Print Friendly and PDF

EL-HASÂİSU'L-KÜBRÂ PEYGAMBER EFENDİMİZ VE MU'CİZELERİ 1

Bunlarada Bakarsınız

 

 

EL-HASAISU'L-KÜBRÂ

PEYGAMBER EFENDİMİZ VE MU'CİZELERİ

(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)

İmâm Celâlüddîn Abdurrahmân Suyûtî

Şâfiî (ö. 911/1505)

 

1 PEYGAMBER EFENDİMİZİN YARATILIŞTA İLK PEYGAMBER OLUŞU

 Peygamber Efendimizin Yaratılışta İlk Peygamber Oluşu, O'nun Peygamberliğinin Diğer Peygamberlerden Önce Oluşu ve Bunun Üzerine Peygamberlerden Misak (Söz ve İkrar) Alındığı

Allahü teâlâ'n:

"Biz, Peygamberlerden mîsâklarim aldığımız zaman..." [2] âyetiyle ilgili olarak İbn-i Ebî Hatim Tefsîr'înde, Hafız Ebû Nuaym Delâil'inde Katâde'den Hazret-i Peygamberin hadîsini nakleder:

"Ben, hakikatte Peygamberlerin ilki, bi'sette ise sonuncusuyum...[3]

Ebû Sehl bin Kattan "Emâlî"sinin bir cüz'ünde şöyle demiştir: "Ben, Ebû Cafer Muhammed bin Ali'ye sordum: "Ya İmâmPeygamberimiz en son gönderildiği halde, O'nun bütün Peygamberlerin önüne geçmiş olması nasıl oluyor?" Bana şu cevâbı verdi: "Cenab-ı Hakk, ruhlar âleminde Âdemoğullarından mîsâk alıp ve onları öz varlıkları üzerine şahit tutup: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye sorduğu zaman [4] Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ilk olarak: "Evet, Sen bizını Rabbimizsin!" cevâbim vermiştir. Böylece O, bütün Peygamberlerin önüne geçmiştir..."

İmam-ı Ahmed'in Buhârî'nin Târih'inde, TaberanîHâkimBeyhekî ve Ebû Nuaym'in Meyseratü'l-Fecr'den rivayet ettiklerine göre, o demiştir ki: "Ben ey Allah'ın Resulü, sen ne zaman Peygamber oldun?" diye sordum. Peygamberimiz de buyurdular ki: "Âdem ruh ile cesed arasında iken, ben Peygamber idim."

Yine İmâm-ı Ahmed ile Hâkim ve Beyhekî Irbâd bin Sâriye'den şöyle rivayet ederler: "Ben, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bizzat şöyle buyurduk­larim duydum:

"Gerçekten ben, Allah indinde Ümmül Kitab'da bütün Peygamberlerin sonuncusu olarak yazıldığım zaman, Âdem,» onun yaratılışına esas olan çamur parçası içinde mayası çalınmak üzere yatmakta idi!"

Ayrıca HâkimBeyhekî ve Ebû Nuaym, yine Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)'in şöyle dediğini rivayet ederler: "Bir defasında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e şöyle soruldu: "Ya Resûlallâh, Peygamberlik sizin için ne zaman vacip oldu?"

Efendimiz de: "Babamız Âdem'in topraktan yaratılması ile kendisine rûh üflenmesi arasında..." buyurdu.

Bezzâr, el-Evsat'ında Taberanî ve Ebû Nuaym, eş-Şa'bî tankından o da İbn-i Abbâs (radıyallahü anh)'dan şöyle rivayet etmişlerdir: "Peygamberimiz'e "Ey Allah'ın Resulü, sen ne zaman peygamer oldun?" diye soruldu. Peygamberimiz de: "Âdem ruh ile cesed arasında iken" buyurdu.

Ebû Nuaym'in es-Senâbihı'den rivayet ettiğine göre, bir gün Ömer (radıyallahü anh): "Yâ Resûlallâh, siz ne zaman Peygamber kılındimz?" diye sormuş. Peygamberimiz ise: "Âdem, yaratılışimn mayası olan çamurda yatar iken" demiştir... -Haber verelim ki, bu rivayet mürseldir-

İbn-i Sa'd'in rivayetine göre de, İbn-i Ebi'l-Ced'â şöyle demiştir: "Ben, ey Allah'ın Resulü, sen ne zaman Peygamber oldun?" diye sorduğumda; aldığım cevap şöyle olmuştur: "Ben, Âdem ruh ile cesed arasında iken Peygamber oldum."

Yine İbn-i Sa'd, Mutarrif bin Abdullah bin el-Şihhir'den şöyle rivayet etmektedir: "Adamın biri, Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem): "Sen, ne zaman Peygamber oldun?" diye sordu. O da cevabında şöyle buyurdu: "Âdem ruh ile çamur arasında iken."

İbn-i Sa'd'in, Amir'den olan rivayeti de şöyledir: "Adamın biri Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e: "Siz ne zaman nebi oldunuz?" diye sormuştu. Efendimizin verdikleri cevap da şöyle olmuştur: "Benden misâk alındığı ve Âdem'in ruh ile cesed arasında bulunduğu zaman."

Taberani ve Ebû Nuaym, Meryem el-Gassani'den şöyle rivayet etmektedirler: "Bir arâbi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e: "Ey Allah'ın resulü, senin Peygamberliğinde ilk şey nedir?" diye sordu. Peygamberimiz de: "Allah diğer bütün Peygamberlerden misâk aldığı gibi, benden de misâk aldı. Aynı zamanda bu hususta, Peygamberler babası İbrahim (aleyhisselâm)'ın duası, Îsâ (aleyhisselâm)'ın müjdesi vardır. Bir de anamın bir rü'yası vardır ki o da şöyledir: Anam, bu rü'yasmda, iki ayağı arasından bir kandilin çıktığım ve bu kandilin Şam saraylarim aydınlattığım görmüştür..."

 Peygamber Efendimiz'in Risaletinin Bütün İnsanlığa Şamil Olması, Bütün Peygamberlerin ve Ümmetlerinin Onun Ümmeti Olması:

Bu hususu gayet ilmi bir şekilde açıklayan Şeyh Takıyyuddin es-Sübki, "Et-Ta'zım ve'l-Minneh" adlı kitabında diyor ki: "Canâb-ı Hakk, Kitâb-ı Kerim'inde Peygamberlere hitaben: "...Mutlaka O'na inanacak ve mutlaka O'na yardım edeceksiniz" [7] diye buyurmuştur. Kurân'ın bu ayetinde, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in makamının yüksekliği ve kadrinin yüceliğine işaret edildiği, asla gizli değildir. Yine aynı ayette O'nun, onların zamanlarında gönderilmiş olması -veya onların ömürlerinin uzun olup da O'nun zamanına yetişmiş olmaları- halinde, onların dahi Peygamberi olacağına da işaret edilmiş olmaktadır. Denıekki O'nun nübüvvet ve risâleti, Âdem (aleyhisselâm) zamanından tâ kıyamete kadar umûm halka şâmil bulunmakta, bütün Peygamberler ve onların ümmetleri de O'nun ümmetinden sayılmaktadır. ve O'nun: "Ben, bütün insanlara Peygamber olarak gönderildim!" hadisi de, yalnız kendi zamanından kıyamete kadar gelecek olanlara değil, aynı zamanda kendinden önceki insanlara da şamil bulunmaktadır. Böylece, hem Peygamberimizin bu büyük özelliği, hem de diğer bir hadislerindeki: "Âdem, ruh ile cesed arasında iken ben Peygamber idim" beyânı da güzelce anlaşılmış olur.

Bu hususu sırf Allah'ın ilmi nokta-i nazarından açıklamak isteyenlere gelince: Onlar, bizını burada anlatmaya çalıştığımız bu önemli inceliği kavrayamamış olan kimselerdir. Zira Allah'ın ilmi, her şeyi ihata etmiştir. Peygamberimiz'in tâ o vakitte nübüvvet ile vasıflanmış olması ise; kendisi için Peygamberliğin tâ o zaman dahi sabit bir emir olduğunu ifade etmektedir. Bu yüzdendir ki Âdem (aleyhisselâm) O'nun adını, Arş üzerinde: "Muhammed Allah'ın Resulüdür!" şeklinde yazılı olarak görmüştür. İşte bunun, tâ o zaman sabit bir hakikât olması gerekir. Eğer bunu; sırf ileride Peygamber olacağimn bilinmiş olması manasına alacak olursak, bu taktirde O'nun, "Âdem ruh ile cesed arasında iken Peygamber oluşunun" bir hususiyeti kalmamış olur.

Zira, diğer Peygamberlerin Peygamberlikleri de, her zaman için Allah tarafından bilinmekte olan bir şeydir. Halbuki, bizını Peygamberimiz1 in bu hadisleri ile biz ümmetine haber verdikleri böyle bir hususiyetin sabit olduğu; muhakkak bulunmaktadır. Müslümanlar O'nu, bu hususiyeti ile de tanıyıp Allah indinde O'nun kadrinin ne kadar yüce oluşuna hakkıyle arif olurlar da bu sebeble, nice iyilik ve faziletler elde ederler.

SORU:

Eğer dersen ki: "Ben, bu fazilet ve Özelliği iyice anlamak istiyorum. Zira Peygamberlik bir vasıftır ve bununla vasıflanacak olan zatın, aynı zamanda mevcud olması gerekir. Bu ise ancak, kendisine Peygamberlik verilecek olan zâtın kırk yaşına baliğ olmasından sonra olur. Bir Peygamber, henüz kendisi mevcut değilken ve Peygamber olarak da gönderilmiş değilken, nasıl olur da Peygamberlik ile vesıflandırılabilir? Eğer bu, haddizatında sahih ise, başkası için de sahih olması gerekmez mi?"

CEVAP:

Bilesin ki, bize, Allahü teâlâ'nın ruhları cesedlerden evvel yaratmış olduğuna dair hakikatli haberler gelmiştir. Peygamber Efendimizin: "Ben, Âdem ruh ile cesed arasında iken nebi idim" sözleri ile; bizzat kendi hakikatine veya rûh-u şerifine işaret etmiş olmaları mümkündür. Bizını gibiler mücerred akılları ile hakikatleri kavramakta kusur edebilirler. Hakikatleri ancak, onların ve her şeyin yaratıcısı olan ve yaratılmışlara ilâhi nuru ile imdad buyuran Yüce Allah bilir. Sonra, sânı yüce Allah'ın, bu hakikatlerden dilediğini dilediği zaman meydana getirmesi de mümkindir. Peygamberimizin hakikatine gelince: Demek ki Cenâb-ı Hakk, O'nun hakikatma daha Âdem yaratılmadan Peygamberlik vasfim vermiş, O'nu buna layık bir şekilde hazırlamış ve O'nun üzerine bu vasfı ifâza buyurmuştur. O da, tâ o vakitten beri Peygamber olmuş, adı da "Muhammed Allah'ın Resulüdür!" diye Arş üzerine yazılmıştır. Cenâb-ı Hakk da O'ndan Resul diye haber vermiştir. Tâ ki, ins ü cin ve bütün melekler O'nun Allah indindeki kadr ü kıymetini, üstün kerametini hakkiyle bilsinler. Bilsinler de bu yüzden nice derece ve faziletlere ersinler.

Evet, O'nun hakikati tâ o zamandan beri mevcuttur, her ne kadar yüce Allah'ın kendisine ifâza ve imdâd buyuracağı nice şerefli vasıflar ile sıfatlanacak olan cesid-i şerifinin mevcudiyeti gecikmiş olsa bile... Hiç şüphesiz gecikme bundadır. Yâni O'nun fânî vücûdunun tekevvününde, O'nun Peygamber olarak gönderilmesinde, "tebliğ"dedir. Yoksa O'nun hakikatinde değil...

Diğer keramet (nübüvvet) ehline gelince: Yüce Allah'ın böyle bir kerameti (nübüvveti), ona sahib olan zâta ifâza ve imdâd buyurması ise; o zâtın vücûdunun tekevvün etmesinden bir müddet sonra olmaktadır...

Her vücûda geleni yüce Allah'ın ezelde bilmiş olmasında ise, asla şüphe yoktur. Bunun böyle olduğu, aklî ve şer'î kesin deliller ile sabittir... İnsanların Allah'ın ezelde bilmiş olduğu bir şeyi bilmeleri ise, o şey zuhur edip de kendilerine vâsıl olduktan sonra olmaktadır... Daha önce bilmeleri, mümkün olmamaktadır... Nitekim Sevgili Peygamberimizin Peygamberliğini de, Cebrâîl (aleyhisselâm)'ın kendisine gelip Kur'ân'dan âyetler getirdiği zaman bildikleri gibi...

Cenâb-ı Hakk'ın malûmatı -ezelde bildikleri- cümlesinden olan bir şey; aynı zamanda O'nun fiillerinden bir fiildir; O'nun kudretinin ve irâdesinin eserlerinden bir eserdir... ve bu eser, kendisiyle vasıflanan özel bir mahalde zuhur eder... Yâni burada iki mertebe söz konusudur. Birincisi: Sâdece delîl ve bürhân ile bilinmektedir, ikincisi: Gözle görülecek şekilde zuhur etmektedir... Bu iki mertebe arasında ise Allah'ın irâde ve ihtiyarı ile zuhura gelecek olan birtakım vasıtalar bulunmaktadır. Bunlar, Allah'ın fiilleri olan öyle vasıtalardır ki, bazısı özel bir mahalde zuhur eder... Bazısı ise, özel bir mahal içip haddizatında hâsıl olmakla beraber* hiç bir kimse için zahir ve malûm olmayabilir...'Yâni, husûsî bir mahalde zuhur eden bir kemâl ve keramet (nübüvvet); yâ bu mahallin yaratıldığı andan itibaren ona mukârin olarak mevcut bulunur, yahut da bir müddet sonra vücûda gelir... Böyle olmakla beraber, eğer "muhbir-i sâdik"m haber vermesi olmasa, bizını bu hususta hiç bir bilgimiz olamaz...

Hiç şüphesiz Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), bütün yaratılmışların en hayırlısıdır. Hiçbir kimse için, O'nun kemâl ve kerametinden daha büyük bir kemâl ve keramet olamaz! Yine O'nun husûsî mahal ve makamından daha şerefli bir makam da bulunamaz! İşte biz, böyle bir kemâl ve kerametin Âdem yaratılmadan önce Peygamberimiz için sabit olduğunu, sahîh haber ile, yâni O'nun bize haber vermesi ile bilmiş bulunuyoruz. Şüphesiz bu keramet ve hususiyet O'na, Allah (c.c.) tarafından verilmiş ve Allah O'nu, tâ o vakitte Peygamber kılmıştır. Sonra, bu hususta diğer Peygamberlerden "mîsâk" almış ve O'nun, kendilerine mukaddem olduğunu, hepsinin nebisi ve resulü bulunduğunu da onlara bildirmiştir."

 Diğer Peygamberlerden "Misak" Alınmış Olmasındaki İncelik ve Hikmet

Sânı yüce Allah, Peygamberimiz'e ve diğer Peygamberlere salât ü selâm eylesin, gerçekten bizını Peygamberimiz için diğer Peygamber­lerden mîsâk alıfimış olmasında büyük bir hikmet ve incelik bulun-maktadır... Sanki bu, halîfelerin tebeasından bîat yemini almasına benzemektedir... îhtimal ki halîfelerin halkından kendilerine itaat edeceklerine dair aldıkları bu bîat yemîni de, diğer Peygamberlerden bizim Peygamberimiz'e itaat edeceklerine dair alınmış bulunan bu mîsâk olayına dayanmaktadır... İşte bu inceliği nazar-ı itibâra alarak Cenâb-ı Hakk'ın, sevgili Peygamberimiz'in kadrini ne kadar yüceltmiş olduğunu güzelce anlamaya çalış... Bunu anladığın zaman, sevgili Peygamberimizin Peygamberler Peygamberi olduğunu da anlamış ve kabul etmiş olursun... O, Peygamberler Peygamberi olduğu içindir ki, yarın ahîrette bütün Peygamberler O'nun Livâü'l-Hamd sancağı altında toplanacaklardır. ve O, daha dünyamız da iken de Leyle-i Mi'râc'da Peygamberlerin önüne geçip onlara namaz kıldırmıştır...

İşte bunun içindir ki, eğer O'nun gelişi Âdem, Nûh, Ibrâhîm, Mûsâ veya Îsâ Peygamberlerden (Allah'ın selâmı hepsinin üzerine olsun!) herhangi birinin zamanına rastlamış olsaydı, onlara ve onların ümmetlerine O'na imân etmeleri ve O'na destek olmaları farz olurdu. Çünkü sânı yüce Allah, onlardan bu hususta mîsâk almıştır...

Demek ki, O, manen bütün Peygamberlerin ve onların ümmetlerinin dahî nebîsi ve resulü bulunmaktadır. Sa'dece iş, O'nun onlarla birlikte bulunmasına, onların zamanında mevcut olup-olmama-sına kalmaktadır... Yâni işin gecikmesi; onların vücutları ile ilgili bulunmaktadır. Yoksa onların bu ilâhî ve manevi hikmetin iktizâsı ile vasıflanmamış olmalarından değil... Unutmamamız lâzınıdır ki, husûsî bir mahallin bir fi'li (veya vasfı) henüz kabul etmemiş olması ile, kabul edecek olanın kabul etme ehliyetinin olup-olinaması arasında fark vardır... Bahsınıizde ise, hem failin ehliyeti bakımından, hem de Peygamber Efendimizin zâtı cihetinden bir tavakkuf, gecikme (veya) ehliyetsizlik söz konusu değildir. Gecikme sadece vücût itibariyle olup buna şümülû ve ilgisi bulunan zamanın gelip gelmeme sindedir. Yani eğer O, onların asrında mevcut olsa, hiç şüphesiz onların da O'na uymaları gerekir. İşte bu yüzdendir ki Îsâ Peygamber, âhir zamanda geldiği zaman O'nun şeriati üzerinde bulunacaktır. Halbuki kendisi de kerem sahibi bir Peygamberdir... Yoksa bazı kimselerin zannettikleri gibi, Hazret-i tsâ, bu ümmetten bir ferd olarak gelecek değildir.

Evet, Hazret-i Îsâ da yukarıda anlattığımız manâda, bu ümmetten biri sayılır... O, ancak Peygamberimiz'in şerîati ile, kitap ve sünnet ile amel edilmesini emredecektir. Kitap ve sünnetteki bütün emir ve nehiyler, diğer bütün Peygamberleri ilgilendirdiği gibi, Hazret-i Îsâ'yı da ilgilendirmektedir. Bu onun Peygamberlik kerem ve sânından da hiçbir şey eksiltmeyecektir. Bu böyle olduğu gibi, şayet Peygamber Efendimiz onun zamanında veya Hazret-i Mûsa'nın zamanında, İbrâhim veya Nuh'un zamanlarında gönde­rilmiş olsaydı, bu Peygamberler kendi ümmetlerinin Peygamberleri oldukları gibi, aynı zamanda Peygamberimiz de onların üzerinde onların Peygamberi olacaktı; hepsinin nebîsi ve resulü bulunacaktı. Demek ki bizını Peygamberimiz'in Peygamberliği, bütün Peygamberle-rinkinden daha şümullü, daha umûmî, daha büyük bulunmaktadır. Aynı zamanda O, onların şerîatleriyle de "usûl"'{temel esaslar) bakımından müttefik bulunmaktadır. Çünkü şeriatleıv&sûl bakımından birbirinden farklı değildir...

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz'in şerîatinin, teferruata âit hükümler bakımından diğer şeriatlerden üstün olmasına gelince:

Bu, yâ tahsis ya da nesih yoluyla olmaktadır... Yahut da bunların her ikisi de olmaz, fakat diğer Peygamberlerin kendi zamanlarında kendi ümmetlerine getirdikleri bir hüküme nisbetle, bizim Pey gamb erimi z'in şu zamanda getirdiği bir hükmün arasındaki (zamanlar ve şahıslar bakımından) görülmesi kaçimlmaz olan fark itibariyle olur... Biz, burada izahına çalıştığımız böyle bir hikmet ve inceliğin mevcudiyetine vâkıf olduktan sonradır ki, aşağıda ki iki hadisin manâları da bizce aydınlığa kavuşmuştur...

Halbuki daha önce her iki hadisin manâları da bizce aydınlığa kavuşmuştur... Halbuki daha önce her iki hadisin gerçek manaları tarafımızdan iyice anlaşılamamıştı...

Bu iki hadisten birincisi: hadisi olup ikincisi de: hadîs-i şerifidir.

Biz önceleri, "Ben, bütün insanlara Peygamber olarak gönderil­dim!" mealindeki birinci hadîsi, "O, kendi zamanından tâ kıyamete kadar ki zamanın Peygamberidir" şeklinde anlıyorduk. Halbuki hadîsin esas manâsı: "O, Âdem'den tâ kıyamete kadar bütün insanların ve bütün zamanların Peygamberidir!" şeklinde olmalıdır. İkinci hadisi de önceleri: "O'nun tekaddümü, Allah tarafından malûm ve mukadderdir" diye anlıyorduk. Halbuki esas manâ, bundan çok farklı ve fazla imiş... Nitekim yukarıdan beri izahına çalıştık. Bu izahın özeti ise: O, diğer Peygamberlerin herhangi birinin zamanında Peygamber olarak gönderilmesi halinde, onlar ve onların ümmetleri mutlaka O'na uyacaklar ve O'na destek olup yardım edeceklerdir!... O, böyle bir vazife ve vasıf için ehliyetli, onlar da buna me'ınûr ve mükelleftir... Mesele, bir hükmün, şartına talik edilmesi kabîlindendir. Hükümler, şartlarına ta'lik edilir. Fakat bu ta'lik, bazan tasarrufu kabul edecek olan mahal itibariyle olur... Bazen de o mahalde tasarruf edecek olan fail itibariyle olur. Bahsınıizle ilgili olan ta'lik ise, sadece tasarrufu kabul edecek olan mahal itibariyledir. Burada bu mahal; kendilerine Peygamber gönderilecek olan kimselerdir ve onların bunu dinleyip kabul etmeleridir... Onlara hitap edecek olan zât-ı şerifin maddeden mevcut olması ise, bir temsil ile şuna benzemektedir:

Bir aile reisi, yâni baba; kendi kızim evlendirivermesi için bir adama vekalet verir... O adama hitaben der ki: "Kızımı, kendisinin dengini bulduğun zaman evlendirebilirsin. Sana bu hususta vekâlet veriyorum!" İşte bu babanın o adama bu şartla vekâlet vermesi sahih olmuştur ve o adamın vekâlet ehliyeti de böylece sabit olmuştur... Şimdi o adam bu vekâleti,«kendisine vekâlet verenin kızının dengini bulduğu zaman kullanacaktır. Üzerinde taşıdığı vekâlet sıfatim da, o zaman tasarruf edecektir. Bakarsınız kızın dengini bulmakta hayli gecikmiş olabilir... Fakat bu gecikme yüzünden ne vekâletine bir zarar gelir, ne de vekâletin sıhhatinde bir eksilme olur...

(Muhterem okuyucu, Allâme Sübkî'nin bahsınıizle ilgili izahı, burada sona ermiştir. Her şeyi, yüceler yücesi Allah daha iyi bilir) (Süyûtî).

 Peygamberimiz'in Adının Arşı Alâ Üzerine ve Meleküt Âlemindeki Diğer Yerlere Allahü Teâlâ’nın Adı ile Birlikte Yazılması

HâkimBeyhekîTaberânî (el-Sağir'inde), Ebû Nuaym ve İbn-i AsâkirÖmer (radıyallahü anh)'den rivayet ederler. O demiştir ki: "Resûlüllah Efendimiz şöyle buyurdular: "Âdem (aleyhisselâm) Cennette malûm hatayı işlediği zaman, "Yâ Rabbi! Beni, has kulun Muhammed hürmetine bağışla!" diye duâ etti. Allah da kendisine: "Yâ Âdem, Muhammed'i nasıl tanıdın?" diye sordu.

 Âdem şöyle cevap verdi: "Yâ Rabbi! Sen beni yarattığın ve ruhundan bana üflediğin zaman, başımı kaldırıp yukarı bakmıştım, İşte o sırada Arş'ın sütunları üzerinde: "Lâ ilahe illallah! Muhammedün Resûlüllah" diye yazılı olduğunu gördüm. Bildim ki Sen, kendi adının yanına ancak en sevgili kulunun ismini koyarsın." Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk: "Evet yâ Âdem, doğru söyledin. Eğer Muhammed olmasaydı, Ben seni yaratmazdım..." diye buyurdu.  

İbn-i Adiy ve İbn-i Asâkir Enes'ten şu rivayeti naklederler. O şöyle demiştir: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdular ki: Ben, mi'râc gecesinde arş'ın sâkında; "Allah'tan başka ilâh yok, Muhammed Allah'ın resulüdür ve ben O'nu Ali ile te'yîd eyledim" diye yazılı olduğunu gördüm."

Yine İbn-i Asâkir Ali'nin şöyle dediğini rivayet eder: "Resûlüllah buyurdu: Ben mi'râc gecesinde Arş'ın üzerinde; "Allah'tan başka ilâh yok, Muhammed Allah'ın resulüdür! Ebû Bekir gerçekten sıddîktir, Ömer fâruktur, Osman da iki nûr sahibidir!" şeklinde yazılı olduğunu gördüm."

Ebû Yâ'lâTaberanîİbn-i Asâkir ve Hasan bin Arafa Ebû Hüreyre'den şunu naklederler. O demiştir ki: "Resûlüllah buyurdular ki: "Ben mi'râc gecesi semaya .çıktığımda her semâda adının "Muhammed Allah'ın resulüdür" diye yazılı olduğunu gördüm. Benden sonra halîfe Ebû Bekir olacağını da..."

Hafız Bezzâr ise, İbn-i Ömer tarîkinden şu mealde bir rivayet sevketmiştir: "Resûlüllah buyurdu: Ben mi'râc gecesi semâlara çıktığımda, her bir semâda adının "Muhammed Allah'ın resulüdür!" diye yazılı olduğunu görmüşümdür."

Darekutnî, Hatıb ve İbn-i Asâkir Ebû'd-Derdâ'dan şöyle rivayet ederler: O demiştir ki: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Ben mi'râc gecesi Arş'ta bir yeşil yaygı gördüm, üzerinde beyaz bir nur halinde şöyle yazılı idi: "Allah'tan başka ilâh yok, Muhammed Allah'ın resulüdür! Ebû Bekir sıddîktır. Ömer de fâruktur!"

İbn-i Asâkir Câbir'den rivayet eder. O şöyle demiştir: "Cennetin kapısında: Lâ ilahe illallah Muhammedün Resûlüllâh!" yazılı olduğu bir hadislerinde Resûlüllâh tarafından bildirilmiştir.

Ebû Nuaym'in Hılye'sinde İbn-i Abbâs'tan rivayet ettiğine göre de, Resûlüllâh şöyle buyurmuştur: "Cennette mevcut her bir ağacın her yaprağında: Lâ ilahe illallah, Muhammedün Resûlüllâh" diye yazılıdır."

Hakim, sahihtir kaydiyle İbn-i Abbâs'tan rivayet eder. O demiştir ki: "Allahü teâlâ Îsâ (aleyhisselâm)'a şöyle vahyetmiş: "Muhammed'e imân et ve ümmetinden her kim O'na yetişecek olursa, O'na imân etmelerini de kendilerine emret! Eğer Muhammed olmasaydı, ne Âdem'i yaratırdım, ne cenneti ne de cehennemi... Ben arşı yarattığım zaman o su üzerinde izdırâb etti... Ben de, üzerine "Allah'tan başka ilâh yok, Muhammed Allah'ın resulüdür" diye yazdım, bunun üzerine arş sakin oldu..."

Not: Hafız Zehebî: "Bu rivayetin râvileri arasında Amr bin Evs vardır ve kim olduğu bilinmemektedir" demiştir. (Suyûtî).

İbn-i Asâkir Ebû'z-Zübeyr tarikiyle Câbir'in şöyle dediğini rivayet eder: "Âdem (aleyhisselâm)'ın iki omuzu arasında: "Muhammed Allah'ın resulüdür ve bütün Peygamberlerin hâtemidir" diye yazılmıştır."

Taberanî'nin Ubâde bin Sâmit'ten naklettiğine göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Peygamber Süleyman bin Davud'un yüzüğünün kaşı semavî idi ve nakşında şu yazı vardı: Ben, kendisinden başka ilâh olmayan Allah'ım! Muhammed de benim kulum ve resûlümddür!"

Ukayll ile İbn-i Adiyy'in Cabîr'den sevkettikleri rivayet ise şöyledir: "Resûlüllâh buyurdu: "Davud'un oğlu Süleyman'ın yüzüğünün nakısında şunlar yazılı idi: "Lâ ilahe illallah Muhammedün resûlüllâh = Allah'tan başka ilâh yok, Muhammed de Allah'ın resûlü'dür."

 Peygamberimiz'in Adının Âdem Zamanında ve Yüce Meleküt Âlemlerinde Okunan Ezanlarda Anılmış Olması

Ebû Nuaym (Hılye'sinde) ve İbn-i Asâkir Atâ'dan o da Ebâ Hüreyre'den şöyle rivayet eder: O demiştir ki: "Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: Âdem, cennetten çıkarıldığı zaman Hind'e (oradaki Serendip arzına) indi ve yalnızlık sebebiyle korktu... O sırada Cebrâîl (aleyhisselâm) inerek ezan okudu: "Allahü Ekber Allahü Ekber! Eşhedü enlâilâhe illallah (iki defa), eşhedü enne Muhammeden resûlüllah (iki defa) diyerek nida etti. Âdem ona sordu: "Muhammed kimdir?" Cebrâîl de: "Senin evladından Peygamber olanların en sonuncusudur" diyerek cevap verdi..."

Bezzâr Ali'den nakleder. O şöyle demiştir: "Allahü teâlâ Peygamberimiz'e Ezân'ı öğretmek istediği zaman, Cebrâîl Burak'a binerek geldi. Burak, önce O'nu bindirmemek istedi... Cebrâîl ona dedi ki: "Sakin ol yâ Burak! Allah'a yemin ederim ki Allah indinde Muham-med'den daha kerim olan birisi sana binmiş değildir. Peygamberimiz Burak'a binerek tâ ilâhî huzura kadar yükseldi... O orda dururken perde arkasından bir melek çıkıp: "Allahü Ekber Allahü Ekber!" dedi... Perdenin arkasından o meleğe cevaben: "Kulum doğru söyledi, gerçekten Ben'den başka ilâh yoktur!" denildi... Melek tekrar: "Ben şehadet ederim ki Muhammed Allah'ın resulüdür" diye şehâdette bulunduv. Kendisine yine perde arkasından o meleğe cevaben: "Kulum doğru söyledi, ben Muheammed'i resul olarak gönderdim" denildi... Melek: "Hayye ales-saîâh, hayye alal-felâh! kad kâmetis-salâh!" dedi ve devamla: "Allahü ekber Allahü ekber!" diye nida etti... Perde arkasından: "Kulum doğru söyledi, ben en büyüğüm, ben yegâne büyük olanım!" denildi... Sonra melek: "Lâ ilahe illallah" keîime-i tevhidi ile ezanı bitirdi... Perde arkasından da: "Kulum doğru söyledi! Gerçekten benden başka ilâh yoktur!" diye cevap verildi...

Sonra Melek Muhammed (aleyhisselâm)'ın elinden tutarak O'nu ileri götürdü, biraz daha ilâhî huzura yaklaştırdı... Semâvât ehline gelince... Âdem ve Nuh gibi Peygamberler de o zaman gökdekilerin arasında bulunuyorlardı... İşte o gün, şanı yüce Allah sevgili resulünün şerefini, gerek gök ehli olanlara karşı, gerek yer ehli olanlara karşı kemâle erdirmiştir..."

 O'na İman Edeceklerine Dair Peygamberlerden Misak Alınmış Olması

Sânı Yüce Allah Kitâb-ı Kerîminde buyuruyor ki:

"Allah Peygamberlerden şöyle söz almıştı: "Bakın, size kitap ve hikmet verdim, sonra yanimzda bulunan kitapları doğrulayıcı bir Peygamber geldiğinde, ona mutlaka inanacak ve ona mutlaka yardım edeceksiniz! Bunu kabul ettiniz mi? ve bu hususta ağır ahdimi üzerinize aldimz mı?" demişti. "Kabul ettik" dediler."O halde şahit olun, Ben de sizinle beraber şahit olanlardanım." dedi. [17]

İbn-i Ebî Hatim, bu âyetin tefsiriyle ilgili olarak es-Süddî'den naklen şöyle der: "Nuh (aleyhisselâm)'dan beri her bir Peygamberden Hazret-i Muhammed (aleyhisselâm)'a inanacakları ve O'na yardım edeceklerine dâir mîsâk alınmış olduğu gibi, her bir Peygamber de kendi ümmetlerinden bu hususta misâk almış ve onlara: "Siz sağ iken O size gönderilmiş olursa, mutlaka O'na inanacak ve mutlaka O'na yardım .edeceksiniz!" .demiştir..."

İbn-i Asâkir, Küreyb'in İbn-i Abbâs tarîkinden sevkettiği bir rivayeti nakleder... İbn-i Abbâs demiştir ki: "Cenâb-ı Hakk, Âdem'den itibaren her Peygambere Sevgili Habîbi'ni takdim eder (O'na inanıp yardım etmeleri hakkında onlardan mîsâk alır...), Ümmetler de O'nu birbirine müjdeler ve O'nun kendi aralarından çıkmasını beklerdi. Nihayet yüce Allah O'nu ümmetlerin en hayırlısı içinden çıkardı, en hayırlı zamanda Peygamber olarak gönderdi, en hayırlı ve.en güzide arkadaşları da O'na ashâb kıldı... O, beldelerin en hayırlısı olan Mekke'de doğdu, orada büyüdü ve kırkında kendisine ilâhi elçilik vazifesi verildi... Burası, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'ın haremi idi... Sonra O'nu oradan çıkarıp Taybe'ye (mübarek Medine şehrine) göç ettirdi... Dînini orada yerleştirdi... Burası da Muhammed (aleyhisselâm)'ın haremi oldu... Harem-i Şerîf den Peygamber olarak gönderildi, harem-i şerife hicret etti..."

 İbrahim'in (aleyhisselâmPeygamberimizle İlgili Duası

İmam İbn-i Cerîr tefsirinde Ebû'l-Aliye'den naklediyor. O şöyle diyor: "İbrahim (aleyhisselâm)'ın -Kabe'nin duvarlarim yükseltirken- şöyle bir duası olmuştur:

Bakara Sûresi'nin 129. âyetinde geçen O'nun bu duası şu mealdedir: "Ey Rabbimiz! Onlara kendi içlerinden bir resul gönder..." O'nun bu duasına karşılık denildi ki: "Yâ İbrâhim, duan kabul edilmiştir! O resul, âhir zamanda gelecektir."

AhmedHâkim ve Beyhekî Irbâz bin Sâriye'den şöyle rivayet ederler. O demiştir ki: "Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem): "Ben, Ibrâhîm (aleyhisselâm)'ın duası ve Îsâ (aleyhisselâm)'ın müjdesiyim!" buyurdular.

İbn-i Asâkir ise, Ubâde bin es-Sâmit'den naklen şöyle rivayet eder: - O demiştir ki: "Peygamberimiz'e: "Ey Allah'ın resulü! Bize kendinden bahseder misin?" denildi. Efendimiz de buyurdular ki: "Ben,       İbrâbim (aleyhisselâm)'ın duasıyım... Benim geleceğimi en son müjde eden ise, Îsâ bin Meryem olmuştur... Her ikisine de Allah'ın salât ve selâmı olsun!..."

Tabakât sahibi İbn-i Sa'd, Dahhâk tarîkinden gelen bir rivayeti şöyle kaydeder: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdular ki: "Ben Ibrahîm (aleyhisselâm)'ın duasıyım! O, Kabe'nin temellerini yükseltirken şöyle duâ etmişti: "Ey Rabbimiz! Onlara kendi içlerinden bir resul gönder!..." İşte Cenab-ı Hakk, O'nun bu duasını kabul buyurmuş ve Kabe'nin binasını tamamlamayıO'na nasîb eylemiştir..."

 

1-1 İbrahim (aleyhisselâm)»a Peygamberimizin Geleceğinin Allah Tarafından Bildirilmesi

İbn-i Sa'd Tabakât'ında İbn-i Abbâs'tan rivayetle şöyle diyor: "İbrahim (aleyhisselâm)'a Hâcer'i götürmesi emredildiği zaman, Cebrâîl Burak ile geldi ve onları bindirdi... Giderken, sulak ve verimli ovalara rastladıkça "Burada indir yâ Cebrâîl" diyordu... Cebrâîl de "Hayır!" diyerek cevaplıyordu... Nihayet Mekke'ye geldiler. Cebrâîl: "in yâ İbrahîm" dedi. O da: "Ağacı ve bitkisi olmayan bir yere mi?" dedi. Cebrâîl: "Evet yâ İbrahîm, buraya ineceksin. Çünkü senin zürriyetinden gelecek ve Yüce Kelime'yi tamamhyacak olan âhir zaman Peygamberi, buradan çıkacaktır" diye karşılık verdi..."

Yine İbn-i Sa'd Şa'bfden naklen şöyle demiştir: "İbrahîm (aleyhisselâm)'a indirilen kitapta;'Yâ İbrahim, senin neslinden nice milletler gelecek nihayet, Hâtemü'l-Enbîyâ = en son Peygamber olan Nebiyy-i Ümmî gelecek" diye bir beyan da vardı."

Muhammed bin Ka'b el-Kurazî'den ise şöyle rivayet eder: "Hâcer validemiz, Şam diyarından oğlu îsmâîl ile çıktığı zaman biri kendisine karşı şöyle demişti: "Yâ Hâcer, bil ki senin şu oğlun, nice milletlerin babasıdır ve o milletlerin birinden Harem'de ikâmet eden âhir zaman Peygamberi gelecektir."

Yine İbn-i Sa'd, aynı tarîkden şöyle rivayet eder: "Cenâb-ı Hakk, Yakûp (aleyhisselâm)'a şöyle vahyetmiştir: "Ey Yâkûp, ben senin zürriyetinden birçok hükümdarlar ve Peygamberler göndereceğim... Fakat sonunda Harem-i Mekke'den çıkacak olan Peygamber (Muhammed)i gönderece­ğim. O'nun ümmeti Kudüs'deki mescidin binasını yenileyecektir. O, bütün Peygamberlerin sonuncusu olarak gelecek ve adı Ahmed olacaktır..."

 Peygamberimizin Geleceğinin Mûsa (aleyhisselâm)'a Bildirilmesi

İmâm-ı Taberânî Ebû Ümâme'den naklediyor. O şöyle diyor: "Ben Resûlüllâh'tan işittim, O şöyle diyordu: "Ma'd bin Adnan'ın çocuklarimn sayısı kırka ulaştığı zaman, bunlar Mûsâ (aleyhisselâmym askeri içine dalarak onların mallarından aldılar... Mûsâ bunlara beddua etti. Cenab-ı Hakk kendisine vahiy ederek dedi ki: Yâ Mûsâ onlara beddua etme! Çünkü onların içinde kötü yolda gidenleri korkutan, iyi yolda gidenleri müjdeliyen Nebiyy-i Ümmî gelecek... ve kendilerine merhamet olunan Ümmet-i Muhammed zuhur edecektir... Bu, öyle bir ümmet olacaktır ki, Allah'tan gelen az rızka razı olacaktır... Allah da kendilerinin az amellerinden razı olacaktır... ve onları "Lâ ilahe illallah" Kelime-i Tevhîd'i ile cennete koyacaktır... Bu ümmetin Peygamberi: Abdülmuttalib'in torunu, Abdullah'ın oğlu Muhammed olacaktır! Muhammed ahlâkında son derece tevâzû, sahibi, son derece akıllı, hikmetle konuşan, hilim ve vakar sahibidir... Ben O'nu, Kureyş'in en hayırlı kolundan ve o kolun en seçkin ailesinden çıkaracağım! O, bir kul olarak, en hayırlı aileden en hayırlı ümmete Peygamber olacaktır! O ve O'nun ümmeti, hayra doğru yürüyecek ve hayrı bulacaktır..."

 Peygamberimizin Geleceğinin Tevrat'ta, İncil'de ve Diğer Semavi Kitaplarda Zikredilmesi

Yüce Allah Kur'ân'da buyuruyor ki:

"O gerçek mü'ıninler ki onlar, yanlarındaki Tevrat ve incil'de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî Peygambere uyarlar..." [23]

Yüce Allah bir âyetinde de şöyle buyuruyor:

"Muhammed, Allah'ın elçisidir. O'nun yanında bulunanlar, kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında ise merhametlidirler. Onların, rükû ve secde ederek Allah'ın lütuf ve rızâsını aradıklarim görürsün. Yüzlerinde secdelerin izinden nişanları vardır. Onların Tevrat'taki vasıfları, İncil'deki vasıfları da şudur: Bir ekin gibidirler ki, o ekin filizini çıkarmış ve o filizi güçlendirmiştir... " [24]

İmâm-ı Buhârî, Ata bin Yesâr'dan şöyle rivayet eder: "Ben, Amr İbn-i As'ın oğlu Abdullah ile karşılaştığımda ona: "Ey Abdullah, bana Resûlüllâh'ın sıfatından bahseder misin?" diye ricada bulundum. O da bana: "Peki bahsedeyim. Allah'a yemin ederim ki O, Kur'ân'da bahsedilen: "Ey O sânı büyük Peygamber! Biz seni şâhid, mübeşşir ve nezîr olarak gönderdik!" [25]gibi sıfatlarimn bâzısı ile, Tevrat'ta dahi vasıflandırılmış bulunmaktadır... Hattâ Tevrat'ta: "Biz seni ümmilere koruyucu olarak da gönderdik! Sen benim hâs kulumsun ve elçimsin! Ben sana "el-Mütevekkil" diye de ad verdim ki sen, sert tabiatlı ve şiddetli değilsin; sokaklarda bağırmazsın... Kötülüğe kötülük ile değil, iyilik ile karşılık verirsin, affeder hoş görürsün... (Ey Tevrat okuyanlar! îyi biliniz ki:) yüceler yücesi Allah, O'nun vâsıtası ile eğri giden milleti doğrultmadıkça, onlar: Lâ ilahe illallah! diyerek bu ilâhi tevhîd ile doğru yolu bulmadıkça, O'nun vâsıtası ile kör gözleri açmadıkça, sağır kulakları işitir hâle getirip, kilitli kalbleri de açmadıkça kendisine ölüm vermiyecektir! Bunlar gerçekleşmedikçe O'nu dünyadan âhirete göçürmeyecektir!... diye de, O'nun hakkında vasıflandırmalar vardır."

İbn-i Asâkir Muhammed bin Hamza tankından "Târîk-i Dımaşk" adlı kitabında şöyle rivayet eder, O demiştir ki: "Büyük dedem Abdullah bin Selâm, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Mekke'de çıktığim duyduğu zaman, O'nunla karşılaşmak istemiş, O'nun yanına gitmiştir... Peygamberimiz kendisine: "Sen, Abdullah bin Selâm'sm ve Yesrib (Medine) halkimn âlimisin!" buyurmuştur. Dedem de "Evet" demiştir. Peygamberimiz ona "Ey Abdullah, Allah aşkına doğru söyle, Allah'ın Mûsa'ya indirdiği Tevrat'ta benim vasfım yok mudur?" demiş. O, bu soru karşısında demiş ki: "Yâ Muhammed! Bana Rabbinden bahset!" Tam bu sırada Cebrâîl gelip: "de ki: Allah ehaddir, Allah samed'dir! Doğurmamış ve de doğurulmamıştır! Hiçbir şey O'nun dengi olmamış- tır" mealindeki îhlâs Sûresinin âyetleriyle cevab vermesini söylemiştir. Peygamberimiz de bu âyetleri okuyarak cevaplamıştır...

İşte bunun üzerine büyük dedem Abdullah bin Selâm: "Şehâdet ederim ki Sen, Allah'ın resulüsün! Gerçekten Allah sana yardım edecek ve senin elinle İslâmı diğer dinlerin üzerine çıkaracaktır. Ben senin sıfatim Tevrat'ta: "Ey Peygamber, Biz seni şâhid, müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik! Sen benim kulum, resûlümsün! Sana el-Mütevekkil adim verdim, sen sert ve şiddetli değilsin, sokaklarda bağırır değilsin, kötülüğe iyilikle karşılık verirsin, affeder bağışlarsın... Allah, eğri milleti O'nunla doğrultmadıkça, onlar: "Lâ ilahe illallah!" Kelime-i Tevhidi ile doğru yolu bulmadıkça; O'nun vâsıtası ile kör gözleri açmadıkça, işitmeyen kulakları işitir hâle getirip kapalı kalbleri açmadıkça, O'nu dünyadan âhirete göçürmeyecek, O'nu vefat ettirmeyecektir!" şeklinde bulup okumuşumdur" demiştir.

İbn-i Asâkir daha sonra Zeyd bin Eşlem tarlkından şöyle rivayet eder: "Abdullah bin Selâm demiştir ki: "Resûlüllâh'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) Tevrat'taki sıfatı şöyledir: "Yâ Muhammed, Biz seni şâhid ve mübeşşir olarak gönderdik..." O böyle demiş ve yukarıdaki rivayeti sonuna kadar anlatmıştır."

Benzeri bir rivayeti Dârimî ve Beyhekî de Atâ bin Yesâr'dan rivayet etmiştir... Dârimî ile İbn-i Asâkir'in Ka'b'dan sevkettikleri bir rivayette ise Ka'b şöyle demiştir: "Birinci satırda şunlar yazılı idi: "Muhammed Allah'ın resûlü'dür! Allah'ın seçilmiş kuludur, huysuz ve sert tabiatlı değildir, sokaklarda çağırıp-bağırmaz, kötülüğe kötülükle karşılık vermez, bağışlayıp iyilikle karşılık verir... Doğum yeri Mekke, hicret yeri Medine'dir. Mülkü de Şam'da olacaktır..." îkinci satırda da: "Muhammed Allah'ın resûlü'dür! O'nun ümmeti, çok hamdediciler olup darlık ve genişlik zamanlarında hep Allah'a hamdederler... Yegâne büyük olarak Allah'ı tanıyıp hep O'nu tekbîr ederler... Vakti gözetirler, vakti gelince hemen namazlarim kılarlar... Kemerlerini sıkarlar, etraflarim temiz tutarlar; geceleri aşk ve şevkle yaptıkları ibâdetle, semâ boşluğunda iniltili ses dalgaları meydana gelir..." şeklinde yazı vardır..."

Dârimî', İbn-i Sa'd ve İbn-i Asâkir'in Ebû Ferve'den onun da İbn-i Abbâs'tan rivayetinde ise, şu fark vardır: "Ka'b, Peygamberimizin Tevrat'taki sıfatına dâir İbn-i Abbâs'ın sorusuna karşılık; aynı şeyleri söyledikten sonra: "...ve onlar -yâni O'nun ümmetleri- namazlarim kılarken harp düzeninde saf bağladıkları gibi saf tutarlar... Mescidi e rinde ki ibâdetlerinden, arı kovanından duyulan inilti gibi iniltiler duyulur... Okunan ezanları, tâ semâlara çıkar..." diye bilgi vermiştir..."

Zübeyr bin Bekkâr ve Ebû Nuaym, Abdullah İbn-i Mesûd'dan rivayet ederler ki, Resûl-i Ekrem Efendimiz, Tevrat'ta kendi vasıflarına dâir yazılanları ve ümmetinin "Ümmet-i Hammâd = Her hâl ü kârda Allah'a hamd eden bir ümmet" olduğunu anlattıktan sonra; "...ve onların indileri yâni kitapları kalblerindedir... Savaşta saf tuttukları gibi, namazlarında da saf tutarlar... Onlar, öz canlarim Allah yolunda feda ederek Allah'ın yakınlığım kazanırlar... Onlar, geceleri râhib, tâat ve ibâdette; gündüzleri ise arslan kesilirler.., Allah yolunda canlarbaşla cihâd ederler..." buyurdu."

İbn-i Sa'd ve sahihtir kaydıyla HâkimBeyhekî ve Ebû Nuaym Âişe'den (radıyallahü anh) rivayet ederler ki, o şöyle demiştir: "Peygamberimizin vasfı İncil'de şöyle yazılmıştır: "Muhammed Allah'ın resulüdür, huysuz ve sert tabiatlı değildir, kötülüğe aynen karşılık vermez, affeder ve bağışlar!"

Beyhekî ile Ebû Nuaym, Ebû'd-Derdâ'nın hanımı Ümmü'd- Der-dâ'dan şöyle naklediyorlar: O demiştir ki: "Ben Ka'b'a sordum: "Söyler misin, siz Resûlüllâh Efendimiz'in sıfatim Tevrat'ta nasıl buldunuz?" Cevabında Ka'b dedi ki: "Biz O'nu şu şekilde vasfedilmiş olarak bulduk: "Muhammed Allah'ın resulüdür! O'nun adı Allah'a hakkiyle tevekkül eden'dir. O, katı ve sert huylu değildir. Sokaklarda çağırıp bağırmaz da... O'nun eline (manevi) anahtarlar verilmiştir ki, Allah bunlar ile görmeyen gözleri açsın, duymayan kulakları duyursun, eğri konuşan dilleri yine bunlar ile doğrultsun diye... Tâ ki en sonunda onlar, O'nun sayesinde: "Lâ ilahe illallah vahdehû lâ şerike leh! = Allah'tan başka hiç bir ilâh yoktur! O birdir ve O'nun hiç bir ortağı yoktur!" diye şehâdet ederler... ve O, yâni Muhammed; zulme uğrayanın yardımcısıdır, zayıfdır diye mazluma yüklenilmesine asla müsâade etmez!..."

Hafız Ebû Nuaym, Ebû Hüreyre'den şu rivayeti nakletmiştir: "Resûlüllâh bir defasında buyurdular ki: Mûsâ (aleyhisselâm), kendisine Tevrat nazil olduğu ve onu okuduğu zaman onda şu ümmete âid vasıfları görünce: "Yâ Rabbi, ben Tevrat'a âid levhalarda, en son geldikleri halde en başa geçen bir ümmet buluyorum. Bu ümmeti bana ümmet eyle!" diye duada bulundu. Cenâb-ı Hakk kendisine: "Bu ümmet, habîbim Ahmed'in ümmetidir" buyurdu... Mûsâ dedi ki: "Yâ Rabbi! Ben levhalarda icabet eden ve kendilerine icabet olunan bir ümmet buluyorum. Bu ümmeti bana ümmet eyle!" Yüce Allah kendisine: "Bu, Ahmed'in ümmetidir" buyurdu. Mûsâ: "Yâ Rabbi! Ben levhalarda kitapları kainlerinde olan ve onu ezbere okuyan bir ümmet görüyorum. Onu bana ümmet kıl!" diye niyaz etti... Kendisine: "Bu, Ahmed'in ümmetidir" denildi... Mûsâ: "Yâ Rabbi! Ben levhalarda kendilerine ganimet helâl kılınan bir ümmet buluyorum. Onu bana ümmet eyle!" diye dua etti. Yüce Allah kendisine: "Bu, Ahmed'in ümmetidir" diye karşılık verdi... Mûsâ: "Yâ Rabb! Ben levhalarda yedikleri sadaka olan ve bundan sevâb kazanan bir ümmet görüyorum! Onu bana ümmet eyle!" diye niyaz etti. Cenâb-ı Hakk: "Ey Mûsâ! Bu Ahmed'in ümmetidir" dedi... Mûsâ: "Ey Rabbim! Ben levhalarda içlerinden biri, bir iyilik yapmak istediği zaman o iyiliği yapmazsa, kendisine bir iyilik yazılan; o iyiliği yaptığı zaman ise kendisine on iyilik yazılan bir ümmet buluyorum. Onu bana ümmet eyle!" eledi. Cenâb-ı Hakk da: "Bu Ahmed'in ümmetidir" buyurdu... Mûsâ: "Ben levhalarda, içlerinden biri bir kötülük yapmağa niyetlenir fakat o kötülüğü yapamazsa, kendisi için günah yazılmaz; eğer o kötülüğü yaparsa kendisine bir kötülük yazılır" diye vasfedilen bir ümmet gördüm. Bu ümmeti bana ümmet kıl!" diye dua etti. Allah: "Bu, Ahmed'in ümmetidir" buyurdu... Mûsâ: "Ey Rabbim! Ben levhalarda kendilerine hem evelki ilmin, hem sonraki ilmin verildiği bildirilen, dalâlet fırkalarım ve mesîh deccâlı öldürecek olan bir ümmet buluyorum. Bunu bana ümmet eyle!" diye dua etti. Yüce Allah kendisine: "Bu Ahmed'in ümmetidir" buyurdu... Bunun üzerine Mûsâ: "O halde beni Muhammed Ümmetimden eyle!" diye yalvardı... İşte bunun üzerine Allah ona iki haslet verdi ve şöyle buyurdu: "Ey Mûsâ, Ben sana verdiğim risâletlerimle ve kelâmımla (seninle olan konuşmamla) seni insanlara karşı seçtim! Sana verdiğimi al ve şükr edeni erden ol!" [26] Mûsâ (aleyhisselâm) da dedi ki: "Razı oldum yâ Rabbî!"

Yine Ebû Nuaym Enes'den rivayet eder: "Resûlüllâh buyurdu ki: Cenâb-ı Hakk İsrâ'il oğullarimn Peygamberi olan Mûsa'ya şöyle vahyetmiştir: "Ey Mûsâ! Her kim Ahmed'i inkâr ettiği halde Bana gelecek olursa, onu cehenneme atarım!" Mûsâ: "Ey Rabbim, Ahmed kimdir?" diye sordu. Cenâb-ı Hakk buyurdu: "Ben, Benim yanımda ondan daha keremli olan bir kul yaratmadım! Ben, yeri-göğü yaratmazdan önce O'nun adim Arş üzerinde kendi adımla beraber yazdım! O ve O'nun ümmeti cennete girmedikçe, kimse cennete giremez!" Mûsâ dedi ki: "O'nun ümmeti kimlerdir?" Cenâb-ı Hakk şöyle buyurdu: "O'nun ümmeti; her hâl ü kârda Allah'a hamdeden bir ümmettir... Allah yolunda kemerlerini sıkan, çevrelerini temiz tutan; geceleri râhib, gündüzleri sâim olan bir ümmettir... Onların az amellerini dahî kabul eder değerlendiririm. Onları: "Lâ ilahe illallah!" Tevhidine şehâdetleri sebebiyle cennete koyarım..." Mûsâ dedi ki: "Ey Rabbim, beni bu ümmetin Peygamberi kıl!" Cenâb-ı Hakk, "O ümmetin Peygamberi, kendilerinin içinden çıkacaktır" buyurdu... Bunun üzerine Mûsâ: "Öyleyse yâ Rabbi, beni o Peygamberin ümmetinden-eyle!" diye niyaz eyledi... Yüce Allah ise şu karşılığı verdi: "Yâ Mûsâ! Ben seninle o Peygamberin arasını âhirette birleştireceğim; orada O'nunla bir araya geleceksiniz..."

Ebû Nuaym'in Abdurrahmân el-Muâfirî'den naklettiğine göre, Ka'bü'l-Ahbâr, yahûdî hahamım ağlar görür ve ona niçin ağladığim sorar... Haham: "Bazı şeyler hatırladım da ondan" der. Ka'b; "Niçin ağladığım sana söylersem beni tasdik eder misin?" der. Haham: "Evet" deyince, Ka'b şöyle der:'Allah aşkına doğru söyle, Mûsâ (aleyhisselâm) Tevrat'a baktığı zaman: "Ey Rabbim, ben Tevrat'ta iyiliği emreden, kötülükten nehyeden, önceki ve sonraki kitaplara inanan, dalâlet ehliyle savaşan ve en sonunda bir gözü kör deccâli öldürecek olan ve bütün ümmetlerin en hayırlısı bulunan bir ümmet görüyorum! Yâ Rabbi, bu ümmeti bana ümmet kıl" diye niyazda bulunmadı mı?" Haham da bunu "Evet" diyerek tasdik etmiştir..."

Yine Ka'b dedi: "Allah aşkına doğru söyle! Okuduğun Tevrat'ta, Mûsâ (aleyhisselâm)'ın Tevrat'a baktığı zaman; "Yâ Rabbi,.ben Tevrat'ta öyle bir ümmet görüyorum ki, her hâl ü kârda Allah'ı tekbîr eder, tahmîd eder; temiz topraktan teyemmüm ederler, yeryüzü onlar için mesciddir, suyu bulamadıkları zaman teyemmüm ederek abdest de alırlar, gusül de ederler; abdest azaları âhirette nûr gibi parlar! "Yâ Rabbi, onları bana ümmet kıl!" diye taleb ettiğini de okuyorsun, değil mi?" Haham da bunu, "Evet" diyerek tasdik etti.

Ka'b devamla: "Yine Mûsâ (aleyhisselâm)'ın: "Yâ Rabbi, ben Tevrat'ta kendisine merhamet olunan zayıf bir ümmet görüyorum ki, Kitâb'a onlar vâris olacak ve Sen onları seçmişsin; içlerinden kimi kendisine yazık eder, kimi dosdoğru gider, kimi de tâ öne geçer ve fakat hepsi de senin merhametine mazhar olmuştur... "Onları bana ümmet eyle!" diye niyazda bulunmadı mı?" diye sordu... Haham da "Evet" diye tasdik etti.

Ka'b: "Allah aşkına doğru söyle, yine okuduğun Tevrat'ta Mûsâ (aleyhisselâm)'ın: "Yâ Rabbi, ben Tevrat'ta, kitapları kalblerinde olan ve onu ezbere bilen, renk renk elbiseler giyinen, namazlarında meleklerin safları gibi saf tutan, mescidlerinde Allah'a ibadet aşk ve şevkiyle inleyen bir ümmet görüyorum... Öyle bir ümmet ki, içlerinden hiç biri cehenneme girmez; meğer ki, taşta ağaçlarda biten yapraklardan eser olmadığı gibi, kendisine iyilikten hiçbir eser olmaya!... "Yâ Rabbi, bu ümmeti bana ümmet eyle!" diye temenni ettiğini de okuyor musun?" şeklinde bir soru yöneltti... Haham da buna karşılık "Evet" diye cevab verdi..."

Mûsâ (aleyhisselâm), Allah'ın Ümmet-i Muhammed'e verdiği büyük iyilikleri ve üstün faziletleri öğrenip hayran olduğu zaman demiş ki: "Keşke ben de Ümmet-i Muhammed'den olaydım!..." İşte bunun üzerine Cenab-ı Hakk da kendisine verdiğim risâletimle ve kelâmımla seni insanlara karşı seçtim. Sana verdiğimi al ve şükredenlerden ol!" Mûsâ (aleyhisselâm) da bunun üzerine tamamen razı olup teselli bulmuştur..."

Ebû Nuaym, Saîd bin Ebû Hilâl’den şöyle rivayet eder: Abdullah bin Amr, Ka'bü'l-Ahbâr'a demiştir ki: "Ey Ka'b! Bana, Peygamberimiz Muhammed'in ve O'nun ümmetinin sıfatından haber verir misin?" Bunun üzerine Ka'b da demiştir ki: "Ben onları Tevrat'ta şöyle buluyorum: Muhammed ve O'nun ümmeti, her hâl ü kârda Allah'a hamdederler, Her aşama ve menzilde Allah'ı tekbîr ve tesbîh ederler... Onların nidaları (ezanları), tâ göklerde işitilir... Namazlarında kendilerini iyice Allah'a verirler... Meleklerin saf tuttukları gibi saf bağlarlar ve namazdaki gibi de harb ederken saf tutarlar... Allah yolunda çarpışırlarken melekler de onları destekler ve kuvvetli atışları ile onlara yardım ederler... Üzerlerinde de bir gölge onları serinletir, sanki kuşların kanatları ile yuvaları üzerine gölge yaptıkları gibi... Onlar, asla bulundukları cepheyi tamamen terkedip geri gitmezler... Nihayet en sonunda, onların yardımına Cebrâîl (aleyhisselâm) gelir... Allah'ın izni ve vazifelendirmesi ile..."

İbn-i Ebî Hatim ve Ebû Nuaym Vehb bin Münebbih'den rivayet ederler. O şöyle demiştir ki: "Allah Eş'ıyâ Peygambere vahyetmiş ve buyurmuştur ki: "Ben, Ümmî bir Peygamber göndereceğim, ve onun vâsıtası ile duymayan kulakları, görmeyen gözleri ve kilitli kalbleri açacağım! O'nun doğum yeri Mekke, hicret yeri Medine olacak. Mülkü ise Şam'da... O, gerçekten bana tevekkül eden, yükseltilmiş, sevilmiş, seçilmiş ve muhabbetle dolmuş el-Mustafâ'dır! Kötülüğe kötülükle karşılık vermez, affedip bağışlar. Mü'ıninlere çok merhametlidir, bir karıncanın incinmesinden ağhyacak kadar şefkatlidir... Babasını kaybeden yetîm için, hüngür hüngür ağlar... Katı ve huysuz değildir. Sokaklarda çağırıp-bağırmaz da... Çirkin sözü ağzına bile almaz! Yanmakta olan bir kandilin yanında geçse, Öyle sekînet ve vakarla geçer ki, o kandili ^söndürmez... Yetişip kurumuş kamış üzerine yürürse, ayak sesleri işitilmez... Ben O'nu, bütün iyilik ve güzellikler için müjdeler veren, kötülükler için de güzelce uyaran bir Peygamber olarak göndereceğim!... Her iyilik ve güzellik için O'nu takviye edeceğim ve O'nu her güzel huy ile bezeyeceğim. Ona sekînet ve vakarı elbise, iyiliği şiar, takvayı vicdan, hikmeti de akıl olarak hibe edeceğim! Doğruluk ve vefakarlık O'nun tabiatıdır, bağışlayıp vazgeçmek ve iyilikte bulunmak O'nun ahlâkıdır. Adalet O'nun yaşayışı, hakk ise şeriatıdır! Hidâyet O'nun kılavuzu, İslâm da milletidir!..."

"Ahmed, O'nun adıdır. Dünyaya sapıklık hâkim olmuşken, O'nun vâsıtasıyle hidâyete kavuşacakta-. Cehaletin yerini ilim, geriliğin yerini ilerleyip yükselmek, çirkinliklerin yerini güzellik ve meşruiyet alacaktır... O'nun sayesinde ortalığı bolluk ve bereket, fakirliğin yerini zenginlik, ayrılık gayrılıkların yerini birlik ve beraberlik, gönülden yakınlık ve kardeşlik alacaktır... O'nun ümmetini, ümmetlerin en hayırlısı kılacağım. Çünkü O'nun ümmeti, iyiliği emredecek, kötülüğü nehyedecektir! Beni Tevhîd, Bana îmân ve Benim için amellerinde ihlâs

edecek! Bütün Peygamberlerin getirdiklerini büyük bir samimiyetle tasdik edecek, vakitleri gözetecek, vaktinde dinin direği olan namazlarim kılacaktır!...

"Ne mutlu bu kalblere, bu yüzlere ve bu ruhlara ki, Benim rızâm için ihlasla dolmuştur! Ben onlara tesbîhi; tekbîr, tahmîd ve Tevhîd'i ilham edeceğim. Onlarda bütün mescidlerde, meclislerde, iş ve istirahat yerlerinde Ben'i hatırlayıp tesbîh, tekbîr, tahmîd ve tevhîd edecekler... Meleklerin Arş'ım etrafında saf tuttukları gibi namazlarında saf bağlıyacaklar... Onlar Benim evliyam ve ansârımdır! (Gerçek dostlarım ve dînimin yardımcılarıdır.) Düşmanlarımdan onlar sebebiyle intikam alırım. Putları tanrı edinenleri onlar vasıtasıyla cezalandırırım... Onların namazı; kıyamlı, kırâtatlı, rukûlu ve secdeli bir ibâdettir... Binlerce bölük asker olarak, Benim yolumda cihâda çıkarlar ve Benim uğrumda saflar ve ordular hâlinde çarpışırlar..."

"Ben onların kitapları ile diğer kitapları, şeriâtleri ile şeriâtleri, dinleri ile bütün dinleri mühürleyeceğim! Her kim onlara yetişir de onların kitabına îmân etmezse, din ve şerîatlermi kabul eylemezse, bilsin ki o Ben'den uzaktır; Ben de ondan beriyim (uzağım). Ümmetlerin en fâzilelisi onlardır, onlar "Ümmet-i Vasaf'tir! Yâni "Orta Ümmet" olup dalâlet ve istikâmet sahibidirler; her türlü aşırılık ve geriliklerden beridirler... Adalet ye istikâmette diğer insanlara karşı da şâhid durumundadırlar... Öfkelenip gadaba geldikleri zaman, "hepsini Allah yaratmış" deyip adaletten ayrılmazlar, kendileri zor duruma düştüklerinde de sabredip dayanırlar ve "Allah büyüktür!" derler... Birbiriyle çekiştikleri zamanda ise, "Sübhânellâh! Ne şaşılacak şey! Bu bir müslümana yakışmaz!..." deyip birbirini insafa davet ederler, insafı gözetirler..."

"Çevrelerini, ellerini yüzlerim tertemiz tutarlar; temizliğe çok önem verirler... Onların kurbanları kanları, incileri de gönülleridir... Onlar, geceleri rahip, gündüzleri nıücâhiddir! Vicdanları yüksek, dâvetçileri tâ yücelerdedir... Onlar, Allah yolunun bağrı yanık âşıklarıdırlar... Ne mutlu onlara ve onlarla beraber olanlara!... Onların dîni, onların hidâyeti üzere bulunanlara... Bu, ancak Ben'im lutfumdur! Dilediğim kullara veririm. Ben; büyük ve sonsuz lütufların sahibiyim!..."

Beyhekîİbn-i Abbâs'tcm rivayet ediyor. O şöyle diyor: "Cârûd bin Abdullah gelip müslüman oldu ve Peygamberimizde hitaben dedi ki: "Seni hak Peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, ben senin vasıflarim İncil'de görmüştüm! Gerçekten Meryem oğlu Îsâ senin geleceğim müjde etmiştir!"

Ebû Nuaym da Saîd bin Muaeyyib'den rivayet eder: "Abbâs, Kâbu'l Ahbâr'a dedi ki: "Ey Ka'b! Sen niçin Peygamberimizin sağlığında veya Peygamberin halîfesi Ebû Bekir zamanında müslüman olmadın?" Ka'b cevabında dedi ki: "Babam Tevrat'a âit bâzı âyetler yazıp bana verdi ve "İşte bunlarla amel et! Sakın diğer âyetlere bakayım deme!" diye vasiyet etti ve diğer âyetlerin bulunduğu kısmı mühürleyip asla açmamamı bana sıkıca tenbîh eyledi... Halîfe Ömer zamanında İslâm'ın iyice zuhur ve galebesini gördüm ve hayırdan başka birşey olmadığına kanâat getirdim, Bu durumda vicdanım bana dedi ki: "Belki baban bâzı şeyleri senden gizlemiştir!..." Gerçekten ben de babamın mühürlediği Tevrat nüshasının mührünü açarak okudum ve orada Muhammed'in ve ümmetinin vasfimn yazılı olduğunu gördüm... İşte bu yüzden, şimdi müslüman oldum.

Yine Hafız Ebû Nuaym'in Şehr bin Havşeb'ten sevkettiği bir rivayette de şöyle denilmektedir: "Kala dedi ki: Benim babam, Allah'ın Mûsa'ya inzal buyurduğu kitabı en iyi bilenlerden idi... ve benden birşey gizlemezdi. vefat edeceği zaman bana dedi ki: "Oğlum, ben senden birşey gizlemiş değilim, ancak iki yaprak var ki onda gönderilmesi yaklaşan bir Peygambere âit haberler yazılıdır... Bâzı yalancılar, Peygamberim diye iddiaya kalkışır ve sen de ona inanırsın diye korktuğumdan, bu iki yaprağı senden gizledim... İşte bu gördüğün yere bu iki yaprağı gömüp üzerine sıvadım. Sen, şu zamanda onlara dokunma. Allah'ın senin hakkında hayır murâd ettiği ve o Peygamberin çıktığı zaman, onlara bakabilirsin ve o Peygambere uyabilirsin..." Sonra babam öldü ve biz onu defnettik... Benim de en çok arzu ettiğim şey, bu iki kağıtta yazılı olanları görmek idi... Bir gün, dayanamayıp onları çıkardım ve okudum. Bir de ne göreyim, o iki kağıtta şunlar yazılı imiş: "Muhammed Allah'ın resulüdür! ve O, Peygamberlerin sonuncusudur, O'ndan sonra Peygamber gelmeyecektir. O'nun doğum yeri Mekke, hicret yurdu de Medîne olacaktır. O, katı ve öfkeli değildir, sokaklarda çağırıp-bağırmaz, kötülüğe kötülükle karşılık vermez, bağışlayıp affeder... O'nun ümmeti, her hâl ü kârda Allah'a hamdederler... Yegane büyük olarak Allah'ı tanırlar ve dillerinden tekbîri eksik etmezler... Onların Peygamberi, Allah'ın yardımına mazhardır. Onlar, temizliğe çok önem verirler, kitaplarim ezbere bilirler... Birbirlerine o kadar merhaletlidirler ki, bir ananın evladları gibi... Cennete ilk girecek ümmet de, bu ümmet olacaktır."

Bunun üzerine kısa bir zaman geçmişti ki, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'de zuhur etmiş. Haber bize ulaştığı halde, iyice tetkik edip emin olayım diye, müslüman olmayı geciktirmiş idim. Sonra Peygamberin vefat haberi bize ulaştı. Yerine halifesi geçmişti. Askerleri bize kadar geldiler. Fakat ben, bunların halini iyice tetkik etmek istedim. Nihayet Halife Ömer'in adamları geldiler. Ben onların son derece sözüne sadık ve kahraman kişiler olduğunu gördüm, beklediğim kimseler olduğunu anladım. Allah'a yemin ederim ki, bir gün ben evin damında idim ve müslümanlardan birinin Kûr'an okumakta olduğunu işittim. Kulak verdim ve onun şu mealdeki âyeti okuduğunu duydum:

"Ey kendilerine kitap verilenler! Biz bâzı yüzleri silip arkalarına döndürmeden ya da Cumartesi adamlarim lanetlediğimiz gibi kendileri­ni lanetlemeden önce, yanımzdakini doğrulayıcı olarak indirdiğimiz Kitâb'a inanimz[29]

İşte ben, bu ayeti duyduğum zaman, sabaha çıkmadan Allah'ın lanetine uğramaktan çok korktum ve sabaha çıkar-çıkmaz ilk yapacağım iş, müslümanların yanına gitmek ve müslüman olmaktı. Öyle yaptım." (Bu haberi, İbn-i Asâkir; Ka'b'dan, Müseyyib bin Râfi'in ve başkasının rivayeti olarak vermiştir).

Beyhekî'nin Vehb bin Münebbih'ten rivayetine göre, o demiştir ki: "Allah, Zebur'da Davud (aleyhisselâm)'a şöyle vahyetmiştir: "Ey Davûd, senden sonra gelen Peygamberlerin en sonunda bir Peygamber gelecek, onun adı Ahmed ve Muhammed olacak. Kendisine "Sâdık Nebi" denilecek. Ben ona hiç gadab etmem, o da bana hiç isyan etmez. O'nun gelmiş geçmiş günahlarım bağışlamışımdır. O'nun ümmeti de Ümmet-i Merhume'dir. Benim rahmetime mahzardır. Ben onlara Peygamberlere lütfettiğim nafileleri lütfettim ve Peygamberlere farz kıldıklarımı, onlara da farz kılmışımdır. Kıyamet günü bana geldikleri zaman nurları, enbiyanın nurları gibi parlar. Çünkü kendilerine her zaman için temizlik yapmalarim emretmişimdir, Peygamberlere emrettiğim .gibi. ve her cenabetten yıkanmayı da kendilerine farz kılmışnndır. Tıpkı Peygamberlere farz kıldığım gibi. Kendilerine haccı da, cihâdı da farz kûmışımdır. Yâ Dâvud, Ben Muhammed'i ve O'nun ümmetini diğer bütün ümmetlerden üstün kılmış mıdır. Onlara altı adet özellik vermişimdir ki, bunları başka ümmetlere vermemişimdir. Onlar hata ettikleri veya unuttukları zaman kendilerini cezalandırmam..." (Bu rivayetin devamı vardır ve ileride gelecektir).

TaberaniBeyhekî ve Ebû Nuaym, Feltân bin Asım'dan rivayet etmektedir. O şöyle demiştir: "Biz, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile beraber idik. Birisi geldi ve Peygamberimiz kendisine şunu sordu: "Sen Tevrat okur musun?" O: "Evet" diye^cevap verdi. Peygamberimiz: "incil'i de okur musun?" dedi. O da "Evet" dedi. Peygamberimiz de: "Allah aşkına doğru söyle, Tevrat'ta ve incil'de bana dair bir bilgi yok mudur?" O şöyle cevapladı: "Evet, senin vasfına benzer vasıflar, senin şekil ve şemâline benzer şekil ve şemailler bulmaktayız. Ancak biz, bu vasıflara sahib olan bir Peygamberin, kendi içimizden çıkmasını ümit ediyorduk. Sen ki, şimdi Peygamber olarak çıktın, ümit ettiğimiz bu zatın sen olmasından korkmaktayız. Biz dikkat e^ip baktık, o sen değilsin..." Peygamberimiz bunun üzerine "Niçin?" diye sordu. O adam dedi ki: "Çünkü o beklediğimiz zatın ümmetinden yetmiş bin kişi, onunla beraber olacaktır, onlara hesab ve azâb olunmayacaktır. Halbuki senin yanında çok az kimse bulunmaktadır..." Peygamberimiz de buyurdular ki: "Varlığım elinde bulunan Allah'a yenin ederim ki, ben o haber verilen zatım! O ümmet de benim ümmetimdir. ve benim ümmetim; yetmiş bin kerre yetmiş binden daha çoktur!"

Taberani, İbn-i îîıbbân, HâkimBeyhekî ve Ebû Nuaym Abdullah bin Selâm'dan rivayet ederler. O şöyle demiştir: "Yüce Allah, Zeyd bin Sa'ne'nin hidayetini dilediği zaman ona şöyle dedirtmiştir: "Gerçekten Peygamberlik alâmetlerinden olarak ne varsa hepsini Muhammed'de görüyorum. Lâkin ben O'nun hılmini, sabır ve metanetini denemiş değilim. Ben, kendisiyle yakınlık kurabilmem için O'na çok yumuşak davranırdım. Nihayet bir gün ondan hurma satın aldım. Parasını verdim, hurmayı da belli bir zaman sonra teslim alacaktım. Sırf kendisini denemek için, hurma alacağımın vadesine bir kaç gün kala O'na gittim. Yanına yaklaşıp şiddetle yakasına sarıldım ve: "Ey Muhammed! hakkımı niye vermezsin! Ey Abdül-Muttalib oğulları, vallahi sizler borcunu vermekte ağır davranıp geciktiren insanlarsınız! Ben sizi iyi tanırım!" diyerek şiddet ve öfkeyle bağırdım. Orada bulunanlardan Hattâb'ın oğlu Ömer: "Ey Allah'ın düşmanı!

Resûlüllah'a nasıl böyle söylersin!" diye bana karşılık verdi ve: "Vallahi şu işin gecikmesinden korknıasam, senin boynunu vururdum!" diye de ilave etti. Resûlüllah ise sükûn ve vakar içinde Ömer'e bakarak gülümsüyor ve şöyle diyordu: "Ya Ömer, o ve ben; senden, bundan daha iyi ve güzel olanim bekleriz! Ona alacağim güzelce istemesini söylersin, bana da, borcumu güzelce ödememi emredersin. Yâ Ömer, şimdi sen git ona hakkim öde ve yirmi ölçek de fazladan ver. Bu fazlalık da, senin onu korkutmana karşıhk olsun."

Ömer, aynen Resûlüllâh'ın dediği gibi yaptı... Ben kendisine dedim ki: "Ey Ömer, ben bütün Peygamberlik alâmetlerini Resûlüllâh'ın yüzünde görüyordum... Lâkin O'nun hiîmini, sabır ve metanetini denememiştim... Şimdi denemiş ve bunları da Resûlüllâh'da en kâmil derecesiyle görmüş bulunuyorum... Yâ Ömer, seni şahit tutuyorum ki ben, şu andan itibaren; Rab olarak Allah'tan, din olarak İslâm'dan, Peygamber olarak da Muhammed'den razı olmuş ve müslümanlığı kabul etmiş bulunuyorum!"

(Diğer rivayette, kendisiyle beraber ev halkimn da müslüman olduğu kaydedilmiştir.)

İbn-i Sa'd ve İbn-i Asâkir Mûsâ bin Yâkâb el-Zemeî tarikiyle Guseyme'nin âzadlısı Sehl'den rivayet ederler, Sehl, Murays kabilesine mensub bir nasrânî idi ve amcası evinde büyüyen bir yetimdi... O demiştir ki: "Bir gün ben, incil'i^elirac aklım ve okumaya başladım... Derken birbirine yapışık iki yaprak vardı. Onları ayırarak okumaya başladım ve orada Muhammed (aleyhisselâm)'ın sıfatlarim gördüm. O'nun boyundan, renginden, oturuş şeklinden, iki omuzu arasındaki mühürden, sadaka kabul etmemesinden, hilim ve tevâzuundan haberler vardı... Orada, kendisinin îsmâil (aleyhisselâm) soyundan olduğu ve isminin Ahmed olduğu da yazılı idi... Ben, bu kısınıları okumakla idim ki, bu sırada amcam geldi ve bana: "Niçin o yapışık olan kısmı açıp okuyorsun? Sen kim oluyorsun ki bunları okuyasın?" diye şiddetle çıkıştı ve beni dövdü... Ben dedim ki: "Ey amcacığım, bak bu kısımlarda Ahmed adındaki Peygamberle ilgili haberler var!" Amcam bana, yine öfkeyle: "O Peygamber henüz gelmedi!" diye bağırdı..."

BeyhekîÖmer bin el-Hakem'den rivayet eder ki kendisi Râfi' bin Sinan'ın oğludur ve şöyle demiştir: "Atalarım ve halalarımdan bazıları bana demişti ki: Bizim yanımızda önceki nesillerden intikal eden bir evrak vardı... Derken müslümanlık geldi ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye teşrif ettiler... Biz bu evrakı götürüp Peygambere verdik. İşte bu evrakta: "Bismillah! Allah'ın adıyla, O'nun sözü haktır, zâlimlerin sözü helak olucudur... Bu anlatış, âhir zamanda gelecek olan bir ümmet içindir. Bu ümmet, uzunca giyinip bellerine kuşak sararlar... Allah yolunda savaşmak için denize dalarlar, Allah'ın emriyle namaz kılarlar... Eğer bunların kıldıkları namaz, Nûh Peygamber zamanında olsaydı, onun kavmi bu sayede tufanda batmaktan kurtulurdu. Eğer bu namaz, Ad kavminde bulunsaydı, fırtına vâsıtası ile helak olmazlardı... Semûd kavminde olsaydı, onlarda sayha ile helak olmazlardı... (Bu evrakı okuttuğu zaman, Peygamberimiz, gerçekten sevinmiştir.)"

İbn-i Mende "Es-Sahâbe" adlı kitabında Enes'ten rivayet eder. O şöyle, demiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: Yüce Allah beni bütün âlemlere rahmet ve hidâyet olarak görderdi! ve beni, içki ve günah meclislerinde çalınan çalgıları imha etmem için vazifelendirdi. ." Bunun üzerine Evs bin Sem'ân dedi ki: "Ey Allah'ın Resûlu, seni hak Peygamber olarak °( nderen Allah'a yemin ederimki ki ben hadisi Tevrat'ta böyle okudum!"

Beyhekî ve Ebû Nuaym Ka’bul Ahbar'dan şunu rivayet ederler: O, adamın birinin gördüğü ru'yâsmdan bahisle şöyle anlattığına şahit olmuştur: "Ben, rü'yâmda insanların hesap için toplandıklarim, Peygamberlerin çağırıldıklarim ve çifter nurla geldiklerini, o Peygamberlere tabî olanların da birer nurla geldiklerini, Muhammed (aleyhisselâm)'ın çağırılıp yüzünden ve başındaki her bir lyldan büyük birer nûr saçarak geldiğini, O'nun ümmetinden olanların da önceki Peygamberler gibi ikişer nûr sahibi olarak geldiklerim ve bu çifte nurun aydınlığında yürüdüklerim gördüm..." Ka'b rü'yasmı bu şekilde anlatan adama: "Kendisinden başka tanrı bulunmayan bir Allah'ın hakkı için doğru söyle, sen bunu rü'yanda mı gördün?" diye sordu. Adam: "Evet" dedi Ka'b: "Varlığım elinde olana yemin ederim ki, Muhammed ve ümmetinin, diğer Peygamberlerin ve ümmetlerinin Tevrat'taki sıfatları budur! Sanki sen bunları, Tevrat'tan okuyormuş gibi anlattın!" demiştir..."

İbn-i Asâkir, İbn-i Mesûd'dan rivayet ediyor. O şöyle demiştir: "Peygamberlerden beşi vardır ki, henüz kendileri dünyaya gelmeden haklarında müjde verilmiştir. Bunlar, ilgili âyetlerde de görüldüğü veçhile sırasıyle şöyledir: Ishâk ve Yâkûb Peygamberler ki, haklarında şöyle buyurulmuştur: "...Biz de ona, tshâk'ı müjdeledik, onun ardından da (torunu) Yâkûb'u müjdeledik." [30]

Yahya Peygamber ki, hakkında şöyle buyurulmuştur: "Ey Zekeriyyâ Allah sana Yahya'yı müjdeler..." [31]

Îsâ Peygamber ki hakkında: "Ey Meryem, Allah sana kendisinden bir kelime ile müjde verir..." buyurulmuştur [32] ve Muhammed (aleyhisselâm) ki O'nun hakkında da:"... -isâ onlara- ve ben sizlere benden sonra gelecek bir Peygamberi müjdeleyici olarak geldim, CVnun adı Ahmed olacaktır, demişti..." diye buyurulmuştur. [33]

İbn-i Sa'd Ebû Hüreyre'den rivayet eder. O şöyle demiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz yahûdilerin ders yaptıkları yere gidip: "En bilgili olanimzla görüşmek istiyorum" buyurmuştur... Onlar da: "En bilgili olanımız, Abdullah bin Soryâ'dır" dediler. Peygamberimiz bu zatla başbaşa kalıp görüşmüş ve ona demiştir ki: "Ey Abdullah, Allah aşkına doğru söyle, benim hak Peygamber olduğumu biliyorsun, değil mi?" Abdullah da O'na: "Evet" demiştir ve: "Benim bildiğimi, diğer kitap ehli yahûdiler de bilmektedir. Zira senin sıfatların, açıkça Tevrat'ta yazılmıştır. Onlar sana, sırf hased ettikleri için müslüman olmamakta­dırlar..." diye ilâve etmiştir... Bunun üzerine Peygamberimiz demiştir ki: "Peki sen niçin müslüman olmuyorsun?" Buna karşılık Abdullah: "Kendi kavmime muhalefet etmeyi hoş görmüyorum. Onların sana inanmalarim ve onlara uyarak da şahsen müslüman olmamı ümîd ederim..." demiştir."

Ahmed ve İbn-i Sa'd, Ebû Sahr el-Ukaylî'den rivayet ediyor. O şöyle demiştir: "Bana bir adam anlattı ve dedi ki: BirjjünJPeygamberi-miz, elinde ki Tevrat yapraklarim hasta oğlu üzerine okumakta olan bir yahûdîye rastlamıştı..^^Ocjîahûdîye hitaben buyurdu ki: "Mûsa'ya Tevrat'ı indiren Allah aşkına doğru söyle, okuduğun Tevrat'ta benim sıfatımı ve çıkacağım yeri bulup görüyorsun değil mi?" O yahûdî, oğlu üzerine okumaya devam ederek, sâdece başı ile "hayır" diye işaret etti... Hasta yatmakta olan oğlu ise derhâl dedi ki: "Tevrat'ı Mûsa'ya indiren Allah'ın adına yemin ederim ki, babam bu hususu Tevrat'ta okumuş ve görmüştür; sizin sıfatlarimza, Peygamber olarak çıkacağimz yer ve zamana âit bilgileri almıştır... Fakat bildiği halde "hayır" diye işaret etmektedir... Ben şehâdet ederim ki: Allah'tan başka ilâh yoktur ve sen, gerçekten Allah'ın resulüsün!" Bunun üzerine Peygamber Efendimiz: "Şehâdet getirerek müslüman olan kardeşinizin üzerinden, şu yahûdîyi kaldırimz!" buyurdular... Az sonra da o yahûdînin, şehâdet getiren hasta oğlu vefat etti... Peygamberimiz ise, onun cenaze namazını kıldırdılar..."

(Beyhekî benzeri bir rivayeti, Enes ve İbn-i Mes'ud tarikiyle nakletmiştir)

İbn-i Sa'd, (İbn-i Abbâs'tan sevkedilen rivayet yollarimn en zayıf olan) el'Kelbî'den o da Ebû Sâlih'den rivayet ederler ki; İbn-i Abbâs şöyle demiştir: "Kureyş, Nadir bin Haris ile Ukbe bin Ebû Muayt ve daha başkalarim o gün adına Yesrib denilmekte olan Medine'ye yolladı... Kendilerinden Yesrib'e gitmelerini, oradaki ehl-i kitap'tan Muhammed hakkında bilgi edinmelerini istediler... Onlarda gidip Yesrib Yahûdilerine sordular; "Mekke'de büyük bir olay çıktı... İçimizden yetim bir çocuk büyüyüp çok büyük bir dâvaya kalkıştı! Peygamberliğini ilân etti. Bize bu hususta bilgi veriniz!" dediler... Yahudiler de kendilerine: "Önce siz bize O'nun hâl ve sıfatı hakkında bilgi veriniz" dediler... Onlar da O'nu anlattılar... Bunun üzerine Yesribli yahûdiler: "O'na kimler tâbi oluyor?" diye sordular. Kureyşin temsilcileri: "Aşağı tabaka" dediler... Yahûdî hahamlarından biri derhal güldü ve dedi ki: "Bu Peygamber, Tevrat'ta geleceğini ve kavminin kendisine şiddetle düşman olacağını okuduğumuz Peygamberdir."

HâkimBeyhekî ve İbn-i Asâkir, Ali bin Ebû Tâlib'den rivâyvt ederler. O şöyle demiştir: "Peygamberimiz'de birkaç dinar alacağı olan bir yahûdî vardı... Bir gün gelip alacağim istedi. Peygamberimiz cevabında: "Şu anda, sana verecek birşeyim yoktur!" buyurdular. Bunun üzerine yahûdî: "Alacağımı almadan, burayı terketmem yâ Muhammed!" diye haykırdı... Peygamberimiz de: "O halde, ben de seninle beraber burada otururum!" buyurdular ve oturdular... Öğle, ikindi, akşam, yatsı ve sabah namazlarim orada kıldılar... Sevgili Peygamberimiz'in ash£bi ise, duruma son derece üzülüyor ve o yahûdîyi tehdîd ediyorlardı... Dediler ki: "Ey Allah'ın Resulü, sizi bir yahûdî burada hapsetmiş bulunuyor! Bu, nasıl oluyor?" Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de: "Ben, bizınıle ister anlaşmalı olsun ister olmasın, Allah'ın hiçbir kuluna haksızlık etmemekle me'ınûr bulunuyorum!" buyurdular.

Güneş yükselip kuşluk vakti olmuştu ki, o yahûdî müslüman oldu... ve dedi ki: "Ey Allah'ın Resulü! Malımın yansını Allah yolunda sadaka olarak veriyorum! Benim size karşı böyle davranmış olmamın sebebi, sırf sizi denemek içindi... Zira ben Tevrat'ta okudum ki: "O gelecek olan Peygamberin babasının adı Abdullah olacak,,doğum yeri Mekke, hicret yurdu Taybe (Medine) olacak, mülkü Şam'da yerleşecek... O, katı veya Öfkeli değildir, sokaklarda çağırıp bağırmaz da... Çirkin söz söylemez, günah olacak şekilde konuşmaz...

Tirmîzî hasendir kaydiyle Abdullah bin Selâm'dan rivayet eder. O der ki: "Tevrat'ta, Muhammed (aleyhisselâm)'ın sıfatları ve kıyamet kopmazdan Önce Hazret-i Îsâ'nın vefat ederek O'nun yanına gömüleceği yazılı idi..."

Tefsîr'inde Ebüş-Şeyh Saîd bin Cübeyr'den nakleder. O demiştir ki: "Necâşfnin ashabından olup da müslüman olanlar ona demişlerdir ki: "Ey hükümdarımız, bize izin ver de şu sıfatlarim kitapta okuduğumuz Peygambere gidelim ve ona imân edelim!" Necâşî onlara izin vermiştir ve onlar gelip müslüman olmuşlardır... Uhud harbinde de bulunmuşlardır.

Zübeyr bin Bekkâr'ın "Ahbârü'l-Medîne" adlı kitabında da şöyle'yazar: Kab demiştir ki: "Allah'ın Mûsa'ya indirdiği kitapta Medine'ye hitaben buyurmuştur: "Ey Taybe ve Tâbe gibi adlarla anılan mütevazı şehir! Sen hazineleri kabul etme; Ben senin evlerini bütün kasabaların evlerinden daha yüksek (şerefli) kılacağım!"

Kasım bin Muhammed'den yapılan bir rivayete göre, "Tevrat'ta Medine şehrine âit kırk aded isını bulunmaktadır..."

 Peygamberimizin Bi'setinden (Gönderilmesinden) Önce, Rahib ve Hahamların verdikleri Haberler

Bu konuda Hâkim ve Beyhekî, Selmân-ı Fârisî'den şöyle naklederler... Selmân'a sormuşlar: "Müslümanlığı kabul etmezden önceki halin nasıldı?" diye. O şu bilgiyi vermiş: "Ben,. Ramhürmüz halkından bir yetim idim. Babam ise mecûsilerin dihkanlarından (din adamlarından} biri idi... Ben bir Öğreticiye gidip gelmekteydim. Onun yakınlarından olmak için, kendisinden ayrılmamaya başladım. Yaşça benden büyük bir de kardeşim vardı ki, o kendi hâlinde yaşardı... Bense fakir bir gençtim... Öğretici (muallim), ders halkasından kalktığı zaman, onu koruyanlar da dağılırdı. Onlar dağılınca da muallim kıyafet değiştirerek çıkar ve dağa giderdi... Bunu, sık sık yapardı. Bir gün kendisine, beni de yanında götürmesini söyledim... Dedi ki: "Sen bir gençsin, gizli şeylerden birini açığa vurursun diye korkuyorum." Ben: "Korkma" dedim. O dedi ki: "Gittiğin bu dağda öyle adamlar var ki, devamlı ibâdet edip Allah'ı zikrediyorlar, âhirete inanıyorlar... ve gerçekten iyi kimseler. Bunlar, bizını ateşe ve puta taptığımızı, Allah'a ortak koştuğumuzu ve bizlerin bir din üzere olmadığımızı söylüyorlar.." Ben: "Bu adamların yanına beni de götür" dedim. O: "Onlardan izin alayım da öyle" dedi ve gittiği zaman kendilerinden benim hakkımda izin istemiş, onlar da kabul etmişler... Derken birlikte dağa gittik. Baktım onlar altı-yedi kişiler... Şiddetli ibâdetten çok cansız düşmüşler. Gündüzleri hep oruç tutup geceleri sabaha kadar ibâdet ediyorlar. Ağaç kabuğu veya ne bulurlarsa onu yiyiyorlar... Bizınıle konuştukları zaman, Allah'a hamdettiler ve geçmiş Peygamberlerden bahsedip sözü Hazret-i isa'ya getirdiler ve: "Allah onu Peygamber kıldı. O, babasız dünyaya geldi. Allah onu kendisine elçi olarak gönderdi ve ona ölüyü diriltmek, kuş yaratmak, körlerin gözünü açmak gibi mucizeler de verdi... Fakat kavmin bir kısmı kendisini inkâr etti, bazıları da ona inandılar..." diye konuştular. ve bana hitaben dediler ki: "Ey delikanlı! Bilesin ki senin bir Rabbin var, O'na inanıp bağlanmalısın!... Bu dünyânın bir de âhireti var. Buna da inanmalı ve hazırlanmalısın... Çünkü âhirette yerin yâ cennet olacak, yâ da cehennem. Şu etrafımızdaki ateşe tapan insanlar var ya, bunlar hiç şüphesiz delâlet ve küfür ehli kimselerdir! Bunların yaptıklarından Allah, asla razı değildir ve bunlar dinsizdir­ler." Onların bu konuşmalarim dinledikten sonra ayrıldık, sabahleyin yine yanlarına girdik... Yine aynen, daha önceki gibi bize konuştular ve pek güzel şeyler söylediler... Ben onların sohbetine devam ediyordum. Bana dediler ki: "Ey Selmân, sen bir gençsin. Bizim yaptığımızı yapmaya güç yetiremezsin. Sen, hem ibâdet et hem de istirahat eyle, güzelce ye iç..."

Derken onların bu halinden haberdar olan hükümdar, kendi ülkesini terk etmelerini istedi. Onlar orayı terkederken, ben de kendilerinden ayrılmak istemedim. Hep beraber Musul'a geldik. Halk bunların etrafim sardı. Derken yanımıza mağara da yaşamakta olan bir adam geldi. Halk bu sefer onun etrafim sardı ve kendisine' büyük saygı gösterdiler... O, bunlara dedi ki: "Sizler daha evvel nerede yaşıyordu­nuz?" Bunlar bilgi verdiler. O: "Bu genç, niçin sizinle beraberdir?" diye sordu. Bizimkiler de ona benim hakkımda çok iyi şeyler söylediler ve benim kendilerine tabî olduğumu anlattılar... Halkın bu adama olan saygısı öyle büyüktü ki, böylesini hiç görmemiştim... Derken Allah'a hamd edip konuşmaya başladı ve geçmiş Peygamber ve onların çektikleri hakkında güzel bilgiler verdi... Sonunda sözü Îsâ'ya getirip nasîhata başladı: "Ey ahâlî Allah'tan korkunuz ve Îsâ'nın getirip tebliğ ettiği şeylere muhalefet etmeyiniz! Aksi halde cezasını görürsünüz!..." şeklinde hitap etti... Sonra kalkıp gitmek istedi. Ben kendisine rica edip beni yanından ayırmamasını istedim. Cevabında: "Ey delikanlı, senin benimle birlikte olmaya gücün yetmez. Zira ben yaşadığım mağaradan sadece haftanın pazar günleri çıkarım" dedi. Ben de: "Sizden ayrılmak istemiyorum!" diye İsrâ'r ettim. O da kabul etti ve birlikte mağaraya gittik. Onun ne yemesi vardı ne de uykusu. Hep ibâdet ediyordu... Tâ pazar gününe kadar... Pazar günü gelince birlikte çıktık ve halkın yanına geldik. Halk etrafımızı sardı... O önceki konuşması gibi bir konuşma yaptı... Sonra yine mağaraya döndük. Haftalar hep aynı şekilde geçiyordu.

Nihayet yine bir pazar günü halkın huzuruna geldik. O aynı şekilde bir konuşma yaptı ve dedi ki: "...Biliniz ki ben artık iyice ihtiyarladım, ölümüm yakındır. Ben yıllardır Kudüs'e gitmek hasretiyle yanmaktayım ve mutlaka gitmeliyim." Böyle dedi ve yola çıktı. Ben de kendisinden ayrılamayacağımı söyleyerek onunla birlikte çıktım.

Nihayet Beyt-i Makdis'e geldik. O, mescid'e girip ibâdet etmeğe başladı. O bana demişti ki: "Ey Selmân, Allah yakında bir Peygamber gönderecek, adı Ahmed olacak, Mekke'den çıkacak... O, hediyeyi kabul edecek, sadakayı kabul etmeyecek... İki omuzunun biraz sol tarafında mühür bulunacak, İşte şu içinde bulunduğumuz zaman, onun gelmesinin yaklaştığı zamandır... Bana gelince, sanmıyorum ki ben ona yetişeyim! Zira iyice ihtiyarladım. Eğer sen ona yetişecek olursan, ona inan ve tabî ol!" Ben kendisine dedim ki: "Efendim, eğer o Peygamber, bana sizden öğrendiğim ve şimdi üzerinde bulunduğum dinimi terketmemi emrederse, yine ona tabî olayım mı?" Cevabında: "Evet, benden öğrendiğin dînin terkedilmesini istese dahî, ona uy!" dedi... Sonra Beytü'l-Makdis'ten çıktı. Onun kapısı Önünde bir adam oturuyordu. Onun elinden tutarak: "Kum bismillâh^Allah'ın adıyla kalk!" dedi ve o kötürümü ayağa kaldırdı. O da birşeyi yokmuş gibi kalktı... Sonra üstad, kimseye bakmadan çekip gitti. Ben de hemen arkasından koşturmak istedim, fakat oradaki adam bana:'Tardım et de eşyamı sırtıma alayım, ben de yoluma gideyim" dedi. Ben de kendisine yardım ettim. Sonra üstadın peşinden koştum... Fakat bir türlü kendisine yetişemedim. Kime rastlasam onu soruyordum. Aldığım cevaplarda hep "İleride, ileride!" oluyordu...

Çok gayret ettimse de onun izine rastlamadım. Bir gün bir kervana rastladım, kendilerine üstadımı görüp görmediklerini sordum... Onlar, konuşma tarzınıdan benim İranlı olduğumu anladılar. İçlerinden biri, devesini çöktürerek beni o deveye bindirdi. Kendisi de binerek yola koyulduk. Beni ülkelerine, yani Medîne'ye götürdüler. Orada köle olarak sattılar. Sahibem bir kadındı ve beni, kendisine âit bir hurma bahçesinde çalıştırıyordu... Nihayet bir gün, Medîne'ye sevgili Peygamberimiz hicret buyurmuşlar. Bunu haber alınca, yanıma bir miktar hurma alarak O'nun huzuruna gittim ve hurmaları önüne koydum. O: "Bu nedir?" diye sordu. Ben de: "Bir sadakadır" dedim. Peygamberimiz, kendileri yemeyip arkadaşlarına onu yemelerini söyledi. Ben, daha sonra yine bir miktar hurma alarak O'nun huzuruna gittim ve hurmaları önüne koydum. O yine: "Bu nedir?" diye sordu. Ben de: "Bu bir hediyedir" dedim. Bu sefer hem kendileri Bismillah çekip yedi, hem de ashabına yemelerini söyleyip onlar da yediler... Kendi kendime: "İşte bunlar, Peygamberlik alâmetlerinden bâzılarıdır" diyordum... Sonra O'nun arka tarafına dolaştım. O, maksadımı sezmiş olacak ki, elbisesinin omuz kısmim sarkıtarak, iki omuzu arasındaki nübüvvet mührünü görmemi sağladı. Bu alâmeti de gördükten sonra, tam kanâat getirdim ve tekrar O'nun huzuruna gelip edeple oturdum. "Eşhedü" diyerek alenen şehâdet getirdim: "Allah'tan başka hiç bir ilâh yoktur! ve sen Allah'ın resulüsün!" diyerek müslüman oldum..."

İbn-i Sa'dBeyhekî ve Ebû Nuaym (bu konuda, daha geniş bir şekilde) İbn-i İshâk'tan şöyle rivayet ederler: Bana Asını bin Ömer'in, Mahmud bin Lebid'den, onun da İbn-i Abbâs'tan rivayeti şöyledir: O demiştir ki: Bana Selmân-ı Fârisi kendisi anlattı ve dedi ki: Ben faris halkından biri idim. Babam, bulunduğu yerin ağası idi. Beni çok severdi. Hatta bir kız evladı imişim gibi, beni evden dışarı salmazdı. Sonra mecusilikte çok çalışıp ilerledim ve ateşgedede hadim oldum. Zerdüştlük dininin hiç söndürülmeden yandırılan ateşinin başında kalıyor, onu devamlı yakmakla meşgul bulunuyordum. Bu meşguliyetimin dışında herhangi bir işle bir ilgim ve bilgim yoktu. Babamın arazileri vardı. O da bu işlere bakıyordu. Bir gün bana: "Oğlum, ben işlerime bakamaz oldum. Haydi arazınıe git, adamlarımızın çalışmalarim güzelce kontrol et. Benden de fazla ayrı kalma" dedi. Ben, babamın emri üzerine araziye giderken yolda kiliseye rasladım. Nâsâranın buradaki ibâdetlerinden sesler geliyordu. Merakımı çekti ve "Acaba bu nedir?" diye ilgilendim. Sorduğum kimseler: "Nasrâniler namaz kılıyorlar" dediler. Kiliseye girdim, gördüğüm şeyler beni hayretler içinde bıraktı. Onların yanında ta güneş batıncaya kadar oturdum. Babam, adamlar salıp her tarafta beni aramış. Akşamleyin eve döndüğümde, tabii araziye gidemeden dönmüş oluyordum. Babam bana: "Nerede idin, niçin araziye gitmedin?" diye sordu. Dedim ki: "Babacığım, giderken bir yere rastladım, nasrâniler burada ibâdet edip namaz kılıyorlarimş. Onların namaz ve duaları çok hoşuma gitti. Ben de kendileriyle beraber oturup onların ibâdetlerini seyre daldım." Babam dedi ki: "Oğlum, senin dinin, senin atalarimn dini, onların dininden daha hayırlıdır!" Ben dedim ki: "Baba Allah'a yemin ederim ki, bizını dinimiz onların dininden hayırlı değildir. Onlar Öyle kimseler ki, Allah'a ibâdet ediyorlar, namazlar kılıp dualar ediyorlar. Bizler ise, kendi ellerimiz ile yaktığımız eteşe tapıyoruz. Kendi haline bırakacak olsak, ateşimiz sönüp gidecek..." Bunun üzerine babam bana çok kızdı, ayağıma demir zincirler vurarak beni bir odaya hapsetti.

Derken ben, nasrânilere gizlice haber saldım ve dedim ki: "Bu dininizin aslı nerededir?" Onlardan "Şam'dadır" diye cevap geldi. Ben kendilerine, "Şam'dan insanlar geldiği zaman bana haber veriniz, onlarla birlikte Şam'a gitmek istiyorum" dedim. Bir gün Şam'dan tacirler gelmiş, bana haber verdiler. Bunların hangi gün dönecekleri hakkında onlardan bilgi aldım ve o gün, hazırlanıp onlarla birlikte Şam'a kaçtım. Şam'a geldiğimiz zaman; "Burada bu dinin en yetkili ve en faziletli şahsı kimdir?" diye sordum. Kilisedeki baş papazın olduğunu söylediler. Ben de ona giderek, "Ben burada sizinle beraber kalmak, size ve dininize hizmet etmek, Allah'a ibâdet etmek ve iyiliğin ne olduğunu sizlerden güzelce öğrenmek istiyorum" dedim. Papaz, bu ricamı kabul etti. Artık ben, orada onunla kalıyordum. Fakat bu papaz, iyi bir insan değildi. Kiliseye gelenleri hep sadaka ve hayır yapmaya teşvik ediyor, paraları topluyor, fakat fakirlere dağıtmıyordu. Onun bu halini görerek, kendisini hiç sevemedim. Hattâ ona çok kızıyordum.

Derken, adamcağız vefat etti. Nasraniler onu defnetmek için geldiklerinde, durumu kendilerine açıkladım. Onlar, önce bana inanmak istemediler. Paraların gömülü olduğu yeri onlara gösterince, inanmak zorunda kaldılar ve o papazı defnetmeden önce bir ağaca astılar. Karşısına geçip cesedini taşladılar. Yerine bir adam seçtiler. Bu, öyle bir adamdı ki, ondan daha çok ibâdet eden, daha çok kanaatkar olan, daha dürüst olan ve daha çok sevdiğim bir adam yoktu. Kendisinden hiç ayrılmıyordum. Fakat günün birinde o da hastalandı. Kendisine dedim ki: "Efendim, durumunuz ağır görünüyor. Allah'ın emri yakına benzer. Allah'a yemin ederim ki ben, sizi sevdiğim kadar hiç kimseyi sevmiş değilim! Bana ne emredersiniz, kimi tavsiye edersiniz?" Dedi ki: "Evladım, Musul'da iyi yetişmiş bir üstad vardır, ondan başkasını bilmiyorum. Ona git, onu en azından benim kadar iyi ve yetkili bulacaksın..."

Bu zât vefat edince, ben de onun tavsiye ettiği Musul'daki üstad'a gittim ve kendisine dedim ki: "Efendim beni size Şam'daki zât tavsiye etti. Sizinle beraber kalmama izin verir misiniz?" İzin verdi ve ben onunla beraber kalmaya başladım. Baktım, onun hali de, aynen bana söylendiği gibi çok iyi idi. Çok abid ve zâhid bir zât idi. Bir müddet beraber bulunduk.

Bir gün bu da hastalandı. Kendisine dedim ki: "Efendim, beni size Şam'daki meslektaşimz tavsiye etmişti. Şimdi siz bana kimi tavsiye edersiniz?" Cevabında dedi ki: "Oğlum, ben sana Nusaybin'deki üstadı tavsiye ederim. Bir başkasını bilmiyorum."

Üstadı defnettikten sonra, Nusaybin'e gittim. Buradaki üstadı bulup kendisine: "Beni size Musul'daki meslektaşimz, vefatından önce vasiyet ettiler, izniniz olursa sizinle beraber kalacağım" diyerek müracat ettim. Bana: "Peki, bizimle ikâmet edersin" diyerek izin verdiler. Önceki iki üstadımla olduğu gibi, bununla da ölünceye kadar beraber kaldık. Günün birinde bu da hastalanınca, kendisine: "Efendim, hakkın emri yakın görünüyor. Sizden sonra bana kimi tavsiye edersiniz?" diye ricada bulundum. Bana dedi ki: "Yavrum, şu zamanda kimseleri bilmiyorum. Ancak sana Amûriye'deki üstadı tavsiye edebilirim. Onu da bizim halimiz üzere bulacaksın."

Bu üstadı da defnederek Anadoludaki Amûriye'ye gidip buradaki üstada müraâcat ettim. O da ricamı kabul etti. Artık bu üstadla kalıyordum. Bir ara bâzı kazançlarım oldu, koyun ve sığırlarım vardı. Derken bu üstad da ölüme yaklaştı. Kendisine dedim ki; "Efendim, beni en son size havale etmişlerdi, şimdi siz kime havale edeceksiniz? Bana, kimi tavsiye edersiniz?" Üstad da bana dedi ki: "Evladım, yemin ederim ki seni havale edecek kimseleri bilmiyorum. Hâli, bizını halimizi andıran birini tanımıyorum. Fakat Mekke hareminden çıkacak olan Peygamberin zamanı yaklaşmıştır. O'nun hicret yeri de hurmalık bir yer olacaktır. Kendisinde, Peygamber olduğuna dair alâmetler bulunacaktır. İki omuzu arasında nübüvvet mührü olacak, hediye olanı yiyecek, sadaka olanı yemiyecektir. Eğer, bu ülkeye bir yolunu bulup gitmeye gücün yeterse, gitmeni tavsiye ederim. O'nun zamanimn yaklaştığına dâir nice alâmetler belirmiştir..."

Nihayet bu üstad da vefat etti. Kendisini defnettikten sonra, Amûriye'de ikâmete devanı ederek fırsat kolluyordum. Derken buraya Arabistan'dan bir ticâret kafilesi geldi. Kendilerine dedim ki: "Eğer beni ülkenize götürürseniz, size elimde bulunan şu koyun ve sığırlarımın hepsini veririm!" Onlar da bunu kabul ettiler. Birlikte yola çıktık. Fakat Vâdil-Kurâ denilen yere gelince bana zulmettiler ve beni bir yahûdiye köle olarak sattılar. Orada hurmalıkları da görerek bana haber verilen'yer olmasını da çok ümîd etmiştim. Derken Kurayza Oğullarından bir yahûdî beni, diğer yahûdîden satın alarak Medine'ye getirdi... Vallahi burasını görünce: "Tamam, İşte bana söylenen yer burasıdır" diyerek tanımıştım. Efendimin yanında köle olarak kalıyor ve çalışıyordum... Derken Allah Muhammed'i (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'de Peygamber olarak göndermiş... Fakat ben köle olduğum için bu hususta haber alamıyordum.

Nihayet Resûlüllah Medine'ye hicret buyurmuşlar. Gubâ'da ikâmet ediyorlarimş. Bu sırada efendimin amcası oğlu gelerek "Ey fulan! Allah şu Kayla Oğullarimn belasını versin! Onlar Gubâ'da bir adamın etrafında toplanmışlar, onun Peygamber olduğunu iddia ediyorlar" diye bağırıyordu... Ben, onun bu sözlerini işitir işitmez büyük bir sarsıntı geçirip titremeye başladım ve üzerinde bulunduğum hurma ağacından aşağıdaki efendimin üzerine düşeyazdım... Zorla kendimi toparlayıp aşağı indim ve ona hitaben: "Neler oluyor? Nedir bu haber?" diye sordum... Efendim ise elini kaldırarak suratıma şiddetli bir yumruk attı ve: "Bundan sana ne! Sen işine bak!" diye haykırdı... Ben de kendisine: "Doğru söylüyorsun efendim, ben sâdece merakımı saran bir haberin aslim öğrenmek istemiştim" diyerek işimin başına döndüm.

Sonra bahçeden çıkarak yine bu haberin aslim sormaya başladım. Yolda giderken rastladığım bir kadına sordum, meğer bu kadımın bütün ev halkı müslüman olmuşlar... Bana Resûlüllâh'ın bulunduğu yeri tarif etti. Ben akşama kadar sabrettim. Akşamleyin yanımda bulunan hurmalardan bir miktar alarak O'nun yanına gittim. O, bu sırada Gubâ'da idi. Huzuruna varıp dedim ki: "Ey Allah'ın resulü, sizin iyi haberiniz bana ulaşmıştır. Yanimzda da garip kimseler bulunmakta imiş. Sİze bu hurmaları sadaka olarak yemeniz için getirdim.' Resûlüllah kendileri bu hurmadan yemediler. ashabına yemeleri için söylediler. Ben kendi kendime dedim ki: "İşte bu, Peygamberlik alâmetlerinden birisidir."

Sonra dönüp gittim. Resûlüİlah da bu sırada Gubâ'dan ayrılarak Medine'ye gelmişler.

Ben, bir miktar daha hurma toplıyarak Resûlüllah'a getirdim ve: "Sizin sadaka olan şeyden yemediğinizi gördüm, bunu bir hediye ve ikram olarak getirdim" dedim. Resûlüİlah ve ashabı bundan yediler... Dedim ki "İşte bu, ikinci alâmettir."

Bir defasında ben yine Resûlüllâh'a gelmiştim. O bu sırada bir cenazenin arkasından gitmekte idi... Ben omuzundaki nübüvvet mührünü görebilsem diye, arkasına dolaştım. O benim maksadımı sezerek elbisesini omuzundan aşağıya biraz sarkıtarak benim, nübüvvet mührünü görmemi sağladı... Aynen bana söylendiği gibiydi... Omuzuna kapanarak onu öpüyor ve ağlıyordum... Efendimiz bana hitaben: "Şöyle ön tarafa gel yâ Selmân!" buyurdular. Ben derhal Ön tarafa geçip huzuruna edeple oturdum... O bu sırada, benim başımdan geçenleri ashabına duyurmak istedi... Ben de hepsini anlattım. Sözünü bitirince bana hitaben "Ey Selmân! Efendinin seni azâd etmesi için, kendisiyle anlaşma yap!" buyurdu. Ben de efendime gidip anlaşma yapmasını

istedim, o da kabul etti, Üçyüz adet hurma .fidanimn dikilmesi ve kırk okka (çeki) altimn kendisine ödenmesi şartı üzerinde karar kıldık. ResûlüIlah.Jın ashabı bu hususta bana yardımcı oldular. Herkes gücünün yettiğince ve yananda bulunan kadarıyla kimi otuz, kimi yirmi, kjjffî! de on aded hurma fidanı getirerek bunu t-affî^TPİaduk... Resûlüll&h da bana: "Selmân, fidanları dikeceğiniz çukurları açimz, fakat dikmeden bana haber veriniz! Her birini ben, kendi elimle dikmek istenm" buyurdular.

Ben ve Resûİüllah'ın ashabı birlikte çukurları açtık ve Resûlüllah'a haber verdik. Geldiler ve kendi elleriyle her bir fidanı yerine koyup düzlediler... Allah'a yemin ederim ki, bu fidanlardan bir tanesi dahi yozmadan hepsi tuttu. Şimdi sıra para borcumun ödemesindeydi... Bir gün adamın biri, bâzı mâdenlerden güğercin yumurtası büyüklüğünde altın parçası getirdi. Resûlüllâh buyurdular ki:

- "Ey Selmân, al bununla da para borcunu öde!" Dedim ki:

- "Ey Allah'ın Resulü, bu küçücük altın parçası ile ben, kırk çeki altın borcunu nasıl ödeyeceğim?" Buyurdular ki:

- "Ey Selmân, sen bunu götür ve tartarak borcunu öde! Şüphen olmasın ki Allah senin borcunu bununla ödeyecektir! Ona Öyle bereket (ve ağırlık) verecektir ki, Allah isterse borcunu ödedikten sonra, bir o kadar daha artırır bile!..." .

(Ben, gittim ve bununla da kalan borcumu ödedim.)

(İmâm-i Ahmed ve Beyhakfnin diğer tarîkten rivayetlerinde böyle tasrîh edilmiştir.)

Yine Ebû Nuaym'ın Ebû Seleme bin Abdurrahman'dan nakline göre, Selmân'ın önceki Ustadlanndan birinin kendisine şöyle dediği anlatılmaktadır:

- "...Ey delikanlı, Meryem oğlu Îsâ'nın kim olduğunu biliyor musun?" Ben:

- "Hayır, bunu işitmedim" dedim. O dedi ki:

- "Îsâ, Allah'ın Resulüdür. Kim Îsâ'nın ve ondan sonra gelecek olan Ahmed adındaki zatın Peygamberliğine inanırsa, Allah o kimseyi dünyanın gamından âhiretin ferahlığına ve nimetine eriştirir..."

Ben bu üstadın çok iyi bir insan olduğuna şahit olmuştum. Onun bana ilk öğrettiği şey şu idi: "Allah'tan başka ilâh yoktur, Meryem oğlu Îsâ Allah'ın resulüdür. Ondan sonra gelecek olan Muhammed de Allah'ın resulüdür. Öldükten sonra dirilmek de haktır." O bana, namaz kılmayı da öğretmişti ve demişti ki: "Namaz kılacağın zaman kıbleye dön! Ateş sana ürperti verse dahi ona iltifat etme. Sen farz olan namazı kilarken, anan veya baban sana çağırsa bile, namazını kesme! Ancak bir Peygamber çağırırsa kesersin. Çünkü Allah'ın Resulü, ancak Allah'ın vahyi ile seni çağırır, kendiliğinden değil... Eğer sen, Tihama dağlarından (Mekke'den) çıkacak olan Muhammed bin Abdullah'ın zamanına yetişecek olursan, muhakkak ona imân et ve kendisine benim selâmımı söyle." Ben de kendisine dedim ki:

- "Efendim bana Muhammed'in sıfatim anlatır mısın?" O dedi ki:

- "O, âlemlere rahmet olarak gönderildiğinden kendisine "Nebiyyü'r-Rahme" yâni rahmet Peygamberi denilecektir, babasının adı Abdullah olacaktır... Tihama dağlarından çıkacaktır... Son derece mütevazı olup deveye, merkebe, ata ve katıra da binecek; hür olanla köle olan yanında eşit olacaktır... Rahmet, O'nun hem kalbinde hem de uzuvlarında dopdolu olacaktır... İki omuzu arasında güvercin yumurtası büyüklüğünde bir mühür bulunacaktır. Bunun zahirinde: "Her nereye teveccüh etsen, Allah'ın yardımı seninle olacaktır" mealinde bir yazı; bâtimnda ise: "Allah birdir, O'nun hiçbir ortağı yoktur! Muhammed de O'nun resulüdür!" diye yazılmış olacak... O, hediye olandan yiyecek, sadaka olandan yemiyecek... Ne bir muâhide, ne de bir müslümana, asla zulüm etmiyecek..."

(Nübüvvet mührünün, zahirdeki ve bâtındaki yazılarından söz eden bu rivayet, münker sayılmıştır.)

Beyhekî ve Ebû Nuaym'ın Büreyde tarikiyle yaptıkları rivayette, Selmân demiş ki; "Ben, efendimle muayyen bir miktarda fidan dikilmesi şartı ile anlaşma yapmıştım, bu fidanların tutması ve meyve vermeye başlaması da şart idi. Peygamberimiz geldiler fidanları kendi elleriyle diktiler. Bir tanesini ise Ömer dikmişti.,. Aynı yıl fidanlar tuttu ve meyve verdi. Bir tanesi ise vermedi... Peygamberimiz:

- "Bunu kim dikmişti?" buyurdular. Kendisine:

- "Ömer dikmişti" denildi. O bunu çıkarıp yeniden kendi elleriyle dikti. Bu fidan da yılında meyve verdi..."

İbn-i Sa'd ile Ebû Nuaym'ın Osman en-Nehdî tarikiyle sevkettikleri rivayete göre ise, Selmân: "Bir tanesini de ben dikmiştim. Bu ise, yılında meyve vermedi..." demiştir.

Hâkim ve Beyhekî'nin Ebû't-Tufeyl'den rivayetlerinde de Selmân, geriye kalan nakit borcunu nasıl ödediği konusunda şunları söylemiştir: "Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bana, şu kadar, yâni bir dirhem büyüklüğünde bir altın parçası verdi ve buyurdu ki: "Al bununla da kalan nakit borcunu Öde! Bu o kadar ağır gelecektir ki, karşılığında Uhud dağı olsa bile, yine ağır basacaktır!" ,

(Yâni Selmân, "Benim her iki borcum da, Resûlüllâh'ın birer mucizesi olarak ödendi" demek istiyor...)

Nitekim İmâm-ı Ahmed ile Beyhekî'nin diğer bir tarîkten rivayetlerinde şöyle denilmiştir: "Resûlüllâh Efendimiz bana bu altın parçasını verdiği ve: "Bununla borcunu öde!" dediği zaman, ben: "Bu azıcık altın ile, borcumu nasıl ödeyeceğim?" demiştim. Bunun üzerine Resûlüllâh bu altın parçasının her iki tarafim mübarek tükrükleri ile ıslatarak bana verdiler ve: "Allah bununla senin borcunu elbette Ödeyecektir!" buyurdular... Ben de bunu alarak gittim ve onu tarttılar, kırk çekilik borcumun yerine yeter buldular ve böylece, borcumu ödemiş oldum..."

Yine İbn-i İshâk ile Beyhekî'nin rivayeti şöyledir: Asını bin Ömer bin Katâde demiştir ki: "Bizim büyüklerimizden bâzıları şöyle anlatırlardı: "Resûlüllâh Efendimiz'in geleceğine dâir haberler konusunda bizden daha bilgili kimse yoktu... Zira bizim aramızda kitap ehli olan yahûdiler yaşardı. Biz ise putlara tapardık... Onlar bize kızdıkları zaman derlerdi ki: "Putları kıracak ve Tevhîd dinini yayacak olan Peygamberin gelmesi iyice yaklaşmıştır... O çıktığı zaman biz ona îmân edeceğiz ve onunla birlikte sizi öldürüp yok edeceğiz... İşte o zaman, görürsünüz siz." Derken Allah Resulünü gönderdi, bizler kendisine ihlâs ve samimiyetle imân ettik... Yahudiler ise küfür ve inkâr ettiler... Yüce Allah, Kur'ân'daki şu âyetini de İşte bu hususta indirmiştir:

"...Onlar, daha önce inkâr edenlere karşı yardım isteyip duruyorlardı. O bildikleri (Kur'ân) kendilerine gelince onu inkâr

ettiler... Artık Allah'ın laneti, inkarcıların üzerine olsun!" [36]

Beyhekî ve Ebû Nuaym Ali el-Ezdî'den şöyle nakleder: "Yahûdiler dua eder ve derlerdi ki: Ey Allah'ım, bizını için bu Peygamberi gönder de, bizınıle diğer insanlar arasında hakemlik yapsın..."

Yine Beyhekî ile Hâkim'in İbn-i Abbâs'tan rivayeti şöyledir. O demiştir ki: "Hayber yahûdileri Gatafân ile harbeder ve onlara yenilirler idi. Şu şekilde dua ederek Allah'a sığimrlardı: "Ey Allah'ımız! Bize göndermeyi va'dettiğin şu Nebiyyi Ümmî Muhammed hürmetine düşmanlarımıza karşı bize yardım et!..." Onlarla karşılaştıkları zaman da böyle dua ederler ve neticede zafer kendilerinin olurdu... Ne zaman ki Allah, Resûlü'nü gönderdi; O'nu inkar ettiler... Allah da onlar hakkında: "...Halbuki onlar, inkâr edenlere karşı yardım isteyip "duruyorlardı..." mealindeki âyetini indirmiştir. [37]İbn-i İshâk, AhmedBuhârî Târih'inde, sahihtir kaydiyle HâkimBeyhekîTaberânî ve Ebû Nuaym; Mahmûd bin Lebîd'den, o da Seleme bin Sülâme'den rivayet ederler. O demiştir ki: "Bizim aramızda yahûdiler de yaşardı. Bir gün onlardan biri Abdü'l-Eşhel Oğullarına hitaben şöyle diyordu: "İyi biliniz ki öldükten sonra dirilmek var, kıyamet, cennet ve cehennem var... Hesâb ve mîzân var... Bu azab yeri olan cehennem, öldükten sonra dirilmenin hak olduğuna inanmıyan müşrikler içindir... Onlar burada yanacaklar..."

Bu olay, Peygambetirniz'in gönderilmesinden az önceye rastlıyor­du. Kendisine dediler ki: "Sen ne diyorsun? Hiç insanlar öldükten sonra dirilir mi? Yaptıklarından dolayı hesab mı verirler?" O da cevabında dedi ki: "Hakk Teâlâ'ya yemin ederim ki, şimdi sizler bana, âhiretteki cehennemden kurtulmam karşılığı olarak birbirinizin evindeki iyice yandırılmış ve kızdırılmış bir fırına girmemi söyleseniz, hiç tereddüd etmem bu fırına girerim!... Yeterki cehennemden kurtulmuş olayım..." Kendisine dediler ki: "Bu söylediklerinizin doğru olduğunun alâmeti nedir?" O da dedi ki: "Şu Mekke veya Yemen tarafından gönderilecek olan bir Peygamberdir... O, bunların doğruluğunu isbât edecektir..." Dediler ki: "Peki sen bunu ne zaman göreceksin?" O da bana işaret ederek dedi ki: "İşte şu genç O'na yetişecektir!"

Sabahtır, akşamdır derken, Allah Resûlü'nü gönderdi... Artık O, aramızdadır... Bizler O'na imân ettik ve O'nun bize getirip tebliğ ettiği şeylerin hepsini tasdik eyledik. O bize hutbeler okuyan yahudi ise O'na inanmıyordu. Şüphesiz bile bile hasedinden inkâr ediyordu. Bir gün kendisine dciik ki: "Ey yahûdî! Sen değil misin, bize Peygamberimizin geleceğine v<- gelmesinin yaklaştığına dâir hutbeler okuyan? Şimdi sana ne oluyor d' O'nu inkâr'ediyorsun?" Bize cevabında: "Benim dediğim, o değil" diyordu..."

BeyhekîTaberânîEbû Nuaym ve "El-Hevâtif" adlı eserinde el-Harâitî, Halîfa bin Abde'den rivayet ederler. O demiştir ki: "Ben, Adiyy bin Rabîa'nın oğlu Muhammed'e sordum: "Baban sana o câhiliye devrinde, bu Muhammed adim nasıl vermiş?" dedim. O da dedi ki: "Bunu ben de babama sormuştum. O bana demişti ki: "Ben, Temîm oğullarından Süfyân bin Mücâşı1, Yezîd bin Ömer, Üsâme bin Mâlik ile sefere çıkmıştım. Şam'a vardığımız zaman, üzerinde ağaçlar bulunan bir su birikintisinin yanına indik. Bir din adamı olduğu anlaşılan biri, yukarı tarafımızdan seslenerek: "Kimlersiniz?" diye sordu. Biz: "Mudar kabilesindeniz" diye cevap verdik. O dedi ki: "Yakında sizin içinizden bir Peygamber çıkacak, ona derhal inanimz, bütün kuvvetiniz ve dikkatiniz ile onun söylediklerini kabul ediniz! Bu taktirde doğru yolu bulursunuz!... Biliniz ki, o, Peygamberlerin sonuncusudur..." Biz: "Onun adı ne olacak?" diye sorduk. O, "Muhammed olacak" dedi. İşimizi bitirip seferden döndük. Bu dört arkadaştan her birimiz, çocuğu olduğu zaman ona "Muhammed" adim koydu."

İbn-i Sa'd, Saîd bin el-Müseyyib'in şöyle dediğini nakleder: "Araplar, gerek kitap ehli yahûdî ve nasrânilerden, gerek bâzı kâhinlerden, "Arapların içinden bir Peygamber gelecek, adı Muhammed olacak" diye îşitirlerdi... Bunu duyup da çocuğuna Muhammed adı verenler çok olmuştur..."

Yine İbn-i Sa'd, Katâde bin Sekenden şöyle rivayet eder: "Temîm Oğulları içinde Muhammed bin Süfyân bin Mücâşi' vardı ve kendisi papaz idi... Babasına: "Arabın içinden Muhammed adında bir Peygamber gelecek" demişti. Babası da ona Muhammed adım verdi..."

Beyhekî'nin Mervân bin Hakemden nakline göre, Muâviye bin Ebû Süfyân demiştir ki: "Bana babam Ebû Süfyan şöyle anlatmıştı: Ben, Ümeyye bin Ebû's-Salt ile Şam'a gitmiştim. Nasrânilerin yaşadığı bir karyeye geldik. Onlar Ümeyye'yi gördükleri zaman ona çok büyük ta'zîm ve tekrimlerde bulundular ve kendileriyle birlikte gitmesini istediler... Ümeyye bana dedi ki: "Ey Ebû Süfyân, benimle beraber sen de git! Öyle bir adamın yanına gidiyoruz ki, nasraniyetle ilgili bütün bilgiler onun yanında toplanmıştır. Ben, "Seninle birlikte gitmek istemiyorum" dedim ve gitmedim. O gitti ve döndüğü zaman bana dedi ki: "Sana söyliyeceklerimi, kimselere anmıyacağına dâir söz verir misin?" Ben: "Söylemem" dedim. O dedi ki: "Yanına gittiğimiz nasrânî âlimi: "Beklenen Peygamber gelmiştir!" dedi. Onun bu sözünden, kendimin Peygamber olduğunu zannettim. O, sözüne devamla dedi ki: "O, sizden değil Mekke ehlindendir." Ben: "Onun nesebi nedir?" diye sordum. "Kavminin en hayırlı ailesinden" dedi ve ilâve etti: "Eğer alameti nedir, dersen; Şam şehri, Îsâ'dan sonra tam seksen defa sarsılmıştır... Geride bir sarsıntı daha vardır ve bunun zararı büyük olacaktır..." Biz geriye döndük. Seniyye'ye yaklaştığımız zaman binitli bir adama rastladık, "nereden?" diye sorduk. "Şam'dan" dedi. Yeni bir olayın olup olmadığim sorduk. O: "Evet, Şam'da büyük bir sarsıntı oldu ve pek büyük zarar ve tahribata sebebiyet verdi" diye cevapladı..."

Ebû Nuaym, Ka'b ve Vehb bin Münebbih'ten şöyle nakleder: "Kral Buhtu Nasr, uykusunda büyük ve korkunç bir rü'yâ görür. Uyandığı zaman, rü'yamn dehşetiyle nasıl bir rü'yâ gördüğünü hatırlıyamaz... Kâhin ve sihirbazlarim çağırıp, çok sıkıntılı ve korkulu bir rüya gördüğünü, uyanınca bunu unuttuğunu ve bu gördüğü rü'yanın yorumunu yapmalarim ister... Onlar da: "Rüyanı anlat da tâbîr edelim" derler. O: "Unuttum" der. Onlar da: "Rü'yanı bize anlatmadıkça bizını onu tabir etmemiz mümkin değildir" derler.

Bunun üzerine o, Danyâl (aleyhisselâm)'ı çağırtıp rü'yasınm tâbirini ondan istiyor... Danyâl (aleyhisselâm) da diyor ki: "Sen rü'yanda büyük bir put görmüşsün, ayakları yerde, başı semâda olan öyle bir put ki, yukarısı altından, ortası gümüşten, aşağısı ise tunçtan... Bacakları demirden, ayakları tuğladan... Sen ona bakarken hayran olup kalmışsın, onun güzelliğinden, ondaki san'atm sağlamlığından dehşete kapılmışsın... Tam bu sırada Allah yukarıdan bir taş göndermiş, bu taş o heybetli putun tepesine inmiş ve onu un gibi ufalamış... Onun altim, gümüşü,demiri, tuncu ve tuğlası birbirine karışmış... Sen bu sırada demişsin ki, "Bütün insanlar bir araya gelseler, un gibi ufalanan ve bütün maddeleri birbirine iyice kansan şu putun madenlerini birbirinden ayırmaya güç yetiremezler! Şimdi bir rüzgar esse bütün bunları havaya savurur!..." Evet sen, kendi kendine böyle derken, o semadan inen taşın da giderek büyüdüğünü görüyordun... O kadar ki, o taş bütün yeryüzünü kaplamış, sen de ya gökyüzünü veya o taşı görüyordun, başka birşey göremiyordun..." Kral Buhtu Nasr da: "Evet doğru söylersin, gördüğüm rü'yâ aynen budur. Fakat bu rü'yanm tabiri nedir?" der. O da der ki: "Gördüğün put, çeşitli zamanlarda yaşayan ümmetlerdir... Gökten inen taş ise, Allah'ın ahir zamanda göndereceği hak dine işarettir. Allah, Araplar arasından bir Peygamber gönderecek, o, bütün dinler ve ümmetler üzerine zahir ve galip olacak... Allah onun sayesinde bütün dinleri ezip silecek... Rü'yandaki gökten inen taşın, o putu ezdiği gibi.

İbn-i Asâkir'in Dımeşk Târihinde Îsâ bin Dab'dan şöyle rivayet edilmiştir: Ebû Bekir es-Sıddık buyurdu ki: Ben Kabe'nin yanında oturuyordum. Orada Zeyd bin Nüfeyl de vardı. Derken Ümeyye bin Ebi's-Salt yanımızdan geçti ve dedi ki: "Şu beklenmekte olan Peygamber, yâ bizden, yâ sizden,- yâ da Filistin ehlinden çıkacaktır." Zeyd bin Nüfeyl de: "Ben bu hususta daha önce bir şey duymuş değilim" diyerek karşılık verdi... Ben, Varaka bin Nevfel ile görüşmek üzere oradan ayrıldım. Varaka'ya gittiğim zaman, kendisine bu konuşulanları anlattım. O bana dedi ki: "Ey kardeşim oğlu, evet doğrudur. Kitap ehli ve âlimler bize haber verdiler ki, bu beklenen Peygamber, arabm en hayırlı ve en şerefli ailesinden çıkacaktır. Benim neseb ilmine de vukufum vardır, senin kavmin neseb bakımından arabm en hayırlı kavmidir." Dedim ki: "Ey amca! O, neler söyleyecek?" Varaka: "Kendisine ne vahyedilirse onu söyleyecek" defli ve ilave etti: "Şu kadar var ki O, ne başkasına zulmeder, ne de kendisine zulüm edilmesine fırsat verir." Vaktaki Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) Peygamber olarak gönderildi, ben de O'na hemen îmân ettim ve O'nu bütün kalbimle tasdik eyledim."

TayâlisîBeyhekî ve Ebû Nuaym Zeyd bin Nüfeyl'in oğlu Saîd'den şöyle rivayet ederler: "Zeyd bin Artır bin Nüfeyl ve Varaka bin Nevfel hak dînin ne olduğunu aramaya çıkıp Musul'a giderler... Oradaki bir râhib, Zeyd'e der ki: "Sen neredensin?" Zeyd: "İbrahim (aleyhisselâm)'ın yurdu Mekke'den" diye cenaplar. O da der ki: "Peki, buralarda ne arıyorsun?" Zeyd: "Hak dîni arıyorum!" der. Râhib de der ki: "Yurduna dön! Çünkü aradığın hak dînin oradan çıkması yaklaşmıştır..."

Ebû Ya'lâ, Beğavî, TaberanîBeyhekîEbû Nuaym ve sahihtir kaydiyle Hâkim; Üsâme bin Zeyd'den şöyle rivayet ederler: Babası Zeyd bin Harise demiştir ki: "Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Zeyd bin Nüfeyl'e kavuşmuş ve ona demiş ki: "Ey Amca! Sebeb nedir ki kavmin sana buğzediyor?" O da demiş ki: "Onların bana kızmaları, benim kendilerine karşı bir kötülüğüm olduğundan değildir. Sa'dece ben kendilerine, doğru yolda olmadıklarim söylemişimdir... Nihayet hak dînin ne olduğunu aramak maksadı ile çıktığım zaman Cezire'ye gelmiştim. Buradaki şeyhe maksadımı söylediğim zaman, bana: "Sen kimsin?" diye sormuştu. Ben de: "Beytullâh'ın bulunduğu yerdenim" diye cevap vermiştim. O da bana demişti ki: "Aradığın hak dîni yayacak olan Peygamber, senin ülkenden çıkacaktır, zamanı da yaklaşmıştır... Ülkene dön, O'na inan ve kendisini tasdik et."

Bunun üzerine döndüm. Fakat şimdilik o Peygamber çıkmış da değil..." Zeyd bin Harise der ki: Zeyd bin Nüfeyl, Peygamber Edendin Iz'e Peygamberlik verilmeden önce vefat etti.

İbn-i Sa'd ve Ebû Nuaym Amir bin Rabîa'dan rivayet eder. O şöyle demiştir: "Ben, Zeyd bin Amr bin Nüfeyl'e Hirâ'ya giderken yolda rastladım. O, kavmiyle arasını iyice açmıştı. Onların putlara tapmasını kimyor ve onlara şiddetle muhalefet ediyordu. Zeyd bana dedi ki: "Ey Amir, ben kavmime muhalefet edip İbrahim (aleyhisselâm)ın dinine tabi oldum. Ben şu günlerde bir Peygamberin çıkmasını bekliyorum. Bu Peygamber İsmail Oğullarından ve Abdül-Muttalib soyundan çıkacaktır... Adı Ahmed olacaktır. Ben ona yetişirsem derhal imân edip onu tasdik edeceğim, alenen şehadette bulunacağım... Eğer kendisine yetişemez-sem ve sen benden daha uzun yaşayıp da ona yetişecek olursan; kendisine benden selâm söyle ve hiç çekinmeden ona imân et! Yâ Amir, bana verilen bilgiye göre, onun hakkındaki bâzı alâmetleri sana söyliyeyim de bu hususta tereddüdün kalmasın. O'nun boyu, ne uzun olacak, ne de kısa; saçı ne çok olacak, ne az... Gözlerinde devamlı bir kırmızılık bulunacak... Adı Ahmed olacak ve şu beldede (Mekke'de) doğacak, yine bu beldede Peygamberliğini tebliğ edecek. Sonra kavmi kendisini bu şehirden çıkaracak, çünkü onlar O'na inanmıyacaklar, O'nun tebliğ ettiği şeylerden hoşlanmayacaklar... O da Yesrib'e (Medine'ye) göçecek... Dînini orada yayacak... Sakın hâ O'nu görmezlikten geleyim deme! Bilirsin ki ben, hak dîni bulabilmek için nice beldeler dolaştım, fakat karşılaştığım din âlimlerinin bana verdikleri bilgiler, İşte bu merkezdedir... Karşılaştığım bu âlimler bana, geleceğini bildirdikleri bu Peygamberden sonra bir daha Peygamber gelmeyeceğini de haber vermişlerdir..."

Amir bin Rabîa diyor ki: "Resulüllâh Efendimiz Peygamberliğini ilân ettikleri zaman, kendilerine gidip Zeyd bin Nüfeyl'in bu söylediklerini anlattım ve müslüman oldum. Peygamberimiz onun hakkında rahmet diledi ve buyurdu ki:

"Ben onu, eteğini sürüyerek cennette gezinirken gördüm."

İbn-i Sa'd, eş-Şa'bî yoluyla Zeyd bin el-Hattâb'ın oğlu Abdurrahman'dan rivayet eder. O demiştir ki: "Zeyd bin Nüfeyl bana şöyle anlattı: Ben, Şam'da idim. Orada bir rahible karşılaştım ve puta tapıcılıktan, yahûdîlik ve nasrânîlikten hiç hoşlanmadığımı, bunları asla doğru görmediğimi ona söyledim. Rahib bana dedi ki: Öyle sanıyorum ki sen İbrahim'in dînini arıyorsun! Fakat şimdiki zamanda bu din ile amel edilmemektedir... Sen kendi ülkene (Mekke'ye) dön! Oradan büyük bir Peygamber çıkacak, İbrahim'in dînî olan Hanîflik dinini yayacak ve bu Peygamber, Allah indinde en hayırlı ve en şerefli bir kul olacak!..."

Ebû Nuaym, Ebû Ümâme el-Bâhilî tarîki ile Amr bin Absetü'S'Sülemî'den nakleder. O şöyle demiştir: "Ben, câhiliye devrinde kavmimin dînini terk ettim, onların taşlara tapmakla bâtıl yolda oldukları kanaatinde idim... Derken ehl-i kitaptan bir adama rastladım ve ona: "En faziletli din hangisidir?" diye sordum o dedi ki: "Mekke'den bir adam çıkacak, kavminin tanrılarim terkedecek, insanları başka bir dine çağıracak... İşte bu adam, en faziletli dîni getirecek! Onun çıktığim duyarsan, gider kendisine uyarsın."

Ondan bu sözleri duyunca, bütün arzum Mekke'ye gitmek idi. Gittim ve yeni bir olay çıkıp çıkmadığim sordum. "Hayır" cevabim aldım. Ailemin yanına döndüm, tekrar Mekke'ye gidip aynı şeyi soruyor, "hayır" cevabim alıyordum... Artık, Mekke'den çıkış yapan kervanlan karşılayıp yeni bir olay olup olmadığim soruyor, yine "hayır" cevabim alıyordum... Bir gün yol üzerinde oturuyordum. Bir binitli geldi, kendisine: "Nereden geliyorsun?" diye sordum. "Mekke'den" dedi. Dedim ki: "Bir haber var mı?" Dedi ki: "Evet, bir adam çıktı, kavminin tanrılarım tanımıyor! İnsanları yeni bir dine çağırıyor." Bunun üzerine ben, "İşte beklediğim adam budur!" dedim ve hemen Mekke'ye gelip O'na iman etmek istedim. Gördüm ki, kendisini gizliyordu. O'na:

- "Sen kimsin?" diye sordum. O:

- "Peygamber" diye cevapladı. Dedim ki:

- "Peygamber nedir?" Dedi ki:

- "Resul, yani bir elçi." Dedim ki:

- "Seni elçi olarak kim gönderdi?" Dedi ki:

- "Allah!"

- "Ne ile gönderdi?"

-- "Akrabaya iyilik etmek, haksız yere kan dökmemek, kız çocuklarım diri diri kuma gömmemek, yol emniyetini sağlamak, putları kırmak, yalnız Allah'a ibâdet edip hiçbir şeyi O'na ortak koşmamak ile!..."

- "Allah seni, ne güzel şeylerle göndermiş! Sen şâhid ol ki, ben sana îmân ettim ve seni tasdik eyledim! Artık senden ayrılmam!" Buyurdu ki:

- "Bak, insanlardan ne çektiğimi, onların buna ne kadar kızdıklarim görüyorsun. Bu durumda sen, benimle birlikte bulunmağa güç yetiremezsin... Sen yurduna dön, ben buradan başka bir yere çıktığım zaman gelir benimle birlikte olursun..."

Vaktaki Peygamberimiz Mekke'den ayrılıp Medine'ye göç ettiler, ben de Medine'ye gidip kendisiyle beraber olanların arasına katıldım..."

(Bu rivayeti İbn-i Sa'd, Amr bin Abse'den Şehr bin Havşeb tarikiyle nakleder).

Ebû Nuaym ve İbn-i Asâkir Ebû Hilreyre'den rivayet eder. O şöyle demiştir: "Edindiğim bilgilere göre, İsrâ'il Oğulları, Buhtu Nasr'ın kesin galebesinden sonra çeşitli ülkelere dağılmışlar... Onlar kendi kitapla­rında Muhammed (aleyhisselâm)'ın sıfat ve alâmetlerini okurlar ve O'nun Arap karyelerinden hurmalıklı bir kasabada çıkacağim söylerlerdi. Şam'dan ayrıldıkları zaman, Yemen ile Şam arasındaki Arap kasabalarimn hangisinin buna uyduğunu araştırmışlar, söylenen kasabanın Yesrîb, yâni Medine olduğunu görmüşler ve gelecek olan Peygambere kavuşup O'na ümmet olmak isteğiyle Medine'ye yerleşmişler... Hattâ Hârûn Oğullarından Tevrat'ı bilen bâzıları da Medine'ye bu maksatla yerleş­mişler... Henüz gönderilmemişken, Muhammed'in Peygamberliğine inanmışlar ve kendileri hayatta iken geldiği takdirde O'na inanmalarim çocuklarına tavsiye etmişlerdir... İşte bunların neslinden bâzıları; Hazret-i Muhammed'in Peygamber olarak gönderildiği günlere ve O'na yetiştikleri halde, bile bile inkâra yönelmişlerdir..."

Ebû Nuaym Hassan bin Sâbit'ten nakleder. O demiştir ki: "Vallahi ben, babamın evinde yedi yaşında çocuk iken, gördüğüm ve duyduğum şeyleri hiç unutmazdım. Bir gün babamla birlikte idik. Evimize bir genç geldi, adı da Sabit bin Dahhâk idi. Konuşmaya başladı ve dedi ki: Kurayza'lı bir yahûdi şöyle iddia ediyor: "Yahudilerin kitabı gibi bir kitap getirecek olan bir Peygamberin gelmesi iyice yaklaşmıştır! O çıktığı zaman sizi kılıçtan geçirecektir..."

Yine Hassan diyor ki: Vallahi, bir gece seher vakti idi ve ben evin damı üzerinde idim. Bir ses duydum. Bu bir yahûdinin sesi idi. Medine evlerinden birinin üzerine çıkmış ve bütün sesi ile bağırıyordu. İnsanlar da etrafına toplandı, "Ne var? Niye bağırıyorsun?" diye çıkıştılar. O diyordu ki: "İşte, Ahmed'in yıldızı doğdu!... Bu yıldız, ancak Peygamberliğin alâmeti olarak doğar! ve Ahmed'den başka gönderilecek bir Peygamber de kalmamıştır!..." Onun böyle söylemesi üzerine insanlar gülüşmeye başladılar ve onun söylediklerine hayret ettiler."

(Bunu rivayet eden Hassan bin Sabit, tam yüz yirmi sene yaşamıştır. Bu yaşamın altmış senesini câhiliyede geçirmiş, altmış senesini de İslâm'da yaşamıştır).

Vâkıdî ile Ebû Nuaym Huvaysa bin Mes'ûd'dan naklederler. O demiştir ki: "Biz, yahudilerle birlikte yaşardık. Onlar derlerdi ki: "Mekke'den bir Peygamber çıkacak, adı Ahmed olacak... O son Peygamber olacak. O'na ve O'nun geleceğine dair kitaplarımızda bilgiler vardır ve bu hususta bizden söz alınmıştır..."

Onlar, tam O'nun sıfatim anlatacakları sırada, uzaktan bir ses duyuldu. Ses, Abdü'l-Eşhel Oğullarimn yurdundan geliyordu. Kavmim sesi duyunca, yeni bir olay mı var, diye telaşlanıp korktular. Baktık, ses duyulmaz oldu... Sonra yine biri bağırıyordu ve diyordu ki: "Ey Yesrîb halkı, İşte Ahmed'in yıldızı doğdu, kendisi de doğmuştur!" Tabiî biz onun bu sözlerinden hayrete düşmüştük... Sonra bir ara bunlar unutuldu. Sağ olanlardan niceleri vefat etti, küçükler büyüdü. Tabiî, ben de büyüyüp adam oldum. Derken bir ses yine haykırıyordu: "Ey Medine halkı! Gerçekten Muhammed çıktı ve Peygamberliğini ilân etti! Mûsa (aleyhisselâm)'a gelen vahiy meleği Cebrâîl, O'na da geldi..."

Aradan bir zaman geçmemişti ki, gerçekten Mekke'de bir adam çıkıp Peygamberliğini ilân etmişti... Olay üzerine bizden Mekke'ye gidenler oldu. Bâzıları da gecikmişti. Bana da, Peygamber Mekke'dey­ken müslüman olmak kısmet olmamıştı... Halbuki iki genç o sırada müslümanlığı kabul etmişlerdi... Ben ise, Peygamber Medine'ye teşrif edinceye kadar, müslüman olmayı geciktirmiş oldum..."

İbn-i Sa'd ve Ebû Nuaym İbn-i Abbâs'tan rivayet ederler. O şöyle demiştir: "Kurayza, Nadîr, Fedek ve Hayber yahûdileri okudukları kitaplarında, Peygamberimize âit vasıfları görüp biliyor, O'nun Mekke'den çıkıp Medine'ye hicret edeceğini söylüyorlardı... Yine onlar, Peygamberimiz doğduğu zaman: "Ahmed dünyaya geldi, O'nun yıldızı doğdu..." diyorlardı. Vaktaki Peygamber Efendimiz Peygamberliğini ilân ettiler, bile bile inkâr cihetine gittiler..."

Yine İbn-i Sa'd ile Ebû Nuaym ve İbn-i Asâkir Ebû Nemle'den rivayet ederler. O da şöyle demiştir: "Kurayza Oğulları yahûdîîeri Resûlüllâh'a âit vasıfları kitaplarında okurlar ve çocuklarına okutur­lardı... O'nun adım, çıkacağı ve hicret edeceği yeri öğretirlerdi... Vaktaki Peygamberimiz zuhur ettiler, onlar da O'nu, bile bile ve sırf hasedlerinden inkâr ettiler ve O'na düşman oldular..."

Ebû Nuaym, Ebû Saîd el-Hudrî'den ise şöyle rivayet eder: "Ben, Ebâ Mâlik bin Sinan'dan işittim, şöyle anlattı: "Bir gün ben, Abdü'l-Eşhel oğullarına gitmiştim. Ehl-i kitaptan Yûşâ diyordu ki: "Mekke'den çıkacak olan Ahmed adındaki Peygamberin çıkması yakındır." Kendisine: "Alâmeti nedir?" diye sordular. Dedi ki: "O, ne uzun boylu, ne de kısa boyludur. Gözünde devamlı bir kırmızılık vardır. Elbisesi, ihram kabilinden bir örtüdür. Biniti merkeptir, kılıcı omzundadır. Hicret yurdu burası, yâni Medine'dir."

Ben, kabilem Hadret Oğullarına döndüğüm zaman, büyük bir hayret içinde idim... içimizden biri böyle söylüyor, Yûşâ böyle söylüyor, Medine'deki bütün yahûdiler böyle söylüyordu... Bir gün Kurayza Oğullarına gittim, orda toplanmışlar, Peygamberimiz hakkında konuşuyorlar... Zübeyr İbn-i Bata dedi ki: "Sâdece bir Peygamber geleceği zaman doğup görünen kırmızı yıldız İşte doğmuştur. Ahmed'den başka gönderilecek Peygamber de kalmamıştır... O'nun hicret edeceği yer de İşte burası, yâni Medine'dir..."

Ebû Nuaym, Mahmûd bin Lebîd'den, o da Muhammed bin Seleme'den rivayet eder. Şöyle demiştir: "Eşhel Oğullarında bir tek Yahûdî vardı; Yûşâ... O diyordu ki: "Mekke'den çıkacak olan Peygamberin çıkması yakındır. Ben gencim, kimin ömrü müsâid olur da O'na yetişirse, mutlaka O'na inansın. O'nu tasdîk etsin!"

Derken çok geçmedi. Allah Resulünü gönderdi. Bizler O'na imân ettik. O artık aramızda idi. Yûşâ ise hasedinden O'na inanmadı..."

Ebû Nuaym'ın Abdullah bin Selâm'dan rivayeti ise şöyledir. O demiş ki: "Kral Tübba Medine yakınma kadar gelmişti. Medine Yahudilerinin söylediklerine itimad ederek ölmeden, Peygamber Efendimize imân etmiştir."

İbn-i Sa'd'ın İkrime'den, onun İbn-i Abbâs'dan, onun da Übey bin Ka'b'dan rivayeti ise şöyledir: Kral Tübba, Medine yakimndaki Kınat denilen yere geldiği zaman, yahudi hahamlarim çağırtıp, "Ben bu şehri tahrib edeceğim!" dedi. Yahudi Şamun da dedi ki: "Ey melik, adı Ahmed olan bir Peygamber Mekke'den çıktığı zaman, onun hicret yurdu burası olacaktır ve senin şu bulunduğun yerde o, büyük bir savaş yapacaktır. Kendilerinden ve düşmanlarından çok kimseler yaralanacak ve ölecek­lerdir..." Tübba1 dedi ki: "O zaman onunla kimler savaşacak?" Şamun şu cevabı verdi: "Kendi kavmi Mekke'den gelerek onunla çarpışacaktır." Tübba: "Onun kabri nerede olacak?" diye sordu. Şâmun, "Bu beldede" diye cevapladı. Kral: "O savaştığı zaman, hezınıet hangi tarafta olacak?" dedi. Şamun: "Bazen onun tarafında, bâzan da düşmanları tarafında" dedi ve ilave etti: "Senin şu bulunduğun yerde, onun ashabından bir çoğu şehid düşecekler. Sonra kesin zafer O'nun olacak ve O, iyice zahir ve gâlib bulunacak." Tübba': "Onun alâmetleri nedir?" diye sordu. Şamun dedi ki: "O, ne kısa boylu, ne de uzun boylu bir adamdır. Gözlerinde bir kırmızılık bulunacak. Merkebe binecek, elbisesi bir örtüden ibaret bulunacak. Kılıcı omuzunda olacak. Kesin zafer kazanıp dinini yerleştirinceye kadar, kiminle karşılaştığına hiç aldırmıyacak; hiçbir düşmandan korkmayacak..."

İbn-i Sa'd Abdil'l-Humeyd bin Cafer'den, o da babasından rivayet eder. O demiştir ki: "Zübeyr bin Bata, yahûdilerin en âlimi idi. Bize şöyle anlatmıştı: "Babam Tevrat'a ait bir kısını evrakı benden saklamış­tı. Bu evrakta: "Ahmed adında bir Peygamber gelecek, Mekke'de doğup Peygamberliğini ilan edecek. Şu ve şu alâmetleri bulunacak" diye yazıyordu. Zübeyr bin Bata, babasının ölümünden sonra bunları anla­tırdı, henüz Peygamberimiz de çıkmış değildi. Vaktaki Peygamberimiz, Peygamberliğini ilan ettiler; o bunu duyunca hemen yanındaki Tevrat'a âit evrakı imha etti ve Peygamberimize âit alâmetleri tamamen gizledi. Kendisi de: "Bu o değildir" diyerek inkâr eyledi."

(Kurayza ve Nadir Oğullarimn hahamlarimn da böyle davrandıklarına dâir bir rivayeti de Ebû Nuaym; Sa'd bin Sabit tarikiyle nakletmiş tir).

Ebû Nuaym, Zeyyâd bin Lebib'den nakleder. O şöyle demiştir: "Bir gün ben Medine evlerinin birinin damında idim. Bir ses duydum, diyordu ki: "Ey Medine'lilerî Allah'a yemin ederim ki, Peygamberlik îsrâil Oğullarında sona ermiştir. İşte şu yıldız, Ahmed'in doğduğuna işarettir. O, bütün Peygamberlerin sonuncusudur. Mekke'den çıkıp buraya hicret edecektir!"

İbn-i Sa'd ve Ebû Nuaym Amâra bin Huzeyme'den, o da babası Sabit'ten rivayet eder. Şöyle ki: "Evs ve Hazrec içinde Ebû Amir er-Râhib kadar Peygamberimizin sıfat ve alâmetlerini bilen birisi yoktur. Yahu­dilerle samimiyet kurar, din hakkında onlara sorular sorardı. Resûlül-lah'ın geleceğine, Mekke'de doğup Medine'ye hicret edeceğine dâir on­lardan bilgiler alırdı. Sonra çıkıp Teymâ yahudilerine gitmiş, onlardan da bu hususta bilgiler almıştı. Daha sonra Şam'a gitmiş oradaki nasrâ-ni bilginleri ile görüşmüş, onlar da kendisine, Peygamber Efendimiz'in geleceğine ve sonunda Medine'ye hicret edeceğine dair bilgiler vermiş­lerdi. Nihayet Medine'ye dönen Ebû Amir diyordu ki: "Ben, tevhid dini olan "Haniflik" dini üzerindeyim!..." ve yün elbise giyerek, kendisini ibâdete verdi. Bunun için ona er-Râhib derlerdi. O, ayrıca "İbrahim aleyhisselamın dininde olduğunu" iddia ediyor ve son Peygamberin çıkmasını beklediğini söylüyordu. Fakat Resûlüîlah Efendimiz Mekke'de zuhur ettiği zaman Ebû Amir, ne Mekke'ye gitti, ne de bulunduğu halinde bir değişiklik oldu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz Medine'ye hicret buyurdular, bu sefer de Peygamberimize hased etti, düşmanlık ve münafıklık yolunu seçti. Bir gün Peygamberimize gelip:

- "Yâ Muhammed, sen ne ile gönderildin?" diye sordu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de:

- "Hanifîik ile" cevabim verdiler. Bunun üzerine Ebû Amir;

- "Sen, Hanifliği ona aykırı şeylerle karıştırıyorsun!" demek cüretim gösterdi. Buna karşılık Peygamber Efendimiz:

- "Ben, Hanifliği, güneş gibi parlak ve açık, aynı zamanda tertemiz olarak getirmiş bulunuyorum!" ve devamla buyurdular ki; "Ey Ebû Amir, yahad: hahamlarimn ve uasrani papazlarimn benim hakkımda sana bildirdikleri şeyleri neden değerlendiriyorsun! Şimdi bu bilgilere ne oldu?" Ebû Amir:

- "Onların haber verdikleri sen değilsin!" dedi. Peygamberimiz de:

- "Ya'lân söylüyorsun!" buyurdular. Ebû Amir:

- "Hayır, yalan söylemiyorum" diyerek inkar cihetine gitti. Bunun üzerine Resûlüllah Efendimiz de buyurdular ki:

- "Ya'lân söylediği belli olan kişiyi Allah, kovulmuş ve yapayalnız kalmış olarak ölmeye mahkum eylesin!"

Ebû Amir, Peygamberimizin bu bedduasına "Amin!" diyerek katılmıştır. Sonra Mekke'ye dönmüş, Kureyş'in müşriklik dinine katılmış ve eski halini terketmiştir."

Cafer bin Abdullah bin Ebûl-Hakem'den Ebû Nuaym'in bir rivayeti dahi bu merkezdedir. Ancak bu rivayette şu açıklama da vardır: "Ebû Amir, Mekke'nin müslünıanlar tarafından fethedilmesi üzerine Taife geçti. Taifin de müslümanların eline geçip Tâiflilerin de müslümanhğı kabul etmeleri üzerine, Tâifden ayrılmış ve Şam'a gitmiştir. Burada, vaktiyle Resûlüllah'ın bedduaları veçhile, yapayalnız ve tek başına iken ölmüştür."

Ebû Nuaym, Ebû Seleme bin Abdurahman bin Auftan rivayet eder. O demiş ki: "Ka'b bin Lüey bin Gâlib, kavmini cuma günü toplar, onlara şöyle hitabederdi: "Bundan sonra derim ki: "Ey kavmim, işitip öğreniniz, anlayıp belleyiniz! Gece örtücü, gündüz aydınlatıcıdır. Yer­yüzü döşek, gökyüzü bir bina, dağlar direk, yıldızlar birer işarettir. Evvelkiler de sonrakiler gibidir. Erkek kadın her yaşayan ölür. Akraba­nızı gözetiniz, evlilik yoluyla te'sis ettiğiniz hasınılıkları koruyunuz, mallarimzı bereketlendiriniz. Hiç ölüp de dirilen, gidip de gelen olmuş mudur? Hakiki hayatın yurdu önünüzdedir, âhirettedir. Hakikat, sizlerin zan ettiğiniz gibi değildir! Şu Harem-i Şerifin kıymetini bilip güzel koruyunuz! Zira burada dünyanın en büyük olayı gerçekleşecek; yakında buradan çok şerefli bir Peygamber çıkacaktır!. Vallahi benim eğer gözüm ve kulağım varsa, elim ve ayağım da tutuyorsa ve ben de o çok şerefli Peygamberin çıkışma şahid olursam, büyük bir istek ve süratle O'na icabet ederim! O'na inanır ve tabi olurum!..."

İşte o, kavmine böyle hitâb eder sonra şiir hâlinde şunları söylermiş:

"Gece ve gündüz. Her bir hareket veya dönüş.

Farksızdır bizını için. Hepsi yeni bir oluş.

Bir bakmışsın, Peygamber Muhammed gelivermiş!

Nice büyük haberler hem gerçek oluvermiş.

Zirâ ki haber veren kendisi çok gerçektir,

Er veya geç, bu "gerçek haberci" gelecektir!

Keşke O'nun gelişinde ben dahi bulunsam!.

Kavmi hakkı çiğnerken; ben yardımcısı olsam!..."

Ebû Nuaym İbn-i İshâk'tan, o ez-Zühri'den, o Sald bin el'ınüseyyib'den, o da İbn-i Abbâs'tan rivayet eder. Şöyle ki: "Kıss bin Sâide, Ukâz panayırında kavmine hitâb eder, hutbesinde derdi ki: "Nihayet hak din, İşte şu Mekke şehrinden çıkıp yayılacaktır!" Ona sormuşlar: "Hak din dediğin nedir?" diye. O da demiştir ki: "Mekke'den ve Lüey bin Gâlib oğullarimn soyundan bir adam gelecek, sizleri Kelime-i Ihlâs'a, yâni Kelime-i Tevhid'e çağıracak, ebedi âhiret hayatimn hak olduğunu Öğretecek. Buna ve ebedi saadete devam edecek. Eğer sizler onun zamanına yetişecek olursanız, mutlaka O'na uyunuz!. Ben, nasib olsa da O'na yetişebilsem, hiç tereddüd etmeksizin kendisine koşar ve tabi olurum..."

İbn-i Asâkir ve Kitâbu'l-Havâtif'de el-Harâiti, Cami' bin Cirân'dan naklederler ki o, şöyle demiştir: "Evs bin Harise, vefatı yaklaştığı zaman oğlu Mâlik'e bir takım vasiyetlerde bulunmuş ve sonunda demiş ki: "Muhrik oğulları ile olan çarpışmada esir düşenleri gördüm. Hiçbir hükümdarın veya sıradan bir kimsenin, asla şu dünyada baki olmadığına şahid oldum. Hepsinin sonu ölüm ve kabirdir! Ey kavmim! iyi ve saâdetli kişilerin, kendisiyle gerçek saadete erecekleri Allah'ın davetçisi, hâlâ gelmedi mi? Mekke'de Gâlib oğulları soyundan gelecek olan dâvetçi, Zemzem ile Hacer arasında dikilip de insanları Allah'a çağırdığı zaman, kendisine mutlaka icabet ediniz. Mutlaka ona yardımcı olunuz! Biliniz ki gerçek mutluluk, O'na yardımcı olmaktadır..."

İbn-i Sa'd, Hıram bin Osman el-Ensâri'den rivayet eder. O der ki: "Sa'd bin Zürâre kırk arkadaşı ile birlikte ve ticâret maksadıyla Şam'a gitmişti. Bu sırada kendisi bir rü'ya görmüş. Rü'yasında ona demişler ki: "Ey Ebû Ümâme! Yakında Mekke'den bir Peygamber çıkacak, O'na tabi ol! Bunun alâmeti ise, arkadaşlarınla birlikte Şam'dan dönerken, bir yere ineceksiniz. Orada size bir musibet erişecek. Arkadaşların ölecekler. Sâdece içlerinden bir tanesi kurtulacak, onun da bir gözü sakat olacak. Sen ise kurtulup, bu bir tek arkadaşınla kalacaksın..." Hakikaten bir yere indikleri zaman vebadan arkadaşları ölmüş ve kendisi, bir gözü sakatlanan tek arkadaşı ile birlikte kurtulmuşlardır..."

İbn-i Ebî'd-Dünya, Bey ha kî ve Ebû Nuaym Eş-Şâ'bi'den naklederler. O demiştir ki: "Bana Cüheyne'li bir şeyh anlattı ve dedi ki: Bizde, câhiliye zamanında Umeyr bin Hubeyb adında bir adam vardı. Hastalandı ve komaya girdi... Derken biz onun Öldüğünü zannettik ve kabrinin kazılması için emir verdik. Bir müddet yanında kaldık. Adam ansızın doğrulup oturdu ve dedi ki: "Gördüğünüz gibi ben bayılmışım. Bu haldeyken bana denildi ki: Lât ve Hübel gibi putlar boştur! Bak kabrin kazılıyor! Halbuki sen daha yaşayacaksın, şimdi vefat eden ise Kusal'dır... Ayıhp iyileştiğin zaman, Nebiyy-i Mürsel'e inanır mısın? Rabbine şükreder, namaz kılar mısın? Putları Allah'a ortak koşan ve insanları sapıklığa sürükleyen kimselerin yolunu terk eder misin?" Ben de "Evet!" dedim. "Evet" der demez de ayıldım... Şimdi derhal gidip bakınız, hakîkaten Kusal vefat etmiş midir, etmemiş midir?"

Umeyr'in bu sözü üzerine gidip baktılar, hakîkaten Kusal vefat , etmiş... O sırada açılması emredilen kabre, Kusal'ı defnettiler... Umeyr ise, tâ İslâmı idrâk edinceye kadar yaşadı..."

îhn-i Asâkir "Dunaşk Tarihi" adlı eserinde Ka'b'dan naklen şöyle der: "Ebû Bekir es-Sıddîk'ın müslümanlığı kabul edişi, semavî bir vahiy sebebiyledir. Şöyle ki: O Şam'da ticâret yapıyorken bir rü'yâ gördü ve bu rü'yâsını, Râhib Buhayrâ'ya anlattı. Râhib: "Sen nereden geldin?" diye sordu. O: "Mekke'den" diye cevap verdi. Râhib: "Hangi kabile s in dan?" dedi. O: "Kureyş'ten" dedi. Râhib: "Ne iş yaparsın?" diye sordu. O: "Tacirim" dedi. Râhib: "Allah rü'yâ'ın gerçek kılsın! Senin kavminden bir Peygamber gelecek ve sen O'na vezir olacaksın... Ölümünden sonra da O'na halîfe olacaksın..." dedi.

Ebû Bekir, rahibin bu sözlerini kimseye açmadı. Peygamber Efendimiz, Peygamberliğim tebliğe başladığı zaman Ebû Bekir O'na geldi ve dedi ki: "Yâ Muhammed, senin Peygamber olduğunun delili nedir?" Efendimiz de ona buyurdu ki: "Senin Şam'da iken gördüğün rü'yâdır!" Bunun üzerine Ebû Bekir, Efendimiz'in alnından öptü, kendisini kucakladı ve derhal müslümanlığı kabul etti... "Şehâdet ederim ki Sen, Allah'ın Resulüsün!.,." dedi.

İbn-i Asâkir, Muhammed bin Abdurrahmân el-Beyâdî'den nakleder. O babasından, babası da kendi babasından naklen demiş ki: "Ebû Bekir'e: "Müslümanlığı kabul etmeden, önce Muhammed'in Peygamberliği hakkında bir alâmet görmüş müydünüz?" diye sordular. O da dedi ki: "İster Kureyşten olsun ister başkalarından olsun, hiçbir kimse yoktur ki Muhammed'in Peygamber olduğu hususunda Allah ona bir alâmet ve hüccet göstermemiş bulunsun! Bir gün ben, bir ağacın gölgesinde oturuyordum... Bir ara ağacın bir dalı üzerime iyice sarktı ve başıma değdi... Bir başkalık var, diye hayretle ona bakmaya başladım. Bu sırada bir ses işittim. Diyordu ki: "O Peygamberin çıkması yaklaşmıştır! O'na derhal imân etmek suretiyle insanların en bahtiyarı olmaya bak!"   

 Peygamberimizin Bir Özelliği de, Önceki Kitaplarda Ashabimn Adlarimn Geçmesi ve Onlara Arza Varis Olacakları Müjdesinin verilmesidir

Yüce Allah buyurur:

"Andolsun Tevrat'tan sonra Zebur'da da: "Arza mutlaka iyi kullarım vâris olacaktır" diye yazmıştık." [41]

Kur'an'ın tefsirine dâir yazdığı eserinde İbn-i Ebî Hatim, Ibn-i Abbâs'tan rivayet eder. O demiş ki: "Allahü teâlâ, Tevrat'ta, Zebur'da ve yerle göklerin yaratılmasından Önce ilm-i ezelîsinde "Arza mutlaka Ummet-i Muhammed vâris olacaktır!" diye haber vermiştir."

Yine İbn-i Ebî Hâtim Ebû'd-Derdâ'dan rivayet eder. O demiştir ki: "Yüce Allah âyetinde: "Arza mutlaka iyi kullarımı vâris kılacağım" İşte o iyi kullar biziz!" Ben, yüz elli kadar, sûreden oluşan bir Zebur nüshasını görmüştüm. Onun dördüncü suresinde: "Ey Dâvûd! Sana olan kelamımı iyi dinle, Süleyman'a da emret ki, kendisinden sonraki insanlara ulaşması için duyuru yapsın; gerçekten yeryüzü benimdir! Ben onu Muhammed'e, ümmetine vâris kılacağım!" diye yazılı olduğunu görmüştüm..."

İbn-i Asâkir İbn-i Mesûd'dan rivayet eder. O demiştir ki: "Bir gün Ebû Bekir bize şöyle anlattı: "Ben, Peygamberimiz gönderilmeden önce - Yemen'e gitmiştim. Üçyüz elli yaşlarında olduğu söylenen bir şeyhin yanında idim. Bu şeyh çok okumuştu. Ezd kabilesinden olan bu bilgin şeyh, bana dedi ki: "Öyle sanıyorum ki sen, Harem-i Şeriftensin." Ben de "Evet" dedim. Şeyh: "Sanıyorum ki Kureyş'tensin" dedi. Ben de "Evet" dedim. Şeyh: "Aynı zamanda Teym'densin" dedi. Ben de: "Evet" dedim. Dedi ki: "Şimdi senden öğrenmek istediğim bir şey kaldı." Ben "Nedir?" diye sordum. O da dedi ki: "Karnım açıp bana göstermelisin!" Ben "Niçin?" dedim. O da: "Bana ulaşan gerçek ilme göre; Mekke'den bir Peygamber çıkacak, ona bir genç, bir de yaşlı birisi çok yardımda bulunacak... Genç çok büyük sıkıntılara girecek, çok müşkil meseleleri halledecek... Yaşlı adam ise, beyaz tenli ve zayıf bünyeli olacak... Karnı üzerinde siyah bir leke, sol uyluğunda da bir ben bulunacak... Bu alâmeti de bana göstersen olmaz mı?" dedi. Ben de karnımı açarak göbeğimin üst kısmındaki siyah tekeyi ona gösterdim. Bunun üzerine o dedi ki: "Kâ'be'nin Rabbi'ne yemin ederim ki, sen osun!"  

İbn-i Asâkir, Rabi' bin Enes'ten rivayet eder. O demiştir ki: "ilk kitapta: "Ebû Bekjr es-Sıddık yağmur gibidir, nereye düşse oraya faydalı olur" diye yazılıdır."

Yine İbn-i Asâkir Ebû Bekir'in şöyle dediğini rivayet eder: "Ben bir gün Ömer (radıyallahü anh)ın yanına gitmiştim. Yanında yemek yiyen bâzı kimseler vardı, içlerinden birine gözünün kenarıyla bakan Ömer, o adama hitaben dedi ki: "Bundan önce okuduğum kitaplarda ne gibi haberler vardı, söyler misin?" O adam da dedi ki: "Peygamberin halîfesi, en yakın arkadaşı es-Sıddîktır diye okurdum."

İbn-i Asâkir ve "El-Mücâlese" adlı eserinde Dineverî, Zeyd bin Eslem'den rivayet ediyor. Zeyd demiş ki: "Bize Ömer bin el-Hattâb haber verdi ve dedi ki: "Câhiliye zamanında bir ticâret kervanı ile birlikte Şam'a gitmiştim. Mekke'ye dönüş için Şam'dan yola çıktığımız zaman mühim bir işimi unuttuğumu farkettim. Arkadaşlarıma dedim ki: "Siz gidedurun ben size yetişirim!" Hemen geri döndüm. Şam'ın bir çarşısın­da giderken ansızın bir papazla karşılaştım. Papaz bana yaklaşıp yakamdan tuttu ve beni götürmeye başladı. Ben direndim ise de kâr etmedi. Beni kendi kilisesine götürdü, içeride büyük bir toprak yığim vardı. Bana bir kürek, kazma ve zenbil verip "İşte bu toprağı dışarı taşıyacaksın!" diye emretti... Oturup ne yapacağımı düşünmeye başladım. Papaz, öğle üzeri geldi ve hiçbir iş yapmadığımı görüp: "Toprağı dışarı taşımamışsın!" diye bağırdı ve elini yumruk yaparak beynimin üzerine şiddetle vurdu... Ben de elimdeki küreği onun başına vurdum. Baktım beyni dağılmıştı... Nereye gittiğimi bilmeksizin, derhal oradan uzaklaştım,. Günün kalan kısmim ve bütün geceyi yürüyerek geçirdim. Derken bir kilise yanında durdum ve gölgesine oturdum... İçeriden bir adam çıktı ve: "Ey Allah'ın kulu, burada oturmanın sebebi nedir?" diye sordu. Dedim ki: "Yol arkadaşlarımı kaybettim." O adams bana yiyecek ve içecek getirdi. Ben yemeğe başladım. O beni tepeden tırnağa süzmeye başladı. Sonra dedi ki: "Ey yolcu, ehl-i kitap beni, yeryüzünün en bilgili adamı olarak tanırlar. Ben ise, seni ve senin sıfatim tanımış bulunuyorum... Sen bu kiliseyi elimizden alacak ve bu * ülkeyi feth edeceksin..." Ben dedim ki: "Ey efendi, sen cidden yanılıyorsun!" O dedi ki: "Senin adın nedir?" Ben: "Ömer bin el-Hattâb'tır" dedim. O da dedi ki: "Vallahi dediğim adam sensin! Bunda hiç şüphem yok! Bana ve kiliseme dokunmayacağına dair bir emân yazıp imzala!" Ben de dedim ki: "Efendi, bana şuracıkta bir iyilik yaptın, yaptığın iyiliği lekeleme!" O dedi ki: "Bir sened yazıp imzalamaktan niye çekmiyorsun. Bunun sana ne zararı olabilir?" Ben de: "Peki" dedim, bir sened yazıp imzaladım ve kendisine verdim."

Ömer (radıyallahü anh)ın halifeliği zamanında müslümanlar Şam'ı da feth ettiler. Ömer Şam'a geldiği zaman bahsi geçen papaz gelip vaktiyle Ömer'in imzaladığı senedi kendisine verdi ve Kudüs'deki kilisesi için ayrıcalık istedi. "Ben vaktiyle şart koştum, şartıma rivayet etmeniz gerekir!" dedi. Ömer, bu adamı görünce vaktiyle kendisiyle onun arasındaki geçenleri anlattı... ve ona cevaben de dedi ki: "Bu imzalı kağıtta, ne Ömer'i, ne de Ömer'in oğlunu bağlayıcı birşey yok..."

İbn-i Sa'd İbn-i Mes'ûd'dan rivayet eder. O demiştir ki: "Bir gün Ömer, atına bindiği sırada elbisesi açılarak uyluğu görülmüş... Bunu gören Necrân Nasrânilerinden bâzıları, onun uyluğunda siyah bir lekenin olduğunu farkederler ve derler ki: "Biz okuduğumuz kitabımızda, bu adamın bizi buradan çıkaracağim gördük."

İmâm-ı Ahmed'in Kitâbü'z-Zilhd'üne ilaveler yapan ve Zevâidü'z-Zühd adim veren oğlu Abdullah, Ebû İshâk'dan, o da Ebû Ubeyde'den nakleder, O demiştir ki: "Peygamber Efendimiz'in zamanı idi. Bir gün Ömer, atına sıçramış ki o, eğere dokunmadan ata binerdi. Bu sırada elbisesi açılıp uyluğunda bir siyah leke olduğu görülmüş. Bunu farkeden Necrânlı bir adam: "İşte, okuduğumuz kitapta bizi buradan çıkacağim gördüğümüz adam, bu adamdır!" demiştir."

Ebû Nuaym Şehr bin Havşeb'deıı, o da Ka'b'dan rivayet eder. Ben, Şam'da iken Ömer'e demiştim ki: "Bunların okuduğu kitaplarda, iyilerden bir adam bu ülkeleri fethedecek diye yazar. ve o fâtihin; mü'ıninlere çok merhametli, kâfirlere karşı çok kuvvetli, içi dışı gibi, sözü işine uygun, yakın olanla uzak olan onun yanında müsâvî, adamları geceleri rahipler gibi ibâdete dalar, gündüzleri ise, arslanlar gibi cihâda koşarlar; yek diğerine acırlar, iyilik ve yakınlık gösterirler, diye de vasıfları yazılıdır." Ömer de dedi ki: "Senin bu söylediklerin, hak mıdır?" Ka"b: "Yemin ederim ki, haktır!" dedi. Bunun üzerine Ömer, "Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i bize göndermek suretiyle bizleri azız, kerîm ve şerif kılan Allah'a hamdolsun!" diyerek hamd ü senalar etti."

İbn-i Asâkir Ubeyd bin Âdem'den, o Ebû Meryem'den, o da Ebû Şuayb bin Ömer'den rivayet eder. Şöyle ki: "Ömer bin el-Hattâb Câbiye'de iken Hâlid bin Velîd Kudüs'e gitmişti... Ona dediler ki: "Senin adın nedir?" O da: "Hâlid bin Velîd" dedi. Onlar tekrar: "Hâlifenizin adı nedir?" diye sordular. O da: "Ömer bin el-Hattâb" dedi. Onlar: "Onu bize tanıt!" dediler. O da O'nu onlara tanıttı... Bunun üzerine dediler İd: "Buranın fâtihi sen değil, Ömer'dir! Biz okuduğumuz kitaplarda hangi şehrin hangisinden evvel fethedileceğini ve kimin tarafından fethedileceğini okumuş bulunuyoruz. Yine kitapda, Iran Kayseri'nin şehrinin (Medâin'in) Kudüs'ten evvel f eth edileceğini de okumuşuz,.. Sizler gidip Önce onu fethediniz. Sonra sahibinizle (hâlifenizle) birlikte gelir, burayı da fethedersiniz...

Taberânî ve Ebû Nuaym Hılye'sinde Muğyes el-Evzai'den rivayet ederler. Ömer bin el-Hattâb, Ka'b'a demiş ki: "Tevrat'ta benim sıfatımı nasıl buldun?" Ka'b da demiş ki: "Öyle bir halife ki, demirden bir boynuz, şiddetli kumandan, Allah yolunda kınanmasından hiç korkmaz. Bundan sonra bir halife daha gelecek, haksız yere ümmet onu öldürecek. Sonra belâ ve fitneler başlayacak..."

İbn-i Asâkir'in Ömer'in müezzini olan Akra'dan rivayetine göre, bir gün Ömer; Metropolit yardımcısı olan papaza sormuş: "Kitaplarimzda bizını hakkımızda birşey buluyor musunuz?" diye. Papaz: "Size ait sıfat ve işlerin beyanım buluyoruz, fakat sizlerin, teker teker isınılerini değil" demiş. Ömer: "Peki, benim hakkımda ne buluyorsunuz?" diye sormuş. Papaz: "Demirden boynuz diye bir sıfat" demiş. Ömer: "Demirden boynuzun tevili nedir?" demiş. Papaz da: "Şiddetli bir başkan" demiş. Bunun üzerine Ömer: "Alîahü ekber!" demiştir. Sonra: "Benden sonraki başkan hakkında ne dersin?" demiş. Papaz: "Sonra iyi bir halife gelecek, akrabasını tercih edecek" demiştir. Ömer: "Allah, Osman bin Affân'a rahmet eylesin!" dedikten sonra, "Bundan sonraki için ne dersin?" demiş.. Papaz: "Onun zamanında demir sesleri işitilecek!" demiş. Bunun üzerine Ömer: "Vâh ümmetin basma gelen belâlara!" diye feryat etmeye başlamıştır. Papaz da:'Tavas ya Ömer, aslında o kendisi iyi adamdır, fakat onun halifeliği kılıçların kimndan çıkarıldığı ve kanların döküldüğü bir zamanda olacaktır" demiştir..."

Yine İbn-i Asâkir'in İbn-i Sirin'den nakline göre, Ka'bü'l-Ahbâr Ömer'e demiştir ki: "Yâ Ömer, uykunda bazı şeyler sana malûm oluyor mu?" Ömer onu azarlamış. Bunun üzerine Ka'b: "Ben, rü'yasında ümmetin işleri kendisine malûm olan adamın kim olduğunu biliyorum!" demiştir...'*

Müsned'inde güzel bir sened ile İbn-i Râhüye nakleder. Ebû Eyyiib el-Ensâri'nin azadlısı Eflah demiş ki: "Ortalığı karıştıran Mısırlı hey'etlerin Medine'ye gelmesinden önce, Abdullah bin Selâm Kureyş büyüklerinin yanına girer ve onlara: "Sakın Osman bin Affan'ı öldürmeyiniz!" derdi. Kureyş kendisine: "Vallahi bizını Osman'ı öldürmek kasdımız yoktur!" derlerdi. Abdullah ise: "Vallahi onu öldürecekler!" diyerek çıkıp giderdi. Sonra yine Kureyşe hitaben öyle söyler ve: "Artık Osman'ın kırk günü kaldı" derdi. Aradan bir müddet geçmişti ki o yine Kureyş'in yanına gelip: "Sakın Osman'ı öldürmeyiniz! Yemin ederim ki onun ancak beş günü kalmıştır" demişti..."

İbn-i Sa'd ve İbn-i Asâkir'in Tavas'tan nakline göre ise, şöyle denilmiştir: "Osman katledildiği zaman Abdullah bin Selâm'a dediler ki: "Okuduğunuz kitaplarimzda Osman hakkında ne gibi haberler vardı?" O da şu karşılığı vermiştir: "Biz onun hakkında onun; kıyamet gününde hem katil üzerinde, hem de yardımim kesen üzerinde amirlik yapacağim okumuşuzdur!"

İbn-i Asâkir Muhammed bin Yusuf tan, o da dedesi Abdullah bin Selâm'dan nakleder. O, bir gün Osman'ın yanına gitmişti. Osman ona dedi ki: "Çarpışmak veya çarpışmaktan sakınmak konusunda ne dersin?" O da dedi ki: "Sakınmak daha iyidir. Biz kitaplarımızdaokuduk kif kıyamet gününde sen, hem katile karşı, hem de katli emredene karşı emir olacaksın..."

Yine bu tarikten gelen bir rivayete göre, Abdullah bin Selâm Mısır'dan gelen hey'etlere demiştir ki: "Ey, Mısırlılar! Sakın halife Osman'ı öldürmeyiniz! "İnsan eceli gelmeden ölmez de, öldürülmez de!" diyerek kendinizi aldatmayimz! Eceli gelmiş bile olsa, haklı olan yine haklıdır ve hakkimn davacısıdır..."

Ebû'l-Kâsını el-Beğavi, Saîd bin Abdü'l-Aziz'den rivayet eder. O demiştir ki: Resülüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat ettiği zaman, bazı kimseler yahudilerin en âlimlerinden olan Hımyerli Zû Karabât'a dediler ki: "Ey Zû Karabât, Resülüllahtan sonra başa geçecek olan kimdir?" O da: "el-Emin" diye cevapladı. Bununla Ebû Bekir'i kastediyordu. "Ondan sonra kim?" diye sordular. O da: "Demir boynuz" dedi, bununla da Ömer'i kastediyordu. "Bundan sonra kim?" dediler. O da Osman'ı kastederek: "El-Ezher" dedi. "Peki bundan sonra kim?" dediler. O da: "el-Vaddâhü'l-Mansur = Ortaya çıkıp yardım gören!" diyerek karşılık verdi ve bununla o, Muâviye'yi kasdediyordu..."

İbn-i Râhûye ve Taberânî Abdullah bin Muğaffil'den rivayet eder. O şöyle demiştir: "Ali katledildiği zaman Abdullah bin Selâm bana demişti ki: "Bu, kırkıncı hicret yılimn başıdır. Bu yıl zarfında bir sulh yapılsa gerekir."

İbn-i Sa'd ise Ebû Salih'ten şöyle rivayet eder: "Şarkılar söyleyerek devesini süren diyordu ki: "Osman'ı katlettiler, ondan sonra emîr Ali'dir dediler. Zübeyr hakkında ise: "Ali'den sonra .odur" diye bir söylenti var." Bunu işiten Ka'b dedi ki: "Hayır, ondan sonra emîr, Muâviye'dir!" dedi. Bunu Muâviye'ye ulaştırdılar. Muâviye de Ka'b'a hitaben dedi ki: "Ey Ebû Ishâk, Ali ve Zübeyr gibi Resûlüllâh'ın ashabı varken, ben nasıl emîr olabilirim?" Ka'b: "Sen emir olacaksın!" dedi.

Dârimî ve İbn-i Râhûye güzel bir sened ile rivayet eder, Ebû Hureyz'den, o da Abdullah bin Selâm'dan. O Resûlüllâh'a hitaben demiştir ki: "Ey Allah'ın Resulü, biz kitap ehli olarak sizin; kıyamet gününde Rabbiniz'in, huzuruna vardığimz zaman, ümmetinizin sizden sonra ihdas ve icâd ettikleri şeyler sebebiyle utanıp, mübarek yüzünüzün kızaracağım okuyoruz..."  

Taberânî ve Beyhekî Muhammed bin Yezîd es-Sakafi'den rivayet eder. O demiş ki: "Kays bin Harişşe, Ka'bu'l-Ahbâr ile yola çıkar. Giderlerken Sıffin'e varırlar. Burada duraklayan Ka'b, sağa sola iyice baktıktan sonra: "Burada pek çok sayıda müslümanın kanı akıtılsa gerektir." der. Kays da der ki: "Bunu nasıl söylersin? Gaybı Allah'tan başkası bilemez!" Ka'b da şu karşılığı verir: "Biz bunu Allah'ın Mûsa'ya indirdiği Tevrat'a dayanarak söylüyoruz. Tevrat'ta kıyamete kadar gelecek olaylar bildirilmiştir.  

Hâkim el-Müstedrek'inde Abdullah bin Zübeyr'den rivayet eder. Şöyle ki: Muhtar es-Sakafî'nin kellesini getirdikleri zaman Abdullah demiş ki: "Ka'b bana ne söyledi ise, hepsinin çıktığim görmüşümdür. Ancak o bana şunu da söylemişti ki: "Sakîf ten bir adam çıkacak, senin katilin o olacak!" Halbuki Sakîfli'nin kellesi bize getiriliyor."

Bu hususta El-Ameş demiştir ki: "Abdullah böyle söylerken, tabiî Haccâc-ı Sakafî'nin sonunda kendisini katledeceğini bilmemekte idi."

Yine Hakim el-Müstedrek'inde Abdullah bin Amr'in şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Ben, kitapta şöyle yazılı olduğunu görmekteyim: Muâviye şeceresinden (neslinden) bir adam gelecek, çok kan dökecek... Çok mal alacak ve şu Beyt'İ, taşlarim birer birer sökerek yıkacak! Eğer bu olay ben sağ iken olursa, onu gözlerimle görmüş olacağını... Eğer ben öldükten sonra olursa, "Abdullah bunu haber vermişti" diyerek beni hatırlarsınız..." Mugîra Oğullarına mensup bir kadımın evi, Kubeys dağı üzerinde idi. Abdullah bin Zübeyr zamanında Haccâc gelip Kabe'yi kuşattığı sırada, Kabe'nin yıkılışim evinden görür ve şöyle der: "Allah, Abdullah bin Amr'a rahmet eylesin! O, aynen bunu söylemişti!"

Ahmed bin Hanbel'in oğlu Abdullah "Zevâidü'z-Zühd" adlı eserinde Hişâm bin Halid er-RibVden rivayet eder, O şöyle demiştir: "Ben Tevrâtta: "Ömer bin Abdül-Azîz öldüğü zaman, yer ve gök onun ölümüne tam kırk sene ağlıyacaktır!" diye yazılı olduğunu gördüm." Muhammed bin Fadâle de der ki: "Râhiblerden biri diyordu ki: Ömer bin Abdül-Azîz'in adaletli imamlar arasındaki yeri, mübarek aylar arasındaki Recep ayimn yeri gibidir."

Velîd bin Hişâm'dan sevkedilen bir rivayete göre, o demiştir ki: "Biz bir yolculuk sırasında bir yere inmiştik. İçimizden biri dedi ki:

"Baksana şu râhib neler söylüyor? Mü'ıninlerin Emîri Süleyman bin Abdül-Melik'in vefat ettiğini söylüyor!" Ben: "Peki yerine kim geçti?" dedim. Râhib: "El-Eşec, Ömer bin Abdül-Azîz" dedi. Şam'a geldiğim zaman durumun aynen öyle olduğunu gördüm. Bu seyahatimizin dördüncü senesi idi. Biz yine aynı yere indik. Aynı adam, rahibe gidip: "Ey râhib, bize söylediğin aynen olmuş... Şam'a döndüğümüz zaman, durum senin söylediğin gibi idi." diye konuştu. Bu sefer râhib de dedi ki: "Yemin ederim ki, şimdi de zehir içirilmek suretiyle Ömer bin Abdül-Azîz vefat etmiş bulunuyor!" Yolculuğumuz sona erip Şam'a döndüğümüzde, yine durumun öyle olduğunu gördük..."

İbn-i Asâkir Muğîra bin Nûmân'dan nakleder. O şöyle der: "Basra halkından biri bana dedi ki: Ben, Kudüs'e gitmek niyetiyle yola çıkmıştım. Şiddetli bir yağmura tutuldum. Bir manastıra sığındım. Oranın rahibi bana dedi ki: "Biz, okuduğumuz kitapta sizin dîninizden bâzı kimselerin şu Azi*â denilen yerde öldürüleceklerini okuduk! Onlar üzerine hisâb ve azâb olmayacakmış! Yâni onlar şehid olacaklar!" Aradan fazla zaman geçmedi, Hucür bin Adiyy ve arkadaşları oraya getirilip katledildiler."

Beyhekî'nin rivayetine göre, Ka'b bir defasında şöyle demiştir: "Abbâs oğulları için siyah bayraklar yükselir, onlar Şam'a inerler, nice zâlim ve cebbarları katlederler!..."

El-Künâ adlı kitabında ed-Devalibî naklediyor: Hammâd bin Seleme'den, o Ya'lâ bin Atâ'dan, o Ebû Ubeyd Büceyr'den, o da Şerh el-BermekVden, o kendisi, ehl-i kitaptan idi. O demişti ki: "Ben, kitapta: "Şu ümmetten on iki başkan gelir." diye okudum. Başkanların birincisi Peygamberleridir. Başkanların sayısı on ikiye tamam olduğu zaman, ümmet azıp isyan eder. Kuvvetlerini, kendilerine karşı kullanır olurlar."   

 Peygamberimizin Geleceğini Kahinlerin Haber vermesi - Ki Aslında- Bu Haberler Onlara, Kitap Ehli'nin Kitaplarından İntikal Etmiş Haberlerdir,

Ebû Nuaym ve İbn-i Asâkir İsmail b. Ayyaş tarikıyla şöyle derler: "Adamın biri gelip "Satıh" adıyla meşhur Arap kâhininden bahsetti ve dedi ki: "Satıh, yaratılış hakkında bâzı garîb şeyler iddia ederdi. Aslında o, bir top et şeklinde, sakat ve kemiksiz bir adamdı. Vücûdunu, bir bez parçası toplar gibi toplayıp kaldırırlardı. Hiç bir yeri hareket etmiyordu, sâdece dili kımıldıyordu... Bir gün o, Mekke'ye gitmek istedi. Onu alıp sedyesi üzerinde tâ Mekke'ye götürdüler. Onun geldiği Mekke'de duyuldu. Kureyş'ten dört adam, yâni Abdü Şems, Abdü Menâf, Ahvas bin Fihr ve Ukayl bin Ebû Vakkâs onun yanına gittiler ve kendisini imtihan etmek istediler. Dediler ki: "Bizler, Cümah kabilesinden kimseleriz, senin Mekke'ye geldiğini duyunca ziyaret etmek istedik ve bunu gerekli gördük.

Satıh dedi ki: "Ey Ukayl, elini bana ver!" Ukayl da elini ona verdi. Sâtih onun elinden tutarak dedi ki: "Bütün gizlilikleri bilen ve hatâları bağışlayan adına yemin ederim ki, sizler Cümah Oğullarından değilsiniz..." Onlar da "Evet, bildin ve doğru söyledin!" dediler ve şunu sordular: "Ey Satıh! Bizim zamanımız da ve bizden sonra neler olacak, haber ver bakalım!"

Satıh şu karşılığı verdi: "Bildiğim kadarı ile, Allah'ın bana ilham ettiği ile, benden dinleyiniz! Ey Arap topluluğu, sizler kocalık devrinizi yaşıyorsunuz! Şimdi, arabm basireti ile acemin basireti aynıdır. Ne sizde, ne onlarda ilim ve fehim kalmamıştır. Fakat sizin neslinizden öyle insanlar neş'et edecekler ki, her nevi ilmin talibi olacaklar, putları kıracaklar, Acem'in iktidarına son verecekler, harplerde bol ganimet alacaklar." Ona dediler ki: "Ey Satıh, bu dediğin nesil kimlerden gelecek?" O da dedi ki: "Rükünleri olan Beyt'e, emniyet ve saltanata yemin ederim ki, sizin neslinizden gencecik adamlar gelecek, putları kıracak, şeytana ibâdeti terkedecek, Allah'ı hakkiyle tevhîd edecekler ve Allah'ın dînini ihya edecekler! Aynı zamanda binalar yükseltip büyük bir medeniyet kuracaklar, ileriyi göremeyen kavimleri geride bırakarak ilerliyecekler!"

Onlar yine dediler ki: "Ey Sâtih, güzel söylersin, fakat bunlar kimin neslinden, hangi soydan olacaklar?" Sâtih de dedi ki: "Yemin ederim ki, bunlar Abdü Menâf oğullarından, Abdü Şems Oğullarından ve binlerce olacak. Fakat aralarında çok geçmeden ihtilâf çıkacak..." Dediler ki: "Ey Sâtih, onlar hangi ülkeden çıkacak?" Sâtih: "Bu ülkeden" diye cevapladı ve ilâve etti: "Bir Peygamber çıkacak, doğru ve gerçek yola çağıracak, putperestliği atacak, bir tek Allah'a ibadet edecek. Sonunda vazifesini yapmış olarak vefat edecek. Yeryüzü öylesini bir daha görmeyecek. O göklerde de övüldükçe övülecek...

Sonra es-Sıddîk O'na halîfe olacak, hükmettiği zaman hükmünde sâdık olacak; haklan ne eksik, ne fazla, tam yerine getirecek. Sonra bunun yerine eî,-Hanîf geçecek... Adalet ve hakkaniyet sahibi, davayı iyice kuvvetlendirici... Sonra bunun yerine gelecek bir "Dâri" işlerinde tecrübeli biri. Fakat toplanacaklar başına bir sürü... ve kendisine kızarak, haksızlık ederek, öldürecekler onu. İhtiyarı, koyun boğazlar gibi boğazlayacaklar. Sonra hakkında çok konuşanlar olacak... Biri çıkıp, birçok hutbeler okuyacak, durumu aydınlatmaya çalışacak... Sonra birisi başa geçecek, kazanacak: (siyaset kürsüsünde başarılı olacak). Esaslı ve doğru düşünceyi, aldatıcı bir düşünce ile karıştıracak... Yeryüzünde askerler çoğalacak...

Sonra bunun yerine oğlu geçecek. Övülen işleri az olacak, hakkı hukuku gözetmeyecek... Pek çok mal yığacak... Derken arkasından bir sürü melikler gelecek... Sonra es-Sâlûk gelecek. Onları, yaygı çiğner gibi çiğneyip ezecek. Sonra işi sıkı tutan Ebû Cafer gelecek bir çok yerler fethedecek... Sonra kısa boylu biri gelip saâdetli bir ölümle gidecek... Sonra hilesi az olan biri, sonra onun izince giden kardeşi, sonra ehvec gelecek. Dünyalığı çok hazinesi dolu olacak... Fakat kendi adamları ve yakınları tarafından katledilecek... Sonra yedinci sırada biri gelecek, hükümdarlığı ortada bırakacak, sanki sahibi olmayacak... Bu zamanda, fakirler çok zengin olup altınlara bezenecek. Ayak takımı, hükümdarlığa kalkışacak... Bir kurtarıcı bekleyen insanların imdadına-yetişip duruma el koyacak. Bütün Nizâr ve Kahtân kabilelerini ezip geçecek... Dımaşk yakimnda, Lübnan ile Meysân arasında iki büyük kuvvet karşılaşacak; bu sırada Yemen dahî iki Yemen hâlinde bölünecek... Bir kısmı karışık, bir kısmı da yardımı kesilmiş olacak... Halk, sanki esir gibi yaşıyacak... Yine bu sıralarda Fırat ile dağlar arasındaki yerlerde, cami ve mescidler harab olacak; yer sarsıntıları meydana gelecek... Sığıntı adam, hâlife olmak isteyecek. Nizâr gadaba gelecek, köleler ve kötüler gözde olacak, âbid ve zahid olanlar, hayırlı kimseler sıkıntıya düşecek... İnsanlar aç kalacak, fiyatlar çok yükselecek... Aylardan bir safer ayında, hendeklere dolmuş pekçok zâlim askerler, kılıçtan geçirilir, sabahın ilk saatlerinde hezimete uğrarlar, haberleri derhal yayılır. Bu İşte, hayırlılar galip gelirler. Yerlerinde durmaz ilerlerler, güzleri uyku nedir bilmez... Derken şehirlerden bir şehre girerler, İşte kaza ve kader orada yetişir, sonra piyade okçular gelir, saklanmış olanları bulup katlederler, koruyucuları da bertaraf ederler. İşte burada suların tâ üst tarafında, kader ona yetişiverir. Artık bundan sonradır ki din, zayıflayıp çekilmeye başlar. İşlerde inkılâp meydana gelir. Kitap inkâr olunur, köprüler kaldırılıp atılır. Ancak adalarda yaşıyanlar başka... Zaman, zor ve çetin olur, haya azalır."

Onlar bunun üzerine dediler ki: "Ey Satıh sonra ne olur?" O da şöyle cevapladı: "...Sonra Yemen'den ip gibi bir adam çıkar, Sana ile Aden arasından zuhur edip işe koyulur. Adı yâ Hasan olur, yâ da Hüseyin... İşte bu adam vâsıtası ile Allah, fitne ve fesadı defeder."

İbn-i Aöâkîr İbn-i İshâk tankından, o da bâzı rivayet ehlinden nakleder ki, Rabîâ bin Nasr el-Lühamî korkunç bir rü'yâ görür ve memleketindeki tâbircileri çağırtıp rü'yâsınm tâbirini ister. Çağırtıp sormadık ne bir kâhin bırakır, ne bir sihirbaz, ne de bir falcı veya müneccim... "Ben, korkunç bir rü'yâ gördüm, sizden bunun tâbirini istiyorum!" der. Kendisine: "Efendim, rü'yânı anlat da tâbirini yapalım" derler. O der ki: "Rü'yâmı size anlatsam, tâbirinden emîn olamam! Onu, ben kendisine anlatmadan bilecek ve tâbirini yapacak bir adam lâzını." Bunun üzerine ona derler ki: "O halde siz kâhinlerden Satîh'a veya Şık'a haber gönderip getirtiniz, bunu ancak bu ikisinden biri yapabilir."

Kral her ikisini de çağırttı, ancak Satıh önce geldi. Kral ona dedi ki: "Ey Satıh! Ben korkunç bir rü'yâ gördüm, bunun tabirini yapar mısın?" Satıh: "Sen, karanlıktan püsküren siyah bir kül görmüşsün. Bu tâ Tihame arzma kadar dağılmış, her canlı bundan yemiş..." Kral: "Hiç hata etmedin, tam söylediğin gibi" dedi ve tâbirinin ne olduğunu sordu. Satıh: "Yemin» ederim ki, ülkenize Habeşliler inip işgal edecek!" dedi. Kral: "Bu bize çok ağır gelir. ve ne zaman olacak söyler misin?" dedi. Satıh: "Senin vefatından biraz sonra" dedi. Kral: "Onların bu işgali devam edecek mi, yoksa kalkacak mı?" dedi. Satıh de dedi ki: "Yetmiş küsur sene sonra kalkar, bir kısmı öldürülür, kalanlar da kaçarak giderler." Kral: "Bunların gitmesinden sonra ne olur?" diye sordu. Satîh: "Aden'den, İrem'i, Ziyezen adında biri gelir, çıkarır" dedi. Kral: "Bunun sonu ne olacak?" diye sordu. Satıh: "Bunun hükmü de yetmiş küsur sene sonra kalkar" dedi. Kral "Kim kaldırır?" diye sordu. Satıh: "Bir Nebiyy-i Zekî, ona vahiy ve yüce Allah'tan imdâd-i ilâhî gelir" dedi. Kral: "Bu zekî Peygamber hangi soydan olacak?1' dedi. Satîh: "Mâlik bin Nadir oğlu Gâlib bin Fihr soyundan... Mülk, (yani hakimiyet) zamanın sonuna kadar bunun kavminde kalır." Kral: "Zamanın da bir sonu mu var?" diye sordu. Satîh: "Evet, zamanın sonu gelecek, önceki ve sonraki bütün insanlar toplanacak, iyiler mutlu, kötüler mutsuz olacak" dedi. Kral: "Ey Satîh, bu söylediğin haber hak mıdır?" dedi. Satîh: "Şafaka, gasaka ve feleka yemin ederim ki, bu söylediğim haktır!" dedi..."

Satîh, kralın sorularım bu şekilde cevaplayıp bitirdiği zaman, Şık da gelmişti... Kral, Satîh'in söylediklerinden hiç dem vurmaksızın dedi ki: "Ey Şık, ben bir korkunç rü'yâ gördüm, bunun tabirini bana söyler misin?" Şık: "Sen karanlıktan çıkan siyah bir kül görmüşsün... Her canlı ondan yemiştir." Kral: "Tâbirini de söyle!" der. Şık: "Yemin ederim ki; ülkeni Sudanlılar alacaktır ve onlar tâ Necrân'a kadar hâkim olacaklardır..." Kral: "Bu bize acı ve öfke verir! Bu ne zaman olacak? Ben sağken mi, yoksa benden sonra mı?" dedi. Şık: "Bu senden sonra

olacaktır. Sonra kuvvetli biri gelip sizi onlardan kurtaracaktır." Kral: "Bu kuvvetli adam kimdir?" dedi. O da: "Ziyezen soyundan biri" dedi. Kral: "Bu devam edip gidecek mi, yoksa kalkacak mı?" diye sordu. Şık: "Kalkacak ve onu bir Resul-i Mürsel kaldıracaktır. Bu Resul; hak ve adaletle gelecektir, din ve fazilet ehlinden olacaktır. Mülk, tâ hail ü fasl gününe kadar onun adamlarında olacaktır" dedi- Kral: "Fasıl günü, ne demektir?" diye sordu. Şık: "İşlerin ve idarelerin hesabimn sorulduğu, semâdan davetler duyulduğu, herkesin bir yere toplandığı bir gündür. O gün, Allah'tan ittikâ edenler için, kurtuluş ve çok iyilikler vardır" diyerek sözünü bitirdi."

(İbn-i Asâkir'in dediğine göre, Satih, irem Seli'nin vukua geldiği günler de doğmuş ve Resülüllah Efendimizin doğduğu yıl içinde de vefat etmiştir.. Onun beşyüz yıl veya üçyüz yıl yaşadığı söylenmektedir).

Ebû Mûsâ el-Medini "Ez-Zeyl" adlı eserinde İbn-i Külebi'den, o da Uvâne'den rivayet eder. Şöyle ki: Birgün Ömer yanındakilere demiş ki: "Câhiliyye zamanında iken, Peygamberimiz'in geleceğine dair bir şey duymuş olanimz var mı?" Tufayl bin Zeyd el-Hârisi demiş ki: "Evet, ey mü'ıninlerin emiri, sizce de malum olduğu gibi, Me'ınun bin Muâviye'nin bu hususta kehanetleri olmuştur. O Peygamberimiz'in geleceğine dikkati çeken bir konuşmasında aynen şunları da söylemişti: "Keşke onun gelişinde ben de hazır bulunsaydım! Keşke ondan evvel gelmesem, ondan sonraya da kalmasam!" Peygamberimiz'in çıktığı haberi, biz Tihâme'de iken bize ulaşmıştı. O gün ben kendi kendime demişimdir ki: "Ey Tufeyl, İşte bu, Me'ınûn'un önceden verdiği haberdir.. Biz ise, günleri geçirdik ve geciktik.. Nihayet, bir hey'et hâlinde gelip müslüman olduk..." 

 Peygamberimiz'in Adının Bazı Eski Taşlar Üzerinde Nakşedilmiş Olarak Bulunmuası:

İbn-i Asâkir Hasan tarikiyle Süleyman'dan nakleder. O demiş ki: "Bir gün Ömer bin el-Hattâb Ka'b'a kitaben: "Peygamberimiz'in doğumundan önceki faziletleri hakkında ne dersin?" diye sormuştu. Ka'b da: "Evet ey mü'ıninlerin emiri, ben okuduğum kitablarda görmüştüm: İbrahim (aleyhisselâm) bir gün bir taş bulmuş ve bu taşda dört satır yazı olduğunu görmüş. Bu satırlarda sırası ile şunlar yazılı imiş:

"Ben Allah'ım, Ben'den başka ilâh yoktur! O halde sadece bana ibâdet et!"

"Ben Allah'ım, Ben'den başka ilâh yoktur! Muhammed de benim Resûlümdür! O'na inanan ve uyan kimseye ne mutlu!"

"Gerçekten Ben Allah'ım ve Ben'den başka hiçbir ilâh da yoktur! Bana bağlanan kurtuluşa erer."

"Ben Allah'ım. Ben'den başka ilah yoktur. Harem-i Şerif ve Kabe, Benim içindir! Beytime giren azabımdan emin olur!"

(Kab'ın ve emsalinin bu ve benzeri haberleri karşısında ihtiyatı seçer, "doğrusunu Allah bilir" diyerek tevakkuf eyleriz.)

Beyhekî ve Târih'inde Buhârî Muhammed bin el-Esved'den naklederler. O da babasının babasından nakleder. Şöyle ki: Onlar bir gün üzerinde kitabesi bulunan bir taş bulmuşlar. Kureyş bu taşı okutmak için bir adam çağırmış. Adam o taşı iyice süzdükten sonra demişki: "Ben bu taşdaki yazıyı size okusam, siz beni öldürürsünüz!" Biz bu taşdaki yazının Muhammed hakkında olduğunu zannettik amma, bunu söyleyemedik..."

Ebû Nuaym, Ebû Hureyş'in oğlu Hureyş'ten, o da Talha'dan nakleder. O şöyle demiştir; "İlk yıkılması zamanında Beyt'in taşlarından biri yerde gömülü olarak kalmış.. Bu taş ele geçtiği zaman Kureyş bir adam çağırıp ondaki yazının okunmasını istemiş. Adam da okumaya başlamış.. Şöyle ki: "Benim seçilip beğenilmiş, tâm tevekkül ve inâbe eden kulum! Doğumu Mekke'de, hicreti de Medine'ye olacak.. O, eğri yolu iyice doğrultmadan, "Lâ ilahe illallah Muhemmedün Resülüllah!" tevhidine şehâdeti hâkim kılmadan düııyadan\ayrılmıyacaktır.. O'nun ümmeti, "Ümmet-i Hammâdûn" olacaktır! Her hal ü kârda hamdedecekler, üzerlerine basit gömlek giyecekler, el ve yüzlerini tertemiz tutacaklardır..."

İbn-i Asâkir Ebût-Tayyib el-Mukri'den nakleder. O demiştir ki: "Amûriye fethedildiği zaman oradaki kiliselerden birinde buldukları bir yazıda şunlar yazılı imiş: "Sonradan gelen nesillerin en kötüsü, önceki nesillere sövüp küfredenidir. Halbuki o hayırlı geçmişlerden biri, sonrakilerin bin tanesinden daha hayırlıdır. Ey Gâr'da arkadaşlık eden (Ebû Bekir), haklı olarak övünme kerametine sen nail oldun! Zira Kâdir'i Mutlak olan Melik, seni övmüştür. Çünkü o, gönderdiği elçisine indirdiği kitabta: "İkisi birlikte Gâr'da iken, ikinin ikincisi" buyurmaktadır[48]

"Ey Ömer, sana da ne mutlu! Sen bir vali değil, bir vâlid (baba) oldun... Ey Osman, sana da mutluluklar! Fakat onlar seni haksız yere öldürecekler. Sen jse ey Ali, iyilerin önderi, Resûlüllâh'ın davasının dâvâcısısm... Şu, Gâr'daki can yoldaşı, şu iyilerden biri, şu şehirlerin imdatcısı, şu da iyilerin öncüsü... Hepsine ne mutlu! "Bunları kötüleyenlere Allah'ın laneti olsun!,.." Ben, bunları bize okuyan kilise papazının arkadaşına yaklaşıp sordum: "Bu yazı, kaç yıldır kilisenizin kapısında bulunmaktadır?" O, iyice ihtiyarlamış ve yaşlılıktan kaşları gözleri üzerine dökülmüş bulunan papaz, soruma cevapla dedi ki: "Sizin Peygamberiniz gönderilmezden iki bin sene evvel!"

Ebû Muhammed el-Cevherî "Emâlî" adlı kitabında Yahya bin Yemân'dan nakleder. O demiştir ki: "Birgün ben Benî Selîm'in mescidinde idim. Buranın imamı bana dedi ki: "Bizden bâzı ihtiyarlar, Rûm diyarına gitmişlerdi. Onların kiliselerinin birinde aynen şöyle yazılı imiş: "Bir ümmet ki, Hüseyn'i katleder; acaba bunlar hesâb gününde onun dedesinden şefaat umarlar mı?" Bizimkiler onlara demişler ki: "Bu yazı, kaç yıldır burada bulunmaktadır?" Onlarda demişler ki: "Sizin Peygamberinizin çıkışından altı yüz sene evvel bu yazı, yine burada idi."

[2] Ahzâb Sûresi, 7.

[4] Araf Sûresi, 172.

[7] Al-i Imrân Sûresinin 81. âyeti.

[17] Al-i Imrân sûresi, 81

[23] Araf Sûresi âyet: 157.

[24] el-Fetıh Sûresi, âyet: 29

[25] el-Ahzâb Sûresi, âyet: 45.

[26] A'râf Sûresi, 144.

[29] Nisâ Sûresi, âyet: 47,

[30] Hûd Sûresi, âyet: 71.

[31] Al-i İmrân Suresi, âyet: 39.

[32] Al-i İmrân Suresi, âyet: 45.

[33] Saff Sûresi, âyet: 6.

[36] Bakara Suresi, 89

[37] Bakara suresi, 89

[41] Enbiyâ Sûresi, 105.

[48] Tevbe suresi, 40

2 PEYGAMBERİMİZİN SOYUNUN TEMİZLİĞİ

Peygamberimizin Soyunun Temizliği ve Âdem'den Beri Soyunda "Sifahın Vukua Gelmemiş Olması

İbn-i Sa'd ve İbn-i Asâkir Abdullah İbn-i Abbâs'tan rivayet ederler: O şöyle demiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir defasında buyurdular ki:

"Ben, tâ Âdem'den beri nikâha dayalı helâl ilişkiden çıkıp geldim! Benim nesebimde hiç meşruiyet dışı temas olmamıştır[1]

Yine İbn-i Abbâs'tan Taberanî rivayet eder: "Resûlüllâh Efendimiz buyurdular ki: "Benim soyumda hiçbir zaman câhili bir alâka olmamış­tır. Ben hep İslâm nikâhı gibi, meşruiyete dayalı temiz alâkalardan çıkıp geldim."

İbn-i Sa'd ve İbn-i Asâkir'in Âişe (radıyallahü anh)'dan sevkettikleri bir rivayette aynen bu mealdedir. İbn-i Sa'd ile İbn-i-ü Ebû Şeybe'nin Mûsannafındaki bir rivayeti ise, Muhammed bin Ali bin Hüseyn'dendir ve §u mealdedir: "Ben, dâima nikahtan çıkıp geldim. Soyuma hiçbir zaman câhiliyenin o metres hayâtı bulaşmamıştır. Ben ancak temiz ve meşru alâkadan meydana geldim."

İbn-i Sa'd ve İbn-i Asâkir, neseb konusunda bilgin olan el'Külebî'den naklederler. O demiştir ki: "Peygamber efendimizin soyuna âit beşyüz senelik şecereyi yazıp kaydettim. Hiç birinde nikâh dışı yaşıyan, câhiliyyeye âid şeylerden hiç bir şey yoktu."

Müsned adlı kitabında el-Adenî, el-Evsat'ında TaberânîEbû Nuaym ve İbn-i Asâkir, Ali (radıyallahü anh)'den rivayet ederler. O şöyle demiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdular ki: "Âdem'den tâ anam beni doğurunca-ya kadar, hep nikâha dayalı temiz ve meşru alâkalardan çıkarak geldim! Câhiliyenin o çirkin işlerinden nesebime hiç bulaşmamıştır." [2]

Ebû Nuaym, çeşitli tarîkler ile İbn-i Abbâs'tan rivayet eder. O şöyle demiştir: "Resûlüllâh Efendimiz buyurdular: "Benim anam ve babam asla sifâha bulaşmamışlardır! Dâima Cenâb-ı Hakk beni tertemiz baba sulbünden tertemiz ana rahmine intikâl ettirerek getirmiştir. Son derece temiz ve saf bir nesebden olan bir babanın, iki evladı olduğu zaman da; Allah beni, hep en hayırlı tarafa geçirmiştir."

İbn-i Sa'd, Külebî'den, o Ebû Salih'ten, o da İbn-i Abbâs'tan rivayet eder. O demiş ki: "Resûlüllâh buyurdu: "Arabm en hayırlısı Mudar'dır, Mudar'ın en hayırlısı Abdü Menâf Oğullarıdır. Bunların en hayırlısı Hâşim Oğullarıdır. Haşim Oğullarimn ise en hayırlısı Abdü'l-Muttalib1-tlr! Vallahi tâ Âdem'den beri, ne zaman nesebim bir babadan iki evlâda ayrılmış olsa, Allah beni, hep en hayırlı tarafa geçirmiştir!"

Cenâb-ı Hakk Kur'an-ı Kerîm'de buyuruyor ki:

"Ve senin secde edenler arasında dolaşmanı da görüyor." [3]İşte bu âyetin tefsiriyle ilgili olarak BezzârTaberanî ve Ebû Nuaym Ikrime'den, o da İbn-i Abbâs'tan rivayetle demiştir ki: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), tâ anasından doğuncaya kadar, Peygamberlerin sulbünde, intikâl edegelmiştir." [4]

İmâm-ı Buharî Ebû Hüreyre'den rivayet eder. Şöyle ki: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdular: "Ben Âdem'den beri hep en hayırlı aileden yine en hayırlı diğer aileye intikâl ederek geldim. Nihayet yine en hayırlı aile içinde bulundum..."

İmâm-ı Müslim Vâsıla bin el-Eska'dan rivayet eder, şöyle demiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdular: "Allah, îbrâhîm evlâdından İsmail'i, İsmâil evladından Kinâne Oğullarim, Kinâne Oğullarından Kureyş'i, Kureyş'ten de Hâşim Oğullarim seçmiştir. Nihayet beni de Hâşim Oğullarındari seçmiş bulunuyor."

Hasendir kaydiyle TirmizîBeyhekî ve Ebû Nuaym Abbâs bin Abdül-Muttalib'ten rivayet ederler. O Resûlüllâh'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu bildirmiştir: "Gerçekten Allah beni yarattığı zaman, yarattıklarimn en hayırlısı olarak yarattı. Kabileleri yarattığı zaman beni ,en hayırlı kabilede yarattı. Nefisleri yarattığı zaman da beni, en hayırlı nefis olarak yarattı... Sonra Allah evleri (aileleri) yarattı ve beni en hayırlı aileden kıldı. Ben insanların gerek ailece, gerek nefisçe en hayırlısı olarak yaratılmış bulunuyorum!..."

BeyhekîTaberanî ve Ebû Nuaym İbn-i Ömer'den rivayet ederler. O Resûlüllâh'ın şöyle buyurduğunu bildirmiştir: "Allah bütün yaratıkla­rı yarattığı zaman, yaratılmışlardan Âdem Oğullarim seçmiştir. Âdem Oğullarından arabı, arabtan Mudar'ı, Mudar'dan Kureyş'i, Kureyş'ten Hâşim Oğullarim, bu Hâşim Oğullarından da beni seçmiştir. Ben hep, en hayırlılardan en hayırlılara intikâl ederek gelmişimdir."

Yine BeyhekîTaberanî ve Ebû Nuaym İbn-i Abbâs'tan rivayet ederler. O da Resûlüllâh'ın şöyle buyurduklarim bildirmiştir: "Allah yaratılmışları iki kısma ayırdığı zaman, beni en hayırlı kısımda kılmıştır. Sonra her iki kısmı üçer kısma ayırmış ve beni yine en hayırlı kısınıda kılmıştır. Sonra iki kısınıdan birine âit bulunan bu üç kısınıdan her birini üçer kısma ayırmış ve her bir kısmı, bir kabile kılmıştır ve beni; en hayırlı kabile hangisi ise o kabileye mensûb eylemiştir. Sonra bu kabileleri "Ehl-i Beyt" hâlinde evlere taksını etmiş ve beni en hayırlı aileye mensûb kılmıştır, İşte yüce Allah'ın kelâmı'ndaki:

"...Ey Ehl-i Beyt (Peygamberin ev halkı), Allah sizden kiri gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor" âyetiyle bildirmek istediği de budur." [5]

Beyhekî ve İbn-i Asâkir Mâlik'ten, o Zühri’den o da Enes'ten rivayet eder, Enes (radıyallahü anh), Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduklarim bildirmiştir: "Şu büyük insanlık ailesi, ne zaman iki kısma ayrılmış olsa, mutlaka Allah beni en hayırlı kısınıda kılmıştır! Ben, hep nikahlı ve evli olan karı-koca arasından çıkarak gelmişimdir; Câhiliyenin o çirkin işlerinden benim aileme ve bana asla bir şey bulaşmamıştır. Ben Âdem'den beri hep nikâhtan gelmişimdir, tâ kendi anam ve babama gelinceye kadar. Ben, gerek öz canım (şahsım) itibariyle, gerek ailem itibariyle sizin en hayırlimz bulunmaktayım!"

Beyhekî Muhammed bin Ali'den rivayet eder. O şöyle demiştir: "Resûlüllâh Efendimiz buyurdular ki: "Allah, kendi iradesiyle bir seçim yaptı da Arabi seçkin kıldı. Sonra Araptan Kinane'yi Kinane'den Kureyş'i, Kureyş'ten-Hâşim Oğullarım seçti; sonra Haşim Oğullarından da beni seçti..."

BeyhekîTaberanî ve İbn-i Asâkir Âişe'den rivayet ederler. O demiştir ki: "Resûlüllâh Efendimiz buyurdular: "Cebrâîl bana dedi ki: "Ben bütün yeryüzünde Muhammed'den daha faziletli bir adam görmedim! Yine ben, bütün yeryüzünde Hâşim Oğulların'dan daha faziletli bir aile görmedim!"

İbn-i Asâkir Ebû Hüreyre'den rivayet eder. O, Resûlüllâh'ın şöyle buyurduğunu bildirmiştir: "Ben, atamız Âdem'in sulbünden çıktığım andan itibaren, hiç bir zaman zinadan doğmuş değilim. Herkes bir soya ve aileye çekerken, ben de dâima en hayırlı aile tarafına geçmişim ve sonunda Arabm en hayırlı iki soyundan, Hâşim'in ve Zühre'nin evladından gelmişimdir!"

İbn-i Merdûye Enes'ten rivayet eder. O demiştir ki: Resûlüllâh Efendimiz: "Gerçekten size içinizden öyle bir Peygamber geldi ki..."[6] âyetini; "Fe" harfinin fethasiyle okuyup: "Sizin haseb ve neseb bakımından enfes olanimz benim! Âdem'den beri benim atalarıma . meşruiyet dışı bir leke, asla bulaşmamıştır!" buyurdular.

Aşağıdaki rivayette şöyle: Hâkim ve Taberanî, Harîm bin Evs'ten rivayet eder. O demiş ki: "Ben, Resûlüllâh Tebük seferinden dönmekte iken, O'na hicret ettim. O sırada amcası Abbâs'ın şöyle dediğini duydum: "Ey Allah'ın resulü, izin verirseniz sizi övmek istiyorum!" Resûlüllâh izin verdiler ve: "Söyle bakalım, Allah ağzına sağlıklar versin!" buyurdular. Bunun üzerine Abbâs şiir hâlinde şunları söyledi:[7]

Tertemizdin Sen, bundan önce o gölgelerde...

Gizlice emânet edildiğin o yerlerde..."

Daha sonra şu güzelim ülkelere indin...

Fakat henüz bir beşer, et parçası değildin."

"Gemideki bir su damlası... Yüzen denizde...

Ehli ise, batıp kaybolmuştur bir dehlizde..."

Bir âlem gidip bir âlem gelirken araya...

intikâl ederdin Sen, bir babadan anaya..."

"Ateşe atıldı yanmadı tbrâhim Halîl,

Çünkü Sen var idin onun sulbünde ey delîl!"

"Sonunda kuruldu koruyucu evin senin,

Var idi yuvanda, altı kemerli siperin."

"Sen ki doğdun da bütün yeryüzü aydınlandı.

Bütün ufuklar ağardı. Nuruna boyandı..."

Şimdi biz de bu ışık ve nurun içindeyiz.

Doğru yolu gösteren Resûl'un izindeyiz..."

Beyhekî ve İbn-i Asâkir Ebû Hüreyre'den rivayet ederler. O şöyle demiştir: "Resûlüllâh (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Yüce Allah, Âdem'i yarattığı zaman evlâdimn ruhlarim ona gösterdi. O da evladımın bazılarimn bâzılarına olan üstünlüklerini de gördü... Bu sırada yukarıya doğru yükselen bir nûr gördü ve: "Ey Rabbim, bu nûr kime aittir?" diye sordu. Cenâb-ı Hakk, kendisine: "Bu, senin oğlun Ahmed'in nurudur. O hilkatte evvel, bi'sette sonradır ve o ilk şefaat edecek olandır" buyurdu."

Hafız Ebû Nuaym diyor ki: "Bu üstünlük ve özelliğin Peygamber Efendimiz'in Peygamberliğine olan delâletini, şu şekilde açıklayabiliriz:

Gerçekten bilmen ve kabul edilen bur husustur ki, Peygamberlik aynı zamanda mülk ve siyâset-i âmme demektir. Hükümdarlık ve umûmî siyâset görevi ise, soylu ve şerefli kimselerde bulunur. Çünkü böyle olunca, halk daha çok itimâd ve itibâr ederler, bu da idareyi kolaylaştırır. Nitekim Bizans kralı Herakliyus Şam'da bulunduğu sırada oraya ticâret için gelmiş bulunan Ebû Süfyân'a Peygamberimiz hakkında sorular yöneltmiş ve bu meyanda: "Peki, Peygamberliğim ilân eden Muhammed'in, sizin aranızdaki soyu ve şerefi nasıldır?" diye sormuştu. Ebû Süfyân da: "O'nun bizim aramızdaki soyu ve şerefi çok üstündür" karşılığim vermişti... İşte bunun üzerine kral Herakliyus: "Evet, zâten bütün Peygamberler, böyle kavminin en soylu ve en şerefli kişileri arasından seçilerek gönderilir." demişti." [8]

Abdül-Muttalib'in Rüyası:

Ebû Nuaym, Abdullah bin Ebû'l-Cehm'in oğlu Ebû Bekir'den şöyle nakleder: "Ben Ebû Tâlib'in, babası Abdü'l-Muttalib'den naklen şöyle dediğini duydum: "Ben, Kabe'nin Altın oluk tarafında uyumakta iken korkunç bir rü'yâ gördüm. Büyük bir ürperti ile uyandım ve Kureyş'in kadın kâhinine giderek gördüğüm rüyayı anlattım. Dedim ki: "Rüyamda yerden bir ağacın bittiğini gördüm. Ağaç o kadar büyüktü ki, başı semâya değiyor, dalları ise doğu ve batıya uzanıyordu... Fakat bu, nurdan bir ağaç idi. Öylesine aşikâr ve büyük bir nûr ki, belki güneşin nurundan yetmiş kat daha büyüktü... Bütün Arap ve Acem halkı bu ağaca secde ediyordu ve bu nurdan ağacın büyüklüğü, parlaklığı ve yüksekliği gittikçe büyüyordu... Bir yanıp bir sönüyordu... Bu sırada Kureyş'ten bir grubun bu ağacın dallarına yapıştığim, diğer bir gurubun ise bu ağacı kesmeye çalıştıklarim görüyordum. Kesmek istiyenler ağaca yaklaştıkları zaman güzellikte bir benzerini görmedi­ğim bir genç onları yakalıyor, onların belini kırıyor, gözlerini çıkarıp atıyordu... Ben, bu sırada ağaca elüai uzattım ise de dokunamadım... Acaba bu kime nasîb olacak" dedim. O genç bana dedi ki: "Nasîb, senden önce davranan ve ağaca tutunan kimselerindir." Bunun üzerine korku ve ürperti içinde uyandım..." Rü'yâmı bu şekilde o kadın kâhine anlattığım zaman, o da ürperdi ve sapsarı kesildi. Bana dedi ki: "Gördüğün rü'yâ, gerçektir, senin soyundan bir adam gelecek, doğu ve batıya hâkim olacak ve insanlar kendisine itaat edecektir..."

Gördüğü rü'yâyı, bu şekilde kâhine yordurmuş olan Abdü'l-Muttalib, oğlu Ebû Tâlib'e demiştir ki: "Umulur ki yorumda işaret edilen bu adam, sen olursun!" Ebû Tâlib, babası tarafından görülen ve kendisine aktarılan bu rü'yâyı, zaman zaman anlatırdı. Peygamberimiz'in Peygamberliğini ilân etmesinden sonra da bunu anlatır ve: "Abdü'l-Muttalib'in rü'yâsmda gördüğü o ağaç, Allah'a yemin ederim ki, kardeşimin oğlu Muhammed Ebû'l-Kâsını El-Emîn'dir!" derdi. Kendisine derlerdi ki: "O halde, hâlâ O'na îmân etmiyecek misin?" O da şu karşılığı verirdi: "Büyüklerin beni kınamasından ve bana sövmesinden çekmiyorum!..." [9]

Anasının O'na Hamile Kalışına Daîr Alâmetler:

HâkimBeyhekîTaberanî ve Ebû Nuaym; azadlı köle Ebû Avn tarikiyle İbn-i Abbâs'tan, o da babası Abbâs'tan şöyle rivayet ediyor: "Abdü'l-Muttalib bana dedi ki: Biz, bir kış seferinde Yemen'e gitmiştik. Orada ben, bir yâhûdi bilgini ile karşılaştım. Kitap ehli olan bu adam bana dedi ki: "Sen nerelisin?" Ben: "Kureyş'tenim" diye cevap verdim. O: "Hangi kabilesinden?" diye sordu. Ben de: "Hâşim Oğullarındanım" diye cevapladım. Yine o dedi ki: "Uzuvlarından birini incelemek istiyorum, bana izin verir misin?" Ben de: "Avret mahalli olmamak şartiyle izin veririm" dedim. Bunun üzerine o, burun deliklerimden önce birini, sonra diğerini açarak baktı ve inceledi. Sonra dedi ki: "Ben şahitlik ederim ki, senin bir elinde hükümdarlık, diğer elinde ise Peygamberlik var! Ben bunu görmekteyim. Halbuki biz bunu Zühre Oğullarında görmekte idik. Bu nasıl olur?" Ben kendisine: "Bilmiyorum" diyerek karşılık verdim. O bana? "Ailen var mı?" dedi. Ben: "Hayır, evli değilim" dedim. O: "Memleketine döndüğün zaman, Zühre Oğullarından bir kadınla evlen!" dedi..."

Bunu bana anlatan Abdü'l-Muttalib, Yemen'den döndüğü zaman, Abdü Menâf Oğlu Vehb'in kızı Hâle ile evlendi. Hâle'den, Hamza ile Safîyye adındaki çocukları dünyaya geldi. Oğlu Abdullah'ı ise, Vehb'in kızı Amine ile evlendirdi; Amine'den de Resûlüllâh (sallallahü aleyhi ve sellem) dünyaya geldiler. Resûlüllâh Efendimiz Amine'den doğduğu zaman Kureyş demiştir ki: "İşte Abdullah, babasına karşı zaferi kazanmıştır."

Ebû Nuaym, Sa'd bin Ebî Vakkâs'tan nakleder. O demiştir ki: "Abdü'l-Muttalib'in oğlu ve Resûlüllâh'ın babası Abdullah, bir yerde kendisine ait bir bina yapmakta idi. Dönüş sırasında Leylâ-iJ Adeviye adlı kadına rastladı. Kadın onu ve alnında parlamakta olan nuru gördüğü zaman, kendisini ona teklif etti... Dedi ki: "Eğer sen benimle olursan, sana tam yüz aded deve veririm!" Abdullah dedi ki: "Elim, üstüm başım hep çamur. Evime gidip bir temizleneyim. Sonra sana dönerim..." Abdullah evine gitti, güzelce temizlendi. Sonra hanımı Amine ile birlikte oldu... İşte bu sırada Amine, Peygamberimize hâmile kaldı. Daha sonra Abdullah, Leylâ adındaki kadına gitti ve ona, istediği şeyin olabileceğim söyledi. Leylâ: "Hayır, olmaz" dedi. Abdullah: "Niçin?" diye sordu. Kadın: "Sen bana uğradığın zaman, senin alnında bir nûr parlamakta idi. Şimdi bu nuru Amine, senden almış bulunuyor!" karşılığim verdi." [10]

Ebû Nuaym, Harâitî ve İbn-i Asâkir Atâ tarikiyle İbn-i Abbâs'tan rivayet ederler. O demiştir ki: "Abdü'l-Muttalib, oğlu ile birlikte çıkıp, Yemen'deki Tebala Kasabasi'na mensûb bir kâhin ile karşılaştığı zaman; oğlunu evlendirmek için çıkmıştı... Bu kadın kâhin, yahûdî dini ile meşgul olmuş, hayli kitap okumuştu. Kendisine "Fâtıma Binti Mür" denmekte idi. Peygamberlik nurunu Abdullah'ın yüzünde görüp dedi ki: "Ey delikanlı, benimle beraber olmayı kabul eder misin? Eğer kabul edersen, sana tam yüz aded deve vereceğim!" Abdullah ise buna, şu karşılığı vermiştir:

"Haram; ölümden beterdir, çok fenadır!

Teklifin ise, helâl değil belki zinadır!"

"O halde nasıl kabul ederim? Mümkin değil!

Soylu kişi; ırz ve dinini korur, iyi bil!..."

Sonra Abdullah, babası ile birlikte döndüler. Babası onu Vehb'in kızı Amine ile evlendirdi. Abdullah, Amine'nin yanında üç gün kaldı. Sonra nefsi onu, o kadımın dediğini kabul etmeye çağırdı. Gidip: "Dediğini kabul ediyorum" dedi. Kadın: "Benimle karşılaştıktan sonra ne yaptın?" diye sordu. O da: "Babam beni, Vehb'in kızı Amine ile evlendirdi" dedi. Kadın dedi ki: "Ben Vallahi zina etmiş veya edecek bir kadın değildim... Fakat senin yüzünde bir nûr görüp bu nurun bana geçmesini istemiştim. Demek ki Allah o nuru, sevdiği ve istediği yere ulaştırdı. Artık o dediğim şey, olmaz..."

(Yine bu mealde ki bir rivayeti, İbn-i Sa'd, Hişâm bin el-Kelbî'den, o da Ebû'l-Feyyâz'dan nakleder. Fakat bu rivayet mu'dal'dır. Makbul değildir. -Suyûtî-)

İbn-i Sa'd diyor ki: "Bize el-Vâkıdî haber verdi, ona Ali bin Yeztd Abdullah bin Vehb bin Zem'a'dan naklen söylemiş, ona da babası anlatmış. Şöyle ki: "Halam bana Resûlüllâh'ın anası Amine'nin şöyle dediğini nakletmiş tir: "Ben ona hâmile olduğum zaman, kadınların hamilelik zamanında duydukları ağırlığı duymadım ve hiç farkında olmadım... Bunu sâdece ayhâlimin kesilmesinden anladım... Birgün ben, uyku ile uyanıklık arasında iken biri bana gelip dedi ki: "Hâmile olduğunun farbanda mısın?" Ben: "Bilmiyorum" dedim. O dedi ki: "Sen, şu âhir zaman ümmetinin Peygamberine ve efendisine hâmile bulunuyorsun ve bu, pazartesi günü olmuştur." O bana görünen, böyle dedi ve gitti. Doğum yapacağım zaman yaklaşmcaya kadar, bir daha görünmedi. Sonra tekrar gelip: "Üîzühhû bi'l-vâhid min şerri külli hâsid - Ben onu, bir olan Allah'ın korumasını istiyor, her hased edicinin şerrinden Allah'a sığındırıyorum!" diyerek dua etmemi söyledi. Ben de bunu söylemeye başladım ve birgün bunu kadınlara açtım. Kadınlar da bana: "Boynuna ve kollarına demir takın" dediler. Ben de bunu yaptım... Bunun üzerine, o bana görünen ve benimle konuşan zât, görünmez oldu. Ben de boynuma ve kollarıma takındığım demirleri çıkarıp attım..."

(Ebû Cafer Muhammed bin Ali'den gelen rivayette, Hazret-i Amine'nin bu olayı anlatırken; "Ve bana: Çocuğun doğduğu zaman ona Muhammed adim koy!" diye de, tehbihde bulundu" dediği kaydı vardır. -Suyûtî-).

Ebû Nuaym, Büreyde ve İbn-i Abbâs'tan nakleder. Onlar demişler ki: "Amine'ye rü'yâsında denilmiş ki:"Sen gerçekten âlemlerin efendisine ve insanların en hayırlısına hâmile bulunuyorsun! Doğumunu yaptığın zaman ona "Ahmed" ve "Muhammed" adim ver! ve şunu, onun üzerine ası ver."

Amine uykudan uyandığı zaman başucunda altın bir sahîfe görmüş ve bunda şöyle yazılı imiş: "O'nu, her hasedcinin şerrinden, ayakta veya oturarak insanları gözetliyenlerin zararından, yolundan şaşan ve fesada koşan kötülerin kötülük vermesinden bir olan Allah'ın koruması ile korurum!... Yollarda, köşe ve bucakta yakalayıp fenalık etmek istiyen her bir azgimn şerrinden, yine bir olan Allah'a sığimrım!... Yine o yüce Allah'a sığınarak, Yüce El'e tutunarak, görünmeyen himayeye koyarak, O'nu onlardan saklamak ve korumak isterim! Elbette ki Allah'ın eli, onların ellerinin fevkmdedir, Allah azız ve gâlibtir. Allah koruyunca, onlar ona zarar veremez; o ister uykuda, ister uyanık olsun, ister yolda, ister evinde bulunsun, onlar O'na yaklaşamaz... Hiç biri O'na, gecenin evvelinden gündüzün sonuna kadar ilişemez..." [11]

Peygamberimizin Babasının Ne Zaman vefat Ettiği

İbn-i Sa'd, Muhammed bin Ka'b'dan ve başkasından nakleder ki, Resûlüllâh (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz'in babası Medine'de; ticâret için gittiği Şam'dan dönüşü sırasında vefat etmiştir. Bu sırada Peygamberimiz'in validesi Amîne, Efendimiz'e hâmile kalmış bulunuyordu... Babası Abdullah ise, vefat ettiği sırada yirmi beş yaşında idi.

El-Vâkıdî de der ki: "Peygamberimiz'in babası Abdullah;ın vefatı ve o sıradaki yaşı hakkında verilen bilgilerin en doğru olanı budur." Yine el-Vâkıdî der ki: "Bizim bildiğimize ve ehl-i ilmin bildirdiklerine göre, Amine ile Abdullah'ın; Resûlüllâh Efendimiz'den başka çocukları olmamıştır." [12]

Resulüllahın Doğduğu Sene Fil Vakasının Meydana Gelmesi ve Cenabı Hakkın Onun Şerefine Fil Ashabim Cezalandırması

İbn-i Sa'dİbn-i Ebî'd-Dünyâ ve İbn-i Asâkir Ebû Cafer Muhammed bin Ali'den rivayet ederler. O demiştir ki: "Ashâb-ı Fil'in Mekke'ye gelişi, muharem ayimn ortalarında idi. Bu Fil ordusunun gelişi ile Resûlüllâh Efendimiz'in doğuşu arasında elli gün geçmiştir." [13]

Beyhekî ve Ebû Nuaym İbn-i Abbâs'tan şöyle nakleder: O demiş ki: "Fil Ordusu Mekke'ye yaklaştığı zaman Abdü'l-Muttalib onların hü­kümdarına giderek: "Böyle yapmanızın sebebi nedir? Bize elçi gönderip ne istediğinizi bildirgeydiniz, emrinizi yerine getirirdik..." Kral Ebrehe ki, aslında Necâşî'nin Yemen'deki yetkili valisi idi ve dedi ki: "Kabe denilen şu ev'in haremine girenlerin emîn olduğunu duydum, İşte ben bu emniyeti kaldırmak için geldim!" Abdü'l-Muttalib tekrar: "İstediğiniz her şeyi size getiririz, Beyt'e bir zarar vermek fikrinden vazgeç" dedi. Kral red etti. ve Kabe'ye doğru yola çıktı... Abdü'l-Muttalib ise: "Bari, Beyt'in yıkılışim ve halkimn helak oluşunu görmeyeyim" diye geride kaldı. Bir dağın üzerinde dikilip durdu... Sonra toparlanıp Allah'a dua etmeye başladı ve dedi ki:

"Allah'ım, her bir ilâhın bir cemâati var.

Düşman gelmiş yakimmıza, sanki canavar..."

"Allah'ım, Be^t'inin ehlini bugün Sen koru!

Kırılsın şu mağrurların kibiri, gururu..."

"Elbette ki onlar yenemez gücünü Senin.

Onların gücü de, nihhayet Senin eserin..."

"Allah'ım, kabul edersen eğer dileğimi,

Te'yîd et bizi... Bükmesin düşman bileğimi..." [14]

Abdü'l-Muttalib, böyle dua ederken, deniz tarafından yağmur yüklü siyah bulut gibi birşey zuhur etti... Sür'atle ilerleyip Fil ordusunun üzerini kaplayıverdi. Bu Pil ordusuna Allah'ın musallat kıldığı sürü sürü kuşlar idi. Pişmiş, zehirli ve yakıcı taşlar atıyorlardı. Bağıran fillerin feryadı ortalığı kaplamıştı... Çok geçmedi, Ebrehe'nin fil oldusu, yenilmiş ekin yaprağına donuverdi..."

Saîd bin Mensur ve Beyhekî, İkrime'nin, Fil Sûresi'nin, "Onların üzerine sürü sürü kuşlar gönderdi" mealindeki âyetinin açıklamasında; "Deniz tarafından yırtıcı hayvan başları büyüklüğünde kuşlar gelip zehirli taşlar atarak onları helak etti... Onların cildi zehirleniyor ve onlar, çiçek hastalığına yakalanmış gibi bir hale uğruyorlardı" dediğini naklederler." İkrime, bu konuda konuşurken: "Bu çiçek hastalığı veya benzeri bir hastalık; böylesine görülen ilk hastalık oluyordu..." diye de eklemiştir."

Ubeyd bin Umeyr el-Leysî'den gelen rivayet de şöyledir: "Yüce Allah, fil ordusunu helak etmek isteyince deniz tarafından onların üzerine kırlangıç gibi kuşlar gönderdi. Her kuş, üç aded taş taşıyordu... Biri gagasında, ikisi de ayaklarında idi. Kuşlardan her biri, bir adamın tepesinde duruyor, Öterek taşları bırakıyordu... Askerlere isabet eden bir taş, vücûdunu delerek Öbür tarafından çıkıyordu... Rüzgar da çok şiddetli esiyordu... Derken, hepsi helak olmuştu..."

Beyhekî ve Ebû Nuaym İbn-i Abbâs'tan rivayet ederler. O demiştir ki: "Ashâb-ı Fîl, Mekke yakınma geldiği zaman Abdü'l-Muttalib gidip Ebrehe'ye geri dönmesini söylemiş ve: "Bu, Allah'ın evidir, onu harâb etmenize Allah izin vermez!" demişti. Onlar ise: "Beyt'i yıkmadıkça geri dönmeyiz" demişlerdi. Fillere binip Kabe'ye doğru sürdüler. Filler ise geri gidiyor, ileri gitmiyordu... Allah onların üzerine sürü sürü kuşlar gönderdi ve o kuşlara üzerinde çamur bulunan siyah taşlar verdi. Kuşlar da bu taşları onların üzerine atıp hepsini helak ettiler. Her bir kuş, bir askerin tepesinden tam hizasına geliyor, sonra taşı bırakıyordu. Her biri bu zehirli taşlarla kaşınma (uyuz) hastalığına yakalandı. Kaşınmak için elini bedenine sürdüğü zaman, vücûdunun bütün etleri dökülüyordu..." [15]

 

2-1 Abdül-Muttalibin Zemzem Kuyusunu Kazdığı Zaman Görülen Alâmetler

Îbn4 İshâk ve Beyhekî Ali bin Ebâ Talih'den rivayet ediyor. O demiş ki: "Dedem Abdü'l-Muttalib Hıcru'l-Kâbe'de uyurken rü'yâsında ona denilmiş ki: "Sen, Berre kuyusunu kazmaksın!" O: "Berre nedir?" diye sormuş. Fakat ona cevap verilmemiştir. Ertesi günü aynı yerde aynı rü'yâyı görmüş: Biri ona gelip: "Madmûne kuyusunu sen açmalısın!" demiş. O da: "Madmûne nedir?" diye sormuş. Fakat cevap verilmemiş... Ertesi günü yine aynı yerde kendisine: "Taybe'yi kazıp açmalısın!" denilmiş. O da: "Taybe nedir?" diye sormuş, fakat yine cevap verilmemiş... Bir ertesi gün aynı yerde aynı rüyayı görmüş, kendisine denilmiş ki: "Zemzem'i kaz!" O da: "Zemzem nedir?" demiş. Denilmiş ki: "Zemzem; azalıp kesilmeyen bir mübarek sudur! Yeri de şurasıdır. İşte burayı kaz!"

Abdü'l-Muttalib, aynı rü'yâyı dördüncü defa gördükten sonra, işaret edilen yeri kazmaya başlar. Kureyş kendisine: "Bu nedir ey Abdü'l-Muttalib?" der. O da: "Zemzem'i açmakla emrolundum" karşılı­ğim verir ve Zemzem'i açar. Kureyş Zemzem suyunu görünce: "Ey Abdü'l-Muttalib, bu suda bizını de hakkımız var. Zemzem, atamız İsmâil'in içmesi için ihsan edilmiş bir sudur" der. Abdü'l-Muttalîb: "Bu su, bana aittir, bunda sizin bir hakkınız yoktur" karşılığim verir. Kureyş: "Hakeme gidelim" der. O da kabul eder. Kureyş: "Aramızda hakem, Sa'd oğullarimn kadın kâhinidir" der. O da kabul eder. Fakat bu kâhin Şam'a gittiğinden onlar da Şam'a gitmeye karar verirler. Bâzı yakınları ile birlikte yola çıkan Abdü'l-Muttalib'e, Kureyş'in her kolundan bâzı kimseler de katıldılar. Birlikte yola çıktılar. Çölde ilerlerken Abdü'l-Muttalib ve yakınlarimn suyu tükendi. Neredeyse helak olacaklardı. Yanındaki Kureyş temsilcilerine su istediler. Onlar su vermediler ve: "ileride bizını de suyumuz tükenebilir ve bizler de sizin durumunuza düşebiliriz" dediler. Abdü'l-Muttalib yakınlarına: "Ne düşünürsünüz?" dedi. Onlar da: "Siz bilirsiniz, biz sana tabiyiz" dediler. Bunun üzerine Abdü'l-Muttalib şu fikri ileri sürdü: "Ben diyorum ki, her biriniz kendi çukurunuzu kazsın, sonra hanginiz ölürse arkadaşları onu kendi çukuruna defnetsin.. Herhalde, içinizden birinizin veya birkaçimzın ölmesi, hepinizin helak olmasından daha kolay olur..." Onlar da "peki" dediler ve böyle yaptılar. Sonra dediler ki: "Ey Abdü'l-Muttalib, bizını böyle ölümü beklememizden, Allah vekil deyip yola çıkmamız daha uygun olmaz mı? Umulur ki Allah bizi suya kavuşturur..." O da: "Haydi yola çıkınız!" dedi, onlar ve kendisi yola çıktılar. Abdü'l-Muttalib devesine bindi ve onu kaldırdı. Deve kalktığı zaman, ayakları yere battı ve oradan su fışkırmaya başladı. Abdü'l-Muttalib devesini tekrar çöktürdü, diğerleri de develerini çöktürdüler. Sudan bol bol içtiler ve içirdiler, su kablarim da doldurdular. Sonra Kureyş'in temsilcilerini çağırıp: "Ey arkadaşlar, geliniz sudan istediğiniz kadar alimz! Allah bize suyu ihsan etti" dediler. Onlar da gelip içtiler ve içirdiler (develerini de suladılar). Dediler ki: "Ey Abdü'l-Muttalib, gerçekten Allah sana, hükmünü de bildirmiş oluyor. Sana şu çölün ortasında suyu lütfeden Allah, yine Zemzem'i de sana ihsan etmiştir. Biz dâvamızdan vazgeçiyoruz. Haydi hep birlikte geriye (Mekke'ye) dönelim." Böyle dediler ve birlikte Mekke'ye döndüler..."

Beyhekî'nin senedleriyle çıkardığı bir rivayete göre, İmâm-ı Zühri demiştir ki: "Fil ordusu Mekke yakınma geldiği zaman, Resülüllah'ın ceddi Abdü'l-Muttalib'in davranışı, Kureyş'in dikkatini çekmiş ve onun saygınlığim artırmıştı. Şöyleki: Kureyş korkuya kapılarak kaçmış, Mekke'yi terketmişti. Abdü'l-Muttalib ise: "Vallahi ben Allah'ın Harem'inden çıkmam, başka yere giderek kendime izzet aramam!" demiş ve Beyt'in yanında oturup şöylece dua etmişti: "Allah'ım, bilirsin ki kişi, kendi ailesini koruyup himaye eder. Sen de şu günde, Beyt'ini ve Beyt'inin halkim koru."

O, böyle dua ediyor ve bulunduğu yerden ayrılmıyordu. Nihayet Allah; Fil ordusunu helak etti. Kureyş de geri döndü. Fakat Abdü'l-Muttalib'in yanlarındaki şeref ve kıymeti de, çok arttı. O'nun, Allah'ın Harem'ine olan saygısı sebebiyle, kendisine daha çok saygı duydular. Derken bir ara rü'yasmda kendisine: "Zemzem'i çıkar!" denildi. O, irkilerek uykusundan uyandı. Yine: "Allah'ım, Zemzem'in bulunduğu yere âit bir alâmet göster" diye dua etti. Rü'yasında ona denildi ki: "Karganın gelip de eşindiği yere dikkat et! Orada aynı zamanda karınca yuvası da vardır. Burayı kaz, Zemzem'i çıkar..." O da öyle yaptı. Fakat suyu bulması kolay olmadı. Günlerdir kazıyor, bir türlü suyu bulamıyordu. Çok yorulmuştu. Kureyş de gelip kendisine: "Bu ne iştir?" diyordu. O da: "Zemzem'i çıkaracağım" diyordu. Nihayet büyük eziyet içinde kalınca; "Evlâdından birini kurban etmeyi adadı." Sonra kazmaya devam etti ve suya ulaştı. Üzerine bir havuz yaptı. Bunu, Zemzem suyu ile doldurdu, hac mevsınıinde hacılara buradan zemzem suyu ikram ederdi. Kureyş'ten bazıları kıskançlığından geceleyin Zemzem havuzunu yıkarlardı. O da gündüz tekrar onarırdı. Tahripçiler bunda fazla İsrâ'r edince, yine Rabbi'ne iltica eyledi. Dedi ki: "Ey Rabbim, ben bunu sâdece içmek isteyenler için helâl kılıyorum! İçmenin dışında, yıkanmak için falan helâl kılmıyorum! Zemzem havuzunu tahrip edenleri de Sana havale ediyorum!..." İşte bundan sonra kim Zemzem havuzuna kasden zarar verirse, mutlaka bir belâya uğrar, cezasını görürdü.. Nihayet onlar da bundan ibret alarak Zemzem'e ilişmez oldular, Abdü'l-Muttalib de rahatça Zemzem hizmetine devam etti..."

Daha sonra Abdü'l-Muttalib dedi ki: "Ey Allah'ım, ben evladımdan birini sana kurban etmeyi adamıştım. Ben şimdi onların arasından kur'a çekeceğim. Sen hangisinin kurban olmasını istersen, ona rast getir! Ben de onu kurban edeyim..." Çocukları arasında kur'a çekti, kur'a Abdullah'a isabet etti. Abdullah ise en sevdiği oğlu idi. Bunun üzerine Abdü'l-Muttalib yine Allah'a sığimp dedi ki: "Ey Rabbim, en sevgili oğlum Abdullah'ı mı, yoksa yüz deveyi mi kurban etmek sana daha sevimlidir? Hangisi sevimli ise, kur'ayı ona rast getir!" diyerek Abdullah ile yüz deve arasında bir kur'a daha çekti. Bu sefer kur'a develere isabet etti. O da oğlu Abdullah'ın yerine yüz deveyi kurban etti..."

İbn-i Sa'd da bu konuda İbn-i Abbâs'ın şöyle dediğini nakleder: "Abdü'l-Muttabib Zemzem kuyusunu kazarken, ona çok az kimse yardım etmişti... Bu sırada o, eğer on erkek evlâdı olursa birini Allah'a kurban etmeyi adamıştı... Erkek evlâdimn sayısı onu bulduğu zaman, oğullarim toplayıp bu husustaki adağim açtı. Onlar da buna itiraz etmediler: "Ne istersen yap" dediler. Aralarında kur'a çekti ve Abdullah'a çıktı. Onun elinden tutarak kurban edeceğiyere götürürken, kızları ağlayıp feryâd ettiler. İçlerinden biri dedi ki-: "Babacığım, onun •yerine, niçin Harem civarında gezinen develerinden onunu kurban etmiyorsun!" O da onunla develer arasında kur'a çekti, kur'a Abdullah'a çıktı. O zaman, bir insanın diyeti de on deve idi. Sonra develerin sayısını on aded daha artırarak kur'a çekti. Kur'a yine Abdullah'a çıkınca develerin sayısını onar onar artırarak yüze çıkardı. Yüz deve ile Abdullah arasında kur'a çekti, bu sefer kur'a develere isabet etti. Abdü'l-Muttalib derhâl "Allahü Ekber!" diyerek tekbîr getirdi. Yanında pek çok insan da var idi. Sonra develeri alıp kurban etti... Bir insanın diyeti (kan bedeli) olarak yüz deveyi ilk defa tayin ve taktır eden de Abdü'l-Muttalib oldu... Sonra bu, Arablarda ve Kureyş'de âdet oldu... Sonra İslâm devri geldi. Bu devirde de Resûlüllâh bunu aynen devam ettirdi."

Hâkim, İbn-i Cerîr ve El-Ümevî (Meğâzî adlı kitabında) Es-Sanâbihî'den o da Muâviye'den rivayet ederler. Muâviye demiş ki: "Birgün biz, Resûlüllâh'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) yanında idik. Bir köylü geldi ve dedi ki: "Ey Allah'ın Resulü, otlar kurudu... Sular çekildi. Çoluk çocuk helak olup mal zayi oldu... Allah'ın sana ganimet olarak lütfettiği maldan, sen de bana ver; ey İki Kurbanlığın oğlu!"

Resûlüllâh Efendimiz de tebessüm buyurdular ve köylünün; "Ey İki Kurbanlığimn Oğlu!" diye hitap etmesine ilişmedi."

Olayı bu şekilde anlatan Muâviye'ye dediler ki: "Ey Emîra'l-Mü1-minîn, o köylünün bahsettiği "iki kurbanlık" kimlerdir?" Oradakilerin bu sorusuna cevaben Muâviye de dedi ki: "Abdü'l-Muttalib, Zemzem'i kazıp çıkartmakla emrolunduğu zaman, bu iş kendisine kolay gelirse oğullarından birini kurban etmeyi adamıştı... Bu işi kolayca tamamladığı zaman, sayıları onu bulan oğulları arasından kur'a çekti. Kur'a ise Abdullah'a çıktı... Onu kurban etmek istedi ise de Abdullah'ın dayıları olan Mahzûm Oğulları buna engel oldular ve dediler ki: "Abdullah'a bedel kurbanlar keserek Rabbinin rızasını almağa çalış!" O da öyle yaptı... İşte İki Kurbanlıktan biri, böylece Abdullah olmuştu... Diğeri de İsmail (a:s.) idi." [16]

Resulüllah'ın Doğum Gecesi Vukua Gelen Bazı Fevkalâde Alâmet ve Özellikler

Beyhekî ve Ebû Nuaym Hassan bin Sâbit'ten rivayet eder. O demiş ki: "Ben, henüz yedi-sekiz yaşlarında bir çocuk idim. Görüp duyduklarımı ise anlıyabiliyordum... İşte bu sırada bir yahûdî Medine'deki evi üzerinden şöyle bağırmakta idi: "Ey yahudiler, toplanimz! Buraya geliniz!..." Yahudiler de toplandılar ve dediler ki:'Yazık sana! Bizi neden topluyorsun?" O onlara hitaben dedi ki: "Ahmed bu gece dünyâya geldi, yine bu gece onun yıldızı da doğdu!..."

BeyhekîTaberanîEbû Nuaym ve İbn-i Asâkir, Osman bin Ebû'l-As'dan şöyle rivayet ederler: "Bana, Resûlüllâh'ıri anası Amine'nin Resûlüllâh'ı doğurduğu gece, onun yanında bulunan anam anlattı. Şöyle ki: "O gece ben, evde nurdan başka bir şey göremiyordum... Başımı yukarıya kaldırdığım zaman yıldızları da o kadar yakın hissediyordum ki, sanki üzerime düşecek gibiydiler. Amine doğumunu yaptığı zaman, evin içi tamamen nura boyandı. Ev ve evdeki her şey, nurdan ibaret oluverdi."

(...Doğdu ol saatte ol sultânü dîn!

Nura gark oldu semâvât ü zemîn!)

AhmedBezzârTaberanîHâkimBeyhekî ve Ebû Nuaym Irbâz bin Suriye'den rivayet ederler. Onun nakline göre Resûlüllâh buyur­muştur ki: "Ben, Allah'ın kuluyum ve Peygamberlerin sonuncusuyum! Ben size haber veriyorum: Ben, Ibrâhîm (aleyhisselâm)'ın duası, Îsâ (aleyhisselâm)'ın müjdesi, anamın da rü'yâsıyım! ki anam benimle ilgili rü'yâsım görmüş­tü... Diğer Peygamberlerin anaları da ilgili rü'yâlarım görmüşlerdir. Allah Resûlü'nün anası, doğumunu yaptığı zaman da görmüştü ki, her taraf nura boyanmış ve tâ Şam'daki köşkleri aydınlatmıştık."

(Yine aynı kaynakların ve İbn-i Sa'd'ın, Ebû Ümâme'den naklettikleri bir rivayet de bu mealdedir.)

Sahihtir kaydiyle Hâkim ve Beyhekî Hâlid bin Ma'dân'dan şöyle rivayet ederler: "Resûlüllah'ın ashabı sormuşlar: "Ey Allah'ın Resulü, bize kendinizden haber verir misiniz?" demişler. O da cevaben buyurmuşlar ki: "Babam İbrahim'in duası, Îsâ'nın müjdesi, anamın müjdeli rü'yâsı... O bana hamile kaldığı zaman, Şam'daki köşkleri aydınlatacak kadar büyük bir nurun kendisinden çıktığim görmüştü..."

Açıklama: Rivayet metninde geçen: "O bana hâmile kaldığı zaman" sözü, Amine'nin o zaman gördüğü rü'yâyı anlatır. Doğum yaptığı gece ise, Amine "büyük bir nuru..." uyanık bir halde ve gözleriyle görmüştür. Nitekim İbn-i İshâk'ın ilgili rivayeti de açıkça bunu ifâde etmektedir. (Suyûtî)

İbn-i Sa'd ve İbn-i Asâkir ayrıca İbn-i Abbâs'ın şöyle dediğini rivayet ederler: Amine demiştir ki: "Ben O'na hâmile kaldığım zaman, tâ doğumumu yapıncaya kadar bir ağırlık duymadım... Doğumumu yapıp benden ayrıldığı zaman ise, O'nunJa birlikte dünyânın doğusunu ve batısını kaplayan büyük bir nurun da ayrıldığim gördüm... O doğduğu zaman, yere iki eli üzerine düşmüş ve yerden bir tutam toprak. almıştı ve tam bu sırada başim da semâya kaldırmıştı..."

(Kaynaklarımızın Ebû'l-Acfâ, Ümmü Seleme ve Bûreyde'den naklettikleri rivayetleri de bundan önceki rivayete yakın manâda haberler ıhîsvâ etmektedir.) (Suyûtî)

İbn-i~i Sa'd Amr bin Asını el-KülâbVden, o Hammam bin Yahya'dan, o da İshâk bin Abdullah'tan rivayet eder. O şöyle demiştir: "Resûlüllah Efendimiz'in annesi Amine demiştir ki: "Ben O'nu dünyaya getirdiğim zaman, benden büyük bir nûr çıktı ve Şam'ın saraylarim aydınlattı... Ben O'nu tertemiz olarak dünyâya getirdim, üzerinde hiçbir pislik yoktu... Yere düştüğü zaman, iki eli ile yeri tutarak oturur vaziyette idi."

Muâz el-Anberî'nin rivayetinde ise, "Benden yıldız gibi bir nûr çıktı, yeryüzünü aydınlattı" denilmektedir.

(Hassan bin Atiyye'den gelen rivayet dahî bu mealdedir. Bu İki rivayette "Yerden toprak avuçladığı" kaydı yoktur.) (Suyûtî).

Ebû Nuaym, Abdurrahmân bin Avfdan, o da anası Şifâ Hatun'dan nakleder. O şöyle demiştir: "Resûlüllah Efendimiz doğduğu zaman, benim iki elim üzerine düştü ve bağırarak ses çıkardı. Bu arada bir ses duydum, şöyle diyordu: "Allah sana rahmetler eylesin!" Sonra büyük bir nûr göründü ve Rum ülkesinin saraylarim aydınlattı... Ben bu saraylardan bir kısmim gördüm... Sonra O'nu giydirip yatırdım. Derken üzerime sağ tarafımdan bir karanlık, korku ve titreme bastı... Yine bir ses diyordu ki: "Onu nereye götüreyim?" Cevaben: "O'nu batıya götür!" denildi. Sonra üzerimden bu hâl kalktı. Bu sefer aynı hâl sol tarafımdan başladı. Beni bir zulmet, korku ve titreme aldı. ve bir ses: "O'nu nereye götüreyim?" diyordu. Kendisine bu sefer, "O'nu doğuya götür" denildi. ve ben, O'na Peygamberlik verilinceye kadar, bu sesi hep kalbimde duyuyordum. Resûlüllah Efendimiz, Peygamberliğini ilân ettikleri zaman, O'na ilk inananlardan biri de ben oldum..."

Yine Ebû Nuaym, Amr bin Kuteybe'den, o da babası Kuteybe'den rivayet eder. O demiştir ki: "Amine'nin doğum yapması zamanı yaklaş­tığında, yüce Allah meleklere şöyle emretmiştir: "Bütün semâların kapılarim açimz, cennet kapılarım da... ve hepiniz hazır olunuz..." Bunun üzerine melekler birbirini müjdeleyerek semâdan inmişler. Bütün dağlar, denizlerdeki balıklar, birbirini müjdelemişlerdir. Şeytan­lar da bağlanıp hapsedilmişlerdir. O gün, güneşin nuru artırılmış, yetmiş bin huri, güneşten O'nun doğumunu gözlemiş, havada bekleşmiştir. ve o gün, dünyada doğum yapan diğer kadınların da erkek evlâd dünyaya getirmelerine yüce Allah izin vermiştir. Sevgili Resulü Muhammed'in şeref ve hürmetine... Yine o gün, bütün ağaçların çiçekleri bereketlenip meyve vermiş, her bir korku emniyete dönüşmüştür.

Âlemlere rahmet Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) doğduğu zaman, bütün dünyâ nura gark olmuş, bütün melekler birbirini müjdelemişlerdir. Bütün göklerde rengârenk nurdan sütunlar ilâve edilmiş, bununla semâların aydınlığı da bir kat daha artırılmıştır. Hazret-i Peygamber, Mirâc Gecesinde bu durumu da ayrıca müşahede etmişlerdir. O'na o gece, yâni Mi'râc Gecesi denilmiştir ki: "İşte şu nûrânî sütun, senin doğduğun zaman, senin doğumunun müjdesi olarak dikilmiştir." Yine O'nun doğduğu gece, Kevser Irmağı'nın kenarına yetmiş bin misk ve anber ağacı dikilmiş, bunlardan cennete kokular saçılmıştır. Bütün göklerdeki melekler, Allah'a esenlikler vermesi için dualar etmiş, putlar yere serilmiştir. Lât ve Uzzâ adındaki putlardan şöyle sesler işitilmiştir: "Yazık şu Kureyş'e, çünkü el-Emîn dünyaya geldi! Yazık Kureyş'e, Zira es-Sıddık geldi. Kureyş'in ise bir şeyden haberi yok!..." Beyt'ten yâni Kabe'den de günlerce şu sözler işitilmiştir: "İşte şimdi, asıl nuruma kavuşacağım! İşte şimdi, ziyaretçilerim gelecekler! İşte şimdi câhiliyyenin pisliklerinden temizleneceğim. Ey Lât ve Uzzâ, siz helak oldunuz!..." ve Kabe'de, üç gün sarsıntı gece-gündüz eksik olmamıştır. Resûlüllâh'ın doğumu ile ilgili olarak Kureyş'in ilk gördüğü alâmet de bu olmuştur..

(Sonra nasıl olmuş da Kureyş bunu unutmuş. Belli değil... Belki de bu rivayetler, •birtakım edebî tasvirlerdir, sadece...)

(Burada, bu konu ile ilgili olarak, o gece bütün vahşî hayvanların bile dile gelip konuştukları, müjdeler verdikleri, doğudaki hayvanların batıya, batıdaki hayvanların da doğuya giderek birbirlerini müjdeleyip tebrik ettikleri... şeklinde ve benzeri birtakım haberleri ihtiva eden başka rivayetler de bulunmakta ise de; İmâm Suyûtî hazretleri, bütün bunları kaydettikten sonra: "Son derece münker (kabul edilmesi imkansız) rivayetler olduğunu" bildirmiştir).

Hafız Ebâ Zekeriyyâ Yahya bin Aiz, Resûlüllâh'ın doğumuyla ilgili olarak yazdığı "Mevlid" kitabında, İbn-i Abbâs'ın şöyle dediğini-kayde­der: "Amine, doğum yaptığı güne dâir konuşur ve şöyle derdi: "Ben büyük bir hayranlık içinde iken, ansızın üç kişi geldi; sanki güneş onların yüzünden doğmuştu... Birinin elinde gümüş bir ibrik vardı, içinde misk gibi bir koku bulunmakta idi. İkincinin elinde dört köşeli ve yeşil zümrütten bir tepsi vardı ve her köşesinde beyaz inciler bulunmakta idi. Biri ansızın şöyle diyordu: "İşte dünyâ! Bütün denizleri ve karası, doğusu ve batısı ile! Ey Allah resulü, ne tarafim almak istiyorsan al." Ben bu sıra, Rasulullah'ın hangi tarafım tutacağim görmek için baktım ve gördüm ki O, tepsinin ortasından kavrayıp aldı. Biri şöyle, nida etti: "Hiç şüphesiz Muhammed Kabe'yi ve onun işaret ettiği mânayı almıştır! Sınısıkı Tevhîd'e tutunmuştur. Şüphesiz Allah Kabe'yi O'na kıble olarak vermiş ve O'na mübarek bir makam kılmıştır!,.." O gelen güueş yüzlü zatlardan üçüncüsünün elinde ise, iyice durulmuş beyaz bir ipek vardı. Onu açtı ve içinden bir mühür çıkardı. Mühür, görenleri hayretler içinde bırakacak güzellik ve parlaklıkta idi. Sonra o zât, bana doğru yaklaştı ve elindeki mührü, elinde tepsi tutmakta olan zâta verdi. Bu sırada elinde gümüş ibrik tutmakta olan zât ibriği dökerek mührü yedi defa yıkadılar. Sonra Resûlüllâh'ın iki omuzu arasını mühürlediler. Tekrar mührü beyaz ipek parçasına iyice sardılar. Sonra Resûlüllâh'ın omuzun u mühürleyen zât, O'nu kanatlan araşma aiarak bir müddet tuttu... Sonra O'nun kulağına birşey söyledi, fakat ben ne söylediğini anlayamadım... Sonra O'na hitaben dedi ki: "Sana müjdeler olsun yâ Muhammedi Senden önceki Peygamberlere verilmiş bulunan bütün ilimler de sana verilmiştir! Peygamberler içinde ilmi ei\ çok olan, şecaat ve kahramanlıkta da en ileri bulunan sensin! îlâhî nusretin ve zaferlerin anahtarı seninledir! Senin adim duyan her bir asker veya kumandanın, mutlaka kalbine bir korku ve saygı dolacaktır. Senden korkacaktır, ey Allah'ın halîfesi!....

(Hadis bilginlerinden ibn Dıhye bu rivayet hakkında et-Tenvir adlı kitabında: "Bu garib bir rivayettir" demiştir. Suyûtî.) [17]

İbn-i Sa'dHâkimBeyhekî ve Ebû Nuaym, mü'ıninlerin anası Hazret-i Âişe'den, onun şöyle anlattığim rivayet ederler: "Mekke'de ticâretle iştigâl eden bir yahûdî vardı. Resûlüllâh (sallallahü aleyhi ve sellem)'in doğduğu gece o, Kureyş'in toplantılarimn birinde demiştir ki; "Ey Kureyş topluluğu, bu gece içinizden birinin bir erkek çocuğu doğdu mu?" Kureyş: "Haberimiz yok" demiş. O da demiş ki: "Bakınız, benim söyliyeceklerimi iyi belleyiniz! Bu gece, şu son ümmetin Peygamberi dünyaya gelmiştir! O'nun iki omuzu arasında at yelesi gibi sık olarak bitmiş kıllar bulunmaktadır. ve O, şu iki gece zarfında anasının sütünü emmeyecektir." Kureyş'in topluluğu bu haber üzerine derhal dağılmış ve hepsi hayretler içinde kalmıştır. Evlerine vardıkları zaman, her birinin ailesi kendilerine, bu yeni doğum hakkındaki haberi iletmiş; "Abdü'l-Muttalib'in oğlu Abdullah'ın bir erkek çocuğu dünyâya gelmiş ve adına Muhammed konulmuş" diye konuşmuştur. Toplantıda o yâhûdînin söylediklerini duyanlar, geri dönüp yâhûdîyi durumdan haberdâr etmişler.

Yahûdî onlara demiş ki: "Haydin hep beraber ona bakmaya gide­lim!" ve hep birlikte onu görmeye gittiler. Amine'nin evine vardıkları zaman, kendisinden izin istediler. O da çocuğu kucağına alarak dışarı çıktı ve onların ricası üzerine, onun omuzları arasını kendilerine gösterdi. Yâhûdî onun iki omuzu arasındaki beni görünce, kendinden geçip baygın yere düştü... Bir müddet sonra ayıldığı zaman, oradakiler: "Sana ne oldu?" dediler. O da dedi İd: "Vallahi derim ki, Peygamberlik artık îsrâîl oğullarından gitmiştir! Ey Kureyş topluluğu, sizler O'nun doğumu sebebiyle sevmiyor musunuz? Haberiniz olsun, o size öylesine büyük bir darbe indirecektir ki, bunun haberi, dünyanın doğusunda da, batısında da duyulacaktır..."[18]

Beyhekî ve İbn-i Asâkir Ebû'l-Hakem et-Tenûhî'den naklederler. O demiştir ki: "Kureyş'in âdetine göre, bir çocuk dünyâya geldiği zaman, onu kadınlara teslim ederler, onlar da o çocuğu sabaha kadar bir kazanın altına kapatırlar idi. Resûlüllâh doğduğu zaman da, Abdü'l-Muttâlib onu kadınlara teslim etti, onlar da onu sabaha kadar bir büyük kazanın altına kapattılar. Sabahleyin onun yanına geldikleri zaman, üzerine kapattıkları kazanın ikiye ayrılmış olduğunu gördüler. O'nu da, gözlerini açmış semâya bakar bir halde buldular ve Abdü'l-Muttalib'e giderek durumu anlattılar. Abdü'l-Muttalib de onlara dedi ki: "O'nu iyi koruyun! O'nun ileride büyük bir hayra ereceğini ümîd ediyorum!" Abdü'l-Muttalîb, O'nun doğumunun yedinci gününde, bir kurban kesti ve Kureyş'e ziyafet verdi. Yemek yenildikten sonra Kureyş dedi ki: "Ey Abdü'l-Muttalib, ona ne isını verdin?" O da: "O'na Muhammed adim verdim!" dedi. Kureyş: "Ailene mensûb olanların isınılerinden birini niçin vermedin?" diye sordu O da dedi ki: "Ben O'na, gökte Allah'ın sevgilisi, yeryüzünde de insanlığın sevgilisi olması için Muhammed adim verdim!" [19]

Beyhekî ve İbn-i Asâkir Museyyib bin Şüreyk'ten şöyle rivayet ederler: "Merru'z-Zahrân'da Şam'lı bir râhib vardı. "Is" adındaki bu rahibin ilmi çok idi. Kendisine âit manastırda devamlı ibâdetle meşgul olurdu. Bâzan Mekke'ye .gelir insanlara şöyle hitab ederdi: "Ey Mekke'liler! İçinizden bir ailenin bir erkek çocuğunun doğumu yaklaştı... Bu çocuk büyüdüğü zaman Araba ve Aceme hâkim olacaktır. Şu içinde bulunduğumuz zaman, O'nun zamanıdır. Kim O'na yetişir ve uyarsa, muradına erer! O'na yetiştiği halde uymayanlar ise hüsrana düşer! Emîn olunuz ki benim, o huzur ve çeşitli nimetler içinde yaşanan yerde ikâmet etmekte oluşumun tek sebebi; O'na kavuşabilmek arzusudur. Is adındaki bu râhib, dünyaya gelen her erkek çocukla ilgilenir, onun ahvâli hakkında bilgi edinir ve: "O, henüz gelmedi" derdi. Resûlüllâh'ın doğduğu günün sabahında ise, Abdü'l-Muttaiib bu rahibe giderek durumu haber verdi. Is kendisine dedi ki: "Abdü'l-Muttalib, size bahsettiğim çocuk doğmuştur. Bu yetimin babası sen ol! O, pazartesi günü doğmuş, pazartesi günü Peygamber olur, pazartesi günü vefat eder. O, geçen akşam doğmuştur. Bunun alâmeti ise, şimdi o, acı çekmektedir, sütünü emmemektedir. Rahatsızlığı üç gün sürer, sonra geçer. Ey Abdu'l-Muttalib, dilini tut, bu çocuğa âit sırları kimseye söyleme! Çünkü hiçbir kimse, O'nun kıskanıldığı kadar kıskanılmış olamaz! O'nun düşmanları çok olacaktır."

Meraklanan Abdü'l-Muttaiib: "O, ne kadar yaşayacaktır?" diye sordu. Râhib: "İster çok yaşasın ister az, O yetmiş sene ömür sürmeyecek; yetmişden önceki tek yılların birinde vefat eder. Bu, atmış bir de olur, atmış üç de olabilir. Ümmetinin ekserisinin ömürleri de bu civarda bulunur..."

(O, sevkettiği bu rivayette aynı zamanda demiştir ki: "Resûlüllâh, Muharrem ayimn Aşûrâ gününde ana rahmine düşüp Amine O'na hâmile kalmıştır. Doğduğu pazartesi günü ise, Ramazan ayimn on ikisine rastlıyordu). (49).

Ebû Nuaym Dâvûd bin Ebî Hind'den rivayet eder. O demiştir ki: "Peygamber Efendimiz dünyaya geldikleri zaman, dağların zirveleri aydınlanmıştır! O, doğduğu zaman iki eli üzerine yere düşmüş, sabaha kadar yukarı bakarak gökleri gözlemiştir. O'nun üzerine bir kazan kapatmışlardı. Fakat kazan, iki parça olup ayrılmış ve O'nun gökleri gözlemesine engel olmamıştır..."

(İbn-i Sa'd'ın İkrime'den sevkettiği rivayet de, bu mâhiyette bilgi vermektedir.)

İbn-i Ebî Hatim Tefsîr'inde İkrime'den şöyle nakleder: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) doğduğu zaman, yeryüzü nura boyandı. Bundan son derece rahatsız olan Iblîs: "Bu gece, işimizi çok zorlaştıracak birisi dünyâya geldi!" diye bağırmış. Askerleri de: "Gidip onun aklim kanştırsana!" demişler. O da, aklim karıştırmak maksadı ile Peygamber'e yaklaşmak istemiş... Tam bu sırada Allah Cebrâîl'i göndermiş, Cebrâîl tblîs'e bir tekme vurmuş, îblîs kendisini tâ Aden de bulmuş..."

Zübeyr bin Bekkâr ile İbn-i Asâkir'in Mâruf bin Harbûz'dan rivayetleri ise şöyledir: "tblîs, daha önceleri, tâ yedinci kat semâya kadar çıkar, kulak hırsızlığı yaparak gizli haberleri çalarimş... Îsâ (aleyhisselâm)'ın [20] doğumu ile, ancak dördüncü kat semâya kadar çıkabilir olmuştur. Vaktaki Peygamber Efendimiz doğdular, artık îblîs semâların hiç birine çıkamaz olmuştur. Peygamberimizin doğumu ise, pazartesi gününün gecesinde, şafak söktüğü zaman olmuştur."

BeyhekîEbû Nuaymİbn-i Asâkir ve El-Hevâtif adlı eserinde Harâitî Ebû Eyyûb el-Becelî tarîkından, o da Mahzûm bin Hânî'den şöyle rivayet ederler. O demiştir ki: "Yaşı yüz ellilerde bulunan babam şöyle anlatırdı: "Vaktaki Resûlüllâh Efendimiz'in doğumu gerçekleşti, o gece İran hükümdarı Kisrâ'nın sarayında sarsıntılar olup eyvanlar üzerindeki kulelerden on dördü yıkılmış; Sava gölü kurumuş, bin seneden beri yanmakta olan mecûsî ateşleri sönmüştür. Sabah olunca Kisrâ büyük bir korkuya kapılmış, kimseyle konuşmak istememiş, sonra vezirlerini toplayıp onları ve gördüklerini onlara anlatmıştır. Bu sırada mecûsî ateşinin söndüğüne dâir bir mektup gelmiş, Kisrâ daha da üzülmüş... Mecûsî âlimi söz alıp geceleyin gördüğü bir rü'yâyı anlatmış ve: "Birtakım kuvvetli develer, birtakım Arap atlarim yedip götürüyordu... Derken Dicle'yi geçip ülkemizde dağıldılar" dedi. Kisrâ: "Bu rü'yâmz, neye işaret ediyor? Sizce neler olacak dersiniz?" demiş. Mûbedân (yâni mecûsî âlimi) de:

"Arap tarafından bir büyük olay meydana gelse gerek"'demiş... Bunun üzerine Kisrâ, Nûman bin Münzir'e bir mektup yazarak, soracakları birtakım mes'eleleri çözebilecek bir âlim göndermesini istemiş. Münzir de ona, Abdü'l-Mesîh bin Amr el-Gassânî'yi göndermiştir. O geldiği zaman Kisrâ kendisine: "Sormak istediğim şeylere, yeterli cevaplar verebilecek misin?" demiş. O da: "Siz söyleyiniz, ben de biliyorsam cevaplandırayım" diye karşılık vermiştir. Kisrâ, sorularim yöneltince, cevap verememiş, ancak cevap verebilecek birini tavsiye edebileceğini ve bu şahsın, Şam yakimnda oturmakta olan Sâtîh olduğunu söylemiş... Kral da kendisine, Satıh adındaki şahsa gidip sormasını emretmiş. Abdü'l-Mesîh Şam'a giderek Satîh'i bulmuş ve kralın sorularim kendisine intikâl ettirmiş. Satîh demiş ki: "Ey devesine binip Satîh'a gelen Abdü'l-Mesîh, seni gönderen İran Kralı Kisrâ'dır! Saraydaki sarsıntıyı, ateşin sönmesini görüp korkuya kapıldı. Mûbedân da gördüğü rü'yânm tesiri altında kaldı. Biliniz ki, Kitâp'ın okunması, okuyanlarimn çoğalması ve kitâp'a çağına zâtın zuhuru gerçekleştiği; semavî vâdî iyice coştuğu ve Sava gölü de battığı zaman... AHık Şam, Satîh'in Şam'ı değildir. İşte bu esnada onlardan, yâni Sâsânî'lerden birtakım melik ve melikeler çıkar. O yıkılan eyvanların sayısı kadar. Her bir şey ki, gelecektir; gelmesi muhakkaktır!"

Satîh, Abdü'l-Mesîh'e hitaben bunları söyledikten sonra, yerine çekildi. Abdü'i-Mesîh de devesini sürerek Kisrâ'nın yanına geldi ve ona hitaben: "Efendim, bizden oniki hükümdar gelip geçinceye kadar, birtakım büyük işler olacakmış... Kitap okuyanlar çoğalacak, ilâhî ve semavî vadi iyice coşacakmış..." diye bilgi vermiştir, ve dört sene zarfında Sâsânî'lerde, tam on aded hükümdar gelip geçmiştir. Kalan dördü ise, Hazret-i Osman'ın halifeliği zamanına kadar iş başına gelip geçmişlerdir. Satîh'in işaret ettiği gibi,.."

Not: Yukarıda geçen bu rivayeti nakledenlerden İbn-i Asâkir, bunu naklettikten sonra, bu rivayetin "garîb bir rivayet" olduğunu bildirmiştir. Yine yukarıda geçen rivayeti nakledenlerden Abdan, Kitâbü's-Sahâbe'de bunu zikrettikten sonra, şu bilgiyi vermiştir: "Hafız İbn-i Hacer, El-Îsâbe'sinde bu rivayetin mürsel olduğunu bildirmektedir." Yani, rivayetin senedinde kopukluk vardır; onu Peygamberimiz'e bağlayıcı sahâbi, zikredilmemİştir. Tek başına, delil ve hüccet olamaz.) (Suyûtî) [21]

Yine İbn-i Asâkir ile El-Barâitî, Urve'den naklederler. O demiştir ki: "Kureyş'ten Varaka bin Nevfel, Zeyd bin Amr bin Nüfeyl, Abdullah bin Câhş ve Osman bin Huveyris'in de içinde bulundukları bir gurup insan, etrafında toplandıkları bir putun yanında idiler. Putun aniden devrildiğini gördüler. Bunu yadırgayıp şaşırdılar... Putu kaldırıp yerine koydular. Fakat put, derhal yine yıkıldı. Onu yine eski hâline getirdiler. Fakat put üçüncü defa tekrar yere kapandı. Bunun üzerine Osman bin Huveyris: "Bunun mühim bir sebebi olsa gerek!" diye konuşmaktan kendisını alamadı. Halbuki o gece Resûlüllâh'ın doğduğu gece idi. Hayretler içinde kalan Osman bin Huveyris, şiir hâlinde şu sözleri söylüyordu:

"Ey bayram gününde uzaktan ve yakından gelen büyük zâtların ve ünlü kişilerin, etrafında toplanıp ziyaret ettikleri bayram putu! Sana ne oldu? Bize söyle, sana birisi ezâ mı verdi? Yoksa oyun mu oynuyorsun? Eğer bizim bir kusurumuz sebebiyle yere yatıyorsan, söyle de kusurumuzdan pişman olup vazgeçelim ve o kusurumuz ne ise onu terkedelim... Eğer sen üstesinden gelemediğin bir haricî kuvvete mağlûb olarak yere yıkıhyorsan, bilki bu takdirde sen, putlar içinde büyüklük ve ululuk mevkiini kaybetmiş olursun..."

Osman bin Huveyris'in bu sözlerinden sonra onlar, putu yine kaldırıp eski hâline iade ettiler. Bu sırada putun bulunduğu taraftan bir ses işittiler. Bu ses diyordu ki: "O, bir şerefli çocuğun doğmuş olması sebebiyle devrilmiştir! Öyle bir çocuk ki, onun doğumu ile dünyanın doğusu ve batısı nura boyanmıştır. Bu sebeble, bütün putlar yere devrilmiştir. Kralların kalblerine korku girmiştir. îrân'ın asırlardır yanmakta olan ateşi sönmüş, onların Şâh'ınm kalbine büyük bir üzüntü dolmuştur. Gaybdan haber vermeye çalışan kâhinler, ne doğru, ne de yalan hiçbir şey söyleyemez olmuştur. Ey Kusay Oğulları, aklimzı başimza alıp putlara tapma sapıklığından vazgeçiniz! İslâm'a dönünüz, O'nun güzel ve geniş dâiresine giriniz!"

El-Harâitî'nin Hişâm bin Urve tarîkından rivayeti de şöyledir (ki o, babasından, babası da ninesinden nakleder). O, ninesi Esma binti Ebî Bekir'den naklen diyor ki: "Zeyd bin Amr bin Nüfeyl ile Varaka bin Nevfel, Ebrehe'nin Habeşistan'a dönüşünden sonra oraya gittikleri zaman, Kral Necâşî'nin huzuruna girerler. Necâşî der ki: "Bana doğru söyleyiniz, Kureyş ailesinden birinin; kurban etmek isteyip de yerine kur'âda çıkan çok sayıda deveyi kestiği bir çocuk, dünyâya geldi mi?" Onlar da derler ki: "Evet." Necâşî: "Bu çocuk ne yaptı, bilginiz var mıdır?" dedi. Onlar da: "Amine adında bir kadınla evlendi, Amine hâmile iken sefere çıktı..." dediler. Necâşî: "Amine çocuğunu dünyaya getirdi mi?" diye sordu. Bu sefer Varaka söze başlayıp demiş ki: "Ey hükümdar! Size haber vereyim ki, bir gün ben, bir putun yanında yatıyordum, vakit geceydi. Bir ses diyordu ki: "Peygamber doğdu, hükümdarlar zelîl oldu! Sapıklık ve şirk geriledi, hak yerini buldu!..." Gâibden gelen bu sesi takiben, put başı aşağı yere düştü..."

Varaka'nın bunu anlatmasından sonra Zeyd de ilâve etti: "Evet ey hükümdar, benzeri bir olay, benim de başımdan geçti... Ben bir gece Kubeys dağında idim. iki yeşil kanadı olan bir adam semâdan inip Mekke'ye doğru yöneldi ve: "Gerçekten şeytan zelîl oldu, putlar boşa çıktı, el-Emîn dünyâya geldi." diye haykırdı. Sonra bir yaygı çıkarıp serdi ki, bütün doğu ve batıyı kapladı. Sonra büyük bir nûr sütünü parladı ki, nerdeyse gözlerimi alıyordu ve ben, gördüğümden korkmuştum... Sonra o seslenen varlık, yere doğru alçaîdı ve Kabe'nin üzerine indi. ve ondan öyle bir nûr çıktı ki, bütün Tıhame ülkesini aydınlattı. Sonra şöyle haykırdı: "Duyun ey insanlar! Yeryüzü temizlenmiştir ve en güzel meyvesini vermiştir!..."

Bundan sonra Kabe'nin etrafında bulunan putlara işaret etti ve bütün putlar yere düştü..."

Bunun üzerine Necâşî onlara demiştir ki: "Vah vah, yazık sizlere! Ben de bana isabet edeni sizlere anlatsam, acaba ne dersiniz? Evet, bir gün ben tek başıma bulunuyordum. O günün gecesinde, hem de sizin anlattığimz geceye rastlayan, bir gecede, kendime hâs odada uyuyordum... Rü'yâmda, yerden bir başın çıktığim ve şöyle haykırdığım gördüm: "f)il ashabimn izmihlali zamanı gelmiştir! Ebâbîl kuşları onları taşa tutacak, zâlim Esram'ın saltanatı son bulacak... Allah'ın nebisi doğmuş, Mekke Haremi'nde dünyaya gelmiştir. -Kim O'na uyarsa mutluluğa erer, kim de O'ndan kaçarsa perişan olur." İşte benim rü'yamda gördüğüm baş da böyîe söyleyip sonra kayboldu... Ben uykudan uyanıp bağırmaya başladım. Konuşmak istiyor fakat konuşamıyordum... Ayağa kalkmak istedim, kalkamadım... Bağırışıma ev halkım koşup geldiler. Onlara, kimse yanıma gelmesin, saray hizmetçileri beni böyle görmesin, diye işaret ettim... Kimseyi yanıma sokmadılar. Bir müddet sonra biraz açıldım ve dilim söylemeye, ayaklarım da kıpırdamaya başladı ve ben, iyice düzeldim..." [22]

Peygamberimizin Sünnetli ve Göbeği Kesilmiş Olarak Doğduğuna Dair İşaret ve Alâmetler

Mâcemü'l-Evsat adındaki kitabında TaberanıEbû Nuaym, Hatîb ve İbn-i Asâkir, çeşitli tarîkler ile Enes'den, o da Peygamber'den (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle rivayet ederler: Peygamberimiz buyurmuşlar ki: "Benim sünnetli olarak doğmam ve kimsenin benim avret yerimi görmemiş olması, Rabbimin bana lütfettiği kerametlerden biridir."

Not: Yukarda adı geçen kaynakların naklettikleri bu rivayeti, El-Muhtâre adındaki kitabında Ziya, sahîh olarak kabul etmiştir. (Suyûtî).

İbn-i Sa'd, Yunus bin Atâ el-Mekkî tarikiyle Îbn4 Abbâs'tan, o da babası Abbâs'tan rivayet eder ki, o şöyle demiştir: "Peygamber Efendimiz, sünnetli ve göbeği kesilmiş olarak doğmuştur. Bu, babam Abdü'l-Muttalib'e çok güzel ve sevimli gelmiş o bu hususta demiştir ki: "Benim şu torunumun şanı, gerçekten de büyük olacaktır!" O, böyle demişti ve gerçekten de böyle olmuştur..."

(Bunu kaynaklardan Beyhekî ve Ebû Nuaym'la beraber İbn-i Asâkir de rivayet etmişlerdir. Suyûtî.)

İbn-i Adiyy ile İbn-i Asâkir'in Atâ tarikiyle sevkettikleri rivayet ise şöyledir: İbn-i Abbâs demiştir ki: "Peygamberimiz, sünnetli ve göbeği kesilmiş olarak doğmuştur."

İbn-i Asâkir'in Ebû Hüreyre'den sevkettiği rivayette ise, daha kısa olarak: "Peygamberimiz sünnetli olarak doğdu" denilmiştir. Yine İbn-i Asâkir'in İbn-i Ömer'den rivayeti de: "Peygamber Efendimiz, göbeği kesilmiş ve sünnetli olarak doğmuştur" şeklindedir. Ayrıca Hâkim, el-Müstedrek'inde: "Peygamberimiz'in sünnetli olarak doğduğuna dâir haberler, tevatür derecesindedir" demiştir.

İbn-i Düreyd, el-Vişâh adlı eserinde İbn-i'l-Kelbî'den naklen şöyle der: "Bize ulaştığına göre, Ka'bü-l Ahbâr demiştir ki: Biz kitaplarımızın bâzılarında; Hazret-i Âdem'in ve ondan sonra on iki Peygamberin sünnetli olarak doğduklarını okumaktayız. Bunların en sonuncusu Muhammed (aleyhisselâm) olmak üzere, isınıleri şöyledir: Şît, îdrîs, Nûh, Sâm, Lût, Yûsuf, Mûsâ, Süleyman, Şuayb, Yahya, Hûd ve Salih Peygamberlerdir. Allah'ın salâtı, cümlesinin üzerine olsun!"[23]

İmâm-ı Taberânî el-Evsat'ında, Ebû Nuaym ve İbn-i Asâkir Ebû Bekre'den şöyle rivayet ederler: "Gerçekten CebrâîlPeygamberimiz'in kalbini yarıp ameliyat ettiği zaman, ayrıca O'nu sünnet de etmiştir."[24]

Peygamberimiz Beşikte İken Gökteki Kamerin Kendisiyle Konuşması ve Onu Avutması

Beyhekî ve el-Mieteyn adlı eserinde Sâbûnî, Hatîb ve İbn-i Asâkir târihlerinde, Abbâs bin Abdîl-Muttalib'ten şöyle rivayet ederler: O demiştir ki: "Ben, ey Allah'ın Resulü, benim müslümanlığı kabul edişimin sebebi, senin Peygamberliğine dâir bir alâmet görmüş olmamdır. Şöyleki, senin beşikte iken ayla konuştuğunu ve parmağınla ay'a işaret ettiğini, nereye işaret edersen, ay'ın o tarafa meylettiğini gördüm..." Bunun üzerine Peygamberimiz ona demiştir ki: "Ben o-zaman, yâni beşikte iken ayla konuşur, ay da benimle konuşurdu... Beni ağlamamam için avuturdu... ve ben, onun arş altında secdeye vardığı zaman çıkardığı sesi duyardım..."

İmâm-ı Beyhekî, bu haberi rivayet etmekle beraber: "Bu rivayetin ravisi Ahmed bin İbrahim el-Ceyiî, bunda teferrüd etmiştir. (Kendisini bu hususta desekleyen olmamıştır.) Onun kim olduğu da meçhuldür" demiştir. El-Mieteyn'in müellifi Sâbûni ise, "bu hadîs garîbdir; hem senedi, hem de metni itibariyle garabet vardır. Mucizeler konusunda hoş görülürse, o başka..." demiştir. (Suyütî).

(Aslında, mechûl bir adam tarafından sevkedilen, seneden ve metnen garib bir rivayet; hiçbir konuda hoş görülmemeli idi. Ashâb'ın Öğrettiği tesebbüt, bunu amir idi.) [25]

Peygamberimizin Beşikte İken Konuşması

Hafız Ebû'l-Fadl Îbn4 Hâcer, Buhârî üzerine yazdığı şerhde diyor ki: "El-Vâkıdî'nin siyerinde, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) doğumunun ilk günlerinde konuştuğu yazılmıştır."

İbn-i Seb' ise, El-Hasâis adlı kitabında, Peygamberimizin beşiğinin, meleklerin sallaması ile sallandığı ve O'nun ilk söylediği sözlerin "Allahü Ekber kebirâ ve'l-hamdü lillâhi kesîrâ" kelamı olduğu zikredilmektedir." [26]

Peygamberimizin Süt Emme Çağında Görülen Mucizeler ve Ayetler

İbn-i İshakİbn-i RâhûyeEbû Ya'lâTaberânîBeyhekîEbû Nuaym ve İbn-i Asâkir; Cafer bin Ebî Tâlib'in oğlu Abdullah tarikiyle şöyle rivayet ederler: O demiştir ki: "Bana, Efendimiz'in süt anası olan Halîme'den naklen şu bilgi gelmiştir: O demiştir ki: "Ben o kuraklık yılında kendi kabileme mensûb bâzı kadınlarla birlikte, çocuklarına süt annesi tutacak olan ailelerle anlaşma yapıp emzirmek üzere, çocuk almak için Mekke'ye gittik. Ben, süt emer çocuğumu kucağıma alarak, dişi bir merkebimize birenek ve yine dişi bir devemizi arkamıza takarak yola çıktık... Bütün bir gece müddetince yola devam ettik. Sabaha kadar hiç uyumaksızm gittik. Ne çocuğumu emzirecek göğsümde süt vardı, ne de hayvanlarımıza verecek bir şey... Böylece Mekke'ye geldik... Yemin ederim ki, içimizden hangi kadına Resûlüllâh'ı emzirmek üzere alması teklif edildi ise, hiç biri kabul etmedi. Çünkü, kendilerine: "Bu çocuk, Abdullah'ın yetimidir" deniliyordu ve neticede, birlikte Mekke'ye gittiğimiz kadınlardan her biri, bir çocuk aldı. Sa'dece ben kalmıştım. Başka da çocuk kalmayınca, kocam Hâris'e: "Ben, butun arkadaşlarım birer süt çocuğu alarak dönerken, çocuk almadan dönmek istemiyorum. Gidip o yetim çocuğu almak istiyorum" dedim ve gittim aldım... Çocuğu alıp getirdiğim zaman, süt verdim. Göğüslerim sütle dolmuştu. O doyuncaya kadar emdi. Sonra onun süt kardeşi olan kendi çocuğumu emzirdim. O da doyuncaya kadar emdi. Kocam, dişi devemizi sağmaya gittiği zaman, onun da göğüslerinin sütle dolu olduğunu görmüş ve sağıp getirmişti. Onun sütünü de kocam ve ben doyuncaya kadar içtik... O gece, bizını için gerçekten hayırlı bir gece olmuştu... Kocam bana dedi ki: "Ey Halime, gerçekten sen, çok hayırlı ve mübarek bir çocuk almışsın! Baksana, bu gece ne kadar hayırlı ve berekete nail olduk!" O gece ve ondan sonraki gün ve gecelerde, hayır ve bereketimiz gittikçe artmıştır..."

"Hep birlikte kabilemiz Benî Sa'd'a dönmek üzere yola çıktık. Ben yine aynı dişi merkebe bindim. Merkebim o kadar hızlandı ki, arkadaşlar bize yetişemiyordu... Hattâ kadınlar bana: "Gelirken senin bindiğin merkeb bu mu?" diyorlardı. Ben de: "Evet bu!" diye cevap veriyordum. Nihayet Sa'd Oğulları yurduna geldik. Bizını kabilenin arazisinden daha kurak bir arazi de yok idi. Koyunlarımız yayılmiya gider, dönüşte ise hepsi doygun, sütlü idi. Fakat komşularımızın hayvanları, aç gidip aç dönüyorlardı. Hattâ onlar, çobanlarına: "Yazık size, sizler bu hayvanları nerelerde gezdiriyorsunuz? Halîme'nin çobanına dikkat ediniz, o ne tarafa giderse, siz de o tarafa gidip hayvanları orada otlatınız ki, aç gidip aç dönmesinler." demişlerdir.

"Gerçekten Allah bize, süt çocuğumuz sebebiyle büyük iyilik ve bereketler vermiştir. Biz, bu bereketleri görmeye devam ederek iki senemiz geçti. Süt çocuğumuz iki yaşim doldurduğu zaman, emsaline ve yaşma nisbet edilemeyecek kadar, çok gelişmiş ve serpilmişti... O'nu alıp Mekke'deki anasına götürdük. Fakat kendisini çok sevdiğimizden, bir türlü bırakıp gitmek istemiyorduk. Anası, kendisini gördüğü zaman sevip okşadı. Biz kendisine dedik ki; "Ey kardeş! Bırak da biz bu çocuğumuzla birlikte dönelim, bu sene de bizde kalsın. Biz, Mekke'deki veba hastalığı sebebiyle O'nun hakkında endişeliyiz. izin ver de o'nunla birlikte gidelim." Anası Amine, hiç duraksamaksızın "olur" dedi. Biz de onu alıp birlikte döndük. Yurdumuzda iki veya üç ay kadar ikâmet - etmiştik ki, o, süt kardeşleriyle oynarken evden biraz uzaklaşmıştı... Süt kardeşi koşarak ve telaş içinde eve geldi ve: "Anacığım, Kureyşli kardeşimin yanına beyaz elbiseli iki adam geldi, onu yere yatırıp karnim yardılar!" diye feryad etti. Ben ve babaları koşarak çocuğun yanına gittik. O'nu rengi uçmuş ayakta dikilir vaziyette bulduk. Babası hemen onu kucaklayıp: "Yavrum sana ne oldu?" diye sordu... O da: "Beyaz elbiseli iki adam geldi, beni yere yatırıp karnımı yardılar, içinden bir şey çıkanp attılar, sonra karnımı dikip eski hâline getirdi­ler." dedi. Biz onu alarak birlikte eve geldik. Evde babası bana dedi ki:

 "Ey Halime, ben bu çocuğun basma bir iş gelmesinden korkuyorum. O'nu alıp götürelim, başına bir şey gelmeden ailesine teslim edelim." Ben de razı oldum. O'nu alarak Mekke'ye gittik, ailesine teslim ettik... Anası bize dedi ki: "Ne sebeble çocuğu geri getirdiniz? Hani siz O'nu bırakmak istememiştiniz? ve O'nu çok seviyordunuz?" Biz de dedik ki: "Çocuğun başına bir şey gelmesinden korkuyoruz." Amine bize: "Esas sebeb nedir? Bana doğru söyleyiniz!. Yoksa şeytanın kendisine dokuna­cağı zannına mı kapıldimz? Allan'a yemin ederim ki, şeytan ona dokunamaz! Ben inanıyorum ki, benim bu oğlumun sânı ve hâli çok büyük olacaktır. Onu size haber vereyim mi?" Biz: "Evet" dedik. O da dedi ki: "Ben bu yavruma hâmile kaldığım zaman, hiç ağırlık duymadım. O'na hâmile iken gördüğüm rü'yâda, benden bir nurun çıktığım, bütün Şam saraylarım aydınlattığim müşahede ettim... Sonra

doğduğu zaman o da, doğan çocuklarda'âdet olduğu gibi düşmedi, iki eli üzerine düşüp başı da yukarıya doğru idi; başım dikmiş hep semâya bakıyordu... Eğer siz onu, şimdi bırakmak istiyorsanız; bırakabilirsi­niz..."

Beyhekî ve İbn-iAsâkır, Muhammed bin Zekeriyyâ el-Gulâbî'den, şöyle rivayet etmiştir: Halime, Peygamberimizin çocukluk hallerim anlatır ve derdi ki: "Ben, Resûlüllâh (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz'i sütten ayırdığım zaman, o konuşmuş ve aynen şöyle demiştir: "Allahu ekberu kebiran, vel-hamdü lillâhi kesîran ve subhânellâhi bukraten ve esilen." Yürümeye başlayıp kuvvetlendiği zaman, dışarı çıkar ve oyun tutan çocuklara bakardı. Onların oyunlarına katılmayıp bir kenarda dikilirdi. Birgün bana dedi ki: "Ey anacağım! Benim kardeşlerim, gündüz niçin görünmüyor?" Ben de dedim ki:

"Ey canım kendisine feda olasıca yavrum! Kardeşlerin koyunlarımızı güdüyorlar. Onlar ancak geceden geceye dönerler." Bunun üzerine bana: "Onlarla beraber beni de gönder!" diye ricada bulundu. Ben de onu kıramayıp gönderdim... Gün­düzün tam ortasmdaydı ki, oğlum Damura koşarak geldi. Adairîakıllı korkmuş, kan-ter içinde kalmış, ağhyarak feryâd ediyor ve: "Babacığım, anacağım koşunuz! Kardeşim Muhammed'e yetişiniz!... Koşunuz, ancak onun ölümüne yetişeceksiniz!..." diye bağırıyordu... Biz, "O'nun nesi var, ne.oldu?" diye sorduk. Damura da dedi ki:

"Biz dikiliyorduk, bâzı adamlar geldi, içlerinden biri kardeşimiz Muhammed'i kapıp aldı ve yamacın zirvesine doğru götürdüler. Biz, gözlerimizi kırpmadan onlara bakıyorduk.. Ben, onların, O'nun karnim kasığına kadar yardıklarim görünce çok korktum ve koşarak size geldim... Daha sonra ne yaptıkla­rim bilmiyorum..." Ben ve babaları koşarak gittik... Muhammed oturmakta ve gözlerini yukarıya dikmiş bakmakta idi. Kendisi tebessüm ediyor ve gülüyordu... Hemen kendisini kucaklayıp bağrıma bastım ve öpüp kokladım... "Ey benim öz canım kendisine feda olası sevgili yavrum! Sana bir şey mi oldu?" deyip iki gözü arasından öptüm. O bana: "Hayırdır, iyiliktir! Bir kötülük yoktur, anacığım!" diyerek karşılık verdi ve olup biteni şöyle anlattı: "Anacığım, biz ayakta idik. Bâzı adamlar geldi, içlerinden biri beni kapıp aldı ve sonra buraya getirdiler. Bu üç adamdan birinin elinde gümüş bir ibrik, diğerinin elinde yeşil zümrüdden bir tas vardı, içinde kar dolu idi. Beni burada usulca yere yatırıp göğsümü tâ kasığıma kadar yardılar. Ben ne yaptıklarına bakıyor, hiç acı duymuyordum... Sonra göğsümü yaran adam, elini karnımın içine sokup orada ne varsa dışarı çıkardı ve tasdaki kar ile bir güzelce yıkadı. Sonra yerine iade eyledi, ikinci adam buna dedi ki:

"Sen çekil bakalım, sen Allah'ın sana emrettiğini yerine getirdin!" Onun çekilmesi üzerine bu ikinci adam da elini karnımın içine sokarak kalbimi dışarı çıkardı, yararak içinden bir şey çıkardı ve: "İşte bu şeytanın nasibidir! Onu senin içinden çıkarıp atıyoruz, ey Allah'ın Habîbî!" diye konuştu... Sonra kalbimi ince bir şeye sararak yerine iade eyledi. Sonra göğsümü kapatıp dikti ve nurdan bir mühür ile mühürledi. Göğsüme vurduğu mühür o kadar soğuk idi ki, hâlâ vücûdumda onun serinliğini duymaktayım, ey anacığım!... Sonra üçüncü şahıs onlara: "Siz ikiniz de şöyle kenarda durun bakayım! Sizler, Allah'ın yapılmasını sizlere emrettiğini ifâ etmiş bulunuyorsu­nuz!" dedi. Onlar da çekildiler. Bu üçüncü adam bana yaklaşıp göğsümün yarılıp kapatılan kısmı üzerinde elini gezdirdi ve sonra dedi ki: "Haydin bakalım, Muhammed'i, ümmetinden on kişi ile tartınız!" Taritılar ve ben, ümmetimden on kişiden daha ağır geldim. Sonra o dedi ki: "O'nu bırakınız! Eğer siz O'nu, ümmetinden olan bütün fertler ile tartsanız, o yine bütün ümmetinden daha ağır gelir." Sonra o üçüncü şahıs, elimden tuttu ve usulca beni yerimde doğrulttu. Sonra her üçü beni kucaklayıp alnımdan ve başımdan öperek tebrik ettiler ve son olarak dediler ki: "Ey Allah'ın Habîbi! Sakın korkma ve zâten kokmayacaksın! Eğer sen, Allah tarafından senin hakkında ne büyük hayırlar murâd edildiğini bilmiş olsan, şüphesiz gözlerin aydın olur, ruhun sıimrla dolar1...." İşte böyle deyip beni burada böylece bırakıp gittiler. Uçarak semâya doğru yükseldiler ve sonunda gökkübbede kaybolup gittiler."

"İşte kucağımda öpüp kokladığım yavrum bana bunları anlattı. Ben onu alarak yurduma döndüm. Yurdumun insanları bana dediler ki: "Ey Halime, sen bu çocuğu mutlaka bir kâhine götür! Bu çocuğun başına bir şeyler gelmiş olmasından korkulur. Kâhinler onu tedâvî ederler." Yavrum, insanların bu sözünü duyunca şiddetle karşı çıktı ve: "Ben hasta değilim, bende sizin söylediğiniz şeylerden hiçbir şey yoktur!" diye haykırdı* Benim dahî bu hususda hiçbir endişem bulunmamakta idi. Kalbim sahîh ve salim idi. insanların "Belki aklına bir şey olmuştur, belki de ona cin dokunmuştur" diye söyleyip durmaları, nihayet bana te'sîr edip kendisini kâhine götürdüm... ve kâhine, O'nun bana anlattıklarim baştan sonuna kadar anlattım. Kâhin de bana dedi ki: "Ben, bir de bütün olup bitenleri çocuğun kendisinden dinlemek istiyorum." Bunun üzerine yavrum, bütün olup bitenleri kâhine de anlattı... Bunun üzerine kâhin, hızla ayağa fırlayıp feryâd etmeye ve: "Ey insanlar geliniz, bu çocuğu öldürünüz, beni de öldürünüz!... Eğer bu çocuğu sağ bırakırsanız ve o büyüyüp adam olursa; vay sizlerin hâlinize... İşte o zaman bu çocuk, hepinizi akılsız sayacak, sizin atalardan kalma dininizi yalanlayacak ve sizleri, sizin hiç bilmediğiniz, tanımadığimz bir "Rab"a ibâdet etmiye çağıracak! Sizi, hiç hoşlanmayacağimz yepyeni bir dîne davet edecek!... Bütün bunların olmaması için; bu çocuğu öldürmeniz lâzını! Bunda ne kadar samîmi olduğumu biJmeniz için de, kendi kanımı da size helâl ediyorum ki, bu çocukla beraber beni de Öldürünüz!..."

"Kahinin böyle feryad etmesi üzerine çocuğumu çekip elinden aldım ve ben de ona şöyle haykırdım: "Ey Kâhin! Sen, bu çocuktan daha çocuksun! Sen, akılsız delinin birisin! Sen, illâ da öldürülmek istiyorsan, kendini Öldürecek bir adanı bul! Fakat benim yavrum Muhammed'i asla öldüremezsin ve öldürtemezsin!... Evet böyle deyip, çocuğumu alarak oradan uzaklaştım... Kabileme döndüm... Her nereye varsam, hangi eve uğrasam, herkes: "Acaba bu kadar güzel koku da nereden geliyor?" diye hayretle sorardı. Çünkü her tarafı, yavrum Muhammed'in güzel kokusu kaplıyordu... İşin daha da hayret edilecek tarafı, her gün iki beyaz adam geliyor, Muhammed'in yanına sokuluyor, sonra onun elbisesi içinde' kaybolup görünmez oluyorlardı. Bu fevkalâdeliklerden haberdâr olan komşularımız bize: "Onu götürüp dedesine teslim ederek, üzerinizdeki emânetin uhdesinden çıkınız" diye telkin ediyorlardı. Ben de buna inanmıya başladım ve kesin karar vermiştim ki, tam o "sırada bir ses: "Ey Halime! Ne mutlu sana! Ey Mekke vâdîsi, ne mutlu sana! İşte bugün, sana senin nurun, senin dînin, senin güzellik ve olgunluğun iade ediliyor! Sen bundan ve sana layık olan güzellikten, ebediyen emîn olabilirsin! Ne mutlu sana!" diyordu. Ben, bana seslenen bir varlık görmediğim halde, bu sesi duymuştum... Mekke'ye varıp yavrumu, dedesi Abdü'l-Muttalib'e teslim ettiğim zaman; duyduğum bu sesi de kendisine anlatmış tim... O da bana demişti ki: "Ey Halime, gerçekten benim bu oğlumun sânı çok büyük olacaktır! O günlere yetişmeyi ne kadar arzu ederdim..."

Beyhekî'nin İmâm-ı Zühri'den naklettiği rivayette, yukarda geçen haber ile ilgili olarak, zikri geçen kâhinin Ukâz panayın'nda bulunduğu ve orada halka "onu öldürünüz!" diye feryad ettiği kaydı vardır. Ayrıca, diğer bilgilere yer verilmekle beraber, şu bilgilere de yer verilmiştir: "...ve Amine çocuğunu teslim aldı. Bir müddet sonra Amine vefat etti... Çocuk, dedesi Abdü'l-Muttalib'in yanında büyüyordu... O, dedesinin sedirine gider, onun minderi üzerine otururdu... dedesi iyice ihtiyarladığı halde O'nu, minderi üzerinde bırakır, kendisi dışarı çıkardı. Evin hizmetçisi çocuğa çıkışır ve: "Dedenin yerinden in!" diye bağırırdı. Dedesi ise; "Çocuğu bırak, o büyük ve hayırlı bir adam olacak" derdi. Derken dedesi de vefat etti. Bundan sonra O, amcası Ebû Tâlib'in yanında kalmaya başladı. O'nun bulûğa yaklaştığı bir zamanda idi. Amcası Şam'a ticâret için gitmeye hazırlandı. Yola çıkarken O'nu da beraberinde götürdü. Şam nahiyelerinden Teymâ denilen yere geldiği zaman yahûdî hahamlarından biri, Peygamberimiz'i gördü. Ebû Tâlib'e hitaben: "Bu çocuk senin neyin oluyor?" dedi. O da: "Bu, benim kardeşimin çocuğudur" dedi. Haham:- "Bu çocuğu sever ve ona acır mısın?" dedi. Ebû Tâlib: "Evet" dedi. Haham: "O halde sakın bu çocuğu Şam'a götürme. Vallahi yahûdîler onu görürlerse öldürürler. Çünkü bu çocuk, onların düşmanıdır" dedi. Ebû Tâlib de orada işini bitirip, Şam'a gitmeden Mekke'ye döndü..."

(...Şeddâd bin Evs'ten gelen rivayet de, bundan Önceki rivayetteki bilgileri vermektedir. Ancak bunda, Peygamberimiz'in annesi Amine'nin ilk çocuğu olduğu kaydı da bulunmaktadır...)

Hafız Ebû Nuaym diyor ki: "Peygamber Efendimizin annesi Amine'nin, Peygamberimize hamileliği zamanına dâir haberlerin bâzılarında Hazret-i Amine'den naklen; "Ben O'na hamile iken hiç ağırlık duymadım" denilmekte; bâzılarında ise, "O'na hâmile iken, çok ağırlık duyuyordum" denilmektedir.. Bunun izahı şöyle olsa gerek: Hazret-i Amine, O'na hamile iken ilk günlerinde âdet olanın aksine çok ağırlık duymuş, hamilelik günleri ilerledikçe, aksine ağırlık duymamaya başlamıştır.. Böylece O'nun her iki hali, bilinen ve âdet olanın aksine olmuştur..." (Yani, Peygamberimizin bir özelliği olarak, harikulade bir şekilde geçmiştir.)

Ebû Nuaym el-Vâkıdi tarlkından, o da Abdü's-Samed bin Muhammed es-Su'dî'den, o babasından, o da dedesinden şöyle rivayet ediyor: O demiştir ki: "Bana Halîme'nin koyunları ile birlikte koyun güden çobanlardan biri söyledi: Onlar koyunları güderken, Halîme'nin koyunları başlarim kaldırmadan ot yer, ağızlarından ot arkalarından dışkı eksik olmazdı. Bizını koyunlarımız ise, ağıldan çıktıklarından daha aç olarak ağıla dönerlerdi. Halîme'nin koyunları ağıla döndükleri zaman, karınlarimn şişkinliklerinden pathyacak diye insan korkardı. Halbuki hepimiz aynı mıntıkada otlatıyorduk..."

Yine onlar şöyle anlatırlar: Hazret-i Peygamber, orada Halîme'nin yanında iki sene kaldı. O, iki yaşına girdiği zaman, en azından dört yaşındaki bir çocuk kadar vardı. ve bu sırada Annesi Amine'yi ziyarete gitmişlerdi. Tabiî, O'nun yüzünden nail oldukları bereket sebebiyle O'nu yine yurtlarına getirmek ve Mekke'de bırakmak istemiyorlardı. Giderlerken, Sedir Vâdisi'ne vardıkları zaman Habeşistanlı bir gruba rastlamışlar... Bunu nakleden Haîîme derdi ki: "Biz, bu Habeşlilerîe birlikte giderken, çocuğu benden isteyip bakmak arzu ettiler. Resûlüllâh (sallallahü aleyhi ve sellem)'e baktıkları zaman çok dikkatli bakıyorlar ve iki omzu arasındaki hâtem-i nübüvvete, gözlerindeki kırmızılığa şiddetle nazar ediyorlardı. Sonunda: "Gözleri ağrıyor mu?" diye sordular. Ben: "Hayır" diye cevapladım. Onlar: "Gözlerindeki bu kırmızılık, devamlı mıdır?" diye sordular, ben de: "Evet" dedim. Dediler ki:''Vallahi bu çocuk ileride Peygamber olacaktır!" Nihayet O'nu anasına götürdük ve ricalar edip geri getirdik... Dönüş sırasında yolumuz Zü'l-Mecâz'a uğradı. Orada bir kâhin vardı ki, sabî çocukları ona getirirler, o da çocuklara bakar, onları muayene ederdi. Ben de Resûlüllâh'ı ona götürdüm. O Resûlüllâh'a dikkatle baktı, gözlerindeki kırmızılığı ve iki omzu arasındaki nübüvvet mührünü gözden geçirdi ve bir sayha kopardı ki, şöyle diyordu: "Ey Arap cemâati! Geliniz bu çocuğu öldürünüz! Bu büyüyüp Peygamber olacak, müşrikleri öldürecek, putları kıracak ve yeni bir dîn getirip' onunla siz Araplara galip ve hâkim olacaktır!... Adamın bu feryadı üzerine ben, hemen oradan yavrumla birlikte sıvışıp kayıplara karıştım. Artık O'nu, kimselere göstermiyordum... Birgün bizını yurda bir kâhin gelmiş. Kabilenin bütün çocuklarim bu arrâfaya (çocukların geleceğini keşfedip tanıdığim iddia eden bu adama) götürüp göstermişler. Bana da: "Arrâf gelmiş, çocuğunu götürüp göster!" diyorlardı. Ben asla götürmedim... Fakat bir ara çocuk kendisi, benim gafletimden faydalanarak çıkıp arrâf m yanına gitmiş. Arrâf ona: "Yavrum bana yaklaş"'demiş. Fakat Resûlüllâh kabul etmemiş ve geri dönerek çadırına gitmiştir. Arrâf, oradaki halka, kendisine görünüp muayene olmadan kaçan çocuğu mutlaka getirmele­rini söylemiş... Onlar bize gelerek çocuğu mutlaka arrâfa götürmemi söyledilerse de, ben kesinlikle red ettim ve çocuğumu çıkarmadım... Onlar gidip arrâfa bunu haber vermişler Arrâf da halkı yanına alarak, bizını çadırın yanına kadar gelip şahsen çocuğu görmesi için ricada bulundu. Ben kesinlikle reddettim... Çocuğu muayene edemiyeceğini anlıyan arrâf, ilk defa yakimnda görmüş olmasına dayanarak dedi ki: "Ben, gördüğüm kadarıyla söylüyorum ve inanıyorum ki, bu çocuk ileride Peygamber olacaktır."

İbn-i Sa'd ve Hasan bin Tarrâh Kitâbü'ş-Şevâir adlı eserinde Zeyd bin Eslem'den şöyle rivayet eder: "Hazret-i Halime, Peygamber'i (sallallahü aleyhi ve sellem) süt evlâdı olarak aldığı zaman, Hazret-i Amine kendisine demiş ki: "Ey kardeş, iyi bil ki sen, sânı çok büyük olan çocuğu almış bulunuyorsun. Allah'a yemin ederim ki, ben onu hamile olduğu zaman, hâmile kadınların duyduğu ağırlığı hiç duymadım ve1 bana -gördüğüm rü'yâda- denildi ki; "Ey Amine, sen öyle bir çocuk dünyaya getireceksin ki, O, âlemlerin efendisidir. O'nu dünyaya getirdiğin zaman, O'na "Ahmed" adım ver! Bilesin ki bu çocuk; dünyaya geldiği zaman yere yüzü üstüne düşmemiştir; iki eli üzerine düşmüş ve başim yukarı tutarak devamlı semaya bakmıştır." Hâlime, çocuğu alıp yola çıktığı zaman, Amine'nin kendisine söylediklerini kocasına nakletti. Kocası buna çok sevindi. Yolda bindikleri dişi merkepleri kuvvetli ve hızlı yürür oldu... Dişi develerinin sütü çok artıp berekete kavuştular. Halime bunu nakleder ve şöyle der: "Benim sütüm az idi. Kendi çocuğuma yetmezdi. Sütü yetmediği için oğlum bizi sabaha kadar ağlar ve uyutmazdı. Resûlüllâh'ı süt evladı olarak _ alıp emzirmeye başlayınca, sütüm o kadar bereketlendi ki, her ikisi de iyice doyuyordu... Hattâ bir çocuğumuz daha olsaydı, her üçü de iyice doyardı."

"Halime, Resûlüllâh'ı alarak Hüzeyl kabilesinin rahibine gittiği zaman, râhib ona dikkatle bakmış ve: "Ey Arap topluluğu! Geliniz bu çocuğu öldürünüz! Eğer onu sağ bırakırsanız, sizin dininizden olanları öldürecek, Tanrı edindiğiniz putları kıracak, yeni bir dîn getirip onunla size gâlib ve hâkim olacaktır." diye bağırmaya başlamıştı... Halime de, yavrusunu alarak oradan sıvışıp kaçmıştı..."

İbn-i Sa'd ile İbn-i Tarrâh'ın, Abdullah bin Mâlik'in oğlu Îsâ'dan rivayetine göre, Hüzeyl kabilesinin rahibi: "Ey Araplar." diyerek değil de, "Ey Hüzeyl ve onun tanrısı!" diyerek feryad etmiş ve: "Bu çocuk, semâdan vahiy bekliyor! îleride Peygamber olacak!" demiştir. "Onu öldürünüz, onu mutlaka öldürünüz!..." diye bağırıp tepiniyormuş... Nihayet hayret ve dehşete kapılarak çıldırmıştır. Az sonra da, aklim ve imanim yitirmiş olarak, küfür hâlinde ölüp helak olmuştur."

Yine İbn-i Sa'd ve İbn-i Tarrâh'ın bir rivayeti, İshâk bin Abdullah'tan olup şöyledir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz'in annesi Amine, O'nu Halîme-i Sa'diye'ye süt evladı olarak verdiği zaman, O'na iyi bakmasını hatırlatmış ve O'nun hakkındaki rü'yasını da ona nakletmiştir. O'na çok iyi bakacağına ve O'nu iyi koruyacağına söz veren Halime, bir ara bir grup yahûdî ile karşılaşmış. Resüllüllâh'ı dikkatle gözden geçiren yahûdîler: "Bu çocuk yetim midir?" diyerek sormuşlar. Hazret-i Halime de uyanık davranıp: "Hayır yetim değil. Ben onun anasıyım, İşte bu adam da onun babasıdır!" demiş ve yanındaki kocası Hâris'i de O'nun babası olarak göstermiştir. Hayrete kapılan yahûdîler: "Eğer bu çocuğun yetîm olduğunu söylese idi, muhakkak biz onu öldürür idik!" demişlerdir."

Ibn Sa'd, Ebû Nuaymİbn-i Asâkir ve İbn-i Tarrâh, Ata bin Ebi Rebâh'tan şöyle nakleder: İbn-i Abbâs demiştir ki: "Halime, O'nu kendi hâline bırakmaz, uzaklara salmaz idi. Birgün O'nun gafletinden istifâdeyle ve sut kardeşi Şeymâ ile birlikte, Öğlenin sıcağında uzağa gittiler. Halime onların peşinden koşturup kendilerine yetişti ve: "Hem de öğlenin bu sıcağında mı?" diyerek çıkıştı. Şeymâ cevabında dedi ki: "Anacığım, biz hiç sıcak görmedik, kardeşimin üzerinde bir siyah bulut bize gölge edip durdu... Biz yürürsek o da yürüdü, biz durursak o da durdu ve üzerimizi gölgelendirdi." Halime O'na dönüp sordu: "Yavrum, Şeymâ'nın dediği doğru mu?" O, cevap verdi: "Evet, doğru."

İbn-i Sa'd'ın nakline göre Zührî demiştir ki: "Hevâzın heyeti geldiği zaman, aralarında Peygamberimiz'in süt amcası Ebû Sevrân da vardı. Peygamb e rimiz'e hitaben dedi ki: "Ya Resûlallâh, ben Seni süt emer çocuk iken gördüm ki Sen; süt emer çocukların en hayırlısı idin. Sütten kesildiğin zaman da, sütten kesilenlerin en hayırlısı idin. Sonra Senin gençliğini de gördüm ki sen, en hayırlı genç idin... Şimdi olgunlaştımz ve, hayırlı-güzel hasletleri kendinizde topladımz." [27]

Peygamberimizin Süt Annesi Halime'nin Bir Şiiri

Peygamberimiz'in süt annesi Hazret-i Halîme'nin söylediği güzel bir şiiri vardı. O bu şiirini söyler, Peygamberimiz de çocukluğunda onunla raks ederdi. İbn-i Tarrâh der ki: "Ebû Abdullah Muhammed bin Muallâ el-Ezdî'nin Kitâbü't-Terkîs'ında şöyle yazılı olduğunu gördüm: Halime'-nin söylediği ve Peygamberimiz'in çocukken kendisiyle raksettiği bir şiiri vardır ve şöyledir:

"Yâ Rabbi! O'nu lütfedip verdin, öyleyse bakî eyle! O'nu, yücelt ve yükselt!

Ve O'nun sayesinde düşmanların bâtıl inançlarim söndürüp yok eyle!... "

İbn-i Seb', El-Hasâis adlı eserinde der ki: "Hazret-i Halime demiştir ki: Ben ona sağ mememi verir, o da ondan doyuncaya kadar emerdi. Sonra onu çevirir sol mememi verirdim, o ise ondan emmezdi." Bâzı âlimler demiştir ki: O'nun böyle yapması, adaletindendir. Çünkü o biliyordu ki, onun bir süt kardeşi vardır, süt annesinin sütünü emmekte o kendisine ortaktı, onun hakkim da gözetmeli idi." [28]

[3] Şuarâ Sûresi, 219

[5] Ahzab suresi, 33

[6] Tevbe suresi, 128


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar