Print Friendly and PDF

EL-HASÂİSU'L-KÜBRÂ PEYGAMBER EFENDİMİZ VE MU'CİZELERİ 8

Bunlarada Bakarsınız

 

28 PEYGAMBERİMİZİN, ÜMMETİNE DEĞİL DE KENDİSİNE HAS ÖZELLİKLERİNİN ANLATILACAĞI BİR BÖLÜM

 

Bunların Bazıları Peygamberimiz İçin Vacib, Bazıları Haram, Bazıları Mubah, Bazıları da Keramet Olan Özelliklerdir ve Bundan Önce Anlatılmamış Olanlardır

 

Bu nevi özellikleri âlimlerimizden bâzıları, müstakil eserler yaza­rak bildirmişlerdir. Bilhassa bu konuya dokunanlar, Şafiî mezhebi âlimleri olmuş ve onlar da bunları özellikle fıkıh kitaplarimn "Nikah" bölümünde belirtmişlerdir. Fakat kendi konusuna giren meselelerin hepsini yazmamışlardır. Ben ise bunu, burada herhangi bir eksik bı­rakmaksızın belirtmeye çalışacağım, İnşallah...

Bu nevî özelliklerden bâzılarimn Peygamberimiz üzerine vâcib ol­masının hikmeti: Peygamberimizin Allah'a olan yakınlığimn daha da artması ve derecesinin daha fazla yükselmesidir. Nitekim sahih olarak rivayet edilen hadîslerin birinde aynen şöyle buyurulmuştur:

"Bana yakınlık kazanan kullarımdan hiç biri, Benim onlara farz kıldığım ibâdetlerle kazandıkları yakınlık gibi, hiçbir şeyle yakınlık ka­zanmış olamazlar..." [1]

Yine, hadîs olarak söylenen bir söz vardır ki, şu anlamdadır: "Farz'ın sevabı, yetm mendubun sevabına denk gelir." İşte bu rivayetlere dayanarak, bâzı özelliklerin Peygamberimiz'e vacip kılınmış olmasının hikmetini, o şekilde anlamak ve ifâde etmek mümkün görül­mektedir. Burada bunu böylece belirttikten sonra, şimdi bu bölümdeki özelliklerden önce Peygamberimiz'e vâcib olan özellikleri görelim:[2]

Peygamberimizin Özelliklerinden; Gece Namazının, Vitir Namazının, Sabah Namazının Sünneti Dediğimiz İki Rekatın, Kuşluk Namazının, Misvak Kullanmanın ve Kurban Kesmenin Kendisine Vacib Olması

Yüce Allah, Kitâb-ı Kerim'indeki bir âyette şöyle buyurmaktadır: "Gecenin bir kısmında, sana mahsûs bir nafile namaz kılmak üzere uyan, belki böylece Rabb'in seni, övülmüş bir makama ulaştırır!" [3]

İşte bu âyetle ilgili olarak Taberânî Ebû Ümâme'nin de şöyle dedi­ğini rivayet etmektedir: "Bu gece namazı, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) için bir nafile, sizler için de bir fazilet idi."

Yine Taberânî ve BeyhekîÂişe'den şöyle rivayet ederler; "Peygam­ber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Üç şey vardır ki, bunlar benim için farz, sizin üzerinize ise sünnettir: Vitir namazı, misvak kullanmak ve gece namazı" buyurdu.[4]

Ebû Dâvudİbn-i Huzeyme, İbn-i Hibbân, Hâkim ve Beyhekî'nin Abdullah bin Hamala el-Gasîl'den olan rivayetleri de şöyledir: Pey­gamber (sallallahü aleyhi ve sellem), önceleri her namaz için yeni bir abdest alırdı. Emir böyleydi. Abdesti olsun olmasın, her namaz için mutlaka abdest almakla mükellefti. Bu kendisine zor gelmişti. Bunun yerine, misvakla emro-lundu. O da, abdesti varsa, abdest almaz, fakat mutlaka dişlerini mis­vaklardı. Ancak abdesti bozulduğu zaman abdest alırdı."[5]

Peygamberimizin, Ashabı ile İstişarede Bulunmasının Kendisine Vacib Kılınması

Peygamberimizin üzerine vâcib kılınan Özelliklerden biri de, O'nun ashabı ile istişarelerde bulunmasıdır. Nitekim Yüce Allah bir âyetinde şöyle buyurmaktadır: "...ve yapacağın işler hakkında da on­larla istişarelerde bulun..." [6]

İbn-i Adiyy ve Beyhekî'nin konuyla ilgili İbn-i Abbâs'tan naklettik­leri hadîs şöyledir; Bu âyet-i celîle nazil olduğu zaman, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdular:

"Aslında Allah ve resulü, istişarede bulunmaktan ganîdirler! Fa­kat yüce Allah bunu, bize emretmekle; ümmetim için bir rahmetin te­cellîsine vesîle kılmıştır."[7]

Hâkim Tirmizî'de Âişe'den şöyle nakletmiştir: Bir defasında Pey­gamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Allah bana, farzların aynen edâ edilip yerine getirilmesini emrettiği gibi, insanlarla istişarede bulunup onları güzelce idare etmemi de emretmiştir." [8]

İbn-i Ebî Hatim de bu konuda Ebû Hüreyre'den şu rivayette bulu­nur: "Ben, Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) ashabı ile istişare ettiği kadar, bir baş-' kasının istişareye önem verdiğini hiç görmedim!" [9]

Hâkim Ali'den rivayetle Peygamberimiz'in şöyle dediğini nakleder: "Eğer ben, istişare etmeksizin yerime geçecek olan halîfeyi tâyin edecek olsaydım, hiç şüphesiz Ümmü Abd'in oğlunu (Abdullah İbn-i Mes'ûd'u) tâyin ederdim!" [10]

Ahmed, Abdurrahmân bin Ganem'den rivayet eder: O şöyle de­miştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Ebû Bekir ve Ömer'e hitaben şöyle buyurdu: "Eğer siz ikiniz bir iş üzerine ittifak ederseniz, ben size muhalefet et­mem!" [11]

Hâkim, Hubâb bin Münzir'den şöyle nakleder; "Ben, Feygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) iki hususu işaret ettim (tavsiyede bulundum.) O da bu her iki hususu kabul buyurdu. Birincisi: Bedir'e kendisiyle beraber ben de çık­mıştım. Askerini suyun beri tarafına yerleştirdiği zaman, ben kendisine yaklaşıp: "Ey Allah'ın Resulü, siz askeri buraya Allah'tan aldığimz bir vahye dayanarak mı, yoksa kendi düşünce ve tedbîriniz olarak mı yer­leştirdiniz?" dedim... O da bana: "Kendi düşüncem olarak yâ Hubâb!" diyerek cevap verdi. Ben de bunun üzerine dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, doğru olanı; askerini suyun öbür tarafına yerleştirip suyu ar­kamıza almamızdır. Bu suretle suyun bulunduğu yeri, kendi kontrolü­müzde tutmuş oluruz." Peygamberimiz, benim bu tavsiyemi derhal kabul buyurdu.

İkincisi: Cebrâîl gelip O'na sormuş: "Ey Allah'ın Resulü, siz, dünyâda ashabimzla birlikte olmayı ve kalmayı mı tercîh edersiniz, yoksa Rabbiniz'e dönüp O'nun size va'd buyuduğu Naîm cennetinde bu­lunmayı mı?" O, bu hususu ashabı ile istişarede bulundu. Ashâb da: "Ey Allah'ın Resulü, şüphesiz bizler seninle beraber olmayı severiz. Bize ilâhî vahiy olarak verdiğiniz haberleri vermeye devam eder, düşmanla­rımızın eksik taraflarından bizleri haberdâr kılar, aynı zamanda Al­lah'ın bize yardımcı olması için hakkımızda duacı olursunuz" dediler. Bu sırada Resûlüllah bana hitaben: "Sen ne diye konmuyorsun, yâ Hubâb?" buyurdu. Ben de dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, sen, Rabbinin senin için seçtiği hangisi ise, onu seç." Resûlüllah, benim bu tavsiyemi de kabul buyurdu."

İbn-i Sa'd da Yahya bin Saîd'den şöyle rivayette bulunur: Bedir Günü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) insanlarla istişarede buludu. Bu sırada Hubâb bin Münzir ayağa kalkıp dedi ki: "Biz, savaş bakımından tecrübeli kim­seleriz. Buradaki irili ufaklı kuyulan kapatıp kaybetmeliyiz. Büyük ku­yuyu bırakıp başında nöbet tutmalı ve bu kuyunun ileri tarafında da düşmanı karşılamalıyız... En uygunu, böyle yapmaktır." (Peygamberi­miz de onun bu tavsiyesini kabul etmiştir.)

Sonra Peygamberimiz, ashabı ile Kurayza Gününde de istişarede bulundu. Yine Hubab bin Münzir ayağa kalkıp: "Evlerin Ön tarafında mevzilenmeli ve oradakilerden düşmana gidecek olan haberi de kesmiş olmalıyız." Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), onun bu fikrini de kabul buyurmuştur.

Hâkim, Abdü'l-Hamid bin Ebû Abs tarikiyle onun büyük dedesin­den bir haber nakleder. Buna göre Resûlüllah Efendimiz şöyle buyur­muştur: "Kâ'b bin Eşrefin, kim benim için hakkından gelecek? Çünkü o Allah ve Resulüne çok ezâ verdi!" Muhammed bin Mesleme, bunun üze­rine sordu: "Ey Allah'ın Resulü, onu öldürmemi ister misin?" Peygam­berimiz de: "Madem bu hususta Sa'd bin Muâz'a git de onunla istişarede bulun!" buyurdu. O da gidip onunla istişare etti... Sa'd bin Muâz da, durumu değerlendirip: "Haydi, Allah'ın lütfedeceği bereket ve başarı ü-zerine, yürü ve vazifeni yerine getir!" dedi. (O da, Silkân bin Selâme, Abbâd bin Bişr ve Haris bin Evs gibi arkadaşlarim alarak gitti ve Al­lah'ın düşmanimn hakkından geldiler.) [12]

İmâm-ı Mâverdî der ki: "Peygamberimiz'in hangi hususlarda ashabı ile istişare etmekle me'ınûr bulunduğunda, âlimlerimizin ihtilâfı olmuştur. Bâzıları: "Bu, sâdece harb ve düşmanlarıyla ilgili hususlarda idi" demiştir. Bâzıları ise: "Gerek harb ve dünyâ işlerinde, gerekse dîn işlerinde olsun, ashabı ile istişarede bulunmuştur" demiştir. Bâzıları ise: "Dîn işlerinde olan istişaresi; onları ilahî ahkâmın sebeb ve hikmetleri üzerinde uyarıp yetiştirmek, ictihâd yollarim onlara öğretip onları müctehid mertebesine ulaştırmak için idi" demişlerdir."[13]

Peygamberimizin, Kendisine Vacib Olan Özelliklerinden Biri de, Düşman Karşısında Sabredip Dayanması, Dine Aykırı Bir Şeyi Nehyedip Değiştirmesidir

Peygamberimiz üzerine vâcib olan özelliklerinden biri de, düşman karşısında sabredip dayanmasıdır. Keza dîne aykırı bir şey gördüğü za­man, derhal onu nehyedip değiştirmesi de O'nun üzerine vâcib olan ö-zelliklerdendir. Düşmandan bir zarar geleceği veya münker bir fiili değiştirirken bir zarara uğrayacağı korkusu olsa bile, bu kendisinden sakıt lmaz. Halbuki O'nun ümmetinden herhangi bir kimsenin; zarar görmemek ve bir korku bulunmamak şartıyla münkeri değtirme vazifesi vardır. Bir zarar ve tehlike olunca ise, diğerlerinden bu vecibe sakıt olmaktadır. Peygamberimizin özelliği ise bu şartlarda bile bu ve­cibelerin kendisinden sakıt olmamasıdır.

Çünkü Yüce Allak, dâima O'nu koruyacağim va'd buyurmuştur. Nitekim bir âyeti celîlesinde şöyle buyurmuştur: "...Allah seni insanlar­dan (onların şer ve zararlarından) korur!..." [14]İşte bu âyet gereği, düşmanlar veya dîne karşı kötülük irtikâb edenler, az olsunlar, çok ol­sunlar, O'na bir zarar ve şer ulaştıramazlar. Diğerleri ise, şüphesiz böyle değildirler. [15]

Peygamberimizin Üzerine Vacib Olan Özelliklerden Biri de, Borçlu Ölen Bir Müslümanın Borcunu Ödemesidir

Evet, Peygamberimiz'in özelliklerinden biri de borçlu olarak ölmüş ve karşılığı mal bırakmamış bir müslümanın borcunu ödemesidir. Nite­kim İbn-i Mâce'nin Câbir bin Abdullah'tan rivayet ettiği bir hadîslerinde ayner şöyle buyurmuşlardır:

"Bir müslüman öldüğü zaman, bir miktar mal bırakmış olursa, bu bıraktığı mal, onun ehlinindir. (Vârislerinindir.) Eğer borç bırakır, bunun karşılığı olarak da mal bırakmamış olursa, onun bu borcunu Ödemekbana aittir! Bıraktığı çoluk çocuğuna bakmak da bana aittir." [16]

Buhârî ve Müslim Ebû Hüreyre'den şöyle rivayet ederler: Müslü­manlardan biri vefat ettiği zaman, Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) getirildi. Pey­gamberimiz de onun namazını kıldırmazdan önce: "Borcunu ödeyecek miktarda mâl bırakmış mıdır?" diye sorardı. Eğer, kendisine "Evet" ce­vabı verilirse, getirilen o cenazenin namazını kıldırırdı. Eğer "Borç bı­rakmıştır amma, mal bırakmamıştır!" cevâbı verilecek olursa, o cenazenin namazını kılmaz ve müslümanlara hitaben: "Arkadaşimzın namazını siz kılimz!" buyururdu Fakat İslâmî fetihler başlayıp Beytü'l-Mâl meydana geldikten sonra, Peygamber Efendimiz'in cenazelerle ilgili sözü de değişti. Bu sefer şöyle buyurmaya başladı:

"Ben, müslümanlara kendi öz canlarından daha yakın bulunmak­tayım! Mü'ıninlerden her kim vefat eder ve geride borç bırakacak olursa, onun borcunu ödemek benim üzerime vâcibdir! Eğer mal bırakacak o-lursa, şüphesiz bu mâl, onun vârislerine aittir!"[17]

Peygamberimizin Ailelerini Muhayyer Kılması ve "Allah ve Resulünü Seçenleri" Tutması ve Asla Onları Boşamaması da Kendisi İçin Vacibdi...

Anmed ve Müslim, Câbir'in şöyle dediğini bildirirler: Ebû Bekir ve Ömer Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) yanına gittiler. Peygamberimizin etrafında ise hanımları vardı. Kendisi ise hiç konuşmuyordu. Ömer dedi ki: "Ben, Resûlüllah'ın yanına sokulup O'nunla konuşacağım... Belki kendisini güldürebilirim..." Sokuldu ve konuştu... Şöyle dedi: "Ey Allah'ın Resulü, Zeyd'in kızı olan hanımım bana, dünyalık talebinde bulundu. Ben de kensinin sırtına bir yumruk attım..." Peygamber Efendimiz bunu du­yunca güldü ve: "İşte etrafımdaki benim hanımlarım da, benden nafaka istemek için toplanmış bulunuyorlar!" buyurdu. Bunu duyan Ebû Bekir ve ÖmerPeygamberimiz'in hanımları arasında bulunan kızlarim döv­mek istediler ve onların üzerlerine yürüyerek: "Siz, ne cesaretle, Pey-gamberimiz'in yanında olmayan bir şeyi O'ndan istiyorsunuz?" diyerek bağırdılar. İşte bu olay üzerine Yüce Allah, Peygamber Efendimiz'e, ha­nımlarim, Allah ve Resulü ile dünyâ malı arasında bir seçim yapmaya çağırmasını emretti ve ilgili âyetini inzal buyurdu. Bu âyet şu mealde idi: "Ey Peygamber! Eşlerine şöyle: "Eğer siz, dünya hayatim ve onun süsünü istiyorsanız, gelin size müt'a (boşama bedeli) vereyim ve sizi güzellikle salayım!" [18]

Peygamberimiz de, Allah'ın emri gereği eşlerini iki seçim arasında muhayyer (serbest) bıraktı... Önce ise Âişe'den başladı. Ona dedi ki: "Sana Allah'ın emrini tebliğ ediyorum... Fakat seçimini yaparken acele etme... Ana ve babana danışırsan, senin için daha iyi olacağı kanâatindeyim..." Peygamberimiz ona böyle söyledi ve Allah'ın inzal buyurduğu ilgili âyeti okudu. Âişe validemiz ise, hiç tereddüt etmeksi­zin: "Ben, Senin hakkında mı anam babamla istişare edeceğim? Ben, hiç kimseyle istişare etmeksizin Allah'ı ve Resûlü'nü seçiyorum! Kararim budur ve kesindir!" cevâbim verdi."

İbn-i Sa'd Ebâ Cafer'den şöyle rivayet eder: "Bir gün Peygamberi-miz'in hanımları kendi aralarında konuşurken, Peygamberin vefatından sonra, nikâhta kadına bir hak olarak terettüp eden mehr bakımından, en pahalı kadınlar biz oluruz..." şeklinde konuştular. Bu Yüce Allah'ın gayretine dokundu ve Peygamberine, onları yirmi dokuz gün yalnız bı­raktıktan sonra muhayyer kılması için emretti... Peygamberimiz de kendilerini çağırıp durumu anlattı ve onları muhayyer bıraktı..."

Yine İbn-i Sa'd, Amr bin Şuayb kanalıyla onun dedesinden şöyle nakleder: "Peygamber Efendimiz kadınlarim toplayıp iki seçim arasında muhayyer kıldığı zaman, önce Âişe'yi çağırıp durumu anlattı... Âişe ve diğerleri, hep Allah'ı ve Resulü'nü seçtiler. Ancak el-Amiriye, dünyâyı ve kendi kavmini seçti ve kavmine döndü... Fakat sonra buna çok pişman olup: "Ben bir şakıyyeyim; bedbahtım... Allah ve Resûlü'nü bırakıp dünyayı seçtim" derdi. Deve dışkısı toplar onları satardı. Bâzan Pey­gamberimiz'in eşlerine gelir onlardan birşey ister ve: "Ben bir şakıyye­yim!" diye konuşurdu..." -

(Yine İbn-i Sa'd'ın, İbn-i Mennâh'tan rivayetine göre, Allah ve Resûlü'nü değil de dünyâsını seçen bu hanım, sonraları aklim yitirmiş, ve ölünceye kadar dâ bu durumdan kurtulamamıştır.)

İbn-i Sa'd, bu sefer de Ikrime'den şöyle bir haber naklediyor: Resûlüllah Efendimiz, eşlerini muhayyer bıraktığı zaman, Yüce Allah şu âyetini indirdi: "Habîbim! Bundan sonra artık sana başka kadınlarla evlenmek, bu kadınlarim başka eşlerle değiştirmek helal değildir." [19]İşte bu âyetiyle Yüce Allah; o sırada Peygamberimiz'in nikâhında bu­lunan dokuz kadın ki, bunlar hep Allah ve Resûlü'nü seçmişlerdir, bun­lardan başka kadınlarla evlenmesini Efendimiz'in üzerine haram kılmış oldu." [20]

İbn-i Sa'd'ın Âişe'den de bir rivayeti var.- O şöyle demiştir: Pey­gamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat etmeden önce, başka kadınlar alabilmesi için Yüce Allah tarafından serbest bırakılmıştı. Bir başkasının nikahında olmayan herhangi bir kadınla evlenebilecekti. Fakat evlenmedi. Bu izni kendisine veren şu mealdeki âyet idi: "Onlardan dilediğini geri bırakır dilediğini de yanına eş olarak alabilirsin." [21]

(İbn-i Sa'd'ın; Ümmü Seleme, İbn-i Abbâs, Ata bin Yesâr ve Mu-hammed bin Ömer bin Ali bin Ebû Tâlib'ten de bu anlamda bir rivayeti vardır.)

Peygamberimizpin bu şekilde eşlerini muhayyer kılmasının hik­meti üzerinde, âlimlerimiz muhtelif görüşler bildirmişlerdir, tmam-ı Gazali demiştir ki: "Kişinin eşi hakkındaki gayreti, onu başkasından kıskanır olması; onun kalbinde sıkıntı ve kin duygularimn meydana gelmesine sebep olur. Peygamberimizin kalbinde böyle bir şeye mahal bmkmamak üzere Yüce Allah; O'na hanımlarim muhayyer kılmasını emretmiş, onlar da onu seçmişler. Dünyada ve ahirette O'nun eşleri ol­muşlardır."

İmam-ı Râfîi ise şöyle demektedir:'Yüce Allah, Peygamberimizi fakirlikle zenginlik arasında muhayyer bırakmış, O da fakirliği seçmiş, fakirliğin getireceği çeşitli sıkıntılara katlanmayı tercih etmişti. Bu se­fer eşlerini muhayyer kılması emredilmiş, o da eşlerini muhayyer kılmış, eşleri de severek fakirliğe (nafaka istememeğe) razı olmuşlardır. Böyle­ce, O'nun eşleri de, kendi serbest iradeleriyle, vaktiyle o'nun kendi nefsi için seçip razı olduğu şeye razı olmuşlardır."

Bazıları da bu hususta şöyle demişlerdir: "Peygamberimiz'in onları muhayyer kılmasının hikmeti: Onların kendisi için en hayırlı eşler ol­ması içindir," Nitekim El-Ravza adlı kitapta ve diğerlerinde bildirildiği gibi, onlar bu en güzel seçimi yaparak, hem o'nun en hayırlı eşleri ol­muşlar, hem de cennetlik olmuşlardır. Nitekim: "Biliniz ki Allah, sizden güzel hareket edenlere büyük bir mükafat hazırlamıştır!" [22] mealin­deki âyette de buna işaret ve delâlet bulunmaktadır!" Sonra Yüce Allah; Peygamber Efendimiz'e eşlerinin üzerine eş almasını haram kılmak ve onları boşayıp yerlerine başka kadınlar nikahlamasını yasaklamak su­retiyle imtihana tabi tuttuğu Peygamber eşlerini böylece şereflendirmiş oldu. Daha sonra ise, Resûlüllah'ın eşleri üzerinde tam bir iyilik ve minneti olması bakımından nazil olan bir âyetle, bu yasak kaldırılmıştır. Peygamberimiz de yasak olmamasına rağmen, eşlerinin üzerine bir başkasını almadığı gibi, onlardan herhangi birinin yerini de değiştir­memiştir. Yukarıda sözü edilen yasağı kaldıran âyet şu mealdedir: "Ey Peygamber, Biz sana, mehrlerini verdiğin eşlerini helâl kılmışızdır." [23] Böylece hanımları üzerindeki minnet de, Peygamberimiz'e ait ol­muştur."[24]

Ahmed, Tirmizi, İbn-i Hıbban ve Hâkim Âişe'den şöyle rivayet e-derler: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat etmezden önce, başka kadın alması kendisine helâl kılınmıştı."

Bu rivayetin isnadı sahihtir.

Peygamber Efendimiz'e nikahlanması helâl kılman kadınların, hangi kadınlar olduğu üzerinde ihtilâf edilmiştir. Bir başkasının nika­hında olmayan bütün kadınlar mı, yoksa sadece hicret etmiş olan ka­dınlar mı, diye üzerinde ittifaka varılamamış ve böylece iki görüş belirmiştir. Her iki görüşü de İmâm el-Mâverdi nakletmiştir. ikinci gö­rüşe göre, demek oluyor ki; hicret etmemiş bir kadınla evlenmenin ha­ram oluşu da, Peygamberimiz'e has bir şey olmakta ve bu görüşü Tirmizi'nin Ümmü Hâni'den olan rivayeti teyid etmektedir. Bu riyayet şöyledir: "Ben, hicret eden kadınlar arasında bulunmadığım için, Resûlüllah'a helal kılınmış bulunanlardan değildim," Fakat buna rağ­men, birinci görüş tercih edilmiş ve: "Nikah meselesinde ümmetten bi­rine helal olanın, Peygamber'e helal olmayarak bu hususta o'nun ümmetinden eksik kalması, doğru değildir. Hem o, bundan sonra Safiye ile evlenmiştir. Safîye ise, hicret eden kadınlardan değildi" denilmiştir.

Evet, böyle denilerek bu kavil tercih edilmiştir amma, buna da şu cevab ve itiraz verilmiştir: "Peygamberimiz, nikah mevzuunda ümme­tinden daha eksik olamaz" denilmesi, çok sağlam bir söz değildir. Zira ümmetine ehl-i kitaptan olan bir kadınla evlenmesi caiz iken, Peygam­ber hakkında bu caiz değildir. Peygamberimiz'in Safîye'yi nikahlamış olmasına gelince: Bu, âyetin inişinden önce idi. Binâenaleyh, ileri sürü­len iddia hakkında delil olmaz. Tarihen bilinen bir husustur ki, Pey­gamberimiz Safîye'yi yedinci hicret yılında Hayber'de nikahlamıştır, ilgili âyet ise, dokuzuncu senede nazil olmuştur."

Şafii mezhebi âlimleri: "Peygamberimiz için, hanımlarından bazı­sını boşamak ve yerine başka bir kadınla evlenmek mübâh kılınmış idi. Bunu haram kılan âyet, bir başka âyetle neshedilmiştir" derler. Hanefi mezhebi imamı Ebû Hanife ise, Şâfiilerin bu görüşünü kabul etmemiş ve şöyle demiştir: "Bunun, Peygamber Efendimiz için haram oluş hükmü devam etti ve neshedilmedi." [25]

Yukarıda arzedilen iki görüşten bize göre en sağlamı ve İmam-ı Şafii'nin kelâmı ve Mâverdi'nin kesin olarak hükmettiği şudur: "Pey-gamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) üzerine, o'nu tercih etmiş bulunan eşlerini boşamak haram idi. Nitekim o'nu seçmeyen bir eşini de tutması haram idi. (Bu mes'ele az ileride müstakil olarak da ele alınacaktır.) İmâm-ı Şafii'nin mezhebinde bulunan âlimler ise bu hususta iki şık üzerinde durmuş­lardır. Birinci şık: O'nu seçmeyen eşinden ayrıldıktan sonra, artık dün­yayı tercih etmiş bulunan bu eşini bir daha ebediyen nikahına alması Efendimiz'in üzerine haram olması idi. Artık ahirette dahi bu, O'nun eşi olamazdı. Bu birinci kavle göre, İşte bu husus da O'nun özelliklerinden birini teşkil ediyordu. Zira o'nun ümmetinden olan herhangi bir kimse­nin eşi, bu şekilde muhayyer bırakıldıktan sonra, kocasını seçmemiş ve bu suretle kocasından ayrılmış olsa; ebediyen bu kocasına haram olmaz. Bir başkasıyla evlenip, ondan da ayrıldıktan sonra, bu eski kocasıyla tekrar evlenmek isterse, evlenebilir. Fakat Peygamberimizin durumu­nun böyle olmadığim gördük.[26]

Peygamberimize Vacib Olan Bazı Özelliklerine Ait Bir Bölüm

Denilmiştir ki: "Peygamberimiz'in özelliklerinden biri de, O'nun hoşuna giden bir şey gördüğü zaman, "Lebbeyk! înnel-ayşe ayşü'l âhirâti" demesi, üzerine vacibdi." Bunu, el-Râfii nakletmiştir. [27]

Yine denilmiştir ki: "Peygamberimiz'in farz namazlarim, hiç bir halel ve eksik bırakmaksızın edâ etmesi üzerine vâcib idi." Bunu da bu şekilde nakleden el-Mâverdi olmuştur. Başkaları da bunu benimsemiş­tir. [28]

İbn-i'l-Kâs'ın Telhis adlı kitabında anlattığına, el-Kaffâl'ın dediği­ne ve Nevevi'nin Zevâidur-Ravza'da naklettiğine göre; Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) vahiy geldiği zaman, kendisinden ve dünyasından geçerdi. Fakat bu halde dahi kendisinden namaz, oruç ve diğer hükümler sakıt olmaz­dı." Bunun böyle olduğunu, İbn-i Seb' ise, kesinlikle hükmetmiştir. [29]

Peygamberimiz'in üzerine vacib olduğu kabul edilen özelliklerin­den biri de, niyet edip başlamış olduğu nafile ibâdetlerden herhangisi olursa olsun, onu tamamlamasıdır. Bu da Ravza adlı kitapta anlatıl­mıştır." [30]

O'nun vacib olan özelliklerinden biri de, insanlarla haşir-neşir o-lurken, onların arasında bulunup onlarla konuşurken bile Allah'ı müşâhade etmekten hiç ayrılmamasıdır. [31]

Keza o, bütün insanların tamamı itibariyle mükellef bulundukları ilim ve irfana, tek basma mükellef idi ve herhangi bir şeye, en güzel karşılık ne ise, onunla karşılık vermekle mükellef idi. [32] Keza bir diğer özelliği de, bazen kalbine darlık veya dalgınlık gelirdi. O da Rab-bi'ne günde yetmiş defa istiğfarda bulunurdu.[33]

Bunların hepsini, Şafii mezhebi âlimlerinden İbn-i'l-Kâs, Telhis adlı kitabında anlatmıştır. İbn-i Seb de... Allâme Cürcani ise, el-Şâfîi adlı eserinde, O'nun özelliklerinden biri olarak da şunu söylemiştir:'İmam­lığın fazileti, Peygamberimiz Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hakkında, müezzin­likten daha üstündür. Başkaları hakkında ise böyle değildir. Zira Peygamber Efendimiz, sehiv ve galat üzerinde bırakılmaz. Başkaları ise, sehiv ve galatından haberdar olmamış olabilirler,"

Ben de derim ki: Peygamberimizin bu özelliği üzerinde; kesin ola­rak bunun böyle olduğuna hükmetmek suretiyle ihtilafa mahal bırak­mamak lazınıdır. Fakat başkaları hakkında, imamlık mı af dal, yoksa müezzinlik mi afdal diye, ihtilaf edilebilir."[34]

Peygamberimizin Kendisine Haram Olanlar

Bunun hikmeti de şöyle açıklanmıştır: "Peygamberimiz'e has ol­mak üzere bazı şeylerin haram kılınmış olması, hiç şüphesiz O'nun şeref ve keremini artırmak, O'nu, küçük düşürücü bazı şeylerden korumak ve ahlakın en güzellerine yöneltmektir. Aynı zamanda, haram olan bir şe­yin terkedilmesindeki sevab, şüphesiz mekruh olan bir şeyin terkedil-mesindeki sevaptan daha büyüktür."[35]

Peygamberimize Zekat ve Sa'dakaların Haram Kılınması

Evet, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) özelliklerinden biri de, O'na ve O'nun ev halkına, kendisinin ve ailesinin kölelerine, âzadlılarına, zekâd ve sa­daka almanın haram kılınmış olmasıdır. Bu hususta Müslim, Muttalib bin Rabia'dan rivayetle, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu bil­dirmektedir:

"Bu, sadakalar, insanların mallarimn kirleridir. Muhammed'e ve O'nun âline helâl değildir!"

İbn-i Sa'd'ın Ebû Hüreyre, Âişe ve Abdullah bin Büsr'den naklettiği rivayete göre, "Peygamber Efendimiz hediyeyi kabul eder, sadakayı ka­bul etmezdi."

(Yine İbn-i Sa'd, Hasan'dan rivayetle, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Yüce Allah, bana ve benim ev halkıma sadakayı haram kılmıştır!")

İmâm-ı Ahmed de Ebû Hüreyre'nin şöyle söylediğini nakleder: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), dışarıdan yemek getirildiği zaman, onun hediye olup olmadığım sorardı. Eğer hediye olduğu söylenirse, o yemekten yer­di. Eğer, sadaka olduğu söylenecek olursa, ondan yemezdi."

Taberânî'nin İbn-i Abbâs'tan olan rivayeti de şöyledir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Erkam el-Zühri'yi, zekat toplamak üzere görevlendirdi. O da yanında Peygamberimiz'in âzadlısı Ebû Râfî'i götürmek istedi. Ebû Rafı' ise Peygamberimiz'e sormaya gitti. Peygamberimiz kendisine dedi ki: "Ey Ebû Rafı', sadaka (zekât), Muhammed'e ve O'nun âline haramdır!"

(Bunu, Ahmed ve Ebû Dâvûd da rivayet etmiştir. Ancak Ebû Davud'un rivayetinde: "Gerçekten sadaka bize helal değildir ve bir top­luluk ve ailenin, âzadlısı da; onlardan sayılır" denilmiştir.) [36]

Müslim ve İbn-i Sa'd Muttalib bin Rabia'dan şöyle rivayet eder: Ben ve Fadl bin Abbâs Hazret-i Peygamber'e gidip müracat ettik ve dedik ki: "Ey Allah'ın Resulü, biz sana, bize zekat toplama hususunda emir ve yetki vermeni istemek için geldik." Peygamber Efendimiz, biraz sükut etti, sonra başim yukarı kaldırdı. Biz ise kendisiyle konuşmak istiyorduk. Zeynep validemiz de bize işaretle, O'nu konuşturmamamız hakkında perdesi arkasından tenbihte bulunuyordu. Biz de bekledik. Sonra Pey­gamberimiz bize dönerek buyurdu ki: "Sa'dakalar, Muhammed'e, O'nun âline helal değildir! Bunlar, insanların mallarimn kiridir."

Alimlerimiz bu konuda demişlerdir ki: "Zekat ve sadakalar, in­sanların mallarimn kirleri olduğu içindir ki, Peygamber Efendimiz'in yüksek makamları bundan korunmuştur. Peygamberimiz sebebiyle o'nun ev halkı da bundan korunmuştur. Sonra sadakalar, verilecek kimselere acınarak verilir ve alan kişi için bunda, ne de olsa bir zül vardır.'Bu sebeble Peygamberimiz ve o'nun yakınları, alan için zül bu­lunan sadakadan korunmuş, bunun aksine alan için izzet, veren için zül bulunan ganimet malları kendilerine helal kılınmıştır."

Alimlerimiz, diğer Peygamberlerin durumlarimn da böyle olup ol­madığında ihtilaf etmişlerdir. Bazıları ki Hasan-ı Basri de onların ara­sında bulunmaktadır, birinci kavli seçmişlerdir. Yani sadaka ve zekatın diğer Peygamberlere de haram olduğunu söylemişlerdir. Bazıları ise ki Süfyan bin Uyeyne de bunlar arasında bulunmaktadır, ikinci kavli seçip: "Bu, Peygamberimiz'in bir Özelliğidir. Yani o'na mahsustur, önceki pey­gamberlere zekat ve sadakalar haram değildi" görüşünü ileri sürmüş­lerdir. [37]

Sonra Peygamberimiz'e haram oluşu bakımından, zekat ve nafile sadakalar aynıdır. Fakat ev halkı hususunda, nafile sadakaların da ha­ram olup olmadığı konusunda, mezhebimiz âlimlerince (Şafiî) ihtilaf e-dilmiştir. Mezhebimizde, en sahih görülen kavle göre, Peygamberimiz'in ev halkına nafile sadakalar haram değildir. Onlara, sadece zekat alma­ları haramdır. Yine bizını mezhebimizdeki bir kavle ve Mâliki mezhebi­ne göre, onlara nafile sadakalar da haramdır. Üçüncü bir kavle göre ise, onlara özel olan sadakalar haramdır; eğer sadaka umum müslümanların menfaati içinse, mesela yapılan mescidler, açılan kuyular gibi, bunlar­dan onların faydalanmaları da helal olur. İbn-i Salâh'ın bildirdiğine göre, keffâret ve nezirler, keza zekât tahsili için verilecek görevler de, en sahih kavle göre, Hâşimiler'e helal değildir. Az önce geçen hadisler de bunu teyid eder mahiyettedir.[38]

Peygamberimize ve Onun Ev Halkına, İsmail Oğullarından Birinin Fidyesinin Haram Olması

Hakkında rivayet edilen bir hadise göre, Peygamber Efendi m iz'e ve o'nun yakınlarına; İsmâil oğullarından birinin fidyesinin de haram olduğu anlaşılmaktadır. Bu rivayet şöyledir:

Ahmedİmran bin Husayn'dan nakleder, O şöyle der: "Bana ada­mın biri anlatmıştı: İsmail oğullarına mensub kabilenin birinde ihtiyar bir adam varmış. Adamın oğlu, kaçarak Resûlüllah'ın yanına gitmiş. Adam, oğlunu getirmesi için birini göndermiş. Fidye istenirse diye, fid­yesini de birlikte göndermiş. Aracı adam, Resûlüllah'a gelip durumu anlatmış. Resûlüllah Efendimiz de: "İşte adamın oğlu! Götürüp babasına teslim edebilirsin" buyurmuş. Adam: "Fidyesini istemeyecek misiniz?" demiş. Resûlüllah da: "Bana ve benim ev halkıma, İsmâil oğullarından birinin fidyesini yemek, helal değildir" buyurmuştur.[39]

Peygamberimizin Bir Özelliği de, Kokusu Hoş Olmayan Bir Şeyi Yemesinin, Haram Oluşu İdi

Evet, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz'in Özelliklerinden biri de; koku­su hoş olmayan bir şeyi yemesinin, kendisine haram oluşu idi. Nitekim Ahmed ve Hâkim Câbir bin Semura'dan şöyle rivayet eder: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Ebû Eyyub'un evine indiği zaman, Peygamberimiz yediği yeme­ğin artanim Ebû Eyyub'a gönderirdi. O da Resûlüllah'ın yemekte kalan parmak izleriyle teberrük ederdi. Birgün, yemekte Resûlüllah'ın par­mak izlerini göremeyince, O'na gidip sordu: "Ey Allah'ın Resulü, ye­mekte parmağimzın izini göremedim. Siz bu yemekten yememişsiniz" dedi. Peygamberimiz de ona şu karşılığı verdi: "Bu yemekte sarımsak vardı." Ebû Eyyub tekrar sordu: "Sarmısak haram mıdır?" Peygamber Efendimiz de: "Hayır, haram değildir. Fakat sen benim gibi değilsin. Bana melek gelir" buyurdu. (ve onlara bu yemeği yemelerini emretti. Es-Siratün-Nebeviye İbn-i Hişam, [40]

Buhârî ile Müslim ise, Cabir'den şöyle naklederler: Peygamber E-fendimiz'e içinde bazı yeşillikler bulunan bir yiyecek getirildi. Peygam­berimiz, onun kokusunu iyi bulmadı ve bu yeşilliklerin ne olduğunu sordu. Kendisine bilgi verildi. O da: "Bunu ashabıma götürünüz, onlar yesinler" buyurdu. Peygamberimiz, kokusu hoş olmayan bu yiyeceği ye­mek istemedi ve bu münasebetle: "Ben, bazen meleklerle buluşurum! Sizin gibi değilim" buyurdu. [41]

Peygamberimizin Dayanarak Yemek Yemesinin Haram Oluşu

Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) özelliklerinden biri de, dayanarak yemek ye­mesinin haram oluşudur. Bu hususta sahih hadisler vardır. Bunlardan bazılarim görelim:

Buhârî, Ebû Cüheyfe tarikiyle, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Bana gelince: Ben, dayanarak yemek yemem."[42]

İbn-i Sa'd ise, İbn-i Amr'in "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimizin daya­narak yemek yediği hiç görülmemiştir!" dediğini rivayet eder.

Yine İbn-i Sa'dEbû Ya'lâ, güzel bir senedle Âişe'den şöyle rivayet ederler: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bana hitaben dedi ki: "Ey Âişe, eğer ben is­temiş olsam, benimle beraber yürüyen altından dağlar olurdu. Bana bir melek gelip şöyle dedi: "Allah, sana selamim okumakta ve seni, melik bir Peygamber olmakla, kul ve Peygamber olmak arasında seçim sapmakla serbest bırakmaktadır." O sırada yanımda bulunan Cebrâîl de bana, tevâzû göstermemi işaret ediyordu. Ben de, kul bir Peygamber olmayı seçtiğimi söyledim..." Âişe validemiz derler ki: "İşte ]bu olaydan sonra Peygamber Efendimiz, hiç dayanarak yemek yememiştir. Yine bu olay­dan sonradır ki, Peygamberimiz: "Ben, bir kulun yediği gibi yerim! ve bir kulun oturduğu gibi otururum!" buyururlardı.

Yine İbn-i Sa'd Zührî'den nakleder: O şöyle der: "Bize ulaşan ha­berlere göre, Peygamber Efendimiz'e, daha önce hiç gelmemiş olan bir melek iner, yanında Cebrâîl de bulunur. Melek Peygamberimiz'e hitaben: "Allah seni, melik bir Peygamber olmakla, kul bir Peygamber olma arasında muhayyer bırakmıştır. Bunlardan hangisini seçersin?" der. Peygamberimiz bu sırada, Cebrâîl'e bakar. O da: "Kul Peygamber olmayı seç!" diye işarette bulunur. Peygamberimiz de: "Kul Peygamber olmayı seçiyorum" buyurur, İşte bu olaydan sonra, Peygamberimiz'in ö-lünceye kadar dayanarak yemek yemediğini söylerler." [43]

(TaberânîEbû Nuaym ve Beyhekî İbn-i Abbâs'tan rivayet ederler. Onların bu rivayeti de, aşağı-yukarı bundan önceki rivayet gibidir.)

İbn-i Sa'd'ın, birdeAtâ bin Yesâr'dan rivayeti var. O, şöyle demiş­tir: "Birgün Peygamberimiz Mekke'nin üst tarafında idi ve dayanmış olarak yemeğini yiyordu. Bu sırada Cebrâîl gelip: "Ey Muhammed, hü­kümdarlar gibi mi yemek yiyorsun!" dedi. Peygamberimiz de bunun ü-zerine derhal oturdu."

İbn-i Adiyy ile İbn-i Asâkir'in Enes'ten rivayetleri de şöyledir: Cebrâîl Peygamberimiz'e geldiği bir sırada, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) dayan­mış olarak yemeğini yemekte idi. Peygamberimiz'e hitaben: "Dayanarak yemek, nimete dalmak (keyfîlik)tir!" dedi. Peygamberimiz de bunun ü-zerine derhal doğrulup oturdu. Artık bundan sonra, dayanarak yemek yediği hiç görülmedi ve şöyle buyurdu: "Ben ancak bir kulum. Kul gibi yer, kul gibi içerim."

"Dayanarak yemenin şeklini tarif etmek maksadıyla el-Hattâbî şöyle demiştir: "Buradaki dayanarak yemenin mânâsı: Altındaki yaygı­ya veya mindere iyice yerleşik bir şekilde oturmaktır..." Hattâbî'nin bu tarifini Beyhekî de kabul etmiştir. Keza İbn-i Dıhye ve Kâdî Ayyâd da kabul etmişler ve muhakkik âlimlere göre, manânın bu olduğunu söyle­mişlerdir. Bazıları ise: "Bundan maksad, yanim yere dayamış, yâni yannamış olarak yemektir" demişlerdir. [44]

 

28-1 Peygamberimizin, Yazı Yazmasının ve Şiir Söylemesinin Kendisine Haram Olması

Peygamberimizin bir Özelliği de, yazı yazmasının ve şiir söyleme­sinin kendisine haram olmasıdır. Yüce Allah bu hususta şöyle buyur­maktadır:

"Onlar ki yanlarındaki Tevrat ve İncil'de buldukları o elçi'ye o ümmî Peygamber'e uyarlar." [45]

"Ey Muhammed, sen bundan önce bir kitâb okumuyordun, elinle de onu yazmıyorsun. Öyle olsaydı, bâtılcılar o zaman kuşkulanırlardı." [46]

"Biz ona (Muhammed'e) şiir öğretmedik, şiir ona yakışmaz da..." [47]

tbn Ebû Hatim, Mücâhid'în şöyle dediği haberini nakletmiştir: "Kitâb ehli olanlar, kendi kitaplarında Peygamberimiz'in okur-yazar ol­madığim görürler ve bunu söylerlerdi, İşte bununla ilgili olarak: "Sen, bundan önce bir kitâb okumuyordun, elinle de onu yazmıyorsun!" mealindeki âyet inmiştir."

İmâm-ı Râfîî ise bu konuda şöyle der:

"Peygamberimiz'in bir Özelliği olarak, yazı yazmasının kendisine haram olabilmesi için, O'nun yazı yazar olduğunu söylememiz gerekir. Halbuki O, yazı bilmezdi."

İmâm-ı Nevevî ise, bunu tenkld eder ve şöyle der:'Tazı yazmasını bilmediği halde, yazmanın kendisine haram kılınmış olması mümteni' (imkansız) değildir. Bundan maksad, okur-yazar olmanın sebeblerine tevessül etmemesidir ve doğrusu da, O okur-yazar değildi..." [48]

Bâzıları ise bunun aksini söylemişler ve: "Hudeybiye andlaşması-nın yazıldığı sırada Kureyş temsilcisinin itirazı üzerine, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem): "Bu, Muhammed bin Abdullah'ın andlaşmasıdır" diyerek yaz­mıştı. Zira Ali, böyle yazmaktan çekinmişti" demişlerdir. Onlara verile­cek cevab ise şudur: "Bu andlaşma ile ilgili olarak "...Yazdı" denilmesinden maksad, emir verip yazdırdı demektir [49]

Ebû Mes'ûd Dımeşkî de, Hudeybiye Musâlehasıyla ilgili olarak:'Yâni Peygamberimiz kâlemi eline aldı, fakat güzelce yazmasını bilmi­yordu. Buna rağmen "Resûlüllah" yerine "Muhammed" kelimesini yazdı" der.

Ömer bin Şeybe'nin bu husustaki sözü ise şöyledir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Hudeybiye'de, kendi eliyle yazdı. Halbuki O, daha önce yazmayı hiç bilmiyordu. Tam yazmak istediği sırada, bir mucize olarak yazması­nı bildi ve yazdı." Onun bu sözünü kabul edenler de olmuştur: Hadîs âlimlerinden Ebû Zerr el-Herevî, Ebû'l-Feth el-Nisâbûrî, Kâdî Ebû'l-Velîd el-Luhamî, Kâdi Ebû Cafer el-Sınınanî el-Usûlî; bunu kabul eden­lerdendir. Hattâ Ebû'l-Velîd el-Luhamî şöyle demiştir: "Peygamberi-miz'in hiç yazı bilmediği ve öğrenmediği halde anîden orada yazmış olması, O'nun en kuvvetli mucizelerinden biridir." Bazıları da şöyle de­miştir: "Peygamberimiz, o gün kendi eliyle; yazı bilmediği, yazıyı teşkîl eden harfleri hiç tanımadığı halde yazdı. Kâlemi eline aldı ve hareket ettirdi. O'nun yazmak istediği şekilde bir yazı meydana geldi. Yâni yazı kendiliğinden ve mucizevî bir şekilde oluştu... Evet Peygamberimiz ka­lemi hareket ettirdi, fakat bilerek bir şey yazmadı. Yazı yazıldığı zaman bile, yazıyı ve onun harflerini tanımıyordu" [50]

Şiirin Peygamberimiz1 e haram olmasına gelince: "Ebû Davud'un buna delâlet eden hadîsi; İbn-i Ömer'den sevketmiş olduğunu görüyo­ruz... O, şöyle diyor: "Ben, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu i-şittim: "Ben eğer tiryak içersem nazarlık takimrsam, kendiliğimden şiir söylersem, hâlim ve âkibetim ne olur bilmem."

İbn-i Sa'd'ın Zühri'den rivayetine göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Medi­ne'ye göçten sonra Mescid yapılırken, ashabın bu husustaki candan ça­lışmalarına bakarak duygulanmış ve: "Bu göç, Hayber göçü değildir! Rabbimiz, bu daha iyi, daha temizdir" anlamında bir söz söyleyivermiş-tir. Yine Zührî şöyle dermiş: "Peygamberimiz, şiir olarak ne söylemişse, bir başkasına âit misâl vermek üzere söylemiştir. Kendisinin, Mescid yapılırken söyleyiverdiği bu şiirden başka hiç şiir söylediği olmamış­tır. (Bunu da, şiir söylemek maksadıyla söylemiş değildir.) [51]

Yine İbn-i Sa'd, Abdurrahmân bin Ebûz-Zennâd'dan şöyle nakle­der: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) birgün, Abbâs bin Mirdâs'a hitaben: "Hatırlıyor musun? Senin: "Benim ve kölelerimin elde ettiğimiz mallar, Akra' ve U-yeyne arasında kaldı" gibi bir şiirin vardı?" demiş... Orada bulunan Ebû Bekir de: "Ey Allah'ın Resulü, anam babam sana kurbân olsun! Sen, bir şâir olmadığın gibi, şiiri de değiştirerek naklediyorsun. Zaten şiir de sana yakışır birşey değildir. Bunun söylediği o şiirin aslı, öyle değil;"...Uyeyne ile Akra' arasında kaldı" şeklinde idi" der. (Yâni Peygambe­rimiz, bu misâlde de görüldüğü gibi, şiiri, bazen değiştirerek söylerdi. Bazân da misâl vermek için.)

Alimlerimiz demişlerdir ki: "Peygamberimiz'in şiir şeklinde söyle­miş olduğu sözler; şiir maksadıyla söylenmiş şeyler değildir ve kafiyen bunlara, şiir söylemek de denilmez... Kur'ân'da dahi bazân vezinli sözler vardır. Bunlar da kafiyen şiir değildir."

tmâm-ı Mâverdî der ki: "Peygamber Efendimiz'e yazı yazmak ha­ram olduğu gibi, başkaları tarafından yazılmış bir yazıyı okumak da haramdı, ilgili âyet de bunu bildirir. O'na şiir söylemek yasak olduğu gibi, bir başkasına âit olan şiiri, şiir olarak nakletmesi de yasak idi."

El-Harbî de şöyle demektedir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), iki mısraı bir araya getirerek, tam bir beyit halinde şiir okumamıştır. Mutlaka tek mısra halinde misâl vermiştir. Bir beytin, yâ birinci mısraim okuyup i-kinci mısraim bırakmıştır, yâhud da ikinci mısraim okuyup birinci mısraim terketmiştir. Eğer her iki mısraı okuyarak misâl vermek iste-mişlerse, bu seferde mutlaka kelimelerin yerini değiştirmek suretiyle misâl vermiştir. Az yukarıdaki Abbâs bin Mirdâs'ın şiirinde olduğu gibi..."[52]

Peygamberimizin Bir Özelliği de, Harbe Karar verip Zırhim Giydikten Sonra, Çıkarmasının Haram Olmasıdır

Ahmed ve İbn-i Sa'd Câbir bin Abdullah'tan rivayet eder. O şöyle der: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Uhud Günü şöyle demiştir: "Ben, rüyamda kendimi çok sağlam bir zırh içinde gördüm... Bazı boğazlanmış sığırlar da gördüm... Sağlam zırhı, Medine olarak; boğazlanmış sığırları da as­kerlerden bâzıları olarak te'vîl edip yorumladım... Eğer isterseniz Me­dine'de kalalım. Düşman Medine içine kadar girecek olursa, kendimizi burada müdâfâ edelim." Ashâb şu cevâbı verdiler: "Allah'a yemîn ederiz ki, onlar câhiliye zamanında bile şehrimiz Medine'ye girmiş değillerdir. İslâm devrinde girmeleri nasıl olur?" Peygamberimiz de onların bu cevâbim ve tutumunu görünce: "O halde siz bilirsiniz" buyurdu. Sonra Peygamberimiz evine gitti~"Ve harp hazırlığim yapıp zırhim giyin­di. Ashâb bunu görünce, daha ciddî düşünüp: "Biz ne yaptık?" dediler. Resûlüllah'a karşı O'nun düşüncesini red ettiklerine çok pişman oldular. Resûlüllah'a mürâcât edip: "Ey Allah'ın Resulü, karar sizindir, siz nasıl bilirseniz öyle olsun!" dediler. Peygamber Efendimiz de bunun üzerine şöyle buyurdular:

"Bunu şimdi mi düşünebildiniz? Biliniz ki, bir Peygamber; harbe karar verip zırhim giydikten sonra, karar verdiği savaşı yapmadıkça zırhim çıkaramaz! Bu ona helâl değildir." [53]

Peygamberimizin Bir Özelliği de, Bir İyilik ve İhsanda Bulunduğu Zaman, Daha İyisi veya Daha Çoğunu Elde Etmek Niyetiyle Vermesinin Kendine Haram Olmasıdır

Yüce Allah, bir âyetinde şöyle buyurmaktadır; "Habîbim, verdiğini çok bularak (veya daha çoğunu umarak) başa kakma..."[54]

İbn-i Cerîr, âyetin tefsîriyle ilgili olarak, Ümmetin Alimi ve Ter-cümânü'l'Kur'ân olan İbn-i Abbâs'tan nakleder. O şöyle demiştir: "Bir i-yilik ve ihsanda bulunduğun zaman, onu ondan daha iyisine kavuşmak niyetiyle verme! Bu sana lâyık değildir." [55]

Bütün müfessirler, bu hususun Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) bir özelliği olduğunda ittifak ve icmâ etmişlerdir.

İbn-i Ebî Hatim de Dakhâk'tan Kur'an-ı Kerîm'deki: "insanların malları içinde, artması için verdiğimiz faiz, malı Allah katında artırıp bereketlendirmez..." [56] anlamına gelen âyetle ilgili olarak şöyle nakleder. Yâni Dahhâk demiştir ki: "Bu âyetteki ribâdan (faizden) maksat, helal olan ribâdır ki, bu şudur: Kişi insanlardan birine bir şey hediye eder. Onu, sırf bir hediye olarak verir. Fakat bunu vermekten maksadı, ondan daha iyisine kavuşmaktır, İşte buna, ribâ'l-helal denilir. Fakat bu, Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) helal değildir. Peygamberimiz, böyle yapmaktan yasaklanmıştır. Çünkü bu, O'nun yüksek makam ve mansı­bına lâyık değildir..."[57]

Peygamberimizin, İnsanlara Verilmiş Bulunan Dünyalığa Gözlerini Dikmesi Haramdır

Yüce Allak, bu husustaki bir âyet-i celılesinde şöyle buyurmaktadır: "Onlardan bâzı sınıflara verdiğimiz dünyalığa gözlerini dikme! ve onlar sana inanmıyorlar diye de üzülme! Sen, müminlere kanatlarim indir, onlara karşı mütevazı ve şefkatli ol." [58]

Yukarıda mealini gördüğümüz âyetten de anlaşıldığı gibi, Pey­gamber Efendimiz'in bir özelliği de, başkalarına verilen dünyalığa göz­lerini çevirmesinin kendisine haram olması idi. Bu hükmü, bu şekilde İmâm el-Râfiî, el-Izâh adlı kitabın sahibinden naklederek bildirmiştir. Nevevî ile İbnü'l-Kâdî de buna kesinlikle hükmetmişlerdir.[59]

Peygamberimizin Özelliklerinden Biri de, Eşlerini İki Seçim Arasında Bıraktığı Zaman Kendisini Seçmeyen Eşini Tutmasının Haram Olması İdi...

Bu hususu, daha önce geçen ilgili bölümde ifâde etmiştik... Nitekim Buhârt'nin Âişe'den sevkettiği rivayet de bunu ifâde etmektedir. Bu rivayete göre Âişe şöyle demiştir; "Cüveyne'li adamın kızı (Cüveyne ka­bilesine mensûb Nûmân bin Şerahbil'in kızı Ümeyme) Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) yaklaştığı zaman; "Ben, senden Allah'a sığimrım" demişti... Peygamberimiz de: "Gerçekten sığimlacak olana sığındın!" buyurdu ve ona hitaben: "Derhal ailene dön!" dedi. Yâni onu terk etti..."

Konu ite ilgili olarak İbn-i Mülakkın, El-Hasâis adlı kitabında der ki: "Bundan anlaşıldığına göre, Peygamberimizle birlikte kalmayı hoş görmeyen bir kadim Peygamberimiz'in tutması haram idi. Kendisini is­temeyen bir kadim nikâhına alması da haram idi. Bunun böyle olduğu­na, Peygamber Efendimiz'in, hanımlarim iki seçim arasında muhayyer kılmış olması da delâlet eder..."

İbn-i Sa'd, Mücâhid'den şöyle nakleder: "Peygamber Efendimiz, bir kadim nikahlamak istediği zaman, bu isteğini o kadına açıklar, eğer o kadın bunu kabul etmezse, Peygamberimiz bu istediğini bir daha tekrarlamazdı. Nitekim bir defasında, bu husustaki isteğini bir kadına bil­dirmiş, o kadın da "ailemle istişarede bulunayım" karşılığim vermişdi. Sonra bu kadın, âlilesiyle istişare edip onların muvafakatini aldığim bildirdiği zaman; Peygamber Efendimiz de, bunun vaktinin geçmiş ol­duğunu bildirmekle yetinmiştir..."[60]

Peygamberimizin Bir Özelliği de, Ehli Kitâbtan Bir Kadim Nikahlamasının Kendisine Haram Olması İdi...

Ebâ Dâvâd Nâsih'inde Mücâhid'den şu haberi rivayet etmiştir:'Yüce Allah'ın Peygamberimiz'e hitabla: "Bundan böyle artık sana, ka­dınlarla evlenmek haramdır" [61]buyurması; Peygamber Efendi-miz'e, ehl-i kitâbtan olan kadınlarla evlenmeyi yasaklamıştır." [62]

Yine Mücâhid'den Sâid bin Mansûr'un bir rivayeti bulunmakta. Bu rivayete göre de Mücâhid, aynı âyetle ilgili olarak şöyle demiştir: "Yüce Allah'ın bu yasağı, yahûdî ve nasrânî kadınlarıyla ilgilidir. Onla­rın, Peygamber'e zevce, mü'ıninlere anne olmaya lâyık olmadıklarim bildiriyordu."

Bizim Mezhebin (Şâfu Mezhebinin) âlimleri derler ki: "Peygam-berimiz'in hanımları, hem mü'ıninlerin anneleri, hem de cennette ebe­diyen Peygamberimiz'in eşleri oldukları için, bunların, yâni gayr-i müslim kadınlarimn O'na eş olmaları haram kılınmıştır. Zira O'nun eş­lerinin, O'nunla ebediyen cennette beraber olmaları münâsebetiyle, aynı zamanda O'nun derecesinde bulunmaları gerekmektedir. Buna göre, çok yüksek şeref de kazanmış olmaktadırlar. Hem, Sevgili Peygamberimiz, gayr-i müslim kadınlarıyla arkadaşlık etmekten de hoşlanmazdı. Ayrıca Peygamberimiz'e nikahlanacak bir kadın, müslümanlardan biri bile olsa, Allah yolunda hicret etmiş olması da şart idi. Müslüman bir kadı­nın, Peygamberimiz'e nikahlanabilmesi için, hicret etmiş olması şart o-lursa; müslüman dahî olmamış bir kadımın Peygamberimiz'e helâl olmayacağı-, kolaylıkla anlaşılır."

Şafiî Mezhebi âlimlerinden Ebû İshâk şöyle demektedir: "Eğer Pey­gamberimiz, gayr-i müslim bir kadim nikahlamış olsaydı, Peygamberi-miz'în keremi ve şerefi için o kadına İslâm hidâyeti nasîb olurdu." [63]

Mezhebimiz âlimlerinden bâzıları, Peygamber Efendimizin ehl-i kitaptan olan bir câriye edinmesinin de kendisine haram olduğunu söy­lemişlerdir. Fakat, en sahîh kavle göre, bu kendisine haram değildir. Nitekim el-Hâvî adlı kitabında el-Mâverdî şöyle demektedir: "Peygam­ber (sallallahü aleyhi ve sellem), cariyesi Reyhâne'yi, henüz o müslümanhğı kabul etmemiş­ken câriye edinmişti." Mâverdî'nin bu sözüne göre, "Peygamber Efendimiz'e bu durumda; böyle bir cariyesine müslüman olmasını şart koşması, müslümanlığı kabul ettiği takdirde onu tutması, kabul et e-diği takdirde ise, onu terk etmesi üzerine vâcib mi idi, değil mi idi?" diy ihtilâf edilmiştir ve iki vecih üzerinde durulmuştur: Birincisine göre: "Peygamberimiz'in onu iki seçim arasında muhayyer bırakması vâcib idi. Eğer müslüman olmayı kabul ederse, ne güzel! Bu takdirde o da; âhirette ebediyen Peygamberimiz'in eşi olur." ikinci kavle göreyse; Pey-gamberimiz'in onu iki seçim arasında muhayyer kılması vâcib değildir. O, kendi isteği ile dilerse müslümanhğı kabul eder. Eğer etmezse, Pey-gamberimiz'in böyle bir kitabî (ehli kitap) cariyesinden ayrılması ge­rekmez. Nitekim Reyhâne misâli, buna delâlet eder."[64]

Peygamberimizin Bir Özelliği de, Hicret Etmemiş Bir Kadim Nikahlamasının Kendine Haram Olmasıdır

Evet, bu da Peygamberimiz'in özelliklerinden birini teşkil etmekte idi. Tirmîzî'nin hasendir kaydiyle, İbn-i Ebî Hâtim'in İbn-i Abbâs'tan rivayet ettikleri şu haber buna delâlet eder: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bütün kadınlardan nehyolundu. Ancak, Meküne'ye hicret eden müslüman ka­dınlar iç-n izin verildi. Yüce Allah, bir ayetinde şöyle buyurmaktadır: "Habîbim, bundan sonra artık sana, başka kadınlarla evlenmek, şimdiki eşlerini başka eşlerle değiştirmek helal değildir! İsterse onların güzel­likleri senin hoşuna gitmiş olsun. Artık başka kadınlarla evlenemezsİB. Yalnız elinin altında bulunan cariyeler hariç. Allah, her şeyi gözetleyi-cidir." [65]

Yine bundan önceki âyetleri gereği, (Ahzâb, 50,51) Yüce Allah, Pey-gamberimiz'e müminlerin kızlarimn, kendisini Resûlüllah'a hibe eden mü'ınine bir kadim helal kılmış; bunlardan maadasını ise haram, kılmış­tır. Dîni, İslâm'dan başka olan kadınları da O'na haram kılmıştır." [66]

Keza Peygambere (sallallahü aleyhi ve sellem), O'nun bir özelliği alarak, müslümanhğı kabul etmiş bulunan bir cariyeyi nikahlaması da haram idi. Bu husus­taki iki tevcihin, en sahîh olanı budur."[67]

Peygamberimizin Özelliklerinden Biri de, Onun Herhangi Bir Kimsenin Aleyhine Gözüyle İşarette Bulunmasının Haram Olması İdi...

Ebû Dâvûd, Nesaî, sahihtir kaydiyle Hâkim ve Beyhekî Sa'd bin Ebû Vakkâs'tan şöyle rivayet ederler: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'nin fet­hi gününde, umûmî af ilan etti.,. Ancak bu umûmî aftan dört kişiyi is­tisna eyledi. Abdullah bin Ebû Şerh, bu dört kişiden biriydi. Abdullah, kendisinin yakim bulunan Osman bin Affân'ın yanında saklandı. Sonra Peygamberimiz insanları bi^t etmeye çağırdı. Bu sırada Osman, Abdul­lah'ı yanına alarak geldi ve: "Ey Allah'ın Resulü, Abdullah biat etti" dedi. Peygamberimiz ise, üç defa başım yukarı kaldırıp baktı ve her defasında Abdullah'ın biatini kabul etmek istemedi. Üçüncüsünden sonra, onun biatini kabul etti... Sonra yanındaki ashabına dönerek şöyle dedi: "içi­nizde derin anlayışlı biri yok muydu? Ben bu adamın biatini kabul et­mek istemediğim zaman, bunu görüp de ayağa kalkmalı ve bu adamı öldürmeli idi." Ashâb bunun üzerine: "Ey Allah'ın Resulü, sizin içiniz-dekini biz ne bilelim? Bize bir işarette bulunsaydımz!" dediler. Peygam­berimiz de: "Bir Peygamber için, böyle haince bir iş, hiç yakışık almaz!" buyurdu.

tbn Sa'd, Saîd bin Milseyyeb'ten şöyle nakleder: "Peygamberimiz bu sırada ashabına cevaben: "imâ, işaret etmek; hıyanettir! Bir pey­gamber için imâ etmek yoktur!" buyurdu.

İmâm-ı Râfîi şu açıklamayı yapar: "Hâine-i âyün, yani gözle işaret etmek; öldürülmesi veya dövülmesi mübâh ve caiz olan birisi hakkında, bu işlemin yapılması için işarette bulunmaktır. Böyle bir hareket, Pey-gamberimiz'den başkası için haram değildir. Çünkü aslında, mübâh ve caiz olan bir şey yapılacaktır. Ancak yapılması hak ve mübâh olmayan bir iş olursa, o hususta gözle işaret etmek de caiz olmaz... Peygamberi­miz için caiz olmayan ve O'nun bir özelliği bulunan husus ise; îdamı is­tenmiş ve îlân edilmiş bir adam için bile, gözle işarette bulunmasının haram oluşudur. Kendilerinin buyurdukları gibi: "Bir Peygamber için işaret etmek yoktur."

El-Telhîs adındaki kitabın sahibi, buna bakarak, Peygamber E-fendimiz için, harbte hile yapmasının da caiz olmadığı kanâatine var­mıştır.   Fakat  büyük   ekseriyet   kendisine   muhalefet   etmiştir.   Bu muhalefetin sebebini de el-Râfiî şöyle açıklamıştır: "Zira Peygamber Efendimiz; bir sefere çıkacağı zaman, başka tarafa gidecekmiş gibi göste­rip hedefini gizlerdi. Bu, pek meşhurdur ve Buhârî ile Müslim'in sahihlerinde Ka'b bin Malik Hadisi olarak mevcudtur. Bu tevriye ile îmânın arasındaki farka gelince büyük işlerde tevriye yapılır. IJunun, yapanı aşağılatıcı bir niteliği yoktur, imâ ise, yapan için kınanan bir şeydir..."

Ben de bu münâsebetle şu inceliği hatırlatmak isterim: Bey-hakî'nin ed-Delâil adlı kitabında Ebû Hüreyre'den rivayetle, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem), Ebû Bekir'le birlikte Medine'ye girecekleri sırada (hicretleri esnasında), Ebû Bekir'e hitaben şöyle buyurduğu yazılıdır: "Ey Ebû Bekir, insanları gereği gibi oyala, benim konuşmama mahal bırakma! Zira bir Peygamberin yalan söylemesi lâyık değildir." Bunun üzerine, kendilerine soru soranları Ebû Bekir oyaladı. Onlar: "Sen kim­sin?" diye soruyorlar, Ebû Bekir de: "Yola çıkmış birisi!" diyordu. Onlar: "Bu yanındaki adam kim?" diyor. Ebû Bekir de: "Bana yolu gösteren bi­risi" diye karşılık veriyordu."

Beyhekî'nin bu rivayeti gösterir ki, tevriyede bulunmak da, eğer büyük işlerle ilgili olmaz, sâdece özel bir mâhiyette bulunursa, yine bir Peygamber için layık düşmemektedir. Zira yukarıdaki olayda Ebû Be­kir'in söyledikleri de bir tevriyedir, fakat bunda bir yalan bulunmamak­tadır. Fakat o, hem Peygamberimiz'in tanınmasını önlemiş, hem de doğruyu söylemiştir. Tevriyesini yaparken de: "Bu, beni hak ve hayır yo­luna hidâyette kılan kişidir!" demek istemiştir. Böyle bir tevriyeye, olsa olsa, sâdece şekil ve suret bakımından yalan denilebilir. Yoksa hakikatte bir yalan olmadığı meydandadır, İşte, önceki geçen konuların birinde, Peygamberimizin şefaat hadîsini de görmüş, orada İbrâhim (aleyhisselâm)'ın kendisine izafetle: "Siz en iyisi, bir başkasına gidip şefaatçi olmasını is­teyiniz! Zira ben, üç defa yalan söylemiştim" dediğine vakıf olmuştuk.-İşte onun bu sözündeki; "yalan söylemiştim" dediği şeyler de, hiç şüphesiz hakikatte yalan olmayıp, şekil ve suret bakımından yalana benzeyen sözlerdi. Bunun bu şekilde anlaşılması da, bu vesile ile, bizını için çok açık ve kolay olmuştur. Demek ki, Peygamberlerin, kendi şahsî işleri için tev­riyede bulunmaları, kendi yüksek makamlarına lâyık görülmediği içindir ki, yukarıdaki misâlimizde Peygamber Efendimiz, tevriyede bulunmak­tan sakınmış, bunu Ebû Bekir'e havale etmiştir. Keza İbrahim (aleyhisselâm) da, kendisine âit üç adet tevriyeyi, bu sebeble kendisinin aleyhine saymış o-lacak ki, bunları zikrederek şefaatten çekinmiştir. [68]

Peygamberimizin Bir Özelliği de, Tekbîr ve Ezan Sesi Duyulan Bir Yere Baskın Yapmasının Haram Olmasıdır.

Peygamberimiz'in özelliklerinden biri de, tekbîr veya ezan sesinin duyulduğu bir yere, baskın yapmasının kendisine haram olmasıdır. Buna dair Buhârî ve Müslim'in Enes'ten rivayet olunan haberi, yeterli delîl kabul edilmiştir. Bu rivayete göre Enes şöyle demiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Allah yolunda gazaya çıktığı zaman, bir yere uğradığında, eğer oradan tekbîr veya ezan sesi duyulursa, oraya baskın yapmazdı. Bunun tesbîti için de, bütün gece boyunca bekler, sabah olduğunda o yerden ezan sesinin gelip gelmediğine bakardı. Eğer ezan sesi duyulursa, oraya baskın yapılmasına izin vermez, eğer ezan sesi gelmezse baskimnı ya­pardı." İşte bunu da İbn-i Seb', Peygamberimiz'in bir özelliği saymıştır.[69]

Peygamberimizin Bir Özelliği de, Müşriklerden Yardım İstemesinin Kendisine Haram Olmasıdır

Evet, el-Kudâî'nin anlattığına göre Peygamber Efendimiz'in özel­liklerinden biri de, O'nun müşriklerden yardım istemesinin kendisine haram olmasıdır. Buhârî'nin Târih'inde Hubeyb bin Yessâf tan şöyle bir rivayeti vardır. O demiştir ki: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bir gün bir tarafa gitmek üzere karar vermişti. Biz de kendisine gidip: "Ey Allah'ın resulü, kavmimizin katılacağı bir sefere, biz de katılmak istiyoruz!" diyerek kendisine mürâcâtta bulunduk... Peygamberimiz bize sordu: "Siz her i-kınız de, müslüman oldunuz mu?" Biz de tabiî henüz müslümanlığı kabul etmemiş olduğumuzdan: "Hayır" cevabim vermiştik... Bunun ü-zerine O şöyle buyurdu: "Biz, düşmanlarımız bulunan müşriklere karşı, müşriklerden yardım istemeyiz." [70]

Peygamberimizin Bir Özelliği de, Zulüm Üzerine Şahit Olmayı Kabul Etmemesidir

El-Kudâî'nin değerlendirmesine göre, Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) özel­liklerinden biri de, zulüm olan bir iş yapılmak istenildiği zaman orada hazır bulunmayı kabul etmemesidir. Bu hususta Buhârî ve Müslim, Nûmân bir Beşir'den rivayet ederler,

(Müellif, burada böyle bir başlık attıktan sonra, gerisini getirmeyip boş bırakmıştır.) [71]

 

------------------------

[3] İsrâ' suresi, 79

 [6] Aİ-İ imran suresi, 159

 [12] Siyer-i İbn-i Hişam, 3/58. Mısır, 1355

[14] Maide suresi, 67

 [16] Bu hadisi, buna yakın bir anlamda, Müslim de rivayet etmiştir.

[18] Ahzab suresi, 28

[19] Ahzab suresi, 52

 [21] Ahzab suresi, 51

[22] Ahzab suresi, 29

[23] Ahzab suresi, 50

[40] es-Sîratü'n-Nebeviye, ibn Htşam, 2/144.

[45] A'raf suresi, 157

[46] Ankebut suresi, 48

[47] Yasin suresi, 69

 [54] Müddessir suresi, 6

 [56] Rûm suresi, 39

 [58] Hicr suresi, 88

 [61] Ahzab suresi, 52

[65] Ahzab suresi, 52

  

 

28-2 PEYGAMBERİMİZİN ÖZELLİKLERİNDEN MUBAH OLANLAR KISMI

Peygamberimizin Özelliklerinden Biri de, İkindiden Sonra Namaz Kılmasının Mubah Olmasıdır

Ravza'da şöyle der: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bir gün öğle namazından sonraki iki rek'ati kılamamıştı... ikindi namazını kıldıktan sonra, bu iki rek'ati kaza buyurdu. Sonra buna devam etti... O'nun böyle devam etmeye başladığı, ikindi namazından sonraki bu iki rek'atin; kendisine mahsûs oluşu üzerinde iki kavil vardır. En sahîh olanına göre, bunun, Peygamberimiz'in bir özelliği olmasıdır.

Nitekim Müslim ve Beyhekî Ebû Seleme den şöyle rivayet ederler: "Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem), ikindi namazından sonra kılmakta olduğu iki rek'at hakkında Âişe'ye sordum. O da bana şu cevabı verdi: "Peygambe­rimiz bunu ikindiden önce [1] kılardı. Bir gün meşguliyeti sebebiyle kılamadı. İkindiyi kıldıktan sonra, bu iki rek'ati de kıldı. Sonra buna devam etti... Zaten o bir namaz kıldı mı, sonra buna hep devam ederdi..."

AhmedEbû Ya'lâ ve İbn-i Hıbbân sahih bir senedle Ümmü Seleme'den şöyle rivayet ederler: "Peygamber Efendimiz, ikindi namazını kıldıktan sonra benim odama girdi ve iki rek'at namaz kıldı. Ben kendi­sine bunu sordum. O da şu cevâbı buyurdu: "Yanıma Halîd gelmişti. Benim, öğle namazından sonra hep kılmakta olduğum iki rek'ati kıl­maktan beni oyaladı. Ben de onu şimdi burada kıldım." Ben tekrar sor­dum: "Ey Allah'ın Resulü, biz de bu iki rek'ati kılamadığımız zamanlarda kaza edelim mi?" Peygamberimiz: "Hayır, kaza etmeyiniz!" buyurdu.[2]

Yine Beyhekî Âişe'den şöyle rivayet eder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ikindi namazını kıldıktan sonra da namaz kılardı, fakat bunu başkaları için yasaklardı. Orucunu açmadan ertesi günün orucuna niyetlenirdi, fakat başkalarimn böyle yapmasını yasaklardı..." [3]

Buhârî ve Müslim Âişe'den rivayet ederler. O şöyle demiştir: "iki rek'atlik bir namaz vardır ki, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bunu ne gizlide ne de âşikârde terketmezdi. İşte bu; sabah namazından önce kıldığı iki rek'at ile, ikindi namazından sonra kıldığı iki rek'attir..," [4]

Peygamberimizin Bir Özelliği de, Namazdayken Sabi Çocuğu Yüklenmesidir

Peygamberimiz'in özelliklerinden biri de, bâzı âlimlerin zikrettik­lerine göre, namazını kılarken, sabî çocuğu yüklenmesidir. Nitekim, Buhârî ve Müslim'in Ebû Katâde'den sevkettikleri rivayet şöyledir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) namazını kılarken, Ümâme binti Zeyneb'i yüklenirdi. Secdeye vardığı zaman onu indirir, secdeden kalktığı zaman tekrar yüklenirdi."

İşte âlimlerimizden bâzıları, bu rivayete bakarak bunun da Pey­gamberimiz'in bir özelliği olduğunu söylemişlerdir. Nitekim İbn-i HacerBuhârî üzerine yazdığı Şerh'de böyle nakletmiştir. [5]

Peygamberimizin Bir Özelliği de Gaib Üzerine Cenaze Namazı Kılmasıdır

Ebû Hanıfe'nin mezhebine göre, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) gâib üzerine cenaze namazını kılması da, kendisinin Özelliklerinden birini teşkil et­mektedir. Zira Ebû Hanîfe, Peygamber Efendimiz'in Necâşî üzerine kıl­dığı namazı, O'nun bir özelliği olarak kabul etmiş ve başkalarimn bu şekilde hazır olmayan biri üzerine cenaze namazını kılamıyacağım söy­lemiştir. [6]

Peygamberimizin Bir Özelliği de, Kendisi Oturarak Cemaate Namaz Kıldırması ve Başkalarim Böyle Yapmaktan Menetmesidir

Evet, Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) bir Özelliği de budur. Nitekim Buharî ve Müslim'in rivayet ettikleri bir hadîs de buna delalet etmektedir. [7]

Peygamberimizin Bir Özelliği de, Visalin Kendisine Mubah Olmasıdır

Buhâri ve Müslim Ebû Hüreyre'den rivayet eder. O şöyle der: Pey­gamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Bugünün orucunu açmadan, yarimn orucuna eklemekten sakimnız." Ashâb: "Sen böyle visal yapıyorsun?" dediler. Peygamberimiz de: "Ben, sizler gibi değilim. Zira ben, Rabbim tarafın­dan yedirilmiş ve içirilmiş olarak gecelerim."

Bu hadîsin manâsı üzerine ihtilâf edilmiştir. Bazıları: "Bununla hakikat murâd edilmiştir ve hakîkaten, O, cennet nimetleriyle yediril­miş ve içirilmiş bulunmaktadır. Bu ise orucu bozmaz" demiştir. Bâzıları ise: "Murâd olunan mânâ, hakikat değil, mecazdır. O'nda, yiyen ve içen kimsenin kuvveti ve dayanıklılığı meydana gelir. Allah, kendisine bu kuvveti verir" demişlerdir. Sonra ekseriyet, Peygamberimiz'in oruçta yisâl yapmasının kendisi hakkında mübâh olduğunu söylerken; Îmâmü'l-Haremeyn, bunun O'nun hakkında bir ibâdet olduğu görüşün­dedir. Burada çok hoş bir incelik de bulunmaktadır ki, bunu El-Matîab adlı kitabın sahibi bir tenbîh olarak anlatmakta ve şöyle demektedir: "Peygamber Efendimiz'in oruçta visal yapmasının mübâh oluşu; umûm ümmete nisbetledir. Yoksa bu ümmetten olan bütün ferdlerin hepsine şâmil olmak üzere değildir. Zira bu ümmetin- sulehâsmdan pekçokları-nın da oruçlarında visal yaptıkları meşhurdur. O halde Peygamberi­miz'in bu husustaki yasağı, ümmetin hey'et-i mecmuu itibariyledir [8]

Peygamberimizin Bir Özelliği de, Aradan Hayli Zaman Geçmesine Rağmen, Kelamında İstisna Yapmasının Caiz Olmasıdır

Yüce Allah şöyle buyurur: "Hiçbir şey için "bunu yarın yapacağım" deme. Ancak: "Allah dilerse yapacağım" de ve unuttuğun zaman Rabbini an..."[9]

Taberânî ve İbn-i Ebî Hatim, yukarıda meali geçen âyetle ilgili o-larak, İbn-i Abbâs'ın şöyle dediğini rivayet ederler: "Söz sırasında is­tisnayı, yâni "inşâallah" demeyi unutursan, hatırladığın zaman istisna yap! "Allah dilerse" de..." İbn-i Abbâs böyle söylemiş, aynı zamanda Bunun Peygamberimiz'e has olduğunu da ifâde etmiş ve: "Bizını için bu caiz değildir. Biz ancak kelâmımıza, yeminimize bitişik olarak istisnada bu­lunabiliriz" demiştir.[10]

Peygamberimizin Bir Özelliği de, Kendisine Ait Olan Zamir ile, Cenab-I Hakk'a Ait Olan Zamirin İkisini Bir Arada Cemetmesinin Caiz Olmasıdır

Evet, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) bir özelliği de, Şeyh îzzüddin bin Ab-düsselâm'ın dediğine göre budur. Zira Peygamber Efendimiz bir hadîslerinde: "...Aynı zamanda Allah ve Resulü, bu ikisinden maâdâ her şeyden daha fazla sevgili olmalı..." buyurmuştur. İşte bu sözünde Pey­gamber Efendimiz: "...Bu ikisinden maâdâ" derken, kendisine âit zamir ile Allah'a âit olan zamirin arasını cemetmiştir. Nitekim bir hadîslerinde de: "Ve kim, bu ikisine isyan ederse başkasına değil, ancak kendisine zarar verir!" buyurmuştur. Böyle her iki zamiri cemederek konuşmak, Peygamberimiz'den başkası için asla caiz olmaz! Nitekim hutbe okumakta olanın birisi: "Her kim, Allah'a ve O'nun Resulü'ne itaat ederse, şüphesiz doğru yolu tutmuş olur! Fakat her kim bu ikisine isyan ederse, yolunu şaşırmış olur!" deyince, Peygamberimiz o hutbe oku­makta olana hitaben: "Sen, ne kötü bir hatîbsin! Kim, bu ikisine isyan ederse" deme. Güzelce: "Kim Allah'a ve Resulü'ne isyan ederse" de" buyurmuştur.

Alimlerimiz demişler ki: Başkasının böyle söylemesinin caiz olma­masının sebebi, muhâtabları vehme düşüreceği içindir. Peygamberimiz ise masum ve mansıbı çok yüksek olduğu için O'nun hakkında: "Gâlibâ her ikisini demekle, müsâvî tuttuğu anlaşılıyor!" şeklinde bir îhâma, asla mahal bulunamaz."[11]

Peygamberimizin Bir Özelliği de, Kendisine Zekatın Farz Olmamasıdır

Şeyh Tâcüddîn bin Atâullah ki kendisi sofiyenin üstadıdır, Şâzeliye tarîkati pîrlerindendir, bu hususta Tenvir adlı kitabında şöyle demektedir: "Peygamberler ki Allah'ın selâmı hepsinin üzerlerine olsun, onlar üzerine zekât farz değildir. Sebebi ise: Peygamberler, mülkün tamâmim Allah'ın bilirler ve kendilerine mülk izafe etmezler. Ellerinde ve canlarında ne varsa hepsini Allah'ın bir emâneti olarak görürler. Harcanması lâzını gelen yerlerde Allah için harcarlar, harcanmaması gereken yerlerde de Allah için harcamayı durdurmuş olurlar. Zekât, mâlî bir ibâdet olup malın iktisabında bir kusur ve kirlilik olmuşsa onun temizlenmesi kabilinden olduğundan; Peygamberler için böyle birşey söz konusu olmaz. Yâni bu bakımdan da, Peygamberler için zekâtın farz ol­madığım söyleyebiliriz..." [12]

(Fakat bu gerekçeler tatminkâr değildir. Hem zekât, zekât zengini olan kişinin değil, onun malimn kiridir. Peygamberimiz ise, bıraktığı malın tamâmimn sadaka olduğunu söylemiştir.)[13]

Peygamberimizin Bir Özelliği de, Harpsız Alınan Ganimetlerin Beşte Birini, Beşte Birlerin Dördünü, Harbederek Alınan Ganimetlerden Dilediğini Almasının Helal Olmasıdır

Peygamberimiz, harpli veya harpsiz alman ganimet malların beşte birjni veya beşte dördünü alma hakkına sahipti... Ayrıca ganimet malı henüz taksını edilmeden, câriye veya başka bir şeyi alabilirdi. Bu hu­susta Yüce Allah Kitabında şöyle buyurur:

"Allah'ın o kent halkından Resûlü'ne verdiği ganimetler, Allah'ın ve O'nun Resûlünündür. ve Resulüne akrabalığı bulunanların, yetimle­rin, yoksulların, yolda kalmışlarındır." [14]

Yine Yüce Allah'ın bir ayetinin anlamı da şu merkezdedir:

"Biliniz ki, ganimet olarak aldığimz şeylerin beşte biri; Allah'a, O'nun Resulüne, Resulüne yakınlığı olanlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara aittir! Allah her şeye kadirdir." [15]

Konumuzla ilgili olarak AhmedBuhârî ve Müslim Ömer'den şöyle rivayette bulunurlar: Yüce Allah, Resûlü'ne şu ganimet malları hakkın­da bir özellik vermiş, bunu bir başkasına vermemiştir ve şöyle buyur­muştur: "Allah'ın onların mallarından Peygamberine verdiği ganimetlere gelince: Siz onu elde etmek için ne at, ne de deve sürmedi­niz... Fakat Allah, elçilerini dilediği kimselerin üzerine salar (da onlara üstün getirir). Allah her şeye kadirdir." [16]

İşte bu, Peygamberimiz'e has idi. Peygamberimiz ise, bunu ev halkına, onların senelik nafakası olarak harcar idi. Sonra kalanim, Al­lah'a âit mallara katar, Allah yolunda harcar idi. Peygamberimiz, hayatı boyunca böyle amel etmiştir. O vefat edince Ebû Bekir gelmiş ve: "Ben, Resûlüllah'ın halîfesi ve velîsiyim" deyip aynen Resûlüllah Efendimiz'in bu hususta yaptıklarim yapmıştır..."

Ebû Dâvud ve Hakimin Amr bin Abese'den rivayetlerine göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bu husustaki hadislerinin birinde aynen şöyle bu­yurmuştur:

"Sizin ganimet malı olarak elde ettiğiniz şeylerden, benim şu e-limdeki çöp kadar şahsî bir hakkım yoktur. Sâdece Allah'ın emrettiği beşte bir hakkım vardır. O da sonunda yine size dönmektedir!" [17]

İbn-i Sa'd ve İbn-i Asâkir Amr bin Hakem'den şöyle naklederler: Kurayza Oğullarından alınan ganimetler getirildiği zaman, bunun için­de Reyhâne de vardı. Peygamberimizin emriyle, henüz ganimet malı taksını edilmeden Reyhâne ayrıldı. Peygamber Efendimiz'in bu şekilde, dilediğini taksınıden önce ayırma hakkı da vardı..."

Beyhekî de Sürteninde Yezîd bin Şıhhîr tarikiyle bir sahâbiden şöyle nakleder: "Peygamber Efendimiz, Züheyr Oğullarına yazıp gön­derdiği bir mektubu bana verip, onlara götürmemi emretti. O'nun bu mektubunda şöyle yazılı idi: "Ey Züheyr bin Kays'ın Oğulları! Sizler eğer, Allah'tan başka ilâh olmadığına ve benim O'nun elçisi bulunduğu­ma şehâdet eder, namazı kılıp, zekâtı verir, sonra ganimetten beşte biri teslim eder, Peygamberin hakkım tanırsanız; şüphesiz Allah ve Resu-iü'nün size tanıdığı bir emân ile emniyet içinde bulunursunuz.11

İbn-i Abdul-Berr şöyle demiştir: "Peygamberimiz, ganimet malı henüz taksını edilmeden istediğini alma hakkına sahiptir ki, O'nun bu hakkına Sehm-i Safiyy denilmektedir. Bu, sahîh eserlerde vardır ve pek meşhurdur. îlim ehli yanında maruftur. Siyer âlimleri O'nun bu hakkı hususunda herhangi bir ihtilâfa düşmemişlerdir. Aynı zamanda âlimler; bunun Peygamberimiz'e mahsûs olduğu üzerinde de ittifak etmişlerdir." İmâm el-Râfiî, Zülfİkâr adlı kılıcın, bu cümleden olduğunu söylemiştir. [18]

Peygamberimizin Bir Özelliği de, Bir Yeri Kendisi İçin Çevirip "Koru1 Yapmasıdır

Buhârî'nin Sa'b bin Cüsâme'den rivayetine göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Bir yeri "koru yapmak", ancak Allah ve Resulü içindir."

Mezhebimiz âlimleri bu hususta derler ki: "Peygamberimizin özel­liklerinden biri olarak, O sahipsiz bir arazîyi "koru" olarak çevirip ken­disine tahsis eder. Bu, başka İmâm veya halifeler için caiz olmaz... İmâm - ve halîfeler, kendileri için değil de, ancak devlet ve umûm müslümanları için olmak üzere, koru yapabilirler..."

Bâzıları da demiştir ki: "Başkalarimn devlet veya müslümanlar için koru çevirmeleri de caiz olmaz." Fakat caizdir diyenlerin sözüne göre, o İmâm veya halîfe öldükten sonra, onun yerine gelen İmâm veya halife, onun yaptığı "koru'yu değiştirip bozabilir. Halbuki Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) yaptığı koruyu, asla hiçbir kimse bozamaz, hiçbir şekilde değiş­tiremez;

Gerçekten Peygamber Efendimizbâzı yerleri "koru" olarak çevir­miş veya iktâ buyurup tahsis etmiştir. Hattâ bunu, o yerler fethedilme­den önce yapmıştır. Çünkü Allah O'nu oraların mâliki kılmıştır, O da istediği gibi hükmetme yetkisine sahiptir. Nitekim Temîm-i Dârî'ye ve onun zürriyetine ait olmak üzere, Kudüs yakınlarında bir kasabayı iktâbuyurup vermiştir. Halbuki orası, henüz müslümanlar tarafından fet­hedilmiş değildi ve bugün burası hâlâ Temîm'in nesline âit bulunmak­tadır. Günün birinde valilerden biri, onların bu hakkim değiştirmek istemişti. İmâm el-Gazâlî de, "bunun küfür olduğuna" dâir fetva verdi ve şöyle dedi: "Bu bir küfürdür! Zira Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), cennetin arazîsini iktâ edip verebilirken, dünyâ arazîsini elbette istediğine iktâ edip vere­bilir." [19]

Peygamberimizin Bir Özelliği de, Mekke'de Savaş Yapmasının Mubah Olmasıdır

Peygamber1 in (sallallahü aleyhi ve sellem) özelliklerinden biri de, Mekke'de savaş yap­masının caiz olmasıdır. Keza katli caiz olanı orada öldürmesinin, ihrâmsız oraya girmesinin ve emân verdikten sonra dahî o kişinin öldü­rülmesine hükmetmesinin kendisi için mübâh olmasıdır. Halbuki bun-lar, başkaları için caiz değildir.

Yüce Allah şöyle buyurur: "And içerim bu beldeye. Ki sen bu bel­dede helal iken (bulunacaksın)." [20]

Buhârî ve Müslim Enes'in şöyle dediğini rivayet eder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Fetih yılı Mekke'ye başında miğferi olduğu halde girdi.-Miğferi başından çıkardığı zaman, O'nun yanına bir adam geldi ve: "İbn-i Hatal, buradadır! Kabe'nin örtüsüne tutunmuş beklemektedir!" diye haber verdi. Peygamberimiz de: "Onu Öldürünüz!" buyurdu.

Yine Buhârî ve Müslim rivayet eder, Ebû Şürayh el-Adevî'den: Ben Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'nin fethi sırasında şöyle dediğini işittim: "Mekke, Allah'ın muhterem kıldığı bir şehirdir! Allah'a ve Resûlü'ne îmân etmiş bir kimsenin burada kan dökmesi, buranın ağacim kesmesi asla helâl değildir! Eğer birisi çıkar da: "Peygamberimiz böyle yapmış­tır!" diyerek bunun helâl olduğunu söylemeye kalkışacak olursa, siz ona hitaben ve cevaben deyiniz ki: "Hayır, bunu yapamazsınl Allah bunun için Resûlü'ne izin vermişti, fakat sana izin vermemiştir." Böyle deyiniz ve ona engel olunuz."

Müslim Câbir bin Abdullah'tan rivayet eder. O şöyle der: Mek­ke'nin fethi günü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), başında siyah sarık olduğu halde şehre girdi ve ihramh değildi." [21]

Peygamberimizin Bir Özelliği de, Kendi Bilgisi ile Kendisi İçin ve Kendisine Yakınlığı Olan İçin Hükmetmesinin Caiz Olmasıdır

Peygamberimizin özelliklerinden biri de, kendi bilgisi ile kendisi ve kendisine yakınlığı olan biri için hüküm vermesinin caiz olmasıdır. Keza kendisinin lehine ve yakimnın lehine birinin şahitliğini kabul et­mesi, kendisine verilen hediyeyi alması da böyledir. Fakat başka hâkimler için böyle değildir. (Yani caiz değildir.)

Beyhekî'nin el-Kazâ, (hüküm ve hakimlik) bölümünde ilimle ilgili olarak bir rivayeti var. O bunu, Ebâ Süfyân'ın hanımı Hind'le ilgili hâdisde îrâd etmiştir. Bu rivayete göre Peygamberimiz Hind'e hitaben şöyle demektedir: "Sen, kocan Ebû Süfyân'ın malından, mâruf ve makbul bir şekilde alıp, kendin ve çocukların için harcarsın." İşte bu, Peygarn-berimiz'in kendi ilmiyle hükmetmesine bir misâldir. Kendisinin lehine hükmetmesi ve kendisinin lehine şahitlik yapanın şahitliğini yeterli saymasının misâllerini de, az ileride göreceğimiz Huzeyme Hadîsi teşkil etmektedir. Kendisi için böyle hükmetmesi caiz olunca, kendisine ya­kınlığı bulunan birisi için de caiz olacağı anlaşılır. Hediyeyi kabul etmesi hakkındaki haber ise, bundan önce zikredilmiştir.[22]

 

28-3 Peygamberimizin Bir Özelliği de, Öfkeli Haldeyken Hüküm ve Fetva vermesinin Kendisine Mubah Olmasıdır

Evet, Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) bir özelliği de budur. Bunda O'nun için bir mahzur yoktur. Zira O, başkası gibi değildir. Başkaları ise, öfkeli zamanlarında hüküm ve fetva veremezler. Zira öfkelerinin tesirinde kalıp, haktan ayrılmalarından korkulur. Bunu, bu şekiide İmâm-ı Ne-vevî, Müslim Şerhi'nde zikretmiştir. Lukata ile ilgili hadîsi şerhederken; "Görüldüğü gibi Peygamberimiz, soru soranın tekrar tekrar sormasına öfkelendiği halde, fetva vermiştir" demiştir. [23]

Peygamberimizin Bir Özelliği de, Oruçlu İken Hanımım Öpmesidir

Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) özelliklerinden biri de, oruçlu iken hanımım öpmesidir. O'nun şehveti kuvvetli olduğu halde bu kendisine caizdir. Fakat başkalarına caiz değil, haramdır. Konumuzla ilgili olarak Buhârî ve Müslim'in Âişe'den rivayetleri şöyledir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), oruçlu iken hanımım öperdi! Çünkü O, şehvetine hâkimdi. Fakat sizden her­hangi biriniz O'nun nefsine hâkim olduğu gibi, hâkim olabilir mi?"

Müslim'in tek başına Âişe'den rivayeti ise şöyledir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), oruçlu olduğu halde hanımim kucaklardı ve sizin içinizde, nef­sine en çok hâkim olanimz da O'dur."

Beyhekî'nin Sünen'indeki Âişe’den olan rivayeti de şöyledir: “Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) oruçlu olduğu halde beni öper ve dilimi emerdi…”[24]

Peygamberimizin Bir Özelliği de, İhramda İken Üzerindeki Kokunun Devam Etmesidir

Mâliki Mezhebi âlimlerinin dediklerine göre, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) özelliklerinden biri de, ihramda iken üzerindeki kokunun devam etmesi­dir. Buna delil olarak da, Buhârî ve Müslim'in Âişe'den olan şu rivayetleri zikredilebilir. O şöyle demiştir: "Sanki ben, Peygamber Efen-dimiz'in bolca sürdükleri kokunun saç aralığından parladığına bakıyor gibiyim! Halbuki o sırada kendisi ihramlı idi..."

Mâlîkî Mezhebi âlimleri demişlerdir ki: îhrâmlandıktan sonra, bu şekilde süründüğü kokunun devam etmesi, Peygamberimiz'e mahsûs bir şeydir. Başkalarına yasak olan bu husus, Peygamber Efendimiz nefsine çok hâkim olduğu için, O'nun hakkında caiz olmuştur. Sonra O'nun gü­zel kokuyu ne kadar çok sevdiği de malûm... Bu sebeble ve meleklerle haşir-neşir olması hasebiyle, kendisine bu hususta izin verilmiştir..." [25]

Peygamberimizin Bir Özelliği de, Cünüb İken Mescidde Durmasının Caiz Oluşudur

Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) bir özelliği de cünüb iken mescidde durması­nın caiz oluşudur. Keza bir özelliği de, uyumakla abdestinin bozulma-masıdır. Bir özelliği de kadına dokunmakla da abdestinin bozulmama-sıdır. Gerçi bunda iki kavil vardır. Fakat bir kavle göre bozulmaması tercih edilmiş olduğundan bana göre de doğru olanı budur.

Ebû Ya'lâÖmer Îbnul-Hattâb'tan şu rivayeti nakleder: Yâni o şöyle demiştir: "Ali'ye öylesine kıymetli üç şey verilmiştir ki, bunlardan biri bana verilmiş olsaydı, kırmızı deve sürüsüne değmezdim! Birinci­si: Fâtıma ile evlenmesi. İkincisi: Mescidde Resûlüllah ile birlikte cünüb olarak kalmasının helâl olması. Üçüncüsü de: Hayber'de sancaktar ol­masıdır."

İbn-i Asâkir'in Ümmii Seleme'den olan rivayeti de şöyledir: "Pey­gamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Ben, cünüb veya hayız olanın mescidde bu­lunmasının helal olduğunu söyleyemem! Ancak Muhammed ile O'nun zevceleri, Ali ve Fâtıma için helaldir."

(Beyhekî'nin Sünen'inde Âişe'den naklettiği rivayet de şu anlam­dadır: "Muhammed ve O'nun ev halkından başkaları için, mescidde cü­nüb olarak bulunmanın helal olduğunu söyleyemem.")

Buhâri ve Müslim İbn-i Abbâs'tan rivayet eder. O şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) geceleyin kalkıp abdest aldı ve namaz kıldı. Sonra uyudu. Hattâ harıldamasını dahî duydum. Sonra müezzin gelip kendi­sini çağırdı, O da kalkıp yeniden abdest almadan namazını kıldı." [26]

Bezzâr'ın rivayetine göre de: "Peygamberimiz secdedeyken uyur, sonra secdeden kalkıp namazına devam ederdi." [27]

İbn-i Mâce ve Ebû Ya'lâ İbn-i Mes'ud'un şöyle dediğini naklederler: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), sırtüstü uzanır, harıltısı duyulacak şekilde uyurdu. Sonra kalkar abdest almadan namaz kılardı."

Peygamber Efendimiz'e mahsûs olan bu hâlin izahı ve sebebi, her­halde O'nun gözlerinin uyur, fakat kalbinin uyumaz olmasıdır (ki bu sebeble O, abdestini bozacak bir halin olup olmadığim bilmektedir.)

Yine İbn-i MâceÂişe tarikiyle şu haberi nakleder: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), hanımlarından birini Öptü ve abdestini yenilemeden kalkıp na­maz kıldı." Diğer bir rivayette ise ifâde şöyledir: "Abdestini alır, sonra hanımim öper, sonra namazını kılardı. Abdestini ise, bu yüzden yenile-mezdi.,."

Abdü'l-Hakk, bu konuda şöyle der: "Ben, bu rivayetin terkedüme-sine sebeb olacak bir illet ve zayıflık bilmiyorum." [28]

Nesât sahih bir senedle Âişe'den rivayet eder. O şöyle der: "Pey­gamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bazân namaz kılarken önünde ben, bir cenaze gibi u-zanmış bulunurdum. Namazını bitirip de vitir namazını kılmak istediği zaman, ayağıyla bana dokunur, beni uyandırırdı." [29]

Peygamberimizin Bir Özelliği de, Bazan Birisine Sebebsiz de Olsa, Lanet Etmesinin Caiz Olmasıdır

Îbnul-Kâs ve Îmâmü'l-Haremeyn'in dediklerine göre, Peygambe-rimiz'in bir özelliği de, bazan birisine sebebsiz de olsa lanet etmesinin caiz olmasıdır. Fakat O, bunun o kimse hakkında rahmet ve yakınlık vesilesi olmasını da Yüce Allah'tan yalvarıp istemiştir.

Buhârî ve Müslim Ebû Hüreyre'den rivayetle Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle dediğim rivayet etmişlerdir: "Ey Allah'ım, ben, senin indinde bir ahd ediniyor ve istisnasız olarak bunun aynen ve herkes hakkında kabulünü senden istiyorum! Ben, her ne zaman senin mü'ınin kulların­dan biri için lanet eder, ona söver veya ezâ edersem, onu döversem; bunu muhakkak o kulun için bir rahmet ve temizlik vesilesi kıl! O .kulunu günahlarından temizleyip, kıyamet gününde sana yakın eyle! Zîrâ ben de bir kul ve beşerim." [30]

Ahmed'in sahih bir senedle rivayetine göre, birgün bir vesîle ile Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Hafsa validemize darıhp kızar ve: "Allah senin elini kessin" diye söylenir. Sonra da: "Ben, daha önce Rabbim'e yalvarıp, her ne zaman bir insana beddua edersem, bunun, o insan hakkında günah­larimn bağışlanmasına vesîle olmasını istemiştim" buyurur ve bu suretle, "Allah senin elini kessin!" diyerek bedduasından korkup titre­yen Hafsa validemizi, teselli eyler."

Taberânî ise Muâviye'nin şöyle dediğini nakleder: "Ben, Peygam-ber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) şu sözünü işittim: "Allah'ım, ben, câhiliye hayatı yaşayıp sonra müslüman olan bir kuluna, onun câhiliye zamanında beddua et-mişsem; bunu, o kulunun bağışlanmasına ve senin yakınlığim kazan­masına vesile eyle."[31]

Peygamberimizin Bir Özelliği de, Mal ve Mülk Sahibi Bir Kişinin Mal ve Mülküne Kendisinden Daha Layık Olmasıdır

Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) özelliklerinden biri de, mal ve mülk sahibi bir kişinin mâl ve mülküne, o kişiden daha layık olmasıdır. Bu durumda, kişinin bir miktar yiyeceği veya içeceği olsa, kendisi de buna şiddetle muhtaç bulunsa, fakat Peygamber Efendimiz bu yiyeceğin veya içeceğin kendisine verilmesini istese; o kişinin bunu vermesi üzerine vâcib olur. Artık o kişi, canim dahî, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) canına feda etmesi ge­reklidir.

Bir âyet-i celîlesinde Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Peygamber, gerçekten inanmış olanlara onların kendi öz canlarından daha yakın­dır." [32]

Bu âyetin açıklaması sadedinde bâzı âlimlerimiz demişlerdir ki: "Zâlimin biri, Peygamberimi':'in canına kasdetmiş olsa, Peygamberi-miz'in yanında bulunan mü'ıninin, kendi canim feda ederek Peygambe-rimiz'in canim kurtarması, üzerine vâcib olur. Nitekim Uhud Günü, Talha bin Ubeydullah böyle yapmıştır. Keza bir kadınla evlenmek istese ve bu kadın da başkasıyla elvi olmasa, bu kadımın üzerine O'ınm evlilik teklifini kabul etmesi vâcib olur. Bir başkasının, bu kadınla evlenmek istemesi de haram olur.[33]

Peygamberimizin Bir Özelliği de, Dört Kadından Fazlası ile Evlenmenin Kendisine Helal Oluşudur ve Bunda İcma Vardır

Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) bir özelliği de, dört kadından fazlası ile ev­lenmenin, kendisi hakkında helal oluşudur ve bunda icmâ vardır. Bir başkası için dörtten fazla kadınla evlenmenin haram olduğunda, hiç bir ihtilâf bulunmamaktadır.

İbn-i Sa'd Muhammed bin Ka'b'ın şöyle dediğini nakleder; "Yüce Allah'ın Kitabındaki bir âyet, şu anlamdadır: "Allah'ın, kendisine farz kılıp takdir ettiği bir şeyi yerine getirmekte, Peygambere herhangi bir güçlük yoktur. Sizden Önce geçenler arasında da Allah'ın adeti böyle idi." [34]

İşte bu âyette murâd olunan mânâ: "Peygamber, kadınlardan di­lediği kadar nikahlayıp alır. Bu onun hakkında Allah'ın bir farzı, takdîr buyurduğu bir emridir. Bu, daha önceki Peygamberlerde de bir sünnet ve âdet idi" demektir..."

Beyhekî de, aşağıda mealini verdiğim ayetle ilgili olarak bir kısa açıklama yapmıştır. Önce ilgili âyetin mealini verelim: "Ey Peygamber, biz mehirlerini verdiğin eşlerini, Allah'ın sana ganimet olarak verdiği savaş esirlerinden elinin altında bulunan cariyeleri; amcanın, halaları­nın, dayimn ve teyzelerinin seninle beraber hicret'eden kızlarım sana helal kıldık. Bir de kendisini mehirsiz olarak Peygamber'e hibe eden ve Peygamberin de kendisını almak dilediği inanmış kadim, diğer mü'ıninlere değil, sırf sana mahsûs olmak üzere helal kıldık..." [35]İşte bu âyetiyle Yüce Allah, burada sayılanları Peygamberimize, onlar­dan herhangi biri bir başkasıyla evli olmamak şartıyla helal kılmıştır ve bu hususta bir sayı vermemiştir."

Alimlerimiz demişlerdir ki: "Hür olan, hür olmayana karşı üstün­lüğü sebebiyle, köleye mübâh kılmandan fazla sayıda kadın almaya ehil görülmüş ve dörde kadar evlenmesine izin verilmiştir. Peygamberin ise, bütün ümmet üzerine olan üstünlüğü sebebiyle ve vazifesi icâbı, dörtten fazla evlenmesi mübâh kılınmıştır." [36]

Peygamberimiz'in çok evliliği konusunda bir beyanda bulunan îmâni-ı Kurtubî Tefsîr'inde şöyle demektedir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), çok sayıda (dörtten fazla) kadınla evlenmiştir. Bunun, birtakım hikmet ve faydaları vardır. Bunlardan bâzılarim şu şekilde sıralayabiliriz:

a) Sevgili Peygamberimiz'in bâtimna ait güzellik ve özellikleri gö­rüp anlatmaları. Zira O'nun zahiri gibi bâtim da mükemmeldir.

b) îslâm şerîatinin erkekler tarafından farkedilemeyen kısınıları­nı, hanımlarimn nakletmesi,

c) Yalnız şahıslarla değil, birtakım kabilelerle de yeni akrabalıklar te'sîs etmesi,

d)  Dünyadan ve düşmanlarından çok çeken Hazret-i Peygamber'in çok sayıdaki hanımlarimn arasında ve onların arkadaşlığında, gönlünün kederlerinin dağılması...

e) Aynı zamanda Peygamberimiz'in mükellefiyetlerinin artması, dolayısıyla ecir ve sevabimn da artmış olması...

f) Esasen nikahın, Peygamberimiz için bir ibâdet olması...

Bu konuda bizden önce beyânda bulunan âlimlerimizden bâzıları demişlerdir ki: "Peygamberimiz'in eşlerinden Ümmü Habibe validemiz, Peygamber Efendimizle evlendiği zaman, babası bir Peygamber düş­manı idi. Safîye validemiz evlendiğinde; babası, amcası ve kocası, pey­gamberimiz tarafından öldürülmüş idi. Eğer bu kadınlar, Peygamber Efendimiz'de bulunan manevî ve bâtim birtakım güzellik ve özellikler görmemiş olsalardı; Peygamberimiz'in bütün insanların en kâmili ve üstünü olduğunu anlamamış bulunsalardı; O'nunla nasıl evlenebilirler­di? O'ndaki bu güzellik ve özellikleri görmüş olacaklardır ki, beşeriyet iktizâsı babaları ve diğer yakınları tarafim tutmamışlardır. Peygambe-rimiz'i seçip tercih etmişler, O'nun bâtim güzelliklerini görmüşler, O'nun çeşitli mucize ve Fevkalâdeliklerine de muttali olarak, bunları başkalarına aktarmaya, hayırlı ve güzel birer vesile olmuşlardır..."[37]

Peygamberimizin Bir Özelliği de, velisiz ve Şahitsiz Nikahimn Caiz Olmasıdır

Beyhekî Sünen'inde Ebû Saîd el-Hudrî'den şöyle nakleder: "Peygamber'inki (sallallahü aleyhi ve sellem) müstesna, velîsiz, şahitsiz ve mehirsiz nikah sahîh olmaz." [38]

Yine BeyhekîMüslim tarafından da rivayet edilen şu haberi nak-letmiştir: "Enes der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Safîye ile gerdeğe girdiği za­man, insanlar şöyle söylendiler: "Acaba Peygamberimiz Safîye ile evlendi mi, yoksa ümmü veled mi edindi? Eğer onu Örtü içine alırsa, o-nunla evlenmiş olduğunu anlarız, değilse onu ümmü veled edinmiş ol­duğu anlaşılır." Ertesi günü sabahleyin yola çıkılırken Peygamberimi­zin Safîye'yi örtü içine aldığı görüldü ve onunla evlenmiş olduğu anla­şıldı..."

Alimler demiştir ki: "Ümmetten herhangi birisinin nikâhında, velînin şart kılınması; evlenen taraflar arasındaki kefâeti (birbirine denk ve akran olmalarim) muhafaza içindir. Peygamberimiz için ise, bir başkasıyla denklik söz konusu olamaz... Şahitlerin şart kılınmış olması da, işi sağlama bağlayıp ileride evliliğin inkar edilmesini önlemek için­dir. Peygamber Efendimiz ise, asla inkârda bulunmaz... Eğer kadın ta­rafı inkârda bulunacak olsa, bu da nazar-ı itibâra alınmaz... Yâni bir evlilikte, koca tarafı evliliği ikrar edip duruken, aksine kadın tarafı inkâr etmeye kalkışsa, bu muteber sayılmaz...

el-Irâkî Şerhu'l-Mühezzeb adlı kitabında şöyle der: "Kadın tarafı Peygamberimiz'in ikrarim inkâra kalkışş olsa, şüphesiz Peygamberi­mizi yalanlamış olması sebebiyle kâfir olur." Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kadim kendisi adına nikahlar ve her iki tarafın velîsi de kendisi olmuş olurdu. Kadımın izni ve velîsinin izni olmasa da, nikah sahîh olurdu. Zira Yüce Allah, Kitabında: "Peygamber, müminlere kendi öz canlarından daha yakındır!" buyurmuştur.[39]

Bir âyet-i celîlesinde de şöyle buyurmuştur: "Allah ve Resulü bir işde hüküm verdiği zaman, artık inanmış bir erkek ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah'a ve Resûlü'ne karşı ge­lirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur." [40]

Peygamberimizin Bir Özelliği de, Allah'ın Helal Kılması ile, Hikah Akdi Yapmaksızın Kadımın Kendisine Helal Olmasıdır

Beyhekî şöyle demiştir: Allah'ın helal kılması ile kadımın O'na, nikâh akdi yapmaksızın helal olmasına göre; kadımın iznini almadan nikâhim kendine kıyması da helal olur. Zira bu durumda, ilgili âyetin de işaret ettiği gibi, O'nun nikâhı, o kadim kendisine helal kılan Allah ta­rafından kıyılmış olmaktadır.

Buhârî Enes'ten rivayet eder. O şöyle der: Zeyneb validemiz, diğer Peygamber hanımlarına karşı iftihar eder ve: "Sizleri Peygamber ile kendi ahalîniz evlendirdi. Beni ise, yedi kat semaların ötesinden Allah evlendirdi" derdi.

Müslim'in Enes'ten rivayeti ise şöyledir: Zeyneb, kocasından ayrılıp iddetini bekledi. Iddeti bitince, Peygamberimiz Zeyd'e şöyle dedi: "Zey-neb'e git, beni hatırlat!" Zeyd de gidip ona Peygamberimizi hatırlattı. Zeyneb şu karşılığı verdi: "Ben, Rabbim'e danışıp O'ndan bir işaret al­madan, hiç bir şey yapamam." Böyle söyledikten sonra Zeyneb validemiz mescidine çekilip dua ve istihare yaptı... Sonra nazil olan ayette: "Habîbim, onu seninle evlendirdik" buyuruldu. [41] Peygamberimiz de, onun yanına giderek onunla evlenmiş oldu..."

Beyhekî'nin Ali bin Huseyn'den bu hususta bir nakli var. Bu nakil şu mealdeki âyetle ilgili: "...Habîbim sen, Allah'ın açığa vuracağı şeyi i-çinde gizliyor, insanlardan korkuyordım..." İşte bu ayetten de anlaşıla­cağı gibi, Yüce Allah; Peygamberimiz'e, Zeyneb'in kendisinin eşi olacağını bildirmişti. Zeyneb'in kocası Zeyd de gelip Zeyneb hakkında şikâyette bulununca, Peygamberimiz korkuya kapılıp: "Ey Zeyd, Al­lah'tan kork! Karim tut, sakın onu boşama" diyordu. İşte Cenâb-ı Hakk, Peygamberimiz'in bu sıradaki korkusunu bildiriyor-ve: "Ben sana, Zey­neb'in senin eşin olacağını bildirmiştim. Buna rağmen sen, Allah'ın açı­ğa vuracağı şeyi içinde gizliyor ve insanlardan çekmiyordun" diyor.

(Bu, Beyhekî'nin Ali bin Huseyn'den bildirdiği bir tefsirdir.) [42]

İbn-i Sa'dİbn-i Asâkir, Ümmü Seleme'den rivayet eder: "Zeyneb şöyle derdi: "Ben, Peygamber hanımlarimn içinde diğerleri gibi değilim! Onlar, Peygamb erimi z'e, kendi velilerinin evlendirmesi ve mehr île ni-kahlanmışlardır. Beni ise, Resûlüllah ile Allah evlendirmiştir! Allah, benim hakkımda Kur'ân'ında âyet indirmiştir. İşte onu, müslümanlar okuyup durmaktadırlar. Daha da okunacak, kıyamete kadar asla bozu­lup değişmeyecek..." [43]

Yine İbn-i Sa'd ile İbn-i AsâkirÂişe'den rivayet eder. O şöyle der: "Allah, Zeyneb binti Cahş'a rahmet etsin! Gerçekten o, dünyâda hiç bir şerefin kendisiyle yarış amıyacağı bir şerefe ermiştir. Onu Resûlüllah ile Allah evlendirmiş ve hakkında Kur'ân âyeti inmiştir. Bir gün bizler Resûlüllah'ın yanında idik... Resûlüllah Efendimiz biz hanımlarına dö­nerek şöyle buyurmuştu: "Benim vefatımdan sonra, bana en evvel gele­niniz, eli en uzun olanimzdir! (Yâni en cömert olammzdır)." Resûlüllah bu suretle ona, kendisine en evvel kavuşacağım müjdelemiştir. Şüphesiz o, Resûlüllah'ın cennette zevcesidir.

İbn-i Cerlr, el-Şâ'bî'den nakleder. O şöyle der: Zeyneb validemiz, Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) nazlanır ve şöyle derdi: "Ey Allah'ın Resulü, ben sana üç şeyle nazlanmaktayım: Bir: Senin dedenle benim dedem birdir. (1068). iki: Beni seninle semâda Allah nikahlamıştır. Üç: Aramızda elçi de Cebrâîl olmuştur..."[44]

Peygamberimizin Bir Özelliği de, O'nun Nikahimn "Hibe" Sözüyle Gerçekleşir Olmasıdır

Evet, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) özelliklerinden biri de, O'nun nikahimn mehirsiz gerçekleştiği gibi, hibe sözüyle de gerçekleşir olmasıdır. Nitekim Yüce Allah bir âyetinde şöyle buyurmaktadır: "...Bir de kendisini mehir­siz olarak Peygambere hibe eden ve Peygamberin de kendisini almak is­tediği inanmış kadın..."[45],

İbn-i Sa'd, Muhammed bin İbrahim et-Teymî'den şöy rivayette bulunur: "Ümmü Şerik adındaki kadın, Peygamber Efendlmiz'e gelerek, kendisini O'na hibe etmiştir. Peygamberimiz ise bunu kabul buyurma-mıştır. Ümmü Şerik de, ölünceye kadar herhangi bir evlilik yapmamış­tır..."

İbn-i Sa'd ile Beyhekî'nin el-Şa'bî'den rivayetleri de şöyledir: "İlgili âyetin haber verdiği veçhile, bâzı kadınlar gelir, kendilerini Peygamber Efendimiz'e hibe ettiklerini söylerlerdi. Peygamberimiz ise bunların bâzısını kabul etmiş, bazılarim ise kabul etmemiştir, onlarla evlenme­miştir, İşte Ümmü Şerik, kendisini Peygamberimiz'e hibe edip de O'nunla evlenememiş olan bir kadındır."

Saîd bin Mansûr ve Beyhekî'nin İbn-i'l-Müseyyeb'ten rivayeti de şu merkezdedir: "Resûlüllah'dan (sallallahü aleyhi ve sellem) başka, herhangi bir kimse için, "hibe" şeklinde evlenmek asla caiz olmaz. Ancak, kendisini peygambe-rimiz'e hibe eden bir kadınla evlenmeyi Peygamberimiz'in kabulü hâlinde; kadın tarafın: "Kendimi Sana hibe ettim!" demesi kâfî olmakla beraber, Peygamberimiz'in: "Ben de kabul ettim!" demesinin kâfî olup olmadığında ihtilâf edilmiştir. Yâni Peygamberimiz'in böyle bir durum­da: "Ben de seni nikâhıma aldım!" diyerek nikâh sözünü kullanması şart mı idi? En sahîh kavle göre, evet şart idi. Zira ilgili ayette: "...Eğer Pey­gamber de onunla nikahlanmayı isterse..." buyurulmuştur. [46]de­mek ki Peygamberimiz için muteber olanı, nikâh kelimesinin kullanılmış olmasıdır..."[47]

Peygamberimizin Bir Özelliği de, Hanımları Arasında Nöbet Tutmasının Mecburi Olmamasıdır

Peygamber Efendimiz'in özelliklerinden biri de, hanımları arasın­da zaman taksınıi yapıp buna riâyet etmesinin mecburi olmamasıdır. Gerçi bu hususta da iki kavîl vardır. Fakat en sahih görülen kavle göre,

böyle nöbet tutması, kendisi için mecburî değildi. iki kavilden seçilmiş olanı ve İmâm-ı Gazâlî'ye göre sahih olanı budur.

İbn-i Sa'd Muhammed bin Ka'b'tan şöyle rivayet eder: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), hanımlar arasında yaptığı taksınıe, tam riâyet edip etmeme hususunda, bir mecburiyete tabî değildi. Bir taksını ve gün ayırma bu­lunmakla beraber, nasıl isterse öyle davranırdı. Hanımları da bunu bilir ve buna razı olurlardı..."

Alimlerimizin bâzıları da şöyle derler: "Peygamberimiz'in hanım­ları arasındaki taksınıe uyması, O'nun Peygamberlik vazifesini aksat­masına sebeb olur. Bilindiği gibi Peygamberimiz'in bir gecede bütün hanımlarim dolaştığı da olurdu. Bu ise, bu hususta bir mecburiyet al-tında olmadığim gösterir..."[48]

İbn-i'l'Kuşeyrî de şöyle demiştir: "Bu taksınıe riayet etmesi Pey­gamberimiz üzerine vâcib idi. Sonra nazil olan bir âyetle bu mecburiyet kaldırılmıştır..." [49]

Peygamberimiz'in hanımlarimn nafakalarim te'ınîn etmekle yü­kümlü olup olmadığı da tartışılmış ve en sahih görülen kavle göre, Bunun kendisine vâcib olduğu kabul edilmiştir. Nitekim İmâm-ı Nevevî de sahih olan vacîb olmasıdır" demiştir..." [50]

Peygamberimizin Bir Özelliği de, Cariyesini Azad Etmesini, Onun Mehri Yerine Saymasının Caiz Olmasıdır

Beyhekî Sünen inde Enes'ten şöyle rivayet eder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Safîye yi âzâd edip onunla evlendi. Enes'e sordular ve: "Safîye'ye mehr olarak ne verdi?" dediler. Enes de: "Onu âzâd etmesini, onun mehri saydı" cevabim verdi."

İbn-i Hıbbân şöyle der: Evet Peygamber Efendimiz böyle yapmıştır, fakat bunun kendisine mahsûs olduğuna dâir bir delîl yoktur. O halde bu, O'nun ümmeti için de caiz olması gerekir. Çünkü bunun, Peygam-berimiz'in bir özelliği olduğuna dair, yeterli bir delîl mevcud değildir."

Ben de derim ki: İbn-i Hıbbân'ın bu sözü, bana göre de isabetlidir ve fetvaya uygun bir kavildir. İmâm-ı Ahmed ile İshâk'ın mezhebleri de budur.[51]

 

28-4 Peygamberimizin Bir Özelliği de,Yabancı Kadınlara Bakmasının ve Onlarla

Başbaşa Kalmasının Caiz Olmasıdır

Buhârî, Hâlid bin Zekvân'dan rivayet eder. O şöyle demiştir: "Mu-avviz bin Afrâ'nın kızı Rubeyyi' dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), teşrîf edip odama girdi ve yatağımın kenarına şöyle oturdu." Kermâni, bu rivayetle ilgili olarak şu açıklamayı yapar: Bu olay hıcâb hakkındaki âyet inmez­den önce olmuştur. Yahut da, Peygamberimiz fitneden emîn olduğu için, O'nun hakkında onu görüp bakması caiz olmuştur."

İbn-i Hacer de şöyle der: Sahih ve kuvvetli deliller ile sabit olduğu­na göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) için, yabancı kadınlara bakması ve onlarla başbaşa kalması, O'nun bir özelliği idi. Sırf O'na mahsûs olmak üzere, bu caiz idi. Peygamberimiz'in Ümmü Harâm'ı ziyareti hakkındaki rivayetle ilgili olarak, söylenecek doğru söz de budur. Zira Peygamberi­miz onu ziyaret ettiği zaman, onun odasına girmiş, orada uyumuş ve Ümmü Haram, Peygamberimizin başına, bit, böcü-börtü var mıdır diye de bakmıştır. Halbuki Ümmü Haram, Peygamberimiz'in ne nikâhlısı, ne de mahremi değildi..."

tbnü'l-Mülekkan da şöyle demektedir: "Neseb ilmine yeterince vâkıf olanlar bilirler ki, Ümmü Haram ile Peygamberimiz arasında bir yakınlık ve mahremiyet yoktur. Nitekim Hafız Şerafü'd-Dîn el-Dimyatî de bunu gayet güzel bir şekilde açıklamıştır ve demiştir ki: "Bu, Ümmü Haram ile onun kardeşi Ümmü Selim'e mahsûs idi. Ümm|i Haram gibi, o da Peygamberimiz'in başına bakıvermiştir."

Yine İbn-i Mülekkan şöyle der: "Bilindiği gibi, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) mâsûm idi. Yüceler yücesi Allah, O'nu günahtan korumuştur. Bu se-beble Peygamber Efendimiz'in, yabancı kadınlarla başbaşa kalmasının, onlara bakmasının, sırf O'na âit bir özellik olduğu söylenmiştir.[52]

Peygamberimizin Bir Özelliği de, İstediği Kadim İstediği Erkekle (velilerinin İzni ve Kendilerinin Rızası Olmasa da) Evlendirebilmeşidir

Yüce Allah şöyle buyurur: "Allah ve Resulü bir işde hüküm verdiği zaman, artık inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur..." [53]

Buhârî'nin Ebû Hüreyre'den rivayetine göre, Peygamber (s.a.u.) şöyle buyurmuştur: "Hiç bir mü'ınin yoktur ki, dünyâda ve âhirette ben ona, kendi öz canından daha yakın olmayayım."

Yine Buhârî ile Müslim Sehl bin Sa'd'dan şunu nakleder: "Kadımın biri Peygamber Efendimiz'e gelip, kendisini O'na hibe ettiğini söyledi. Peygamberimiz de: "Benim kadınlara ihtiyacım yoktur!" buyurdu. Du­rumu görmekte olan adamın biri: "Ey Allah'ın Resulü, bu kadim bana nikahla!" dedi. Peygamberimiz de: "Onu sana nikahladım! Bildiğin Kur'ân da, onun mehri olsun!" buyurdu.

İbn-i Cerîr İbn-i Abbâs'tan rivayet eder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), birgün halasının kızı Zeyneb'i, delikanlısı (âzadhsı) Zeyd bin Harîse'ye istedi. Zeyneb: "Ben onunla evlenmeyi kabul etmem!" dedi. Onlar ikisi, bu hu­susu konuşurlarken, yukarıda meali geçen âyet nazil oluverdi. Bunun üzerine Zeyneb: "Ey Allah'ın Resulü, benim için sen Zeyd'e razı mısın?" dedi. Peygamberimiz de: "Evet" buyurdu. Bunun üzerine Zeyneb: "Ben de Allah'ın Resulü'ne karşı âsi olmam!" dedi ve Zeyd'le evlenmeyi kabul etti..."

İbn-i Sa'd'ın rivayetine göre M :hammed bin Ka'b el-Kurazl şöyle demiştir: "Abdullah Zü'l-Bicâdeyn, kadımın biriyle evlenmek istemiş ve bu isteğini kadına iletmiş. Kadın, onun bu teklifini kabul etmemiş. Aynı kadınla Ebû Bekir ve Ömer de evlenmek istemiş, fakat kadın bunların teklifini de red etmiştir. Durum Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) intikâl etmişPey­gamberimiz Abdullah'a hitaben: "Senin, o kadınla evlenmek istediğini duydum. Doğru mu?" buyurmuş. Abdullah "evet" demiş, Peygamberi­miz: "Öyleyse seni o kadınla evlendirdim!" buyurmuş. Bunun üzerine o kadın, Abdullah ile evlenmeyi kabul etmiştir."[54]

Peygamberimizin Bir Özelliği de, Başkasının Baliğa Olmamış Kızını İstediğiyle Evlendirmesi İdi...

Beyhekî İbn-i Abbâs'tan nakleder: Hazret-i Harazanın kızı Umara Mekke'de idi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Kaza Umresi için Mekke'ye gidip dön­düğü sırada, Umara Ali ile beraber geldi Ali, Peygamberimiz'e Umara'yı nikahına almasını teklif etti Peygamberimiz de: "O benim süt kardeşi­min kızıdır" buyurarak red etti. Fakat Peygamberimiz onu, Seleme bin Ebû Seleme ile evlendirdi."

Beyhekî şöyle demiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), sırf kendisine hâs ol­mak üzere, birinin henüz bulûğa ermemiş kızını, dilediği birisiyle ev-lendirebilirdi. Bu, başkaları için caiz olmaz... İşte bunun içindir ki, Hamza'nın kızı Umara'yı, Seleme bin Ebû Seleme ile evlendirmiştir.

 Halbuki Umâra'nın velîsi, Hamza'nın kardeşi Abbâs idi. Peygamberimiz ise, herkesin velisi durumunda idi. Başkaları için caiz olmayan, O'nun için caiz idi. Nitekim Seleme bin Ebû Seleme'nin şu haberi de buna delâlet etmektedir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Ümmü Seleme'yi nikahlamak istedi. Ümmü Seleme: "Beni sana nikahlayacak velîlerimden kimse, bu­rada hazır değildir" dedi. Peygamberimiz: "Oğluna söyle, o seni bana nikahlasın" buyurdu. O da oğlunun velayeti ile Peygamberimizin nikâhına girdi. Halbuki onun oğlu, henüz baliğ olmamıştı. Bu dahî Pey-gamberimiz'in bir özelliği idi. Ancak O'nun için caiz olup, bir başkası için caiz değildir."[55]

Peygamberimizin Bir Özelliği de, Ümmeti Adına Kurban Kesmiş Olmasıdır

Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) bir özelliği de, ümmeti adına kurban kesmiş olmasıdır. Başkası ise, bir başkası adına onun izni olmadan kurban ke­semez... [56]Bu hususta Hâkim, Ebû Saîd el-Hudrî'den şöyle nakle­der: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), musallada boynuzlu bir koç kurban etti. Sonra şöyle dua yaptı:

"Allah'ım, bu benden ve benim ümmetimden kurban kesememiş olanlardandır! Bunu, böyle kabul buyur."

Yine Hâkim'in Âişe ve Ebû Hûreyre'den rivayeti şöyledir: Peygam­ber (sallallahü aleyhi ve sellem), bir defasında iki koç birden kurban kesti... Bunlardan birini kestiği zaman şöyle dedi: "Allah'ım, bunu, Muhammed'in adına ve O'nun ümmetinden olup, Senin birliğine ve benim Peygamberliğime şahadet getirmiş olan kulun adına kabul eyle."

Yine Hâkim, sahihtir kaydiyle Ali bin Huseyn'den şu haberi nak-letmiştir: "Yüce Allah'ın kitabındaki: "Biz her ümmete, usulüne göre bir ibadet yolu kılmışızdır" [57]anlamına gelen âyetinde; her ümmetin usulüne göre kestikleri kurbanlar haber verilmiştir. Nitekim bana bu hususta şöyle bir hadis de nakledilmiştir: Ebû Râfi'in söylediğine göre: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), boynuzlu ve gayet güzel iki koç kurban etmiş. Birini kestiğinde şöyle buyurmuş: "Allah'ım, şu, bütün ümmetimden senin birliğine ve benim Peygamberliğime şahadet edenlerin adına! Bunu böylece kabul buyur!" Sonra ikincisini kesmiş ve: "Allah'ım, bu da, Mu­hammed'in ve O'nun ev halkimn adına! Bunu da böyle kabul buyur!" demiştir. İşte, hutbesini okuyup, Bayram namazını kıldıktan sonra böyle iki adet kurban kesen Peygamber Efendimiz; sonra bu kestiği kurbanların etinden fakirlere ikramda bulunmuş, onları yedirip doyur­muştur. Kendisi ve ev halkı da bu kurbanların etinden yemişlerdir. İşte bizler, senelerde borç ve geçim sıkıntısı nedir bilmeyiz. Biz Haşim oğul­larından hiç biri, kurban kesmez." [58]

İbn-i Seb' de, Peygamberimizin özelliklerinden biri olarak kim Peygamberimize söver veya O'na hicvederse, Peygamberimiz tarafından onun öldürülmesinin caiz oluşunu zikretmiştir. Bu da, Peygamberi-miz'in kendisi hakkında (kendisi lehine kendisinin) hüküm vermesinin caiz oluşuyla da ilgili bir mesele oluyor." [59]

Peygamberimizin Kerametleri Bölümü

Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) özelliklerinden biri de, miras olarak mal bı­rakmaması; kendisine ait olarak bıraktığı malın, kendisinden sonra O'nun ev halkimn nafakası olarak devam etmesidir. Buhârî ve Müslim, bu hususta Ebû Bekir ei-Sıddık'ın şöyle dediğini naklederler: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Biz Peygamberler miras malı bırakmayız! Bizını, bı­raktığımız mal, ancak sadakadır. Muhammedin ev halkimn nafakası ise, bu maldadır," Vallahi ben, Peygamberimiz'in sadakası üzerinde hiçbir değişiklik yapamam! O'nu, Peygamberimizin sağlığındaki hâl ü-zere muhafaza ederim. Onun üzerinde, ancak Peygamberimizin yap­makta olduğu şeyi yaparım!" [60]

Yine Buhârî ve Müslim, Ebû Hüreyre kanalıyla, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu naklederler: "Benim varislerim, benden sonra altın ve gümüş bölüşmezler! Benim bıraktığım mal, ailelerimin nafakası verildikten, resmi görevlilerin maaşları ödendikten sonra, tamamen sa­dakadır."

Taberânî de İbn-i Ömer'den rivayet eder. O şöyle demiştir: "Pey­gamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Ali'ye hitaben buyurdu: "Senin bana göre yerinin, Hârûn (aleyhisselâm)'ın Mûsâ (aleyhisselâm)'a göre yeri gibi olmasına razı değil misin? Şu kadar var ki, benden sonra ne nübüvvet, ne de veraset yoktur. [61]

İbn-i Mâce Ebû'd-Derdâ'dan rivayet eder. O şöyle der: Ben, Pey-gamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle dediğini işittim:

"Alimler, gerçekten Peygamberlerin varisleridirler! Zira peygam­berler, miras olarak altın ve gümüş bırakmazlar. Peygamberler ancak ilim mirası bırakırlar. Her kim, Peygamberlerin bıraktığı ilmi alırsa, gerçekten büyük bir nasibe ermiş olur!"

Peygamberlerin, miras olarak mal bırakmamaları üzerinde âlimlerimizin bazı açıklamaları olmuştur. Yani bunun hikmetini beyân sadedinde şöyle demişlerdir:

"Bu hususta birkaç vecih söylenebilir:

Bir: Peygamberlerin yakınlarından birinin, mâlına vâris olmak hırsıyla, o Peygamberin ölümünü istememesi. Ki bu, o kişiyi manen helak eder. Bir Peygamberin malı, kimseye mîrâs kalmayacağına göre, kimse de o Peygamberin bu bakımdan ölümünü istememiş olur.

İki: Peygamberlerden herhangi birinin; vârislerine mal bırakmak için dünyalık peşine düştü, gibi bir töhmet altına bırakılmaması...

Üç: Peygamber öldükten sonra bile, diğerleri gibi, tâm mânâsı ile ölmüş sayılmazlar. Ölmüş sayılmayınca da, mâlına başkası vâris ola­maz...[62] İşte bunun içindir ki Îmâmü'l-Haremeyn: "Peygamber öl­müş olmadığı ve diri sayıldığı içindir ki, O'nun malı, kendi mülkiyeti üzerindedir. [63] Aynen O'nun sağlığmdaki gibi, O'nun harcadığı yer­lere harcanır ve infâk edilir" demiştir.

İmâm-ı Nevevî ve başka âlimler ise, Peygamberimiz'in vefatından sonra, artık mâlı üzerindeki mülkiyetinin zail olduğunu, bunun bir sa­daka olarak intikal ettiğini, O'nun ev halkimn nafakası bu maldan ve­rildikten sonra, kalanın bütün müslümanlara sadaka olduğunu kabul etmişlerdir. [64]Buna bakarak bazı âlimler de şöyle demişlerdir: "Burada Peygamberimiz'e ait bir özellik daha bulunmaktadır. O da şu­dur: Peygamberimize ait mal, O'nun vefatından sonra sadaka olduğu için, Peygamberimiz hakkında, bütün malim tasadduk etmek tasarrufu da doğmuş oluyor. Halbuki bir başkası, kendisine ait olan malın, ancak üç de birini tasadduk etme hakkına sahiptir..." [65]

Peygamberimizin Özelliklerinden Biri de, Eşlerinin Mü'ıninlerin Anneleri Olmasıdır

Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) bir özelliği olar k, O'nun eşlerinin, mü'ıninlerin anneleri oluşu; hem onlara saygı b< .amından, hem de ken­dilerine itaat edilmesi bakımından anne oluşlarıdır. Yoksa, kişinin ken­di annesine nazar etmesinin mubah oluşu gibi, onlara da nazar etmesinin mübâh olması manasında değildir. Yani Peygamberimiz'in eşleri mü'ıninlerin anneleri gibi, muhteremdirler. Hiçbir kimse, onlar­dan biriyle evlenemez. Fakat mü'ıninlerin onlara bakmaları helal değil­dir. Tabii Peygamberimizin kendisi de, bütün mü'ıninlerin babasıdır. Hatta öz babalarından daha hürmetli ve kıymetlidir. İmâm-ı Bağâvi, bu konuda şöyle demiştir: "Peygamberimiz'in eşleri, hiç şüphesiz mü'ıninlerin analarıdırlar. Fakat bu, onların, mü'ıninlerin erkeklerinin anaları olup, onlarla nikahlanmalarimn haram oluşu demektir. Binâenaleyh Peygamberimizin eşleri, mü'ıninlerin kadınlarimn da a-naları değildirler."

İbn-i Sa'd ve Beyhekî Âişe'den şöyle nakletmiştir: "Kadımın biri bir gün bana: "Ey anacığım!" diye hitab etti. Ben de kendisine: "Ben, sizin erkeklerinizin anasıyım, yoksa kadınlarimzın anası değilim!" diye kar­şılık verdim."

Yine İbn-i Sa'd, Ümmü Seleme'nin şöyle dediğini nakleder: "Ben sizin, erkeklerinizin anasıyım, kadınlarimzın değil..."

Alimlerimizin bazıları da böyle demişlerdir. Zira bu, nikah bakı-/ mındandır. Yoksa saygı ve itaat bakımından onların; mü'ıninlerin kadınlarimn da anaları olduğunda şüphe yoktur. Nitekim İmâm-ı Bağâvi, bunu da açıkça belirtmiştir.[66]

Peygamberimizin Bir Özelliği de, Eşlerinin Görüntü ve Endamlarim Göstermelerinin Haram Olmasıdır

Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) bir özelliği de, eşlerinin dış görünüşü ve en­damlarım, hacetleri için çıktıklarında veya birisi kendilerine bir şey sormaya geldiğinde göstermelerinin haram olmasıdır.

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlardan bir şey istediğiniz za­man, perde arkasından isteyiniz!"[67]

Ravza adlı kitabında, el-Râfii ve el-Beğâvi'ye tabi olarak şöyle de­nilmiştir: "Hiç bir kimseye, Peygamberimiz'in eşlerinden şifahen bir şey istemek helal değildir. Ancak perde arkasından isteyebilir. Fakat başka kadınlarla yüzyüze gelerek konuşup bir şey istemek caizdir."

Kâdi Iyad ve Nevevi de şöyle derler: "Peygamberimiz'in eşlerine; üzerlerine perde çekerek yüz ve ellerini dahi örtmeleri farzdır. Bunda hiç bir ihtilaf yoktur. Onların, bir şahidlik yapma durumunda bile, el ve yüzlerini açmaları caiz değildir. Bu da Peygamberimiz'in eşlerinin bir özelliği idi. Zaruret olmadıkça, dış görüntü ve endamlarim belli etmeleri de caiz değildir. Ancak zarurete binaen bir hacetleri için çıktıkları sırada müstesna. Tabii bu halde bile, mümkün mertebe Örtülü bulunurlar. Bunun için onlar; insanlardan bazıları kendilerine bir şey istemek veya dini müşkıllermi sormak için geldiklerinde, perde arkasında oturup onların isteklerine cavap verirlerdi. Bu şekilde konuşurlardı. Dışarı çıktıkları zaman da, son derece örtülü olurlar ve de, endamlarim dahi belli etme­mek için tedbir alırlardı. Onlardan Zeyneb validemiz vefat ettiği zaman, nâşimn, (tabutunun) üzerine bir kubbe yapıp örttüler ve böylece onun hiç görülmemesini sağladılar. (Bu, ilk defa yapılan bir şeydi. Bunun için Ömer (radıyallahü anh), "Şu cenazenin çadırı, ne kadar da güzeldir!" demekten ken­dini alamamıştır.)

Buhârî Âişe'den nakleder: Hıcab emri geldikten sonra (doğrusu gelmezden önce olacak), Şevde haceti için dışarı çıkmıştı. Şevde, göste­rişli bir bedene sahipti. Gören onu hemen tanırdı. Bu sırada Ömer ken­disini görmüş ve: "Ey Şevde, vallahi sen bizden gizlenemezsin! Nasıl dışarı çıktığına dikkat et!" diye seslenmiş. Şevde de derhal geri dönüp durumu Hazret-i Peyğamber'e haber vermiş. İşte bu sırada yemeğini yemekte olan Peygamberimize hıcâb emri gelmiştir. Peygamberimiz Sevde'ye cevaben: "Allah, hacetiniz için sizin dışarı çıkmanıza izin vermiştir" bu­yurmuştur. [68]

İbn-i Sa'd Abdurahman bin Avfın şöyle dediğini nakleder: Ömer beni, kendisinin vefat ettiği sene Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) eşlerine hacc yaptırmakla vazifelendirmiş ti. Bunda Osman da vazifeli idi. Osman, Peygamber eşlerinin önünde gidiyor ve insanların onları görmemeleri ve onlara yaklaşmamaları için gayret sarfediyordu. Ben de onların arkala­rında gidiyor, insanların onlara yaklaşmalarim önlüyordum. Onlar, bi­nit develeri üzerine konulmuş hevdecler (kubbeli çadırlar) içinde yolculuk ediyorlardı. Ben ve Osman, hareket ve konaklama hallerinde kimseyi onların yanına yanaştırmıyorduk."

(Yine İbn-i Sa'd'ın, Ümmü Mâbed'den ve Misver bin Mahreme'den de bu mealde bir rivayeti bulunmaktadır.)[69]

Peygamberimizin Bir Özelliği de, Kendisinden Sonra Eşlerinin Evlerinde Oturup Dışarı Çıkmamalarıdır

Bu husustaki iki kavilden ikincisine göre, Peygamber Efendimizin bir özelliği de, kendisinden sonra eşlerinin dışarı çıkmasının haram ol­masıdır, isterse hacc ve umre için olsun.

İbn-i Sa'd'ın Ebû Hüreyre'den naklettiği bir habere göre, Peygam­ber Efendimiz, veda Haca sırasında, kendisiyle beraber bulunan eşle­rine hitaben: "Bu, sizin benimle yaptığimz hacc ibâdetidir. Benden sonra sizlere, evlerinizdeki hasır üzerinde oturmak düşer." İşte bundan dola­yıdır ki, Peygamberimiz'den sonra Şevde ve Zeyneb validelerimiz, hacc için yola çıkmayı kabul etmemişler ve: "Peygamber'den sonra biz, evi­mizden çıkamayız!" demişlerdir. [70]

Yine İbn-i Sa'd'ın İbn-i Sîrîn'den bir haberi var. O şöyle demiştir: "Şevde validemiz bu konuda demiştir ki: "Ben, hacc ve umremi yaptım! Artık Resûlüllah'tan sonra bana, Allah'ın emrine uyarak evimde otur­mak düşer." Şevde validemiz, bu hususta Resûlüllah'ın veda haccmdaki buyruğuna uymuş oluyordu. O, ölünceye kadar bir daha hacc yapma­mıştır."

İbn-i Sa'd'ın Âişe'den olan rivayeti ise şöyledir: "Ömer, önceleri bizi hacc ve umreden menediyordu. Son senesinde bize izin verdi. Biz de o-nunla birlikte hacca çıktık... Sonra Osman geldi. Biz kendisinden bu hususta izin istediğimizde: "Kendi re'yinize (dînî ictihâd ve görüşünüze) göre hareket ediniz" buyurdu. Biz de haccettik. Zeyneb ile Şevde ise bize katılmadılar. Biz hacc için çıktığımızda, tamamen örtülü olarak çıktık...

(Selef âlimlerimizden Süfyân bin Uyeyne, Peygamberimiz'in eşle­rinin, devamlı bir şekilde iddetini çeken bir kadın durumunda bulun­duklarim söylermiş.)[71]

Peygamberimizin Bir Özelliği de, Kanı, Bevli ve Gaitimn Temiz Olmasıdır

El-Gıtrlf, Taberârii ve Ebû Nuaym'in Selmân-ı Fârisî'den bir rivayetleri vardır ve şöyledir: Selmân, bir defasında Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) yanına girm. Bakmış, Abdullah bin Zübeyr elindeki tastan birşey içiyor. Resûlüllah kendisine: "Ne yapıyorsun?" buyurmuş: Abdul­lah şu cevabı vermiş: "Vücûdumda Resûlüllah'ın kam bulunsun iste­dim!" Resûlüllah da ona şöyle demiştir: "Demekki insanların senden, senin de insanlardan çekeceğin var! Cehennem ateşi sana, ancak yeminin çözülmesi kadar (üzerinden yani sırattan geçtiği sırada biraz) dokunabilir."

(BezzarEbû Ya'lâİbn-i Ebî HaysemeBeyhekî ve Taberânî'nin de Sefîne'den bu mealde bir rivayetleri bulunmaktadır.)

Hakimin Ebû Saîd el-Hudrî'den rivayeti ise şöyledir: Uhud'da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yaralanmıştı. Babam, Peygamberimiz'in yüzünden çıkmakta olan kanı yalamış ve yutmuştur. Peygamberimiz de bu hu­susta: "Her kim, kendi vücudundaki kanim benim kanımla karıştırmış olan bir kimseyi görmek isterse, Mâlik bin Sinan'a baksın!" buyurmuş­tur.

Yine Taberânî, Ebû Rafı eşi Selmâ'dan şöyle rivayet etmiştir: Ben, Resûlüllah Efendimiz'in yıkandığı sudan içtim ve bunu Peygamberi-miz'e haber verdim. O da buyurdu ki: "Allah senin bedenini cehennem ateşine haram kılmıştır!"

Buharî ile Müslim'in Enes'ten rivayetleri ise şöyledir; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Kurban Bayramı Günü saçim kestirdiği zaman, kıllarimn in­sanlara dağıtılmasını emretmiştir. İşte bu sırada Peygamberimiz'in sa­çimn bir kısmim Ebû Talha almıştır."

Muhammed İbn-i Sîrîn der ki: "Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) saçimn bir tek kılimn yanımda bulunması, benim için dünyâ ve dünyâdaki şeylerden daha sevimlidir!"

Mezhebimiz âlimlerine göre: Peygamber Efendimiz'in saçimn te­miz olduğu üzerinde ittifak vardır. "Diğer insanların saçları, temiz mi­dir? Yoksa değil midir?" diye olan ihtilâf, Peygamberimiz'in saçı konusunda söz konusu değildir. [72]

 

28-5 Peygamberimizin Bir Özelliği de, Nafile Namazlarim Oturarak Kılması Ayakta Kılması Gibidir                                     

Müslim ve Ebû Dâuûdîbni Ömer'den rivayet eder. O şöyle der: Ben, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem): "Kişinin oturduğu yerden nafile namaz kılması, ona yarım namaz sevabı kazandırır!" buyurduğunu işittim. Birgün O'nun huzuruna gittiğimde, kendisinin oturduğu yerden nafile namaz kılmakta olduğunu gördüm ve şöyle dedim: "Ey Allah'ın Resulü, siz kendiniz de oturduğunuz yerden mi namaz kılıyorsunuz?" O şu karşılığı verdi: "Evet, fakat ben, sizlerden biri değilim!"[73]

Peygamberimizin Bir Özelliği de, Amelinin Kendisi İçin Bir Nafile Olmasıdır

Ahmed'in sahih senedle rivayetine göre, Âişe validemize Peygam-berimiz'in oruç ibâdetini sormuşlar. O da: "Siz, O'nun ameli gibi amel mi edebilirsiniz? O'nun bütün gelmişi ve geçmişi bağışlanmıştır! ve O'nun ameli, kendisi için bir nafiledir!" demiştir.

(Yine Ahmed ve Taberânî'nin rivayetlerine göre, Ebû Ümâme, Bunun böyle oluşunun, Peygamber Efendimiz'in bir özelliği olduğunu söy­lemiştir.)

Beyhekî'nin rivayetine göre, meşhur müfessir Mücâhid, Kur'ân-ı Kerimdeki: "Gecenin bir kısmında, sana mahsûs bir nafile namaz kıl­mak üzere uyan..." [74] anlamına gelen âyetle ilgili olarak şöyle de­miştir: "Bunun bir nafile olması, Peygamber Efendimiz'in bir özelliğidir. Bunun da sebebi, Peygamberimiz'in gelmişinin ve geçmişinin affedilmiş olmasıdır. Peygamberimiz; üzerinde farz olanlardan başka ne amel etmisse, bütün bunlar O'nun hakkında bir nafiledir. Çünkü O'nun, bu nafilelere keffâretlenecek günahları yoktur! Diğer insanlar ise, üzerle­rinde farz olandan mâada yaptıkları amelleri, birtakım günahlarına keffâret olarak yapmış olurlar. O halde onların nafileleri yoktur (ve on­lar, nafile ehli değillerdir.) Bu, sâdece Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) mahsûs bir keyfiyettir."

Bâzı Kur'ân müfessirleri de, ilgili âyeti açıklarken şöyle demişler­dir: "Peygamberimiz'in, farzlardan başka yaptığı amelleri, kıldığı bu te-heccüd namazı; O'nun için^sırf bir nafiledir. O bununla, fazladan sevâb-kazânmış olur. Başkal^ıise, bu kabil amelleriyle farzlardaki eksiklerini tamamlamış öîurtkr. Şüphesiz, Peygamberimiz'in farzlarim edâ edişle­rinde de bir eksikliği söz konusu değildir."[75]

Peygamberimizin Bir Özelliği de, Namaz Kılanın Kendisine: "Ey Peygamber, Allah'ın Selamı Üzerine Olsun" Diyerek Hitab Etmesidir

Evet, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) bir özelliği de budur. Bu şekilde O'na namazında hitab ettiği halde, namazının bozulmamasıdır. Halbuki in­sanlardan bir başkasına bu şekilde hitâb edemez, namaz kılan... Keza Peygamberimiz'in dâvetine icabet etmek de, namaz kılan biri için vaciptir. Bununla da onun namazı bozulmamaktadır. [76]

Buhârî, Ebû Saîd bin el-Muâllâ el-Ensârî'den şöyle rivayet eder: Ben namazımı kılıyordum. Bu sırada Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) beni yanına çağırdı. Ben namazımı kılmaya devam ettim. Namazı bitirdikten sonra O'nun yanına vardım. O bana: "Çağırdığım zaman, neden gelmedin?" buyurdu. Ben de: "Namazımı kılıyordum" dedim. O: "Sen, Yüce Allah'ın: "Ey mü'ıninler, size hayat verecek şeylere çağırdıkları zaman Allah'ın ve O'nun Resûlü'nün dâvetine icabet ediniz!" [77]âyetini bilmiyor mu­sun?" buyurdu. Bunu takiben de: "Ben sana ayrıca Kur'ân'ın büyük bir sûresini öğretmek istiyorum!" dedi. Sonra bunu unuttu veya O'na unut­turuldu. Ben ise, kendisinin böyle dediğini hatırlattım. O da buyurdu ki: "Elhamdü lillahi rabbii-âlemîn!" diye başlayan yedi âyetli Fatiha Sûresi, büyük bir Kur'ân'dır!"[78]

Peygamberimizin Bir Özelliği de, O Hutbe Okurken Konuşan Kimsenin Cumasının Batıl Oluşudur

Peygamberimiz'in bir özelliği de budur. Keza herhangi bir kimse­nin izin almadan Peygamberimizin meclisinden ayrılmasının caiz ol­maması da O'nun bir özelliğidir. Yüce Allah Kitâbı'nda şöyle buyurur:

"Mü'ıninler o kimselerdir ki, Allah'a ve Resûlü'ne îmân etmişlerdir. Onlar, toplayıcı bir iş görüşmek üzere Peygamberin meclisinde bulun­dukları zaman, O'ndan izin almadan oradan ayrılmazlar." [79]

İbn-i Ebî Hatim, Mukâtil bin Hayyâridan rivayet eder. O şöyle de­miştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), hutbesine başladıktan sonra, herhangi bir' kimsenin, O'ndan izin almadan oradan ayrılması caiz değildir. Birinin bir zarureti olduğu zaman, ayağa kalkıp parmağıyla işaret eder, Pey­gamberimiz de ona izin verirdi. Zira Peygamberimiz Cuma hutbesini o-kurken izin almadan çıkanın Cuması bâtıl olurdu."[80]

Peygamberimizin Bir Özelliği de, O'nun Hakkında Ya'lân Uydurmanın, Başkalarına Ya'lân Söylemek Gibi Olmadığıdır

Evet, Peygamberimiz üzerine yalan uydurmak, başkası hakkında yalan uydurmak gibi değildir. O'nun hakkında yalan uyduranın, O'nun hakkındaki konuşmasına bir daha inanılmaz! Tevbe etmiş bile olsa rivayetleri red edilir.

Buhârî ve Müslim Muğire bin Şûbe'den rivayet eder. O şöyle der: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bir hadîslerinde şöyle buyurdular:

"Benim üzerimden yalan uydurmak, bir başkası üzerinden yalan uydurmak gibi değildir! Her kim benim hakkımda bilerek yalan söyler­se, cehennemdeki yerine şimdiden hazırlansın!"

İmâm-ı Nevevî ve diğerleri der ki: Peygamberimiz'e karşı yalan söylemek, büyük günahlardan olup, küfür değildir. Cumhur'un kavli ve sahih olan budur. Cüveynî ise, "Tevbe etmiş bile olsa, bu bir küfürdür!" demiştir. Bir topluluk ki, İmâm-ı Ahmed, el-Sayrafî ve daha başkaları bu topluluktandır; O kişi, tevbe edip hâlini düzeltse bile, ebediyen onun rivayetleri kabul eâilmez! Bir başkası hakkında yalan söyleyen ise böyle değildir. Ya'lânın dışındaki diğer günahlar da böyle değildir. Bunlardan samîmi olarak tevbe ettiği zaman, fâsıklık sıfatı o kişinin üzerinden dü­şer. Hadîs ilminde muteber ve mûtemed söz de budur. Nitekim ben bunu, Şerhu't-Takrîb adlı kitabımda da güzelce açıklamıştım... Her ne kadar Nevevî, bunun aksini tercih etmişse de..." [81]

Peygamberimizin Bir Özelliği de, Onun Huzurunda Öne Geçmenin Haram Oluşudur

Keza O'nun huzurunda sesini O'nun sesinden fazla çıkartmak, O'nunla bağırarak konuşmak, Ona evin ötesinden çağırmak ve uzaktan kendisine nida etmek de haramdır. Yüce Allah, Kitabı nda-.şöyle buyu­rur:

"Ey îman edenler! Allah'ın ve Resûlü'nün huzurunda öne geçme­yiniz. Allah'tan korkunuz. Şüphesiz Allah, işitendir, bilendir. Ey ina­nanlar, seslerinizi Peygamber'in sesinden daha fazla çıkartmayimz. O'nunla, birbirinizle yüksek sesle konuştuğunuz gibi, yüksek sesle ko­nuşmayimz. Yoksa farkına varmaksızın amelleriniz boşa gider. Allah'ın elçisinin huzurunda seslerini kısanlar, öyle kimselerdir ki, Allah onların kalblerini takva için imtihan etmiştir. Onlar için büyük bir mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır. Ey Muhammed, odaların arkasından sana bağıranların çoğu, düşüncesiz kimselerdir. Onlar, sen onların yanına çıkıncaya kadar bekleselerdi, elbette kendileri için daha iyi olurdu. Al­lah, çok bağışlayan, çok esirgeyendir." [82]

Ebû Nuaym'in rivayetine göre İbn-i Abbâs: Nûr Sûresi'nin 63. âyeti ki şu mealdedir: "Peygamberin çağırmasını, aranızda herhangi birinizin diğerim çağırması gibi tutmayın..." O bunu açıklarken şöyle demiştir: "Allah'ın bu nehyinden muradı, tâ uzaktan: "Ey Eba'l-Kâsını!" diye ba­ğırmaktır, İşte böyle bağırmak, bu âyetle yasaklanmıştır. Bilakis sesle­rini kısmaları emredilmiştir."

Alimlerden bâzıları: "Peygamberimiz'in kabri yanında da sesi yükseltmek mekruhtur. Zira Hazret-i Peygamber'e karşı vefatından sonraki hürmet, vefatından önceki hürmet gibidir" demişlerdir.

İbn-i Humeyd şöyle rivayet eder:

Abbasî halîfelerinden Ebû Cafer el-Mansûr, Resûlüllah Efendi-miz'in Mescid'inde İmâm-ı Mâlik ile münazara ediyordu. Halîfenin etrafında o gün tam beşyüz silâhlı asker vardı. İmâm-ı Mâlik ona dedi

Hutbe okunurken konuşanın veya kalkıp gidenin Cumasının bâtıl olması için imamın, Peygamberimiz olması şartı yoktur. Bir başka imamın hutbesinde böyle yapanın da, Cuma fazileti zayi olmuştur. Yoksa namazı kökten bâtıl ve fâsid olmaz. ki: Ey mü'ıninlerin emîri, konuşmanı yaparken, bu Mescid'de dikkat et! Sesini yükseltme! Çünkü Cenâb-ı Hakk, bir âyet-i kerimesiyle bunu nehyetmiştir. Bir âyetinde de: "Peygamber'in yanında konuşurken ses­lerini kısanlar" buyurarak, böyle yapanları övmüştür. Bir âyetinde de: "Odaların arkasında sana bağıranların çoğu, düşüncesiz kimselerdir" buyurularak, böyle yapanları da kötülemiştir. Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) karşı hürmetimiz, O'nun sağlığında O'na karşı olan hürmet gibidir!"

Mansûr, İmâm-ı Mâlik'ten bu nasihati sükûtla dinlendi ve ona itaat etti..."[83]

Peygamberimizin Bir Özelliği de, Onu Küçük Gören, Ona Söven ve Onu Hicvedenin Küfre Düşmesi ve Öldürülmeyi Haketmesidir

Sahihtir kaydiyle HâkimBeyhekî, Ebû Berze'den rivayet eder. O şöyle der: Adamın biri, Ebû Bekir'e sövdü. Ben de Ebû Bekir'e: "Ey Resûlüllah'ın hâlifesi, bunun boynunu vurayım mı?" dedim. O ise şu karşılığı verdi: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den başkasına söven birisi, bu suçu sebebiyle öldürülemez!"

(İbn-i Adiyy ile Beyhekî'nin Ebû Hüreyre'den olan rivayetleri de bu merkezdedir.)

Beyhekî İbn-i Abbâs'tan nakleder: Amâ biri vardı. Onun da bir ümmü veledi vardı. Bu çocuklu câriye, durmadan Peygamberimiz'e sö­verdi. Bir gün âmâ bunu öldürdü. Durum Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) arz edildi. Peygamberimiz de onun kanimn heder olduğunu bildirdi."[84]

Peygamberimizin Bir Özelliği de, Onu Sevmenin, Ehli Beytini ve Ashabim da Sevmenin Vacib Olmasıdır

Yüce Allah Kerim Kitabında şöyle buyuruyor:

"De ki: "Eğer babalarimz, oğullarimz, kardeşleriniz, eşleriniz, hı­sını akrabanız, kazandığimz mallar, düşmesinden korktuğunuz ticâretiniz, hoşlandığimz meskenler, size Allah'tan, O'nun Resûlü'nden, Allah yolunda cihâd etmekten daha sevgili ise; o halde Allah emrini ge­tirinceye kadar bekleyiniz! (Başimza gelecekleri göreceksiniz!) Allah yoldan çıkmışları doğru yola iletmez!" [85]

Buhârî ve Müslim'in Enes'ten rivayetlerine göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bir hadîslerinde şöyle buyurmuştur:

"Ben bir kimseye, babasından, çocuğundan ve bütün insanlardan daha sevgili olmadıkça, o kimse mü'ınin olamaz!"

İbn-i Mülakkan el-Hasâis adlı kitabında şöyle demiştir: "Bütün müslümanlara, Peygamber'i (sallallahü aleyhi ve sellem) muhabbetin en yüksek derecesiyle sevmeleri vaciptir."

İbn-i Mâce ile Hâkim, Abbâs bin Abdü'l-Muttalib'ten, onun şöyle dediğini nakleder: Biz Kureyş'ten bir topluluğa uğradığımız zaman, on­lar biz geldi diye konuşmayı keserlerdi. Biz de bunu Resûlüllah'a şikâyet ettik. O, bunun üzerine buyurdu ki: "Bu adamlara ne oluyor ki, kendi aralarında konuşuluyorken, benim ehl-i beytimden biri geldi diye kelâmı kesip susuyorlar? Vallahi kişi benim ehl-i beytimi sevmedikçe, îmân onun kalbine girmez! Müslümanlar, benim ehl-i beytimi Allah ve Resûlüllah için seveceklerdir!"

Buhârî ve Müslim Enes'ten rivayet ederler. O şöyle demiştir: Ben, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediğini duydum: "îmânın alâmeti ensârı sevmektir! Münafıklığın alameti de ensâra buğz etmektir!"

İbn-i Mâce'nin Berâ'dan naklettiği hadîs de şu mealdedir: "Kim ensârı severse, Allah da onu sever! Kim ensâra buğzederse, Allah da ona buğzeder."[86]

Peygamberimizin Bir Özelliği de, Kızlarimn Çocuklarimn Kendisine Nisbet Edilmesidir

Evet, Peygamberimiz'in bir özelliği de budur. Fakat başkalarimn kızlarimn evlâdı kendisine değil de, o kız evlâdın kocası tarafına nisbet edilir. Bu, neseb bakımından böyle olduğu gibi, kefâette (evlenme sıra­sında aranan, tarafların birbiriyle denk olup olmamaları meselesinde) de böyledir.

Hâkim'in Câbir'den naklettiğine göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle bu­yurmuştur: "Her anadan doğan çocuk için, onun bir asabası: (babası ta­rafından bir yakim ve velîsi) vardır. Ancak kızını Fatîma için başka. Onun çocukları Hasan ve Huseyn'in velîleri ve asabası ise benim."

(Bunun bir benzerini Ebû Ya'lâ da rivayet etmiştir. Ayrıca BeyhekîPeygamberimiz'in Hasan hakkında: "Bu benim oğlum, seyyiddir" bu­yurduğunu rivayet ettiği gibi; Hasan doğduğu zaman Ali'ye hitaben: "Benim oğlumun adim ne koydun?" dediğini rfvâyet etmiştir. Yine buna benzer bir haberi, Huseyn'in doğumuyla ilgili olarak da rivayet etmiş­tir.[87]

Peygamberimizin Kızlarimn Üzerine Bir Başka Kadın Nikahlanamaz

Buhârı'nin Misver bin Mahreme den rivayetine göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) minberde şöyle buyurmuştur: "Hişâm bin Muğîra Oğulları, kız­larından birini Ali'ye nikahlamak üzere benden izin istiyorlar! Ben bu hususta izin vermem, izin vermem! Ancak Ali, benim kızımı boşamak isterse boşar, onların kızıyla nikahlanır! Haberiniz olsun ki, Fatıma be­nim bir parçamdır, onu rahatsız edip üzen şey, beni de rahatsız edip üzer."

İbn-i Hacer şöyle der: "Bunun, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) bir özelliği ol­duğunu söyleyebiliriz. Bu söz, hakikatten uzak değildir," [88]

Haris bin Üsâme, Ali bin Huseyn'den şöyle rivayet eder: Ali bin Ebû Tâlib, Ebû Cehl'in kızı ile evlenmek istedi. Peygamberimiz ise: "Hiç bir kimse, Allah düşmanimn kızını, Allah Resülü'nün kızının üzerine nikâh edemez!" buyurdu.

AhmedHâkim ve Beyhekî Ubeydullah bin Ebû Râfi kanalıyla Misver'den şöyle nakleder: "Hasan bin Hasan, bana bir elçi göndererek kızınıla evlenmek istediğini bildirdi. Ben de bu teklifi iyi karşıladım. Fakat şu karşılığı verdim: "Vallahi sizin haseb ve nesebiniz kadar bana sevgili olan bir haseb ve neseb yoktur. Fakat ben Resülullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) -şöyle buyurduğunu biliyorum: "Fatıma benden bir parçadır! Onu ra­hatsız eden şey, beni de rahatsız eder!" Buna göre ve sizin nikâhimzda onun kızı bulunduğuna göre, teklifinizi nasıl kabul ederim? Aksi halde Fâtıma'nın kızını üzmüş olmaz mıyım?" [89]

Peygamberimizin Bir Özelliği de, Evlilik Yoluyla Onunla Akrabalık Kuran Birinin Cehenneme Gitmemesidir

İbn-i Asâkir el-Hâris kanalıyla Ali'den rivayet eder. O şöyle demiş­tir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Bana kız veren veya benden (benim soyumdan) kız alan biri, cehenneme girmez!"

el-Hâris bin Ebû Üsâme, Hâkimİbn-i Ebî Evfâ'dan rivayet eder. O şöyle demiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Ben, Allah'a dua edip ümmetimden bana kız veren veya benden kız alan birinin, cennette be­nimle beraber olmasını istedim. Allah da bu duamı kabul etti..."

İbn-i RâhûyeBeyhekî ve sahihtir kaydıyla Hâkim Ömer bin el-Hattâb'tan rivayet ederler, O şöyle demiştir: "Ben Ali'ye gidip kızı Ümmü Gülsüm'ü istedim. O da kabul ederek onu benimle evlendirdi. Ben muhacirinin yanına gidip: "Sizler beni, Fâtıma'nın kızı Ümmü Gül-süm'le evlendiğimden dolayı tebrik etmeyecek misiniz? Ben vaktiyle Resûlüllah'ın şöyle dediğini işitmiştim: "Kıyamet günü, bütün sebeb ve nesebler kesilmiş olacaktır! Benim sebebim ve nesebim ise kesilmeye­cektir!" İşte ben, Peygamber Efendimiz'in bu sözünü hatırlayarak, Ümmü Gülsüm'le evlendim ve bununla, Resûlüllah ile kendi aramda (kıyamet günü bana fayda verecek) bir yakınlık kurmak istedim!" [90]

Peygamberimizin Bir Özelliği de, Onun Yüzüğünün Nakşim Taklid Etmenin Haram Olmasıdır

İbn-i Sa'd Enes'ten rivayet eder. O şöyle der; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bir yüzük yaptırıp üzerine "Muhammedün Resûlüllah" nakşım işletti ve şöyle buyurdu: "Biz, bir yüzük (mühür) yaptırdık ve üzerine bir nakış işlettik. Hiç bir kimse, sakın bunu taklîd etmesin!" [91]

(İbn-i Sa'd, bu mealdeki bir rivayeti de, Tâvûs'tan nakletmiş tir.)

Buhârî de Târih'inde Enes'ten rivayet eder; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu­yurdu: "Sakın, müşriklerin ateşiyle aydınlanmaya kalkışmayimz ve yü­züklerinize benim yüzüğümdeki yazıyı kazıtmayimz!"[92]

 

28-6 Peygamberimizin Bir Özelliği de, Korku Namazıdır

Evet Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) özelliklerinden biri de, korku namazıdır. Bu, bâzılarimn mezhebine göre böyledir. Bunların içinde, İmâm Ebû Hanîfe'nin arkadaşı (talebesi) İmâm Ebû Yusuf da vardır. Bunların mezhebine göre, delîl şu mealdeki âyettir: "Sen de içlerinde bulunup onlara namaz kıldırdığın vakit, onlardan bir bölük seninle beraber namaza dursun..." [93] İşte bu âyet, korku namazı kılınması için, Pey­gamberimiz'in de onların içinde bulunmasını kayda bağlamıştır. [94] Buradaki mânevi hikmet ise şudur: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte namaz kılmağa, hiç bir fazilet eş olamaz! Bu sebepledir ki, namazın asıl nizâmından farklı olarak korku namazı şeklinde kılınması caiz olmuş­tur. Peygamberimiz'in yerine geçen halîfe ve imamlardan herhangi biri ise, asla O'nun gibi olamaz, O'nun makamim tutamaz... Binâenaleyh, korku namazı, O'nun bir özelliği olmuş bulunur."[95]

Peygamberimizin Bir Özelliği de, Her Günahtan Korunmuş Olmasıdır

Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) bir özelliği de, kendisinin her günahtan ko­runmuş olmasıdır. Evet O, küçük olsun, büyük olsun; bilerek veya unu­tarak olsun, her günahtan korunmuştur. Yüce Allah bu hususta Kerîm Kitâbı'nda şöyle buyurur:

"Biz sana apaçık bir fetih verdik. Tâ ki Allah senin günahlarından geçmiş ve gelecek olanı bağışlasın..." [96]

Sübkî Tefsîr'inde der ki: "Peygamberlerin mâsûm olduklarında, ümmetin icmâ ve ittifakı vardır. Onlar, Allah'ın dînini tebliğ ederlerken, bununla ilgili vazifelerini yaparken, asla yanılmazlar. Burada, herhangi bir ihtilaf yoktur. Keza Peygamber; büyük günahlardan ve kendilerini küçük düşürecek küçük günahlardan da masumdurlar. Küçük düşür­meyecek durumdaki bir küçük günaha devam etmekten de masumdurlar. İşte bunların dördü de, ümmetin üzerinde icmâ ve ittifak ettiği hususlardır. İhtilâf sâdece onların makam ve mertebelerine aykırı düşmeyecek olan bâzı küçük günahlar üzerindedir. Mutezile Mezhebi mensubları ve daha pek çokları, bunun caiz olduğunu söylemişlerdir. Fakat seçilen kavil, bunun dahî caiz olmadığıdır. Zira Peygamberler, bi­zim kendilerine uymakla yükümlü bulunduğumuz kimselerdir. Onlar­dan sâdır olan her şeyde, onlara uymakla mükellefiz Onlardan, lâyık olmayan bir1 şey, nasıl sâdır olabilir? Bunu, Peygamberler hakkında caiz sayan kimse; bir delile veya nassa dayanarak caiz saymış değildir. Onlar bunu, ancak yukarıda meali geçen âyetten almışlardır. Ben ise bu âyeti, ondan önceki ve ondan sonraki âyetlere de dikkat etmek şartıyla güzelce inceledim. Gördüm ki, bu âyetten sâdece bir mânâ anlaşılmaktadır. O da şudur: "Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) herhangi bir günâhı bulunmadığı halde, sırf O'nu şereflendirmek için böyle buyurulmuştur." Bunu biraz açıkla­mak gerekirse, şöyle dememiz mümkündür: Yüce Allah, sevgili Resûlü'ne: "Tâ ki Allah, senin günahlarından geçmiş ve gelecek olanı bağışlasın..." buyurmakla, kullarına olan bütün uhrevî nimetlerini ta­mamlamak istemiştir. Bu nimetler de iki kısımdır: Birincisi, selbiye ki, günahların bağışlanması demektir. İkincisi de, subûtiye ki, bitmez tü­kenmez nimetlerdir.

İşte buna işaretle Yüce Allah: "Ve sana olan nimetini tamamlasın" buyurmuştur. Düşünürsek, bütün dünyevî nimetler de iki kısımdır: Bi­rincisi, dînî, ikincisi de sırf dünyevîdir. Dînî nîmet ki, buna da Yüce Al­lah; âyetteki: "Ve seni dosdoğru bir yola hidâyette kılsın" cümlesiyle işarette bulunmuştur. İkincisi ki biz ona "dünyevî nîmet" dedik. O da Yüce Allah'ın; bundan sonraki âyetinde: "Ve Allah sana, şanlı bir zafer versin" buyruğundan anlaşılmaktadır.

İşte Yüce Allah'ın başkalarına, parça parça, kısını kısını verdiği nimetlerin bu suretle, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) üzerinde toplandığim, O'nu tâzîm ve teşrifin bu şekilde en güzel kıvamına erdiğini görüyoruz... ve İşte bunun içindir ki nimetlerin böylece tamamlanması, Peygamber E-fendimiz'e nisbet edilen o büyük fethin de gayesi kılınmıştır ve böylesine bir fetih ve mazhariyette, ancak Peygamberimiz'e verilmiştir. İbn-i Atıy-ye'nin daha önce yaptığı açıklama da, O: "Bu, bu hüküm ile O'nu son derece şereflendirmekten ibarettir. Yoksa herhangi bir günah yoktur" demiştir. [97]

Eğer, "hadd-i zâtında günâhın sâdır olması caizdir" denilecek o-lursa; "Caiz bile olsa, vâki değildir!" diyerek cevap veririz. Bunda hiçbir şek ve şüphe yoktur, Bunun aksi, nasıl düşünülebilir? O Zât-ı Pâk ki, Yüce Allah O'nun hakkında: "O, nevadan konuşmaz. O, kendisine vah-yedilen vahiyden başka birşey değildir" buyurmuştur. [98] Sonra fiile gelince: Peygamberin her yaptığına, az olsun çok olsun, küçük olsun büyük olsun, her işlediğine uyulayacağına dair ashâb-ı kiramın icmâ ve ittifakı vardır. Onlar, bu hususta herhangi bir ihtilafa ve duraksamaya meydan vermemişlerdir. Hatta onlar, Peygamberi­mizin kapalı ve halvet hallerinde geçen âmellerini dahi öğrenmek için çok istek ve himmet göstermişlerdir. Peygamberimiz kendilerine öğret­memiş olsa bile, onlar öğrenmek için can atmışlardır. Bir kimse eğer Ashab-ı Kirâm'ın bu husustaki dikkat ve himmetine dikkat eder, onların Peygamberimizle beraber oldukları ve yaşadıkları hallerini güzel an­larsa; herhalde bizim burada söylediğimizin tersine bir şey düşünmek­ten haya eder." [99]

(Sübki'nin, bu husustaki açıklaması burada sona erdi.)

Hâkim, sahihtir kaydiyle Amr bin Şuayb'ten, o da babası vasıta­sıyla dedesinden rivayet eder ve şöyle der: "Ben bir gün Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) sordum ve dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, senden her duyduğumu yazmam için izin verir misin?" Peygamberimiz: "Evet" buyurdu. Ben: "Neşeli olduğunuz halde de, gadaplı olduğunuz halde de yazabilir mi­yim?" diye tekrar sordum. Peygamberimiz de: "Evet, zira neşeli ve ga­daplı olduğum hallerde de, hak olandan başkasını söylemem" cevabim verdi.

İbn-i Asâkir de Ebû Hüreyre'den nakleder. O şöyle demiştir: Pey­gamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Ben, hak olandan başkasını söylemem" buyurdu. Ashâb: "Senin bazan bizimle şakalaştığın da oluyor?" diye sordu. Pey­gamberimiz: "Evet, ben hak olandan başkasını söylemem!" diye tekrar­ladı."[100]

Peygamberimizin Bir Özelliği de, Çirkin Bir Şey Yapmaktan Münezzeh Olmasıdır

İbn-i's-Sübki, Cem'ul-CevamV adlı eserinde şöyle der: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), masum bulunduğu için, haram veya mekruh bir iş yapmaktan münezzehtir. Bizını hakkımızda mekruh olan şeylerden bazen birini yapmış olması, o şeyin caiz olduğunu bizlere bildirmek içindir. Bu, O'nun hakkında vâcibdir. O, bu suretle o şeyin câizlik hükmünü tebliğ etmiş olmaktadır. Yâhud da onu, bir fazilet olarak yapmış olabilir. Bu taktirde yâ vacibi yapmış olmanın sevabim, yâhud da bir fazilet sevabim kazan­mış olur."[101]

Peygamberimizin ve Diğer Peygamberlerin Bir Özelliği de, Onların Cinnet Getirmekten Mahfuz Olmalarıdır

Gerek Peygamberimiz, gerekse diğer Peygamberler; cinnet getirip mecnun (deli) olmaktan korunmuşlardır. Zira delilik, bir insan için çok büyük bir noksanlıktır. Deli bir insan asla Peygamber olamaz! Bir pey­gamber de asla delilik noksanlığına düşemez. Allah onları bu gibi nok­sanlıklardan korumuştur. Ancak Peygamberler de beşer oldukları için, maddi ve bedeni bazı sebeblerle bayılmaları caizdir. Bayılma, bir nevi hastalıktır. Peygamberler de hasta olurlar.

Şeyh Ebû Hamid (el-Gâzali) şöyle der: "Evet Peygamberler için bayılmak caizdir. Fakat onların bayılmaları, kısa sürer. Onlar, uzun müddet baygın kalmaktan da masumdurlar." El-Bülkini de bu görüşe katılmıştır ve Havaşi'r-Ravza'da buna kesin olarak hükmetmiştir.

Sübki ise, Peygamberler için hasıl olan iğmânın (bayılmanın), diğer insanlar için hasıl olan iğma gibi olmadığına tenbihde bulunmuştur. Bunun, sadece insanın maddi ve zahiri duygularına galebe çalan acı ve ağrılar neticesi hasıl olduğunu, yoksa bu sırada Peygamberlerin kalble-rine bir baskı olmayacağım bildirmiştir. Bunun sebebim açıklarken de şöyle demiştir: "Zira bilinmektedir ki, Peygamberlerin uyurken bile kaibleri değil, gözleri uyur. Onların uykudan muhafaza edilen kalbleri, herhalde bayılmadan da muhafaza edilmektedir. Evlâ ve layık olan bu­dur."

(Bu, Sübki'nin sözü idi, burada bitti ve kanaatimizce, çok nefis bir açıklama idi.)

Peygamberler hakkında meşhur olan; onların rü'yada ihtilâm ol­maktan da mahfuz olmalarıdır. Nitekim İmâm-ı Nevevi Ravza adlı ki­tabında bunun, onlar için mümteni' olduğunu bildirmiştir.

Sübki ayrıca Peygamberler için amalığın da caiz olmadığim söyle­miş ve şöyle demiştir: "Amalık da bir noksanlıktır ve hiç bir Peygamber âmâ değildir. Gerçi, Şuayb (aleyhisselâm)'ın âmâ olduğunu rivayet ederler. Fakat bıınun aslı yoktur. Yâkup (aleyhisselâm)'a gelince: Onunkisi de bir âmâlık değildi. Gözüne bir perde inmişti, sonra da bu zail olup gitti." [102]

Peygamberimizin Bir Özelliği de, Rüyasının Vahiy Olması ve Her Gördüğü Rü'yanın Hak Oluşudur

Taberani, Muâz bin Cebelin şöyle dediğini nakleder: "Peygamber Efendimiz'in rüyada ve uyanık iken her gördüğü haktır!" Hâkim'in tah­ririne göre de İbn-i Abbâs: "Peygamberlerin rüyası, ilâhi bir vahiy'dir!" demiştir.[103]

Peygamberimizin Bir Özelliği de, Kendisini Rüyada Görmenin Hak Olduğudur

Buhârî ve Müslim Ebû Hüreyre'den rivayet ederler. O şöyle demiş­tir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadislerinde şöyle buyurdular:

"Beni rü'yasmda gören, gerçekten beni görmüştür. Çünkü şeytan benim suretime temessül edemez (benim suretimde görünemez)!" [104]

Kadı Ebû Bekir bu konuda kısa bir açıklamasında demiştir, ki: "Bu hadisin manası, rüyasında Peygamberimiz'i gören kişinin gördüğü bu rüya, gerçek bir rüyadır. Azğas u ahlâm değildir. Yani hiçbir mana ifade etmeyen karışık hayallerden ibaret değildir. O kişinin gördüğü bu rü'ya. sahih ve sâlih bir rü'yadır."

Diğer bazı alimler de: "O'nu rü'yasında gören, hakikaten onu gör­müş olur" demişlerdir. [105] Bazıları ise; "Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) bir ö-zelliği olarak, O'nu rüyada görenin bu rü'yası, gerçekten sahih bir rüyadır. Zira şeytan onun suretine giremez. Şunun için giremez ki, şeytanın Peygamberimiz'in dilinden birtakım yalanlar uydurmasına ve bu yolla bir müslümanı rü'yasmda sapıtmasına imkan kalmaya... Nite­kim şeytanın, Peygamberimiz'in suretine girip de uyanık olan bir müs-lümana "ben senin Peygamberinim" diyebilmesine de imkan verilmemişti. Bunda, hem Peygamberimiz'in kerem ve şerefinin büyük­lüğü, hem de onun ümmetine bir büyük iyilik ve ikram vardır."

İmam-ı Nevevi'nin Müslim Şerhi'ndeki açıklaması ise şöyledir: Bir kimse rü'yasında Peygamber'i (sallallahü aleyhi ve sellem) görse ve rüyasında Peygamberi­miz kendisine bir şey emretse, bu şey de aslında dinimizin teşvik ettiği amellerden bulunsa; yahud Peygamberimiz kendisini bir işden menetse, bu şey de aslında menedilen şeylerden olsa; bu taktirde bu rü'yayı gören kişiye O'nun bu emri veya nehyi ile amel etmesi müstehab olur." [106]

Fetâvâ'l-Hannâti adlı kitapta da şöyle denilmektedir: "Bir kimse, rü'yasında Hazret-i Peygamber'i, O'nun hakkında kitapların verdikleri bilgi­lere uygun bir şekilde görmüş olsa ve O'na bir meselenin hükmünü sor­sa, Hazret-i Peygamber de kendisine, kendisinin takip ettiği mezhebe aykırı bir şekilde cevap vermiş olsa; fakat verilen bu hüküm dinin naslarına ve icmâa muhalif bulunmasa; bu rüyayı gören kişi nasıl hareket edecektir? İşte bu hususta iki vecih vardır. Birincisi: "Hazret-i Peygamber'in, rü'yasında kendisine söylediği sözüyle emel eder. Zira O'nun sözü mezhepten ve kıyastan önce gelir" şeklindedir. İkinci vecih ise: "Hayır onunla amel etmez. Zira kıyas delildir. Rüyalar ise şer'i bir delil teşkil etmez. Bir rü'yaya dayanarak delil terk edilemez" şeklinde ifade edilmiştir."

Üstâd Ebû İshâk el-İsferâim nin Kitâbü'l-Cedel'inde ise şöyle de­nilmektedir: "Rü'yasında Peygamber'i (sallallahü aleyhi ve sellem) görüp de O'ndan bir emir almış olan bir kimsenin, bu emre uyup uymayacağı hakkında iki kavil bulunmaktadır. Birincisine göre uymaz. Bunun açıklamasında ise: "Çünkü rü'yâda aldığı emir veya nehiy hakkında tam bir kanâat hasıl edemez. Yoksa rü'yânm kendisi hakkında şek ettiği için değil... Nitekim râvîlerin rivayet yollarıyla gelen haberler için de, âkil ve âdil râvîlerin, o haberi güzelce zapt etmiş olmaları aranmaktadır. Uykuda rü'yâ göre­nin ise, bu hususta ve bu şekilde bir garantisi yoktur..."

Kâdî Huseyn'in Fetâvâ'sında da böyle denilmiştir ve misâl olarak Hilâl meselesi ele alınmış ve şöyle açıklama yapılmıştır: "Meselâ birisi Şâbân'ın otuzuncu gecesi rü'yasında Ramazan Hilâli'ni görse ve ertesi günün Ramazan olduğu kabul edilir mi? Önceki meselede kabul edil­mediği gibi, bu meselede de kabul edilmez..."

Kâdî Şürayh'a âit Ravdatü'l-Ahkâm adlı kitapta yapılan bir açık­lama şu merkezdedir: "Birisi rü'yasında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i görse ve Peygamber kendisine: "Falancaya söyle, onun falancaya şu kadar borcu vardır!" dese, bunu işiten için, bu şekilde amel edip şahitlik yapma yet­kisi ve vazifesi var mıdır? İşte bunda dahî iki vecîh ileri sürülüp ihtilâf edilmiştir." [107]

Peygamberimizin Bir Özelliği de, Onun Üzerine Getirilen Salat Ü Selamdır ve Bunun Çok Fazileti Vardır

Yüce Allah buyurur: "Allah ve melekleri, Peygambere salât et­mektedir! Ey mü'ıninler, siz de O'na salât edin (O'nun sânim yüceltmeğe özen gösterin); içtenlikle O'na selâm edin!"[108]

Müslim Ebû Hüreyre'den rivayet eder. O şöyle der: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîslerinde buyurur: "Bana her kim bir salât ederse, Allah o kuluna tam on salât eder!"

Hâkim, sahihtir kaydiyle Ebû Talha'dan rivayet eder. O şöyle der: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bir defasında şöyle haber verdi: "Bana bir melek ge­lip: "Rabbin sana buyurdu: Habibim, sen razı değil misin ki, senin üm­metinden her kim sana bir salât etse, ben ona tam on salât (rahmet) ederim! Sana bir selâm etse, ben ona tam on selâm ederim!"

Taberânî'nin Ömer bin el-Hattâb'dan rivayeti de şöyledir: Bir de­fasında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Bana bir melek gelip: "Sana üm­metinden her kim bir salât etse, Allah o kuluna on salat eder ve onun derecesini de on derece daha yükseltir."

Kâdi İsmail, Abdurrahman bin Amr'dan şöyle nakleder: Kim, Peygamber Efendimiz'e salât ederse, Allah onun için on hasene sevabı yazar, onun on günahim affeder. Derecesini on derece daha yükseltir!"

İmâm el-İsbahânî el-Tergib adlı eserinde Sa'd bin Umeyr tarikiyle onun babasından şöyle nakleder: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir gün bana dedi ki: "Ümmetimden kim bana tam bir ihlas ve sıdk ile bir salât getirirse, Allah ona tam on salât eder. Derecesini on derece daha yükseltir. Bu yüzden kendisine on hasene sevabı yazar."

Ahmedİbn-i Mâce Amir bin Rabia'dan nakleder. O şöyle der: Ben,-Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle dediğini işitmişimdir: "Kim bana salât eder­se, o kul bana salât ettiği müddetçe Allah'ın melekleri de ona salât (is­tiğfar) ederler. Böyle olunca, ümmetimden r biri, bana olan salât ve selâmim, isterse azaltsın, isterse çoğaltsın."

Tirmizi ve İbn-i Hıbban İbn-i Mes'ud'dan nakleder. O şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Kıyamet gününde insanların bana en yakm olanları, bana en çok salât ü selâm getirenleridir!"

Ahmed, Tirmizi, Huseyn bin Ali'den onun şöyle dediğini nakleder­ler: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Pahil (cimri) kimse, o kimsedir ki; ben onun yanında anılırım da, bana salât etmez!"

İbn-i Mâce de İbn-i Abbâs'ın şöyle dediğini nakleder: Rasulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Bana salât getirme hususunda gaflet eden kişi cennete giden yolu unutmuş demektir." [109]

Tirmizi, Ebû Hüreyre'den nakleder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Bir topluluk ki, bir yere toplanırlar ve fakat dağılıncaya kadar ne Al­lah'ı zikrederler, ne de O'nun resûlü'ne salât getirirler. İşte bu onlar için kıyamet gününde büyük bir pişmanlığa sebep olacaktır. Allah dilerse onlara azab edecek, dilerse kendilerini bağışlayacaktır." [110]

Kâdi İsmail Salat ü Selâm'ın Fazileti adlı eserinde, Zeyd bin Tal-ha'nın oğlu Yâkûb'tan şöyle nakleder:Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Bana Rabbimden bir melek gelip şunu tebliğ etti: Sana her kim bir salât geti­recek olursa, muhakkak Allah o kimseye tam on salât edecektir!" Pey­gamberimiz bunu söyleyince adamın biri kalkıp: "Ey Allah'ın Resulü, duamın yarısını senin için yapayım mı?" dedi. Peygamberimiz de: "Eğer dilersen" buyurdu. Adam: "Peki Ey Allah'ın elçisi, duamın üçte ikisini senin için yapayım mı?" dedi. Peygamberimiz: "Eğer dilersen yap!" bu­yurdu. Adam: "Ey Allah'ın Resulü, duamın hepsını senin için yapsam nasıl olur?" diye sordu. Peygamberimiz de: "Bu taktirde Yüce Allah, se­nin dünya ve ahiret endişelerine kefil olur!" buyurdu.

Beyhekî de Şüabü'l-imân adlı kitabında Enes'ten rivayet eder. O şöyle demiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadislerinde: "Bana Cebrâi geldi ve: "Bir adam ki sen onun yanında anıldığın halde sana salât okumaz, böylesinin burnu yerlerde sürtülsün!" diye söyledi."

Kâdi İsmail Hasandan rivayet eder: Peygamberimiz bir hadisle­rinde: "Bir topluluk ki, benim adım onların yanında anıldığı halde bana salât ü selâm getirmezler; İşte onlara cimrilik olarak bu yeter!"

el-lsbehani'nin Enes'ten rivayeti de şöyledir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Bana salât ü selâm getiriniz! Biliniz ki bu sizin için günahla­rimza bir keffarettir ve mânevi bir temizliktir!"

(Kâdi İsmâil ile El-İsbahânî'nin Ebû Hüreyre'den sevkettikleri bir rivayet de, bu manadadır.)

El-İsbahânî'nin Halid bin Tahmân'dan bir rivayeti de şöyledir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Bana bir defa salat ü selâm getiren kişinin, yüz ha­ceti bitirilir!" buyurdu.

Yine Kadı İsmâil ile Beyhekî Ebû Said'den şöyle naklederler: Pey­gamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Bir topluluk ki, toplanıp dağılırlar. Fakat bana salât ü selâmda bulunmazlar. Bu, şüphesiz bu topluluklar için kı­yamet gününde müthiş bir pişmanlığa sebep olacaktır! Cennete girseler bile, yanıp yakılmaktan kurtulamayacaklardır! Zira orada, bana salât ü selâm getirmenin ne kadar sevaplı bir amel olduğuna iyice muttali o-lacaklardır."

El-İsbehânî, Ebû Bekir el-Sıddîk'ın şöyle dediğini nakleder: Pey-gamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) salât ü selâm getirmek, köle âzâd etmekten daha se-vaplıdır! Bizzat Peygamber Efendimiz'i hakkıyla sevmek ise; canı Allah yolunda kurbân etmekten bile sevâblıdır!"

Bezzâr ile el-İsbehânî Câbir bin Abdullah'tan, onun şöyle dediğini naklederler: Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Beni, devesi üzerinde yol­culuk edenin devesine astığı su destisi gibi tutmayimz! Zira bu yolcu-kişi, böylece suyunu yanına alır, susadı mı, suyunu alır içer, sonra yerine kor. Abdest alacağı zaman su kabim alır, işini bitirince tekrar onu yerine kor. Eğer suyu artarsa "nasıl olsa arttı ve lâzını da olmayacak" diyerek fazlasını döker; Siz beni, duanızın evvelinde, ortasında ve âhirinde salât ü selâmlarimzla anınmz!" [111]

El-lsbehânî'nin Ali bin Ebû Tâlib'ten rivayeti de şöyledir: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Yapılan dualar ile semâlar arasında mutlaka perde vardır! Dua eden kişi bana ve benim âlime salât ü selâm getirince, İşte bu perdeler yırtılır ve dua, semâlara yükselir. Eğer böyle yapmazsa, duası geri döner." [112]

Tirmizı Ömer bin el-Hattâb'tan nakleder. O şöyle demiştir: "Yapı­lan dua, semâ ile arz arasında durur. Dua eden kişi Allah Resûlü'ne salât ü selâm getirmedikçe, duası semâya yükselmez..."

(Bu mânada bir haber, Saîd bin el-Müseyyeb'ten de rivayet edil­miştir.) [113]

Taberânî güzel bir senedle Ebû'd-Derdâ'dan şöyle nakleder: Bir hadislerinde Peygamber (s.a.u.) buyurdu: "Kim, günün sabahında ve akşamında bana onar defa salât ü selâm getirirse, şefaatim kıyamet gününde ona yetişir!"

Beyhekî Şüab'ta Enes'ten nakleder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Cuma gününün gecesinde ve gündüzünde bana salât ü selâmı çokça getiriniz! Kim bunu yaparsa, kıyamet gününde ben onun için şâhid ve şefaatçi olurum!"

Taberânî Abdurrâhman bin Semura'dan nakleder. O şöyle der: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Ben, Sırat üzerinde titremekte olan birini gördüm. Bu adam benim ümmetimdendi. Bana getirdiği salât ü selâmları gelip ona şâhid oldular. Böylece onun titremesi geçip sükûna erdi."

Deylemî'nin de Enes'ten bir rivayeti var. Buna göre Enes şöyle de­miştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bir hadîslerinde de şöyle buyurmuştur: "Kim, bana çokça salât ü selâm getirir ise; yarın kıyamet gününde Arş'ın göl­gesinde gölgelenecektir!"

İsbehânî'nin İbn-i Mes'ûd'dan rivayeti de şu şekildedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Herhangi biriniz abdestini aldığı zaman: "Ben şehâdet ederim ki, Alla'tan başka hiç bir ilâh yoktur! Yine şehâdet ederim ki, Muhammed O'nun kulu ve Resulüdür!" diyerek kelime-i şehâdeti oku­sun! Sonra bana salât ü selâm getirsin. O böyle yaptığı zaman, rahmet kapıları kendisine açılır." [114]

İbn-i Ebî'l-Hasan el-Meymûnî şu haberi vermektedir: "Bir gün ben, rü'yâmda Ebû Ali el-Hasan bin Uyeyne'yi gördüm. O zaman o vefat et­mişti. Ellerinin parmaklarında altın renginde yazılmış bir şey vardı. Bunun ne olduğunu sordum kendisine. O da şu cevâbı verdi: "Bu, Pey-gamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) hadîslerini yazarken, (sallallahü aleyhi ve sellem)'i yazmayı ihmâl etmedi­ğim içindir."[115]

Peygamberimizin Bir Özelliği de, Kendisine Rahmetle Dua Edilmesinin (Muhammed Merhum) Denilmesinin Caiz Olmadığıdır

İbn-i Abdul-Berr şöyle der: Herhangi bir kimsenin, Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) adı anıldığı zaman, "Muhammed rahimehullah!" demesi veya "Muhammed merhum" şeklinde söylemesi caiz değildir. Zira Peygamber Efendimiz hakkında, O'nun kendisinin de buyurduğu gibi, salât getirilir. Yâni "(sallallahü aleyhi ve sellem)" denilir. Her ne kadar, salât'ın mânâsı, rahmet ise de, bu böyledir. Sevgili Peygamberimiz'e, sevgi ve saygımızı bu şekilde bildir­mekle mükellefiz. "Salât ü selâm" sözü bırakılıp da başka sözlere yönel­mek isabetli değildir. Şu âyet-i celîle de bunu te'yîd etmektedir: Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Peygamberi çağırmayı (anmayı), aranızda herhangi birinizin diğerini çağırması gibi tutmayimz!..." [116]

İbn-i Hacer'in de Şerhü'l-Buhârî'sinde pek güzel bir açıklaması var. Şöyle diyor: "İbn-i Abdü'l-Berr'in bu tevcihi, Kâdî Ebû Bekir bin el-Arabî el-Mâlikî ve Şâfîilerden el-Saydalânî tarafından da benimsenmiş bu­lunmaktadır. Ebû'l-Kasını el-Ansârî de, İrşâd şerhinde şöyle demiştir: "Eğer bir kimse rahimehullah sözünü, salât ü selâm sözüne ilâveten söylerse caiz olur. Fakat tek başına söylerse caiz olmaz..."

Hanefîler'in el-Zahire adlı fıkıh kitabında da şöyle denilmektedir: "İmâm-ı Muhammed bunu mekruh görmüştür. Çünkü bu, bir noksanlığı vehmettirmektedir. Zira rahmet sözü çoğu zaman, kınanacak bir iş ya­pılmış olduğunu hatıra getirmektedir." [117]

Peygamberimizin Bir Özelliği de, Kendisinin İstediği Kimse Hakkında Salât Etmesinin Caiz Oluşudur

Evet, Peygamberimiz'in bir özelliği de budur. Bu O'na mahsus olup bir başkası için caiz değildir. Başkaları, yâ bir Peygamber'e, yâ da bir meleğe salât edebilirler.

Buhârî ve Müslim Abdullah bin Ebû Efvâ'dan rivayet eder. O şöyle der: "Bâzı kavimler zekâtlarım getirdikleri zaman, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlar hakkında: "Allahümme salli aleyhim! - Allah'ım onlara salât eyle!" diyerek salât ederdi. Babam da kavminin zekâtim getirdiği zaman, Peygamberimiz'in: "Allah'ım, Ebû Evfâ'nın ev halkına salât kıl!" şeklin­deki duasına mazhar olmuştu..."

İbn-i Sa'd, Kâdî İsmail ve Beyhekî Câbir bin Abdullah'tan nakle­derler: O şöyle demiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bize geldiği zaman, benim hanım Peygamberimiz'e hitaben: "Yâ Resûlallah, benim kocam üzerine salât eyle!" ricasında bulundu. Peygamberimiz de: "Allah, senin üzerine ve senin kocan üzerine salât kılsın!" diyerek dua buyurdu.

Yine Kâdî İsmail ile Beyhekî'nin İbn-i Abbâs'tan bir rivayetleri var. O şöyle demiştir: "Salât sözünü, ancak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında kul­lanabiliriz. Bizını, erkek veya kadın müslümanlar için dua mâhiyetinde kullanacağımız söz, salât sözü değil, istiğfar sözüdür. Bizler, müslüman kardeşlerimiz için istiğfar ederiz..."

Mezhebimiz âlimleri demişlerdir ki: "Peygamberlerden başkası ü-zerine salât etmek mekruhtur. Bâzıları ise bunun haram olduğunu söylemistir. Cüveynî ise şöyle demiştir: "Selâm salât manasınadır ve Allah, bu iki söz arasını birleştirmiştir. Selâm sözü hazırda olana verilir, tek başına gâib olana verilmez. Ancak Peygamberler için verilir. Mü'ıninlerin ölülerine de, dirilerine de hitâb tarzında selam okunur."[118]

Peygamberimizin Bir Özelliği de, Dilediği Kimseye Dilediği Hükmü Tahsis Etmesidir

Ebû Dâvud ve Nesâî, Umârâ bin Huzeyme tarikiyle onun amca­sından rivayet ederler. O şöyle demiştir: Bir gün Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ârâbîlerden birinden bir at satın almıştı... Peygamberimiz ona: "Haydi benimle gel de parasını vereyim!" demiş. Peygamberimiz önde, ârâbı arkada giderlerken, ârâbî gecikmiş ve arkada kalmış... Ar âbı yedip gi­derken, görenler: "Bu ata şu parayı verelim, bize satar mısın?" diye ta­kılmışlar. Tabîi bunlar, bu atın Peygamberimiz'e satıldığim bilmiyor­larimş. Peygamberimiz'de hayli önde gidiyorlarimş. Derken satın almak isteyenler Peygamberimiz'in verdiği fiyattan daha fazla fiyat teklif e-derler. Bunu üzerine ârâbî, Peygamberimiz'e nida ederek: "Sen bu atı gerçekten satın aldı isen al, değilsen ben onu satıyorum!" der. Peygam­berimiz, ârâbînin nidasını duyunca bekler ve ârâbî O'nun yanına gelir. Bu sırada Peygamberimiz: "Ben senden bu atı satın almamış mıyım?" buyurur. Arâbî: "Hayır, vallahi ben sana bu atı satmadım!" der. Pey­gamberimiz de kararlı olarak: "Ben senden bu atı satın aldım!" buyurur. Derken insanlar araya girer. Arabî: "Satmadım-" der. Peygamberimiz de "satın aldım" der. Nihayet ârâbî: "Sattığıma dâir şahidini getir!" demeye başlar. Oraya toplanan müslümanlar da: "Yazık sana! Hiç Resûlüllah hak olandan başkasını söyler mi?" diyerek ârâbîye çıkışırlar. Derken o-raya Huzeyme gelir ve durumu öğrenince: "Senin bu atı Resûlüllah'a sattığına dâir ben şâhidlik yapıyorum!" der. Resûlüllah ise Huzeyme'ye dönerek: "Sen, neye dayanarak şahitlik yapıyorsun?" buyurur. Huzey­me de: "Ey Allah'ın Resulü, ben bu hususta senin doğru söylemiş oldu­ğunu asdîk ederek şahitlik yapıyorum!" cevabım verir. Bunun üzerine Peygamberimiz, Huzeyme'nin şahitliğini iki şahit yerine tutarak neti­ceye bağlar."

(Bu olayla ilgili İbn-i Ebî Üsâme'nin Nûmân bin Beşîr'den olan rivayetinde ise, ifâde biraz farklıdır ve şöyledir: "Peygamberimiz: "Ey Huzeyme, biz senin şahitlik yapmanı istemedik. Sen nasıl şahitlik ya­pıyorsun?" buyurdu. Huzeyme de: "Biz senin semâdan getirdiğin haberi tasdik edip dururken, şu ârâbiye karşı mı seni tasdik etmiyeceğiz!" cevâbim verdi. İşte İslâmda, Huzeyme'nin şahitliği, iki kişinin şahitliği yerine tutulmuştur ve bu Huzeyme'ye mahsustur. [119]

Buhârt'nin Târih'inde Huzeyme'den rivayeti şöyledir; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Huzeyme, her kimin lehine veya aleyhine şahitlik e-derse; o hususta Huzeyme'nin şahitliği yeterlidir!"

Buhârî ve Müslim Berâ bin Azib'ten rivayet eder. O şöyle demiştir: "Kurban bayramı gününde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bize hitâb edip: "Her kim bizını şu namazımızı kılar, kurbanımızı keserse; kurbanim vaktinde kesip edâ etmiş olur! Her kim de namazdan evvel kesecek olursa, o, kurban değil, yiyeceği ettir. (Kurban sevabı yoktur.)" Bu sırada Ebû Berede bin Neyyâr ayağa kalkıp: "Ey Allah'ın Resulü, ben namaza çık­mazdan Önce kesmiştim. ve ben bugünün, yeme-içme günü olduğunu düşünerek acele etmiş oldum. Kendim yedim ve halkıma ve komşuları­ma da yedirmiştim" dedi. Peygamberimiz ona: "Bu, et için bir koyun kesmedir!" buyurdu. O da dedi ki: "Benim yaşim doldurmamış bir oğla­ğım var. Eti de iyi... Bunu kurban olarak kessem olur mu?" Peygambe­rimiz ona cevaben: "Evet olur. Fakat senden sonra bir başkası için caiz olmaz!" buyurdu. [120]

İbn-i Sa'd ve Hâkim Umara binti Abdurrâhman'dan rivayet eder. O da Ebû Huzeyfe'nin eşi Sehle'den nakleder. Sehle şöyle demiştir: "Bir-gün ben, Ebû Huzeyfe'nin âzadlısı Sâlim'in, ev halkımızdan biri gibi, e-vimize girip çıktığim Resûlüllah'a arz ettim. Resûlüllah da bana, Sâlim'i emzirmemi emretti. Ben de onu emzirerek kendime sütkardeş edindim. Ben, Resûlüllah'ın emriyle Sâlim'i emzirdiğim zaman, Salim koc aan bir adamdı. [121] Bu olay, Bedir harbinden sonra olmuştu..."

Buhârî ve Müslim Ümm'ü Seleme'den rivayetle onun şöyle dediğini nakleder: "Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) eşlerinden (Âişe'den) başkaları, emzir­mek suretiyle birisini sütkardeş edinmeyi kabul etmediler ve: "Bu an­cak, Resûlüllah Efendimiz'in Sâlim'e mahsûs olmak üzere verdiği bir ruhsat idi" dediler." [122]

İbn-i Sa'd Ali'den nakleder: Peygamberimiz'in amcası Abbâs, Pey-gamberimiz'den, yılım doldurmadan zekâtim verip veremeyeceğini sor­du. Peygamberimiz de kendisine ruhsat verdi."

(Yine İbn-i Sa'd, Hakem bin Uyeyne'den nakleder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), amcası Abbâs'ın, yılım doldurmadan, iki senelik zekâtım ver­mesi için izin verdi.)

İbn-i Sa'd, Cafer bin Muhammed'den nakleder. O da babasından şöyle demiştir: "Ümmü Eymen, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) yanına geldiği za­manlarda, "Selâmün aleyküm" diyemezdi de, "Selâmün lâ aleyküm" derdi. Peygamber de (sallallahü aleyhi ve sellem), onun selam yerine bu şekilde söylemesine ruhsat vermiştir." [123]

Yine İbn-i Sa'd, Münzir el-Sevrî'nin şöyle dediğini naklediyor: "Ali ile Talha arasında bir münakaşa çıktı. Talha Ali'ye: "Senin Resûlüllah'a karşı gösterdiğin cür'et gibisi, doğrusu görülmüş değildir!" dedi. Sebeb olarak da: "Sen, Hazret-i Peygamberin hem adim verdin, hem de künyesini!" diyordu ve Peygamberimiz'in bunu menettiğini dile getiriyordu. Ali ise bunun üzerine, Kureyş'ten bâzı kimseleri çağırdı ve onlara hitaben: "Peygamber Efendimiz'in bana: "Ey Ali, senin ileride bir oğlun olacak ve sen ona, benim adımı ve künyemi vereceksin!" dediğini ve "bu, ümmet­lerimden başkaları için caiz olmaz!" buyurduğunu sizler işitmediniz mi?" diyerek bir soru yöneltti. Kureyşliler de buna şahitlik ettiler."

İbn-i Sa'd'ın Münzir el-Sevrî'den diğer rivayeti ise şöyledir: "Ben, Muhammed bin Hanefiye'nin şöyle dediğini işittim: "Bu, Ali'ye mahsus­tu. Ali bunu Peygamberimiz'e sormuş ve O'nun iznini almıştı..." [124]

Peygamberimizin Bir Özelliği de, Onun Dilediği Kimseler Arasında Kardeşlik Kurması ve Bunların Birbirine Varis Olmasıdır

Bu, Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) bir özelliği olup başkaları için caiz değil­dir, İbn-i Cerîr'in nakline göre, Ali bin Zeyd, bu hususta şöyle demiştir: "İlgili âyet gereğince, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in aralarında kardeşlik akdi te'sîs ettiği kimseler, araya akrabalığı olan birinin girmemesi hâlinde birbirine vâris olurdu. Fakat bugün bu caiz olmaz... Artık bu, Peygam-berimiz'den sonra sona ermiştir. Hiçbir kimse, O'ndan sonra böyle bir akid ve işlem yapamaz..."[125]

Mezhebimiz âlimleri demişler ki: "Medine'de namazını kılan bir müslüman hakkında Resulüllah'ın Mihrabı, Mekke'deki Kabe gibidir. Yâni kıblesi, kesin Resulüllah'ın mihrabimn yönüdür. Hiçbir şekilde, mihrabın gösterdiği yönden başkasını kıble olarak kabul edemez. Keza Resûlüllah'ın namaz kıldığı ve kıblesi belli olan diğer yerlerde de durum aynen böyledir. Hiç bir müslüman, kendi içtihadıyla oralarda farklı ola­rak bir kıble tayinine kalkışamaz! Resulüllah'ın tâyîn buyurduğu kıble­den ne sağa, ne de sola ayrılamaz! Bunun dışındaki yerlerde ise, kıbleyi ictihâd ile tâyîn etme imkânı ve cevazı vardır. İleri sürülen vecihlerin en sıhhatli olanı budur." [126]

------------------------

[9] .Kehf suresi, 23-24

[14] Haşr suresi, 7. ayetten...

[15] Enfal suresi, 41. ayetten...

[16] Haşr suresi, 6

[20] Beled suresi, 1-2

 [32] Ahzab suresi, 6

[34] Ahzab suresi, 38

[35] Ahzab suresi, 50

 [39] . Ahzab suresi, 6

[40] Ahzab suresi, 36

 [41] Ahzab suresi, 37

[45] Ahzab suresi, 50

[46] Ahzab suresi, 50

[53] Ahzab suresi, 36

[67] Ahzab suresi, 53

 [74] İsrâ' suresi, 79

 [77] Enfal suresi, 24

[79] Nur suresi, 62

[81] Bana göre, sahih olan, Nevevi'nin görüşüdür

[82] Hucurat suresi, 1-5

[85] Tevbe suresi, 24

 [93] Nisa suresi, 102. ayetten...

[96] Kur'an-ı Kerim, Fetih Suresi:!-2.

[116] Nur suresi, 63

29 Peygamberimizin Evladı, Ezvacı, Ehl-i Beyti, Ashabı ve Kabilesinin O'nun Sebebiyle Kazandıkları Şeref ve Mertebeler

Yüce Allah Kerîm Kitabında şöyle buyurmaktadır: "...Ey ehl-i beyt (Peygamber'in ev halkı)! Allah sizden kiri gidermek, sizi tertemiz yap­mak istiyor." [1]

Bir diğer âyetinde de şöyle buyuruyor: "Ey Peygamber eşleri! Sizden kim Allah'a ve Resûlü'ne itaate devam eder ve yararlı iş yaparsa, ona da mükâfatim iki kez veririz ve cennette onun için bol bir rızık hazırlamışızdır." [2]

Hâkim Ümmü Seleme'nin şöyle dediğini nakleder: "Ehl-i Beyt hakkındaki bu âyet, Resûlüllah benim evimdeyken nazil oldu. Ayetin nazil olmasından sonra Efendimiz, haber göndererek Ali, Fâtıma ve iki oğullarim getirtti de: "İşte benim ev halkım!" buyurdu.

Hâkim Huzeyfe'den de şu haberi nakleder: Peygamberimiz buyurdu: "Semâdan bir melek, Allah'tan izin alarak bana geldi, selâmim verip: "Fâtıma cennet kadınlarimn seyyidesi (efendisi) dir" müjdesini verdi."

Hâkim'in Ali'den rivayeti de şöyledir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Fâtıma'ya hitaben buyurdu: "Kızını Fâtıma, Allah senin hatırın için buğzeder, senin hatırın için razı olur!" [3]

Hâkim'in sahihtir kaydıyla Ebû Saîd el-Hudrî'den rivayeti de şu mealdedir: "Fâtıma, Imrân kızı Meryem müstesna, cennet ehli kadınla­rın seyyidesidir!"

Hâkim, yine sahihtir kaydıyla Âişe'den rivayet eder, O şöyle der: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), hastalığı sırasında Fâtıma'ya dedi ki: "Sen, âlemlerin, mü'ıninlerin ve şu ümmetin bütün kadınlarimn seyyidesi ol­maktan razı değil misin?"

İbn-i Sa'd, Bern bin Azib'den naklen, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu bildirdi: "Süt emer sabî iken ölen şu oğlum İbrahim'in, süt emme müddeti cennette tamamlanacaktır. O bir sıddîktir!"

(Diğer rivayette: "O, bir sıddîk ve şehîddir" buyurulmuştur.)

Hâkim'in Huzeyfe'den rivayetine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle bu­yurmuştur: "Cibril bana gelip: "Gerçekten Hasan ile Huseyn, cennet gençlerinin seyyidi (efendisi) dirler!" diye müjde eyledi."

El-Hâris bin Ebû Üsâme'nin Muhammed bin Ali'den rivayetine göre, o şöyle anlatmıştır: Hasan ile Huseyn, Peygamberimiz'in yanında güreşmeye başladılar Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Haydi Hasan!" dedi. Fâtıma da: "Ey Allah'ın Resulü, sen Hasan'ı destekliyorsun! Yoksa Hasan'ı Hu-seyn'den daha mı fazla seviyorsun?" dedi. Peygamberimiz ise şu karşı­lıkta bulundu: "Cebrâîl gelmiş Huseyn'i destekliyor. Ben de Hasan'ı desteklemeyi arzu etmiştim."

(Bu rivayet mürseldir)

AhmedHâkim sahihtir kaydiyle İbn-i Abbâs'ın şöyle dediğini rj,vâyet ederler: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Cennet kadınlarimn en faziletlisi: Hatîce binti Huveylid, Fâtıma binti Imrân, Asîye binti Müzâhim'dir!"

(Hâkim'in sahihtir kaydiyle naklettiği diğer rivayette ise, dört ka­dından biri ve başta olmak üzere Meryem zikredilmiştir.)

Ebû Ya'lâBezzâr ve Hâkim Ebû Zerr'den nakleder. O şöyle der: Ben, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu işittim: "Haberiniz olsun, benim ehl-i beytimin sizin içinizdeki durumu, Nuh'un gemisine benze­mektedir! Gemiye binen kurtuldu, gemiyi terkedenler ise denizde bo­ğuldu."

Tirmizi hasendir, Hâkim de sahihtir kaydıyla Zeyd bin Erkam'dan rivayet eder. O şöyle der: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Ey müslümanlar! Ben size iki büyük ve ağır emanet bıraktım: Biri Allah'ın kitabı, diğeri de ehl-i beytim'dir." [4]

Hâkim İbn-i Abbâs'tan naklen Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu­ğunu söyler: "Gökteki yıldızlar, yeryüzündeki insanların batmaması için bir emniyet sebebidir. Ehl-i Beytim de, ümmetimin fitne ve ihtilaflara düşmemesi için bir emniyet vesilesidir. Ehl-i Beytime muhalefet edildiği zaman, biliniz ki şeytanlar aranıza girmiş ve iblis'in grubu yüzgöster-meye başlamış demektir."

(Bu hadisi, Ebû Ya'lâ ve İbn-i Ebî Şeybe de Seleme bin el-Ekva'dan rivayet etmişlerdir.) [5]

Hâkim Enes yoluyla Resûlüllah'ın şu hadisini nakleder: "Ben dua edip Rabbim'den ebl-i beytimi istedim. Rabbim bana: Ehl-i Beytİm'den olup da aynı zamanda ehl-i tevhid olanlarim bağışlayacağim, onlara azab etmeyeceğini va'd buyurdu." [6]

Hâkim Câbir'den rivayet ediyor. O şöyle diyor: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bir hadislerinde: "Hamza, şehîdlerin seyyidi, efendisidir!" buyurdu. [7]

Yine Hâkim Urve tarikiyle Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğu­nu nakleder: "Cennet gençlerinin seyyidi, Ebû Süfyan'dır! Ebû Süfyan; Hâris'in oğludur, Haris Abdülmüttalib'in oğludur! O, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) amcasının oğludur!" [8]

Taberânî Ebû Ümame'den rivayet eder. O şöyle der: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Kişi, din kardeşi için yerinden kalkıp ona yer gösterir. Fakat Haşini oğulları, herhangi bir kimse için ayağa kalkmazlar!"

İbn-i Asâkir'in Enes'ten rivayeti de şöyledir: "Herhangi biri, yerin­den kalkmasın, ancak Hasan veya Hüseyn için, veya bunların zürriyeti için olursa başka!"

İbn-i Mâce Ebû Hüreyre'den rivayet ediyor. O şöyle diyor: Peygam­ber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadislerinde buyurdu: "Ashabıma sövmeyiniz! Varlığım elinde olan Allah'a yemin ederim ki, sizden biriniz Uhud Dağı kadar al­tim Allah yolunda infak etse, onlardan birinin faziletine yetişemez! Hatta bunun yarısına bile yetişemez!" [9]

Yine Ebû Hüreyre'den Tayatisi'nin rivayeti de şöyledir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Birinin Uhud dağı kadar altim olsa da bunu Allah yo­lunda harcasa; dullara, yetimlere ve fakirlere sadaka olarak verse ve bununla ashabından birinin faziletine yetişmeyi niyet etse; ebediyen bu fazilete yetişemez! Hatta ashabımın, gündüzün bir saatinde kazandığı fazilete bile yetişemez!"

İbn-i Ebî Amr'ın Enes'ten rivayeti de şöyledir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Benim ashabım, kendisiyle yön tayin edilen gökteki yıldızlar gibidir! Yolcuların, yıldız batınca ne tarafa gideceklerini şaşırdıkları gibi, ashabımın izini kaybedenler de yollarim şaşırırlar."

Yine Enes'ten Ebû Ya'lâ ile Bezzâr'ın bir rivayeti var. Buna göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Ashabım, sofradaki yemeğin ta­dim yerine getiren tuz gibidir! Onlarsız ümmetimin ağzimn tadı (huzu­ru) yerine gelmez!"

İbn-i Meni' ve Taberânî'nin Huzeyfe kanalıyla rivayet ettikleri hadis de şu anlamdadır: "Ashabımın benden sonra bir zellesi (sürçmesi) ola­caktır. Fakat Yüce Allah, onların bu hatasını bağışlayacaktır. Zira on­ların benimle beraber İslâm'a büyük hizmetleri olmuştur. Fakat onların bu hatasını, sonradan gelen bazı topluluklar kendilerine bir düstûr edi­necekler ve Allah onları bu yüzden yüzüstü cehenneme atacaktır!"

Yine İbn-i Meni'nin Enes'ten diğer bir rivayeti: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Benim ashabımı ve evlilik yoluyla bana akraba olanları hür­metle karşılayimz! Bu hususta benim hatırımı sayanlar, Allah'ın koru­ması altındadırlar. Benim hatırımı saymayanlar ise, Allah'tan uzaklaşmış olurlar ve onların akıbeti azaba duçar olmaktır!" [10]

Yine Enes'ten İbn-i Asâkir rivayet ediyor: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyur­du: "Peygamberlerden her birinin benim ümmetim içinde bir benzeri vardır. Ebû Bekir tbrahim (aleyhisselâm)'ın, Ömer Mûsa (aleyhisselâm)'ın, Osman Harun (aleyhisselâm)'ın, Ali de benim bir benzerimdir. Îsâ (aleyhisselâm)'a bakmak ve bununla sürura ermek isteyen birisi ise, İşte onun benzeri bulunan Ebû Zerr'e baksın!" [11]

İbn-i Asâkir, Büreyde'den de şu haberi nakletmiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Ashabımdan biri bir beldede vefat ettiği zaman; o belde halkimn kıyamet günü imamı, yedicisi ve nuru olacaktır!"

(İbn-i Asâkir'in, Ali'den de bu mealde bir rivayeti vardır.)

Dârekutni Ali'den naklen der ki: "Bedir ehlinden biri vefat ettiği zaman onun cenaze namazında altı, diğer ashabdan biri vefat ettiği za­man beş, başkalarimn cenaze namazlarında ise dört tekbir alırdı." [12]

Hasan bin Süfyan Ebû'z-Zâhiriye tarikiyle el-Hâlis'ten şöyle riva­yet eder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Kureyş'e, başka insanlara ve­rilmeyen bir hususiyet bahşedilmiştir."[13]

 

Peygamberimizin Bir Özelliği de, Bütün Ashabimn Adaletli ve İstikametli Olmalarıdır

Bu, bu ümmetin muteber ve mutemet âlim ve imamlarimn icmâıyla sabittir ve bunda ihtilaf yoktur. Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) sünnetini ve sözlerini nakleden râvilerin; adaletli olup olmadıklarından bahsedil­diği gibi, ashabın bazılarimn adaletli olup olmadıklarından bahsedile­mez. Zira onların hepsi udul, (adaletli ve istikametli) zatlardır. Bu hususta delil olarak, Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) şu sözü yeterlidir: O, bu ha­dislerinde: "İnsanların en hayırlıları, benim asrımın insanlarıdır, yâni ashabımdır" buyurmuştur. [14]

 

Peygamberimizin Bir Özelliği de, Onunla Bir Lahzalık Buluşan ve Onu Gören Kimsenin Sahabi Oluşudur

 

Evet, O'imn bir Özelliği de budur. Fakat bir sahabi ile bir anlık buluşana, o sahâbi'nin tabiî denilmektedir. O kişiye, tabiî denilebilmesi için, o sahabi ile uzun müddet birlikte bulunması, uzun müddet onunla sohbet edip ondan faydalanmış olması aranır. Usûlcülere göre, en sahih kabul edilen söz, budur. Fark, hiç şüphesiz, Peygamberimiz'in peygam­berlik makam ve mansıbimn çok büyük ve yüksek olmasındandır. Pey­gamberlik nurunun ve feyzinin çok kuvvetli olmasından kaynaklan-lanmaktadır. Bunun içindir ki, sevgili Peygamberimiz'in bir defacık bir arabiye bakışı, aslında kupkuru ve nasibsiz bulunan bu ârâbinin, nûr ve feyizle dolmasına ve onun bir sâhâbi olmasına yetmektedir. Artık o kuru ve cahil Arabi, bir defacık Resûlüllah'ın nazarına mazhar olmakla, ilim ve hikmetle konuşan bir insan haline gelivermektedir. [15]

 

Peygamberimizin Bir Özelliği de, Hadîslerini Hıfzedip Taşıyan ve Başkalarına Nakleden Hadisçilerin, Hep Yüz Güzelliğine Sahip Olmalarıdır

 

Nitekim bazı alimlerimiz, "Ehl-i Hadis'ten hiç biri yoktur ki, fark edilecek şekilde onun yüzünde bir güzellik bulunmasın. Çünkü Pey­gamberimiz onlar hakkında dua buyurup: "Benim sözümü işitip de mu­hafaza eden ve başkalarına aktaran kimsenin, Allah yüzünü ak eylesin!" demiştir. Şu ümmetin içinde huffâz unvanıyla anılanlar onlardır. Onlar, gerçek manada, mü'ıninlerin emindirler. Hatib-i Bağdadi der ki: "Hafız lakabı, hadis ehline mahsustur. Diğer alimlere bu unvan verilmez."

Taberani Jbni Abbâs'tan şöyle nakleder:Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyur­du: "Allah'ım, benim halifelerime rahmet et!" Ashab sordu: "Senin hali­felerin kimlerdir?" Peygamberimiz de: "Benden sonra gelen ve benim sünnetimi, hadislerimi hıfzedip başkalarına güzelce öğreten kimseler­dir."[16]

 

------------------------

[1] Ahzab suresi, 33

[2] Ahzab suresi, 31

[3] Sahih hadiste: "Fâtıma benden bir parçadır! onu gadaplandıran beni gada-pfandırmış olur!" buyurulmuştur.

[4] İşte bu, meşhur Gadirhum Hadisidir. Bunu, Müslim ve İbn-i Hibban da rivayet etmiştir. Fakat bunların rivayetlerir,m sonunda: "Ehl-i Beytime riayetsizlik hususunda Al­lah'tan korkunuz, Allahtan korkunuz" buyurulmuştur. Şiiler ise, bu Gadirhum Hadisini, kendi iddia ve davetlerinin bir merkezi haline getirmişler ve kendi hayallerinden başka bir yerde mevcudiyeti bulunmayan birtakım suret ve renkleri bu hadise ilave etmişlerdir ve demişlerdir ki: "İşte Rasulullah, o gün orada Ali'yi vasiyy tayin etmiştir." Tabii ki bunun aslı yoktur ve daha bunun gibi nice asılsız şeylerle doldurulmuş cüd cild kitaplar meydana getirmişlerdir.

[5] İbn-i Tahir Tezkira'sında şöyle der: "Zehebi'nin bildirdiğine göre, Ahmed, Yahya, Nesai ve İbn-i Hıbbân; bunun ravisi Huleyd bin Dâlec'in zayıf ve metruk olduğunu bildirmiş­lerdir. Kütübü Sitte'nin hiç birinde ondan rivayette bulunulmamıştır.

[6] Taberani'nin de bunun benzeri bir rivayeti var. Fakat onun senedinde; hata eden, yanlış nakleden, kim olduğu tanınmıyan râvî bulunmaktadır.

[7] Hadis'in devamında: "Zâlim bir hükümdara karşı durup, ona Allah'ın emrini ve nehyini tebliğ eden ve o zâlim tarafından öldürülen kimse de!" buyurulmuştur.

[8] Bu sırada Ebû Süfyan, Huneyn'de Resûlüllah'ın atimn Özengisini tutmakta idi.

[9] Bunu, BuhârîMüslimEbû Dâvûd veTirmizi de Ebû Said el-Hudri'den rivayet etmişlerdir

[10] Tirmizi'nin Abdullah bin Mugaffil'den rivayeti ise şu mealdedir: "Ashabım hak­kında Allah'tan korkunuz, Allah'tan korkunuz! Onları oklarimza hedef etmeyiniz! Onları kim severse, şüphesiz bana olan sevgisi sebebiyle sevmiştir. Onlara buğzeden de, bana olan buğzu sebebiyle buğzetmişdir."

[11] Tirmizi'nin Enes'ten olan rivayeti şöyledir: "Ümmetim içinde ümmetime en merhametli olanı, Ebû Bekir'dir! Allah'ın emri hakkında en şiddetli olanı Ömer, hayası en fazla olanı Osman, hüküm vermede en ileri olanı Ali, helâl ve haramları en iyi bileni ise Muâz bin Cebel'dir. Miras hukukuna en iyi vakıf olanı Zeyd bin Sabit, Kur'an kıraatinde en ileri olanı Übeyy bin Ka'b'dır! Şüphesiz her kavmin bir emini vardır. Bu ümmetin emini ise Ebû Ubeyde bin el-Cerrah'tır! Şu gök kubbesinin altında Ebû Zerr'den daha doğru sözlü birisini ise bula­mazsınız! O, takvasında Îsâ'ya benzer."

[12] Beyhekî'nin rivayeti de şöyledir: "Peygamberimiz'in zamanında, cenaze na­mazlarında, dört, beş, altı ve yedi tekbir alimrdı. Ömer İse, ashab ile istişare neticesinde, dört üzerindeki ittifakı sağladı."

 [14] Bu hadis, üzerinde ittifak edilen ve pek çok sahabi tarafından nakledilmiş bu­lunan bir hadistir. Ashabın cümlesinin adaletli olduğunu bildiren ayetler de vardır. Birinin meâii şöyledir: "Böylece biz, sizi orta bir ümmet yaptık." (Bakara, 143). Bunun manası: "Biz sizi, hayırlı, adaletli, İlim ve amelle nefislerini tezkiye etmiş bir ümmet kıldık" demektir. Keza: Nisa 115. âyeti, Al-i Imran 110. âyetleri de bu hususa delil teşkil eden âyetlerdendir.

30 PEYGAMBERİMİZİN VEFATI SIRASINDA GÖRÜLEN MUCİZE VE ÖZELLİKLER

Peygamberimizin vefatim Kendisinin Haber vermesi

AhmedEbû Ya'lâ ve sahih bir senedle Taberani Vasile bin el-Eska'dan rivayet eder. O şöyle der: Birgün Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), evinden çıkıp bizını yanımıza geldi ve şöyle buyurdu: "Sizler zannediyorsunuz ki, ben sizin hepinizden sonra vefat edeceğim! Halbuki ben sizin en evvel vefat edecek olanimzını! Benim peşimden de sizler, bölük bölük gele­ceksiniz! Kiminiz kiminizi helak edecektir."

Buhârî Ebû Hüreyre'den nakleder. O şöyle der: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), her yılın ramazanında on gün itikafa girerdi. vefat ettiği senede ise,-yirmi gün itikafta bulunmuştur. Cebrâîl (aleyhisselâm) her sene kendisine gelir, Kur'an'ı arz ederdi. vefat ettiği senede ise, iki defa arz etmiştir."

Buhârî ve Müslim'in Âişe'den rivayeti de şöyledir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Fâtıma'ya hitaben demiştir ki: "Her sene Cebrâîl gelip Kur'anı bana arz ederek karşılaştırma yaptırırdı. Bu senenin ramazanında ise, iki defa karşılaştırma yaptırdı. Kızını ben bunu, ecelimin yaklaşş ol­ması şeklinde anlıyorum."

Yine Buhârî ve Müslim'in Âişe'den naklettikleri diğer rivayet (biraz lafız farkı ile) şöyledir: "Ölümüyle neticelenen hastalığı sırasında Pey­gamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Pâtıma'yı çağırıp gizlice birşey söyledi. Fatıma ağlamaya başladı. Sonra gizlice bir şey daha söyledi. Bunun üzerine Patıma güldü. Ben bunun sebebini kendisine sorduğumda şu cevabı aldım: "Babam bana ilk defa, bu hastalığimn, vefatıyla neticeleneceğini söyledi. Bu se­beple ağladım. Sonra, ev halkimn kendisine ilk kavuşanın ben olacağımı söyledi. Ben de bu sebeble sevinip güldüm."

Taberani ve Beyhekî'nin de Âişe'den bu mealde bir rivayeti bulun­maktadır. Yalnız onun sonundaki ifade biraz farklı ve şöyledir: "Ve ba­bam bana dedi ki: "Kızını, müslüm ani arın kadınları içinde musibeti en büyük olan şüphesiz sensin! Sabrı en az planları da sen olmamalısın!" Bu sırada ayrıca babam bana, Ehl-i Beytinden en evvel kendisine kavu­şanın da ben olacağımı haber verdi ve: "Kızını sen, cennet ehli kadınların seyyidesisin. Ancak Imran kızı Meryem müstesna" buyurdu. Ben de Bunun üzerine sevinip güldüm." [1]

Buhârîİbn-i Abbâs'tan rivayet eder. O şöyle der: Ömer bin el-Hattab bana: îzâcâe nasrullahi ve'l-feth sûresi hakkında sordu." Ben de kendisine cevaben: "Bu, Resûlüllah Efendimiz'in ecelinin yakın oluğunu haber vermektedir" dedim. O da dedi ki: "Ben de bundan başkasını dü­şünmüş değildim."

Buhârî ve Müslim Ebû Said el-Hudri'den rivayet eder. O şöyle der: Bir gün Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), insanlara bir hutbe irâd etti. Bu hutbesinde dedi ki: "Allah; kullarından birini, dünya hayatı ile kendi indindeki ni­metler arasında muhayyer bıraktı. O kul da Allah'ın yanında olanları tercih etti." Ebû Bekir, bu sözleri duyunca ağlamaya başladı. Biz, Ebû Bekir'in ağlamasına teaccüp ettik. Halbuki Peygamberimiz'in sözünü ettiği kul, kendisi imiş. Peygamberimiz kendisine hitaben buyurdu ki: "Ey Ebû Bekir ağlama! Bilmelisin ki insanlar içinde bana arkadaşlığın­da en güvenilir olan, malim benim yolumda harcamakta en samimi olan, sensin! Eğer ben, Allah'tan başka halil (özel ve biricik dost) edinmiş ol­saydım, muhakkak seni edinirdim. Fakat ey Ebû Bekir, bizını aramız­daki hiç şüphesiz İslâm kardeşliğinden ibarettir. Şu andan itibaren mescid'e açılan kapıların hepsi, Ebû Bekir'in kapısı hariç, kapatılsın!" [2]

Beyhaki Ebû Ya'lâ dan şu haberi nakletmiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hutbe okuyup: "Allah, bir kulunu, dilediği kadar dün ada yaşamak ile, Allah'a kavuşmak arasında muhayyer kıldı. O kul da Rabbi'ne ka­vuşmayı tercih etti." Bu sırada Ebû Bekir ağlamaya başladı ve Resûîüllaha hitaben: "Aksine bizler, bütün mallarımızı, canlarımızı ve çocuklarımızı sana feda etmeliyiz, ey Allah'ın Resulü!" dedi.

Ahmedİbn-i Sa'dDarimiHâkimBeyhekî ve Taberânî Ebû Mil-veyhibe'den rivayet ederler. O şöyle der: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) geceleyin beni uyardı ve dedi ki: "Ey Ebû Müveyhibe, ben gidip şu Medine Kabrista-nındakiler için istiğfar etmekle emrolundum." Ben de, Resûlüllah'ın hizmetinde olan biri olarak derhal kalktım ve O'nunla beraber gittim. Bakî'a vardığımızda, Resûlüllah ellerini kaldırdı ve onlar için istiğfar etti. Sonra buyurdu ki: "Ey toprağın altında yatanlar, sizin durumunuz, toprağın üstündekilere nisbetle daha kolay ve iyidir, İşte fitneler, ka­ranlık gece parçaları gibi gelmektedir. Biri diğerini takibeden bu fitne­lerin, sonuncusu evvelinden daha beter!" Sonra Resûlüllah Efendimiz bana iltifat buyurup: "Ey Ebû Müveyhibe, bana gerçekten dünyanın hazinelerinin anahtarları verildi. Sonra ne kadar istersem o kadar dün­yada yaşamak ile cennet arasında muhayyer kılındım! Şüphesiz ben de, Rabbim'e kavuşmayı tercih eyledim!" Bundan sonra o Baki'den evine döndü. Sabahleyin ise hastalandı ve bu hastalığı, O'nun vefatı ile neti­celendi."

Buhârî'nin Ukbe bin Amir'den rivayetine göre, O şöyle demiştir; Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), bir gün evinden çıkıp Ühud'a gitti. Oradaki şehidle-rin üzerine, cenaze namazı kılar gibi namaz kılıp dua etti. Sonra Mes-cid'ine dönüp minbere çıktı ve şöyle buyurdu: "Ben, içinizden Önce gidenim! Ben, sizin üzerinize şahidim ve şimdi ben, vallahi Havzını'ı görmekteyim! Gerçekten bana dünyanın hazineleri teslim edilmiştir. Vallahi ben, kendimden sonra sizler için, tekrar şirke düşeceğinizden korkuyor değilim. Benim sizin hakkınızdaki korkum; dünya malı ve mülkü üzerinde birbirinizle rekabete düşmenizdir!"

İbn-i Sa'dİshak bin Râhuye, Yahya bin Cu'deden nakleder. O şöyle der: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kızı Fatıma'ya hitaben: "Kızını, bir Peygamber; kendinden önceki Peygamberin ömrünün yarısı kadar yaşar! Nitekim Îsâ, kırk sene yaşamıştır" buyurdu.

İbn-i Hacer, Metâlib-i Aliye adlı eserinde der ki: "Bunun manası, Peygamber olarak yaşadığı yaş, kırk senedir demektir." [3]

(İbn-i Sa'd'ın İbrahim el-Nehai'den, Buhârî'nin Tarih'inde Zeyd bin Erkam'dan rivayet ettikleri hadisler de, yukarıdaki hadisin ifadesine uygun düşmektedir.)

Ahmedİbn-i Sa'dEbu Ya'lâ ve Beyhekî Âişe'den rivayet ederler. O şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), odamın önünden her geçişinde, mutlaka gönlümü alacak ve surürlandıracak bir söz söylerdi. Birgün geçti ve hiç bir şey söylemedi. Ben de başımı sarıp yatağıma uzandım. Peygamberimiz geldiğinde: "Âişe neyin var?" diye sordu. Ben de: "Başım ağrıyor" dedim. Peygamberimiz ise: "Âişe, aksine benim başım ağrı­maktadır! Vay başım" buyurdu. Meğer o gün Cebrâîl gelip kendisine, e-celinin yakın olduğunu haber vermiş."

Bezzar'ın rivayetine göre, Peygamber Efendimizin amcası Abbâs bin Abdü'l-Muttalib şöyle demiştir: "Ben bir gün rü'yamda, yeryüzünün yukarıdan sarkıtılmış büyük halatlarla göğe doğru çekilmekte olduğunu gördüm. Bu rü'yamı, gidip Peygambere (sallallahü aleyhi ve sellem) arz ettim. Peygamberi­miz ise bunun tâbirinde: "Ey amca, bu, senin kardeşinin oğlunun vefatı günüdür!" buyurdu.[4]

Peygamberimizin vefat Edeceği Günü ve Yeri Haber vermesi

 

İbn-i Asâkir Mekhul tarikiyle Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) Bilâl'e hitaben şöyle buyurduğunu nakleder: "Ey Bilâl, pazartesi günü orucunu ihmal etme! Çünkü ben pazartesi günü doğdum, pazartesi günü ilâhi vahye mazhar oldum, pazartesi günü hicret ettim, pazartesi günü de vefat e-derim! [5]

Ahmed ve Beyhekî'nin İbn-i Abbâs'tan rivayetleri de şöyledir: "Bili­niz ki Peygamberimiz pazartesi günü doğmuştur. Yine aynı günde pey­gamber olmuş, aynı günde hicret etmiş, Medine'ye aynı günde girmiş, Mekke'yi aynı günde fethetmiş ve yine aynı günde vefat etmiştir." [6]

Ebû Nuaym Mâkıl bin Yesâr'dan nakleder. O şöyle der: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Medine benim hicret yurdumdur, aynı zamanda vefat edeceğim yerdir." [7]

Zübeyr bin Bekkâr Ahbarü'l-Medine adlı kitabında Hasan'dan naklen, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu nakleder: "Medine be­nim hicret yurdumdur. Orada vefat eder, oradan haşrolunurum!"

(Atâ bin Yesâr'a ait mürsel haberler arasında da bunun benzeri bir rivayet bulunmaktadır.) [8]

 

Peygamberimize Peygamberlikle Beraber Şehitlik Faziletinin de verilmesi

 

Buhârî ve Beyhekî Âişe'den rivayet eder. O şöyle der: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), vefatıyla neticelenen hastalığı sırasında şöyle buyurdu: "Ben, Hayber'de bana verilen o zehirli yemeğin acısını devamlı duyageldim! İşte şimdi, o zehirin te'siriyle belimin koptuğu andır!" [9]

Hâkim sahihtir kaydıyla Ümmü Bişr'den rivayet eder. O şöyle der: Ben, Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) gidip: "Ey Allah'ın Resulü, anam babam sana feda olsun, sizin rahatsızlığimz nedir?" dedim. O da buyurdu ki: "Benim rahatsızlığım, Hayber'de bize verilen yemektendir. İşte şimdi, tam te'sirini gösterip belimi koparmaktadır."

İbn-i Sa'd Âişe'den nakleder. O şöyle der: Peygpmber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) hastalığı sırasında, Bişr bin Berâ'nın anası geldi ve eliyle Peygamberi-miz'e dokundu. O'nun ateşler içinde olduğunu anladı. Dedi ki: "Ey Al­lah'ın Resulü, ateşiniz ve acimz çok yüksek!" Peygamberimiz şu karşılığı verdi: "Biz Peygamberlerin ecri ve sevabı büyük olduğgibi, acı ve sı­kıntıları da büyük olur." Sonra şunu sordu: "Ey Ümmü Bişr, insanlar benim hastalığım hakkında ne diyorlar?" Ümmü Bişr: "Zâtü'l-Cenb hastalığına yakalanmış" diyorlar dedi. Peygamberimiz de: "Allah, böyle bir hastalığın bana yaklaşmasına izin vermez!" buyurdu. Hastalığimn, çektiği acı ve sıkıntıların; Hayber'de kendisine yedirilen zehirli yemek­ten olduğunu bildirdi ve: "Nitekim senin oğlun Bişr de o zehirli yemek­ten yemişti. Ben bunun acısını devamlı olarak duyagelmişimdir. İşte şimdi o zehirin, belimi kopardığı andır!" dedi. Sevgili Peygamberimiz, böylece o zehirin te'siriyle ölüp şehidlik sevap ve faziletini de kazanmış oldu. Resûlüllah, şehid olarak vefat etti.

Ahmedİbn-i Sa'dEbû Ya'lâTaberaniHâkim ve Beyhekî İbn-i Mes'ud'un şöyle dediğini nakleder: "Benim için, "Resûlüllah öldürülme­di" demektense, "Resûlüllah vallahi öldürüldü!" diyerek dokuz defa ye­min etmek daha isabetlidir! Zira Peygamberimiz'i Peygamber edinen Yüce Allah; aynı zamanda O'nu, şehidlik faziletine de kavuşturmuş­tur!"[10]

 

Peygamberimizin Hastalığı Sırasında Vukua Gelenler

 

İbn-i Sa'dEbû Ya'lâTaberaniBeyhekî ve Ebû Nuaym Fadl bin Abbâs'tan naklederler. O şöye demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Başımı bağlayın. Ben Mescid'e çıkmak istiyorum!" Ben, başim bağla­dım. O da Mescid'e çıktı. Tâ minbere kadar iki kişiye dayanarak gitti. Minbere oturduğu zaman; şu hutbesini irâd etti: "Bundan sonra derim ki: Ey insanlar, benim sizlerden ayrılığım, gerçekten yaklaşş bulun­maktadır. Şimdi ben sizlere diyor ve haber veriyorum! Kimin sırtına vurmuşsam, İşte sırtım, gelip hakkim alsın. Kimin malim almışsam, İşte malım, gelip hakkim alsın! Kime sövüp hakarette bulunmuşsam, İşte haysiyetim ve namusum; gelip aynı şekilde davranarak benden hakkım alsın! Hiç bir kimse, sakın ola ki, "ben, Resûlüllah'a böyle bir şey yap­maktan veya söylemekten korkarım!" diye düşünmesin. Zira hakkim almak isteyen birisine karşı, kızmak veya ona düşmanca davranmak; Allah'ın elçisi olarak benim şanımdan ve ahlakımdan değildir! Bu böy­lece biline."

Sonra Reülüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) sözlerine şöyle devam ettiler: "Sizlere ha­ber veriyorum! Kim içinden bir şey duyup söylemek isterse, kimin nef­sinden şikayeti varsa; mutlaka kalkıp söylesin! Ben onun için, Allah'a dua edivereceğim!" Resûlüllahm bu sözü üzerine adamın biri ayağa kalktı ve şöyle dedi: "Yâ Resûlellah, ben; münafığın ve cimrinin birisi­yim! Aynı zamanda ben; korkak, çok uyuyan ve çok yalan söyleyen biri­siyim! Benim için dua buyurur musunuz?"

Sevgili Resulümüz, o adamın bu sözleri ve ricası üzerine buyurdu­lar ki: "Allah'ım, bu kuluna iman nasib eyle! Onun imanim ve islammı gerçek kıl! Onun nefsindeki çok uyuma, yalan söyleme, cimrilik gibi huyları gider! Onun korkaklığim da, cesaret ve kahramanlığa kalb eyle."

Fadl bin Abbâs der ki: Ben daha sonraları o adamın haline dikkat ederdim. Bir savaşta, halini müşahade ettim. Ondan daha kahramanim, ondan daha sabırlısını, ondan daha az uyuyanim göremedim."

Fadl İbn-i Abbâs; (Peygamberimiz'in Mescid'deki hutbesi sırasında diğer olanları anlatmak üzere) der ki: O sırada kadımın biri ayağa kalkıp parmağı ile dilini göstererek bir işarette bulundu. Onun ne demek iste­diğini çok iyi anlıyan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Ey hanım, sen Âişe'nin evine git, benim oraya gelmemi bekle!" buyurdu. Sonra Âişe'nin odasına gitti. Orada kendisini beklemekte olan kadımın başına, elindeki asasını do­kundurup onun için de dua eyledi."

Âişe validemiz bu hususta demiştir ki: "Eğer ben olsaydım, mu­hakkak Resûlüllah'ın o kadın hakkındaki duasını tanır, bellerdim. Eğer benim hakkımda böyle bir dua ve uyarı yapılmış olsaydı, her halde: "Ey Âişe, namazını güzel kıl!" şeklinde olurdu." [11]

İbn-i Sa'dÂişe'nin şöyle dediğini rivayet eder: "Ben, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kadar, ölüm hastalığında çok sıkıntı çeken birisini hiç görme­dim."

Buhârî ve Müslim de Abdullah İbn-i Mes'ud'un şöyle dediğini nak­lederler: "Ben, Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) hastalığı sırasında, O'nun yanına girmiştim. O'nun, çok şiddetli bir sıkıntı ve acı çekmekte olduğunu gör­düm ve dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, acimzın oldukça fazla olduğu an­laşılmaktadır!" Peygamberimiz de şöyle buyurdu: "Evet, ben şu anda, içinizden en az iki kişinin dayanabileceği kadar acı çekmekteyim!" Bunun ü erine ben: "O halde yâ Resûlüllah, ecriniz de iki misli olması la­zını!" dedim. Peygamberimiz de bunu: "Evet, yâ İbn-i Mes'ud!" diyerek karşıladı." [12]

Buhârî ve Müslim Abdullah İbn-i Mes'ud'dan şöyle rivayet ederler: Ben, Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) huzuruna girdiğimde, O'na dokundum ve a-teşinin şiddetinden çok sıkıntı çekmekte olduğunu anladım. Dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, sıkıntınız çok şiddetli herhalde?" O da buyurdu ki: "Evet, çünkü ben, iki adamın çektiği kadar sıkıntı çekmekteyimdir.Dedim ki: "O halde, ecriniz de iki adammki kadar olacaktır." O da: "Evet" buyurdu.

Ahmed de el-Zühd adlı eserinde Ömer bin el-Hattâb'tan şöyle nak­leder: "Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) hastalığı sırasında, O'nun huzuruna girdi­ğimde, elimi elbisesinin üzerine koydum. Ateşini elbisesinin üzerinden duydum. Dedim ki: "Ey Allah'ın resulü, ateşi seninkinden daha yüksek olan bir hastaya rastlamıştım!" O da cevaben şöyle buyurdu:

"Bizim sevâb ve ecrimiz de böyle fazla olur. Bilinsin ki, insanların en şiddetli belâlara uğrayanları Peygamberler, sonra sâlih kullardır!"

Buhârî ve Müslim Ebû Mûsa'dan şöyle rivayet eder: Peygamberi­miz hastalığı iyice arttığı sırada: "Ebû Bekir'e söyleyin, namazı kıldır­sın!" buyurdu. Âişe: "O, yufka yüreklidir! Senin makamına durduğu zaman, namaz kıldırmaya güç yetiremez!" dedi. Peygamberimiz: "Ebû Bekr'e emrediniz, insanlara namazı kıldırsın!" diyerek emrini tekrarla­dı. Âişe yine: "O buna güç yetiremez" dedi. Peygamberimiz de: "Ebû Bekr'e emrediniz, insanlara namazı kıldırsın" buyurdu ve "Siz kadınlar, Yusufun arkadaşlarısınız! Yâni bir sözü söyler, fakat o Özle başka mânâyı kasdedersiniz!" diyerek sözünü bitirdi. Elçi gidip Ebû Bekir'e Peygamberimiz'in emrini bildirdi. Ebû Bekir de, Peygamberimiz'in sağlığında insanlara namaz kıldırdı."

Buhârî'nin Âişe validemizin o sıradaki sözüyle ilgili olarak nak­lettiğine göre, bizzat Âişe validemiz şöyle demiştir: "Ben, bu husustaki sözümü tekrarlıyarak, Resûlüllah'a karşı koymak istememiştim. Ben, sadece Rasulullah'tan sonra, O'nun makamına geçen bir adamı insan­ların iyi görmeyeceğinden korkarak öyle söylemiştim... Ben, Resûlüllah'ın makamına geçen birisini insanların uğursuz sayacaklarim zannediyordum... ve istemiştim ki, Resûlüllah Ebû Bekr'in yerine bir başkasını görevlendirsin..."

İbn-i Sa'd'ın Muhammed bin İbrahim'den rivayeti ise şöyledir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hastalığı sırasında buyurdu ki: "Ebû Bekr insanlara namaz kıldırsın!" Bir ara kendisinde hafiflik hisseden Resûlüllah Efen­dimiz, namaza çıktı. Bu sırada Ebû, Bekr, namazı kıldırmakta idi ve Resûlüllah'ın geldiğini farketmemişti. Resûlüllah eliyle onun omzuna dokundu. Ebû Bekr de geri çekildi. Peygamberimiz onun sağına oturdu ve namazı onun arkasında kıldı. Namazı yine Ebû Bekir kıldırmış oldu. Namaz kılındıktan sonra Peygamberimiz buyurdu ki: "Hiç bir peygam­ber ümmetinden birinin arkasında namaz kılmadan vefat etmemiştir!" [13]

Beyhakî'nin rivayetine göre de Âişe validemiz şöyle demiştir: Pey­gamber (sallallahü aleyhi ve sellem), vefatıyla neticelenen hastalığı sırasında, Ebû Bekir'in arkasında ve oturduğu yerden namazını kıldı." [14]

Yine Beyhekî Enes'ten rivayet ediyor: Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) cemaatla kıldığı son namaz; bir kat elbiseye sarınarak gelip Ebû Bekir'in arkasında kıldığı namaz olmuştur."

Beyhekî, Enes'ten naklettiği bu rivayetle ilgili olarak der ki: "Bu namaz, Peygamber Efendimiz'in vefat ettiği Pazartesi günü kıldığı Sa­bah Namazıdır." [15]

Taberânî Şeddâd bin Evs'ten rivayet eder. O şöyle demiştir: Pey­gamber (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat ederken yanında idim... Bana hitaben buyurdu ki: "Ey Seddâd, senin neyin var?" Ben de: "Dünyâ başıma dar geldi!" de­dim... Buyurdu ki: "Ey Şeddâd, böyle söyleme ve unutma ki yakında Şam fethedilecektir, Kudüs fethedilecektir. Sen ve evlâdın, orada müs-lümanların önderlerinden olacaksınız, inşâallah!"

İbn-i Sa'dÖmer bin Ali'den rivayet eder. O şöyle demiştir: Pey-gamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) ilk hastalandığı gün, Çarşamba günü idi. Hastalığı, vefat edinceye kadar tam on üç gün devam etti." [16]

 

Peygamberimizin vefatından Önce Vukua Gelen Mucizeler ve Bazı Özellikler

 

Buhârî ve Müslim'in rivayetine göre, Âişe şöyle demiştir: Peygam­ber (sallallahü aleyhi ve sellem), hasta olmazdan Önce: "Bir Peygamber, vefat ettikten sonra gideceği cenneti görüpde muhayyer bırakılmadıkça vefat etmez!" buyu­rurdu. Nitekim hastalığı ağırlaştığı sırada, ben O'nu kucağımda tut­makta idim. Bir ara kendisine bir ağırlık gelip bayıldı. Sonra kendisine gelip gözlerini açtı... Sonra gözlerini odanın tavanına dikerek: "Ey Al­lah'un, refîk-i â'lâ'ya" dedi. Hatırladım ve bildim ki, bu O'nun bize daha evvel haber verip söylediği şeydir."

Yine Buhârî ve Müslim Âişe'den rivayet eder. O şöyle demiştir: Biz, kendi aramızda Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem), dünyâ ile âhiret arasında muhay­yer bırakılmadan vefat etmeyeceğini konuşur dururduk... O'nun vefatıyla neticelenen hastalığı başladığı zaman, sesinde bir kısıklık oldu. O, o haliyle şöyle diyordu: "...Allah'ın müstesna nimetlere erdirdiği pey­gamberler, sıddîkler, şehidler ve sâlihlerle beraber. Onlar gerçekten ne güzel arkadaştırlar!" [17]

Âişe'den Beyhekî'nin rivayeti ise şöyledir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ba­yıldığı sırada, O'nun mübarek başı benim kucağımdaydı. Ben, O'nun yüzünü siliyor ve kendisine şifa bulması için de dua ediyordum... Bir ara kendisine gelip dedi ki: "Bilakis yâ Âişe, artık ben Rafîk-i Alâ ve Es'ad'a gidiyorum! Cibril'in, Mîkâîl ve israfil'in arkadaşlığı ne güzel­dir!"

Ahmedİbn-i Sa'd ve Ebû Nuaym sahih bir senedle Âişe'den şöyle rivayet ederler: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Peygamberlerden her biri, vefat etmezden önce muhakkak muhayyer bırakılır. O da âhireti seçer de ondan sonra vefat eder." Ben, Peygamberimiz'in bu sözünü iyi akhmda tutuyordum. Hastalandığı sırada da O'nun başı benim kucağımda idi

İbn-i Sa'd, Câbir bin Abdullah'tan şöyle nakleder: Ka'bü'l-Ahbâr, Ömer zamanında gelip Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) vefatından önce, en son o-larak söylediği şeyin ne olduğunu sordu. Ömer de kendisine: "Bunu gi­dip Ali'ye sormalısın" karşılığım verdi. O da gidip Ali'ye sordu ve ondan şu cevabı aldı: "O'nun son sözü: "Namaz'a dikkat ediniz, Namaz'a!" ol­muştur.

Buhârî ve Müslim'in Enes'ten rivayetleri ise şöyledir: Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) en son vasiyeti şöyle olmuştur:

"Namaza dikkat ediniz, namaza! Bir de elinizin altındakilerin hukukuna!" Evet, Sevgili Peygamberimiz'in nefesi çıktığı ve dili döndü­ğü müddetçe söyleyip durduğu ve tekrarladığı son sözü ve vasiyeti, İşte böyle olmuştur!" [18]

 

Peygamberimizin Ruhu Şeriflerinin Çıktığı Sırada Vukua Gelenler

 

Bezzâr ve Beyhekî sahih bir senedle Âişe'nin şöyle dediğini nakle­der: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), mübarek başı kucağımda olduğu halde vefat etti... Mübarek ruhu çıktığı zaman, etrafa öylesine hoş bir koku yayıldı ki, ben o âna kadar o kadar güzel bir koku duymamıştım...

Beyhekî'nin rivayetine göre de Urve şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat ettiği zaman, Ebû Bekir gelip Peygamberimizi öptü ve şöyle dedi: "Ey Allah'ın Resulü, hayatta iken ne kadar temiz ve hoştunuz! vefat ettiğinizde de ne kadar temiz ve hoşsunuz."

(Beyhekî ve İbn-i Sa'd, benzeri bir rivayeti Saîd bin el-Müseyyeb'ten de nakletmişlerdir.)

Beyhekî ve Ebû Nuaym el-Vâkıdî tarikiyle onun şeyhlerinden şöyle rivayet ederler: Peygamberimiz vefat ettiği zaman, O'nun gerçekten ve­fat edip etmediğinde şüpheye düştüler. Bâzıları: "Evet O, vefat etmiştir" dedi. Bâzıları ise: "Hayır, henüz vefat etmedi" dediler. Bu sırada orada bulunmakta olan Esma binti Umeys, elini Peygamberimiz'in mübarek omzuna koydu ve: "Gerçekten vefat etmiştir! Zira omzundaki nübüvvet mührü kaybolmuştur" dedi. İşte bu suretle, Peygamberimiz'in gerçekten vefat etmiş olduğunu anladılar." [19]

 

Peygamberimizin Mubabek Cesedi Yıkanırken Vukua Gelen Fevkalâdelikler

 

İbn-i Sa'dEbû DâvudHâkimBeyhekî ve Ebû Nuaym Âişe'den naklederler, O şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat ettiğinde, O'nu nasıl gasledeceklerini bilemediler ve: "Vallahi biz, O'nu nasıl gasledeceğimizi bilemiyoruz! Acaba elbisesini çıkararak mı, yoksa çıkarmaksızın mı gasledeceğiz?" dediler. Bu sırada Allah kendilerine derin bir uyku verdi. Herkes çenesini göğsüne dayamış uyuyordu. Sonra birisi konuştu ve: "Peygamber'i (sallallahü aleyhi ve sellem), elbisesi üzerindeyken gaslediniz" diye bir ni­dada bulundu. Evden gelen bu sesin, kime âit olduğunu ise farkedemediler." [20]

(Yine bu mealde, Büreyde ve İbn-i Abbâs'tan nakledilmiş diğer rivayetler de bulunmaktadır.)

İbn-i Sa'dBeyhekî el-Şâ'bî'den şöyle dediğini naklederler: Pey­gamber'i (sallallahü aleyhi ve sellem) Ali yıkadı ve O'nu yıkarken şöyle diyordu: "Ey Alla'ın elçisi, anam babam sana feda olsun! Sen, gerçekten temiz ve hoş olarak yaşadın, temiz ve hoş olarak vefat ettin!"

Ebû DâvudHâkimBeyhekî ve İbn-i Sa'd'ın Saîd bin el-Müseyyeb tarikiyle Ali'den naklettikleri rivayet de şöyledir: "Peygamber'i (sallallahü aleyhi ve sellem) ben yıkadım. O'nu yıkarken dikkat ettim, diğer vefat eden insanlarda görülen şey, O'nda hiç görülmedi. Zaten O, yaşarken de tertemiz idi, ve­fat ettiği zaman da tertemiz idi!"

(İmâm-ı Ahmed'in İbn-i Abbâs'tan naklettiği bir rivayete göre de, Ali bu hususta böyle demiştir.)

Beyhekî'nin Ebû Maşer'den, onun da Muhammed bin Kays'tan rivayetine göre de Ali şöyle demiştir: "Peygamber'i (sallallahü aleyhi ve sellem) gaslettiğimiz sırada, O'nun azasını yıkamak için tutup kaldırmak istediğimde sanki kendiliğinden kalkıyormuş gibiydi."

 (Diğer bir rivayette ise, Ali'nin şunu da ifade ettiği kaydedilir: "O sırada etrafa ve semâya öylesine bir güzel koku yayıldı ki, o âna kadar o kadar güzel bir kokuyu ben hiç duymamıştım. Dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, anam babam sana feda olsun! Sen, gerçekten tertemiz yaşadın, tertemiz olarak vefat ettin!")

İbn-i Sa'd, Abdül-Vahid bin Ebû Avn'den rivayet eder. O şöyle de­miştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Ali'ye hitaben buyurdu: "Ey Ali, ben vefat et­tiğim zaman, beni sen yıkayacaksın!" Ali de dedi ki: "Ey Allah'ın Rasulü, ben hiç cenaze yıkamadım." Peygamberimiz: "Yâ Ali, hiç çekinme! Bunu sana Allah kolay kılacaktır!" buyurdu. Ali, bunu anlatmak üzere sonra demiştir ki: "Ben, Peygamberimiz'i gaslederken, bunu bana Allah kolay eyledi. Resûlüllah'ın hangi azasını yıkamak üzere tutsam, kendiliğinden kalkıyormuş gibi bana çok hafif geldi. Bana bu sırada yardım etmekte bulunan Fadl ise: "Yâ Ali, çabuk ol! Neredeyse belim kırılacak!" diyor­du."[21]

 

30-1 Peygamberimizin Bir Özelliği de Cenaze Namazının İmamsız Kılınışı İdi

Evet, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) özelliklerinden biri de O'nun cenaze namazının kılınışının O'na has bir şekilde olması idi. Şöyle ki Maslümanlar O'nun cenaze namazını, önlerinde bir imam olmaksızın ve bili­nen cenaze duasını da okumaksızm, teker teker, grub grub kılmışlardır. Bu sırada da bazı Fevkalâdelikler vukua gelmiştir. Nitekim bu hususta müteaddid rivayetler bulunmaktadır. Önce İbn-i İshak ile Beyhekî'nin rivayetini görelim. Bunların rivayetine göre İbn-i Abbâs şöyle demiştir:

"Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat ettiği zaman, önce erkekler gelip grub grub O'nun namazını kıldılar. Önlerinde imam yoktu. Erkekler bitirdiği zaman, kadınlar gelip onlar da önlerinde bir imam bulunmaksızın O'nun namazını kıldılar. Sonra çocuklar gelip kıldılar. Sonra köleler gelip kıl­dılar ve hiçbirinde, hiç bir kimse kendilerine imam olmadı." [22]

İbn-i Sa'd ile Beyhekî'nin, Sehl bin Sa'd'dan rivayeti de şöyledir: Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) cenaze namazını müslümanlar, önlerinde bir imam olmaksızın kıldılar. O'nun gaslini tamamlayıp kefenledikten sonra, serir üzerine koydular, sonra bu seriri kabrin kenarına bıraktılar. Sonra grub grub gelip O'nun üzerine namaza durdular."

İbn-i Sa'dİbn-i Meni, HâkimBeyhekî ve Taberani İbn-i Mes'ud'dan rivayet ederler. O şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), hastalanıp iyice ağırlaştığı zaman, biz kendisine: "Vefatınız halinde sizi kim yıkayacak, Ey Allah'ın Resulü?" diyerek sorduk.

şöyle buyurdu: "Beni, ehl-i bey­timden bana en yakın olanlar yıkayacaktır. Fakat sizlerin göremeyece­ğiniz pek çok melekler de bulunacaktır!" Bundan sonra kendisine: "Namazını kim kıldıracak?" diye sorduk. O da: "Siz beni yıkayıp kefeni­me koyduktan ve güzelce kokuladıktan sonra, seririm üzerine koyunuz! Sonra seririmi kabrimin kenarına bırakınız. Sonra yanımdan çıkıp bir müddet bekleyiniz. Zira o sırada üzerime ilk namaz kılacak olan Cebrâîl olacaktır. Sonra Mîkâîl, sonra İsrâ'fil, sonra da Azrail olacaktır. Bunların her birinin yanında meleklerden cemaatleri de olacaktır. Sonra sizler­den ilk olarak ehl-i beytim gelip namazımı kılsınlar. Sonra grub grub veya ferd ferd gelip namazımı kılarsınız." Biz, Peygamberimizin bu sözlerini böylece dinledikten sonra: "Peki Ey Allah'ın Resulü, sizi kabri­nize kim koyacak?" diye de sorduk. O da buyurdu ki: "Beni kabrime, ehlim koyacaktır ve bu sırada bir çok melekler de bulunur, onlar sizleri görür amma, sizler onları göremezsiniz."

Bu rivayetle ilgili olarak Beyhekî der ki: "Bunu, sadece Selâm el-Tavil rivayet etmiştir." İbn-i Hacer ise onun bu sözüne itiraz ederek şöyle demiştir: "Bunu, aynı tarikten Müslime bin Salih de rivayet etmiştir ve onun bu rivayeti Selâm el-Tavil'in rivayetini desteklemektedir." (Bunu ayrıca Hafız Bezzâr da, bir başka tarik ile İbn-i Mes'ud'dan rivayette bulunmuştur.)

İbn-i Sa'd'ın Ali'den rivayeti de şöyledir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şeriri üzerine konulduğu zaman ben insanlara dedim ki: "O'nun cenaze na­mazını kılarken, hiç biriniz insanlara imam olamaz! O, sağken de, vefatı halinde de sizin imamımzdır! Grub grub içeri giriniz, saf saf durunuz ve O'nun namazını kılimz." Onlar da grub grub gelip böyle yaptılar. Bilinen cenaze duasını da okumadılar. Tekbir aldıktan sonra sâdece: "Esselâmü aleyke eyyühennebiyyü ve rahmetüllahi ve berekâtühü." "Ey Allah'ın Peygamberi, Allah'ın selâmı, rahmeti ve bereketi senin üzerine olsun!" diyerek selamladılar ve sonra da: "Allah'ım bizler şahitlik ederiz ki, se­nin Peygamberin senin O'na indirdiğin kitabim tebliğ etmiştir! Ümme­tine hakkıyla yol gösterip nasîhatta bulunmuştur, senin yolunda hakkıyla cihâd etmiştir! Tâ senin dînin izzet ve kuvvet bulup yerleşin-ceye kadar, nasihat ve cihâdında devam etmiştir. Allah'ım, sen bizleri O'na indirdiğin Kitâb'a hakkıyla uyanlardan eyle ve bizlere dînimizde sebat ver! Bizi yarın âhirette O'na kavuştur!" İşte bâzıları böyle dua e-diyor, bâzıları da bu duaya amîn diyordu. Erkekler bu şekildeki cenaze namazlarim bitirdikten sonra kadınlar, sonra da sabiler edâ ettiler."

(İbn-i Sa'd ile Beyhekî'nin Muhammed bin İbrâhîm el-Teymî'den olan rivayeti de bu şekildedir.)

İbn-i Sa'd, Ebû Hazını el-Medenî'den rivayet eder. O şöyle diyor: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat ettikleri zaman, O'nun cenaze namazını ilk o-larak muhacirler edâ ettiler. Sonra ensâr. Bölük bölük gelip namazını kılıyor, sonra çıkıyorlardı. Sonra Medine ehli kıldı. Böylece erkekler edâ ettikten sonra kadınlar edâ ettiler. Kadınlar, âdetleri veçhile feryâd ve figân ediyorlardı. Ansızın büyük bir gürültü duyuldu. Bundan korkan kadınlar sustular. Birisi bu sırada şöyle demekteydi: "Her bir musibetin ve kaybın, Allah tarafından verilecek bir karşılığı ve bedeli vardır. Ek­siğini, Allah'ın vereceği ecir ve sevâb ile gidenlere ne mutlu! Asıl musibete uğrayan ise, sevaptan mahrum kalandır!"[23]

 

Peygamberimizin Özelliklerinden Biri de, Onun vefat Ettiği Yere Defnedilmesi ve Cenaze Namazının Üç Gün Sürmesidir

 

Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) özelliklerinden biri de, O'nun vefat ettiği yere defnedilmesi ve cenaze namazının üç gün sürmesidir. Keza kabrine ka­dife yayılması da O'nun bir özeliği idi.

İbn-i Sa'd İkrime'den şöyle nakleder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), vefatından sonra kabrinin kenarına konuldu ve üzerine namaz kılındı. vefat günü Pazartesi idi. Kabrine defnedildiği vakit ise, ertesi günün gecesridi."

Beyhekî'nin İkrime kanalıyla İbn-i Abbâs'tan rivayeti de şöyledir: "Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) cenazesi hazırlanıp kabrinin kenarına, Pazartesi gününün öğle vakitlerinde konulmuştu... Salı günü Güneş battığında ise, hâlâ insanlar O'nun namazını kılmakta idiler."

İbn-i Sa'd'ın Sehl bin Sa'd el-Sâidî'den rivayeti ise şöyledir: "Pey­gamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Pazartesi günü vefat etti... Pazartesi günü, Salı günü namazı kılınmaya devam edildi. Nihayet Çarşamba günü defnedildi." [24]

Beyhekî'nin Mekhûl'dan nakli de şöyledir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), vefatından sonra, üç gün kabrine defnedilemedi. İnsanların onun üzeri­ne kıldıkları cenaze namazı üç gün sürdü... İnsanlar; bölük bölük gelip namazını edâ ediyorlardı. Saf tutmuyorlar ve bir imama da uymuyor­lardı."

Yine Beyhekî ile İbn-i Sa'd'ın İbn-i Abbâs'tan rivayetleri de şöyledir: "Peygamber1 in (sallallahü aleyhi ve sellem) vefatından sonra, nereye defnedileceği hususunda ihtilâfa düşüldü... Bâzıları: "O'nu, Mescid'e defnedelim!" dediler. Bâzıları: "Medine Kabristanına defnedelim!" dedi. Ebû Bekir de: "Ben, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisinden duydum! O, bu hususta şöyle buyurmuştu: "Hiç bir Peygamber, vefat ettiği yerden başka bir yere defnedil-memiştir!" İşte Ebû Bekir'in bu sözü üzerine Peygamberimiz'in üzerinde vefat ettiği yatak kaldırıldı, bu yatağın serildiği yere O'nun kabri kazıldı ve O buraya defnedildi."

(Bu rivayetin, mevsûl ve mürsel başka tarikleri de bulunmakta­dır.) [25]

İbn-i Sa'dİbn-i Ebû Müleyke'den nakleder. O şöyle der: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîslerinde şöyle buyurmuştur: "Allah'ın vefat ettirdiği her bir Peygamber, ancak vefat ettiği yere defnedilmiş tir."

Beyhekî, Salim bin Ubeyd'den nakleder. Salim bin Ubeyd, Askâb-ı Suffe'den olan bir zâttır ve şöyle demiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat et­tiği zaman, Ebû Bekir gelip içeri girdi. Sonra dışarı çıktı... Bu sırada kendisine: "Resûlüîlah (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat etti mi?" diye soruldu. O da: "Evet" diye cevâb verdi. Onun bu cevâbı ile, Peygamberimiz'in artık vefat etmiş olduğunu anladılar. Sonra kendisine: "Peki O'nun namazını nasıl kıla­cağız?" diye soruldu. O da: "Önümüzde bir imam bulunmaksızın, bölük bölük girip O'nun üzerine namazını kılacaksınız" dedi. Onlar da onun dediği gibi yaptılar. Onlar daha sonra: "Peygamberimiz defnedilecek midir?" dediler. O da: "Evet" dedi. "Nereye defnedilecek?" diye sordular. O da: "Vefat ettiği yere" karşılığim verdi. Onlar da, bunun böyle yapıl­ması gerektiğini anladılar ve öyle yaptılar."

(Ebû Ya'lâ'nın rivayetine göre, Âişe, bu husustaki ihtilâf sırasında, Ali'nin dahi bu şekilde söylediğini ifâde etmiştir.)

Ahmedİbn-i Sa'd ve Beyhekî İbn-i Abbâs'tan rivayet ederler: O şöyle demiştir: "Peygamberimiz'in (sallallahü aleyhi ve sellem) vefatından sonra, O'nun kabrini kazmayı mûrad ettikleri sırada, bu işi kimin yapacağım müzâkerede bulundular. Bu sırada Medine'de müslümanların kabrini kazan iki kişi vardı. Bunlardan biri Ebû Ubeyde, diğeri de Ebû Talha idi. Ebû Ubey-de'nin usûlü şakk, Ebû Talha'nın usûlü da lahd idi. Peygamberimiz'in amcası Abbâs, iki adam çağırıp bunlardan birini Ebû Ubeyde'ye, diğerini de Ebû Talha'ya yolladı. Hangisi erken gelirse, Resûllüllah'ın kabrinin ona göre olmasını istedi ve: "Ey Allah'ım, sevgili Peygamberimiz için sen, hangisi hayırlı olacaksa, onu nasîb eyle!" diyerek de istihare, yâni ha­yırlısını Allah'tan isteme şeklinde bir duada bulundu. Ebû Talha erken bulunup erken oraya geldi ve Resûlüllah'ın kabri de böylece, lahd usûlüne göre kazılmış oldu." [26]

İbn-i Sa'dHâkim ve Beyhekî Âişe'den nakleder. O şöyle demiştir: "Ben rü'yâmda üç Ay görmüştüm... Bu üç Ay, semâdan kucağıma düş­tü... Babam Ebû Bekir'e bu rüyamın tâbirini sordum. O da dedi ki: "Yeryüzünün en hayırlı üç insanı senin odana defnedilecektir." Pey­gamber (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat ettikten sonra benim odama defnedildi. Babam da bana dedi ki: "Ey Âişeİşte senin rüyanda gördüğün üç Ay'dan birincisi ve en hayırlısı! Senin odana defnedilmiş bulunmaktadır."

İbn-i Sa'dİbn-i Abbâs'ın şöyle dediğini nakleder: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kabrine defnedilin e zden ve konulmazdan önce, altına kırmızı renkli bir kadife serildi. Sonra bunun üzerine konuldu." İşte İbn-i Abbas'ın bu rivâyetiyle ilgili olarak vekî' der ki: "Bu, sâdece Peygamberi-miz'e hâs idi. O'nun bir özelliği idi."

(Bu hadîsi, vekî'in bu sözü olmaksızın Müslim dahî rivayet etmiş­tir.) [27]

İbn-i Sa'd, Hasanın da şöyle dediğini nakletmiştir: "Resulüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz bir hadîslerinde: "Benim kabrim de lahdim açıldığı zaman, altıma şu kadifemi seriniz! Biliniz ki yeryüzü, Peygamberin ce­sedine, musallat olamaz..."

Bezzâr, sahih bir senedle İbn-i Saîd'den şöyle rivayette bulunur: Biz, Resulüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'i kabrine defnettikten sonra, aradan henüz fazla bir zaman geçmeden, kalbi erimizin çok değiştiğini hissettik..."

İbn-i Sa'dHâkim ve Beyhekî'nin Enes'ten rivayetleri de şöyledir: "Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat ettiği gün, sanki Medine'nin üzerine koyu bir zulmet çökmüştü!... Her şey, kapkaranlık idi. O'nun kabrine defnedilip ellerimizin toprağim silkeleyerek hayâta döndük... Aradan çok zaman geçmeden, kalblerimizde çok değişiklik oldu."

(Yine Hâkim ile Beyhekî'nin Enes'ten diğer bir rivayetleri de, buna yakın bir mealdedir.)[28]

 

Peygamberimizin Taziyesi Hususunda Görülen Fevkalâdelikler

 

Sahihtir kay diy leHâkim ve Beyhekî, Câbir'in şöyle dediğini rivayet etmektedirler: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat ettiği zaman melekler taziyede bulundular. Ashab-ı kiram, kendilerine taziyede bulunan me­leklerin sesini duyuyor ve fakat kendilerini göremiyorlardı. Taziyede bulunan meleklerin sözleri şöyle idi. Yâni onlar dediler ki: "Ey Peygam-ber'in ev halkı! Allah'ın selâmı, rahmeti ve berakâtı sizlerin üzerinize olsun! Biliniz ve unutmayimz ki Allah'ın indinde, her bir musibetin bir karşılığı ve ecri vardır! Herkes, sabrı ve Allah'a olan tevekkül ve tesli­miyeti nisbetinde ecir ve sevaba erecektir. O halde Allah'a sığimp O'ndan yardım dileyiniz! O'na dayanıp güveniniz!... O'ndan ecir ve sevap umunuz!... Biliniz ki, esas mahrum kişi; ecir ve sevaptan mahrum ka­landır. Haydi sabrediniz! Allah'ın selâmı, rahmeti ve bereketi hepinizin üzerine olsun!"   .

İbn-i Sa'd ile İbn-i Ebî Şeybe'nin, keza Ebû Ya'lâ'nın ve güzel bir senedle Taberânî'nin Sehl bin Sa'd'dan rivayetleri şu merkezdedir:Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîslerinde şöyle buyurdular: "insanlar, benim ve­fatımdan sonra, bana olan taziye sebebiyle, birbirlerine taziyede bulunacaklardır." İnsanlar, Peygamberimiz'in bu sözünü iyi anlayama­mışlar ve: "Acaba bunun mânâ ve mâhiyeti nedir?" demişlerdi; Ne za­man ki Peygamberimiz vefat etti, insanlar da birbirlerine olan taziyelerinde, O'nu kaybetmiş olmanın en büyük musibet olduğunu ha­tırlatarak (kendi kayıplarimn bunun yanında küçük kaldığim düşün­dürerek) taziyede ve tesellide bulunur oldular." [29]

 

Peygamberimizin Bir Özelliği de, Kabri Üzerine Namaz Kılmanın Haram Oluşudur

 

Evet, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) pek çok özelliklerinden biri de, O'nun kabri üzerine namaz kılmanın haram oluşudur. Nitekim Buhârî ve MüslimÂişe'nin şöyle dediğini ittifakla rivayet ederler: "Ben, Peygam­berin (sallallahü aleyhi ve sellem) vefatıyla neticelenen hastalığı sırasında (vefatından birkaç gün önce), O'nun şöyle buyurduğuna şâhid oldum:

"Allah, Peygamberlerin kabirlerini mescid edinen yahûdî ve nasârâya lanet etsin!"

Âişe validemiz, bu hadîsi rivayet ettikten sonra da şöyle demiştir: Eğer Peygamberimiz'in bu şiddetli yasağı olmasaydı, O'nun kabri mey­danda olurdu ve insanlar O'nun kabrini mescid edimlerdi. Fakat Pey­gamberimiz, kabrinin bir mescid (put) hâline getirilmesinden korktuğu için, bunu şiddetle yasaklamıştır!" [30]

 

Peygamberimizin Bir Özelliği de, Cesedinin Çürümemesidir

 

Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) özelliklerinden biri de, mübarek cesedinin kabrinde çürümemesidir. Nitekim İbn-i MâceEbû Nuaym, Evs bin Evs el-Sekaft'den şöyle rivayet ederler: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Günle­rinizin en faziletlisi, Cuma günüdür! Bu mübarek günde bana salât ü selâmı çok getiriniz! Çünkü sizin salât ü selâmimz bana arz edilir." Ashâb dediler ki: "Ey Allah'ın Resulü, Sen kabrinde çürüyüp gittiğin halde, bizını salât ü selâmlarımız sana nasıl arz olunur?" Peygamberi­miz de şu karşılığı verdi: "Allah, toprağa, Peygamberin cesedini yiyip çürütmeyi haram kılmıştır!" [31]

Zübeyr bin Bekkâr Hasan'dan rivayet eder. O şöyle der: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Cebrâîl'in kendisiyle konuştuğu bir Peygamberin, ölü­münden sonra bedenini yiyip çürütmesini; Allah toprağa haram kılmış­tır!"

Yine Zübeyr ile Beyhekî Ebû 7-Aliye'den rivayet ederler. O da şöyle demiştir: "Toprak, Peygamberlerin cesedini çürütmez... Yırtıcı hayvan­lar da yemez..."[32]

Peygamberimizin Kabrinde Diri Olması ve Namaz Kılması

 

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kabrinde diri olup namaz kılmaktadır. Aynı zamanda O'nun kabrinde, ümmetinin kendisine olan salât ü selâmlarım tebliğ etmekle mükellef ve müvekkel bir melek bulunmaktadır. Bu suretle Peygamberimiz de kendisine salât ü selâmda bulunanlara mukabelede bulunmaktadır.

El-Esbehânî'nin Terğîb'teki Ebû Hüreyre'den rivayetinde şöyle de­nilmiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Her kim bana, kabrimin başında salât ü selâm ederse, o bana teblîğ edilir" buyurdu. [33]

Ahmed, Nesâî, sahihtir kaydiyle HâkimBeyhekî ve Bezzârİbn-i *Mes'ûd'dan rivayet ederler. O şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyur­du: "Allah'ın, yeryüzünde dolaşmakta olan birtakım melekleri bulun­maktadır.   Bunların  vazifeleri,   ümmetimden bana  salât  ü  selâm edenlerin salât ve selâmlarim bana ulaştırmaktadır." (İbn-i Adiyy de İbn-i Abbâs'tan bunun bir benzerini rivayet etmiş­tir.)

Kâdî îsmâîl, "Peygamberimiz'e salât ü selâm'ın fazileti" hakkın­daki eserinde Ali'den şöyle rivayet eder: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Sizler, nerede bulunursanız bulunun, bana salât ü selam ediniz! Zira sizin salât ü selâmlarimz bana tebliğ olunur." [34]

Kâdî Îsmâîl, Eyyûb'tan şu rivayeti nakletmiştir: "Bana ulaşan bir habere göre, Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) getirilen salât ü selamları, O'na ulaş­tırmakla mükellef ve müvekkel bir melek bulunmaktadır."

İbn-i Râhâye İbn-i Abbâs'ın şöyle dediğini nakleder: "Ümmet-i Mu-hammed'den her kim Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) salât ü selâm gönderirse, bu buna müvekkel olan melek tarafından mutlaka Peygamber Efendimize: "Senin ümmetinden falan kişinin sana olan salât ve selâmıdır!" diyerek tebliğ olunur."

Ebû Dâvud, Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) şöyle rivayet eder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Ümmetimden herhangi bir kimse bana sâlât ü selâm getirdiği zaman, Allah mutlaka ruhumu bana iade eder de ben o kimse­nin salât ü selâmına karşılık veririm![35]

Ebû Nuaym, Saîd bin el-Müseyyeb'in şöyle dediğini nakleder: Ben, Harra Gününün gecelerinde Resûlüllah'ın Mescidi'nde kaldığım zaman, bu Mescid'de benden başka kimse yoktu. Ben ise, her namaz vakti gel­diğinde, Resûlüllah'ın kabrinden ezan sesi duyardım." [36]

(Zübeyr bin Bekkâr'ın Saîd'den rivayeti de bu merkezdedir.)

Ebû Ya'lâ ile Beyhekî'nin Enes'ten rivayetleri ise şöyledir: Pey­gamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bir hadîslerinde şöyle buyurdular: "Peygamberler, ka­birlerinde diridirler ve namaz kılarlar." [37]

İbn-i Sa'd, el-Vakıdî tarikiyle Şebel bin Aladan rivayet eder. O da babasından, şöyle demiştir: Bir gün Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Fatıma'ya hitaben buyurmuştur ki: "Kızını, ben vefat ettiğim zaman; "Innâ lillah ve innâ ileyhi râciûn!" diyerek istircâda bulun. Zira Allah'ın indinde her bir musibetin karşılığı, ecir ve sevabı vardır..."

İbn-i Sa'd'ınAta bin Ebû Rebâh'tan rivayeti de şöyledir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), bir defasında buyurdu ki: "Sizden biriniz bir musibetle karşılaş­tığı zaman, benim hakkımdaki musibetini hatırlasın! (Benim için "Pey-gamberimiz'i kaybetmiş olmaktan daha büyük musibet mi olur?" diyerek, musibetinin acısını hafifletmeye çalışsın...) Zira bir müslüma-nın en büyük musibeti, beni kaybetmiş olması sebebiyle uğradığı musibettir."

Beyhekî ise Ümmü Seleme den nakleder: O, bir gün, Peygamber'i (sallallahü aleyhi ve sellem) kaybetmiş olmayı hatırlar ve: "Bışımıza çöken, ne büyük bir musibettir, hey!... Biz, Peygamberimiz'i kaybettikten sonra, başımıza gelen musibetlerin her biri, bize çok hafif gelmiştir. Zira, o sırada biz, esas musibetimiz olan Peygamber'i (sallallahü aleyhi ve sellem) kaybetmiş olduğumuzu ha­tırlar, böylece diğer musibetler gözümüzde küçülür giderdi." demiştir.[38]

Peygamberimizin vefatim Müteakib Vukua Gelen Fevkalâdelikler

 

Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) vefatim müteâkıb, ashâb-ı kirâm'ın savaşla­rında ve diğer benzeri yerlerde de birtakım fevkalâde olaylar vukua gelmiştir. Buna daîr çeşitli haber ve rivayetler bulunmaktadır. Şimdi bunları sırayla zikredelim:

Ebû Nuaym'in rivayetine göre; Ebû Hüreyre şöyle demiştir: Ben, Alâ bin el-Hadramî ile birlikte sefere çıktım. Bu seferimiz esnasında kendisinden öyle şaşılacak fevkalâdelikler gördüm ki, bunların hangisi diğerinden daha üstün idi bilemem... Dicle kıyısına vardığımız zaman, karşı tarafa geçmek için gemimiz yoktu... O bu sırada dedi ki: "Haydi, besmele çekip yüce Allah'ın adım anarak, develerimiz üzerinde karşı tarafa geçiyoruz!" O, bu enirini verdi. Bizler de ona uyarak "Bismillah!" deyip develerimizi suyun üzerine sürdük. Salimen karşı tarafa geçtik... Baktık ki, sâdece develerimizin ayaklarimn altı ıslanmıştı... Seferden dönüş sırasındaydı. Çölde gidiyorduk... Suyumuz kalmamıştı. Kendisi­ne durumu haber verdik... O hemen iki rek'at namaz kılıp dua etmeye başladı. Derken kalkan büyüklüğünde bir bulut belirdi. Sonra kırbadan dökülürcesine yağmur yağdı. Biz de hem suya kandık, hem de bütün su kablarımızı doldurduk... Hayvanlarımızı da bir güzel suya kandırdık... Derken Alâ bin el-Hadramî vefat etti... Biz de onun namazını kılıp def­nettik. Sonra yolumuza devam etmeye başladık... Derken, yırtıcı hay­vanların gelip onun kumsaldaki kabrini deşerler ve cesedini yerler diye endişe edip geri döndük... Ne kadar aradıksa da onun kabrini bulama­dık..."

 (İbn-i Sa'd'ın rivayetinde de Ebû Hüreyre'nin: "Aradık fakat kabri­nin yerini bulamadık" dediği kaydedilmiştir.)

Ebû Nuaym İbn-i'd-Dakîl'den nakleder. O şöyle der: îslâm başku­mandanı Sa'd İbn-i Ebî'l-Vakkâs, trân fütuhatına giriştiği zaman, Nehreşîr'e vardığında karşı tarafa geçebilmeleri için gemi bulamadı. Emir verdi ise de, hiç bir gemi te'ınîn edilemedi. Safer ayimn bâzı günlerini beklemekle geçirdiler, Birgün rü'yâsında İslâm askerinin atlarimn Dicle suyu üzerinden karşı tarafa geçtiklerini gördü... Dicle'de o günlerde büyük bir medd olayı yaşanmakta idi. Suyu çok kabarmıştı... Sa'd, gör­düğü rü'yâ üzerine hayli düşündü. Sonra askerlerini toplayıp onlara dedi ki: "Ben, bu nehrin üzerinden geçmeye kesin karar verdim! İnşâallah salimen nehri geçip Medâin'i fethedeceğiz!" Askerlerin ileri gelenleri de onun bu kararim iyi ve yerinde buldular. Bütün askerlere ilân edildi ve denildi ki:

"Haydi hepiniz, "Allah'a sığimp O'na tevekkül ettik! Allah bize kâfidir! ve O, ne güzel vekildir!... Bütün güç ve kuvvet, sâdece ve sâdece yüce ve büyük olan Allah iledir" deyiniz."

Bütün askerler; böyle diyerek Allah'a sığimp tevekkül ettiler. Sonra atlarim Dicle'nin azmış ve kabarmış suyuna sürdüler. Sanki on­lar, atlarına değil de kabaran ve coşan dalgalara binmişlerdi. Dalgalar, etrafa köpük saçıyordu. Suyun yüzü, koyu karanlık idi. Müslümanlar ise, sanki karada gidiyorlarimş gibi, birbirleriyle konuşup şakalaşarak, neşe ve huzur içinde karşıya geçiyorlardı ve geçmişlerdi bile... Tabiî karşı tarafın hesabında böyle bir şey yoktu... Netice İslâm askerlerinin kesin zaferiydi. Tek ve kesin bir hamle ile Medâin'i ele geçirmişlerdi. Iran kralimn (Kisrâ) Sîrîn'in ve daha sonrakilerin köşklerindeki bütün mallar, müslümanların ganimeti oluvermişti. Artık, Kisrâ'nın başşehri diye bir Medâin yoktu... İşte müslümanlar, Sa^d'ın kumandasında bu şekilde bu şehri; hicretin on altıncı yılında, Safer ayı içinde fethetmiş o-luyorlardı. [39]

Ebû Nuaym, Ebû Osman en-Nehdî'den, Sa'd'ın, askerlerini atları­nı suya sürerek Dicle'yi geçmeye davet edişiyle ilgili olarak şöyle nakle­der: "Atlarımızı ve bütün hayvanlarımızı Sa'd'ın daveti (emri) üzerine Dicle suyuna sürdük. Dicle'nin yüzünü öylesine kapladık ki, bu taraftan öbür tarafa kadar asker dolu idi. Hiç kimse suyun yüzünü göremiyordu. Öbür tarafa geçtiğimiz zaman, atlarımız yelelerini silkeliyor, kişneyerek karşı tarafa ses veriyordu. Bunu gören İranlılar, hiç arkalarına dönüp bakmadan kaçıyorlardı. Biz bu şekilde Dicle'den geçerken, hiç bir zâyiât da vermedik... Sâdece askerin birinin su kabı, bağı koparak düşmüştü... Aynı asker, suyun Öbür tarafına çıktığı zaman, su kabim kenarda gör­müş ve eğilip almıştır..."

Ebû Nuaym'ın, Ebû Bekir bin Hafs bin Ömer'den rivayeti de şöy­ledir: Biz bu şekilde Dicle'nin karşı tarafına geçerken, komutanımız Sa'd'ın yanında Selmân gitmekteydi. Sa'd şöyle diyordu: "Hasbünallahü ve ni'ınelvekîl! Allah bize yeter, O ne güzel vekîl'dir! Vallahi, Allah kendi dostlarına yardım edecek, kendi dînini muzaffer kılacak, düşmanı hezimete uğratacaktır!... Eğer, bu orduda, sevablanmıza baskın çıkan günahlar yoksa, muhakkak bu böyle olacaktır!... Sa'd'ın bu sözünden sonra Selmân da şöyle diyordu: "Vallahi, Allah'ın bu dostları (evliyası) için, denizlerin bu şekilde itaat etmesi kadar lâyık ve güzel bir şey ola­maz! Baksanıza, deniz kendilerine bir kara parçası gibi itaat etmekte­dir" İşte onlar; böylece karşıya geçtiler. Salimen öbür yakaya çıkıp hiç bir zâyiât vermediler. Suyun yüzünden geçerken konuşup şakalaşmaları da, karada giderken yaptıkları konuşmalardan hiç de az değildi..."

Yine Ebû Nuaym, Umeyr el-Sâidî'den şu nakilde bulunur: "Müs­lümanlar komutanları Sa'd'ın emriyle, atlarim suya sürdüler. Selmân, Sa'd'ın yambaşmda idi. Sa'd: "Bu, hiç şüphesiz, Azîz ve Alîm olan Al­lah'ın bir takdiridir!" diyordu. Dicle ise, son derece coşkun, dolup taş­makta idi. Atlarımız ise elbette yoruluyordu. Dalgalar sanki küçük tepecikler gibiydi. Yorulan atım da, sanki kara parçasında topraktan bir tepecik üzerinde dinlenircesine bu dalgalar üzerinde istirahat ediyor, sonra yüzmeye başlıyordu. İşte bizim Medâin seferimizde; bundan daha hayret verici bir Fevkalâdelik olmamıştır. Bu sebeptendir ki, bizını bu seferimize ve günümüze "Yevmü'l-Cerâsîm" denilmiştir ki bununla, Dicle'nin kabaran dalgaları anlatılmak istenilmiştir. Zira yorulan atla­rımız, sanki önlerine çıkan bir küçük tepe üzerinde dinleniyor, sonra yüzmeye devam ediyordu..."

Ebû Nuaym'in rivayetine göre, Habîb bin Sahbân da bir noktayı belirtmek üzere şöyle demiştir: "İslâm askerinin Medâin seferi sırasında, atlarim suya sürerek Dicle'nin öbür yakasına geçtiklerini gören iran­lı'lar; gördüklerine inanamayıp şaşırmışlar ve: "Bunlar, insan değildir! Olsa olsa cinler ve perilerdir" demekten kendilerini alamamışlardır..."

Ahmed el-Zühd adlı kitabında, Beyhekî sahihtir kaydıyle Sü­leyman bin Mugîra'dan şöyle rivayet ederler: "Humeyd'in dediğine göre, Ebû Müslim el-Havlânî Dicle'ye geldiği zaman, Dicle'nin suyu kabarmış, dalgalar odun taşımakta ve atmakta imiş... Buna rağmen Ebû Müslim suyun üzerinden geçip gitmiş... Ahmed'in rivâyetindeki ifâde şöyledir: "Dicle'nin kenarına geldiği zaman durup Allah'a ham'd ü senada bulun­muş ve Allah'ı zikretmiş... Sonra Isrâîl Oğullarimn denizi geçmelerini Allah'ın nasıl kolaylaştırdığım yâdetmiş... Sonra hayvanim suya süre­rek selâmetle karşı tarafa geçmiştir.... Tabiî arkasındaki insanlar da ona tabî olarak hayvanlarim Dicle'ye sürmüşler ve onunla birlikte geçmislerdir. Karşıya geçildiği sırada Ebû Müslim, arkadaşlarına dönmüş ve demiştir ki: "Bir şeyiniz zayi olduysa söyleyiniz: Allah'a dua edeyim de neyiniz kayıpsa iade etsin."

Ebû Ya'lâBeyhekî ve Ebû Nuaym Ebû's-Sefer'den şöyle nakleder­ler: Hâlid bin Velîd, el-Hîra'yı ele geçirdiği zaman, kendisine: "Sakın buranın ânında insanı öldüren zehirleriyle düşmanlar, bir hilesini yapıp seni Öldürmesinler!" şeklinde bir uyarıda bulundular. Hâlid: "Peki siz şimdi bana, o dediğiniz zehirden getiriniz!" dedi. Getirdiler. Halid zehiri eline aldı ve: "Bismillah!" diyerek içti... Zehirin ona hiç bir zararı do­kunmadı."

(Bu haberi, Ebû Nuaym, diğer vecihlerden de rivayet etmiştir.)

Yine Ebû Nuaym'ın çıkardığı bir habere göre, el-Kelbl şöyle demiş­tir: "Hâlid bin Velîd, Ebû Bekr'in halifeliği zamanında el-Hîra'yı fethet­mek üzere yürüdüğü zaman, Hıra'lılar Abdü'l-Mesîh adındaki adamı ona elçi olarak gönderdiler. Abdü'l-Mesîh yanında, insanı ânında öldü­ren zehir taşıyordu. Halîd'i bu hususta uyarıp dikkatli olmaya çağır­mışlardı. Hâlid ona: "Yanında, insanı ânında öldüren zehirden var mı?" dedi. Abdü'l-Mesîh de "evet" karşılığim verdi. Hâlid: "Peki onu bana ver bakayım!" dedi. O da verdi. Hâlid, ondan aldığı zehire baktı, sonra "Bis­millah" diyerek o zehiri içti... "Bismillah!" diyerek Allah'a sığınan bir kimseye, Allah'ın adıyla birlikte hiç bir şeyin zarar veremeyeceğini de söyledi. Baktılar ki, Hâlid'e içtiği bu zehir, hiç bir zarar vermedi. Bunu böylece ve şaşkınlıkla izleyen Abdü'l-Mesîh, derhal kavminin yanına döndü ve onlara hitaben şöyle dedi: "Ey kavmim, sizin beni elçi olarak gönderdiğiniz müsllümanlann lideri ve sahih adamları; bizce meşhur olan o ânında adamı öldüren zehiri alıp içti de, kendisine hiç bir zarar vermedi!... Bu, onlara bahşedilmiş Fevkalâde bir şey değil midir?"

İbn-i Ebü'd-Dünyâ da sahih bir senedle Hayseme'nin şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Adamın biri Hâlid bin velid'in yanına geldi. Adamın yanında şArap tulumu vardı. Hâlid adama hitaben: "Tulumunda ne var?" dedi. Adam: "Sirke var" dedi. Hâlid de: "Allah onu gerçekten sirke kılsın!" dedi. Açıp baktılar, hakîkaten içindeki sirke olmuştu... Halbuki o, sirke değil, şArap idi." (Bir defasında da birinin şarabı, Halid'in duası ile bala dönüşmüştü.)

Muharib bin Disâr'dan İbn-i Sa'd'ın naklettiği haber de şöyledir: "Bir gün şikâyeti olanlardan biri Halid bin velid'e gelip: "Senin askeri­nin içinde şArap içen var!" dedi. Bunun üzerine Hâlid, derhal askerin i-çine teftişe çıktı... Dolaşırken, tulumunda şArap olan birinin yanına geldi. Ona dedi ki: "Senin şu tulumunun içinde ne var?" Adam: "Bunun içinde sirke var" cevabim verdi. Hâlid de dedi ki: "Ey Allah'ım, şu kulunu yalancı çıkarma! Tulumun içindekini sirke eyle." Halid'in bu duasından sonra, tulumun içinde ne olduğuna baktılar. îçindekinin sirke olduğunu gördüler. Tulumun sahibi dedi ki: "Bu, Hâlid'in duasının neticesidir..."

Ebû Nuaym Haris bin Abdullah el-Ezdî'den naklediyor. O şöyle diyor: "Ebû Ubeydetü'bnül-Cerrâh Yermûk'e indiği zaman, Rum askeri­nin komutanı, kendi adamlarimn sayılılarından birini ona gönderdi. Gönderilen bu adamın adı Cercîr idi. Ebû Ubeyde'ye geldiği zaman dedi ki: "Ben, Rum Kralı'nın Samdaki Valisi tarafından sana gönderilmiş bir elçiyim. Beni sana elçi olarak gönderen der ki: "Bana, akıllılarimzdan bir adam gönder. Ben onunla konuşayım ve sizin ne istediğinizi ondan öğ­reneyim?'1 Bunun üzerine Ebû Ubeyde, Hâlid'e hitaben: "Hâlid, ona elçi olarak sen git" dedi. Hâlid de: "Sabah olunca erkenden giderim!" dedi. Namaz vakti olduğu için, müslümanlar namazlarım kıldılar. Rumların elçisi Cercîr ise, müslümanlann namaz kılışlarım hayranlık ve dikkatle izliyordu. Namaz kılimp, dua edildikten sonra Cercîr, Ebû Ubeyde'ye:'Yirmi küsur sene oldu. Kimimiz, Peygamberimizin davetinin ilk yılla­rında, kimimiz de son yıllarında müslümanlığı kabul etmiştir" diye ce-vablandırdı. Cercîr: "Peki, Peygamberiniz kendisinden sonra Peygamber geleceğini de haber verdi mi?" diye sordu. Ebû Ubeyd ise şu cevabı verdi: "Hayır, böyle bir şey demedi. Bilakis, kendisinden sonra bir daha pey­gamber gelmeyeceğini haber verdi. Aynı zamanda Îsâ İbn-i Meryem'in, kendisinin geleceğini kavmine bildirmiş olduğunu da bize haber verdi..." Rûm elçisi bunun üzerine dedi ki: "Ben buna, candan şehâdet ederim. Evet, Îsa (aleyhisselâm), bize Râkib-i Cemel'in (deveye binen bir Peygamberin) geleceğini haber vermiştir. Ben bunun, sizin Peygamberiniz olduğunu zannediyorum. Eğer Peygamberiniz Îsâ hakkında bir şey söylemişse, onu bana haber veriniz! Hem müslümanlar olarak sizin Îsâ hakkındaki sözünüz nedir? Ben bunu da sizden duymak istiyorum..." Bunun üzerine Ebû Ubeyde dedi ki: "Bizim Îsâ hakkındaki sözümüz, Allah'ın bu hu­sustaki âyetlerinin haber verdiği şeylerdir. Onlardan bâzılarim sana haber vereyim: Yüce Allah bir âyetinde şöyle buyurur: "Şüphesiz Allah indinde isa'nın meseli, Âdem'in meseli gibidir. O onu, topraktan yarat­mıştır." [40] Yüce Allah, bir âyetinde de şöyle buyurur: "de ki: "Ey kitâb ehli olanlar! Sakın dîninizde aşırılığa gitmeyiniz..." [41]

Ebû Ubeyde'nin bu söylediklerini tercüman; Rum'un elçisi Cercîr'e Rumca'ya aktararak anlattı... Cercîr bunun üzerine çok duygulandı ve hemen şöyle dedi: "Ben, bunun gerçekten isa'nın sıfatım haber verdiğine inanıyorum ve ben hiç tereddüde yer vermeksizin sizin Peygamberinizin doğruluğunu da tasdik ediyorum! ve O, gerçekten bizim Peygamberimiz isa'nın bize haber verdiği Peygamberdir!" Cercîr, İşte bunları söyledik­ten sonra orada, müslümanlığı kabul etti..."

Ebû Ya'lânın Amr bin el-Âs'tan rivayeti ise şöyledir: "Başlarında ben olmak üzere, bir miktar İslâm askeri yola çıktık ve iskenderiye'ye geldik. Buranın büyüklerinden biri dedi ki: "Kendisiyle konuşmak üzere, akıllılarimzdan birini bana elçi olarak gönderiniz..." Ben de bunun üze­rine, onunla konuşmak üzere gittim. Kendisine dedim ki: "Biz, Arabız ve Allah'ın evi olan Kabe'nin adamlarıyız... Bizını arazîmiz çok dar, geliri­miz de pek az idi. Mecburen leş ve kan yiyorduk... Bâzan da birbirimize baskınlar yapıp elimize ne geçerse yağmalıyorduk... Derken bizını içi­mizden bir adam çıktı. Bu adam, zengin birisi değildi. Fakat kendisinin Peygamber olduğunu îlân etti... Bize, o zamana kadar bizını bilmediği­miz şeyler emderiyor ve bâzı şeyleri de bize yasaklıyordu. Bizını ve a-talanmızın üzerinde bulunduğumuz puta tapıcılığı da, çok açık bir şekilde menediyordu. Biz, bu sebeble kendisine karşı koyduk ve O'nun bize söylediklerini kabule yanaşmadık... Fakat başkaları O'na inandı ve arka çıktı... O'na inananlar dediler ki: "Ey Allah'ın Resulü, biz seni, bü­tün söylediklerinde tasdik ediyoruz! Sana inanıyor ve tâbi oluyoruz! Seni ve senin dînini, malımız ve canımızla koruyacağımıza kesin olarak söz veriyoruz." Bunun üzerine O da, bizden ayrılıp onlara katıldı. (Onların şehri olan Medine'ye göç etti...) Biz de kendisiyle savaştık... Fakat O bize gâlib geldi ve Beytüllah'ın bulunduğu Mekke'yi fethetti... Biz de sonunda hepimiz müslümanhğı kabul ettik ve şimdi de müslümanlık uğrunda savaşmaya başladık..." O, benim bu sözlerimi dikkatle dinledi ve bana dedi ki: "Evet, Allah'ın Resulü sizlere hep doğruyu söylemiştir. Bizim Peygamberlerimiz de, hep bunları tebliğ etmişlerdir, aslında... Fakat bizını aramızdan iki adam çıkıp, bizim dînimizin aslım bozarak kendi hevâ ve hevesleri istikâmetinde insanları sevketmişlerdir. Eğer sizler, başkalarimn te'sîrinde kalmadan, aynen Peygamberinizin gös­terdiği yoldan giderseniz, mücâdelelerinizde sizi kimse mağlûb ede­mez... Eğer siz de sonradan hevâ ve hevesinize uyar, Peygamberinizin yolundan ayrıhrsanız, sayimz ne kadar çok da olsa, yine sonunda perişan olursunuz..."

Buhârî ve Beyhekî Enes'ten rivayet ederler. O şöyle demiştir: "Ömer bin el-Hattâb, kıtlık ve kuraklık sebebiyle yağmur duasına çıkıldığı za­man, Peygamberimiz'in amcası Abbâs ile istiskâda bulunurdu. Onu öne geçirip dua ettirerek, yağmur yağdırması için Allah'a tevessül ederdi. İşte birgün böyle yağmur duasına çıkıldığında, şöyle dedi:

"Allah'ım, bizler Sana, Peygamberimiz ile tevessül ederdik de Sen bize yağmurunu indirerek lutufda bulunurdun! İşte şimdi ise, Peygam­berimiz'in amcası ile Sana tevessülde bulunuyoruz! Ey Allah'ım, bize bugün dahî yağmurunu yağdırmakla ihsanda bulun!..." ve bunun üze­rine yağmur yağdı..."

İbn-i Sa'd ve Beyhekî Sabit el-Benânî'den şöyle rivayet ederler: Enes bin Mâlik'in arazisine bakan adamı gelip dedi ki: "Ey Enes, arazîn yağ-mursuzluktan kurumuştur." Bunun üzerine Enes, kalkıp namaz kıldı ve Yüce Allah'a dua ve niyazda bulundu. Derken bulutlar belirmeye başla­dı. Çok geçmeden de yağmur yağmaya başladı. O kadar bol yağdı ki, Enes'in büyük su havuzu dahi dolmuştu... Enes, durumu görüp sevindi ve adamlarından birini göndererek yağmurun nerelere kadar yağmış olduğunu anlamak istedi. Fakat adamın getirdiği haber çok hayret verici idi. Zira Enes'in adamı kontroldan döndüğünde dedi ki: "Yağan yağmur, senin arazînin sınırından dışarı düşmemiştir!"[42]

(Bu mealdeki bir rivayeti de İbn-i Sa'd, Sümâme bin Abdullah'tan nakletmiş tir.)

İbn-i Sa'dİbn-i Ömer'in âzadlısı Nafi' ile Zeyd bin Eşlemden şu haberi nakletmiştir: "Bir Cuma günü, Ömer bin el-Hattâb hutbesini o-kumakta iken:

"Ey Sariye bin Zenîm! Dağa dikkat et dağa! (dağa tırmanimz ve kurtulunuz!) Bilesin ki, sürünün başına çoban diye kurtları bırakan bi­risi, gerçekten de zulmetmiş olur" diye bir söz söyledi. Sonra hutbesine kaldığı yerden devam ederek tamamladı. Oradakiler ise, bu-arada söy­lenen sözden bir şey anhyamadılar. Nihayet Sâriye seferinden dönüp Medine'ye geldi ve gidip Ömer'i gördü... O'na dedi ki: "Ey mü'ıninlerin emiri, ben askerlerimle birlikte düşmanı muhasara ettiğim bir sırada, dağın eteğinde bulunuyorduk. Bulunduğumuz yer de biraz çukur idi. Düşman ise, kalenin içindeydi. Kale oldukça yüksekte idi. İşte tam bu sırada ben bir ses duydum! Duyduğum ses bağırarak diyordu ki: "Yâ Sâriye bin Zenim, dağa tırman» dağa!" Ben de arkadaşlarımla birlikte dağın zirvesine doğru tırmanışa geçtim... Sonra aradan fazla bir zaman geçmeden, o kal'anın fethini Yüce Allah bize müyesser kıldı..."

Bir ara Ömer'e soruldu: "Senin o Cuma hutbesi esnasında, "Ey Sâriye!..." diye söylediğin söz ne idi?" Ömer de şu karşılığı verdi: "Val­lahi ben o sözü, düşünüp hazırhyarak söylemiş değilim! Öyle.bir söz İşte... Dilime geldi, ben de söyleyiverdim." [43]

Bârûdl ve İbn-i Seken İbn-i Ömer'den rivayet eder: O şöyle demiştir: Halife Osman minberde hutbe okumakta iken, Cahcâh el-Gıfârî ayağa kalkarak halîfe Osman'ın yanına gitti. Onun asâsmı elinden alıp dizleri üzerine vurarak kırdı. Bir sene geçmemişti ki Cahcah'ın elinde uyuz hastalığı çıkıp eli dökülmeye başladı. Hastalık ilerledi. Senesi dolmadan da bu yüzden ölüp gitti..."

(Yine İbn-i Sekenin Füleyh bin Selimden nakline göre, Füleyh'in babası ve amcası bu olayda hazır bulunmuşlardır ve şöyle anlatmışlar­dır: "O gün Cahcah Hazret-i Osman'ın elinden asâsmı alıp kırdı, insanlar şaşkınlıkla bağırdılar. Cenâb-ı Allah, Cahcâh'ın dizlerine ve eline bir uyuz hastalığı verdi. Senesini doldurmadan bu yüzden Ölüp gitti...) [44]

Beyhekî'nin nakline göre, Hubeyb bin Mesleme, kendi başından geçen bir olayı şöyle anlatmıştır: "Ben, bir grup askerin komutanı olarak gazaya çıkmıştım... Düşmanla karşılaştığımızda, Sevgili Peygamberi­mizin bir hadîsini hatırladım. Peygamberimiz bu hadîslerinde şöyle buyuruyorlardı:

"Bazı müslümanlar bir araya toplanır, içlerinden biri dua eder, diğerleri de bu duaya âmîn derlerse; Allah teâla onların bu duasını mu­hakkak kabul buyurur." Ben de buna göre dua etmek üzere Yüce. Allah'a hamd ü senada bulundum ve şöyle dua ettim: "Ey Allah'ım, biz müslü-man kullarimn kanlarim sen muhafaza eyle! Bizi öldürmeleri için düş­mana fırsat verme! Bununla birlikte bize yine şehid sevabı ver." Biz bu durumda, gerçekten büyük bir tehlike ile karşı karşıya idik... Sonra baktık, düşman askerlerinin komutanı atından inip çadırına girdi ve bize saldırmaktan vazgeçti..."

İbn-i Ebi'd-dünyâ ve Beyhekî, yine Hubeyb'den şöyle rivayet eder­ler: Ben bir defasında bir kaleyi kuşatmış fethe çalışıyordum... Düşman da bütün gücüyle dayanıp mukavemet ediyordu. Ben de bütün îmân ve ruhumla: "Lâ havle vela kuvvete illa billahi" diyerek, güç ve kuvvetin ancak Allah ile olduğunu dile getirdim... Bütün askerin de böyle söylemelerini emrettim. Onlar da bunu söylediler. Bu şekilde hep beraber Allah'a sığındıktan sonra, bir hamle daha yaptık, kale yerle bir oluver­di..."

Ebû Nuaym'in rivayetine göre Enes şöyle demiştir: "Ebû Talha, gazaya çıkmıştı... Denizde giderken hastalanıp öldü... Arkadaşları bir kara parçası veya adaya rastladıklarında cenazesini defnetmek üzere yola devam ettiler. Fakat yedi gün gittikleri halde, bir adaya rastlama­dılar. Bu müddet zarfında Ebû Talha'nın cesedi hiç bozulmadı. Onu, ancak yedi gün sonra defnedebildiler..."[45]

 

Peygamberimiz Zamanından Beri Devam Edip Gelmiş Bulunan Bir Mucize

 

Ebû Nuaym İbn-i Ömer'den şöyle rivayet etmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Hacc ibâdeti kabul olunan bir kimsenin, Cemreler'e attığı taşlar, semâya ref olunur."

(Ebû Nuaym ile Beyhekî'nin Ebû Saîd el-Hudrî'den sevkettikîeri rivayet de bu mealdedir.)

Bir de bu hususta Ebû Nuaym ile Beyhekî'nin İbn-i Abbâs'tan rivayetleri var, O şöyle demiştir: "Atılan taşların kabul edilenleri semâya kaldırılmaktadır. Böyle olmasaydı, dağ gibi yığılırdı..." Ebû Nuaym da, bunun üzerine şöyle demektedir: "İşte bu, Peyganıber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) pey­gamberliğinin sıhhatine ve Onun şerîatinin haca vâcib kılışına, büyük bir alâmet ve mucize teşkil eder..."[46]

[17] Nisa suresi, 69

[31] Bunu, Hâkimİbn-i Hıbban ve Nesaİ de rivayet etmişlerdir.

[40] Al-i Imran suresi, 59

[41] Maide suresi, 77

 


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar