Evreni Çözememişken Tanrıya Yol Arıyanlar
Fizik Tanrı’yı Gereksiz mi Kıldı?
Mehmet BULĞEN*
Geleneksel olarak “nasıl” sorusunu sormanın bilimin,
“niçin” sorusunu sormanın ise felsefenin ilgi alanına girdiği söylenirdi.[1] Cambridge Üniversitesinde Isaac Newton’un (1643-1727)
bulunduğu kürsüden geçtiğimiz yıl emekli olan ünlü kozmolog (evrenbilimci)
Stephen Hawking ile Kaliforniya Yüksek Teknoloji Enstitüsü’nden (Caltech)
teorik fizikçi Leonard Mlodinow, birlikte yazdıkları The Grand Design
(Büyük Tasarım) kitabında daha ilk satırlardan itibaren klasik bilim anlayışına
karşı çıkıyorlar ve şunu ilan ediyorlar:
“Eğer evreni en derin düzeyde anlamak istiyorsak, sadece
evrenin nasıl davrandığını değil, niçin böyle olduğunu da bilmeye ihtiyacımız vardır.
Niçin hiçbir şey değil de bir şey var? Niçin varız? Niçin tabiat kanunları
başka türlü değil de böy- le?”2
Hawking ve Mlodinow’un kullandıkları dil aslında yeni değil
ve bir paradigma değişimi anlamına da gelmiyor. Zira bu dil çok daha önce
yaşanan bir paradigma değişiminin sonucunda oluştu: Kozmolojinin bilim haline
gelmesi!
Kozmoloji (evrenbilim)
tartışmalı bir alan. Birçokları hâlâ böyle bir “bilim” dalı olabileceğini kabul
etmiyor.[2] Zira başta da
söylediğimiz gibi klasik anlamda bilim deskriptif bir faaliyettir, “nasıl”
sorusunu sorar ve var olan gerçekliği tasvir etmeye çalışır; halbuki kozmoloji
sadece “nasıl” sorusunu değil, en temelinden en geneline evreni kavrayabilmek
için gerektiğinde “niçin” sorusunu da sorar.[3] Yine klasik anlamda bilim
indirgemecidir (reductionist), doğa mümkün olduğunca dal ve kısımlara bölünerek
incelenir; kozmoloji ise holistiktir, fiziksel gerçeklik parçalara ayrılarak
değil, “bir bütün olarak” kavranmaya çalışılır.[4] Klasik anlamıyla bilim gözlem
ve deneylere dayanır, oysa kozmolojinin araştırma konusu olan evreni, onun
dışına çıkıp gözetlemek ya da laboratuvar ortamında deneye tabi tutmak mümkün
değildir.[5]
Geçtiğimiz yüzyılın ortalarına gelinceye kadar “evrenbilim”
gerçekleşmesi mümkün olmayacak bir hayal olarak görülüyordu.[6] Bu doğrultuda
“kozmoloji” metafiziğin bir alanı olarak kabul ediliyor;[7] hatta felsefenin bizzat kendisi
“evreni bir bütün olarak kavramak” şeklinde tarif ediliyordu.[8] Ancak XIX.
yüzyılın sonlarından itibaren atom fiziğinin gelişmesiyle başlayan deneysel
araştırmalar maddenin sadece atomlarına değil çekirdeğine, hatta çekirdeği
oluşturan bileşenlerin içine bakmayı, olağan üstü küçük mesafeler ve muazzam
enerjilerle karşılaşmayı sağladı. Diğer taraftan astronomi sahasındaki
gözlemler Güneş sisteminin ve Samanyolu galaksisinin ötesinin görülmesini;
hatta her türlü aktif optik sistemi de kırarak sınırları sürekli artan bir
ölçekte çağlar öncesini ve evrenin ilk anlarını incelemeyi mümkün kıldı.
Nükleer fizik ve astrofizik alanındaki araştırmalardan elde edilen bu geniş
miktardaki deneysel ve gözlemsel verilerle eş zamanlı olarak geliştirilen
Rölativite, Kuantum, Bing Bang gibi teori ve modeller, bilimsel bir çatı inşa
etmekle sınırlı kalmadı, maddeye ve evrenin kendisine yönelik standart
modellere de ulaşılmasını sağladı.[9] Böylece en
küçük parçasından en geniş ölçeğine evreni, adeta tek bir objeymiş gibi, bir
bütün olarak inceleyen bilim dalı, yani “evrenbilim” (kozmoloji) doğmuş oldu.[10]
Ancak kozmoloji bilim haline gelmekle kalmadı, bilimin
klasik anlamını da değiştirdi. Zira klasik bilim anlayışı Newtoncu anlamda
tanımlanmış determinizm, redüksiyonizm, realizm ve metodolojik materyalizm
gibi kavramsal çerçevelere dayanıyordu. Halbuki Rölativite ve Kuantum gibi
teorilerle gelen bilimsel kozmoloji, modern bilim anlayışının katı indirgemeci,
kesinlikçi, gerçekçi ve pozitivist temellerine meydan okudu.[11] Bunun yerine
izâfiyet (relativity), belirsizlik (uncertainity), ihtimâliyet (probability),
kaos (chaos), karmaşıklık (comp- lexity), zuhûr (emergence), indirgenemezlik
(irreducibility), geri döndürülemez- lik (irreversibility), dolaşıklık
(entanglement), yerel olmama (nonlocality), üst üste binme (superposition) ve
uzaktan etki (action at a distance) gibi daha önceki fiziğe yabancı yepyeni
kavramsal çerçeveler ortaya çıktı.[12] Başlangıç şartları
bilindiğinde tüm geleceğin hesaplanabileceği iddiasındaki mekanik bilim
anlayışı yerini, gözlemcinin rolünün arttığı, parçacıkların aynı anda birkaç şekilde
ve yerde bulunabildiği, aralarında ışık hızından daha hızlı haberleştikleri,
belirsizliğin doğanın ontolojik ve epistemolojik özelliği sayıldığı,
sürekliliğin yerine süreksizliğin geçtiği, uzay ve zamanın mutlak olmaktan
çıkarak göreli hale geldiği, kesinlikler yerine ihtimaliyetlerle tanımlanan ve
nispeten “spekülatif” bir bilim anlayışına bıraktı.
Peki nasıl oluyor da hem “bilim” hem de “spekülatif”
oluyor? Eğer söz konusu bilim dalında ortaya konulan deliller dolaylı,
geliştirilen teori ve modellerin belki de asla yanlışlanma ya da doğrulanma
imkânı yoksa; üstelik bunlar birbirleriyle çatışıyorlarsa, öte yandan bu işe
başlanmadan önce bir takım metafiziksel sabiteler aksiyom olarak kabul
ediliyorsa, diğer taraftan da bilim adamları içerisinde yaşadıkları kavramsal
sistem ve kültürün öngördüğü modellerle problemlere yaklaşıyorlarsa, işte
“spekülatif evrenbilime” hoş geldiniz!
The Grand Design üzerinden konuyu
değerlendirmeye başlamadan önce, kitabın daha piyasaya çıkmadan tartışmalara
konu olan o meşhur iddiasını aydınlatmamız gerekiyor: “Artık bilim evreni tek
başına izah edebilir; felsefe öldü, teoloji lüzumsuz!”
Burada söz konusu edilen bilimin, klasik anlamıyla bilim
olmadığı, yukarıda bahsettiğimiz anlamda “spekülatif kozmoloji bilimi” olduğunu
hatırdan çıkarmamız gerekir. Zaten bundan dolayıdır ki kitap raflarda yerini
alır almaz birçok eleştirmen “felsefe öldü, teoloji gereksiz” iddiasının
Hawking’e özgü bir şaka (Hawking’ joke) olduğunu dile getirdiler. [13] Zira fiziği
ve metafiziği birbirine o derece yakınlaştırırken felsefenin öldüğünü iddia
etmek, sürekli Tanrı’dan bahsederken teoloji artık gereksiz diyebilmek,
Hawking’e özgü bir şaka olmalıydı.
Ancak bu şaka Hawking’in karizmasını sarsmaz. En azından o
hayatının hiçbir döneminde küçük düşünmekle suçlanmayacaktır. 21 yaşından
itibaren peşini bırakmayan amansız hastalığına (ALS) rağmen, o hep büyük
soruların peşinden koştu; bedeni tekerlekli iskemleye bağlı olduğu halde
beyniyle evrenin ufuklarında dolaşmasını bildi. Hawking bugün, İngiliz
Kraliyet Bilim Topluluğu ve Amerikan Ulusal Bilimler Akademisi’nin doğal üyesi
olmasının yanında, geçtiğimiz yıl yaş haddinden emekli oluncaya kadar dünyanın
en prestijli akademik unvanlarından birisini (Lucasian Matematik Profesörü)
taşıyordu. Geçmişte Isaac Newton, Paul Dirac gibi bu unvanı alan kişilerin
saygınlıkları, Hawking’e de saygı duyulmasını gerekli kılıyor.
Hawking’i dünya çapında bir fenomen haline getiren ise hiç
kuşkusuz bu unvanı değil, yazdığı kitapları oldu. Artık bir klasik haline gelen
Zamanın Kısa Tarihi (A Brief History of Time - 1988) isimli eseri
dünyanın en popüler kozmoloji kitabıdır. Birçok kişinin bilimle tanışmasına
vesile olan bu kitap, İngilizce dışında kırka yakın dile çevrildi ve 20
milyondan fazla sattı. The Grand Design (2010) kitabı da piyasaya
çıktıktan kısa bir süre sonra, hem İngiltere’de hem de Amerika’da çok satanlar
listesine girmeyi başardı.[14]
Hawking’in bu kadar çok satmasının nedeni olarak, karmaşık
bilimsel meseleleri herkesin anlayabileceği yalın bir üslupla anlatma becerisi
olarak gösterilse de, kanaatimizce onun başarısının arkasındaki asıl etken,
kozmolojiyi insanın anlam arayışına müteallik sorularına cevap bulma
faaliyetine dönüştürebilmesinde gizlidir. Esasen kozmoloji, insanın varoluşsal
sorularına cevap verebilme potansiyelini içinde barındıran bir bilimdir.
Evrenin nereden geldiği, nereye gittiği, bir yaratıcıya ihtiyacı olup olmadığı,
işleyişini yöneten ilke ve kanunların neler olduğu, maddenin nasıl oluştuğu
gibi sorulara verilecek cevaplar, bir ölçüde insanın da kendisi ve geleceğine
yönelik cevaplardır; çünkü insan da bu evrende yaşamakta ve bir parçası olduğu
evren ile aynı ortak kaderi paylaşmaktadır.[15] Bu bakımdan Big Bang
Teorisi’nin, CERN gibi laboratuvarlarda yapılan parçacık deneylerinin ya da
Hawking’in yeni çıkan bir kitabının fizikçi ve astronomlar kadar, din adamları,
filozoflar ve hattâ sıradan insanların bile ilgisini uyandırması tesadüf
değildir.[16] İşte bu
durum, “Nasıl oluyor da Hawking yazdığı kozmoloji kitaplarında “Nereden
geliyoruz? Nereye gidiyoruz? Niçin varız? Tanrı var mı?” gibi aslında
metafiziğin ilgi alanına giren spekülatif konuları da tartışabiliyor?” sorusuna
cevap teşkil etmektedir.
Hawking kitaplarında bu türden sorulara cevap ararken,
bilimin dar sınırlarıyla yetinmiyor; mitolojiden örnekler veriyor, din
adamlarının sözlerine atıflar yapıyor, filozoflardan görüşler naklediyor ve
yeri geldiğinde kendisi de metafizik- sel imalarda bulunmaktan çekinmiyor.
Ancak bu şekildeki bir üslup bazen onun kitaplarında neyin fizik, neyin
metafizik olduğunu kestirebilmenin güçleşmesine neden oluyor. Dolayısıyla
konunun uzmanı olmayan bir kişi, kitaplardaki bazı spekülatif ifadeleri
bilimsel gerçekmiş zannedebilir. Örneğin Zamanın Kısa Tarihi isimli
kitabının 50 ye yakın yerinde Tanrı (God) kelimesi geçiyordu. Nobel ödül
komitesinden Henry F. Schaefer bu kitabın, kozmoloji kitabı değil teoloji
kitabı olduğunu iddia etmişti.[17] Hatta
Timothy Ferris gibi bazı bilim yazarları daha da ileri gitmişler onu “Tanrı
satıcısı” (Godmongering) ilan etmişlerdi.[18] Hawking The Grand Design
kitabında bu sayıyı daha da fazlalaştırmış durumda: kitabın 60’tan fazla
yerinde Tanrı kelimesi geçiyor.
Kendisine niçin kitaplarında bu kadar sık Tanrı’dan
bahsettiği sorulduğunda ise Hawking: “Tanrı’dan bahsetmeden evrenin var oluşunu açıklamanın zor
olduğu, çalışmalarının bilim ve din arasındaki sınır çizgisinde bulunduğunu,
ama kendisinin bu çizginin bilim tarafında kalmayı denediği"
cevabını veriyor.[19] Dolayısıyla
Hawking, Richard Dawkins gibi militan ateistlerin yaptığının aksine, Tanrı’dan
bahsederken müspet bir dil kullanmasıyla tanınıyor (du). Örneğin Zamanın
Kısa Tarihi isimli kitabında, yaratıcı bir Tanrı’ya inanmanın bilime aykırı
olmadığını söylemiş; tamamlanmış bir teoriye ulaşırsak bu insan aklının nihai
zaferi olacaktır, zira Tanrı’nın aklını (Mind of God) ancak o zaman
keşfedeceğiz, demişti.[20]
Ancak Hawking, “bilim tek başına evreni izah edebilir!”
iddiasının da açıkça ortaya koyduğu üzere, artık bu şekildeki din-felsefe ve
bilim iç içe üslubunu bırakması gerekiyor. Bunun kitaplarının satış
rakamlarının hatırı sayılır ölçüde azalmasına yol açacağı kesin.[21] Ayrıca her
ne kadar o, The Grand Design’i yazmada Tanrı’yı reddetmek gibi bir amaç
gütmediklerini belirtse de,[22] “başlangıç
ve son itibariyle evren doğaüstü bir güç ya da Tanrı’ya başvurmadan, sırf
bilimin kendi sınırları içinde kalınarak izah edilebilir”, ifadesinin ateisttik
imalar taşıdığı çok açık.[23] Esasen Roger
Penrose,[24] Joseph Silk,[25] Craig
Callender,[26] Paul Da-
vies,[27] Peter Woit,[28] Marcelo
Glesier,[29] John Horgan[30] ve Baroness
Greenfi- eld’in[31] de dâhil
olduğu kıdemli akademisyenlerce bilimsel açıdan eleştirilmesine rağmen, kitaba
meşhur ateist Richard Dawkins’in dışında pek sahip çıkanın olmaması da bu
tespitimizi doğrular nitelikte. Dawkins’e göre XIX. yüzyılda Darwin Tanrı’yı
biyolojiden kovmuş, ancak fizik kararsız kalmıştı. Hawking bu kitabıyla
öldürücü darbeyi vurdu.[32]
Bununla birlikte biz, Dawkins’in iddiasının aksine kitabın
genel yaklaşımının, teistlerin hoşuna gitmediği gibi, ateistleri de pek tatmin
edeceğini sanmıyoruz. Zira Hawking “niçin hiçbir şey değil de bir şeyler var”,
“tabiat kanunları niçin başka bir türlü değil de böyle”, “evrenimiz nasıl
oluyor da bu derece uygun yaşam koşullarına sahip olabiliyor” gibi sorulara
cevap olarak Tanrı’nın gösterilmesinin çok da saçma olmadığını, zira bu türden
sorulara şimdiye kadar bilimsel çerçevede kesin bir cevabın verilemediğini
kabul ediyor.[33] Hatta
Hawking “akıllı tasarım” (intelligent design), “insancı ilke” (anthropic
principle), “ilk sebep” (first cause), “hassas ayar” (fine tuning) gibi,
günümüzde Tanrı’nın varlığını ispat etmede yaygın olarak kullanılan kozmolojik
delillerin “öncüllerini” kabul ederek, bunları neredeyse teistleri bile
kıskandıracak şekilde izah ediyor. Halbuki klasik ateist yaklaşımda bu türden
kozmolojik delillerin öncülleri daha en başından çelişkiye düşürme ya da
nefyedilme yoluna gidilir. Örneğin bu bağlamda evrene bir başlangıç nispet eden
Big Bang Teorisi, sırf teistik imalar taşıyor diye ateist çevrelerce -teistik
muhitlerde evrim teorisinin reddedilmesi gibi- yıllarca kabul görmemiş, hatta
Fred Hoyle gibi bazı ateist kozmologlar evrene başlangıç atfetmeyen alternatif
bir evren modeli (Steady State) geliştirme yoluna gitmişlerdir.[34]
Ancak bu noktada hemen hatırlatmalıyız ki Hawking ve
Mlodinow kozmolojik delillerin öncüllerini kabul etmekle birlikte, onlara göre
artık bilim geldiği seviye itibariyle evren yoktan nasıl var olabiliyor, niçin
bu derece hassas yaşam koşullara sahip gibi soruları sırf kendi sınırları
içerisinde kalarak izah edebilir. Dolayısıyla bu türden olguları açıklamak için
artık doğaüstü bir varlık ya da Tanrı’yı işe karıştırmaya gerek yoktur.[35]
Kuşkusuz böylesine bir söylem kendi içinde bazı riskler de
taşıyacaktır. Zira bu türden olguları bilimsel olarak cevaplayabildiği söylenen
teorinin (M-Kuramı) aslında bilimsel olmadığı ya da son derece spekülatif bir
teori olduğunun ortaya konulması, yukarıdaki kozmolojik delillerin öncüllerini
ispat edildikleriyle bırakacak ve bu durumda da Tanrı belki de daha güçlü bir
argüman olarak kalmaya devam edecektir.
Biz daha önce ayrıntılı bir şekilde tanıtımını yaptığımız
için,[36] kitabın
bölümlerini tekrar müzakere etme yoluna gitmeyeceğiz, onun yerine konuyu
kitabın ana fikri üzerinden değerlendirmeye çalışacağız.
Özetlersek; Hawking ve Molodinow’a göre insanlık
Batlamyus’tan Kopernik’e Newton’dan Einstein’e ve günümüz Kuantum teorilerine
kadar fiziksel gerçekliği hep “evren modelleri” üzerinden anlamaya çalıştı.
Bunların sürekli yenilendiği dikkate alınırsa acaba bu modeller dizisi hep
böyle değişmeye devam mı edecek, yoksa bir son noktaya ulaşacak mı? Bu öyle bir
nokta ki, evrenin nihaî teorisi olacak, bütün tabiat kuvvetlerini içine alacak
ve yapabileceğimiz bütün gözlemleri önceden tahmin edebilecek. Ve yine
Hawking’e göre şimdiye kadar ortaya konulmuş evren modelleri genelde hep bir
şekilde Tanrı’yla ilişkilendirilmek zorunda kaldı. Plato evreni Tanrı’nın
yaratığı saydı, Aristo Tanrı’yı ilk muharrik kabul etti, Newton evrenin düzenin
kurucusu, Descartes devamlılığını sağlayıcısı olarak Tanrı’yı gördü ve bu gün
de evrene bir başlangıç atfeden Big Bang Teorisi Tanrı’yı ima eder nitelikte
yorumlanıyor. Acaba evrenle ilgili bütün soruları Tanrı’ya hiç gereksinim
duymadan, sırf bilimin kendi sınırları içerisinde kalarak açıklayıp
cevaplandırabilen bir model ya da teori ortaya konulamaz mı?
“Biz bu sorulara henüz net bir cevap veremiyoruz, ancak
şimdi her şeyin nihai teorisi için bir adaya sahibiz: M-Kuramı. M-Kuramı
yaratılış konusundaki sorularımıza cevap teşkil edebilir...çok yüksek
miktardaki evrenin yoktan, kendiliğinden var olabileceğini ortaya koyar.
Onların yaratılışı için doğaüstü bir varlık ya da Tanrı'ya gerek yoktur. Buna
göre birçok evren fizik kanunlarıyla doğal yollardan yaratılır. Onlar bilimin
gerektirdiği şekilde oluşur..."[37]
Görüldüğü gibi Hawking ve Mlodinow tüm iddialarını
M-Kuramı’nın başarısına bağlıyorlar. Bu nedenle bu kuramı biraz daha yakından
tanımak, iddialarının ne ölçüde geçerli olduğunu daha iyi sorgulamamızı
sağlayacaktır.
1.
M-Kuramı: Bilim mi
Felsefe mi?
Günümüz bilimsel kozmolojisi üç temel saç ayağı üzerine
oturuyor: Kuantum Mekaniği, Rölativite Kuramı ve Big Bang Teorisi.[38] Evreni makro
ölçekte açıklayan Rölativite Kuramı ile mikro ölçekte açıklayan Kuantum
Mekaniği her ikisi de kendi alanlarında başarılı olsalar da bu kuramların
birbirleriyle uyumu bir türlü sağlanamıyor.[39] Kuantum kuramının süreksizliği
(discreteness), Rölativitenin ise sürekliliği (continuum) esas almasından
kaynaklanan bu çelişkiyi gidermek, günümüz fiziğinin en önemli araştırma
alanlarından birisini teşkil etmekte.[40] Diğer taraftan Evren’in 13.7
milyar yıl önce büyük bir patlamayla var olmaya başladığı genel olarak kabul
ediliyor. Ancak Big Bang teorisi, patlamaya neyin yol açtığı konusunda bir
açıklama getiremiyor. Zira bu teori patlama anını 10'[41] saniyeden itibaren
izah etmeye başlıyor ve daha ötesine gidilmek istendiğinde “tekillik” adı
verilen bir durum ortaya çıkıyor ki, Genel Rölativite Kuramı o andan itibaren
geçerliliğini yitiriyor -ya da daha ötesini açıklayamıyor.[42]
İşte birbiriyle çatışır gibi görünen fizik teorilerini bir
araya getirerek çelişki içermeyen bir fizik kuramı ortaya koymak, ayrıca Büyük Patlama
ve Kara Delik gibi durumlarda yaşanan tıkanmaları aşmak amacıyla 1960’lı
yılların sonlarına doğru “Sicim Kuramı” (String Theory) ortaya atıldı. Bu
kuramda, temel bileşenleri “boyutsuz noktalar” şeklinde olan Standart Model’in
parçacıkları yerine, tek boyutlu uzanıma sahip “sicim”ler (string) esas alındı.
Diğer taraftan bilinen 3 uzay ve 1 zaman boyutunun üzerine dairesel olarak
katlanmış 6 ekstra mekân boyutu daha ilave edildi. Buna göre keman tellerini
andıran sicimlerin farklı frekanslarındaki titreşimleri protonları ve
elektronları, onlar da atomları oluşturuyorlar, ilave altı mekân boyutu da iç
içe sonsuz sayıdaki paralel evreni (multi- verse) mümkün kılıyordu.43
İşte Hawking’in her şeyin teorisi olmaya aday olarak
gösterdiği M-Kuramı (Membrane Theory)[43] beş farklı Sicim Kuramı ile
Süper Kütle Çekim Kuramı’nı birleştirme çabasının ürünüdür. Sicim Kuramı ile
arasındaki fark, temel birim olarak aynı ölçekte (10-35m yani Planck
Mesafesi) olmakla birlikte, tek boyutlu sicimler yerine iki boyutlu ince
zarları (membran) esas alması; ayrıca Sicim Kuramı’ndaki on boyuta, bir mekân
boyutunun daha ilave edilmiş olmasıdır. Kuram matematiksel olarak başarılı
gözükse de, ne bu şekildeki sicimle- rin/zarlann ne de bildiğimiz üç boyuta
ilave mekân boyutların varlığına dair şimdiye kadar deneysel bir ipucu elde
edilememiştir.[44]
Deneysel olarak test edilememe hususunu biraz daha açacak
olursak; normalde bugünkü deneysel imkânlarla atomun bir çekirdek ve onun
etrafında dönen elektronlardan oluştuğu, bu çekirdeğin de protonlardan ve
nötronlardan meydana geldiği, onların da ‘kuark’ adı verilen daha küçük
parçacıklardan oluştuğu tespit edildi. Ancak ortaya çıkan bu parçacıkların da
daha küçük parçacıklardan oluşup oluşmadığı, bunların yapı taşlarının ne olduğu
sorularına şu anki teknolojik imkânlarla cevap verilememektedir.
Örneğin dünyanın en gelişmiş parçacık hızlandırıcılarında
atom altı parçacıklar çarpıştırılarak 1 katrilyon elektro volt düzeyinde
enerjiler elde edilebilmektedir. Bu seviye kuantum mekaniğindeki protonlar
gibi atom altı düzeydeki fiziğin incelenmesi için yeterli olmakla birlikte,
M-Kuramı’nın zarlarının deneysel olarak sınanabilmesi için gerekli enerji
düzeyinden bir trilyon kat daha düşüktür. Bunun nedeni M-Kuramı’nın zarlarının
ve ilave yedi mekân boyutunun büyüklüklerinin, mümkün olan en küçük, yani
“Planck Mesafesi” (Planck Scale) ölçeğinde olmasıdır. Bu, metrenin yüz milyar
kere trilyon kere trilyonda birine tekabül eden (1035 metre) öyle
küçük bir mesafedir ki, bugün CERN’de çarpışmaya konu olan protonların
büyüklüğü (10-15 metre) üzerinden bir karşılaştırma yapacak olursak,
bir protonun Güneş’in büyüklüğü karşısındaki küçücük durumu neyse, M-
Kuramı’nın bir zarının da protonun büyüklüğü karşısındaki küçüklük değeri odur.
Yine bu şekildeki zarların ya da sicimlerin var olduğu şu anki teknolojik
imkânlarla deneysel olarak ortaya koyabilmek için bir galaksi boyu, yani 1000
ışık yılı (yaklaşık 46.357.579.315.645.920.000 km) uzunluğunda bir parçacık
hızlandırıcıya ihtiyaç duyulacağı belirtilmektedir ki, bugün dünyanın en büyük
parçacık hızlandırıcı olan Büyük Hadron Çarpıştırıcısı’nm (LHC) 27 km’lik bir
daire çevresi olduğunu düşündüğümüzde bunun ne kadar imkânsız bir iş olduğu
anlaşılacaktır. Dolayısıyla aşağıda da aktaracağımız gibi Sicim Kuramı’nı
eleştiren birçok bilim insanı, bunun bilimin bir parçası olmaktan daha çok,
deneyle doğrulanıp yanlışlanması mümkün olmayan bir “felsefe” olduğu
görüşündedir.
Sicim/Süper Sicim/M-Kuramı’nı eleştirenlerden ilk akla
gelen isimlerden biri kuşkusuz Nobel ödüllü fizikçi Sheldon Lee Glashow’dur.
Glashow’a göre Sicim Kuramı bazı matematiksel başarılar elde etmiş olabilir.
Ancak fizik “Matematiksel Platonizm” değildir; aksine gözlem ve deneylere
dayanmak zorundadır. Eğer fizik sadece matematikten ibaret sayılacaksa bu XVII.
Yüzyıl Bilim Devriminden bu yana elde edilmiş bütün kazanımlarm sonu olur ki,
böyle bir paradigma değişimi fiziği ortaçağa götürmek olacaktır. Sicim
Kuramının bugün test edilemediği gibi, gelecekte de test edilebilmesinin mümkün
olamayacağını savunan Glashow, bu kurama “fiziğin tümörü” diyecek kadar ileri
gidiyor ve çok geç olmadan müfredattan kaldırılması gerektiğini savunuyor.[45]
Bilim yazarı Jim Holt da, The New Yorker’deki
makalesinde “Her Şeyin Teorisi” olmaya aday gösterilen Sicim Kuramı hakkında
şunları söylüyor:
“Fizik için zaman kaybından başka bir şey değil. Bir
nesilden daha fazla süredir fizikçiler Sicim Kuramı olarak isimlendirilen
gerçekleşmesi imkânsız bir hayalin peşinden koştular... Düzinelerce Sicim
Kuramı konferansı düzenlendi, yüzlerce doktora tezi verildi, binlerce makale
yazıldı. Tüm bu aktivitelere rağmen test edilebilir tek bir öngörü
gerçekleştirilemedi, tek bir teorik bulmaca çözümlenemedi. Bazı hesaplamalar ve
önsezilerin dışında aslında ortada elle tutulur bir kuram da yok. Ve olsa bile,
bu kuram öyle kafa karıştırıcı sürümlerle gelecek ki, pratik bir değere de haiz
olmayacak: Hiçbir Şeyin Teorisi!"[46]
California Üniversitesi matematik fizik bölümünden John C.
Baez’in söyledikleri de Jim Holt’un dediklerine paralellik arz ediyor:
“Birkaç on yıldan beridir astrofizikçiler temel fizikte göz
alıcı başarılar gerçekleştirdiler: Karanlık madde, karanlık enerji, nötrino
dalgalanmaları ve hatta erken dönem evrende kozmik şişmenin olabileceği
ihtimali! Çok yakında Büyük Hadron Çarpıştırıcısı (LHC) parçacıkların
çarpıştırılmasmı ve böylelikle Higs Bozonu var mı yok mu gibi test edilmesi zor
bir görevi gerçekleştirecek. Şans yaver giderse belki yeni parçacıkların olup
olmadığı görülebilecek. Fakat tüm bunlar arasında, Sicim Kuramı hakkında
söylenebilecek neredeyse hiçbir şey yok."[47]
Columbia Üniversitesi’nden Peter Woit ise, Sicim Kuramı’nın
halka ilişkilerinin çok iyi olduğunu, çünkü sonsuz evrenler, sonsuz yaşamlar,
boyut içinde boyutlar gibi fikirlerin insanlara ilginç geldiğini; ancak bu
durumun kuramın gerçek değerinin abartılarak halkın duygularının bazı
fizikçiler ve popüler medya tarafından istismar edilmesine yol açtığını
belirtiyor. Peter Woit’e göre çok satmak ve izlenmek uğruna halk artık
kandırılmaktan vazgeçilmeli, popüler bilim dergilerinde işin aslı anlatılmalı,
doğrulanması ve yanlışlanması mümkün olmayan bir kuramın bilim olamayacağı
izah edilmeli. Diğer taraftan üniversitelerde bölüm başkanlıkları ve kıdemli
teorisyen hocalar uyarılmalı, lisansüstü ve doktora çalışmalarında Sicim
Kuramı ile ilgili tezler verilip genç ve meraklı zihinlerin enerjisi boş yere
harcanmamak, araştırma fonları bu türden teorilere değil, gerçek amaçları
doğrultusunda kullanılmalı ve artık bu teori uğruna konferanslar tertip
edilmekten de vazgeçilmeli. Peter Woit’e göre son 30 yıldır sicim kuramına
yapılan masraf, harcanan emek, tüketilen enerji ve israf edilen zaman Standart
Model’e yapılsaydı fizik şuan ki konumundan çok daha ileri düzeyde olurdu.”[48]
Teorik fizikçi Lee Smolin’in Sicim Kuramı’nı eleştirmek
üzere yazdığı “The Trouble With Physics (2006) isimli eseri bu konuda
kırılma noktası olarak kabul edilmektedir. Smolin bu kitabında bütün bilimlerin
temeli olan fiziğin bugünlerde yoldan çıkmış durumda olduğunu iddia ediyor.
Ona göre insanlığın doğa kanunlarını kavrayışı son iki asırdır hızla arttı.
Fakat bugün doğa kanunları hakkında 1970’lerdeki bilgisinden fazlası
bilinmiyor. Yaklaşık kırk yıldır insanlık neden aniden olduğu yerde çakılı
kaldı, fizik niçin “bunalım” içinde? Smolin’e göre sorunun en önemli
kaynaklarından birisi, fizikçilerin hırslı tutkularıyla doğanın bütün güçlerini
tek bir teori çatısı altında (Her Şeyin Teorisi) toplamaya yönelik
oluşturdukları “Sicim Kuramı”. Bu kuram maalesef egzotik yeni parçacıkları,
paralel evrenleri ile toplumun ilgisini çekmeyi, fizikçilerin gönlünü çelmeyi
başardı. Ancak Smolin’ine göre bu kuramın çok büyük bir eksikliği bulunmakta:
Şimdiye kadar hiçbir parçası test edilemediği gibi, gelecekte de test
edilebileceğine dair bir umut ışığı görünmüyor. Dolayısıyla sonsuz sayıda
versiyonlarla gelen bu kuram bilimsellik kriterini taşımıyor. Ancak buna rağmen
finansman olarak aslan payını aldığından, en iyi zihinleri kendisine çekmeyi
başarıyor. Dolayısıyla diğer alanlara giden genç fizikçiler cezalandırılmış
oluyor ve böylelikle bu kuram bir bütün olarak fiziği aşağıya doğru çekmiş
oluyor. Smolin’e göre eğer “doğrula- nabilirlik” ya da “yanlışlanabilirlik”
ilkeleri ölçü kabul edilecekse, Sicim Kuramı ailesindeki kuramlar kesinlikle
bilimsel olma kriterini karşılamamaktadır ve bu nedenle “metafiziğin” alanına
girmektedir. Smolin de; Glashow ve Peter Woit gibi bilim insanlarına paralel
bir şekilde bu kuramın müfredattan kaldırılmasını ve araştırma ödeneklerinin
kesilmesini istiyor.[49]
2.
Hawking’in Bilim
Anlayışı ve Günümüz Fiziğinin İçine Düştüğü Bazı Metodolojik Problemler
Yukarıda görüşlerini aktardığımız fizikçilerin de açık
ifadelerinden anlaşılacağı üzere, Sicim Kuramı ya da M-Kuramı’na gelen temel
eleştiri, bilimsel bilgi konusunda esas kabul edilen kriterleri taşımamasıdır.[50] Esasen
Stephen Hawking ve Edward Witten gibi M-Kuramı taraftarlarının, onca
popülaritelerine rağmen şimdiye kadar Nobel ödülü alamamış olmaları da bu
konuda bir gösterge olarak kabul edilebilir. Zira bu ödülü veren İsveç Kraliyet
Akademisi, ödül almaya hak kazanacak keşfin deneysel olarak doğrulanmasını veya
kanıtların gözlemlenmesini kesin olarak şart koşmaktadır.
Ancak buna rağmen biz, Hawking ve Mlodinow’un “bilim evreni
tek başına izah edebilir” iddiasında bulunurken, bu tezlerine temel olarak
aldıkları M- Kuramı’nın spekülatif karakterinin farkında olmadıklarını
sanmıyoruz. Zaten onlar kitabın birçok bölümünde, savundukları fikirlerin çoğu
bilim adamı tarafından reddedildiğini açıkça dile getirmekte bir sakınca
görmüyorlar.[51] O halde
bizim, bilimsel bilgi için şart koşulan test edilebilir olma ya da doğrulanıp
yanlışlanabilir olma gibi kriterlerin Hawking ve Mlodinow tarafından niçin göz
ardı edildiği, daha doğrusu, onların bilimden ne anladıkları meselesi üzerinde
durmamız gerekmektedir.
Öncelikle günümüz fizik teorilerinin test edilebilir olma
şartının bir yaklaşım farkı olduğunu belirtmemiz gerekir. Zira Hawking’e göre
fiziksel bir kuram sadece matematiksel bir modeldir ve onun gerçeklikle uyuşup
uyuşmadığını sorgulamak anlamsızdır.[52] Hatta “Modele Dayalı
Gerçekçilik” anlayışıyla ortaya koyduğu gibi, ona göre en iyi kuram “kendi
gerçekliğini kendisi inşa eden” kuramdır.[53] Dolayısıyla Hawking
her şeyi düşünceye bağlayıp ondan türeten ve zihnin dışında objektif bir
gerçekliğin varlığını kabul etmeyen idealist kanada yakın duruyor.
Ancak günümüz fiziğindeki deney ve teori arasındaki
ayrışmayı sadece idealizm ve realizm arasındaki tarihsel çekişmeye indirgenmek
de hatalı olacaktır. Bu konuda Viyana Okulu, Karl Popper, Jürgen Habermas,
Thomas Kuhn ve Paul Feyerabend gibi şahıs ve düşünce okullarının bilimin
doğasına yönelik yaptıkları tartışmaların da farkında olmamız gerekir. Örneğin
Thomas Kuhn’un nezdinde bilim, ne Mantıkçı Pozitivistlerin ileri sürdükleri
gibi sürekli büyüyen (kümülatif) deneysel bir doğrulama birikimidir ne de Karl
Popper'in savunduğu gibi yanlışlardan ayıklanarak doğruya yaklaşan beşeri bir
etkinliktir. Kuhn’a göre hiçbir bilimsel teori mutlak olmayıp, günün birinde
gözden düşmesine sebep olacak bir takım sınırlılıkları içinde barındırmaktadır.
Bunun temel nedeni bilimsel teorilerin gerçekliğe ilişkin daha geniş kapsamlı
kavramsal çerçevelere (paradigma) bağlı olarak belirlenmeleridir. Bilimsel
faaliyete yön veren bu paradigmaların oluşması ise holistik, yani birçok
faktörün bir araya gelmesiyledir. Bilimsel çalışmanın yapıldığı tarihî ve
sosyokültürel çevrenin yanı sıra, araştırmacıların şahsi tutum ve inançlarına
varıncaya kadar kontrol altına alınamayacak çok sayıdaki faktör kavramsal
çerçevelerin oluşmasına etki eder.[54]
Görüldüğü gibi Kuhn bilimi adeta sosyokültürel bir fenomen
haline getirmektedir. Onun gerçekte doğa bilimleri için geliştirdiği paradigma
kavramına, sosyal bilimler alanında sıkça karşılaşmamız da bunu ortaya
koymaktadır.
Bilimin mahiyetine yönelik bu türden spekülasyonların yanı
sıra günümüz fiziğinin pratikte çok önemli metodolojik problemlerle karşı
karşıya olduğunu da belirtmemiz gerekir. Geleneksel olarak fizik, “teori -
deney” birlikteliğinin esas alındığı bir bilim kabul edilmekle birlikte,[55] geldiği
seviye itibariyle en temele ve en genele yönelik araştırmalar, deney-teori eş
güdümünün daha fazla sürdürülebilir olmasını tehdit eder niteliktedir.[56] Bunun
öncelikli nedenlerinden birisi, nükleer fizik ve astrofizik sahasındaki
teorilerin test edilebilmesinin son derece pahalı ve zor şartlar
gerektirmesidir. Örneğin günümüzün en gelişmiş parçacık hızlandırıcısı kabul
edilen Büyük Hadron Çarpıştırcısı’nın (LHC) sadece makine maliyetinin 10 milyar
USD olduğu belirtilmektedir ki, böylesine muazzam bir bütçeyi değil bir
üniversitenin, sıradan bir devletin bile karşılayabilme imkânı yoktur. Avrupa
Nükleer Araştırma Merkezi (CERN) ya da Uluslar Arası Uzay İstasyonu (ISS)
örneklerinde olduğu gibi birçok ülkenin katkıda bulunarak ortak araştırma
laboratuvarları kurması mümkünse de, iş bununla bitmemekte; çok büyük
teknolojik altyapı, bilgi birikimi, kurumsal organizasyon, hata götürmeyen ve
telafisi mümkün olmayan karmaşık süreçlerin sonucunda deney imkânları
oluşturulabilmektedir. Mesela günümüzde medyaya sıkça konu olan Standart
Model’in sözde “Tanrı Parçacığı” (Higgs Boson), Edinburg Üniversitesi'nden
Peter Higgs tarafından 60’lı yıllarda teorize edilmişti. Geçtiğimiz yıl
CERN’deki Atlas ve CMS deneyleriyle test edilene kadar aradan yarım asırlık bir
zaman geçti ve deney sonuçlarının da yaklaşık 10 yıl sürecek bir veri analizi
sonucunda alınabileceği, hattâ kesin bir sonucun da çıkamayabileceği
belirtilmektedir.[57] Bu durumda
ise sağduyu sahibi bilim insanlarının bile kontrolü kaybedip, artık fiziğin
deneyin kısıtlayıcı engellenmelerinden kurtulması gerektiği ve bu işlerin daha
ziyade matematiğe ağırlık verilerek yapılmasını iddia etmelerine yol
açmaktadır.[58] Ancak
böyle olduğu zaman da bilimsel bilginin en temel şartı olarak kabul edilen
“deney ve gözlemlere dayanma” ilkesi zarar görmekte ve sonuçta da bilim ile
felsefeyi birbirinden ayıran çizgi bir ölçüde ortadan kalkmaktadır.
Kuşkusuz burada niçin sadece matematiğin, doğayı anlamada
tek ölçü olarak kabul edilemeyeceği sorusunu ayrıntılandırmamız faydalı
olacaktır. Doğanın matematiksel olarak modellenmesi bilimsel bilginin gelişimi
yolunda oldukça önem arz etmekle birlikte, deney ve gözlem olmadan sadece
matematik ya da çıplak akıl (unaided reason) fiziksel realiteyi tasvir etmede
esas kabul edilmemektedir.[59] Bunun temel
nedeni büyük fiziksel kuramların çoğu durumda kendi matematiksel aksiyomlarını
kendileri yaratmalarıdır. Örneğin Antik Yunan’dan XIX. yüzyıla gelinceye kadar
yaklaşık iki bin yıllık süreçte, doğanın matematiksel modellenmesinde
sürekliliği (reel sayıları) temel alan Öklid geometrisinin doğrusal uzay
görüşü esas kabul ediliyordu. Ancak başta Lobachevsky (1793-1850) ve Bolyai
(1802-1860) olmak üzere Riemann (1826-1866) ve Gauss (1777-1855) gibi
matematikçiler, yaptıkları çalışmalarla Öklid geometrisinin mutlak olmadığını,
aksiyomları daha farklı geometri türlerinin de geliştirilebileceğini ortaya
koydular.[60] Esasen
Einstein’in Rölativite kuramı da düz uzamlara dayalı Öklid geometrisine yerine,
eğri yüzey geometrisi olan Riemann geometrisine dayanmaktadır. Bugün de Sicim
Kuramının ve dolayısıyla M-Kuramı’nın dayandığı geometrik aksiyomlar (örneğin
süreksizlik), hem Öklid geometrisinden hem de Riemann geometrisinden farklıdır.[61] Dolayısıyla
matematiksel ihtişamı, kuramın fiziksel realiteyi tamamen tasvir edebilmesi
için yeterli olmamaktadır.[62]
Günümüz fiziğinin karşı karşıya kaldığı bir diğer
metodolojik problem ise ölçme konusundadır ve daha aşılamaz bir engelmiş gibi
durmaktadır. Zira Werner Heisenberg’in “Belirsizlik İlkesi”, uygun test
edilebilme koşulları sağlanıp deneylerin gerçekleştirildiği durumda bile, bir
parçacığın konumu ve hızının ya da enerji ve ömrünün aynı kesinlikte
ölçülemeyeceğini öngörmektedir.[63] Buna göre
parçacığın konumundaki belirsizlik ne denli küçük olursa (yani konumu ne denli
doğru ölçülürse) hızının belirsizliği aynı oranda büyümekte; tersine hızındaki
belirsizlik küçüldükçe, aynı oranda konumunun belirsizliği artmaktadır. Bu ise
doğa bilimlerinde “kesinliklerin” yerine -tıpkı sosyal bilimlerde olduğu gibi-
istatistikî ya da ihtimalî değerlerin geçerli olduğu sonucunu ima etmektedir.
Ancak tüm bunlardan belki de daha önemlisi, Kuantum
mekaniğinin “bir nesneyi ölçme veya gözlemleme işleminin onun durumunu
değiştireceğini” postulat olarak kabul etmesidir. Buna göre hareket eden bir
parçacığın konumu ve hızını, onu etkilemeksizin doğal haliyle ölçebilmenin
imkânı yoktur. Ölçme ve gözlemleme faaliyeti nesneyi gerçekte olduğundan farklı
kılıyorsa, bu durumda da “ölçme ve gözlemlerle ortaya koyulan şey gerçekten
doğanın kendisi midir yoksa gözlemleyenin ona verdiği şekil midir?” sorusu
ortaya çıkmaktadır. Durum böyle olunca da, fiziğin belki de en önemli
varoluşsal amaçlarından birisini teşkil eden “eşyâyı gerçekte olduğu gibi
tasvir etmek” ilkesi tartışmalı hale gelmektedir.
Kuantum fiziğinde gözlemcinin rolü bununla kalmamakta,
yaşanan gerçekliğe ve sağduyuya aykırı birçok yorumun yapılmasına zemin
hazırlamaktadır. İşte Hawking ve Molodinow The Grand Desing’da “artık
bilim evreni tek başına izah edebilir” iddiasını temellendirirken, kuantum
fiziğinin bu şekildeki anti-realist yorumlarından sonuna kadar istifade
etmektedir. Örneğin “Çift Yarık” deneyini teorize eden Amerikalı Nobel ödüllü
fizikçi Richard Feynman’ın “Çoklu Geçmiş” ya da “Alternatif Tarihler” kuramı
bunlardan birisidir. Deney ve teoriyi kısaca hatırlayacak olursak, klasik
fiziğe göre nesneler hareket halinde iken, başlangıç ve sonuç hedefleri
arasında tek bir yol, tek bir yörünge izlerler.[64] Ancak Çift Yarık Deneyindeki
“girişim deseni” atom ölçeğindeki bir parçacığın aynı anda iki yarıktan da
geçebildiğim ima etmektedir. Bu teoriyi Richard Feynman, parçacığın bir
noktadan diğer bir noktaya uzay-zamanda muhtemel her yol boyunca ilerlediği
şeklinde formüle etti. Buna göre A'dan B'ye giden bir parçacığın olasılığı, A
ve B'den giden olası her yolla ilgili dalgaların toplanmasıyla bulunur. Öyle ki
B noktasına giden bir A parçacığın yolunun üstünde olmayan Jüpiter’e uğrama,
hatta evrenin tümümü kat etme ihtimali bile saklıdır. Dolayısıyla Feynman’ın bu
teorisine göre parçacık hedefe ulaşmadan önce “çoklu bir geçmişe” (sum over
histories) sahiptir. Diğer taraftan Çift Yarık Deneyinde gözlemcinin parçacığı
gözlemlemesi, parçacığı “süper pozisyon” (muhtemel bütün pozisyonlar) durumundan
tek bir pozisyon durumuna getirmektedir. Böylelikle gözlemci o anda yapmış
olduğu gözlemle parçacığın takip etmiş olduğu hattı, yani geçmişini belirlemiş
olmaktadır.
Hawking ve Mlodinow bu deney ve teoriden yola çıkarak şu
sonuçlara varıyorlar: Şayet maddenin en temeline Kuantum fiziği hâkimse, tıpkı
Feynman’ın Alternatif Tarihler kuramında olduğu gibi, bir bütün olarak evren
çoklu bir geçmişe sahip olmalıdır. Bir başka deyişle tıpkı bir parçacık gibi,
evren de günümüzdeki konumuna gelinceye kadar bütün alternatif geçmişleri
yaşamış olmalıdır. Bu ise sonsuz sayıda evrenin bulunduğu anlamına
gelmektedir. Öyle ki bu evrenlerden bazıları bizim evrenimize benzeyebilir,
bazıları benzemez, bazılarında uygun hayat koşulları vardır bazılarında yoktur,
bazısında Elvis Presley genç yaşta ölür bazılarında ölmez, bazılarında Napolyon
Waterloo savaşını kazanır bazılarında kazanmaz; her bir evrende birbirinden
farklı kanunlar, tüm ihtimallerin yaşandığı durumlar vardır. Dolayısıyla
evrenimiz nasıl oluyor da bu derece hassas yaşam koşullarına sahip olabiliyor
sorusunun cevabı Tanrı değil, Çoklu Geçmiş Kuramı’dır; çünkü sonsuz sayıdaki
evrenin içinde bizimkisine benzer uygun yaşam koşullarına sahip evren bulunma
ihtimali de vardır. Yine bundan şu sonuç çıkar ki; nasıl Çift Yarık Deneyinde
bizim parçacığı gözlemlememiz parçacığın geçmişini etkiliyorsa, şu anda evreni
gözlemlememiz de evrenin geçmişini belirlemektedir.
“Bazı insanlar bu
şekildeki çoklu evrenler düşüncesini çılgınca buluyorlar ama Feynman'ın Çoklu
Geçmiş Kuramı'nın bize ima ettiği şey budur... Yine bu kuram gereği biz, klasik
kozmolojideki evrenin tek bir başlangıcı ve o günden günümüze süregelen
evrimsel tarihi şeklindeki yaklaşımın (bottom-up approach) aksine, yukarıdan
dibe (top-down approach), yani şimdiki zamandan geçmişe yaklaşımını
benimsememiz gerekir... Bu şu an ki kozmoloji anlayışımızda radikal bir
değişimi teklif etmektedir... Şu anda bile çok farklı evrenler, çok farklı
geçmişler bulunmaktadır ve bu geçmişler tıpkı Feynman'ın kuantum fiziğinde
ortaya koyduğu gibi gözlemleyenden bağımsız değildirler, ondan
etkilenmektedirler. Bu şekilde biz, gözlemlerimizle tarihi yaratmaktayız, tarih
bizi değil... Bu ilk bakışta saçma ve hatta bilim kurgu olarak gelebilir, ama
dikkatli düşünüldüğünde böyle olmadığı görülecektir."[65]
Hawking ve Mlodinow bizden İstanbul Ankara yolculuğumuz
esnasında aynı anda Mars’a da uğradığımıza inanmamızı istiyor. Ayrıca eğer
durum böyleyse The Grand Design kitabını Hawking ve Mlodinow yazmadı,
biz kitap tanıtımı esnasında yapmış olduğumuz gözlemlerle geçmişe etkide
bulunarak o kitabı yarattık (top-down approach)! Ancak yine de biz, Hawking ve
Mlodinow’un M- Kuramı’nı desteklemeye çalışırken sürekli Feynman’ın Çoklu
Geçmiş Kura- mı’ndan faydalanmaya çalışmasını, ayrıca Einstein’in aradığı
birleşik teorinin bu kuram olduğunu iddia etmelerini çok daha şaşırtıcı
bulduğumuzu itiraf etmek zorundayız. Zira Feynman’ın kendisinin yaşadığı sürece
Sicim Kuramı’na şiddetle karşı çıktığı, onu çılgınlık, sapma, yanlış yol olarak
nitelendirdiği biliniyor.[66] Aynı şekilde
Einstein’in, Hawking ve Mlodinow’un yaptığı gibi Kuantum Fiziğinin objektif
indeterminist ya da anti-realist bir bakış açısıyla yorumlanmasına karşı
çıktığı, hayatı boyunca bu türden fikirlerle mücadele ettiği, problemin doğanın
gerçekte böyle olmasından değil de bizim bilgi eksikliğimizden kaynaklandığı,
ileride sağduyu ile örtüşen bir teorinin mutlaka ortaya koyulacağını savunduğu
bilinmektedir.
Ancak bize göre M-Kuramı’nın asıl eleştirilmesi gereken
yönü, bilimin temel felsefesi ile çelişen “nihâî/mutlak teori” olma iddiasıdır.
Zira “Her Şeyin Teorisi” gibi bir iddia, artık araştırmaya konu olacak bir
şeyin kalmadığı, fiziğin sonuna gelindiği ve bilimin bittiği anlamına
gelmektedir. Esasen bu husus bize tanıdık bir iddiayı da akla getirmektedir.
XIX. yüzyılın sonlarına doğru, zamanın önde gelen bilim insanlarından matematik
fizikçi Lord Kelvin (1824-1907), artık fiziğin ömrünün son ondalık basamağına
geldiğini iddia ediyordu. Ona göre bütün temel problemler çözülmüş, ısı ve ışık
kuramı üzerine bazı önemsiz ayrıntılar hariç, fizik hemen hemen tamamlanmıştı.
Gelecek on yıl içinde muhtemelen bunlar da çözümlenecekti.[67] Ancak aradan daha on yıl
geçmedi ki radyoaktivitenin keşfi, Rölativite Teorisi ve Kuantum Mekaniği gibi
gelişmeler fiziğin tamimiyle dönüşmesine, insanların evren algısının
değişmesine neden oldu.
3.
İslâm Dini Açısından
Bir Değerlendirme
Kuşkusuz İslâm dininin en temel esası tevhîddir. Allah’tan
başka hiçbir şeyin ilah olamayacağını vurgulayan bu ilke, varlığı Tanrı ve
diğerleri (mâsivâ/ âlem/evren) olmak üzere ikiye ayırır. Bu ontolojik ayrımda
Tanrı, gerçekliğin ezelî, ebedî, sürekli, sonsuz, zorunlu, yüce, kutsal (sacred),
aşkın, gizemli, kavranılamayan, değişip dönüşmeyen,
bir ve tek tarafını temsîl ederken; âlem ya da evren sonradan, sonlu, sınırlı,
mümkün, süreksiz, kutsal olmayan (profan), ihata edilebilir, değişim, dönüşüm
ve çokluk içindeki tarafını temsil etmektedir. Dolayısıyla tevhîd ilkesi,
âlemi yücelik, kutsallık, aşkmlık, sonsuzluk, ihâta edileme- mezlik gibi
tanrısal sıfatlardan arındırarak, evrenin bütün olarak kavranabileceğim,
araştırma ve incelemeye konu olabileceğini ilke olarak kabul etmektedir.
Peki, İslâm dinine göre “insan” bunu başarabilecek, en
temelinden en geneline evreni kavrayabilecek -yani “bilimsel kozmoloji”
yapabilecek-, yeterlilik ve yetkinliğe sahip midir?
Kur’an insanın Tanrı’yı idrak edemeyeceği birçok ayette
vurgulanmakla birlikte (el-Enâm 6/103; el-A’râf 7/143; el-Bakara 2/55; en-Nisâ
4/153), evrene yönelik yaklaşımı farklıdır. Allah’ın Âdem’e eşyanın bütün
isimlerini öğrettiği belirtilmekte (el-Bakara 2/31), insandan Allah’ın halifesi
olarak doğa ve diğer varlıklar üzerinde hükümranlık kurması istenmekte (el-Bakara
2/30; el-En’âm 6/165; Fâtır 35/39), duyular ve aklını kullanarak gökleri, yeri
incelemesi ve sonrasında elde ettiği bu bilgiyi Allah’ın varlığına delil olarak
kullanması (ez- Zâriyât 51/20-21) emredilmektedir. Esasen Allah’ın dışındaki
bütün varlıkların, “yaratıcısının varlığına işaret eden” anlamındaki “âlem”
kelimesiyle ifade edilmesi de (ki bununla insan, Allah’ı bilme konusunda
açıkça kozmolojik delillere yönlendirilmektedir) insanın evreni
kavrayabileceğini imâ etmektedir. Zira insan evreni “bir bütün olarak”
kavrayabilmeli ki (ihâtatü’l-havâdis), onun üzerinden Allah’ın varlığına bir
istidlâl ya da nazarda bulunabilsin. Dolayısıyla İslâm dinine göre insanın,
Allah’ı görememek, idrak edememek, kuşatamamak, kavrayamamak yönündeki
acizliğini doğaya ve evrendeki fenomenlere de yöneltme, bir başka deyişle
evreni de bir metafizik haline getirme hakkı yoktur.
Bu perspektifi ortaya koyduktan sonra, “Artık bilim evrenin varlığını
tek başına açıklayabilir, Tanrı gereksiz!” ifadesini değerlendirecek olursak
kuşkusuz bu sözün, tabiatı dini çağrışımlar yapamayacak derecede işaret
ve sembollerden soyutlama iddiası taşıdığı doğrudur. Bununla birlikte bizim, bu
iddiayı desteklemede kullanılan M-Kuram’mın
son derece spekülatif bir teori olduğunu, yani bilimsellik konusunda şart
koşulan temel kriterleri taşımadığını ortaya koyarken, yukarıdaki “tevhîd”
prensibinin işaret ettiği üzere; insanın evreni kavrayamayacağı, eşyanın
künhüne vakıf olamayacağı, maddenin özüne ve gerçekliğin sınırlarına yönelik
bilimsel araştırmaların başarısızlıkla sonuçlanacağı, dolayısıyla kozmolojinin
bilimin değil metafiziğin işi olduğu gibi yaklaşımlardan uzak durmamız
gerekmektedir. Zira evreni insan tarafından kavranılamaz kılmak, kısa vadede
dine faydalıymış gibi gözükse de, ileri vadede evrenin tanrısallaştırmanm önünü
açacağı gibi kozmolojik delilleri de kendi içinde çelişkiye düşmesine neden
olacaktır. Zira bir
bilinmeyen (Tanrı), diğer bir bilinemeyenle (evren) açıklanamaz; insan evreni
kavrayamaz ki onun üzerinden Tanrı’ya istidlal ya da nazarda bulunabilsin.
Dolayısıyla bizim evreni kavranılamaz ilan etmek ve bilimin
açıklayamadığı noktalar üzerinden Tanrı’ya ulaşmaya çalışmak (God of the gaps)
yerine, bilimi evreni daha fazla araştırmaya teşvik etmemiz, bu yöndeki
ilerlemeleri de tevhîd ilkesine hizmet, şirktense uzaklaşma olarak
değerlendirmemiz gerekmektedir. Meseleye böyle yaklaştığımız zaman, bugün
kozmolojinin bir “bilim” haline gelmesi bile, tek başına tevhîde hizmet şirkten
de uzaklaşma sayılacaktır, çünkü evrenin bir bütün olarak araştırılıp
kavranılabilmesi, onun Tanrı olmadığının en büyük kanıtıdır.
Bu şekildeki bir din-bilim ilişkisi perspektifinde din,
bilimin çözümsüz kaldığı noktalar üzerinden Tanrı’ya ulaşmaya çalışmayacağı
için bilimle çatışma ihtimali de asgari düzeye inecektir. Halbuki evrendeki
bilenemeyenler -bilimin çözümsüz kaldığı noktalar- üzerinden tanrıya ulaşmak,
ilgili konuyu açıklamada bilimin her ilerleme kaydedişinde dinle çatışmaya
düşülmesine neden olacaktır.[68] Tevhîdi
yaklaşımda bilimin topyekûn evrenin bir doğa kanunu sonucunda oluştuğunu ortaya
koyması bile dine zarar veremeyecektir. Zira bugün bilim yağmurun nasıl
yağdığını, anne karnında çocuğun hangi aşamalardan geçerek doğduğunu ortaya
koyabilmektedir. Ancak bu durum, bir inananın, yağmurun yağmasını Allah’ın
rahmeti olarak, bebeğin doğmasını da eşsiz mucizesinin eseri olarak görmesine
engel teşkil etmemektedir. Dolayısıyla tabiat kanunlarına -örneğin Kütle Çekim
Kanunu- dayalı meydana gelen bir evren doğum neden dine aykırı olsun?
Günümüzde kozmoloji, bir bilim haline gelmekle birlikte,
bilimin doğayı kavrama yolunda birçok eksiklik ve bunalımla karşı karşıya
olduğu doğrudur. Ancak bu durum bunların aşılamayacağı, bu sahada ilerlemenin
kaydedilemeyeceği anlamına gelmemektedir. Eğer bugün doğa hakkında, geçtiğimiz
on yıldan çok daha fazla şey biliyorsak, geleceğe de iyimser bakmamamız için
hiçbir neden yoktur. Eğer bilim evreni anlamada başarısız olursa, bu asla insan
kapasitesinin yetersizliği ya da evrenin kavranılamamazlığı nedeniyle
olmayacaktır; belki de başarısızlık, J.D. Bernal’in de ifade ettiği gibi, bilim
için gerekli olan toplumsal örgütlenmenin kurulamamış olması nedeniyle
olacaktır.[69] Dolayısıyla
teologların evrendeki bilinemeyen, bilimin açıklamada çaresiz düştüğü noktalar üzerinden
tanrıya ulaşma yöntemi yerine, evrenin bilenebilirliginden hareketle bir tanrı
tasavvuru ortaya koymamız gerekmektedir.
Öte yandan din - bilim ilişkisini soğukkanlı
değerlendirebilmek, her şeyden önce her ikisi hakkında bilgi sahibi olmakla
mümkündür. İşin içinde girildiğinde görülecektir ki, bilim her ne kadar deney
ve gözlemlerin rasyonel değerlendirilmesine dayalı kesinlikçi bir metodoloji
takip ediyor gibi görünüyorsa da spekülatif yönler de ihtiva etmektedir. Diğer
taraftan din de her ne kadar tamamen spekülatif zannedilse de, âdil ve hakîm
bir Tanrı inancına dayandığında kesinlikçi metodolojilere sahip bulunmaktadır.
Bu doğrultuda modern bilimin; niçin Hinduizm, Budizm gibi Hint dinlerinin
hâkim olduğu bir coğrafyada değil de, tek tanrılı dinlerin hâkim olduğu Batı’da
ortaya çıktığı iyi sorgulanmalıdır. Evrenle Tanrı’yı aynîleştiren ve böylelikle
yüce, kutsal, gizemli, korkutucu, kavranılmaz bir doğa tasavvuruna sahip olan
Doğu dinlerine karşılık; ilâhî dinlerin Tanrı ile evreni kesin çizgilerle
birbirinden ayırmaları ve sonrasında topyekûn âlemi “sünnetinde değişme
olmayan”, âdil ve hakîm bir Tanrı’nın kontrolüne verilmeleri; başına buyruk
ruhlardan, doğaüstü güçlerden arındırılmış bir doğa tasavvuru geliştirilmesini
sağlamış; böylelikle tabiî bilimlerin gelişebilme imkânı bulabileceği bir
altyapı oluşturulmuştur. Başta İslâm olmak üzere, ilâhî dinler tarafından
tabiatın mitsel anlatımlardan, şirk unsuru ruhlardan ve tanrısallaştırmalardan
kurtarılması, bilimin gelişmesi yolunda en önemli merhalelerinden birini teşkil
etmiştir.[70] Dolayısıyla
her ne kadar çatışıyor gibi gösterilseler de, “bilim” ile “ilâhi dinler”
gerçekte aynı ailenin, aynı dünya görüşünün çocuklarıdırlar. Bu nedenle nasıl
ki bilim hurafelerden arındırma konusunda dine katkıda bulunuyorsa, din de
bilimi içine düştüğü hurafelerden, sağduyuya aykırı, anti-realist yaklaşımlardan
arınmasına yardımcı olabilir. Bu bağlamda Einstein’in kuantum fiziğinin
objektif indeterminist yorumuna “Tanrı zar atmaz” sözüyle karşılık vermesi,
geleneksel bilim anlayışının dışına çıkan bir savrulmada dini yardıma çağırması
olarak görmek mümkündür.
Din, bilimi sadece sağduyuya davet etmekle kalmaz, kırmızı
çizgileriyle nihai hedef açısından bilim adamlarının doğru soruları sormasını
ve doğru kanallara yönelmesini de temin edebilir. Geçtiğimiz yüzyılın en büyük
keşiflerinden biri sayılan ve dine uygun şekilde fiziksel evrene bir başlangıç
addeden Big Bang Teorisi’nin önemli kuramcılarından birisi olan astronom George
Lemaitre’nin (1894-1966) aynı zamanda bir papaz olduğu unutulmamalıdır. Esasen
dine aykırı bir şekilde doğada sonsuzluklar öngörerek yaklaşık yaklaşık 40
yıldır fiziği çıkmaza sürüklediği ve vakit kaybedilmesine yol açtığı
belirtilen Sicim Kuramı’na bir de bu gözle bakılması gerekir.
Diğer taraftan bilimi sadece bir teknikten ibaret görmek,
onu hafife almak anlamına gelecektir. Aksine bilim kendisiyle uğraşan bilim
adamlarına, tarafsızlık, dürüstlük, çalışkanlık, araştırma ruhu, hakikat
tutkusu ve alçak gönüllülük gibi özellikler kazandırdığı gibi; telkin ettiği
dünya görüşüyle sadece evrenin işleyişi hakkında değil, insanın evrendeki yeri,
hayatının amacı, ahlaki görev ve sorumlulukları açısından da çok önemli
ipuçları sağlamaktadır. Örneğin Epikür’e göre fizik, doğanın başına buyruk,
kaprisli tanrılar tarafından yönetilmediğini, kendi dâhilinde sistematik
kurallarla işlediğini ortaya koyarak, insanı bu tanrıların yol açtığı gereksiz
korkulardan ve yükümlülüklerden arındırır, mutlu ve özgür bir hayatın önünü
açar. Klasik dönem kelâmcılarına göre ise
fizik, doğayı sadece tanrısal unsurlardan (şirk) arındırmakla kalmaz, sürekli
değişim ve dönüşüm içerisindeki doğanın, bulunduğu hal üzere kendisi dışındaki
bir Tanrı’ya muhtaç olduğunu ortaya koyar ve böylece insanı O’nun peygamberleri
vasıtasıyla yükleyeceği vazifelere açık hale getirir.
Esasen günümüzde de tartışma aynıdır. Bugün de Batı’da
Hawking ve Mlodi- now’un The Grand Design’da iddia ettiğine göre fizik,
evrenin başlangıç ve son itibariyle doğaüstü bir varlığın müdahalesine gerek
kalmaksızın kendi kendine yeten bir bütün olduğunu ortaya koyarak, Tanrı’yı
gereksiz hale getirmektedir; o halde insan Tanrı’yı temel alan dinlerin değil,
kendi aklının çizdiği yolu takip etmelidir. Tam aksine modern bilimin ortaya koyduğu evren resminden
hareketle ateizmi bırakan Antony Flew’e göre bilim, fiziksel gerçekliğin arka
planında kendiliğinden var olan, değişmez, maddî olmayan, her yerde hâzır ve
nâzır, her şeye kâdir bir Varlığın var olduğunu ortaya koyar.[71]
Sonuç olarak bize göre Tanrı ve Evren gerçekliğin
iki yanını temsil etmektedirler. Bilim bunlardan değişim, dönüşüm ve
çeşitlilik halindeki Evren yanını incelerken, teoloji ise sonsuz, ezeli, ebedî,
bir ve tek olan Tanrı tarafına yoğunlaşmaktadır. Ancak bu durum alanların
birbirinden tamamen kopuk ve bağımsız olduğu anlamına gelmemektedir. Düşünce
tarihi bize birbiriyle ilişkilendirilip uzlaştırılmadıkça her iki tarafın
sağlam bir tutarlılıkla ortaya konulamayacağını göstermiştir. Plato’dan
Aristo’ya, Newton’dan Einstein’e birçok filozof ve bilim insanı tutarlı bir
evren modeli inşa edebilmek için sistemlerini bir şekilde Tanrıyla
ilişkilendirme ihtiyacını hissetmişlerdir. Öte yandan teolologlar da Tanrı
inancını temellendirme ve savunmada yaygın olarak kullandıkları kozmolojik
delillerden de anlaşılacağı üzere, ancak evrenle ilişkilendirilme sonrasında
bir Tanrı tasavvuru oluşturabilmişlerdir. Dolayısıyla insanın evren hakkında bir görüş ortaya
koymadan Tanrı hakkında konuşabilmesi zordur. O halde biz kelâmcıların Tanrı
ile meşgul olduğumuz kadar, evrenle de meşgul olmamız gerekiyor!
Helge
Kragh, “The Controversial Universe: A Historical Perspective on the Scientific
Status of Cosmology”, Physics and Philosophy, sy. 8 (2007), s. 1 vd.
Gordon Kane, Supersymmetry: Unveiling
The Ultimate Laws Of Nature, USA 2000, s. xvi. Ayrıca bkz. Ernan McMullin,
“Is Philosophy Relevant to Cosmology”, Modern Cosmology & Philosophy (ed.
John Leslie) ‘nin içinde, USA 1998, s. 35-6.
John C.
Polkinghorne, “Reductionism”, Interdisciplinary Encyclopedia of Religion and
Science, http://www.disf.org/en/Voci/104.asp (25.10.2010); ayrıca bilimin tümevarıma (inductive),
kozmolojininse tümdengelimci (deductive) olmasıyla ilgili bkz. Leo Albert
Foley, Cosmology: Philosophical and Scientific, USA 1962, s. 10.
Günümüz
kozmolojisinin bilimsel değeri konusunda bkz. Michael J. Disney, “Modern Cosmology:
Science or Folktale?”, American Scientist, 95/1 (2007), s. 383; Hannes
Alfven, “Cosmology: Myth or Science?”, Journal of Astrophysics and
Astronomy, sy. 5 (1984), s. 79-98; ayrıca bk. Marc Lachieze-Rey, Cosmology:
a first course, Cambridge 1995, s.2; Milton K. Munitz, Space, Time and
Creation: Philosophical Aspects of Scientific Cosmology, USA 1957, s. 3;
Leo Albert Foley, Cosmo- logy: Philosophical and Scientific, s.12 vd.
Bilimsel
kozmolojiyi ret konusunda akla ilk gelen isimlerden birisi, hiç kuşkusuz
Imanuel Kant’tır (1724-1804). Kant’ı bu konuda öne çıkaran şey, kariyerinin ilk
döneminde atomculuğu benimsemiş tutkulu bir kozmolog olmasıdır (bk. Bernard
Pullman, The Atom: In the History of Human Thought, Usa 2001, s. 183).
Öyle ki Karl Popper onun Evrensel Doğa Tarihi ve Gökler Kuramı (1755)
isimli eserini kozmolojiye yapılmış en büyük katkılardan biri olarak gösterir
(Karl Popper, Conjectures and Refutations: The Growth of Scientific
Knowledge, Great Britain 2004, s. 240). Zira bu kitapta savunduğu birçok
görüşün (atomculuk, kaostan düzene, ada evrenler, galaksi ve yıldız oluşumları
vs.) doğru olduğu, günümüzde ortaya konulmuştur. Kant bu yönüyle, kozmoloji
sahasında “saf aklın başarısına” örnek olarak gösterilmektedir (bk. Akarsu, Ö.
& Ural, Ş., “Kant’ın Newtoncu Kozmolojisi ve Modern Yıldız Kuramının
Temellerinin Atılışı”, XV. Ulusal Astronomi Kongresi Bildiri Kitabı,
(toplantı Ağustos 2006), İstanbul Kültür Üniversitesi Yayınlan (60-I/2007), s.
55-60) Ancak ne ilginçtir ki Kant, kariyerinin ikinci, yani kritikçi döneminde
hem atomculuğa hem de kozmolojiye karşı menfi bir tavır takınmıştır. Biz Kant
da dahil olmak üzere aydınlanma filozofları, modernistler ve onların tam
karşılarında yer alan gelenekçilerin bilimsel kozmolojiye karşı çıkma
gerekçelerini “Kelam İlminin Kozmolojik Boyutları ve Günümüz Kozmolojisi”
isimli makalemizde ayrıntılı bir şekilde ele aldık (bk. Marmara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, sy. 39 (2010/2), s. 49-80; ancak burada şunu da
ilave edebiliriz ki, Kant’ın Saf Aklın Eleştirisi (1781)’nde kozmolojiye
karşı çıkarken kullandığı “Evren’in, uzay ve zaman bakımından sonlu olup
olmadığını; maddenin atomlardan oluşup oluşmadığını bilemeyiz.”
antimonilerinin aksine, günümüz bilimsel kozmolojisi evrenin bizzat kendisi
hakkında gerekçelendirilmiş bilgi ortaya koyabilmektedir. Örneğin galaksilerden
gelen ışığın tayfta kırmızıya kayması (red-shift), kozmik mikrodalga fon
ışınımı, hidrojen ve helyum gibi elementlerin orantısal bolluğu, termodinamiğin
ikinci kanunu (entropi), yıldızların oluşum ve yaşam süreci gibi delillerle,
evrenin zamansal bir başlangıca sahip olduğunu güçlü bir şekilde ortaya koymaktadır.
Bu bağlamda Big Bang Teorisi, evrenin başlangıç anını göstererek (13.7 milyar
yıl), Kant’ın birinci antinomisinin çözümsüzlüğüne bir ölçüde son vermiştir.
Bkz. William Lane Craig, The Kalam Cosmological Argument, s. 189 vd;
ayrıca bkz. Caner Taslaman, Big Bang ve Tanrı, İstanbul 2003; Kant’ın
çözümsüz addettiği ikinci antinomisine gelince; her ne kadar Werner
Heisenberg’in “Belirsizlik İlkesi” (Uncertainty Principle) maddenin sonsuza
kadar bölünüp bölünemeyeceği hususunda belli bir noktadan sonra bilgimizin
deneysel olarak sınırlanacağını iddia etse de (Kophenhag Yorumu); ışık hızının
(yaklaşık 300.000 km/sn) mutlak kabul edilerek en küçük zaman biriminin (Planck
Zamanı= 10-44sn) en küçük mesafe birimine (Planck Mesafesi=10-32cm) oranını dikkate aldığımızda, evrende 10-32cm den daha küçük ölçekte bir parçacığın olmasının mümkün
olmadığını bugünkü geçerli fizik teorilerine göre de söyelebiliriz. Kant’ın
antinomilerinin günümüz fizik ve astronomi bilimlerinin verileri ışığında
değerlendirilmesi konusunda bk. Otfried Höffe, Kant's Critique of Pure
Reason: The Foundation of Modern Philosophy, New York 2010, s. 290 vd;
ayrıca bk. Charles Lincoln Van Doren, A History of Knowledge: Past, Present
and Future, 1992, s. 337 vd.; Glenn Borchardt, The Ten Assumptions of
Science: Toward a New Scientific Worldview, USA 2004, s. 30 vd; evrende 10-32cm den daha küçük bir parçacığın mümkün olamayacağıyla
ilgili olarak bk. Joseph Silk, On the Shores of the Unknown: A Short History
of the Universe, Cambridge 2005, s. 10; ayrıca bk. Godehard Brünt- rup,
“Natural Individuals and Intrinsic Properties”, Unity and Time in Metaphysics
(ed. Ludger Honnefelder)’in içinde, 2009, s. 248; Craig Callender, Nick
Huggett, Physics Meets Philosophy at the Planck Scale’in içindeki 2, 4
ve 8 nolu makaleler, USA 2001; George Johnson, “How Is the Universe Built?
Grain by Grain”, The New York Times (7.12.1999).
[7] Herman Bondi, “Astronomy and
Cosmology”, What is Science (ed. James R. Newman)’in içinde, New York
1955, s. 84; R.CLI, “Cosmology” md. The Oxford Companion to Philosophy New
Edi- tion (ed. Ted Honderich) Greet Britain 2005, s. 180; Leo Albert Foley,
Cosmology: Philosophical and Scientific, s. 10; 1966 yılında ünlü
astronom Edward R. Harrison (1919-2007), Massachu- setts Üniversitesi’nde ders
vermeyi kabul ettiği zaman kendisine üniversitenin ne olduğu ya da ne
olmadığına dair bir kitapçık verilir. Bu kitapçıkta eğitim müfredat programı
içerisinde iki dersin kesinlikle bulunamayacağı yazılıdır: Büyücülük ve
kozmoloji. Bk. Dick Teresi, Lost Discove- ries: The ancient roots of modern
science from the Babylonians to the Maya, New York 2002, s. 158.
[8] Ernsts Von Aster, İlk Çağ ve Orta Çağ Felsefe Tarihi,
İm Yayınları, İstanbul 2000, s. 3 ; ayrıca bk. James Jeans, Physics and
Philosophy, Kessinger Publishing, 2003, s 81.
[9] Maurizio Gasperini, The
Universe Before the Big Bang: Cosmology and String Theory, Berlin 2008, s. 1
vd.
[10] Kozmolojinin bilim haline gelme
süreci ile ilgili olarak bk. Stephen G. Brush, “How Cosmology Became a
Science”, Scientific American, August, 1992, s. 62; John F. Hawley &
Katherine A. Holcomb, Foundations of Modern Cosmology, 2005, s. 4-6, 25;
Matts Roos, Introduction to Cosmology, England 2003, s. 1 vd.; William
R. Stoeger, “What is 'the Universe' which Cosmology Stu- dies?” Fifty years
in science and religion: Ian G. Barbour and His Legacy (ed. Robert J.
Russell)’nin içinde, Ashgate Publishing, 2004, s. 127.
[11] Zira artık radyoaktivite,
fotoelektrik, siyah cisim ışınımı, öz ısı, atomik yapı gibi doğal fenomenleri
ve büyük mesafelerdeki yüksek hızları bu türden klasik fizik yaklaşımlarıyla
izah edebilmenin imkânı yoktu. Bkz. Salvator Cannavo, Quantum Theory: A
Philosopher's Overview, New York 2010, s. 2 vd. ayrıca bkz. Ian G. Barbour, Religion
and Science, San Francisco 1997, s. 166.
[12] Harold Curtis, Following the Cloud - A Vision of the
Convergence of Science and the Church, Harold Curtis, 2006, s. 135.
[13] Bk. Örneğin Michael Moorcock’un Los
Angeles Times’taki Reviewine bk. http://articles.latimes.com/2010/sep/05/entertainment/la-ca-stephen-hawking-20100905; ayrıca bk. http://www.economist.com /node/16990802; Christopher Norris, “Hawking Contra Philo-
sophy” http://www.philosophynow.org /issue82/Hawking_contra_Philosophy, (10.09.2011).
[14] http://www.observer.com/2010/culture/hawkings-book-shoots-top-amazon-sales-after-he-
denies-gods-existence, (09.09.2011).
[15] Örneğin ünlü Roma İmparatoru ve
aynı zamanda bir Stoa filozofu olan Marcus Aurelius Antoninus (121-180), evren
(Makro Kozmoz) ile insan (Mikro Kozmoz) arasındaki bu anlam ilişkisini şu
şekilde tasvir etmiştir: “Evrenin ne olduğunu bilmeyen kendisinin nerede
olduğunu bilemez; evrenin var oluş amacını bilmeyen ise, ne kendisinin kim
olduğunu bilir ne de evrenin ne olduğunu bilir.” George Long, Thoughts of
Marcus Aurelius Antoninus, e-book: http://www.gutenberg.org/ files/15877/15877-h/15877-h.htm#viii._52 (16.11.2010).
[16] Joseph Silk, On the Shores of the Unknown: A Short History
of the Universe, Cambridge 2005, s. 2-4.
[17] Henry F. Schaefer III, “The Big
Bang, Stephen Hawking and God”, Science and Christianity: Conflict or
Coherence? kitabının içinde, USA 2008, s. 57.
[18] James E.White, “Unfortunate Godmongering”, http://www.christianity.com/blogs/jwhite/ 11638165/print, (14.09.2011).
[19] Henry F. Schaefer, agm., s. 59.
[20] Stephen Hawking, A Brief History of Time, Bantam
Press, New York 1988, s. 8-9, 191.
[21] Hawking kendisiyle Zamanın Kısa
Tarihi kitabının satış başarısı üzerine yapılan bir röportajda, çok tartışılan
“Tanrı’nın Zihni” ifadesini kitaba koyup koymama konusunda uzun süre düşündüğünü,
eğer o ifadeyi koymasaydı kitabın bu derece başarılı satış rakamlarına
ulaşamayacağını belirtmiştir.
[22] Bu konuda Hawking’in Larry King Live’daki röportajına bk.
CNN, 9-10-2010, http://www.youtube.com/watch?v=9AdKEHzmqxA (14.09.2011).
[23] Dwight Garner, “Many Kinds of Universes, and None Require
God”, The New York Times, http://www.nytimes.com/2010/09/08/books/08book.html (14.09.2011).
[24] Roger Penrose, The Grand
Design (review), Financial Times, 04.09.2010, http://www.ft.com
/cms/s/2/bdf3ae28-b6e9-11df-b3dd-00144feabdc0.html#axzz1CSIgPlwa, (14.09.2011).
[25] Joseph Silk, “One Theory to Rule Them All”, Science,
330 (6001): 179-180.
[26] Craig Callender, “Stephen
Hawking Says There's No Theory of Everything”, New Scientist (02.09.2010),
http://www.newscientist.com/blogs/culturelab/2010/09/stephen-hawking-says-
theres-no-theory-of-everything.html (14.09.2011).
[27] Paul Davies, “Stephen Hawking's Big Bang Gaps”, The
Guardian (04.09.2010). http://www.guardian.co.uk/commentisfree/belief/2010/sep/04/stephen-hawking-big-bang-gap, (14.09.2011).
[28] Peter Woit, “Hawking Gives Up”, http://www.math.columbia.edu/~woit/wordpress/Zp=3141, (14.09.2011).
[29] Marcelo Glesier, “Hawking And
God: An Intimate Relationship”, NPR, http://www.npr.org
/blogs/13.7/2010/09/08/129736414/hawking-and-god-an-intimate-relationship,
(10.09.2011).
[30] John Horgan “Cosmic Clowning:
Stephen Hawking's "new" theory of everything is the same old CRAP”,
Scientific American, http://www.scientificamerican.com/blog/post.cfm?id=cosmic-
clowning-stephen-hawkings-ne-2010-09-13,
(14.09.2011).
[31] http://www.theticker.org/mobile/about/2.8220/stephen-hawking-attracts-criticism-for-views-on-
god-1.2336589 , (13.09.2011)
[32] Bu konuda bk. http://www.economist.com/blogs/babbage/2010/09/science_and_religion (10.02.2011).
[33] The Grand Design, s. 172.
[34] Hoyle’nin sonsuz zaman fikrini
kabul etmesi, kendi ateist inançlarıyla mutabık Durağan Durum Teorisi’ni, çoğu
meslektaşının bu teoriyi terk etmesine rağmen, uzun bir süre sonra daha savunmasına
neden olmuştur. Bu konuda bk. John Polkinghorne, “Cosmology: Scientific Cosmo-
logies” md., Encyclopedia of Religion (ed. Lindsay Jones), USA 2005,
III, 2032; ayrıca bk. lan G. Barbour, When Science Meets Religion, s.
42.
[35] İşte bu söylemiyle The Grand
Design “başlangıç”, “şuan” ve “son” itibariyle evreni kendisi dışındaki
doğaüstü bir gücün müdahalesine ihtiyaç duymayan bağımsız bir bütün olarak
görmekle ateistik söyleme yakınlaşmış oluyor. Zira Tanrı ile evren arasındaki
yaratıcılık, düzen koyuculuk, koruyup gözeticilik, sevk ve idare edicilik gibi
teistik bağları koparmaya çalıştığı gibi; Tanrı’nın varlığını ispat etmede
kullanılan kozmolojik delilleri de geçersiz hale getirmeye yönelik bir dil
geliştirmiş oluyor.
[36] Bk. Stephen Hawking & Leonard Mlodinow, The Grand
Design (Büyük Tasarım), tanıtan
Mehmet Bulğen, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sy. 39
(2010/2,), s. 171-182.
[37] The Grand Design, s.8.
[38] Spencer Scoular, First Philosophy: The Theory of
Everything, USA 2007, s. 349.
[39] Serge Brunier, Majestic Universe, Cambridge 1999, s.
175.
[40] William R. Stoeger, “String
Theory”, Encyclopedia of Science and Religion (ed. Nancy R. Howell), Usa
2003, s. 844.
[41] Gordon Kane, Supersymmetry:
Unveiling The Ultimate Laws Of Nature, s. 131; Laura Ruetsche, “String
Theory”, Encyclopedia of Philosophy (2nd edition) (ed. Donald M.
Borchert), USA 2006, IX, 267; Larry Gilman, “String Theory”, The Gale
Encyclopedia of Science (Third Edition) (ed. K. Lee Lerner), Canada 2004,
VI, 3868; Katrin Becker, String Theory and M-Theory, Cambridge 2007, s.
2 vd; Barton Zwiebach, A first course in string theory, Cambridge 2004, s 3 vd;
Michael Green, “A Brief Desctiption of String Theory”, Cambridge 2003, The
Future of Theoretical Phy- sics and Cosmology (ed. G.W. Gibbons) ‘un
içinde, s. 473.
[42] Christopher Ray, Time, Space and Philosophy, London
1991, s. 199.
[43] M-Kuramı’ndaki “M”’in ne anlama
geldiği tartışmalıdır. Kuramı ilk defa Kaliforniya Üniversitesinde verdiği bir
konferansta ortaya atan teorik fizik profesörü Edward Witten, M’in anlamını
açıklamamış, "Kuramı daha iyi anladıkça "M" nin ne olduğunu
anlayacağız" demiş, hatta bunun “Magic” (büyü), Mystery
(sır) anlamına gelebileceğini belirterek meseleye bir da gizem katmak
istemişti. Ancak birçoklarına göre M-Theory’deki "M"’in anlamı
"membrane" yani “zar” demektir. Çünkü M-kuramının 10-35 m. ölçeğinde temel aldığı varlık, Sicim Kuramı’nın aksine
“sicim” değil, “zar”dır. Sicim, Süper Sicim ve bunların günümüzdeki şekli olan
M-Kuramı hakkında ayrıntılı bir değerlendirme için bkz. Michael J. Duff, “The
Theory Formerly Known as Strings”, Scientific American, February 1998,
s. 64 vd.
[44] Larry Gilman, “String Theory”, The Gale Encyclopedia of
Science, VI, 3869.
[45] Sheldon Lee Glashow ile Sicim
Kuramı üzerine yapılmış röportaj için bk. “Viewpoints on String
Theory: Sheldon Glashow”, http://www.pbs.org/wgbh/nova/elegant/view-glashow.html
(05.09.2011).
[46] A Critic at Large, “Unstrung,” The New Yorker,
October 2, 2006, p. 86, http://www.newyorker.com/ archive/2006/10/02/061002crat_atlarge?currentPage = 2
[47] John C. Baez, “This Week's Finds in Mathematical Physics”, http://math.ucr.edu/home/ baez/week246.html , (05.09.2011).
[48] Peter Woit, “String Theory: An
Evaluation”, http://arxiv.org/PS_cache/physics/pdf/ 0102Z0102051v1.pdf (10.09.2011); Ayrıca Peter Woit’in
Sicim Kuramı üzerine yazdığı Not Even Wrong: The Failure of String Theory
and the Continuing Challenge to Unify the Laws of Physics (New York, 2006)
isminde bir kitabı da mevcuttur.
[49] Lee Smolin, The Trouble With
Physics: The Rise of String Theory, The Fall of a Science, and What Comes Next,
[50] Bu konuda ayrıca bkz. Peter Woit, “Is String Theory
Testable?”
http://www.math.columbia.edu/~woit/testable.pdf, (10.09.2011); John Horgan, http://www.scientificamerican.com/blog/post.cfm?id=cosmic-clowning-stephen-hawkings-ne-
2010-09-13,
[51] The Grand Design, s.7.
[52] Stephen Hawking - Roger Penrose, The Nature of Space and
Time, USA 2010, s. 4.
[53] The Grand Design, s.173.
[54] Alexander Bird, "Thomas
Kuhn", The Stanford Encyclopedia of Philosophy (Fall 2011 Edition),
(ed. Edward N. Zalta, URL = http://plato.stanford.edu/archives/fall2011/entries/thomas-kuhn/; ayrıca bk. Thomas Kuhn, Structure of Scientific
Revolutions (3rd edition), University Of Chicago Press 1996,
[55] Barry Loewer, "Philosophy
of Physics." Encyclopedia of Philosophy (ed. Donald M. Borchert). 2nd ed.
Detroit 2006, VII, 473-478.
[56] Biz, fizikteki bu deney-teori
ilişkisini “makas” örneği ile somutlaştırabiliriz. Bir makasın işlevini
sürdürebilmesi için açılıp kapanması gerektiği gibi fizikte de ilerlemenin
sağlanabilmesi için deney ile teori arasının ara sıra açılıp kapanması
gerekmektedir (hep açık dursa da olmaz, kapalı dursa da olmaz). Kuatum
fiziğinde olduğu gibi, bir gün geliyor eldeki teoriler gözlemlerle tam olarak
uyuşmuyor ve yeni gözlemleri açıklayan yeni bir teori geliştiriliyor. Burada
önemli olanın teorilerin deneye uyması, deneyden hareket etmesi olarak
gösterilse de duyuların yetersiz olduğu, bazen yanıldığı gibi gerekçelerle
fizikçiler daha sağlam bir kaynaktan yani matematikten (ya da Platon’un
geçmişte yaptığı gibi mantıktan) yardım almaktadırlar. Dolayısıyla bazen teori
ortaya koyulup deneyin onu doğrulaması beklenebiliyor. Ancak günümüzde makasın
teori ile deney yüzlerinin arası öyle açılmış durumda ki, M-Kuramında olduğu
gibi bu iki yüzün nasıl kesişebileceğim kimse bilmiyor.
[57] Geoff Brumfiel, “Higgs Hunt
Enters Endgame”, Nature, Vol. 479 (24 November 2011), s. 45657; ayrıca
bk. Nick Thompson, “What is the Higgs boson and why is it important?” CNN,
(De- cember 13, 2011).
[58] J.D. Bernal, A History of
Classical Physics: From Antiquity to the Quantum, New York 1972, s. 302;
ayrıca bk. a.mlf., Modern Çağ Öncesi Fizik (çev. Deniz Yurtören), Ankara
1995, s. XVIII, 27, 334.
[59] Örneğin Galileo doğanın
matematiksel modellenmesinde öncü kişilerden birisi olmasına karşın, ona göre
sadece mantık ya da matematik, doğa yasalarının anlaşılmasında ölçü olarak
kabul edilmez. Buna göre asıl olan deney ve gözlemdir; matematik ise deneyden
sonra ikinci plandadır, deneyin sonuçlarını tamamlamak için gerekli olan bir
dildir. Bu konuda ayrıntılı bir mülahaza için bkz. Dick Teresi, Lost
Discoveries, s. 194.
[60] Örneğin Lobachevsky Öklid’in
beşinci aksiyomuna aykırı olarak, verilen bir doğru parçasına verilen bir
noktadan birden fazla paralel çizilebileceğini veya bir üçgenin açılarının toplamının
1800 den küçük olduğunu kabul eder. Riemann geometrisi ise hem
Öklid’in parabolik geometrisinden hem de Lobachevsky’nin hiperbolik
geometrisinden farklı olup, onun eliptik geometrisinde paralel çizgiler
yoktur, ayrıca bir üçgenin açılarının toplamı iki dik açının toplamından daha
büyüktür. Bu konuda bk. George Sarton, “Euclid and His Time”, Ancient
Science and Modern Civilization, New York 1959, s. 27-28; Alexander
Hellemans - Bryan Bunch, The Timetab- les of Science: A Chronology of the
Most Important People and Events in the History of Science, USA 1988, s.
272-73; ayrıca bk Robin Wilson, “4000 Years of Geometry”, http://www.gresham.ac.uk/ lectures-and-events/4000-years-of-geometry (14.09.2011);
Sevim Tekeli, Bilim Tarihi, Ankara 1997, s.144; geçmişte atomculuğu
savunan Epikürcüler ve Klasik Dönem Kelamcıları da Ök- lid’e alternatif bir
geometrinin (süreksiz geometri) aksiyomlarını esas alma ihtiyacını hissetmişlerdir.
Bu konuda bk. Alnoor Dhanani, Kelâm[cılann] Atomları ve Epikürcü Minimal
Parçalar (çev. Mehmet Bulğen), Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dergisi, sy. 40 (2010/2), s. 245-58; S. Marc Cohen, “Atomism”, University
of Washington, http://faculty.washington.edu/smcohen/ 320 /atomism.htm (16.08.2011).
[61] Brian Grain, The Elegant Universe, USA 2003, s. 231;
George Johnson, “How Is the Universe Built? Grain by Grain”,
[62] Kozmoloji sahasında deney/gözlem
ve metematik/mantık ilişkisine dair genel bir değerlendirme için bk. Hannes
Alfven, “Cosmology: Myth or Science?”, Journal of Astrophysics and
Astronomy, sy. 5 (1984), s. 79-98,
[63] George Greenstein, Arthur Zajonc, The Quantum Challenge,
USA 2006, s. 45 vd.
[64] Örneğin biz İstanbul’dan
Ankara’ya giderken yol boyunca tek bir güzergah takip etmek zorun- dayızdır,
aynı anda iki farklı güzergahtan da gitme ya da aynı anda farklı yerlerde
bulunma imkanımız yoktur.
[65] The Grand Design, s.
139-140.
[66] Örneğin bkz. http://www.newyorker.com/archive/2006/10/02/061002crat_atlarge, (10.06.2011).
[67] Peter E. Hodgson, Theology and Modern Physics,
Ashgate 2005, s. 1.
[68] Aynı şekilde “Artık bilim evreni
açıklayabilir, o halde Tanrı’ya gerek yok!” sözü de, evrende bilimin açıklamada
çaresiz düştüğü noktalar üzerinden Tanrı’ya ulaşma yöntemine bir meydan
okumadır. Örneğin bugünkü mevcut fiziğin “Big Bang”i neyin tetiklediğini
açıklayamamasını kullanarak Tanrı’ya ulaşma çalışan ve patlama anını (T=0)
“Yaratmanın Başlangıç Anı” ilan eden bir yaklaşım, Büyük Patlama’dan öncesinde
ne olduğunu açıklamaya yönelik geliştirilen bütün bilimsel çalışmalarla ve bu
doğrultudaki ilerlemelerle çatışmaya düşecektir.
[69] J. D. Bernal, Tarihte Bilim (çev. Tonguç Ok),
İstanbul 2008, s. 484.
[70] Ismail R. Faruqi, “Islam and The Theory of Nature”, Islamic
Quarterly, Vol. XXVI/1 (1984), s. 16-24.
[71] Antony Flew, There is God: How The World’s Most
Notorious Atheist Changed His Mind, Austra- lia, s. 90-91, 155
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar