cahiliyye çağında
yaptığın faziletli şeylere İslam devrinde de devam et." [50] Ayrıca Hz. Peygamberin,
cahiliyye devrinde insanların hayırlı olanlarının islami dönemde de hayırlı[51]olduğunu ifade eden sözleri de
aynı anlayışın izlerini taşımaktadır.
M. CAHİLİYYE DÖNEMİNDE
KÜLTÜR VE İLİM Cahiliyye dönemi araplannda yerleşik hayat
sürenler bulunmakla birlikte genel olarak bu devrin insanlarının bedevi hayat
yaşadıklarına daha önce değinmiştik. Bu sebepten dolayıdır ki kültürleri çöl
hayatının kıt imkanlarıyla sınırlıdır. Bu devir insanları genel olarak ümmî,
yani okuma-yazma bilmeyen kimselerdir. Dolayısıyla ta'lim, te'lif ve tedvin
gibi bizim anladığımız manada kültür hayatının özünü teşkil eden konulara
eğilmemişlerdir. Zaten bunlara da pek ihtiyaç duydukları söylenemez.[52] Kültürel hayatın özünü teşkil
eden konulara ihtiyaç duymamalarının sebebi olarak yukarıda değindiğimiz gibi
ümmi oluşları veya okuma- yazma bilenlerin sayısının çok sınırlı [53]olması zikredilebilir.
Okuma ve yazmayı
bilenlerin sayısı sınırlı da olsa araplarda bir yazı vardı ve araplar yazıyı
Nebatlılar ve Süryanilerden almışlardır. Nebat yazısından nasih, Süryani yazısından
da kûfı yazı ortaya çıktı. Nebat yazısını ticari yazışmalarda ve muhaberatta
kullandılar. Kufi yazıyı ise kitabelerde ve dini eserlerde kullanarak bilahere
geliştirdiler. İslami devirde ise arap yazısı daha gelişti, nokta ve harekeler
ilave edilerek yazı olgunlaştırıldı, hatta bir sanat halini aldı. Önceleri yazı
ince deriler üzerine yazılıyordu. Derilerden başka kemikler üzerine de
yazılıyordu. Yazı meselesinde durum bu iken halk cahil ve yukarıda değindiğimiz
gibi okuma-yazmayı da yeterince bilmiyordu. Bilindiği gibi, İslam dini
müslümanlann okuma-yazma öğrenmeleri hususunda ısrarlı emir ve tavsiyelerde
bulunmuştur.[54]
Cahiliyye dönemi
insanı kültürel açıdan yazı ve okumaya uzak olmakla beraber şiir, hitabet, halk
masalları vesaire gibi edebiyat ve güzel sanatlara fazlaca düşkündü.[55] özellikle bu devirde veciz söz
söyleme ve şair olmanın bir ayrıcalık
olduğu bilinmektedir.
Şairlerin daha çok çöldeki hayatın yiğitliklerini ve arapların büyük günlerini
dile getirdiklerini ya da yaşamaya ilişkin bilgileri yalın deyişler halinde
ifade ettiklerini gözden uzak tutmamak gerekir. 229
Elimizde bulunan Muallegât-ı Seb'a ismiyle muhafaza edilen ve o dönemin
şiirlerinin toplandığı eserin de konu ile ilgisi açısından zikredilmesinde
fayda vardır.
Buraya
kadar izah edilenlerden arapların kültürel açıdan okuma ve yazmaya gereken
önemi vermedikleri gözlense de daha sonra da izah edeceğimiz gibi onların
tamamen kültürden uzak olduklarını iddia etmemiz hata olacaktır. Çünkü onlar
için şiir ve şairin ayrı bir önem ve ehemmiyeti olduğu gibi, hatiplik, ediptik
gibi vasıfların gözden uzak olmayacak şekilde saygınlıkları vardı.
Cahiliyye
döneminde Arabistan, kültürel açıdan çok kapalı bir özellik göstermemiş hatta
sınır bölgelerindeki araplar aracılığıyla veya Hıristiyan ve Yahudi etkileşimi
vasıtasıyla yamancı etkilerin tesiri altına girmiştir. Bu sebepten dolayadır ki
Arapların, büyük kültürlerin dışında kaldığı asla söylenemez. 230
İşte bunun içindir ki arapların kendilerine özgü bir takım ilim kültür dallan
bulunmuştur. Araplarda bulunan ilim dallanndan bazılan olarak şunlan
zikredebiliriz:
J.İlm-i Nücunı
(Astroloji) /Genel olarak araplan yerleşik ve bedeviler olmak
üzere iki gurupta incelemiştik. Bunlann büyük çoğunluğu göçebe hayat süren
insanlardı. Çöl ortamında göçebe yaşayan kimseler için şüphesiz en önemli bilgi
yön tayini ile ilgili olan bilgidir. Bu hususta araplann bilgilerini yıldızlar
vasıtasıyla tayin eden ilme, ilm-i nücum adı verilmektedir.
Bu
ilmin araplara eski Babilliler 231 ve Kaldelilerden232kaldığı
rivayet edilir. Belli başlı yıldızların araplardaki adı ile Kaidelilerdeki
adları birbirlerine benzerlik te arzetmektedir.233
2.Meteoroloji:
Arapların Enva' ve mehabberiyye dedikleri bu ilimden maksatları yağmur ve
rüzgara ait halleri tespit ile ilgili ilimdir. Araplar havanın
229
Kşl.Claude Cahen,
İslamiyet, s. 14.
230
Kşl. Claude Cahen,
a.g.e ,s. 15.
231
Kşl. Yaşar Kutluay,
İslam ve Yahudi Mezhepleri, s. 6.
232
Kşl. Neşet Çağatay,
İslam Tarihi, s. 117.
233Kşl. Corci Zeydan, İslam Medeniyeti
Tarihi, c.lll, s. 21.
yağmurlu ve rüzgarlı olmasını yıldızların doğup
batmasına isnad ederlerdi ki bu sebepten bu ilmi, ilm-i nücumdan bir bölüm
kabul ederlerdi.234
Araplar ekseriya
bulutların şekil ve renkleri ile yağmur yağıp yağmayacağım istidlâl ederlerdi.
Onların inancına göre en az yağmurlu bulut beyaz renkli, ondan sonra daha çok
yağmurlu kırmızı renkli, daha sonra en çok yağmurlu bulut siyah bulutlardır.
Araplar
yolculuklarına da yollan ve yönleri bilmek için rüzgarlann estiği tarafları
bilmeye muhtaç olduklanndan o yerleri gösterir isimler vaz' eylemişler ise de
adedinde ihtilafa düşmüşlerdir. Bazılan dört, bazdan da altı çeşit rüzgar
olduğunu iddia etmiştir. Estikleri yönlere göre dört çeşit rüzgar olduğunu
iddia edenler Kuzeyden esene (sabâ), Batıdan esene (şimâl), Güneyden esene
(days), Doğudan esene de (cenûb)rüzgarlan adını vermişlerdir. Altı çeşit
olduğunu iddia edenler ise Şimalin yanında esene (nikbe), Cenub'un yanında
esene de (mahve) rüzgarları demişlerdir235.
3. İlm-i
Esatir (Mitoloji): Avrupalılarca mitoloji adıyla bilinen îlm-i
esâtir ve Hurâfat, astronomiden bir şube kabul edilir.[56]Esâtir,
uydurma söylentiler, boş inanç ve hurâfeler bilimi demektir. Araplar, kimi
yıldızları insan biçiminde tasvir edip eski Yunan tanrılarında olduğu gibi
bunların birbirleriyle evlenmeleri, savaşmaları ile ilgili ve başka, üzerinde
gerçekle ilgisi olmayan öyküler düzmüşlerdir.[57]Cahiliyye
döneminde bu öyküleri kapsayan ilme ilm-i esâtir adı verilmektedir.
4. Kehânet
ve Arâfet: Kehanet ve Arafet bir manaya delalet eden iki lafız
olup, bunları ayrı ayrı kabul ederek (kehânet)'in ilerideki işlere ve
(arafet)'in de geçmiş işlere mahsus olduğunu söylemişlerdir. [58] Hangisi olursa olsun her
ikisine göre de gaybı bilmek gibi bir iddia söz konusudur.[59]
Cahiliyye
dönemi arapları kâhinlerin herşeyi bildiklerine, bu bilgileri onlara ruhların
öğrettiğine inandıklarından araplar arasında Tann'ya tapanlar, kahinlerin
234
Kşl. Corci Zeydan,
İslam Medeniyeti Tarihi, c.lll, s. 24.
235
Kşl.Corci Zeydan,
a.g.e, c.lll, s.26-27.
gayble ilgili bilgileri meleklerden öğrenerek
açıkladıklarına, puta tapanlar ise, putlarda birtakım ruhların bulunduğuna, bu
ruhların kahinlere doğada bulunan gizli şeyleri açıklayıp öğrettiklerine
inanırlardı. Araplara göre, putların içinde cinler bulunur, bu cinler
kahinlerle konuşur, onlara gökte ne olup bittiğini haber verirdi.241
Kahinler için geçerli olan bütün bu özellikler Arraflar için de aynen
geçerlidir. Çünkü her ikisi de aynı san'at erbabından idiler.242
Kahin ve Arraflann
toplumda özel ve üstün bir mevkii vardı. Çünkü araplar rahatsız olsalar,243
bir problemle karşılaşsalar, bir anlaşmazlık meselesi olsa müracaat edecekleri
kişiler gaibden haberler verdiklerini iddia eden bu insanlardır.
Daha önceden,
cahiliyye dönemi araplannm kültür seviyelerinin düşük oluşuna eğitim ve
öğretime yeterince önem vermeyişlerine değinmiştik. O toplumda kahin ve arraf
diye tabir edilen insanların revaç bulması ve insanların müşküllerini
hallettikleri için bu kapıyı imdat kapısı olarak görmesi bilimden uzak oluşun
ve eğitimsizliğin bir sonucu olsa gerektir.
5.
İz Arama (Kıyafet):
Araplarda kıyafet denilen bir ilim türü daha vardı ki bu da yine kehanete dahil
bir ilim olarak görülüyordu. Bu ilim Kıyafetü'l-Eser ve Kıyafetü’l-Beşer olmak
üzere iki gurupta inceleniyordu.244
Kıyafetü'l-Beşer;
iki şahsın azası ve şekilleri arasındaki bozukluğu mukayese ile o iki şahsın nesep
ve veladette bir olup olmadığını vesâir halini inceleyen ilim dalı idi. Bu ilmi
bilenler iki kardeşin vücud ve organlarını inceleyerek aralarında nesep birliği
olup olmadığını ortaya koyarlardı.245
Kıyafetü'l-Eser ise
insan ve hayvanların toprak üzerindeki ayak izlerini takip edip tanımaya
yarayan bir ilim dalı idi. Hz. Peygamber, Hz. Ebu Bekir'le beraber Mekke'den
Medine'ye hicret ederken araplar onların ayak izlerini takip ederek
gizlendikleri mağaranın kapısına kadar gitmişlerdi.246 Arapların bu
davranışları bize bu ilimde ne kadar mâhir olduklarını göstermektedir. Hatta bu
ilimle uğraşan bazı kimseler "ayak izinden, iz sahibinin genç yada yaşlı,
kadın yada erkek, kız yada dul
241
Kşl.Cevad Ali, Fi
Tarihi'l-Arab Kable’l-lslam, c.VI, s.46.
242
Kşl.Mes'udi, Mürûc
ez-Zeheb, c.152.
243
Kşl.Corci Zeydan,
İslam Medeniyeti Tarihi, c.lll, s.30,Muhammed Tevfık Ebu Ali,
el-Emsâlu'l-Arabiyye ve'l-Asru'l-Cahilî, s.278, Beyrut, 1988.
244
Kşl.Corci Zeydan,
a.g.e, c.lll, s.34.
245
Kşl.Şehristani,
el-Milel ve’n-Nihal, c.ll, s.675.
246
Kşl.Sa'd Zeğlûli,
a.g.e, s.328; Şehristani,a.g.e, c.ll, s.675.
olduğunu, hatta gebe yada normal olduğunu dahi
anlarlardı.[60]
ö.İIımt'l-Ensâb:
Cahiliyye döneminde soy bilimi diyebileceğimiz bir ilim olarak ilmu'l-ensabdan
bahsedilebilir.Bu dönemde insanlar kendi aile veya kabilelerinin soy dizinini
sözlü olarak kuşaktan kuşağa aktarıyorlardı. Bu konuda güçlü bir hafızaya
sahiptiler. Bu bilime ihtiyaç duyulmasının ve gelişmesinin asıl sebebi
araplardaki sosyal sınıf yapısından ve asalete olan düşkünlüklerinden[61] gelmekte idi.
Araplarda köle ve mevâli gurubunun yanında asalet ve şerefe sahip olan bir hür
smıfi vardı ki buna daha önce değinmiştik. Bu sınıflama san'at, ticaret,
yönetim ve evlilik gibi sosyal ilişkilerde göz önünde bulundurulurdu.[62] Bunun için de herkes kendi
asalet silsilesini bilmek zorunda idi. Bu sebepten dolayı cahiliyye arap
toplumunda zikri geçen ilmü'l-ensab diye bir ilim doğmuş ve gelişmiştir.
Görülüyor ki
cahiliyye arap toplumu diye isimlendirdiğimiz İslam öncesi toplumun sınırlı da
olsa zaruri ihtiyaçlarına cevap verebilecek seviyede ilim dallan ve bu
ilimlerde mâhir ilim adamlan vardı.
IL BÖLÜM
A. MEZHEP KA VRAMI VE CAHİLİYYE DÖNEMİ ARAP KÜLTÜRÜNÜN
MEZHEPLERİN DOĞUŞUNA OLAN ETKİSİNİN TAHLİLİ Mezhep kelimesi
lügatte Arapça ( -» '•> ) sülasi kökünden türemiş, ism-i mekan kalıbında
bir kelime olup, gidilecek yer, gidilen ve uyulan yol gibi anlamlara
gelmektedir.
İslam mezhepleri
tarihinde siyasi ve itikadi sahadaki farklı görüşlerden kaynaklanan topluluklar
için, fıkhî mezheplerle karıştırmamak amacıyla "Fırka ve Nıhle"[63] tabirleri kullanılmaktadır.
Fakat fırka olarak isimlendirdiğimiz topluluklar arasındaki farklar temelde,
esasta değil teferruatta olan farklılıklardır. Bu sebepten İslam düşüncesi
dahilinde bulunup fırka diye tabir ettiğimiz guruplar aslında "kelâm
ekolleri"nden başka şeyler değildir.[64]
Bu sebeple firka tabiri bize göre maksadı hâvi olmamakla beraber, hep
kullanılageldiği için biz de bunu kullanmaktayız.
Mezhep tabiri,
ıstılahta; müctehid veya imam kabul edilen zatların dini açıklarken tuttukları
yol ve tâbi oldukları metod [65] şeklinde açıklandığı gibi
Watt, biraz farklı bir yaklaşımla mezhep kelimesini şu şekilde izah etmektedir.
O'na göre, "Mezhep, bir takım siyasi, içtimai, iktisadi hadiselerin
tesirlerinin, o hadiselere muhatab bir insan ile o insana uyanlardaki fikrî ve
dîni tezahürüdür."[66] VVatt'ın bu tarifinin bizim
konumuz olan itikadi mezheplerin durumlarını çok daha açık bir şekilde izah
ettiği kanaatindeyiz. Çünkü mezhep, toplumdaki siyasi, içtimai, iktisadi
hadiselerin tesirlerinin fertler üzerindeki fikrî ve dîni tezahürü olduğuna
göre bu tezahürün farklı kişilik yapılarına sahip olan fertlerde farklı
şekillerde meydana gelmesinden ve dolayısıyla toplumda farklı tezahürlerin
görülmesinden daha tabiî bir şey olamaz. Bu sebepten dolayıdır ki, dünyanın ilk
kuruluşundan bu yana
toplumsal ihtilaflar ve farklılaşmalar
görülmüştür. Şehristani'ye göre de yeryüzünde ilk vukua gelen ihtilaf
insanlığın henüz başlangıcı olan bir dönemde yaratılış hususundaki ihtilaftır.
Yine Şehristani'ye göre bütün ihtilaflar da bu ilk ihtilaftan doğmuştur.
"Adem'e secde et!" tarzındaki ilahi emir karşısında iblis kendi
görüşünü esas almış, nefs ve hevâsma uyarak emre muhalefet etmiştir. Adem
(A:S)'ın topraktan yaratılmasına karşılık kendisinin ateşten yaratıldığını
söyleyerek büyük bir gurura kapılmış[67]böylece
ilk ayrılığın çıkmasına sebep olmuştur.
Yeryüzünde meydana
gelen bir çok ihtilaf türünden sadece birisi olan itikadi sahadaki ihtilafları,
ayrılık sebeplerini, bunların sonuçlarını ve etkilerini İslam mezhepleri ve
tarihi araştırmaktadır. Bu ilim, araştırmasını gerçekleştirirken mevcut
kaynaklardan istifade etmektedir. Mevcut kaynakların böyle bir araştırma için
yeterli olup olmadığı meselesi gündeme geldiğinde bunu şu şekilde izah
edebilmek belki mümkün olabilir. Bilindiği gibi fırkaların doğuşunda birinci
derecede insan faktörü önemlidir. İnsanın bir konu ve bir olay ile ilgili gaye
ve amacını ancak o insanın kendisi bilir. Onun özel açıklamaları doğrultusunda
da diğer insanlar bilebilir. Olayın kahramanı kişi eğer asıl gayesini izah
etmez de farklı ve maksatlı düşünceler serdederse, gerçek gaye insanlara
ulaşamaz. Dolayısı ile gerçek gaye, sebep ve amillerle ilgili bilgiler de tam
açıklık ve netlikle kitaplara giremez. Bunun içindir ki, fırkaların doğuşunu
araştırırken gerçek sebepleri ortaya koymakta bir zorluk söz konusudur. Bizim
bu araştırmamızda da bu tür güçlüklerle karşılaşmamız mümkündür. Bu zorluğu
aşabilmemiz için bizim yapabileceğimiz zahiri sebeplerdeki tezatları gözönünde
bulundurarak gerçeğe yakın gibi düşündüğümüz sebebi tespit edebilmektir. Bu
tespiti yaparken de hatadan hâlî olduğumuzu iddia etmemiz elbette ki mümkün
değildir.
Mevcut kaynaklar
ışığında, islami dönemde müslümanlar arasında meydana gelen ihtilafları İslam
toplumu açısından iki kategoride ele almamız mümkündür. Bunların ilki İslam
toplumunu parçalamayan ve onları birbirlerine düşürmeyen ihtilaflardır 5ki
buna örnek olarak daha çok fıkhı konulardaki ihtilafları gösterebiliriz.
Bilindiği gibi fıkhî konularda İslam alimlerinin birbirlerine karşı farklı
fikirleri ve ictihadlan olmuş ta olsa, bu fikir ihtilafı müslümanlan
parçalayacak düzeylere ulaşmamış, başka bir ifade ile fikhî ayrılıklardan veya
farklı fikhî görüşlerden dolayı müslümanlar birbirlerini töhmet altında
bırakmamışlar, birbirleriyle fikre karşı fikirle mücadele etmişler, kılıça veya
kaba kuvvete başvurmamışlardır.
Müslümanlar
arasında meydana gelen ihtilaf türlerinden İkincisi, İslam toplumunu parçalayan
onun birlik ve beraberliğine gölge düşüren, itikadi bir çehreye bürünüp aslında
siyasi olan ihtilaflardır.256 İslam toplumunda problem olan ve İslam
toplumunun başının ağrımasına sebep olan ihtilaflar da bu türden olanlardır.
İtikadi sahadaki farklı ekollerin zuhuruna sebep teşkil eden ihtilaflar da yine
genel manada bu türdendir. Bu türden olan ihtilafların temelinde de asıl teşkil
eden iki sebep bulunmaktadır. Bunlardan ilki; cahiliyye dönemi arap kültüründen
kaynaklanan sebeplerdir.
İhtilaf
sebeplerinin temellerini İslam öncesi cahiliyye kültürüne dayandırdığımız zaman
"Acaba Hz. Peygamber’le beraber insanlığa sunulan İslamiyet, cahiliyye
kültürünün bütün öğelerini ortadan kaldırmamış mıdır?" gibi bir soru akla
gelebilmektedir. Biz bu soruya daha önce cevap vermiştik fakat konu bütünlüğü
açısından burada da bu soruyu ele almamızın faydalı olacağı kanaatindeyiz. Buna
göre, bu soruya müspet cevap verebilmek pek mümkün gözükmemektedir. Çünkü
Philip K. Hitti'nin de işaret ettiği gibi; "Umumiyetle insanlarca kabul
görmüş fikir ve düşüncelerin tamamen ortadan kaldırılmaları çok zordur. Bir
kimsenin çıkıp geçmişte olup bitenleri bir veto ile bir anda ortadan kaldırması
hayli zorluklar taşıyan bir husustur".257
Nitekim
Hz. Peygamber devrinde de cahiliyye devri kültürünün bazı uzantıları
canlılığını korumaya devam etmiştir. Hz. Peygamber bu türden fikir ve adetlerin
yanlışlığını ortaya koymaya çalışmış bu tür hatalara ileride de düşmemeleri
için müslümanlara uyanlarda bulunmuştur. Nitekim bu konuya örnek olabilecek
nitelikte şöyle bir rivayette de bulunulmaktadır. "Bir zamanlar düşman iki
kabile iken Hz. Peygamber'in önderliğinde güçlü sevgi bağlarıyla birbirine
bağlanmış olan Evs ve Hazrec kabilesinden bazı kimseler dostane bir şekilde
sohbet ettikleri sırada,
256
Kşl.M.Ebu Zehra,
Islamda Siyasi İtikadi Mezhepler Tarihi,s. 14.
257
Philip K. Hitti,
İslam Tarihi, c. 1 ,s. 132.
müslümanların birlik ve beraberliğini kıskanan
bir Yahudi, iki kabilenin eski rekabetlerini hatırlatan bir takım şiirler
okuyarak onları tahrik etmişti. Bu esnada eski duygulan kabaran müslümanlar
birbirleriyle mücadeleye başlamışlar, hatta silaha sanlarak dövüşmek üzere
harekete geçmişlerdi ki, bundan haberdar olan HzPeygamber hemen kendilerine şu
şekilde hitab etmiştir: "Ey müslüman topluluk! Allah'tan korkun! Ben
aranızda bulunuyorken, Allah sizi İslama kavuşturmuş, onunla müşerref kılmış,
cahiliyye zihniyetinden kurtarmış, küfürden uzaklaştırmış ve sizi birbirinize
dost kılmışken nasıl oluyor da yine cahiliyye davasıyla birbirinize
düşebiliyorsunuz?"258
Bu olayda da
görüldüğü gibi, islamiyetin gelişiyle ortadan kalktı gibi gözüken
cahiliyyedönemi rekabet anlayışı üzeri küllenmiş te olsa hafızalarda
canlılıklarını muhafaza etmektedir. İslam toplumunda kasıtlı olarak huzursuzluk
çıkarmak isteyen kimselerin de en büyük sermayelerinin hafızalardaki bu
cahiliyye dönemi hissiyatı ile o dönem kültür kalıntılarının olduğunu
görmekteyiz, özellikle Sıffın savaşı ve Hakem olayında bunun daha açık bir
şekilde İslam toplumunda görüldüğüne ve kapanması zor yaralar açtığına şahit
olmaktayız.
Cahiliyye dönemi
arap kültürünün ve bu kültürün bir parçası olan kabilecilik ruhu ve anlayışının
toplumsal ayrılıklara ve fırkalaşmalara nasıl sebebiyet verdiğini gelişen
olayların tarihi seyri içinde görmemiz mümkündür. Cahiliyye döneminde
kabilecilik anlayışını tahlil edebilmemiz açısından İbn Haldun'un şu cümleleri
önem arzetmektedir: "Üstün gelmeye (muzaffer olmaya) başkan olmaya
yeltenme kişilerin tabiatındandır... Kalpler başkanlık tamahına kapılır. Her
gurup kendisinin ulu adamını ileri sürer." 259 İbn Haldun
burada, insanların yükselme arzularının fıtratlarında olduğuna işaret etmekte
ve kabile mensuplarının da kabile reislerini devlet başkanı olarak görmek
isteyebileceklerine işaret etmektedir. Kabilelerdeki bu istek ve arzunun
itikadi görünüşlü siyasi fırkaların doğmasında önemli bir rolü olduğunu
düşünceden uzak tutmamak gerekmektedir.
Çalışmamızın önceki kısımlarında da ifade etmeye çalıştığımız
gibi, cahiliyye kültürü insanların, kabileleri için yaşamalarını
gerektirmektedir. Hayatın aslı kabilenin muhafazasıdır. Onlarda bugünkü manada
devlet otoritesinden ve merkezi
758
T.D. V.İslam
Ansiklopedisi, "Cahiliyye” mad. (Yazan.Mustafa Fayda)c.VII,s.18.
759
İbn Haldun, Mukaddime
,c.ll, s. 312.
yönetim sisteminden bahsedebilmek pek mümkün
değildir. O günkü toplumlarda bunun yerine birkaç aileden oluşan bugünkü manada
sülale diyebileceğimiz önceden de zikri geçen kabileler vardır. Yönetim, kabile
idaresine dayanmakla beraber kabilenin sorumlusu ve yöneticisi de kabile
reisidir
Cahiliyye dönemi
insanının bütün varlığını etkisi altında bulunduran kabilecilik ruhu onun şeref
ve itibarının da belirleyicisidir. Hatta onlara göre kişinin kabilesini korumak
amacıyla başka kabilelerden öldürmüş olduğu insan sayısı, o kişinin toplumsal
itibarının en bariz göstergesidir. İşte İslam toplumunda farklılaşmalara ve
ayrılıklara sebep olan ihtilafların başında bu duygu ve bu kabile anlayışı
yatmaktadır. Bu konuyu daha geniş ve daha müşahhas bir şekilde yeri geldikçe
izah etmeye ve delillendirmeye çalışacağız.
İslamiyetin
gelmesiyle "cahiliyye devri" diye tabir ettiğimiz dönemin kültürel
bütün özelliklerinin yok olmasının mümkün olmadığına önceden değindiğimiz için
tekrar değinmemize gerek olmadığı kanaatindeyiz.
İtikadi
fırkaların doğmasına sebep teşkil eden diğer bir amil de her zaman ve zeminde
her fertte bilkuvve halinde bulunan makam, mevki arzusu ve yükselme hırsı,
başka bir deyişle insanların siyasete olan düşkünlükleri ve bunun yanında kin,
intikam ve nefret gibi beşerî duygularıdır. Takdir edilirki, başa geçmek, baş
olmak, lider olmak ve bağımsız olmak gibi duygular insanın tabiatında vardır.260
Bu duygu, fertlerin ve dolayısıyla fertlerin idare ettiği toplumlann tekâmülü
için zorunludur. Bu duygunun kullanım amacı ve biçimine göre insanlığa faydalı
veya zararlı olması da mümkündür. Meşru şartlar içerisinde olgun düşüncelerle
bu duyguya yön verildiği takdirde faydalanılması mümkün iken, meşru şartlar
dahilinde dizginlenmediği takdirde zararının görülmesi muhtemeldir. Nitekim
mezhepler tarihi açısından da değerlendirdiğimiz zaman görmekteyiz ki, bu duygu
meşru şartlarda insanlığın faydası için değil de, insanın nefsini tatmin için
kullanıldığı şart ve zamanlarda toplumlann çeşitli problemlerle ve sorunlarla
karşı karşıya kalmalarına sebep olmuştur. Toplumsal birlik ve bütünlüğe gölge
düşürmüştür. Hatta, ikisi de aynı inanca sahip olduğu halde birbirlerine düşman
toplulukların zuhuruna sebebiyet vermiştir.
m
Kşl. Ahmet Akbulut, Sahabe Devri Siyasi Hadiselerinin Kelami Problemlere
Etkileri, s. 86.
İslam toplumunun
ilk dönemlerinde zuhur eden Sakifetü Beni Saide olayı, Cemel ve Sıffin savaşı
gibi olaylar ve bunlann sebepleri arasındaki cahiliyye kültürünün kalıntılarını
çalışmamızın daha sonraki safhalarında ele alacağız. Fakat burada da bu
konulara değinmemizin konu ile ilgili bir altyapı oluşturacağı düşüncesiyle
uygun olacağı kanaatindeyiz.
İslam toplumunun
ilk siyasi mücadelesi durumunda bulunan "Sakifetü Beni Saide" diye
isimlendirdiğimiz olayı gözönünde bulundurduğumuzda itikadi fırkaların ortaya
çıkmasında sebep olarak zikrettiğimiz temel iki maddenin izlerini görmek
mümkündür. Nitekim Hz. Peygamber'in vücudu henüz defnedilmeden ensar'ın
toplanıp kendi başlarına halife seçme gayreti içinde olmasını, kabile
taassubunun farklı bir şekilde tezahürü olan "Ensar ve Muhacir arasındaki
üstünlük duygusu" haricinde bir şeyle izah edebilmemiz pek mümkün
gözükmemektedir. Yine, Hz. Ebu Bekir ve özellikle Hz. ömer'in konuşmalarını
değerlendirdiğimizde kabile üstünlüğü konusunun açıkça işlendiğine şahit
olmaktayız. 261 Evs kabilesinin reisi Beşir b. Sa'd'ın muhacirlerden
bile önce davranarak Hz. Ebu Bekir'e beyat etmesini 262 yine kabile
asabiyyeti duygusu haricinde değerlendirmemizin pek isabetli olamayacağı
kanaatini taşımaktayız. Görülüyor ki Sakifetü Beni Saide olayında cahiliyye
dönemi arap kültürünün uzantısı olan kabilecilik ruhu ve kabile asabiyyetinin
açık izlerini görmek mümkündür.Buna benzer bir takım izleri cemel vak'asında da
görmemiz mümkündür. Nitekim yönetimi zamanında Hz. Osman'ı sert bir şekilde
eleştiren Hz. Aişe 263, Hz. Ali halife olunca Talha ve Zübeyr’in264 de
tesiri ve birlikteliği ile beraber Hz. Osman'ın hamisi gibi davranmış, üçü beraber Hz.
Osman'ın hakkını arama gayretlerine girişmiş gözükerek müslümanlar arasında kan
dökülmesine sebebiyet vermişlerdir.
Hz. Aişe,265
Talha ve Zübeyr'den266 üçünün de Hz. Osman'ın hilafeti dönemindeki
uygulamalarından dolayı ona karşı oldukları bilinmektedir. Buna
261
Kşl.Ebi Cafer
Muhammed Taberi,Tarih-i Taberi, Tahk: Muhammed Ebu'l-Fadl c.lll, s.220, Mısır,
1960.
262
Kşl.Taberi,a.g.e,
c.lll, s.221.
263
Geniş bilgi için bkz:
İrfan Ayçan, Saltanata Giden Yolda Muaviye bin Ebi Süfyan, s. 117, Ankara,
1990.
264
Kşl.Akbulut,Ahmet,Sahabe
Devri Siyasi Hadiselerinin Kelami Problemlere Etkileri, s.217.
265
Kşl.Ahmet Cevdet
Paşa, Kısas-ı Enbiya, c.l, s. 500.
266
Kşl. Ahmet Akbulut,
Sahabe Devri Siyasi Hadiselerinin Kelami Problemlere Etkileri, s. 186.
rağmen Hz. Ali halife olunca hep beraber Hz. Osman'ı savunma durumuna geçmeleri dikkat
çekicidir.
Hz. Aişe'nin
tavırları açısından Hz. Osman'ın şehid edilmesinden önceki ve sonraki dönemleri
içindeki tezatlığm sebebinin Hz. Ali'ye karşı soğuk duygular beslemesinden
kaynaklanabileceğini elimizdeki bilgiler ışığında düşünmekteyiz. Kanaatimize
göre Hz. Aişe, Hz. Ali'ye karşı
beslediği soğuk duyguyu doğrudan doğruya açığa vuramamış, bu duygusunu daha
meşru sebeplere bürümeye çalışmış olduğu akla gelebilir. Bunun neticesinde de,
birbirine tezat görünen davranışlar içerisine girmiştir. Hz. Ali'ye karşı bu soğukluğunun sebebinin de Ifk
hadisesi diye bilinen olayla irtibatlı olabileceği düşünülebilir. Bilindiği
gibi ifk olayında Hz. Ali, Hz. Peygamber'e(salla’llâhü aleyhi ve sellem):
"Ey Allah'ın Elçisi, kadınlar çoktur, yerine başkasını almaya gücün de
yeter" [68] demiş bu da Hz. Aişe'yi
incitmiştir. Bu olaydan doğduğu sanılan soğukluk duygusu Hz. Ali halife
oluncaya kadar kendini muhafaza etmiş ve iki tarafin da isteği dışında Cemel
Vak’ası diye bilinen olayın zuhuruna sebebiyet verilmiş olabileceği düşünülür.
Fakat yine de Hz. Aişe bir kadındır.
Savaş gibi bir olaydan sadece onu sorumlu tutmak elbette ki isabetli bir
davranış olamaz. Belki, Onun hakkında uygunsuz olarak düşünülebilecek hareketi Hz.
Talha ve Zübeyrin yanında yeralarak İslam toplumunda ayrı bir cephe açılmasına
katkıda bulunmuş olmasıdır şeklinde bir düşünce makul karşılanabilir.
Hz. Talha ve
Zübeyr'in davranışlarına gelince bunlar Hz. Ali halife olunca O'ndan Basra ve
Küfe valiliklerini[69] istiyorlardı. Bu isteklerine
müspet cevap bulamamış olan Hz. Talha ve Zübeyr sözlerinin geri kalmasına,
isteklerinin yerine gelmemesine üzülmüş ve Hz. Ali'den uzaklaşmışlar. Bunun neticesinde de
Mekke'ye gelerek Hz. Aişe'yi de yanlarına almışlar böylece halife karşısında
yeni bir topluluğun zuhuruna sebebiyet vermişlerdir. İşte bunun sonucunda da,
sebebiyet verenler tarafından bile hiç hoş karşılanmayan fakat kendileri
tarafından da önlenemeyen bir olay olan Cemel Vak'ası vukua gelmiştir.
İtikadi fırkaların
doğmasına belli bir zemin hazırlayan Cemel Vak'ası, mevcut bilgilerimiz
ışığında, cahiliyye dönemi arap kültüründen ziyade bahsini yaptığımız
insanların şahsî ihtiraslarından kaynaklanmaktadır, şeklinde bir görüş ileri
sürülebilir.
İtikadı fırkaların
doğuşunda dönüm noktalarından biri olarak değerlendirebileceğimiz Siftin
savaşında ise bu fırkaların doğuşunda rolü olan iki temel sebebi görmek
kanaatimizce mümkün olabilir. Bu iki temel sebepten biri Emevi soyunun kabile
asabiyyeti, diğeri de Muaviye'nin siyasi üstünlük sağlama, liderliğe düşkün
olma arzusu ve şahsi ihtirasıdır. Belki de Muaviye şahsi arzu ve isteğine
ulaşabilmek için cahiliyye dönemi toplum kültürünün bir parçası olan kabile
asabiyyetini kullanmış onu kendi şahsi arzularına basamak yapmış da olabilir.
Bilindiği gibi Hz. Ali
halife olduğunda Muaviye Şam Valisi idi ve halife olan Hz. Ali'ye de bey'at
etmemişti. Cemel Vak’asından sonra Hz. Ali ile Muaviye birlikleri arasında
Sıffın savaşı diye bilinen bir olay da cereyan etmişti ki, bu savaşın sonunda
70.000 kişinin öldüğü[70] rivayet edilmektedir. Bu
savaşı Hz. Ali'nin kazanması an meselesi iken Muaviye, Mısır fatihi olarak
bilinen Amr b. el-As'm teklifiyle Hz. Ali tarafındaki insanların
cahilliklerinden de istifade ederek Kur'an-ı Kerim'i istismar etmekten
çekinmemiştir. Savaş sonunda da Hakem olayı diye bilinen olayın gerçekleşmesini
sağlamıştır. Bu olayın mahiyetini idrakten aciz olan bazı kimseler, Hz. Ali'ye
muhalefet ederek O'nun safından ayrılmışlardır. Bu kimselere de
"Hariciler" adı verilmiştir. Böylece İslam siyasi tarihinde ilk fırka
zuhur etmiştir. Bu fırkanın zuhuruna sebep, yukarıda da değindiğimiz gibi,
Siftin savaşıdır. Sıffın savaşının sebebi de Muaviye'nin şahsi makam hırsı,
siyasete olan düşkünlüğü ve belki de buna âlet ettiği cahiliyye dönemi arap
kültürünün tesiriyle çevresindeki insanların sahip olduğu kabile asabiyyet
duygusu veya Emevi sülalesi asabiyyetidir.
Görüldüğü gibi,
İslam tarihinde zuhur eden ilk fırkanın ayrılma sebepleri içinde zikredilen
birçok sebep arasında İslam öncesi cahiliyye dönemi arap kültürünün
uzantılarını dolaylı da olsa bulmak mümkündür.
Haricilerin
doğuşunu hazırlayan kabile asabiyyeti duygusunun etkisini, yine dolaylı da olsa
Şia'nın doğuşunda da görebilmek mümkündür. Hz. Hasan halife olduğu halde
Muaviye'nin şahsi ihtirasını görerek müslüman kanı dökülmesin diye belli
şartlar dahilinde halifeliği Muaviye'ye vermiş270, Muaviye ise elde
etmiş olduğu hilafet koltuğunu cahiliyye dönemindeki kabile riyaseti ile
özdeşleştirme yoluna gitmiş ve bu koltuğu kendi kabilesinin çıkarlarına
kullanmaktan çekinmemiştir. Hatta oğlu Yezid'i kendine Veliaht dahi ilan
edebilmiştir.271 Bunun sebebini, kendi şahsi ihtirasına ulaştıktan
sonra kabile asabiyyetinin de kendini göstermesi şeklinde izah etmek mümkündür.
Muaviye hilafet makamını elde edebilmek için güttüğü siyasetin bir devamını
hilafet makamını kendi kabile mensuplarına tahsis edebilmek için de çaba
sarfetmiş, bunda da muvaffak olmuştur.
İslam Mezhepleri
tarihinde Şia'nın doğuşuna zemin hazırlayan Kerbelâ ve Tevvabun hareketlerinin
kaynağını Muaviye'den sonra Yezid'in, önce Veliaht daha sonra da Veliahtlıktan
Halifeliğe geçmesinde aramamızın uygun olacağı kanaatindeyiz. Yezid, yine şahsi
ihtiras ve asabiyyet duygusu ile olsa gerek ki hilafet makamını elden kaçırmamak
için baskı yoluyla halkı kendine bey'at ettirmeye çalışmış bunun için her türlü
işkenceyi yapmaktan çekinmemiş hatta Hz. Peygamber’in torunu Hz. Hüseyin'in
şehit olmasına dahi sebebiyet verebilmiştir.272 En azından tarihi
rivayetler bize bu bilgileri vermektedir. Yezid'in, Hz. Hüseyin'in ölümüne
sebebiyet vermesi sonucunda da Şia'yı oluşturan sistemli teşkilat
faaliyetlerinin ilk tezahürleri toplumda görülmeye başlanmıştır. Dolayısıyla
Şia'nın doğuşunda da cahiliyye dönemi kültürünün etkilerini ve özellikle
asabiyyet duygusunun rolünü ve uzantılarını görmek mümkündür.
Netice olarak
diyebiliriz ki, Havaric'in zuhurunda olduğu gibi Şia'nın doğuşunda da cahiliyye
dönemi kültürünün ve bu kültürün ürünü olan kabile asabiyyeti ve kabilecilik
ruhunun etkisinin varlığını yukarıda da değindiğimiz veçhile görmek mümkündür.
Zikri geçen bu
olaylarda dikkat edilmesi gereken diğer bir husus daha vardır ki, o da şudur.
İlk müslümanlar arasında ceryan eden Sakifetü Benî Saîde toplantısı, Cemel
Vak'ası, Sıffın Savaşı, Hakem Olayı ve zaman içerisinde gelişen diğer acı
olaylar hatırlandığında görülecektir ki, ilk müslüman neslini oluşturan ve
geriden gelenlere örnek olması beklenen insanların birbirleriyle hoş
770Kşl.
Neşet Çağatay, İslam Tarihi, s. 414.
77,Kşl.Ahmet
Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, c.l, s.619.
777Kşl.Julies
Well Hausen, Is la m iy etin İlk Devrinde Dini Siyasi Muhalefet Partileri,
ÇevıProf.Dr.Fikret Işıltan, s. 14, Ankara, 1989.
karşılanamayacak
mücadeleler halinde bulunmaları ve bu mücadeleleri kanlı olaylara, büyük
savaşlara kadar götürmeleri dikkat çekicidir. Hatta mücadele mevzularının
temelini dini inanç ve anlayışın korunması, dini değerlerin ihyâsı gibi
mukaddes gayeler değil de başkalarının kanını kendi şahsî ve kabilevî
menfaatlerine basamak edinmeleri, bunun sonucunda da birbirlerine düşmeleri,
birbirlerine düşman olmaları daha da ilginç ve dikkat çekicidir. Çünkü İslam
her yönden hoşgörü, samimiyet ve insanlık dinidir. Böyle bir din için ilk nesil
olma şerefine sahip olan insanların aralarında basit menfaat çekişmeleri
yüzünden savaş cepheleri oluşturacak boyutta kavgaların olması ilginçtir.
Tarih içerisinde
gelişen bütün bu olaylar dikkatle tetkik edildiğinde görülecektir ki, örnek
müslüman topluluğunu oluşturan bu insanların bile önceki dönem cahiliyye
kültürünün etkisinde kaldıkları muhakkaktır. Çünkü daha ulvî gayeler peşinde
mesai harcaması gereken insanların kendi şahısları ve eski kültürün etkisi olan
kabile asabiyyetini ön plana çıkararak islamın hoş görmeyeceği düşmanlık ve
hasetlik duygulan içerisinde zaman harcamalan cahiliyye kültürünün etkisinin
dışında birşeyle izah edebilmek pek mümkün gözükmemektedir. Bizim çalışma
alanımızı da genel hatlanyla bu konu oluşturmaktadır.
Çalışmamız
içerisinde toplumlann sahip olduklan kültürlerden kopmalannın pek kolay
olmadığını, toplumlann kültürlere bağlılıklarının kuvvetini ve bu kuvvetli bağı
sahabe ismini verdiğimiz insanlann bile ortadan kaldıramadağmı hatta o kültürün
etkisinde kaldıklarını ve bunun sonucunda da müslümanların başına kapanması zor
yaralar açtıklarını bunun sonucunda da müslümanların bir çatı altında
toplanamaz halde dağıldıklarını görmekteyiz. Yaşamış olduğumuz çağda dahi
müslüman toplumlann birbirlerine hasetlik ve düşmanlık duyguları içerisinde
bulunmalannın nedenlerini ilk dönem müslümanlarının tavır ve hareketlerinde,
hatta bu tavır ve hareketlerin oluşmasını sağlayan cahiliyye kültüründe
aranabileceğini iddia etmemiz, genel tarihi perspektif, objektif gözle değerlendirildiğinde
daha iyi anlaşılacaktır. Zaten bizim niyet ve amacımız insanları töhmet altında
bırakıp onlara karşı hakaretvâri tavırlar içerisinde bulunmak gibi süflî bir
gaye içermesi mümkün değildir. Aksine halis duygularla İlmî metodlar dahilinde
dönemin kritiğini yapıp, hem o dönemin gözden kaçmış olan realitesini gözler
önüne sermek hem de toplum kültürünün insanları nasıl bağladığını ve etkisi
altına aldığını göstermektir.
Buraya
kadar anlatılanlardan iki ayrı sonuca ulaşmak da mümkündür. Bunlardan birincisi,
çalışma alanımızın konusunu teşkil eden dönem baz alınarak genel prensipler
dahilinde bütün zamanlara ve toplumlara hitabeden tarihin tekerrürden ibaret
olup, tedbiri alındığı takdirde tekrarın görülmeyebileceği gerçeği
doğrultusunda geleceğe ışık tutulabileceğidir. Bunun için de toplumlann her
devir ve şartlarda gerekli hassasiyeti göstererek yeterli tedbirin her toplum
tarafından alınması gerektiğidir. İkincisi ise, yirmibirinci yüzyıla girmeye
hazırlandığımız şu günlerde kutsal kitabımız olan Kur'an'm beyanı doğrultusunda
[71] aslında birbirleriyle kardeş
olması gereken müslüman toplumlann halen farklı düşman grublan oluşturmalan
gözönünde bulundurulduğunda, gerçekte olmaması gereken bu aynlığm temel
sebeplerine inilip onlar arasındaki hassas noktalann tespit edilmesi bunun
sonucunda da yeni ayrılıklara sebebiyet verilmemesinin sağlanmasıdır. Bu
gerçekleştirildiği zaman, içinde yaşamış olduğumuz dönemde de düşman olan
müslüman olan toplumlann arasındaki hassas noktalar tarihi geçmiş içerisinde tespit
edilmiş olacağı için müslümanlar arasında yeni ayrılıkların doğmasına firsat
verilmemesi sağlanacaktır.
HZ.
EBUBEKİR VE HALİFELİK DÖNEMİ
Asıl adı
Abdu'l-Kabe olan Hz. Ebu Bekir'e, müslüman olduktan sonra Rasulullah(salla’llâhü
aleyhi ve sellem.) Abdullah adını vermiştir.[72]
O, azaptan azad edilmiş manasına "atik"; dürüst, sadık, emin ve
iffetli olduğundan dolayı da "Sıddık" lakabıyla anılmıştır. Fakat
daha çok "Deve yavrusunun babası" manasına gelen "Ebu
Bekir" lakabıyla meşhur olmuştur. Teym oğullan kabilesinden olan Ebu
Bekir'in nesebi Mürre b. Ka'b'da Rasulullah ile birleşir. Anasının adı
Ümmü'l-Hayr Selma, babasının adı da Ebu Kuhafe Osman'dır. Künyesi ise Abdullah
b. Amir b. Amir. b. Murra. et-Teymîdir.[73]
Hz. Ebu Bekir
kişilik olarak, sahabe arasında dürüstlük ve önder şahsiyeti ile dikkatleri
üzerinde toplayan biridir. Onun olaylar karşısındaki soğuk kanlılığı muhafaza
ederek, akıl ve mantığı ile hareket etmesi O'na farklı bir özellik vermektedir.
Hz. Ebu Bekir bu özelliğinden dolayı müslümanlar arasında görülmesi muhtemel bir
çok olayın önlenmesine sebep olmuş ve Hz. Peygamber'den sonra müslümanların
birlik ve beraberliğinin tesis ve devamında büyük katkıları olmuştur. Bu konu
ile ilgili kitaplarda birçok rivayetler bulmakla birlikte Hz. Peygamber'in
ölümü hadisesi karşısında O’nun takındığı tavır O’nun basiret ve üstün
şahsiyetini göstermesi açısından dikkatleri çekicidir. Hicretin onbirinci
yılında hastalanan Rasulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem.), 13 Rebiu'l-Evvel
Pazartesi günü vefat etli. O'nun vefatını duyan müslümanlar büyük bir üzüntüye kapıldılar
ve ilk anda ne yapmaları gerektiğine karar veremediler. Ama O'da bir ölümlüydü.
Hz. ömer,O'nun Hz. Musa gibi Rabbi ile buluşmaya gittiğini, O'nun için
"öldü" diyen olursa ellerini keseceğini söylüyordu. Ebu Bekir olaydan
haberdar olunca hemen olay yerine geldi ve Hz. ömer’i susturdu. Oradaki
insanlara şöyle hitab etti: "Ey İnsanlar! Allah birdir, O'ndan başka ilah
yoktur, Muhammed O'nun kulu ve Rasulüdür. Allah'ın varlığı apaçık hakikattir.
Muhammed'e kulluk eden varsa, bilsin ki O ölmüştür. Allah'a kulluk edenlere
gelince, şüphesiz Allah diri, baki ve ebedidir. Size Allah'ın şu buyruğunu
hatırlatırım: "Muhammed sadece bir elçidir. Ondan önce de peygamberler
gelip geçmiştir. Şimdi O ölür veya öldürülürse siz ökçelerinizin üzerinde
geriye mi döneceksiniz? Kim ökçesi üzerinde geriye dönerse Allah'a hiç bir
ziyan veremez Allah şükredenleri mükafaatlandıracaktır." [74] Allah'ın kitabı ve
Rasulullahın sünnetine sarılanlar doğruyu bulur, O iksinin arasını ayıran
sapıtır. Şeytan, Peygamberimizin ölümü ile sizi aldatmasın, dininizden
saptırmasın. Şeytanın size ulaşmasına müsaade etmeyiniz."[75]
Hz Ebu Bekir'in
basiret ve ileri görüşlülüğünü ortaya koyan bir çok rivayeti zikretmek
mümkündür; fakat zikrettiğimiz bu olay O'nun basiret ve üstün kişiliğini
göstermesi açısından yeterli olacağı kanaatindeyiz. Hz. Ebu Bekir'in bu üstün
meziyetleri O'nun, Hz. Peygamber'den sonra ilk halife olmasını sağlamıştır. Hz.
Peygamber'e yakınlığı, ihlas, takva ve güvenirliliğiyle tanınan Hz. Ebu Bekir
Sakifet-u Beni Saide’de toplanan müslümanlann
rızası ile halife seçilmiş ve Rasulullah'ın halefi olma şerefine sahip
olmuştur.
Hz. Peygamber’in
vefat edip de hilafeti Hz. Ebu Bekir'in alması ile birlikte İslam toplumunda
bazı huzursuzluklar görülmüştür. Bunların başında, Ridde olayları diye tabir
edilen dinden dönme olayları, zekat vermek istemeyenlerin durumu ve yalancı
peygamberler gibi birtakım hadiseler meydana geldi. Bu hadiselerin Hz. Ebu
Bekir'in halife oluşuyla hemen başgöstermesinin sebebi Hz. Peygamber’in
hazırlayıp ta vefatı sebebiyle bekleyen Üsame ordusunun kuzeye gönderilmiş
olmasındandır, yani müslümanlann zayıf durumda olduğunu düşünen, kalpleri
İslama ısnmamış fırsatçılar hemen zekat verme hususunda karşı gelmişler ve
müslümanlar arasına nifak tohumlannı ekebileceklerini düşünmüşler, böylece de
İslam toplumunda huzursuzluk çıkarmışlardır.Rasulullah'ın ölümü hadisesi ile
birlikte Umman yöresinde "Lakid ibn Malik el-Ezdî" isimli biri
peygamberlik iddiasında bulunmuştur.[76]
Yine Beni Esed kabilesinin Reisi "Tuleyha b. Huveylid" ve Yemame
yöresinde "Müseylime b. Habib el-Hanefî" gibi kimseler peygamberlik
iddiasında bulunarak[77] müslümanlar arasına nifak
tohumlannı saçmışlar ve İslam birliğini tehdit etmişlerdir.
Halife Hz. Ebu
Bekir Halid b. Velid komutasında bir orduyu Tuleyha b. Huveylid üzerine
göndermiş ve böylece onun bozguna uğrayarak taraflarlannın dağılmasına ve
kendisinin de kaçmasını sağlamıştır. Bu sıralarda Üsame komutasındaki İslam
ordusu Suriye yakınlannda bulunuyordu. Mekke ve Taif emirleri, Ebu Bekir'den
aldıklan buyruk gereğince Yemen bölgesinde toplanan mürtedler üzerine yürüyüp
onlan dağıtmakta idiler. İslamdan aynlanlar Abs ve Zübyan boyları Medine
yöresindeki "Ebrak" adlı yere inmişler, Tuleyha 'ya bağlı olan bir
topluluk ta Necd'de "Zu'l-Kassa" adlı yere konmuşlardı. Bunlar,
namazları kılmak istemekle beraber zekatları vermek istemiyorlardı. Önerileri
kabul edilmeyince Medine üzerine yürüdülerse de Ebu Bekir yanma toplanan
müslümanlarla onları dağıttı. Bu sırada Üsame ordusu Medine'ye dönüp biraz
dinlendikten sonra, ayaklanan kabileler üzerine yürüdü. Bu ordu ayaklananlarla
mücadele ederek onlarla savaştı. Ayaklananların bir kısmı tekrar müslüman
olurken bir kısmı savaşta öldü. Bu savaşlarla birlikte arap yarımadasındaki
toplumsal huzursuzluk önlendi ve bölgede Yahudiler dışında müslüman olmayan
kalmadı.280
Hz. Ebu Bekir’in
hilafet dönemini diğer halifelere göre daha şanslı olarak telakki edebiliriz.
Zira insanlar hala Hz. Peygamber'in öğrettiği ahlak yapısına göre hayat
yaşıyorlardı. Toplumun değerini sarsacak dış etkilerin tesirleri henüz büyük
oranda kendini göstermiyordu. Bunun yanında yukarıda zikrettiğimiz bazı tatsız
hadiseler de yaşanmış olsa bunlar İslam toplumunu tehdit edecek kadar büyük
değillerdi. Yine genellikle kalbler Hz. Peygamber üzerindeki samimiyet ve
ihlası koruduğu için cahiliyye döneminde görülen sürtüşme ve rekabet durumları
görülmüyordu. Bu da müslümanlann sağlıklı bir toplumda yaşamalarına sebep
oluyordu. Bütün bu olumlu nedenlerden dolayı Hz Ebu Bekir dönemi sulh ve sükûn
içinde geçmiş, itikadi fırkaların doğuşu ile direkt irtibatlı toplumsal
hadiseler meydana gelmemiştir.
C HZ. ÖMER VE HALİFELİK DÖNEMİ
Hz. ömer (R.A.)'in
ismi "Ömer b. Hattab b. Nufeyl Ebu Hafs el-Faruk"tur. Hz Ömer'in
müslüman olmadan önceki hayatı hakkında fazla bilgiye sahip değiliz. Ancak
küçüklüğünde babasına ait sürülere çobanlık ettiği, sonra da ticarete başladığı
bilinmektedir. Yine ayrıca cahiliyye döneminde Mekke eşrafı arasında yer aldığı
ve Mekke şehir devletinin elçilik işlerini yürüttüğü de bilinmektedir. Bir
savaş çıkması durumunda karşı tarafa elçi olarak gönderilir, döndüğünde de onun
verdiği bilgi ve görüşler doğrultusunda hareket edilirdi. Ayrıca kabileler
arasında çıkan anlaşmazlıklarda da görüşlerinin etkin rol oynadığı biline
hususiyetletdendir.281
Rasulullah'ın
(salla’llâhü aleyhi ve sellem.) sağlığında arap yarımadasındaki insanlar islamm
hakimiyetine boyun eğmişler ve müslümanlarla bütünleşmişlerdi. Bunun üzerine
Rasulullah(salla’llâhü aleyhi ve sellem.) İslam tebliğinin insanlara
ulaştırılmasının önünde engel teşkil eden müşrik güçlere ve özellikle Bizans
İmparatorluğuna karşı askeri seferler başlatmıştı. Hz. Ebu Bekir (R.A.)
Rasulullah'ın vefatından sonra ortaya çıkan Ridde hareketlerini bastırdıktan
sonra Bizans hakimiyetindeki topraklara askeri akınlar
m Kşl. Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı
Enbiya, c.l, s. 299-306.
281
Kşl.Şamil İslam
Ansiklopedisi, "Ömer b.Hattab" mad. (Yazan:Ömer Tellioğlu) c.V, s.
173.
başlatmış, öte taraftan İran İmparatorluğuna
karşı da askeri faaliyetlere başlamıştı.[78]
Hz. Ömer'in üzerine düşen de kendi seleflerinin başlatmış olduğu bu
faaliyetleri devam ettirmekti. Nitekim Hz. Ömer’de öyle yapmış, kendisinden
önceki halifelerin uygulamalarının devamını sağlamış ve hilafete geçince
fetihler yapmak üzere ordular hazırlamıştır.
Hz. Ömer'in hazırladığı ordulardan biri Şam diğeri
de Irak tarafı için hazırlanmıştı. Irak tarafına giden ordunun komutanı da Ebu
Ubeyde İbn el-Cerrah'dı. Her iki komutan da seferleri sonucunda amaçlan olan
fetihleri gerçekleştirmişler ve Hz. ömer döneminde İslam topraklannın
gelişmesini sağlamışlardı. [79] Bu fetihler Hz. ömer döneminde
cereyan eden ilk fetihlerdi.
Zikredilen bu fetih
hadiselerinden sonra Hz. Ömer askeri
birliklerini batıya kaydırdı. Kudüs işgal altına alındı. Kudüs'ü İslam
ordularına teslim etmek istemeyenler direndi iseler de sonunda müslümanlara
burayı teslim ettiler. Bu arada İran taraflannda durum karışmaya başlamıştı. Hz.
ömer, ordularını tekrar düzenleyerek takviye etti ve kanşıklık olan yerlerdeki
huzursuzluklan kesin sonuca ulaştırmaya karar verdi. Bunun sonucunda da Übülle [80] (İran Denizi sahilinde bir
yer), Medayin [81], Musul [82],
Ninova [83] [84],
Ermenistan 28S, İskenderiye [85]
[86], İsfehan 29ü,
Azerbeycan [87], Horasan [88]
gibi daha bir çok yerleri fethederek İslam topraklarına kattı ve İslam
topraklarını genişletti.
Bütün bunların
idaresi şüphesiz büyük bir maharet ve beceriyi gerektiriyordu. Bu nedenle olsa
gerek ki Hz. ömer tek başına kararlar vermiyor, şûra sistemine büyük önem
veriyordu. Yönetimde ashabın ileri gelenlerinin ayrıca ensar ve muhacir başta
olmak üzere halkın fikrini alıyor , [89]
onların görüş ve düşünceleri doğrultusunda kararlar veriyordu.
Hz. Ömer,
sorumluluk duygusu gelişmiş bir kişi olarak geniş toprakların ve kalabalık
halkın idaresinde şüphesiz güçlükler çekiyor, onun maddi ve manevi sorumluluğunu
hissediyordu. Hatta bir keresinde "Ya Rabbi! Ruhumu kabzet" dediği
rivayet edilir. Yine bir gün ağlarken niçin ağladığı sorulduğunda "Nasıl
ağlamayayım ki, Fırat kenarında bir oğlak zayi olsa korkarım ki, Ömer'den
sorulur" 294 diye cevap vermiş ve bir devlet idarecisinin
taşıyabileceği en büyük sorumluluk duygusu taşıdığını göstermiştir.
İslam topraklarının
bu derece genişlemesi sonucu idaredeki güçlük ve Hz. Ömer'in bu konu ile
irtibatlı olarak taşımış olduğu başka bir sıkıntı daha vardı ki o da fitne
meselsi idi. Nitekim İslam topraklarının genişlemesi müslümanlar arasında
ganimet ve zenginliğin artması sonucu Hz. Ömer döneminde fitne belirtileri toplumda
kendini hissettirmeye başlamıştı. Fakat Hz. ömer'in insanlar arasındaki
otoritesi ve insanların O'na itaati o dönemde fitnenin zuhurunu engellemişti.295
Fitnenin ortaya çıkmasının engellenmesinde en büyük faktör Hz. ömer'in
otoritesi olmakla birlikte askerlerin devamlı fetihten fetihe koşmaları,
özellikle ordu mensuplarının fitnenin meydana gelmesinde katkılarının olmayışı
ve sahabenin özellikle ileri gelenlerinin danişma kurulunda bulunup devamlı
halifenin yanında bulunması gibi sebeplerle toplumda fitne hadiselerinin üst
düzeyde görülmesi engellenmiştir. Bu şekilde Hz. Ömer toplumda birliği tesis etmiş, siyasi ve
itikadi fırkaların ortaya çıkmasında rol oynayabilecek olan fitnenin zuhurunu
engellemiştir. Onun döneminde bu yoda dikkat çeken bir olay da olmamıştır.
C. UZ. OSMAN VE HALİFELİK DÖNEMİ
Osman b. Affan b.
Ebi'l-As b. Ümeyye b. Abdi'ş-Şems b. Abdi Menaf el-Kureşî el-Emevi, Hulefai
Raşidinin üçüncüsüdür. Ümeyyeoğullan ailesine mensup olup nesebi, beşinci ceddi
olan Abd-i Menaf ta rasulullah ( salla’llâhü aleyhi ve sellem. ) ile
birleşmektedir.2%
Hz. Ömer ( R A )
yaşlanınca, hilafete geçecek kişinin tayini hususunda altı kişilik bir şûra
oluşturmuştur. Bu şûra sonucunda Hz. Osman halife olarak seçilmiştir.297
294
Kşl.Ahmet Cevdet
Paşa, Kısas-ı Enbiya, c.l, s. 413.
295
Kşl.Ahmet Cevdet
Paşa, a.g.e, c.l, s.412.
296
Kşl.Mes'udi, Mürûc
ez-Zeheb, c.ll, s.331.
297
Gnş.Blg.lçinBkz.
Haşan İbrahim Haşan, Siyasi Dini Kültürel-Sosyal İslam Tarihi,
Hz. Osman ( R A. ),
devlet idaresini devraldığı zaman İslam fetihleri hızlı bir şekilde devam
ediyordu. Hz. ömer ( R.A. ) devrinde Suriye, Mısır, Filistin ve Iran gibi
topraklar İslam belgelerine katılmıştı. Hz. ömer’in güçlü idaresi, fethedilen
bölgelerde otoriteyi temin ediyordu. Hz. Osman döneminin başlarında da fetih
hareketleri eski hızıyla devam etti ve bu dönemde Ermenistan, Kuzey Afrika ve
Kıbrıs 298 gibi yerler İslam topraklarına katıldı.
İslam topraklan çok
geniş bir satha yayıldığı için idaredeki zorluk takdir edilmelidir. Bu nedenle Hz.
Osman'ın hilafetinin ilk yıllannda bazı isyan hareketleri görülse de merkezi
otorite bunlan bastırmıştır.299 Fakat daha sonralan gelişen olaylann
bastınlması pek mümkün olamamıştır. Bu sebepten dolayı tarihçiler Hz. Osman'ın
hilafeti dönemini genel olarak ikiye ayırmaktadırlar. Bunlardan birinci devre (
24-29/644-49 ), iyi idare; ikinci altı yıllık devre ( 30-/650-655 ) de , gayn
meşruluk ve karışıklık devresi olarak tavsif edilmektedir. Bu türlü bir ayınma,
isyanların ve kanşıklıklann ikinci devrede başlamış olması tesir etmektedir. 300
Fakat bu kanşıklıklann sebeplerini bize göre sadece Hz. Osman'da aramak, cahiliyye dönemine kadar
uzanan geniş bir zaman dilimini gözardı etmek olacak ve Hz. Osman'a haksızlık olacaktır. Çalışmamızın daha
önceki kısımlannda değinmiş olmamıza rağmen ileriki bölümlerinde de bu konuyu
daha geniş ele alacağımız için şimdilik teferruata girmeye gerek duymuyoruz.
Fakat şu kadarına değinmemiz gerekir ki, Hz. Osman döneminde meydana gelen
karışıklık ve huzursuzlukların temeli genel manada cahiliyye dönemi arap
kültürünün bir ürünü olan kabile asabiyyetine de dayanmaktadır. Hatta bunu daha
hususileştirerek söylememiz gerekirse, cahiliyye dönemindeki Haşimi-Emevi
çekişmesinin islami dönemde de varlığını hissettirerek filizlendiğini
söyleyebiliriz.
Burada
akla şöyle bir soru gelmektedir. "Hz. Osman'ın hilafete geldiği ilk
yıllarda huzursuzluk yoktu da daha sonraki zamanlarda niçin ortaya çıktı? veya
huzursuzluk ilk yıllarda niçin toplum düzenini tehdit eder düzeyde
görülmemişti?" Bu tür sorulara devlet düzeninin daha önceki halifeler
zamanında oturmuş ve
s. 326-327. 2. Baskı,
İstanbul, 1987.
298
Kşl.Hasan İbrahim
Haşan, İslam Tarihi, c.l, s. 330.
299
Kşl.Hasan İbrahim
Haşan,a.g.e ,c.l, s.331.
300
Kşl.Ethem Ruhi
Fığlalı, "Hariciliğin Doğuşuna Tesir Eden Sebepler" Ankara Ün.
İl.Fak. Der. c.XX, s. 227.
yerleşmiş olduğundan söz ederek cevap vermemiz
mümkündür. Zira bu konuda bir bilim adamı şu sebebleri ileri sürmektedir.
"Hz. Osman'ın hilafetinin ilk
yıllan, daha önceki halifeler tarafından kurulmuş adil, disiplinli ve sağlam
yönetimin hızı ile düzgün yürür görünmüş; ancak Hz. Osman'm akrabalanna çok
düşkün olması, yönetimdeki gevşeklik ve kontrolsüzlükler, ülkenin her yerindeki
yolsuzluklar ve vurgunculuklar yönetimle ilgili memnuniyetsizlikleri gündeme
getirmiştir."[90] Bütün bunlann
altında belki de Hz. Osman'm kendinden önceki iki halife gibi , cahiliyye döneminden
kalma idarecilik ve yöneticilik tecrübesinin bulunmaması geliyordu. O, islami
dönemde de idari bir görev almamıştı. Hz. Osman, cahiliyye döneminde de islami
dönemde de tâcir bir kişi idi. O'nun idari tecrübesizliğine ilerlemiş yaşı da
eklenince, yönetim boşluğunun doğması O'nun zamanında kaçınılmaz olmuştu. O'nun
aile efradına ve kabilesine düşkün oluşu da kabilesi tarafından istismar
edilmişti. [91] Bunun sonucu olarak daha önce
de değindiğimiz gibi cahiliyye döneminden kalma Haşimi-Emevi mücadelesinin gün
yüzüne çıkmasına sebep olmuştur.
Ayrıca Hz Osman
döneminde toplumsal huzursuzluğun görülmesinde yine onun İdarî
tecrübesizliğinden kaynaklanan bazı uygulamalarından da sözedilebilir. Bu
uygulamaların, toplumsal atmosferi gerginleştirmede etkili olduğu iddia
edilebilir. Bunlann başlıcalan; Taife sürgün edilmiş olan Hakem b. el-As'ı
Medine'ye getirerek kendisine Beytü'l-Mal'den yüzbin dirhem, oğlu Haris'e
Medine çarşısının Uşr'unu, Mervan'a İfrikiye vilayeti gelirlerinin Hums'unu
vermesi, seferlere iştirak etmeyen bazı yakınlarına harp ganimetlerinin
taksiminde hisse vermesi, işbaşında bulunan bazı sahabeyi vazifelerinden alarak
yerlerine kendi yakın akrabasını tayin etmesi, babası Ömer b. Hattab'ın katli
olayında suçlu olduklarına kani olduğu kimseleri muhakemesiz idam eden
Ubeydullah b. Ömer hakkında kısas'a gitmeyerek O'nun adına diyet ödemesi [92] gibi olaylar toplumda sert
tepki ile karşılanmış ve toplumsal huzursuzluğun görülmesine zemin
hazırlamıştır. Bunlann yanında önemli valiliklerden bir kısmını kendi kabilesi
veya kendisine yakın olanlara [93] vermesi de tepkinin doğması
için gereken sebebleri hazırlamıştır.
Watt, Hz. Osman
döneminde görülen toplumsal huzursuzlukların temelinde daha farklı bir sebebe
dikkatleri çekmektedir. O'na göre "Hz. Osman’a karşı girişilen harekette
umumi amil, önceleri bedevi olanların hayat tarzlarındaki toplu değişiklikti.
Bu insanların ataları ve bizzat kendileri, daha önceki yıllarda çölde develeri
güderek, Hz. Osman döneminde ve sonraları ise, diğer kabilelere ve komşu topraklara
akınlar yaparak yaşıyorlardı. Şimdi 36/656'dan itibaren onların askerliği
meslek edinmiş oldukları söylenebilir. Sınır bölgelerine yapılan askeri
seferler, daha geniş çapta olmakla birlikte, kabile tahriplerine benzedi, ama
bu insanlar, askeri seferlerden sonra kara çadırlara değil, şehir
ordugahlarının nispeten "lüks" hayatına döndüler" [94]. Bu ifadelerle Watt farklı bir
konuya temas ederek Hz. Osman döneminde görülen huzursuzlukların temelinde
toplumsal refahın birden bire yükselmesi bulunduğuna işaret etmektedir. Başka
bir deyişle, o insanların içinde bulundukları yeni iktisadi, içtimai, ve siyasi
yapıya intibaksızlığın [95] toplumsal
huzursuzluğa zemin hazırladığını ifade etmektedir.
Buraya kadar
zikrettiklerimizi gözönünde bulundurduğumuzda, Hz. Osman döneminde bir takım
huzursuzluklar görüldüğüne şahit olmaktayız. Bu dönem içinde görülen
huzursuzlukların temelinde iki faktörün yattığını görmekteyiz. Bunlardan biri, Hz.
Osman'ın şahsından kaynaklanan faktörlerdir ki bunların da başlıcaları, Hz. Osman'ın
cahiliyye ve islami dönemde idari tecrübesinin olmayışı, aile efradına ve
kabile mensuplarına hakettiklerinden fazla pay ve hak vermesi ve bütün bunların
yanında yumuşak huylu oluşu gibi özellikleri zikredilebilir. Hz. Osman'ın
kişiliğinin dışında bulunan sebepleri de toplumun daha önceki sosyal, kültürel
ve ekonomik yapısı ile Hz. Osman dönemindeki yapısının daha farklı oluşu ve bu
farklılığın topluma birden, kısa zamanda gelmesi ile izah edebilmek mümkündür.
Bütün bu
sebeplerin biraraya gelmesiyle meydana gelen toplumsal hareketlilik ileride
meydana gelecek olan toplumsal çatışmaları ve dolayısıyla itikadi ve siyasi
fırkaların zuhuruna sebep teşkil edecektir.
£_ HZ. ALİ VE HALİFELİK DÖNEMİ
Hz. Ali'nin künyesi
Ali b.Ebi Talib b. Abdu'l-Muttalib b. Haşim b. Abdimenaf b. Kusay b. Kilab
el-Kureşfdir.
Hz. Ali’nin babası
olan Ebu Talib'in ailesi kalabalıktı. Mekke'de de kuraklık olunca Hz. .Peygamber
ve amcası Abbas, Ebu Talib'e gelerek çocuklarından bazılarının geçimlerini
temin etmek suretiyle O'na yardımcı olmak istediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber
Hz. Ali'yi, Hz. Abbas'ta Cafer'i yanına aldı.
Hz. Peygamber'e
peygamberlik geldiğinde Hz. Ali henüz 13 yaşında bulunuyordu. O, Hz. Peygamber'e
inanan ilk çocuk oldu. Hz. Ali çocukluğunda da tıpkı büyüklüğünde olduğu gibi
şecaatli ve kahramandı. Hatta O'nun çocukluk günlerinde Hz. Peygamber'e
"Ey Allah'ın Peygamberi! senin yardımcın benim " dediği rivayet
edilir.[96]
Hz. Ali insanlık
özelliklerinin güzellerine sahip bir kişi idi. [97]
O'nun bu özelliğe sahip bir kişi olmasında Hz. Peygamberin terbiye ve
eğitiminden geçmiş olmasının şüphesiz etkisi vardır.
Üçüncü Halife Hz. Osman
döneminde çeşitli sebeplerle bir takım tatsız hadiselerin vukua gelmiş olması
ve bu hadiseler sonucunda isyancılar tarafından Hz. Osman'ın şehit edilmesi
sonucu topluma bir halife seçmek gerekiyordu. İsyancı guruplardan Mısırlılar Hz.
Ali'nin halife olmasını isterken, Kufeliler Zübeyr'in, Basralılar da Talha'nın
halife olmasını istiyorlardı. Aralarında bu konuda bir ihtilaf söz konusu idi.
İsyancılar bu ihtilafı kendi aralarında çözemeyince isteklerinden vazgeçerek,
Medine halkının seçtiği kişiyi kendilerinin de kabul edeceğini açıkladılar ve
Medine’lilere "sizin seçtiğiniz kişiye biz tabi olacağız" teminatını
verdiler. Bunun üzerine sahabe toplanarak, içlerinde Talha ve Zübeyr de olduğu
halde Hz. Ali'ye geldiler. O'na beyat etmek istediler. Hz. AJi kendisinin
halife olmasının şart olmadığını kimi seçerlerse ona beyat edeceğini ifade
etti. Bu grub
Hz. AIi'ye beyat etmek istediğini ve O'ndan
başkasına beyat etmeyeceğini ifade ettiler. [98]
Böylece Hz. AIi'ye beyat edilmiş oldu. O'na ilk beyat edenler arasında Talha ve
Zübeyr'in bulunması gelişen olaylar açısından dikkat çekicidir.
Hz. Ali halifeliğe
gelince, Hz. Osman tarafından tayin edilmiş, isyan ve fitnenin kaynağı olan
valileri görevden alarak ilk icraatına başladı. Bu konuda acele davrandığı
hususunda tenkitler ve tavsiyeler aldıysa da onlara kulak asmadı. Bu uygulama Hz.
Osman zamanında büyük servetler edinmiş valilerin öfkelerini arttırdı.[99] Bunlardan biri de şüphesiz
Suriye valisi olan Muaviye b. Ebi Süfyan'dı. Hz. Osman döneminde idari sahada büyük rahatlık
elde etmiş olan Muaviye Hz. AJi'nin uygulamalarından hoşnut olmadı ve O'nun
hilafetini kabul etmeyerek O'na karşı isyan etti.
Bu arada ona ilk
beyat edenlerden olup umdukları maddî beklentilere cevap bulamayan Talha ve
Zübeyr de Medinede bulunan Hz. Aişe'yi yanlarına alarak Hz. AIi'ye karşı cephe
oluşturdular. İleriki konularda genişçe ele almaya çalışacağımız Cemel Vak'ası
diye bilinen hadisenin tarihte vukuuna sebebiyet verdiler. Cemel Vak'asında
taraflardan birinin başında Hz. Ali, diğerinin başında ise Talha, Zübeyr ve Hz.
Aişe bulunmakta idi.
Bu üzücü hadiseden
sonra Hz. Ali, Muaviye'nin kendisine karşı isyan başlattığını ve savaş için
hazırlık yaptığı haberini aldı. Bu isyanı gelişmeden yok etmek isteyen Hz. Ali,
bastırmak istedi. Böylece iki ordu Sıffin denilen yerde karşı karşıya geldiler.
Hz. Ali'nin savaşı kazanması an meselesi
iken Muaviye'nin kurnaz danışmanı Amr b. el-As'ın fikri ile Tahkim hadisesi
vukua geldi. İslam Tarihinde hoş karşılanamayan bu olaylar sonucunda da ilk
itikadi fırka olarak telakki edebileceğimiz "Haricilik" zuhur etti.
Görülüyor ki, Hz. Ali
dönemi siyasi çalkantıların dorukta olduğu bir devirdir. Hz. Peygamber’den
sonra cahiliyye devri kültürünün etki ve uzantısı ile ortaya çıkan asabiyyet
gibi duygular yavaş yavaş hulusiyetini kaybeden kalblere girmeye başlamış bunun
sonucunda da zaman içerisinde Hz. Osman ve Hz. Ali döneminde, müslümanlar
tarafından hoş karşılanamayacak hadiseler zuhur etmiştir, Bu
hadiselerin bastırılmasında Hz. Ali'nin dirayet ve şecaat gibi vasıflan
yeterli olamamış, hadiselerin önüne de geçilememiştir.
Hz. Ali Ramazan 40/Ocak 661'de, arkadaşlannın
intikamını almak isteyen 3,1 bir harici olan Abdurrahman b. Mülcem
tarafından şehit edilmiştir.312
F.
SAKİFETÜ BENİ SAİDE OLAYI
VE CAHİLİYYE DÖNEMİ KÜLTÜRÜ
Hz. Peygamber
hayatta iken müslümanlar arasında itikadi bir problem görülmediği konusuna daha
önce değinmiştik. Çünkü inançlar kuvvetli, vicdanlar temizdi. İnsanlar
arasındaki birlik ve beraberlik bağı da buna paralel olarak kuvvetli idi. Aynca
ashab herhangi bir müşkille karşılaştığı zaman hemen Hz. Peygamber'e soruyor ve
hemen cevabını alıyordu. Böylece bir ihtilafa mahal brakılmadan müşkiller
hallediliyordu. Bunun için de Hz. Peygamber döneminde ihtilaflar açısından
herhangi ciddi bir meselenin meydana gelmediğini görmekteyiz.3,3
Sahabe döneminde
ilk ciddi ihtilaf, aslında çok basit gibi görünmesine rağmen, "Kırtas
Hadisesi" diye bilinen ve Hz. Peygamber'in hastalığının şiddetlendiği bir
anda vuku bulan hadisedir.314 Bununla ilgili olan bir rivayete göre Hz.
Peygamber, etrafında bulunanlardan kağıt-kalem istemiş; fakat yanındakiler
istekleri yerine getirme husususnda tereddüt göstermişlerdi. Bir kısmı kağıt ve
kalemin getirilmesi gerektiğini söylerken, içlerinde Hz. Ömer'in de 315
bulunduğu diğer bir gurup Hz. Peygamber'in bu isteği, hastalığının şiddetinden
dolayı yaptığını ifade etmiş ve bunun üzerine orada bulunanlar arasında farklı
görüşlerin ortaya atılarak tartışılmasına sebebiyet verilmiştir. Hz. Peygamber
bizzat kendisi, yanında münakaşa yapmalarının uygun olmayacağını ifade etmiş ve
bu problem orada halledilmiştir.316 Bu olayı daha sonra Şia kendi
lehine yorumlamış ve âdeta kehanette bulunurcasına, Hz. Peygamber'e kağıt ve
kalem getirilmiş olsaydı
311
K§I.W.Montgomery
Watt, fslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, s.49.
312
Kşl.Mesudi, Müruc
ez-Zeheb ,c. II, s. 411; Ahmet b. Ebi Yakub, Tarih el-Yâkûbî, c.ll, s. 212.
313
Kşl.Cihat Tunç,
Sistematik Kelam, s.6, Kayseri, 1994.
314
Kşl.E.Ruhi Fığlalı,
Imamiyye Şiası, s. 17, İstanbul, 1984.
3,5 Kşl.E.Ruhi
Fığlalı, Imamiyye
Şiası, s. 18.
316 Kşl.E.Ruhi
Fığlalı, Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri, s.29.
Hz. Peygamberin, Hz. Ali'yi halife tayin
edeceğini [100] iddia etmiştir. Bu iddia ne
derece sağlıklı olabilir? sorusuna müspet cevap vermek, normal mantıkla mümkün
olmasa gerektir.
Zikrettiğimiz bu
olay ashab arasında görülen ilk ihtilaf olmakla beraber Hz. Peygamberin
müdahalesi ile halledilmiştir. Halledilmeyen bir ihtilaf vardır ki, o da Hz. Peygamber'den
sonra kimin halife olacağı ve idareye kimin geçeceği konusudur. Şia
taraftarları bu konu ile ilgili kendilerine göre bazı yorumlarda bulunsalar da Hz.
Peygamber bu konuda herhangi bir sahabeyi tayin buyurmamış ve bu konuda Hz. Peygamber'den
herhangi bir nass ta rivayet edilmemiştir.
Hz. Peygamber vefat
ettiğinde cenazesi henüz kaldırılmamışken, Ensar Beni Saide gölgeliğinde
toplanmış ve aralarında halife seçimi yapma gayretine girmişlerdir. Bilindiği
gibi Ensar, Evs ve Hazrec olmak üzere iki kabileden müteşekkildi. Evs
kabilesinin reisi Beşir b Sa’d, Hazrec kabilesinin reisi de Sa'd b. Ubade idi.
Sa'd b. Ubade yaşlı ve hastalıklı bir insan olmasına rağmen hilafette Ensar'ın
adayıdır.[101] Evs kabilesi de Onu destekler
durumdadır. Aslında Evs ve Hazrec cahiliyye döneminde birbirine düşman iki
kabiledir. Cahiliyye döneminde zaman zaman bu kabileler arasında harpler de
olmuştur. Buna rağmen Hazrec kabilesinin adayını desteklemeleri, onların
muhacirlere karşı bir tavır aldıklarını, ensardan olmaları sebebiyle bu yolda
birleşiverdiklerini göstermektedir. Daha önce örneklerini sunduğumuz gibi,
islami dönemde tahrik edildikleri zaman eski düşmanlık duygularının kabardığına
da şahit olunmuştur. Bu konu ile ilgili örnekleri çalışmamızın daha önceki
kısımlarında verdiğimiz için burada tekrar etmemize gerek olmadığı
kanaatindeyiz. Kabileler arasında görülen bu rekabet duygusunu Muhacir ve Ensar
İkilisi arasında da görmek mümkündür. Nitekim onların da tahrikler sonucu zaman
zaman karşı karşıya gelebildikleri fakat Hz. Peygamber tarafından bu tür tatsız
hadiselerin önlendiği bilinmektedir.[102]
Hz.
Peygamber vefat eder etmez yeni bir halife seçmek gayesi ile Ensar'ın Beni
Saide Gölgeliğinde toplanmış olması, aralarında bir kişiyi halife adayı
seçmeleri Ensar'ın bu işe daha önceden hazırlıklı olduğu izlenimi vermektedir.32"
Nitekim hilafet meselesi bütün müslümanları ilgilendiren bir konudur. Böyle bir
meselenin müslümanların ortak karan ile çözümlenmesi gerekir ve bunun da en
uygun yol olduğu düşünülür. Fakat Ensar böyle yapmamış hatta bundan
kaçınmıştır. Hz. Peygamberin yakınları
henüz cenaze ile meşgul olurken onlar kendi kendilerine halife seçimi yapmaya
çalışmışlardır. Ensar'ın bu konuda aceleci bir tavır içerisinde görülmesi bize
göre İslam öncesi arap kültürünün bir tesiri ve uzantısı şeklinde izah
edilebilir. Daha önce de değindiğimiz gibi Evs'le Hazrec'liler ve genel olarak
Ensar'la da Muhacir arasında bir üstünlük yarışının sürdüğü muhakkaktır.321
Evs kabilesi kendi başına bir üstünlük sağlayamayacağını anlayınca, Ensar da
birleşmek suretiyle muhacirlere karşı üstün olma gayreti içine girmiş olabilir.
Ensar bu yarıştan galibiyetle çıkabilmek için böyle aceleci bir tavır içerisine
girmiş olabilir.
Yukarıda
da değindiğimiz gibi, Hz. Peygamber'in cenazesi henüz kalkmadan Ensar Beni
Saide gölgeliğinde Sa'd b. Ubade'yi halife seçmek için toplanmıştı. Sa'd b.
Ubade hastalıklı ve yaşlı olduğu halde halifeliğe aday olmuştu. Hatta bu
toplantıda Ensar'ın faziletlerinden, dolayısıyla hilafetin onların hakkı
olduğundan bahsediyordu. Ensar'ın bu faaliyetinden haberdar olan Hz. ömer, Hz. Ebu
Bekir'e durumu anlattı. Ensar'ın Sa'd b. Ubade'yi halife seçeceğini ve orada
bulunan kişilerin en ılımlılarının fikirlerinin "bir halife Muhacirden bir
halife de Ensar'dan olsun" şeklinde olduğunu bildirdi. Hz. Ebu Bekir ve Hz.
ömer yanlarına yolda karşılaştıkları Ubeyde b. Cerrah'ı da alarak toplantı
mahalline yöneldiler.322
Hz.
Ebu Bekir topluluğun yanına gelince, söz
aldı ve Ensar'a bir konuşma yaptı. Konuşmasında nasihat babından bazı ayetler 323
okudu. Hz. Ebu Bekir, putperestliğin araplarca kabul gördüğü için atalarının
dinini brakmakta güçlük çektiklerini, Hz. Peygamber'in kavminden olan ilk
muhacirlarin O'na iman ettiklerini ve hiç bir yardımı esirgemediklerini,
onunla, birlikte kavminin şiddetli eza ve cefalarına dayandıklarını,
kendileriyle alay edilmesine aldırmadıklarını,
320
Kşl.E.Ruhi Fığlalı,
"HariciUğin Doğuşuna Tesir Eden Sebepler" Ankara Ön. il. Fak. Der.
c.XX, s.221.
321
Kşl. Ahmet Akbulut,
Sahabe Devri Siyasi Hadiselerinin Kelaml Problemlere Etkileri, s.57.
322
Kşl. Taberijarih-İ
Taberi, c.lll,s.219.
323
10.
Yunus/18,39.Zümer/3.
düşmanlarının sayıları çok, kendileri az olduğu
halde eziyetlere tahammül edip korkmadan, yılmadan sabır gösterdiklerini,
yeryüzünde Allah'a ilk ibadet edenlerin muhacirler olduğunu ve Hz. Peygamber'in
dostlan, akraba ve kavmi oldukları için hilafetin onların hakkı olduğunu, bu
konuda onlarla ancak zalim olanların mücadele edebileceğini, halbuki Ensar'ın
fazilet ve üstünlüğünün inkar edilemeyeceğini, ilk muhacirlerden sonra Ensar
derecesinde şeref sahibi kimse bulunmadığını belirtti ve sözlerini şu şekilde
bitirdi. "Bizler Emir, sizler de Vezirlersiniz. Sizden başkası ile
istişarede bulunulmaz. Sizin fikriniz alınmadan hüküm verilmez"[103]
Hz. Ebu Bekir'in ardından Hubab b. Munzir b. Cümûh
söz alarak konuştu ve sözünün sonunda "Bir emir sizden bir emir bizden
olsun" [104] teklifinde bulundu.
İbn Munzır'a cevap
mahiyetinde Hz. ömer bir konuşma yaptı ki, bu konuşma ihtilafın çözülmesi
açısından ve toplum kültürünün değerlendirilmesi açısından önemlidir. Hz. ömer
şöyle demiştir. "Heyhat! ( boşuna uğraşmayın ) iki kişi aynı anda halife
olamaz. Allah'a yemin ediyorum ki, Araplar sizden olacak bir emir’e nza
göstermezler. Çünkü Peygamber sizin kabilenizden değildi. Onlar ancak içinden
nübüvvetin çıktığı kabilenin emirliğini kabul ederler."[105]
Hz. Ömer'e ait olduğu rivayet edilen bu cümleler
de bize gösteriyor ki, Hz. ömer halife olacak şahsın kişisel özelliklerinin
dışında toplumsal özelliklerinden bahsetmekte, halife olacak kişinin belli bir
kabileye mensubiyetine işaret etmektedir. Bu durum da bize gösteriyor ki islami
dönemdeki müslüman toplulukların hafıza ve bilinç altlarında hâlâ eski
kültürlerinin izleri ve etkisi vardır. Bilinmektedir ki, cahiliyye dönemi
dediğimiz eski arap toplumu kültüründe kabile esası ve kabilecilik ruhu
hakimdi. Sahabe olarak nitelendirdiğimiz insanların zihinlerinde de üzeri
küllenmiş bir şekilde de olsa, o kültürün devam ettiği ve ölmediği
görülmektedir. Hz. Ömer'de bu toplumsal
gerçeği görerek toplulukta bulunan insanlara da bunu göstermiş onların
dikkatlerini bu konuya çekerek ikna etme yoluna gitmiştir.
Hz. ömer'den sonra
tekrar söz alan Hubab b. Munzir, Hz. ömefin fikirlerine karşı çıkarak Ensar’a
seslenmiş ve hilafete Ensar'ın daha layık olduğunu ifade
etmiştir. Fakat çabasında bir neticeye
ulaşamamaktır.327
Bunun üzerine
Ensar'dan Evs kabilesinin reisi Beşir b. Sa'd ayağa kalkarak söz almış ve
Ensar'a medh-u senada bulunarak seslenmiş, sözünü de şöyle tamamlamıştır:
"Ey Ensar Topluluğu... Dikkat edin Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)
Kureyş kabilesindendir ve Onun kavmi halifelik hususunda daha evlâ ve bu konuya
daha müstehaktır... Allah'tan korkun, onlara muhalefet etmeyin ve bu konuda
onlarla münakaşa etmeyin." 328
Beşir b. Sa'd'ın bu
sözlerinden sonra Hz. Ebu Bekir söz alarak "İşte Ömer, işte Ebu Ubeyde
hangisini isterseniz ona beyat edin" 329 demiştir. O ikisi ise
"Allah'a and olsun ki sen hayatta bulunduğun sürece biz bu vazifeye talip
olmayacağız. Çünkü sen muhacirlerin en faziletlisi, mağarada bulunan iki
kişiden biri ve namazda Rasulullahın halifesisin... uzat elini sana bey'at
edelim diyerek Hz. Ebu Bekir tarafına yürüdüler, fakat Beşir b. Sa'd o
ikisinden daha hızlı davranarak onlardan önce bey'at etti.330
Ensar'dan Sa’d b.
Ubade’nin reisliğini yaptığı Hazrec kabilesi, Evs kabilesi reisi Beşr b.
Sa'd'ın ve ona tâbi olanların yaptığı hareketi hoş karşılamadılar. Evs
kabilesine mensup Esyed b. Hudayr isimli bir kişi: "Allah'a yemin olsun ki
Hazrecliler bir defa emirliğe geçerlerse bu fazilet daima onların elinde kalır
ve asla bir daha bize bundan pay ayırmazlar, bunun için ayağa kalkın ve Hz. Ebu
Bekir'e bey'at edin." 331 demiştir. Bunun üzerine Evs'liler
ayağa kalkarak hep beraber Hz. Ebu Bekir'e bey'at ettiler. 332
Böylece Hz. Ebu Bekir, Hz. Peygamberden sonra İslam aleminin ilk halifesi oldu.
Hazrec reisi Sa'd
b. Ubade kendisinin değil de HzEbubekir’in halife
seçilmesine sinirlendi. Orada bulunan diğer müslümanlara
birtakım hakaretlerde
bulundu. Bunun üzerine onu kendi haline bıraktılar.
Artık bu olaydan sonra onlarla
birlikte beş vakit namaz kılmadığı gibi, cuma
namazlarına da gitmedi, hacda da
onlarla birlikte görülmedi Hatta HzEbubekir vefat
edinceye kadar da bu durum
böyle devam etti. Hz. Ömer halife olunca Şam'a gittiği orada ölene
kadar kimseye
m Kşl. Taberi Tarih-i Taberl, c.lll, s. 221.
•328 Y'dbofi 3 qc
fil s 22 i
328
Taberi, a.g.e, c.lll, s.222; Ahmet b. Ebi Yakub, Tarih el-Yakubı,
c.ll.s. 123.
330
Kşl.Taberi, a.g.e,
c.lll, s.221; Ahmetb. Ebi Yakub, a.g.e, c.ll.s. 123.
331
Taberi, a.g.e,
c.lll,s.222.
332
Kşl.Taberi,a.g.e,
c.lll, s.222.
bey'at etmediği rivayet edilir.[106]
Sakife olayı diye bilinen
Beni Saide Gölgeliğinde cereyan eden ve Hz. Ebubekir'in halife olmasıyla
sonuçlanan bu olay itikadi fırkaların menşe'i açısından İslam mezhepleri
tarihinde büyük bir önemi haizdir. Bu olay müslümanlar arasında ilk ciddi
tartışma olması ve itikadi fırkaların doğmasına zemin hazırlaması açısından da
önemlidir. Çünkü itikadi fırkaların doğuşunda daha önce de zikri geçtiği gibi
temel iki sebeb vardır. Bunlardan biri, insan unsurudur. Her devirde ve her
toplumda görülmesi mümkün olan, insanların yükselme arzuları, makam hırsları,
kin ve nefret duygularını burada zikredebiliriz.. Diğeri de Özellikle bahsi
geçen toplumda görülen, ve kaynağı cahiliyye dönemi kültürüne dayanan kabile
asabiyyeti ve kabilecilik ruhudur. İslam tarihinde itikadi fırkaların doğmasına
sebebiyet veren düşmanlıkların ve savaşların kaynağını genelde bu iki nedende
aramamızın uygun olacağı kanaatindeyiz. Dolayısıyla itikadi fırkaların oluşum
nedenlerini iki ana maddede aramak gerekir. Bu maddelerin İkincisi olarak
zikrettiğimiz kabile asabiyyeti ve ruhu Beni Saîde gölgeliğinde de kullanılmış
ve sonuca ulaşmıştır. Aslında Beni Saide gölgeliğinde kabilecilik ruhunu
kullanma yöntemi geçici bir çözüm getirmiş gibi görünse de daha sonraki
yıllarda gelişen olaylarla birlikte İslam âleminde müslümanlar için kapanması
zor yaraların açılmasına sebebiyet verilmiştir.
Beni Saide Gölgeliğinde
kabilecilik ruhunun veya duygusunun nasıl kullanılddığı konusuna; olayı genel
hatlarıyla gözönünde bulunddurarak değinirsek daha müşahhas ve isabetli olacağı
kanaatini taşımaktayız.
Konunun
akışı içerisinde zikrettiğimiz gibi, Hz. Peygamberin cenazesi henüz ortada iken, Ensar
Beni Saide Gölgeliğinde kendilerinden birini halife seçmek için toplanmıştı[107]Bu toplantının sebebini acaba
ne ile izah edebiliriz? Sahabe arasında Ensar, sorumluluk duygusu en gelişmiş
olan topluluk mudur? Yoksa Ensar kendileri haricindeki müslümanların böyle bir
konuyu çözümleyebilecek ’ kapasiteleri olduğuna inancı mı yoktur? veya Ensar
sahabenin diğer topluluklarından birşeyler mi kaçırmak istemektedirler? Bize
göre Sakife olayının aydınlığa kavuşabilmesi ve devrin insanlarının düşünce
yapılarının ve zihniyetlerinin çözümlenebilmesi için bu sorulara cevap
bulunması gerekmektedir.
Diğer müslümanların
böyle önemli bir konuyu çözümleyebilecek kapasiteleri olup olmadığı hususunda
Ensar'ın şüpheleri olamazdı. Nitekim o kimseler içerisinde Hz. Ebu Bekir, Hz. ömer
gibi daha nice dirayetli ve idarecilik yeteneği tartışılmayan bir çok sahabi
vardır. Bize göre Ensar, sahabe arasında sorumluluk duygusu en gelişmiş topluluk
ve müslümanların başsız kalmalarından korkan, onların istkballerini daha
aydınlık yarınlara hazırlama gayreti içinde olan topluluk da değildir. Çünkü
gerçekten böyle bir düşünceleri olmuş olsaydı, müslümanların tamamını
ilgilendiren bir konuda müslümanların tamamı ile istişare yaparak, onların da
görüşlerini alırlar ve olayı bu şekilde çözümleme yoluna giderlerdi. Oysa onlar
bunu yapmamışlar aksine kendi aralarında toplanarak bir aday belirlemişler ve
onu tüm müslümanların başına lider yapma gayreti içine girmişlerdir. Biz
onların bu gayretlerini ancak cahiliyye devri kültüründen kaynaklanan kabile
asabiyyeti ve kabilecilik ruhu olarak izah edebilmekteyiz. Çünkü, bilinmektedir
ki, Medine'li olup Ensar diye nitelendirilen kimseler Evs ve Hazrec olmak üzere
iki kabileden müteşekkildir. Bu iki kabile İslam öncesi cahiliyye devrinde
birbirlerine karşı düşmanlık hissi beslemelerine ve rekabet duygusu içinde
yaşamalarına rağmen Beni Saide Gölgeliğinde Mekke'li Muhacirler karşısında
adeta ittifak kurmuşlar, sanki onlardan ve tüm müslümanlardan bir şeyler
kaçırma gayreti içinde oldukları görüntüsünü vermişlerdir. Bunun sebebini biz
Ensarla Muhacirler arasındaki üstünlük sağlama duygusunda aramalıyız. Bu
üstünlük sağlama duygusunun yanında Medine'deki iki kabile arasında kabile
asabiyyetinden kaynaklanan İslam öncesindeki çekişme de gözden uzak
tutulmamalıdır. Gelişen olaylar bize Ensar ve Muhacir arasındaki üstünlük
sağlama düşüncesinin bir an için kabileler arasındaki rekabet duyusu kadar
güçlü olmadığını göstermektedir. Eğer Muhacir-Ensar rekabeti Ensar arasındaki
Evs-Hazrec rekabetinden daha üstün ve sağlam olsaydı; Ensar*dan olan Evs
kabilesinin reisi Beşir b. Sa'd'ın Hz. Ebu Bekir'e bey'at etmemesi gerekirdi.
Halbuki Beşir b. Sa'd, Muhacirden dahi hızlı davranarak herkesten önce Hz. Ebu
Bekir'e bey'at etmiştir.335 Bunun sonucunda da Hazrec kabilesinin ve
reisi 335 Kşl.Taberi,
Tarih-i Taberi, c.lll, s.221.
durumundaki Sa'd b. Ubade'nin hilafeti
gerçekleşmemiş ve neticede Hazrec kabilesi Evs kabilesi karşısında bir üstünlük
sağlayamamıştır.
Bu olayda Evs
kabilesi mensupları kendi kültürlerinin düşünce sistemleri içerisinde adeta iki
toplum karşısındaki istikbale yönelik ezilmişliklerinden veya daha uygun bir
ifade ile alt tabakada oluşlarından birini yani Hazreclilerdense Muhacir
karşısında daha alt bir tabakada olmayı ve onların buyruğu altında yaşamayı
kabul etmişlerdir.
Beni Saide
Gölgeliğinde Evs kabilesinin lider olma şansı yoktu. Liderliğe iki aday vardı.
Bunlardan biri Hazrec diğeri de Muhacirlerdi. Evs'Iiler Muhacirleri
destekleyerek çok eski rakipleri için kendilerine karşı üstünlük vesilesi
olabilecek hilafeti onlara vermemişler veya bunun gerçekleşmesini, Ebu Bekir’e
bey'at ederek önlemişlerdir. Böylece üstünlük ve faziletin Hazrec'dense
Muhacirlerde kalmasını tercih ve temin etmişlerdir.
Gelişen bu olaylar
daha önce de zikrettiğimiz gibi, Hz. Ebu Bekir’le Hz. ömer'in toplum yapısını
çok iyi bildiklerini ve bu sebeple en müspet kişiyi halife olarak kabul
ettirebilme başarısını gösterebildiklerini izhar etmektedir. Hz. .Ebu Bekir de Hz. Ömer gibi, Ensar’a karşı
yaptığı ilk konuşmasında Hz. Peygamber'in üstünlüğü hususunda şüphesi olmayan
insanlara, halifenin Hz. Peygamber’in kabilesinden olması gerektiğini 336
söylemiş böylece kültür ve düşünce sisteminde geniş bir yer kaplayan
kabilecilik duygu ve düşüncesiyle onları ikna etme yoluna gitmiştir.
Burada gözden
kaçırılmaması gereken bir husus vardır ki, o da Hz. Ebu Bekir'in üstünlük ve
fazilet peşinde olmadığı, daha açık bir ifade ile halifelik peşinde
olmadığıdır. O'nun gayesi İslam toplumunda herhangi bir huzursuzluğa sebebiyet
verilmeden bütün müslümanların kabul edebileceği şekilde hilafet meselesini
çözümleyebilmektir. Bütün gayret ve çabasının bu doğrultuda olduğunu gelişen
olaylar bize göstermektedir. Nitekim Hz. Ebu Bekir'in müslümanlara, Hz. Ömer ve Ebu Ubeyde'yi göstererek ikisinden
birine bey'at etmelerini istemesi
337
bizim konu ile
ilgili iddiamızı destekler mahiyettedir. Hz. ömer ve Ebu Ubeyde, Hz. Ebu
Bekir'in bu işe daha layık olduğunu ifade ederek O’na bey’at etmişlerdir.
338 Kşl.Taberi, Tarih-i Taberi, c.lll, s.220.
337 Kşl. Taberi, a.g.e, c.lll,
s.221.
Hz. Ebu Bekir
müslümanların selameti için Ensar'ı ikna etme amacıyla Ensar'ın düşünce
yapısındaki kabilecilik anlayışından istifade ettiğini, Hz. ömer’in de aynı
yöntemi kullandığını zikretmiştik. Hubab b. Munzir "Bir emir sizden bir
emir de bizden olsun" 3,# dediğinde de Hz. Ömer, Arapların
Kureyş dışında bir halifeyi kabul etmeyeceklerini söylemiş, bunun sebeplerini
de zikrederek müslümanların istikbali ile ilgili duymuş oldukları endişeli
durumun gerçekleşmemesi için çaba sarfetmişti. Sonuçta hem Hz. Ebu Bekir hem de
Hz. Ömer insanların kültür ve düşünce yapıları
doğrultusunda en olgun ve en uygun kararın verilmesine yardımcı olmuşlardır.
Görülüyor ki Beni
Saide Gölgeliğinde kabilecilik ruhu veya duygusu zamanın şartlan içinde en
mükemmel sonucu verirken daha sonra gelişen olaylarda mesela Sıffin savaşında müslümanları
birbirlerine düşman yaptığı, onları bölüp parçaladığı ve fırkalaşmalara zemin
hazırladığı ileri sürülebilir.
Bizim çalışmamız
açısından önemli olan nokta; Ensarın özellikle Hazrec kabilesi taraftarlarının
ve Sa’d b Ubade’nin davranışları gözönünde bulundurulduğunda bu insanların
islamın ideal insan olma vasıflarına sahip olamadıklarıdır. Çünkü İslam,
Peygamberin mübarek vücudu ortada dururken makam mevki hırsı ve bunun için
basamak yapılan asabiyyet duygusuyla hareket etmeyi, bütün müslümanları
ilgilendiren bir meselede o müslümanların onayını almaksızın hareket etmeyi hoş
görmez. Halbuki bu insanlar, konumuz içerisinde de değindiğimiz gibi, Ensar
topluluğunun tamamının bile gönül rızasını almaksızın hilafet gibi, bütün
müslüman toplumun meselesi hakkında hüküm vermeye icraat yapmaya kalkışmışlar
ve sonuç almaya çalışmışlardır. Başarı kendilerinden yana olmayınca da hiç hoş
olmayan tavırlar içerisinde bulunmuşlardır. Bu meyanda, müslümanların Allah
katında hem maddi hem de manevi eşitliğini sağlayan namazda dahi onların
arasında görülmemişlerdir.
İşte bu tavırların altında yatan sebeb dinin ihyâsı ve emirlerinin
korunması elbetteki değildir. Bunun altında iki temel sebeb olabilir.
Birincisi, insanın şahsi ihtirası, İkincisi de kabilesinin diğer kabileler
üzerindeki hakimiyetinin ağlanması duygusu. Bu her iki sebeb de her insanda
olabileceği gibi, bunların meşru şartlar [108]
dahilinde hoş görülmesi gerekir. Aksi takdirde calıiliyye kültürünün etkisi
haricinde birşeyle izah edilemez. Nitekim, özellikle Sa'd b. Ubade’nin
tavırlarının da başka bir tarzda değerlendirilmesi pek yakın ihtimal gibi
durmamaktadır. Bunun için diyoruz ki, Sakifetü Beni Saide hadisesinde cahiliyye
dönemi kültürünün etkisini görmek mümkündür.
6- CEM EL VAK'ASI VE
CAHİLİYYE
DÖNEMİ A RİP KÜLTÜRÜNÜN ETKİSİ
Cemel vak'ası, Hz. Ali'nin
hilafeti döneminde cereyan eden, sebep ve sonuçları açısından müslümanlar
arasında hayretle karşılanabilen bir olaydır. Zira, Hz. Peygamber’in ahirete
intikalinden sonra uzun bir zaman geçmeden böyle bir acı olay vukua gelmiştir.
İslam tarihinde görülen bu ve bunun gibi olayların ilk defa ortaya çıkışı bir
tesadüf eseri Hz. Ali'nin hilafet dönemi
olmakla beraber, bu tür olayların sadece Hz. Ali’nin şahsından kaynaklandığını
ileri sürmek pek mümkün değildir. Bu tür olayların daha önceden filizlendiğini
kişisel kin, ihtiras ve asabiyyet gibi duyguların da etkisiyle Hz. Ali
döneminde toplumsal bir facia şeklinde ortaya çıktığını söyleyebiliriz,
özellikle Hz. Osman döneminde bu tür olaylara sebebiyet veren duyguların
kamçılandığını ve bunun da olayların gelişini hızlandırdığını görmekteyiz.
Daha önceden de
zikrettiğimiz gibi, Hz. Osman her tarafta nizam, intizam ve asayişin hüküm
sürdüğü bir devletin başına geçmişti. Aslında böyle bir devleti idare etmek,
mevcut düzeni koruyabilmek açısından daha kolay olabileceği düşünülse de Hz. Osman’ın
cahiliyye döneminde de, islami dönemde de idarecilik tecrübesinin olmayışı 339
ve samimi duyguların yakın çevresi tarafından sûi istimal edilişi gibi sebepler
sonucunda mevcut düzen korunamamış, toplumda hoş karşılanmayan bazı durumlar
görülmeye başlanmıştır. Sonuçta bunun da önüne geçilememiştir. Hz. Peygamber ve
ilk iki halife dönemindeki toplumsal sâfıyetin bozulması sonucu itikadi
fırkaların doğmasını neticelendirecek bazı siyasi hadiseler toplumda kendini
göstermiştir. Bu konuda ilk siyasi ve en büyük olay şüphesiz 3. halife Hz. Osman'ın
şehit edilmesi olayıdır.
wt Kşl. Ahmet
Akbufut, Sahabe Devri Siyasi Hadiselerinin Kelaml Problemlere Etkileri, s. 165.
Cemel
vak'asının daha iyi kavranabilmesi, sebep ve sonuçlarının daha iyi ortaya
konulabilmesi, varsa cahiliyye kültürünün etkilerinin değerlendirilebilmesi
için Hz. Osman dönemindeki toplumu ve bu dönemde idareci sınıfinı daha iyi
tanıyabilmek gerektiği kanaatindeyiz.
Yukarıda
da zikrettiğimiz gibi Hz. Osman ne cahiliyye döneminde ne de islami dönemde
idarecilik tecrübesi olmayan yaşı da ilerlemiş bir kişidir. Ayrıca Hz. Osman'ın mensubu bulunduğu Ümeyyeoğullarına
karşı düşkünlüğü ve yumuşak huylu olması gibi, yönetimde boşluk doğurabilecek
bazı zaaflarının da var olduğu bilinmektedir. O, kanaatimizce iki nedenden
dolayı yakın çevresindeki insanları idarede söz sahibi yapmış ve idareye o
kimseleri getirmiştir. Kendi özel katibi Mervan'da 340 bunlardan
biridir.
Yakınlarını
idari makamlara getirme sebeplerinden birincisi, onun fıtratından kaynaklanan,
tabiatında bulunan, yakınlarına ve akrabalarına, ailesine düşkün olmasıdır. Bu
durum sadece onun tabiatından mıdır? Yoksa İslam öncesi düşünce yapısının bu
konuda bir etkisi var mıdır? sorusuna kesin çizgilerle bir cevap vermemiz
mümkün olamamaktadır. Fakat yakınlarına olan düşkünlüğü, belki onun Emevi
sülalesine fazla önem vermesinden ileri geliyor diye düşünülebilir. Ayrıca Hz. Osman'ın
yakınlarına düşkün olmasının ikinci sebebi, onlara güvenmesi, itimad etmesi ve
devlet idaresini daha samimi bir ortamda ve emniyet içerisinde 341 gerçekleştirebileceği
düşüncesidir. Hz. Osman'ın aslında samimi olan bu düşüncesi ona ve topluma pek
hayır getirmemiş, Emevi sülalesinin siyasi ihtirasları yüzünden ortaya çıkan
fitne, Hz. Osman'ın şehid edilmesinden sonra İslam toplumunu sarsmak emeli
peşinde koşanlar için müsait zemini hazırlamış oldu. 342 Bütün
bunlar sonucunda da toplumun tepkisi onun şahsına yöneldi. Halkın ve özellikle Hz.
Aişe343, Talha ve Zübeyr gibi bazı sahabenin Hz. Osman'ın hilafetinden hoşnut kalmamasına sebep
olmuştur.
Bilindiği
gibi, cahiliyye arap toplumunda sistemli bir devlet teşkilatından bahsedebilmek
pek mümkün değildir. En geniş yönetim kabile yönetimidir. İnsanların
zihinlerindeki en büyük idareci de kabilenin idarecisi olan kabile
340
Kşl.Ahmet Akbulut,
Sahabe Devri Siyasi Hadiselerinin Kelam! Prob. Et s. 165.
341
Kşl.W.Montgomery
Watt, İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, s. 13.
342
Kşl. Cihat Tunç,
Sistematik Kelam, s. 7.
343
Kşl. İrfan Ayçan,
Saltanata Giden Yolda Muavlye Bin Ebi Süfyan, s. 117.
reisleridir. Bu zihniyet yapısına sahip olan
insanlar kendi idarecilerinin dışında idareci tanımak istemezler. [109] Cahiliyye Döneminde idarede
etkin olan Ümeyyeoğulları da kendi üstlerinde başkalarının varlığını kabul
etmek istememişler, Hz. Osman halife olunca bütün topluma hakim olmak
istemişlerdir. Bu istek, cahiliyye kültür yapısı gözönünde bulundurulduğunda
gayet normal bir davranış ve düşünce yapısı olarak görülebilmektedir. Çünkü
Ümeyyeoğulları müslümanların hicretinden sonra özellikle yönetimin tek sahibi
olmuşlar, adeta Mekke’nin tek sorumluları olarak kendilerini görmüşlerdir.
İdarecilik ve üstünlüğün vermiş olduğu hazzı tadan bu insanlar son ana kadar da
müslüman olmamışlardır. Ümeyyeoğulları Hz. Osman'ın halife olmasını ve onun
kişisel zaaflarını fırsat bilerek yönetimde eski üstünlüklerini sağlayabilme
gayretleri içine girmişlerdir. Medine de dahil bir çok vilayette, yoldan
geçerken "savulun" diyerek insanları tahkir etmişlerdir.[110] İşte bunun gibi hareketlerle
hakarete uğrayan halk, yönetime ve dolayısıyla yönetimin başı olan Hz. Osman'a tepki duyar olmuştur.
Hz. Osman'a duyulan
tepkinin kaynağı hususunda farklı bir boyuta Watt şu cümleleriyle işaret
etmektedir. "Hz. Osman'a karşı girişilen harekette umumi amil önceleri
bedevi olanların hayat tarzlarındaki toplu değişikliktir. Bu insanların ataları
ve bizzat kendileri, daha önceki yıllarda çölde develeri güderek, şimdi ve
sonraları ise diğer kabile ve komşu topraklara akınlar yaparak yaşamışlardı.
Şimdi ise onların 36/656'dan itibaren askerliği meslek edinmiş oldukları
söylenebilir. Sınır bölgesine yapılan askeri seferler, daha geniş çapta olmakla
birlikte, kabile tahriplerine benzedi, ama bu insanlar askeri seferlerden sonra
kara çadırlara değil, şehir ordugahlarının nispeten lüks hayatına
döndüler".[111] Bu cümlelerden sonra yine
Watt, meselenin kökünü şöyle izah etmektedir. "Meselenin kökü onların
kendilerini içinde buldukları yeni iktisadi, içtimai ve siyasi yapı idi, fakat
onlar, bu yeni yapıya henüz intibak edememişlerdi. Bu şartlarda hissi
gerginlikler, patlama noktasına ulaşıncaya kadar yükselmeye devam
etmişti." [112] Görülüyor ki Watt, toplumsal
felaketlerin kökünde toplumun birden refah seviyesinin yükselmesinin bulunabileceğine
işaret ederek değişik bir açıdan konuya yaklaşmış olmaktadır.
Toplumun
patlamasında Hz. Osman'dan veya onun idareciliğinden kaynaklanan,
zikrettiklerimizin haricinde başka sebepler de zikredilmektedir. Bu konuda
Yaşar Kutluay " Taife nefyedilmiş ( sürgün edilmiş ) olan Hakem b. el-As'ı
Medine'ye getirerek kendisine Beytü'l-Mal'den yüz bin dirhem, oğlu Haris'e
Medine çarşısının Uşr'unu , Mervan'a İfrikiyye vilayeti gelirlerinin hums'ıınu
vermesi, seferlere iştirak etmeyen bazı yakınlarına harp ganimetlerinin
taksiminde hisse vermesi, iş başında bulunan bazı sahabeyi vazifelerinden
alarak yerlerine kendine yakın akrabasını tayin etmesi" [113] gibi olayları zikrederek
toplumda görülen huzursuzlukların temelinde yatan sebeplere işaret etmiştir.
Hz. Osman'ın başarısız olduğu ve sonuçta halkı
galeyana getiren diğer bir sebep Ubeydullah b. Ömer örneğinde olduğu gibi
Kufan'ın emrettiği cezaların icrasında başarısızlığa düşmesidir. Ubeydullah b.
Ömer meselesi, Hz. Osman hilafete geçtiğindeki en önemli mesele idi. Hz. ömer'in
yaralanmasından sonra, Hz. Ebu Bekir'in oğlu Abdurrahman, Hz. ömer’in oğlu
Ubeydullah'a Ömer’in katili Ebu Lü'lü'yü Hürmüzan ve Cufeyne ile birlikte
gördüğünü haber vermişti. Bunun üzerine Ubeydullah b.ömer intikam hırsıyla
Hürmüzan'ı, Cufeyne’yi ve Ebu Lü’lü'nün kız çocuğunu öldürdü. Hatta Ubeydullah,
yaptığından pişman olacağı yerde, "öldürmedik hiç bir acem
bırakmayacağım" şeklinde beyanda dahi bulundu.[114]
Hz. Osman bu olayı dini değil tamamen siyasi bir hadise gibi düşündü ve idari
insiyatifıyle meseleyi çözümlemeye çalıştı. Halbuki Hz. Osman bu konuda ashabın
ileri gelenleri ile de istişare etmiş ve görüşlerini de almıştı. Çoğunluğun
görüşü Ubeydullah'ın kısasen öldürülmesi yönünde idi. Fakat halife kısas
yapmadı, hatta onun adına diyet ödedi [115]
ve Ubeydullah'ı şu cümleleriyle savundu: "Hürmüzan bir müslümandır varisi
yoktur. Varisi olmayanın varisi tüm müslümanlardır. Ben de sizin imamınızım,
bundan dolayı Ubeydullah'ı affettim"[116]
Bu sözler sahabeyi ve özellikle Hz. Aişe, Hz. .Ali başta olmak üzere
ashabın ileri gelenlerini kızdırmış ve Hz. Osman'a karşı soğukluk beslemelerine
sebep olmuştur. Bu ve bunun gibi zikrettiğimiz ve zikredemediğimiz olaylardan
rahatsızlık duyan ashab, Halife'yi uyarmayı kendilerine vazife bilmişlerdir. Bu
konuda sorumluluk duygusu taşıyanlardan biri şüphesiz Hz. .Ali'dir. Hz. Ali
konu ile ilgili olarak oğlu Hasan'ı halifeye göndermiş ve ona halkın halife
hakkında duydukları endişeleri bildirmesini istemiştir. Bu uyarı karşısında
sinirlenen Hz. Osman, Hz. Haşan'a
"Baban zannediyor ki, hiç bir kimse yaptığım bilmiyor; fakat biz ne
yaptığımızı biliriz"demiştir.352 Böyle sert bir tepki ile
karşılaşan Hz. Ali'den şüphesiz bunun ötesinde daha ileri bir tavır
beklenemezdi. Nitekim o da bu olaydan sonra Hz. Osman'ın icraatları karşısında sessizliğini
muhafaza etmiştir.
Hz. Osman'ın uygulamalarından hoşnut olmayan bir
diğer kişi de Ümmü'l-Müminin Hz. Aişe'dir. Hz. Aişe'de, Hz. Osman'ın bazı
uygulamalarından dolayı O'nu uyarmıştır. 353 Hatta Hz. .Aişe, Hz. Osman'ın
uygulamaları sonucu o kadar sert düşüncelere sahip olmuştur ki,
uygulamalarından dolayı Hz. Osman'ın Kur'an'a göre dini açıdan yanlış yolda
olduğu kanaatini dahi beslemiştir.354
Hz. Talha ve
Zübeyr'e gelince bunların durumları da diğer büyük ashabın durumlarından
farksız değildi; Hz. Osman'ın uygulamaları karşısında rahatsız ve bu
uygulamalara karşı idiler. Bu ikisi Hz. Ömer'in tayin ettiği halifeyi seçmekle görevli
olan komisyonda da Hz. Ali'yi dirayetli görerek desteklemişler;355
fakat buna rağmen halife seçilen Hz. Osman'ın yönetimindeki uygulamalardan
hoşnut kalmamışlardır. Zaman zaman yönetimden şikayetçi olanlar bunlara da
başvurmuşlar bunlar da Hz. Osman'ı tıpkı Hz. Aişe ve Hz. Ali gibi uyarmışlardı.356 Bu
uyarıları nazar-ı dikkate almayan halife sonuçta teb'asının isyanı ile karşı
karşıya gelme durumunda kalmış, hemen hemen uygulamalardan dolayı halkın
halifeden rahatsız olduğu görülmüştü. Bu rahatsızlıkların üstüne bir de
Abdullah b. Sebe isimli şahsın icraatları da ilave edildiğinde halk artık isyan
etme noktasına gelmiştir.
Bilindiği gibi
Abdullah b. Sebe veya Îbnü's-Sevda San'alı, ana-babası yahudi olan bir
müslümandır. Hz. Osman devrinde müslüman olmuş, daha sonra müslüman ülkelerde
her nedense sapık ve müslümanların kafalarını karıştırıcı fikirler yaymıştır,
önce Hicaz'da iken, sonra Basra, Küfe ve Şam'a gitmiş, fakat burada
332
Ahmet Akbulut, Sahabe
Devri Siyasi Hadiselerinin Kelaml Prob. Et, s. 177.
333
Kşl. Cevdet Paşa,
Ahmet, Kısas-ı Enbiya, c.l, s.477.
394
Kşl.Kafafi,Muhammed,"...Kalhatiye Göre Hariciliğin
Doğuşu”(çev:E.R.Fığlalı)
Ankara Ün .İl.Fak. Der. sayı:XVIII, s. 181.
333 Kşl.Ahmet Akbulut, a.g.e, s.
186.
333 Kşl.Cevdet Paşa,Ahmet, Kısas-ı
Enbiya, c.l, s.477.
kimseyi yoluna çevirememiştir. Şamlılar onu
şehirlerinden çıkarınca Mısır'a gitmiş ve orada "ric'at" akidesini,
"vasilik" meselesini ve Hz. Osman'm hilafeti hakkı olmayarak ele
geçirdiği gibi fikirleri yaymıştır.’57 Şehirlerde bu olaylar cereyan
ederken Hz. Osman bunlara ilgisiz kalmış olayların ehemmiyetini anladığını
gösterecek bir hareket izhar etmemiştir. Hatta Medine'liler gelişen olaylarla
ilgili tahkikat yaptırmasını istemişler, yaptırdığı tahkikat neticesinde ise
bir sonuca ulaşılamamıştır.358
Uygulamalardan
rahatsızlık duyan halk nihayet yönetime karşı seslerini duyurabilmek için toplu
halde halifeye gitmeyi düşünmüşler 35/565 yılında Mısırlılar umre bahanesiyle
yola çıkıp Mekke yerine hilafetin merkezi olan Medine'ye gitmişler Medine'yi
adeta sarmışlardı. Hz. Osman'm ricası üzerine Ali b. Ebi Talip gelenlere
müessir bir konuşma yapmış onlara Hz. Osman'm uygulamalarının izahını
yapmıştır. Böylece topluluğun geldiği yöne dönmesini sağlamıştır.359
Bunun üzerine topluluk ta hiç ısrar etmeden geri dönmüştür. Fakat gelenler, hem
şehri hem de halifenin icraatını, davranışlarını yakından görmüş ve
tanımışlardır.
Yine aynı yıl 35
Şevval/656 Nisan ayında Mısırlıların, aralarında Abdurrahman b. Udeys el-Bedevi,
Kinane b. Bişr et-Tûcibi gibi kimseler vardı ki bu kimseler meşhur kan
dökücülerdendi. Ayrıca bunların içinde büyük fitne ustası Abdullah b. Sebe'de
olduğu halde hac için yola çıktılar. Ne tesadüftür ki ( ! ) hemen hemen aynı
zamanda Kufe'liler ve Basra'lılar da aynı sayıda insanla hac için yola
çıktılar.360
Tarihi kaynakların
bize bildirdiğine göre, Medine'ye üç konaklık mesafede konaklayan gurup pek iyi
niyetle yola çıkmamıştı ve bunlar halifenin hal' edilmesi hususunda anlaşmış
görünmekteydiler,361 fakat bununla beraber halifenin kim olacağı
hususunda aralarında ihtilaf sözkonusuydu, çünkü Mısırlılar Hz. Ali'yi, Basra'lılar Talha'yı ve Kufe'liler'de
Zübeyrii halife olarak görmek istemekteydiler.362 Bu isteklerini
kendi halife adaylarına götürdüklerinde ise şiddetle karşılandılar ve
337
Kşl. Fiği alı,
Çağımızda İtikadı İslam Mezhepleri, s. 38.
338
Kşl.Fığlalı, a.g.e,
s. 39.
359 Kşl.Fığlalı, a.g.e, s. 39.
330
Kşl. Taberi,Tarih-i
Taberi, c.lll, s.349.
331
Kşl.Fığlalı,
Çağımızda İtikadı İslam Mezhepleri, s.39.
332
Kşl.Taberi, Tarih-i
Taberi, elli, s.349.
istekleri hoş karşılanmadı.’'11
Bunun üzerine yapacak oldukları işten vazgeçmiş gibi görünen guruplar geri
dönmeye razı olup kendi memleketlerine doğru hareket ettiler fakat, Mısır
valiliğine tayin edilen Muhammed b. Ebi Bekir'in ardından, kendisi Mısır'a
varır varmaz öldürülmesi için eski valiye yazılmış bir mektup Mısır'a dönmekte
olan şikayetçilerin eline geçince, iş yine çığırından çıktı ve Mısır kafilesi
tekrar Medine'ye döndü.364 İşin düşündürücü yanı diğer kafilelerin
de aynı zamanda ve hepsi beraber dönmüş olmasıdır. Bu kimseler bu kez Hz. Osman'ı
kuşatarak muhasara altına almışlardı. 365 Hz. Ali bu insanlara tekrar hitap etme ihtiyacını
hissetti ve onlara "gittikten sonra sizi geri döndüren ve fikrinizden
caydıran nedir?" diye sordu. Onlar haberci ile birlikte kendilerinin
öldürülmesini emreden bir mektubu yakaladıklarını söylediler. Bu olay üzerine Hz.
Osman, mektupta bulunan mührün kendisine ait olduğunu, fakat mektubun
yazılmasından kesinlikle haberi olmadığtnı söyleyince mektubun, halifenin
katibi Mervan b. Hakem tarafından yazıldığı ortaya çıktı. İsyancılar Hz. Osman'a
ya hilafetten çekilmesini veya Mervan b. Hakem'i kendilerine teslim etmesini
teklif ettiler. Hz. Osman ise her iki teklifi de reddetti.366
Mısır'Iılar mektubu
bahane edip dönmüşlerdi ama Basra ve Kufe'liler niçin dönmüşlerdi veya
Mısırlılar'ın mektubundan onlar nasıl haberdar olmuşlardı? Bu soruların
aydınlanması için Hz. Ali onlara dönerek şu soruyu sordu. "Ey Küfeli ve
Basrahlar! Mısırlıların yolda ne ele geçirdiğini siz nereden bildiniz?" bu
soru üzerine isyancılar "Bize istediğini söyle, artık bu adamın ( Hz. Osman
) bizim için lüzumu yoktur" 367 şeklinde cevap verdiler.
Hz. Ali,
isyancıların Hz. Osman'ı öldürmeye karar verdiklerini anladığı gibi oğlu Haşan
ve Hüseyin'i, Talha ve Zübeyr ve ayrıca ashabdan olan diğer bazı kimseler de
oğullarını Hz. Osman'ın kapısına bekçi
diktiler ve onlara: "Osman'ın kapısında nöbet tutunuz ve kimseyi içeriye
sokmayınız" dediler. 368 Onlar kapıda nöbet tutarken, içlerinde
Hz. Ebu Bekir'in oğlu Muhammed b. Ebu Bekir'in de bulunduğu bir başka gurup, Hz.
Osman'ı öldürmek için komşu evin damından
393Kşl.Cevdet Paşa,Ahmet, Ktsas-ı
Enbiya, c.l, s.476.
384 Kşl N.Çağatay-İA.Çubukçu, İslam
Mezhepleri Tarihi, s.9.
393 Kşl.Fığlalı, a.g.e, s. 40.
399 Kşl. N. Çağatay-I.A. Çubukçu, a.
g. e, s. 9.
397 Kşl.Tabeh, Tarih-l Taberi,
c.lll, s.351.
393 Kşl. Taberi, a.g.e>
c.lV, s.388.
habersizce içeri girdiler. 18 Zilhicce 35/17
Haziran 656 tarihinde dokuz gün süren muhasaradan sonra Hz. Osman'ı feci
şekilde katlettiler.369 Hz. Osman şehid edildiğinde yanında karısı
Naile binti Farafısa vardı. Hatta Hz. Osman’a çekilen kılıcı Kocasını korumak
için eliyle tuttuğunda iki parmağı ve baş parmağının yarısı da kesilmişti.
Halifenin öldürülmesi olayından sonra İslam memleketi beş gün halifesiz kaldı.
Bu durumda kimse halife olmak istemiyordu. İşin kötüye varacağını anlayan
âsiler Medinelilefe üç gün içinde aralarından birini halife seçmezlerse şehre
girip yağma edeceklerini bildirdiler, bunun üzerine Medine'liler Mescid-i
Nebevi'de halife seçmek amacıyla toplandılar. 370 Halifelik için üç
aday vardı. Hz. Ali, Talha ve Zübeyr. Hilafet Hz. Ali’ye teklif edilince O, halife olmayacağını,
hilafete başkasının getirilmesi gerektiğini söyledi. Hilafeti özellikle Talha
ve Zübeyr'e teklif etti. Onlar bunu kabul etmediler, kendilerinin ancak Hz .
Ali'ye bey'at edeceklerini söylediler.371 Böylece Hz. Ali halife
seçildi.
Takdir edileceği
gibi, Hz. Ali halife seçildiğinde toplumda bir çok problem vardı. Bu
problemlerin en büyüğü de hiç şüphesiz Hz. .Osman'ın katillerinin
cezalandırılması meselesi idi. Ancak ortada belirli bir katil yoktu. Sayıları
ikibin beşyüzü aşan, hatta on bin dolaylarında bir kalabalık "Osman'ı
hepimiz öldürdük" demekte idi. Şehre hakim olan bu asilerle hemen başa
çıkılamayacağı da gayet açıktı.372 Hz. Ali halka "isyancı
arapları uzaklaştırın" diyor, isyancı topluluğuna da "geldiğiniz
yerlere dönün" şeklinde tavsiyelerde bulunuyordu.373 Fakat bu
tavsiyeler pek fayda sağlamıyordu. İsyancıların gayeleri zaten karışıklık
çıkarmaktı ve çıkarmışlardı da. Nitekim bu uğurda Hz. Osman't şehit etmişlerdi.
Meidne'liler de bu duruma seyirci kalmışlardı. Medine'lilerin böyle pasif bir
davranış içine girmelerini Hz. Osman'm uygulamalarından memnun olmadıklaannın
işareti olarak görmek belki mümkün olabilir.
Hz. ömer'in
şûra'sında önceden de değindiğimiz gibi Hz. Ali'den yana tavır koyan Talha ve
Zübeyr gibi sahabenin, isyancılar karşısında Hz. Osman'a yeterince sahip
çıkmadıklarını374, Hz. Aişe'nin de tıpkı onlar gibi sahip
çıkmadığını
569 Kşl. Taberi, Tarih-I
Taberi, C.IV, s.393; Mes'udi, Mürûc ez,Zeheb, c.ll, s.346.
370
Kşl. Ahmet Cevdet
Paşa, Kısas-ı Enbiya, c.l,s.492.
371
Kşl.Ahmet cevdet
Paşa, ag.e, c.l, s.492.
372
Kşl.E.Ruhi Fığlalı,
Çağımızda Itikadi İslam Mezhepleri, s.41.
373
Kşl. Taberi, a.g.e,
c.lll, s.438.
374
Kşl.Ahmet
Akbulut,Sahabe Devri Siyasi Hadiselerinin Kelaml Prob. Et, s.200.
görmekteyiz. Zaten Hz. Aişe'nin, Hz. Osman'ın
uygulamalarından zaman zaman şikayetçi de olduğu bilinmektedir.’7'
Bu sebepten olsa gerektir ki Hz. Aişe, Hz. Osman kuşatma altında iken hacca
gitmeye karar vermiştir. Onu bu kararından vazgeçirebilmek için Mervan b.
Hakem, Zeyd b. Sabit ve Abdurrahman b. Attab, yanma gelerek "Ey müminlerin
Annesi, seferden vazgeçiniz. Gördüğünüz gibi, mü'minlerin emiri kuşatılmıştır.
Senin Mü'minler yanındaki mevkiin sayesinde Allah ondan bu belayı
defedebilir" dediler, fakat Hz. Aişe fikrinden dönmedi ve Mekke'ye gitti.’76
Hz. Osman'ın şehid
edildiği haberi kendisine ulaşınca, Hz. .Aişe Medine’ye dönmek üzere yolda
bulunmakta idi. O da yeni halifenin kim olacağı üzerinde düşünüyordu. Hz. Osman'ın
ölüm haberi üzerine Hz. Aişe "sanki insanları Talha'ya bey'at ederken
görüyorum" şeklinde bu konudaki arzusunu da açığa vurmuştu.777 Hatta
Hz. Aişe, Hz. Osman'ın ölümünden duymuş olduğu üzüntüyü ifade eden bir cümle de
sarfetmemişti. Bundan sonra da Medine halkının Hz. Ali'ye bey’at ettiği haberi kendisine
ulaşmıştı. Bunun üzerine Hz. Aişe Hz. Ali'nin halife olmasından hoşnut
olmadığını ifade ederek: "Osman'a yazık oldu" dedi ve Mekke'ye geri
döndü.378 Burada rivayetler doğru ise düşündürücü olan Hz. Aişe'nin
tavrındaki tenakuzdur. Hz. Ali'nin hilafetini duyana kadar Hz. Osman'ın şehit
edilmesi ile ilgili bir yorumda bulunmuyor, fakat Hz. Ali'nin hilafeti haberini
duyduktan sonra "Osman'a yazık oldu" ifadesini kullanıyor. Yine Hz. Aişe'nin
kardeşi Muhammed b. Ebi Bekir'in katillere yol göstermesi de 379
olayın başka bir ilginç boyutunu oluşturmaktadır.
Tarihi rivayetler
gözönünde bulundurulduğunda şayet doğru iseler Hz. Aişe'nin Hz. Osman'la ilgili
tavırlarında bir farklılık ve tenakuz göze çarpmaktadır. Hz. Aişe'deki bu tavır
farklılığının sebebi nedir? sorusuna Hz. Ali'nin halife seçilmesi şeklinde bir
cevap verilmektedir. Bize ulaşan rivayetler ışığında Hz. Aişe'nin, Hz. Ali'nin
halife seçilmesini istemediği ve bu konuda görüş beyan etmekten kaçındığı
şeklinde bir yorum belki mümkün olabilir. Çünkü bunu beyan
375
Kşl. Cevdet
Paşa,Ahmet, Kısas-ı Enbiya, c.l,s.477;irfan Ayçan, Saltanata Giden Yolda
Muaviye Bin Ebi Süfyan, s, 117.
378
Kşl.lbn Sad, Tabakat ,c.V, s.37.
377
Kşl. Belazuri, Ensab,
s. 91-92.
378
Kşl.Ahmet b. Ebi
Yakub, Tarih el-Yâkûbf,c.ll,s..180.
379
Kşl.Cevdet
Paşa,Ahmet,a.g.e, c.l, s.484.
ettiği takdirde görüşü halk arasında hoş
karşılanmayabilirdi. Bunun için de halkın desteğinin üzerinde bulunabileceği
bir görüş ortaya atmış ve Hz. Osman'ın masum olduğu, onun mazlum olarak
öldürüldüğü ve Hz. Osman'ın kanının sorumlusunun da Hz. Ali olduğu gibi görüşler beyan etmiştir.,8Ü
Hz. Aişe'nin, Hz. Ali'ye fiili olarak cephe almasının
sebeplerini biz Talha ve Zübeyr'in teşvikine bağladığımız gibi, bize ulaşan
kaynaklarda Hz. Peygamber devrinde
cereyan eden bir olaya da bağlanmaktadır. Bu olaya göre, Hz. Ali'nin yanlış
tutumu Hz. Aişe'nin, Hz. Ali'ye cephe almasını sağlamış ve Ona kin beslemesine
sebep olmuş olabilir. İşaret edilen bu olay hicretin beşinci yılı Şaban ayında,
Benî Mustalik Gazvesinde Hz. Peygamber'e eşlerinden Hz. Aişe'nin refakat ettiği
sırada cereyan etmiştir. Olay genel olarak şu şekilde rivayet edilmektedir:
Kafile, gece bir yerde konakladı. Hz. Aişe zaruret sebebiyle kafileden ayrıldı.
Geri döndüğünde ise, boynunda takılı gerdanlığının olmadğını gördü.. Gerdanlığı
bulmak için kafileden tekrar ayrıldı ve gerdanlığı buldu. Ancak kafileye
yetişemedi. Bunun üzerine çarşafına bürünerek olduğu yerde durakaldı. Hz. Aişe
orada iken, askerin bazı ihtiyaçlarını gidermek için ordunun gerisinde kalan
Safvan b. Muttal es-Sülemı geldi. Hz. Aişe'yi kafileye yetiştirdi.381
İşte meydana gelen bu durum münafıklar için büyük bir fırsat oldu. Onlar Hz. Aişe'ye
iftira etmekten geri kalmadılar. Hatta bazı müslümanlar da buna inandı. Hz. Peygamber bu duruma çok üzüldü.. Konu ile
ilgili olarak Hz. Ali ve Üsame b. Zeyd'in fikrini aldı. Üsame, Hz. Aişe
hakkında hayırdan başka bir şey bilemeyeceğini ve olanların söylentiden ibaret
olduğunu bildirdi, fakat Hz. Ali, Hz. Peygamber’i
teskin etmek için; "Ey Allah'ın Elçisi, Kadınlar çoktur. Yerine başkasını
almaya gücün de yeter" 382 dedi. Ali'nin bu sözü, ister istemez
Hz. Aişe'yi üzdü. İşte Hz. Aişe'yi üzen ve Hz. Ali'ye karşı soğuk duygularının
doğmasına da bu olay sebeb olmuş, Hz. Ali halife olunca da halife aleyhine
tezahür etmeye başlamış olabilir. Fakat burada değinmemiz gereken Hz. Aişe'nin
bir kadın olarak bu olayların bil fiil içinde oluşu sadece kendi şahsından
kaynaklandığı gibi bir düşüncenin kabul edilmesinin zorluğudur. Hz. Aişe'yi bu
olayların bizzat içine çeken kimselerin var olduğu düşünülebilir. Bu kimselerin
de Hz. Ali'nin halifeliğinden umdukları
maddi menfaati bulamayıp
380
Kşl.Fığlalı,
Çağımızda Itlkadi İslam Mezhepleri, s. 42.
381
Bkz. Haşan İbrahim
Haşan, İslam Tarihi, c.l, s. 169.
382
Kşl. Taberi, Tarih i
Taberi, c.ll, s.615.
halifeye cephe alan
Talha veZübeyr'in olması muhtemeldir. Çünkü bilinmektedir ki Talha ve Zübeyr
halifeden umdukları valilik makamına ulaşamayınca Ona cephe almışlar ve
Mekke'ye giderek Hz. Ali aleyhine konuşmuşlar, hatta belki bu dönemde Hz. Aişe'yi
de Hz. Ali aleyhine olmak üzere kendi yanlarına çekmişlerdi. [117]
Hz.
Aişe, Talha ve Zübeyr Mekke'de bir görüş teatisinde bulunmuşlar, yapılacak
işler hususunda bir durum muhakemesi yapmışlar ve Basra'ya gitmek hususunda
fikir birliğine varmışlardı. Basra'yı tercih sebebi de Şam tarafına Muaviye'nin
kafi geleceği ve Basra'da Talha’nın otoritesi olduğu görüşü idi.[118]
Hz.
Aişe, Talha ve Zübeyr [119] 3000 askerle beraber Basra'ya
yöneldiler. Hz. Aişe, Ya’la b. Münye tarafından kendisine hediye edilen bir
deve ile yola koyuldu. Hz. Aişe ve taraftarları Basra'ya giderken yolda
yaklaşık 20.000 savaşçı da etraflarında toplandı. Hz. Ali ise Medine'den
yaklaşık 4000 kişilik bir kuvvetle ayrıldı.[120]
Hz. Ali'ye de yolda 12.000 Kufe'li asker
katıldı. O, bundan sonra Basra'ya yöneldi. Talha ve Zübeyr ile görüşüp savaşa
mani olmak için çaba sarfetti fakat, görüşmelerden bir netice çıkmadı. Savaş h.
14 cemaziye'l-eweI/36 m. 9 aralık 656 Perşembe günü başladı. Zübeyr ve Talha[121] dahil olmak üzere bunların
taraftarlarından 13.000 kişi, Hz. Ali taraftarlarından da 2.000 kişi olmak
üzere toplam 15.000 kişi öldü.[122] Hz. Aişe de olayın sonunda bu
olaydan dolayı pişman oldu ve tövbe ederek olay yerinden ayrıldı.[123]
Hz. Aişe'nin pişman
olarak olay yerinden ayrılması hadisesi de bize gösteriyor ki, Halife ye karşı
içinde bir takım soğuk duygu ve düşünceler bulunsa da bunlar ancak beşeri
özellikler olarak değerlendirilebilir. Hz. Aişe hiç bir şekilde bu duyguların
tesiri altında kalarak müslümanlan bölüp parçalamak gibi bir düşünce içerisinde
olmamıştır. Zaten Mü’minlerin annesini de böyle karanlık düşüncelerin tesiri
altında düşünmek asla mümkün değildir. O sadece bir insan olarak çevresindeki
insanların, özellikle Talha ve Zübeyr gibi kimselerin tesiri altında kalmış,
sonucunu tahmin edemediği bir aksiyon içine girmiştir. Gelişen olayları
gördüğünde de hatasını anlamış ve pişman olmuştur.
İslam
tarihinde üzücü bir hadise olarak kalan bu müthiş vakıanın gerçek sebepleri
kesin çizgilerle tespit edilemediği için başlangıçta çelişkili tavırların
arkasından patlak verdiği gözönüne alınarak bu tavırlardan sebepler çıkarılmaya
çalışılmıştır. Fakat genel manada savaşın tek sebebinin insan unsuru olduğu
düşünülmektedir. Kişisel ihtiras ve çeşitli duygular da burada
zikredilebilir.Bu tür ihtirasları ve kişisel özellikleri belli zaman ve
mekanlarla sınırlamak pek mümkün olmamakla beraber bu tür hadiseleri her devir
ve her insanda görebilmek mümkündür. Dolayısıyla insanın insanlığından
kaynaklandığını sandığımız bu türden bir hadiseyi insanlığın herhangi bir
devresinde görmek ve yaşamak mümkündür. Dolayısıyla bu olayın sebeplerini
cahiliyye devri kültürü ile sınırlamanın uygun olamayacağı kanaatindeyiz. Bu
olayın gerçek sebebinin ve gerçek failinin bilicisi hiç şüphesiz her şeyde
olduğu gibi Cenab'ı Allah'tır. Biz kendimize ulaşan bir takım kaynaklar ışğında
kendi gücümüz nispetinde olayları değerlendirip bir takım sonuçlara ulaşmaya
gayret etme çabasındayız. Bunu yaparken de hatadan salim olmamız mümkün
değildir. Hatamız varsa bunda kesinlikle herhangi bir kasıt aranmamalı ancak
elimizdeki mevcut bilgilerin objektif bilim anlayışı dairesinde bizi bu
neticelere götürdüğü düşünülmelidir.
H-SIFFİN
S A VAŞI VE CAHİLİYYE DÖNEMİ KÜLTÜRÜNÜN MEZHEPLERİN DOĞUŞUNA ETKİSİ
Bilindiği gibi,
Kureyş kabilesinin atası olan Kusay bu kabileyi biraraya toplamış ve içinde
Kabe'nin bulunduğu Mekke vadisini bir şehir haline getirmiştir. Kureyş kabilesi
Mekke'ye yerleştiği sıralarda, Kureyş el-Bitah denen l.Esed, 2.Zühre, 3.Teym,
4.Haris, 5.Mahzun, ö.Sehm, 7.Cumah, 8.Adiy Boylan ile, Kureyş ez-Zevahir denen
ve Mekke'nin dış mahallerinde oturan; l.Amir b. Lühey, 2.Muharib b. Fihr olmak
üzere on kabileden müteşekkildi. Daha sonraları Kusay'ın oğlu Abdu Menafin iki
oğlu Haşim ve Abdu Şems'ten iki büyük kabile daha ortaya çıkmıştır. Haşim'den
Haşimoğullan ( Beni Haşim ) ve Abd'u Şems’ten Ümeyyeoğulları ( Beni Ümeyye)
türemiştir. Bu ikinci kabileye adını veren Ümeyye
Abd'u Şems'in
oğludur. Büyük Kureyş kabilesinin sonradan ortaya çıkan Beni Haşim ve Beni
Ümeyye kollan arasında daha ilk zamanlardan itibaren büyük bir rekabet hissi
başlamış ve bu rekabet hissi zaman zaman da kendini fiili olarak göstermiştir.*M
Nitekim itikadi fırkalar tarihi açısından çok önemli bir yer işgal eden Siftin
savaşının da temelinde bu rekabet hissinin yattığı kanaatini taşımaktayız.
Cahiliyye
döneminden kaynaklanan bu rekabet hissinden dolayı iki kabile birbirlerine
karşı üstünlük vesilesi aramışlar ve üstünlüklerini izhar etme gayreti içinde
bulunmuşlardır. Nitekim cahiliyye döneminde Mekke'de Emeviler, zenginlik ve
nüftıs bakımından, Haşimiler ise, toplumdaki saygı ve itibar bakımlarından daha
üstün durumlara gelmişler[124] [125]
böylece farklı yönlerden de olsa aralarında bir denge kurmuşlardı. Fakat Hz. Peygamberin
Beni Haşim sülalesinden olması bu dengeyi âdeta Emeviler aleyhine ve
Haşimilerin lehine olacak şekilde bozmuştur. Bunun sonucunda da Emeviler
İslamiyet aleyhine bütün güçleri ile çalışmışlar, hatta Hz. Peygamber’in
Mekke'yi terk ederek Medine'ye hicret etmesine vesile olmuşlardır. Hz. Peygamberin
akabinden amcası Ebu Talib'in oğullan da babalanmn vefatı üzerine Medine'ye göç
etmişler, daha sonra da Hz. Peygamber’in amcası Hamza, Abbas ile Beni
Abdu'l-Muttalib'den diğerleri ve Beni Haşim'in tamamı Medine'ye göç etmişlerdi.
Bu göçler neticesinde Ümeyyeoğullan Mekke'de rakipsiz kalmışlar ve Kureyş
arasında riyaset, üstünlük, fazilet ve nüfuzları iyice büyümüş ve otoriteleri
de Mekke'de iyice pekişmişti. [126] Belki de bundan dolayı İslama
girmemişler, müslüman olmamak için de son ana kadar beklemişler, her türlü
karşı mücadelelerini de esirgememişlerdi.[127]
Bu
dönemde Muaviye’nin babası Ebu Süfyan Mekke ahalisinin tartışmasız reisiydi. Hz.
Peygamber’e karşı bir kaç mevkide muharebede de bulunmuş, alenen düşmanlık
göstermiş, kötüleyip yermişti. Fakat zamanla müslümanlar yaptıkları savaşlarda
galibiyet elde ederek kuvvet kazandıktan sonra Mekke’yi feth etmeye niyetlenmişlerdi.
Mekke'yi feth etmek için şehre yaklaştıkları sırada Ebu Süfyan ile Kureyş ileri
gelenlerinin bazıları etrafı tetkik etmek için Mekke dışına çıkmışlar ve etrafı
kontrol ediyorlardı. Hz. Peygaıııber'in amcası Abbas bunlara rast geldi. Ebu
Süfyan durumun ehemmiyetini anladı ve pişmanlık duygusu ile ellerini
oğuşturarak Hz. Abbas'a, "Kardeşinin oğlu hakikaten büyük bir önem ve
ehemmiyet kazandfdedi. Hz. Abbas, Ebu Süfyan'a İslama girmesi gerektiğini beyan
etti. Durumun ehemmiyetini idrak eden Ebu Süfyan başka bir çare kalmadığını
görerek Hz. Peygambere sığındı ve O'ndan
aman diledi. Bunun üzerine Mekke şehri müslümanlar tarafından feth olundu.
Bunun üzerine de Ebu Süfyan islamı kabulden başka bir kurtuluş yolu
görmediğinden kendisi ve Muaviye dahil olduğu halde oğulları müslüman oldular.394
Görülüyor
ki Ümeyyeoğullan topluluğu kabile rekabeti ve kabile üstünlüğü duygusunu çok
eski devirlerden beri yaşayan bir topluluktur. Hatta bu kabilecilik duygusu
onların hayat ölçülerini ve hayat anlayışlarını oluşturmaktadır. Cahiliyye
döneminde kabilecilik ve bundan mütevellid rekabet duygusu içinde yaşayan bu
insanlar hayatları içinde bu duygunun mücadelesini vermişler onun uğrunda
İslama girmemişler hatta müslümanlara her türlü eza ve cefayı da reva
görmüşlerdir. Hz. Peygamber'in hicretinden sonra rakiplerinin Medine'ye göç
etmesi üzerine Mekke'de rakipsiz kalan bu insanlar âdeta otoritelerinin tadını
çıkarmışlar, Takipsizliğin mutluluğunu yaşamışlardır. Bu durum Hz. Peygamber'in
Mekke'yi feth için yola çıkışına kadar sürmüş, müslüman ordusu karşısında
mücadele edemeyeceklerini anladıkları an son bulmuştur. İşte o zaman da
müslüman olmuşlardır. "İslam orduları karşısında mücadele edebilecek bir
gücü kendilerinde bulsalardı belki de müslüman olmayacaklardı" gibi bir
düşünce yadırganmamalıdır. Çünkü, gerçekten İslama inanarak samimi duygular
besleyen kişiler olsalardı, böyle zorda kaldıkları, çaresiz oldukları bir
zamanda değil de daha geniş ve daha rahat bir zamanda müslüman olabilirlerdi.
Ümeyyeoğullan’nın müslüman olma şekilleri bizlere onların lider olma, rakipsiz
olma yönünden sonsuz bir ihtiras sahibi olduklarını göstermektedir. Nitekim
daha sonraki dönemde cereyan eden; Şam valisi Muaviye'nin tavırları ve Sıfiin
savaşı gibi olaylar mahiyetleri itibariyle bizi destekler görünmektedir.
Ümeyyeoğullarının
İslama geç girmeleri, müslümanların hizmet sürelerinin onlara göre daha uzun
oluşu değerleri yönünden sıralanışlarında onları kıdemsiz 394 Kşl.Ahmet b.
Ebi Yakub, Tarfh el-Yakubî, c.ll, s. 58-59.
durumda braktı. Hz. Peygamberin Haşinıiler
arasından çıkmış olması ve islamiyete ilk giren olmaları sebebiyle daha kıdemli
olmaları, Medine'ye göçten sonra, Ensarin da kendilerine katılıııalarıyle
değerleri çok artmış, Emeviler adeta ikinci sınıfa düşmüşlerdi.''’5
Kabile asabiyyeti ve itibarına son derece önem veren Ümeyyeoğulları için bu
durum adeta bir züldü. Bu durumdan kendileri rahatsız oldukları için Hz. Ebu
Bekir'in hilafetinde O'na başvurmuşlar ve bu konu ile ilgili olarak, Ensar ve
Muhacir'den daha aşağı tutulduklarını ifade etmişler ve yakınmışlardır. Ebu
Bekir ise kendilerine "İslama geç girdiniz, bundan sonraki hizmetlerinizde
diğer kardeşlerinizin seviyelerine yetişmeye çalışın" 396
demiştir. Onların böyle, meseleyi problem edinip halifeye götürüyor olmaları
bile onların asabiyyet ve üstünlük duygusuna ne derece ehemmiyet verdiklerinin
bir göstergesidir.
Hz. ömer halife
olunca Ümeyyeoğullannın düşüncelerini anlamış ve tehlikeyi sezmişti. Bunun için
de onların Medine'de kalmalarında sakınca görmüştü. Bunun üzerine onları
Suriye'de BizanslIlarla savaşmaya ve Şam'da yerleştirmeye yöneltmek için Ebu
Sütyan'ın büyük oğlu Yezid'i Şam valiliğine atamıştı.397 Yezid bu
görevle oraya atanınca Ebu Süfyan'm da içinde bulunduğu Emevi soyunun ileri
gelenleri Suriye'ye göçtüler. Yezid'in ölümü üzerine Halife Hz. ömer bu kez
onun kardeşi Muaviye'yi Suriye valisi yaptı. Şam'ın havası, suyu, meyveleri ve
yaşam biçimi Emevileri oraya bağladı.398 Hz. ömer'den sonra halife
olan Hz. Osman’da Muaviye'yi eski görevinde daim kıldı, hatta etraf beldelerin
de sorumluluğunu O'na vererek bölgedeki etkinliğini arttırdı.399
Suriye'nin yerli arap kabilelerinin başkanlarının kızlan ile evlilik bağlan
kurarak bölgedeki etkinliğini pekiştiren Muaviye, Emeviler'in islamiyetle
birlikte kaybetmiş olduklan saygınlıklarını bu kez Suriye'de yeniden kurmuş
oldu.400
Muaviye kişilik olarak ihtişam ve saltanatı
seven bir kişi idi. Hz. ömer hilafeti döneminde Şam'a geldiğinde Muaviye'nin
tavnnı ve etrafındakileri gördüğünde "Bu adam Arabın Kisra'sıdır" 401
demiştir. Hz. Osman döneminde yetkisi de
artan
395 Kşl. Neşet Çağatay,
İslam Tarihi, s.433.
39a
Kşl.Corci Zeydan, İslam Medeniyeti Tarihi, c.iV, s. 100.
397
Kşl.Neşet
Çağatay,a.g.e, s.433.
398
Kşl.Neşet Çağatay,
a.g.e, s.433.
399
Kşl Ahmet Cevdet
Paşa, Kısas-ı Enbiya, c.l, s. 536.
400
Kşl.Neşet Çağatay,
a.g.e, s.433.
Muaviye'nin şan, şöhret ve ihtişamı şüphesiz
daha da artmıştır. Cahiliyye Döneminde sahip oldukları ve İslama girdikten
sonra kaybettikleri idarecilik vasfı özelliğini Şam ve yöresinde tekrar
kazanmışlardır. Böylece kendilerine tekrar güç gelmiş bunun sonucunda da eski
idarecilik arzuları kabarmıştır. Bu kabilenin reisi durumunda bulunan Muaviye
arzu ve isteklerini açıkça izhar edememiş fakat hedefine ulaşabilmek için
dehasına uygun bir siyasi manevra ile gerçekleştirmiştir. Bunun için ilk olarak
etrafındaki insanları kendine bağlamış ve Sıffin savaşını meydana getirebilecek
zemini hazırlamıştır.
Değindiğimiz gibi, Hz.
Osman dönemi en çok Ümeyyeoğulları'nm
işine yaramış ve kaybettikleri itibarlarını bu dönemde tekrar kazanmalarına
vesile olmuştur. Cahiliyye Döneminden bahsederken de işaret ettiğimiz gibi
cahiliyye dönemindeki en büyük idari birim kabile idi. Toplumun fertleri için
de en büyük idareci kabile reisiydi. Hz. Osman döneminde Ümeyyeoğullan
idarecilik arzularına bir nebze olsun ulaşabildikleri gibi bu dönem, onların
idarecilik arzuları ile ilgili sonsuz isteklerinin açığa çıkmasına da sebep
olmuştur. Kendilerini eski duygularına kaptırarak insanlara hakaret etmekten
geri durmamışlar hatta yolda yürürken "savulun" yoldan biz geliyoruz
dercesine insanlara hakaret edebilmişlerdir.402 Bütün bunların
karşılığında onlar Hz. Osman'a olan vefa borçlarını ödeyemedikleri gibi O'nun
vefatından sonra Yüce zatım istismar edip, bunu hilafet arzularına basamak
yapmaktan dahi geri kalmamışlardır. Muaviye bütün arzularını Hz. Osman'ın
kanının arkasına saklamıştı. Herşeyden önce Muaviye HzOsman'm kanı hususunda
samimi olmamıştır. Şayet samimi olsaydı Hz. Osman kuşatma altında iken onu
kurtarabilmek için bir çaba sarfederdi. Halbuki Muaviye, elinde güç bulunduğu
halde kendisine yardım çağrısı yapılmasına rağmen bu konuda hiç bir teşebbüste
bulunmamış,^sessizliğini muhafaza etmiştir.
Hz.
Osman şehit edilipte Hz. Ali'nin halife olduğunu duyunca Muaviye tıpkı Talha ve
Zübeyr'in teşviki sonucunda Hz. Aişe'nin yaptığı gibi, Hz .Osman'ın masum
olarak öldüğünü söylemiş ve Hz. Osman'ın kanından Hz. Ali'yi mes'ul tutmuştu.
Bu durum bize Muaviye'nin olaya ön yargılı yaklaştığı fikrini
401
Kşl. Ahmet Cevdet
Paşa,Kısas-ı Enbiya ,c.l, s.536.
402
Kşt. Çağatay,
Çubukçu, İslam Mezhepleri Tarihi, s. 8.
403
Kşl. Ahmet Cevdet
Paşa, a.g.e, c.l, s.540;İrfan Ayçan, Saltanata Giden Yolda Muaviye Bin Ebi
Süfyan, s. 121.
vermektedir.[128]
Acaba Muaviye'deki bu önyargının sebebi nedir? Bu soruyu iki sebebe binaen izah
etmek mümkündür. Birincisi, Hz. Ali, Muaviye'nin kardeşini, teyzesini ve
çeşitli yakınlarım Bedir'de öldürmüştü.[129]
Bu yüzden Muaviye Hz. Ali'ye ön yargılı yaklaşmış, Hz. Osman'ın kanından onu
mes'ul tutmuş, böylece ondan öc alma yoluna gitmiş ve hilafetine de bey'at
etmemiştir. İkinci sebep şeklini de konu içerisinde zaman zaman değindiğimiz
cahiliyye devri kültürünün bir ürünü olan kabilecilik ruhu ve asabiyyet duygusu
ile izah etmek mümkündür. Biliyoruz ki cahiliyye döneminde Emevi-Haşimi
çekişmesi söz konusudur. Bu iki kabile her bakımdan üstünlük yarışı içerisinde
bulunmaktadır. Hicretten sonra da özellikle Mekke'nin fethine kadar
Ümeyyeoğullan'nın tartışmasız üstünlüğü söz konusudur. Bu üstünlük Mekke'nin
fethi ile son bulmuş fakat Hz. Osman'ın hilafeti döneminde başka bir belde olan
Şam'da da olsa tekrar eski canlılığını kazanmaya başlamıştır. İşte tekrar
kazanılmaya başlanılan bu canlılık bir Haşimi olan Hz. Ali tarafından söndürülebilirdi. Bu, bir Emevi
endişesi olabilir. Hz. Ali'ye karşı da bir ön yargı sebebi olabilir. Yani
Muaviye bu endişesine binaen olaylara şartlı yaklaşmış ve Hz. Ali'ye önyargılı
bakmış olabilir. Zikrettiğimiz bu iki sebebe bir de Muaviye'nin şahsından
kaynaklanan makam hırsı ve siyasete düşkünlüğünü ilave edebiliriz.
Bütün bunların
hepsini biraraya getirdiğimizde Muaviye'nin ve Ümeyye oğullarinm hilafete ve
siyasete düşkünlük sebebi daha iyi anlaşılabilmededir. Hatta Muaviye bu
konudaki haklılığını pekiştirmek amacıyla kendisine bir de delil bulmuştur.
Buna göre, kendisinin Hz. Ali'nin elinde bulunan hilafeti almasında hiçbir
sakınca yoktur. Çünkü Hz. Ebu Bekir ona göre hilafeti Hz. Ali'nin elinden almıştır. Aynı düşünce
yapısına göre Muaviye'nin de hilafeti Hz. Ali'den almasında bir sakınca olamaz.[130]
Bütün bunların sonucunda
Muaviye hilafeti ele geçirebilmek için sinsi planlarla hareket etmiş ve o
planlarını adım adım uygulamıştır. O, Hz. Ali’nin toplumsal mevkiini ve özellikle İslam
toplumundaki yerini bildiği için meseleyi AliMuaviye mücadelesi yerine
Ali-Osman tartışmasına çekmiş [131] ve Hz. Osman'ın kanından,
halife olan Hz. Ali’yi sorumlu tutmuştur. Halkı da Hz. Ali'ye karşı mücadelede
ilk olarak arapların en dâhisi diye addedilen üç zatı kendisine yardımcı ve
destekçi edinmiştir. Bu üç zat, Amr b. el-As, Ziyad b. Ebîhi ve Muğire b.
Şûbe'dir. Bunlar olmasa idi Muaviye'nin hedefine ulaşabilmesi biraz zordu.4"8
Ayrıca Muaviye,
kendine taraftar toplayabilmek ve gücünü arttırabilmek için ashabın ileri
gelenlerinden üç kişiye mektup yazdı. Bu kişiler Sa'd b. Ebi Vakkas, Abdullah
b. Ömer, Muhammed b. Mesleme idi. Bu üç kişiden de Muaviye'ye olumsuz cevaplar
geldi.[132] [133]
Sa'd b. Ebi Vakkas Hz. Ali ile asla muharebe etmeyeceğini ve onun aleyhinde
kimse ile ittifak yapmayacağını kesin bir dille ifade etmiştir.[134]
Muhammed b. Mesleme
ise Muaviye’ye yazdığı cevapta ilginç bir noktaya temas etmiştir.
0,"...Teaccub olunur ki Osman'ın mahsur olduğu zaman defalarca istimdat
yolunda Şam'a haberler gönderilip sen de muktedir iken imdat ve imada ( yardım
) tekasül ( çekingen ) ve tegafiil ( anlamsızlık ) ettin, veliyyi nimetinin
hakkı nimetini îfa. etmedin. Düşmanlan, O'na zaferyâb olur (galip gelir) ve
meydan sana kalır, sen de muradına erersin sandın. Şimdi onun kanını talep ve
dava bahanesiyle tâc-ı hükümeti başına giymek istiyorsun"[135] demiştir.
Yine Abdullah ibn
Ömer'in cevap mahiyetinde Muaviye'ye gönderdiği mektup da ilginçtir. Abdullah
ibn Ömer şöyle söylemektedir. "...Yakînen Malum oldu ki, senin dem-i
Osman'ı ( Osman'ın kanını) talepten garazın (maksadın) câh ve mensıptan ( rütbe
ve mevkiden ) başka bir şey değildir...".[136]
İşte cevap mahiyetindeki bu mektuplar bize gösteriyor ki Muaviye'nin gayesi
halis değildir. O'nun gayesi Hz. Osman'ın katilleri değil fakat hilafet
makamıdır. Bu arzusunu doğrudan dile getiremediği için Hz. Osman'ın kanını
kendi emeli uğruna basamak yapmaktadır.
Muaviye ashabın
ileri gelenlerini kendi safına çekememiş fakat arap dâhileri diye bilinen zekî
kimseleri kendi safina çekmeyi başarmıştır. Ayrıca Suriye halkının tam
desteğini almak için Hz. Osman'ın kanlı gömleğini ve Hz. Osman'ın eşi Naile'nin
kesilmiş parmağını Numan b. Beşir vasıtasıyla elde ederek, bunları Şam'da
caminin minberine astırıp halkın kin ve garezini Hz. Ali üzerine yöneltmeye çalışmıştır.41’
Böylece halkın kin ve nefret duygularının Hz. .Ali'ye karşı kabarmasını
sağlamıştır. Bu şekilde Muaviye, Hz. Osman'ı Hz. Ali'nin öldürdüğü fikrine halkı inandırmıştır.[137] [138]
Hatta Hz. Ali'ye bey'at etmeyişinin meşruluğunu halka kabul ettirmek için
"Eğer Ali'ye bey'at ederseniz sizi buradan çıkartır" [139] demekten kendini alamamıştır.
Bütün bu çaba ve
gayretinden sonra Muaviye toplumda Emevi-Haşimi rekabetini yeniden
canlandırarak Emevileri kışkırtmıştır. Ayrıca toplumda şairlerin, hatiplerin ve
vaizlerin de kendi şahsî davasını savunmalarını sağlamış[140]
böylelikle de halkın kendi şahsına olan itimat ve güven duygularını
pekiştirmiştir. Muaviye halka çeşitli vaadlerde de bulunarak halkın nabzını
elinde tutmuş, özellikle halife olduğu takdirde hilafet merkezini Şam'a
nakledeceği vaadini de vermiştir. Bu da Suriyeliler arasında büyük memnunluk
yaratmış ve Suriyelilerin Muaviye'nin ateşli birer taraftan olmalarını
sağlamıştır.[141]
Muaviye'nin bütün
bu faaliyetleri şüphesiz Hz. Ali'yi rahatsız etmiştir. Cemel vakasından sonra
Basra'yı alan Hz. Ali, Suriye'yi
kendisine karşı hazırlayan Muaviye meselesini çözümlemek gerektiği inancını
taşıyordu. Bunun için gerekli hazırlıkları yapmaktan geri durmuyordu.[142] Nihayet Hz. Ali Medine'de
bey'atı kabul ettiği zaman gönderdiği mektuptan sonra, cemel vakasının sonunda
da Cerir b. Abdullah'ı Muaviye'ye bey'at için tekrar göndermiştir. Muaviye
başdanışmanı Amr
b.
el-As ile görüşmüş ve tavır
belirlemiştir. Maalesef bu ve bunun gibi görüşmelerden Hz. Ali'nin beklediği
müspet sonuç çıkmamıştır.[143] Muaviye , bütün bu iyi niyet
girişimleri karşısında HzAli ile müspet bir tavır içerisine girmemiş hatta
halkı Hz. Ali'ye karşı tahrik etmeye devam etmiştir. Hz. Ali'ye bey'at
ettikleri takdirde yurtsuz kalabileceklerini her fırsatta tekrar etmiştir[144].
Bütün bunlardan
sonra Hz. Ali, ordusunu Siftin yakınlarında konaklattı. Hz. Ali'nin ordusuna yakın bir yerde Muaviye'nin
ordusu da konaklamıştı. Hz. Ali hiç bir
zaman ağırlık, vakar ve asaletinden taviz vermedi. İki ordu birbirine yakın
olduğu halde Hz .Ali hâlâ Muaviye'den olgun davranışlar bekliyor, O'na elçiler
gönderiyor ve hatalı düşüncesi ile ilgili olarak doğruyu bulabileceğini
umuyordu.[145] Bütün bu çabalar
karşısında Muaviye olumlu bir tavır içerisine girmiyor, Hz. Osman’ın
katillerini istiyor ve bu katillere kısas yapılması gerektiğini, imkansız
olmasına rağmen ısrarla ifade ediyordu.[146]
Zannediyoruz ki
Muaviye bu tavizsiz isteği ile İslama çok sadık olup, islami emirlerden taviz
vermediği gibi bir davranış sergileyerek haklılığını kabul ettirebilmek gayreti
içinde bulunuyordu. Böylece takva sahibi kimselerin takdir ve desteklerini
toplayabileceğini düşünüyordu. Bunun için de islamın emirlerine sıkı sıkıya
bağlı olduğu izlenimini veriyordu. Acaba gerçekten islamın emirlerine sıkı
sıkıya bağlı olan kimse Muaviye'nin yaptığı gibi mi yapardı? Bizim kanaatimize
göre, Muaviye'nin yaptığının tam tersini yapardı. Yani halifenin karşısında
değil, bizzat halifenin yanında yer alırdı. Biliyoruz ki Hz .Ali makam ve mevki
hırsı ile yanan ve halifelik arzusuna da esir düşmüş bir kişi değildir. Zaten
halifelik ilk defa kendisine teklif edildiğinde de bu teklifi diğer sahabeye
bizzat kendisi yöneltmiştir.
Ümeyyeoğulları'nın Hz.
Ali'ye olan asıl düşmanlığı yukarıda da çeşitli vesilelerle değindiğimiz gibi
daha önceki dönemlere uzanmaktadır. Nitekim Hz. Osman muhasara altında iken Hz.
Ali'ye "Ey Ali! Bizi helak ettin ve bu işi mü'minlerin emirine sen yaptın.
Dikkat et, eğer istediğine ulaşırsan dünya senin üstünden geçecektir"[147] demişlerdir. Bu cümle
Ümeyyeoğulları'nın Hz. Ali'ye karşı önceden düşmanlık duygusu beslediklerini
göstermektedir. Acaba bunun sebebi nedir? Bize göre bunun sebebi cahiliyye
devri kültüründen kaynaklanan kabilecilik ruhu ve kabile asabiyyeti duygusudur.
Daha başka bir ifade ile cahiliyye devrinden kaynaklanan Emevi-Haşimi çekişmesinin
islami dönemdeki farklı boyutunun bir ifadesidir. Ümeyyeoğulları’nın daha Hz. .Osman
döneminde Hz. Ali'yi halef seçmiş olmaları da Hz. Ali'yi rakip halife adayı
görmelerindendir. Haşimi soyundan olan
Hz. Ali'nin halife olması cahiliyye düşüncesine
göre Haşinıilerin Ümeyyeoğulları üzerindeki yeni bir zaferi olur ki hiç bir
Ümeyyeoğlu bu durumu tasvip etmez. Nitekim Hz. Ali halife olunca da durum
farklı olmamış, Ümeyyeoğullart'nın reisi durumunda bulunan Muaviye Hz. .Ali'nin
halifeliğini kabul etmemiş çeşitli entrikalarla Hz. .Ali'yi yıpratmaya gayret
etmiştir. İşte bu gayretinin karşılığı olarak ta, aynı kitabı okuyan, aynı
peygamberin ümmeti ve sahabisi olan bir çok müslüman Sıffin'de karşı karşıya
gelmiştir.
Sıffin savaşı
öncesi Muaviye ilk olarak Fırat suyunu tuttu ve Hz. Ali ordusunun su almasını
engelledi. Bunun üzerine Suriye birlikleri Hz. Ali ordusu tarafından geri
püskürtüldü ve böylece Hz. Ali kendi askerlerinin de sudan faydalanmasını
sağladı.[148] Hz. Ali, Muaviye'ye tekrar
elçiler gönderdi, fakat müspet bir netice alamadı. Bunun üzerine taraflar Safer
ayı 37/Haziran 657 başında fiilen karşı karşıya geldi. Bir ara çok kızışan
savaş, Leyletü'l-Harîr denilen 8-9 Safer 37/8-9 Temmuz 657 Perşembeyi Cumaya bağlayan
gece sabaha kadar bütün şiddeti ile devam etti ve Ali b. Ebi Talip şöhretli
kumandanı el-Eşter vasıtasıyle Muaviye ordusuna son ve öldürücü darbeyi vurmak
üzere iken, hatta bütün ümidini kaybeden Muaviye savaş meydanından kaçmak üzere
iken, Mısır fatihi ve aynı zamanda Muaviye'nin danışmanı olan Amr b. el-As onun
imdadına yetişti ve meşhur tavsiyesinde bulundu. Bu tavsiyeye göre, her iki
taraf arasında Allah'ın kitabının hakemliğine başvurulmalıdır.[149]
Amr b. el-As'ın
teklifini cazip bulan Muaviye bu teklifin fiiliyata geçirilmesi için bütün gücü
ile çaba sarfetti ve büyük Şam mushafını beş mızrağın ucuna bağlatarak beş
kişiye taşıttı. Diğer askerler de yanlarında bulunan mushafları mızraklarının
ucuna bağladılar[150] ve, "siz ve biz
birbirimizi yokettikten sonra sınırlarımızı kim koruyacak. Tann'nın kitabı
aramızda hakem olsun" diye bağırmaya başladılar.[151]
Böylece zafere ulaşmak üzere olan Hz Ali’nin ordusu üzerinde ihtilaf meydana
getirdiler ve özellikle Hz. Ali’nin ön
saflarında yer alan "Kurrâ" üzerinde istedikleri ikiliği doğurmakta
muvaffak oldular.
Bu ikilik ve
ihtilaf üzerine Hz. Ali askerlerine "Siz işinize devam ediniz. Muaviye,
Anır b. el-As, İbn Ebi Mis'ar ve Dahlıak ibn Kays ehl-i Kur'an değillerdir. Ben
onların ahvâlini sizden ve Kitabullah'm ahkamını cümlenizden âlâ bilirim.
Onların mushafları kaldırmaları mücerred hile ve hud'adır ( aldatmadır )"
dedikten sonra kendi askerlerinin Hz. Ali'ye "Kitabullah'a davet
olunduğunda icabetten gayri bir şey yapmayız" demeleri üzerine Hz. Ali
"Ben de onlar ile Kitabullah'a itaat eylesinler diye cenk ediyorum. Zira
onlar Allah'ın emrine âsi oldular" demiştir.428 Mis'ar ibn
Fedek et-Temîmi ve Zeyd ibn el-Hüseyin et-Tai, daha sonra Havaric'e dahil olan
bir gurup ile birlikte "Ya Ali! Kitabullah'a icabet eyle yoksa seni
düşmanlarına teslim ederiz, yahud İbn Aftan'a yaptığımızı sana da yaparız"429
dediler.
Taraftarlarının şiddetli tazyiki altında savaşı
durdurmaya çaresiz mecbur olan Hz. Ali yeni bir çaresizliğe daha düşmüştür ki o
da şüphesiz hakem seçimidir.430 I.HAKEM OLA YI VE HARİCİLİĞİN DOĞUŞUNDA CAHİLİYYE
DÖNEMİ KÜL TÜRÜNÜN ETKİSİ
Siftin savaşında Hz.
Ali'nin muzafferiyeti kesin gibi görünürken Muaviye'nin başdanışmanı durumunda
olan Amr b.el-As'ın hilesi ile galibiyyet Hz. Ali ve ordusundan uzaklaştırılmıştır.
Kufan-ı Kerim mızraklar ucuna takılmak suretiyle Muaviye ve ordusunun, şanlı
Kur'an'm hakemliğine başvurulmasını istiyormuş gibi bir intiba vermiş olmaları Hz.
Ali'nin ordusunda ikilik çıkmasına sebep olmuş ve bunun üzerine Kur’an'm
hakemliğine başvurulması görüşünü savunanların baskısıyle savaş durdurulmuştur.
Savaşın durdurulmasında etkin olanlar, Küfe süvarilerinin komutanı olup savaşın
en önemli kişisi olan Eştefe geri çekilmesi için Hz. Ali'ye haber
gönderilmesini söylemişlerdir.431 Zor durumda bulunan Hz. Ali, Yezid
b. Hanifı'yi Eştefe elçi olarak gönderdi. Eşter, muzafferiyetin kendisi için
yakın olduğunu söyleyerek geri dönmek istemedi. Bu duruma Hz. Ali'nin askerleri
çok tepki gösterdi. Hatta, Eşter gelmediği takdirde Hz. Ali'yi terk edeceklerini dahi söylediler. Hz. Ali'de
Yezid’e "Eştefe fitnenin baş gösterdiğini git söyle ve Eşter buraya
gelsin"dedi. Eşter bunun üzerine savaşı brakıp geri döndü ve Hz. Ali’nin
423 Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, c.l,
s.560.
429
Ahmet Cevdet Paşa,
a.g.e, c.l. s.560.
430
Kşl.Fığlalı,
Çağımızda Itikadl İslam Mezhepleri, s. 47.
431
Kşl. Çağatay,
Çubukçu, İslam Mezhepleri Tarihi, s. 13.
ordusuna ağır
ifadeler ihtiva eden bir hitapta bulundu.43’ Bundan sonra da
ihtilafçılar arasında kavgaya varan ayrı bir ihtilaf daha zuhur etti.433
Eş'as
b. Kays Hz. Ali'ye gelerek Muaviye'ye gidip ne istediğini soracağını söyledi. Hz.
Ali'de O'na izin verdi. Bunun üzerine Eş’as Muaviye'ye gitti. Muaviye verdiği
cevapta hem Şam hem de Irak tarafının Allah'ın emrine dönmesini sağlamak için
böyle bir durumu gerçekleştirdiğini, ayrıca bir hakem İraklılardan bir hakem de
kendilerinden seçilmesi gerektiğini söyledi.434 Hz. AIi'nin yanına
geri dönen Eş’as, Muaviye’nin sözlerini O’na naklettikten sonra Şam ehlinin
hakeminin Amr b. el-As olarak belirlendiğini haber verdi.435 Şam
ehlinin hakemi belli olduğuna göre Irak ehlinin hakeminin de belirlenmesi
gerekiyordu. İşte bu noktada Eş'as ve sonradan harici olan bir gurup Ebu Musa
el-Eş'ari'nin kendi hakemleri olması gerektiğini söylediler. Hz. Ali ise savaşın durdurulması hususunda
kendisine muhalefet ettiklerini, bu konuda ise muhalefet etmelerinin uygun
olmayacağını ifade etti. Eş'as b. Kays, Zeyd b. Hüseyin et-Tâi ve Mis'ar b.
Fedeki, Ebu Musa el-Eşari haricinde kimseye razı olmayacaklarını, bu işlerin
sonucundan kendilerini ilk uyaranın Ebu Musa el-Eş'ari olduğunu ifade ettiler. Hz.
Ali kendisi için Ebu Msa'nın güvenilir
olmadığını beyan ederek 436 ya Abdullah b. Abbas'ı, ya Eşter'i ya da
Kays b. Hanifı'yi hakem seçmek düşüncesinde idi.437 Hz. Ali'ye
muhalif olanlar İbn Abbas ile Ebu Musa'nın hemen hemen aynı derecede
olduklarını, Eşter'in ise savaşı alevlendiren kişi olduğunu ifade ederek kabul
etmediler. Hz. Ali ''ne yaparsanız yapın" diyerek Ebu Musa'nın
seçilmesinden önce çekimser kaldı ve daha sonra Hz. AIi'nin askerlerinin
baskısı sonucunda Ebu Musa kendi tarafının hakemi seçildi.438
Hakemler
tespit edilip ilan edildikten sonra taraflar arasında tahkim anlaşması
imzalandı. Bu anlaşmanın gerçekleştiği tarih hususunda iki farklı rivayet
bulunmaktadır. Bu rivayetler 13 Safer 37/31 Temmuz 657 veya 17 Safer 37/4
Ağustos 657 şeklindedir.439 Bu anlaşmanın sonucunu ileriki
sahifelerde ele alacağız.
432
Kşl. Taberi, Tarih-i
Taberi, c. V, s.49-50.
433Kşl.Taberi, a.g.e, c.v, s.50-51.
434Kşl.Taberi,a.g.e, c.V, s.51.
439
Kşl. Taberi, a.g.e,
c. V, s.51.
4M Kşl. Taberi, a.g.e, c. V, s.51.
431 Kşl. Neşet Çağatay, İslam Tarihi, s. 394.
438
Kşl. Çağatay,
Çubukçu, İslam Mezhepleri Tarihi, s. 14.
439
Bkz.Fığlalı,
Çağımızda İtikadı İslam Mezhepleri, s. 14.
Taberi’nin
Ebu MihnePten yaptığı bir rivayete göre Eş'as anlaşma metnini yanına alarak
insanlar arasına karıştı. Onlara bu metni hem okuyor hemde mahiyeti hakkında
bilgi sunuyordu. Kabileler arasında böylece dolaşıyordu. Bu durum Temîmoğulları
kabilesinin olduğu yere kadar devam etti. Temîmoğullart kabilesinin olduğu yere
gelince, bu kabile içinde bulunan Urve b. Udeyye "Aziz ve Çelil olan
Allah'ın işi hususunda insanları hakem mi tayin ediyorsun? Hüküm ancak
Allah'ındır, "dedi ve kılıcını çekerek Eş'as’m atma saldırdı.[152] Bunun üzerine Eş'as kendini
kurtarabilmek için oradan kaçtı.[153]
Sıffinden
Dönerken Hz. Ali'nin ordusunda bulunan
askerler arasında hakeme başvurulmuş olmasından dolayı bir huzursuzluk vardı.
Bu birlikler Kufe'ye yöneldikleri vakit sonradan harici olan guruptan bazı
kimseler, Hz. Ali taraftarlarına
"Ey Allah'ın düşmanları! Aziz ve Çelil olan Allah'ın emri hususunda
müdahane (iki yüzlülük) yaptınız ve kendinize hakem tayin ettiniz,
birliğimizden ve bizim topluluğumuzdan ayrıldınız" dediler. Bunun üzerine
onikibin kişi Hz. AIi ile beraber Kufe'ye girmeden Kufe'nin köylerinden biri
olan Harûra'ya geldiler. Orada kendilerine Şeb'es b. Rıb’î et-Temîmi'yi askeri
komutan, Abdullah b. Kevvâ'yı namaz için imam seçtiler. İslam ülkelerini
yönetimleri altına aldıktan sonra müslümanlann işlerinin bir kurulca
yürütüleceğini, biatin Allah'a yapılması gerektiğini emr-i bi'l-maruf
ve'n-nehy'i ani'l-münker yapılacağını bir münadi vasıtasıyla duyurdular.[154]
Hz. AIi Kufe'ye
geldiğinde hariciler ondan ayrılmışlardı. Hz. AIi taraftarları ona "Bizim
ikinci kez sana bey'at etmemiz boynumuzun borcudur. Senin dostun bizim de
dostumuz, senin düşmanın bizim de düşmanımızdtr" [155]
dediler. Siftin savaşından önce yani, olayların başlangıcında Hz. AIi taraftan
olan insanlar böylece iki guruba aynlmış oldular. Hz. Ali'den aynlanlara
"Hariciler", Hz. Ali’ye bağlı olanlara da Ali taraftarı manasına
"Şiat-i Ali"denilmiştir. Hz. Ali taraftarları Hz. Ali'nin mağdur edildiğine, Muaviye ve Amr b.
el-As tarafından aldatılıp hakkının elinden alındığına inanıyorlardı. Hz. Ali
taraftarlan Muaviye'ye düşman olmakla berabar Hariciler hem Hz. Ali'nin hem de
Muaviye'nin düşmanı idiler.444 Nitekim Hariciler'iıı Hz. Ali
taraftarlarına : "Siz Şam halkı ile kafirlikte atbaşı beraber
gidiyorsunuz. Şamlılar Muaviye'ye, işlerine gelen meselelerde kabul ve işlerine
gelmeyen meselelerde red edebilmek suretiyle bey'at ettiler. Siz de Ali'ye onun
dostlarının dostu ve düşmanlarının düşmanı olmak hususunda bey’at ettiniz"445
diyerek her iki tarafa da düşman olduklarını itiraf ettiler.
Bunun üzerine Hz. Ali, Abdullah b. Abbas'ı onlara gönderdi ve
ona şöyle dedi: "Ben sana gelinceye kadar onlara husûmet beslemek ve
onlara cevap vermek hususunda acele etme"440 dedi. Hz. Ali
bundan sonra Abdullah b. Abbas'ı hariciler'e gönderdi. İbn Abbas haricilerin
arasına girdiğinde hariciler O’nun etrafında toplandılar ve tartışmaya
başladılar. Haricilerin fikri saldırısı ve sataşmaları üzerine İbn Abbas da sabredemeyip
onlarla tartışmaya başladı.447
Bu arada Hz. Ali,
Ziyad b. Nadiri haricilerin reislerinin kim olduğunu öğrenmesi için onların
yanına gönderdi. Ziyad, haricilerin en çok Yezid b. Kays etrafında
toplandıklarını söyledi. Bunun üzerine Hz. Ali bu kişini çadırına geldi. Zaten
İbn Abbas'ta oradaydı. Onlann tartıştıklarım görünce İbn Abbas'a "Ben seni
bunlarla münakaşadan men etmedim mi?" dedi ve haricileri birliğe davet
eden etkili bir hitapta bulundu.448 Hz. Ali'nin konuşmasından sonra
Haricilerin hemen hemen yarısı onunla birlikte Kufe’ye geri döndüler.449
Siftin Savaşından
sonra anlaşılan vakit gelince hakemler Dumetu'l- Cendel'de bulunan Ezruh'ta
buluştular. Burada Muaviye'nin hakemi Amr b. el-As bir çok oyundan sonra Ebu
Musa'yı şaşırttı. Hz. Ali'nin otoritesini sarstı. Ebu Musa'ya Hz. Ali ve
Muaviye'nin hal' edilmesi gerektiğini ve yeni halife seçiminin Şûra'ya
brakılması gerektiği görüşünü benimsetti. Ebu Musa kürsüye geldiğinde halife Hz.
Ali'yi hal' ettiğini söyledi. Daha sonra
kürsüye gelen Amr b. el-As, Allah'a hamd ettikten sonra Ebu Musa’nın
söylediklerini tekrar özetledi. Halifeyi Ebu Musa'nın hal' ettiğini tekrar etti
ve boş kalan hilafet makamına Hz. Osman'ın velisi ve bu makam için insanların
en hayırlısı olduğunu iddia ettiği Muaviye’yi atadığını
444
Kşl. Neşet Çağatay,
İslam Tarihi, s.396.
445
Kşl. Taberi, Tarih-i
Taberi, c. V, s. 64.
448
Ahmetb. Yakub,Tarih
el-Yakubî,c.II,s. 191; Taberi, a.g.e, c.V, s.64.
447
Kşl.Taberi, a.g.e, c.V, s.64.
449
Kşl.Taberi, a.g.e,
c.V, s.65.
449
Kşl N.Çağatay-I.A.Çubukçu, İslam Mezhepleri Tarihi, s. 18.
söyledi.[156]
Hz.
Ali, Ebu Musa'yı hakem olarak göndereceği sıralarda Haricilerden olan Zur'a b.
Burç et-Tâi ve Hurkus b. Zubeyr es-Sa'id isimli iki kişi yanına gelip "La
hükme illa lillah"demişlerdi. Hurkus Hz. Ali'ye "Hatandan tövbe et,
hükmünden dön, Rabbimize kavuşuncaya kadar düşmanlarımızla savaşmak üzere
bizimle beraber karşı çık"[157] dedi. Hz. Ali ise onlara
:"Ben bunu daha önce sizden istedim, siz bana isyanettiniz. Biz onlarla
aramızda bir anlaşma imzaladık, şartlar ileri sürdük, onlara ahd ve misak
verdik. Nitekim Cenab-ı Allah:"Ahitleştiğinizde Allah'ın ahdini yerine
getirin. Allah’ı kendinize kefil kılarak sağlama bağladığınız yeminlerinizi
bozmayın Allah yaptıklarınızı şüphesiz bilir"[158]
buyurmuştur, der.[159]
Hurkus:
"Senin bu yaptığın günahtır Tevbe etmen gerekir, deyince Hz. Ali "O
günah değildir lâkin görüşte acz ve fiilde zaaftır. Ben bu konuda önceden sizi
uyarmış ve sizi nehyetmiştim" dedi. Bundan sonra söz alan Zur'a b. Burç:
"Ey Ali Allah'a yemin olsun ki, Aziz ve Çelil olan Allah'ın kitabı ortada
iken sen insanların hakemliğine gidersen seni katleder ve böylece Allah'ın
rızasını isterim"[160]dedi. Bir müddet daha
konuştuktan sonra belli bir anlaşma sağlanmadan bunlar çıkıp gittiler.[161]
Görüldüğü gibi
Harici zihniyete sahip olan insanlar aşırılıklarını her zeminde
göstermektedirler. Hatta Hz. Ali bir gün
insanlara hutbe okuyorken haricilerden bir kişi:"La hükme illa
lillah" diye bağırdı. Buna başkaları da katıldı. Hz .Ali ise bunlara:
"Siz Allah'ın adını andığınız müddetçe sizi Allah'ın mescidinden men
etmeyeceğiz. Ganimet payını vereceğiz. Bizimle savaşmadığınız sürece de sizinle
savaşmayacağız."[162] dedi. Bütün bu olaylar Hz. Ali'nin
müslümanlan birleştirme hususunda ne kadar sabırlı olduğunu bize göstermekte ve
Hz. Ali'nin müslümanlar üzerindeki samimi düşüncesinin tezahürlerini ortaya
koymaktadır.
Hz. Ali’nin bu
sözlerinden sonra hariciler birbirleri ile buluşup Abdullah b. Vehb
er-Rasibi'nin evinde toplandılar. Fikir, anlayış, güzel söz söyleme ve cesaret
sahibi olan bu insan onlara, dindarlık, emr-i bi'l-maruf ve'n-nehy'i
ani'I-münkere dair bir hutbe okuduktan sonra orada bulunanlar: "Bizi bu
halkı zalim olan şehirden dağlara çıkarınız" 457 dediler. Orada
bulunanlardan Hamza b. Sinan el-Esedi "Ey Topluluk! ortaya attığınız fikir
tamamen doğrudur. İçinizden birini kendinize başkan seçin. Çünkü etrafında
toplanmak için böyle bir şahsa ihtiyaç vardır4,8dedi. Başkanlığı
orada bulunanlardan bir kaç kişiye teklif ettiler fakat kimse bu teklifi kabul
etmedi. Abdullah b. Vehb er-Rasibi'ye teklif ettiklerinde de "Getirin...
Vallahi bunu ne dünya'ya rağbet sâikasıyla kabul ediyorum ne de ölüm
korkusundan terkediyorum" diyerek haricilerin, kendisinin imameti için
yaptığı bey'atı kabul etti. Dolayısıyla haricilerin Halife'si oldu. Bu bey'at
10 Şevval 37/21 mart 658'de gerçekleşti.459
Bu
bey'attan sonra Abdullah b. Vehb er-Rasibi orada bir hutbe okudu. Haricilerin
içinden birisi bu hutbenin tesiri ile ağladı. Bu ağlayan kişi tesirli bir
konuşma yaptı ve topluca Medâin şehrine gidilmesini teklif etti. Fakat bu
teklif cazip bulunmadı. Nihayet gizlice Nehrevan köprüsüne gidilmeye karar
verildi. Bunun üzerine oraya gidildi.460 Abdullah b. Vehb er-Rasibi
kendi görüşünde olan diğer haricileri de çevresinde toplamak için çeşitli
girişimlerde bulundu. Bu amaçla mektuplar yazdı. Nitekim kendilerine mektup
ulaşan Basra haricileri Mis’ar b. Fedeki et-Temimi başkanlığında beşyüz kişilik
bir topluluk halinde Nehrevan köprüsündeki diğer haricilere katıldılar. Bu
durumdan haberdar olan Hz. Ali toplanan
haricilere bir mektup yazarak onlara hakem meselesinin tekrar bir izahını
yaptı. Onları birliğe ve kendilerine katılmaya çağırdı. Böylece düşmana karşı
birlikte hareket etme teklifinde bulundu. Diğer Hariciler bu mektuba şu şekilde
karşılık verdiler. "Sen Yüce Tanrı için değil, kendin için kızmışsın.
Kişileri hakem tanıdığından dolayı kafir olduğunu itiraf eder ve bundan dolayı
tevbe edersen düşünürüz, yoksa seni bütün bütün bırakırız. Tanrı hainleri
sevmez" 461 demişler
451
N. Çağatay- I.A.
Çubukçu, İslam Mezhepleri Tarihi, s. 20.
458 N. Çağatay-I.A. Çubukçu, a.g.e, s. 20.
439 Kşl.N. Çağatay-/. A. Çubukçu, a.g.e, s.
21.
480
Kşl.N. Çağatay-I.A.
Çubukçu, a.g.e, s. 21.
481
N.Çağatay-/.A.Çubukçu,
İslam Mezhepleri Tarihi, s.403; Taberi, Tarih-I Taberi, c.V, s. 78.
ve bununla ayrılıkçılıklarını belgelemişlerdir.
Böylece İslam toplumunda farklı bir gurup olarak yeni görüş ve fikirleriyle
Hariciler varlık bulmuşlar ve İslam itikadi fırkalar tarihinde yerlerini de
almışlardır. Hz. Ali'nin topluluğundan
ayrılarak vücud bulan bu guruba Hz . Ali her fırsatta mantıki açıklamalarda
bulunmuş 462 ama buna rağmen haricilerin kopmalarını
engelleyememiştir.
Siftin savaşından
itibaren haricilerin ayrı bir topluluk olarak ortaya çıkmasını hazırlayan
sebepleri ve ayrılmasını genel hatları ile vermeye çalıştık. Buraya kadar
değindiğimiz bilgiler ışığında gördük ki, Haricilerin düşünce ve buna bağlı
olan hareket ve davranışları olgunluk seviyesine henüz ulaşamamıştır. Çünkü
onların fikirlerinin, tarihi seyir içerisinde çok farklılıklar gösterdiğine
şahit olmaktayız.. Nitekim, ilk defa savaşın durdurularak hakeme baş vurulması
için halifeye büyük ısrar ve hatta baskılarda bulunan bu topluluğun, hakeme
karar verilince de pişmanlık duyduklarını ve galip durumda oldukları halde,
Siftin savaşında bozguna uğramış intibaına kapıldıklarını463görmekteyiz.
Acaba
haricilerin fikirlerinde belli bir düzen ve sistem görmeyişimizin sebebi nedir?
Bu soruya cevap bulabilmek için onların art niyetlerinden söz edilebilir mi?
Bize göre art niyetten söz edebilmek pek mümkün olmasa gerektir. Fikirlerindeki
değişkenliklerinin sebebini onların ruh ve kişilik yapılarında ve de sosyal
hayat düzeylerinde aramamız gerektiği kanaatini taşımaktayız. Biliyoruz ki
haricilerin çoğu bedevi araplardandı, kültür seviyeleri düşüktü. Aynca islamdan
önce çok fakirdiler. İslamın ilk dönemlerinde bunların durumları arzu edilen
seviyeye ulaşamadı. Zira bedeviler, çöllerde sıcak ve zor hayat şartlan altında
yaşamaya devam ettiler. İslam bunların kalblerini fethetti ama, düşünceleri
yüzeysel kaldı. Ufukları dar idi. Daha önce de zikrettiğimiz gibi, genelde
ilimden uzak ve cahil kimselerdi.464 İşte bu özelliklerinden dolayı
olsa gerek ki ilk sözettikleri fikirlerde sebat göstermemişler farklı
zamanlarda farklı fikirlerin tezahürüne sebebiyet vermişlerdir. Dolayısıyla
başlangıçta Hz. Ali’nin ordusunda
bulunan bu insanlar Hz. Ali'nin gerçek
değerini takdir edememişler, bunun sonucunda da O'nun
492
KşLE.Ruhi Fığlalı,
Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri, s.48.
493
KşLE.Ruhi Fığlalı,
a.g.e, s.48.
494
Kşl.Muhammed Ebu
Zehra, Islamda Siyasi İtikadi ve Fıkhi Mezhepler Tarihi, s. 75.
katındaki kendi yerlerini muhafaza edememişler,
farklı bir fırka olarak ortaya çıkmışlardır.
Görülüyor
ki, Hz. Ali'nin saflarından bu insanları
ayıran özellikleri yine değindiğimiz gibi, bu insanların kendi kişilik
yapıları, ilimde rusûh sahibi olmayışları ince ruh ve nefisten mahrum
oluşlarıdır. Hatta bu insanlar Hz. Ali'deki ince ruh ve zekayı da
sezememişlerdir. Eğer bunu sezmiş olsalardı yeni bir ayrılığa fırsat
verilmediği gibi, Muaviye'de İslam toplumunda problem olmayacak belki de İslam
toplumunun birlik ve beraberliği daha kolay ve daha rahat tesis edilmiş
olacaktı. Haricilerin samimi fakat yüzeysel düşünceye dayalı tavırları yüzünden
İslam toplumunda uzun yıllar varlığını devam ettirecek yaralar açılmıştır. Hz. Ali'nin otoritesi sarsılmış, Muaviye problem
olarak İslam aleminde güçlenerek varlığını muhafaza etmiş ve bütün bunların
yanında bir de bahsettiğimiz hariciler diye bilinen gurubun ortaya çıkmasına
sebebiyet verilmiştir.
Haricilerin
fırka olarak İslam aleminde boy göstermeleri yönünde zemin hazırlayan olay
takdir edilir ki, Hz. AJi ile Muaviye arasında cereyan eden Sıffın savaşıdır.
Sıffın savaşında Muaviye'nin başdanışmanı Anır b. el-As'dı.465 Bu
zat Hz. Ali'nin ordusunu iyi tanıyor olmalı idi ki, ordu mensuplarının
zaaflarını da iyi biliyordu. Bu yolda geliştirdiği bir planı uygulayarak hakem
olayını gündeme getirdi. Bu olay Hariciler dediğimiz gurubun Hz. Ali safından
ayrılmasına sebep oldu. Zaman zaman da değindiğimiz gibi, Haricileri doğuran
tarihi olay Sıffın savaşı ve bu savaş içerisinde cereyan eden hakem olayıdır.
Hariciliğin
doğduğu andan itibaren, yakın tarihle ilgili olarak çıkış sebebi içerisinde zikrettiğimiz
bu olay olmakla beraber acaba cahiliyye devri kültürünün bu olayda etkisi var
mıdır? gibi bir soruya cevap ararsak, böyle bir soruya müspet cevap vermemizin
uygun olacağı kanaatindeyiz.
Sıffın
savaşı hariciliğin sebebi olduğuna göre, Sıffın savaşının sebebi de hariciliğin
sebebi olarak kabul edilebilir. Sıffın savaşının sebebi ise daha önce de
değindiğimiz gibi, Muaviyenin ihtirası ve buna basamak yaptığı kabile
asabiyyetidir. Bunun haricindeki sebeplerin başında da kişisel ihtiras ve
yükselme duygusunun bulunduğunu zikretmiştik.
4M
Kşl. Ahmet Akbulut, Sahabe Devri Siyasi Hadiselerinin Kelam!
Problemlere EL s.233-234.
Bilinmektedir ki,
Cahiliyye devri arap toplumunda Kureyş'in iki büyük kolu olan Haşimilerle
Emeviler arasında bir üstünlük yarışı vardır. Ümeyyeoğulları sayı, zenginlik
bakımlarından Haşimiler karşısında üstün olmakla beraber, Haşimiler de saygı ve
itibar yönünden Ümeyyeoğullarından üstün bulunmaktadır.466 Bu iki
tarafın birbirlerine olan farklı yönlerdeki üstünlükleri birbirleri arasında
adeta bir denge kuruyordu. Bu denge Hz. Peygamber'in Haşimiler soyundan
gelişine kadar devam etti. Dolayısıyla bu denge Hz. Peygamber'in gelişi ile
Haşimilerin lehine ve Ümeyyeoğullarının aleyhine olacak şekilde bozuldu. Bu iki
kabile arasındaki denge bozukluğunun vermiş olduğu rahatsızlıkla olsa gerek ki,
Ümeyyeoğulları Mekke'de müslümanlara her türlü işkenceyi yapmaktan geri
durmadılar. Hatta müslümanların Medine'ye hicret etmelerine sebep oldular.467
Bu hicret olayında Hz. Peygamber'in soyu olan Haşimiler de Hz. Peygamber'le
beraber Medine'ye göç ettiler. Hicret olayı ile birlikte Ümeyyeoğullarının
Mekke'deki idari otoritesi pekişti ve Mekke'de adeta rakipsiz kaldılar. Bunun
vermiş olduğu nimetlerin etkisi ile olsa gerek ki, İslama girmediler. Tâki Hz. Peygamber Mekke'yi fethetmek için kuşattı işte
o zaman Ümeyyeoğulları İslam orduları karşısında hiçbir şey yapamayacaklarını
anladılar ve nihayet son anda müslüman oldular. Müslüman olduktan sonra eski
itibar ve üstünlüklerini kaybeden bu insanlar Hz. Osman'ın onlara sağladığı imkan sayesinde
tekrar idari yöndeki itibarlarını elde etmeye başladılar.468 Bu
dönemde tekrar idari makamlara ısınan ve ünsiyet sağlayan bu insanları üst
makamlarda görmekteyiz. İşte bu kabilenin reisi durumunda bulunan Muaviye
çeşitli komplolarla Sıffin savaşını hazırlayan sebeplerin vücut bulmasını
sağlamış ve Amr b. el-As vasıtasıyla hakem olayım gerçekleştirmiştir. Bunun
sonucunda da müslümanlar parçalanmış, Hariciler diye bilinen fırkanın zuhuruna
sebebiyet verilmiştir.
Sıffin
savaşında tek sebep cahiliyye dönemindeki Emevi-Haşimi çekişmesi midir?
şeklindeki bir soruya yukarıdaki açıklamalara göre müspet bir cevap vermek pek
mümkün olmasa gerektir. Belki sebeplerden biri olarak cahiliyye kültüründeki
kabile asabiyyetinin ürünü olan Emevi-Haşimi çekişmesini söyleyebiliriz. Fakat
yegane sebep olarak bunu zikredemeyiz. Zaten bilinmektedir ki hiç bir sosyal
olay
Kşl. Çağatay, İslam Tarihi, s.433.
49' Kşl. Corel Zeydan, İslam Medeniyeti
Tarihi, c.lV, s. 99.
4M Kşl.Julies Well Hausen, Arap Devleti ve
Sükutu, Çev.Prof.Dr.Fikret Işı İtan ,s.28, Ankara, 1963.
tek sebebe bina
edilemez. Elbette ki bu olayın da sebebi tek değildir. İşte bu doğrultuda
yukarıdan beri nakletmeye çalıştığımız olaylar ışığında kabile asabiyyetinin yanında
Muaviye'nin siyasete olan düşkünlüğü ve mevki hırsının olduğunu, bu konuda
amacına ulaşabilmek için özellikle cahiliyye toplumunu ayakta tutan ve toplumun
genel yapısını oluşturan kabile asabiyyeti duygusunu istismar ettiği, bunun
sonucunda da etrafında hızlı taraftarlarının ve yardımcılarının bulunduğunu ve
bunlar vasıtasıyla kendi davasını pekiştirme ve meşrulaştırma gayreti
içerisinde bulunduğunu dikkate alırsak Muaviyenin ihtirası ve buna basamak
yaptığı kabile asabiyyeti büyük ölçüde Siftin savaşının ve dolayısıyle
hariciliğin doğuşunu hazırlayan sebeblerin en büyükleri olduklarını
söyleyebiliriz.
Çalışmamız
içerisinde yeri geldikçe değindiğimiz önemli bir nokta, müslümanların tarihi
içerisinde cereyan eden bu acı hadiselerin temelinde, güzide olmaları gereken
insanların dinin ihyâsı ve korunması gibi ulvî gayeleri hedef edinmemeleri
vardır. Aksine onlar entellektüel kaygılardan uzak, sadece ihtiras ve menfaati
hedef alan gayeler peşinde koşmuşlardır. Bunun sonucunda da müslüman
toplumların bir çatı altında toplanabilmelerinin zeminini ortadan
kaldırmışlardır. Bunu yaparkende elbette islamın gerçek ruhundan istifade
etmemişler, cahiliyye dönemindeki kültür ve düşüncelerini, islamın insanlara ve
insanlığa vermek istediği sevgi ve hoşgörü yüklü mesaja galip kılmışlardır.
J.ŞİA ’NIN DOĞUŞU VE CAHİLİYYE KÜL TÜRÜNÜN
ETKİSİ
Şia kelimesi lügatte; arkadaş, dost ve tâbi olan gibi anlamlarda
kullanılmaktadır.469 Istılahi manasıyla ilgili olarak Şehristani
şunları söylemektedir. "Şia, özellikle Hz. Ali'ye taraftar olan
insanlardır. Onlar imametin gizli ve açık vasiyyet ve nassla olacağını
söylediler. Ayrıca imametin Hz. Ali ve
O'nun soyundan gelenlerden çıkmayacağına ( onlarda kalacağına ) inandılar.
Şayet Hz. Ali soyunun dışına çıkacak olursa bunun ancak zulüm olacağını
söylediler ve imametin, umumun ihtiyarına bırakılacak, maslahata ait bir hüküm
olamayacağını söylediler. Şia'ya göre imamet dinin aslına ait hükümlerdendir.
İmamet dinin rukünlerindendir. Bunun için böyle bir konuyu Rasulullahın boş
bırakıp, ihmal etmesi caiz olamaz. Şia'ya göre bu meselenin nass ve tayinle
olması gerektiğine ve imamların büyük ve
489
Kşlİbrahim Oneys, el-Mu'cemu'l-Vaslt, c.l, s. 503.
küçük günahlardan masum olacakları hususunda,
tevellâ ve teberrâ meselelerinde icma ettiler."470 Görülüyor ki
Şehristani bu cümleleriyle Şia'yı hem tarif etmekte hem de onların belli başlı
asıl kabul ettikleri meselelerle ilgili bilgiler vermektedir.
İbn Hazm da benzer
cümleler kullanarak Şia'ya göre; imametin Hz. Ali ve soyuna ait olduğuna dikkat
çekerek onun soyundan dışarı çıkmasının ancak zulümle olabileceğini ifade
etmektedir.471
Haşan Onat da Şia
tabirini toplu bir şekilde şu cümleleriyle izah etmektedir: "Şia Ali b.
Ebi Talib'in, Hz. Peygamberden sonra nass ve tayinle halife olduğuna inanan, imametin
kıyamete kadar onun, Fatma'dan olan soyundan başkasına çıkmayacağını ileri
süren toplulukların müşterek adıdır."472
Görülüyor ki Şia,
imameti Hz. Ali ve soyuna tahsis edenler için kullanılan teknik bir tabirdir.
Bunlara göre en önemli meselelerden biri şüphesiz imamettir. İmamet gibi önemli
bir meselenin nass ve vasiyetten hâli olması düşünülemez. Nitekim imamet, dinin
temeli ve islamın direğidir. Peygamberlerin bu konuda gaflet etmesi, bunu
ümmetin düşünce ve oyuna bırakması doğru değildir.473
Şia
tabiri ile ilgili olarak, bu tabirin kullanılmasında özellikle h.l.asırda tam
bir belirsizlik hakimdir. Bilhassa Hz. Osman'ın hilafetinin ikinci dönemi ile Hz.
Ali'nin hilafeti sırasında,
müslümanların farklı görüşler etrafında toplanmaları üzerine, toplulukları
belirlemek için, "Şiatu Osman", "Şiatu Ali", "Şiatu
Muaviye" ve benzer şekillerde "Şia" tabiri kullanılmış, fakat
bugün anladığımız manada bir "mezhep veya fırka" kastedilmemiştir.
Umumi mahiyetteki bu kullanış, Hz. Hüseyin’in 10 Muharrem 61/10 Ekim 680
tarihinde Kerbela'da hunharca şehid edilmesinden sonralara kadar devam
etmiştir.474 Nitekim, h.41 yılını müslümanlar birlik ve beraberlik
yılı anlamında "cemaat yılı" olarak adlandırmışlardır.475 Gerçekten
islamın ilk yıllarında Şia tabiri ıstılahi manada kullanılsaydı müslümanlar bu
yıla cemaat yılı derlermiydi? Bize göre dememeleri gerektiği kanaati daha ağır
basmaktadır. Biliniyor ki Hz. Ali'nin
ölümünden sonra bazı müslümanlar oğlu
470
Şehristani, el-Milel
ve'n-Nihal, s. 144.
471
Bkz.lbn Hazm, el-Fasl,c.l,
s. 195
472
Haşan Onat, Emevi
Devri Şii Hareketleri ve Günümüz Şiiliği, s. 15.
473
Kşl.lbn Haldun,
Mukaddime, c.i, s.496.
474
Kşl.E.R.Fığlalı,
"ilk Şii Olayları Tevvabun Hareketi” Ankara,Ün.İl.Fak.Der.
Sayı.XXVI,
s.335, Ankara,1983.
473
Kşl. Haşan Onat,a.g.e,s. 156.
Hasan'ı bu makamda tutmak istemişlerse de Hz. Haşan Muaviye'den bazı isteklerde476
bulunarak anlaşma yoluna gitmiş ve böylece boş yere müslüman kanı dökülmesini
engellemiştir.
Hz. Hasan'tn
hilafeti bırakırken Muaviye ile yaptığı anlaşmada şöyle bir madde
bulunmaktadır. "Muaviye, imam Hasan'dan önce ölürse halifelik imam Hasan'a
geçecek veya Muaviye’nin ölümünden sonra halife atanması Hasan'a sorulmadan
yapılmayacaktır"477gibi bir anlaşma maddesini Neşet Çağatay
bize bildirmekle beraber, Etlıem Ruhi Fığlalı bu maddenin Şii bakış açısına
sahip eserler tarafından zikredilip ilk devir eserleri tarafından kaleme
alınmadığını bildirmektedir.478 Anlaşma şartları içerisinde böyle
bir madde olsa bile tarih içerisinde iktidarı elde edebilmek için hiçbir sinsi
planı uygulamaktan çekinmeyen Muaviye karşı tarafın elindeki yetkileri
alabilmek pahasına böyle bir anlaşma maddesine olumlu yaklaşmış olabilir.
Zikrettiğimiz tarihi olaylar bize Muaviye'nin tavırlarına iki şeyin yön
verdiğini göstermektedir. Daha önce de zikrettiğimiz gibi, bunların biri
cahiliyye dönemi arap kültürünün uzantısı olan kabile asabiyyeti, diğeri de
Muaviye'nin şahsî ihtirasıdır. Değinidiğimiz gibi, bize göre Muaviye hilafeti
elde edebilmek için, anlaşma şartlan içerisinde böyle bir maddeyi kabul
etmiştir. Gelişen olaylardan da anlıyoruz ki sinsice siyasi manevra yaparak
amacına ulaşabilmek için Hz. Hasan'ın sonunun ne olacağını da Muaviye
planlamıştı. Zira Hz. Hasan'ın zehirlenerek yavaş yavaş ölüme gittiği
rivayetleri doğru ise, Muaviye Hz. Hasan'a nasıl bir muamele yapılacağını,
sonunun ne olacağını biliyordu. Nitekim Hz. Hasan Muaviye'den önce vefat
etmiştir. Muaviye'de kanaatimizce, hilafeti kendi soyuna tahsis edebilmek için
oğlu Yezid'i yerine veliaht olarak atamıştır.479
Hz.
Ali taraftan olan insanlar hilafeti Muaviye'ye bıraktığı için Hz. Hasan'a
gücenmişler, bunun üzerine Hz. Hüseyin'e bey'at etmek istemişlerdir. Fakat Hz. Hüseyin böyle bir bey’atın ancak Muaviye'nin
ölümünden sonra olabileceğini söylemiştir. Bu esnada Küfe valisi Muğire b.
Şube'yi Muaviye, Küfe valiliğinden almak istemiş, Muğire'de kıvrak bir siyaset
izleyerek bu görevinde kalmayı
479 Bkz.Neşet Çağatay, İslam Tarihi, s.414.
477
Neşet Çağatay, a.g.e,
s.414.
478
Bkz.E.Ruhi Fığlalı,
Imamiyye Şlası, s.88.
479
Kşl, Ahmet Cevdet
Paşa, Kısas-ı Enbiya, c.l, s. 623.
başarmıştır. Bu
başarısını da şu düşüncesiyle sağlanıştır. Muğire görevinden alınacağı haberine
muttali olunca güya Kufe'de görev yapmayı istemiyornıuşcasma bir görüntüye
girmiş ve istifa etmek üzere Şam'a gelmişti. Burada Muaviye'nin oğlu Yezid'le
görüşmüş ona "Baban seni niçin veliaht yapmıyor; Sahabilerin ve Kureyş'in
ileri gelenleri hep öldü, ancak onların oğulları kaldı. Sen ise onların en
akıllısı, politika bakımandan en bilgilisisin.. Bu nedenle veliaht olman için hiç
bir engel yok" demiş, Yezid'de buna çok sevinmiş, hatta hemen konuyu gidip
babasına anlatmıştır. Bunun üzerine Muaviye, Muğire'yi çağırıp konuyu sormuş,
Muğire ise düşüncesini şu şekilde izhar etmiştir. "Ey Emir el-Müminin!
Gördük ki Osman'dan sonra bir sürü karışıklıklar çıktı, çok kan döküldü. Bunu
önlemek için Yezid'i veliaht tayin et. Sen ölünce yerini tutar, bölücülük
çıkmasına engel olur, kan dökülmez" demiş ve Muaviye'ye bu konuda Küfe
halkının desteğini sağlayacağı hususunda, yine aynı şekilde Basra halkının da
desteğini sağlayacağının teminatını vermiştir. Bu söz ve teminat üzerine Muğire
tekrar eski görevine iade edilmiş ve Kufe'ye geri dönmüştür. Kufe'ye geldikten
sonra'da verdiği söz icabı Yezid'in veliahtlığı için halkın desteğini almaya
çalışmıştır. Muaviye de bunun üzerine oğlu Yezid'i veliaht ilan etmiş ve 18
Nisan 680 günü Muaviye ölünce, Yezid halife sıfatıyla babasının yerine, aslında
hilafet makamı olması gereken saltanat tahtına oturmuştur.[163]
Böylece İslam siyasi tarihinde yeni bir sayfa açılmıştır. Artık hilafet
saltanata, başka bir deyişle sülale hakimiyyetine dönüşmüştür. Muaviye
kendisinden önceki hiçbir halifenin yapmadığı bir uygulama yapmış, oğlunu
veliaht göstermiştir. Böylece İslam öncesi arap toplumunda birbiriyle devamlı
mücadele halinde bulunan Emevi-Haşimi kabileleri arasındaki çekişmenin bir
devamı olarak Haşimiler karşısında Emevi soyunun üstünlük ve devamını bu
şekilde sağlanmaya çalışmıştır.
Gelişen
bu olaylar da gösteriyor ki, İslam öncesi arap toplumunun sahip olduğu
cahiliyye devri kültürü hâlâ ölmemiş ve hâlâ varlığını hissettirmektedir. O
kadar ki bu kültür bir sahabi olan Muaviye'yi Peygamber'in torunu Hz. Hasan'a
karşı dürüst olmayan hiyleli anlaşmalara götürmüştür. Hepsinden önemlisi
cahiliyye devri kültüründe en büyük idari birim olan kabile idaresini, İslam
toplumu üzerinde
bir
otorite yapma yoluna götürmüş, bunun sonunda da Yezid'in önce veliaht sonra
halife olmasıyla kabilesinin otoritesini resmileştirmeye çalışmıştır.
Geliş
türü haklı veya haksız olsun halife olan Yezid için bu aşamadan sonra artık tek
sorun vardır. O da İslam âleminde önemli şahsiyetler olan Hz. Hüseyin, Abdullah b. Zübeyr ve Muhammed b.
Hanefıyye'nin bey'atlarını almaktır. Eğer Yezid bunu başarabilirse halifeliği
herkes tarafından kabul edilecekti. Fakat Yezid bu konuda başarı
sağlayamamıştır. Hz. Hüseyin de bu konu ile ilgili olarak kendisine yapılan baskı
karşısında Mekke'ye gitmiştir.[164]
Kufeliler de Hz. Hüseyin'in
Yezid'e bey'at etmediğini öğrenince, 150 kadar mektup yazarak kendisini Kufe'ye
davet ettiler. Onlar bu mektuplarında, kendisinin yanında yer alacaklarını, şu
anda görevde olan valilerini kentten sürüp çıkaracaklarını ifade ediyorlardı. Hz.
Hüseyin'de bu istek karşısında Amcasının oğlu Müslim b. Akil b. Ebi Talib'i
Kufe'de halkın durumunu öğrenmesi için gönderdi. Müslim Kufe'ye vardığında
18.000 kişi Hz. Hüseyin'e bey'at ettiklerini ifade ettiler. Bu olaylar
karşısında Yezid, hâlen Küfe valisi olan Numan b. Bişfi bu görevinden alıp
burayı Basra valisi Ubeydullah b. Ziyad b. Ebihi'nin denetimine verdi. Bunun
üzerine îbn Ziyad, Kufe'ye gelip halkı Yezid'e bey'ata çağırdı. Hüseyin'e
bey'at edenler Müslim b. Akil'in başında toplanıp İbn Ziyad'ı kuşattılar ama
İbn Ziyad bir hile ile bu tehlikeden sıyrıldı ve Müslim'i idam ettirdi. [165] Bu sıralarda Hz. Hüseyin'de
Mekke’den Kufe'ye yola koyulmuş bulunuyordu, onun Kufe'ye gideceğini duyan bazı
kimseler yolundan çevirmek için uğraştılar, Küfe halkına itimat
edilemeyeciğini, ora halkının dönek olduğunu bunun için gitmemesi gerektiğini
ifade ettiler; fakat Hz. Hüseyin'i yolundan geri çeviremediler.[166] Hz. Hüseyin yolda iken, amcasının oğlu Müslim b.
Akil'in öldürüldüğü ve kendisine bağlı olanların dağıldığı haberini aldı. Bunun
üzerine yanındakilere "isteyen geri dönsün” dedi ve kendisine sonradan
katılanlar da bunun üzerine ayrılıp gittiler. Sadece Mekke’den birlikte çıktığı
kimseler onunla kaldı. Bunların sayısı da yaklaşık • 70 kişi idi.[167] Hz. Hüseyin bunlarla beraber Kerbela'mn da içinde
bulunduğu
Nineva'ya geldi ve orada konakladı. Hz. Hüseyin
burada konaklıyorken kendisini uzun süreden beri izleyen el-Hurr b. Yezid,
durumu valiye bildirdi. O'da başka bir iş için hazırlanmış ordunun kumandanı
olan Ömer b. Sa'd b. Ebi Vakkas'a ordusu ile Hz. Hüseyin'in üzerine yürümesini
ve bu işi halletmesini emretti.485 Ömer b. Sa'd bu işi ilk olarak
kabul etmek istemedi ise de ısrar ve tehdit karşısında Hz. Hüseyin ve askerleri
üzerine yürüdü. Gelişen olaylar üzerine Hz. Hüseyin'de gerekli hazırlıkları
yaptı ve Yezid'in askerlerine hitaben etkili bir hitapta bulundu. Bu hitap
üzerine Yezid ordusundan Hurr b. Yezid adındaki, sadece bir kişi Hz. Hüseyin'in
safına geçti.486 Bu kişinin ilk zamanda Hz. Hüseyin'i takip edip te
onun durumunu valiye bildiren kişinin olması ilginçtir.
Ömer b. Sa'd'ın
sancağı ile gelip ok atmasıyla iki taraf arasında savaş başlamış oldu ve feci
şekilde devam etti. Hz. Hüseyin'in savaş başlarken yanında bulunan yaklaşık 70
kişilik askeri iyice azaldı. Buna rağmen Hz. Hüseyin fiili olarak savaşmaya başlayıp devam
etmek zorunda kaldı. Netice de Yezid'in ordusu tarafından her yönden
kuşatılarak Hz. Hüseyin feci bir şekilde öldürüldü. Sinan b. Enes en-Nehâî
isimli biri Hz. Hüseyin'e bir harbe
sapladı sonra da atından inip Hz. Hüseyin'in başını ve saçlarını kesti. Orada
bulunanlar da cesedini soyup her şeyini yağmaladılar. Hz. Hüseyin'in vücudunda
kararmış yerler hariç, 33 mızrak ve ok, 34 kılıç yarası vardı.487
İşte Hz. Peygamber'in torunu böyle feci bir şekilde şehid edildi. Bunun sebebi
şüphesiz Muaviye'nin oğlu Yezid'in makam ihtirası ve Emevi soyunu ve memleket
yönetimini kendi tekeline alabilmek için yaptığı aşırılıktı. Çarpışan her iki
taraf da müslüman olduğu halde birbirleriyle çarpışmışlar ve müslüman kanı
dökülmesine sebebiyet vermişlerdir. Böylece müslümanlar, cahiliyye döneminde
bulunan Emevi-Haşimi çekişmesinin halen devam ettiğini acı sonuçlarıyle beraber
görmüşlerdir.
Yezid ve adamlarının müslümanlık ve insanlığa sığmayan adîlikleri
ile gerçekleştirdikleri Kerbela faciası, İslam tarihinde tüyler ürperten bu
feci olayın vuku buluşundan kısa bir süre sonra ortaya çıkmaya başlayacak bütün
493 Bkz.Fığlalı, "Hz. Haşan ve Hüseyin Dönemleri"
An.Ün.ll.Fak.Der. sayı:XXVI,s.366. 493
Bkz.Fığlalı, "Hz. Hasan ve Hüseyin
Dönemleri",An.Ün.ll.Fak.Der. sayı:XXVI,s.368. w Bkz.Fığlalı,
"Hz. Haşan ve Hüseyin Dönemleri" An.Ün.ll.Fak.Der. sayı:XXVI, s.369;
Taben,Tarih-l Taberl, c.V, s.453.
hareketlerin[168]
özellikle de şiiliğin sebebi olacak veya başka bir deyişle siyasi bir
organizasyon olan şiiliğin oluşmasına zemin hazırlayacaktır.
Şüphesiz Hz. Hüseyin'in feci şekilde şehid edilmesi hem
Haşimoğullartnı hem de Ehl-i Beyt'e sevgi ve saygı bağlarıyla bağlı bulunan
müslümanları sarsmıştı. Nitekim Hz. Ali ve oğullarının haklarım aramak ve
intikamlarını almak bahanesine sığınıp toplumda siyasi bir temayül şeklinde
kamuoyu oluşturmaya matuf [169] hareketler
gerçekleştirmeye çalışılmıştır. Fakat halife Yezid ve vali İbn Ziyad'ın sert
tedbirleri ve baskılı idaresi, Haşini soyuna mensup olanlar ile Hz. Ali ve
soyuna taraftar olanların herhangi bir isyan hareketine fırsat ve imkan tanımamıştır.
Bu konuda bir isyan hareketi girişiminde bulunmak isteyenler ancak Yezid b.
Muaviye'nin 64/684 yılında ölümünü beklemişler ve yerine fevkalade önemsiz ve
silik bir şahsiyet olan II.Muaviye'nin halife olması ile harekete geçmişlerdir.[170] Nitekim Yezid
öldükten sonraHz. Peygamber’in sahabisi olan Süleyman b. Surad'ın arkadaşları
onun yanına gelerek "şu adam ( Yezid ) helak olmuştur ve idare de
zayıflamıştır, istersen Amr b. Hureys'e ( Küfe valisi ) saldırır ve onu
sarayından çıkarır atarız. Sonra da Hüseyin'in kanım talep için ortaya çıkar ve
katilleri talep ederiz. Halkı da bu ailenin haklarını ellerinden alanların
üzerine yürümeye çağırırız"[171]
dediler. Süleyman b. Surad'da cevap olarak şöyle dedi: "Acele etmeyiniz.
Anlattığınız şeyleri düşündüm ve gördüm ki, Hüseyin'in katilleri Kufe'nin ileri
gelenleri, arapların süvarileridir. Onlar da Hüseyin'in kanını talep
etmekteler. Bu sebepten onlar sizin istediğiniz şeyi ve bu kanı talep işinin
kendilerinden alınacağını anladıkları zaman, size şiddetle karşı koyar ve
üzerinize yürürler..."[172]
Hz. Ali ile
Hüseyin’in haklan ve intikamı için gizlice faaliyet gösteren beş kişilik bir
topluluk ( Müseyyeb b. Necebe el-Fezari, Abdullah b. Sa'd b. Nufayl el-Ezdi,
Abdullah b. Val et-Teymi, Rifaa b. Şeddad el-Beceli ve Süleyman b.
Surad) Süleyman b. Surad'ın evinde toplandılar 493
Bu toplantı Müseyyeb b. Necebe'nin konuşması ile başladı. Hz. Hüseyin'e karşı
dürüst davranmadıklarını, şelıid edilirken ona yardımda bulunmadıklarını, bu
durumda Allah'a ve Rasulüne kavuştuklarında ne özür beyan edeceklerini
bilmediğini, O'nun için Hz. Hüseyin'i şehid edenler ile bu işi idare edenleri
öldürmekten başka hiçbir mazeret yolunun kalmadığını söyleyerek aralarından
birini reis seçmelerini ister. Bunun üzerine Süleyman b. Surad'ı kendi
aralarında reis seçerler. Süleymen b. Surad'ın işi kabulü . ve herkesin bu iş
için gerekli malzemeyi sağlayarak Abdullah b. Val'e teslim etmesini istemesi
ile toplantı sona erer.494 Bu tür toplantıları onlar her Cuma günü
yapmaya başlarlar.495 Ubeydullah b. Abdullah el-Murri'de etrafında
topladığı halka Hz. Hüseyin'in haksız olarak şehid edildiğini, Allah'ın
tevbeleri kabul edeceğini, onun için onları Allah'ın kitabı, Rasulünün sünneti
ve ehl-i beytin kanlarını talebe ve dinden çıkanlarla savaşmaya davet ediyordu.496
Bu tür propoganda
faaliyetleri ve lüzumlu malzeme toplama işi Yezid b. Muaviye'nin ölümüne kadar
sürdürülür.497
Nihayet hicretin
65. yılı ( m.684 ) Süleyman b. Surad, taraftarlarını ordugaha gönderir.
Rebiu'l-Ahir ayının hilali görününce ayaklanmak için buluşma yeri olarak tespit
ettiği en-Nuhayle karargahında toplanılır ve Süleyman b. Surad dostlarının
karşısına çıkar. Askerlerinin arasında dolaşır. Askerlerinin azlığı onu
şaşırtır. Bunun üzerine Hakim b. Munkiz el-Kindi ile el-Velid b. Gudeyn
el-Kinane'yi atlarıyla beraber Kufe'ye gönderir. Bunlar Kufe'ye girince
"Ey Hüseyin'in intikamcıları neredesiniz?" diye bağırırlar sonra
büyük mescide giderler ve orada da aynı şekilde bağırarak adam toplamaya
çalışırlar; fakat sadece iki kişi onlara katılarak Nuhayle'deki karargaha
gelir.498
Süleyman b. Surad
kayıt defterine baktığında 16.000 kişinin kendisine bey'at ettiğini fakat bunun
sadece 4.000'inin sözünde durduğunu görür.499 Bunun üzerine kendisi
Nuhayle'de üç gün kalır ve güvenilir adamlarından bazılarını, sözlerinden
493
Kşl.Taberi, Tarih-i
Taberi, c.V, s..552.
494
Kşl.Fığlalı,
"İlk Şii Olayları ve Tevvabun Hareketi" s. 341.
493 Kşl.Julies
Well Hausen, İslamiyet'in İlk Devrinde Dini,Siyasi Muhalefet Partileri, s.116.
496Kşl.Taberi,
a.g.e, c.V, s.560.
497Kşl.Taberi,
a.g.e, c.V, s.560.
499Kşl.Taberi,
a.g.e, c.V, s.583.
499Kşl.Taberi,
a.g.e, c.V, s.574.
dönenlere Allah'ı ve verdikleri sözü hatırlatmaları
için Kufe'ye gönderir böylece kendisine bin kişi daha katılır/""
Süleyman
b. Surad, Nulıayle'deki adamlarına hitaben düşmanlarının üzerine yürüme
kararında olduğunu beyan eden bir konuşma yapar ve neticede Rebiu'l-Evvel
65/18Kasım 684 Cuma günü yatsı vaktine kadar orada kalırlar. Yatsıdan sonra
Nuhayle'den ayrılarak Daru'l-Aser'de gecelerler. Ancak orada onunla beraber
sefere çıkanların çoğu kendisinden ayrılıp geriye dönerler. Daha sonra o, fırat
kenarındaki el-Aksas'a gider ve orada konaklar. Burada yanından bin kişi kadar
insanın ayrılmış olduğunu görür. Bunun üzerine askerlerine "sizlerden
ayrılmak isteyenlerin bizlerin yanında bulunmasını arzu etmem..."der ve
sonra el-Aksas'tan ayrılarak Hz. Hüseyin'in kabrinin bulunduğu Kerbela'ya
giderek orada geceyi geçirirler.501 Hz. Hüseyin'in kabrine
vardıklarında hep beraber yüksek sesle ağlaşırlar ve O'nun için rahmet
dilerler.502 Bu guruba ve bu gurubun hareketine tarih içerisinde
Tevvabun hareketi adı verilmiştir. Tevvabun gurubu Kerbela'dan Aynu'l-Verde'ye
gelir ve buranın batısında karargah kurarlar. Orada beş gün dinlenirler. Bu
sırada Şam ordusu da oraya bir gün bir gecelik bir mesafede konaklar.503
İki ordu arasında anlaşma görüşmeleri yapılır. Fakat bunlar müspet sonuç
vermezler. Nihayet 22 Cemaziye'l-Evvel 65/4 Ocak 685 Çarşamba günü çarpışma
başlar. Hz. Hüseyin'e taraftar olanlar
ilk anda karşı tarafı bozguna uğratarak karargahlarına çekilmeye mecbur
ederler. Ancak ertesi gün 8.000 kişilik bir yardım kuvvetiyle Şam ordusu
desteklenir. Bir sonraki gün de 10.000 kişi ile desteklenerek çarpışma bütün
şiddeti ile devam eder. Çarpışmanın son günü yeniden takviye edilen Şam ordusu
Tevvabun üzerine her taraftan saldırır ve Tevvabun hareketinin öncü gurupları
ve lider kadroları teker teker yok edilir ve Tevvabun tarafi büyük bir yenilgi
ile mağlup edilir.504
300
Kşl.Fığlalı,
"İlk Şii Olayları ve Tevvabun Hareketi" Ankara Ün. tl. Fak. Der.
sayı:XXXI, s.345.
301
Kşl.Fığlalı,
"İlk ŞU Olaylan ve Tevvabun Hareketi",Ankara Ün.İl.Fak. Der,
sayı:XXXI, s.348.
302
KşLTaberi, Tarih-I
Taberl, c.V, s.589.
303
Kşl.Fığlalı,
"İlk Şii Olaylan ve Tevvabun Hareketi" Ankara Ün.ll.Fak.Der,
sayı:XXXI, s.350.
304
Kşl.Fığlalı,
"İlk Şii Olayları ve Tevvabun Hareketi" Ankara Ün.ll.Fak.Der,
sayı:XXXI, s.351.
Buraya kadar
zikredilen tarihi rivayetler ışığında şiiliğin başlangıcını Hz. Peygamber dönemine dayandırmamız pek mümkün
gözükmemektedir. Hatta Siftin Savaşı ve Hakem olayından sonra bile bugünki
anladığımız manada şiiliğin varlığından bahsedebilmemiz mümküm değildir. Şii
hareket, belki sistemli olarak Kerbela'da Hz. Hüseyin'in şehid edilmesinden
sonra biraraya gelen ve insanları Hz. Hüseyin'in kanından dolayı tevbeye davet
edenlerin kurduğu birlikle siyasi bir teşkilat olarak oluşma aşamasına girmiş
olabilir. Biliyoruz ki etkiler tepkileri doğurmaktadır. Hz. Hüseyin şehit
edildikten sonra bu olaya üzülen insanlar imkanları nispetinde tepki duyguları
doğrultusunda Süleyman b. Surad nezaretinde birleşmişler ve ilk defa siyasi
teşkilat şeklini alma eğilimine girmişlerdir. Fakat bu kimseler yine de bizim
anladığımız manada Şii gurup olarak nitelendirilemezler. Siyasi manada Şii
topluluğun oluşması daha önce de değindiğimiz gibi Tevvabun Hareketi ile
başlamış veya başka bir deyişle Tevvabun Hareketi ve sonucunda gelişen olaylar
Şii teşkilatın kurulmasına zemin hazırlamıştır.
Tarihi olaylar ve
rivayetler bütünlük içerisinde gözönünde bulundurulduğu takdirde, diğer siyasi
ve toplumsal olaylarda olduğu gibi, Şia'nın zuhurunu da şahsi hırs, ihtiras,
makam sevgisi ve bunun gerçekleştirilebilmesi için basamak yapılan ve cahiliyye
devri kültürünün bir parçası olan kabile asabiyyetine dayandırmamız mümkün
olduğu gibi, bu doğrultuda Şia'nın doğuşunda da kabile asabiyyetinin rolü
olduğunu iddia etmemiz mümkündür.
Bizim çalışmamızın
esas meselesini bir fırka olarak meydana çıkan Şia'nın cahiliyye devri
kültüründeki uzantıları ilgilendirmektedir. Bu ilgiyi kurabilmek için olayların
tarihi seyrini gözönünde bulundurmanın faydalı olacağı kanaatindeyiz. Diğer
siyasi ve toplumsal olaylarda olduğu gibi Şia'nın zuhurunu da şahsi ihtiras ve
makam sevgisi dışında cahiliyye devri kültürünün bir parçası olan kabile
asabiyyetinin haricinde başka bir şeye dayandırmamız mevcut bilgiler ışığında
pek mümkün görülememektedir.
Şia ve Şia’yı
doğuran siyasi olayları gözönünde bulundurduğumuzda gizli veya açık olsun
toplumsal çekişmenin ana temasını cahiliyye devrinde şiddetle varlığını
gösteren, Hz. Peygamberden sonra gelişen olaylarla tekrar günyüzüne çıkan
Haşimi-Emevi çekişmesi şeklinde takdim edildiği kanaatindeyiz. Cahiliyye
devrindeki kabile ve kabilecilik anlayışına ve bu dönemdeki Haşimi-Emevi
mücadelesine daha önceki konularımızda değindiğimiz için tekrar değinmeyeceğiz.
Fakat burada gözden uzak tutmamamız gereken nokta, firsat ellerine geçtiğinde
Ümeyye oğullarının her türlü aşırılığı göze alarak herşeyi yapabildikleridir.
Nitekim önceden de değindiğimiz gibi, Muaviye'nin sırf şahsî ihtirası ve
Emevilerin asabiyyetine binaen gerçekleştirilen ve rivayete göre 70.000 kişinin
öldüğü Siftin savaşını Muaviyenin makam sevgisi ve Emevi soyunun hakimiyyeti arzusu
haricinde başka bir şeyle izah edebilmek pek mümkün gözükmemektedir. Bundan
başka Muaviye’nin Hz. Hasan'la hilafet meselesinde anlaşma yaptığı halde, oğlu
Yezid’i veliaht göstermesi bizce cahiliyye devri kültürünün bir parçası olan
Emevi-Haşimi çekişmesinin islami dönemdeki bir tezahüründen başka bi şey olmasa
gerektir. Muaviye kendi kabilesinin cahiliyye dönemindeki otoritesini kendi
şahsında yeniden temin edebilmek, iktidar nimetlerinden kendisini ve kabilesini
tekrar ve sürekli bir şekilde müstefîd kılabilmek için oğlu Yezid'i veliaht
göstermiş, böylece Hulefa-i Raşidin döneminde görülmeyen bir sistemi yani
saltanattık sistemini toplumda oturtma gayretine girmiştir.
Gelişen olayların
temelinde Muaviyenin makam hırsı ve ihtirası dışında cahiliyye dönemine dayanan
kabile asabiyyeti ve Emevi-Haşimi kabileleri arasındaki rekabet olduğu
hususunda örnekleri artırmak mümkündür. Yezid'in Kerbela'da Hz. Hüseyin'in geri
dönme teklifi yapmasına rağmen onu insafsızca öldürtmesi, onun şahsi makamını
sağlama alma isteği ve kabile asabiyyetinden başka bir sebeble izah edilemez.
Yezid, koltuğunu sağlama almak pahasına Haşimiler'in engüçlü ismi olan Hz. Hüseyin'i
eline firsat geçtiğinde şehit etmekten çekinmemiştir. Bunun sonucunda da zaten
Tevvabun hareketi gerçekleşmiş ve Şia'nın doğuşuna müsait ortam kendiliğinden
meydana gelmiştir.
Zikredilen tarihi
olaylar zinciri gözönünde bulundurulduğunda Şia'nın doğuşunu hazırlayan
sebepler arasında cahiliyye dönemi kültürünün bir parçası olan kabile
asabiyyetinin varlığı inkar edilemez. Çünkü, yukarıda da değindiğimiz gibi
tarihi rivayetler bize hep olayların temelinde şahsi ihtiras ve makam arzusu
dışında Haşimi-Emevi mücadelesinin yattığını göstermektedir. Zira olayların baş
mimarları da bu iki kabilenin fertleridir. Bu iki kabilenin fertleri arasındaki
çekişmenin kaynağını da ancak cahiliyye devri kültüründe aramak mümkün olsa
gerektir.
Görülüyor ki,
gelişen olayların hep Emevi-Haşimi mücadelesi doğrultusunda vukua geliyor
olması, bu olayların kabile çatışması şeklinde gerçekleştiğini ve sonuç olarak
da İslam öncesi kültürün uzantılarının Hz. Peygamberden sonraki İslam
toplumunda da görüldüğü kanaatine bizleri götürmektedir.
İslami emir ve
yasaklar İslam toplumunun her kesiminde hatta sahabe ve tabiin arasındaki bir
takım insanlar arasında bile öncelikle benimsenip tatbik edilmemiş, insanların
hırslan, menfaatleri ön plana çıkmış, mücadeleleri dînî kaygıdan ziyade bir
nevi çıkar kavgasına dönüşmüştür. Belki bu insanlar arasında Tevvabun
hareketinin gerçekleşmesini sağlayan insanlar gibi, pişman olup islamın emir ve
yasaklannı, Peygamber’in sahih sünnetini yeniden yaşatmak isteyenler ortaya
çıkmışsa da, bunlar da önceden bu olayların seyrini ve neticesini iyice düşünüp
ileriyi göremedikleri , Emevi sülalesinin gerçek islami prensiplerden
uzaklaşabileceğini tahmin edemedikleri için Hz. Hüseyin'i yalnız bırakmışlar, O'na
kuvvetleriyle yardımcı olmadıkları gibi, fikirleriyle de destek olup bu işin az
bir kuvvetle olmadığını, biraz bekleyip taraftar bulmalarının gerekeceğini
hatırlatmamışlardır. Hatta bir başka alternatif olarak bu olayların zaman
içerisinde müzakereler yoluyla halletmenin belki isabetli olacağını bile
düşünmemişler, gereksiz yere pek çok kıymetli kişilerin ölümüne sebebiyet
vermişlerdir. Bütün bunların İslam adına yapıldığını iddia etmek hiç te
isabetli bir görüş olmasa gerektir. Zira tezimizin başından beri
değerlendirmeye çalıştığımız bu hadiselerde, islamın şu veya bu temel esasını
tesis etmek, veyahud da islamın herhangi bir şekilde bozulmuş değiştirilmiş
temel prensiblerini yeniden ihya etmek gibi bir düşünceyle ortaya çıkıldığını,
meydan okunduğunu, İslam toplumunun genel menfaatlerinin korunduğunu gaye
edinen bir hareketi görmek asla mümkün değildir. Aksine falan şahsın kanını
yerde bırakmamak, falanca kişiyi halife veya sultan yapmak, veya, falanca
kabileyi veyahud da sülaleyi iktidara getirmek gibi hiç de gizli tutulmayan
hedeflere ulaşmak için müslüman kanı döküldüğünü açıkça ve kesin bir şekilde
müşahade ettik.
SONUÇ
Hz.
Peygamber'in risâlet vazifesiyle
görevlendirilerek gönderilmiş olduğu topluma "Cahiliyye topluluğu"
adı verildiğine, çalışmamız esnasında değinmiştik. Bu toplum için
"Cahiliyye" tabirinin kullanılması, o toplumdaki insanların hiçbir
şeyi bilmemeleri ve câhil olmaları sebebiyle değildir. O toplumda yaşayan, o
devrin insanları kendi çaplarında elbette birşeyler biliyorlardı. Hatta
kendilerine göre ihtiyaç hissettikleri konularda İlmî faaliyetlerde de
bulunuyorlardı. Onların sınırlı da olsa bir takım İlmî faaliyetleri olmasının
onlann bazı meselelerde de olsa câhil olmadığını göstermektedir. Onlar için
"Cahiliyye" tabirinin kullanılması daha çok onlann, Allah'ı
tammadıklan, O'na şirk koştuklan ve kendilerine putları ilâh edindikleri ve
islamla bağdaşmayan önceki âdetlerini, kinlerini, hırslannı devam ettirdikleri
içindir.
"Cahiliyye
devri" diye tabir ettiğimiz ve "Cahiliyye" kavramı ile izâha
çalıştığımız toplumda çeşitli ilimlerin yanında, toplumu ayakta tutan bir takım
âdet, gelenek ve görenekler de vardır. Daha kapsamlı bir manada o toplumu
yaşatan bir kültür vardır. İşte bu kültür itikadî fırkaların doğmasında rol
oynamış mıdır, eğer öyle ise ne gibi bir rol oynamıştır sorularının bizim açımızdan
önemli olduğu kanatindeyiz. İslâmiyetin gelmesiyle birlikte bu kültürün bütün
etkileri silinmiş, ortadan kalkmış ve itikadi fırkaların doğmasına hiçbir
etkide bulunmamış olabilir mi gibi bir soru da konu içinde ehemmiyet
taşımaktadır. Çalışmamızın çeşitli bölümlerinde değindiğimiz gibi Phlip K.
Hitti; bir toplumdaki kültür değerlerinin bir veto ile kaldırılmasının
imkansızlığına işaret etmektedir. Nitekim buna katılmamak mümkün
görünmemektedir. Daha doğrusu toplumu toplum yapan özelliklerin çok kısa sürede
ortadan kaldırılarak etkilerinin yok edilmesinin imkansızlığına işaret
edilmektedir.
Hz. Peygamber, risâlet vazifesi ile
görevlendirilince o toplumdaki iyi huy ve âdetleri desteklemiş; fakat fert ve
toplumlann zararına olabilecek kültürel kalıntıları yasaklayarak insanların
onlardan uzaklaşmalarını sağlamaya çalışmıştır. Bu kültürel kalıntıların
tamamını toplumun tümünden kaldırması mümkün olamamıştır.
Nitekim zaman zaman İslâmi dönemde de Cahiliyye
devri kültürünün uzantısı olduğu hissedilebilecek hareket ve tavırlara da
rastlanılmıştır. Hz. Peygamber bu tür
olaylara şahit olduğunda bunları giderici ve yok edici sözler söylemiş
etkilerini yok etmeye çalışmıştır. Bunun misallerini konu içinde de
zikretmiştik.
Cahiliyye devri
toplumunda kollektif şuur düzeyine ulaşmış kültür kalıntısı olarak, o toplumun
siyaset ve idare mekanizmasını oluşturan "Kabilecilik Ruhu" veya
"kabile anlayışını" görmekteyiz. Bu ruh Cahiliyye toplumunda bir çok
kişinin kanının dökülmesine sebebiyet verdiği gibi îslâmi dönemdeki toplumda da
fırsatını buldukça günyüzüne çıkmış fakat Hz. Peygamber tarafından, bir zarara sebebiyet
vermesi engellenmiştir. Hatta bu konuda bir de rivayet bulunkmaktadır. Bu
rivayete göre, bir zamanlar birbirlerine düşman iki kabile iken Hz. Peygamberin önderliğinde güçlü sevgi
bağlarıyla birbirlerine bağlanmış olan Evs ve Hazrec'den bazı kimseler dostâne
bir şekilde sohbet ettikleri bir sırada, bu müslümanların birlik ve
beraberliğini kıskanan bir Yahudi, iki kabilenin eski rekabetlerini hatırlatan
bazı şiirlerle onları tahrik etmişti. Bu durumda eski duygulan kabaran
müslümanlar birbirleriyle mücadeleye başlamışlar, hatta silaha sanlarak
dövüşmek üzere harekete geçmişlerdi. Bunu öğrenen Hz. Peygamber kendilerine şu şekilde hitab
etmiştir. "Ey müslüman topluluk, Allah'tan Korkun! Ben aranızda
bulunuyorken, Allah sizi İslâm'a kavuşturmuş onunla müşerref kılmış, Cahiliyye
zihniyetinden kurtarmış, küfürden uzklaştırmış ve sizi birbirinize dost
kılmışken nasıl oluyor da yine Cahiliyye davasıyla birbirinize düşebiliyorsunuz"
İşte bu olay bize göstermektedir ki İslâmiyet'le birlikte kalktı gibi görünen
cahiliyye devri kültürünün etkileri fırsatını bulduğunda İslâmi dönemde de
kendini göstermiş, gün ışığına çıkmıştır. Hatta Hz. Peygamber vefat eder etmez meydana gelen
Sakifetü beni Saîde olayının altında yatan sebep kabilecilik ruhunun bir
uzantısı olan kitlesel üstünlük duygusundan başka bir şey değildir. Muhacirden
habersiz, Ensar’ın kendi aralarında toplanarak yeni halifeyi seçme
girişimlerini başka bir şeyle izaha kalkışmak pek mümkün gibi gözükmemektedir.
Hz. Osman döneminde rahatlık bulan
Umeyyeoğulları'nın diğer kabile fertlerine hakaretvâri tavırlar içinde
bulunmaları, hilafeti döneminde Umeyye- oğullan'na üst düzey görevler veren Hz.
Osman'a karşı diğer insanların
ayaklanmaları veya ayaklananlara Ümeyyeoğullarının müdahale etmemelerini yine
Cahiliyye devri kültürünün önemli bir parçası olan kabilecilik ruhu dışında bir
şeyle izah edebilmek pek mümkün gözükmemektedir.
Yine Hz. Ali döneminde Umeyye oğulları'nın ve özellikle
Muaviye'nin halifeyi tanımamasının altında yatan sebep Muaviyenin kamufle
edilmiş olan makam hırsı ve buna basamak yaptığı cahiliyye kültürünün kalıntısı
olan kabilecilik anlayışından başka bir şey olmasa gerektir Bilinmektedir ki
Muaviye'nin bu tavrı Sıffin Savaşı diye tarihe geçen acı hadiseyi hazırlamış ve
bunun sonunda da meydana gelen tahkim hadisesi ile İslam siyasi tarihinde
"Hariciler" diye bilinen fırkanın zuhuruna sebebiyet verilmiştir.
Dolayısıyla Cahiliyye devri kültürünün bir kalıntısı olan "kabilecilik
anlayışı" Sıffin Savaşı’nı ve Sıffin Savaşı da "Hariciler" diye
bilinen grubun oluşumunu hazırlamıştır.
Görülüyor ki Ümeyye
oğullarının sebep olduğu Sıffin savaşı sonunda müslümanlar arasından farklı bir
fırka olarak Haricilik ortaya çıkmıştır. Temelleri makam hırsı ve kabilecilik
ruhuna dayanan bu fırka, ilk defa ortaya çıktığında Hakem olayını bahane eden, Hz.
Ali saflarından ayrılarak dini konular içerisinde kamufle edilmiş ama aslında
siyasi bir kimlik olarak ortaya çıkmıştır.
Bilindiği gibi Hz. Ali'nin vefatından sonra yerine oğlu Hz. Hasan
Muaviye ile anlaşarak hilafeti Muaviye'ye devretmiştir. Muaviye anlaşma
şartlarını çiğneyerek oğlu Yezid'i kendine veliaht göstermiş ve Muaviye'nin
ölümünden sonra da Yezid hilafet makamına geçmiştir. Hilafet makamına oturan
Yezid'in en büyük sorunu toplumun tüm tabakaları tarafından hilafetinin destek
bulup bulmamasıdır. Bu konuda Hz. Hüseyin'in desteğini almak istemiştir. Yezid,
Hz Hüseyin'in desteğini alamamış fakat buna karşılık onu feci şekilde
öldürmekten de geri kalmamıştır. İşte Hz. Hüseyin'in bu acıklı durumu onu seven
insanları biraraya getirmiş ve bu olay da sonra o insanların yavaş yavaş
birlikteliklerini sağlamıştır. Böylece tarihte siyasi manada ilk Şia
hareketleri görülmüş ve Şia diye bilinen siyasi fırka ortaya çıkmıştır.
Tıpkı Hariciliğin
ortaya çıkışında olduğu gibi, Şia’nın ortaya çıkışında da birinci derecede rol
oynayan Muaviyenin makam sevgisi ve buna basamak yaptığı kabile asabiyyeti ve
kabilecilik ruhudur. İslam öncesi cahiliyye toplumunda çok etkin olan bu ruh
özellikle Emevi-Haşimi sülaleleri arasında etkin bir rekabetin görülmesine
sebep olmuştur. Hz. Peygamber devrinde duruldu gibi gözüken bu rekabet anlayışı
Hz. Osman döneminde uygulanan siyasi anlayış ile tekrar kendini hissettirmeye
başlamış ve yukarıda bahsettiğimiz Siftin savaşının doğmasında etkin olmuştur.
Aynı rekabet anlayışı Kerbela hadisesinin doğuşunda da etkin olmuştur. Bunun
sonucunda da Şia'nın zuhuruna sebebiyet verilmiştir.
Böylece görülüyor
ki Muaviyenin şahsi ihtirası ve makam sevgisi dışında cahiliyye devri kültürünün
bir parçası olan kabilecilik ruhu ve anlayışı itikadi iki temel fırka olarak
nitelendirebileceğimiz Havâric ve Şia'nın doğuşunda etkili olmuştur. Bu iki
fırka da ilk planda siyasi sebeplerle ortaya çıksa da daha sonra varlıklarım
meşru zeminde devam ettirebilmeleri için itikadi kisveye bürünmüşlerdir.
Çalışmamız içerisindeki rivayetlerden ve çeşitli yorumlardan
anlaşıldığı gibi müslümanların tarihi içerisinde hem de insanlığa mutluluk ve
saâdet getirmekle Cenab-ı Hak tarafından vazifelendirilen Hz. Peygamberin
dünyadan göçüşünün hemen akabinde cereyan eden acı hadiseler akıllara durgunluk
verebilecek boyuttadırlar. İslamın bildirdiğine göre birbirleriyle kardeş olan®5
mü'minler farklı cepheler oluşturmuşlar, birbirlerine silah çekmişler ve
birbirlerinin ölümüne sebebiyet vermişlerdir. Bu büyük ve acı hadiselerin
altında yatan sebeb de o insanların İslama bağlılıkları, İslama layık olmada
yarış içerisinde bulunmaları, dinin emirlerini ihyâ ve korumak gibi şerefli
gayelere matuf olmayıp, daha önce de değindiğimiz gibi, sadece şahsi hırs,
ihtiras ve makam sevgisi olup bunun için de cahiliyye döneminden kalma kültür
kalıntılarından istifade etmeleridir. Başka bir deyişle bu insanlar islamın
kardeşlik prensibini kendi şahsi menfaatleri ve yakınlarının selameti, diğer
insanlar üzerine hakimiyeti için devşirmekten geri durmamışlardır. Bu durum, o
dönemde hâlâ İslam öncesi cahiliyye dönemi kültürünün toplumda etkisini
sürdürdüğünü göstermektedir. Bu olaylar sonucunda gelişen hadiselerle
müsiümanlar farklı fırka ve grublara ayrılmışlar, aralarındaki sevgi bağları kopmuş
ve müsiümanlar arasında yıkılması güç duvarlar örülmüştür. Aradan 15 asır gibi
uzun bir zaman geçmesine rağmen bu duvarlar zaman zaman varlıklarını
hissettirmektedir. Dolayısıyla günümüzde müslüman topluluklar xs 49.Hucurat/10 arasında
cereyan eden birtakım sürtüşmelerin temeli de İslam öncesi cahiliyye dönemi
kültürüne dayandırılabilir.
BİBÜYOĞRAFYA
Kitaplar:
Abdulhamit, Sa'd Zeğlulî; Fî Tarihi'l-Arab
Kable'l-İslânı, Beyrut, 1976.
Abdulhamit, İrfan, Ulamda
İtikadi Mezhepler ve Akaid Esasları,
Çev: Prof. Dr. Saim Yeprem, 3.Baskı, İstanbul. 1994.
Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya,
İstanbul, 1966.
Akbulut,
Ahmet, Sahabe Devri Siyasi Hadiselerinin Kellimi Problemlere
Etkileri, İstanbul, 1992.
Ali, Cevad, Fî
Tarihi'l-Arab Kable'l-İslânı, Beyrut, 1976.
Altıntaş, Ramazan, Bütün Yönleriyle
Cahiliyye, Konya, 1990.
Arnold, T. W. İntişar-ı İslâm Tarihi, Çev: Haşan
Gündüzler, 2. Baskı, Ankara, 1982.
Atay, Hüseyin, Ehl-i Sünnet ve Şia, Ankara, 1983.
Ayçan, İrfan, Saltanata
Giden Yolda Muaviye Bin Ebî Süfyan,
Ankara, 1990.
Aydın, Mehmet, Din Fenomeni,
Konya, 1983.
Aydın, Mustafa, İlk Dönem İslâm Toplumunun
Şekilleniri,
İstanbul, 1991.
Bağçeci, Muhiddin, Kelam İlmine Giriş,
Kayseri, 1994.
Bağdadi, Ebu Mansur Muhammed, el-Fark Beyne'l-Fırak,
Tahk: Muhammed Muhyiddin Abdulhamid, Beyrut, 1990.
Bağdadî, Ebu Cafer Muhammed b. Habib b. Amr b.
el-Haşimî,
Kitabu'l-
Muhabber, Beyrut, Trz.
Bedevi, Abdurrahman, Mezâhibu'l-İslâmiyyîn,
2. Baskı, Beyrut, 1983.
Berki, Ali Himmet, Keskioğlu, Osman, Hâtenıu'l-Enbiya Hz. Muhammed ve Hayatı, Ankara,
1986.
Bilmen, Ömer
Nasuhi, İslâm
İlmihâli, 4. Baskı, İstanbul, 1954.
Brocelman C, İslâm Milletleri ve
Devletleri Tarihi, Çev: Prof Dr. Neşet Çağatay 2. Baskı, Ankara,
1964.
Buhari, Muhammed b. Ismâil, el-Camius-Sahih,
İstanbul, 1981.
Cahen, Claude, Doğuşundan Osmanlı
Devletinin Kuruluşuna Kadar İslâmiyet, Çev: Esat Nermi Erenıdor,
Ankara, 1990.
Cevheri, İsmail İbn Hammed, es-Sıhalt,
Tâıcu’l-Luga ve Sıhalıu’l- Arahiye,, Mısır, 1957.
Çağatay,
Neşet, Başlangıçtan Abbasîlere Kadar İslam Tarihi,
Ankara, 1993.
--------------- İslâm
Öncesi Arap Tarihi ve Cahiliyye Çağı, 3. Baskı,
Ankara, 1971.
Çağatay, Neşet, Çubukçu, İ. Agah, İslâm Mezhepleri
Tarihi,
Ankara, 1976
Daryal, Ali Murat, İslâm’ın Doğuşu ve İlk
Yayılışının Psiko-soşyal Açıdan Tahlili, 2. Baskı, İstanbul, 1993.
Dayf, Şevki, el-Asru’l-Cahilî, 3. Baskı, Kahire,
1970.
Ebu Ali,Muhammed Tevfık, el-Emsâlu’l-Arabiyye
ve’l-Asru’l-Cahilî, Beyrut, 1988.
Ecer, A. Vehbi, İslâm Tarihi Dersleri,
Kayseri, 1991.
--------------- İslam
Mezhepleri Tarihine Giriş, Kayseri, 1980.
Emin, Ahmet, Fecru’l-İslânt,
Çev: Ahmet Serdaroğlu, Ankara, 1976.
--------------- Duha’l-İslâm,
10. Baskı, Beyrut,Trz.
--------------- Zuhru’l-İslâm,
3. Baskı, Kahire, 1964.
Ezrâki, Ebu'I-Velid
Muhammed, Kabe
ve Mekke Tarihi, Çev: Y. Vehbi Yavuz, İstanbul, 1990.
Fazlu'r-Rahman, İslam.
2. Baskı, İstanbul, 1992.
Ftğlalı, Ethem
Ruhi, Çağımızda
İtikııdi İslâm Mezhepleri, 4. Baskı, İstanbul, 1990.
--------------- Türkiye’de
Alevilik Bektaşilik, 3.Baskı. İstanbul, 1994.
Fîruzâbâdi, Kânıûs-u Muhit
Fî Tercemeti Okyanusu ’l-llasît, Çev.
Ahmet Asını, İstanbul, 1305.
Gibb, Hamilton A R.
İslâm Medeniyeti
Üzerine Araştırmalar Çev: Kadir Durak Atilla Özkök, Hayrettin
Yücesoy, Kenan Dönme, İstanbul, 1991.
Gölcük, Şerafettin, Kelâm Tarihi,
Konya, 1992.
Hamidullah, Muhammed, İslâm Peygamberi,
Çev: M. Said Mutlu,
2.Baskı, İstanbul, 1966.
--------------- İslâm’a Giriş,
Çev: Kemal Kuşçu, İstanbul, 1961.
Haşan, İbrahim
Haşan, Siyasi,
Dini, Kültürel-Sosyal İslam Tarihi, Çev: Komisyon, 2. Baskı,
İstanbul, 1987.
Hitti, Philip K. Siyasi ve Kültürel
İslam Tarihi, Çev. Prof Dr. Salih Tuğ, İstanbul, 1989.
Hizmetli, Sabri, İslam Tarihi,
Ankara, 1991.
Isfehânî.,
Ebu'l-Kâsım el-Hüseyn b. Muhammed, el-Müfredât Fî Garîbii- Kur'an,
Beyrut,Trs.
İbn Haldun, Mukaddime, Tere. Zeki Megamiz M.E.B.
Yayınlan, 2.
Baskı, İstanbul, 1970.
İbn Hazm, Ebu
Muhammed Ali el-Endülüsî ez-Zâhirî, el-FaslfiT-Milel ve'l- Eltva ve’n-Nihal,
Bağdat,Trz.
İbn Hişam, es-Siretun-Nebeviyye,
Çev: Prof. Dr. İzzet Haşan, Prof Dr. Neşet Çağatay, Ankara, 1971.
İbn Manzur, Muhammed b. Mükerrem, Lisânu'l-Arab,
Beyrut, 1970.
İmriü'l Kays, Muallegât-ı Seb'a,
çev.Ord.Prof.Şerafettin Yaltkaya, İstanbul, 1985.
İnayet, Hamid, Arap Siyasi
Düşüncesinin Seyri, Farsçadan Çev: Hicabi Kırlangıç, İstanbul,
1991.
Kılıçlı, Mustafa, Arap Edebiyatında
Şuubiyye, İstanbul, 1992.
Kutluay, Yaşar, İslâm ve Yahudi
Mezhepleri, Ankara, 1965.
Kuzgun, Şaban, İslâm Kaynaklarına Göre Hz. İbrahim ve Haniflik Ankara,
1985.
İbn Manzur, Muhammed b. Mükerrem, L 'mınu 'l-Arab,
Beyrut, 1970.
Mes'udi, Ebu'l-Hasan Ali b. el-Hüseyin; Miirûc'ez-Zeheb,
Beyrut.1965.
Musevi, Musa, es-Şia
ve't-Tashih, es-Sıra'u beyne'ş-Şia ve't- Teşeyyu, Losangeles,1988.
Müslüm,
Ebu'l-Husayn kuşeyri en-Nisaburi, Camiu's-Sahih, İstanbul, 1981.
Nedvi, Seyyid Süleyman, Asr-ı Saadet,
Çev.Prof.Dr.Ali Genceli,
İstanbul, 1967.
Seâlebi, Abdu'l-Aziz, Muhâdârâtun
fi Tarihi'l-Mezâhibi ve'l-Edyani Beyrut, 1985.
Sezer, Baykan, Toplum
Farklılaşmaları ve Din Olayı, İstanbul, 1981.
Şehristani,
Muhammed b. Abdu'l-Kerim, el-Milel ve'n-Nihal, 2. Baskı, Beyrut,
1992.
Şeker, Mehmet, İslâm'da
Sosyal Dayanışma Miiesseseleri, Ankara, 1991
Taberi, Ebû Cafer
Muhammed, Tarih-i
Taberi, Tahk: Muhammed Ebu'l- Fadl, Mısır, 1960.
Topaloğlu, Bekir, Kelâm İlmi
Giriş, 3. Baskı, İstanbul, 1988.
Tunç, Cihat, Sistematik Kelâm,
Ere. Ün. Yay. Kayseri, 1994.
Uğur, Mücteba, Hicri
Birinci Asırda İslâm Toplumu, İstanbul, 1980.
Üçok, Bahriye, İslâm
Tarihi, Emeviler-Abbasiler, Ankara, 1979.
Üneys,İbrahim,
Muntasır, Abdulhalim, Mu'cemu'l-Vasît, 2.Baskı, Beyrut, 1972.
Ünlü, Nuri, Anahtarlarıyla İslam
Tarihi Başlangıcından 1918'e kadar, İstanbul, 1979.
Watt, W.
Montogomery, İslâm
Nedir? Çev: Elif Rıza: 2. Baskı, İstanbul, 1993.
---------------- İslâm
Düşüncesinin Teşekkül Devri, Çev: E. R. Fığlalı,
Ankara, 1981.
AVellhausen,
Julies, Arap
Devleti ve sükutu Çev: Prof. Dr. Fikret Işıltan, Ankara, 1963.
---------------- İslamiyet'in
ilk Devrinde Dini-Siyasi Muhalefet Partileri,
Çev: Prof. Dr. Fikret Işıltan, Ankara. 1989.
Yazır, Muhammed, Hak Dini Kur'an Dili,
İstanbul, 1979.
Zebidi, Seyyid
Muhammed Murtaza, Tâcu’l-Arus,
Beyrut, 1966.
Zehra, Muhammed Ebu, İslâm'da Siyasi
İtikadi ve FıkhîMezhepler Tarihi, Çev: Haşan Karakaya, Kerim
Aytekin, İstanbul, 1983. Zeydan, Corci, İslâm Medeniyeti Tarihi, Çev: Zeki
Megamiz.,
İstanbul, 1971.
Makaleler:
Atay, Hüseyin, "İslanulan Önce Arap
Yarımadasında Putperestlik ve Yayılışı” AnkaÜn.İl.Fak.Der.c.VI,Ankara,
1959.
Cerrahoğlu, İsmail,
"Kur'an-ı
Kerim ve Hanifler” Ankara Ün.İl.Fak.Der. c.XI, Ankara, 1963.
Çağatay, Neşet, "İslamiyetin Yayılışı
Sırasında Komşu Memleketlerin Durumu” Ankara Ün.İl.Fak.Der.c.10, Ankara,
1963.
--------------- "Hz-Muhanımedin
Soyu, Çocukluğu ve Gençliği” Ankara
Ün.İl.. Fak.Der.c.VIII, Ankara,1963.
Fığlalı, Ethem
Ruhi, "İlk
Şii Olaylar, Tevvabun Hareketi” Ankara Ün. İl.Fak. Der,
sayı.XXVI, Ankara, 1983.
--------------- "Hz-Haşan
ve Hz. Hüseyin Dönemleri”
Ankara Ün. İl. Fak.
Der, sayı.XXVI. Ankara,1983.
--------------- "Hariciliğin
Doğuşuna Tesir Eden Sebepler” Ankara
Ün.İl.Fak. Der, c.XX, Ankara, 1975.
Hatiboğlu,Mehmet
Said, "İslantda İlk Siyasi Kavmiyetçilik Hilafeti
Kureyşliliği" Ankara Ün. tl.Fak.Der,sayı.XX, Ankara, Hizmetli,
Sabri, "İtikadı İslam Mezheplerinin Doğuluna İçtimâi
Hadiselerinin Tesirleri Üzerine Bir Deneme"
Ankara Ün. İl. Fak. Der, sayı. XXVI, Ankara, 1983 Karlığa, Bekir, "İslam
Düşüncesinin Doğuşunu Etkileyen Sosyo
Politik Kültürel ve
Ekonomik Nedenler" Marmara Ün. İl. Fak. Der, sayı .III,
İstanbul, 1985.
Kazancı, Ahmet
Lütfi, "Cahiliyye
Devri İnsanının Aklî Durumu" Uludağ Ün. İl. Fak.Der,
sayı.II, Bursa,1987.
---------------- "Calıiliyye
Devrinde Müspet Davranışlar" Uludağ Ün. İl.
Fak. Der.sayı.I, Bursa, 1986.
Kafafı,
Muhammed, "Ebu Said Muhammed b. Said el-Azdi
el-Kalhati'ye Göre
Hariciliğin Doğuşu " Çev. E. R. Fığlalı, Ankara Ün.
İl.Fak.Der, sayı. XVIII, Ankara, 1970.
Kutluay,
Yaşar, "İslanidan Önce Arap Tarihi ve Cahiliyye Çağı"
(Doç.
Dr.Neşet Çağatay'ın
Eserinin Tenkidi) Ankara Ün.İl. Fak.Der. c.VI, Ankara, 1959.
Najjar,
Fauzi M. "Farabi'nin Siyasi Felsefesi ve Şiilik" Çev.
Dr.
Mehmet Dağ,
An.Ün.İl. Fak. Der. sayı. XX, Ankara, 1975. Poliak, A.N. "Sami Doğunun
Araplaştırılması" Çev.Bahriye Üçok, Ankara Ün. İl.Fak.Der,
c.III, Ankara, 1954.
Sofuoğlu, Cemal, "Gadâr-i Hum
Meselesi" Ankara Ün.İl.Fak.Der, sayı:XXVI, Ankara, 1983.
Şamil İslam
Ansiklopedisi, "Ahlak"
mad. Yazan:Ahmet Ağırakça, İstanbul, 1990.
Şener,
Abdu'l-Kadir, "İslantda
Mezhepler ve Hukuk Ekolleri" Ankara Ün. İl. Fak.Der,
sayı.XXVI, Ankara, 1983.
Türkiye Diyanet
Vakfi, İslam Ansiklopedisi "Cahiliyye" Mad. Yazan:
Mustafa Fayda, c.VlI, İstanbul, 1993.
Vaglıeri, Laura Veccia, " Ali-Mııaviye
Mücadelesi ve Harici
Ayrılmasının İbaılî
Kaynaklar Işığında İncelenmesi" Çev:
E. R. Fığlalı, Ankara On. ÎI. Fak. Der,sayı.XVIII, Ankara, 1970.
[1] Claude
Cahen, Doğuşundan OsmanlI Devletinin Kuruluşuna Kadar İslâmiyet, Çev. Esat
Nermi Erendor, s. 13; Ankara, 1990.
[2]Kşl.
Claude Cahen, a.g.e, s. 13.
[3] Kşl. Philip K Hitti, Islâm
Tarihi, c.1, s. 133.
[4] K§l. Claude Cahen, İslâmiyet, s. 14.
[5] Kşl. Sabri Hizmetli, Islâm Tarihi, s.45,
Ankara, 1991.
[6] Kşl. İbrahim Üneys, Mu’cemu’l-Vasit, c.ll,
s.591; Cevad Ali, Fi Tarihi'l-Arab Kable'l-lslam, 3. Baskı, C.l, s.14, Beyrut,
1976.
[7] Kşl. İbrahim Üneys, a.g.e, c.ll,
s.591; Cevad Ali, a.g.e, C.l, s.14.
[8]Kşl.
İbn Haldun, Mukaddime, Çev: Zâkir Kadiri Ugan,2. Baskı, c.l, s. 302, İstanbul,
1970.
[10]Kşl.
İbn Haldun, a.g.e, c.l, s. 302.
[12]Musta
fa Kılıçlı, Arap Edebiyatında Şuûbiyye, s. 15, İstanbul, 1992.
[13]Kşl.
Baykan Sezer, Toplum Farklılaşmaları ve Din Olayı, s. 150.
[15] İbn Haldun, Mukaddime, c.l, s. 314.
[16] A. Vehbi Ecer, a.g.e, s. 59.
[17] Kşl. Corel Zeydan, Islâm Medeniyeti Tarihi,
c.l, s. 131.
[18]Kşl.
M.E.B, Türk ansiklopedisi, "Cahiliyye” mad. c.9, s. 187.
[19]Kşl.
Neşet Çağatay, İslam öncesi Arap Tarihi ve Cahiliyye Çağı. s. 131.
[20]Kşl.
Şevki Dayf, el-Asru'l-Câhili, s. 67.
[22]Kşl.
Neşet Çağatay, Islâm Öncesi Arap Tarihi ve Cahiliyye Çağı, s. 132.
[23]Kşl.
Corci Zeydan, Islâm Medeniyeti Tarihi, c. IV, s. 37.
[24]Kşl.
M.E.B. Islâm Ansiklopedisi, "Ahlak" mad. (Yazan: T.H. Weir) c. III,
s. 12.
[27]Kşl
Neşet Çağatay, "Hz. Muhammed’in Soyu, Çokluğu ve Gençliği" Ankara Ün.
İl. Fak. Der, c. VIII, s. 33.
[28]Kşi
Neşet Çağatay, İslam öncesi Arap Tarihi ve Cahiliyye Çağı, s. 130.
[29]Kşl.
Neşet Çağatay, Islâm Tarihi, s. 104.
[30]Kşl.
Neşet Çağatay, İslam Tarihi, s. 104.
[31] Mustafa Aydın, İlk Dönem Islâm Toplumunun
Şekillenişi, s. 60.
[32] Kşl. Ahmet Lütfü Kazancı, "Cahiliyye
Devrinde Müspet Davranışlar”, Uludağ Ün. İl. Fak. Der, sayı. I, sayfa: 104.
Bursa, 1986.
[33]Kşl.
Neşet Çağatay, Islâm öncesi Arap Tarihi ve Cahiliyye Çağı, s. 135.
[34]Kşl.
Ahmet Lütfü Kazancı, "Cahiliyye Devrinden Müspet Davranışlar", Uludağ
Ün. İl. Fak. Der, Sayı. I, Sayfa. 104.
[35]Kşl.
Neşet Çağatay, Islâm öncesi Arap Tarihi ve Cahiliyye Çağı, s. 135.
[36]
Neşet Çağatay, İslam Öncesi Arap Tarihi ve CAhiliyye Çağı, s. 136.
[37]Kşl.
İsmail Cerrahoğlu, "Kur’an-ı Kerim ve Hanifler", Ankara Ün. İl. Fak.
Der. c.XI, s. 82, Ankara, 1963.
[38]Kşl.
Şaban Kuzgun, Islâm Kaynaklarına Göre Hz. İbrahim ve Haniflik, s. 115; Cevad
Ali, Fi Tarihi'l-Arab Kable’l-lslâm, c. VI-s. 36.
[39]Kşl.
Cevad Ali, a.g.e, c. VI, s. 448.
[40]Kşl.
Neşet Çağatay, İslam öncesi Arap Tarihi ve Cahiliyye Çağı, s. 100.
[43]Kşl.
Corci Zeydan, İslam Medeniyeti Tarihi ,c.1, s. 32.
[44]Kşl.
Neşet Çağatay, a.g.e, s.118.
[46]Kşl.
Ibn Hişam, a.g.e, c.1, s. 80-81.
[47]Kşl.
Philip K. Hitti, İslam Tarihi, c.1 ,s.46.
18BKşl. Hüseyin Alay,
"İslam Öncesi Arap Yarımadasında Putperestlik ve Yayılışı” Ankara Ün. İl.
Fak. Der, c.VI, s. 88.
[49]Kşl.
Hüseyin Atay, "İslam Öncesi Arap Yarımadasında Putperestlik ve
Yayılışı", Ankara Ün. İl.Fak.Der, c.VI.s.88.
[50] Ahmet b. Hanbel, Müsned, c.lll,s.425, Beyrut,
1969
[51] Kşl.Buhari, Sahih, Menakıb,c.lV, s. 154,
İstanbul,1981.
[52] Kşl. Mücteba Uğur, Hicri Birinci Asırda İslam
Toplumu, s. 27.
[53] Kşl. A. Vehbi Ecer, İslam Tarihi Dersleri, s.
58.
[54] Kşl. A. Vehbi Ecer, a.g.e, s. 58.
[56] Kşl.Corci Zeydan,a.g.e, c.lll, s.27.
[57] Kşl. Neşet Çağatay, İslam Tarihi, s. 118.
[58] Kşl.Corci Zeydan, İslam Medeniyeti Tarihi,
c.lll,s.29.
[59] Kşl.Sa'd-Zeğluli, fi Tarihi’l -Arap
Kable’l-lslam, s.329; Şehristani, el-Milel ve’n-Nihal, c.ll, s.673.
[60] Kşl. Neşet Çağatay, İslam Tarihi, s. 120.
[61] Kşl.Muhammed Tevfik Ebu Ali,
el-Emsâlu'l-Arabiyye ve’l-Asru’l-Cahilî, s. 159.
[62] Kşl. Şehristani, a.g.e, c.ll, s. 662.
[63] Ethem Ruhi Fığlalı, Çağımızda İtikadi İslam
Mezhepleri, s. 15.
[64] Kşi.Fazlu'r-Rahman, İslam, s. 233.
[65] Kşl .Muhittin Bağgeci, Kelam İlmine Giriş,
s.92, Kayseri, 1994.
[66] W.Montgomeri Watt, İslam Düşüncesinin
Teşekkül Devri,( Çev.E.R.Fığlalı),s.6.
[67]
Kşl.Şehristani, el-Milel ve'n-Nihal,s.7.
355
Kşl.M.Ebu Zehra, Islamda Siyasi İtikadi Mezhepler Tarihi, Çev.Haşan Karakaya,
Kerim Aytekin, s. 14, İstanbul, 1983.
[68] Taberi, Tarih-i Ta beri, c. II, s. 615.
[69] Kşl.Ahmet Akbulut,Sahabe Devri
Siyasi Hadiselerinin Kelami Prob.Et., s.214.
[70]
Kşl. E. Ruhi Fığlalı, Çağımızda Itikadi İslam Mezhepleri, s. 50.
[71] 49.Hucurat/10
[72] Kşl.Mesudi, Mürûc ez-Zeheb, c. II,s. 297.
[73] Kşl. Şamil İslam Ansiklopedisi, "Ebu
Bekir es-Sıddık" mad. (Yazan:Ahmet Ağırakça, Sait Kızılırmak) c.ll, s.5.
İstanbul, 1990; Bkz.T.D. V.lslam Ansiklopedisi, "Ebu Bekir" mad.
(Yazan.Mustafa Fayda) c. 10, s. 101.
[74] 3.AI-İ lmran/144.
[75] Taberi, Tarlh-i Taberi, c.lll, s. 197-198.
[76] Kşl.Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-t Enbiya,
c.l,s.302.
[77] Kşl.Ahmet b. Ebi Yakub, Tarih el-Yakubi, c.ll,
s. 129.
[78] Kşl. Şamil İslam Ansiklopedisi, "Ömer b.
Hattab” mad. c. V, s. 173.
[79] Kşl.Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, c.l,
s.345.
[81] Kşl.Ahmet Cevdet Paşa, a.g.e, c.l, s.373.
[82] Kşl.Ahmet Cevdet Paşa, a.g.e,
c.l, s.377.
[83] Kşl.Ahmet Cevdet Paşa, a.g.e, c.l, s.377.
[84] Kşl.Ahmet Cevdet Paşa, a.g.e, c.l, s.381.
[86] Kşl.Ahmet Cevdet Paşa, a.g.e, c.l, s.401.
[87] Kşl. Taberi, Tarih-i Taberi, c.lV, s. 153.
[88] Kşl.Ahmer Cevdet Paşa, a.g.e, c.l ,s.408.
[89] Kşl.Şamil İslam Ansiklopedisi, "Ömer
b.Hattab" c. V,s. 176.
[90] Neşet Çağatay, İslam Tarihi,
s.336.
[91] Kşl. Ahmet Akbulut, Sahabe Devri Siyasi
Hadiselerinin Kelamı Problemlere Etkileri, s. 166.
[92] Kşl. Yaşar Kutluay, İslam ve Yahudi
Mezhepleri, s. 12.
[93] Kşl.W.Montgomery Watt, İslam
Düşüncesinin Teşekkül Devri, s. 13.
[94] Kşl. W.Montgomery Watt, a.g.e, s. 13.
[95] Kşl.W.Montgomery Watt, a.g.e, s. 14.
[96] Kşl. Haşan İbrahim Hasarı, İslam Tarihi, c.l,
s. 340.
[97] Kşl.Hasarı İbrahim Haşan, a.g.e, c.l, s.340.
[98] Kşl.Ahmet b. Ebi Yakub, Tarih el-Yâkûbi,
c.ll.s. 178.
[99] Kşl.Ahmet b. Ebi Yakub, a.g.e,
c.ll, s. 179; Taberi, Tarih-i Taberi, c.lV, s. 442.
[100] KşI.E.Ruhi
Fığlalı, Çağımızda İtikadı İslam Mezhepleri, s. 29.
3,8
Kşl.E.Ruhi Fığlalı, Çağımızda Itikadi İslam Mezhepleri, s.30; Ahmet b. Yakub,
Tarih el-Yâkûbî, c.ii,s.123.
[102]
Kşl. Ahmet Akbulut, Sahabe Devri Siyasi Hadiselerinin Kelami Problemlere
Etkileri, s. 57.
[103] Taberi, Tarih-l Taberi ,c. III, s.220.
[104] Taberi,a.g.e ,c.lll,s.220; Ahmet b. Ebi
Yakub,Tarih el-Yâkûbi, c.ll,s, 123.
[106] Bkz.ERuhi Fığlalı, Imamiyye Şiası, s.30, Ankara, 1984.
[107] Kşl.Taben,Tarih-l Taberi,c.lll,s.218.
[108]
Kşl. Taberi, Tarih-I Taberi, c.111, s.220.
[109] Kşl.lbn Haldun, Mukaddime, c.lll, s.312.
[112] VV.Montgomery Watt, a.g.e, s. 14.
[113] Yaşar Kutluay, İslam ve Yahudi Mezhepleri, s32.
[114] Kşl. Taberi, Tarih-i Taberi, c.lll,s.302-303.
[116]
Kşl.Ahmet Akbulut, Sahabe Devri Siyasi Hadiselerinin Kelami Problemlere
Etkileri, s. 160.
[117] Kşl.Taberi, Tarih-i Taberi, c.lV,s.444;
Mes'udi, Mürûc ez-Zeheb, c.ll, s.357.
[118] Kşl.Ahmet b. Ebi Yakub, Tarih el-Yakubi,c.ll,s.
181; Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, c.l, s.501.
[121] Kşl.Şehristani, a..g.e, s. 16.
[122] Kşl.Ahmet b. ebi Yakub,Tarih el-Yakubî, c.ll,s.
182; Mes'udi,a.g.e,c.ll, s.371.
[123] Kşl. Şehristani, a.g. e, s. 17.
[124] Kşl. Neşet Çağatay; ”Hz.Muhammed’in
Soyu, Çocukluğu ve Gençliği” An. Ün.
İl. Fak. Der, Sayı:28, Ankara, 1961.
[125] Kşl. Neşet Çağatay, İslam Tarihi, s.433.
[126] Kşl.Corci Zeydan, İslam Medeniyeti Tarihi,
c.IV, s.99.
[127] Kşl.Corci Zeydan,a.g.e, c.lV, s.98.
[128] Kşl.Ahmet Akbulut, Sahabe Devri Siyasi
Hadiselerinin Kelami Prob.Et, s.200.
[131]
Kşl. Haşan Onat, a.g.e, s. 40.
[132] Kşl.Corci Zeydan, İslam Medeniyeti Tarihi,
c.lV, s.101.
[133] Kşl. Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya,
c.i.s.540.
[137]
Kşl. Çağatay, Çubukçu, İslam Mezhepleri Tarihi, s. 10.
[139]
Kşl. Haşan Onat, Emeviler Devri Şii Hareketleri ve Günümüz Şiiliği, s. 38.
[141]
Kşl. Çağatay, Çubukçu, İslam Mezhepleri Tarihi, s. 10.
[144] Kşl.E.Ruhi Fığlalı, a.g.e, s.44.
[145] Bkz. Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, c.l,
s.549.
[146] Bkz.Ahmet Cevdet Paşa, a.g.e, c.l, s.549.
[147] Taberi, Tarlh-i Taberi, c.lll, s.399.
[148] Kşl. Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, c.ı,
s.549.
[149] Kşl.Fığlalı, Çağımızda Itikadi İslam
Mezhepleri, s.45.
[152] Kşl. Taberi, Tarih-i Taberi, c. V, s.
55.
[153] Bkz. Çağatay, Çubukçu, İslam Mezhepleri Tarihi,
s. 15.
[154] Kşl. Taberi, a.g.e, c.V. s.63; Ahmet b. Ebi
Yakub, Tarih el-Yakubî, c.ll,s.191; Mesudi, Mürûc ez-Zeheb, c.ll,s.395;
Şehristani, el-Milel ve'n-NIhal, c.l, s. 106.
[155] Kşl. Taberi, a.g.e, c. V,s.64.
[156] Kşl.Taberi, Tarih-i Taberi, c.V,
s.70-71; Ahmet b. Ebi Yakub, Tarih el-Yakubî, c.ll, s. 190.
[158]
16.Nahl/91.
[163] Kşl. Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı
Enbiya,c.l,s.623; Çağatay,Neşet, İslam Tarihi, s.416-417.
[164] Kşl. Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, c.l,
s.632.
[166] Bkz.E.R.Fığlalı, "Hz.Hasan Hüseyin
Dönemleri" An.Ün.İl.Fak.Der. sayı:XXVI, s.365, Ankara, 1983.
[167] Bkz.Ahmet Cevdet Paşa, a.g.e, c.l, s.634.
[168] Kşl.Fığlalı,"Hz.Hasan ve
Hüseyin dönemleri” Ankara Ün.(l.Fak.Der, sayı.XXVI. s.370.
[169] Kşl.Fığlalı, "İlk Şii Olayları ve Tevvabun
Hareketi" Ankara Ün. İl. Fak. Der. sayı:XXXI, s.336, Ankara, 1983.
[170] Kşl.Fığlalı, ”İlk Şii Olaylan ve Tevvabun
Hareketi"Ankara Ün.İl.Fak.Der, sayı :XXVI, s.339.
[172]
Fığlalı, ”İlk Şii Olaylar ve Tevvabun Hareketi",
s.340.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar