EL-HASÂİSU'L-KÜBRÂ PEYGAMBER EFENDİMİZ VE MU'CİZELERİ 8
28
PEYGAMBERİMİZİN, ÜMMETİNE DEĞİL DE KENDİSİNE HAS ÖZELLİKLERİNİN ANLATILACAĞI
BİR BÖLÜM
Bunların Bazıları Peygamberimiz İçin Vacib, Bazıları
Haram, Bazıları Mubah, Bazıları da Keramet Olan Özelliklerdir ve Bundan Önce Anlatılmamış Olanlardır
Bu nevi özellikleri âlimlerimizden bâzıları, müstakil eserler
yazarak bildirmişlerdir. Bilhassa bu konuya dokunanlar, Şafiî mezhebi âlimleri
olmuş ve onlar da bunları özellikle fıkıh kitaplarimn "Nikah"
bölümünde belirtmişlerdir. Fakat kendi konusuna giren
meselelerin hepsini yazmamışlardır. Ben ise bunu, burada herhangi bir eksik bırakmaksızın
belirtmeye çalışacağım, İnşallah...
Bu nevî özelliklerden bâzılarimn Peygamberimiz üzerine
vâcib olmasının hikmeti: Peygamberimizin Allah'a olan yakınlığimn daha da artması ve
derecesinin daha fazla yükselmesidir. Nitekim sahih olarak rivayet
edilen hadîslerin birinde aynen şöyle buyurulmuştur:
"Bana yakınlık kazanan kullarımdan
hiç biri, Benim onlara farz kıldığım ibâdetlerle kazandıkları yakınlık gibi,
hiçbir şeyle yakınlık kazanmış olamazlar..." [1]
Yine, hadîs olarak
söylenen bir söz vardır ki, şu anlamdadır: "Farz'ın sevabı, yetmiş mendubun sevabına denk gelir." İşte bu
rivayetlere dayanarak, bâzı özelliklerin Peygamberimiz'e vacip kılınmış olmasının hikmetini, o şekilde
anlamak ve ifâde etmek mümkün görülmektedir. Burada bunu böylece belirttikten
sonra, şimdi bu bölümdeki özelliklerden önce Peygamberimiz'e
vâcib olan özellikleri görelim:[2]
Peygamberimizin Özelliklerinden; Gece Namazının, Vitir
Namazının, Sabah Namazının Sünneti Dediğimiz İki Rekatın, Kuşluk Namazının,
Misvak Kullanmanın ve Kurban Kesmenin Kendisine Vacib Olması
Yüce Allah, Kitâb-ı Kerim'indeki bir âyette şöyle
buyurmaktadır: "Gecenin bir kısmında, sana mahsûs bir nafile namaz kılmak
üzere uyan, belki böylece
Rabb'in seni, övülmüş bir makama ulaştırır!" [3]
İşte bu âyetle ilgili olarak Taberânî Ebû Ümâme'nin de şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Bu gece namazı, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) için bir nafile, sizler için de
bir fazilet idi."
Yine Taberânî ve Beyhekî, Âişe'den şöyle rivayet ederler;
"Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Üç şey vardır ki, bunlar benim için farz, sizin üzerinize
ise sünnettir: Vitir namazı, misvak kullanmak ve gece namazı" buyurdu.[4]
Ebû Dâvud, İbn-i Huzeyme, İbn-i Hibbân, Hâkim ve Beyhekî'nin Abdullah bin Hamala
el-Gasîl'den olan rivayetleri de şöyledir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), önceleri her namaz için yeni bir abdest alırdı. Emir böyleydi. Abdesti olsun olmasın, her namaz için mutlaka
abdest almakla mükellefti. Bu kendisine zor gelmişti. Bunun yerine, misvakla
emro-lundu. O da, abdesti varsa, abdest almaz, fakat mutlaka dişlerini misvaklardı.
Ancak abdesti bozulduğu zaman abdest alırdı."[5]
Peygamberimizin, Ashabı ile İstişarede Bulunmasının Kendisine
Vacib Kılınması
Peygamberimizin üzerine vâcib
kılınan Özelliklerden biri de, O'nun ashabı ile istişarelerde bulunmasıdır. Nitekim Yüce Allah bir âyetinde
şöyle buyurmaktadır: "...ve yapacağın işler hakkında da onlarla
istişarelerde
bulun..." [6]
İbn-i Adiyy ve Beyhekî'nin konuyla ilgili İbn-i Abbâs'tan naklettikleri hadîs şöyledir; Bu âyet-i celîle
nazil olduğu zaman, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdular:
"Aslında Allah ve resulü, istişarede
bulunmaktan ganîdirler! Fakat yüce Allah bunu, bize emretmekle; ümmetim için
bir rahmetin tecellîsine vesîle kılmıştır."[7]
Hâkim Tirmizî'de Âişe'den şöyle nakletmiştir: Bir defasında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Allah bana, farzların aynen edâ
edilip yerine getirilmesini emrettiği gibi, insanlarla istişarede
bulunup onları güzelce idare etmemi de emretmiştir." [8]
İbn-i Ebî Hatim de bu konuda Ebû
Hüreyre'den şu rivayette bulunur: "Ben, Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) ashabı ile istişare ettiği kadar, bir baş-' kasının istişareye önem verdiğini hiç görmedim!" [9]
Hâkim Ali'den rivayetle Peygamberimiz'in şöyle dediğini nakleder: "Eğer ben, istişare etmeksizin yerime geçecek olan halîfeyi tâyin
edecek olsaydım, hiç şüphesiz Ümmü Abd'in oğlunu (Abdullah İbn-i Mes'ûd'u) tâyin ederdim!" [10]
Ahmed, Abdurrahmân bin Ganem'den
rivayet eder: O şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Ebû Bekir ve Ömer'e hitaben şöyle buyurdu: "Eğer siz ikiniz bir iş üzerine ittifak ederseniz, ben
size muhalefet etmem!" [11]
Hâkim, Hubâb bin Münzir'den şöyle
nakleder; "Ben, Feygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) iki hususu işaret ettim (tavsiyede bulundum.) O da bu her iki
hususu kabul buyurdu. Birincisi: Bedir'e kendisiyle beraber ben de çıkmıştım.
Askerini suyun beri tarafına yerleştirdiği zaman, ben kendisine yaklaşıp: "Ey Allah'ın Resulü, siz askeri buraya
Allah'tan aldığimz bir vahye dayanarak mı, yoksa kendi düşünce
ve tedbîriniz olarak mı yerleştirdiniz?" dedim... O da bana: "Kendi düşüncem olarak yâ Hubâb!" diyerek cevap verdi. Ben
de bunun üzerine dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, doğru olanı; askerini
suyun öbür tarafına yerleştirip suyu arkamıza
almamızdır. Bu suretle suyun bulunduğu yeri, kendi kontrolümüzde tutmuş
oluruz." Peygamberimiz, benim bu tavsiyemi derhal kabul
buyurdu.
İkincisi: Cebrâîl gelip O'na sormuş:
"Ey Allah'ın Resulü, siz, dünyâda ashabimzla birlikte olmayı ve kalmayı mı tercîh edersiniz, yoksa
Rabbiniz'e dönüp O'nun size va'd
buyuduğu Naîm cennetinde bulunmayı mı?" O,
bu hususu ashabı ile istişarede bulundu. Ashâb da:
"Ey Allah'ın Resulü, şüphesiz bizler seninle
beraber olmayı severiz. Bize ilâhî vahiy olarak verdiğiniz haberleri vermeye devam
eder, düşmanlarımızın eksik taraflarından bizleri
haberdâr kılar, aynı zamanda Allah'ın bize yardımcı olması için hakkımızda
duacı olursunuz" dediler. Bu sırada Resûlüllah bana hitaben: "Sen ne
diye konuşmuyorsun, yâ Hubâb?" buyurdu. Ben de dedim ki:
"Ey Allah'ın Resulü, sen, Rabbinin senin için seçtiği hangisi ise, onu seç."
Resûlüllah, benim bu tavsiyemi de kabul buyurdu."
İbn-i Sa'd da Yahya bin Saîd'den şöyle
rivayette bulunur: Bedir Günü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) insanlarla istişarede buludu. Bu sırada Hubâb bin Münzir ayağa kalkıp
dedi ki: "Biz, savaş bakımından
tecrübeli kimseleriz. Buradaki irili ufaklı kuyulan kapatıp kaybetmeliyiz.
Büyük kuyuyu bırakıp başında nöbet tutmalı ve bu kuyunun ileri tarafında da düşmanı
karşılamalıyız... En uygunu, böyle
yapmaktır." (Peygamberimiz de onun bu tavsiyesini
kabul etmiştir.)
Sonra Peygamberimiz, ashabı ile Kurayza
Gününde de istişarede bulundu. Yine
Hubab bin Münzir ayağa kalkıp: "Evlerin Ön
tarafında mevzilenmeli ve oradakilerden düşmana gidecek olan haberi de
kesmiş olmalıyız." Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), onun bu fikrini de kabul
buyurmuştur.
Hâkim, Abdü'l-Hamid bin Ebû Abs
tarikiyle onun büyük dedesinden bir haber nakleder. Buna göre Resûlüllah
Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Kâ'b bin Eşrefin,
kim benim için hakkından gelecek? Çünkü o Allah ve Resulüne
çok ezâ verdi!" Muhammed bin Mesleme, bunun üzerine sordu: "Ey
Allah'ın Resulü, onu öldürmemi ister misin?" Peygamberimiz de: "Madem bu hususta
Sa'd bin Muâz'a git de onunla istişarede bulun!" buyurdu. O da gidip
onunla istişare etti... Sa'd bin Muâz da, durumu değerlendirip: "Haydi, Allah'ın lütfedeceği bereket ve başarı ü-zerine, yürü ve vazifeni yerine getir!"
dedi. (O da, Silkân
bin Selâme, Abbâd bin Bişr ve Haris bin Evs gibi arkadaşlarim alarak gitti ve Allah'ın düşmanimn hakkından geldiler.) [12]
İmâm-ı Mâverdî der ki: "Peygamberimiz'in hangi hususlarda
ashabı ile istişare etmekle me'ınûr bulunduğunda, âlimlerimizin ihtilâfı olmuştur. Bâzıları: "Bu,
sâdece harb ve düşmanlarıyla ilgili hususlarda idi" demiştir.
Bâzıları ise: "Gerek harb ve dünyâ işlerinde, gerekse dîn işlerinde
olsun, ashabı ile istişarede
bulunmuştur" demiştir. Bâzıları ise: "Dîn işlerinde olan istişaresi; onları ilahî ahkâmın sebeb ve hikmetleri üzerinde
uyarıp yetiştirmek, ictihâd
yollarim onlara öğretip onları müctehid mertebesine ulaştırmak
için idi" demişlerdir."[13]
Peygamberimizin, Kendisine Vacib Olan Özelliklerinden Biri de,
Düşman Karşısında Sabredip Dayanması, Dine Aykırı Bir Şeyi Nehyedip
Değiştirmesidir
Peygamberimiz üzerine vâcib olan
özelliklerinden biri de, düşman karşısında
sabredip dayanmasıdır. Keza dîne aykırı bir şey gördüğü zaman, derhal onu nehyedip değiştirmesi de O'nun üzerine vâcib olan
ö-zelliklerdendir. Düşmandan bir zarar geleceği veya münker bir fiili değiştirirken bir zarara uğrayacağı korkusu olsa bile, bu kendisinden sakıt lmaz.
Halbuki O'nun ümmetinden herhangi bir kimsenin; zarar görmemek ve bir korku bulunmamak şartıyla münkeri değiştirme
vazifesi vardır. Bir zarar ve tehlike olunca ise, diğerlerinden bu vecibe sakıt
olmaktadır. Peygamberimizin özelliği ise bu şartlarda
bile bu vecibelerin kendisinden sakıt olmamasıdır.
Çünkü Yüce Allak,
dâima O'nu koruyacağim va'd buyurmuştur. Nitekim bir âyeti celîlesinde
şöyle buyurmuştur: "...Allah seni insanlardan (onların şer
ve zararlarından) korur!..." [14]İşte bu âyet gereği, düşmanlar veya dîne karşı kötülük irtikâb edenler, az olsunlar, çok olsunlar,
O'na bir zarar ve şer ulaştıramazlar. Diğerleri ise, şüphesiz böyle değildirler. [15]
Peygamberimizin Üzerine Vacib Olan Özelliklerden Biri de, Borçlu
Ölen Bir Müslümanın Borcunu Ödemesidir
Evet, Peygamberimiz'in özelliklerinden biri de
borçlu olarak ölmüş ve karşılığı mal bırakmamış bir
müslümanın borcunu ödemesidir. Nitekim İbn-i Mâce'nin Câbir bin Abdullah'tan rivayet ettiği bir hadîslerinde ayner şöyle buyurmuşlardır:
"Bir müslüman
öldüğü zaman, bir miktar mal bırakmış olursa,
bu bıraktığı mal, onun
ehlinindir. (Vârislerinindir.) Eğer
borç bırakır, bunun karşılığı olarak da mal bırakmamış olursa, onun bu borcunu Ödemekbana aittir! Bıraktığı çoluk çocuğuna bakmak da bana aittir." [16]
Buhârî ve Müslim Ebû Hüreyre'den şöyle
rivayet ederler: Müslümanlardan biri vefat ettiği zaman, Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) getirildi. Peygamberimiz de onun namazını kıldırmazdan önce: "Borcunu ödeyecek miktarda mâl bırakmış mıdır?"
diye sorardı. Eğer, kendisine "Evet" cevabı verilirse, getirilen o
cenazenin namazını kıldırırdı. Eğer "Borç
bırakmıştır amma, mal bırakmamıştır!"
cevâbı verilecek olursa, o cenazenin namazını kılmaz ve müslümanlara hitaben:
"Arkadaşimzın namazını siz kılimz!" buyururdu Fakat İslâmî fetihler başlayıp
Beytü'l-Mâl meydana geldikten sonra, Peygamber Efendimiz'in cenazelerle ilgili sözü de değişti. Bu sefer şöyle buyurmaya başladı:
"Ben,
müslümanlara kendi öz canlarından daha yakın bulunmaktayım!
Mü'ıninlerden her kim vefat eder ve geride borç bırakacak olursa, onun
borcunu ödemek benim üzerime
vâcibdir! Eğer mal bırakacak
o-lursa, şüphesiz bu mâl, onun
vârislerine aittir!"[17]
Peygamberimizin Ailelerini Muhayyer Kılması ve "Allah ve
Resulünü Seçenleri" Tutması ve Asla Onları Boşamaması da Kendisi İçin
Vacibdi...
Anmed ve Müslim, Câbir'in şöyle dediğini bildirirler: Ebû Bekir ve Ömer Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) yanına gittiler. Peygamberimizin etrafında ise
hanımları vardı. Kendisi ise hiç konuşmuyordu. Ömer dedi ki:
"Ben, Resûlüllah'ın yanına sokulup O'nunla konuşacağım... Belki kendisini güldürebilirim..." Sokuldu
ve konuştu... Şöyle dedi: "Ey Allah'ın Resulü,
Zeyd'in kızı olan hanımım bana, dünyalık talebinde bulundu. Ben de kensinin
sırtına bir yumruk attım..." Peygamber Efendimiz bunu duyunca güldü ve:
"İşte etrafımdaki benim hanımlarım da,
benden nafaka istemek için toplanmış bulunuyorlar!" buyurdu. Bunu duyan Ebû Bekir
ve Ömer, Peygamberimiz'in hanımları arasında
bulunan kızlarim dövmek istediler ve onların üzerlerine yürüyerek:
"Siz, ne cesaretle, Pey-gamberimiz'in yanında olmayan bir şeyi O'ndan istiyorsunuz?"
diyerek bağırdılar. İşte bu olay üzerine Yüce
Allah, Peygamber Efendimiz'e,
hanımlarim, Allah ve Resulü ile dünyâ malı arasında bir seçim
yapmaya çağırmasını emretti ve
ilgili âyetini inzal buyurdu. Bu âyet şu mealde idi: "Ey Peygamber!
Eşlerine şöyle: "Eğer siz, dünya hayatim ve
onun süsünü istiyorsanız, gelin size müt'a (boşama
bedeli) vereyim ve sizi güzellikle salayım!" [18]
Peygamberimiz de, Allah'ın emri
gereği eşlerini iki seçim arasında muhayyer (serbest)
bıraktı... Önce ise Âişe'den başladı. Ona dedi ki: "Sana Allah'ın emrini tebliğ
ediyorum... Fakat seçimini yaparken acele etme... Ana ve babana danışırsan, senin için daha iyi olacağı kanâatindeyim..." Peygamberimiz ona böyle söyledi ve Allah'ın inzal buyurduğu ilgili âyeti okudu. Âişe validemiz ise, hiç tereddüt etmeksizin:
"Ben, Senin hakkında mı anam babamla istişare edeceğim? Ben, hiç kimseyle istişare etmeksizin Allah'ı ve Resûlü'nü seçiyorum! Kararim budur ve kesindir!"
cevâbim verdi."
İbn-i Sa'd Ebâ Cafer'den şöyle rivayet
eder: "Bir gün Peygamberi-miz'in hanımları kendi
aralarında konuşurken, Peygamberin vefatından sonra, nikâhta kadına bir hak olarak
terettüp eden mehr bakımından, en pahalı kadınlar biz oluruz..." şeklinde konuştular. Bu Yüce Allah'ın gayretine dokundu ve Peygamberine, onları yirmi dokuz gün yalnız bıraktıktan sonra
muhayyer kılması için emretti... Peygamberimiz de kendilerini çağırıp
durumu anlattı ve onları muhayyer bıraktı..."
Yine İbn-i Sa'd, Amr bin Şuayb
kanalıyla onun dedesinden şöyle nakleder: "Peygamber Efendimiz kadınlarim toplayıp
iki seçim arasında muhayyer kıldığı zaman, önce Âişe'yi çağırıp durumu anlattı... Âişe ve diğerleri, hep Allah'ı ve Resulü'nü seçtiler. Ancak
el-Amiriye, dünyâyı ve kendi kavmini seçti ve kavmine döndü... Fakat sonra buna çok
pişman olup: "Ben bir şakıyyeyim; bedbahtım...
Allah ve Resûlü'nü bırakıp dünyayı seçtim" derdi. Deve dışkısı
toplar onları satardı. Bâzan Peygamberimiz'in eşlerine gelir onlardan birşey ister ve: "Ben bir
şakıyyeyim!" diye konuşurdu..." -
(Yine İbn-i Sa'd'ın,
İbn-i Mennâh'tan
rivayetine göre, Allah ve Resûlü'nü değil de dünyâsını seçen bu hanım, sonraları aklim yitirmiş, ve ölünceye kadar dâ bu durumdan kurtulamamıştır.)
İbn-i Sa'd, bu sefer de Ikrime'den şöyle
bir haber naklediyor: Resûlüllah Efendimiz, eşlerini
muhayyer bıraktığı zaman,
Yüce Allah şu âyetini indirdi: "Habîbim! Bundan
sonra artık sana başka kadınlarla evlenmek, bu kadınlarim başka eşlerle değiştirmek helal değildir." [19]İşte bu âyetiyle Yüce Allah; o sırada Peygamberimiz'in nikâhında bulunan dokuz kadın ki, bunlar hep Allah ve
Resûlü'nü seçmişlerdir, bunlardan
başka kadınlarla evlenmesini Efendimiz'in
üzerine haram kılmış
oldu." [20]
İbn-i Sa'd'ın Âişe'den de bir rivayeti var.- O şöyle demiştir: Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat etmeden önce, başka kadınlar alabilmesi için Yüce Allah tarafından
serbest bırakılmıştı. Bir başkasının
nikahında olmayan herhangi bir kadınla evlenebilecekti. Fakat evlenmedi. Bu
izni kendisine veren şu mealdeki âyet idi: "Onlardan dilediğini geri bırakır dilediğini de yanına eş olarak
alabilirsin." [21]
(İbn-i Sa'd'ın; Ümmü Seleme, İbn-i Abbâs, Ata bin Yesâr ve Mu-hammed bin Ömer bin Ali bin Ebû Tâlib'ten de bu anlamda bir
rivayeti vardır.)
Peygamberimizpin bu şekilde eşlerini muhayyer kılmasının hikmeti üzerinde,
âlimlerimiz muhtelif görüşler bildirmişlerdir,
tmam-ı Gazali demiştir
ki: "Kişinin eşi hakkındaki gayreti, onu başkasından
kıskanır olması; onun kalbinde sıkıntı ve kin duygularimn meydana gelmesine sebep
olur. Peygamberimizin kalbinde böyle bir şeye mahal bmkmamak üzere Yüce Allah; O'na hanımlarim muhayyer
kılmasını emretmiş, onlar
da onu seçmişler. Dünyada ve ahirette O'nun eşleri olmuşlardır."
İmam-ı Râfîi ise şöyle demektedir:'Yüce
Allah, Peygamberimizi fakirlikle zenginlik arasında muhayyer bırakmış, O da fakirliği seçmiş, fakirliğin getireceği çeşitli sıkıntılara
katlanmayı tercih etmişti.
Bu sefer eşlerini muhayyer kılması emredilmiş, o da eşlerini muhayyer kılmış, eşleri de severek fakirliğe (nafaka istememeğe)
razı olmuşlardır. Böylece, O'nun eşleri
de, kendi serbest iradeleriyle, vaktiyle o'nun kendi nefsi için seçip razı
olduğu şeye razı olmuşlardır."
Bazıları da bu hususta şöyle demişlerdir: "Peygamberimiz'in onları muhayyer
kılmasının hikmeti: Onların kendisi için en hayırlı eşler
olması içindir," Nitekim El-Ravza adlı kitapta ve diğerlerinde bildirildiği gibi, onlar bu en güzel seçimi yaparak, hem o'nun
en hayırlı eşleri olmuşlar, hem
de cennetlik olmuşlardır. Nitekim: "Biliniz ki Allah,
sizden güzel hareket edenlere büyük bir mükafat hazırlamıştır!"
[22] mealindeki âyette de buna işaret ve delâlet
bulunmaktadır!" Sonra Yüce Allah; Peygamber Efendimiz'e eşlerinin üzerine eş almasını haram kılmak ve onları boşayıp
yerlerine başka kadınlar nikahlamasını yasaklamak suretiyle
imtihana tabi tuttuğu Peygamber eşlerini böylece şereflendirmiş oldu. Daha
sonra ise, Resûlüllah'ın eşleri
üzerinde tam bir iyilik ve minneti olması bakımından nazil olan bir âyetle, bu
yasak kaldırılmıştır. Peygamberimiz de yasak olmamasına rağmen, eşlerinin üzerine bir
başkasını almadığı gibi, onlardan herhangi
birinin yerini de değiştirmemiştir.
Yukarıda sözü edilen yasağı kaldıran âyet şu mealdedir: "Ey Peygamber,
Biz sana, mehrlerini verdiğin eşlerini helâl kılmışızdır."
[23] Böylece hanımları üzerindeki minnet de, Peygamberimiz'e ait olmuştur."[24]
Ahmed, Tirmizi, İbn-i Hıbban ve Hâkim Âişe'den şöyle rivayet e-derler:
"Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat etmezden önce, başka kadın alması kendisine helâl kılınmıştı."
Bu rivayetin isnadı sahihtir.
Peygamber Efendimiz'e
nikahlanması helâl kılman kadınların, hangi kadınlar olduğu üzerinde ihtilâf edilmiştir.
Bir başkasının nikahında olmayan bütün kadınlar mı,
yoksa sadece hicret etmiş olan kadınlar mı,
diye üzerinde ittifaka varılamamış ve böylece iki görüş belirmiştir. Her iki görüşü
de İmâm el-Mâverdi nakletmiştir. ikinci görüşe göre,
demek oluyor ki; hicret etmemiş bir kadınla
evlenmenin haram oluşu
da, Peygamberimiz'e has bir şey olmakta ve bu
görüşü Tirmizi'nin Ümmü Hâni'den olan rivayeti teyid etmektedir. Bu riyayet şöyledir: "Ben, hicret eden kadınlar arasında
bulunmadığım için, Resûlüllah'a helal kılınmış bulunanlardan değildim," Fakat buna rağmen, birinci görüş tercih edilmiş ve: "Nikah meselesinde ümmetten birine
helal olanın, Peygamber'e helal olmayarak bu hususta o'nun ümmetinden eksik
kalması, doğru değildir. Hem o, bundan sonra Safiye ile evlenmiştir. Safîye ise, hicret eden kadınlardan değildi" denilmiştir.
Evet, böyle denilerek
bu kavil tercih edilmiştir amma, buna da şu cevab ve itiraz verilmiştir: "Peygamberimiz, nikah mevzuunda ümmetinden
daha eksik olamaz" denilmesi, çok sağlam bir söz değildir. Zira ümmetine ehl-i kitaptan olan bir kadınla
evlenmesi caiz iken, Peygamber hakkında bu caiz değildir. Peygamberimiz'in Safîye'yi nikahlamış olmasına gelince:
Bu, âyetin inişinden önce idi. Binâenaleyh, ileri sürülen iddia hakkında
delil olmaz. Tarihen bilinen bir husustur ki, Peygamberimiz Safîye'yi
yedinci hicret yılında Hayber'de nikahlamıştır,
ilgili âyet ise, dokuzuncu senede nazil olmuştur."
Şafii mezhebi
âlimleri: "Peygamberimiz için,
hanımlarından bazısını boşamak
ve yerine başka bir kadınla evlenmek mübâh kılınmış idi.
Bunu haram kılan âyet, bir başka âyetle neshedilmiştir"
derler. Hanefi mezhebi imamı Ebû Hanife ise, Şâfiilerin bu görüşünü kabul
etmemiş ve şöyle demiştir: "Bunun, Peygamber Efendimiz için haram oluş hükmü devam
etti ve neshedilmedi." [25]
Yukarıda arzedilen iki görüşten bize göre en sağlamı ve İmam-ı Şafii'nin
kelâmı ve Mâverdi'nin kesin olarak hükmettiği şudur:
"Pey-gamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) üzerine, o'nu tercih etmiş
bulunan eşlerini boşamak haram idi. Nitekim o'nu seçmeyen bir eşini de tutması haram idi. (Bu mes'ele az ileride
müstakil olarak da ele alınacaktır.) İmâm-ı Şafii'nin mezhebinde
bulunan âlimler ise bu hususta iki şık üzerinde durmuşlardır. Birinci şık: O'nu seçmeyen eşinden ayrıldıktan sonra, artık dünyayı tercih etmiş bulunan bu eşini bir daha ebediyen nikahına alması Efendimiz'in
üzerine haram olması idi. Artık ahirette dahi bu, O'nun eşi olamazdı. Bu birinci kavle göre, İşte bu husus da O'nun özelliklerinden birini teşkil
ediyordu. Zira o'nun ümmetinden olan herhangi bir kimsenin eşi, bu şekilde muhayyer bırakıldıktan sonra, kocasını seçmemiş ve bu suretle kocasından ayrılmış olsa;
ebediyen bu kocasına haram olmaz. Bir başkasıyla evlenip, ondan
da ayrıldıktan sonra, bu eski kocasıyla tekrar evlenmek isterse, evlenebilir.
Fakat Peygamberimizin durumunun böyle olmadığim gördük.[26]
Peygamberimize Vacib Olan Bazı Özelliklerine Ait Bir Bölüm
Denilmiştir ki:
"Peygamberimiz'in özelliklerinden biri de,
O'nun hoşuna giden bir şey gördüğü zaman, "Lebbeyk!
înnel-ayşe ayşü'l âhirâti" demesi, üzerine vacibdi." Bunu, el-Râfii
nakletmiştir. [27]
Yine denilmiştir ki:
"Peygamberimiz'in farz namazlarim, hiç bir halel ve eksik bırakmaksızın edâ etmesi
üzerine vâcib idi." Bunu da bu şekilde nakleden el-Mâverdi olmuştur. Başkaları da bunu benimsemiştir. [28]
İbn-i'l-Kâs'ın Telhis adlı kitabında anlattığına, el-Kaffâl'ın dediğine ve Nevevi'nin
Zevâidur-Ravza'da naklettiğine göre; Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) vahiy geldiği zaman, kendisinden ve dünyasından geçerdi. Fakat bu
halde dahi kendisinden namaz, oruç ve diğer hükümler sakıt olmazdı."
Bunun böyle olduğunu, İbn-i Seb' ise, kesinlikle
hükmetmiştir. [29]
Peygamberimiz'in üzerine vacib olduğu kabul edilen özelliklerinden biri de, niyet edip
başlamış olduğu nafile ibâdetlerden
herhangisi olursa olsun, onu tamamlamasıdır. Bu da Ravza adlı kitapta anlatılmıştır."
[30]
O'nun vacib olan
özelliklerinden biri de, insanlarla haşir-neşir
o-lurken, onların arasında bulunup onlarla konuşurken
bile Allah'ı müşâhade etmekten hiç ayrılmamasıdır. [31]
Keza o, bütün insanların tamamı itibariyle
mükellef bulundukları ilim ve irfana, tek basma mükellef idi ve herhangi bir şeye,
en güzel karşılık ne ise, onunla karşılık
vermekle mükellef idi. [32] Keza bir diğer özelliği
de, bazen kalbine darlık veya dalgınlık gelirdi. O da Rab-bi'ne günde yetmiş defa istiğfarda bulunurdu.[33]
Bunların hepsini, Şafii mezhebi âlimlerinden İbn-i'l-Kâs, Telhis adlı
kitabında anlatmıştır. İbn-i Seb de... Allâme Cürcani ise, el-Şâfîi adlı eserinde, O'nun özelliklerinden biri olarak da
şunu söylemiştir:'İmamlığın fazileti, Peygamberimiz Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hakkında, müezzinlikten daha üstündür. Başkaları
hakkında ise böyle değildir. Zira Peygamber Efendimiz,
sehiv ve galat üzerinde bırakılmaz. Başkaları ise, sehiv ve
galatından haberdar olmamış olabilirler,"
Ben de derim
ki: Peygamberimizin bu özelliği üzerinde; kesin olarak bunun böyle olduğuna hükmetmek suretiyle ihtilafa mahal bırakmamak
lazınıdır. Fakat başkaları hakkında, imamlık mı af dal, yoksa müezzinlik
mi afdal diye, ihtilaf edilebilir."[34]
Peygamberimizin Kendisine Haram Olanlar
Bunun hikmeti de şöyle açıklanmıştır: "Peygamberimiz'e has olmak üzere
bazı şeylerin haram kılınmış olması,
hiç şüphesiz O'nun şeref ve keremini artırmak, O'nu, küçük düşürücü
bazı şeylerden korumak ve ahlakın en güzellerine yöneltmektir.
Aynı zamanda, haram olan
bir şeyin terkedilmesindeki sevab, şüphesiz mekruh olan bir şeyin
terkedil-mesindeki sevaptan daha büyüktür."[35]
Peygamberimize Zekat ve Sa'dakaların Haram Kılınması
Evet,
Peygamber'in (sallallahü
aleyhi ve sellem) özelliklerinden
biri de, O'na ve O'nun ev halkına, kendisinin ve ailesinin kölelerine,
âzadlılarına, zekâd ve sadaka almanın haram kılınmış olmasıdır.
Bu hususta Müslim, Muttalib bin Rabia'dan
rivayetle, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu bildirmektedir:
"Bu, sadakalar, insanların mallarimn kirleridir. Muhammed'e ve
O'nun âline helâl değildir!"
İbn-i Sa'd'ın Ebû Hüreyre, Âişe ve Abdullah bin Büsr'den
naklettiği rivayete göre, "Peygamber Efendimiz hediyeyi
kabul eder, sadakayı kabul etmezdi."
(Yine İbn-i Sa'd, Hasan'dan rivayetle, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Yüce Allah, bana ve benim ev halkıma sadakayı haram kılmıştır!")
İmâm-ı Ahmed de Ebû Hüreyre'nin şöyle
söylediğini nakleder: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), dışarıdan yemek getirildiği
zaman, onun hediye olup olmadığım sorardı. Eğer hediye olduğu söylenirse, o yemekten yerdi. Eğer, sadaka olduğu söylenecek olursa, ondan
yemezdi."
Taberânî'nin İbn-i Abbâs'tan olan rivayeti de şöyledir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Erkam el-Zühri'yi, zekat
toplamak üzere görevlendirdi. O da yanında Peygamberimiz'in âzadlısı Ebû Râfî'i
götürmek istedi. Ebû Rafı' ise Peygamberimiz'e sormaya gitti. Peygamberimiz kendisine dedi ki:
"Ey Ebû Rafı', sadaka (zekât), Muhammed'e ve O'nun âline
haramdır!"
(Bunu, Ahmed ve Ebû Dâvûd da rivayet etmiştir. Ancak
Ebû Davud'un rivayetinde: "Gerçekten sadaka bize helal değildir ve bir topluluk ve ailenin, âzadlısı da;
onlardan sayılır" denilmiştir.) [36]
Müslim ve İbn-i Sa'd Muttalib bin Rabia'dan şöyle rivayet eder: Ben
ve Fadl bin Abbâs Hazret-i
Peygamber'e gidip müracat ettik ve dedik ki:
"Ey Allah'ın Resulü, biz sana, bize zekat toplama hususunda emir ve yetki
vermeni istemek için geldik." Peygamber Efendimiz, biraz sükut etti, sonra başim yukarı kaldırdı. Biz ise kendisiyle konuşmak istiyorduk. Zeynep validemiz
de bize işaretle, O'nu konuşturmamamız hakkında
perdesi arkasından tenbihte bulunuyordu. Biz de bekledik. Sonra Peygamberimiz bize
dönerek buyurdu ki:
"Sa'dakalar, Muhammed'e, O'nun âline helal değildir! Bunlar, insanların mallarimn kiridir."
Alimlerimiz bu konuda
demişlerdir ki: "Zekat ve sadakalar, insanların
mallarimn kirleri olduğu içindir ki, Peygamber Efendimiz'in
yüksek makamları bundan korunmuştur. Peygamberimiz sebebiyle o'nun ev halkı da bundan korunmuştur.
Sonra sadakalar, verilecek kimselere acınarak verilir ve alan kişi
için bunda, ne de olsa bir zül vardır.'Bu sebeble Peygamberimiz ve o'nun
yakınları, alan için zül bulunan sadakadan korunmuş, bunun aksine alan için izzet, veren için zül bulunan ganimet
malları kendilerine helal kılınmıştır."
Alimlerimiz, diğer Peygamberlerin durumlarimn da böyle olup olmadığında ihtilaf etmişlerdir. Bazıları ki Hasan-ı Basri de onların arasında
bulunmaktadır, birinci kavli seçmişlerdir.
Yani sadaka ve zekatın diğer Peygamberlere de haram olduğunu söylemişlerdir.
Bazıları ise ki Süfyan bin Uyeyne de bunlar arasında bulunmaktadır, ikinci
kavli seçip: "Bu, Peygamberimiz'in bir Özelliğidir. Yani o'na mahsustur, önceki
peygamberlere zekat ve sadakalar haram değildi" görüşünü ileri sürmüşlerdir.
[37]
Sonra Peygamberimiz'e haram oluşu bakımından, zekat ve nafile sadakalar aynıdır. Fakat
ev halkı hususunda, nafile sadakaların da haram olup olmadığı konusunda, mezhebimiz
âlimlerince (Şafiî) ihtilaf e-dilmiştir. Mezhebimizde, en sahih görülen
kavle göre, Peygamberimiz'in ev halkına nafile
sadakalar haram değildir. Onlara, sadece zekat almaları haramdır. Yine bizını
mezhebimizdeki bir kavle ve Mâliki mezhebine göre, onlara nafile sadakalar da haramdır. Üçüncü bir kavle göre ise, onlara
özel olan sadakalar haramdır; eğer sadaka
umum müslümanların menfaati içinse, mesela yapılan mescidler, açılan kuyular
gibi, bunlardan onların faydalanmaları da helal olur. İbn-i Salâh'ın bildirdiğine göre, keffâret ve nezirler,
keza zekât tahsili için verilecek görevler de, en sahih kavle göre, Hâşimiler'e
helal değildir. Az önce geçen hadisler de bunu teyid eder
mahiyettedir.[38]
Peygamberimize ve Onun Ev Halkına, İsmail Oğullarından Birinin
Fidyesinin Haram Olması
Hakkında rivayet edilen bir hadise göre, Peygamber Efendi m iz'e ve o'nun yakınlarına; İsmâil oğullarından birinin fidyesinin de haram olduğu anlaşılmaktadır. Bu rivayet şöyledir:
Ahmed, İmran bin Husayn'dan nakleder, O şöyle der: "Bana adamın biri anlatmıştı:
İsmail oğullarına mensub kabilenin birinde ihtiyar bir adam
varmış. Adamın oğlu, kaçarak Resûlüllah'ın yanına gitmiş. Adam, oğlunu getirmesi için birini göndermiş. Fidye istenirse
diye, fidyesini de birlikte göndermiş.
Aracı adam, Resûlüllah'a gelip durumu anlatmış. Resûlüllah Efendimiz de:
"İşte adamın oğlu! Götürüp babasına teslim edebilirsin" buyurmuş. Adam: "Fidyesini
istemeyecek misiniz?" demiş.
Resûlüllah da: "Bana ve benim ev halkıma, İsmâil oğullarından birinin fidyesini yemek, helal değildir" buyurmuştur.[39]
Peygamberimizin Bir Özelliği de, Kokusu Hoş Olmayan Bir Şeyi
Yemesinin, Haram Oluşu İdi
Evet, Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem) Efendimiz'in
Özelliklerinden biri de; kokusu hoş olmayan bir şeyi yemesinin, kendisine
haram oluşu idi. Nitekim Ahmed ve Hâkim Câbir bin Semura'dan
şöyle rivayet eder: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Ebû Eyyub'un
evine indiği zaman, Peygamberimiz yediği yemeğin artanim Ebû
Eyyub'a gönderirdi. O da Resûlüllah'ın yemekte kalan
parmak izleriyle teberrük ederdi. Birgün, yemekte Resûlüllah'ın parmak
izlerini göremeyince, O'na gidip sordu: "Ey Allah'ın Resulü, yemekte
parmağimzın izini göremedim. Siz bu yemekten yememişsiniz" dedi. Peygamberimiz de
ona şu karşılığı verdi: "Bu yemekte sarımsak vardı." Ebû Eyyub tekrar
sordu: "Sarmısak haram mıdır?" Peygamber Efendimiz de:
"Hayır, haram değildir. Fakat sen benim gibi değilsin. Bana melek gelir" buyurdu. (ve onlara
bu yemeği yemelerini emretti. Es-Siratün-Nebeviye İbn-i Hişam, [40]
Buhârî ile Müslim ise,
Cabir'den şöyle naklederler: Peygamber E-fendimiz'e
içinde bazı yeşillikler bulunan bir yiyecek getirildi. Peygamberimiz,
onun kokusunu iyi bulmadı ve bu yeşilliklerin ne olduğunu sordu. Kendisine
bilgi verildi. O da: "Bunu ashabıma götürünüz, onlar yesinler"
buyurdu. Peygamberimiz, kokusu hoş
olmayan bu yiyeceği yemek istemedi ve bu münasebetle: "Ben, bazen
meleklerle buluşurum! Sizin gibi değilim"
buyurdu. [41]
Peygamberimizin Dayanarak Yemek Yemesinin Haram Oluşu
Peygamber'in (sallallahü aleyhi
ve sellem) özelliklerinden
biri de, dayanarak yemek yemesinin haram oluşudur.
Bu hususta sahih hadisler vardır. Bunlardan bazılarim görelim:
Buhârî,
Ebû Cüheyfe tarikiyle, Peygamber (sallallahü aleyhi ve
sellem) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu rivayet
eder: "Bana gelince: Ben, dayanarak yemek yemem."[42]
İbn-i Sa'd ise,
İbn-i Amr'in "Peygamber (sallallahü aleyhi ve
sellem) Efendimizin dayanarak yemek yediği hiç
görülmemiştir!" dediğini rivayet eder.
Yine İbn-i
Sa'd, Ebû
Ya'lâ, güzel bir senedle Âişe'den şöyle rivayet
ederler: Peygamber (sallallahü aleyhi ve
sellem) bana hitaben dedi ki: "Ey Âişe, eğer ben istemiş
olsam, benimle beraber yürüyen altından dağlar olurdu. Bana bir melek gelip
şöyle dedi: "Allah, sana selamim okumakta ve seni, melik bir Peygamber
olmakla, kul ve Peygamber olmak arasında seçim sapmakla serbest
bırakmaktadır." O sırada yanımda bulunan Cebrâîl de bana,
tevâzû göstermemi işaret ediyordu. Ben de, kul bir Peygamber olmayı seçtiğimi söyledim..." Âişe validemiz
derler ki: "İşte ]bu olaydan sonra Peygamber
Efendimiz, hiç dayanarak
yemek yememiştir. Yine bu olaydan sonradır ki, Peygamberimiz:
"Ben, bir kulun yediği gibi yerim! ve bir kulun oturduğu gibi
otururum!" buyururlardı.
Yine İbn-i
Sa'd Zührî'den nakleder: O şöyle der:
"Bize ulaşan haberlere göre, Peygamber
Efendimiz'e, daha önce hiç gelmemiş olan bir melek
iner, yanında Cebrâîl de
bulunur. Melek Peygamberimiz'e hitaben: "Allah seni, melik bir Peygamber
olmakla, kul bir Peygamber olma arasında muhayyer bırakmıştır. Bunlardan
hangisini seçersin?" der. Peygamberimiz bu sırada, Cebrâîl'e bakar. O da: "Kul Peygamber olmayı seç!"
diye işarette bulunur. Peygamberimiz de: "Kul Peygamber olmayı seçiyorum"
buyurur, İşte bu olaydan sonra, Peygamberimiz'in ö-lünceye kadar dayanarak yemek yemediğini
söylerler." [43]
(Taberânî, Ebû Nuaym ve Beyhekî İbn-i Abbâs'tan
rivayet ederler. Onların bu rivayeti de, aşağı-yukarı bundan önceki rivayet gibidir.)
İbn-i Sa'd'ın, birdeAtâ bin Yesâr'dan rivayeti var. O, şöyle
demiştir: "Birgün Peygamberimiz Mekke'nin üst tarafında idi ve dayanmış olarak
yemeğini yiyordu. Bu sırada Cebrâîl gelip: "Ey Muhammed, hükümdarlar gibi mi
yemek yiyorsun!" dedi. Peygamberimiz de bunun ü-zerine derhal oturdu."
İbn-i Adiyy
ile İbn-i Asâkir'in Enes'ten rivayetleri de şöyledir: Cebrâîl Peygamberimiz'e
geldiği bir sırada, Peygamber (sallallahü aleyhi ve
sellem) dayanmış olarak yemeğini yemekte
idi. Peygamberimiz'e hitaben:
"Dayanarak yemek, nimete dalmak (keyfîlik)tir!" dedi. Peygamberimiz de bunun
ü-zerine derhal doğrulup oturdu. Artık bundan sonra,
dayanarak yemek yediği hiç görülmedi ve şöyle buyurdu: "Ben ancak bir
kulum. Kul gibi yer, kul gibi içerim."
"Dayanarak yemenin şeklini tarif
etmek maksadıyla el-Hattâbî şöyle demiştir: "Buradaki dayanarak yemenin
mânâsı: Altındaki yaygıya veya mindere iyice yerleşik bir şekilde
oturmaktır..." Hattâbî'nin bu tarifini Beyhekî de kabul etmiştir. Keza İbn-i Dıhye ve Kâdî
Ayyâd da kabul etmişler ve muhakkik âlimlere göre, manânın bu olduğunu söylemişlerdir.
Bazıları ise: "Bundan maksad, yanim yere dayamış, yâni yannamış olarak
yemektir" demişlerdir. [44]
28-1 Peygamberimizin, Yazı Yazmasının ve Şiir Söylemesinin Kendisine
Haram Olması
Peygamberimizin bir Özelliği de, yazı yazmasının ve şiir söylemesinin
kendisine haram olmasıdır. Yüce Allah bu hususta şöyle buyurmaktadır:
"Onlar ki yanlarındaki Tevrat ve
İncil'de buldukları o elçi'ye o ümmî Peygamber'e uyarlar." [45]
"Ey Muhammed,
sen bundan önce bir kitâb okumuyordun, elinle de onu
yazmıyorsun. Öyle olsaydı, bâtılcılar o zaman kuşkulanırlardı." [46]
"Biz ona (Muhammed'e) şiir
öğretmedik, şiir ona yakışmaz da..." [47]
tbn Ebû Hatim, Mücâhid'în şöyle dediği
haberini nakletmiştir: "Kitâb ehli olanlar, kendi kitaplarında Peygamberimiz'in
okur-yazar olmadığim görürler ve bunu söylerlerdi, İşte bununla ilgili olarak:
"Sen, bundan önce bir kitâb okumuyordun, elinle de onu yazmıyorsun!"
mealindeki âyet inmiştir."
İmâm-ı Râfîî ise bu konuda şöyle der:
"Peygamberimiz'in bir Özelliği olarak, yazı yazmasının kendisine haram
olabilmesi için, O'nun yazı yazar olduğunu söylememiz gerekir. Halbuki O, yazı
bilmezdi."
İmâm-ı Nevevî ise, bunu tenkld eder ve
şöyle der:'Tazı yazmasını bilmediği halde, yazmanın kendisine haram kılınmış
olması mümteni' (imkansız) değildir. Bundan maksad, okur-yazar olmanın sebeblerine tevessül etmemesidir ve doğrusu da, O
okur-yazar değildi..." [48]
Bâzıları ise bunun aksini söylemişler ve:
"Hudeybiye andlaşması-nın yazıldığı sırada Kureyş temsilcisinin itirazı üzerine, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi
ve sellem): "Bu, Muhammed bin Abdullah'ın andlaşmasıdır" diyerek yazmıştı. Zira Ali, böyle yazmaktan çekinmişti"
demişlerdir. Onlara verilecek cevab ise şudur: "Bu andlaşma ile ilgili
olarak "...Yazdı" denilmesinden maksad, emir verip yazdırdı demektir
[49]
Ebû Mes'ûd Dımeşkî de, Hudeybiye
Musâlehasıyla ilgili olarak:'Yâni Peygamberimiz kâlemi eline aldı, fakat güzelce yazmasını bilmiyordu.
Buna rağmen "Resûlüllah" yerine "Muhammed" kelimesini
yazdı" der.
Ömer bin
Şeybe'nin bu husustaki sözü ise şöyledir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve
sellem), Hudeybiye'de, kendi eliyle yazdı.
Halbuki O, daha önce yazmayı hiç bilmiyordu. Tam yazmak istediği sırada, bir
mucize olarak yazmasını bildi ve yazdı." Onun bu sözünü kabul edenler de
olmuştur: Hadîs âlimlerinden Ebû Zerr el-Herevî, Ebû'l-Feth el-Nisâbûrî, Kâdî
Ebû'l-Velîd el-Luhamî, Kâdi Ebû Cafer el-Sınınanî el-Usûlî; bunu kabul edenlerdendir.
Hattâ Ebû'l-Velîd el-Luhamî şöyle demiştir: "Peygamberi-miz'in hiç yazı
bilmediği ve öğrenmediği halde anîden orada yazmış olması, O'nun en kuvvetli
mucizelerinden biridir." Bazıları da şöyle demiştir: "Peygamberimiz, o
gün kendi eliyle; yazı bilmediği, yazıyı teşkîl eden harfleri hiç tanımadığı
halde yazdı. Kâlemi eline aldı ve hareket ettirdi. O'nun yazmak istediği şekilde bir yazı meydana geldi. Yâni yazı kendiliğinden
ve mucizevî bir şekilde oluştu... Evet Peygamberimiz kalemi hareket ettirdi, fakat bilerek bir şey
yazmadı. Yazı yazıldığı zaman bile, yazıyı ve onun harflerini tanımıyordu"
[50]
Şiirin Peygamberimiz1 e haram olmasına gelince: "Ebû Davud'un buna
delâlet eden hadîsi; İbn-i Ömer'den sevketmiş olduğunu görüyoruz... O, şöyle diyor:
"Ben, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve
sellem) şöyle buyurduğunu i-şittim: "Ben
eğer tiryak içersem nazarlık takimrsam, kendiliğimden şiir söylersem, hâlim ve
âkibetim ne olur bilmem."
İbn-i Sa'd'ın
Zühri'den rivayetine göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve
sellem), Medine'ye göçten sonra Mescid
yapılırken, ashabın bu husustaki candan çalışmalarına bakarak duygulanmış ve:
"Bu göç, Hayber göçü değildir! Rabbimiz, bu daha iyi, daha temizdir"
anlamında bir söz söyleyivermiş-tir. Yine Zührî şöyle dermiş: "Peygamberimiz,
şiir olarak ne söylemişse, bir başkasına âit misâl vermek üzere söylemiştir.
Kendisinin, Mescid yapılırken söyleyiverdiği bu şiirden başka hiç şiir
söylediği olmamıştır. (Bunu da, şiir söylemek maksadıyla söylemiş
değildir.) [51]
Yine İbn-i
Sa'd, Abdurrahmân bin Ebûz-Zennâd'dan şöyle
nakleder: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve
sellem) birgün, Abbâs bin Mirdâs'a hitaben:
"Hatırlıyor musun? Senin: "Benim ve kölelerimin elde ettiğimiz
mallar, Akra' ve U-yeyne arasında kaldı" gibi bir şiirin vardı?"
demiş... Orada bulunan Ebû Bekir de: "Ey Allah'ın Resulü, anam babam sana
kurbân olsun! Sen, bir şâir olmadığın gibi, şiiri de değiştirerek
naklediyorsun. Zaten şiir de sana yakışır birşey değildir. Bunun söylediği o
şiirin aslı, öyle değil;"...Uyeyne ile Akra' arasında kaldı" şeklinde
idi" der. (Yâni Peygamberimiz, bu misâlde de görüldüğü gibi, şiiri, bazen
değiştirerek söylerdi. Bazân da misâl vermek için.)
Alimlerimiz demişlerdir ki: "Peygamberimiz'in
şiir şeklinde söylemiş olduğu sözler; şiir maksadıyla söylenmiş şeyler
değildir ve kafiyen bunlara, şiir söylemek de denilmez... Kur'ân'da dahi bazân
vezinli sözler vardır. Bunlar da kafiyen şiir değildir."
tmâm-ı Mâverdî der ki: "Peygamber Efendimiz'e
yazı yazmak haram olduğu gibi, başkaları tarafından yazılmış bir yazıyı okumak
da haramdı, ilgili âyet de bunu bildirir. O'na şiir söylemek yasak olduğu gibi,
bir başkasına âit olan şiiri, şiir olarak nakletmesi de yasak idi."
El-Harbî de şöyle demektedir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), iki mısraı bir araya
getirerek, tam bir beyit halinde şiir okumamıştır. Mutlaka tek mısra halinde
misâl vermiştir. Bir beytin, yâ birinci mısraim okuyup i-kinci mısraim
bırakmıştır, yâhud da ikinci mısraim okuyup birinci mısraim terketmiştir. Eğer
her iki mısraı okuyarak misâl vermek iste-mişlerse, bu seferde mutlaka
kelimelerin yerini değiştirmek suretiyle misâl vermiştir. Az yukarıdaki Abbâs
bin Mirdâs'ın şiirinde olduğu gibi..."[52]
Peygamberimizin Bir Özelliği de, Harbe Karar verip Zırhim
Giydikten Sonra, Çıkarmasının Haram Olmasıdır
Ahmed ve İbn-i Sa'd Câbir bin Abdullah'tan rivayet eder. O şöyle
der: "Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem), Uhud Günü şöyle
demiştir: "Ben, rüyamda kendimi çok sağlam
bir zırh içinde gördüm... Bazı boğazlanmış sığırlar da
gördüm... Sağlam zırhı, Medine olarak; boğazlanmış sığırları da askerlerden
bâzıları olarak te'vîl edip yorumladım... Eğer isterseniz Medine'de kalalım. Düşman Medine içine kadar girecek olursa, kendimizi
burada müdâfâ edelim." Ashâb şu
cevâbı verdiler: "Allah'a yemîn ederiz ki, onlar câhiliye zamanında
bile şehrimiz Medine'ye
girmiş değillerdir. İslâm
devrinde girmeleri nasıl olur?" Peygamberimiz de onların bu cevâbim ve tutumunu görünce:
"O halde siz bilirsiniz" buyurdu. Sonra Peygamberimiz evine
gitti~"Ve harp hazırlığim yapıp zırhim giyindi. Ashâb bunu
görünce, daha ciddî düşünüp: "Biz ne yaptık?" dediler.
Resûlüllah'a karşı O'nun düşüncesini red ettiklerine çok pişman oldular.
Resûlüllah'a mürâcât edip: "Ey Allah'ın Resulü, karar sizindir, siz nasıl
bilirseniz öyle olsun!" dediler. Peygamber Efendimiz de bunun
üzerine şöyle buyurdular:
"Bunu şimdi
mi düşünebildiniz? Biliniz ki, bir Peygamber; harbe
karar verip zırhim giydikten sonra, karar verdiği savaşı yapmadıkça zırhim çıkaramaz! Bu ona helâl değildir." [53]
Peygamberimizin Bir Özelliği de, Bir İyilik ve İhsanda Bulunduğu
Zaman, Daha İyisi veya Daha Çoğunu Elde Etmek Niyetiyle Vermesinin Kendine
Haram Olmasıdır
Yüce Allah, bir
âyetinde şöyle buyurmaktadır; "Habîbim, verdiğini çok bularak (veya daha
çoğunu umarak) başa kakma..."[54]
İbn-i Cerîr, âyetin tefsîriyle
ilgili olarak, Ümmetin Alimi ve Ter-cümânü'l'Kur'ân olan İbn-i Abbâs'tan nakleder. O şöyle demiştir: "Bir
i-yilik ve ihsanda bulunduğun zaman, onu
ondan daha iyisine kavuşmak niyetiyle verme! Bu sana lâyık
değildir." [55]
Bütün müfessirler, bu hususun
Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) bir özelliği olduğunda ittifak ve icmâ etmişlerdir.
İbn-i Ebî Hatim de Dakhâk'tan Kur'an-ı Kerîm'deki:
"insanların malları içinde, artması için verdiğimiz faiz, malı Allah
katında artırıp bereketlendirmez..." [56] anlamına gelen âyetle ilgili
olarak şöyle nakleder. Yâni Dahhâk demiştir ki: "Bu âyetteki
ribâdan (faizden) maksat, helal olan ribâdır ki, bu şudur: Kişi
insanlardan birine bir şey hediye eder. Onu, sırf bir hediye olarak verir.
Fakat bunu vermekten maksadı, ondan daha iyisine kavuşmaktır, İşte buna,
ribâ'l-helal denilir. Fakat bu, Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) helal değildir. Peygamberimiz,
böyle yapmaktan yasaklanmıştır. Çünkü bu, O'nun yüksek makam ve mansıbına
lâyık değildir..."[57]
Peygamberimizin, İnsanlara Verilmiş Bulunan Dünyalığa Gözlerini
Dikmesi Haramdır
Yüce Allak, bu husustaki bir âyet-i celılesinde şöyle
buyurmaktadır: "Onlardan bâzı sınıflara verdiğimiz
dünyalığa gözlerini dikme! ve onlar sana inanmıyorlar diye de üzülme! Sen, müminlere kanatlarim indir,
onlara karşı mütevazı ve şefkatli ol." [58]
Yukarıda mealini gördüğümüz âyetten de anlaşıldığı gibi, Peygamber Efendimiz'in bir özelliği de, başkalarına
verilen dünyalığa gözlerini çevirmesinin kendisine haram olması idi. Bu
hükmü, bu şekilde İmâm el-Râfiî, el-Izâh adlı kitabın sahibinden naklederek
bildirmiştir. Nevevî
ile İbnü'l-Kâdî de buna kesinlikle hükmetmişlerdir.[59]
Peygamberimizin Özelliklerinden Biri de, Eşlerini İki Seçim
Arasında Bıraktığı Zaman Kendisini Seçmeyen Eşini Tutmasının Haram Olması
İdi...
Bu hususu, daha önce
geçen ilgili bölümde ifâde etmiştik... Nitekim Buhârt'nin Âişe'den sevkettiği rivayet de bunu ifâde etmektedir. Bu rivayete
göre Âişe şöyle demiştir; "Cüveyne'li adamın kızı (Cüveyne kabilesine
mensûb Nûmân bin Şerahbil'in kızı Ümeyme)
Peygamber'e (sallallahü
aleyhi ve sellem) yaklaştığı zaman; "Ben, senden Allah'a sığimrım" demişti... Peygamberimiz de:
"Gerçekten sığimlacak olana sığındın!" buyurdu ve ona
hitaben: "Derhal ailene dön!" dedi. Yâni onu terk etti..."
Konu ite ilgili
olarak İbn-i Mülakkın, El-Hasâis adlı kitabında
der ki: "Bundan anlaşıldığına göre, Peygamberimizle birlikte kalmayı hoş görmeyen bir
kadim Peygamberimiz'in tutması haram idi.
Kendisini istemeyen bir kadim nikâhına alması da haram idi. Bunun böyle olduğuna, Peygamber Efendimiz'in,
hanımlarim iki seçim arasında muhayyer kılmış olması da delâlet eder..."
İbn-i Sa'd,
Mücâhid'den şöyle nakleder: "Peygamber
Efendimiz, bir kadim nikahlamak istediği zaman, bu
isteğini o kadına açıklar, eğer o kadın bunu kabul etmezse, Peygamberimiz bu
istediğini bir daha tekrarlamazdı. Nitekim bir defasında, bu husustaki isteğini
bir kadına bildirmiş, o kadın da "ailemle istişarede bulunayım"
karşılığim vermişdi. Sonra bu kadın, âlilesiyle istişare edip onların
muvafakatini aldığim bildirdiği zaman; Peygamber
Efendimiz de, bunun vaktinin geçmiş olduğunu
bildirmekle yetinmiştir..."[60]
Peygamberimizin Bir Özelliği de, Ehli Kitâbtan Bir Kadim
Nikahlamasının Kendisine Haram Olması İdi...
Ebâ Dâvâd Nâsih'inde
Mücâhid'den şu haberi rivayet etmiştir:'Yüce
Allah'ın Peygamberimiz'e hitabla: "Bundan böyle artık sana, kadınlarla evlenmek haramdır"
[61]buyurması; Peygamber Efendi-miz'e, ehl-i kitâbtan olan kadınlarla
evlenmeyi yasaklamıştır." [62]
Yine Mücâhid'den Sâid
bin Mansûr'un bir rivayeti bulunmakta. Bu rivayete göre de Mücâhid, aynı âyetle ilgili olarak şöyle demiştir: "Yüce Allah'ın bu yasağı, yahûdî ve nasrânî
kadınlarıyla ilgilidir. Onların, Peygamber'e zevce, mü'ıninlere
anne olmaya lâyık olmadıklarim bildiriyordu."
Bizim
Mezhebin (Şâfu Mezhebinin) âlimleri derler ki: "Peygam-berimiz'in hanımları, hem mü'ıninlerin anneleri, hem de cennette
ebediyen Peygamberimiz'in eşleri oldukları için, bunların, yâni gayr-i müslim
kadınlarimn O'na eş olmaları haram kılınmıştır.
Zira O'nun eşlerinin, O'nunla ebediyen cennette beraber olmaları
münâsebetiyle, aynı zamanda O'nun derecesinde bulunmaları gerekmektedir. Buna göre, çok yüksek şeref de kazanmış olmaktadırlar.
Hem, Sevgili Peygamberimiz, gayr-i müslim
kadınlarıyla arkadaşlık etmekten de hoşlanmazdı.
Ayrıca Peygamberimiz'e nikahlanacak bir
kadın, müslümanlardan biri
bile olsa, Allah yolunda hicret etmiş olması
da şart idi. Müslüman bir kadının, Peygamberimiz'e nikahlanabilmesi için, hicret
etmiş olması şart
o-lursa; müslüman dahî olmamış bir kadımın Peygamberimiz'e helâl olmayacağı-, kolaylıkla anlaşılır."
Şafiî Mezhebi
âlimlerinden Ebû İshâk şöyle demektedir: "Eğer Peygamberimiz, gayr-i müslim bir kadim nikahlamış olsaydı, Peygamberi-miz'în keremi ve şerefi için o kadına İslâm hidâyeti nasîb
olurdu." [63]
Mezhebimiz âlimlerinden bâzıları, Peygamber
Efendimizin ehl-i kitaptan
olan bir câriye edinmesinin de kendisine haram olduğunu söylemişlerdir. Fakat, en sahîh kavle göre, bu
kendisine haram değildir. Nitekim el-Hâvî adlı kitabında
el-Mâverdî şöyle demektedir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), cariyesi
Reyhâne'yi, henüz o müslümanhğı kabul
etmemişken câriye edinmişti." Mâverdî'nin bu sözüne göre, "Peygamber
Efendimiz'e bu durumda;
böyle bir cariyesine müslüman olmasını şart koşması,
müslümanlığı kabul ettiği takdirde onu tutması, kabul et e-diği takdirde ise, onu terk etmesi üzerine vâcib mi idi,
değil mi idi?" diy ihtilâf edilmiştir ve iki vecih
üzerinde durulmuştur: Birincisine göre: "Peygamberimiz'in onu iki seçim
arasında muhayyer bırakması vâcib idi. Eğer müslüman olmayı kabul ederse, ne
güzel! Bu takdirde o da; âhirette ebediyen Peygamberimiz'in eşi olur." ikinci kavle göreyse;
Pey-gamberimiz'in onu iki seçim arasında muhayyer kılması vâcib değildir. O,
kendi isteği ile dilerse müslümanhğı kabul eder. Eğer etmezse,
Pey-gamberimiz'in böyle bir kitabî (ehli kitap) cariyesinden ayrılması gerekmez.
Nitekim Reyhâne misâli, buna delâlet eder."[64]
Peygamberimizin Bir Özelliği de, Hicret Etmemiş Bir Kadim
Nikahlamasının Kendine Haram Olmasıdır
Evet, bu da Peygamberimiz'in
özelliklerinden birini teşkil etmekte idi. Tirmîzî'nin hasendir kaydiyle, İbn-i Ebî Hâtim'in İbn-i Abbâs'tan rivayet
ettikleri şu haber buna delâlet eder: "Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem), bütün kadınlardan nehyolundu. Ancak,
Meküne'ye hicret eden müslüman kadınlar iç-n izin verildi. Yüce Allah,
bir ayetinde şöyle buyurmaktadır: "Habîbim, bundan
sonra artık sana, başka kadınlarla evlenmek, şimdiki eşlerini
başka eşlerle değiştirmek helal değildir! İsterse onların güzellikleri senin hoşuna gitmiş olsun. Artık başka kadınlarla evlenemezsİB. Yalnız elinin altında bulunan
cariyeler hariç. Allah, her şeyi gözetleyi-cidir." [65]
Yine bundan önceki
âyetleri gereği, (Ahzâb, 50,51) Yüce Allah,
Pey-gamberimiz'e müminlerin kızlarimn, kendisini Resûlüllah'a hibe eden mü'ınine bir kadim helal
kılmış; bunlardan
maadasını ise haram, kılmıştır. Dîni, İslâm'dan başka olan kadınları da O'na
haram kılmıştır." [66]
Keza Peygambere (sallallahü aleyhi ve sellem), O'nun bir özelliği
alarak, müslümanhğı kabul etmiş bulunan bir cariyeyi nikahlaması da haram idi.
Bu husustaki iki tevcihin, en sahîh olanı budur."[67]
Peygamberimizin Özelliklerinden Biri de, Onun Herhangi Bir
Kimsenin Aleyhine Gözüyle İşarette Bulunmasının Haram Olması İdi...
Ebû Dâvûd, Nesaî, sahihtir kaydiyle Hâkim ve Beyhekî Sa'd bin Ebû Vakkâs'tan
şöyle rivayet ederler: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'nin fethi gününde, umûmî
af ilan etti.,. Ancak bu umûmî aftan dört kişiyi istisna eyledi. Abdullah bin
Ebû Şerh, bu dört kişiden biriydi. Abdullah, kendisinin yakim bulunan Osman bin Affân'ın yanında saklandı.
Sonra Peygamberimiz insanları bi^t
etmeye çağırdı. Bu sırada Osman, Abdullah'ı yanına alarak geldi ve: "Ey
Allah'ın Resulü, Abdullah biat etti" dedi. Peygamberimiz ise, üç defa başım yukarı kaldırıp baktı ve her defasında Abdullah'ın
biatini kabul etmek istemedi. Üçüncüsünden sonra, onun
biatini kabul etti... Sonra yanındaki ashabına dönerek şöyle dedi: "içinizde derin anlayışlı
biri yok muydu? Ben bu adamın biatini kabul etmek istemediğim zaman, bunu görüp de ayağa kalkmalı ve bu adamı öldürmeli idi." Ashâb bunun üzerine: "Ey Allah'ın Resulü, sizin
içiniz-dekini biz ne bilelim? Bize bir işarette bulunsaydımz!" dediler. Peygamberimiz de:
"Bir Peygamber için, böyle haince bir iş,
hiç yakışık almaz!" buyurdu.
tbn Sa'd, Saîd bin
Milseyyeb'ten şöyle nakleder: "Peygamberimiz bu sırada ashabına cevaben: "imâ, işaret etmek; hıyanettir! Bir peygamber için imâ etmek
yoktur!" buyurdu.
İmâm-ı Râfîi şu açıklamayı yapar:
"Hâine-i âyün, yani gözle işaret etmek; öldürülmesi veya dövülmesi mübâh
ve caiz olan birisi hakkında, bu işlemin yapılması için işarette bulunmaktır.
Böyle bir hareket, Pey-gamberimiz'den başkası için haram değildir. Çünkü
aslında, mübâh ve caiz olan bir şey yapılacaktır. Ancak yapılması hak ve mübâh
olmayan bir iş olursa, o hususta gözle işaret etmek de caiz olmaz... Peygamberimiz için
caiz olmayan ve O'nun bir özelliği bulunan husus ise; îdamı istenmiş ve îlân
edilmiş bir adam için bile, gözle işarette bulunmasının haram oluşudur.
Kendilerinin buyurdukları gibi: "Bir Peygamber için işaret etmek
yoktur."
El-Telhîs adındaki kitabın sahibi, buna
bakarak, Peygamber E-fendimiz için, harbte hile yapmasının da caiz olmadığı
kanâatine varmıştır. Fakat büyük
ekseriyet kendisine muhalefet
etmiştir. Bu muhalefetin sebebini de el-Râfiî şöyle açıklamıştır:
"Zira Peygamber Efendimiz; bir sefere çıkacağı zaman, başka tarafa gidecekmiş
gibi gösterip hedefini gizlerdi. Bu, pek meşhurdur ve Buhârî ile Müslim'in sahihlerinde Ka'b
bin Malik Hadisi olarak mevcudtur. Bu tevriye ile îmânın arasındaki farka
gelince büyük işlerde tevriye yapılır. IJunun, yapanı aşağılatıcı bir niteliği
yoktur, imâ ise, yapan için kınanan bir şeydir..."
Ben de bu münâsebetle şu inceliği
hatırlatmak isterim: Bey-hakî'nin ed-Delâil adlı kitabında Ebû Hüreyre'den
rivayetle, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve
sellem), Ebû Bekir'le birlikte Medine'ye
girecekleri sırada (hicretleri esnasında), Ebû Bekir'e hitaben şöyle
buyurduğu yazılıdır: "Ey Ebû Bekir, insanları gereği gibi oyala, benim
konuşmama mahal bırakma! Zira bir Peygamberin yalan söylemesi lâyık
değildir." Bunun üzerine, kendilerine soru soranları Ebû Bekir oyaladı.
Onlar: "Sen kimsin?" diye soruyorlar, Ebû Bekir de: "Yola çıkmış birisi!" diyordu. Onlar: "Bu yanındaki
adam kim?" diyor. Ebû Bekir de: "Bana yolu gösteren birisi"
diye karşılık veriyordu."
Beyhekî'nin
bu rivayeti gösterir ki, tevriyede bulunmak da, eğer büyük işlerle ilgili
olmaz, sâdece özel bir mâhiyette bulunursa, yine bir Peygamber için layık
düşmemektedir. Zira yukarıdaki olayda Ebû Bekir'in söyledikleri de bir tevriyedir, fakat bunda bir yalan
bulunmamaktadır. Fakat o, hem Peygamberimiz'in tanınmasını önlemiş, hem de doğruyu söylemiştir.
Tevriyesini yaparken de: "Bu, beni hak ve hayır yoluna hidâyette
kılan kişidir!"
demek istemiştir. Böyle bir tevriyeye, olsa olsa, sâdece şekil ve suret bakımından yalan denilebilir. Yoksa
hakikatte bir yalan olmadığı meydandadır, İşte, önceki geçen konuların
birinde, Peygamberimizin şefaat hadîsini de görmüş, orada İbrâhim (aleyhisselâm)'ın kendisine izafetle: "Siz en
iyisi, bir başkasına gidip şefaatçi olmasını isteyiniz! Zira ben, üç defa
yalan söylemiştim" dediğine vakıf olmuştuk.-İşte onun bu sözündeki;
"yalan söylemiştim" dediği şeyler de, hiç şüphesiz hakikatte yalan
olmayıp, şekil ve suret bakımından yalana benzeyen sözlerdi. Bunun bu şekilde
anlaşılması da, bu vesile ile, bizını için çok açık ve kolay olmuştur. Demek
ki, Peygamberlerin, kendi şahsî işleri için tevriyede bulunmaları, kendi
yüksek makamlarına lâyık görülmediği içindir ki, yukarıdaki misâlimizde Peygamber Efendimiz,
tevriyede bulunmaktan sakınmış, bunu Ebû Bekir'e havale etmiştir. Keza
İbrahim (aleyhisselâm)
da, kendisine âit üç adet tevriyeyi, bu sebeble kendisinin aleyhine saymış
o-lacak ki, bunları zikrederek şefaatten çekinmiştir. [68]
Peygamberimizin Bir Özelliği de, Tekbîr ve Ezan Sesi Duyulan Bir
Yere Baskın Yapmasının Haram Olmasıdır.
Peygamberimiz'in
özelliklerinden biri de, tekbîr veya ezan sesinin duyulduğu bir yere, baskın yapmasının kendisine haram olmasıdır. Buna dair Buhârî ve Müslim'in Enes'ten
rivayet olunan haberi, yeterli delîl kabul edilmiştir. Bu rivayete göre Enes
şöyle demiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Allah yolunda gazaya çıktığı zaman, bir
yere uğradığında, eğer oradan
tekbîr veya ezan sesi duyulursa, oraya baskın yapmazdı. Bunun tesbîti için de,
bütün gece boyunca bekler, sabah olduğunda o yerden ezan sesinin gelip gelmediğine bakardı. Eğer ezan sesi duyulursa, oraya baskın
yapılmasına izin vermez, eğer ezan sesi gelmezse baskimnı yapardı." İşte
bunu da İbn-i Seb', Peygamberimiz'in bir özelliği saymıştır.[69]
Peygamberimizin Bir Özelliği de, Müşriklerden Yardım İstemesinin
Kendisine Haram Olmasıdır
Evet, el-Kudâî'nin anlattığına göre Peygamber Efendimiz'in özelliklerinden biri de,
O'nun müşriklerden yardım istemesinin kendisine
haram olmasıdır. Buhârî'nin Târih'inde Hubeyb bin Yessâf
tan şöyle bir rivayeti vardır. O demiştir ki:
"Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem), bir gün bir tarafa
gitmek üzere karar vermişti. Biz de kendisine
gidip: "Ey Allah'ın resulü, kavmimizin katılacağı bir sefere, biz de
katılmak istiyoruz!" diyerek kendisine mürâcâtta bulunduk... Peygamberimiz bize sordu:
"Siz her i-kınız de, müslüman oldunuz mu?" Biz de
tabiî henüz müslümanlığı kabul etmemiş olduğumuzdan: "Hayır" cevabim
vermiştik... Bunun ü-zerine O şöyle buyurdu: "Biz, düşmanlarımız bulunan
müşriklere karşı, müşriklerden yardım istemeyiz." [70]
Peygamberimizin Bir Özelliği de, Zulüm Üzerine Şahit Olmayı
Kabul Etmemesidir
El-Kudâî'nin değerlendirmesine göre, Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) özelliklerinden biri de, zulüm
olan bir iş yapılmak istenildiği zaman orada
hazır bulunmayı kabul etmemesidir. Bu hususta Buhârî ve Müslim, Nûmân bir Beşir'den
rivayet ederler,
(Müellif, burada
böyle bir başlık attıktan sonra, gerisini getirmeyip boş bırakmıştır.) [71]
------------------------
[3] İsrâ' suresi, 79
[6] Aİ-İ imran suresi,
159
[12]
Siyer-i İbn-i Hişam,
3/58. Mısır, 1355
[14] Maide suresi, 67
[16] Bu hadisi, buna yakın bir anlamda, Müslim de rivayet etmiştir.
[18] Ahzab suresi,
28
[19] Ahzab suresi,
52
[21] Ahzab
suresi, 51
[22] Ahzab suresi,
29
[23] Ahzab suresi,
50
[40]
es-Sîratü'n-Nebeviye, ibn Htşam, 2/144.
[45] A'raf suresi, 157
[46] Ankebut suresi,
48
[47] Yasin suresi, 69
[54] Müddessir
suresi, 6
[56] Rûm suresi,
39
[58] Hicr
suresi, 88
[61] Ahzab
suresi, 52
[65] Ahzab suresi, 52
28-2 PEYGAMBERİMİZİN ÖZELLİKLERİNDEN MUBAH OLANLAR
KISMI
Peygamberimizin Özelliklerinden Biri de, İkindiden Sonra Namaz
Kılmasının Mubah Olmasıdır
Ravza'da şöyle der:
"Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bir gün öğle namazından sonraki iki rek'ati kılamamıştı...
ikindi namazını kıldıktan sonra, bu iki rek'ati kaza buyurdu. Sonra buna devam
etti... O'nun böyle devam etmeye başladığı, ikindi namazından
sonraki bu iki rek'atin; kendisine mahsûs oluşu
üzerinde iki kavil vardır. En sahîh olanına göre, bunun, Peygamberimiz'in bir özelliği olmasıdır.
Nitekim Müslim ve Beyhekî Ebû Seleme den şöyle rivayet
ederler: "Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem), ikindi namazından sonra kılmakta olduğu iki rek'at
hakkında Âişe'ye sordum. O da bana şu cevabı verdi: "Peygamberimiz bunu ikindiden önce
[1] kılardı. Bir gün meşguliyeti sebebiyle kılamadı. İkindiyi kıldıktan sonra,
bu iki rek'ati de kıldı. Sonra buna devam etti... Zaten o bir namaz kıldı mı,
sonra buna hep devam ederdi..."
Ahmed, Ebû Ya'lâ ve İbn-i Hıbbân sahih bir senedle Ümmü Seleme'den şöyle rivayet
ederler: "Peygamber Efendimiz, ikindi namazını kıldıktan sonra benim odama girdi ve iki rek'at
namaz kıldı. Ben kendisine bunu sordum. O da şu
cevâbı buyurdu: "Yanıma Halîd gelmişti. Benim, öğle
namazından sonra hep kılmakta olduğum iki rek'ati kılmaktan beni oyaladı. Ben
de onu şimdi burada kıldım." Ben tekrar sordum: "Ey
Allah'ın Resulü, biz de bu iki rek'ati kılamadığımız zamanlarda kaza edelim
mi?" Peygamberimiz: "Hayır, kaza
etmeyiniz!" buyurdu.[2]
Yine Beyhekî Âişe'den şöyle rivayet eder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ikindi namazını kıldıktan sonra da namaz kılardı,
fakat bunu başkaları için yasaklardı. Orucunu açmadan ertesi günün
orucuna niyetlenirdi, fakat başkalarimn böyle yapmasını yasaklardı..." [3]
Buhârî ve Müslim Âişe'den rivayet ederler. O şöyle
demiştir: "iki rek'atlik bir namaz vardır
ki, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bunu ne gizlide ne de âşikârde
terketmezdi. İşte bu; sabah namazından önce
kıldığı iki rek'at ile, ikindi namazından sonra kıldığı iki rek'attir..," [4]
Peygamberimizin Bir Özelliği de, Namazdayken Sabi Çocuğu
Yüklenmesidir
Peygamberimiz'in özelliklerinden biri de, bâzı âlimlerin zikrettiklerine
göre, namazını kılarken, sabî çocuğu yüklenmesidir. Nitekim, Buhârî ve Müslim'in Ebû Katâde'den sevkettikleri
rivayet şöyledir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) namazını kılarken, Ümâme binti Zeyneb'i yüklenirdi. Secdeye vardığı zaman onu
indirir, secdeden kalktığı zaman tekrar yüklenirdi."
İşte âlimlerimizden bâzıları, bu rivayete
bakarak bunun da Peygamberimiz'in bir özelliği olduğunu söylemişlerdir. Nitekim İbn-i Hacer, Buhârî üzerine yazdığı Şerh'de böyle nakletmiştir.
[5]
Peygamberimizin Bir Özelliği de Gaib Üzerine Cenaze Namazı
Kılmasıdır
Ebû Hanıfe'nin mezhebine göre, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) gâib üzerine cenaze namazını kılması da, kendisinin Özelliklerinden birini teşkil etmektedir.
Zira Ebû Hanîfe, Peygamber
Efendimiz'in Necâşî üzerine kıldığı namazı, O'nun bir özelliği olarak kabul etmiş ve başkalarimn bu şekilde hazır olmayan biri üzerine cenaze namazını
kılamıyacağım söylemiştir. [6]
Peygamberimizin Bir Özelliği de, Kendisi Oturarak Cemaate Namaz
Kıldırması ve Başkalarim Böyle Yapmaktan Menetmesidir
Evet,
Peygamberin (sallallahü
aleyhi ve sellem) bir Özelliği de budur. Nitekim Buharî ve Müslim'in rivayet ettikleri bir hadîs
de buna delalet etmektedir. [7]
Peygamberimizin Bir Özelliği de, Visalin Kendisine Mubah
Olmasıdır
Buhâri ve Müslim Ebû Hüreyre'den rivayet
eder. O şöyle der: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Bugünün orucunu
açmadan, yarimn orucuna eklemekten sakimnız."
Ashâb: "Sen böyle
visal yapıyorsun?" dediler. Peygamberimiz de: "Ben, sizler gibi
değilim. Zira ben, Rabbim tarafından
yedirilmiş ve içirilmiş olarak
gecelerim."
Bu hadîsin manâsı üzerine ihtilâf edilmiştir.
Bazıları: "Bununla hakikat murâd edilmiştir ve hakîkaten, O, cennet
nimetleriyle yedirilmiş ve içirilmiş bulunmaktadır.
Bu ise orucu bozmaz" demiştir. Bâzıları ise:
"Murâd olunan mânâ, hakikat değil, mecazdır. O'nda, yiyen ve içen kimsenin
kuvveti ve dayanıklılığı meydana gelir. Allah, kendisine bu kuvveti
verir" demişlerdir. Sonra ekseriyet, Peygamberimiz'in oruçta yisâl yapmasının kendisi hakkında mübâh olduğunu söylerken; Îmâmü'l-Haremeyn, bunun O'nun hakkında bir ibâdet olduğu görüşündedir. Burada çok hoş bir incelik de bulunmaktadır ki, bunu El-Matîab
adlı kitabın sahibi bir
tenbîh olarak anlatmakta ve şöyle demektedir: "Peygamber Efendimiz'in oruçta visal yapmasının mübâh
oluşu; umûm ümmete nisbetledir. Yoksa bu ümmetten olan bütün ferdlerin hepsine
şâmil olmak üzere değildir. Zira bu ümmetin- sulehâsmdan
pekçokları-nın da oruçlarında visal yaptıkları meşhurdur. O halde Peygamberimiz'in bu husustaki yasağı, ümmetin hey'et-i mecmuu itibariyledir [8]
Peygamberimizin Bir Özelliği de, Aradan Hayli Zaman Geçmesine
Rağmen, Kelamında İstisna Yapmasının Caiz Olmasıdır
Yüce Allah şöyle
buyurur: "Hiçbir şey için "bunu yarın yapacağım" deme. Ancak: "Allah dilerse yapacağım" de ve unuttuğun zaman Rabbini an..."[9]
Taberânî ve İbn-i Ebî Hatim,
yukarıda meali geçen âyetle ilgili o-larak, İbn-i Abbâs'ın şöyle dediğini rivayet ederler: "Söz sırasında istisnayı, yâni "inşâallah"
demeyi unutursan, hatırladığın zaman istisna yap! "Allah dilerse"
de..." İbn-i Abbâs böyle söylemiş, aynı zamanda Bunun Peygamberimiz'e has olduğunu da ifâde etmiş ve: "Bizını için bu caiz değildir. Biz ancak kelâmımıza, yeminimize bitişik olarak istisnada bulunabiliriz"
demiştir.[10]
Peygamberimizin Bir Özelliği de, Kendisine Ait Olan Zamir ile,
Cenab-I Hakk'a Ait Olan Zamirin İkisini Bir Arada Cemetmesinin Caiz Olmasıdır
Evet,
Peygamber'in (sallallahü
aleyhi ve sellem) bir özelliği de, Şeyh îzzüddin bin Ab-düsselâm'ın dediğine göre budur. Zira Peygamber Efendimiz bir
hadîslerinde: "...Aynı zamanda Allah ve Resulü, bu ikisinden maâdâ
her şeyden daha fazla sevgili olmalı..." buyurmuştur. İşte bu sözünde Peygamber Efendimiz: "...Bu ikisinden
maâdâ" derken, kendisine âit zamir ile Allah'a âit olan zamirin arasını
cemetmiştir. Nitekim bir hadîslerinde de: "Ve kim, bu ikisine isyan ederse
başkasına değil, ancak kendisine zarar
verir!" buyurmuştur. Böyle her iki zamiri cemederek konuşmak, Peygamberimiz'den başkası için asla caiz olmaz! Nitekim hutbe okumakta
olanın birisi: "Her kim, Allah'a ve O'nun Resulü'ne itaat ederse, şüphesiz doğru yolu tutmuş olur! Fakat her kim bu ikisine isyan
ederse, yolunu şaşırmış olur!" deyince, Peygamberimiz o hutbe okumakta olana
hitaben: "Sen, ne kötü bir hatîbsin! Kim, bu ikisine isyan ederse"
deme. Güzelce: "Kim Allah'a ve Resulü'ne isyan ederse" de"
buyurmuştur.
Alimlerimiz demişler
ki: Başkasının böyle söylemesinin caiz olmamasının sebebi, muhâtabları vehme düşüreceği içindir. Peygamberimiz ise masum ve mansıbı çok yüksek olduğu için
O'nun hakkında: "Gâlibâ her ikisini demekle, müsâvî tuttuğu anlaşılıyor!" şeklinde bir îhâma, asla mahal bulunamaz."[11]
Peygamberimizin Bir Özelliği de, Kendisine Zekatın Farz
Olmamasıdır
Şeyh Tâcüddîn bin Atâullah ki kendisi sofiyenin
üstadıdır, Şâzeliye tarîkati pîrlerindendir, bu hususta Tenvir adlı
kitabında şöyle demektedir:
"Peygamberler ki Allah'ın selâmı hepsinin üzerlerine
olsun, onlar üzerine zekât farz değildir. Sebebi ise: Peygamberler,
mülkün tamâmim Allah'ın bilirler ve kendilerine
mülk izafe etmezler. Ellerinde ve canlarında ne varsa hepsini Allah'ın bir
emâneti olarak görürler. Harcanması lâzını gelen yerlerde Allah için
harcarlar, harcanmaması gereken yerlerde de Allah için harcamayı durdurmuş olurlar.
Zekât, mâlî bir ibâdet olup malın iktisabında bir kusur ve kirlilik olmuşsa onun temizlenmesi kabilinden
olduğundan; Peygamberler için böyle birşey söz konusu olmaz. Yâni bu bakımdan da, Peygamberler için zekâtın farz olmadığım söyleyebiliriz..." [12]
(Fakat bu gerekçeler
tatminkâr değildir. Hem zekât, zekât zengini olan kişinin değil, onun malimn kiridir. Peygamberimiz ise, bıraktığı
malın tamâmimn sadaka olduğunu söylemiştir.)[13]
Peygamberimizin Bir Özelliği de, Harpsız Alınan Ganimetlerin
Beşte Birini, Beşte Birlerin Dördünü, Harbederek Alınan Ganimetlerden
Dilediğini Almasının Helal Olmasıdır
Peygamberimiz, harpli veya harpsiz
alman ganimet malların beşte birjni veya beşte dördünü
alma hakkına sahipti... Ayrıca ganimet malı henüz taksını edilmeden, câriye
veya başka bir şeyi alabilirdi. Bu hususta Yüce Allah Kitabında şöyle buyurur:
"Allah'ın o kent halkından Resûlü'ne
verdiği ganimetler, Allah'ın ve O'nun Resûlünündür. ve Resulüne
akrabalığı bulunanların, yetimlerin, yoksulların, yolda kalmışlarındır."
[14]
Yine Yüce Allah'ın bir ayetinin anlamı
da şu merkezdedir:
"Biliniz ki, ganimet olarak aldığimz şeylerin beşte biri; Allah'a, O'nun Resulüne, Resulüne yakınlığı olanlara, yetimlere,
yoksullara, yolda kalmışlara aittir! Allah her şeye
kadirdir." [15]
Konumuzla ilgili
olarak Ahmed, Buhârî ve Müslim Ömer'den şöyle rivayette bulunurlar:
Yüce Allah, Resûlü'ne şu ganimet malları hakkında bir özellik vermiş, bunu bir başkasına vermemiştir ve şöyle buyurmuştur:
"Allah'ın onların mallarından Peygamberine verdiği ganimetlere gelince: Siz onu
elde etmek için ne at, ne de deve sürmediniz... Fakat Allah, elçilerini dilediği kimselerin üzerine salar (da onlara üstün
getirir). Allah her şeye kadirdir." [16]
İşte bu, Peygamberimiz'e has idi. Peygamberimiz ise, bunu ev
halkına, onların senelik nafakası olarak harcar idi. Sonra kalanim, Allah'a âit mallara katar,
Allah yolunda harcar idi. Peygamberimiz, hayatı boyunca böyle amel etmiştir. O vefat
edince Ebû Bekir gelmiş ve: "Ben, Resûlüllah'ın
halîfesi ve velîsiyim" deyip aynen Resûlüllah Efendimiz'in bu hususta
yaptıklarim yapmıştır..."
Ebû Dâvud ve Hakimin Amr bin Abese'den
rivayetlerine göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bu husustaki hadislerinin
birinde aynen şöyle buyurmuştur:
"Sizin ganimet malı olarak elde ettiğiniz şeylerden, benim şu
e-limdeki çöp kadar şahsî bir hakkım yoktur. Sâdece Allah'ın
emrettiği beşte bir hakkım vardır. O da sonunda yine size dönmektedir!" [17]
İbn-i Sa'd ve İbn-i Asâkir Amr bin Hakem'den şöyle naklederler: Kurayza Oğullarından alınan ganimetler getirildiği zaman, bunun
içinde Reyhâne de vardı. Peygamberimizin emriyle, henüz ganimet malı taksını edilmeden
Reyhâne ayrıldı. Peygamber
Efendimiz'in bu şekilde,
dilediğini taksınıden önce
ayırma hakkı da vardı..."
Beyhekî de Sürteninde Yezîd bin Şıhhîr tarikiyle bir sahâbiden şöyle nakleder: "Peygamber Efendimiz, Züheyr Oğullarına yazıp gönderdiği bir mektubu bana verip, onlara götürmemi emretti.
O'nun bu mektubunda şöyle yazılı idi: "Ey
Züheyr bin Kays'ın Oğulları! Sizler eğer, Allah'tan başka
ilâh olmadığına ve benim O'nun
elçisi bulunduğuma şehâdet eder, namazı
kılıp, zekâtı verir, sonra ganimetten beşte biri teslim eder, Peygamberin hakkım tanırsanız; şüphesiz Allah ve Resu-iü'nün size tanıdığı bir emân ile emniyet içinde
bulunursunuz.11
İbn-i Abdul-Berr şöyle demiştir:
"Peygamberimiz, ganimet malı henüz
taksını edilmeden istediğini alma hakkına sahiptir ki, O'nun bu hakkına Sehm-i
Safiyy denilmektedir. Bu, sahîh eserlerde vardır ve pek meşhurdur.
îlim ehli yanında maruftur. Siyer âlimleri O'nun bu hakkı hususunda herhangi
bir ihtilâfa düşmemişlerdir. Aynı zamanda âlimler; bunun Peygamberimiz'e mahsûs olduğu üzerinde de ittifak etmişlerdir." İmâm el-Râfiî, Zülfİkâr
adlı kılıcın, bu cümleden olduğunu söylemiştir. [18]
Peygamberimizin Bir Özelliği de, Bir Yeri Kendisi İçin Çevirip
"Koru1 Yapmasıdır
Buhârî'nin Sa'b bin Cüsâme'den
rivayetine göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Bir
yeri "koru yapmak", ancak Allah ve Resulü içindir."
Mezhebimiz âlimleri
bu hususta derler ki: "Peygamberimizin özelliklerinden biri olarak, O sahipsiz bir
arazîyi "koru" olarak çevirip kendisine tahsis eder. Bu, başka İmâm veya halifeler için caiz olmaz... İmâm - ve halîfeler, kendileri için değil de, ancak devlet ve umûm müslümanları için olmak
üzere, koru yapabilirler..."
Bâzıları da demiştir ki: "Başkalarimn devlet
veya müslümanlar için koru çevirmeleri de caiz olmaz." Fakat caizdir
diyenlerin sözüne göre, o İmâm veya halîfe öldükten sonra,
onun yerine gelen İmâm veya halife, onun yaptığı "koru'yu değiştirip bozabilir. Halbuki Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) yaptığı koruyu, asla hiçbir kimse bozamaz, hiçbir
şekilde değiştiremez;
Gerçekten Peygamber Efendimiz, bâzı yerleri "koru" olarak çevirmiş veya iktâ buyurup tahsis
etmiştir. Hattâ bunu, o yerler fethedilmeden önce
yapmıştır. Çünkü Allah O'nu oraların
mâliki kılmıştır, O da istediği gibi hükmetme yetkisine
sahiptir. Nitekim Temîm-i Dârî'ye ve onun zürriyetine ait olmak üzere, Kudüs yakınlarında bir kasabayı
iktâbuyurup vermiştir. Halbuki orası, henüz müslümanlar tarafından fethedilmiş değildi ve bugün burası hâlâ Temîm'in nesline âit
bulunmaktadır. Günün birinde valilerden biri, onların bu hakkim değiştirmek istemişti. İmâm el-Gazâlî de, "bunun küfür olduğuna" dâir fetva verdi ve şöyle dedi: "Bu bir
küfürdür! Zira Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), cennetin arazîsini iktâ edip
verebilirken, dünyâ arazîsini elbette istediğine iktâ edip verebilir."
[19]
Peygamberimizin Bir Özelliği de, Mekke'de Savaş Yapmasının Mubah
Olmasıdır
Peygamber1 in (sallallahü aleyhi ve sellem) özelliklerinden biri de,
Mekke'de savaş yapmasının caiz olmasıdır. Keza katli caiz olanı
orada öldürmesinin, ihrâmsız oraya girmesinin ve emân verdikten sonra dahî o
kişinin öldürülmesine hükmetmesinin kendisi için
mübâh olmasıdır. Halbuki bun-lar, başkaları için caiz değildir.
Yüce Allah şöyle
buyurur: "And içerim bu beldeye. Ki
sen bu beldede helal iken (bulunacaksın)." [20]
Buhârî ve Müslim Enes'in şöyle dediğini rivayet eder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Fetih yılı Mekke'ye
başında miğferi olduğu halde girdi.-Miğferi başından çıkardığı zaman, O'nun
yanına bir adam geldi ve: "İbn-i Hatal, buradadır! Kabe'nin örtüsüne
tutunmuş beklemektedir!" diye haber verdi. Peygamberimiz de:
"Onu Öldürünüz!" buyurdu.
Yine Buhârî
ve Müslim rivayet eder, Ebû Şürayh
el-Adevî'den: Ben Peygamber'in (sallallahü
aleyhi ve sellem) Mekke'nin fethi sırasında şöyle dediğini
işittim: "Mekke, Allah'ın muhterem kıldığı bir şehirdir! Allah'a ve
Resûlü'ne îmân etmiş bir kimsenin burada kan dökmesi, buranın ağacim kesmesi
asla helâl değildir! Eğer birisi çıkar da: "Peygamberimiz böyle yapmıştır!" diyerek bunun helâl
olduğunu söylemeye kalkışacak olursa, siz ona hitaben ve cevaben deyiniz ki:
"Hayır, bunu yapamazsınl Allah bunun için Resûlü'ne izin vermişti, fakat
sana izin vermemiştir." Böyle deyiniz ve ona engel olunuz."
Müslim Câbir bin
Abdullah'tan rivayet eder. O şöyle der: Mekke'nin fethi günü Resûlüllah (sallallahü aleyhi
ve sellem), başında siyah sarık olduğu halde şehre girdi ve ihramh
değildi." [21]
Peygamberimizin Bir Özelliği de, Kendi Bilgisi ile Kendisi İçin
ve Kendisine Yakınlığı Olan İçin Hükmetmesinin Caiz Olmasıdır
Peygamberimizin özelliklerinden biri de, kendi bilgisi ile kendisi ve kendisine
yakınlığı olan biri için hüküm vermesinin caiz olmasıdır. Keza kendisinin
lehine ve yakimnın lehine birinin şahitliğini kabul etmesi, kendisine verilen hediyeyi alması
da böyledir. Fakat
başka hâkimler için böyle değildir. (Yani
caiz değildir.)
Beyhekî'nin
el-Kazâ, (hüküm ve hakimlik) bölümünde ilimle ilgili olarak bir rivayeti
var. O bunu, Ebâ Süfyân'ın hanımı Hind'le ilgili hâdisde îrâd
etmiştir. Bu rivayete
göre Peygamberimiz Hind'e
hitaben şöyle demektedir: "Sen, kocan Ebû Süfyân'ın malından, mâruf ve makbul bir şekilde alıp, kendin ve çocukların için
harcarsın." İşte bu, Peygarn-berimiz'in kendi ilmiyle hükmetmesine bir
misâldir. Kendisinin lehine hükmetmesi ve kendisinin lehine şahitlik yapanın
şahitliğini yeterli saymasının misâllerini de, az ileride göreceğimiz Huzeyme
Hadîsi teşkil etmektedir. Kendisi için böyle hükmetmesi caiz olunca, kendisine
yakınlığı bulunan birisi için de caiz olacağı anlaşılır. Hediyeyi kabul etmesi
hakkındaki haber ise, bundan önce zikredilmiştir.[22]
28-3 Peygamberimizin Bir Özelliği de, Öfkeli Haldeyken Hüküm ve Fetva
vermesinin Kendisine Mubah Olmasıdır
Evet,
Peygamberin (sallallahü
aleyhi ve sellem) bir özelliği de budur. Bunda O'nun için bir mahzur yoktur. Zira
O, başkası gibi değildir. Başkaları ise, öfkeli zamanlarında hüküm ve fetva veremezler.
Zira öfkelerinin tesirinde kalıp, haktan ayrılmalarından
korkulur. Bunu, bu şekiide İmâm-ı Ne-vevî, Müslim Şerhi'nde zikretmiştir. Lukata ile ilgili hadîsi
şerhederken; "Görüldüğü gibi Peygamberimiz, soru soranın tekrar tekrar sormasına öfkelendiği
halde, fetva vermiştir" demiştir. [23]
Peygamberimizin Bir Özelliği de, Oruçlu İken Hanımım Öpmesidir
Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) özelliklerinden biri
de, oruçlu iken hanımım öpmesidir. O'nun şehveti kuvvetli olduğu halde bu
kendisine caizdir. Fakat başkalarına caiz değil, haramdır. Konumuzla ilgili
olarak Buhârî ve Müslim'in Âişe'den rivayetleri şöyledir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), oruçlu iken hanımım
öperdi! Çünkü O, şehvetine hâkimdi. Fakat sizden herhangi biriniz O'nun
nefsine hâkim olduğu gibi, hâkim olabilir mi?"
Müslim'in
tek başına Âişe'den
rivayeti ise şöyledir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve
sellem), oruçlu olduğu halde hanımim kucaklardı
ve sizin içinizde, nefsine en çok hâkim olanimz da O'dur."
Beyhekî'nin
Sünen'indeki Âişe’den
olan rivayeti de şöyledir: “Peygamber (sallallahü aleyhi ve
sellem) oruçlu olduğu halde beni öper ve dilimi
emerdi…”[24]
Peygamberimizin Bir Özelliği de, İhramda İken Üzerindeki Kokunun
Devam Etmesidir
Mâliki Mezhebi
âlimlerinin dediklerine göre, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) özelliklerinden biri de,
ihramda iken üzerindeki kokunun devam etmesidir. Buna delil olarak da, Buhârî ve Müslim'in Âişe'den olan şu rivayetleri
zikredilebilir. O şöyle demiştir: "Sanki ben, Peygamber Efen-dimiz'in bolca sürdükleri kokunun saç
aralığından parladığına bakıyor gibiyim! Halbuki o sırada kendisi ihramlı idi..."
Mâlîkî Mezhebi
âlimleri demişlerdir ki: îhrâmlandıktan sonra, bu şekilde süründüğü kokunun devam etmesi, Peygamberimiz'e mahsûs bir şeydir. Başkalarına yasak olan bu husus, Peygamber Efendimiz nefsine
çok hâkim olduğu için, O'nun hakkında caiz olmuştur. Sonra O'nun güzel kokuyu
ne kadar çok sevdiği de malûm... Bu sebeble ve meleklerle
haşir-neşir olması hasebiyle, kendisine bu hususta
izin verilmiştir..." [25]
Peygamberimizin Bir Özelliği de, Cünüb İken Mescidde Durmasının
Caiz Oluşudur
Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) bir özelliği de cünüb iken mescidde durmasının caiz oluşudur. Keza bir özelliği de, uyumakla abdestinin bozulma-masıdır. Bir özelliği de kadına dokunmakla da abdestinin bozulmama-sıdır.
Gerçi bunda iki kavil vardır. Fakat bir kavle göre
bozulmaması tercih edilmiş olduğundan bana göre de doğru olanı budur.
Ebû Ya'lâ, Ömer Îbnul-Hattâb'tan şu
rivayeti nakleder: Yâni o şöyle demiştir: "Ali'ye öylesine kıymetli üç şey verilmiştir ki, bunlardan
biri bana verilmiş olsaydı, kırmızı deve sürüsüne değişmezdim!
Birincisi: Fâtıma ile evlenmesi. İkincisi: Mescidde Resûlüllah ile birlikte cünüb olarak
kalmasının helâl olması. Üçüncüsü
de: Hayber'de sancaktar olmasıdır."
İbn-i Asâkir'in Ümmii Seleme'den olan
rivayeti de şöyledir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Ben, cünüb veya hayız olanın mescidde
bulunmasının helal olduğunu söyleyemem! Ancak
Muhammed ile O'nun zevceleri, Ali ve Fâtıma için helaldir."
(Beyhekî'nin
Sünen'inde Âişe'den naklettiği rivayet de şu
anlamdadır: "Muhammed ve O'nun ev halkından başkaları için, mescidde cünüb olarak bulunmanın helal
olduğunu
söyleyemem.")
Buhâri ve Müslim İbn-i Abbâs'tan rivayet eder. O şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem) geceleyin kalkıp abdest aldı ve namaz kıldı.
Sonra uyudu. Hattâ harıldamasını dahî duydum. Sonra müezzin gelip kendisini
çağırdı, O da kalkıp yeniden abdest almadan namazını kıldı." [26]
Bezzâr'ın
rivayetine göre de: "Peygamberimiz secdedeyken uyur, sonra secdeden kalkıp namazına
devam ederdi." [27]
İbn-i Mâce ve Ebû Ya'lâ İbn-i
Mes'ud'un şöyle dediğini naklederler: Peygamber (sallallahü aleyhi ve
sellem), sırtüstü uzanır, harıltısı duyulacak
şekilde uyurdu. Sonra kalkar abdest almadan namaz kılardı."
Peygamber Efendimiz'e mahsûs olan bu hâlin izahı ve sebebi, herhalde
O'nun gözlerinin uyur, fakat kalbinin uyumaz olmasıdır (ki bu sebeble O,
abdestini bozacak bir halin olup olmadığim bilmektedir.)
Yine İbn-i
Mâce, Âişe tarikiyle şu haberi nakleder: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), hanımlarından birini
Öptü ve abdestini yenilemeden kalkıp namaz kıldı." Diğer bir rivayette
ise ifâde şöyledir: "Abdestini alır, sonra hanımim öper, sonra namazını
kılardı. Abdestini ise, bu yüzden yenile-mezdi.,."
Abdü'l-Hakk, bu konuda şöyle der:
"Ben, bu rivayetin terkedüme-sine sebeb olacak bir illet ve zayıflık
bilmiyorum." [28]
Nesât sahih bir senedle Âişe'den rivayet eder. O
şöyle der: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve
sellem), bazân namaz kılarken önünde ben, bir
cenaze gibi u-zanmış bulunurdum. Namazını bitirip de vitir namazını kılmak
istediği zaman, ayağıyla bana dokunur, beni uyandırırdı." [29]
Peygamberimizin Bir Özelliği de, Bazan Birisine Sebebsiz de
Olsa, Lanet Etmesinin Caiz Olmasıdır
Îbnul-Kâs ve
Îmâmü'l-Haremeyn'in dediklerine göre, Peygambe-rimiz'in bir özelliği de, bazan birisine sebebsiz de olsa lanet etmesinin caiz olmasıdır. Fakat O, bunun o kimse hakkında
rahmet ve yakınlık vesilesi olmasını da Yüce Allah'tan yalvarıp istemiştir.
Buhârî ve Müslim Ebû Hüreyre'den rivayetle
Peygamber'in (sallallahü
aleyhi ve sellem) şöyle dediğim rivayet etmişlerdir:
"Ey Allah'ım, ben, senin indinde bir ahd ediniyor ve istisnasız olarak
bunun aynen ve herkes hakkında kabulünü senden istiyorum! Ben, her ne zaman
senin mü'ınin kullarından biri için lanet eder, ona söver veya ezâ edersem, onu
döversem; bunu muhakkak o kulun için bir
rahmet ve temizlik vesilesi kıl! O .kulunu günahlarından temizleyip, kıyamet
gününde sana yakın eyle! Zîrâ ben de bir kul ve beşerim." [30]
Ahmed'in sahih bir senedle rivayetine
göre, birgün bir vesîle ile Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Hafsa validemize darıhp kızar ve: "Allah senin elini
kessin" diye söylenir.
Sonra da: "Ben, daha önce Rabbim'e yalvarıp,
her ne zaman bir insana beddua edersem, bunun, o insan hakkında günahlarimn bağışlanmasına vesîle
olmasını istemiştim"
buyurur ve bu suretle, "Allah senin elini
kessin!" diyerek bedduasından korkup titreyen Hafsa validemizi, teselli
eyler."
Taberânî ise Muâviye'nin şöyle dediğini nakleder: "Ben, Peygam-ber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) şu sözünü işittim: "Allah'ım, ben, câhiliye hayatı yaşayıp
sonra müslüman olan bir kuluna, onun câhiliye zamanında beddua et-mişsem; bunu, o kulunun bağışlanmasına ve senin
yakınlığim kazanmasına vesile eyle."[31]
Peygamberimizin Bir Özelliği de, Mal ve Mülk Sahibi Bir Kişinin
Mal ve Mülküne Kendisinden Daha Layık Olmasıdır
Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) özelliklerinden biri de, mal ve
mülk sahibi bir kişinin mâl ve mülküne, o kişiden
daha layık olmasıdır. Bu durumda, kişinin bir miktar yiyeceği veya içeceği olsa, kendisi de buna şiddetle
muhtaç bulunsa, fakat Peygamber Efendimiz bu yiyeceğin veya içeceğin kendisine verilmesini istese;
o kişinin bunu vermesi üzerine vâcib olur.
Artık o kişi, canim dahî,
Peygamber'in (sallallahü
aleyhi ve sellem) canına feda etmesi gereklidir.
Bir âyet-i
celîlesinde Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Peygamber, gerçekten inanmış olanlara
onların kendi öz canlarından daha yakındır." [32]
Bu âyetin açıklaması sadedinde bâzı
âlimlerimiz demişlerdir ki:
"Zâlimin biri, Peygamberimi':'in canına kasdetmiş olsa, Peygamberi-miz'in yanında bulunan mü'ıninin, kendi canim feda ederek
Peygambe-rimiz'in canim kurtarması, üzerine vâcib olur.
Nitekim Uhud Günü, Talha bin Ubeydullah böyle yapmıştır.
Keza bir kadınla evlenmek istese ve bu kadın da başkasıyla
elvi olmasa, bu kadımın üzerine
O'ınm evlilik teklifini kabul etmesi vâcib olur. Bir
başkasının, bu kadınla evlenmek istemesi de haram
olur.[33]
Peygamberimizin Bir Özelliği de, Dört Kadından Fazlası ile
Evlenmenin Kendisine Helal Oluşudur ve Bunda İcma Vardır
Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) bir özelliği de, dört
kadından fazlası ile evlenmenin, kendisi hakkında helal oluşudur
ve bunda icmâ vardır. Bir başkası
için dörtten fazla kadınla evlenmenin haram olduğunda, hiç
bir ihtilâf bulunmamaktadır.
İbn-i Sa'd Muhammed bin Ka'b'ın şöyle dediğini nakleder; "Yüce Allah'ın Kitabındaki bir
âyet, şu anlamdadır: "Allah'ın, kendisine farz kılıp
takdir ettiği bir şeyi yerine
getirmekte, Peygambere herhangi bir güçlük yoktur. Sizden Önce geçenler arasında da Allah'ın adeti böyle idi." [34]
İşte bu âyette murâd olunan mânâ: "Peygamber, kadınlardan dilediği kadar nikahlayıp alır. Bu onun
hakkında Allah'ın bir farzı, takdîr buyurduğu bir emridir. Bu, daha önceki
Peygamberlerde de bir sünnet ve âdet idi" demektir..."
Beyhekî de, aşağıda mealini verdiğim
ayetle ilgili olarak bir kısa açıklama yapmıştır. Önce ilgili âyetin mealini verelim: "Ey
Peygamber, biz mehirlerini verdiğin eşlerini, Allah'ın sana ganimet olarak
verdiği savaş esirlerinden elinin altında bulunan cariyeleri; amcanın, halalarının,
dayimn ve teyzelerinin seninle beraber hicret'eden kızlarım sana helal kıldık.
Bir de kendisini mehirsiz olarak Peygamber'e hibe eden ve Peygamberin de
kendisını almak dilediği inanmış kadim, diğer mü'ıninlere değil, sırf sana
mahsûs olmak üzere helal kıldık..." [35]İşte bu âyetiyle Yüce Allah,
burada sayılanları Peygamberimize, onlardan herhangi biri bir başkasıyla evli olmamak
şartıyla helal kılmıştır ve bu hususta bir sayı vermemiştir."
Alimlerimiz demişlerdir ki: "Hür
olan, hür olmayana karşı üstünlüğü sebebiyle, köleye mübâh kılmandan fazla
sayıda kadın almaya ehil görülmüş ve dörde kadar evlenmesine izin verilmiştir.
Peygamberin ise, bütün ümmet üzerine olan üstünlüğü sebebiyle ve vazifesi
icâbı, dörtten fazla evlenmesi mübâh kılınmıştır." [36]
Peygamberimiz'in çok evliliği konusunda bir beyanda bulunan îmâni-ı
Kurtubî Tefsîr'inde şöyle demektedir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve
sellem), çok sayıda (dörtten fazla) kadınla
evlenmiştir. Bunun, birtakım hikmet ve faydaları vardır. Bunlardan bâzılarim şu
şekilde sıralayabiliriz:
a) Sevgili Peygamberimiz'in
bâtimna ait güzellik ve özellikleri görüp anlatmaları. Zira O'nun zahiri gibi
bâtim da mükemmeldir.
b) îslâm şerîatinin erkekler tarafından
farkedilemeyen kısınılarını, hanımlarimn nakletmesi,
c) Yalnız şahıslarla değil, birtakım
kabilelerle de yeni akrabalıklar te'sîs etmesi,
d) Dünyadan ve düşmanlarından çok
çeken Hazret-i Peygamber'in çok sayıdaki hanımlarimn arasında ve onların
arkadaşlığında, gönlünün kederlerinin dağılması...
e) Aynı zamanda Peygamberimiz'in
mükellefiyetlerinin artması, dolayısıyla ecir ve sevabimn da artmış olması...
f) Esasen nikahın, Peygamberimiz için bir ibâdet
olması...
Bu konuda bizden önce beyânda bulunan âlimlerimizden bâzıları demişlerdir ki: "Peygamberimiz'in eşlerinden
Ümmü Habibe validemiz, Peygamber Efendimizle evlendiği zaman, babası bir Peygamber düşmanı idi. Safîye validemiz evlendiğinde; babası,
amcası ve kocası, peygamberimiz tarafından öldürülmüş idi. Eğer bu
kadınlar, Peygamber Efendimiz'de bulunan manevî ve bâtim birtakım güzellik ve
özellikler görmemiş olsalardı; Peygamberimiz'in bütün insanların en kâmili ve üstünü olduğunu
anlamamış bulunsalardı; O'nunla nasıl evlenebilirlerdi? O'ndaki bu güzellik ve
özellikleri görmüş olacaklardır ki, beşeriyet iktizâsı babaları ve diğer
yakınları tarafim tutmamışlardır. Peygambe-rimiz'i seçip tercih etmişler, O'nun
bâtim güzelliklerini görmüşler, O'nun çeşitli mucize ve Fevkalâdeliklerine de
muttali olarak, bunları başkalarına aktarmaya, hayırlı ve güzel birer vesile
olmuşlardır..."[37]
Peygamberimizin Bir Özelliği de, velisiz ve Şahitsiz Nikahimn
Caiz Olmasıdır
Beyhekî Sünen'inde Ebû Saîd
el-Hudrî'den şöyle nakleder: "Peygamber'inki (sallallahü aleyhi ve sellem) müstesna, velîsiz, şahitsiz ve
mehirsiz nikah sahîh olmaz." [38]
Yine Beyhekî, Müslim tarafından da rivayet edilen şu haberi nak-letmiştir:
"Enes der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Safîye ile gerdeğe girdiği zaman, insanlar şöyle
söylendiler: "Acaba Peygamberimiz Safîye ile evlendi mi, yoksa ümmü veled mi
edindi? Eğer onu Örtü
içine alırsa, o-nunla evlenmiş olduğunu anlarız, değilse onu ümmü veled edinmiş olduğu anlaşılır."
Ertesi günü sabahleyin yola çıkılırken Peygamberimizin Safîye'yi örtü içine aldığı görüldü ve onunla evlenmiş olduğu anlaşıldı..."
Alimler demiştir ki:
"Ümmetten herhangi birisinin nikâhında,
velînin şart kılınması; evlenen taraflar arasındaki
kefâeti (birbirine denk ve akran olmalarim) muhafaza içindir. Peygamberimiz için ise, bir başkasıyla denklik söz konusu olamaz... Şahitlerin şart kılınmış olması da, işi sağlama bağlayıp
ileride evliliğin inkar edilmesini
önlemek içindir. Peygamber
Efendimiz ise, asla
inkârda bulunmaz... Eğer kadın tarafı inkârda bulunacak olsa,
bu da nazar-ı itibâra alınmaz... Yâni bir evlilikte, koca tarafı evliliği ikrar
edip duruken, aksine kadın tarafı inkâr etmeye kalkışsa,
bu muteber sayılmaz...
el-Irâkî Şerhu'l-Mühezzeb adlı kitabında şöyle
der: "Kadın tarafı Peygamberimiz'in ikrarim inkâra
kalkışmış olsa, şüphesiz Peygamberimizi yalanlamış olması sebebiyle kâfir olur." Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kadim kendisi adına nikahlar ve her iki tarafın velîsi
de kendisi olmuş olurdu. Kadımın izni ve velîsinin izni olmasa da, nikah sahîh
olurdu. Zira Yüce Allah, Kitabında: "Peygamber, müminlere kendi öz canlarından daha yakındır!" buyurmuştur.[39]
Bir âyet-i
celîlesinde de şöyle buyurmuştur: "Allah ve Resulü bir işde hüküm verdiği zaman, artık inanmış bir
erkek ve kadına, o işi
kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah'a ve
Resûlü'ne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur." [40]
Peygamberimizin Bir Özelliği de, Allah'ın Helal Kılması ile,
Hikah Akdi Yapmaksızın Kadımın Kendisine Helal Olmasıdır
Beyhekî şöyle demiştir: Allah'ın helal kılması ile kadımın O'na, nikâh akdi yapmaksızın helal olmasına göre; kadımın iznini almadan
nikâhim kendine kıyması da helal olur. Zira bu durumda, ilgili âyetin de
işaret ettiği gibi, O'nun nikâhı, o kadim kendisine
helal kılan Allah tarafından kıyılmış olmaktadır.
Buhârî Enes'ten rivayet eder. O
şöyle der: Zeyneb validemiz, diğer Peygamber hanımlarına karşı iftihar eder ve:
"Sizleri Peygamber ile kendi ahalîniz evlendirdi. Beni
ise, yedi kat semaların ötesinden Allah evlendirdi" derdi.
Müslim'in Enes'ten rivayeti ise şöyledir: Zeyneb, kocasından ayrılıp iddetini
bekledi. Iddeti
bitince, Peygamberimiz Zeyd'e şöyle dedi: "Zey-neb'e git, beni hatırlat!"
Zeyd de gidip ona Peygamberimizi hatırlattı. Zeyneb şu karşılığı verdi: "Ben,
Rabbim'e danışıp O'ndan bir işaret almadan, hiç bir şey yapamam." Böyle
söyledikten sonra Zeyneb validemiz mescidine çekilip dua ve istihare yaptı...
Sonra nazil olan ayette: "Habîbim, onu seninle evlendirdik"
buyuruldu. [41] Peygamberimiz de, onun yanına giderek onunla evlenmiş
oldu..."
Beyhekî'nin Ali bin
Huseyn'den bu hususta bir nakli var. Bu nakil şu
mealdeki âyetle ilgili: "...Habîbim sen, Allah'ın açığa vuracağı şeyi
i-çinde gizliyor, insanlardan korkuyordım..." İşte bu ayetten de anlaşılacağı
gibi, Yüce Allah; Peygamberimiz'e, Zeyneb'in kendisinin eşi olacağını bildirmişti.
Zeyneb'in kocası Zeyd de gelip Zeyneb hakkında şikâyette bulununca, Peygamberimiz korkuya
kapılıp: "Ey Zeyd, Allah'tan kork! Karim tut, sakın onu boşama"
diyordu. İşte Cenâb-ı Hakk, Peygamberimiz'in bu sıradaki korkusunu bildiriyor-ve: "Ben
sana, Zeyneb'in senin eşin olacağını bildirmiştim. Buna rağmen sen, Allah'ın
açığa vuracağı şeyi içinde gizliyor ve insanlardan çekmiyordun" diyor.
(Bu, Beyhekî'nin Ali bin Huseyn'den
bildirdiği bir tefsirdir.) [42]
İbn-i Sa'd, İbn-i Asâkir, Ümmü Seleme'den rivayet eder: "Zeyneb şöyle
derdi: "Ben, Peygamber hanımlarimn içinde diğerleri gibi değilim!
Onlar, Peygamb erimi z'e, kendi velilerinin evlendirmesi ve mehr île
ni-kahlanmışlardır. Beni ise, Resûlüllah ile Allah evlendirmiştir! Allah, benim
hakkımda Kur'ân'ında âyet indirmiştir. İşte onu, müslümanlar okuyup
durmaktadırlar. Daha da okunacak, kıyamete kadar asla bozulup
değişmeyecek..." [43]
Yine İbn-i Sa'd ile İbn-i Asâkir, Âişe'den rivayet eder.
O şöyle der: "Allah, Zeyneb binti Cahş'a rahmet etsin! Gerçekten o,
dünyâda hiç bir şerefin kendisiyle yarış amıyacağı bir şerefe ermiştir. Onu
Resûlüllah ile Allah evlendirmiş ve
hakkında Kur'ân âyeti inmiştir. Bir gün bizler
Resûlüllah'ın yanında idik... Resûlüllah Efendimiz biz hanımlarına dönerek
şöyle buyurmuştu: "Benim vefatımdan sonra, bana en evvel geleniniz, eli
en uzun olanimzdir! (Yâni en cömert olammzdır)." Resûlüllah bu suretle ona,
kendisine en evvel kavuşacağım müjdelemiştir. Şüphesiz o, Resûlüllah'ın
cennette zevcesidir.
İbn-i Cerlr, el-Şâ'bî'den nakleder. O
şöyle der: Zeyneb validemiz, Peygamber'e (sallallahü
aleyhi ve sellem) nazlanır ve şöyle derdi: "Ey
Allah'ın Resulü, ben sana üç şeyle nazlanmaktayım: Bir: Senin dedenle benim
dedem birdir. (1068). iki: Beni seninle semâda Allah nikahlamıştır. Üç:
Aramızda elçi de Cebrâîl olmuştur..."[44]
Peygamberimizin Bir Özelliği de, O'nun Nikahimn "Hibe"
Sözüyle Gerçekleşir Olmasıdır
Evet,
Peygamber'in (sallallahü
aleyhi ve sellem) özelliklerinden
biri de, O'nun nikahimn mehirsiz gerçekleştiği gibi, hibe sözüyle de gerçekleşir olmasıdır. Nitekim Yüce Allah bir âyetinde
şöyle buyurmaktadır: "...Bir de
kendisini mehirsiz olarak Peygambere hibe eden ve Peygamberin de kendisini almak
istediği inanmış kadın..."[45],
İbn-i Sa'd, Muhammed bin İbrahim et-Teymî'den şöy rivayette bulunur: "Ümmü
Şerik adındaki kadın, Peygamber Efendlmiz'e gelerek,
kendisini O'na hibe etmiştir. Peygamberimiz ise bunu kabul buyurma-mıştır. Ümmü Şerik de, ölünceye kadar herhangi bir evlilik yapmamıştır..."
İbn-i Sa'd ile Beyhekî'nin el-Şa'bî'den rivayetleri de
şöyledir: "İlgili âyetin haber verdiği
veçhile, bâzı kadınlar gelir, kendilerini Peygamber Efendimiz'e hibe ettiklerini
söylerlerdi. Peygamberimiz ise bunların
bâzısını kabul etmiş, bazılarim ise kabul etmemiştir, onlarla evlenmemiştir, İşte Ümmü Şerik, kendisini Peygamberimiz'e hibe edip de O'nunla
evlenememiş olan bir kadındır."
Saîd bin Mansûr
ve Beyhekî'nin İbn-i'l-Müseyyeb'ten rivayeti de şu merkezdedir:
"Resûlüllah'dan (sallallahü aleyhi ve sellem) başka, herhangi bir kimse için,
"hibe" şeklinde evlenmek asla caiz olmaz. Ancak,
kendisini peygambe-rimiz'e hibe eden bir kadınla evlenmeyi Peygamberimiz'in kabulü hâlinde;
kadın tarafın: "Kendimi Sana hibe ettim!" demesi kâfî olmakla
beraber, Peygamberimiz'in: "Ben de kabul
ettim!" demesinin kâfî olup olmadığında ihtilâf edilmiştir.
Yâni Peygamberimiz'in böyle bir durumda: "Ben de seni nikâhıma
aldım!" diyerek nikâh sözünü kullanması şart
mı idi? En sahîh kavle
göre, evet şart idi. Zira ilgili ayette: "...Eğer Peygamber de onunla nikahlanmayı isterse..." buyurulmuştur. [46]demek
ki Peygamberimiz için muteber
olanı, nikâh kelimesinin kullanılmış olmasıdır..."[47]
Peygamberimizin Bir Özelliği de, Hanımları Arasında Nöbet
Tutmasının Mecburi Olmamasıdır
Peygamber Efendimiz'in özelliklerinden biri de, hanımları arasında zaman taksınıi yapıp
buna riâyet etmesinin mecburi olmamasıdır. Gerçi bu hususta da iki kavîl
vardır. Fakat en sahih görülen kavle göre,
böyle nöbet tutması, kendisi için mecburî değildi. iki kavilden seçilmiş olanı ve İmâm-ı Gazâlî'ye göre sahih olanı budur.
İbn-i Sa'd Muhammed bin Ka'b'tan şöyle
rivayet eder: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), hanımlar arasında yaptığı taksınıe, tam riâyet edip
etmeme hususunda, bir mecburiyete tabî değildi. Bir taksını ve gün ayırma bulunmakla beraber, nasıl
isterse öyle davranırdı. Hanımları da bunu bilir ve buna razı
olurlardı..."
Alimlerimizin bâzıları da şöyle derler:
"Peygamberimiz'in hanımları arasındaki taksınıe uyması, O'nun
Peygamberlik vazifesini aksatmasına sebeb olur. Bilindiği gibi Peygamberimiz'in
bir gecede bütün hanımlarim dolaştığı da olurdu. Bu ise, bu hususta bir
mecburiyet al-tında olmadığim gösterir..."[48]
İbn-i'l'Kuşeyrî de şöyle demiştir:
"Bu taksınıe riayet etmesi Peygamberimiz üzerine vâcib idi. Sonra
nazil olan bir âyetle bu mecburiyet kaldırılmıştır..." [49]
Peygamberimiz'in hanımlarimn nafakalarim te'ınîn etmekle yükümlü olup olmadığı da tartışılmış ve en sahih görülen kavle göre, Bunun kendisine
vâcib olduğu kabul edilmiştir. Nitekim İmâm-ı Nevevî de sahih olan vacîb olmasıdır" demiştir..." [50]
Peygamberimizin Bir Özelliği de, Cariyesini Azad Etmesini, Onun
Mehri Yerine Saymasının Caiz Olmasıdır
Beyhekî Sünen inde Enes'ten şöyle
rivayet eder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Safîye yi âzâd edip onunla
evlendi. Enes'e sordular ve: "Safîye'ye mehr
olarak ne verdi?" dediler. Enes de: "Onu âzâd etmesini, onun mehri
saydı" cevabim verdi."
İbn-i Hıbbân şöyle der: Evet Peygamber
Efendimiz böyle yapmıştır, fakat bunun
kendisine mahsûs olduğuna dâir bir delîl yoktur. O halde bu, O'nun ümmeti için de caiz olması
gerekir. Çünkü bunun,
Peygam-berimiz'in bir özelliği olduğuna dair, yeterli bir delîl mevcud değildir."
Ben de derim
ki: İbn-i Hıbbân'ın bu sözü, bana göre de isabetlidir ve
fetvaya uygun bir kavildir. İmâm-ı
Ahmed ile İshâk'ın mezhebleri de budur.[51]
28-4 Peygamberimizin Bir Özelliği de,Yabancı Kadınlara Bakmasının ve
Onlarla
Başbaşa Kalmasının Caiz Olmasıdır
Buhârî, Hâlid bin Zekvân'dan rivayet
eder. O şöyle demiştir: "Mu-avviz bin Afrâ'nın
kızı Rubeyyi' dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), teşrîf edip odama girdi ve
yatağımın kenarına şöyle oturdu." Kermâni, bu
rivayetle ilgili olarak şu açıklamayı yapar: Bu olay hıcâb
hakkındaki âyet inmezden önce olmuştur. Yahut da, Peygamberimiz fitneden emîn olduğu için, O'nun hakkında onu görüp
bakması caiz olmuştur."
İbn-i Hacer de şöyle der: Sahih ve
kuvvetli deliller ile sabit olduğuna göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) için, yabancı kadınlara bakması ve onlarla başbaşa kalması, O'nun bir özelliği
idi. Sırf O'na mahsûs olmak üzere, bu caiz idi. Peygamberimiz'in Ümmü Harâm'ı ziyareti hakkındaki rivayetle ilgili
olarak, söylenecek doğru söz de budur. Zira Peygamberimiz onu ziyaret ettiği zaman, onun odasına girmiş, orada uyumuş ve Ümmü
Haram, Peygamberimizin başına, bit, böcü-börtü
var mıdır diye de bakmıştır. Halbuki Ümmü Haram, Peygamberimiz'in ne nikâhlısı, ne de
mahremi değildi..."
tbnü'l-Mülekkan da şöyle demektedir: "Neseb ilmine yeterince vâkıf
olanlar bilirler ki, Ümmü Haram ile Peygamberimiz arasında bir
yakınlık ve mahremiyet yoktur. Nitekim Hafız Şerafü'd-Dîn el-Dimyatî de bunu
gayet güzel bir şekilde açıklamıştır
ve demiştir ki: "Bu, Ümmü
Haram ile onun kardeşi Ümmü Selim'e mahsûs idi. Ümm|i Haram gibi, o da Peygamberimiz'in başına bakıvermiştir."
Yine İbn-i Mülekkan şöyle der: "Bilindiği gibi, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) mâsûm idi. Yüceler yücesi
Allah, O'nu günahtan korumuştur. Bu se-beble Peygamber Efendimiz'in,
yabancı kadınlarla başbaşa
kalmasının, onlara bakmasının, sırf O'na âit
bir özellik olduğu söylenmiştir.[52]
Peygamberimizin Bir Özelliği de, İstediği Kadim İstediği
Erkekle (velilerinin İzni ve Kendilerinin Rızası Olmasa da)
Evlendirebilmeşidir
Yüce Allah şöyle
buyurur: "Allah ve Resulü bir işde hüküm verdiği zaman, artık inanmış bir
erkek ve kadına o işi
kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur..." [53]
Buhârî'nin Ebû Hüreyre'den rivayetine
göre, Peygamber (s.a.u.) şöyle buyurmuştur:
"Hiç bir mü'ınin yoktur ki, dünyâda ve âhirette ben ona, kendi öz canından daha yakın olmayayım."
Yine Buhârî ile Müslim Sehl bin Sa'd'dan şunu
nakleder: "Kadımın biri Peygamber Efendimiz'e gelip, kendisini O'na hibe
ettiğini söyledi. Peygamberimiz de: "Benim
kadınlara ihtiyacım yoktur!" buyurdu. Durumu görmekte
olan adamın biri: "Ey Allah'ın Resulü, bu kadim bana nikahla!"
dedi. Peygamberimiz de: "Onu sana
nikahladım! Bildiğin
Kur'ân da, onun mehri olsun!" buyurdu.
İbn-i Cerîr İbn-i Abbâs'tan rivayet eder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), birgün halasının kızı Zeyneb'i, delikanlısı (âzadhsı) Zeyd bin
Harîse'ye istedi. Zeyneb: "Ben onunla evlenmeyi kabul etmem!" dedi.
Onlar ikisi, bu hususu konuşurlarken, yukarıda meali
geçen âyet nazil oluverdi. Bunun üzerine Zeyneb: "Ey Allah'ın Resulü,
benim için sen Zeyd'e razı mısın?" dedi. Peygamberimiz de:
"Evet" buyurdu. Bunun üzerine Zeyneb: "Ben de Allah'ın Resulü'ne
karşı âsi olmam!" dedi ve Zeyd'le evlenmeyi kabul
etti..."
İbn-i Sa'd'ın rivayetine göre M :hammed bin Ka'b el-Kurazl şöyle demiştir:
"Abdullah Zü'l-Bicâdeyn, kadımın biriyle evlenmek istemiş ve bu isteğini kadına iletmiş.
Kadın, onun bu teklifini kabul etmemiş. Aynı kadınla Ebû Bekir ve Ömer de evlenmek istemiş, fakat kadın bunların teklifini de red etmiştir. Durum Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) intikâl etmiş, Peygamberimiz Abdullah'a hitaben: "Senin, o kadınla
evlenmek istediğini duydum. Doğru mu?" buyurmuş. Abdullah "evet"
demiş, Peygamberimiz: "Öyleyse seni o kadınla evlendirdim!" buyurmuş.
Bunun üzerine o kadın, Abdullah ile evlenmeyi kabul etmiştir."[54]
Peygamberimizin Bir Özelliği de, Başkasının Baliğa Olmamış
Kızını İstediğiyle Evlendirmesi İdi...
Beyhekî İbn-i Abbâs'tan nakleder: Hazret-i Harazanın
kızı Umara Mekke'de idi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Kaza Umresi için Mekke'ye gidip
döndüğü sırada, Umara Ali ile beraber geldi
Ali, Peygamberimiz'e Umara'yı nikahına
almasını teklif
etti Peygamberimiz de: "O benim süt
kardeşimin kızıdır" buyurarak red etti.
Fakat Peygamberimiz onu, Seleme bin Ebû Seleme
ile evlendirdi."
Beyhekî şöyle demiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), sırf kendisine hâs olmak üzere, birinin henüz
bulûğa ermemiş kızını, dilediği birisiyle ev-lendirebilirdi.
Bu, başkaları için caiz olmaz... İşte bunun içindir ki, Hamza'nın kızı Umara'yı, Seleme bin Ebû Seleme ile evlendirmiştir.
Halbuki Umâra'nın velîsi, Hamza'nın kardeşi Abbâs idi. Peygamberimiz ise, herkesin velisi
durumunda idi. Başkaları için caiz olmayan, O'nun için caiz
idi. Nitekim Seleme bin Ebû Seleme'nin şu haberi de buna delâlet
etmektedir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Ümmü Seleme'yi nikahlamak
istedi. Ümmü Seleme: "Beni sana nikahlayacak
velîlerimden kimse, burada hazır değildir" dedi. Peygamberimiz: "Oğluna söyle,
o seni bana nikahlasın" buyurdu. O da oğlunun velayeti ile Peygamberimizin
nikâhına girdi. Halbuki onun oğlu, henüz baliğ
olmamıştı. Bu dahî Pey-gamberimiz'in bir özelliği idi. Ancak O'nun için caiz olup, bir başkası için caiz değildir."[55]
Peygamberimizin Bir Özelliği de, Ümmeti Adına Kurban Kesmiş
Olmasıdır
Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) bir özelliği de, ümmeti adına kurban kesmiş olmasıdır.
Başkası ise, bir başkası adına onun izni
olmadan kurban kesemez... [56]Bu hususta Hâkim, Ebû Saîd el-Hudrî'den şöyle
nakleder: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), musallada boynuzlu bir koç
kurban etti. Sonra şöyle dua yaptı:
"Allah'ım, bu benden ve benim
ümmetimden kurban kesememiş olanlardandır!
Bunu, böyle kabul buyur."
Yine Hâkim'in Âişe ve Ebû Hûreyre'den rivayeti
şöyledir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bir
defasında iki koç birden kurban kesti... Bunlardan birini kestiği zaman şöyle dedi: "Allah'ım, bunu, Muhammed'in adına ve
O'nun ümmetinden olup, Senin birliğine ve benim Peygamberliğime şahadet getirmiş olan kulun adına kabul eyle."
Yine Hâkim, sahihtir kaydiyle Ali bin
Huseyn'den şu haberi nak-letmiştir: "Yüce Allah'ın
kitabındaki: "Biz her ümmete, usulüne göre
bir ibadet yolu kılmışızdır" [57]anlamına gelen âyetinde; her ümmetin
usulüne göre kestikleri
kurbanlar haber verilmiştir. Nitekim bana bu hususta şöyle bir hadis de
nakledilmiştir: Ebû Râfi'in söylediğine göre: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), boynuzlu ve gayet güzel iki
koç kurban etmiş. Birini kestiğinde şöyle buyurmuş: "Allah'ım, şu, bütün ümmetimden senin birliğine ve benim Peygamberliğime şahadet edenlerin adına! Bunu böylece kabul buyur!" Sonra
ikincisini kesmiş ve: "Allah'ım, bu da, Muhammed'in
ve O'nun ev halkimn adına! Bunu da böyle kabul buyur!"
demiştir. İşte, hutbesini okuyup, Bayram namazını kıldıktan sonra böyle iki adet kurban kesen Peygamber Efendimiz; sonra bu kestiği kurbanların etinden fakirlere ikramda bulunmuş,
onları yedirip doyurmuştur. Kendisi ve ev halkı da bu kurbanların etinden
yemişlerdir. İşte bizler, senelerde borç ve geçim sıkıntısı nedir
bilmeyiz. Biz Haşim oğullarından hiç biri, kurban kesmez." [58]
İbn-i Seb' de, Peygamberimizin özelliklerinden biri olarak
kim Peygamberimize söver veya O'na hicvederse, Peygamberimiz tarafından
onun öldürülmesinin caiz
oluşunu zikretmiştir. Bu da, Peygamberi-miz'in kendisi hakkında (kendisi lehine kendisinin) hüküm
vermesinin caiz oluşuyla
da ilgili bir mesele oluyor." [59]
Peygamberimizin Kerametleri Bölümü
Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) özelliklerinden
biri de, miras olarak mal bırakmaması; kendisine ait olarak bıraktığı malın,
kendisinden sonra O'nun ev halkimn nafakası olarak devam
etmesidir. Buhârî ve Müslim, bu hususta Ebû Bekir ei-Sıddık'ın şöyle dediğini naklederler: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Biz Peygamberler miras malı bırakmayız! Bizını, bıraktığımız mal,
ancak sadakadır. Muhammedin ev halkimn nafakası ise, bu
maldadır," Vallahi ben, Peygamberimiz'in sadakası üzerinde hiçbir değişiklik yapamam! O'nu, Peygamberimizin sağlığındaki hâl ü-zere muhafaza ederim. Onun üzerinde,
ancak Peygamberimizin yapmakta olduğu şeyi yaparım!" [60]
Yine Buhârî ve Müslim, Ebû Hüreyre kanalıyla, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu naklederler: "Benim varislerim, benden sonra
altın ve gümüş bölüşmezler! Benim bıraktığım mal, ailelerimin nafakası verildikten, resmi görevlilerin maaşları ödendikten sonra, tamamen
sadakadır."
Taberânî de İbn-i Ömer'den rivayet eder. O şöyle demiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Ali'ye hitaben buyurdu:
"Senin bana göre yerinin, Hârûn (aleyhisselâm)'ın Mûsâ (aleyhisselâm)'a göre yeri gibi olmasına
razı değil misin? Şu kadar var ki, benden sonra ne
nübüvvet, ne de veraset yoktur. [61]
İbn-i Mâce Ebû'd-Derdâ'dan rivayet
eder. O şöyle der: Ben, Pey-gamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle dediğini işittim:
"Alimler,
gerçekten Peygamberlerin varisleridirler! Zira peygamberler,
miras olarak altın ve gümüş bırakmazlar. Peygamberler ancak ilim mirası bırakırlar. Her kim, Peygamberlerin bıraktığı ilmi alırsa, gerçekten büyük bir
nasibe ermiş olur!"
Peygamberlerin, miras olarak mal bırakmamaları üzerinde
âlimlerimizin bazı açıklamaları olmuştur. Yani bunun hikmetini beyân sadedinde şöyle demişlerdir:
"Bu hususta
birkaç vecih söylenebilir:
Bir: Peygamberlerin yakınlarından birinin, mâlına vâris olmak
hırsıyla, o Peygamberin ölümünü
istememesi. Ki bu, o kişiyi manen helak eder. Bir Peygamberin malı, kimseye mîrâs kalmayacağına göre, kimse de o Peygamberin bu bakımdan ölümünü istememiş olur.
İki: Peygamberlerden herhangi birinin; vârislerine mal bırakmak için dünyalık peşine düştü, gibi bir töhmet altına bırakılmaması...
Üç: Peygamber
öldükten sonra bile, diğerleri gibi, tâm mânâsı ile ölmüş sayılmazlar. Ölmüş sayılmayınca da, mâlına başkası
vâris olamaz...[62] İşte bunun içindir ki Îmâmü'l-Haremeyn:
"Peygamber ölmüş olmadığı ve diri sayıldığı içindir
ki, O'nun malı, kendi mülkiyeti üzerindedir. [63] Aynen O'nun sağlığmdaki gibi,
O'nun harcadığı yerlere harcanır ve infâk edilir" demiştir.
İmâm-ı Nevevî ve başka âlimler ise, Peygamberimiz'in vefatından sonra, artık mâlı üzerindeki mülkiyetinin
zail olduğunu, bunun bir sadaka
olarak intikal ettiğini, O'nun ev halkimn
nafakası bu maldan verildikten sonra, kalanın bütün müslümanlara sadaka olduğunu kabul etmişlerdir. [64]Buna bakarak bazı âlimler de şöyle demişlerdir:
"Burada Peygamberimiz'e ait bir özellik daha bulunmaktadır. O da şudur: Peygamberimize ait mal, O'nun
vefatından sonra sadaka olduğu için, Peygamberimiz hakkında, bütün malim tasadduk etmek tasarrufu da doğmuş oluyor. Halbuki bir başkası, kendisine ait olan malın, ancak üç de birini
tasadduk etme hakkına sahiptir..." [65]
Peygamberimizin Özelliklerinden Biri de, Eşlerinin Mü'ıninlerin
Anneleri Olmasıdır
Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) bir özelliği olar k, O'nun eşlerinin, mü'ıninlerin anneleri oluşu;
hem onlara saygı b< .amından, hem de kendilerine itaat edilmesi bakımından
anne oluşlarıdır. Yoksa, kişinin kendi annesine nazar
etmesinin mubah oluşu gibi, onlara da nazar etmesinin mübâh
olması manasında değildir.
Yani Peygamberimiz'in eşleri mü'ıninlerin anneleri gibi, muhteremdirler. Hiçbir kimse,
onlardan biriyle evlenemez. Fakat mü'ıninlerin
onlara bakmaları helal değildir. Tabii Peygamberimizin kendisi de, bütün mü'ıninlerin babasıdır. Hatta öz
babalarından daha hürmetli ve kıymetlidir. İmâm-ı Bağâvi, bu konuda şöyle demiştir:
"Peygamberimiz'in eşleri, hiç şüphesiz mü'ıninlerin analarıdırlar. Fakat bu, onların, mü'ıninlerin
erkeklerinin anaları olup, onlarla nikahlanmalarimn haram oluşu demektir.
Binâenaleyh Peygamberimizin eşleri, mü'ıninlerin kadınlarimn
da a-naları değildirler."
İbn-i Sa'd ve Beyhekî Âişe'den şöyle nakletmiştir:
"Kadımın biri bir gün bana: "Ey anacığım!"
diye hitab etti. Ben de kendisine: "Ben, sizin erkeklerinizin anasıyım,
yoksa kadınlarimzın anası değilim!" diye karşılık verdim."
Yine İbn-i Sa'd, Ümmü Seleme'nin şöyle dediğini nakleder: "Ben sizin, erkeklerinizin
anasıyım, kadınlarimzın değil..."
Alimlerimizin bazıları da böyle demişlerdir. Zira bu, nikah bakı-/ mındandır. Yoksa saygı
ve itaat bakımından onların; mü'ıninlerin kadınlarimn
da anaları olduğunda şüphe yoktur.
Nitekim İmâm-ı Bağâvi, bunu da açıkça
belirtmiştir.[66]
Peygamberimizin Bir Özelliği de, Eşlerinin Görüntü ve Endamlarim
Göstermelerinin Haram Olmasıdır
Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) bir özelliği de, eşlerinin
dış görünüşü ve endamlarım, hacetleri için çıktıklarında veya
birisi kendilerine bir şey sormaya geldiğinde göstermelerinin haram olmasıdır.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlardan bir şey istediğiniz zaman, perde
arkasından isteyiniz!"[67]
Ravza adlı kitabında, el-Râfii ve el-Beğâvi'ye tabi olarak şöyle denilmiştir:
"Hiç bir kimseye, Peygamberimiz'in eşlerinden şifahen bir şey istemek helal değildir. Ancak perde arkasından isteyebilir. Fakat başka
kadınlarla yüzyüze gelerek
konuşup bir şey istemek caizdir."
Kâdi Iyad ve Nevevi
de şöyle derler: "Peygamberimiz'in eşlerine; üzerlerine perde
çekerek yüz ve ellerini dahi örtmeleri farzdır. Bunda
hiç bir ihtilaf yoktur. Onların, bir şahidlik yapma durumunda bile, el ve yüzlerini açmaları caiz değildir. Bu da Peygamberimiz'in eşlerinin bir özelliği idi. Zaruret olmadıkça, dış görüntü ve endamlarim belli
etmeleri de caiz değildir. Ancak zarurete binaen bir
hacetleri için çıktıkları sırada müstesna. Tabii bu halde bile, mümkün mertebe Örtülü
bulunurlar. Bunun için onlar; insanlardan bazıları
kendilerine bir şey
istemek veya dini müşkıllermi sormak için geldiklerinde, perde
arkasında oturup onların isteklerine cavap verirlerdi. Bu şekilde konuşurlardı. Dışarı çıktıkları zaman da, son derece örtülü
olurlar ve de, endamlarim dahi belli etmemek için tedbir
alırlardı. Onlardan Zeyneb validemiz vefat ettiği zaman, nâşimn, (tabutunun) üzerine bir kubbe yapıp örttüler ve böylece onun hiç
görülmemesini sağladılar. (Bu, ilk defa yapılan
bir şeydi. Bunun
için Ömer (radıyallahü anh), "Şu
cenazenin çadırı, ne kadar da güzeldir!" demekten kendini alamamıştır.)
Buhârî Âişe'den nakleder: Hıcab emri geldikten sonra (doğrusu gelmezden önce olacak), Şevde haceti için dışarı
çıkmıştı. Şevde, gösterişli bir bedene sahipti. Gören onu hemen tanırdı. Bu sırada Ömer kendisini görmüş ve:
"Ey Şevde, vallahi sen bizden gizlenemezsin!
Nasıl dışarı çıktığına dikkat et!" diye seslenmiş. Şevde de derhal
geri dönüp durumu Hazret-i Peyğamber'e haber vermiş. İşte bu sırada yemeğini yemekte olan Peygamberimize hıcâb emri gelmiştir. Peygamberimiz Sevde'ye cevaben:
"Allah, hacetiniz için sizin dışarı çıkmanıza izin vermiştir" buyurmuştur. [68]
İbn-i Sa'd Abdurahman bin Avfın şöyle dediğini nakleder: Ömer beni, kendisinin vefat ettiği sene Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) eşlerine hacc yaptırmakla vazifelendirmiş ti. Bunda Osman da vazifeli
idi. Osman, Peygamber eşlerinin önünde
gidiyor ve insanların onları görmemeleri ve onlara yaklaşmamaları için gayret sarfediyordu. Ben de onların
arkalarında gidiyor, insanların onlara yaklaşmalarim önlüyordum. Onlar, binit
develeri üzerine konulmuş hevdecler (kubbeli çadırlar)
içinde yolculuk ediyorlardı. Ben ve Osman, hareket ve konaklama hallerinde
kimseyi onların yanına yanaştırmıyorduk."
(Yine İbn-i Sa'd'ın, Ümmü
Mâbed'den ve Misver bin Mahreme'den de bu mealde bir rivayeti
bulunmaktadır.)[69]
Peygamberimizin Bir Özelliği de, Kendisinden Sonra Eşlerinin
Evlerinde Oturup Dışarı Çıkmamalarıdır
Bu husustaki iki
kavilden ikincisine göre, Peygamber Efendimizin bir özelliği de, kendisinden sonra eşlerinin dışarı çıkmasının haram olmasıdır,
isterse hacc ve umre için olsun.
İbn-i Sa'd'ın Ebû Hüreyre'den naklettiği bir habere göre, Peygamber Efendimiz, veda Haca sırasında, kendisiyle beraber bulunan eşlerine
hitaben: "Bu, sizin benimle yaptığimz hacc ibâdetidir.
Benden sonra sizlere, evlerinizdeki hasır üzerinde oturmak düşer." İşte bundan dolayıdır ki, Peygamberimiz'den sonra Şevde ve Zeyneb
validelerimiz, hacc için yola çıkmayı kabul etmemişler ve: "Peygamber'den sonra biz, evimizden çıkamayız!" demişlerdir. [70]
Yine İbn-i Sa'd'ın
İbn-i Sîrîn'den bir
haberi var. O şöyle demiştir: "Şevde validemiz bu konuda demiştir ki: "Ben, hacc ve umremi yaptım! Artık
Resûlüllah'tan sonra bana, Allah'ın emrine uyarak evimde oturmak düşer." Şevde validemiz, bu hususta Resûlüllah'ın veda haccmdaki buyruğuna uymuş oluyordu. O, ölünceye
kadar bir daha hacc yapmamıştır."
İbn-i Sa'd'ın Âişe'den olan rivayeti ise şöyledir: "Ömer, önceleri bizi hacc ve umreden
menediyordu. Son senesinde bize izin verdi. Biz de
o-nunla birlikte hacca çıktık... Sonra Osman geldi. Biz kendisinden bu hususta
izin istediğimizde: "Kendi
re'yinize (dînî ictihâd ve görüşünüze) göre hareket ediniz" buyurdu.
Biz de haccettik. Zeyneb ile Şevde ise bize
katılmadılar. Biz hacc için çıktığımızda, tamamen örtülü
olarak çıktık...
(Selef âlimlerimizden
Süfyân bin Uyeyne, Peygamberimiz'in eşlerinin, devamlı
bir şekilde iddetini çeken bir kadın durumunda bulunduklarim söylermiş.)[71]
Peygamberimizin Bir Özelliği de, Kanı, Bevli ve Gaitimn Temiz
Olmasıdır
El-Gıtrlf, Taberârii ve Ebû Nuaym'in Selmân-ı Fârisî'den bir rivayetleri vardır
ve şöyledir: Selmân, bir defasında Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) yanına girmiş. Bakmış, Abdullah bin Zübeyr elindeki
tastan birşey içiyor. Resûlüllah kendisine: "Ne
yapıyorsun?" buyurmuş: Abdullah şu
cevabı vermiş: "Vücûdumda
Resûlüllah'ın kam bulunsun istedim!" Resûlüllah da ona
şöyle demiştir: "Demekki insanların senden,
senin de insanlardan
çekeceğin var! Cehennem ateşi sana, ancak yeminin çözülmesi
kadar (üzerinden yani sırattan geçtiği
sırada biraz) dokunabilir."
(Bezzar, Ebû Ya'lâ, İbn-i Ebî Hayseme, Beyhekî ve Taberânî'nin de Sefîne'den bu mealde bir rivayetleri
bulunmaktadır.)
Hakimin Ebû Saîd el-Hudrî'den rivayeti
ise şöyledir: Uhud'da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yaralanmıştı. Babam, Peygamberimiz'in yüzünden çıkmakta
olan kanı yalamış ve yutmuştur. Peygamberimiz de bu hususta: "Her
kim, kendi vücudundaki kanim benim kanımla karıştırmış olan bir kimseyi görmek isterse, Mâlik bin Sinan'a baksın!" buyurmuştur.
Yine Taberânî, Ebû Rafı eşi Selmâ'dan şöyle rivayet etmiştir: Ben, Resûlüllah Efendimiz'in yıkandığı sudan içtim ve bunu
Peygamberi-miz'e haber verdim. O da buyurdu ki: "Allah senin bedenini
cehennem ateşine haram kılmıştır!"
Buharî ile Müslim'in Enes'ten rivayetleri ise
şöyledir; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Kurban Bayramı Günü saçim kestirdiği zaman, kıllarimn insanlara dağıtılmasını emretmiştir. İşte bu sırada Peygamberimiz'in saçimn bir kısmim Ebû Talha almıştır."
Muhammed İbn-i Sîrîn der ki: "Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) saçimn bir tek kılimn yanımda bulunması,
benim için dünyâ ve dünyâdaki şeylerden daha sevimlidir!"
Mezhebimiz âlimlerine
göre: Peygamber Efendimiz'in saçimn temiz olduğu üzerinde ittifak vardır. "Diğer insanların
saçları, temiz midir? Yoksa değil midir?" diye olan ihtilâf, Peygamberimiz'in saçı konusunda söz konusu değildir. [72]
28-5 Peygamberimizin Bir Özelliği de, Nafile Namazlarim Oturarak
Kılması Ayakta Kılması
Gibidir
Müslim ve Ebû Dâuûdîbni Ömer'den rivayet eder. O şöyle der:
Ben, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem): "Kişinin oturduğu yerden nafile namaz kılması, ona yarım namaz sevabı
kazandırır!" buyurduğunu işittim. Birgün O'nun huzuruna gittiğimde, kendisinin oturduğu
yerden nafile namaz kılmakta olduğunu gördüm ve şöyle
dedim: "Ey Allah'ın Resulü, siz kendiniz de oturduğunuz yerden mi namaz
kılıyorsunuz?" O şu karşılığı verdi: "Evet, fakat ben, sizlerden biri değilim!"[73]
Peygamberimizin Bir Özelliği de, Amelinin Kendisi İçin Bir
Nafile Olmasıdır
Ahmed'in sahih senedle rivayetine
göre, Âişe validemize
Peygam-berimiz'in oruç ibâdetini sormuşlar. O da: "Siz, O'nun ameli gibi
amel mi edebilirsiniz? O'nun bütün gelmişi ve geçmişi bağışlanmıştır! ve O'nun ameli, kendisi için bir
nafiledir!" demiştir.
(Yine Ahmed ve Taberânî'nin rivayetlerine göre, Ebû
Ümâme, Bunun böyle oluşunun, Peygamber Efendimiz'in bir özelliği olduğunu söylemiştir.)
Beyhekî'nin rivayetine göre, meşhur müfessir Mücâhid, Kur'ân-ı Kerimdeki:
"Gecenin bir kısmında, sana mahsûs bir nafile namaz kılmak üzere
uyan..." [74] anlamına gelen âyetle ilgili olarak şöyle demiştir: "Bunun bir
nafile olması, Peygamber Efendimiz'in bir özelliğidir. Bunun da sebebi, Peygamberimiz'in gelmişinin ve geçmişinin
affedilmiş olmasıdır. Peygamberimiz; üzerinde farz olanlardan başka ne amel etmisse, bütün bunlar O'nun hakkında bir
nafiledir. Çünkü O'nun, bu nafilelere keffâretlenecek günahları yoktur! Diğer insanlar
ise, üzerlerinde farz olandan mâada yaptıkları amelleri, birtakım günahlarına
keffâret olarak yapmış olurlar. O halde onların nafileleri
yoktur (ve onlar, nafile ehli değillerdir.) Bu, sâdece Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) mahsûs bir keyfiyettir."
Bâzı Kur'ân müfessirleri de, ilgili âyeti
açıklarken şöyle demişlerdir:
"Peygamberimiz'in, farzlardan başka yaptığı amelleri, kıldığı bu te-heccüd namazı;
O'nun için^sırf bir nafiledir. O bununla, fazladan sevâb-kazânmış olur. Başkal^ıise, bu kabil amelleriyle farzlardaki eksiklerini
tamamlamış öîurtkr.
Şüphesiz, Peygamberimiz'in farzlarim edâ edişlerinde de
bir eksikliği söz konusu değildir."[75]
Peygamberimizin Bir Özelliği de, Namaz Kılanın Kendisine:
"Ey Peygamber, Allah'ın Selamı Üzerine Olsun" Diyerek Hitab Etmesidir
Evet,
Peygamber'in (sallallahü
aleyhi ve sellem) bir özelliği de budur. Bu şekilde
O'na namazında hitab ettiği halde, namazının
bozulmamasıdır. Halbuki insanlardan bir başkasına bu şekilde hitâb edemez, namaz kılan... Keza Peygamberimiz'in dâvetine icabet
etmek de, namaz kılan biri için vaciptir. Bununla da onun namazı bozulmamaktadır.
[76]
Buhârî, Ebû Saîd bin el-Muâllâ
el-Ensârî'den şöyle rivayet eder: Ben namazımı kılıyordum.
Bu sırada Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) beni yanına çağırdı. Ben namazımı kılmaya devam
ettim. Namazı bitirdikten sonra O'nun yanına vardım. O bana: "Çağırdığım
zaman, neden gelmedin?" buyurdu. Ben de: "Namazımı kılıyordum"
dedim. O: "Sen, Yüce Allah'ın: "Ey mü'ıninler, size hayat verecek şeylere
çağırdıkları zaman Allah'ın ve O'nun
Resûlü'nün dâvetine icabet ediniz!" [77]âyetini bilmiyor musun?"
buyurdu. Bunu takiben de: "Ben sana ayrıca Kur'ân'ın büyük bir sûresini öğretmek istiyorum!" dedi.
Sonra bunu unuttu veya O'na unutturuldu. Ben ise, kendisinin böyle dediğini hatırlattım. O da buyurdu ki: "Elhamdü
lillahi rabbii-âlemîn!" diye başlayan yedi âyetli Fatiha
Sûresi, büyük bir Kur'ân'dır!"[78]
Peygamberimizin Bir Özelliği de, O Hutbe Okurken Konuşan
Kimsenin Cumasının Batıl Oluşudur
Peygamberimiz'in bir özelliği de budur. Keza herhangi bir kimsenin izin
almadan Peygamberimizin meclisinden
ayrılmasının caiz olmaması da O'nun bir özelliğidir. Yüce Allah Kitâbı'nda şöyle buyurur:
"Mü'ıninler o kimselerdir ki, Allah'a ve Resûlü'ne îmân
etmişlerdir. Onlar, toplayıcı bir iş görüşmek üzere Peygamberin meclisinde bulundukları zaman, O'ndan izin almadan
oradan ayrılmazlar." [79]
İbn-i Ebî Hatim, Mukâtil bin Hayyâridan rivayet
eder. O şöyle demiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), hutbesine başladıktan sonra, herhangi bir' kimsenin, O'ndan izin
almadan oradan ayrılması caiz değildir. Birinin bir zarureti olduğu zaman, ayağa
kalkıp parmağıyla işaret
eder, Peygamberimiz de ona izin verirdi.
Zira Peygamberimiz Cuma hutbesini
o-kurken izin almadan çıkanın Cuması bâtıl olurdu."[80]
Peygamberimizin Bir Özelliği de, O'nun Hakkında Ya'lân Uydurmanın,
Başkalarına Ya'lân Söylemek Gibi Olmadığıdır
Evet, Peygamberimiz üzerine yalan uydurmak, başkası hakkında yalan uydurmak gibi değildir. O'nun hakkında yalan uyduranın, O'nun
hakkındaki konuşmasına bir daha inanılmaz! Tevbe etmiş bile olsa rivayetleri red
edilir.
Buhârî ve Müslim Muğire bin Şûbe'den rivayet eder. O şöyle der: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bir hadîslerinde şöyle
buyurdular:
"Benim üzerimden
yalan uydurmak, bir başkası üzerinden yalan uydurmak gibi
değildir! Her kim benim hakkımda bilerek yalan söylerse, cehennemdeki yerine şimdiden hazırlansın!"
İmâm-ı Nevevî ve diğerleri der ki: Peygamberimiz'e karşı yalan söylemek, büyük günahlardan olup, küfür değildir. Cumhur'un kavli ve sahih olan budur. Cüveynî
ise, "Tevbe etmiş bile olsa, bu bir küfürdür!" demiştir. Bir topluluk
ki, İmâm-ı Ahmed, el-Sayrafî ve daha başkaları bu topluluktandır; O kişi, tevbe edip hâlini
düzeltse bile, ebediyen onun rivayetleri kabul eâilmez! Bir başkası hakkında yalan söyleyen ise böyle değildir. Ya'lânın
dışındaki diğer günahlar da böyle değildir. Bunlardan samîmi olarak tevbe ettiği zaman, fâsıklık sıfatı o kişinin üzerinden düşer. Hadîs
ilminde muteber ve mûtemed söz de budur. Nitekim ben bunu, Şerhu't-Takrîb adlı kitabımda da güzelce açıklamıştım...
Her ne kadar Nevevî, bunun aksini tercih etmişse de..." [81]
Peygamberimizin Bir Özelliği de, Onun Huzurunda Öne Geçmenin
Haram Oluşudur
Keza O'nun huzurunda sesini O'nun sesinden
fazla çıkartmak, O'nunla bağırarak konuşmak, Ona evin ötesinden çağırmak ve uzaktan kendisine nida etmek de haramdır.
Yüce Allah, Kitabı nda-.şöyle buyurur:
"Ey îman edenler! Allah'ın ve Resûlü'nün huzurunda öne
geçmeyiniz. Allah'tan korkunuz. Şüphesiz Allah, işitendir, bilendir. Ey inananlar,
seslerinizi Peygamber'in sesinden daha fazla çıkartmayimz. O'nunla, birbirinizle yüksek
sesle konuştuğunuz gibi, yüksek sesle konuşmayimz. Yoksa farkına varmaksızın amelleriniz boşa
gider. Allah'ın elçisinin huzurunda seslerini kısanlar, öyle
kimselerdir ki, Allah onların kalblerini takva için imtihan etmiştir. Onlar için büyük bir mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır. Ey Muhammed,
odaların arkasından sana bağıranların çoğu, düşüncesiz kimselerdir.
Onlar, sen onların yanına çıkıncaya kadar bekleselerdi, elbette kendileri için
daha iyi olurdu. Allah, çok bağışlayan, çok esirgeyendir." [82]
Ebû Nuaym'in rivayetine göre İbn-i Abbâs: Nûr Sûresi'nin 63. âyeti ki şu mealdedir:
"Peygamberin çağırmasını,
aranızda herhangi birinizin diğerim çağırması
gibi tutmayın..." O bunu açıklarken şöyle demiştir: "Allah'ın bu nehyinden muradı, tâ uzaktan:
"Ey Eba'l-Kâsını!" diye bağırmaktır, İşte böyle bağırmak, bu âyetle
yasaklanmıştır. Bilakis seslerini kısmaları emredilmiştir."
Alimlerden bâzıları: "Peygamberimiz'in kabri yanında da
sesi yükseltmek mekruhtur. Zira Hazret-i Peygamber'e karşı vefatından sonraki hürmet, vefatından önceki hürmet gibidir"
demişlerdir.
İbn-i Humeyd şöyle rivayet eder:
Abbasî halîfelerinden
Ebû Cafer el-Mansûr, Resûlüllah Efendi-miz'in Mescid'inde İmâm-ı Mâlik ile münazara ediyordu. Halîfenin
etrafında o gün tam beşyüz silâhlı asker vardı. İmâm-ı Mâlik ona dedi
Hutbe okunurken konuşanın veya kalkıp gidenin Cumasının bâtıl olması için
imamın, Peygamberimiz olması şartı
yoktur. Bir başka imamın hutbesinde böyle
yapanın da, Cuma fazileti zayi olmuştur. Yoksa namazı kökten
bâtıl ve fâsid olmaz. ki: Ey mü'ıninlerin emîri, konuşmanı
yaparken, bu Mescid'de
dikkat et! Sesini yükseltme! Çünkü Cenâb-ı Hakk, bir
âyet-i kerimesiyle bunu nehyetmiştir. Bir âyetinde de: "Peygamber'in yanında konuşurken seslerini
kısanlar" buyurarak, böyle yapanları övmüştür. Bir âyetinde de: "Odaların arkasında sana
bağıranların çoğu, düşüncesiz kimselerdir" buyurularak, böyle yapanları da kötülemiştir. Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) karşı hürmetimiz, O'nun sağlığında O'na karşı olan hürmet gibidir!"
Mansûr, İmâm-ı Mâlik'ten bu nasihati sükûtla dinlendi ve ona itaat etti..."[83]
Peygamberimizin Bir Özelliği de, Onu Küçük Gören, Ona Söven ve
Onu Hicvedenin Küfre Düşmesi ve Öldürülmeyi Haketmesidir
Sahihtir
kaydiyle Hâkim, Beyhekî, Ebû Berze'den rivayet eder. O
şöyle der: Adamın biri, Ebû Bekir'e sövdü. Ben de Ebû Bekir'e: "Ey Resûlüllah'ın hâlifesi, bunun
boynunu vurayım mı?" dedim. O ise şu karşılığı verdi: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den başkasına söven birisi, bu suçu sebebiyle öldürülemez!"
(İbn-i Adiyy ile Beyhekî'nin Ebû Hüreyre'den olan rivayetleri de bu
merkezdedir.)
Beyhekî İbn-i Abbâs'tan
nakleder: Amâ biri vardı. Onun da bir ümmü veledi vardı. Bu çocuklu câriye,
durmadan Peygamberimiz'e söverdi. Bir gün âmâ bunu
öldürdü. Durum Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) arz edildi. Peygamberimiz de onun kanimn heder olduğunu bildirdi."[84]
Peygamberimizin Bir Özelliği de, Onu Sevmenin, Ehli Beytini ve
Ashabim da Sevmenin Vacib Olmasıdır
Yüce Allah Kerim Kitabında şöyle buyuruyor:
"De ki: "Eğer babalarimz, oğullarimz, kardeşleriniz,
eşleriniz, hısını akrabanız, kazandığimz mallar, düşmesinden korktuğunuz ticâretiniz, hoşlandığimz meskenler, size Allah'tan,
O'nun Resûlü'nden, Allah yolunda cihâd etmekten daha sevgili ise; o halde Allah
emrini getirinceye kadar bekleyiniz! (Başimza gelecekleri göreceksiniz!) Allah yoldan çıkmışları
doğru yola
iletmez!" [85]
Buhârî ve Müslim'in Enes'ten rivayetlerine
göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bir hadîslerinde şöyle
buyurmuştur:
"Ben bir kimseye, babasından, çocuğundan ve bütün insanlardan daha sevgili olmadıkça, o kimse mü'ınin olamaz!"
İbn-i Mülakkan el-Hasâis adlı
kitabında şöyle demiştir:
"Bütün müslümanlara, Peygamber'i (sallallahü aleyhi ve sellem) muhabbetin en yüksek
derecesiyle sevmeleri vaciptir."
İbn-i Mâce ile Hâkim, Abbâs bin Abdü'l-Muttalib'ten,
onun şöyle dediğini nakleder: Biz Kureyş'ten bir topluluğa uğradığımız zaman, onlar
biz geldi diye konuşmayı keserlerdi. Biz de bunu Resûlüllah'a şikâyet
ettik. O, bunun üzerine buyurdu ki: "Bu adamlara ne oluyor ki, kendi
aralarında konuşuluyorken, benim ehl-i beytimden biri geldi diye kelâmı
kesip susuyorlar? Vallahi kişi benim ehl-i beytimi sevmedikçe, îmân onun kalbine
girmez! Müslümanlar, benim ehl-i beytimi Allah ve Resûlüllah için
seveceklerdir!"
Buhârî ve Müslim Enes'ten rivayet ederler. O
şöyle demiştir: Ben, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle dediğini duydum: "îmânın alâmeti ensârı sevmektir!
Münafıklığın alameti de ensâra
buğz etmektir!"
İbn-i Mâce'nin Berâ'dan naklettiği hadîs de şu
mealdedir: "Kim ensârı severse, Allah da onu sever! Kim ensâra buğzederse, Allah da ona buğzeder."[86]
Peygamberimizin Bir Özelliği de, Kızlarimn Çocuklarimn Kendisine
Nisbet Edilmesidir
Evet, Peygamberimiz'in bir özelliği de budur. Fakat başkalarimn kızlarimn evlâdı kendisine değil
de, o kız evlâdın kocası tarafına nisbet edilir. Bu, neseb bakımından böyle olduğu gibi, kefâette (evlenme sırasında aranan,
tarafların birbiriyle denk olup olmamaları meselesinde) de böyledir.
Hâkim'in Câbir'den naklettiğine göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Her
anadan doğan çocuk için, onun bir
asabası: (babası tarafından bir yakim ve velîsi) vardır.
Ancak kızını Fatîma için başka. Onun çocukları Hasan
ve Huseyn'in velîleri ve asabası ise benim."
(Bunun bir
benzerini Ebû Ya'lâ da rivayet etmiştir. Ayrıca Beyhekî, Peygamberimiz'in Hasan hakkında:
"Bu benim oğlum, seyyiddir"
buyurduğunu rivayet ettiği gibi; Hasan doğduğu zaman Ali'ye hitaben:
"Benim oğlumun adim ne koydun?" dediğini rfvâyet etmiştir. Yine buna benzer bir haberi,
Huseyn'in doğumuyla ilgili olarak da rivayet etmiştir.[87]
Peygamberimizin Kızlarimn Üzerine Bir Başka Kadın Nikahlanamaz
Buhârı'nin Misver bin Mahreme den
rivayetine göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) minberde şöyle buyurmuştur:
"Hişâm bin Muğîra Oğulları, kızlarından
birini Ali'ye nikahlamak üzere benden izin istiyorlar! Ben bu hususta izin
vermem, izin vermem! Ancak Ali, benim kızımı boşamak isterse boşar, onların kızıyla nikahlanır! Haberiniz olsun ki,
Fatıma benim bir parçamdır, onu rahatsız edip üzen şey,
beni de rahatsız edip üzer."
İbn-i Hacer şöyle der: "Bunun,
Peygamber'in (sallallahü
aleyhi ve sellem) bir özelliği olduğunu söyleyebiliriz. Bu söz,
hakikatten uzak değildir," [88]
Haris bin Üsâme, Ali
bin Huseyn'den şöyle rivayet eder: Ali
bin Ebû Tâlib, Ebû Cehl'in kızı ile evlenmek istedi. Peygamberimiz ise: "Hiç bir kimse,
Allah düşmanimn kızını, Allah Resülü'nün kızının üzerine nikâh edemez!"
buyurdu.
Ahmed, Hâkim ve Beyhekî Ubeydullah bin Ebû Râfi kanalıyla Misver'den şöyle nakleder: "Hasan bin
Hasan, bana bir elçi göndererek kızınıla evlenmek istediğini bildirdi. Ben de bu teklifi
iyi karşıladım. Fakat şu karşılığı verdim: "Vallahi sizin haseb ve nesebiniz
kadar bana sevgili olan bir haseb ve neseb yoktur. Fakat ben Resülullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) -şöyle buyurduğunu biliyorum: "Fatıma benden bir parçadır! Onu
rahatsız eden şey, beni de rahatsız eder!" Buna göre ve sizin nikâhimzda onun kızı bulunduğuna göre, teklifinizi nasıl kabul ederim? Aksi halde
Fâtıma'nın kızını üzmüş olmaz mıyım?" [89]
Peygamberimizin Bir Özelliği de, Evlilik Yoluyla Onunla
Akrabalık Kuran Birinin Cehenneme Gitmemesidir
İbn-i Asâkir el-Hâris kanalıyla Ali'den rivayet eder. O şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Bana kız veren veya
benden (benim soyumdan) kız alan biri, cehenneme girmez!"
el-Hâris bin Ebû
Üsâme, Hâkim, İbn-i Ebî Evfâ'dan rivayet eder. O şöyle demiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Ben, Allah'a dua edip ümmetimden bana
kız veren veya benden kız alan birinin, cennette benimle beraber olmasını
istedim. Allah da bu duamı kabul etti..."
İbn-i Râhûye, Beyhekî ve sahihtir kaydıyla Hâkim Ömer bin el-Hattâb'tan rivayet
ederler, O şöyle demiştir: "Ben Ali'ye gidip kızı Ümmü Gülsüm'ü istedim. O da kabul ederek onu benimle evlendirdi. Ben muhacirinin
yanına gidip: "Sizler beni, Fâtıma'nın kızı Ümmü Gül-süm'le evlendiğimden dolayı tebrik etmeyecek misiniz? Ben vaktiyle
Resûlüllah'ın şöyle
dediğini işitmiştim:
"Kıyamet günü, bütün sebeb ve nesebler kesilmiş olacaktır!
Benim sebebim ve nesebim ise kesilmeyecektir!" İşte ben, Peygamber Efendimiz'in bu sözünü hatırlayarak, Ümmü
Gülsüm'le evlendim ve bununla, Resûlüllah ile kendi aramda (kıyamet günü
bana fayda verecek) bir yakınlık kurmak istedim!" [90]
Peygamberimizin Bir Özelliği de, Onun Yüzüğünün Nakşim Taklid
Etmenin Haram Olmasıdır
İbn-i Sa'd Enes'ten
rivayet eder. O şöyle der; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bir yüzük yaptırıp üzerine "Muhammedün
Resûlüllah" nakşım işletti ve şöyle buyurdu: "Biz, bir yüzük (mühür) yaptırdık ve üzerine bir
nakış işlettik. Hiç bir kimse, sakın bunu taklîd
etmesin!" [91]
(İbn-i
Sa'd, bu mealdeki bir rivayeti de, Tâvûs'tan
nakletmiş tir.)
Buhârî de
Târih'inde Enes'ten rivayet eder; Peygamber (sallallahü aleyhi ve
sellem) buyurdu: "Sakın, müşriklerin
ateşiyle aydınlanmaya kalkışmayimz ve yüzüklerinize benim yüzüğümdeki yazıyı
kazıtmayimz!"[92]
28-6 Peygamberimizin Bir Özelliği de, Korku Namazıdır
Evet
Peygamber'in (sallallahü
aleyhi ve sellem) özelliklerinden biri de, korku namazıdır. Bu, bâzılarimn
mezhebine göre böyledir. Bunların içinde, İmâm Ebû Hanîfe'nin
arkadaşı (talebesi) İmâm Ebû Yusuf da vardır. Bunların mezhebine göre,
delîl şu mealdeki âyettir: "Sen de içlerinde bulunup onlara namaz
kıldırdığın vakit, onlardan bir bölük seninle beraber namaza dursun..."
[93] İşte bu âyet, korku namazı kılınması için, Peygamberimiz'in
de onların içinde bulunmasını kayda bağlamıştır. [94] Buradaki mânevi hikmet
ise şudur: Peygamber (sallallahü aleyhi ve
sellem) ile birlikte namaz kılmağa, hiç bir
fazilet eş olamaz! Bu sebepledir ki, namazın asıl nizâmından farklı olarak
korku namazı şeklinde kılınması caiz olmuştur. Peygamberimiz'in
yerine geçen halîfe ve imamlardan herhangi biri ise, asla O'nun gibi olamaz,
O'nun makamim tutamaz... Binâenaleyh, korku namazı, O'nun bir özelliği olmuş
bulunur."[95]
Peygamberimizin Bir Özelliği de, Her Günahtan Korunmuş Olmasıdır
Peygamber'in (sallallahü aleyhi
ve sellem) bir özelliği de, kendisinin her günahtan korunmuş olmasıdır. Evet O, küçük olsun, büyük olsun;
bilerek veya unutarak olsun, her günahtan korunmuştur. Yüce Allah bu hususta
Kerîm Kitâbı'nda şöyle buyurur:
"Biz sana apaçık bir fetih verdik. Tâ
ki Allah senin günahlarından geçmiş ve gelecek olanı bağışlasın..." [96]
Sübkî Tefsîr'inde der ki:
"Peygamberlerin mâsûm olduklarında, ümmetin icmâ ve ittifakı vardır.
Onlar, Allah'ın dînini tebliğ ederlerken, bununla ilgili vazifelerini yaparken,
asla yanılmazlar. Burada, herhangi bir ihtilaf yoktur. Keza Peygamber; büyük
günahlardan ve kendilerini küçük düşürecek küçük günahlardan da masumdurlar.
Küçük düşürmeyecek durumdaki bir küçük günaha devam etmekten de masumdurlar.
İşte bunların dördü de, ümmetin üzerinde icmâ ve ittifak ettiği hususlardır.
İhtilâf sâdece onların makam ve mertebelerine aykırı düşmeyecek olan bâzı küçük
günahlar üzerindedir. Mutezile Mezhebi mensubları ve daha pek çokları, bunun
caiz olduğunu söylemişlerdir. Fakat seçilen kavil, bunun dahî caiz olmadığıdır.
Zira Peygamberler, bizim kendilerine uymakla yükümlü bulunduğumuz kimselerdir.
Onlardan sâdır olan her şeyde, onlara uymakla mükellefiz Onlardan, lâyık
olmayan bir1 şey, nasıl sâdır olabilir? Bunu, Peygamberler hakkında caiz sayan
kimse; bir delile veya nassa dayanarak caiz saymış değildir. Onlar bunu, ancak
yukarıda meali geçen âyetten almışlardır. Ben ise bu âyeti, ondan önceki ve
ondan sonraki âyetlere de dikkat etmek şartıyla güzelce inceledim. Gördüm ki,
bu âyetten sâdece bir mânâ anlaşılmaktadır. O da şudur:
"Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) herhangi bir günâhı bulunmadığı halde, sırf O'nu
şereflendirmek için böyle buyurulmuştur." Bunu biraz açıklamak gerekirse,
şöyle dememiz mümkündür: Yüce Allah, sevgili Resûlü'ne: "Tâ ki Allah,
senin günahlarından geçmiş ve gelecek olanı bağışlasın..." buyurmakla,
kullarına olan bütün uhrevî nimetlerini tamamlamak istemiştir. Bu nimetler de
iki kısımdır: Birincisi, selbiye ki, günahların bağışlanması demektir. İkincisi
de, subûtiye ki, bitmez tükenmez nimetlerdir.
İşte buna işaretle Yüce Allah: "Ve
sana olan nimetini tamamlasın" buyurmuştur. Düşünürsek, bütün dünyevî
nimetler de iki kısımdır: Birincisi, dînî, ikincisi de sırf dünyevîdir. Dînî
nîmet ki, buna da Yüce Allah; âyetteki: "Ve seni dosdoğru bir yola
hidâyette kılsın" cümlesiyle işarette bulunmuştur. İkincisi ki biz ona
"dünyevî nîmet" dedik. O da Yüce Allah'ın; bundan sonraki âyetinde:
"Ve Allah sana, şanlı bir zafer versin" buyruğundan anlaşılmaktadır.
İşte Yüce Allah'ın başkalarına, parça
parça, kısını kısını verdiği nimetlerin bu suretle, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) üzerinde toplandığim,
O'nu tâzîm ve teşrifin bu şekilde en güzel kıvamına erdiğini görüyoruz... ve İşte
bunun içindir ki nimetlerin böylece tamamlanması, Peygamber E-fendimiz'e nisbet
edilen o büyük fethin de gayesi kılınmıştır ve böylesine bir fetih ve
mazhariyette, ancak Peygamberimiz'e verilmiştir. İbn-i Atıy-ye'nin daha önce yaptığı
açıklama da, O: "Bu, bu hüküm ile O'nu son derece şereflendirmekten
ibarettir. Yoksa herhangi bir günah yoktur" demiştir. [97]
Eğer, "hadd-i zâtında günâhın sâdır
olması caizdir" denilecek o-lursa; "Caiz bile olsa, vâki
değildir!" diyerek cevap veririz. Bunda hiçbir şek ve şüphe yoktur, Bunun
aksi, nasıl düşünülebilir? O Zât-ı Pâk ki, Yüce Allah O'nun hakkında: "O,
nevadan konuşmaz. O, kendisine vah-yedilen vahiyden başka birşey değildir"
buyurmuştur. [98] Sonra fiile gelince: Peygamberin her yaptığına, az olsun çok
olsun, küçük olsun büyük olsun, her işlediğine uyulayacağına dair ashâb-ı
kiramın icmâ ve ittifakı vardır. Onlar, bu hususta herhangi bir ihtilafa ve
duraksamaya meydan vermemişlerdir. Hatta onlar, Peygamberimizin kapalı ve halvet
hallerinde geçen âmellerini dahi öğrenmek için çok istek ve himmet göstermişlerdir. Peygamberimiz kendilerine öğretmemiş olsa bile, onlar öğrenmek için can
atmışlardır. Bir kimse eğer Ashab-ı Kirâm'ın bu husustaki
dikkat ve himmetine dikkat eder, onların Peygamberimizle beraber oldukları ve yaşadıkları hallerini güzel anlarsa;
herhalde bizim burada söylediğimizin tersine bir şey düşünmekten haya
eder." [99]
(Sübki'nin, bu husustaki açıklaması burada
sona erdi.)
Hâkim,
sahihtir kaydiyle Amr bin Şuayb'ten, o da babası vasıtasıyla dedesinden
rivayet eder ve şöyle der: "Ben bir gün Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) sordum ve dedim ki:
"Ey Allah'ın Resulü, senden her duyduğumu yazmam için izin verir
misin?" Peygamberimiz: "Evet" buyurdu. Ben: "Neşeli
olduğunuz halde de, gadaplı olduğunuz halde de yazabilir miyim?" diye
tekrar sordum. Peygamberimiz de: "Evet, zira neşeli
ve gadaplı olduğum hallerde de, hak olandan başkasını söylemem" cevabim verdi.
İbn-i Asâkir de Ebû
Hüreyre'den nakleder. O şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem): "Ben, hak
olandan başkasını söylemem" buyurdu. Ashâb: "Senin bazan bizimle
şakalaştığın da oluyor?" diye
sordu. Peygamberimiz: "Evet, ben
hak olandan başkasını söylemem!" diye tekrarladı."[100]
Peygamberimizin Bir Özelliği de, Çirkin Bir Şey Yapmaktan
Münezzeh Olmasıdır
İbn-i's-Sübki, Cem'ul-CevamV adlı
eserinde şöyle der: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), masum bulunduğu için, haram veya mekruh bir iş yapmaktan
münezzehtir. Bizını hakkımızda mekruh olan şeylerden
bazen birini yapmış olması, o şeyin caiz olduğunu bizlere bildirmek içindir. Bu, O'nun hakkında
vâcibdir. O, bu suretle o şeyin câizlik hükmünü tebliğ etmiş olmaktadır.
Yâhud da onu, bir fazilet olarak yapmış olabilir. Bu
taktirde yâ vacibi yapmış olmanın sevabim, yâhud da bir fazilet sevabim kazanmış olur."[101]
Peygamberimizin ve Diğer Peygamberlerin Bir Özelliği de, Onların
Cinnet Getirmekten Mahfuz Olmalarıdır
Gerek Peygamberimiz, gerekse diğer Peygamberler; cinnet getirip mecnun (deli)
olmaktan korunmuşlardır. Zira delilik, bir insan için çok
büyük bir noksanlıktır. Deli bir insan asla Peygamber olamaz! Bir peygamber
de asla delilik noksanlığına düşemez. Allah onları bu gibi noksanlıklardan korumuştur. Ancak
Peygamberler de beşer oldukları için, maddi ve bedeni bazı
sebeblerle bayılmaları caizdir. Bayılma, bir nevi hastalıktır. Peygamberler de
hasta olurlar.
Şeyh Ebû Hamid (el-Gâzali) şöyle der:
"Evet Peygamberler için bayılmak caizdir. Fakat onların bayılmaları, kısa
sürer. Onlar, uzun müddet baygın kalmaktan da masumdurlar." El-Bülkini de
bu görüşe katılmıştır ve Havaşi'r-Ravza'da buna kesin olarak hükmetmiştir.
Sübki ise, Peygamberler için hasıl olan
iğmânın (bayılmanın), diğer insanlar için hasıl olan iğma gibi olmadığına
tenbihde bulunmuştur. Bunun, sadece insanın maddi ve zahiri duygularına galebe
çalan acı ve ağrılar neticesi hasıl olduğunu, yoksa bu sırada Peygamberlerin
kalble-rine bir baskı olmayacağım bildirmiştir. Bunun sebebim açıklarken de
şöyle demiştir: "Zira bilinmektedir ki, Peygamberlerin uyurken bile
kaibleri değil, gözleri uyur. Onların uykudan muhafaza edilen kalbleri,
herhalde bayılmadan da muhafaza edilmektedir. Evlâ ve layık olan budur."
(Bu, Sübki'nin sözü idi, burada bitti ve
kanaatimizce, çok nefis bir açıklama idi.)
Peygamberler hakkında meşhur olan; onların
rü'yada ihtilâm olmaktan da mahfuz olmalarıdır. Nitekim İmâm-ı Nevevi Ravza
adlı kitabında bunun, onlar için mümteni' olduğunu bildirmiştir.
Sübki ayrıca Peygamberler için amalığın da
caiz olmadığim söylemiş ve şöyle demiştir: "Amalık da bir noksanlıktır ve
hiç bir Peygamber âmâ değildir. Gerçi, Şuayb (aleyhisselâm)'ın âmâ olduğunu rivayet ederler. Fakat
bıınun aslı yoktur. Yâkup (aleyhisselâm)'a gelince: Onunkisi de bir âmâlık değildi. Gözüne bir perde inmişti, sonra
da bu zail olup gitti." [102]
Peygamberimizin Bir Özelliği de, Rüyasının Vahiy Olması ve Her
Gördüğü Rü'yanın Hak Oluşudur
Taberani, Muâz bin Cebelin şöyle dediğini nakleder: "Peygamber Efendimiz'in
rüyada ve uyanık iken her gördüğü haktır!" Hâkim'in tahririne göre de İbn-i Abbâs: "Peygamberlerin
rüyası, ilâhi bir vahiy'dir!" demiştir.[103]
Peygamberimizin Bir Özelliği de, Kendisini Rüyada Görmenin Hak
Olduğudur
Buhârî ve Müslim Ebû Hüreyre'den rivayet
ederler. O şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadislerinde şöyle
buyurdular:
"Beni rü'yasmda
gören, gerçekten beni görmüştür. Çünkü şeytan benim suretime temessül
edemez (benim suretimde görünemez)!" [104]
Kadı Ebû Bekir bu konuda kısa bir
açıklamasında demiştir, ki: "Bu hadisin manası, rüyasında Peygamberimiz'i gören kişinin gördüğü bu rüya, gerçek bir rüyadır. Azğas u ahlâm değildir. Yani hiçbir mana ifade etmeyen karışık hayallerden ibaret değildir. O kişinin gördüğü
bu rü'ya. sahih ve sâlih bir rü'yadır."
Diğer bazı alimler de: "O'nu rü'yasında gören, hakikaten onu görmüş
olur" demişlerdir. [105] Bazıları ise; "Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) bir ö-zelliği olarak, O'nu rüyada görenin
bu rü'yası, gerçekten sahih bir rüyadır. Zira şeytan onun suretine giremez.
Şunun için giremez ki, şeytanın Peygamberimiz'in dilinden birtakım
yalanlar uydurmasına ve bu yolla bir müslümanı rü'yasmda sapıtmasına imkan
kalmaya... Nitekim şeytanın, Peygamberimiz'in suretine girip de uyanık olan bir müs-lümana
"ben senin Peygamberinim"
diyebilmesine de imkan verilmemişti. Bunda, hem Peygamberimiz'in kerem ve şerefinin büyüklüğü, hem de onun ümmetine bir büyük iyilik ve ikram
vardır."
İmam-ı Nevevi'nin Müslim Şerhi'ndeki açıklaması ise şöyledir:
Bir kimse rü'yasında Peygamber'i (sallallahü aleyhi ve sellem) görse ve rüyasında Peygamberimiz kendisine bir şey emretse,
bu şey de aslında dinimizin teşvik ettiği amellerden bulunsa; yahud Peygamberimiz kendisini bir işden
menetse, bu şey de aslında menedilen şeylerden
olsa; bu taktirde bu rü'yayı gören kişiye O'nun bu emri veya nehyi ile amel etmesi
müstehab olur." [106]
Fetâvâ'l-Hannâti adlı kitapta da şöyle denilmektedir: "Bir
kimse, rü'yasında Hazret-i Peygamber'i, O'nun hakkında kitapların verdikleri bilgilere
uygun bir şekilde görmüş olsa
ve O'na bir meselenin hükmünü sorsa, Hazret-i Peygamber de kendisine, kendisinin
takip ettiği mezhebe aykırı bir şekilde cevap vermiş olsa; fakat
verilen bu hüküm dinin naslarına ve icmâa
muhalif bulunmasa; bu rüyayı gören kişi
nasıl hareket edecektir? İşte bu hususta iki vecih vardır. Birincisi: "Hazret-i Peygamber'in, rü'yasında kendisine söylediği sözüyle emel eder. Zira O'nun sözü mezhepten ve kıyastan önce gelir"
şeklindedir. İkinci vecih ise: "Hayır onunla amel
etmez. Zira kıyas delildir. Rüyalar ise şer'i bir delil teşkil etmez. Bir
rü'yaya dayanarak delil terk edilemez" şeklinde ifade edilmiştir."
Üstâd Ebû İshâk el-İsferâim nin Kitâbü'l-Cedel'inde
ise şöyle denilmektedir: "Rü'yasında Peygamber'i (sallallahü aleyhi ve sellem) görüp de O'ndan bir emir almış olan bir kimsenin, bu emre uyup
uymayacağı hakkında iki kavil bulunmaktadır.
Birincisine göre uymaz. Bunun açıklamasında ise: "Çünkü rü'yâda aldığı emir veya nehiy hakkında tam bir kanâat hasıl
edemez. Yoksa rü'yânm kendisi hakkında şek ettiği için değil...
Nitekim râvîlerin rivayet yollarıyla gelen haberler için de, âkil ve âdil
râvîlerin, o haberi güzelce zapt etmiş olmaları
aranmaktadır. Uykuda
rü'yâ görenin ise, bu hususta ve bu şekilde bir garantisi yoktur..."
Kâdî Huseyn'in Fetâvâ'sında da böyle denilmiştir ve misâl olarak Hilâl meselesi ele alınmış ve şöyle açıklama yapılmıştır:
"Meselâ birisi Şâbân'ın otuzuncu gecesi
rü'yasında Ramazan Hilâli'ni
görse ve ertesi günün Ramazan olduğu kabul edilir mi? Önceki
meselede kabul edilmediği gibi, bu meselede de kabul edilmez..."
Kâdî Şürayh'a âit Ravdatü'l-Ahkâm adlı kitapta yapılan bir
açıklama şu merkezdedir: "Birisi rü'yasında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i görse ve Peygamber kendisine:
"Falancaya söyle, onun falancaya şu
kadar borcu vardır!" dese, bunu işiten için, bu şekilde amel edip şahitlik yapma yetkisi ve vazifesi var mıdır? İşte bunda dahî iki vecîh ileri
sürülüp ihtilâf edilmiştir." [107]
Peygamberimizin Bir Özelliği de, Onun Üzerine Getirilen Salat Ü
Selamdır ve Bunun Çok Fazileti Vardır
Yüce Allah buyurur:
"Allah ve melekleri, Peygambere salât etmektedir! Ey mü'ıninler, siz de O'na salât edin (O'nun sânim
yüceltmeğe özen gösterin); içtenlikle O'na selâm
edin!"[108]
Müslim Ebû Hüreyre'den rivayet
eder. O şöyle der: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîslerinde buyurur:
"Bana her kim bir salât ederse, Allah o kuluna tam on salât eder!"
Hâkim, sahihtir kaydiyle Ebû Talha'dan
rivayet eder. O şöyle der: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bir defasında şöyle
haber verdi: "Bana bir melek gelip: "Rabbin sana buyurdu: Habibim,
sen razı değil misin ki, senin ümmetinden
her kim sana bir salât etse, ben ona tam on salât (rahmet) ederim! Sana
bir selâm etse, ben ona tam on selâm ederim!"
Taberânî'nin Ömer bin el-Hattâb'dan rivayeti
de şöyledir: Bir defasında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Bana bir melek
gelip: "Sana ümmetinden her kim bir salât etse, Allah o kuluna on salat
eder ve onun derecesini de on derece daha yükseltir."
Kâdi İsmail, Abdurrahman bin Amr'dan şöyle nakleder:
Kim, Peygamber Efendimiz'e
salât ederse, Allah onun için on hasene sevabı yazar, onun on günahim affeder. Derecesini on derece
daha yükseltir!"
İmâm el-İsbahânî
el-Tergib adlı eserinde Sa'd bin Umeyr tarikiyle onun babasından şöyle nakleder: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir gün bana dedi ki: "Ümmetimden kim bana tam bir ihlas ve sıdk ile bir salât
getirirse, Allah ona tam on salât eder. Derecesini on derece daha yükseltir. Bu
yüzden kendisine on hasene sevabı yazar."
Ahmed, İbn-i Mâce Amir bin Rabia'dan nakleder. O şöyle der:
Ben,-Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle dediğini işitmişimdir: "Kim bana salât ederse, o kul
bana salât ettiği müddetçe Allah'ın melekleri de ona
salât (istiğfar)
ederler. Böyle olunca, ümmetimden r biri, bana olan salât ve selâmim, isterse azaltsın, isterse çoğaltsın."
Tirmizi ve İbn-i Hıbban İbn-i Mes'ud'dan nakleder. O
şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Kıyamet gününde insanların bana en
yakm olanları, bana en çok salât ü selâm getirenleridir!"
Ahmed, Tirmizi, Huseyn bin Ali'den
onun şöyle dediğini naklederler: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Pahil (cimri) kimse, o
kimsedir ki; ben onun yanında anılırım da, bana salât etmez!"
İbn-i Mâce de İbn-i Abbâs'ın şöyle dediğini nakleder: Rasulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Bana salât
getirme hususunda gaflet eden kişi cennete giden yolu unutmuş demektir."
[109]
Tirmizi, Ebû
Hüreyre'den nakleder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Bir topluluk ki, bir yere toplanırlar
ve fakat dağılıncaya kadar ne Allah'ı zikrederler, ne de O'nun resûlü'ne salât
getirirler. İşte bu onlar için kıyamet gününde büyük bir pişmanlığa
sebep olacaktır. Allah dilerse onlara azab edecek, dilerse kendilerini bağışlayacaktır."
[110]
Kâdi İsmail Salat ü Selâm'ın
Fazileti adlı eserinde, Zeyd bin Tal-ha'nın oğlu Yâkûb'tan şöyle
nakleder:Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Bana Rabbimden
bir melek gelip şunu tebliğ etti: Sana her kim bir
salât getirecek olursa, muhakkak Allah o kimseye tam on salât
edecektir!" Peygamberimiz bunu söyleyince adamın biri kalkıp: "Ey Allah'ın Resulü,
duamın yarısını senin için yapayım mı?" dedi. Peygamberimiz de: "Eğer dilersen" buyurdu. Adam: "Peki Ey
Allah'ın elçisi, duamın üçte ikisini senin için yapayım mı?" dedi. Peygamberimiz: "Eğer dilersen yap!" buyurdu. Adam: "Ey
Allah'ın Resulü, duamın hepsını senin için yapsam nasıl olur?" diye
sordu. Peygamberimiz de: "Bu taktirde Yüce
Allah, senin dünya ve ahiret endişelerine kefil olur!" buyurdu.
Beyhekî de Şüabü'l-imân adlı kitabında Enes'ten rivayet eder. O şöyle demiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadislerinde: "Bana Cebrâi geldi ve:
"Bir adam ki sen onun yanında anıldığın halde sana salât okumaz, böylesinin
burnu yerlerde sürtülsün!" diye söyledi."
Kâdi İsmail Hasandan rivayet eder: Peygamberimiz bir hadislerinde:
"Bir topluluk ki, benim adım onların yanında
anıldığı halde bana
salât ü selâm getirmezler; İşte onlara cimrilik olarak bu
yeter!"
el-lsbehani'nin
Enes'ten rivayeti de şöyledir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Bana salât ü
selâm getiriniz! Biliniz ki bu sizin için günahlarimza bir keffarettir ve
mânevi bir temizliktir!"
(Kâdi İsmâil ile El-İsbahânî'nin
Ebû Hüreyre'den sevkettikleri bir rivayet de, bu manadadır.)
El-İsbahânî'nin Halid bin Tahmân'dan bir rivayeti de
şöyledir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Bana bir defa salat ü
selâm getiren kişinin, yüz haceti bitirilir!" buyurdu.
Yine Kadı İsmâil ile Beyhekî Ebû Said'den şöyle
naklederler: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Bir topluluk ki, toplanıp
dağılırlar. Fakat bana salât ü
selâmda bulunmazlar. Bu, şüphesiz bu topluluklar
için kıyamet gününde müthiş bir pişmanlığa
sebep olacaktır! Cennete girseler bile, yanıp yakılmaktan kurtulamayacaklardır!
Zira orada, bana salât ü selâm getirmenin ne kadar sevaplı bir amel olduğuna iyice muttali o-lacaklardır."
El-İsbehânî, Ebû Bekir el-Sıddîk'ın şöyle dediğini nakleder: Pey-gamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) salât ü selâm getirmek, köle âzâd etmekten daha se-vaplıdır! Bizzat Peygamber Efendimiz'i
hakkıyla sevmek ise; canı Allah yolunda kurbân etmekten bile sevâblıdır!"
Bezzâr ile el-İsbehânî Câbir bin Abdullah'tan, onun şöyle dediğini naklederler: Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Beni, devesi üzerinde yolculuk
edenin devesine astığı su
destisi gibi tutmayimz! Zira bu yolcu-kişi, böylece
suyunu yanına alır, susadı mı, suyunu alır içer, sonra yerine kor. Abdest
alacağı zaman su kabim alır, işini bitirince tekrar onu yerine kor. Eğer suyu artarsa "nasıl olsa arttı ve lâzını da
olmayacak" diyerek fazlasını döker;
Siz beni, duanızın evvelinde, ortasında ve âhirinde salât ü selâmlarimzla
anınmz!" [111]
El-lsbehânî'nin Ali
bin Ebû Tâlib'ten rivayeti de şöyledir: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Yapılan dualar ile semâlar arasında
mutlaka perde vardır! Dua eden kişi bana ve benim âlime salât ü selâm getirince, İşte bu perdeler yırtılır ve dua, semâlara yükselir.
Eğer böyle yapmazsa, duası geri döner." [112]
Tirmizı Ömer bin el-Hattâb'tan nakleder.
O şöyle demiştir: "Yapılan dua, semâ ile arz
arasında durur. Dua eden kişi Allah Resûlü'ne salât
ü selâm getirmedikçe, duası semâya yükselmez..."
(Bu mânada bir haber,
Saîd bin el-Müseyyeb'ten de rivayet edilmiştir.) [113]
Taberânî güzel bir senedle
Ebû'd-Derdâ'dan şöyle nakleder: Bir hadislerinde Peygamber (s.a.u.) buyurdu: "Kim, günün sabahında ve akşamında
bana onar defa salât ü selâm getirirse, şefaatim
kıyamet gününde ona yetişir!"
Beyhekî Şüab'ta Enes'ten
nakleder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Cuma gününün
gecesinde ve gündüzünde bana salât ü selâmı çokça
getiriniz! Kim bunu yaparsa, kıyamet gününde ben onun için şâhid ve şefaatçi olurum!"
Taberânî Abdurrâhman bin Semura'dan
nakleder. O şöyle der: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Ben, Sırat üzerinde titremekte olan birini gördüm. Bu adam
benim ümmetimdendi. Bana getirdiği
salât ü selâmları gelip ona şâhid oldular. Böylece onun titremesi geçip sükûna
erdi."
Deylemî'nin de
Enes'ten bir rivayeti var. Buna göre Enes şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bir hadîslerinde de şöyle
buyurmuştur: "Kim, bana çokça salât ü selâm
getirir ise; yarın kıyamet gününde Arş'ın gölgesinde gölgelenecektir!"
İsbehânî'nin İbn-i Mes'ûd'dan rivayeti de şu şekildedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Herhangi biriniz abdestini aldığı zaman: "Ben şehâdet
ederim ki, Alla'tan başka hiç bir ilâh yoktur! Yine şehâdet ederim ki, Muhammed
O'nun kulu ve Resulüdür!" diyerek kelime-i şehâdeti okusun! Sonra bana
salât ü selâm getirsin. O böyle yaptığı zaman, rahmet kapıları kendisine açılır." [114]
İbn-i Ebî'l-Hasan el-Meymûnî şu haberi
vermektedir: "Bir gün ben, rü'yâmda Ebû Ali el-Hasan bin Uyeyne'yi gördüm.
O zaman o vefat etmişti. Ellerinin parmaklarında altın renginde
yazılmış bir şey vardı. Bunun ne olduğunu sordum kendisine. O da şu cevâbı verdi: "Bu, Pey-gamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) hadîslerini yazarken, (sallallahü aleyhi ve sellem)'i yazmayı ihmâl etmediğim içindir."[115]
Peygamberimizin Bir Özelliği de, Kendisine Rahmetle Dua
Edilmesinin (Muhammed Merhum) Denilmesinin Caiz Olmadığıdır
İbn-i Abdul-Berr şöyle der:
Herhangi bir kimsenin, Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) adı anıldığı zaman, "Muhammed rahimehullah!" demesi
veya "Muhammed merhum" şeklinde söylemesi caiz değildir. Zira Peygamber Efendimiz hakkında,
O'nun kendisinin de buyurduğu gibi, salât getirilir. Yâni "(sallallahü aleyhi ve sellem)" denilir. Her ne kadar, salât'ın mânâsı, rahmet
ise de, bu böyledir.
Sevgili Peygamberimiz'e, sevgi ve saygımızı
bu şekilde bildirmekle
mükellefiz. "Salât ü selâm" sözü
bırakılıp da başka sözlere yönelmek
isabetli değildir. Şu âyet-i celîle de bunu te'yîd etmektedir:
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Peygamberi çağırmayı (anmayı), aranızda herhangi birinizin diğerini çağırması gibi tutmayimz!..." [116]
İbn-i Hacer'in de Şerhü'l-Buhârî'sinde
pek güzel bir açıklaması var. Şöyle diyor: "İbn-i Abdü'l-Berr'in bu tevcihi,
Kâdî Ebû Bekir bin el-Arabî el-Mâlikî ve Şâfîilerden
el-Saydalânî tarafından da benimsenmiş bulunmaktadır.
Ebû'l-Kasını el-Ansârî de, İrşâd şerhinde şöyle demiştir: "Eğer bir kimse rahimehullah sözünü, salât ü selâm sözüne
ilâveten söylerse caiz olur. Fakat tek başına söylerse caiz olmaz..."
Hanefîler'in el-Zahire adlı fıkıh
kitabında da şöyle
denilmektedir: "İmâm-ı Muhammed bunu mekruh görmüştür. Çünkü bu, bir noksanlığı vehmettirmektedir. Zira
rahmet sözü çoğu zaman, kınanacak bir iş yapılmış olduğunu hatıra getirmektedir." [117]
Peygamberimizin Bir Özelliği de, Kendisinin İstediği Kimse
Hakkında Salât Etmesinin Caiz Oluşudur
Evet, Peygamberimiz'in bir özelliği de budur. Bu O'na mahsus olup bir başkası için caiz değildir. Başkaları, yâ bir Peygamber'e, yâ da bir meleğe salât edebilirler.
Buhârî ve Müslim Abdullah bin Ebû Efvâ'dan
rivayet eder. O şöyle der: "Bâzı kavimler zekâtlarım
getirdikleri zaman, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlar hakkında: "Allahümme salli aleyhim! -
Allah'ım onlara salât eyle!" diyerek salât ederdi. Babam da kavminin zekâtim getirdiği zaman, Peygamberimiz'in: "Allah'ım, Ebû Evfâ'nın ev halkına salât
kıl!" şeklindeki duasına mazhar olmuştu..."
İbn-i Sa'd, Kâdî İsmail ve Beyhekî Câbir bin Abdullah'tan naklederler: O şöyle
demiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bize geldiği zaman, benim hanım Peygamberimiz'e hitaben: "Yâ
Resûlallah, benim kocam üzerine salât eyle!"
ricasında bulundu. Peygamberimiz de: "Allah, senin üzerine ve senin kocan
üzerine salât kılsın!" diyerek dua buyurdu.
Yine Kâdî İsmail ile Beyhekî'nin İbn-i Abbâs'tan bir rivayetleri var. O şöyle
demiştir: "Salât sözünü, ancak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında kullanabiliriz. Bizını, erkek veya kadın
müslümanlar için dua mâhiyetinde kullanacağımız söz, salât sözü değil, istiğfar sözüdür. Bizler, müslüman
kardeşlerimiz için istiğfar ederiz..."
Mezhebimiz âlimleri
demişlerdir ki: "Peygamberlerden başkası
ü-zerine salât etmek mekruhtur. Bâzıları ise bunun haram olduğunu söylemistir. Cüveynî ise
şöyle demiştir: "Selâm salât manasınadır ve
Allah, bu iki söz arasını
birleştirmiştir. Selâm sözü hazırda olana verilir, tek başına gâib olana verilmez. Ancak Peygamberler için
verilir. Mü'ıninlerin ölülerine
de, dirilerine de hitâb tarzında selam okunur."[118]
Peygamberimizin Bir Özelliği de, Dilediği Kimseye Dilediği Hükmü
Tahsis Etmesidir
Ebû Dâvud ve Nesâî, Umârâ bin Huzeyme tarikiyle onun amcasından rivayet ederler.
O şöyle demiştir: Bir
gün Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ârâbîlerden birinden bir at satın almıştı... Peygamberimiz ona: "Haydi benimle
gel de parasını vereyim!" demiş. Peygamberimiz önde, ârâbı arkada giderlerken, ârâbî gecikmiş ve arkada kalmış...
Ar âbı yedip giderken, görenler: "Bu ata şu
parayı verelim, bize satar mısın?" diye takılmışlar.
Tabîi bunlar, bu atın Peygamberimiz'e satıldığim bilmiyorlarimş. Peygamberimiz'de hayli önde gidiyorlarimş. Derken satın almak isteyenler Peygamberimiz'in verdiği fiyattan daha fazla fiyat teklif e-derler. Bunu
üzerine ârâbî, Peygamberimiz'e nida ederek:
"Sen bu atı gerçekten satın aldı isen al, değilsen ben onu
satıyorum!" der. Peygamberimiz, ârâbînin nidasını duyunca bekler ve ârâbî O'nun
yanına gelir. Bu sırada Peygamberimiz: "Ben senden bu atı satın almamış mıyım?"
buyurur. Arâbî: "Hayır, vallahi ben sana bu atı satmadım!" der. Peygamberimiz de
kararlı olarak: "Ben senden bu atı satın aldım!" buyurur. Derken
insanlar araya girer. Arabî: "Satmadım-" der. Peygamberimiz de "satın
aldım" der. Nihayet ârâbî: "Sattığıma dâir şahidini getir!"
demeye başlar. Oraya toplanan müslümanlar da:
"Yazık sana! Hiç Resûlüllah hak olandan başkasını söyler mi?" diyerek
ârâbîye çıkışırlar. Derken o-raya Huzeyme gelir
ve durumu öğrenince: "Senin bu atı Resûlüllah'a
sattığına dâir ben şâhidlik yapıyorum!" der. Resûlüllah ise Huzeyme'ye
dönerek: "Sen,
neye dayanarak şahitlik yapıyorsun?" buyurur. Huzeyme
de: "Ey Allah'ın Resulü, ben bu hususta senin doğru söylemiş olduğunu asdîk ederek şahitlik
yapıyorum!" cevabım verir. Bunun üzerine Peygamberimiz, Huzeyme'nin şahitliğini iki şahit yerine tutarak neticeye bağlar."
(Bu olayla
ilgili İbn-i Ebî Üsâme'nin Nûmân bin
Beşîr'den olan rivayetinde ise, ifâde biraz farklıdır
ve şöyledir: "Peygamberimiz: "Ey Huzeyme, biz senin şahitlik yapmanı istemedik. Sen nasıl şahitlik
yapıyorsun?" buyurdu. Huzeyme de: "Biz senin semâdan getirdiğin haberi tasdik edip dururken,
şu ârâbiye karşı mı seni tasdik etmiyeceğiz!" cevâbim verdi. İşte İslâmda, Huzeyme'nin şahitliği, iki kişinin şahitliği yerine tutulmuştur ve bu Huzeyme'ye mahsustur. [119]
Buhârt'nin Târih'inde
Huzeyme'den rivayeti şöyledir; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Huzeyme, her
kimin lehine veya aleyhine şahitlik e-derse; o hususta Huzeyme'nin şahitliği yeterlidir!"
Buhârî ve Müslim Berâ bin Azib'ten rivayet
eder. O şöyle demiştir: "Kurban bayramı gününde
Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve
sellem) bize hitâb edip:
"Her kim bizını şu namazımızı kılar, kurbanımızı keserse;
kurbanim vaktinde kesip edâ
etmiş olur! Her kim de namazdan evvel kesecek olursa, o, kurban değil, yiyeceği
ettir. (Kurban sevabı yoktur.)" Bu sırada Ebû Berede bin Neyyâr ayağa
kalkıp: "Ey Allah'ın Resulü, ben namaza çıkmazdan Önce kesmiştim. ve ben bugünün,
yeme-içme günü olduğunu düşünerek acele etmiş oldum. Kendim yedim ve halkıma ve komşularıma
da yedirmiştim"
dedi. Peygamberimiz ona: "Bu, et için bir
koyun kesmedir!" buyurdu. O da dedi ki: "Benim yaşim doldurmamış bir oğlağım var. Eti de iyi... Bunu kurban
olarak kessem olur mu?" Peygamberimiz ona cevaben: "Evet olur. Fakat senden sonra
bir başkası için caiz olmaz!" buyurdu. [120]
İbn-i Sa'd ve Hâkim Umara binti Abdurrâhman'dan
rivayet eder. O da Ebû Huzeyfe'nin eşi Sehle'den nakleder. Sehle şöyle demiştir: "Bir-gün ben, Ebû Huzeyfe'nin âzadlısı
Sâlim'in, ev halkımızdan biri gibi, e-vimize girip çıktığim Resûlüllah'a arz ettim.
Resûlüllah da bana, Sâlim'i emzirmemi emretti. Ben de onu emzirerek kendime
sütkardeş edindim. Ben, Resûlüllah'ın emriyle Sâlim'i emzirdiğim zaman, Salim koc aan bir adamdı. [121] Bu olay, Bedir
harbinden sonra olmuştu..."
Buhârî ve Müslim Ümm'ü Seleme'den rivayetle
onun şöyle dediğini nakleder: "Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) eşlerinden (Âişe'den) başkaları, emzirmek suretiyle birisini sütkardeş edinmeyi kabul etmediler ve:
"Bu ancak, Resûlüllah Efendimiz'in Sâlim'e mahsûs olmak üzere verdiği bir ruhsat idi" dediler." [122]
İbn-i Sa'd Ali'den nakleder: Peygamberimiz'in
amcası Abbâs, Pey-gamberimiz'den, yılım doldurmadan zekâtim verip veremeyeceğini sordu. Peygamberimiz de kendisine ruhsat
verdi."
(Yine İbn-i Sa'd, Hakem bin Uyeyne'den nakleder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), amcası Abbâs'ın, yılım doldurmadan,
iki senelik zekâtım vermesi için izin verdi.)
İbn-i Sa'd, Cafer bin Muhammed'den nakleder. O da babasından şöyle
demiştir: "Ümmü Eymen, Peygamber'in (sallallahü
aleyhi ve sellem) yanına geldiği zamanlarda,
"Selâmün aleyküm" diyemezdi de, "Selâmün lâ aleyküm"
derdi. Peygamber
de (sallallahü aleyhi
ve sellem), onun selam
yerine bu şekilde söylemesine ruhsat vermiştir." [123]
Yine İbn-i Sa'd, Münzir el-Sevrî'nin şöyle dediğini naklediyor: "Ali ile Talha arasında bir
münakaşa çıktı. Talha Ali'ye: "Senin Resûlüllah'a karşı
gösterdiğin cür'et gibisi, doğrusu görülmüş değildir!" dedi. Sebeb olarak da:
"Sen, Hazret-i Peygamberin hem adim verdin, hem de künyesini!" diyordu
ve Peygamberimiz'in bunu menettiğini dile getiriyordu. Ali ise bunun üzerine,
Kureyş'ten bâzı kimseleri çağırdı ve onlara hitaben:
"Peygamber
Efendimiz'in bana: "Ey
Ali, senin ileride bir oğlun olacak ve sen ona, benim adımı ve
künyemi vereceksin!" dediğini ve "bu, ümmetlerimden başkaları için caiz olmaz!" buyurduğunu sizler
işitmediniz mi?" diyerek bir soru yöneltti. Kureyşliler de buna şahitlik
ettiler."
İbn-i Sa'd'ın Münzir el-Sevrî'den diğer rivayeti ise şöyledir:
"Ben, Muhammed bin Hanefiye'nin şöyle dediğini işittim:
"Bu, Ali'ye mahsustu. Ali bunu Peygamberimiz'e sormuş ve O'nun
iznini almıştı..." [124]
Peygamberimizin Bir Özelliği de, Onun Dilediği Kimseler Arasında
Kardeşlik Kurması ve Bunların Birbirine Varis Olmasıdır
Bu,
Peygamberin (sallallahü
aleyhi ve sellem) bir özelliği olup başkaları
için caiz değildir, İbn-i Cerîr'in nakline göre, Ali bin Zeyd, bu hususta
şöyle demiştir: "İlgili âyet gereğince, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in aralarında kardeşlik akdi te'sîs ettiği kimseler, araya akrabalığı olan birinin girmemesi
hâlinde birbirine vâris olurdu. Fakat bugün bu caiz olmaz... Artık bu, Peygam-berimiz'den sonra sona ermiştir. Hiçbir kimse, O'ndan sonra
böyle bir akid ve işlem yapamaz..."[125]
Mezhebimiz âlimleri
demişler ki: "Medine'de namazını kılan
bir müslüman hakkında Resulüllah'ın Mihrabı, Mekke'deki Kabe gibidir. Yâni
kıblesi, kesin Resulüllah'ın mihrabimn yönüdür. Hiçbir şekilde,
mihrabın gösterdiği yönden başkasını kıble
olarak kabul edemez. Keza Resûlüllah'ın namaz kıldığı ve kıblesi belli olan diğer yerlerde de durum aynen
böyledir. Hiç bir müslüman, kendi içtihadıyla
oralarda farklı olarak bir kıble tayinine kalkışamaz! Resulüllah'ın tâyîn buyurduğu kıbleden ne sağa, ne de
sola ayrılamaz! Bunun dışındaki yerlerde ise, kıbleyi ictihâd ile tâyîn etme
imkânı ve cevazı vardır. İleri sürülen vecihlerin en sıhhatli olanı
budur." [126]
------------------------
[9] .Kehf suresi,
23-24
[14] Haşr suresi,
7. ayetten...
[15] Enfal suresi,
41. ayetten...
[16] Haşr suresi, 6
[20] Beled suresi,
1-2
[32] Ahzab
suresi, 6
[34] Ahzab suresi,
38
[35] Ahzab suresi,
50
[39] . Ahzab
suresi, 6
[40] Ahzab suresi, 36
[41] Ahzab
suresi, 37
[45] Ahzab suresi, 50
[46] Ahzab suresi, 50
[53] Ahzab suresi, 36
[67] Ahzab suresi, 53
[74] İsrâ' suresi, 79
[77] Enfal
suresi, 24
[79] Nur suresi, 62
[81] Bana göre, sahih
olan, Nevevi'nin görüşüdür
[82] Hucurat suresi,
1-5
[85] Tevbe suresi, 24
[93] Nisa
suresi, 102. ayetten...
[96] Kur'an-ı Kerim, Fetih Suresi:!-2.
[116] Nur suresi, 63
29 Peygamberimizin Evladı, Ezvacı, Ehl-i Beyti, Ashabı ve Kabilesinin
O'nun Sebebiyle Kazandıkları Şeref ve Mertebeler
Yüce Allah Kerîm Kitabında şöyle
buyurmaktadır: "...Ey ehl-i beyt (Peygamber'in ev halkı)! Allah sizden kiri gidermek,
sizi tertemiz yapmak istiyor." [1]
Bir diğer âyetinde de şöyle buyuruyor: "Ey Peygamber
eşleri! Sizden kim Allah'a ve Resûlü'ne
itaate devam eder ve yararlı iş yaparsa, ona da mükâfatim iki kez veririz ve cennette onun için bol bir
rızık hazırlamışızdır." [2]
Hâkim Ümmü
Seleme'nin şöyle dediğini nakleder: "Ehl-i Beyt hakkındaki bu âyet,
Resûlüllah benim evimdeyken nazil oldu. Ayetin nazil olmasından sonra
Efendimiz, haber göndererek Ali, Fâtıma ve iki oğullarim getirtti de:
"İşte benim ev halkım!" buyurdu.
Hâkim Huzeyfe'den
de şu haberi nakleder: Peygamberimiz buyurdu: "Semâdan bir melek, Allah'tan izin
alarak bana geldi, selâmim verip: "Fâtıma cennet kadınlarimn
seyyidesi (efendisi) dir" müjdesini verdi."
Hâkim'in
Ali'den rivayeti de şöyledir: Resûlüllah (sallallahü
aleyhi ve sellem), Fâtıma'ya hitaben buyurdu: "Kızını
Fâtıma, Allah senin hatırın için buğzeder, senin hatırın için razı olur!"
[3]
Hâkim'in
sahihtir kaydıyla Ebû Saîd el-Hudrî'den rivayeti de şu mealdedir: "Fâtıma,
Imrân kızı Meryem müstesna, cennet ehli kadınların seyyidesidir!"
Hâkim,
yine sahihtir kaydıyla Âişe'den rivayet eder, O şöyle der: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), hastalığı sırasında
Fâtıma'ya dedi ki: "Sen, âlemlerin, mü'ıninlerin ve şu ümmetin bütün
kadınlarimn seyyidesi olmaktan razı değil misin?"
İbn-i Sa'd,
Bern bin Azib'den naklen, Peygamber'in (sallallahü
aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu bildirdi: "Süt
emer sabî iken ölen şu oğlum İbrahim'in, süt emme müddeti cennette
tamamlanacaktır. O bir sıddîktir!"
(Diğer rivayette: "O, bir sıddîk ve
şehîddir" buyurulmuştur.)
Hâkim'in
Huzeyfe'den rivayetine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve
sellem) şöyle buyurmuştur: "Cibril bana
gelip: "Gerçekten Hasan ile Huseyn, cennet gençlerinin
seyyidi (efendisi) dirler!" diye müjde eyledi."
El-Hâris bin Ebû Üsâme'nin Muhammed bin
Ali'den rivayetine göre, o şöyle anlatmıştır: Hasan ile Huseyn, Peygamberimiz'in
yanında güreşmeye başladılar Peygamber (sallallahü aleyhi ve
sellem): "Haydi Hasan!" dedi. Fâtıma
da: "Ey Allah'ın Resulü, sen Hasan'ı destekliyorsun! Yoksa Hasan'ı
Hu-seyn'den daha mı fazla seviyorsun?" dedi. Peygamberimiz ise
şu karşılıkta bulundu: "Cebrâîl gelmiş Huseyn'i destekliyor. Ben de Hasan'ı
desteklemeyi arzu etmiştim."
(Bu rivayet mürseldir)
Ahmed, Hâkim sahihtir
kaydiyle İbn-i Abbâs'ın şöyle dediğini rj,vâyet ederler: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Cennet
kadınlarimn en faziletlisi: Hatîce binti Huveylid, Fâtıma binti Imrân, Asîye
binti Müzâhim'dir!"
(Hâkim'in sahihtir kaydiyle naklettiği diğer rivayette ise,
dört kadından biri ve başta olmak üzere Meryem zikredilmiştir.)
Ebû Ya'lâ, Bezzâr ve Hâkim Ebû Zerr'den
nakleder. O şöyle der: Ben, Peygamber'in (sallallahü
aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu işittim:
"Haberiniz olsun, benim ehl-i beytimin sizin içinizdeki durumu, Nuh'un
gemisine benzemektedir! Gemiye binen kurtuldu, gemiyi terkedenler ise denizde
boğuldu."
Tirmizi hasendir, Hâkim de sahihtir
kaydıyla Zeyd bin Erkam'dan rivayet eder. O şöyle der: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve
sellem) buyurdu:
"Ey müslümanlar! Ben size iki büyük ve ağır
emanet bıraktım: Biri Allah'ın kitabı, diğeri de ehl-i beytim'dir."
[4]
Hâkim İbn-i Abbâs'tan naklen Peygamber'in (sallallahü aleyhi
ve sellem) şöyle buyurduğunu söyler: "Gökteki
yıldızlar, yeryüzündeki insanların batmaması için bir emniyet sebebidir. Ehl-i
Beytim de, ümmetimin fitne ve ihtilaflara düşmemesi için bir emniyet
vesilesidir. Ehl-i Beytime muhalefet edildiği zaman, biliniz
ki şeytanlar aranıza girmiş ve iblis'in
grubu yüzgöster-meye başlamış demektir."
(Bu hadisi, Ebû Ya'lâ ve İbn-i Ebî Şeybe de Seleme bin el-Ekva'dan rivayet etmişlerdir.)
[5]
Hâkim Enes yoluyla
Resûlüllah'ın şu hadisini nakleder:
"Ben dua edip Rabbim'den ebl-i beytimi istedim. Rabbim bana: Ehl-i Beytİm'den olup da aynı zamanda ehl-i tevhid olanlarim bağışlayacağim, onlara azab
etmeyeceğini va'd buyurdu." [6]
Hâkim Câbir'den
rivayet ediyor. O şöyle diyor: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bir
hadislerinde: "Hamza, şehîdlerin seyyidi, efendisidir!" buyurdu. [7]
Yine Hâkim Urve
tarikiyle Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu nakleder: "Cennet gençlerinin seyyidi, Ebû Süfyan'dır! Ebû Süfyan; Hâris'in oğludur, Haris Abdülmüttalib'in oğludur! O, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) amcasının oğludur!" [8]
Taberânî Ebû
Ümame'den rivayet eder. O şöyle der: Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem) buyurdu:
"Kişi, din kardeşi için yerinden kalkıp ona yer gösterir. Fakat
Haşini oğulları, herhangi bir kimse için ayağa
kalkmazlar!"
İbn-i Asâkir'in Enes'ten
rivayeti de şöyledir: "Herhangi biri, yerinden
kalkmasın, ancak Hasan veya Hüseyn için, veya bunların zürriyeti için olursa başka!"
İbn-i Mâce Ebû
Hüreyre'den rivayet ediyor. O şöyle diyor: Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem) bir hadislerinde buyurdu: "Ashabıma
sövmeyiniz! Varlığım elinde olan Allah'a yemin
ederim ki, sizden biriniz Uhud Dağı kadar altim
Allah yolunda infak etse, onlardan birinin faziletine yetişemez! Hatta bunun yarısına bile yetişemez!" [9]
Yine Ebû Hüreyre'den Tayatisi'nin rivayeti
de şöyledir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve
sellem) buyurdu: "Birinin Uhud dağı kadar
altim olsa da bunu Allah yolunda harcasa; dullara, yetimlere ve fakirlere
sadaka olarak verse ve bununla ashabından birinin faziletine yetişmeyi niyet
etse; ebediyen bu fazilete yetişemez! Hatta ashabımın, gündüzün bir saatinde
kazandığı fazilete bile yetişemez!"
İbn-i Ebî Amr'ın Enes'ten rivayeti de şöyledir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Benim
ashabım, kendisiyle yön tayin edilen gökteki yıldızlar gibidir! Yolcuların,
yıldız batınca ne tarafa gideceklerini şaşırdıkları gibi, ashabımın izini
kaybedenler de yollarim şaşırırlar."
Yine
Enes'ten Ebû Ya'lâ ile Bezzâr'ın bir rivayeti var. Buna göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
"Ashabım, sofradaki yemeğin tadim yerine getiren tuz gibidir! Onlarsız
ümmetimin ağzimn tadı (huzuru) yerine gelmez!"
İbn-i Meni' ve Taberânî'nin
Huzeyfe kanalıyla rivayet ettikleri hadis de şu anlamdadır: "Ashabımın
benden sonra bir zellesi (sürçmesi) olacaktır. Fakat Yüce Allah, onların
bu hatasını bağışlayacaktır. Zira onların benimle beraber İslâm'a büyük
hizmetleri olmuştur. Fakat onların bu hatasını, sonradan gelen bazı topluluklar
kendilerine bir düstûr edinecekler ve Allah onları bu yüzden yüzüstü cehenneme
atacaktır!"
Yine İbn-i Meni'nin Enes'ten diğer bir
rivayeti: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve
sellem) buyurdu: "Benim ashabımı ve evlilik
yoluyla bana akraba olanları hürmetle karşılayimz! Bu hususta benim hatırımı
sayanlar, Allah'ın koruması altındadırlar. Benim hatırımı saymayanlar ise,
Allah'tan uzaklaşmış olurlar ve onların akıbeti azaba duçar olmaktır!"
[10]
Yine
Enes'ten İbn-i Asâkir rivayet
ediyor: Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem) buyurdu:
"Peygamberlerden her birinin benim ümmetim içinde
bir benzeri vardır. Ebû Bekir tbrahim (aleyhisselâm)'ın, Ömer Mûsa (aleyhisselâm)'ın, Osman Harun (aleyhisselâm)'ın, Ali de benim bir benzerimdir. Îsâ (aleyhisselâm)'a bakmak ve bununla sürura ermek isteyen birisi ise,
İşte onun benzeri bulunan Ebû Zerr'e baksın!" [11]
İbn-i Asâkir, Büreyde'den de şu haberi nakletmiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu:
"Ashabımdan biri bir beldede vefat ettiği zaman; o belde halkimn kıyamet
günü imamı, yedicisi ve nuru olacaktır!"
(İbn-i Asâkir'in,
Ali'den de bu mealde bir rivayeti vardır.)
Dârekutni Ali'den
naklen der ki: "Bedir ehlinden biri vefat ettiği zaman onun cenaze
namazında altı, diğer ashabdan biri vefat ettiği zaman beş,
başkalarimn cenaze namazlarında ise dört tekbir alırdı." [12]
Hasan bin Süfyan Ebû'z-Zâhiriye tarikiyle
el-Hâlis'ten şöyle rivayet eder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve
sellem) buyurdu ki: "Kureyş'e, başka
insanlara verilmeyen bir hususiyet bahşedilmiştir."[13]
Peygamberimizin Bir Özelliği de, Bütün Ashabimn Adaletli ve
İstikametli Olmalarıdır
Bu, bu ümmetin
muteber ve mutemet âlim ve imamlarimn
icmâıyla sabittir ve bunda ihtilaf yoktur. Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) sünnetini ve sözlerini
nakleden râvilerin; adaletli olup olmadıklarından bahsedildiği gibi, ashabın
bazılarimn adaletli olup olmadıklarından bahsedilemez. Zira onların hepsi
udul, (adaletli ve istikametli) zatlardır. Bu hususta delil olarak,
Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) şu sözü yeterlidir: O, bu hadislerinde: "İnsanların
en hayırlıları, benim asrımın insanlarıdır, yâni ashabımdır" buyurmuştur.
[14]
Peygamberimizin Bir Özelliği de, Onunla Bir Lahzalık Buluşan ve
Onu Gören Kimsenin Sahabi Oluşudur
Evet, O'imn bir
Özelliği de budur. Fakat bir sahabi ile bir anlık
buluşana, o sahâbi'nin
tabiî denilmektedir. O kişiye, tabiî denilebilmesi
için, o sahabi ile uzun müddet birlikte bulunması, uzun müddet onunla sohbet
edip ondan faydalanmış olması aranır.
Usûlcülere göre, en sahih kabul edilen söz, budur. Fark, hiç şüphesiz, Peygamberimiz'in
peygamberlik makam ve mansıbimn çok büyük ve yüksek olmasındandır. Peygamberlik
nurunun ve feyzinin çok kuvvetli olmasından kaynaklan-lanmaktadır. Bunun
içindir ki, sevgili Peygamberimiz'in bir defacık bir arabiye bakışı, aslında kupkuru ve
nasibsiz bulunan bu ârâbinin, nûr ve feyizle dolmasına ve onun bir sâhâbi
olmasına yetmektedir. Artık o kuru ve cahil Arabi, bir defacık Resûlüllah'ın
nazarına mazhar olmakla, ilim ve hikmetle konuşan bir insan haline
gelivermektedir. [15]
Peygamberimizin Bir Özelliği de, Hadîslerini Hıfzedip Taşıyan ve
Başkalarına Nakleden Hadisçilerin, Hep Yüz Güzelliğine Sahip Olmalarıdır
Nitekim bazı alimlerimiz, "Ehl-i
Hadis'ten hiç biri yoktur ki, fark edilecek şekilde onun yüzünde bir güzellik
bulunmasın. Çünkü Peygamberimiz onlar hakkında dua buyurup: "Benim sözümü
işitip de muhafaza eden ve başkalarına aktaran kimsenin, Allah yüzünü ak
eylesin!" demiştir. Şu ümmetin içinde huffâz
unvanıyla anılanlar onlardır. Onlar, gerçek manada, mü'ıninlerin emindirler.
Hatib-i Bağdadi der ki: "Hafız lakabı, hadis
ehline mahsustur. Diğer alimlere bu unvan verilmez."
Taberani Jbni
Abbâs'tan şöyle nakleder:Resûlüllah (sallallahü
aleyhi ve sellem) buyurdu: "Allah'ım, benim
halifelerime rahmet et!" Ashab sordu: "Senin halifelerin
kimlerdir?" Peygamberimiz de: "Benden sonra gelen ve benim sünnetimi,
hadislerimi hıfzedip başkalarına güzelce öğreten kimselerdir."[16]
------------------------
[1] Ahzab suresi,
33
[2] Ahzab suresi,
31
[3] Sahih hadiste: "Fâtıma benden bir
parçadır! onu gadaplandıran beni gada-pfandırmış olur!" buyurulmuştur.
[4] İşte bu, meşhur Gadirhum
Hadisidir. Bunu, Müslim ve İbn-i Hibban da rivayet etmiştir. Fakat bunların rivayetlerir,m sonunda: "Ehl-i Beytime
riayetsizlik hususunda Allah'tan korkunuz, Allahtan korkunuz" buyurulmuştur. Şiiler ise, bu Gadirhum Hadisini, kendi iddia
ve davetlerinin bir merkezi haline getirmişler ve kendi hayallerinden başka bir yerde mevcudiyeti bulunmayan birtakım suret ve renkleri bu hadise
ilave etmişlerdir ve demişlerdir
ki: "İşte Rasulullah, o gün orada Ali'yi vasiyy tayin etmiştir." Tabii ki bunun aslı yoktur ve daha bunun gibi nice asılsız şeylerle doldurulmuş cüd cild kitaplar meydana
getirmişlerdir.
[5] İbn-i Tahir Tezkira'sında şöyle der: "Zehebi'nin bildirdiğine göre, Ahmed, Yahya, Nesai ve İbn-i Hıbbân; bunun ravisi Huleyd bin Dâlec'in zayıf ve metruk olduğunu bildirmişlerdir. Kütübü Sitte'nin hiç birinde ondan rivayette bulunulmamıştır.
[6] Taberani'nin de bunun benzeri bir rivayeti var. Fakat onun senedinde; hata eden,
yanlış nakleden, kim olduğu tanınmıyan râvî bulunmaktadır.
[7] Hadis'in devamında: "Zâlim bir
hükümdara karşı durup, ona Allah'ın emrini ve nehyini tebliğ eden ve o zâlim tarafından öldürülen kimse de!" buyurulmuştur.
[8] Bu sırada Ebû Süfyan, Huneyn'de
Resûlüllah'ın atimn Özengisini
tutmakta idi.
[9] Bunu, Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd veTirmizi de Ebû Said el-Hudri'den rivayet
etmişlerdir
[10] Tirmizi'nin
Abdullah bin Mugaffil'den rivayeti ise şu
mealdedir: "Ashabım hakkında Allah'tan korkunuz, Allah'tan korkunuz!
Onları oklarimza hedef etmeyiniz! Onları kim severse, şüphesiz bana olan sevgisi sebebiyle sevmiştir.
Onlara buğzeden de, bana olan buğzu sebebiyle buğzetmişdir."
[11] Tirmizi'nin
Enes'ten olan rivayeti şöyledir: "Ümmetim
içinde ümmetime en merhametli olanı, Ebû Bekir'dir! Allah'ın emri hakkında
en şiddetli olanı Ömer, hayası en fazla olanı Osman, hüküm vermede en ileri olanı Ali, helâl ve
haramları en iyi bileni ise Muâz bin Cebel'dir. Miras hukukuna en iyi vakıf
olanı Zeyd bin Sabit, Kur'an kıraatinde en ileri olanı Übeyy bin Ka'b'dır! Şüphesiz her kavmin bir
emini vardır. Bu ümmetin emini ise Ebû Ubeyde bin el-Cerrah'tır! Şu gök
kubbesinin altında Ebû Zerr'den daha doğru sözlü birisini ise bulamazsınız! O, takvasında Îsâ'ya benzer."
[12] Beyhekî'nin rivayeti de şöyledir: "Peygamberimiz'in zamanında, cenaze namazlarında,
dört, beş, altı ve yedi tekbir alimrdı. Ömer İse, ashab ile istişare neticesinde, dört üzerindeki ittifakı sağladı."
[14] Bu hadis, üzerinde ittifak edilen ve pek çok sahabi tarafından
nakledilmiş bulunan bir hadistir. Ashabın cümlesinin adaletli olduğunu bildiren
ayetler de vardır. Birinin meâii şöyledir: "Böylece
biz, sizi orta bir ümmet yaptık." (Bakara, 143). Bunun manası: "Biz sizi, hayırlı, adaletli, İlim ve amelle nefislerini tezkiye etmiş bir ümmet kıldık" demektir. Keza: Nisa 115. âyeti, Al-i Imran
110. âyetleri de bu hususa delil teşkil eden âyetlerdendir.
30
PEYGAMBERİMİZİN VEFATI SIRASINDA GÖRÜLEN MUCİZE VE ÖZELLİKLER
Peygamberimizin vefatim Kendisinin Haber vermesi
Ahmed, Ebû Ya'lâ ve sahih bir senedle Taberani Vasile bin el-Eska'dan
rivayet eder. O şöyle der: Birgün Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), evinden çıkıp bizını yanımıza geldi ve şöyle buyurdu: "Sizler
zannediyorsunuz ki, ben sizin hepinizden sonra vefat edeceğim! Halbuki ben sizin en evvel vefat edecek olanimzını! Benim peşimden de sizler, bölük bölük geleceksiniz! Kiminiz
kiminizi helak edecektir."
Buhârî Ebû Hüreyre'den nakleder. O
şöyle der: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), her yılın ramazanında on gün itikafa girerdi. vefat ettiği senede ise,-yirmi gün itikafta bulunmuştur. Cebrâîl (aleyhisselâm) her sene kendisine gelir,
Kur'an'ı arz ederdi. vefat ettiği senede ise, iki defa arz
etmiştir."
Buhârî ve Müslim'in Âişe'den rivayeti de şöyledir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Fâtıma'ya hitaben demiştir ki: "Her sene Cebrâîl gelip Kur'anı bana arz ederek karşılaştırma
yaptırırdı. Bu senenin ramazanında ise, iki defa karşılaştırma
yaptırdı. Kızını ben bunu, ecelimin yaklaşmış olması şeklinde
anlıyorum."
Yine Buhârî ve Müslim'in Âişe'den naklettikleri diğer rivayet (biraz lafız farkı ile) şöyledir: "Ölümüyle
neticelenen hastalığı sırasında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Pâtıma'yı çağırıp gizlice birşey söyledi. Fatıma ağlamaya başladı.
Sonra gizlice bir şey
daha söyledi. Bunun üzerine Patıma güldü. Ben
bunun sebebini kendisine sorduğumda şu cevabı aldım:
"Babam bana ilk defa, bu hastalığimn, vefatıyla
neticeleneceğini söyledi. Bu sebeple
ağladım. Sonra, ev halkimn kendisine ilk kavuşanın ben olacağımı söyledi. Ben de bu sebeble sevinip
güldüm."
Taberani ve Beyhekî'nin de Âişe'den bu mealde bir rivayeti bulunmaktadır. Yalnız onun sonundaki ifade biraz farklı
ve şöyledir: "Ve babam bana dedi ki: "Kızını, müslüm ani arın
kadınları içinde musibeti en büyük olan şüphesiz
sensin! Sabrı en az planları da sen olmamalısın!" Bu sırada ayrıca babam
bana, Ehl-i Beytinden en
evvel kendisine kavuşanın da ben olacağımı haber verdi ve:
"Kızını sen, cennet ehli kadınların seyyidesisin. Ancak Imran kızı Meryem
müstesna" buyurdu. Ben de Bunun üzerine sevinip güldüm." [1]
Buhârî, İbn-i Abbâs'tan rivayet eder. O şöyle der: Ömer bin el-Hattab bana: îzâcâe
nasrullahi ve'l-feth sûresi hakkında sordu." Ben de
kendisine cevaben: "Bu, Resûlüllah Efendimiz'in ecelinin yakın oluğunu haber vermektedir"
dedim. O da dedi ki: "Ben de bundan başkasını düşünmüş değildim."
Buhârî ve Müslim Ebû Said el-Hudri'den
rivayet eder. O şöyle der: Bir gün Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), insanlara bir hutbe irâd etti. Bu hutbesinde dedi
ki: "Allah; kullarından birini, dünya hayatı ile kendi indindeki nimetler
arasında muhayyer bıraktı. O kul da Allah'ın yanında olanları tercih
etti." Ebû Bekir, bu sözleri duyunca ağlamaya başladı. Biz, Ebû Bekir'in ağlamasına teaccüp ettik.
Halbuki Peygamberimiz'in sözünü ettiği kul, kendisi imiş. Peygamberimiz kendisine hitaben buyurdu
ki: "Ey Ebû Bekir ağlama! Bilmelisin ki insanlar içinde bana arkadaşlığında en güvenilir olan, malim benim yolumda harcamakta
en samimi olan, sensin! Eğer ben, Allah'tan başka halil (özel ve biricik
dost) edinmiş olsaydım, muhakkak seni edinirdim.
Fakat ey Ebû Bekir, bizını aramızdaki hiç şüphesiz İslâm kardeşliğinden ibarettir. Şu
andan itibaren mescid'e açılan kapıların hepsi, Ebû Bekir'in kapısı hariç,
kapatılsın!" [2]
Beyhaki Ebû Ya'lâ dan şu haberi
nakletmiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hutbe okuyup: "Allah,
bir kulunu, dilediği kadar dün ada yaşamak ile, Allah'a kavuşmak arasında muhayyer kıldı. O kul da Rabbi'ne kavuşmayı
tercih etti." Bu sırada Ebû Bekir ağlamaya başladı
ve Resûîüllaha hitaben: "Aksine bizler, bütün mallarımızı, canlarımızı ve
çocuklarımızı sana feda etmeliyiz, ey Allah'ın Resulü!" dedi.
Ahmed, İbn-i Sa'd, Darimi, Hâkim, Beyhekî ve Taberânî Ebû Mil-veyhibe'den rivayet ederler. O şöyle
der: Resûlüllah (sallallahü
aleyhi ve sellem) geceleyin beni uyardı ve dedi ki:
"Ey Ebû Müveyhibe, ben gidip şu Medine
Kabrista-nındakiler için istiğfar etmekle emrolundum." Ben de,
Resûlüllah'ın hizmetinde olan biri olarak derhal kalktım ve O'nunla beraber
gittim. Bakî'a vardığımızda, Resûlüllah ellerini kaldırdı ve onlar için istiğfar etti. Sonra buyurdu ki:
"Ey toprağın altında yatanlar, sizin durumunuz,
toprağın üstündekilere
nisbetle daha kolay ve iyidir, İşte
fitneler, karanlık gece parçaları gibi gelmektedir. Biri diğerini takibeden bu fitnelerin,
sonuncusu evvelinden daha beter!" Sonra Resûlüllah Efendimiz bana iltifat buyurup: "Ey Ebû Müveyhibe, bana
gerçekten dünyanın hazinelerinin anahtarları verildi. Sonra ne kadar istersem o
kadar dünyada yaşamak ile cennet arasında muhayyer kılındım! Şüphesiz ben de, Rabbim'e kavuşmayı tercih eyledim!" Bundan sonra o Baki'den evine döndü. Sabahleyin ise hastalandı ve bu hastalığı, O'nun
vefatı ile neticelendi."
Buhârî'nin Ukbe bin Amir'den rivayetine
göre, O şöyle demiştir; Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), bir gün evinden çıkıp Ühud'a gitti. Oradaki şehidle-rin üzerine, cenaze namazı kılar gibi namaz kılıp dua
etti. Sonra Mes-cid'ine dönüp minbere çıktı
ve şöyle buyurdu:
"Ben, içinizden Önce gidenim! Ben, sizin üzerinize şahidim ve şimdi ben, vallahi Havzını'ı görmekteyim!
Gerçekten bana dünyanın hazineleri teslim edilmiştir. Vallahi ben, kendimden sonra sizler
için, tekrar şirke düşeceğinizden korkuyor değilim. Benim sizin hakkınızdaki korkum; dünya malı ve mülkü üzerinde birbirinizle
rekabete düşmenizdir!"
İbn-i Sa'd, İshak bin Râhuye, Yahya bin Cu'deden nakleder. O şöyle
der: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kızı Fatıma'ya hitaben: "Kızını, bir Peygamber; kendinden önceki
Peygamberin ömrünün yarısı kadar yaşar! Nitekim Îsâ, kırk sene yaşamıştır"
buyurdu.
İbn-i Hacer, Metâlib-i Aliye adlı eserinde der ki: "Bunun
manası, Peygamber olarak yaşadığı yaş,
kırk senedir demektir." [3]
(İbn-i Sa'd'ın
İbrahim el-Nehai'den, Buhârî'nin Tarih'inde Zeyd bin Erkam'dan rivayet ettikleri
hadisler de, yukarıdaki hadisin ifadesine uygun düşmektedir.)
Ahmed, İbn-i Sa'd, Ebu Ya'lâ ve Beyhekî Âişe'den rivayet ederler. O şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), odamın önünden her geçişinde, mutlaka gönlümü alacak ve surürlandıracak bir söz söylerdi. Birgün geçti ve hiç
bir şey söylemedi. Ben de başımı sarıp yatağıma
uzandım. Peygamberimiz geldiğinde: "Âişe neyin var?" diye sordu. Ben de: "Başım ağrıyor" dedim. Peygamberimiz ise: "Âişe, aksine benim başım ağrımaktadır! Vay başım" buyurdu. Meğer o gün Cebrâîl gelip
kendisine, e-celinin yakın olduğunu haber vermiş."
Bezzar'ın rivayetine göre, Peygamber Efendimizin amcası Abbâs bin Abdü'l-Muttalib şöyle demiştir: "Ben bir gün rü'yamda, yeryüzünün yukarıdan
sarkıtılmış büyük halatlarla göğe doğru çekilmekte olduğunu gördüm. Bu rü'yamı,
gidip Peygambere (sallallahü aleyhi ve sellem) arz ettim. Peygamberimiz ise bunun tâbirinde:
"Ey amca, bu, senin kardeşinin oğlunun
vefatı günüdür!" buyurdu.[4]
Peygamberimizin vefat Edeceği Günü ve Yeri Haber vermesi
İbn-i Asâkir Mekhul tarikiyle
Peygamber'in (sallallahü
aleyhi ve sellem) Bilâl'e hitaben
şöyle buyurduğunu nakleder: "Ey Bilâl, pazartesi günü orucunu
ihmal etme! Çünkü ben pazartesi günü doğdum, pazartesi günü ilâhi vahye
mazhar oldum, pazartesi günü hicret ettim, pazartesi günü de vefat e-derim! [5]
Ahmed ve Beyhekî'nin İbn-i Abbâs'tan rivayetleri de şöyledir: "Biliniz ki Peygamberimiz pazartesi günü doğmuştur. Yine aynı günde peygamber
olmuş, aynı günde hicret etmiş,
Medine'ye aynı günde girmiş, Mekke'yi aynı günde
fethetmiş ve yine aynı günde vefat etmiştir." [6]
Ebû Nuaym Mâkıl bin Yesâr'dan nakleder. O şöyle der: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Medine benim hicret yurdumdur, aynı
zamanda vefat edeceğim
yerdir." [7]
Zübeyr bin Bekkâr Ahbarü'l-Medine adlı
kitabında Hasan'dan naklen, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu nakleder: "Medine benim hicret yurdumdur.
Orada vefat eder, oradan haşrolunurum!"
(Atâ bin Yesâr'a ait mürsel haberler
arasında da bunun benzeri bir rivayet bulunmaktadır.) [8]
Peygamberimize Peygamberlikle Beraber Şehitlik Faziletinin de
verilmesi
Buhârî ve Beyhekî Âişe'den rivayet eder. O şöyle
der: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), vefatıyla neticelenen hastalığı sırasında şöyle buyurdu: "Ben,
Hayber'de bana verilen o zehirli yemeğin
acısını devamlı duyageldim! İşte şimdi, o zehirin te'siriyle
belimin koptuğu andır!" [9]
Hâkim sahihtir kaydıyla Ümmü Bişr'den rivayet eder. O
şöyle der: Ben, Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) gidip: "Ey Allah'ın Resulü, anam babam sana
feda olsun, sizin rahatsızlığimz nedir?" dedim. O
da buyurdu ki: "Benim rahatsızlığım, Hayber'de bize verilen yemektendir. İşte şimdi, tam te'sirini gösterip belimi koparmaktadır."
İbn-i Sa'd Âişe'den nakleder. O şöyle der:
Peygpmber'in (sallallahü
aleyhi ve sellem) hastalığı sırasında, Bişr
bin Berâ'nın anası geldi ve eliyle Peygamberi-miz'e dokundu. O'nun ateşler içinde olduğunu anladı. Dedi ki: "Ey Allah'ın Resulü, ateşiniz ve acimz çok
yüksek!" Peygamberimiz şu karşılığı verdi: "Biz Peygamberlerin ecri ve sevabı büyük olduğu gibi, acı ve sıkıntıları da büyük olur."
Sonra şunu sordu: "Ey
Ümmü Bişr, insanlar benim hastalığım hakkında ne
diyorlar?" Ümmü
Bişr: "Zâtü'l-Cenb hastalığına yakalanmış" diyorlar dedi. Peygamberimiz de: "Allah, böyle bir hastalığın bana yaklaşmasına izin vermez!" buyurdu. Hastalığimn, çektiği acı ve sıkıntıların; Hayber'de kendisine yedirilen
zehirli yemekten olduğunu
bildirdi ve: "Nitekim senin oğlun Bişr de o zehirli yemekten
yemişti. Ben bunun acısını devamlı olarak
duyagelmişimdir. İşte şimdi o zehirin,
belimi kopardığı andır!" dedi. Sevgili Peygamberimiz, böylece o zehirin te'siriyle
ölüp şehidlik sevap ve faziletini de kazanmış oldu. Resûlüllah, şehid olarak
vefat etti.
Ahmed, İbn-i Sa'd, Ebû Ya'lâ, Taberani, Hâkim ve Beyhekî İbn-i Mes'ud'un şöyle dediğini nakleder: "Benim için, "Resûlüllah
öldürülmedi" demektense, "Resûlüllah vallahi öldürüldü!" diyerek
dokuz defa yemin etmek daha isabetlidir! Zira Peygamberimiz'i Peygamber edinen Yüce Allah; aynı zamanda O'nu, şehidlik faziletine de
kavuşturmuştur!"[10]
Peygamberimizin Hastalığı Sırasında Vukua Gelenler
İbn-i Sa'd, Ebû Ya'lâ, Taberani, Beyhekî ve Ebû Nuaym Fadl bin Abbâs'tan
naklederler. O şöye demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Başımı bağlayın. Ben Mescid'e çıkmak istiyorum!" Ben, başim bağladım. O da Mescid'e çıktı. Tâ minbere kadar iki kişiye dayanarak gitti. Minbere
oturduğu zaman; şu
hutbesini irâd etti: "Bundan sonra derim ki: Ey insanlar, benim sizlerden
ayrılığım, gerçekten yaklaşmış bulunmaktadır. Şimdi ben sizlere diyor ve haber veriyorum! Kimin sırtına vurmuşsam, İşte sırtım, gelip hakkim alsın.
Kimin malim almışsam, İşte
malım, gelip hakkim alsın! Kime sövüp hakarette bulunmuşsam, İşte haysiyetim ve namusum; gelip aynı şekilde
davranarak benden hakkım alsın! Hiç bir kimse, sakın ola ki, "ben,
Resûlüllah'a böyle bir şey yapmaktan
veya söylemekten korkarım!" diye düşünmesin. Zira hakkim almak
isteyen birisine karşı, kızmak veya ona düşmanca
davranmak; Allah'ın elçisi olarak benim şanımdan
ve ahlakımdan değildir! Bu böylece
biline."
Sonra
Reülüllah (sallallahü aleyhi ve
sellem) sözlerine şöyle
devam ettiler: "Sizlere haber veriyorum! Kim içinden bir şey duyup
söylemek isterse, kimin nefsinden şikayeti
varsa; mutlaka kalkıp söylesin!
Ben onun için, Allah'a dua edivereceğim!" Resûlüllahm bu sözü üzerine adamın biri ayağa kalktı ve şöyle
dedi: "Yâ Resûlellah, ben; münafığın ve cimrinin birisiyim! Aynı zamanda
ben; korkak, çok uyuyan ve çok yalan söyleyen birisiyim! Benim için dua buyurur
musunuz?"
Sevgili Resulümüz, o adamın bu sözleri
ve ricası üzerine buyurdular ki: "Allah'ım, bu kuluna iman nasib eyle! Onun
imanim ve islammı gerçek kıl! Onun nefsindeki çok
uyuma, yalan söyleme, cimrilik gibi huyları gider! Onun korkaklığim da,
cesaret ve kahramanlığa
kalb eyle."
Fadl bin Abbâs der ki: Ben daha sonraları o adamın haline
dikkat ederdim. Bir savaşta, halini müşahade ettim. Ondan daha kahramanim, ondan daha sabırlısını, ondan daha az uyuyanim
göremedim."
Fadl İbn-i Abbâs; (Peygamberimiz'in Mescid'deki hutbesi sırasında diğer olanları
anlatmak üzere) der ki: O sırada kadımın biri ayağa
kalkıp parmağı ile dilini
göstererek bir işarette bulundu. Onun ne demek istediğini çok iyi anlıyan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Ey hanım, sen Âişe'nin evine git, benim oraya
gelmemi bekle!" buyurdu. Sonra Âişe'nin odasına gitti.
Orada kendisini beklemekte olan kadımın başına, elindeki asasını dokundurup
onun için de dua eyledi."
Âişe validemiz bu hususta
demiştir ki: "Eğer ben olsaydım, muhakkak Resûlüllah'ın
o kadın hakkındaki duasını tanır, bellerdim. Eğer benim hakkımda böyle
bir dua ve uyarı yapılmış olsaydı, her
halde: "Ey Âişe, namazını güzel kıl!" şeklinde olurdu." [11]
İbn-i Sa'd, Âişe'nin şöyle dediğini rivayet eder: "Ben, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kadar, ölüm hastalığında çok sıkıntı çeken birisini hiç görmedim."
Buhârî ve Müslim de Abdullah İbn-i Mes'ud'un şöyle dediğini naklederler: "Ben, Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) hastalığı sırasında, O'nun yanına girmiştim. O'nun, çok şiddetli bir sıkıntı ve acı çekmekte olduğunu gördüm ve dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, acimzın
oldukça fazla olduğu
anlaşılmaktadır!" Peygamberimiz de şöyle buyurdu:
"Evet, ben şu anda, içinizden en az iki kişinin dayanabileceği kadar acı çekmekteyim!" Bunun ü erine ben: "O halde yâ Resûlüllah, ecriniz de iki
misli olması lazını!" dedim. Peygamberimiz de bunu: "Evet, yâ İbn-i Mes'ud!" diyerek karşıladı." [12]
Buhârî ve Müslim Abdullah İbn-i Mes'ud'dan şöyle
rivayet ederler: Ben, Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) huzuruna girdiğimde, O'na dokundum ve a-teşinin şiddetinden çok sıkıntı çekmekte olduğunu anladım.
Dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, sıkıntınız çok şiddetli herhalde?" O da buyurdu ki: "Evet,
çünkü ben, iki adamın çektiği kadar sıkıntı çekmekteyimdir." Dedim ki: "O halde, ecriniz de iki adammki kadar
olacaktır." O da: "Evet" buyurdu.
Ahmed de el-Zühd adlı eserinde Ömer bin el-Hattâb'tan şöyle nakleder:
"Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) hastalığı sırasında, O'nun huzuruna girdiğimde, elimi elbisesinin üzerine
koydum. Ateşini elbisesinin üzerinden duydum. Dedim
ki: "Ey Allah'ın resulü, ateşi seninkinden daha
yüksek olan bir hastaya rastlamıştım!" O da
cevaben şöyle buyurdu:
"Bizim sevâb ve
ecrimiz de böyle fazla olur. Bilinsin ki, insanların en şiddetli belâlara uğrayanları Peygamberler,
sonra sâlih kullardır!"
Buhârî ve Müslim Ebû Mûsa'dan şöyle rivayet
eder: Peygamberimiz hastalığı iyice
arttığı sırada: "Ebû Bekir'e söyleyin, namazı kıldırsın!"
buyurdu. Âişe: "O, yufka yüreklidir!
Senin makamına durduğu zaman, namaz kıldırmaya güç
yetiremez!" dedi. Peygamberimiz: "Ebû Bekr'e emrediniz, insanlara namazı
kıldırsın!" diyerek emrini tekrarladı. Âişe yine: "O buna güç
yetiremez" dedi. Peygamberimiz de: "Ebû Bekr'e
emrediniz, insanlara namazı kıldırsın" buyurdu ve "Siz kadınlar,
Yusufun arkadaşlarısınız! Yâni bir sözü söyler, fakat o Özle başka mânâyı kasdedersiniz!" diyerek sözünü bitirdi. Elçi gidip Ebû
Bekir'e Peygamberimiz'in emrini bildirdi. Ebû Bekir
de, Peygamberimiz'in sağlığında insanlara namaz
kıldırdı."
Buhârî'nin Âişe validemizin o sıradaki sözüyle ilgili olarak naklettiğine göre, bizzat Âişe validemiz şöyle demiştir:
"Ben, bu husustaki sözümü tekrarlıyarak,
Resûlüllah'a karşı koymak istememiştim. Ben, sadece Rasulullah'tan
sonra, O'nun makamına geçen bir adamı insanların
iyi görmeyeceğinden korkarak öyle söylemiştim... Ben, Resûlüllah'ın makamına geçen birisini
insanların uğursuz sayacaklarim
zannediyordum... ve istemiştim ki, Resûlüllah Ebû Bekr'in yerine bir başkasını
görevlendirsin..."
İbn-i Sa'd'ın Muhammed bin İbrahim'den rivayeti ise
şöyledir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hastalığı sırasında buyurdu ki: "Ebû Bekr
insanlara namaz kıldırsın!" Bir ara kendisinde hafiflik hisseden
Resûlüllah Efendimiz, namaza çıktı. Bu sırada Ebû, Bekr, namazı kıldırmakta
idi ve Resûlüllah'ın geldiğini farketmemişti. Resûlüllah eliyle onun omzuna
dokundu. Ebû Bekr de geri çekildi. Peygamberimiz onun sağına
oturdu ve namazı onun arkasında kıldı. Namazı yine Ebû Bekir kıldırmış oldu.
Namaz kılındıktan sonra Peygamberimiz buyurdu ki: "Hiç bir peygamber ümmetinden
birinin arkasında namaz kılmadan vefat etmemiştir!" [13]
Beyhakî'nin rivayetine göre de Âişe validemiz şöyle
demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), vefatıyla neticelenen hastalığı sırasında, Ebû
Bekir'in arkasında ve oturduğu yerden namazını kıldı."
[14]
Yine Beyhekî Enes'ten rivayet ediyor:
Peygamberin (sallallahü
aleyhi ve sellem) cemaatla kıldığı son namaz; bir kat
elbiseye sarınarak gelip Ebû Bekir'in arkasında kıldığı namaz olmuştur."
Beyhekî, Enes'ten naklettiği bu rivayetle ilgili olarak der ki: "Bu namaz, Peygamber Efendimiz'in vefat ettiği Pazartesi günü kıldığı Sabah Namazıdır." [15]
Taberânî Şeddâd bin Evs'ten rivayet
eder. O şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat ederken yanında idim... Bana hitaben buyurdu ki: "Ey
Seddâd, senin neyin var?" Ben de: "Dünyâ başıma dar geldi!" dedim... Buyurdu ki: "Ey
Şeddâd, böyle söyleme ve unutma ki yakında Şam fethedilecektir, Kudüs
fethedilecektir. Sen ve evlâdın, orada müs-lümanların önderlerinden olacaksınız,
inşâallah!"
İbn-i Sa'd, Ömer bin Ali'den rivayet eder. O
şöyle demiştir: Pey-gamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) ilk hastalandığı gün, Çarşamba günü idi. Hastalığı, vefat edinceye kadar tam on üç
gün devam etti." [16]
Peygamberimizin vefatından Önce Vukua Gelen Mucizeler ve Bazı Özellikler
Buhârî ve Müslim'in rivayetine göre, Âişe şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), hasta olmazdan Önce: "Bir
Peygamber, vefat ettikten sonra gideceği cenneti görüpde muhayyer bırakılmadıkça vefat etmez!" buyururdu.
Nitekim hastalığı ağırlaştığı sırada, ben O'nu
kucağımda tutmakta idim.
Bir ara kendisine bir ağırlık gelip bayıldı. Sonra kendisine
gelip gözlerini açtı... Sonra gözlerini odanın tavanına dikerek: "Ey Allah'un, refîk-i
â'lâ'ya" dedi. Hatırladım ve bildim ki, bu O'nun bize daha evvel haber
verip söylediği şeydir."
Yine Buhârî ve Müslim Âişe'den rivayet eder. O şöyle demiştir: Biz, kendi aramızda Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem), dünyâ ile âhiret arasında muhayyer bırakılmadan
vefat etmeyeceğini konuşur dururduk... O'nun vefatıyla neticelenen hastalığı başladığı zaman, sesinde bir kısıklık oldu. O, o
haliyle şöyle diyordu: "...Allah'ın müstesna nimetlere
erdirdiği peygamberler, sıddîkler, şehidler ve sâlihlerle beraber.
Onlar gerçekten ne güzel arkadaştırlar!"
[17]
Âişe'den Beyhekî'nin rivayeti ise şöyledir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bayıldığı sırada, O'nun mübarek başı benim kucağımdaydı. Ben, O'nun yüzünü siliyor ve kendisine şifa bulması için de dua ediyordum... Bir ara kendisine
gelip dedi ki: "Bilakis yâ Âişe, artık ben Rafîk-i Alâ
ve Es'ad'a gidiyorum! Cibril'in, Mîkâîl ve israfil'in arkadaşlığı ne güzeldir!"
Ahmed, İbn-i Sa'd ve Ebû Nuaym sahih bir senedle Âişe'den şöyle rivayet ederler: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Peygamberlerden
her biri, vefat etmezden önce muhakkak muhayyer
bırakılır. O da âhireti seçer de ondan sonra vefat eder." Ben, Peygamberimiz'in bu sözünü iyi akhmda tutuyordum. Hastalandığı sırada da O'nun başı benim kucağımda idi
İbn-i Sa'd, Câbir bin Abdullah'tan şöyle
nakleder: Ka'bü'l-Ahbâr, Ömer zamanında
gelip Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) vefatından önce, en son o-larak söylediği şeyin ne olduğunu sordu. Ömer de kendisine: "Bunu gidip Ali'ye
sormalısın" karşılığım verdi. O da gidip Ali'ye sordu ve ondan şu cevabı aldı: "O'nun son sözü: "Namaz'a dikkat ediniz,
Namaz'a!" olmuştur.
Buhârî ve Müslim'in Enes'ten rivayetleri ise
şöyledir: Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) en son vasiyeti şöyle olmuştur:
"Namaza dikkat ediniz, namaza! Bir de
elinizin altındakilerin hukukuna!" Evet, Sevgili Peygamberimiz'in nefesi çıktığı ve dili döndüğü müddetçe söyleyip durduğu ve tekrarladığı son sözü ve vasiyeti, İşte böyle olmuştur!" [18]
Peygamberimizin Ruhu Şeriflerinin Çıktığı Sırada Vukua Gelenler
Bezzâr ve Beyhekî sahih bir senedle Âişe'nin şöyle dediğini nakleder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), mübarek başı kucağımda olduğu halde vefat etti...
Mübarek ruhu çıktığı zaman,
etrafa öylesine hoş bir koku yayıldı ki, ben o âna kadar
o kadar güzel bir koku duymamıştım...
Beyhekî'nin rivayetine göre de Urve
şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat ettiği zaman, Ebû Bekir gelip Peygamberimizi öptü ve şöyle dedi: "Ey Allah'ın Resulü, hayatta iken ne
kadar temiz ve hoştunuz! vefat ettiğinizde de ne kadar temiz ve hoşsunuz."
(Beyhekî ve İbn-i Sa'd, benzeri bir rivayeti Saîd bin el-Müseyyeb'ten de
nakletmişlerdir.)
Beyhekî ve Ebû Nuaym el-Vâkıdî tarikiyle onun şeyhlerinden şöyle rivayet
ederler: Peygamberimiz vefat ettiği zaman, O'nun gerçekten vefat edip etmediğinde şüpheye düştüler.
Bâzıları: "Evet O, vefat etmiştir" dedi. Bâzıları
ise: "Hayır, henüz vefat etmedi" dediler. Bu sırada orada bulunmakta olan Esma
binti Umeys, elini Peygamberimiz'in mübarek omzuna koydu ve: "Gerçekten vefat
etmiştir! Zira omzundaki nübüvvet mührü kaybolmuştur" dedi. İşte bu suretle, Peygamberimiz'in gerçekten vefat etmiş olduğunu anladılar." [19]
Peygamberimizin Mubabek Cesedi Yıkanırken Vukua Gelen
Fevkalâdelikler
İbn-i Sa'd, Ebû Dâvud, Hâkim, Beyhekî ve Ebû Nuaym Âişe'den naklederler, O şöyle
demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat ettiğinde, O'nu nasıl gasledeceklerini bilemediler ve:
"Vallahi biz, O'nu nasıl gasledeceğimizi bilemiyoruz! Acaba elbisesini
çıkararak mı, yoksa çıkarmaksızın mı gasledeceğiz?" dediler. Bu sırada
Allah kendilerine derin bir uyku verdi. Herkes çenesini göğsüne dayamış uyuyordu. Sonra birisi konuştu
ve: "Peygamber'i (sallallahü aleyhi ve sellem), elbisesi üzerindeyken
gaslediniz" diye bir nidada bulundu. Evden gelen bu sesin, kime âit olduğunu ise farkedemediler." [20]
(Yine bu mealde,
Büreyde ve İbn-i Abbâs'tan nakledilmiş diğer rivayetler de bulunmaktadır.)
İbn-i Sa'd, Beyhekî el-Şâ'bî'den şöyle dediğini naklederler: Peygamber'i (sallallahü aleyhi ve sellem) Ali yıkadı ve O'nu yıkarken şöyle diyordu: "Ey Alla'ın elçisi, anam babam sana feda olsun! Sen,
gerçekten temiz ve hoş olarak yaşadın,
temiz ve hoş olarak vefat
ettin!"
Ebû Dâvud, Hâkim, Beyhekî ve İbn-i Sa'd'ın
Saîd bin el-Müseyyeb tarikiyle Ali'den naklettikleri rivayet de şöyledir:
"Peygamber'i (sallallahü aleyhi ve sellem) ben yıkadım. O'nu yıkarken dikkat ettim, diğer vefat eden insanlarda görülen
şey, O'nda hiç görülmedi. Zaten O, yaşarken de tertemiz idi, vefat ettiği zaman da tertemiz idi!"
(İmâm-ı Ahmed'in İbn-i
Abbâs'tan naklettiği bir rivayete göre de, Ali bu hususta böyle
demiştir.)
Beyhekî'nin Ebû Maşer'den, onun da
Muhammed bin Kays'tan rivayetine göre de Ali şöyle demiştir:
"Peygamber'i (sallallahü aleyhi ve sellem) gaslettiğimiz sırada, O'nun azasını yıkamak için tutup
kaldırmak istediğimde sanki kendiliğinden kalkıyormuş gibiydi."
(Diğer bir rivayette ise, Ali'nin şunu da ifade ettiği kaydedilir:
"O sırada etrafa ve semâya öylesine bir güzel koku
yayıldı ki, o âna kadar o kadar güzel bir kokuyu ben hiç duymamıştım.
Dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, anam babam sana feda olsun! Sen, gerçekten
tertemiz yaşadın, tertemiz olarak vefat ettin!")
İbn-i Sa'd, Abdül-Vahid bin Ebû Avn'den
rivayet eder. O
şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Ali'ye hitaben buyurdu:
"Ey Ali, ben vefat ettiğim zaman, beni sen
yıkayacaksın!" Ali de dedi ki: "Ey Allah'ın Rasulü, ben hiç cenaze
yıkamadım." Peygamberimiz: "Yâ Ali, hiç
çekinme! Bunu sana Allah kolay kılacaktır!" buyurdu. Ali, bunu anlatmak
üzere sonra demiştir ki:
"Ben, Peygamberimiz'i gaslederken, bunu
bana Allah kolay eyledi. Resûlüllah'ın hangi azasını yıkamak üzere tutsam,
kendiliğinden kalkıyormuş gibi bana çok
hafif geldi. Bana bu sırada yardım etmekte bulunan Fadl ise: "Yâ Ali,
çabuk ol! Neredeyse belim kırılacak!" diyordu."[21]
30-1 Peygamberimizin Bir Özelliği de Cenaze Namazının İmamsız
Kılınışı İdi
Evet,
Peygamber'in (sallallahü
aleyhi ve sellem) özelliklerinden
biri de O'nun cenaze namazının kılınışının O'na has bir şekilde olması idi. Şöyle
ki Maslümanlar O'nun cenaze namazını, önlerinde
bir imam olmaksızın ve bilinen cenaze duasını da okumaksızm, teker teker, grub
grub kılmışlardır. Bu sırada da bazı Fevkalâdelikler vukua gelmiştir. Nitekim bu hususta müteaddid rivayetler
bulunmaktadır. Önce İbn-i İshak ile Beyhekî'nin rivayetini görelim.
Bunların rivayetine göre İbn-i Abbâs şöyle demiştir:
"Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat ettiği zaman, önce erkekler gelip grub grub O'nun namazını kıldılar. Önlerinde imam yoktu. Erkekler
bitirdiği zaman, kadınlar gelip onlar da önlerinde
bir imam bulunmaksızın O'nun namazını kıldılar. Sonra çocuklar gelip kıldılar.
Sonra köleler gelip kıldılar ve hiçbirinde, hiç bir kimse kendilerine
imam olmadı." [22]
İbn-i Sa'd ile Beyhekî'nin, Sehl bin Sa'd'dan rivayeti
de şöyledir: Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) cenaze namazını müslümanlar, önlerinde
bir imam olmaksızın kıldılar. O'nun gaslini tamamlayıp kefenledikten
sonra, serir üzerine
koydular, sonra bu seriri kabrin kenarına bıraktılar. Sonra
grub grub gelip O'nun üzerine namaza durdular."
İbn-i Sa'd, İbn-i Meni, Hâkim, Beyhekî ve Taberani İbn-i Mes'ud'dan rivayet ederler. O şöyle
demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), hastalanıp iyice ağırlaştığı zaman, biz kendisine: "Vefatınız halinde sizi kim yıkayacak, Ey Allah'ın
Resulü?" diyerek sorduk.
O şöyle
buyurdu: "Beni, ehl-i beytimden bana en yakın olanlar yıkayacaktır. Fakat sizlerin göremeyeceğiniz pek çok melekler de bulunacaktır!" Bundan
sonra kendisine: "Namazını kim kıldıracak?" diye sorduk. O da:
"Siz beni yıkayıp kefenime koyduktan ve güzelce kokuladıktan sonra, seririm üzerine koyunuz! Sonra
seririmi kabrimin kenarına bırakınız. Sonra yanımdan çıkıp bir
müddet bekleyiniz. Zira o sırada üzerime ilk namaz kılacak olan Cebrâîl olacaktır. Sonra Mîkâîl, sonra İsrâ'fil, sonra da Azrail olacaktır.
Bunların her birinin yanında meleklerden cemaatleri de olacaktır. Sonra sizlerden
ilk olarak ehl-i beytim gelip namazımı kılsınlar. Sonra grub grub veya ferd
ferd gelip namazımı kılarsınız." Biz, Peygamberimizin bu sözlerini böylece dinledikten sonra: "Peki Ey Allah'ın
Resulü, sizi kabrinize kim koyacak?" diye de sorduk. O da buyurdu ki:
"Beni kabrime, ehlim koyacaktır ve bu sırada bir çok melekler de bulunur,
onlar sizleri görür amma, sizler onları göremezsiniz."
Bu rivayetle ilgili
olarak Beyhekî der ki: "Bunu, sadece
Selâm el-Tavil rivayet etmiştir." İbn-i Hacer ise onun bu sözüne itiraz
ederek şöyle demiştir: "Bunu, aynı tarikten Müslime bin Salih de rivayet etmiştir ve onun bu rivayeti Selâm el-Tavil'in rivayetini
desteklemektedir." (Bunu ayrıca Hafız Bezzâr da, bir başka tarik
ile İbn-i Mes'ud'dan rivayette
bulunmuştur.)
İbn-i Sa'd'ın Ali'den rivayeti de şöyledir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şeriri üzerine konulduğu zaman ben insanlara dedim ki: "O'nun cenaze namazını kılarken, hiç biriniz insanlara imam olamaz! O,
sağken de, vefatı halinde de sizin imamımzdır! Grub grub içeri giriniz, saf saf
durunuz ve O'nun namazını kılimz." Onlar da grub grub
gelip böyle yaptılar. Bilinen cenaze duasını da
okumadılar. Tekbir aldıktan sonra sâdece: "Esselâmü aleyke eyyühennebiyyü
ve rahmetüllahi ve berekâtühü." "Ey Allah'ın Peygamberi, Allah'ın selâmı, rahmeti ve bereketi senin üzerine
olsun!" diyerek selamladılar ve sonra da: "Allah'ım bizler şahitlik ederiz ki, senin
Peygamberin senin O'na indirdiğin kitabim tebliğ etmiştir! Ümmetine
hakkıyla yol gösterip nasîhatta
bulunmuştur, senin yolunda hakkıyla cihâd etmiştir! Tâ senin dînin izzet ve
kuvvet bulup yerleşin-ceye kadar, nasihat ve cihâdında devam
etmiştir. Allah'ım, sen bizleri O'na indirdiğin Kitâb'a
hakkıyla uyanlardan eyle ve bizlere dînimizde sebat ver! Bizi yarın âhirette O'na kavuştur!" İşte bâzıları böyle dua e-diyor,
bâzıları da bu duaya amîn diyordu. Erkekler bu şekildeki cenaze namazlarim bitirdikten sonra kadınlar, sonra da sabiler edâ
ettiler."
(İbn-i Sa'd ile Beyhekî'nin Muhammed bin İbrâhîm el-Teymî'den olan rivayeti
de bu şekildedir.)
İbn-i Sa'd, Ebû Hazını el-Medenî'den rivayet eder. O şöyle diyor: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat ettikleri zaman, O'nun
cenaze namazını ilk o-larak muhacirler edâ ettiler. Sonra ensâr. Bölük bölük
gelip namazını kılıyor, sonra çıkıyorlardı. Sonra
Medine ehli kıldı. Böylece erkekler edâ ettikten sonra kadınlar edâ
ettiler. Kadınlar, âdetleri veçhile feryâd ve figân ediyorlardı. Ansızın büyük
bir gürültü duyuldu. Bundan korkan kadınlar sustular. Birisi bu sırada şöyle demekteydi: "Her bir musibetin ve kaybın, Allah
tarafından verilecek bir karşılığı ve bedeli vardır.
Eksiğini, Allah'ın vereceği ecir ve sevâb ile gidenlere ne mutlu! Asıl
musibete uğrayan ise, sevaptan mahrum kalandır!"[23]
Peygamberimizin Özelliklerinden Biri de, Onun vefat Ettiği Yere
Defnedilmesi ve Cenaze Namazının Üç Gün Sürmesidir
Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) özelliklerinden biri de, O'nun
vefat ettiği yere defnedilmesi ve cenaze namazının üç gün sürmesidir. Keza kabrine kadife
yayılması da O'nun bir özeliği idi.
İbn-i Sa'd İkrime'den şöyle nakleder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), vefatından sonra kabrinin kenarına konuldu ve
üzerine namaz kılındı. vefat günü Pazartesi idi. Kabrine defnedildiği vakit ise, ertesi günün gecesridi."
Beyhekî'nin İkrime kanalıyla İbn-i Abbâs'tan rivayeti de şöyledir: "Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) cenazesi hazırlanıp kabrinin kenarına, Pazartesi
gününün öğle vakitlerinde
konulmuştu... Salı günü Güneş battığında ise, hâlâ insanlar O'nun namazını kılmakta idiler."
İbn-i Sa'd'ın Sehl bin Sa'd el-Sâidî'den rivayeti ise
şöyledir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Pazartesi günü vefat etti... Pazartesi günü, Salı
günü namazı kılınmaya devam edildi. Nihayet Çarşamba günü defnedildi."
[24]
Beyhekî'nin Mekhûl'dan nakli de
şöyledir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), vefatından sonra, üç gün kabrine defnedilemedi.
İnsanların onun üzerine kıldıkları cenaze namazı üç gün sürdü... İnsanlar; bölük bölük gelip
namazını edâ ediyorlardı. Saf tutmuyorlar ve
bir imama da uymuyorlardı."
Yine Beyhekî ile İbn-i Sa'd'ın İbn-i Abbâs'tan rivayetleri de şöyledir: "Peygamber1
in (sallallahü aleyhi ve
sellem) vefatından sonra, nereye defnedileceği hususunda ihtilâfa düşüldü... Bâzıları: "O'nu, Mescid'e
defnedelim!" dediler. Bâzıları: "Medine Kabristanına
defnedelim!" dedi. Ebû Bekir de: "Ben, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisinden duydum! O, bu
hususta şöyle buyurmuştu: "Hiç bir Peygamber, vefat ettiği yerden başka bir yere defnedil-memiştir!" İşte Ebû Bekir'in bu sözü üzerine Peygamberimiz'in üzerinde vefat ettiği yatak kaldırıldı, bu yatağın serildiği yere O'nun kabri kazıldı ve O buraya
defnedildi."
(Bu rivayetin, mevsûl
ve mürsel başka tarikleri de bulunmaktadır.) [25]
İbn-i Sa'd, İbn-i Ebû Müleyke'den nakleder. O şöyle der: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîslerinde şöyle buyurmuştur: "Allah'ın vefat ettirdiği her bir Peygamber, ancak vefat
ettiği yere defnedilmiş tir."
Beyhekî, Salim bin
Ubeyd'den nakleder. Salim bin Ubeyd,
Askâb-ı Suffe'den olan bir zâttır ve şöyle demiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem) vefat ettiği zaman, Ebû Bekir gelip içeri girdi. Sonra dışarı
çıktı... Bu sırada kendisine: "Resûlüîlah (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat etti mi?"
diye soruldu. O da: "Evet" diye cevâb verdi. Onun bu cevâbı
ile, Peygamberimiz'in artık vefat etmiş olduğunu anladılar. Sonra
kendisine: "Peki O'nun namazını nasıl kılacağız?" diye soruldu. O
da: "Önümüzde bir imam bulunmaksızın, bölük bölük girip O'nun üzerine
namazını kılacaksınız" dedi. Onlar da onun dediği gibi yaptılar. Onlar daha sonra: "Peygamberimiz defnedilecek
midir?" dediler. O da: "Evet" dedi. "Nereye
defnedilecek?" diye sordular. O da: "Vefat ettiği yere" karşılığim verdi. Onlar
da, bunun böyle yapılması gerektiğini anladılar
ve öyle yaptılar."
(Ebû Ya'lâ'nın rivayetine göre, Âişe, bu husustaki ihtilâf sırasında, Ali'nin dahi
bu şekilde söylediğini ifâde etmiştir.)
Ahmed, İbn-i Sa'd ve Beyhekî İbn-i Abbâs'tan rivayet ederler: O şöyle demiştir: "Peygamberimiz'in (sallallahü aleyhi
ve sellem) vefatından sonra, O'nun kabrini kazmayı
mûrad ettikleri sırada, bu işi kimin yapacağım
müzâkerede bulundular. Bu sırada Medine'de müslümanların kabrini kazan iki kişi
vardı. Bunlardan biri Ebû Ubeyde, diğeri de Ebû Talha idi. Ebû Ubey-de'nin
usûlü şakk, Ebû Talha'nın usûlü da lahd idi. Peygamberimiz'in
amcası Abbâs, iki adam çağırıp bunlardan birini Ebû Ubeyde'ye, diğerini de Ebû
Talha'ya yolladı. Hangisi erken gelirse, Resûllüllah'ın kabrinin ona göre
olmasını istedi ve: "Ey Allah'ım, sevgili Peygamberimiz için
sen, hangisi hayırlı olacaksa, onu nasîb eyle!" diyerek de istihare, yâni
hayırlısını Allah'tan isteme şeklinde bir duada bulundu. Ebû Talha erken
bulunup erken oraya geldi ve Resûlüllah'ın kabri de böylece, lahd usûlüne göre
kazılmış oldu." [26]
İbn-i Sa'd, Hâkim ve Beyhekî Âişe'den nakleder. O şöyle
demiştir: "Ben rü'yâmda üç Ay görmüştüm... Bu üç Ay, semâdan kucağıma düştü...
Babam Ebû Bekir'e bu rüyamın tâbirini sordum. O da dedi ki: "Yeryüzünün en
hayırlı üç insanı senin odana defnedilecektir." Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem) vefat ettikten
sonra benim odama defnedildi. Babam da bana dedi ki: "Ey Âişe, İşte senin rüyanda gördüğün üç Ay'dan birincisi ve en hayırlısı! Senin odana
defnedilmiş bulunmaktadır."
İbn-i Sa'd, İbn-i Abbâs'ın
şöyle dediğini nakleder: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve
sellem), kabrine defnedilin e zden ve
konulmazdan önce, altına kırmızı renkli bir kadife serildi. Sonra bunun üzerine
konuldu." İşte İbn-i Abbas'ın bu rivâyetiyle ilgili olarak vekî' der ki:
"Bu, sâdece Peygamberi-miz'e hâs idi. O'nun bir özelliği idi."
(Bu hadîsi, vekî'in bu sözü
olmaksızın Müslim dahî
rivayet etmiştir.) [27]
İbn-i Sa'd,
Hasanın da şöyle dediğini nakletmiştir: "Resulüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz bir
hadîslerinde: "Benim kabrim de lahdim açıldığı zaman, altıma şu kadifemi
seriniz! Biliniz ki yeryüzü, Peygamberin cesedine, musallat olamaz..."
Bezzâr,
sahih bir senedle İbn-i Saîd'den şöyle rivayette bulunur: Biz,
Resulüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'i kabrine defnettikten sonra, aradan henüz fazla bir
zaman geçmeden, kalbi erimizin çok değiştiğini hissettik..."
İbn-i Sa'd, Hâkim ve Beyhekî'nin
Enes'ten rivayetleri de şöyledir: "Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat ettiği gün,
sanki Medine'nin üzerine koyu bir zulmet çökmüştü!... Her şey, kapkaranlık idi.
O'nun kabrine defnedilip ellerimizin toprağim silkeleyerek hayâta döndük...
Aradan çok zaman geçmeden, kalblerimizde çok değişiklik oldu."
(Yine Hâkim ile Beyhekî'nin Enes'ten diğer bir rivayetleri de, buna yakın bir
mealdedir.)[28]
Peygamberimizin Taziyesi Hususunda Görülen Fevkalâdelikler
Sahihtir kay diy leHâkim ve Beyhekî,
Câbir'in şöyle dediğini rivayet etmektedirler: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat ettiği zaman
melekler taziyede bulundular. Ashab-ı kiram, kendilerine taziyede bulunan meleklerin
sesini duyuyor ve fakat kendilerini göremiyorlardı. Taziyede
bulunan meleklerin sözleri şöyle idi. Yâni onlar dediler ki: "Ey
Peygam-ber'in ev halkı! Allah'ın selâmı, rahmeti ve berakâtı sizlerin üzerinize
olsun! Biliniz ve unutmayimz ki Allah'ın indinde, her bir musibetin bir
karşılığı ve ecri vardır! Herkes, sabrı ve Allah'a olan tevekkül ve teslimiyeti
nisbetinde ecir ve sevaba erecektir. O halde Allah'a sığimp
O'ndan yardım dileyiniz! O'na dayanıp güveniniz!... O'ndan ecir ve sevap
umunuz!... Biliniz ki, esas mahrum kişi; ecir ve sevaptan
mahrum kalandır. Haydi sabrediniz! Allah'ın selâmı, rahmeti ve bereketi
hepinizin üzerine olsun!" .
İbn-i Sa'd ile İbn-i Ebî Şeybe'nin, keza Ebû Ya'lâ'nın
ve güzel bir senedle Taberânî'nin Sehl bin Sa'd'dan rivayetleri şu merkezdedir:Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîslerinde şöyle buyurdular: "insanlar, benim vefatımdan
sonra, bana olan taziye sebebiyle, birbirlerine taziyede bulunacaklardır."
İnsanlar, Peygamberimiz'in bu sözünü iyi anlayamamışlar ve: "Acaba bunun mânâ
ve mâhiyeti nedir?" demişlerdi; Ne zaman ki Peygamberimiz vefat etti, insanlar da
birbirlerine olan taziyelerinde, O'nu kaybetmiş olmanın en büyük musibet olduğunu hatırlatarak (kendi
kayıplarimn bunun yanında küçük kaldığim düşündürerek) taziyede ve
tesellide bulunur oldular." [29]
Peygamberimizin Bir Özelliği de, Kabri Üzerine Namaz Kılmanın
Haram Oluşudur
Evet,
Peygamber'in (sallallahü
aleyhi ve sellem) pek çok özelliklerinden biri de, O'nun kabri üzerine namaz
kılmanın haram oluşudur.
Nitekim Buhârî ve Müslim, Âişe'nin şöyle dediğini ittifakla rivayet ederler: "Ben, Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) vefatıyla neticelenen hastalığı
sırasında (vefatından birkaç gün önce), O'nun şöyle buyurduğuna şâhid oldum:
"Allah,
Peygamberlerin kabirlerini mescid edinen yahûdî ve nasârâya lanet etsin!"
Âişe validemiz, bu hadîsi
rivayet ettikten sonra da şöyle demiştir: Eğer Peygamberimiz'in bu şiddetli yasağı olmasaydı, O'nun kabri meydanda olurdu ve insanlar
O'nun kabrini mescid edimlerdi. Fakat Peygamberimiz, kabrinin bir mescid (put) hâline
getirilmesinden korktuğu
için, bunu şiddetle yasaklamıştır!"
[30]
Peygamberimizin Bir Özelliği de, Cesedinin Çürümemesidir
Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) özelliklerinden biri de,
mübarek cesedinin kabrinde çürümemesidir. Nitekim İbn-i Mâce, Ebû Nuaym, Evs bin Evs el-Sekaft'den şöyle rivayet
ederler: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Günlerinizin en faziletlisi, Cuma
günüdür! Bu mübarek günde bana salât ü selâmı çok getiriniz! Çünkü sizin salât ü selâmimz bana arz edilir." Ashâb dediler ki: "Ey
Allah'ın Resulü, Sen kabrinde çürüyüp gittiğin halde, bizını salât ü selâmlarımız sana nasıl arz olunur?" Peygamberimiz de şu karşılığı verdi: "Allah, toprağa, Peygamberin
cesedini yiyip çürütmeyi haram kılmıştır!" [31]
Zübeyr bin Bekkâr
Hasan'dan rivayet eder. O şöyle der: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Cebrâîl'in kendisiyle konuştuğu bir Peygamberin, ölümünden sonra bedenini yiyip
çürütmesini; Allah toprağa haram kılmıştır!"
Yine Zübeyr ile Beyhekî Ebû 7-Aliye'den rivayet
ederler. O da şöyle demiştir: "Toprak, Peygamberlerin cesedini çürütmez... Yırtıcı hayvanlar da yemez..."[32]
Peygamberimizin Kabrinde Diri Olması ve Namaz Kılması
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kabrinde diri olup namaz kılmaktadır. Aynı zamanda
O'nun kabrinde, ümmetinin kendisine olan salât ü selâmlarım tebliğ etmekle mükellef ve müvekkel bir melek bulunmaktadır. Bu
suretle Peygamberimiz de kendisine salât
ü selâmda bulunanlara mukabelede bulunmaktadır.
El-Esbehânî'nin Terğîb'teki Ebû Hüreyre'den rivayetinde şöyle denilmiştir:
"Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Her kim bana, kabrimin
başında salât ü selâm ederse, o bana teblîğ edilir" buyurdu. [33]
Ahmed, Nesâî, sahihtir kaydiyle Hâkim, Beyhekî ve Bezzâr; İbn-i *Mes'ûd'dan rivayet ederler. O şöyle
demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Allah'ın, yeryüzünde dolaşmakta olan birtakım melekleri bulunmaktadır.
Bunların vazifeleri, ümmetimden bana salât
ü selâm edenlerin salât ve selâmlarim bana ulaştırmaktadır." (İbn-i Adiyy de İbn-i Abbâs'tan bunun bir benzerini rivayet
etmiştir.)
Kâdî îsmâîl, "Peygamberimiz'e salât ü selâm'ın fazileti" hakkındaki eserinde Ali'den şöyle rivayet eder:
Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve
sellem) buyurdu: "Sizler, nerede
bulunursanız bulunun, bana salât ü selam ediniz! Zira sizin salât ü selâmlarimz bana tebliğ olunur." [34]
Kâdî Îsmâîl,
Eyyûb'tan şu rivayeti nakletmiştir: "Bana ulaşan bir habere göre,
Peygamber'e (sallallahü
aleyhi ve sellem) getirilen salât ü selamları, O'na ulaştırmakla
mükellef ve müvekkel bir melek bulunmaktadır."
İbn-i Râhâye İbn-i Abbâs'ın şöyle dediğini nakleder: "Ümmet-i Mu-hammed'den her kim
Peygamber'e (sallallahü
aleyhi ve sellem) salât ü selâm gönderirse, bu buna müvekkel olan melek tarafından
mutlaka Peygamber Efendimize: "Senin ümmetinden falan
kişinin sana olan salât ve selâmıdır!"
diyerek tebliğ olunur."
Ebû Dâvud, Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) şöyle rivayet eder: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Ümmetimden
herhangi bir kimse bana sâlât ü selâm getirdiği zaman, Allah mutlaka ruhumu
bana iade eder de ben o kimsenin
salât ü selâmına karşılık veririm![35]
Ebû Nuaym, Saîd bin el-Müseyyeb'in şöyle
dediğini nakleder: Ben, Harra Gününün gecelerinde
Resûlüllah'ın Mescidi'nde kaldığım zaman, bu Mescid'de benden
başka kimse yoktu. Ben ise, her namaz vakti geldiğinde, Resûlüllah'ın
kabrinden ezan sesi duyardım." [36]
(Zübeyr bin Bekkâr'ın Saîd'den rivayeti de bu merkezdedir.)
Ebû Ya'lâ ile Beyhekî'nin Enes'ten rivayetleri ise
şöyledir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bir hadîslerinde şöyle
buyurdular: "Peygamberler, kabirlerinde
diridirler ve namaz kılarlar." [37]
İbn-i Sa'd, el-Vakıdî tarikiyle Şebel
bin Aladan rivayet eder. O da babasından, şöyle demiştir: Bir gün Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Fatıma'ya hitaben buyurmuştur
ki: "Kızını, ben vefat ettiğim zaman; "Innâ
lillah ve innâ ileyhi râciûn!" diyerek istircâda bulun. Zira Allah'ın
indinde her bir musibetin karşılığı, ecir ve sevabı
vardır..."
İbn-i Sa'd'ınAta bin Ebû Rebâh'tan rivayeti de şöyledir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), bir defasında buyurdu ki: "Sizden biriniz bir musibetle
karşılaştığı zaman, benim
hakkımdaki musibetini hatırlasın! (Benim için "Pey-gamberimiz'i
kaybetmiş olmaktan daha büyük musibet mi olur?"
diyerek, musibetinin acısını hafifletmeye çalışsın...)
Zira bir müslüma-nın en büyük musibeti, beni kaybetmiş olması
sebebiyle uğradığı musibettir."
Beyhekî ise Ümmü Seleme den
nakleder: O, bir gün, Peygamber'i (sallallahü aleyhi ve sellem) kaybetmiş olmayı hatırlar ve: "Bışımıza
çöken, ne büyük bir
musibettir, hey!... Biz, Peygamberimiz'i kaybettikten sonra, başımıza gelen musibetlerin her biri, bize çok hafif
gelmiştir. Zira, o sırada biz, esas musibetimiz olan Peygamber'i (sallallahü aleyhi ve sellem) kaybetmiş olduğumuzu hatırlar, böylece diğer musibetler gözümüzde küçülür giderdi."
demiştir.[38]
Peygamberimizin vefatim Müteakib Vukua Gelen Fevkalâdelikler
Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) vefatim müteâkıb, ashâb-ı kirâm'ın savaşlarında ve diğer benzeri yerlerde de birtakım
fevkalâde olaylar vukua gelmiştir. Buna daîr çeşitli
haber ve rivayetler bulunmaktadır. Şimdi bunları sırayla
zikredelim:
Ebû Nuaym'in rivayetine göre; Ebû Hüreyre
şöyle demiştir: Ben, Alâ bin el-Hadramî ile birlikte
sefere çıktım. Bu seferimiz esnasında kendisinden öyle şaşılacak fevkalâdelikler gördüm
ki, bunların hangisi diğerinden daha üstün idi bilemem... Dicle kıyısına
vardığımız zaman, karşı tarafa geçmek için gemimiz yoktu... O bu sırada dedi
ki: "Haydi, besmele çekip yüce Allah'ın adım anarak, develerimiz üzerinde
karşı tarafa geçiyoruz!" O, bu enirini verdi.
Bizler de ona uyarak "Bismillah!" deyip develerimizi suyun üzerine
sürdük. Salimen karşı tarafa geçtik... Baktık ki, sâdece
develerimizin ayaklarimn altı ıslanmıştı... Seferden dönüş sırasındaydı. Çölde gidiyorduk... Suyumuz
kalmamıştı. Kendisine durumu
haber verdik... O hemen iki rek'at namaz kılıp dua etmeye başladı.
Derken kalkan büyüklüğünde bir bulut belirdi. Sonra kırbadan dökülürcesine yağmur yağdı. Biz de hem suya
kandık, hem de bütün su kablarımızı doldurduk... Hayvanlarımızı da bir güzel
suya kandırdık... Derken Alâ bin el-Hadramî vefat etti... Biz de onun namazını
kılıp defnettik. Sonra yolumuza devam etmeye başladık...
Derken, yırtıcı hayvanların gelip onun kumsaldaki kabrini deşerler ve cesedini yerler diye
endişe edip geri döndük... Ne kadar aradıksa da onun kabrini
bulamadık..."
(İbn-i Sa'd'ın
rivayetinde de Ebû Hüreyre'nin: "Aradık fakat kabrinin yerini
bulamadık" dediği
kaydedilmiştir.)
Ebû Nuaym İbn-i'd-Dakîl'den nakleder. O şöyle der: îslâm başkumandanı Sa'd İbn-i Ebî'l-Vakkâs, trân fütuhatına
giriştiği zaman, Nehreşîr'e
vardığında karşı tarafa geçebilmeleri için gemi bulamadı. Emir verdi
ise de, hiç bir gemi te'ınîn edilemedi. Safer ayimn
bâzı günlerini beklemekle geçirdiler, Birgün rü'yâsında İslâm askerinin atlarimn Dicle
suyu üzerinden karşı tarafa geçtiklerini gördü... Dicle'de o günlerde büyük bir medd olayı yaşanmakta
idi. Suyu çok kabarmıştı... Sa'd, gördüğü rü'yâ üzerine hayli düşündü. Sonra askerlerini toplayıp onlara dedi ki:
"Ben, bu nehrin üzerinden geçmeye kesin karar verdim! İnşâallah salimen nehri geçip Medâin'i fethedeceğiz!" Askerlerin ileri gelenleri de onun bu
kararim iyi ve yerinde buldular. Bütün askerlere ilân edildi ve denildi ki:
"Haydi hepiniz, "Allah'a sığimp O'na tevekkül ettik! Allah
bize kâfidir! ve O, ne güzel vekildir!... Bütün güç ve kuvvet, sâdece ve sâdece
yüce ve büyük olan Allah iledir" deyiniz."
Bütün askerler; böyle diyerek Allah'a sığimp tevekkül ettiler. Sonra
atlarim Dicle'nin azmış ve
kabarmış suyuna sürdüler.
Sanki onlar, atlarına değil de kabaran ve coşan dalgalara
binmişlerdi. Dalgalar, etrafa köpük
saçıyordu. Suyun yüzü, koyu karanlık idi. Müslümanlar ise, sanki karada gidiyorlarimş gibi, birbirleriyle
konuşup şakalaşarak, neşe ve huzur içinde karşıya
geçiyorlardı ve
geçmişlerdi bile... Tabiî karşı tarafın hesabında böyle bir şey yoktu...
Netice İslâm askerlerinin kesin
zaferiydi. Tek ve kesin bir hamle ile Medâin'i ele geçirmişlerdi. Iran
kralimn (Kisrâ) Sîrîn'in ve daha sonrakilerin köşklerindeki bütün mallar,
müslümanların ganimeti oluvermişti.
Artık, Kisrâ'nın başşehri diye
bir Medâin yoktu... İşte müslümanlar, Sa^d'ın kumandasında
bu şekilde bu şehri; hicretin on altıncı yılında, Safer ayı içinde
fethetmiş o-luyorlardı. [39]
Ebû Nuaym, Ebû Osman en-Nehdî'den, Sa'd'ın, askerlerini atlarını suya sürerek Dicle'yi
geçmeye davet edişiyle ilgili olarak
şöyle nakleder: "Atlarımızı ve bütün
hayvanlarımızı Sa'd'ın daveti (emri) üzerine Dicle suyuna sürdük.
Dicle'nin yüzünü öylesine kapladık ki, bu taraftan öbür tarafa kadar asker dolu idi.
Hiç kimse suyun yüzünü göremiyordu. Öbür tarafa geçtiğimiz zaman, atlarımız yelelerini silkeliyor, kişneyerek karşı tarafa ses veriyordu. Bunu gören İranlılar, hiç arkalarına dönüp
bakmadan kaçıyorlardı. Biz bu şekilde Dicle'den geçerken,
hiç bir zâyiât da vermedik... Sâdece askerin birinin su kabı, bağı koparak düşmüştü... Aynı asker, suyun Öbür
tarafına çıktığı zaman, su kabim
kenarda görmüş ve eğilip almıştır..."
Ebû Nuaym'ın, Ebû Bekir bin Hafs bin Ömer'den rivayeti de şöyledir: Biz
bu şekilde Dicle'nin karşı tarafına geçerken, komutanımız Sa'd'ın
yanında Selmân gitmekteydi. Sa'd şöyle diyordu: "Hasbünallahü ve ni'ınelvekîl! Allah bize yeter, O ne güzel vekîl'dir!
Vallahi, Allah kendi dostlarına yardım edecek, kendi dînini muzaffer kılacak,
düşmanı hezimete uğratacaktır!... Eğer, bu orduda,
sevablanmıza baskın çıkan günahlar yoksa, muhakkak bu böyle
olacaktır!... Sa'd'ın bu sözünden sonra Selmân da şöyle diyordu: "Vallahi, Allah'ın bu
dostları (evliyası) için, denizlerin bu şekilde itaat etmesi kadar lâyık ve güzel bir şey
olamaz! Baksanıza, deniz kendilerine bir kara parçası gibi itaat etmektedir"
İşte onlar; böylece
karşıya geçtiler. Salimen öbür
yakaya çıkıp hiç bir zâyiât vermediler. Suyun yüzünden geçerken konuşup şakalaşmaları da, karada giderken yaptıkları konuşmalardan hiç de az değildi..."
Yine Ebû Nuaym, Umeyr el-Sâidî'den şu nakilde bulunur: "Müslümanlar komutanları
Sa'd'ın emriyle, atlarim suya sürdüler. Selmân, Sa'd'ın yambaşmda idi. Sa'd: "Bu, hiç şüphesiz, Azîz ve Alîm olan Allah'ın bir
takdiridir!" diyordu. Dicle ise, son derece coşkun, dolup taşmakta idi. Atlarımız ise elbette yoruluyordu. Dalgalar
sanki küçük tepecikler gibiydi. Yorulan atım da, sanki kara parçasında
topraktan bir tepecik üzerinde dinlenircesine bu dalgalar üzerinde istirahat
ediyor, sonra yüzmeye başlıyordu. İşte bizim Medâin seferimizde;
bundan daha hayret verici bir Fevkalâdelik
olmamıştır. Bu sebeptendir ki, bizını bu seferimize ve
günümüze "Yevmü'l-Cerâsîm" denilmiştir ki bununla, Dicle'nin kabaran dalgaları anlatılmak istenilmiştir.
Zira yorulan atlarımız, sanki önlerine çıkan bir küçük
tepe üzerinde dinleniyor, sonra yüzmeye devam ediyordu..."
Ebû Nuaym'in rivayetine göre, Habîb bin Sahbân da bir noktayı belirtmek
üzere şöyle demiştir:
"İslâm askerinin Medâin
seferi sırasında, atlarim
suya sürerek Dicle'nin öbür yakasına geçtiklerini gören
iranlı'lar; gördüklerine inanamayıp şaşırmışlar ve: "Bunlar, insan değildir! Olsa olsa cinler ve perilerdir" demekten
kendilerini alamamışlardır..."
Ahmed el-Zühd adlı kitabında, Beyhekî sahihtir kaydıyle Süleyman bin Mugîra'dan şöyle rivayet ederler:
"Humeyd'in dediğine göre, Ebû Müslim el-Havlânî Dicle'ye geldiği zaman, Dicle'nin suyu kabarmış, dalgalar odun taşımakta ve atmakta imiş... Buna rağmen Ebû Müslim suyun üzerinden geçip gitmiş... Ahmed'in rivâyetindeki ifâde şöyledir: "Dicle'nin kenarına geldiği zaman durup Allah'a ham'd ü
senada bulunmuş ve Allah'ı zikretmiş... Sonra Isrâîl Oğullarimn
denizi geçmelerini Allah'ın nasıl kolaylaştırdığım yâdetmiş... Sonra hayvanim suya
sürerek selâmetle karşı tarafa geçmiştir....
Tabiî arkasındaki insanlar da ona tabî olarak hayvanlarim Dicle'ye sürmüşler ve onunla
birlikte geçmislerdir. Karşıya geçildiği sırada Ebû Müslim, arkadaşlarına dönmüş ve demiştir ki: "Bir şeyiniz zayi olduysa
söyleyiniz: Allah'a dua edeyim de neyiniz
kayıpsa iade etsin."
Ebû Ya'lâ, Beyhekî ve Ebû Nuaym Ebû's-Sefer'den şöyle
naklederler: Hâlid bin Velîd, el-Hîra'yı ele
geçirdiği zaman, kendisine: "Sakın buranın ânında insanı öldüren zehirleriyle düşmanlar, bir hilesini yapıp seni Öldürmesinler!" şeklinde bir uyarıda bulundular. Hâlid: "Peki
siz şimdi bana, o dediğiniz zehirden getiriniz!" dedi. Getirdiler.
Halid zehiri eline aldı ve: "Bismillah!" diyerek içti... Zehirin ona
hiç bir zararı dokunmadı."
(Bu haberi, Ebû Nuaym, diğer vecihlerden de rivayet etmiştir.)
Yine Ebû Nuaym'ın çıkardığı bir habere göre, el-Kelbl şöyle demiştir:
"Hâlid bin Velîd, Ebû Bekr'in halifeliği
zamanında el-Hîra'yı fethetmek üzere yürüdüğü zaman, Hıra'lılar Abdü'l-Mesîh
adındaki adamı ona elçi olarak gönderdiler. Abdü'l-Mesîh
yanında, insanı ânında öldüren zehir taşıyordu.
Halîd'i bu hususta uyarıp dikkatli olmaya çağırmışlardı.
Hâlid ona: "Yanında, insanı ânında öldüren
zehirden var mı?" dedi. Abdü'l-Mesîh de "evet" karşılığim verdi. Hâlid:
"Peki onu bana ver bakayım!" dedi. O da verdi. Hâlid, ondan aldığı
zehire baktı, sonra "Bismillah" diyerek o zehiri içti...
"Bismillah!" diyerek Allah'a sığınan bir kimseye, Allah'ın adıyla
birlikte hiç bir şeyin
zarar veremeyeceğini de söyledi.
Baktılar ki, Hâlid'e içtiği bu zehir, hiç bir zarar vermedi. Bunu böylece ve şaşkınlıkla izleyen Abdü'l-Mesîh, derhal kavminin yanına
döndü ve onlara
hitaben şöyle dedi: "Ey kavmim, sizin beni elçi olarak gönderdiğiniz müsllümanlann
lideri ve sahih adamları; bizce meşhur olan o ânında adamı öldüren
zehiri alıp içti de, kendisine hiç bir zarar vermedi!... Bu, onlara bahşedilmiş Fevkalâde bir şey değil midir?"
İbn-i Ebü'd-Dünyâ da sahih bir senedle
Hayseme'nin şöyle dediğini rivayet etmektedir:
"Adamın biri Hâlid bin velid'in yanına geldi. Adamın
yanında şArap tulumu vardı. Hâlid adama hitaben:
"Tulumunda ne var?" dedi. Adam: "Sirke var" dedi. Hâlid de:
"Allah onu gerçekten sirke kılsın!" dedi. Açıp baktılar, hakîkaten
içindeki sirke olmuştu...
Halbuki o, sirke değil, şArap idi." (Bir
defasında da birinin şarabı, Halid'in duası
ile bala dönüşmüştü.)
Muharib bin
Disâr'dan İbn-i Sa'd'ın naklettiği haber de şöyledir: "Bir gün şikâyeti olanlardan
biri Halid bin velid'e gelip: "Senin askerinin içinde şArap içen
var!" dedi. Bunun üzerine Hâlid, derhal askerin i-çine teftişe çıktı... Dolaşırken, tulumunda şArap olan
birinin yanına geldi. Ona dedi ki: "Senin şu tulumunun içinde ne
var?" Adam: "Bunun içinde sirke var" cevabim verdi. Hâlid de dedi ki: "Ey Allah'ım, şu
kulunu yalancı çıkarma! Tulumun içindekini sirke eyle." Halid'in bu
duasından sonra, tulumun içinde ne olduğuna baktılar. îçindekinin sirke olduğunu gördüler. Tulumun sahibi dedi
ki: "Bu, Hâlid'in duasının neticesidir..."
Ebû Nuaym Haris bin Abdullah
el-Ezdî'den naklediyor. O şöyle diyor: "Ebû Ubeydetü'bnül-Cerrâh Yermûk'e
indiği zaman, Rum askerinin komutanı, kendi
adamlarimn sayılılarından birini ona gönderdi. Gönderilen bu adamın adı Cercîr idi. Ebû Ubeyde'ye
geldiği zaman dedi ki:
"Ben, Rum Kralı'nın Samdaki Valisi tarafından sana gönderilmiş bir elçiyim. Beni sana
elçi olarak gönderen der ki: "Bana, akıllılarimzdan bir adam gönder. Ben
onunla konuşayım ve sizin ne istediğinizi ondan öğreneyim?'1 Bunun üzerine Ebû Ubeyde, Hâlid'e hitaben:
"Hâlid, ona elçi olarak sen git" dedi. Hâlid de: "Sabah olunca
erkenden giderim!" dedi. Namaz vakti olduğu
için, müslümanlar namazlarım kıldılar. Rumların elçisi Cercîr ise, müslümanlann
namaz kılışlarım hayranlık ve dikkatle izliyordu. Namaz kılimp, dua edildikten sonra Cercîr,
Ebû Ubeyde'ye:'Yirmi küsur sene oldu. Kimimiz, Peygamberimizin davetinin ilk yıllarında,
kimimiz de son yıllarında müslümanlığı kabul etmiştir"
diye ce-vablandırdı. Cercîr: "Peki, Peygamberiniz kendisinden sonra
Peygamber geleceğini de haber verdi mi?" diye sordu. Ebû Ubeyd ise
şu cevabı verdi: "Hayır, böyle bir şey demedi. Bilakis,
kendisinden sonra bir daha peygamber gelmeyeceğini
haber verdi. Aynı zamanda Îsâ İbn-i Meryem'in, kendisinin geleceğini kavmine bildirmiş olduğunu da bize haber verdi..." Rûm elçisi bunun
üzerine dedi ki: "Ben buna, candan şehâdet ederim. Evet, Îsa (aleyhisselâm), bize Râkib-i Cemel'in (deveye binen bir
Peygamberin) geleceğini haber vermiştir. Ben bunun, sizin Peygamberiniz
olduğunu zannediyorum. Eğer Peygamberiniz Îsâ hakkında bir şey söylemişse, onu bana haber veriniz! Hem müslümanlar olarak
sizin Îsâ hakkındaki
sözünüz nedir? Ben bunu da sizden duymak
istiyorum..." Bunun üzerine Ebû Ubeyde dedi ki: "Bizim Îsâ hakkındaki sözümüz,
Allah'ın bu husustaki âyetlerinin
haber verdiği şeylerdir. Onlardan bâzılarim sana haber vereyim: Yüce Allah
bir âyetinde şöyle buyurur: "Şüphesiz
Allah indinde isa'nın meseli, Âdem'in meseli gibidir. O onu, topraktan yaratmıştır."
[40] Yüce Allah, bir âyetinde de şöyle buyurur: "de ki:
"Ey kitâb ehli olanlar! Sakın dîninizde aşırılığa gitmeyiniz..." [41]
Ebû Ubeyde'nin bu söylediklerini tercüman; Rum'un elçisi Cercîr'e Rumca'ya
aktararak anlattı... Cercîr bunun üzerine çok duygulandı ve hemen şöyle dedi: "Ben, bunun gerçekten isa'nın sıfatım haber verdiğine inanıyorum ve
ben hiç tereddüde yer vermeksizin sizin Peygamberinizin doğruluğunu da tasdik ediyorum! ve O,
gerçekten bizim Peygamberimiz isa'nın bize haber
verdiği Peygamberdir!"
Cercîr, İşte bunları söyledikten sonra orada, müslümanlığı kabul etti..."
Ebû Ya'lânın Amr bin el-Âs'tan rivayeti ise şöyledir: "Başlarında ben olmak üzere, bir miktar İslâm askeri yola
çıktık ve iskenderiye'ye geldik. Buranın büyüklerinden biri dedi ki:
"Kendisiyle konuşmak üzere, akıllılarimzdan birini bana elçi olarak
gönderiniz..." Ben de bunun üzerine, onunla konuşmak üzere gittim. Kendisine dedim ki: "Biz,
Arabız ve Allah'ın evi olan Kabe'nin adamlarıyız... Bizını arazîmiz çok dar, gelirimiz
de pek az idi. Mecburen leş ve kan yiyorduk...
Bâzan da birbirimize baskınlar yapıp elimize ne geçerse yağmalıyorduk... Derken
bizını içimizden bir adam çıktı. Bu adam, zengin birisi değildi. Fakat kendisinin Peygamber
olduğunu îlân etti... Bize, o zamana kadar bizını bilmediğimiz şeyler emderiyor ve
bâzı şeyleri de bize yasaklıyordu. Bizını ve a-talanmızın
üzerinde bulunduğumuz puta tapıcılığı da, çok açık bir şekilde menediyordu. Biz, bu
sebeble kendisine karşı koyduk ve O'nun bize söylediklerini kabule yanaşmadık... Fakat başkaları
O'na inandı ve arka çıktı... O'na inananlar dediler ki: "Ey Allah'ın
Resulü, biz seni, bütün söylediklerinde tasdik
ediyoruz! Sana inanıyor ve tâbi oluyoruz! Seni ve senin dînini, malımız ve
canımızla koruyacağımıza kesin olarak söz veriyoruz." Bunun üzerine O da, bizden ayrılıp onlara katıldı. (Onların şehri olan Medine'ye göç etti...)
Biz de kendisiyle savaştık... Fakat O bize gâlib geldi ve
Beytüllah'ın bulunduğu Mekke'yi fethetti... Biz de sonunda hepimiz
müslümanhğı kabul ettik ve şimdi
de müslümanlık uğrunda savaşmaya başladık..." O, benim bu sözlerimi
dikkatle dinledi ve bana dedi ki: "Evet, Allah'ın Resulü sizlere hep doğruyu söylemiştir. Bizim Peygamberlerimiz de, hep bunları tebliğ etmişlerdir, aslında... Fakat bizını aramızdan iki adam
çıkıp, bizim dînimizin aslım bozarak kendi hevâ ve hevesleri istikâmetinde insanları
sevketmişlerdir. Eğer sizler, başkalarimn te'sîrinde kalmadan, aynen
Peygamberinizin gösterdiği yoldan giderseniz, mücâdelelerinizde sizi kimse mağlûb edemez... Eğer siz de sonradan hevâ ve
hevesinize uyar, Peygamberinizin yolundan
ayrıhrsanız, sayimz ne kadar çok da
olsa, yine sonunda perişan olursunuz..."
Buhârî ve Beyhekî Enes'ten rivayet ederler. O
şöyle demiştir: "Ömer bin el-Hattâb, kıtlık ve kuraklık sebebiyle
yağmur duasına çıkıldığı zaman, Peygamberimiz'in amcası Abbâs ile
istiskâda bulunurdu. Onu öne geçirip dua ettirerek, yağmur yağdırması için Allah'a
tevessül ederdi. İşte birgün
böyle yağmur duasına çıkıldığında, şöyle dedi:
"Allah'ım, bizler Sana, Peygamberimiz ile tevessül ederdik de Sen
bize yağmurunu indirerek lutufda bulunurdun! İşte şimdi
ise, Peygamberimiz'in amcası ile Sana tevessülde bulunuyoruz! Ey
Allah'ım, bize bugün dahî yağmurunu yağdırmakla
ihsanda bulun!..." ve bunun üzerine yağmur yağdı..."
İbn-i Sa'd ve Beyhekî Sabit el-Benânî'den şöyle rivayet ederler: Enes bin Mâlik'in arazisine bakan
adamı gelip dedi ki: "Ey Enes, arazîn yağ-mursuzluktan kurumuştur." Bunun üzerine Enes, kalkıp namaz kıldı ve
Yüce Allah'a dua ve niyazda bulundu. Derken bulutlar belirmeye başladı. Çok geçmeden de yağmur yağmaya başladı. O kadar bol yağdı ki, Enes'in büyük su havuzu
dahi dolmuştu... Enes, durumu
görüp sevindi ve adamlarından birini göndererek yağmurun nerelere kadar yağmış olduğunu anlamak istedi. Fakat adamın getirdiği haber çok hayret verici idi. Zira Enes'in adamı kontroldan döndüğünde dedi ki: "Yağan yağmur, senin arazînin sınırından
dışarı düşmemiştir!"[42]
(Bu mealdeki bir
rivayeti de İbn-i Sa'd, Sümâme bin Abdullah'tan
nakletmiş tir.)
İbn-i Sa'd, İbn-i Ömer'in
âzadlısı Nafi' ile Zeyd bin Eşlemden
şu haberi nakletmiştir: "Bir Cuma günü, Ömer bin el-Hattâb hutbesini
o-kumakta iken:
"Ey Sariye bin
Zenîm! Dağa dikkat et dağa! (dağa tırmanimz ve kurtulunuz!) Bilesin ki, sürünün başına çoban diye kurtları bırakan birisi, gerçekten de zulmetmiş olur" diye
bir söz söyledi. Sonra hutbesine kaldığı yerden
devam ederek tamamladı. Oradakiler ise, bu-arada söylenen sözden bir şey anhyamadılar. Nihayet Sâriye seferinden dönüp Medine'ye geldi ve
gidip Ömer'i gördü... O'na dedi ki:
"Ey mü'ıninlerin emiri, ben askerlerimle birlikte düşmanı muhasara ettiğim bir sırada, dağın eteğinde bulunuyorduk. Bulunduğumuz yer de biraz çukur idi. Düşman ise, kalenin
içindeydi. Kale oldukça yüksekte idi. İşte
tam bu sırada ben bir ses duydum! Duyduğum ses bağırarak diyordu ki: "Yâ Sâriye
bin Zenim, dağa tırman» dağa!" Ben de arkadaşlarımla birlikte dağın zirvesine doğru tırmanışa geçtim... Sonra aradan
fazla bir zaman geçmeden, o kal'anın fethini Yüce Allah bize müyesser
kıldı..."
Bir ara Ömer'e soruldu: "Senin o Cuma hutbesi esnasında, "Ey
Sâriye!..." diye söylediğin söz ne idi?" Ömer de şu karşılığı verdi: "Vallahi ben o sözü, düşünüp hazırhyarak söylemiş değilim! Öyle.bir söz İşte... Dilime geldi, ben de
söyleyiverdim." [43]
Bârûdl ve İbn-i Seken İbn-i Ömer'den rivayet eder: O şöyle demiştir: Halife Osman minberde hutbe okumakta iken, Cahcâh
el-Gıfârî ayağa kalkarak halîfe Osman'ın yanına gitti. Onun asâsmı elinden alıp
dizleri üzerine vurarak kırdı. Bir sene geçmemişti
ki Cahcah'ın elinde uyuz hastalığı çıkıp eli dökülmeye başladı.
Hastalık ilerledi. Senesi dolmadan da bu yüzden ölüp gitti..."
(Yine İbn-i Sekenin Füleyh bin Selimden nakline göre, Füleyh'in babası ve amcası bu olayda hazır bulunmuşlardır
ve şöyle anlatmışlardır: "O gün
Cahcah Hazret-i Osman'ın elinden asâsmı alıp kırdı,
insanlar şaşkınlıkla bağırdılar. Cenâb-ı Allah, Cahcâh'ın
dizlerine ve eline bir uyuz hastalığı verdi. Senesini doldurmadan bu yüzden Ölüp
gitti...) [44]
Beyhekî'nin nakline göre, Hubeyb bin
Mesleme, kendi başından geçen bir olayı şöyle
anlatmıştır: "Ben, bir grup askerin komutanı olarak
gazaya çıkmıştım... Düşmanla karşılaştığımızda,
Sevgili Peygamberimizin bir hadîsini
hatırladım. Peygamberimiz bu hadîslerinde şöyle buyuruyorlardı:
"Bazı müslümanlar bir araya toplanır,
içlerinden biri dua eder, diğerleri de bu duaya âmîn derlerse; Allah teâla onların
bu duasını muhakkak kabul
buyurur." Ben de buna göre dua etmek üzere Yüce. Allah'a hamd ü senada
bulundum ve şöyle dua ettim: "Ey Allah'ım, biz
müslü-man kullarimn kanlarim sen
muhafaza eyle! Bizi öldürmeleri için düşmana
fırsat verme! Bununla birlikte bize yine şehid
sevabı ver." Biz bu durumda, gerçekten büyük bir tehlike ile karşı karşıya idik... Sonra baktık, düşman
askerlerinin komutanı atından inip çadırına girdi ve bize saldırmaktan
vazgeçti..."
İbn-i Ebi'd-dünyâ ve Beyhekî, yine Hubeyb'den şöyle rivayet ederler: Ben bir defasında bir kaleyi kuşatmış fethe
çalışıyordum... Düşman
da bütün gücüyle dayanıp mukavemet ediyordu. Ben de bütün îmân ve ruhumla:
"Lâ havle vela kuvvete illa billahi" diyerek, güç ve kuvvetin
ancak Allah ile olduğunu dile getirdim... Bütün askerin de böyle
söylemelerini emrettim. Onlar da bunu söylediler. Bu şekilde hep beraber Allah'a sığındıktan sonra, bir
hamle daha yaptık, kale yerle bir oluverdi..."
Ebû Nuaym'in rivayetine göre Enes şöyle
demiştir: "Ebû Talha, gazaya çıkmıştı...
Denizde giderken hastalanıp öldü... Arkadaşları
bir kara parçası veya adaya rastladıklarında cenazesini defnetmek üzere yola
devam ettiler. Fakat yedi gün gittikleri halde, bir adaya rastlamadılar. Bu
müddet zarfında Ebû Talha'nın cesedi hiç bozulmadı. Onu, ancak yedi gün sonra
defnedebildiler..."[45]
Peygamberimiz Zamanından Beri Devam Edip Gelmiş Bulunan Bir
Mucize
Ebû Nuaym İbn-i Ömer'den
şöyle rivayet etmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve
sellem) buyurdu: "Hacc ibâdeti kabul olunan
bir kimsenin, Cemreler'e attığı taşlar, semâya ref olunur."
(Ebû
Nuaym ile Beyhekî'nin
Ebû Saîd el-Hudrî'den sevkettikîeri rivayet de bu mealdedir.)
Bir de bu hususta Ebû Nuaym ile Beyhekî'nin İbn-i Abbâs'tan
rivayetleri var, O şöyle demiştir: "Atılan taşların kabul edilenleri
semâya kaldırılmaktadır. Böyle olmasaydı, dağ gibi yığılırdı..." Ebû Nuaym da,
bunun üzerine şöyle demektedir: "İşte bu, Peyganıber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamberliğinin
sıhhatine ve Onun şerîatinin haca vâcib kılışına, büyük bir alâmet ve mucize
teşkil eder..."[46]
[17] Nisa suresi, 69
[31] Bunu, Hâkim, İbn-i Hıbban ve Nesaİ de rivayet etmişlerdir.
[40] Al-i Imran
suresi, 59
[41] Maide suresi,
77
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar