EL-HASÂİSU'L-KÜBRÂ PEYGAMBER EFENDİMİZ VE MU'CİZELERİ 1
EL-HASAISU'L-KÜBRÂ
PEYGAMBER EFENDİMİZ VE MU'CİZELERİ
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)
İmâm Celâlüddîn Abdurrahmân Suyûtî
Şâfiî (ö. 911/1505)
1 PEYGAMBER EFENDİMİZİN YARATILIŞTA İLK PEYGAMBER
OLUŞU
Peygamber Efendimizin Yaratılışta İlk Peygamber Oluşu, O'nun
Peygamberliğinin Diğer Peygamberlerden Önce Oluşu ve Bunun Üzerine
Peygamberlerden Misak (Söz ve İkrar) Alındığı
Allahü teâlâ'nın:
"Biz,
Peygamberlerden mîsâklarim aldığımız
zaman..." [2] âyetiyle ilgili olarak İbn-i Ebî Hatim Tefsîr'înde,
Hafız Ebû Nuaym Delâil'inde
Katâde'den Hazret-i Peygamberin hadîsini nakleder:
"Ben, hakikatte
Peygamberlerin ilki, bi'sette ise sonuncusuyum..." [3]
Ebû Sehl bin Kattan "Emâlî"sinin
bir cüz'ünde şöyle demiştir: "Ben, Ebû Cafer Muhammed bin Ali'ye sordum:
"Ya İmâm! Peygamberimiz en son
gönderildiği halde, O'nun bütün Peygamberlerin
önüne geçmiş olması nasıl oluyor?" Bana şu cevâbı verdi: "Cenab-ı
Hakk, ruhlar âleminde Âdemoğullarından mîsâk alıp ve onları öz varlıkları
üzerine şahit tutup: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye sorduğu
zaman [4] Muhammed (sallallahü
aleyhi ve sellem) ilk olarak: "Evet, Sen bizını
Rabbimizsin!" cevâbim vermiştir. Böylece O, bütün Peygamberlerin önüne
geçmiştir..."
İmam-ı Ahmed'in Buhârî'nin Târih'inde, Taberanî, Hâkim, Beyhekî ve Ebû
Nuaym'in Meyseratü'l-Fecr'den rivayet
ettiklerine göre, o demiştir ki: "Ben ey Allah'ın Resulü, sen ne zaman
Peygamber oldun?" diye sordum. Peygamberimiz de
buyurdular ki: "Âdem ruh ile cesed arasında iken, ben Peygamber idim."
Yine İmâm-ı Ahmed ile Hâkim ve Beyhekî Irbâd bin Sâriye'den şöyle rivayet ederler: "Ben, Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem)'in bizzat şöyle buyurduklarim duydum:
"Gerçekten ben,
Allah indinde Ümmül Kitab'da bütün Peygamberlerin
sonuncusu olarak yazıldığım zaman, Âdem,» onun yaratılışına esas olan çamur
parçası içinde mayası çalınmak üzere yatmakta idi!"
Ayrıca Hâkim, Beyhekî ve Ebû Nuaym, yine Ebû Hüreyre
(radıyallahü anh)'in şöyle dediğini rivayet
ederler: "Bir defasında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e şöyle soruldu: "Ya Resûlallâh, Peygamberlik sizin
için ne zaman vacip oldu?"
Efendimiz de:
"Babamız Âdem'in topraktan yaratılması ile kendisine rûh üflenmesi arasında..." buyurdu.
Bezzâr, el-Evsat'ında Taberanî ve Ebû Nuaym, eş-Şa'bî tankından o da İbn-i Abbâs (radıyallahü
anh)'dan şöyle rivayet etmişlerdir: "Peygamberimiz'e "Ey Allah'ın Resulü, sen ne zaman peygamer oldun?"
diye soruldu. Peygamberimiz de: "Âdem
ruh ile cesed arasında iken" buyurdu.
Ebû Nuaym'in
es-Senâbihı'den rivayet ettiğine göre, bir gün Ömer (radıyallahü anh):
"Yâ Resûlallâh, siz ne zaman Peygamber kılındimz?" diye sormuş. Peygamberimiz ise:
"Âdem, yaratılışimn mayası olan çamurda
yatar iken" demiştir... -Haber verelim ki, bu
rivayet mürseldir-
İbn-i Sa'd'in
rivayetine göre de, İbn-i Ebi'l-Ced'â şöyle demiştir: "Ben, ey Allah'ın
Resulü, sen ne zaman Peygamber oldun?" diye sorduğumda; aldığım cevap
şöyle olmuştur: "Ben, Âdem ruh ile cesed arasında iken
Peygamber oldum."
Yine İbn-i
Sa'd, Mutarrif bin Abdullah bin el-Şihhir'den
şöyle rivayet etmektedir: "Adamın biri, Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem): "Sen, ne zaman
Peygamber oldun?" diye sordu. O da cevabında şöyle buyurdu: "Âdem ruh ile çamur arasında iken."
İbn-i Sa'd'in,
Amir'den olan rivayeti de şöyledir: "Adamın biri Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e: "Siz ne zaman
nebi oldunuz?" diye sormuştu. Efendimizin verdikleri cevap da şöyle
olmuştur: "Benden misâk alındığı ve Âdem'in ruh ile cesed arasında bulunduğu zaman."
Taberani ve Ebû Nuaym,
Meryem el-Gassani'den şöyle rivayet etmektedirler: "Bir arâbi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e: "Ey Allah'ın
resulü, senin Peygamberliğinde ilk şey nedir?" diye sordu. Peygamberimiz de: "Allah
diğer bütün Peygamberlerden misâk aldığı gibi, benden de misâk
aldı. Aynı zamanda bu hususta, Peygamberler babası İbrahim (aleyhisselâm)'ın duası, Îsâ (aleyhisselâm)'ın müjdesi vardır. Bir de anamın bir rü'yası vardır
ki o da şöyledir: Anam, bu rü'yasmda, iki ayağı arasından bir kandilin çıktığım
ve bu kandilin Şam saraylarim aydınlattığım görmüştür..."
Peygamber Efendimiz'in Risaletinin Bütün İnsanlığa Şamil Olması, Bütün
Peygamberlerin ve Ümmetlerinin Onun Ümmeti Olması:
Bu hususu gayet ilmi bir şekilde açıklayan
Şeyh Takıyyuddin es-Sübki,
"Et-Ta'zım ve'l-Minneh" adlı kitabında diyor ki: "Canâb-ı
Hakk, Kitâb-ı Kerim'inde Peygamberlere hitaben: "...Mutlaka O'na inanacak ve mutlaka O'na yardım
edeceksiniz" [7] diye
buyurmuştur. Kurân'ın bu ayetinde, Peygamber (sallallahü aleyhi ve
sellem)'in makamının yüksekliği ve kadrinin
yüceliğine işaret edildiği, asla gizli değildir. Yine aynı ayette O'nun,
onların zamanlarında gönderilmiş olması -veya onların ömürlerinin uzun olup da
O'nun zamanına yetişmiş olmaları- halinde, onların dahi Peygamberi olacağına da
işaret edilmiş olmaktadır. Denıekki O'nun nübüvvet ve risâleti, Âdem (aleyhisselâm) zamanından tâ kıyamete kadar umûm halka şâmil
bulunmakta, bütün Peygamberler ve onların ümmetleri de O'nun ümmetinden
sayılmaktadır. ve O'nun: "Ben, bütün insanlara Peygamber olarak
gönderildim!" hadisi de, yalnız kendi zamanından kıyamete kadar
gelecek olanlara değil, aynı zamanda kendinden önceki insanlara da şamil
bulunmaktadır. Böylece, hem Peygamberimizin bu büyük özelliği, hem de diğer bir hadislerindeki:
"Âdem,
ruh ile cesed arasında iken ben Peygamber idim" beyânı
da güzelce anlaşılmış olur.
Bu hususu sırf Allah'ın ilmi nokta-i
nazarından açıklamak isteyenlere gelince: Onlar, bizını burada anlatmaya
çalıştığımız bu önemli inceliği kavrayamamış olan kimselerdir. Zira Allah'ın
ilmi, her şeyi ihata etmiştir. Peygamberimiz'in tâ o vakitte nübüvvet ile vasıflanmış olması ise;
kendisi için Peygamberliğin tâ o zaman dahi sabit bir emir olduğunu ifade
etmektedir. Bu yüzdendir ki Âdem (aleyhisselâm) O'nun adını, Arş üzerinde: "Muhammed Allah'ın
Resulüdür!" şeklinde yazılı olarak görmüştür. İşte bunun, tâ o zaman sabit
bir hakikât olması gerekir. Eğer bunu; sırf ileride Peygamber olacağimn
bilinmiş olması manasına alacak olursak, bu taktirde O'nun, "Âdem ruh ile cesed arasında iken
Peygamber oluşunun" bir hususiyeti kalmamış olur.
Zira, diğer Peygamberlerin
Peygamberlikleri de, her zaman için Allah
tarafından bilinmekte olan bir şeydir. Halbuki, bizını Peygamberimiz1
in bu hadisleri ile biz ümmetine haber verdikleri böyle bir hususiyetin sabit
olduğu; muhakkak bulunmaktadır. Müslümanlar O'nu, bu hususiyeti ile de tanıyıp
Allah indinde O'nun kadrinin ne kadar yüce oluşuna hakkıyle arif olurlar da bu
sebeble, nice iyilik ve faziletler elde ederler.
SORU:
Eğer dersen ki: "Ben, bu fazilet ve
Özelliği iyice anlamak istiyorum. Zira Peygamberlik bir vasıftır ve bununla
vasıflanacak olan zatın, aynı zamanda mevcud olması gerekir. Bu ise ancak,
kendisine Peygamberlik verilecek olan zâtın kırk yaşına baliğ olmasından sonra
olur. Bir Peygamber, henüz kendisi mevcut değilken ve Peygamber olarak da
gönderilmiş değilken, nasıl olur da Peygamberlik ile vesıflandırılabilir? Eğer
bu, haddizatında sahih ise, başkası için de sahih olması gerekmez mi?"
CEVAP:
Bilesin ki, bize,
Allahü teâlâ'nın ruhları cesedlerden evvel yaratmış
olduğuna dair hakikatli haberler gelmiştir. Peygamber
Efendimizin: "Ben, Âdem ruh ile cesed arasında iken nebi
idim" sözleri ile; bizzat kendi hakikatine veya rûh-u şerifine işaret
etmiş olmaları mümkündür. Bizını gibiler mücerred akılları ile hakikatleri
kavramakta kusur edebilirler. Hakikatleri ancak, onların ve her şeyin
yaratıcısı olan ve yaratılmışlara ilâhi nuru ile imdad buyuran Yüce Allah
bilir. Sonra, sânı yüce Allah'ın, bu hakikatlerden dilediğini dilediği zaman
meydana getirmesi de mümkindir. Peygamberimizin hakikatine gelince: Demek ki Cenâb-ı Hakk, O'nun
hakikatma daha Âdem yaratılmadan
Peygamberlik vasfim vermiş, O'nu buna layık bir şekilde hazırlamış ve O'nun
üzerine bu vasfı ifâza buyurmuştur. O da, tâ o vakitten beri Peygamber olmuş,
adı da "Muhammed Allah'ın Resulüdür!" diye Arş üzerine yazılmıştır.
Cenâb-ı Hakk da O'ndan Resul diye haber vermiştir. Tâ ki, ins ü cin ve bütün
melekler O'nun Allah indindeki kadr ü kıymetini, üstün kerametini hakkiyle
bilsinler. Bilsinler de bu yüzden nice derece ve faziletlere ersinler.
Evet, O'nun hakikati tâ o zamandan beri
mevcuttur, her ne kadar yüce Allah'ın kendisine ifâza ve imdâd buyuracağı nice
şerefli vasıflar ile sıfatlanacak olan cesid-i şerifinin mevcudiyeti gecikmiş
olsa bile... Hiç şüphesiz gecikme bundadır. Yâni O'nun fânî vücûdunun
tekevvününde, O'nun Peygamber olarak gönderilmesinde, "tebliğ"dedir.
Yoksa O'nun hakikatinde değil...
Diğer keramet (nübüvvet) ehline gelince:
Yüce Allah'ın böyle bir kerameti (nübüvveti), ona sahib olan zâta ifâza ve
imdâd buyurması ise; o zâtın vücûdunun tekevvün etmesinden bir müddet sonra
olmaktadır...
Her vücûda geleni yüce Allah'ın ezelde
bilmiş olmasında ise, asla şüphe yoktur. Bunun böyle olduğu, aklî ve şer'î
kesin deliller ile sabittir... İnsanların Allah'ın ezelde bilmiş olduğu bir
şeyi bilmeleri ise, o şey zuhur edip de kendilerine vâsıl olduktan sonra
olmaktadır... Daha önce bilmeleri, mümkün olmamaktadır... Nitekim Sevgili Peygamberimizin
Peygamberliğini de, Cebrâîl (aleyhisselâm)'ın kendisine gelip Kur'ân'dan âyetler
getirdiği zaman bildikleri gibi...
Cenâb-ı Hakk'ın malûmatı -ezelde
bildikleri- cümlesinden olan bir şey; aynı zamanda O'nun fiillerinden bir
fiildir; O'nun kudretinin ve irâdesinin eserlerinden bir eserdir... ve bu eser,
kendisiyle vasıflanan özel bir mahalde zuhur eder... Yâni burada iki mertebe
söz konusudur. Birincisi: Sâdece delîl ve bürhân ile bilinmektedir, ikincisi:
Gözle görülecek şekilde zuhur etmektedir... Bu iki mertebe arasında ise
Allah'ın irâde ve ihtiyarı ile zuhura gelecek olan birtakım vasıtalar
bulunmaktadır. Bunlar, Allah'ın fiilleri olan öyle vasıtalardır ki, bazısı özel
bir mahalde zuhur eder... Bazısı ise, özel bir mahal içip haddizatında hâsıl
olmakla beraber* hiç bir kimse için zahir ve malûm olmayabilir...'Yâni, husûsî
bir mahalde zuhur eden bir kemâl ve keramet (nübüvvet); yâ bu mahallin
yaratıldığı andan itibaren ona mukârin olarak mevcut bulunur, yahut da bir
müddet sonra vücûda gelir... Böyle olmakla beraber, eğer "muhbir-i
sâdik"m haber vermesi olmasa, bizını bu hususta hiç bir bilgimiz olamaz...
Hiç şüphesiz Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), bütün yaratılmışların
en hayırlısıdır. Hiçbir kimse için, O'nun kemâl ve kerametinden daha büyük bir
kemâl ve keramet olamaz! Yine O'nun husûsî mahal ve makamından daha şerefli bir
makam da bulunamaz! İşte biz, böyle bir kemâl ve kerametin Âdem yaratılmadan önce Peygamberimiz için
sabit olduğunu, sahîh haber ile, yâni O'nun bize haber vermesi ile bilmiş
bulunuyoruz. Şüphesiz bu keramet ve hususiyet O'na, Allah (c.c.) tarafından
verilmiş ve Allah O'nu, tâ o vakitte Peygamber kılmıştır. Sonra, bu hususta
diğer Peygamberlerden "mîsâk" almış ve O'nun, kendilerine mukaddem
olduğunu, hepsinin nebisi ve resulü bulunduğunu da onlara bildirmiştir."
Diğer Peygamberlerden "Misak" Alınmış
Olmasındaki İncelik ve Hikmet
Sânı yüce Allah, Peygamberimiz'e ve diğer Peygamberlere salât ü selâm
eylesin, gerçekten bizını Peygamberimiz için diğer Peygamberlerden mîsâk alıfimış olmasında büyük bir hikmet ve
incelik bulun-maktadır... Sanki bu, halîfelerin tebeasından bîat yemini
almasına benzemektedir... îhtimal ki halîfelerin halkından kendilerine itaat
edeceklerine dair aldıkları bu bîat yemîni de, diğer Peygamberlerden
bizim Peygamberimiz'e itaat edeceklerine dair alınmış bulunan bu mîsâk
olayına dayanmaktadır... İşte bu inceliği nazar-ı itibâra alarak Cenâb-ı
Hakk'ın, sevgili Peygamberimiz'in kadrini ne kadar yüceltmiş olduğunu güzelce
anlamaya çalış... Bunu anladığın zaman, sevgili Peygamberimizin
Peygamberler Peygamberi olduğunu da anlamış ve kabul etmiş olursun... O,
Peygamberler Peygamberi olduğu içindir ki, yarın ahîrette bütün Peygamberler
O'nun Livâü'l-Hamd sancağı altında toplanacaklardır. ve O, daha dünyamız da
iken de Leyle-i Mi'râc'da Peygamberlerin önüne geçip onlara namaz kıldırmıştır...
İşte bunun içindir ki, eğer O'nun
gelişi Âdem,
Nûh, Ibrâhîm, Mûsâ veya Îsâ Peygamberlerden (Allah'ın selâmı hepsinin üzerine
olsun!) herhangi birinin zamanına rastlamış olsaydı, onlara ve onların
ümmetlerine O'na imân etmeleri ve O'na destek olmaları farz olurdu. Çünkü sânı
yüce Allah, onlardan bu hususta mîsâk almıştır...
Demek ki, O, manen bütün Peygamberlerin ve
onların ümmetlerinin dahî nebîsi ve resulü bulunmaktadır. Sa'dece iş, O'nun
onlarla birlikte bulunmasına, onların zamanında mevcut olup-olmama-sına
kalmaktadır... Yâni işin gecikmesi; onların vücutları ile ilgili bulunmaktadır.
Yoksa onların bu ilâhî ve manevi hikmetin iktizâsı ile vasıflanmamış
olmalarından değil... Unutmamamız lâzınıdır ki, husûsî bir mahallin bir fi'li
(veya vasfı) henüz kabul etmemiş olması ile, kabul edecek olanın kabul etme
ehliyetinin olup-olinaması arasında fark vardır... Bahsınıizde ise, hem failin
ehliyeti bakımından, hem de Peygamber
Efendimizin zâtı cihetinden bir tavakkuf, gecikme
(veya) ehliyetsizlik söz konusu değildir. Gecikme sadece vücût itibariyle olup
buna şümülû ve ilgisi bulunan zamanın gelip gelmeme sindedir. Yani eğer O,
onların asrında mevcut olsa, hiç şüphesiz onların da O'na uymaları gerekir.
İşte bu yüzdendir ki Îsâ Peygamber, âhir zamanda geldiği zaman O'nun şeriati
üzerinde bulunacaktır. Halbuki kendisi de kerem sahibi bir Peygamberdir...
Yoksa bazı kimselerin zannettikleri gibi, Hazret-i tsâ, bu ümmetten bir ferd
olarak gelecek değildir.
Evet, Hazret-i Îsâ da yukarıda anlattığımız manâda, bu
ümmetten biri sayılır... O, ancak Peygamberimiz'in şerîati ile, kitap
ve sünnet ile amel edilmesini emredecektir. Kitap ve sünnetteki bütün emir ve
nehiyler, diğer bütün Peygamberleri ilgilendirdiği gibi, Hazret-i Îsâ'yı da
ilgilendirmektedir. Bu onun Peygamberlik kerem ve sânından da hiçbir şey
eksiltmeyecektir. Bu böyle olduğu gibi, şayet Peygamber Efendimiz onun
zamanında veya Hazret-i Mûsa'nın zamanında, İbrâhim veya Nuh'un zamanlarında
gönderilmiş olsaydı, bu Peygamberler kendi ümmetlerinin Peygamberleri
oldukları gibi, aynı zamanda Peygamberimiz de onların üzerinde onların Peygamberi olacaktı;
hepsinin nebîsi ve resulü bulunacaktı. Demek ki bizını Peygamberimiz'in
Peygamberliği, bütün Peygamberle-rinkinden daha şümullü, daha umûmî, daha büyük
bulunmaktadır. Aynı zamanda O, onların şerîatleriyle de "usûl"'{temel
esaslar) bakımından müttefik bulunmaktadır. Çünkü şeriatleıv&sûl bakımından
birbirinden farklı değildir...
Peygamber (sallallahü aleyhi ve
sellem) Efendimiz'in şerîatinin, teferruata âit
hükümler bakımından diğer şeriatlerden üstün olmasına gelince:
Bu, yâ tahsis ya da nesih yoluyla
olmaktadır... Yahut da bunların her ikisi de olmaz, fakat diğer Peygamberlerin
kendi zamanlarında kendi ümmetlerine getirdikleri bir hüküme nisbetle, bizim
Pey gamb erimi z'in şu zamanda getirdiği bir hükmün arasındaki (zamanlar ve
şahıslar bakımından) görülmesi kaçimlmaz olan fark itibariyle olur... Biz,
burada izahına çalıştığımız böyle bir hikmet ve inceliğin mevcudiyetine vâkıf
olduktan sonradır ki, aşağıda ki iki hadisin manâları da bizce aydınlığa
kavuşmuştur...
Halbuki daha önce her iki hadisin manâları
da bizce aydınlığa kavuşmuştur... Halbuki daha önce her iki hadisin gerçek
manaları tarafımızdan iyice anlaşılamamıştı...
Bu iki hadisten
birincisi: hadisi olup ikincisi de: hadîs-i
şerifidir.
Biz önceleri, "Ben, bütün insanlara
Peygamber olarak gönderildim!" mealindeki birinci hadîsi, "O, kendi
zamanından tâ kıyamete kadar ki zamanın Peygamberidir" şeklinde
anlıyorduk. Halbuki hadîsin esas manâsı: "O, Âdem'den tâ kıyamete kadar bütün insanların ve
bütün zamanların Peygamberidir!" şeklinde olmalıdır. İkinci hadisi de
önceleri: "O'nun tekaddümü, Allah tarafından malûm ve mukadderdir"
diye anlıyorduk. Halbuki esas manâ, bundan çok farklı ve fazla imiş... Nitekim
yukarıdan beri izahına çalıştık. Bu izahın özeti ise: O, diğer Peygamberlerin
herhangi birinin zamanında Peygamber olarak gönderilmesi halinde, onlar ve
onların ümmetleri mutlaka O'na uyacaklar ve O'na destek olup yardım
edeceklerdir!... O, böyle bir vazife ve vasıf için ehliyetli, onlar da buna
me'ınûr ve mükelleftir... Mesele, bir hükmün, şartına talik edilmesi
kabîlindendir. Hükümler, şartlarına ta'lik edilir. Fakat bu ta'lik, bazan
tasarrufu kabul edecek olan mahal itibariyle olur... Bazen de o mahalde
tasarruf edecek olan fail itibariyle olur. Bahsınıizle ilgili olan ta'lik ise,
sadece tasarrufu kabul edecek olan mahal itibariyledir. Burada bu mahal; kendilerine Peygamber gönderilecek olan kimselerdir ve onların bunu
dinleyip kabul etmeleridir... Onlara hitap edecek olan zât-ı şerifin maddeden
mevcut olması ise, bir temsil ile şuna benzemektedir:
Bir aile reisi, yâni baba; kendi kızim evlendirivermesi için bir adama vekalet verir...
O adama hitaben der ki: "Kızımı, kendisinin dengini bulduğun zaman
evlendirebilirsin. Sana bu hususta vekâlet veriyorum!" İşte bu babanın o
adama bu şartla vekâlet vermesi sahih olmuştur ve o adamın vekâlet ehliyeti de
böylece sabit olmuştur... Şimdi o adam bu vekâleti,«kendisine vekâlet verenin
kızının dengini bulduğu zaman kullanacaktır. Üzerinde taşıdığı vekâlet sıfatim
da, o zaman tasarruf edecektir. Bakarsınız kızın dengini bulmakta hayli
gecikmiş olabilir... Fakat bu gecikme yüzünden ne vekâletine bir zarar gelir,
ne de vekâletin sıhhatinde bir eksilme olur...
(Muhterem okuyucu, Allâme Sübkî'nin bahsınıizle
ilgili izahı, burada sona ermiştir. Her şeyi, yüceler yücesi Allah daha iyi
bilir) (Süyûtî).
Peygamberimiz'in Adının Arşı Alâ Üzerine ve Meleküt Âlemindeki
Diğer Yerlere Allahü Teâlâ’nın Adı ile Birlikte Yazılması
Hâkim, Beyhekî, Taberânî (el-Sağir'inde), Ebû Nuaym ve İbn-i Asâkir, Ömer (radıyallahü
anh)'den rivayet ederler. O demiştir ki: "Resûlüllah Efendimiz
şöyle buyurdular: "Âdem (aleyhisselâm) Cennette malûm hatayı işlediği zaman,
"Yâ Rabbi! Beni, has kulun Muhammed hürmetine bağışla!" diye duâ
etti. Allah da kendisine: "Yâ Âdem, Muhammed'i nasıl tanıdın?" diye sordu.
Âdem şöyle cevap verdi: "Yâ Rabbi! Sen beni
yarattığın ve ruhundan bana üflediğin zaman, başımı kaldırıp yukarı bakmıştım,
İşte o sırada Arş'ın sütunları üzerinde: "Lâ ilahe illallah! Muhammedün
Resûlüllah" diye yazılı olduğunu gördüm. Bildim ki Sen, kendi adının
yanına ancak en sevgili kulunun ismini koyarsın." Bunun üzerine Cenâb-ı
Hakk: "Evet yâ Âdem,
doğru söyledin. Eğer Muhammed olmasaydı, Ben seni yaratmazdım..." diye
buyurdu.
İbn-i Adiy ve İbn-i Asâkir Enes'ten
şu rivayeti naklederler. O şöyle demiştir: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdular ki: Ben,
mi'râc gecesinde arş'ın sâkında; "Allah'tan başka ilâh yok, Muhammed
Allah'ın resulüdür ve ben O'nu Ali ile te'yîd eyledim" diye yazılı
olduğunu gördüm."
Yine İbn-i
Asâkir Ali'nin şöyle dediğini rivayet eder:
"Resûlüllah buyurdu: Ben mi'râc gecesinde Arş'ın üzerinde; "Allah'tan
başka ilâh yok, Muhammed Allah'ın resulüdür! Ebû Bekir gerçekten
sıddîktir, Ömer fâruktur,
Osman da iki nûr sahibidir!" şeklinde yazılı olduğunu gördüm."
Ebû Yâ'lâ, Taberanî, İbn-i Asâkir ve
Hasan bin Arafa Ebû Hüreyre'den şunu naklederler. O demiştir ki:
"Resûlüllah buyurdular ki: "Ben mi'râc gecesi semaya .çıktığımda her
semâda adının "Muhammed Allah'ın resulüdür" diye yazılı olduğunu
gördüm. Benden sonra halîfe Ebû Bekir olacağını da..."
Hafız Bezzâr ise, İbn-i
Ömer tarîkinden şu mealde bir rivayet
sevketmiştir: "Resûlüllah buyurdu: Ben mi'râc gecesi semâlara çıktığımda,
her bir semâda adının "Muhammed Allah'ın resulüdür!" diye yazılı
olduğunu görmüşümdür."
Darekutnî,
Hatıb ve İbn-i Asâkir Ebû'd-Derdâ'dan şöyle rivayet ederler: O
demiştir ki: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve
sellem) buyurdu ki: "Ben mi'râc gecesi
Arş'ta bir yeşil yaygı gördüm, üzerinde beyaz bir nur halinde şöyle yazılı idi:
"Allah'tan başka ilâh yok, Muhammed Allah'ın resulüdür! Ebû Bekir sıddîktır. Ömer de
fâruktur!"
İbn-i Asâkir Câbir'den rivayet eder. O şöyle demiştir:
"Cennetin kapısında: Lâ ilahe illallah Muhammedün Resûlüllâh!"
yazılı olduğu bir hadislerinde Resûlüllâh tarafından bildirilmiştir.
Ebû Nuaym'in
Hılye'sinde İbn-i Abbâs'tan rivayet ettiğine göre de, Resûlüllâh şöyle
buyurmuştur: "Cennette mevcut her bir ağacın her yaprağında: Lâ ilahe
illallah, Muhammedün Resûlüllâh" diye yazılıdır."
Hakim, sahihtir
kaydiyle İbn-i Abbâs'tan rivayet eder. O demiştir ki: "Allahü teâlâ Îsâ (aleyhisselâm)'a şöyle vahyetmiş: "Muhammed'e imân et ve
ümmetinden her kim O'na yetişecek olursa, O'na imân etmelerini de kendilerine
emret! Eğer Muhammed olmasaydı, ne Âdem'i yaratırdım, ne cenneti ne de cehennemi... Ben arşı
yarattığım zaman o su üzerinde izdırâb etti... Ben de, üzerine "Allah'tan
başka ilâh yok, Muhammed Allah'ın resulüdür" diye yazdım, bunun üzerine
arş sakin oldu..."
Not: Hafız Zehebî: "Bu rivayetin
râvileri arasında Amr bin Evs vardır ve kim olduğu bilinmemektedir"
demiştir. (Suyûtî).
İbn-i Asâkir Ebû'z-Zübeyr tarikiyle Câbir'in şöyle dediğini
rivayet eder: "Âdem (aleyhisselâm)'ın iki omuzu arasında: "Muhammed
Allah'ın resulüdür ve bütün Peygamberlerin hâtemidir" diye
yazılmıştır."
Taberanî'nin
Ubâde bin Sâmit'ten naklettiğine göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve
sellem) şöyle buyurmuştur: "Peygamber
Süleyman bin Davud'un yüzüğünün kaşı semavî idi ve nakşında şu yazı vardı: Ben,
kendisinden başka ilâh olmayan Allah'ım! Muhammed de benim kulum ve
resûlümddür!"
Ukayll ile İbn-i Adiyy'in
Cabîr'den sevkettikleri rivayet ise şöyledir: "Resûlüllâh buyurdu:
"Davud'un oğlu Süleyman'ın yüzüğünün nakısında şunlar yazılı idi: "Lâ
ilahe illallah Muhammedün resûlüllâh = Allah'tan başka ilâh yok, Muhammed de Allah'ın
resûlü'dür."
Peygamberimiz'in Adının Âdem Zamanında ve Yüce Meleküt Âlemlerinde Okunan
Ezanlarda Anılmış Olması
Ebû Nuaym (Hılye'sinde) ve İbn-i Asâkir Atâ'dan o da Ebâ Hüreyre'den şöyle rivayet eder:
O demiştir ki: "Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: Âdem, cennetten çıkarıldığı zaman Hind'e (oradaki Serendip
arzına) indi ve yalnızlık sebebiyle korktu... O sırada Cebrâîl (aleyhisselâm) inerek ezan okudu: "Allahü Ekber
Allahü Ekber! Eşhedü enlâilâhe illallah (iki defa), eşhedü enne Muhammeden
resûlüllah (iki defa) diyerek nida etti. Âdem ona sordu: "Muhammed kimdir?" Cebrâîl de: "Senin evladından Peygamber olanların en sonuncusudur" diyerek cevap
verdi..."
Bezzâr Ali'den
nakleder. O şöyle demiştir: "Allahü teâlâ Peygamberimiz'e
Ezân'ı öğretmek istediği zaman, Cebrâîl Burak'a binerek geldi. Burak, önce O'nu
bindirmemek istedi... Cebrâîl ona dedi ki: "Sakin ol yâ Burak! Allah'a
yemin ederim ki Allah indinde Muham-med'den daha kerim olan birisi sana binmiş
değildir. Peygamberimiz Burak'a binerek tâ ilâhî huzura kadar yükseldi...
O orda dururken perde arkasından bir melek çıkıp: "Allahü Ekber Allahü
Ekber!" dedi... Perdenin arkasından o meleğe cevaben: "Kulum doğru
söyledi, gerçekten Ben'den başka ilâh yoktur!" denildi... Melek tekrar:
"Ben şehadet ederim ki Muhammed Allah'ın resulüdür" diye şehâdette
bulunduv. Kendisine yine perde arkasından o meleğe cevaben: "Kulum doğru
söyledi, ben Muheammed'i resul olarak gönderdim" denildi... Melek:
"Hayye ales-saîâh, hayye alal-felâh! kad kâmetis-salâh!" dedi ve
devamla: "Allahü ekber Allahü ekber!" diye nida etti... Perde
arkasından: "Kulum doğru söyledi, ben en büyüğüm, ben yegâne büyük
olanım!" denildi... Sonra melek: "Lâ ilahe illallah" keîime-i
tevhidi ile ezanı bitirdi... Perde arkasından da: "Kulum doğru söyledi!
Gerçekten benden başka ilâh yoktur!" diye cevap verildi...
Sonra Melek Muhammed (aleyhisselâm)'ın elinden tutarak O'nu ileri götürdü,
biraz daha ilâhî huzura yaklaştırdı... Semâvât ehline gelince... Âdem ve Nuh gibi Peygamberler de o zaman
gökdekilerin arasında bulunuyorlardı... İşte o gün, şanı yüce Allah sevgili
resulünün şerefini, gerek gök ehli olanlara karşı, gerek yer ehli olanlara
karşı kemâle erdirmiştir..."
O'na İman Edeceklerine Dair Peygamberlerden
Misak Alınmış Olması
Sânı Yüce Allah Kitâb-ı Kerîminde buyuruyor ki:
"Allah Peygamberlerden şöyle söz
almıştı: "Bakın, size kitap ve hikmet verdim, sonra yanimzda bulunan
kitapları doğrulayıcı bir Peygamber geldiğinde, ona mutlaka inanacak ve ona
mutlaka yardım edeceksiniz! Bunu kabul ettiniz mi? ve bu hususta ağır ahdimi
üzerinize aldimz mı?" demişti. "Kabul ettik" dediler."O
halde şahit olun, Ben de sizinle beraber şahit olanlardanım." dedi. [17]
İbn-i Ebî Hatim, bu âyetin tefsiriyle ilgili olarak es-Süddî'den
naklen şöyle der: "Nuh (aleyhisselâm)'dan beri her bir Peygamberden Hazret-i Muhammed (aleyhisselâm)'a inanacakları ve O'na yardım
edeceklerine dâir mîsâk alınmış olduğu gibi, her bir Peygamber de kendi
ümmetlerinden bu hususta misâk almış ve onlara: "Siz sağ iken O size
gönderilmiş olursa, mutlaka O'na inanacak ve mutlaka O'na yardım
.edeceksiniz!" .demiştir..."
İbn-i Asâkir, Küreyb'in İbn-i Abbâs tarîkinden
sevkettiği bir rivayeti nakleder... İbn-i
Abbâs demiştir ki: "Cenâb-ı
Hakk, Âdem'den
itibaren her Peygambere Sevgili Habîbi'ni takdim eder (O'na inanıp yardım
etmeleri hakkında onlardan mîsâk alır...), Ümmetler de O'nu birbirine müjdeler
ve O'nun kendi aralarından çıkmasını beklerdi. Nihayet yüce Allah O'nu
ümmetlerin en hayırlısı içinden çıkardı, en hayırlı zamanda Peygamber olarak
gönderdi, en hayırlı ve.en güzide arkadaşları da O'na ashâb kıldı... O,
beldelerin en hayırlısı olan Mekke'de doğdu, orada büyüdü ve kırkında kendisine
ilâhi elçilik vazifesi verildi... Burası, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'ın haremi idi... Sonra O'nu oradan
çıkarıp Taybe'ye (mübarek Medine şehrine) göç ettirdi... Dînini orada
yerleştirdi... Burası da Muhammed (aleyhisselâm)'ın haremi oldu... Harem-i Şerîf den Peygamber olarak gönderildi, harem-i şerife hicret
etti..."
İbrahim'in (aleyhisselâm) Peygamberimizle İlgili Duası
İmam İbn-i Cerîr tefsirinde Ebû'l-Aliye'den naklediyor. O şöyle diyor: "İbrahim
(aleyhisselâm)'ın
-Kabe'nin duvarlarim yükseltirken- şöyle bir duası olmuştur:
Bakara Sûresi'nin 129. âyetinde geçen
O'nun bu duası şu mealdedir: "Ey Rabbimiz! Onlara kendi içlerinden bir
resul gönder..." O'nun bu duasına karşılık denildi ki: "Yâ İbrâhim,
duan kabul edilmiştir! O resul, âhir zamanda gelecektir."
Ahmed, Hâkim ve Beyhekî Irbâz
bin Sâriye'den şöyle rivayet ederler. O demiştir ki: "Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem): "Ben, Ibrâhîm (aleyhisselâm)'ın duası ve Îsâ (aleyhisselâm)'ın müjdesiyim!" buyurdular.
İbn-i Asâkir ise, Ubâde bin es-Sâmit'den naklen şöyle rivayet
eder: - O demiştir ki: "Peygamberimiz'e: "Ey Allah'ın resulü! Bize kendinden bahseder misin?"
denildi. Efendimiz de buyurdular ki: "Ben,
İbrâbim (aleyhisselâm)'ın duasıyım... Benim geleceğimi en son müjde eden
ise, Îsâ bin
Meryem olmuştur... Her ikisine de Allah'ın salât ve selâmı olsun!..."
Tabakât sahibi İbn-i Sa'd,
Dahhâk tarîkinden gelen bir rivayeti şöyle kaydeder: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdular ki:
"Ben Ibrahîm (aleyhisselâm)'ın
duasıyım! O, Kabe'nin temellerini yükseltirken şöyle duâ etmişti: "Ey
Rabbimiz! Onlara kendi içlerinden bir resul gönder!..." İşte Cenab-ı Hakk, O'nun bu duasını kabul buyurmuş ve
Kabe'nin binasını tamamlamayıO'na nasîb eylemiştir..."
1-1 İbrahim (aleyhisselâm)»a Peygamberimizin Geleceğinin Allah Tarafından Bildirilmesi
İbn-i Sa'd Tabakât'ında İbn-i Abbâs'tan rivayetle şöyle diyor: "İbrahim (aleyhisselâm)'a
Hâcer'i götürmesi emredildiği zaman, Cebrâîl Burak ile geldi ve onları bindirdi... Giderken,
sulak ve verimli ovalara rastladıkça "Burada indir yâ Cebrâîl"
diyordu... Cebrâîl de "Hayır!" diyerek
cevaplıyordu... Nihayet Mekke'ye geldiler. Cebrâîl: "in yâ İbrahîm" dedi. O da: "Ağacı ve
bitkisi olmayan bir yere mi?" dedi. Cebrâîl: "Evet yâ İbrahîm, buraya ineceksin. Çünkü senin
zürriyetinden gelecek ve Yüce Kelime'yi tamamhyacak olan âhir zaman Peygamberi,
buradan çıkacaktır" diye karşılık verdi..."
Yine İbn-i
Sa'd Şa'bfden naklen şöyle demiştir:
"İbrahîm (aleyhisselâm)'a
indirilen kitapta;'Yâ İbrahim, senin neslinden nice milletler gelecek nihayet,
Hâtemü'l-Enbîyâ = en son Peygamber olan Nebiyy-i Ümmî gelecek" diye bir
beyan da vardı."
Muhammed bin Ka'b el-Kurazî'den ise şöyle
rivayet eder: "Hâcer validemiz, Şam diyarından oğlu îsmâîl ile çıktığı
zaman biri kendisine karşı şöyle demişti: "Yâ Hâcer, bil ki senin şu
oğlun, nice milletlerin babasıdır ve o milletlerin birinden Harem'de ikâmet
eden âhir zaman Peygamberi gelecektir."
Yine İbn-i
Sa'd, aynı tarîkden şöyle rivayet eder:
"Cenâb-ı Hakk, Yakûp (aleyhisselâm)'a şöyle vahyetmiştir: "Ey Yâkûp, ben senin
zürriyetinden birçok hükümdarlar ve Peygamberler göndereceğim... Fakat sonunda
Harem-i Mekke'den çıkacak olan Peygamber (Muhammed)i
göndereceğim. O'nun ümmeti Kudüs'deki mescidin binasını yenileyecektir. O,
bütün Peygamberlerin sonuncusu olarak gelecek ve adı Ahmed olacaktır..."
Peygamberimizin Geleceğinin Mûsa (aleyhisselâm)'a Bildirilmesi
İmâm-ı Taberânî Ebû Ümâme'den naklediyor. O şöyle diyor:
"Ben Resûlüllâh'tan
işittim, O şöyle diyordu: "Ma'd bin Adnan'ın çocuklarimn sayısı kırka
ulaştığı zaman, bunlar Mûsâ (aleyhisselâmym askeri içine dalarak onların mallarından aldılar...
Mûsâ bunlara beddua etti. Cenab-ı Hakk kendisine vahiy ederek dedi ki: Yâ Mûsâ
onlara beddua etme! Çünkü onların içinde kötü yolda gidenleri korkutan, iyi
yolda gidenleri müjdeliyen Nebiyy-i Ümmî gelecek... ve kendilerine merhamet
olunan Ümmet-i Muhammed zuhur edecektir... Bu, öyle bir ümmet olacaktır ki,
Allah'tan gelen az rızka razı olacaktır... Allah da kendilerinin az
amellerinden razı olacaktır... ve onları "Lâ
ilahe illallah" Kelime-i Tevhîd'i ile cennete koyacaktır... Bu ümmetin
Peygamberi: Abdülmuttalib'in torunu, Abdullah'ın oğlu Muhammed olacaktır!
Muhammed ahlâkında son derece tevâzû, sahibi, son derece akıllı, hikmetle
konuşan, hilim ve vakar sahibidir... Ben O'nu, Kureyş'in en hayırlı kolundan ve
o kolun en seçkin ailesinden çıkaracağım! O, bir kul olarak, en hayırlı aileden
en hayırlı ümmete Peygamber olacaktır!
O ve O'nun ümmeti, hayra doğru yürüyecek ve hayrı bulacaktır..."
Peygamberimizin Geleceğinin Tevrat'ta, İncil'de ve Diğer Semavi
Kitaplarda Zikredilmesi
Yüce Allah
Kur'ân'da buyuruyor ki:
"O gerçek mü'ıninler ki onlar, yanlarındaki Tevrat ve incil'de
yazılı buldukları o elçiye, o ümmî Peygambere
uyarlar..." [23]
Yüce Allah bir âyetinde de şöyle
buyuruyor:
"Muhammed, Allah'ın elçisidir. O'nun
yanında bulunanlar, kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında ise
merhametlidirler. Onların, rükû ve secde ederek Allah'ın lütuf ve rızâsını
aradıklarim görürsün. Yüzlerinde secdelerin izinden nişanları vardır. Onların
Tevrat'taki vasıfları, İncil'deki vasıfları da şudur: Bir ekin gibidirler ki, o
ekin filizini çıkarmış ve o filizi güçlendirmiştir... " [24]
İmâm-ı Buhârî, Ata bin Yesâr'dan şöyle rivayet eder: "Ben, Amr
İbn-i As'ın oğlu Abdullah ile karşılaştığımda ona: "Ey Abdullah,
bana Resûlüllâh'ın
sıfatından bahseder misin?" diye ricada bulundum. O da bana: "Peki
bahsedeyim. Allah'a yemin ederim ki O, Kur'ân'da bahsedilen: "Ey O sânı
büyük Peygamber! Biz seni şâhid, mübeşşir ve nezîr olarak
gönderdik!" [25]gibi sıfatlarimn bâzısı ile, Tevrat'ta dahi
vasıflandırılmış bulunmaktadır... Hattâ Tevrat'ta: "Biz seni ümmilere
koruyucu olarak da gönderdik! Sen benim hâs kulumsun ve elçimsin! Ben sana
"el-Mütevekkil" diye de ad verdim ki sen, sert tabiatlı ve şiddetli
değilsin; sokaklarda bağırmazsın... Kötülüğe kötülük ile değil, iyilik ile
karşılık verirsin, affeder hoş görürsün... (Ey Tevrat okuyanlar! îyi biliniz
ki:) yüceler yücesi Allah, O'nun vâsıtası ile eğri giden milleti
doğrultmadıkça, onlar: Lâ ilahe illallah! diyerek bu ilâhi tevhîd ile doğru
yolu bulmadıkça, O'nun vâsıtası ile kör gözleri açmadıkça, sağır kulakları
işitir hâle getirip, kilitli kalbleri de açmadıkça kendisine ölüm
vermiyecektir! Bunlar gerçekleşmedikçe O'nu dünyadan âhirete
göçürmeyecektir!... diye de, O'nun hakkında vasıflandırmalar vardır."
İbn-i Asâkir Muhammed bin Hamza tankından "Târîk-i
Dımaşk" adlı kitabında şöyle rivayet eder, O demiştir ki: "Büyük
dedem Abdullah bin Selâm, Peygamber (sallallahü aleyhi ve
sellem)'in Mekke'de çıktığim duyduğu zaman,
O'nunla karşılaşmak istemiş, O'nun yanına gitmiştir... Peygamberimiz kendisine:
"Sen, Abdullah bin Selâm'sm ve Yesrib (Medine) halkimn âlimisin!" buyurmuştur. Dedem de
"Evet" demiştir. Peygamberimiz ona "Ey Abdullah, Allah aşkına doğru söyle,
Allah'ın Mûsa'ya indirdiği Tevrat'ta benim vasfım yok mudur?" demiş. O, bu
soru karşısında demiş ki: "Yâ Muhammed! Bana Rabbinden bahset!" Tam
bu sırada Cebrâîl gelip:
"de ki: Allah ehaddir, Allah samed'dir!
Doğurmamış ve de doğurulmamıştır! Hiçbir şey O'nun dengi olmamış- tır"
mealindeki îhlâs Sûresinin âyetleriyle cevab vermesini söylemiştir. Peygamberimiz de
bu âyetleri okuyarak cevaplamıştır...
İşte bunun üzerine büyük dedem Abdullah
bin Selâm: "Şehâdet ederim ki Sen, Allah'ın resulüsün! Gerçekten Allah
sana yardım edecek ve senin elinle İslâmı diğer dinlerin üzerine çıkaracaktır.
Ben senin sıfatim Tevrat'ta: "Ey Peygamber, Biz seni şâhid, müjdeci ve
uyarıcı olarak gönderdik! Sen benim kulum, resûlümsün! Sana el-Mütevekkil adim
verdim, sen sert ve şiddetli değilsin, sokaklarda bağırır değilsin, kötülüğe
iyilikle karşılık verirsin, affeder bağışlarsın... Allah, eğri milleti O'nunla
doğrultmadıkça, onlar: "Lâ ilahe illallah!" Kelime-i Tevhidi ile
doğru yolu bulmadıkça; O'nun vâsıtası ile kör gözleri açmadıkça, işitmeyen
kulakları işitir hâle getirip kapalı kalbleri açmadıkça, O'nu dünyadan âhirete
göçürmeyecek, O'nu vefat ettirmeyecektir!" şeklinde bulup
okumuşumdur" demiştir.
İbn-i Asâkir daha sonra Zeyd bin Eşlem tarlkından şöyle
rivayet eder: "Abdullah bin Selâm demiştir ki: "Resûlüllâh'ın
(sallallahü aleyhi ve sellem) Tevrat'taki sıfatı şöyledir: "Yâ Muhammed, Biz
seni şâhid ve mübeşşir olarak gönderdik..." O böyle demiş ve yukarıdaki
rivayeti sonuna kadar anlatmıştır."
Benzeri bir rivayeti Dârimî ve Beyhekî de
Atâ bin Yesâr'dan rivayet etmiştir... Dârimî ile İbn-i Asâkir'in
Ka'b'dan sevkettikleri bir rivayette ise Ka'b şöyle demiştir: "Birinci
satırda şunlar yazılı idi: "Muhammed Allah'ın resûlü'dür! Allah'ın
seçilmiş kuludur, huysuz ve sert tabiatlı değildir, sokaklarda
çağırıp-bağırmaz, kötülüğe kötülükle karşılık vermez, bağışlayıp iyilikle
karşılık verir... Doğum yeri Mekke, hicret yeri Medine'dir. Mülkü de Şam'da
olacaktır..." îkinci satırda da: "Muhammed Allah'ın resûlü'dür! O'nun
ümmeti, çok hamdediciler olup darlık ve genişlik zamanlarında hep Allah'a
hamdederler... Yegâne büyük olarak Allah'ı tanıyıp hep O'nu tekbîr ederler...
Vakti gözetirler, vakti gelince hemen namazlarim kılarlar... Kemerlerini
sıkarlar, etraflarim temiz tutarlar; geceleri aşk ve şevkle yaptıkları
ibâdetle, semâ boşluğunda iniltili ses dalgaları meydana gelir..."
şeklinde yazı vardır..."
Dârimî', İbn-i Sa'd ve İbn-i Asâkir'in
Ebû Ferve'den onun da İbn-i Abbâs'tan rivayetinde ise, şu fark vardır:
"Ka'b, Peygamberimizin Tevrat'taki sıfatına dâir İbn-i Abbâs'ın
sorusuna karşılık; aynı şeyleri söyledikten sonra: "...ve onlar -yâni
O'nun ümmetleri- namazlarim kılarken harp düzeninde saf bağladıkları gibi saf
tutarlar... Mescidi e rinde ki ibâdetlerinden, arı kovanından duyulan inilti
gibi iniltiler duyulur... Okunan ezanları, tâ semâlara çıkar..." diye
bilgi vermiştir..."
Zübeyr bin Bekkâr ve Ebû Nuaym,
Abdullah İbn-i Mesûd'dan rivayet ederler ki, Resûl-i Ekrem Efendimiz, Tevrat'ta
kendi vasıflarına dâir yazılanları ve ümmetinin "Ümmet-i Hammâd = Her hâl
ü kârda Allah'a hamd eden bir ümmet" olduğunu anlattıktan sonra;
"...ve onların indileri yâni kitapları kalblerindedir... Savaşta saf
tuttukları gibi, namazlarında da saf tutarlar... Onlar, öz canlarim Allah
yolunda feda ederek Allah'ın yakınlığım kazanırlar... Onlar, geceleri râhib,
tâat ve ibâdette; gündüzleri ise arslan kesilirler.., Allah yolunda canlarbaşla
cihâd ederler..." buyurdu."
İbn-i Sa'd ve
sahihtir kaydıyla Hâkim, Beyhekî ve Ebû Nuaym Âişe'den (radıyallahü anh)
rivayet ederler ki, o şöyle demiştir: "Peygamberimizin vasfı İncil'de şöyle yazılmıştır: "Muhammed
Allah'ın resulüdür, huysuz ve sert tabiatlı değildir, kötülüğe aynen karşılık
vermez, affeder ve bağışlar!"
Beyhekî ile Ebû Nuaym,
Ebû'd-Derdâ'nın hanımı Ümmü'd- Der-dâ'dan şöyle naklediyorlar: O demiştir ki:
"Ben Ka'b'a sordum: "Söyler misin, siz Resûlüllâh Efendimiz'in
sıfatim Tevrat'ta nasıl buldunuz?" Cevabında Ka'b dedi ki: "Biz O'nu
şu şekilde vasfedilmiş olarak bulduk: "Muhammed Allah'ın resulüdür! O'nun
adı Allah'a hakkiyle tevekkül eden'dir. O, katı ve sert huylu değildir.
Sokaklarda çağırıp bağırmaz da... O'nun eline (manevi) anahtarlar verilmiştir
ki, Allah bunlar ile görmeyen gözleri açsın, duymayan kulakları duyursun, eğri
konuşan dilleri yine bunlar ile doğrultsun diye... Tâ ki en sonunda onlar,
O'nun sayesinde: "Lâ ilahe illallah vahdehû lâ şerike leh! = Allah'tan
başka hiç bir ilâh yoktur! O birdir ve O'nun hiç bir ortağı yoktur!" diye
şehâdet ederler... ve O, yâni Muhammed; zulme uğrayanın yardımcısıdır, zayıfdır
diye mazluma yüklenilmesine asla müsâade etmez!..."
Hafız Ebû
Nuaym, Ebû Hüreyre'den şu rivayeti
nakletmiştir: "Resûlüllâh bir
defasında buyurdular ki: Mûsâ (aleyhisselâm), kendisine Tevrat nazil olduğu ve onu okuduğu zaman
onda şu ümmete âid vasıfları görünce: "Yâ Rabbi, ben Tevrat'a âid
levhalarda, en son geldikleri halde en başa geçen bir ümmet buluyorum. Bu
ümmeti bana ümmet eyle!" diye duada bulundu. Cenâb-ı Hakk kendisine:
"Bu ümmet, habîbim Ahmed'in ümmetidir" buyurdu... Mûsâ dedi ki:
"Yâ Rabbi! Ben levhalarda icabet eden ve kendilerine icabet olunan bir
ümmet buluyorum. Bu ümmeti bana ümmet eyle!" Yüce Allah kendisine:
"Bu, Ahmed'in ümmetidir" buyurdu. Mûsâ:
"Yâ Rabbi! Ben levhalarda kitapları kainlerinde olan ve onu ezbere okuyan
bir ümmet görüyorum. Onu bana ümmet kıl!" diye niyaz etti... Kendisine:
"Bu, Ahmed'in
ümmetidir" denildi... Mûsâ: "Yâ Rabbi! Ben
levhalarda kendilerine ganimet helâl kılınan bir ümmet buluyorum. Onu bana
ümmet eyle!" diye dua etti. Yüce Allah kendisine: "Bu, Ahmed'in ümmetidir" diye
karşılık verdi... Mûsâ: "Yâ Rabb! Ben levhalarda yedikleri sadaka olan ve
bundan sevâb kazanan bir ümmet görüyorum! Onu bana ümmet eyle!" diye niyaz
etti. Cenâb-ı Hakk: "Ey Mûsâ! Bu Ahmed'in ümmetidir" dedi... Mûsâ: "Ey Rabbim! Ben
levhalarda içlerinden biri, bir iyilik yapmak istediği zaman o iyiliği
yapmazsa, kendisine bir iyilik yazılan; o iyiliği yaptığı zaman ise kendisine
on iyilik yazılan bir ümmet buluyorum. Onu bana ümmet eyle!" eledi.
Cenâb-ı Hakk da: "Bu Ahmed'in ümmetidir" buyurdu... Mûsâ: "Ben
levhalarda, içlerinden biri bir kötülük yapmağa niyetlenir fakat o kötülüğü
yapamazsa, kendisi için günah yazılmaz; eğer o kötülüğü yaparsa kendisine bir
kötülük yazılır" diye vasfedilen bir ümmet gördüm. Bu ümmeti bana ümmet
kıl!" diye dua etti. Allah: "Bu, Ahmed'in ümmetidir" buyurdu... Mûsâ: "Ey Rabbim!
Ben levhalarda kendilerine hem evelki ilmin, hem sonraki ilmin verildiği
bildirilen, dalâlet fırkalarım ve mesîh deccâlı öldürecek olan bir ümmet
buluyorum. Bunu bana ümmet eyle!" diye dua etti. Yüce Allah kendisine:
"Bu Ahmed'in
ümmetidir" buyurdu... Bunun üzerine Mûsâ: "O halde beni Muhammed Ümmetimden eyle!" diye
yalvardı... İşte bunun üzerine Allah ona iki haslet verdi ve şöyle buyurdu:
"Ey Mûsâ, Ben sana verdiğim risâletlerimle ve kelâmımla (seninle olan
konuşmamla) seni insanlara karşı seçtim! Sana verdiğimi al ve şükr edeni erden
ol!" [26] Mûsâ
(aleyhisselâm)
da dedi ki: "Razı oldum yâ Rabbî!"
Yine Ebû
Nuaym Enes'den rivayet eder: "Resûlüllâh buyurdu
ki: Cenâb-ı Hakk İsrâ'il oğullarimn Peygamberi olan Mûsa'ya şöyle vahyetmiştir:
"Ey Mûsâ! Her kim Ahmed'i inkâr ettiği halde
Bana gelecek olursa, onu cehenneme atarım!" Mûsâ: "Ey Rabbim, Ahmed kimdir?" diye
sordu. Cenâb-ı Hakk buyurdu: "Ben, Benim yanımda ondan daha keremli olan
bir kul yaratmadım! Ben, yeri-göğü yaratmazdan önce O'nun adim Arş üzerinde
kendi adımla beraber yazdım! O ve O'nun ümmeti cennete girmedikçe, kimse
cennete giremez!" Mûsâ dedi ki: "O'nun ümmeti kimlerdir?"
Cenâb-ı Hakk şöyle buyurdu: "O'nun ümmeti; her hâl ü kârda Allah'a
hamdeden bir ümmettir... Allah yolunda kemerlerini sıkan, çevrelerini temiz
tutan; geceleri râhib, gündüzleri sâim olan bir ümmettir... Onların az
amellerini dahî kabul eder değerlendiririm. Onları: "Lâ ilahe
illallah!" Tevhidine şehâdetleri sebebiyle cennete koyarım..." Mûsâ
dedi ki: "Ey Rabbim, beni bu ümmetin Peygamberi kıl!" Cenâb-ı Hakk,
"O ümmetin Peygamberi, kendilerinin içinden çıkacaktır" buyurdu...
Bunun üzerine Mûsâ: "Öyleyse yâ Rabbi, beni o Peygamberin ümmetinden-eyle!"
diye niyaz eyledi... Yüce Allah ise şu karşılığı verdi: "Yâ Mûsâ! Ben
seninle o Peygamberin arasını âhirette birleştireceğim; orada O'nunla bir araya
geleceksiniz..."
Ebû Nuaym'in
Abdurrahmân el-Muâfirî'den naklettiğine göre, Ka'bü'l-Ahbâr, yahûdî hahamım
ağlar görür ve ona niçin ağladığim sorar... Haham: "Bazı şeyler hatırladım
da ondan" der. Ka'b; "Niçin ağladığım sana söylersem beni tasdik eder
misin?" der. Haham: "Evet" deyince, Ka'b şöyle der:'Allah aşkına
doğru söyle, Mûsâ (aleyhisselâm)
Tevrat'a baktığı zaman: "Ey Rabbim, ben Tevrat'ta iyiliği emreden,
kötülükten nehyeden, önceki ve sonraki kitaplara inanan, dalâlet ehliyle
savaşan ve en sonunda bir gözü kör deccâli öldürecek olan ve bütün ümmetlerin
en hayırlısı bulunan bir ümmet görüyorum! Yâ Rabbi, bu ümmeti bana ümmet
kıl" diye niyazda bulunmadı mı?" Haham da bunu "Evet"
diyerek tasdik etmiştir..."
Yine Ka'b dedi: "Allah aşkına doğru
söyle! Okuduğun Tevrat'ta, Mûsâ (aleyhisselâm)'ın Tevrat'a baktığı zaman; "Yâ Rabbi,.ben
Tevrat'ta öyle bir ümmet görüyorum ki, her hâl ü kârda Allah'ı tekbîr eder,
tahmîd eder; temiz topraktan teyemmüm ederler, yeryüzü onlar için mesciddir,
suyu bulamadıkları zaman teyemmüm ederek abdest de alırlar, gusül de ederler;
abdest azaları âhirette nûr gibi parlar! "Yâ Rabbi, onları bana ümmet kıl!"
diye taleb ettiğini de okuyorsun, değil mi?" Haham da bunu,
"Evet" diyerek tasdik etti.
Ka'b devamla: "Yine Mûsâ (aleyhisselâm)'ın: "Yâ Rabbi, ben Tevrat'ta
kendisine merhamet olunan zayıf bir ümmet görüyorum ki, Kitâb'a onlar vâris
olacak ve Sen onları seçmişsin; içlerinden kimi kendisine yazık eder, kimi
dosdoğru gider, kimi de tâ öne geçer ve fakat hepsi de senin merhametine mazhar
olmuştur... "Onları bana ümmet eyle!" diye niyazda bulunmadı
mı?" diye sordu... Haham da "Evet" diye tasdik etti.
Ka'b: "Allah aşkına doğru söyle, yine
okuduğun Tevrat'ta Mûsâ (aleyhisselâm)'ın:
"Yâ Rabbi, ben Tevrat'ta, kitapları kalblerinde olan ve onu ezbere bilen,
renk renk elbiseler giyinen, namazlarında meleklerin safları gibi saf tutan,
mescidlerinde Allah'a ibadet aşk ve şevkiyle inleyen bir ümmet görüyorum...
Öyle bir ümmet ki, içlerinden hiç biri cehenneme girmez; meğer ki, taşta
ağaçlarda biten yapraklardan eser olmadığı gibi, kendisine iyilikten hiçbir
eser olmaya!... "Yâ Rabbi, bu ümmeti bana ümmet eyle!" diye temenni
ettiğini de okuyor musun?" şeklinde bir soru yöneltti... Haham da buna
karşılık "Evet" diye cevab verdi..."
Mûsâ (aleyhisselâm), Allah'ın Ümmet-i Muhammed'e verdiği büyük
iyilikleri ve üstün faziletleri öğrenip hayran olduğu zaman demiş ki:
"Keşke ben de Ümmet-i Muhammed'den olaydım!..." İşte bunun üzerine
Cenab-ı Hakk da kendisine verdiğim risâletimle ve kelâmımla seni insanlara
karşı seçtim. Sana verdiğimi al ve şükredenlerden ol!" Mûsâ (aleyhisselâm) da bunun üzerine tamamen razı olup
teselli bulmuştur..."
Ebû Nuaym,
Saîd bin Ebû Hilâl’den şöyle rivayet eder: Abdullah bin Amr, Ka'bü'l-Ahbâr'a
demiştir ki: "Ey Ka'b! Bana, Peygamberimiz Muhammed'in ve
O'nun ümmetinin sıfatından haber verir misin?" Bunun üzerine Ka'b da
demiştir ki: "Ben onları Tevrat'ta şöyle buluyorum: Muhammed ve O'nun
ümmeti, her hâl ü kârda Allah'a hamdederler, Her aşama ve menzilde Allah'ı
tekbîr ve tesbîh ederler... Onların nidaları (ezanları), tâ göklerde
işitilir... Namazlarında kendilerini iyice Allah'a verirler... Meleklerin saf
tuttukları gibi saf bağlarlar ve namazdaki gibi de harb ederken saf tutarlar...
Allah yolunda çarpışırlarken melekler de onları destekler ve kuvvetli atışları
ile onlara yardım ederler... Üzerlerinde de bir gölge onları serinletir, sanki
kuşların kanatları ile yuvaları üzerine gölge yaptıkları gibi... Onlar, asla
bulundukları cepheyi tamamen terkedip geri gitmezler... Nihayet en sonunda,
onların yardımına Cebrâîl (aleyhisselâm) gelir... Allah'ın izni ve
vazifelendirmesi ile..."
İbn-i Ebî Hatim ve Ebû
Nuaym Vehb bin Münebbih'den rivayet
ederler. O şöyle demiştir ki: "Allah Eş'ıyâ Peygambere vahyetmiş ve
buyurmuştur ki: "Ben, Ümmî bir Peygamber göndereceğim, ve onun vâsıtası
ile duymayan kulakları, görmeyen gözleri ve kilitli kalbleri açacağım! O'nun
doğum yeri Mekke, hicret yeri Medine olacak. Mülkü ise Şam'da... O, gerçekten
bana tevekkül eden, yükseltilmiş, sevilmiş, seçilmiş ve muhabbetle dolmuş
el-Mustafâ'dır! Kötülüğe kötülükle karşılık vermez, affedip bağışlar.
Mü'ıninlere çok merhametlidir, bir karıncanın incinmesinden ağhyacak kadar
şefkatlidir... Babasını kaybeden yetîm için, hüngür hüngür ağlar... Katı ve
huysuz değildir. Sokaklarda çağırıp-bağırmaz da... Çirkin sözü ağzına bile
almaz! Yanmakta olan bir kandilin yanında geçse, Öyle sekînet ve vakarla geçer
ki, o kandili ^söndürmez... Yetişip kurumuş kamış üzerine yürürse, ayak sesleri
işitilmez... Ben O'nu, bütün iyilik ve güzellikler için müjdeler veren,
kötülükler için de güzelce uyaran bir Peygamber olarak göndereceğim!... Her
iyilik ve güzellik için O'nu takviye edeceğim ve O'nu her güzel huy ile
bezeyeceğim. Ona sekînet ve vakarı elbise, iyiliği şiar, takvayı vicdan,
hikmeti de akıl olarak hibe edeceğim! Doğruluk ve vefakarlık O'nun tabiatıdır,
bağışlayıp vazgeçmek ve iyilikte bulunmak O'nun ahlâkıdır. Adalet O'nun
yaşayışı, hakk ise şeriatıdır! Hidâyet O'nun kılavuzu, İslâm da
milletidir!..."
"Ahmed, O'nun adıdır. Dünyaya sapıklık hâkim olmuşken, O'nun
vâsıtasıyle hidâyete kavuşacakta-. Cehaletin yerini ilim, geriliğin yerini
ilerleyip yükselmek, çirkinliklerin yerini güzellik ve meşruiyet alacaktır...
O'nun sayesinde ortalığı bolluk ve bereket, fakirliğin yerini zenginlik,
ayrılık gayrılıkların yerini birlik ve beraberlik, gönülden yakınlık ve
kardeşlik alacaktır... O'nun ümmetini, ümmetlerin en hayırlısı kılacağım. Çünkü
O'nun ümmeti, iyiliği emredecek, kötülüğü nehyedecektir! Beni Tevhîd, Bana
îmân ve Benim için amellerinde ihlâs
edecek! Bütün
Peygamberlerin getirdiklerini büyük bir samimiyetle
tasdik edecek, vakitleri gözetecek, vaktinde dinin direği olan namazlarim kılacaktır!...
"Ne mutlu bu kalblere, bu yüzlere ve
bu ruhlara ki, Benim rızâm için ihlasla dolmuştur! Ben onlara tesbîhi; tekbîr,
tahmîd ve Tevhîd'i ilham edeceğim. Onlarda bütün mescidlerde, meclislerde, iş
ve istirahat yerlerinde Ben'i hatırlayıp tesbîh, tekbîr, tahmîd ve tevhîd
edecekler... Meleklerin Arş'ım etrafında saf tuttukları gibi namazlarında saf
bağlıyacaklar... Onlar Benim evliyam ve ansârımdır! (Gerçek dostlarım ve
dînimin yardımcılarıdır.) Düşmanlarımdan onlar sebebiyle intikam alırım.
Putları tanrı edinenleri onlar vasıtasıyla cezalandırırım... Onların namazı;
kıyamlı, kırâtatlı, rukûlu ve secdeli bir ibâdettir... Binlerce bölük asker
olarak, Benim yolumda cihâda çıkarlar ve Benim uğrumda saflar ve ordular hâlinde
çarpışırlar..."
"Ben onların kitapları ile diğer
kitapları, şeriâtleri ile şeriâtleri, dinleri ile bütün dinleri mühürleyeceğim!
Her kim onlara yetişir de onların kitabına îmân etmezse, din ve şerîatlermi
kabul eylemezse, bilsin ki o Ben'den uzaktır; Ben de ondan beriyim (uzağım).
Ümmetlerin en fâzilelisi onlardır, onlar "Ümmet-i Vasaf'tir! Yâni
"Orta Ümmet" olup dalâlet ve istikâmet sahibidirler; her türlü
aşırılık ve geriliklerden beridirler... Adalet ye istikâmette diğer insanlara
karşı da şâhid durumundadırlar... Öfkelenip gadaba geldikleri zaman,
"hepsini Allah yaratmış" deyip adaletten ayrılmazlar, kendileri zor
duruma düştüklerinde de sabredip dayanırlar ve "Allah büyüktür!"
derler... Birbiriyle çekiştikleri zamanda ise, "Sübhânellâh! Ne şaşılacak
şey! Bu bir müslümana yakışmaz!..." deyip birbirini insafa davet ederler,
insafı gözetirler..."
"Çevrelerini, ellerini yüzlerim
tertemiz tutarlar; temizliğe çok önem verirler... Onların kurbanları kanları,
incileri de gönülleridir... Onlar, geceleri rahip, gündüzleri nıücâhiddir!
Vicdanları yüksek, dâvetçileri tâ yücelerdedir... Onlar, Allah yolunun bağrı
yanık âşıklarıdırlar... Ne mutlu onlara ve onlarla beraber olanlara!... Onların
dîni, onların hidâyeti üzere bulunanlara... Bu, ancak Ben'im lutfumdur! Dilediğim
kullara veririm. Ben; büyük ve sonsuz lütufların sahibiyim!..."
Beyhekî, İbn-i Abbâs'tcm
rivayet ediyor. O şöyle diyor: "Cârûd bin Abdullah gelip müslüman oldu
ve Peygamberimizde hitaben dedi ki: "Seni hak Peygamber olarak
gönderen Allah'a yemin ederim ki, ben senin vasıflarim İncil'de görmüştüm!
Gerçekten Meryem oğlu Îsâ senin geleceğim müjde etmiştir!"
Ebû Nuaym da
Saîd bin Muaeyyib'den rivayet eder: "Abbâs, Kâbu'l Ahbâr'a dedi ki:
"Ey Ka'b! Sen niçin Peygamberimizin sağlığında veya Peygamberin halîfesi Ebû Bekir
zamanında müslüman olmadın?" Ka'b cevabında dedi ki: "Babam Tevrat'a
âit bâzı âyetler yazıp bana verdi ve "İşte bunlarla amel et! Sakın diğer
âyetlere bakayım deme!" diye vasiyet etti ve diğer âyetlerin bulunduğu kısmı
mühürleyip asla açmamamı bana sıkıca tenbîh eyledi... Halîfe Ömer zamanında İslâm'ın
iyice zuhur ve galebesini gördüm ve hayırdan başka birşey olmadığına kanâat
getirdim, Bu durumda vicdanım bana dedi ki: "Belki baban bâzı şeyleri
senden gizlemiştir!..." Gerçekten ben de babamın mühürlediği Tevrat
nüshasının mührünü açarak okudum ve orada Muhammed'in ve ümmetinin vasfimn
yazılı olduğunu gördüm... İşte bu yüzden, şimdi müslüman oldum.
Yine Hafız Ebû Nuaym'in
Şehr bin Havşeb'ten sevkettiği bir rivayette de şöyle denilmektedir: "Kala
dedi ki: Benim babam, Allah'ın Mûsa'ya inzal buyurduğu kitabı en iyi
bilenlerden idi... ve benden birşey gizlemezdi. vefat edeceği zaman bana dedi
ki: "Oğlum, ben senden birşey gizlemiş değilim, ancak iki yaprak var ki
onda gönderilmesi yaklaşan bir Peygambere âit haberler yazılıdır... Bâzı
yalancılar, Peygamberim diye iddiaya kalkışır ve sen de ona inanırsın diye
korktuğumdan, bu iki yaprağı senden gizledim... İşte bu gördüğün yere bu iki
yaprağı gömüp üzerine sıvadım. Sen, şu zamanda onlara dokunma. Allah'ın senin
hakkında hayır murâd ettiği ve o Peygamberin çıktığı zaman, onlara bakabilirsin
ve o Peygambere uyabilirsin..." Sonra babam öldü ve biz onu defnettik...
Benim de en çok arzu ettiğim şey, bu iki kağıtta yazılı olanları görmek idi... Bir
gün, dayanamayıp onları çıkardım ve okudum. Bir de ne göreyim, o iki kağıtta
şunlar yazılı imiş: "Muhammed Allah'ın resulüdür! ve O, Peygamberlerin
sonuncusudur, O'ndan sonra Peygamber gelmeyecektir. O'nun doğum yeri Mekke,
hicret yurdu de Medîne olacaktır. O, katı ve öfkeli değildir, sokaklarda
çağırıp-bağırmaz, kötülüğe kötülükle karşılık vermez, bağışlayıp affeder...
O'nun ümmeti, her hâl ü kârda Allah'a hamdederler... Yegane büyük olarak
Allah'ı tanırlar ve dillerinden tekbîri eksik etmezler... Onların Peygamberi,
Allah'ın yardımına mazhardır. Onlar, temizliğe çok önem verirler, kitaplarim
ezbere bilirler... Birbirlerine o kadar merhaletlidirler ki, bir ananın
evladları gibi... Cennete ilk girecek ümmet de, bu ümmet olacaktır."
Bunun üzerine kısa bir zaman geçmişti
ki, Peygamber (sallallahü aleyhi ve
sellem) Mekke'de zuhur etmiş. Haber bize
ulaştığı halde, iyice tetkik edip emin olayım diye, müslüman olmayı geciktirmiş
idim. Sonra Peygamberin vefat haberi bize ulaştı. Yerine
halifesi geçmişti. Askerleri bize kadar geldiler. Fakat ben, bunların halini
iyice tetkik etmek istedim. Nihayet Halife Ömer'in adamları geldiler. Ben onların son derece sözüne
sadık ve kahraman kişiler olduğunu gördüm, beklediğim kimseler olduğunu
anladım. Allah'a yemin ederim ki, bir gün ben evin damında idim ve
müslümanlardan birinin Kûr'an okumakta olduğunu işittim. Kulak verdim ve onun
şu mealdeki âyeti okuduğunu duydum:
"Ey kendilerine kitap verilenler! Biz
bâzı yüzleri silip arkalarına döndürmeden ya da Cumartesi adamlarim lanetlediğimiz
gibi kendilerini lanetlemeden önce, yanımzdakini doğrulayıcı olarak
indirdiğimiz Kitâb'a inanimz[29]
İşte ben, bu ayeti duyduğum zaman, sabaha
çıkmadan Allah'ın lanetine uğramaktan çok korktum ve sabaha çıkar-çıkmaz ilk
yapacağım iş, müslümanların yanına gitmek ve müslüman olmaktı. Öyle
yaptım." (Bu haberi, İbn-i Asâkir; Ka'b'dan, Müseyyib bin Râfi'in ve başkasının
rivayeti olarak vermiştir).
Beyhekî'nin
Vehb bin Münebbih'ten rivayetine göre, o demiştir ki: "Allah, Zebur'da
Davud (aleyhisselâm)'a
şöyle vahyetmiştir: "Ey Davûd, senden sonra gelen Peygamberlerin en
sonunda bir Peygamber gelecek, onun adı Ahmed ve Muhammed olacak. Kendisine "Sâdık
Nebi" denilecek. Ben ona hiç gadab etmem, o da bana hiç isyan etmez. O'nun
gelmiş geçmiş günahlarım bağışlamışımdır. O'nun ümmeti de Ümmet-i Merhume'dir.
Benim rahmetime mahzardır. Ben onlara Peygamberlere lütfettiğim nafileleri
lütfettim ve Peygamberlere farz kıldıklarımı, onlara da farz kılmışımdır.
Kıyamet günü bana geldikleri zaman nurları, enbiyanın nurları gibi parlar.
Çünkü kendilerine her zaman için temizlik yapmalarim emretmişimdir,
Peygamberlere emrettiğim .gibi. ve her cenabetten yıkanmayı da kendilerine farz
kılmışnndır. Tıpkı Peygamberlere farz kıldığım gibi. Kendilerine haccı da,
cihâdı da farz kûmışımdır. Yâ Dâvud, Ben Muhammed'i ve O'nun ümmetini diğer
bütün ümmetlerden üstün kılmış mıdır. Onlara altı adet özellik vermişimdir ki,
bunları başka ümmetlere vermemişimdir. Onlar hata ettikleri veya unuttukları
zaman kendilerini cezalandırmam..." (Bu rivayetin devamı vardır ve ileride
gelecektir).
Taberani, Beyhekî ve Ebû Nuaym,
Feltân bin Asım'dan rivayet etmektedir. O şöyle demiştir: "Biz, Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem) ile beraber
idik. Birisi geldi ve Peygamberimiz kendisine şunu sordu: "Sen Tevrat okur
musun?" O: "Evet" diye^cevap verdi. Peygamberimiz: "incil'i de
okur musun?" dedi. O da "Evet" dedi. Peygamberimiz de: "Allah
aşkına doğru söyle, Tevrat'ta ve incil'de bana dair bir bilgi yok mudur?"
O şöyle cevapladı: "Evet, senin vasfına benzer vasıflar, senin şekil ve
şemâline benzer şekil ve şemailler bulmaktayız. Ancak biz, bu vasıflara sahib
olan bir Peygamberin, kendi içimizden çıkmasını ümit ediyorduk. Sen ki, şimdi
Peygamber olarak çıktın, ümit ettiğimiz bu zatın sen olmasından korkmaktayız.
Biz dikkat e^ip baktık, o sen değilsin..." Peygamberimiz bunun
üzerine "Niçin?" diye sordu. O adam dedi ki: "Çünkü o
beklediğimiz zatın ümmetinden yetmiş bin kişi, onunla beraber olacaktır, onlara
hesab ve azâb olunmayacaktır. Halbuki senin yanında çok az kimse
bulunmaktadır..." Peygamberimiz de buyurdular ki: "Varlığım elinde bulunan
Allah'a yenin ederim ki, ben o haber verilen zatım! O ümmet de benim
ümmetimdir. ve benim ümmetim; yetmiş bin kerre
yetmiş binden daha çoktur!"
Taberani,
İbn-i îîıbbân, Hâkim, Beyhekî ve Ebû Nuaym Abdullah
bin Selâm'dan rivayet ederler. O şöyle demiştir: "Yüce Allah, Zeyd bin
Sa'ne'nin hidayetini dilediği zaman ona şöyle dedirtmiştir: "Gerçekten
Peygamberlik alâmetlerinden olarak ne varsa hepsini Muhammed'de görüyorum.
Lâkin ben O'nun hılmini, sabır ve metanetini denemiş değilim. Ben, kendisiyle
yakınlık kurabilmem için O'na çok yumuşak davranırdım. Nihayet bir gün ondan
hurma satın aldım. Parasını verdim, hurmayı da belli bir zaman sonra teslim
alacaktım. Sırf kendisini denemek için, hurma alacağımın vadesine bir kaç gün
kala O'na gittim. Yanına yaklaşıp şiddetle yakasına sarıldım ve: "Ey
Muhammed! hakkımı niye vermezsin! Ey Abdül-Muttalib oğulları, vallahi sizler
borcunu vermekte ağır davranıp geciktiren insanlarsınız! Ben sizi iyi
tanırım!" diyerek şiddet ve öfkeyle bağırdım. Orada bulunanlardan
Hattâb'ın oğlu Ömer:
"Ey Allah'ın düşmanı!
Resûlüllah'a nasıl böyle söylersin!"
diye bana karşılık verdi ve: "Vallahi şu işin gecikmesinden korknıasam,
senin boynunu vururdum!" diye de ilave etti. Resûlüllah ise sükûn ve vakar
içinde Ömer'e
bakarak gülümsüyor ve şöyle diyordu: "Ya Ömer, o ve ben; senden,
bundan daha iyi ve güzel olanim bekleriz! Ona alacağim güzelce istemesini
söylersin, bana da, borcumu güzelce ödememi emredersin. Yâ Ömer, şimdi sen git ona hakkim öde ve yirmi ölçek de fazladan ver. Bu fazlalık
da, senin onu korkutmana karşıhk olsun."
Ömer,
aynen Resûlüllâh'ın
dediği gibi yaptı... Ben kendisine dedim ki: "Ey Ömer, ben bütün Peygamberlik
alâmetlerini Resûlüllâh'ın
yüzünde görüyordum... Lâkin O'nun hiîmini, sabır ve metanetini denememiştim...
Şimdi denemiş ve bunları da Resûlüllâh'da en kâmil derecesiyle görmüş bulunuyorum...
Yâ Ömer,
seni şahit tutuyorum ki ben, şu andan itibaren; Rab olarak Allah'tan, din
olarak İslâm'dan, Peygamber olarak da Muhammed'den razı olmuş ve müslümanlığı
kabul etmiş bulunuyorum!"
(Diğer rivayette, kendisiyle beraber ev
halkimn da müslüman olduğu kaydedilmiştir.)
İbn-i Sa'd ve İbn-i Asâkir Mûsâ
bin Yâkâb el-Zemeî tarikiyle Guseyme'nin âzadlısı Sehl'den rivayet ederler,
Sehl, Murays kabilesine mensub bir nasrânî idi ve amcası evinde büyüyen bir
yetimdi... O demiştir ki: "Bir gün ben, incil'i^elirac aklım ve okumaya
başladım... Derken birbirine yapışık iki yaprak vardı. Onları ayırarak okumaya
başladım ve orada Muhammed (aleyhisselâm)'ın sıfatlarim gördüm. O'nun boyundan, renginden,
oturuş şeklinden, iki omuzu arasındaki mühürden, sadaka kabul etmemesinden,
hilim ve tevâzuundan haberler vardı... Orada, kendisinin îsmâil (aleyhisselâm) soyundan olduğu ve isminin Ahmed olduğu da yazılı
idi... Ben, bu kısınıları okumakla idim ki, bu sırada amcam geldi ve bana:
"Niçin o yapışık olan kısmı açıp okuyorsun? Sen kim oluyorsun ki bunları
okuyasın?" diye şiddetle çıkıştı ve beni dövdü... Ben dedim ki: "Ey
amcacığım, bak bu kısımlarda Ahmed adındaki Peygamberle ilgili haberler var!"
Amcam bana, yine öfkeyle: "O Peygamber henüz gelmedi!" diye
bağırdı..."
Beyhekî, Ömer bin el-Hakem'den
rivayet eder ki kendisi Râfi' bin Sinan'ın oğludur ve şöyle demiştir:
"Atalarım ve halalarımdan bazıları bana demişti ki: Bizim yanımızda önceki
nesillerden intikal eden bir evrak vardı... Derken müslümanlık geldi ve Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem) Medine'ye teşrif ettiler... Biz bu
evrakı götürüp Peygambere verdik. İşte bu evrakta: "Bismillah! Allah'ın
adıyla, O'nun sözü haktır, zâlimlerin sözü helak olucudur... Bu anlatış, âhir
zamanda gelecek olan bir ümmet içindir. Bu ümmet, uzunca giyinip bellerine
kuşak sararlar... Allah yolunda savaşmak için denize dalarlar, Allah'ın emriyle
namaz kılarlar... Eğer bunların kıldıkları namaz, Nûh Peygamber zamanında
olsaydı, onun kavmi bu sayede tufanda batmaktan kurtulurdu. Eğer bu namaz, Ad
kavminde bulunsaydı, fırtına vâsıtası ile helak olmazlardı... Semûd kavminde
olsaydı, onlarda sayha ile helak olmazlardı... (Bu evrakı okuttuğu zaman, Peygamberimiz,
gerçekten sevinmiştir.)"
İbn-i Mende "Es-Sahâbe" adlı
kitabında Enes'ten rivayet eder. O şöyle, demiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: Yüce Allah
beni bütün âlemlere rahmet ve hidâyet olarak görderdi! ve beni, içki ve günah
meclislerinde çalınan çalgıları imha etmem için vazifelendirdi. ." Bunun
üzerine Evs bin Sem'ân dedi ki: "Ey Allah'ın Resûlu, seni hak Peygamber
olarak °( nderen Allah'a yemin ederimki ki ben hadisi Tevrat'ta böyle
okudum!"
Beyhekî ve Ebû Nuaym Ka’bul
Ahbar'dan şunu rivayet ederler: O, adamın birinin gördüğü ru'yâsmdan bahisle
şöyle anlattığına şahit olmuştur: "Ben, rü'yâmda insanların hesap için
toplandıklarim, Peygamberlerin çağırıldıklarim ve çifter nurla geldiklerini, o
Peygamberlere tabî olanların da birer nurla geldiklerini, Muhammed (aleyhisselâm)'ın çağırılıp yüzünden ve başındaki her
bir lyldan büyük birer nûr saçarak geldiğini, O'nun ümmetinden olanların da
önceki Peygamberler gibi ikişer nûr sahibi olarak geldiklerim ve bu çifte nurun
aydınlığında yürüdüklerim gördüm..." Ka'b rü'yasmı bu şekilde anlatan
adama: "Kendisinden başka tanrı bulunmayan bir Allah'ın hakkı için doğru
söyle, sen bunu rü'yanda mı gördün?" diye sordu. Adam: "Evet"
dedi Ka'b: "Varlığım elinde olana yemin ederim ki, Muhammed ve ümmetinin,
diğer Peygamberlerin ve ümmetlerinin Tevrat'taki sıfatları budur! Sanki sen
bunları, Tevrat'tan okuyormuş gibi anlattın!" demiştir..."
İbn-i Asâkir, İbn-i Mesûd'dan rivayet ediyor. O şöyle demiştir:
"Peygamberlerden beşi vardır ki, henüz kendileri dünyaya gelmeden
haklarında müjde verilmiştir. Bunlar, ilgili âyetlerde de görüldüğü veçhile
sırasıyle şöyledir: Ishâk ve Yâkûb Peygamberler ki, haklarında şöyle buyurulmuştur:
"...Biz de ona, tshâk'ı müjdeledik, onun ardından da (torunu) Yâkûb'u
müjdeledik." [30]
Yahya Peygamber ki, hakkında şöyle
buyurulmuştur: "Ey Zekeriyyâ Allah sana Yahya'yı müjdeler..." [31]
Îsâ Peygamber ki hakkında: "Ey
Meryem, Allah sana kendisinden bir kelime ile müjde verir..."
buyurulmuştur [32] ve
Muhammed (aleyhisselâm)
ki O'nun hakkında da:"... -isâ onlara- ve ben sizlere benden sonra gelecek
bir Peygamberi müjdeleyici olarak geldim, CVnun adı Ahmed olacaktır,
demişti..." diye buyurulmuştur. [33]
İbn-i Sa'd Ebû
Hüreyre'den rivayet eder. O şöyle demiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz yahûdilerin
ders yaptıkları yere gidip: "En bilgili olanimzla görüşmek istiyorum"
buyurmuştur... Onlar da: "En bilgili olanımız, Abdullah bin
Soryâ'dır" dediler. Peygamberimiz bu zatla başbaşa kalıp görüşmüş ve ona demiştir
ki: "Ey Abdullah, Allah aşkına doğru söyle, benim hak Peygamber olduğumu
biliyorsun, değil mi?" Abdullah da O'na: "Evet" demiştir ve:
"Benim bildiğimi, diğer kitap ehli yahûdiler de bilmektedir. Zira senin sıfatların, açıkça
Tevrat'ta yazılmıştır. Onlar sana, sırf hased ettikleri için müslüman olmamaktadırlar..."
diye ilâve etmiştir... Bunun üzerine Peygamberimiz demiştir ki:
"Peki sen niçin müslüman olmuyorsun?" Buna karşılık Abdullah:
"Kendi kavmime muhalefet etmeyi hoş görmüyorum. Onların sana inanmalarim
ve onlara uyarak da şahsen müslüman olmamı ümîd ederim..." demiştir."
Ahmed ve İbn-i Sa'd,
Ebû Sahr el-Ukaylî'den rivayet ediyor. O şöyle demiştir: "Bana bir adam anlattı
ve dedi ki: BirjjünJPeygamberi-miz, elinde ki Tevrat yapraklarim hasta oğlu
üzerine okumakta olan bir yahûdîye rastlamıştı..^^Ocjîahûdîye hitaben buyurdu
ki: "Mûsa'ya Tevrat'ı indiren Allah aşkına doğru söyle, okuduğun Tevrat'ta
benim sıfatımı ve çıkacağım yeri bulup görüyorsun değil mi?" O yahûdî,
oğlu üzerine okumaya devam ederek, sâdece başı ile "hayır" diye
işaret etti... Hasta yatmakta olan oğlu ise derhâl dedi ki: "Tevrat'ı
Mûsa'ya indiren Allah'ın adına yemin ederim ki, babam bu hususu Tevrat'ta
okumuş ve görmüştür; sizin sıfatlarimza, Peygamber olarak çıkacağimz yer ve
zamana âit bilgileri almıştır... Fakat bildiği halde "hayır" diye
işaret etmektedir... Ben şehâdet ederim ki: Allah'tan başka ilâh yoktur ve sen,
gerçekten Allah'ın resulüsün!" Bunun üzerine Peygamber Efendimiz:
"Şehâdet getirerek müslüman olan kardeşinizin üzerinden, şu yahûdîyi
kaldırimz!" buyurdular... Az sonra da o yahûdînin, şehâdet getiren hasta
oğlu vefat etti... Peygamberimiz ise, onun cenaze namazını kıldırdılar..."
(Beyhekî benzeri bir rivayeti, Enes ve İbn-i Mes'ud
tarikiyle nakletmiştir)
İbn-i Sa'd, (İbn-i Abbâs'tan
sevkedilen rivayet yollarimn en zayıf olan) el'Kelbî'den o da Ebû Sâlih'den
rivayet ederler ki; İbn-i Abbâs şöyle demiştir: "Kureyş, Nadir bin Haris
ile Ukbe bin Ebû Muayt ve daha başkalarim o gün adına Yesrib denilmekte olan
Medine'ye yolladı... Kendilerinden Yesrib'e gitmelerini, oradaki ehl-i
kitap'tan Muhammed hakkında bilgi edinmelerini istediler... Onlarda gidip
Yesrib Yahûdilerine sordular; "Mekke'de büyük bir olay çıktı...
İçimizden yetim bir çocuk büyüyüp çok büyük bir dâvaya kalkıştı!
Peygamberliğini ilân etti. Bize bu hususta bilgi veriniz!" dediler...
Yahudiler de kendilerine: "Önce siz bize O'nun hâl ve sıfatı hakkında
bilgi veriniz" dediler... Onlar da O'nu anlattılar... Bunun üzerine
Yesribli yahûdiler: "O'na kimler tâbi oluyor?" diye sordular.
Kureyşin temsilcileri: "Aşağı tabaka" dediler... Yahûdî hahamlarından
biri derhal güldü ve dedi ki: "Bu Peygamber, Tevrat'ta geleceğini ve
kavminin kendisine şiddetle düşman olacağını okuduğumuz Peygamberdir."
Hâkim, Beyhekî ve İbn-i Asâkir,
Ali bin Ebû Tâlib'den rivâyvt ederler. O şöyle demiştir: "Peygamberimiz'de birkaç dinar alacağı
olan bir yahûdî vardı... Bir gün gelip alacağim istedi. Peygamberimiz cevabında:
"Şu anda, sana verecek birşeyim yoktur!" buyurdular. Bunun üzerine
yahûdî: "Alacağımı almadan, burayı terketmem yâ Muhammed!" diye
haykırdı... Peygamberimiz de:
"O halde, ben de seninle beraber burada otururum!" buyurdular ve
oturdular... Öğle, ikindi, akşam, yatsı ve sabah namazlarim orada kıldılar...
Sevgili Peygamberimiz'in ash£bi ise, duruma son derece üzülüyor ve o
yahûdîyi tehdîd ediyorlardı... Dediler ki: "Ey Allah'ın Resulü, sizi bir
yahûdî burada hapsetmiş bulunuyor! Bu, nasıl oluyor?" Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de: "Ben,
bizınıle ister anlaşmalı olsun ister olmasın, Allah'ın hiçbir kuluna haksızlık
etmemekle me'ınûr bulunuyorum!" buyurdular.
Güneş yükselip kuşluk vakti olmuştu ki, o
yahûdî müslüman oldu... ve dedi ki: "Ey Allah'ın Resulü! Malımın yansını
Allah yolunda sadaka olarak veriyorum! Benim size karşı böyle davranmış olmamın
sebebi, sırf sizi denemek içindi... Zira ben Tevrat'ta okudum ki: "O
gelecek olan Peygamberin babasının adı Abdullah olacak,,doğum yeri Mekke, hicret
yurdu Taybe (Medine) olacak, mülkü Şam'da yerleşecek... O, katı veya Öfkeli
değildir, sokaklarda çağırıp bağırmaz da... Çirkin söz söylemez, günah olacak
şekilde konuşmaz...
Tirmîzî hasendir
kaydiyle Abdullah bin Selâm'dan rivayet eder. O der ki: "Tevrat'ta,
Muhammed (aleyhisselâm)'ın sıfatları ve kıyamet kopmazdan Önce Hazret-i Îsâ'nın vefat ederek O'nun yanına gömüleceği yazılı
idi..."
Tefsîr'inde Ebüş-Şeyh Saîd bin Cübeyr'den
nakleder. O demiştir ki: "Necâşfnin ashabından olup da müslüman olanlar ona
demişlerdir ki: "Ey hükümdarımız, bize izin ver de şu sıfatlarim kitapta
okuduğumuz Peygambere gidelim ve ona imân edelim!" Necâşî onlara izin
vermiştir ve onlar gelip müslüman olmuşlardır... Uhud harbinde de
bulunmuşlardır.
Zübeyr bin Bekkâr'ın "Ahbârü'l-Medîne"
adlı kitabında da şöyle'yazar: Kab demiştir ki: "Allah'ın Mûsa'ya
indirdiği kitapta Medine'ye hitaben buyurmuştur: "Ey Taybe ve Tâbe gibi
adlarla anılan mütevazı şehir! Sen hazineleri kabul etme; Ben senin evlerini
bütün kasabaların evlerinden daha yüksek (şerefli) kılacağım!"
Kasım bin Muhammed'den yapılan bir
rivayete göre, "Tevrat'ta Medine şehrine âit kırk aded isını
bulunmaktadır..."
Peygamberimizin Bi'setinden (Gönderilmesinden) Önce, Rahib ve Hahamların
verdikleri Haberler
Bu konuda Hâkim ve Beyhekî, Selmân-ı Fârisî'den şöyle naklederler... Selmân'a
sormuşlar: "Müslümanlığı kabul etmezden önceki halin nasıldı?" diye.
O şu bilgiyi vermiş: "Ben,. Ramhürmüz halkından bir yetim idim. Babam ise
mecûsilerin dihkanlarından (din adamlarından} biri idi... Ben bir Öğreticiye
gidip gelmekteydim. Onun yakınlarından olmak için, kendisinden ayrılmamaya
başladım. Yaşça benden büyük bir de kardeşim vardı ki, o kendi hâlinde
yaşardı... Bense fakir bir gençtim... Öğretici (muallim), ders halkasından kalktığı
zaman, onu koruyanlar da dağılırdı. Onlar dağılınca da muallim kıyafet
değiştirerek çıkar ve dağa giderdi... Bunu, sık sık yapardı. Bir gün kendisine,
beni de yanında götürmesini söyledim... Dedi ki: "Sen bir gençsin, gizli
şeylerden birini açığa vurursun diye korkuyorum." Ben: "Korkma"
dedim. O dedi ki: "Gittiğin bu dağda öyle adamlar var ki, devamlı ibâdet
edip Allah'ı zikrediyorlar, âhirete inanıyorlar... ve gerçekten iyi kimseler.
Bunlar, bizını ateşe ve puta taptığımızı, Allah'a ortak koştuğumuzu ve bizlerin
bir din üzere olmadığımızı söylüyorlar.." Ben: "Bu adamların yanına
beni de götür" dedim. O: "Onlardan izin alayım da öyle" dedi ve
gittiği zaman kendilerinden benim hakkımda izin istemiş, onlar da kabul
etmişler... Derken birlikte dağa gittik. Baktım onlar altı-yedi kişiler...
Şiddetli ibâdetten çok cansız düşmüşler. Gündüzleri hep oruç tutup geceleri
sabaha kadar ibâdet ediyorlar. Ağaç kabuğu veya ne bulurlarsa onu yiyiyorlar...
Bizınıle konuştukları zaman, Allah'a hamdettiler ve geçmiş Peygamberlerden
bahsedip sözü Hazret-i isa'ya getirdiler ve: "Allah onu Peygamber kıldı.
O, babasız dünyaya geldi. Allah onu kendisine elçi olarak gönderdi ve ona ölüyü
diriltmek, kuş yaratmak, körlerin gözünü açmak gibi mucizeler de verdi... Fakat
kavmin bir kısmı kendisini inkâr etti, bazıları da ona inandılar..." diye
konuştular. ve bana hitaben dediler ki: "Ey delikanlı! Bilesin ki senin
bir Rabbin var, O'na inanıp bağlanmalısın!... Bu dünyânın bir de âhireti var.
Buna da inanmalı ve hazırlanmalısın... Çünkü âhirette yerin yâ cennet olacak,
yâ da cehennem. Şu etrafımızdaki ateşe tapan insanlar var ya, bunlar hiç
şüphesiz delâlet ve küfür ehli kimselerdir! Bunların yaptıklarından Allah, asla
razı değildir ve bunlar dinsizdirler." Onların bu konuşmalarim dinledikten
sonra ayrıldık, sabahleyin yine yanlarına girdik... Yine aynen, daha önceki
gibi bize konuştular ve pek güzel şeyler söylediler... Ben onların sohbetine
devam ediyordum. Bana dediler ki: "Ey Selmân, sen bir gençsin. Bizim
yaptığımızı yapmaya güç yetiremezsin. Sen, hem ibâdet et hem de istirahat eyle,
güzelce ye iç..."
Derken onların bu halinden haberdar olan
hükümdar, kendi ülkesini terk etmelerini istedi. Onlar orayı terkederken, ben
de kendilerinden ayrılmak istemedim. Hep beraber Musul'a geldik. Halk bunların
etrafim sardı. Derken yanımıza mağara da yaşamakta olan bir adam geldi. Halk bu
sefer onun etrafim sardı ve kendisine' büyük saygı
gösterdiler... O, bunlara dedi ki: "Sizler daha evvel nerede yaşıyordunuz?"
Bunlar bilgi verdiler. O: "Bu genç, niçin sizinle beraberdir?" diye
sordu. Bizimkiler de ona benim hakkımda çok iyi şeyler söylediler ve benim
kendilerine tabî olduğumu anlattılar... Halkın bu adama olan saygısı öyle
büyüktü ki, böylesini hiç görmemiştim... Derken Allah'a hamd edip konuşmaya
başladı ve geçmiş Peygamber ve onların çektikleri hakkında güzel bilgiler
verdi... Sonunda sözü Îsâ'ya getirip nasîhata başladı: "Ey ahâlî Allah'tan
korkunuz ve Îsâ'nın getirip tebliğ ettiği şeylere muhalefet etmeyiniz! Aksi
halde cezasını görürsünüz!..." şeklinde hitap etti... Sonra kalkıp gitmek
istedi. Ben kendisine rica edip beni yanından ayırmamasını istedim. Cevabında:
"Ey delikanlı, senin benimle birlikte olmaya gücün yetmez. Zira ben
yaşadığım mağaradan sadece haftanın pazar günleri çıkarım" dedi. Ben de:
"Sizden ayrılmak istemiyorum!" diye İsrâ'r ettim. O da kabul etti ve
birlikte mağaraya gittik. Onun ne yemesi vardı ne de uykusu. Hep ibâdet
ediyordu... Tâ pazar gününe kadar... Pazar günü gelince birlikte çıktık ve
halkın yanına geldik. Halk etrafımızı sardı... O önceki konuşması gibi bir
konuşma yaptı... Sonra yine mağaraya döndük. Haftalar hep aynı şekilde
geçiyordu.
Nihayet yine bir pazar günü halkın
huzuruna geldik. O aynı şekilde bir konuşma yaptı ve dedi ki: "...Biliniz
ki ben artık iyice ihtiyarladım, ölümüm yakındır. Ben yıllardır Kudüs'e gitmek
hasretiyle yanmaktayım ve mutlaka gitmeliyim." Böyle dedi ve yola çıktı.
Ben de kendisinden ayrılamayacağımı söyleyerek onunla birlikte çıktım.
Nihayet Beyt-i Makdis'e geldik. O,
mescid'e girip ibâdet etmeğe başladı. O bana demişti ki: "Ey Selmân, Allah
yakında bir Peygamber gönderecek, adı Ahmed olacak, Mekke'den çıkacak... O, hediyeyi kabul
edecek, sadakayı kabul etmeyecek... İki omuzunun biraz sol tarafında mühür
bulunacak, İşte şu içinde bulunduğumuz zaman, onun gelmesinin yaklaştığı
zamandır... Bana gelince, sanmıyorum ki ben ona yetişeyim! Zira iyice
ihtiyarladım. Eğer sen ona yetişecek olursan, ona inan ve tabî ol!" Ben
kendisine dedim ki: "Efendim, eğer o Peygamber, bana sizden öğrendiğim ve
şimdi üzerinde bulunduğum dinimi terketmemi emrederse, yine ona tabî olayım
mı?" Cevabında: "Evet, benden öğrendiğin dînin terkedilmesini istese
dahî, ona uy!" dedi... Sonra Beytü'l-Makdis'ten çıktı. Onun kapısı Önünde
bir adam oturuyordu. Onun elinden tutarak: "Kum bismillâh^Allah'ın adıyla
kalk!" dedi ve o kötürümü ayağa kaldırdı. O da birşeyi yokmuş gibi
kalktı... Sonra üstad, kimseye bakmadan çekip gitti. Ben de hemen arkasından
koşturmak istedim, fakat oradaki adam bana:'Tardım et de eşyamı sırtıma alayım, ben de yoluma
gideyim" dedi. Ben de kendisine yardım ettim. Sonra üstadın peşinden
koştum... Fakat bir türlü kendisine yetişemedim. Kime rastlasam onu soruyordum.
Aldığım cevaplarda hep "İleride, ileride!" oluyordu...
Çok gayret ettimse de onun izine
rastlamadım. Bir gün bir kervana rastladım, kendilerine üstadımı görüp
görmediklerini sordum... Onlar, konuşma tarzınıdan benim İranlı olduğumu
anladılar. İçlerinden biri, devesini çöktürerek beni o deveye bindirdi. Kendisi
de binerek yola koyulduk. Beni ülkelerine, yani Medîne'ye götürdüler. Orada
köle olarak sattılar. Sahibem bir kadındı ve beni, kendisine âit bir hurma
bahçesinde çalıştırıyordu... Nihayet bir gün, Medîne'ye sevgili Peygamberimiz hicret
buyurmuşlar. Bunu haber alınca, yanıma bir miktar hurma alarak O'nun huzuruna
gittim ve hurmaları önüne koydum. O: "Bu nedir?" diye sordu. Ben de:
"Bir sadakadır" dedim. Peygamberimiz, kendileri yemeyip arkadaşlarına onu yemelerini
söyledi. Ben, daha sonra yine bir miktar hurma alarak O'nun huzuruna gittim ve
hurmaları önüne koydum. O yine: "Bu nedir?" diye sordu. Ben de:
"Bu bir hediyedir" dedim. Bu sefer hem kendileri Bismillah çekip
yedi, hem de ashabına yemelerini söyleyip onlar da yediler... Kendi kendime:
"İşte bunlar, Peygamberlik alâmetlerinden bâzılarıdır" diyordum...
Sonra O'nun arka tarafına dolaştım. O, maksadımı sezmiş olacak ki, elbisesinin
omuz kısmim sarkıtarak, iki omuzu arasındaki nübüvvet mührünü görmemi sağladı.
Bu alâmeti de gördükten sonra, tam kanâat getirdim ve tekrar O'nun huzuruna
gelip edeple oturdum. "Eşhedü" diyerek alenen şehâdet getirdim:
"Allah'tan başka hiç bir ilâh yoktur! ve sen Allah'ın resulüsün!"
diyerek müslüman oldum..."
İbn-i Sa'd, Beyhekî ve Ebû Nuaym (bu
konuda, daha geniş bir şekilde) İbn-i İshâk'tan şöyle rivayet ederler: Bana
Asını bin Ömer'in,
Mahmud bin Lebid'den, onun da İbn-i
Abbâs'tan rivayeti şöyledir: O demiştir ki:
Bana Selmân-ı Fârisi kendisi anlattı ve dedi ki: Ben faris halkından biri idim.
Babam, bulunduğu yerin ağası idi. Beni çok severdi. Hatta bir kız evladı imişim
gibi, beni evden dışarı salmazdı. Sonra mecusilikte çok çalışıp ilerledim ve
ateşgedede hadim oldum. Zerdüştlük dininin hiç söndürülmeden yandırılan
ateşinin başında kalıyor, onu devamlı yakmakla meşgul bulunuyordum. Bu
meşguliyetimin dışında herhangi bir işle bir ilgim ve bilgim yoktu. Babamın
arazileri vardı. O da bu işlere bakıyordu. Bir gün bana: "Oğlum, ben
işlerime bakamaz oldum. Haydi arazınıe git, adamlarımızın çalışmalarim güzelce
kontrol et. Benden de fazla ayrı kalma" dedi. Ben, babamın emri üzerine
araziye giderken yolda kiliseye rasladım. Nâsâranın buradaki ibâdetlerinden
sesler geliyordu. Merakımı çekti ve "Acaba bu nedir?" diye
ilgilendim. Sorduğum kimseler: "Nasrâniler namaz kılıyorlar" dediler.
Kiliseye girdim, gördüğüm şeyler beni hayretler içinde bıraktı. Onların yanında
ta güneş batıncaya kadar oturdum. Babam, adamlar salıp her tarafta beni aramış.
Akşamleyin eve döndüğümde, tabii araziye gidemeden dönmüş oluyordum. Babam
bana: "Nerede idin, niçin araziye gitmedin?" diye sordu. Dedim ki:
"Babacığım, giderken bir yere rastladım, nasrâniler burada ibâdet edip
namaz kılıyorlarimş. Onların namaz ve duaları çok hoşuma gitti. Ben de
kendileriyle beraber oturup onların ibâdetlerini seyre daldım." Babam dedi
ki: "Oğlum, senin dinin, senin atalarimn dini, onların dininden daha hayırlıdır!" Ben
dedim ki: "Baba Allah'a yemin ederim ki, bizını dinimiz onların dininden
hayırlı değildir. Onlar Öyle kimseler ki, Allah'a ibâdet ediyorlar, namazlar
kılıp dualar ediyorlar. Bizler ise, kendi ellerimiz ile yaktığımız eteşe
tapıyoruz. Kendi haline bırakacak olsak, ateşimiz sönüp gidecek..." Bunun
üzerine babam bana çok kızdı, ayağıma demir zincirler vurarak beni bir odaya
hapsetti.
Derken ben, nasrânilere gizlice haber
saldım ve dedim ki: "Bu dininizin aslı nerededir?" Onlardan
"Şam'dadır" diye cevap geldi. Ben kendilerine, "Şam'dan insanlar
geldiği zaman bana haber veriniz, onlarla birlikte Şam'a gitmek istiyorum"
dedim. Bir gün Şam'dan tacirler gelmiş, bana haber verdiler. Bunların hangi gün
dönecekleri hakkında onlardan bilgi aldım ve o gün, hazırlanıp onlarla birlikte
Şam'a kaçtım. Şam'a geldiğimiz zaman; "Burada bu dinin en yetkili ve en
faziletli şahsı kimdir?" diye sordum. Kilisedeki baş papazın olduğunu
söylediler. Ben de ona giderek, "Ben burada sizinle beraber kalmak, size
ve dininize hizmet etmek, Allah'a ibâdet etmek ve iyiliğin ne olduğunu
sizlerden güzelce öğrenmek istiyorum" dedim. Papaz, bu ricamı kabul etti.
Artık ben, orada onunla kalıyordum. Fakat bu papaz, iyi bir insan değildi.
Kiliseye gelenleri hep sadaka ve hayır yapmaya teşvik ediyor, paraları
topluyor, fakat fakirlere dağıtmıyordu. Onun bu halini görerek, kendisini hiç
sevemedim. Hattâ ona çok kızıyordum.
Derken, adamcağız vefat etti. Nasraniler
onu defnetmek için geldiklerinde, durumu kendilerine açıkladım. Onlar, önce
bana inanmak istemediler. Paraların gömülü olduğu yeri onlara gösterince,
inanmak zorunda kaldılar ve o papazı defnetmeden önce bir ağaca astılar.
Karşısına geçip cesedini taşladılar. Yerine bir adam seçtiler. Bu, öyle bir
adamdı ki, ondan daha çok ibâdet eden, daha çok kanaatkar olan, daha dürüst
olan ve daha çok sevdiğim bir adam yoktu. Kendisinden hiç ayrılmıyordum. Fakat
günün birinde o da hastalandı. Kendisine dedim ki: "Efendim, durumunuz
ağır görünüyor. Allah'ın emri yakına benzer. Allah'a yemin ederim ki ben, sizi
sevdiğim kadar hiç kimseyi sevmiş değilim! Bana ne emredersiniz, kimi tavsiye
edersiniz?" Dedi ki: "Evladım, Musul'da iyi yetişmiş bir üstad
vardır, ondan başkasını bilmiyorum. Ona git, onu en azından benim kadar iyi ve
yetkili bulacaksın..."
Bu zât vefat edince, ben de onun tavsiye
ettiği Musul'daki üstad'a gittim ve kendisine dedim ki: "Efendim beni size
Şam'daki zât tavsiye etti. Sizinle beraber kalmama izin verir misiniz?"
İzin verdi ve ben onunla beraber kalmaya başladım. Baktım, onun hali de, aynen
bana söylendiği gibi çok iyi idi. Çok abid ve zâhid bir zât idi. Bir müddet beraber bulunduk.
Bir gün bu da hastalandı. Kendisine dedim
ki: "Efendim, beni size Şam'daki meslektaşimz tavsiye etmişti. Şimdi siz bana kimi tavsiye
edersiniz?" Cevabında dedi ki: "Oğlum, ben sana Nusaybin'deki üstadı
tavsiye ederim. Bir başkasını bilmiyorum."
Üstadı defnettikten sonra, Nusaybin'e
gittim. Buradaki üstadı bulup kendisine: "Beni size Musul'daki meslektaşimz,
vefatından önce vasiyet ettiler, izniniz olursa sizinle beraber kalacağım"
diyerek müracat ettim. Bana: "Peki, bizimle ikâmet edersin" diyerek
izin verdiler. Önceki iki üstadımla olduğu gibi, bununla da ölünceye kadar
beraber kaldık. Günün birinde bu da hastalanınca, kendisine: "Efendim,
hakkın emri yakın görünüyor. Sizden sonra bana kimi tavsiye edersiniz?"
diye ricada bulundum. Bana dedi ki: "Yavrum, şu zamanda kimseleri
bilmiyorum. Ancak sana Amûriye'deki üstadı tavsiye edebilirim. Onu da bizim
halimiz üzere bulacaksın."
Bu üstadı da defnederek Anadoludaki
Amûriye'ye gidip buradaki üstada müraâcat ettim. O da ricamı kabul etti. Artık
bu üstadla kalıyordum. Bir ara bâzı kazançlarım oldu, koyun ve sığırlarım
vardı. Derken bu üstad da ölüme yaklaştı. Kendisine dedim ki; "Efendim,
beni en son size havale etmişlerdi, şimdi siz kime havale edeceksiniz? Bana,
kimi tavsiye edersiniz?" Üstad da bana dedi ki: "Evladım, yemin
ederim ki seni havale edecek kimseleri bilmiyorum. Hâli, bizını halimizi
andıran birini tanımıyorum. Fakat Mekke hareminden çıkacak olan Peygamberin
zamanı yaklaşmıştır. O'nun hicret yeri de hurmalık bir yer olacaktır.
Kendisinde, Peygamber olduğuna dair alâmetler bulunacaktır. İki omuzu
arasında nübüvvet mührü olacak, hediye olanı yiyecek, sadaka olanı
yemiyecektir. Eğer, bu ülkeye bir yolunu bulup gitmeye gücün yeterse, gitmeni
tavsiye ederim. O'nun zamanimn yaklaştığına dâir nice alâmetler
belirmiştir..."
Nihayet bu üstad da vefat etti. Kendisini
defnettikten sonra, Amûriye'de ikâmete devanı ederek fırsat kolluyordum. Derken
buraya Arabistan'dan bir ticâret kafilesi geldi. Kendilerine dedim ki:
"Eğer beni ülkenize götürürseniz, size elimde bulunan şu koyun ve
sığırlarımın hepsini veririm!" Onlar da bunu kabul ettiler. Birlikte yola
çıktık. Fakat Vâdil-Kurâ denilen yere gelince bana zulmettiler ve beni bir
yahûdiye köle olarak sattılar. Orada hurmalıkları da görerek bana haber
verilen'yer olmasını da çok ümîd etmiştim. Derken Kurayza Oğullarından bir
yahûdî beni, diğer yahûdîden satın alarak Medine'ye getirdi... Vallahi burasını
görünce: "Tamam, İşte bana söylenen yer burasıdır" diyerek
tanımıştım. Efendimin yanında köle olarak kalıyor ve çalışıyordum... Derken
Allah Muhammed'i (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'de Peygamber olarak göndermiş... Fakat ben
köle olduğum için bu hususta haber alamıyordum.
Nihayet Resûlüllah Medine'ye hicret
buyurmuşlar. Gubâ'da ikâmet ediyorlarimş. Bu sırada efendimin amcası oğlu
gelerek "Ey fulan! Allah şu Kayla Oğullarimn belasını versin! Onlar
Gubâ'da bir adamın etrafında toplanmışlar, onun Peygamber olduğunu iddia
ediyorlar" diye bağırıyordu... Ben, onun bu sözlerini işitir işitmez büyük
bir sarsıntı geçirip titremeye başladım ve üzerinde bulunduğum hurma ağacından
aşağıdaki efendimin üzerine düşeyazdım... Zorla kendimi toparlayıp aşağı indim
ve ona hitaben: "Neler oluyor? Nedir bu haber?" diye sordum...
Efendim ise elini kaldırarak suratıma şiddetli bir yumruk attı ve: "Bundan
sana ne! Sen işine bak!" diye haykırdı... Ben de kendisine: "Doğru
söylüyorsun efendim, ben sâdece merakımı saran bir haberin aslim öğrenmek
istemiştim" diyerek işimin başına döndüm.
Sonra bahçeden çıkarak yine bu haberin aslim sormaya başladım. Yolda giderken rastladığım bir kadına
sordum, meğer bu kadımın bütün ev halkı müslüman olmuşlar... Bana Resûlüllâh'ın
bulunduğu yeri tarif etti. Ben akşama kadar sabrettim. Akşamleyin yanımda
bulunan hurmalardan bir miktar alarak O'nun yanına gittim. O, bu sırada Gubâ'da
idi. Huzuruna varıp dedim ki: "Ey Allah'ın resulü, sizin iyi haberiniz
bana ulaşmıştır. Yanimzda da garip kimseler bulunmakta imiş. Sİze bu hurmaları
sadaka olarak yemeniz için getirdim.' Resûlüllah kendileri bu hurmadan
yemediler. ashabına yemeleri için söylediler. Ben kendi kendime dedim ki:
"İşte bu, Peygamberlik alâmetlerinden birisidir."
Sonra dönüp gittim. Resûlüİlah da bu
sırada Gubâ'dan ayrılarak Medine'ye gelmişler.
Ben, bir miktar daha hurma toplıyarak
Resûlüllah'a getirdim ve: "Sizin sadaka olan şeyden yemediğinizi gördüm,
bunu bir hediye ve ikram olarak getirdim" dedim. Resûlüİlah ve ashabı
bundan yediler... Dedim ki "İşte bu, ikinci alâmettir."
Bir defasında ben yine Resûlüllâh'a
gelmiştim. O bu sırada bir cenazenin arkasından gitmekte idi... Ben omuzundaki
nübüvvet mührünü görebilsem diye, arkasına dolaştım. O benim maksadımı sezerek
elbisesini omuzundan aşağıya biraz sarkıtarak benim, nübüvvet mührünü görmemi
sağladı... Aynen bana söylendiği gibiydi... Omuzuna kapanarak onu öpüyor ve
ağlıyordum... Efendimiz bana hitaben: "Şöyle ön tarafa gel yâ Selmân!"
buyurdular. Ben derhal Ön tarafa geçip huzuruna edeple oturdum... O bu sırada,
benim başımdan geçenleri ashabına duyurmak istedi... Ben de hepsini anlattım.
Sözünü bitirince bana hitaben "Ey Selmân! Efendinin seni azâd etmesi için,
kendisiyle anlaşma yap!" buyurdu. Ben de efendime gidip anlaşma yapmasını
istedim, o da
kabul etti, Üçyüz adet hurma .fidanimn
dikilmesi ve kırk okka (çeki) altimn kendisine ödenmesi
şartı üzerinde karar kıldık. ResûlüIlah.Jın ashabı bu hususta bana yardımcı
oldular. Herkes gücünün yettiğince ve yananda bulunan kadarıyla kimi otuz, kimi
yirmi, kjjffî! de on aded hurma fidanı getirerek bunu t-affî^TPİaduk...
Resûlüll&h da bana: "Selmân, fidanları dikeceğiniz çukurları açimz,
fakat dikmeden bana haber veriniz! Her birini ben, kendi elimle dikmek
istenm" buyurdular.
Ben ve Resûİüllah'ın ashabı birlikte
çukurları açtık ve Resûlüllah'a haber verdik. Geldiler ve kendi elleriyle her
bir fidanı yerine koyup düzlediler... Allah'a yemin ederim ki, bu fidanlardan
bir tanesi dahi yozmadan hepsi tuttu. Şimdi sıra para borcumun ödemesindeydi...
Bir gün adamın biri, bâzı mâdenlerden güğercin yumurtası büyüklüğünde altın
parçası getirdi. Resûlüllâh buyurdular ki:
- "Ey Selmân,
al bununla da para borcunu öde!" Dedim ki:
- "Ey Allah'ın Resulü, bu küçücük altın
parçası ile ben, kırk çeki altın borcunu nasıl ödeyeceğim?" Buyurdular ki:
- "Ey Selmân, sen bunu götür ve
tartarak borcunu öde! Şüphen olmasın ki Allah senin borcunu bununla
ödeyecektir! Ona Öyle bereket (ve ağırlık) verecektir ki, Allah isterse borcunu
ödedikten sonra, bir o kadar daha artırır bile!..." .
(Ben, gittim ve bununla da kalan borcumu
ödedim.)
(İmâm-i
Ahmed ve Beyhakfnin diğer tarîkten
rivayetlerinde böyle tasrîh edilmiştir.)
Yine Ebû
Nuaym'ın Ebû Seleme bin Abdurrahman'dan nakline
göre, Selmân'ın önceki Ustadlanndan birinin kendisine şöyle dediği
anlatılmaktadır:
- "...Ey delikanlı, Meryem oğlu
Îsâ'nın kim olduğunu biliyor musun?" Ben:
- "Hayır, bunu işitmedim" dedim.
O dedi ki:
- "Îsâ, Allah'ın Resulüdür. Kim Îsâ'nın ve ondan sonra gelecek
olan Ahmed adındaki
zatın Peygamberliğine inanırsa, Allah o kimseyi dünyanın gamından âhiretin
ferahlığına ve nimetine eriştirir..."
Ben bu üstadın çok iyi bir insan olduğuna
şahit olmuştum. Onun bana ilk öğrettiği şey şu idi: "Allah'tan başka ilâh
yoktur, Meryem oğlu Îsâ Allah'ın resulüdür. Ondan sonra gelecek olan Muhammed
de Allah'ın resulüdür. Öldükten sonra dirilmek de haktır." O bana, namaz
kılmayı da öğretmişti ve demişti ki: "Namaz kılacağın zaman kıbleye dön!
Ateş sana ürperti verse dahi ona iltifat etme. Sen farz olan namazı kilarken,
anan veya baban sana çağırsa bile, namazını kesme! Ancak bir
Peygamber çağırırsa kesersin. Çünkü Allah'ın
Resulü, ancak Allah'ın vahyi ile seni çağırır, kendiliğinden değil... Eğer sen,
Tihama dağlarından (Mekke'den) çıkacak olan Muhammed bin Abdullah'ın zamanına
yetişecek olursan, muhakkak ona imân et ve kendisine benim selâmımı
söyle." Ben de kendisine dedim ki:
- "Efendim bana Muhammed'in sıfatim anlatır mısın?" O dedi ki:
- "O, âlemlere rahmet olarak gönderildiğinden
kendisine "Nebiyyü'r-Rahme" yâni rahmet Peygamberi denilecektir,
babasının adı Abdullah olacaktır... Tihama dağlarından çıkacaktır... Son derece
mütevazı olup deveye, merkebe, ata ve katıra da binecek; hür olanla köle olan
yanında eşit olacaktır... Rahmet, O'nun hem kalbinde hem de uzuvlarında dopdolu
olacaktır... İki omuzu arasında güvercin yumurtası büyüklüğünde bir mühür
bulunacaktır. Bunun zahirinde: "Her nereye teveccüh etsen, Allah'ın
yardımı seninle olacaktır" mealinde bir yazı; bâtimnda ise: "Allah
birdir, O'nun hiçbir ortağı yoktur! Muhammed de O'nun resulüdür!" diye
yazılmış olacak... O, hediye olandan yiyecek, sadaka olandan yemiyecek... Ne
bir muâhide, ne de bir
müslümana, asla zulüm etmiyecek..."
(Nübüvvet mührünün, zahirdeki ve bâtındaki
yazılarından söz eden bu rivayet, münker sayılmıştır.)
Beyhekî ve Ebû Nuaym'ın
Büreyde tarikiyle yaptıkları rivayette, Selmân demiş ki; "Ben, efendimle
muayyen bir miktarda fidan dikilmesi şartı ile anlaşma yapmıştım, bu fidanların
tutması ve meyve vermeye başlaması da şart idi. Peygamberimiz geldiler fidanları
kendi elleriyle diktiler. Bir tanesini ise Ömer dikmişti.,. Aynı yıl fidanlar tuttu ve meyve
verdi. Bir tanesi ise
vermedi... Peygamberimiz:
- "Bunu kim dikmişti?"
buyurdular. Kendisine:
- "Ömer dikmişti" denildi. O bunu çıkarıp yeniden
kendi elleriyle dikti. Bu fidan da yılında meyve verdi..."
İbn-i Sa'd ile Ebû Nuaym'ın
Osman en-Nehdî tarikiyle sevkettikleri rivayete göre ise, Selmân: "Bir
tanesini de ben dikmiştim. Bu ise, yılında meyve vermedi..." demiştir.
Hâkim ve Beyhekî'nin
Ebû't-Tufeyl'den rivayetlerinde de Selmân, geriye kalan nakit borcunu nasıl
ödediği konusunda şunları söylemiştir: "Peygamberimiz (sallallahü
aleyhi ve sellem) bana, şu kadar, yâni bir dirhem
büyüklüğünde bir altın parçası verdi ve buyurdu ki: "Al bununla da kalan
nakit borcunu Öde! Bu o kadar ağır gelecektir ki, karşılığında Uhud dağı olsa
bile, yine ağır basacaktır!" ,
(Yâni Selmân, "Benim her iki borcum
da, Resûlüllâh'ın
birer mucizesi olarak ödendi" demek istiyor...)
Nitekim İmâm-ı Ahmed ile Beyhekî'nin
diğer bir tarîkten rivayetlerinde şöyle denilmiştir: "Resûlüllâh Efendimiz
bana bu altın parçasını verdiği ve: "Bununla borcunu öde!" dediği
zaman, ben: "Bu azıcık altın ile, borcumu nasıl ödeyeceğim?"
demiştim. Bunun üzerine Resûlüllâh bu altın parçasının her iki tarafim mübarek
tükrükleri ile ıslatarak bana verdiler ve: "Allah bununla senin borcunu
elbette Ödeyecektir!" buyurdular... Ben de bunu alarak gittim ve onu
tarttılar, kırk çekilik borcumun yerine yeter buldular ve böylece, borcumu
ödemiş oldum..."
Yine İbn-i İshâk ile Beyhekî'nin
rivayeti şöyledir: Asını bin Ömer bin Katâde demiştir ki: "Bizim
büyüklerimizden bâzıları şöyle anlatırlardı: "Resûlüllâh Efendimiz'in
geleceğine dâir haberler konusunda bizden daha bilgili kimse yoktu... Zira
bizim aramızda kitap ehli olan yahûdiler yaşardı. Biz ise putlara tapardık...
Onlar bize kızdıkları zaman derlerdi ki: "Putları kıracak ve Tevhîd dinini
yayacak olan Peygamberin gelmesi iyice yaklaşmıştır... O çıktığı zaman biz ona
îmân edeceğiz ve onunla birlikte sizi öldürüp yok edeceğiz... İşte o zaman,
görürsünüz siz." Derken Allah Resulünü gönderdi, bizler kendisine ihlâs ve
samimiyetle imân ettik... Yahudiler ise küfür ve inkâr ettiler... Yüce Allah,
Kur'ân'daki şu âyetini de İşte bu hususta indirmiştir:
"...Onlar, daha önce inkâr edenlere
karşı yardım isteyip duruyorlardı. O bildikleri (Kur'ân) kendilerine gelince
onu inkâr
ettiler... Artık Allah'ın laneti,
inkarcıların üzerine olsun!" [36]
Beyhekî ve Ebû Nuaym Ali
el-Ezdî'den şöyle nakleder: "Yahûdiler dua eder ve derlerdi ki: Ey
Allah'ım, bizını için bu Peygamberi gönder de, bizınıle diğer insanlar arasında
hakemlik yapsın..."
Yine Beyhekî ile Hâkim'in İbn-i Abbâs'tan
rivayeti şöyledir. O demiştir ki: "Hayber yahûdileri Gatafân ile harbeder ve onlara yenilirler idi. Şu
şekilde dua ederek Allah'a sığimrlardı: "Ey Allah'ımız! Bize göndermeyi
va'dettiğin şu Nebiyyi Ümmî Muhammed hürmetine düşmanlarımıza karşı bize yardım
et!..." Onlarla karşılaştıkları zaman da böyle dua ederler ve neticede
zafer kendilerinin olurdu... Ne zaman ki Allah, Resûlü'nü gönderdi; O'nu inkar
ettiler... Allah da onlar hakkında: "...Halbuki onlar, inkâr edenlere
karşı yardım isteyip "duruyorlardı..." mealindeki âyetini
indirmiştir. [37]İbn-i
İshâk, Ahmed, Buhârî Târih'inde,
sahihtir kaydiyle Hâkim, Beyhekî, Taberânî ve Ebû Nuaym;
Mahmûd bin Lebîd'den, o da Seleme bin Sülâme'den rivayet ederler. O demiştir
ki: "Bizim aramızda yahûdiler de yaşardı. Bir gün onlardan biri
Abdü'l-Eşhel Oğullarına hitaben şöyle diyordu: "İyi biliniz ki öldükten
sonra dirilmek var, kıyamet, cennet ve cehennem var... Hesâb ve mîzân var... Bu
azab yeri olan cehennem, öldükten sonra dirilmenin hak olduğuna inanmıyan
müşrikler içindir... Onlar burada yanacaklar..."
Bu olay, Peygambetirniz'in
gönderilmesinden az önceye rastlıyordu. Kendisine dediler ki: "Sen ne
diyorsun? Hiç insanlar öldükten sonra dirilir mi? Yaptıklarından dolayı hesab
mı verirler?" O da cevabında dedi ki: "Hakk Teâlâ'ya yemin ederim ki,
şimdi sizler bana, âhiretteki cehennemden kurtulmam karşılığı olarak
birbirinizin evindeki iyice yandırılmış ve kızdırılmış bir fırına girmemi
söyleseniz, hiç tereddüd etmem bu fırına girerim!... Yeterki cehennemden
kurtulmuş olayım..." Kendisine dediler ki: "Bu söylediklerinizin
doğru olduğunun alâmeti nedir?" O da dedi ki: "Şu Mekke veya Yemen
tarafından gönderilecek olan bir Peygamberdir...
O, bunların doğruluğunu isbât edecektir..." Dediler ki: "Peki sen
bunu ne zaman göreceksin?" O da bana işaret ederek dedi ki: "İşte şu
genç O'na yetişecektir!"
Sabahtır, akşamdır derken, Allah Resûlü'nü
gönderdi... Artık O, aramızdadır... Bizler O'na imân ettik ve O'nun bize
getirip tebliğ ettiği şeylerin hepsini tasdik eyledik. O bize hutbeler okuyan
yahudi ise O'na inanmıyordu. Şüphesiz bile bile hasedinden inkâr ediyordu. Bir
gün kendisine dciik ki: "Ey yahûdî! Sen değil misin, bize Peygamberimizin
geleceğine v<- gelmesinin yaklaştığına dâir hutbeler okuyan? Şimdi sana ne
oluyor d' O'nu inkâr'ediyorsun?" Bize cevabında: "Benim dediğim, o
değil" diyordu..."
Beyhekî, Taberânî, Ebû Nuaym ve
"El-Hevâtif" adlı eserinde el-Harâitî, Halîfa bin Abde'den rivayet
ederler. O demiştir ki: "Ben, Adiyy bin Rabîa'nın oğlu Muhammed'e sordum:
"Baban sana o câhiliye devrinde, bu Muhammed adim nasıl vermiş?"
dedim. O da dedi ki: "Bunu ben de babama sormuştum. O bana demişti ki:
"Ben, Temîm oğullarından Süfyân bin Mücâşı1, Yezîd bin Ömer, Üsâme bin Mâlik ile
sefere çıkmıştım. Şam'a vardığımız zaman, üzerinde ağaçlar bulunan bir su
birikintisinin yanına indik. Bir din adamı olduğu anlaşılan biri, yukarı
tarafımızdan seslenerek: "Kimlersiniz?" diye sordu. Biz: "Mudar
kabilesindeniz" diye cevap verdik. O dedi ki: "Yakında sizin
içinizden bir Peygamber çıkacak, ona derhal inanimz, bütün kuvvetiniz ve
dikkatiniz ile onun söylediklerini kabul ediniz! Bu taktirde doğru yolu
bulursunuz!... Biliniz ki, o, Peygamberlerin
sonuncusudur..." Biz: "Onun adı ne olacak?" diye sorduk. O,
"Muhammed olacak" dedi. İşimizi bitirip seferden döndük. Bu dört
arkadaştan her birimiz, çocuğu olduğu zaman ona "Muhammed" adim
koydu."
İbn-i Sa'd,
Saîd bin el-Müseyyib'in şöyle dediğini nakleder: "Araplar, gerek kitap
ehli yahûdî ve nasrânilerden, gerek bâzı kâhinlerden, "Arapların içinden
bir Peygamber gelecek, adı Muhammed olacak" diye îşitirlerdi... Bunu duyup
da çocuğuna Muhammed adı verenler çok olmuştur..."
Yine İbn-i
Sa'd, Katâde bin Sekenden şöyle rivayet eder:
"Temîm Oğulları içinde Muhammed bin Süfyân bin Mücâşi' vardı ve kendisi
papaz idi... Babasına: "Arabın içinden Muhammed adında bir Peygamber gelecek" demişti. Babası da ona Muhammed
adım verdi..."
Beyhekî'nin
Mervân bin Hakemden nakline göre, Muâviye bin Ebû Süfyân demiştir ki:
"Bana babam Ebû Süfyan şöyle anlatmıştı: Ben, Ümeyye bin Ebû's-Salt ile
Şam'a gitmiştim. Nasrânilerin yaşadığı bir karyeye geldik. Onlar Ümeyye'yi
gördükleri zaman ona çok büyük ta'zîm ve tekrimlerde bulundular ve kendileriyle
birlikte gitmesini istediler... Ümeyye bana dedi ki: "Ey Ebû Süfyân,
benimle beraber sen de git! Öyle bir adamın yanına gidiyoruz ki, nasraniyetle
ilgili bütün bilgiler onun yanında toplanmıştır. Ben, "Seninle birlikte
gitmek istemiyorum" dedim ve gitmedim. O gitti ve döndüğü zaman bana dedi
ki: "Sana söyliyeceklerimi, kimselere anmıyacağına dâir söz verir
misin?" Ben: "Söylemem" dedim. O dedi ki: "Yanına
gittiğimiz nasrânî âlimi: "Beklenen Peygamber gelmiştir!" dedi. Onun
bu sözünden, kendimin Peygamber olduğunu zannettim. O, sözüne devamla dedi ki:
"O, sizden değil Mekke ehlindendir." Ben: "Onun nesebi nedir?"
diye sordum. "Kavminin en hayırlı ailesinden" dedi ve ilâve etti:
"Eğer alameti nedir, dersen; Şam şehri, Îsâ'dan sonra tam seksen defa
sarsılmıştır... Geride bir sarsıntı daha vardır ve bunun zararı büyük
olacaktır..." Biz geriye döndük. Seniyye'ye yaklaştığımız zaman binitli bir
adama rastladık, "nereden?" diye sorduk. "Şam'dan" dedi.
Yeni bir olayın olup olmadığim sorduk. O: "Evet, Şam'da büyük bir sarsıntı
oldu ve pek büyük zarar ve tahribata sebebiyet verdi" diye
cevapladı..."
Ebû Nuaym,
Ka'b ve Vehb bin Münebbih'ten şöyle nakleder: "Kral Buhtu Nasr, uykusunda
büyük ve korkunç bir rü'yâ görür. Uyandığı zaman, rü'yamn dehşetiyle nasıl bir
rü'yâ gördüğünü hatırlıyamaz... Kâhin ve sihirbazlarim çağırıp, çok sıkıntılı
ve korkulu bir rüya gördüğünü, uyanınca bunu unuttuğunu ve bu gördüğü rü'yanın
yorumunu yapmalarim ister... Onlar da: "Rüyanı anlat da tâbîr edelim"
derler. O: "Unuttum" der. Onlar da: "Rü'yanı bize anlatmadıkça
bizını onu tabir etmemiz mümkin değildir" derler.
Bunun üzerine o, Danyâl (aleyhisselâm)'ı çağırtıp rü'yasınm tâbirini ondan
istiyor... Danyâl (aleyhisselâm)
da diyor ki: "Sen rü'yanda büyük bir put görmüşsün, ayakları yerde, başı
semâda olan öyle bir put ki, yukarısı altından, ortası gümüşten, aşağısı ise
tunçtan... Bacakları demirden, ayakları tuğladan... Sen ona bakarken hayran
olup kalmışsın, onun güzelliğinden, ondaki san'atm sağlamlığından dehşete
kapılmışsın... Tam bu sırada Allah yukarıdan bir taş göndermiş, bu taş o
heybetli putun tepesine inmiş ve onu un gibi ufalamış... Onun altim,
gümüşü,demiri, tuncu ve tuğlası birbirine karışmış... Sen bu sırada demişsin
ki, "Bütün insanlar bir araya gelseler, un gibi ufalanan ve bütün
maddeleri birbirine iyice kansan şu putun madenlerini birbirinden ayırmaya güç
yetiremezler! Şimdi bir rüzgar esse bütün bunları havaya savurur!..." Evet
sen, kendi kendine böyle derken, o semadan inen taşın da giderek büyüdüğünü
görüyordun... O kadar ki, o taş bütün yeryüzünü kaplamış, sen de ya gökyüzünü
veya o taşı görüyordun, başka birşey göremiyordun..." Kral Buhtu Nasr da:
"Evet doğru söylersin, gördüğüm rü'yâ aynen budur. Fakat bu rü'yanm tabiri
nedir?" der. O da der ki: "Gördüğün put, çeşitli zamanlarda yaşayan
ümmetlerdir... Gökten inen taş ise, Allah'ın ahir zamanda göndereceği hak dine
işarettir. Allah, Araplar arasından bir Peygamber gönderecek, o, bütün dinler ve ümmetler üzerine
zahir ve galip olacak... Allah onun sayesinde bütün dinleri ezip silecek...
Rü'yandaki gökten inen taşın, o putu ezdiği gibi.
İbn-i Asâkir'in Dımeşk Târihinde Îsâ bin Dab'dan şöyle rivayet edilmiştir:
Ebû Bekir es-Sıddık buyurdu ki: Ben Kabe'nin yanında oturuyordum. Orada Zeyd
bin Nüfeyl de vardı. Derken Ümeyye bin Ebi's-Salt yanımızdan geçti ve dedi ki:
"Şu beklenmekte olan Peygamber, yâ bizden, yâ sizden,- yâ da Filistin
ehlinden çıkacaktır." Zeyd bin Nüfeyl de: "Ben bu hususta daha önce
bir şey duymuş değilim" diyerek karşılık verdi... Ben, Varaka bin Nevfel ile
görüşmek üzere oradan ayrıldım. Varaka'ya gittiğim zaman, kendisine bu konuşulanları
anlattım. O bana dedi ki: "Ey kardeşim oğlu, evet doğrudur. Kitap ehli ve
âlimler bize haber verdiler ki, bu beklenen Peygamber, arabm en hayırlı ve en
şerefli ailesinden çıkacaktır. Benim neseb ilmine de vukufum vardır, senin
kavmin neseb bakımından arabm en hayırlı kavmidir." Dedim ki: "Ey
amca! O, neler söyleyecek?" Varaka: "Kendisine ne vahyedilirse onu söyleyecek"
defli ve ilave etti: "Şu kadar var ki O, ne başkasına zulmeder, ne de
kendisine zulüm edilmesine fırsat verir." Vaktaki Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) Peygamber olarak
gönderildi, ben de O'na hemen îmân ettim ve O'nu bütün kalbimle tasdik
eyledim."
- Tayâlisî, Beyhekî ve Ebû
Nuaym Zeyd bin Nüfeyl'in oğlu Saîd'den
şöyle rivayet ederler: "Zeyd bin Artır bin Nüfeyl ve Varaka bin Nevfel hak
dînin ne olduğunu aramaya çıkıp Musul'a giderler... Oradaki bir râhib, Zeyd'e
der ki: "Sen neredensin?" Zeyd: "İbrahim (aleyhisselâm)'ın yurdu Mekke'den" diye cenaplar.
O da der ki: "Peki, buralarda ne arıyorsun?" Zeyd: "Hak dîni
arıyorum!" der. Râhib de der ki: "Yurduna dön! Çünkü aradığın hak
dînin oradan çıkması yaklaşmıştır..."
Ebû Ya'lâ,
Beğavî, Taberanî, Beyhekî, Ebû Nuaym ve
sahihtir kaydiyle Hâkim;
Üsâme bin Zeyd'den şöyle rivayet ederler: Babası Zeyd bin Harise demiştir ki:
"Peygamberimiz (sallallahü
aleyhi ve sellem) Zeyd bin Nüfeyl'e kavuşmuş ve ona demiş
ki: "Ey Amca! Sebeb nedir ki kavmin sana buğzediyor?" O da demiş ki:
"Onların bana kızmaları, benim kendilerine karşı bir kötülüğüm olduğundan
değildir. Sa'dece ben kendilerine, doğru yolda olmadıklarim söylemişimdir...
Nihayet hak dînin ne olduğunu aramak maksadı ile çıktığım zaman Cezire'ye
gelmiştim. Buradaki şeyhe maksadımı söylediğim zaman, bana: "Sen
kimsin?" diye sormuştu. Ben de: "Beytullâh'ın bulunduğu
yerdenim" diye cevap vermiştim. O da bana demişti ki: "Aradığın hak
dîni yayacak olan Peygamber, senin ülkenden çıkacaktır, zamanı da
yaklaşmıştır... Ülkene dön, O'na inan ve kendisini tasdik et."
Bunun üzerine döndüm. Fakat şimdilik o
Peygamber çıkmış da değil..." Zeyd bin Harise der ki: Zeyd bin Nüfeyl, Peygamber
Edendin Iz'e Peygamberlik verilmeden önce vefat etti.
İbn-i Sa'd ve Ebû Nuaym Amir bin Rabîa'dan rivayet eder. O şöyle
demiştir: "Ben, Zeyd bin Amr bin Nüfeyl'e Hirâ'ya giderken yolda
rastladım. O, kavmiyle arasını iyice açmıştı. Onların putlara tapmasını kimyor
ve onlara şiddetle muhalefet ediyordu. Zeyd bana dedi ki: "Ey Amir, ben
kavmime muhalefet edip İbrahim (aleyhisselâm)ın
dinine tabi oldum. Ben şu günlerde bir Peygamberin çıkmasını bekliyorum. Bu
Peygamber İsmail Oğullarından ve Abdül-Muttalib soyundan çıkacaktır...
Adı Ahmed olacaktır.
Ben ona yetişirsem derhal imân edip onu tasdik edeceğim, alenen şehadette
bulunacağım... Eğer kendisine yetişemez-sem ve sen benden daha uzun yaşayıp da
ona yetişecek olursan; kendisine benden selâm söyle ve hiç çekinmeden ona imân
et! Yâ Amir, bana verilen bilgiye göre, onun hakkındaki bâzı alâmetleri sana
söyliyeyim de bu hususta tereddüdün kalmasın. O'nun boyu, ne uzun olacak, ne de
kısa; saçı ne çok olacak, ne az... Gözlerinde devamlı bir kırmızılık
bulunacak... Adı Ahmed olacak
ve şu beldede (Mekke'de) doğacak, yine bu beldede Peygamberliğini tebliğ
edecek. Sonra kavmi kendisini bu şehirden çıkaracak, çünkü onlar O'na
inanmıyacaklar, O'nun tebliğ ettiği şeylerden hoşlanmayacaklar... O da Yesrib'e
(Medine'ye) göçecek... Dînini orada yayacak... Sakın hâ O'nu görmezlikten
geleyim deme! Bilirsin ki ben, hak dîni bulabilmek için nice beldeler dolaştım,
fakat karşılaştığım din âlimlerinin bana verdikleri bilgiler, İşte bu
merkezdedir... Karşılaştığım bu âlimler bana, geleceğini bildirdikleri bu
Peygamberden sonra bir daha Peygamber gelmeyeceğini de haber
vermişlerdir..."
Amir bin Rabîa diyor ki: "Resulüllâh
Efendimiz Peygamberliğini ilân ettikleri zaman, kendilerine gidip Zeyd bin
Nüfeyl'in bu söylediklerini anlattım ve müslüman oldum. Peygamberimiz onun
hakkında rahmet diledi ve buyurdu ki:
"Ben onu, eteğini sürüyerek cennette
gezinirken gördüm."
İbn-i Sa'd,
eş-Şa'bî yoluyla Zeyd bin el-Hattâb'ın oğlu Abdurrahman'dan rivayet eder. O
demiştir ki: "Zeyd bin Nüfeyl bana şöyle anlattı: Ben, Şam'da idim. Orada
bir rahible karşılaştım ve puta tapıcılıktan, yahûdîlik ve nasrânîlikten hiç
hoşlanmadığımı, bunları asla doğru görmediğimi ona söyledim. Rahib bana dedi
ki: Öyle sanıyorum ki sen İbrahim'in dînini arıyorsun! Fakat şimdiki zamanda bu
din ile amel edilmemektedir... Sen kendi ülkene (Mekke'ye) dön! Oradan büyük
bir Peygamber çıkacak, İbrahim'in dînî olan Hanîflik dinini yayacak ve bu
Peygamber, Allah indinde en hayırlı ve en şerefli bir kul olacak!..."
Ebû Nuaym,
Ebû Ümâme el-Bâhilî tarîki ile Amr bin Absetü'S'Sülemî'den nakleder. O şöyle
demiştir: "Ben, câhiliye devrinde kavmimin dînini terk ettim, onların
taşlara tapmakla bâtıl yolda oldukları kanaatinde idim... Derken ehl-i kitaptan
bir adama rastladım ve ona: "En faziletli din hangisidir?" diye
sordum o dedi ki: "Mekke'den bir adam çıkacak, kavminin tanrılarim
terkedecek, insanları başka bir dine çağıracak... İşte bu adam, en faziletli
dîni getirecek! Onun çıktığim duyarsan, gider
kendisine uyarsın."
Ondan bu sözleri duyunca, bütün arzum
Mekke'ye gitmek idi. Gittim ve yeni bir olay çıkıp çıkmadığim sordum.
"Hayır" cevabim aldım. Ailemin yanına döndüm, tekrar Mekke'ye gidip
aynı şeyi soruyor, "hayır" cevabim alıyordum... Artık, Mekke'den
çıkış yapan kervanlan karşılayıp yeni bir olay olup olmadığim soruyor, yine
"hayır" cevabim alıyordum... Bir gün yol üzerinde oturuyordum. Bir
binitli geldi, kendisine: "Nereden geliyorsun?" diye sordum.
"Mekke'den" dedi. Dedim ki: "Bir haber var mı?" Dedi ki:
"Evet, bir adam çıktı, kavminin tanrılarım tanımıyor! İnsanları yeni bir
dine çağırıyor." Bunun üzerine ben, "İşte beklediğim adam
budur!" dedim ve hemen Mekke'ye gelip O'na iman etmek istedim. Gördüm ki,
kendisini gizliyordu. O'na:
- "Sen
kimsin?" diye sordum. O:
- "Peygamber" diye cevapladı. Dedim ki:
- "Peygamber
nedir?" Dedi ki:
- "Resul,
yani bir elçi." Dedim ki:
- "Seni elçi
olarak kim gönderdi?" Dedi ki:
-
"Allah!"
- "Ne ile
gönderdi?"
-- "Akrabaya iyilik etmek, haksız
yere kan dökmemek, kız çocuklarım diri diri kuma gömmemek, yol emniyetini
sağlamak, putları kırmak, yalnız Allah'a ibâdet edip hiçbir şeyi O'na ortak
koşmamak ile!..."
- "Allah seni, ne güzel şeylerle
göndermiş! Sen şâhid ol ki, ben sana îmân ettim ve seni tasdik eyledim! Artık
senden ayrılmam!" Buyurdu ki:
- "Bak, insanlardan ne çektiğimi,
onların buna ne kadar kızdıklarim görüyorsun. Bu durumda sen, benimle birlikte
bulunmağa güç yetiremezsin... Sen yurduna dön, ben buradan başka bir yere
çıktığım zaman gelir benimle birlikte olursun..."
Vaktaki Peygamberimiz Mekke'den
ayrılıp Medine'ye göç ettiler, ben de Medine'ye gidip kendisiyle beraber
olanların arasına katıldım..."
(Bu rivayeti İbn-i Sa'd,
Amr bin Abse'den Şehr bin Havşeb tarikiyle nakleder).
Ebû Nuaym ve İbn-i Asâkir Ebû
Hilreyre'den rivayet eder. O şöyle demiştir: "Edindiğim bilgilere göre,
İsrâ'il Oğulları, Buhtu Nasr'ın kesin galebesinden sonra çeşitli ülkelere
dağılmışlar... Onlar kendi kitaplarında Muhammed (aleyhisselâm)'ın sıfat ve alâmetlerini okurlar ve
O'nun Arap karyelerinden hurmalıklı bir kasabada çıkacağim söylerlerdi. Şam'dan
ayrıldıkları zaman, Yemen ile Şam arasındaki Arap kasabalarimn hangisinin buna
uyduğunu araştırmışlar, söylenen kasabanın Yesrîb, yâni Medine olduğunu
görmüşler ve gelecek olan Peygambere kavuşup O'na ümmet olmak isteğiyle
Medine'ye yerleşmişler... Hattâ Hârûn Oğullarından Tevrat'ı bilen bâzıları da
Medine'ye bu maksatla yerleşmişler... Henüz gönderilmemişken, Muhammed'in
Peygamberliğine inanmışlar ve kendileri hayatta iken geldiği takdirde O'na
inanmalarim çocuklarına tavsiye etmişlerdir... İşte bunların neslinden
bâzıları; Hazret-i Muhammed'in Peygamber olarak gönderildiği günlere ve O'na
yetiştikleri halde, bile bile inkâra yönelmişlerdir..."
Ebû Nuaym Hassan bin
Sâbit'ten nakleder. O demiştir ki: "Vallahi ben,
babamın evinde yedi yaşında çocuk iken, gördüğüm ve duyduğum şeyleri hiç
unutmazdım. Bir gün babamla birlikte idik. Evimize bir genç geldi, adı da Sabit
bin Dahhâk idi. Konuşmaya başladı ve dedi ki: Kurayza'lı bir yahûdi şöyle iddia
ediyor: "Yahudilerin kitabı gibi bir kitap getirecek olan bir Peygamberin
gelmesi iyice yaklaşmıştır! O çıktığı zaman sizi kılıçtan geçirecektir..."
Yine Hassan diyor ki: Vallahi, bir gece
seher vakti idi ve ben evin damı üzerinde idim. Bir ses duydum. Bu bir
yahûdinin sesi idi. Medine evlerinden birinin üzerine çıkmış ve bütün sesi ile
bağırıyordu. İnsanlar da etrafına toplandı, "Ne var? Niye
bağırıyorsun?" diye çıkıştılar. O diyordu ki: "İşte, Ahmed'in yıldızı doğdu!... Bu
yıldız, ancak Peygamberliğin alâmeti olarak doğar! ve Ahmed'den başka gönderilecek
bir Peygamber de kalmamıştır!..." Onun böyle söylemesi üzerine insanlar
gülüşmeye başladılar ve onun söylediklerine hayret ettiler."
(Bunu rivayet eden Hassan bin Sabit, tam
yüz yirmi sene yaşamıştır. Bu yaşamın altmış senesini câhiliyede geçirmiş,
altmış senesini de İslâm'da yaşamıştır).
Vâkıdî ile Ebû Nuaym Huvaysa bin Mes'ûd'dan naklederler. O demiştir
ki: "Biz, yahudilerle birlikte yaşardık. Onlar derlerdi ki:
"Mekke'den bir Peygamber çıkacak,
adı Ahmed olacak... O
son Peygamber olacak. O'na ve O'nun geleceğine
dair kitaplarımızda bilgiler vardır ve bu hususta bizden söz
alınmıştır..."
Onlar, tam O'nun sıfatim anlatacakları sırada, uzaktan bir ses duyuldu.
Ses, Abdü'l-Eşhel Oğullarimn yurdundan geliyordu. Kavmim sesi duyunca, yeni bir
olay mı var, diye telaşlanıp korktular. Baktık, ses duyulmaz oldu... Sonra yine
biri bağırıyordu ve diyordu ki: "Ey Yesrîb halkı, İşte Ahmed'in yıldızı doğdu,
kendisi de doğmuştur!" Tabiî biz onun bu sözlerinden hayrete düşmüştük...
Sonra bir ara bunlar unutuldu. Sağ olanlardan niceleri vefat etti, küçükler
büyüdü. Tabiî, ben de büyüyüp adam oldum. Derken bir ses yine haykırıyordu:
"Ey Medine halkı! Gerçekten Muhammed çıktı ve Peygamberliğini ilân etti! Mûsa (aleyhisselâm)'a
gelen vahiy meleği Cebrâîl, O'na da geldi..."
Aradan bir zaman geçmemişti ki, gerçekten
Mekke'de bir adam çıkıp Peygamberliğini
ilân etmişti... Olay üzerine bizden Mekke'ye gidenler oldu. Bâzıları da
gecikmişti. Bana da, Peygamber Mekke'deyken müslüman olmak kısmet olmamıştı...
Halbuki iki genç o sırada müslümanlığı kabul etmişlerdi... Ben ise, Peygamber
Medine'ye teşrif edinceye kadar, müslüman olmayı geciktirmiş oldum..."
İbn-i Sa'd ve Ebû Nuaym İbn-i Abbâs'tan
rivayet ederler. O şöyle demiştir: "Kurayza, Nadîr, Fedek ve Hayber
yahûdileri okudukları kitaplarında, Peygamberimize âit vasıfları görüp biliyor, O'nun Mekke'den çıkıp
Medine'ye hicret edeceğini söylüyorlardı... Yine onlar, Peygamberimiz doğduğu
zaman: "Ahmed dünyaya
geldi, O'nun yıldızı doğdu..." diyorlardı. Vaktaki Peygamber
Efendimiz Peygamberliğini ilân ettiler, bile bile inkâr cihetine
gittiler..."
Yine İbn-i Sa'd ile Ebû Nuaym ve İbn-i Asâkir Ebû
Nemle'den rivayet ederler. O da şöyle demiştir: "Kurayza Oğulları
yahûdîîeri Resûlüllâh'a
âit vasıfları kitaplarında okurlar ve çocuklarına okuturlardı... O'nun adım,
çıkacağı ve hicret edeceği yeri öğretirlerdi... Vaktaki Peygamberimiz zuhur
ettiler, onlar da O'nu, bile bile ve sırf hasedlerinden inkâr ettiler ve O'na
düşman oldular..."
Ebû Nuaym,
Ebû Saîd el-Hudrî'den ise şöyle rivayet eder: "Ben, Ebâ Mâlik bin
Sinan'dan işittim, şöyle anlattı: "Bir gün ben, Abdü'l-Eşhel oğullarına
gitmiştim. Ehl-i kitaptan Yûşâ diyordu ki: "Mekke'den çıkacak olan Ahmed adındaki
Peygamberin çıkması yakındır." Kendisine: "Alâmeti nedir?" diye
sordular. Dedi ki: "O, ne uzun boylu, ne de kısa boyludur. Gözünde devamlı
bir kırmızılık vardır. Elbisesi, ihram kabilinden bir örtüdür. Biniti
merkeptir, kılıcı omzundadır. Hicret yurdu burası, yâni Medine'dir."
Ben, kabilem Hadret Oğullarına döndüğüm
zaman, büyük bir hayret içinde idim... içimizden biri böyle söylüyor, Yûşâ
böyle söylüyor, Medine'deki bütün yahûdiler böyle söylüyordu... Bir gün Kurayza
Oğullarına gittim, orda toplanmışlar, Peygamberimiz hakkında konuşuyorlar... Zübeyr İbn-i Bata dedi
ki: "Sâdece bir Peygamber geleceği zaman doğup görünen kırmızı yıldız İşte
doğmuştur. Ahmed'den
başka gönderilecek Peygamber de kalmamıştır... O'nun hicret edeceği yer de İşte
burası, yâni Medine'dir..."
Ebû Nuaym, Mahmûd bin Lebîd'den, o da Muhammed bin Seleme'den
rivayet eder. Şöyle demiştir: "Eşhel Oğullarında bir tek Yahûdî vardı;
Yûşâ... O diyordu ki: "Mekke'den çıkacak olan Peygamberin çıkması
yakındır. Ben gencim, kimin ömrü müsâid olur da O'na yetişirse, mutlaka O'na
inansın. O'nu tasdîk etsin!"
Derken çok geçmedi. Allah Resulünü
gönderdi. Bizler O'na imân ettik. O artık aramızda idi. Yûşâ ise hasedinden
O'na inanmadı..."
Ebû Nuaym'ın
Abdullah bin Selâm'dan rivayeti ise şöyledir. O demiş ki: "Kral Tübba Medine yakınma kadar gelmişti. Medine
Yahudilerinin söylediklerine itimad ederek ölmeden, Peygamber Efendimize
imân etmiştir."
İbn-i Sa'd'ın
İkrime'den, onun İbn-i Abbâs'dan, onun da Übey bin Ka'b'dan rivayeti ise şöyledir:
Kral Tübba, Medine yakimndaki Kınat denilen yere geldiği zaman, yahudi
hahamlarim çağırtıp, "Ben bu şehri tahrib edeceğim!" dedi. Yahudi
Şamun da dedi ki: "Ey melik, adı Ahmed olan bir Peygamber Mekke'den çıktığı zaman, onun
hicret yurdu burası olacaktır ve senin şu bulunduğun yerde o, büyük bir savaş
yapacaktır. Kendilerinden ve düşmanlarından çok kimseler yaralanacak ve öleceklerdir..."
Tübba1 dedi ki: "O zaman onunla kimler savaşacak?" Şamun şu cevabı
verdi: "Kendi kavmi Mekke'den gelerek onunla çarpışacaktır." Tübba:
"Onun kabri nerede olacak?" diye sordu. Şâmun, "Bu beldede"
diye cevapladı. Kral: "O savaştığı zaman, hezınıet hangi tarafta
olacak?" dedi. Şamun: "Bazen onun tarafında, bâzan da düşmanları
tarafında" dedi ve ilave etti: "Senin şu bulunduğun yerde, onun
ashabından bir çoğu şehid düşecekler. Sonra kesin zafer O'nun olacak ve O,
iyice zahir ve gâlib bulunacak." Tübba': "Onun alâmetleri
nedir?" diye sordu. Şamun dedi ki: "O, ne kısa boylu, ne de uzun
boylu bir adamdır. Gözlerinde bir kırmızılık bulunacak. Merkebe binecek,
elbisesi bir örtüden ibaret bulunacak. Kılıcı omuzunda olacak. Kesin zafer
kazanıp dinini yerleştirinceye kadar, kiminle karşılaştığına hiç aldırmıyacak;
hiçbir düşmandan korkmayacak..."
İbn-i Sa'd Abdil'l-Humeyd bin Cafer'den, o da babasından
rivayet eder. O demiştir ki: "Zübeyr bin Bata, yahûdilerin en âlimi idi.
Bize şöyle anlatmıştı: "Babam Tevrat'a ait bir kısını evrakı benden
saklamıştı. Bu evrakta: "Ahmed adında bir Peygamber gelecek, Mekke'de doğup Peygamberliğini ilan edecek. Şu ve şu alâmetleri
bulunacak" diye yazıyordu. Zübeyr bin Bata, babasının ölümünden sonra
bunları anlatırdı, henüz Peygamberimiz de çıkmış değildi. Vaktaki Peygamberimiz,
Peygamberliğini ilan ettiler; o bunu duyunca hemen yanındaki Tevrat'a âit
evrakı imha etti ve Peygamberimize âit alâmetleri tamamen gizledi. Kendisi de: "Bu
o değildir" diyerek inkâr eyledi."
(Kurayza ve Nadir Oğullarimn hahamlarimn
da böyle davrandıklarına dâir bir rivayeti de Ebû Nuaym;
Sa'd bin Sabit tarikiyle nakletmiş tir).
Ebû Nuaym, Zeyyâd bin Lebib'den nakleder. O şöyle demiştir:
"Bir gün ben Medine evlerinin birinin damında idim. Bir ses duydum,
diyordu ki: "Ey Medine'lilerî Allah'a yemin ederim ki, Peygamberlik îsrâil
Oğullarında sona ermiştir. İşte şu yıldız, Ahmed'in doğduğuna işarettir. O, bütün Peygamberlerin
sonuncusudur. Mekke'den çıkıp buraya hicret edecektir!"
İbn-i Sa'd ve Ebû Nuaym Amâra
bin Huzeyme'den, o da babası Sabit'ten rivayet eder. Şöyle ki: "Evs ve
Hazrec içinde Ebû Amir er-Râhib kadar Peygamberimizin sıfat ve alâmetlerini bilen birisi yoktur. Yahudilerle
samimiyet kurar, din hakkında onlara sorular sorardı. Resûlül-lah'ın
geleceğine, Mekke'de doğup Medine'ye hicret edeceğine dâir onlardan bilgiler
alırdı. Sonra çıkıp Teymâ yahudilerine gitmiş, onlardan da bu hususta bilgiler
almıştı. Daha sonra Şam'a gitmiş oradaki nasrâ-ni bilginleri ile görüşmüş,
onlar da kendisine, Peygamber Efendimiz'in geleceğine ve sonunda Medine'ye hicret edeceğine
dair bilgiler vermişlerdi. Nihayet Medine'ye dönen Ebû Amir diyordu ki:
"Ben, tevhid dini olan "Haniflik" dini üzerindeyim!..."
ve yün elbise giyerek, kendisini
ibâdete verdi. Bunun için ona er-Râhib derlerdi. O, ayrıca "İbrahim
aleyhisselamın dininde olduğunu" iddia ediyor ve son Peygamberin çıkmasını
beklediğini söylüyordu. Fakat Resûlüîlah Efendimiz Mekke'de zuhur ettiği zaman
Ebû Amir, ne Mekke'ye gitti, ne de bulunduğu halinde bir değişiklik oldu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz Medine'ye
hicret buyurdular, bu sefer de Peygamberimize hased etti, düşmanlık ve münafıklık yolunu seçti.
Bir gün Peygamberimize gelip:
- "Yâ
Muhammed, sen ne ile gönderildin?" diye sordu. Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem) de:
- "Hanifîik
ile" cevabim verdiler. Bunun üzerine Ebû Amir;
- "Sen, Hanifliği ona aykırı şeylerle
karıştırıyorsun!" demek cüretim gösterdi. Buna karşılık Peygamber Efendimiz:
- "Ben, Hanifliği, güneş gibi parlak
ve açık, aynı zamanda tertemiz olarak getirmiş bulunuyorum!" ve devamla
buyurdular ki; "Ey Ebû Amir, yahad: hahamlarimn ve uasrani papazlarimn
benim hakkımda sana bildirdikleri şeyleri neden değerlendiriyorsun! Şimdi bu
bilgilere ne oldu?" Ebû Amir:
- "Onların haber verdikleri sen
değilsin!" dedi. Peygamberimiz de:
- "Ya'lân
söylüyorsun!" buyurdular. Ebû Amir:
- "Hayır, yalan söylemiyorum"
diyerek inkar cihetine gitti. Bunun üzerine Resûlüllah Efendimiz de buyurdular
ki:
- "Ya'lân söylediği belli olan kişiyi Allah, kovulmuş ve
yapayalnız kalmış olarak ölmeye mahkum eylesin!"
Ebû Amir, Peygamberimizin
bu bedduasına "Amin!" diyerek katılmıştır. Sonra Mekke'ye dönmüş,
Kureyş'in müşriklik dinine katılmış ve eski halini terketmiştir."
Cafer bin Abdullah
bin Ebûl-Hakem'den Ebû Nuaym'in
bir rivayeti dahi bu merkezdedir. Ancak bu rivayette şu açıklama da vardır:
"Ebû Amir, Mekke'nin müslünıanlar tarafından fethedilmesi üzerine Taife
geçti. Taifin de müslümanların eline geçip Tâiflilerin de müslümanhğı kabul
etmeleri üzerine, Tâifden ayrılmış ve Şam'a gitmiştir. Burada, vaktiyle
Resûlüllah'ın bedduaları veçhile, yapayalnız ve tek başına iken ölmüştür."
Ebû Nuaym, Ebû Seleme bin
Abdurahman bin Auftan rivayet eder. O demiş ki: "Ka'b
bin Lüey bin Gâlib, kavmini cuma günü toplar, onlara şöyle hitabederdi:
"Bundan sonra derim ki: "Ey kavmim, işitip öğreniniz, anlayıp
belleyiniz! Gece örtücü, gündüz aydınlatıcıdır. Yeryüzü döşek, gökyüzü bir
bina, dağlar direk, yıldızlar birer işarettir. Evvelkiler de sonrakiler
gibidir. Erkek kadın her yaşayan ölür. Akrabanızı gözetiniz, evlilik yoluyla
te'sis ettiğiniz hasınılıkları koruyunuz, mallarimzı bereketlendiriniz. Hiç
ölüp de dirilen, gidip de gelen olmuş mudur? Hakiki hayatın yurdu önünüzdedir,
âhirettedir. Hakikat, sizlerin zan ettiğiniz gibi değildir! Şu Harem-i Şerifin
kıymetini bilip güzel koruyunuz! Zira burada dünyanın en büyük olayı
gerçekleşecek; yakında buradan çok şerefli bir Peygamber çıkacaktır!. Vallahi
benim eğer gözüm ve kulağım varsa, elim ve ayağım da tutuyorsa ve ben de o çok
şerefli Peygamberin çıkışma şahid olursam, büyük bir istek ve süratle O'na
icabet ederim! O'na inanır ve tabi olurum!..."
İşte o, kavmine böyle hitâb eder sonra
şiir hâlinde şunları söylermiş:
"Gece ve gündüz. Her bir hareket veya
dönüş.
Farksızdır bizını için. Hepsi yeni bir
oluş.
Bir bakmışsın, Peygamber Muhammed gelivermiş!
Nice büyük haberler hem gerçek oluvermiş.
Zirâ ki haber
veren kendisi çok gerçektir,
Er veya geç, bu
"gerçek haberci" gelecektir!
Keşke O'nun gelişinde ben dahi bulunsam!.
Kavmi hakkı çiğnerken; ben yardımcısı
olsam!..."
Ebû Nuaym İbn-i
İshâk'tan, o ez-Zühri'den, o Sald bin el'ınüseyyib'den, o da İbn-i Abbâs'tan
rivayet eder. Şöyle ki: "Kıss bin Sâide, Ukâz panayırında kavmine hitâb
eder, hutbesinde derdi ki: "Nihayet hak din, İşte şu Mekke şehrinden çıkıp
yayılacaktır!" Ona sormuşlar: "Hak din dediğin nedir?" diye. O
da demiştir ki: "Mekke'den ve Lüey bin Gâlib oğullarimn soyundan bir adam
gelecek, sizleri Kelime-i Ihlâs'a, yâni Kelime-i Tevhid'e çağıracak, ebedi
âhiret hayatimn hak olduğunu Öğretecek. Buna ve ebedi saadete devam edecek.
Eğer sizler onun zamanına yetişecek olursanız, mutlaka O'na uyunuz!. Ben, nasib
olsa da O'na yetişebilsem, hiç tereddüd etmeksizin kendisine koşar ve tabi olurum..."
İbn-i Asâkir ve Kitâbu'l-Havâtif'de el-Harâiti, Cami' bin
Cirân'dan naklederler ki o, şöyle demiştir: "Evs bin Harise, vefatı
yaklaştığı zaman oğlu Mâlik'e bir takım vasiyetlerde bulunmuş ve sonunda demiş
ki: "Muhrik oğulları ile olan çarpışmada esir düşenleri gördüm. Hiçbir
hükümdarın veya sıradan bir kimsenin, asla şu dünyada baki olmadığına şahid
oldum. Hepsinin sonu ölüm ve kabirdir! Ey kavmim! iyi ve saâdetli kişilerin,
kendisiyle gerçek saadete erecekleri Allah'ın davetçisi, hâlâ gelmedi mi?
Mekke'de Gâlib oğulları soyundan gelecek olan dâvetçi, Zemzem ile Hacer
arasında dikilip de insanları Allah'a çağırdığı zaman, kendisine mutlaka icabet
ediniz. Mutlaka ona yardımcı olunuz! Biliniz ki gerçek mutluluk, O'na yardımcı
olmaktadır..."
İbn-i Sa'd, Hıram bin Osman el-Ensâri'den rivayet eder. O der
ki: "Sa'd bin Zürâre kırk arkadaşı ile birlikte ve ticâret maksadıyla
Şam'a gitmişti. Bu sırada kendisi bir rü'ya görmüş. Rü'yasında ona demişler ki:
"Ey Ebû Ümâme! Yakında Mekke'den bir Peygamber çıkacak, O'na tabi ol!
Bunun alâmeti ise, arkadaşlarınla birlikte Şam'dan dönerken, bir yere
ineceksiniz. Orada size bir musibet erişecek. Arkadaşların ölecekler. Sâdece
içlerinden bir tanesi kurtulacak, onun da bir gözü sakat olacak. Sen ise
kurtulup, bu bir tek arkadaşınla kalacaksın..." Hakikaten bir yere
indikleri zaman vebadan arkadaşları ölmüş ve kendisi, bir gözü sakatlanan tek
arkadaşı ile birlikte kurtulmuşlardır..."
İbn-i Ebî'd-Dünya, Bey ha kî ve Ebû Nuaym Eş-Şâ'bi'den
naklederler. O demiştir ki: "Bana Cüheyne'li bir şeyh anlattı ve dedi ki:
Bizde, câhiliye zamanında Umeyr bin Hubeyb adında bir adam vardı. Hastalandı ve
komaya girdi... Derken biz onun Öldüğünü zannettik ve kabrinin kazılması için
emir verdik. Bir müddet yanında kaldık. Adam ansızın doğrulup oturdu ve dedi
ki: "Gördüğünüz gibi ben bayılmışım. Bu haldeyken bana denildi ki: Lât ve
Hübel gibi putlar boştur! Bak kabrin kazılıyor! Halbuki sen daha yaşayacaksın,
şimdi vefat eden ise Kusal'dır... Ayıhp iyileştiğin zaman, Nebiyy-i Mürsel'e
inanır mısın? Rabbine şükreder, namaz kılar mısın? Putları Allah'a ortak koşan
ve insanları sapıklığa sürükleyen kimselerin yolunu terk eder misin?" Ben
de "Evet!" dedim. "Evet" der demez de ayıldım... Şimdi
derhal gidip bakınız, hakîkaten Kusal vefat etmiş midir, etmemiş midir?"
Umeyr'in bu sözü üzerine gidip baktılar,
hakîkaten Kusal vefat , etmiş... O sırada açılması emredilen kabre, Kusal'ı
defnettiler... Umeyr ise, tâ İslâmı idrâk edinceye kadar yaşadı..."
îhn-i Asâkir "Dunaşk Tarihi"
adlı eserinde Ka'b'dan naklen şöyle der: "Ebû Bekir es-Sıddîk'ın
müslümanlığı kabul edişi, semavî bir vahiy sebebiyledir. Şöyle ki: O Şam'da
ticâret yapıyorken bir rü'yâ gördü ve bu rü'yâsını, Râhib Buhayrâ'ya anlattı.
Râhib: "Sen nereden geldin?" diye sordu. O: "Mekke'den" diye
cevap verdi. Râhib: "Hangi kabile s in dan?" dedi. O:
"Kureyş'ten" dedi. Râhib: "Ne iş yaparsın?" diye sordu. O:
"Tacirim" dedi. Râhib: "Allah rü'yâ'ın gerçek kılsın! Senin
kavminden bir Peygamber gelecek ve sen O'na vezir olacaksın...
Ölümünden sonra da O'na halîfe olacaksın..." dedi.
Ebû Bekir, rahibin bu sözlerini kimseye
açmadı. Peygamber Efendimiz, Peygamberliğim tebliğe başladığı zaman Ebû Bekir
O'na geldi ve dedi ki: "Yâ Muhammed, senin Peygamber olduğunun delili
nedir?" Efendimiz de ona buyurdu ki: "Senin Şam'da iken gördüğün
rü'yâdır!" Bunun üzerine Ebû Bekir, Efendimiz'in alnından öptü, kendisini
kucakladı ve derhal müslümanlığı kabul etti... "Şehâdet ederim ki Sen,
Allah'ın Resulüsün!.,." dedi.
İbn-i Asâkir, Muhammed bin Abdurrahmân el-Beyâdî'den nakleder. O
babasından, babası da kendi babasından naklen demiş ki: "Ebû Bekir'e:
"Müslümanlığı kabul etmeden, önce Muhammed'in Peygamberliği hakkında bir
alâmet görmüş müydünüz?" diye sordular. O da dedi ki: "İster
Kureyşten olsun ister başkalarından olsun, hiçbir kimse yoktur ki Muhammed'in
Peygamber olduğu hususunda Allah ona bir alâmet ve hüccet göstermemiş bulunsun!
Bir gün ben, bir ağacın gölgesinde oturuyordum... Bir ara ağacın bir dalı
üzerime iyice sarktı ve başıma değdi... Bir başkalık var, diye hayretle ona
bakmaya başladım. Bu sırada bir ses işittim. Diyordu ki: "O Peygamberin
çıkması yaklaşmıştır! O'na derhal imân etmek suretiyle insanların en bahtiyarı
olmaya bak!"
Peygamberimizin Bir Özelliği de, Önceki Kitaplarda Ashabimn
Adlarimn Geçmesi ve Onlara Arza Varis Olacakları Müjdesinin verilmesidir
Yüce Allah buyurur:
"Andolsun Tevrat'tan sonra Zebur'da
da: "Arza mutlaka iyi kullarım vâris olacaktır" diye
yazmıştık." [41]
Kur'an'ın tefsirine dâir yazdığı
eserinde İbn-i Ebî Hatim, Ibn-i Abbâs'tan rivayet eder. O demiş ki: "Allahü
teâlâ, Tevrat'ta, Zebur'da ve yerle göklerin yaratılmasından Önce ilm-i
ezelîsinde "Arza mutlaka Ummet-i Muhammed vâris olacaktır!" diye
haber vermiştir."
Yine İbn-i Ebî Hâtim Ebû'd-Derdâ'dan
rivayet eder. O demiştir ki: "Yüce Allah âyetinde: "Arza mutlaka iyi
kullarımı vâris kılacağım" İşte o iyi kullar biziz!" Ben, yüz elli
kadar, sûreden oluşan bir Zebur nüshasını görmüştüm. Onun dördüncü suresinde:
"Ey Dâvûd! Sana olan kelamımı iyi dinle, Süleyman'a da emret ki,
kendisinden sonraki insanlara ulaşması için duyuru yapsın; gerçekten yeryüzü
benimdir! Ben onu Muhammed'e, ümmetine vâris kılacağım!" diye yazılı
olduğunu görmüştüm..."
İbn-i Asâkir İbn-i Mesûd'dan rivayet eder. O demiştir ki: "Bir gün Ebû Bekir bize şöyle anlattı:
"Ben, Peygamberimiz gönderilmeden
önce - Yemen'e gitmiştim. Üçyüz elli yaşlarında olduğu söylenen bir şeyhin
yanında idim. Bu şeyh çok okumuştu. Ezd kabilesinden olan bu bilgin şeyh, bana
dedi ki: "Öyle sanıyorum ki sen, Harem-i Şeriftensin." Ben de
"Evet" dedim. Şeyh: "Sanıyorum ki Kureyş'tensin" dedi. Ben
de "Evet" dedim. Şeyh: "Aynı zamanda Teym'densin" dedi. Ben
de: "Evet" dedim. Dedi ki: "Şimdi senden öğrenmek istediğim bir
şey kaldı." Ben "Nedir?" diye sordum. O da dedi ki: "Karnım
açıp bana göstermelisin!" Ben "Niçin?" dedim. O da: "Bana
ulaşan gerçek ilme göre; Mekke'den bir Peygamber çıkacak, ona bir genç, bir de
yaşlı birisi çok yardımda bulunacak... Genç çok büyük sıkıntılara girecek, çok
müşkil meseleleri halledecek... Yaşlı adam ise, beyaz tenli ve zayıf bünyeli
olacak... Karnı üzerinde siyah bir leke, sol uyluğunda da bir ben bulunacak...
Bu alâmeti de bana göstersen olmaz mı?" dedi. Ben de karnımı açarak
göbeğimin üst kısmındaki siyah tekeyi ona gösterdim. Bunun üzerine o
dedi ki: "Kâ'be'nin Rabbi'ne yemin ederim ki, sen osun!"
İbn-i Asâkir, Rabi' bin Enes'ten rivayet eder. O demiştir ki:
"ilk kitapta: "Ebû Bekjr es-Sıddık yağmur gibidir, nereye düşse oraya
faydalı olur" diye yazılıdır."
Yine İbn-i
Asâkir Ebû Bekir'in şöyle dediğini rivayet
eder: "Ben bir gün Ömer (radıyallahü anh)ın yanına gitmiştim. Yanında
yemek yiyen bâzı kimseler vardı, içlerinden birine gözünün kenarıyla
bakan Ömer, o
adama hitaben dedi ki: "Bundan önce okuduğum kitaplarda ne gibi haberler
vardı, söyler misin?" O adam da dedi ki: "Peygamberin halîfesi, en
yakın arkadaşı es-Sıddîktır diye okurdum."
İbn-i Asâkir ve "El-Mücâlese" adlı eserinde
Dineverî, Zeyd bin Eslem'den rivayet ediyor. Zeyd demiş ki: "Bize Ömer bin el-Hattâb
haber verdi ve dedi ki: "Câhiliye zamanında bir ticâret kervanı ile
birlikte Şam'a gitmiştim. Mekke'ye dönüş için Şam'dan yola çıktığımız zaman
mühim bir işimi unuttuğumu farkettim. Arkadaşlarıma dedim ki: "Siz
gidedurun ben size yetişirim!" Hemen geri döndüm. Şam'ın bir çarşısında
giderken ansızın bir papazla karşılaştım. Papaz bana yaklaşıp yakamdan tuttu ve
beni götürmeye başladı. Ben direndim ise de kâr etmedi. Beni kendi kilisesine
götürdü, içeride büyük bir toprak yığim vardı. Bana bir
kürek, kazma ve zenbil verip "İşte bu toprağı dışarı taşıyacaksın!"
diye emretti... Oturup ne yapacağımı düşünmeye başladım. Papaz, öğle üzeri
geldi ve hiçbir iş yapmadığımı görüp: "Toprağı dışarı taşımamışsın!"
diye bağırdı ve elini yumruk yaparak beynimin üzerine şiddetle vurdu... Ben de
elimdeki küreği onun başına vurdum. Baktım beyni dağılmıştı... Nereye gittiğimi
bilmeksizin, derhal oradan uzaklaştım,. Günün kalan kısmim ve bütün geceyi
yürüyerek geçirdim. Derken bir kilise yanında durdum ve gölgesine oturdum...
İçeriden bir adam çıktı ve: "Ey Allah'ın kulu, burada oturmanın sebebi
nedir?" diye sordu. Dedim ki: "Yol arkadaşlarımı kaybettim." O
adams bana yiyecek ve içecek getirdi. Ben yemeğe başladım. O beni tepeden
tırnağa süzmeye başladı. Sonra dedi ki: "Ey yolcu, ehl-i kitap beni,
yeryüzünün en bilgili adamı olarak tanırlar. Ben ise, seni ve senin sıfatim tanımış bulunuyorum... Sen bu kiliseyi elimizden
alacak ve bu * ülkeyi feth edeceksin..." Ben dedim ki: "Ey efendi,
sen cidden yanılıyorsun!" O dedi ki: "Senin adın nedir?"
Ben: "Ömer bin el-Hattâb'tır" dedim. O da dedi ki:
"Vallahi dediğim adam sensin! Bunda hiç şüphem yok! Bana ve kiliseme
dokunmayacağına dair bir emân yazıp imzala!" Ben de dedim ki:
"Efendi, bana şuracıkta bir iyilik yaptın, yaptığın iyiliği lekeleme!"
O dedi ki: "Bir sened yazıp imzalamaktan niye çekmiyorsun. Bunun sana ne
zararı olabilir?" Ben de: "Peki" dedim, bir sened yazıp
imzaladım ve kendisine verdim."
Ömer (radıyallahü
anh)ın halifeliği zamanında müslümanlar Şam'ı da feth ettiler. Ömer Şam'a geldiği
zaman bahsi geçen papaz gelip vaktiyle Ömer'in imzaladığı senedi kendisine verdi ve Kudüs'deki
kilisesi için ayrıcalık istedi. "Ben vaktiyle şart koştum, şartıma rivayet
etmeniz gerekir!" dedi. Ömer, bu adamı görünce vaktiyle kendisiyle onun arasındaki
geçenleri anlattı... ve ona cevaben de dedi ki: "Bu imzalı kağıtta,
ne Ömer'i,
ne de Ömer'in
oğlunu bağlayıcı birşey yok..."
İbn-i Sa'd İbn-i Mes'ûd'dan rivayet eder. O demiştir ki:
"Bir gün Ömer,
atına bindiği sırada elbisesi açılarak uyluğu görülmüş... Bunu gören Necrân Nasrânilerinden
bâzıları, onun uyluğunda siyah bir lekenin olduğunu farkederler ve derler ki:
"Biz okuduğumuz kitabımızda, bu adamın bizi buradan çıkaracağim
gördük."
İmâm-ı Ahmed'in Kitâbü'z-Zilhd'üne ilaveler yapan ve
Zevâidü'z-Zühd adim veren oğlu Abdullah, Ebû İshâk'dan, o da Ebû Ubeyde'den
nakleder, O demiştir ki: "Peygamber Efendimiz'in zamanı idi. Bir gün Ömer, atına sıçramış ki o,
eğere dokunmadan ata binerdi. Bu sırada elbisesi açılıp uyluğunda bir siyah
leke olduğu görülmüş. Bunu farkeden Necrânlı bir adam: "İşte, okuduğumuz
kitapta bizi buradan çıkacağim gördüğümüz adam, bu adamdır!"
demiştir."
Ebû Nuaym Şehr bin Havşeb'deıı, o da Ka'b'dan rivayet
eder. Ben, Şam'da iken Ömer'e demiştim ki: "Bunların okuduğu kitaplarda,
iyilerden bir adam bu ülkeleri fethedecek diye yazar. ve o fâtihin; mü'ıninlere
çok merhametli, kâfirlere karşı çok kuvvetli, içi dışı gibi, sözü işine uygun,
yakın olanla uzak olan onun yanında müsâvî, adamları geceleri rahipler gibi
ibâdete dalar, gündüzleri ise, arslanlar gibi cihâda koşarlar; yek diğerine
acırlar, iyilik ve yakınlık gösterirler, diye de vasıfları
yazılıdır." Ömer de dedi ki:
"Senin bu söylediklerin, hak mıdır?" Ka"b: "Yemin ederim
ki, haktır!" dedi. Bunun üzerine Ömer, "Muhammed (sallallahü
aleyhi ve sellem)'i bize göndermek suretiyle bizleri azız,
kerîm ve şerif kılan Allah'a hamdolsun!" diyerek hamd ü senalar
etti."
İbn-i Asâkir Ubeyd bin Âdem'den, o Ebû Meryem'den, o da Ebû Şuayb bin Ömer'den rivayet eder. Şöyle
ki: "Ömer bin
el-Hattâb Câbiye'de iken Hâlid bin Velîd Kudüs'e gitmişti... Ona dediler ki:
"Senin adın nedir?" O da: "Hâlid bin Velîd" dedi. Onlar tekrar: "Hâlifenizin adı
nedir?" diye sordular. O da: "Ömer bin el-Hattâb" dedi. Onlar: "Onu bize
tanıt!" dediler. O da O'nu onlara tanıttı... Bunun üzerine dediler İd:
"Buranın fâtihi sen değil, Ömer'dir! Biz okuduğumuz kitaplarda hangi şehrin
hangisinden evvel fethedileceğini ve kimin tarafından fethedileceğini okumuş
bulunuyoruz. Yine kitapda, Iran Kayseri'nin şehrinin (Medâin'in) Kudüs'ten
evvel f eth edileceğini de okumuşuz,.. Sizler gidip Önce onu fethediniz. Sonra
sahibinizle (hâlifenizle) birlikte gelir, burayı da fethedersiniz...
Taberânî ve Ebû Nuaym Hılye'sinde Muğyes el-Evzai'den rivayet
ederler. Ömer bin
el-Hattâb, Ka'b'a demiş ki: "Tevrat'ta benim sıfatımı nasıl buldun?"
Ka'b da demiş ki: "Öyle bir halife ki, demirden bir boynuz, şiddetli
kumandan, Allah yolunda kınanmasından hiç korkmaz. Bundan sonra bir halife daha
gelecek, haksız yere ümmet onu öldürecek. Sonra belâ ve fitneler başlayacak..."
İbn-i Asâkir'in Ömer'in müezzini olan Akra'dan rivayetine göre, bir
gün Ömer;
Metropolit yardımcısı olan papaza sormuş: "Kitaplarimzda bizını hakkımızda
birşey buluyor musunuz?" diye. Papaz: "Size ait sıfat ve işlerin
beyanım buluyoruz, fakat sizlerin, teker teker isınılerini değil"
demiş. Ömer:
"Peki, benim hakkımda ne buluyorsunuz?" diye sormuş. Papaz:
"Demirden boynuz diye bir sıfat" demiş. Ömer: "Demirden boynuzun tevili nedir?" demiş.
Papaz da: "Şiddetli bir başkan" demiş. Bunun üzerine Ömer: "Alîahü ekber!" demiştir. Sonra:
"Benden sonraki başkan hakkında ne dersin?" demiş. Papaz: "Sonra
iyi bir halife gelecek, akrabasını tercih edecek" demiştir. Ömer: "Allah,
Osman bin Affân'a rahmet eylesin!" dedikten sonra, "Bundan sonraki
için ne dersin?" demiş.. Papaz:
"Onun zamanında demir sesleri işitilecek!" demiş. Bunun üzerine Ömer: "Vâh ümmetin
basma gelen belâlara!" diye feryat etmeye başlamıştır. Papaz da:'Tavas
ya Ömer,
aslında o kendisi iyi adamdır, fakat onun halifeliği kılıçların kimndan
çıkarıldığı ve kanların döküldüğü bir zamanda olacaktır" demiştir..."
Yine İbn-i
Asâkir'in İbn-i Sirin'den nakline göre,
Ka'bü'l-Ahbâr Ömer'e
demiştir ki: "Yâ Ömer, uykunda bazı şeyler sana malûm oluyor
mu?" Ömer onu
azarlamış. Bunun üzerine Ka'b: "Ben, rü'yasında ümmetin işleri kendisine
malûm olan adamın kim olduğunu biliyorum!" demiştir...'*
Müsned'inde güzel
bir sened ile İbn-i Râhüye nakleder. Ebû Eyyiib
el-Ensâri'nin azadlısı Eflah demiş ki: "Ortalığı karıştıran Mısırlı
hey'etlerin Medine'ye gelmesinden önce, Abdullah bin Selâm Kureyş büyüklerinin
yanına girer ve onlara: "Sakın Osman bin Affan'ı öldürmeyiniz!"
derdi. Kureyş kendisine: "Vallahi bizını Osman'ı öldürmek kasdımız
yoktur!" derlerdi. Abdullah ise: "Vallahi onu öldürecekler!"
diyerek çıkıp giderdi. Sonra yine Kureyşe hitaben öyle söyler ve: "Artık
Osman'ın kırk günü kaldı" derdi. Aradan bir müddet geçmişti ki o yine
Kureyş'in yanına gelip: "Sakın Osman'ı öldürmeyiniz! Yemin ederim ki onun
ancak beş günü kalmıştır" demişti..."
İbn-i Sa'd ve İbn-i Asâkir'in
Tavas'tan nakline göre ise, şöyle denilmiştir: "Osman katledildiği zaman
Abdullah bin Selâm'a dediler ki: "Okuduğunuz kitaplarimzda Osman hakkında
ne gibi haberler vardı?" O da şu karşılığı vermiştir: "Biz onun
hakkında onun; kıyamet gününde hem katil üzerinde, hem de yardımim kesen
üzerinde amirlik yapacağim okumuşuzdur!"
İbn-i Asâkir Muhammed bin Yusuf tan, o da dedesi Abdullah bin
Selâm'dan nakleder. O, bir gün Osman'ın yanına gitmişti. Osman ona dedi ki:
"Çarpışmak veya çarpışmaktan sakınmak konusunda ne dersin?" O da dedi
ki: "Sakınmak daha iyidir. Biz kitaplarımızdaokuduk kif kıyamet gününde
sen, hem katile karşı, hem de katli emredene karşı emir olacaksın..."
Yine bu tarikten gelen bir rivayete göre,
Abdullah bin Selâm Mısır'dan gelen hey'etlere demiştir ki: "Ey,
Mısırlılar! Sakın halife Osman'ı öldürmeyiniz! "İnsan eceli gelmeden ölmez
de, öldürülmez de!" diyerek kendinizi aldatmayimz! Eceli gelmiş bile olsa,
haklı olan yine haklıdır ve hakkimn davacısıdır..."
Ebû'l-Kâsını el-Beğavi, Saîd bin Abdü'l-Aziz'den
rivayet eder. O demiştir ki: Resülüllah (sallallahü
aleyhi ve sellem) vefat ettiği zaman, bazı kimseler
yahudilerin en âlimlerinden olan Hımyerli Zû Karabât'a dediler ki: "Ey Zû
Karabât, Resülüllahtan sonra başa geçecek olan kimdir?" O da: "el-Emin"
diye cevapladı. Bununla Ebû Bekir'i kastediyordu. "Ondan sonra kim?"
diye sordular. O da: "Demir boynuz" dedi, bununla da Ömer'i kastediyordu. "Bundan sonra kim?"
dediler. O da Osman'ı kastederek: "El-Ezher" dedi. "Peki bundan
sonra kim?" dediler. O da: "el-Vaddâhü'l-Mansur = Ortaya çıkıp yardım
gören!" diyerek karşılık verdi ve bununla o, Muâviye'yi
kasdediyordu..."
İbn-i Râhûye ve Taberânî Abdullah bin Muğaffil'den rivayet eder. O şöyle
demiştir: "Ali katledildiği zaman Abdullah bin Selâm bana demişti ki:
"Bu, kırkıncı hicret yılimn başıdır. Bu yıl zarfında bir sulh yapılsa
gerekir."
İbn-i Sa'd ise
Ebû Salih'ten şöyle rivayet eder: "Şarkılar söyleyerek devesini süren
diyordu ki: "Osman'ı katlettiler, ondan sonra emîr Ali'dir dediler. Zübeyr
hakkında ise: "Ali'den sonra .odur" diye bir söylenti var." Bunu
işiten Ka'b dedi ki: "Hayır, ondan sonra emîr, Muâviye'dir!" dedi.
Bunu Muâviye'ye ulaştırdılar. Muâviye de Ka'b'a hitaben dedi ki: "Ey Ebû
Ishâk, Ali ve Zübeyr gibi Resûlüllâh'ın ashabı varken, ben nasıl emîr olabilirim?"
Ka'b: "Sen emir olacaksın!" dedi.
Dârimî ve İbn-i Râhûye güzel
bir sened ile rivayet eder, Ebû Hureyz'den, o da Abdullah bin Selâm'dan.
O Resûlüllâh'a
hitaben demiştir ki: "Ey Allah'ın Resulü, biz kitap ehli olarak sizin;
kıyamet gününde Rabbiniz'in, huzuruna vardığimz zaman, ümmetinizin sizden sonra
ihdas ve icâd ettikleri şeyler sebebiyle utanıp, mübarek yüzünüzün kızaracağım
okuyoruz..."
Taberânî ve Beyhekî Muhammed bin Yezîd es-Sakafi'den rivayet eder. O
demiş ki: "Kays bin Harişşe, Ka'bu'l-Ahbâr ile yola çıkar. Giderlerken
Sıffin'e varırlar. Burada duraklayan Ka'b, sağa sola iyice baktıktan sonra:
"Burada pek çok sayıda müslümanın kanı akıtılsa gerektir." der. Kays
da der ki: "Bunu nasıl söylersin? Gaybı Allah'tan başkası bilemez!"
Ka'b da şu karşılığı verir: "Biz bunu Allah'ın Mûsa'ya indirdiği Tevrat'a
dayanarak söylüyoruz. Tevrat'ta kıyamete kadar gelecek olaylar
bildirilmiştir.
Hâkim el-Müstedrek'inde
Abdullah bin Zübeyr'den rivayet eder. Şöyle ki: Muhtar es-Sakafî'nin kellesini
getirdikleri zaman Abdullah demiş ki: "Ka'b bana ne söyledi ise, hepsinin
çıktığim görmüşümdür. Ancak o bana şunu da söylemişti ki: "Sakîf ten bir
adam çıkacak, senin katilin o olacak!" Halbuki Sakîfli'nin kellesi bize
getiriliyor."
Bu hususta El-Ameş demiştir ki:
"Abdullah böyle söylerken, tabiî Haccâc-ı Sakafî'nin sonunda kendisini
katledeceğini bilmemekte idi."
Yine Hakim el-Müstedrek'inde Abdullah bin Amr'in şöyle
dediğini rivayet etmektedir: "Ben, kitapta şöyle yazılı olduğunu
görmekteyim: Muâviye şeceresinden (neslinden) bir adam gelecek, çok kan
dökecek... Çok mal alacak ve şu Beyt'İ, taşlarim birer birer sökerek yıkacak! Eğer bu olay ben
sağ iken olursa, onu gözlerimle görmüş olacağını... Eğer ben öldükten sonra
olursa, "Abdullah bunu haber vermişti" diyerek beni
hatırlarsınız..." Mugîra Oğullarına mensup bir kadımın evi, Kubeys dağı
üzerinde idi. Abdullah bin Zübeyr zamanında Haccâc gelip Kabe'yi kuşattığı
sırada, Kabe'nin yıkılışim evinden görür ve şöyle der: "Allah, Abdullah
bin Amr'a rahmet eylesin! O, aynen bunu söylemişti!"
Ahmed bin
Hanbel'in oğlu Abdullah "Zevâidü'z-Zühd" adlı eserinde Hişâm bin
Halid er-RibVden rivayet eder, O şöyle demiştir: "Ben Tevrâtta: "Ömer bin Abdül-Azîz
öldüğü zaman, yer ve gök onun ölümüne tam kırk sene ağlıyacaktır!" diye
yazılı olduğunu gördüm." Muhammed bin Fadâle de der ki: "Râhiblerden
biri diyordu ki: Ömer bin
Abdül-Azîz'in adaletli imamlar arasındaki yeri, mübarek aylar arasındaki Recep
ayimn yeri gibidir."
Velîd bin Hişâm'dan sevkedilen bir
rivayete göre, o demiştir ki: "Biz bir yolculuk sırasında bir yere
inmiştik. İçimizden biri dedi ki:
"Baksana şu râhib neler söylüyor?
Mü'ıninlerin Emîri Süleyman bin Abdül-Melik'in vefat ettiğini söylüyor!"
Ben: "Peki yerine kim geçti?" dedim. Râhib: "El-Eşec, Ömer bin
Abdül-Azîz" dedi. Şam'a geldiğim zaman durumun aynen öyle olduğunu gördüm.
Bu seyahatimizin dördüncü senesi idi. Biz yine aynı yere indik. Aynı adam,
rahibe gidip: "Ey râhib, bize söylediğin aynen olmuş... Şam'a döndüğümüz
zaman, durum senin söylediğin gibi idi." diye konuştu. Bu sefer râhib de
dedi ki: "Yemin ederim ki, şimdi de zehir içirilmek suretiyle Ömer bin Abdül-Azîz
vefat etmiş bulunuyor!" Yolculuğumuz sona erip Şam'a döndüğümüzde, yine
durumun öyle olduğunu gördük..."
İbn-i Asâkir Muğîra bin Nûmân'dan nakleder. O şöyle der:
"Basra halkından biri bana dedi ki: Ben, Kudüs'e gitmek niyetiyle yola
çıkmıştım. Şiddetli bir yağmura tutuldum. Bir manastıra sığındım. Oranın rahibi
bana dedi ki: "Biz, okuduğumuz kitapta sizin dîninizden bâzı kimselerin şu
Azi*â denilen yerde öldürüleceklerini okuduk! Onlar üzerine hisâb ve azâb
olmayacakmış! Yâni onlar şehid olacaklar!" Aradan fazla zaman geçmedi,
Hucür bin Adiyy ve arkadaşları oraya getirilip katledildiler."
Beyhekî'nin
rivayetine göre, Ka'b bir defasında şöyle demiştir: "Abbâs oğulları için
siyah bayraklar yükselir, onlar Şam'a inerler, nice zâlim ve cebbarları
katlederler!..."
El-Künâ adlı kitabında ed-Devalibî
naklediyor: Hammâd bin Seleme'den, o Ya'lâ bin Atâ'dan, o Ebû Ubeyd Büceyr'den,
o da Şerh el-BermekVden, o kendisi, ehl-i kitaptan idi. O demişti ki:
"Ben, kitapta: "Şu ümmetten on iki başkan gelir." diye okudum.
Başkanların birincisi Peygamberleridir. Başkanların sayısı on ikiye tamam
olduğu zaman, ümmet azıp isyan eder. Kuvvetlerini, kendilerine karşı kullanır
olurlar."
Peygamberimizin Geleceğini Kahinlerin Haber vermesi - Ki
Aslında- Bu Haberler Onlara, Kitap Ehli'nin Kitaplarından İntikal Etmiş
Haberlerdir,
Ebû Nuaym ve İbn-i Asâkir İsmail
b. Ayyaş tarikıyla şöyle derler: "Adamın biri gelip "Satıh"
adıyla meşhur Arap kâhininden bahsetti ve dedi ki: "Satıh,
yaratılış hakkında bâzı garîb şeyler iddia ederdi. Aslında o, bir top et
şeklinde, sakat ve kemiksiz bir adamdı. Vücûdunu, bir bez parçası toplar gibi
toplayıp kaldırırlardı. Hiç bir yeri hareket etmiyordu, sâdece dili
kımıldıyordu... Bir gün o, Mekke'ye gitmek istedi. Onu alıp sedyesi üzerinde tâ
Mekke'ye götürdüler. Onun geldiği Mekke'de duyuldu. Kureyş'ten dört adam, yâni
Abdü Şems, Abdü Menâf, Ahvas bin Fihr ve Ukayl bin Ebû Vakkâs onun yanına
gittiler ve kendisini imtihan etmek istediler. Dediler ki: "Bizler, Cümah
kabilesinden kimseleriz, senin Mekke'ye geldiğini duyunca ziyaret etmek istedik
ve bunu gerekli gördük.
Satıh dedi ki: "Ey Ukayl, elini bana
ver!" Ukayl da elini ona verdi. Sâtih onun elinden tutarak dedi ki:
"Bütün gizlilikleri bilen ve hatâları bağışlayan adına yemin ederim ki,
sizler Cümah Oğullarından değilsiniz..." Onlar da "Evet, bildin ve
doğru söyledin!" dediler ve şunu sordular: "Ey Satıh! Bizim zamanımız
da ve bizden sonra neler olacak, haber ver bakalım!"
Satıh şu karşılığı verdi: "Bildiğim
kadarı ile, Allah'ın bana ilham ettiği ile, benden dinleyiniz! Ey Arap
topluluğu, sizler kocalık devrinizi yaşıyorsunuz! Şimdi, arabm basireti ile
acemin basireti aynıdır. Ne sizde, ne onlarda ilim ve fehim kalmamıştır. Fakat
sizin neslinizden öyle insanlar neş'et edecekler ki, her nevi ilmin talibi
olacaklar, putları kıracaklar, Acem'in iktidarına son verecekler, harplerde bol
ganimet alacaklar." Ona dediler ki: "Ey Satıh, bu dediğin nesil
kimlerden gelecek?" O da dedi ki: "Rükünleri olan Beyt'e, emniyet ve
saltanata yemin ederim ki, sizin neslinizden gencecik adamlar gelecek, putları
kıracak, şeytana ibâdeti terkedecek, Allah'ı hakkiyle tevhîd edecekler ve
Allah'ın dînini ihya edecekler! Aynı zamanda binalar yükseltip büyük bir
medeniyet kuracaklar, ileriyi göremeyen kavimleri geride bırakarak
ilerliyecekler!"
Onlar yine dediler
ki: "Ey Sâtih, güzel söylersin, fakat bunlar kimin neslinden, hangi soydan
olacaklar?" Sâtih de dedi ki: "Yemin ederim
ki, bunlar Abdü Menâf oğullarından, Abdü Şems Oğullarından ve binlerce olacak.
Fakat aralarında çok geçmeden ihtilâf çıkacak..." Dediler ki: "Ey
Sâtih, onlar hangi ülkeden çıkacak?" Sâtih: "Bu ülkeden" diye
cevapladı ve ilâve etti: "Bir Peygamber çıkacak, doğru ve gerçek yola
çağıracak, putperestliği atacak, bir tek Allah'a ibadet edecek. Sonunda
vazifesini yapmış olarak vefat edecek. Yeryüzü öylesini bir daha görmeyecek. O
göklerde de övüldükçe övülecek...
Sonra es-Sıddîk O'na halîfe olacak,
hükmettiği zaman hükmünde sâdık olacak; haklan ne eksik, ne fazla, tam yerine
getirecek. Sonra bunun yerine eî,-Hanîf geçecek... Adalet ve hakkaniyet sahibi,
davayı iyice kuvvetlendirici... Sonra bunun yerine gelecek bir "Dâri"
işlerinde tecrübeli biri. Fakat toplanacaklar başına bir sürü... ve kendisine
kızarak, haksızlık ederek, öldürecekler onu. İhtiyarı, koyun boğazlar gibi
boğazlayacaklar. Sonra hakkında çok konuşanlar olacak... Biri çıkıp, birçok
hutbeler okuyacak, durumu aydınlatmaya çalışacak... Sonra birisi başa geçecek,
kazanacak: (siyaset kürsüsünde başarılı olacak). Esaslı ve doğru düşünceyi,
aldatıcı bir düşünce ile karıştıracak... Yeryüzünde askerler çoğalacak...
Sonra bunun yerine oğlu geçecek. Övülen
işleri az olacak, hakkı hukuku gözetmeyecek... Pek çok mal yığacak... Derken
arkasından bir sürü melikler gelecek... Sonra es-Sâlûk gelecek. Onları, yaygı
çiğner gibi çiğneyip ezecek. Sonra işi sıkı tutan Ebû Cafer gelecek bir çok
yerler fethedecek... Sonra kısa boylu biri gelip saâdetli bir ölümle gidecek...
Sonra hilesi az olan biri, sonra onun izince giden kardeşi, sonra ehvec
gelecek. Dünyalığı çok hazinesi dolu olacak... Fakat kendi adamları ve
yakınları tarafından katledilecek... Sonra yedinci sırada biri gelecek,
hükümdarlığı ortada bırakacak, sanki sahibi olmayacak... Bu zamanda, fakirler
çok zengin olup altınlara bezenecek. Ayak takımı, hükümdarlığa kalkışacak...
Bir kurtarıcı bekleyen insanların imdadına-yetişip duruma el koyacak. Bütün
Nizâr ve Kahtân kabilelerini ezip geçecek... Dımaşk yakimnda, Lübnan ile Meysân
arasında iki büyük kuvvet karşılaşacak; bu sırada Yemen dahî iki Yemen hâlinde
bölünecek... Bir kısmı karışık, bir kısmı da yardımı kesilmiş olacak... Halk,
sanki esir gibi yaşıyacak... Yine bu sıralarda Fırat ile dağlar arasındaki
yerlerde, cami ve mescidler harab olacak; yer sarsıntıları meydana gelecek...
Sığıntı adam, hâlife olmak isteyecek. Nizâr gadaba gelecek, köleler ve kötüler
gözde olacak, âbid ve zahid olanlar, hayırlı kimseler sıkıntıya düşecek...
İnsanlar aç kalacak, fiyatlar çok yükselecek... Aylardan bir safer ayında,
hendeklere dolmuş pekçok zâlim askerler, kılıçtan geçirilir, sabahın ilk
saatlerinde hezimete uğrarlar, haberleri derhal yayılır. Bu İşte, hayırlılar
galip gelirler. Yerlerinde durmaz ilerlerler, güzleri uyku nedir bilmez...
Derken şehirlerden bir şehre girerler, İşte kaza ve kader orada yetişir, sonra
piyade okçular gelir, saklanmış olanları bulup katlederler, koruyucuları da
bertaraf ederler. İşte burada suların tâ üst tarafında, kader ona yetişiverir.
Artık bundan sonradır ki din, zayıflayıp çekilmeye başlar. İşlerde inkılâp
meydana gelir. Kitap inkâr olunur, köprüler kaldırılıp atılır. Ancak adalarda
yaşıyanlar başka... Zaman, zor ve çetin olur, haya azalır."
Onlar bunun
üzerine dediler ki: "Ey Satıh
sonra ne olur?" O da şöyle cevapladı: "...Sonra Yemen'den ip gibi bir
adam çıkar, Sana ile Aden arasından zuhur edip işe koyulur. Adı yâ Hasan olur,
yâ da Hüseyin... İşte bu adam vâsıtası ile Allah, fitne ve fesadı
defeder."
İbn-i Aöâkîr İbn-i İshâk tankından, o da
bâzı rivayet ehlinden nakleder ki, Rabîâ bin Nasr el-Lühamî korkunç bir rü'yâ
görür ve memleketindeki tâbircileri çağırtıp rü'yâsınm tâbirini ister. Çağırtıp
sormadık ne bir kâhin bırakır, ne bir sihirbaz, ne de bir falcı veya
müneccim... "Ben, korkunç bir rü'yâ gördüm, sizden bunun tâbirini
istiyorum!" der. Kendisine: "Efendim, rü'yânı anlat da tâbirini
yapalım" derler. O der ki: "Rü'yâmı size anlatsam, tâbirinden emîn
olamam! Onu, ben kendisine anlatmadan bilecek ve tâbirini yapacak bir adam
lâzını." Bunun üzerine ona derler ki: "O halde siz kâhinlerden
Satîh'a veya Şık'a haber gönderip getirtiniz, bunu ancak bu ikisinden biri
yapabilir."
Kral her ikisini de çağırttı, ancak Satıh
önce geldi. Kral ona dedi ki: "Ey Satıh! Ben korkunç bir rü'yâ gördüm,
bunun tabirini yapar mısın?" Satıh: "Sen, karanlıktan püsküren siyah
bir kül görmüşsün. Bu tâ Tihame arzma kadar dağılmış, her canlı bundan
yemiş..." Kral: "Hiç hata etmedin, tam söylediğin gibi" dedi ve
tâbirinin ne olduğunu sordu. Satıh: "Yemin» ederim ki, ülkenize Habeşliler
inip işgal edecek!" dedi. Kral: "Bu bize çok ağır gelir. ve ne zaman olacak söyler misin?" dedi. Satıh:
"Senin vefatından biraz sonra" dedi. Kral: "Onların bu işgali
devam edecek mi, yoksa kalkacak mı?" dedi. Satıh de dedi ki: "Yetmiş
küsur sene sonra kalkar, bir kısmı öldürülür, kalanlar da kaçarak
giderler." Kral: "Bunların gitmesinden sonra ne olur?" diye
sordu. Satîh: "Aden'den, İrem'i, Ziyezen adında biri gelir, çıkarır"
dedi. Kral: "Bunun sonu ne olacak?" diye sordu. Satıh: "Bunun
hükmü de yetmiş küsur sene sonra kalkar" dedi. Kral "Kim
kaldırır?" diye sordu. Satıh: "Bir Nebiyy-i Zekî, ona vahiy ve yüce
Allah'tan imdâd-i ilâhî gelir" dedi. Kral: "Bu zekî Peygamber hangi
soydan olacak?1' dedi. Satîh: "Mâlik bin Nadir oğlu Gâlib bin Fihr
soyundan... Mülk, (yani hakimiyet) zamanın sonuna kadar bunun kavminde
kalır." Kral: "Zamanın da bir sonu mu var?" diye sordu. Satîh:
"Evet, zamanın sonu gelecek, önceki ve sonraki bütün insanlar toplanacak,
iyiler mutlu, kötüler mutsuz olacak" dedi. Kral: "Ey Satîh, bu
söylediğin haber hak mıdır?" dedi. Satîh: "Şafaka, gasaka ve feleka
yemin ederim ki, bu söylediğim haktır!" dedi..."
Satîh, kralın sorularım bu şekilde
cevaplayıp bitirdiği zaman, Şık da gelmişti... Kral, Satîh'in söylediklerinden
hiç dem vurmaksızın dedi ki: "Ey Şık, ben bir korkunç rü'yâ gördüm, bunun
tabirini bana söyler misin?" Şık: "Sen karanlıktan çıkan siyah bir
kül görmüşsün... Her canlı ondan yemiştir." Kral: "Tâbirini de
söyle!" der. Şık: "Yemin ederim ki; ülkeni Sudanlılar alacaktır ve
onlar tâ Necrân'a kadar hâkim olacaklardır..." Kral: "Bu bize acı ve
öfke verir! Bu ne zaman olacak? Ben sağken mi, yoksa benden sonra mı?"
dedi. Şık: "Bu senden sonra
olacaktır. Sonra kuvvetli biri gelip sizi
onlardan kurtaracaktır." Kral: "Bu kuvvetli adam kimdir?" dedi.
O da: "Ziyezen soyundan biri" dedi. Kral: "Bu devam edip gidecek
mi, yoksa kalkacak mı?" diye sordu. Şık: "Kalkacak ve onu bir Resul-i
Mürsel kaldıracaktır. Bu Resul; hak ve adaletle gelecektir, din ve fazilet
ehlinden olacaktır. Mülk, tâ hail ü fasl gününe kadar onun adamlarında
olacaktır" dedi- Kral: "Fasıl günü, ne demektir?" diye sordu.
Şık: "İşlerin ve idarelerin hesabimn sorulduğu, semâdan
davetler duyulduğu, herkesin bir yere toplandığı bir gündür. O gün, Allah'tan
ittikâ edenler için, kurtuluş ve çok iyilikler vardır" diyerek sözünü
bitirdi."
(İbn-i
Asâkir'in dediğine göre, Satih, irem Seli'nin
vukua geldiği günler de doğmuş ve Resülüllah Efendimizin doğduğu yıl içinde de
vefat etmiştir.. Onun beşyüz yıl veya üçyüz yıl yaşadığı söylenmektedir).
Ebû Mûsâ el-Medini "Ez-Zeyl"
adlı eserinde İbn-i Külebi'den, o da Uvâne'den rivayet eder. Şöyle ki:
Birgün Ömer yanındakilere
demiş ki: "Câhiliyye zamanında iken, Peygamberimiz'in geleceğine dair bir şey duymuş olanimz var
mı?" Tufayl bin Zeyd el-Hârisi demiş ki: "Evet, ey mü'ıninlerin
emiri, sizce de malum olduğu gibi, Me'ınun bin Muâviye'nin bu hususta
kehanetleri olmuştur. O Peygamberimiz'in geleceğine dikkati çeken bir konuşmasında aynen
şunları da söylemişti: "Keşke onun gelişinde ben de hazır bulunsaydım!
Keşke ondan evvel gelmesem, ondan sonraya da kalmasam!" Peygamberimiz'in
çıktığı haberi, biz Tihâme'de iken bize ulaşmıştı. O gün ben kendi kendime
demişimdir ki: "Ey Tufeyl, İşte bu, Me'ınûn'un önceden verdiği haberdir..
Biz ise, günleri geçirdik ve geciktik.. Nihayet, bir hey'et hâlinde gelip
müslüman olduk..."
Peygamberimiz'in Adının Bazı Eski Taşlar Üzerinde Nakşedilmiş
Olarak Bulunmuası:
İbn-i Asâkir Hasan tarikiyle Süleyman'dan nakleder. O demiş
ki: "Bir gün Ömer bin
el-Hattâb Ka'b'a kitaben: "Peygamberimiz'in doğumundan önceki faziletleri hakkında ne
dersin?" diye sormuştu. Ka'b da: "Evet ey mü'ıninlerin emiri, ben
okuduğum kitablarda görmüştüm: İbrahim (aleyhisselâm) bir gün bir taş bulmuş ve bu taşda dört satır yazı
olduğunu görmüş. Bu satırlarda sırası ile şunlar yazılı imiş:
"Ben Allah'ım, Ben'den başka ilâh
yoktur! O halde sadece bana ibâdet et!"
"Ben Allah'ım, Ben'den başka ilâh
yoktur! Muhammed de benim Resûlümdür! O'na inanan ve uyan kimseye ne mutlu!"
"Gerçekten Ben Allah'ım ve Ben'den
başka hiçbir ilâh da yoktur! Bana bağlanan kurtuluşa erer."
"Ben Allah'ım. Ben'den başka ilah
yoktur. Harem-i Şerif ve Kabe, Benim içindir! Beytime giren azabımdan emin
olur!"
(Kab'ın ve emsalinin bu ve benzeri haberleri
karşısında ihtiyatı seçer, "doğrusunu Allah bilir" diyerek tevakkuf
eyleriz.)
Beyhekî ve
Târih'inde Buhârî Muhammed bin
el-Esved'den naklederler. O da babasının
babasından nakleder. Şöyle ki: Onlar bir gün üzerinde kitabesi bulunan bir taş
bulmuşlar. Kureyş bu taşı okutmak için bir adam çağırmış. Adam o taşı iyice
süzdükten sonra demişki: "Ben bu taşdaki yazıyı size okusam, siz beni
öldürürsünüz!" Biz bu taşdaki yazının Muhammed hakkında olduğunu zannettik
amma, bunu söyleyemedik..."
Ebû Nuaym,
Ebû Hureyş'in oğlu Hureyş'ten, o da Talha'dan nakleder. O şöyle demiştir;
"İlk yıkılması zamanında Beyt'in taşlarından biri yerde gömülü olarak
kalmış.. Bu taş ele geçtiği zaman Kureyş bir adam çağırıp ondaki yazının
okunmasını istemiş. Adam da okumaya başlamış.. Şöyle ki: "Benim seçilip
beğenilmiş, tâm tevekkül ve inâbe eden kulum! Doğumu Mekke'de, hicreti de
Medine'ye olacak.. O, eğri yolu iyice doğrultmadan, "Lâ ilahe illallah
Muhemmedün Resülüllah!" tevhidine şehâdeti hâkim kılmadan düııyadan\ayrılmıyacaktır..
O'nun ümmeti, "Ümmet-i Hammâdûn" olacaktır! Her hal ü kârda
hamdedecekler, üzerlerine basit gömlek giyecekler, el ve yüzlerini tertemiz
tutacaklardır..."
İbn-i Asâkir Ebût-Tayyib el-Mukri'den nakleder. O demiştir ki:
"Amûriye fethedildiği zaman oradaki kiliselerden birinde buldukları bir
yazıda şunlar yazılı imiş: "Sonradan gelen nesillerin en kötüsü, önceki
nesillere sövüp küfredenidir. Halbuki o hayırlı geçmişlerden biri, sonrakilerin
bin tanesinden daha hayırlıdır. Ey Gâr'da arkadaşlık eden (Ebû Bekir), haklı
olarak övünme kerametine sen nail oldun! Zira Kâdir'i Mutlak olan Melik, seni
övmüştür. Çünkü o, gönderdiği elçisine indirdiği kitabta: "İkisi birlikte
Gâr'da iken, ikinin ikincisi" buyurmaktadır[48]
"Ey Ömer, sana da ne mutlu! Sen bir vali değil, bir vâlid
(baba) oldun... Ey Osman, sana da mutluluklar! Fakat onlar seni haksız yere
öldürecekler. Sen jse ey Ali, iyilerin önderi, Resûlüllâh'ın
davasının dâvâcısısm... Şu, Gâr'daki can yoldaşı, şu iyilerden biri, şu
şehirlerin imdatcısı, şu da iyilerin öncüsü... Hepsine ne mutlu! "Bunları
kötüleyenlere Allah'ın laneti olsun!,.." Ben, bunları bize okuyan kilise
papazının arkadaşına yaklaşıp sordum: "Bu yazı, kaç yıldır kilisenizin
kapısında bulunmaktadır?" O, iyice ihtiyarlamış ve yaşlılıktan kaşları
gözleri üzerine dökülmüş bulunan papaz, soruma cevapla dedi ki: "Sizin
Peygamberiniz gönderilmezden iki bin sene evvel!"
Ebû Muhammed el-Cevherî "Emâlî"
adlı kitabında Yahya bin Yemân'dan nakleder. O demiştir ki: "Birgün ben
Benî Selîm'in mescidinde idim. Buranın imamı bana dedi ki: "Bizden bâzı
ihtiyarlar, Rûm diyarına gitmişlerdi. Onların kiliselerinin birinde aynen şöyle
yazılı imiş: "Bir ümmet ki, Hüseyn'i katleder; acaba bunlar hesâb gününde
onun dedesinden şefaat umarlar mı?" Bizimkiler onlara demişler ki:
"Bu yazı, kaç yıldır burada bulunmaktadır?" Onlarda demişler ki:
"Sizin Peygamberinizin çıkışından altı yüz sene evvel bu yazı, yine burada
idi."
[2] Ahzâb Sûresi, 7.
[4] Araf Sûresi, 172.
[7] Al-i Imrân Sûresinin 81. âyeti.
[17] Al-i Imrân
sûresi, 81
[23] Araf Sûresi
âyet: 157.
[24] el-Fetıh Sûresi, âyet: 29
[25] el-Ahzâb
Sûresi, âyet: 45.
[26] A'râf Sûresi,
144.
[29] Nisâ Sûresi,
âyet: 47,
[30] Hûd Sûresi,
âyet: 71.
[31] Al-i İmrân Suresi, âyet: 39.
[32] Al-i İmrân Suresi, âyet: 45.
[33] Saff Sûresi,
âyet: 6.
[36] Bakara Suresi,
89
[37] Bakara suresi,
89
[41] Enbiyâ Sûresi,
105.
[48] Tevbe suresi,
40
2 PEYGAMBERİMİZİN SOYUNUN TEMİZLİĞİ
Peygamberimizin Soyunun Temizliği ve Âdem'den Beri Soyunda "Sifahın Vukua Gelmemiş Olması
İbn-i Sa'd ve İbn-i Asâkir Abdullah İbn-i Abbâs'tan rivayet ederler: O şöyle demiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir defasında buyurdular ki:
"Ben, tâ Âdem'den beri nikâha dayalı helâl ilişkiden
çıkıp geldim! Benim nesebimde hiç meşruiyet dışı temas olmamıştır[1]
Yine İbn-i
Abbâs'tan Taberanî rivayet eder: "Resûlüllâh Efendimiz
buyurdular ki: "Benim soyumda hiçbir zaman câhili bir alâka olmamıştır.
Ben hep İslâm nikâhı gibi, meşruiyete dayalı temiz alâkalardan çıkıp
geldim."
İbn-i Sa'd ve İbn-i Asâkir'in Âişe (radıyallahü anh)'dan
sevkettikleri bir rivayette aynen bu mealdedir. İbn-i Sa'd ile İbn-i-ü
Ebû Şeybe'nin Mûsannafındaki bir rivayeti ise, Muhammed bin Ali bin Hüseyn'dendir
ve §u mealdedir: "Ben, dâima nikahtan çıkıp geldim. Soyuma hiçbir zaman
câhiliyenin o metres hayâtı bulaşmamıştır. Ben ancak temiz ve meşru alâkadan
meydana geldim."
İbn-i Sa'd ve İbn-i Asâkir,
neseb konusunda bilgin olan el'Külebî'den naklederler. O demiştir ki: "Peygamber efendimizin
soyuna âit beşyüz senelik şecereyi yazıp kaydettim. Hiç birinde nikâh dışı
yaşıyan, câhiliyyeye âid şeylerden hiç bir şey yoktu."
Müsned adlı kitabında el-Adenî,
el-Evsat'ında Taberânî, Ebû Nuaym ve İbn-i Asâkir,
Ali (radıyallahü anh)'den rivayet ederler. O şöyle demiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdular ki: "Âdem'den tâ anam beni doğurunca-ya kadar, hep
nikâha dayalı temiz ve meşru alâkalardan çıkarak geldim! Câhiliyenin o çirkin
işlerinden nesebime hiç bulaşmamıştır." [2]
Ebû Nuaym,
çeşitli tarîkler ile İbn-i Abbâs'tan rivayet eder. O şöyle demiştir: "Resûlüllâh Efendimiz
buyurdular: "Benim anam ve babam asla sifâha bulaşmamışlardır! Dâima
Cenâb-ı Hakk beni tertemiz baba sulbünden tertemiz ana rahmine intikâl
ettirerek getirmiştir. Son derece temiz ve saf bir nesebden olan bir babanın,
iki evladı olduğu zaman da; Allah beni, hep en hayırlı tarafa geçirmiştir."
İbn-i Sa'd, Külebî'den, o
Ebû Salih'ten, o da İbn-i Abbâs'tan rivayet eder. O demiş ki: "Resûlüllâh buyurdu:
"Arabm en hayırlısı Mudar'dır, Mudar'ın en hayırlısı Abdü Menâf
Oğullarıdır. Bunların en hayırlısı Hâşim Oğullarıdır. Haşim Oğullarimn ise en
hayırlısı Abdü'l-Muttalib1-tlr! Vallahi tâ Âdem'den beri, ne zaman nesebim bir babadan iki evlâda
ayrılmış olsa, Allah beni, hep en hayırlı tarafa geçirmiştir!"
Cenâb-ı Hakk Kur'an-ı Kerîm'de buyuruyor
ki:
"Ve senin secde edenler arasında dolaşmanı da
görüyor." [3]İşte bu âyetin tefsiriyle ilgili
olarak Bezzâr, Taberanî ve Ebû Nuaym Ikrime'den,
o da İbn-i Abbâs'tan rivayetle demiştir ki: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), tâ anasından
doğuncaya kadar, Peygamberlerin sulbünde, intikâl edegelmiştir." [4]
İmâm-ı Buharî Ebû Hüreyre'den rivayet eder. Şöyle ki: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdular:
"Ben Âdem'den
beri hep en hayırlı aileden yine en hayırlı diğer aileye intikâl ederek geldim.
Nihayet yine en hayırlı aile içinde bulundum..."
İmâm-ı Müslim Vâsıla bin el-Eska'dan rivayet eder, şöyle
demiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdular: "Allah, îbrâhîm evlâdından
İsmail'i, İsmâil evladından Kinâne Oğullarim, Kinâne Oğullarından Kureyş'i,
Kureyş'ten de Hâşim Oğullarim seçmiştir. Nihayet beni de Hâşim Oğullarındari
seçmiş bulunuyor."
Hasendir kaydiyle Tirmizî, Beyhekî ve Ebû Nuaym Abbâs
bin Abdül-Muttalib'ten rivayet ederler. O Resûlüllâh'ın (sallallahü aleyhi ve
sellem) şöyle buyurduğunu bildirmiştir:
"Gerçekten Allah beni yarattığı zaman, yarattıklarimn en hayırlısı olarak
yarattı. Kabileleri yarattığı zaman beni ,en hayırlı kabilede yarattı.
Nefisleri yarattığı zaman da beni, en hayırlı nefis olarak yarattı... Sonra
Allah evleri (aileleri) yarattı ve beni en hayırlı aileden kıldı. Ben
insanların gerek ailece, gerek nefisçe en hayırlısı olarak yaratılmış
bulunuyorum!..."
Beyhekî, Taberanî ve Ebû Nuaym İbn-i Ömer'den
rivayet ederler. O Resûlüllâh'ın
şöyle buyurduğunu bildirmiştir: "Allah bütün yaratıkları yarattığı zaman,
yaratılmışlardan Âdem Oğullarim
seçmiştir. Âdem Oğullarından
arabı, arabtan Mudar'ı, Mudar'dan Kureyş'i, Kureyş'ten Hâşim Oğullarim, bu
Hâşim Oğullarından da beni seçmiştir. Ben hep, en hayırlılardan en hayırlılara
intikâl ederek gelmişimdir."
Yine Beyhekî, Taberanî ve Ebû
Nuaym İbn-i
Abbâs'tan rivayet ederler. O da Resûlüllâh'ın
şöyle buyurduklarim bildirmiştir: "Allah yaratılmışları iki kısma ayırdığı
zaman, beni en hayırlı kısımda kılmıştır. Sonra her iki kısmı üçer kısma
ayırmış ve beni yine en hayırlı kısınıda kılmıştır. Sonra iki kısınıdan birine
âit bulunan bu üç kısınıdan her birini üçer kısma ayırmış ve her bir kısmı, bir
kabile kılmıştır ve beni; en hayırlı kabile hangisi ise o kabileye mensûb
eylemiştir. Sonra bu kabileleri "Ehl-i Beyt" hâlinde evlere taksını
etmiş ve beni en hayırlı aileye mensûb kılmıştır, İşte yüce Allah'ın kelâmı'ndaki:
"...Ey Ehl-i Beyt (Peygamberin ev
halkı), Allah sizden kiri gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor"
âyetiyle bildirmek istediği de budur." [5]
Beyhekî ve İbn-i Asâkir Mâlik'ten,
o Zühri’den o da Enes'ten rivayet eder, Enes (radıyallahü anh), Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduklarim
bildirmiştir: "Şu büyük insanlık ailesi, ne zaman iki kısma ayrılmış olsa,
mutlaka Allah beni en hayırlı kısınıda kılmıştır! Ben, hep nikahlı ve evli olan
karı-koca arasından çıkarak gelmişimdir; Câhiliyenin o çirkin işlerinden benim
aileme ve bana asla bir şey bulaşmamıştır. Ben Âdem'den beri hep nikâhtan gelmişimdir, tâ
kendi anam ve babama gelinceye kadar. Ben, gerek öz canım (şahsım) itibariyle,
gerek ailem itibariyle sizin en hayırlimz bulunmaktayım!"
Beyhekî Muhammed
bin Ali'den rivayet eder. O şöyle demiştir:
"Resûlüllâh Efendimiz
buyurdular ki: "Allah, kendi iradesiyle bir seçim yaptı da Arabi seçkin
kıldı. Sonra Araptan Kinane'yi Kinane'den Kureyş'i, Kureyş'ten-Hâşim Oğullarım
seçti; sonra Haşim Oğullarından da beni seçti..."
Beyhekî, Taberanî ve İbn-i Asâkir Âişe'den rivayet ederler. O
demiştir ki: "Resûlüllâh Efendimiz
buyurdular: "Cebrâîl bana
dedi ki: "Ben bütün yeryüzünde Muhammed'den daha faziletli bir adam
görmedim! Yine ben, bütün yeryüzünde Hâşim Oğulların'dan daha faziletli bir
aile görmedim!"
İbn-i Asâkir Ebû Hüreyre'den rivayet eder. O, Resûlüllâh'ın
şöyle buyurduğunu bildirmiştir: "Ben, atamız Âdem'in sulbünden çıktığım andan itibaren, hiç
bir zaman zinadan doğmuş değilim. Herkes bir soya ve aileye çekerken, ben de
dâima en hayırlı aile tarafına geçmişim ve sonunda Arabm en hayırlı iki
soyundan, Hâşim'in ve Zühre'nin evladından gelmişimdir!"
İbn-i Merdûye Enes'ten rivayet eder. O
demiştir ki: Resûlüllâh Efendimiz:
"Gerçekten size içinizden öyle bir Peygamber geldi ki..."[6] âyetini; "Fe" harfinin fethasiyle
okuyup: "Sizin haseb ve neseb bakımından enfes olanimz benim! Âdem'den beri benim atalarıma . meşruiyet dışı bir leke,
asla bulaşmamıştır!" buyurdular.
Aşağıdaki rivayette şöyle: Hâkim ve Taberanî,
Harîm bin Evs'ten rivayet eder. O demiş ki: "Ben, Resûlüllâh Tebük
seferinden dönmekte iken, O'na hicret ettim. O sırada amcası Abbâs'ın şöyle
dediğini duydum: "Ey Allah'ın resulü, izin verirseniz sizi övmek
istiyorum!" Resûlüllâh izin
verdiler ve: "Söyle bakalım, Allah ağzına sağlıklar versin!"
buyurdular. Bunun üzerine Abbâs şiir hâlinde şunları söyledi:[7]
Tertemizdin Sen, bundan önce o
gölgelerde...
Gizlice emânet edildiğin o
yerlerde..."
Daha sonra şu güzelim
ülkelere indin...
Fakat henüz bir beşer, et parçası
değildin."
"Gemideki bir su damlası... Yüzen
denizde...
Ehli ise, batıp kaybolmuştur bir
dehlizde..."
Bir âlem gidip bir
âlem gelirken araya...
intikâl ederdin Sen,
bir babadan anaya..."
"Ateşe atıldı yanmadı tbrâhim Halîl,
Çünkü Sen var idin onun
sulbünde ey delîl!"
"Sonunda kuruldu
koruyucu evin senin,
Var idi yuvanda, altı kemerli
siperin."
"Sen ki doğdun da bütün yeryüzü
aydınlandı.
Bütün ufuklar ağardı. Nuruna
boyandı..."
Şimdi biz de bu ışık ve nurun içindeyiz.
Doğru yolu gösteren Resûl'un izindeyiz..."
Beyhekî ve İbn-i Asâkir Ebû Hüreyre'den
rivayet ederler. O şöyle demiştir: "Resûlüllâh (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Yüce Allah, Âdem'i yarattığı zaman evlâdimn ruhlarim ona gösterdi. O da
evladımın bazılarimn
bâzılarına olan üstünlüklerini de gördü... Bu sırada yukarıya doğru yükselen
bir nûr gördü ve: "Ey Rabbim, bu nûr kime aittir?" diye sordu.
Cenâb-ı Hakk, kendisine: "Bu, senin oğlun Ahmed'in nurudur. O hilkatte evvel,
bi'sette sonradır ve o ilk şefaat edecek
olandır" buyurdu."
Hafız Ebû Nuaym diyor ki: "Bu üstünlük ve özelliğin Peygamber Efendimiz'in Peygamberliğine olan delâletini, şu şekilde açıklayabiliriz:
Gerçekten bilmen ve
kabul edilen bur husustur ki, Peygamberlik
aynı zamanda mülk ve siyâset-i âmme demektir. Hükümdarlık ve umûmî siyâset
görevi ise, soylu ve şerefli kimselerde bulunur. Çünkü böyle olunca, halk daha
çok itimâd ve itibâr ederler, bu da idareyi kolaylaştırır. Nitekim Bizans kralı Herakliyus Şam'da bulunduğu sırada oraya ticâret
için gelmiş bulunan Ebû Süfyân'a Peygamberimiz hakkında sorular yöneltmiş ve bu meyanda:
"Peki, Peygamberliğim ilân eden Muhammed'in, sizin aranızdaki soyu ve
şerefi nasıldır?" diye sormuştu. Ebû Süfyân da: "O'nun bizim
aramızdaki soyu ve şerefi çok üstündür" karşılığim vermişti... İşte bunun üzerine kral Herakliyus: "Evet, zâten
bütün Peygamberler, böyle kavminin en soylu ve en şerefli
kişileri arasından seçilerek gönderilir." demişti." [8]
Abdül-Muttalib'in Rüyası:
Ebû Nuaym,
Abdullah bin Ebû'l-Cehm'in oğlu Ebû Bekir'den şöyle nakleder: "Ben Ebû
Tâlib'in, babası Abdü'l-Muttalib'den naklen şöyle dediğini duydum: "Ben,
Kabe'nin Altın oluk tarafında uyumakta iken korkunç bir rü'yâ gördüm. Büyük bir
ürperti ile uyandım ve Kureyş'in kadın kâhinine giderek gördüğüm rüyayı
anlattım. Dedim ki: "Rüyamda yerden bir ağacın bittiğini gördüm. Ağaç o
kadar büyüktü ki, başı semâya değiyor, dalları ise doğu ve batıya uzanıyordu...
Fakat bu, nurdan bir ağaç idi. Öylesine aşikâr ve büyük bir nûr ki, belki
güneşin nurundan yetmiş kat daha büyüktü... Bütün Arap ve Acem halkı bu ağaca
secde ediyordu ve bu nurdan ağacın büyüklüğü, parlaklığı ve yüksekliği gittikçe
büyüyordu... Bir yanıp bir sönüyordu... Bu sırada Kureyş'ten bir grubun bu
ağacın dallarına yapıştığim, diğer bir gurubun ise bu ağacı kesmeye
çalıştıklarim görüyordum. Kesmek istiyenler ağaca yaklaştıkları zaman
güzellikte bir benzerini görmediğim bir genç onları yakalıyor, onların belini
kırıyor, gözlerini çıkarıp atıyordu... Ben, bu sırada ağaca elüai uzattım ise
de dokunamadım... Acaba bu kime nasîb olacak" dedim. O genç bana dedi ki:
"Nasîb, senden önce davranan ve ağaca tutunan kimselerindir." Bunun
üzerine korku ve ürperti içinde uyandım..." Rü'yâmı bu şekilde o kadın
kâhine anlattığım zaman, o da ürperdi ve sapsarı kesildi. Bana dedi ki:
"Gördüğün rü'yâ, gerçektir, senin soyundan bir adam gelecek, doğu ve
batıya hâkim olacak ve insanlar kendisine itaat edecektir..."
Gördüğü rü'yâyı, bu şekilde kâhine
yordurmuş olan Abdü'l-Muttalib, oğlu Ebû Tâlib'e demiştir ki: "Umulur ki
yorumda işaret edilen bu adam, sen olursun!" Ebû Tâlib, babası tarafından
görülen ve kendisine aktarılan bu rü'yâyı, zaman zaman anlatırdı. Peygamberimiz'in
Peygamberliğini ilân etmesinden sonra da bunu anlatır ve:
"Abdü'l-Muttalib'in rü'yâsmda gördüğü o ağaç, Allah'a yemin ederim ki,
kardeşimin oğlu Muhammed Ebû'l-Kâsını El-Emîn'dir!" derdi. Kendisine
derlerdi ki: "O halde, hâlâ O'na îmân etmiyecek misin?" O da şu
karşılığı verirdi: "Büyüklerin beni kınamasından ve bana sövmesinden
çekmiyorum!..." [9]
Anasının O'na Hamile Kalışına Daîr Alâmetler:
Hâkim, Beyhekî, Taberanî ve Ebû Nuaym;
azadlı köle Ebû Avn tarikiyle İbn-i
Abbâs'tan, o da babası Abbâs'tan şöyle rivayet
ediyor: "Abdü'l-Muttalib bana dedi ki: Biz, bir kış seferinde Yemen'e
gitmiştik. Orada ben, bir yâhûdi bilgini ile karşılaştım. Kitap ehli olan bu
adam bana dedi ki: "Sen nerelisin?" Ben: "Kureyş'tenim"
diye cevap verdim. O: "Hangi kabilesinden?" diye sordu. Ben de:
"Hâşim Oğullarındanım" diye cevapladım. Yine o dedi ki:
"Uzuvlarından birini incelemek istiyorum, bana izin verir misin?" Ben
de: "Avret mahalli olmamak şartiyle izin veririm" dedim. Bunun
üzerine o, burun deliklerimden önce birini, sonra diğerini açarak baktı ve
inceledi. Sonra dedi ki: "Ben şahitlik ederim ki, senin bir elinde
hükümdarlık, diğer elinde ise Peygamberlik
var! Ben bunu görmekteyim. Halbuki biz bunu Zühre Oğullarında görmekte idik. Bu
nasıl olur?" Ben kendisine: "Bilmiyorum" diyerek karşılık
verdim. O bana? "Ailen var mı?" dedi. Ben: "Hayır, evli
değilim" dedim. O: "Memleketine döndüğün zaman, Zühre Oğullarından
bir kadınla evlen!" dedi..."
Bunu bana anlatan Abdü'l-Muttalib,
Yemen'den döndüğü zaman, Abdü Menâf Oğlu Vehb'in kızı Hâle ile evlendi.
Hâle'den, Hamza ile Safîyye adındaki çocukları dünyaya geldi. Oğlu Abdullah'ı
ise, Vehb'in kızı Amine ile evlendirdi; Amine'den de Resûlüllâh (sallallahü aleyhi ve sellem) dünyaya
geldiler. Resûlüllâh Efendimiz
Amine'den doğduğu zaman Kureyş demiştir ki: "İşte Abdullah, babasına karşı
zaferi kazanmıştır."
Ebû Nuaym, Sa'd bin Ebî Vakkâs'tan nakleder. O demiştir ki:
"Abdü'l-Muttalib'in oğlu ve Resûlüllâh'ın babası Abdullah, bir yerde kendisine ait bir bina
yapmakta idi. Dönüş sırasında Leylâ-iJ Adeviye adlı kadına rastladı. Kadın onu
ve alnında parlamakta olan nuru gördüğü zaman, kendisini ona teklif etti...
Dedi ki: "Eğer sen benimle olursan, sana tam yüz aded deve veririm!"
Abdullah dedi ki: "Elim, üstüm başım hep çamur. Evime gidip bir
temizleneyim. Sonra sana dönerim..." Abdullah evine gitti, güzelce
temizlendi. Sonra hanımı Amine ile birlikte oldu... İşte bu sırada Amine, Peygamberimize
hâmile kaldı. Daha sonra Abdullah, Leylâ adındaki kadına gitti ve ona, istediği
şeyin olabileceğim söyledi. Leylâ: "Hayır, olmaz" dedi. Abdullah:
"Niçin?" diye sordu. Kadın: "Sen bana uğradığın zaman, senin
alnında bir nûr parlamakta idi. Şimdi bu nuru Amine, senden almış bulunuyor!"
karşılığim verdi." [10]
Ebû Nuaym,
Harâitî ve İbn-i Asâkir Atâ tarikiyle İbn-i Abbâs'tan
rivayet ederler. O demiştir ki: "Abdü'l-Muttalib, oğlu ile birlikte çıkıp,
Yemen'deki Tebala Kasabasi'na mensûb bir kâhin ile karşılaştığı zaman; oğlunu
evlendirmek için çıkmıştı... Bu kadın kâhin, yahûdî dini ile meşgul olmuş,
hayli kitap okumuştu. Kendisine "Fâtıma Binti Mür" denmekte idi.
Peygamberlik nurunu Abdullah'ın yüzünde görüp dedi ki: "Ey delikanlı,
benimle beraber olmayı kabul eder misin? Eğer kabul edersen, sana tam yüz aded
deve vereceğim!" Abdullah ise buna, şu karşılığı vermiştir:
"Haram;
ölümden beterdir, çok fenadır!
Teklifin ise, helâl değil belki
zinadır!"
"O halde nasıl kabul ederim? Mümkin
değil!
Soylu kişi; ırz ve dinini korur, iyi
bil!..."
Sonra Abdullah, babası ile birlikte
döndüler. Babası onu Vehb'in kızı Amine ile
evlendirdi. Abdullah, Amine'nin yanında üç gün kaldı. Sonra nefsi onu, o
kadımın dediğini kabul etmeye çağırdı. Gidip: "Dediğini kabul
ediyorum" dedi. Kadın: "Benimle karşılaştıktan sonra ne yaptın?"
diye sordu. O da: "Babam beni, Vehb'in kızı Amine ile
evlendirdi" dedi. Kadın dedi ki: "Ben Vallahi zina etmiş veya edecek
bir kadın değildim... Fakat senin yüzünde bir nûr görüp bu nurun bana geçmesini
istemiştim. Demek ki Allah o nuru, sevdiği ve istediği yere ulaştırdı. Artık o
dediğim şey, olmaz..."
(Yine bu mealde ki
bir rivayeti, İbn-i Sa'd, Hişâm bin el-Kelbî'den, o da Ebû'l-Feyyâz'dan
nakleder. Fakat bu rivayet mu'dal'dır. Makbul değildir. -Suyûtî-)
İbn-i Sa'd diyor ki: "Bize el-Vâkıdî haber verdi, ona Ali bin Yeztd Abdullah bin Vehb bin Zem'a'dan naklen söylemiş, ona da babası
anlatmış. Şöyle ki: "Halam bana Resûlüllâh'ın anası Amine'nin şöyle dediğini nakletmiş tir:
"Ben ona hâmile olduğum zaman, kadınların hamilelik zamanında duydukları
ağırlığı duymadım ve hiç farkında olmadım... Bunu sâdece ayhâlimin
kesilmesinden anladım... Birgün ben, uyku ile uyanıklık arasında iken biri bana
gelip dedi ki: "Hâmile olduğunun farbanda mısın?" Ben:
"Bilmiyorum" dedim. O dedi ki: "Sen, şu âhir zaman
ümmetinin Peygamberine ve
efendisine hâmile bulunuyorsun ve bu, pazartesi günü olmuştur." O bana görünen, böyle dedi ve gitti. Doğum yapacağım zaman
yaklaşmcaya kadar, bir daha görünmedi. Sonra tekrar gelip: "Üîzühhû bi'l-vâhid
min şerri külli hâsid - Ben onu, bir olan Allah'ın korumasını istiyor, her
hased edicinin şerrinden Allah'a sığındırıyorum!" diyerek dua etmemi
söyledi. Ben de bunu söylemeye başladım ve birgün bunu kadınlara açtım. Kadınlar
da bana: "Boynuna ve kollarına demir takın" dediler. Ben de bunu
yaptım... Bunun üzerine, o bana görünen ve benimle konuşan zât, görünmez oldu.
Ben de boynuma ve kollarıma takındığım demirleri çıkarıp attım..."
(Ebû Cafer Muhammed
bin Ali'den gelen rivayette, Hazret-i Amine'nin
bu olayı anlatırken; "Ve bana:
Çocuğun doğduğu zaman ona Muhammed adim koy!" diye
de, tehbihde bulundu" dediği kaydı vardır. -Suyûtî-).
Ebû Nuaym, Büreyde ve İbn-i Abbâs'tan
nakleder. Onlar demişler ki: "Amine'ye rü'yâsında denilmiş ki:"Sen
gerçekten âlemlerin efendisine ve insanların en hayırlısına hâmile
bulunuyorsun! Doğumunu yaptığın zaman ona "Ahmed" ve "Muhammed"
adim ver! ve şunu, onun üzerine ası ver."
Amine uykudan uyandığı zaman başucunda
altın bir sahîfe görmüş ve bunda şöyle yazılı imiş: "O'nu, her hasedcinin
şerrinden, ayakta veya oturarak insanları gözetliyenlerin zararından, yolundan
şaşan ve fesada koşan kötülerin kötülük vermesinden bir olan Allah'ın koruması
ile korurum!... Yollarda, köşe ve bucakta yakalayıp fenalık etmek istiyen her
bir azgimn şerrinden, yine bir olan Allah'a sığimrım!...
Yine o yüce Allah'a sığınarak, Yüce El'e tutunarak, görünmeyen himayeye
koyarak, O'nu onlardan saklamak ve korumak isterim! Elbette ki Allah'ın eli,
onların ellerinin fevkmdedir, Allah azız ve gâlibtir. Allah koruyunca, onlar
ona zarar veremez; o ister uykuda, ister uyanık olsun, ister yolda, ister
evinde bulunsun, onlar O'na yaklaşamaz... Hiç biri O'na, gecenin evvelinden gündüzün sonuna
kadar ilişemez..." [11]
Peygamberimizin Babasının Ne Zaman vefat Ettiği
İbn-i Sa'd, Muhammed bin Ka'b'dan ve başkasından nakleder
ki, Resûlüllâh (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz'in babası Medine'de; ticâret için gittiği Şam'dan
dönüşü sırasında vefat etmiştir. Bu sırada Peygamberimiz'in validesi Amîne,
Efendimiz'e hâmile kalmış bulunuyordu... Babası Abdullah ise, vefat ettiği
sırada yirmi beş yaşında idi.
El-Vâkıdî de der ki: "Peygamberimiz'in babası Abdullah;ın
vefatı ve o sıradaki yaşı hakkında verilen bilgilerin en doğru olanı
budur." Yine el-Vâkıdî der
ki: "Bizim bildiğimize ve ehl-i ilmin bildirdiklerine göre, Amine ile
Abdullah'ın; Resûlüllâh Efendimiz'den
başka çocukları olmamıştır." [12]
Resulüllahın Doğduğu Sene Fil Vakasının Meydana
Gelmesi ve Cenabı Hakkın Onun Şerefine Fil Ashabim Cezalandırması
İbn-i Sa'd, İbn-i Ebî'd-Dünyâ ve İbn-i Asâkir Ebû Cafer Muhammed bin Ali'den rivayet ederler.
O demiştir ki: "Ashâb-ı Fil'in Mekke'ye gelişi, muharem ayimn ortalarında
idi. Bu Fil ordusunun gelişi ile Resûlüllâh Efendimiz'in doğuşu arasında elli gün
geçmiştir." [13]
Beyhekî ve Ebû Nuaym İbn-i Abbâs'tan
şöyle nakleder: O demiş ki: "Fil Ordusu Mekke'ye yaklaştığı zaman
Abdü'l-Muttalib onların hükümdarına giderek: "Böyle yapmanızın sebebi
nedir? Bize elçi gönderip ne istediğinizi bildirgeydiniz, emrinizi yerine
getirirdik..." Kral Ebrehe ki, aslında Necâşî'nin Yemen'deki yetkili
valisi idi ve dedi ki: "Kabe denilen şu ev'in haremine girenlerin emîn
olduğunu duydum, İşte ben bu emniyeti kaldırmak için geldim!"
Abdü'l-Muttalib tekrar: "İstediğiniz her şeyi size getiririz, Beyt'e bir
zarar vermek fikrinden vazgeç" dedi. Kral red etti. ve Kabe'ye doğru yola
çıktı... Abdü'l-Muttalib ise: "Bari, Beyt'in yıkılışim ve halkimn helak
oluşunu görmeyeyim" diye geride kaldı. Bir dağın üzerinde dikilip durdu...
Sonra toparlanıp Allah'a dua etmeye başladı ve dedi ki:
"Allah'ım, her bir ilâhın bir cemâati
var.
Düşman gelmiş
yakimmıza, sanki canavar..."
"Allah'ım, Be^t'inin ehlini bugün Sen
koru!
Kırılsın şu mağrurların kibiri,
gururu..."
"Elbette ki
onlar yenemez gücünü Senin.
Onların gücü de, nihhayet Senin
eserin..."
"Allah'ım, kabul edersen eğer
dileğimi,
Te'yîd et bizi... Bükmesin düşman bileğimi..." [14]
Abdü'l-Muttalib, böyle dua ederken, deniz
tarafından yağmur yüklü siyah bulut gibi birşey zuhur etti... Sür'atle
ilerleyip Fil ordusunun üzerini kaplayıverdi. Bu Pil ordusuna Allah'ın musallat
kıldığı sürü sürü kuşlar idi. Pişmiş, zehirli ve yakıcı taşlar atıyorlardı.
Bağıran fillerin feryadı ortalığı kaplamıştı... Çok geçmedi, Ebrehe'nin fil
oldusu, yenilmiş ekin yaprağına donuverdi..."
Saîd bin Mensur ve Beyhekî,
İkrime'nin, Fil Sûresi'nin, "Onların üzerine sürü sürü kuşlar
gönderdi" mealindeki âyetinin açıklamasında; "Deniz tarafından yırtıcı
hayvan başları büyüklüğünde kuşlar gelip zehirli taşlar atarak onları helak
etti... Onların cildi zehirleniyor ve onlar, çiçek hastalığına yakalanmış gibi
bir hale uğruyorlardı" dediğini naklederler." İkrime, bu konuda
konuşurken: "Bu çiçek hastalığı veya benzeri bir hastalık; böylesine
görülen ilk hastalık oluyordu..." diye de eklemiştir."
Ubeyd bin Umeyr el-Leysî'den gelen rivayet
de şöyledir: "Yüce Allah, fil ordusunu helak etmek isteyince deniz
tarafından onların üzerine kırlangıç gibi kuşlar gönderdi. Her kuş, üç aded taş
taşıyordu... Biri gagasında, ikisi de ayaklarında idi. Kuşlardan her biri, bir
adamın tepesinde duruyor, Öterek taşları bırakıyordu... Askerlere isabet eden
bir taş, vücûdunu delerek Öbür tarafından çıkıyordu... Rüzgar da çok şiddetli
esiyordu... Derken, hepsi helak olmuştu..."
Beyhekî ve Ebû Nuaym İbn-i Abbâs'tan
rivayet ederler. O demiştir ki: "Ashâb-ı Fîl, Mekke yakınma geldiği zaman
Abdü'l-Muttalib gidip Ebrehe'ye geri dönmesini söylemiş ve: "Bu, Allah'ın
evidir, onu harâb etmenize Allah izin vermez!" demişti. Onlar ise:
"Beyt'i yıkmadıkça geri dönmeyiz" demişlerdi. Fillere binip Kabe'ye
doğru sürdüler. Filler ise geri gidiyor, ileri gitmiyordu... Allah onların
üzerine sürü sürü kuşlar gönderdi ve o kuşlara üzerinde çamur bulunan siyah
taşlar verdi. Kuşlar da bu taşları onların üzerine atıp hepsini helak ettiler.
Her bir kuş, bir askerin tepesinden tam hizasına geliyor, sonra taşı
bırakıyordu. Her biri bu zehirli taşlarla kaşınma (uyuz) hastalığına yakalandı.
Kaşınmak için elini bedenine sürdüğü zaman, vücûdunun bütün etleri
dökülüyordu..." [15]
2-1 Abdül-Muttalibin Zemzem Kuyusunu Kazdığı Zaman
Görülen Alâmetler
Îbn4 İshâk ve Beyhekî Ali
bin Ebâ Talih'den rivayet ediyor. O demiş ki: "Dedem Abdü'l-Muttalib
Hıcru'l-Kâbe'de uyurken rü'yâsında ona denilmiş ki: "Sen, Berre kuyusunu
kazmaksın!" O: "Berre nedir?" diye sormuş. Fakat ona cevap
verilmemiştir. Ertesi günü aynı yerde aynı rü'yâyı görmüş: Biri ona gelip:
"Madmûne kuyusunu sen açmalısın!" demiş. O da: "Madmûne
nedir?" diye sormuş. Fakat cevap verilmemiş... Ertesi günü yine aynı yerde
kendisine: "Taybe'yi kazıp açmalısın!" denilmiş. O da: "Taybe
nedir?" diye sormuş, fakat yine cevap verilmemiş... Bir ertesi gün aynı
yerde aynı rüyayı görmüş, kendisine denilmiş ki: "Zemzem'i kaz!" O
da: "Zemzem nedir?" demiş. Denilmiş ki: "Zemzem; azalıp
kesilmeyen bir mübarek sudur! Yeri de şurasıdır. İşte burayı kaz!"
Abdü'l-Muttalib, aynı rü'yâyı dördüncü
defa gördükten sonra, işaret edilen yeri kazmaya başlar. Kureyş kendisine:
"Bu nedir ey Abdü'l-Muttalib?" der. O da: "Zemzem'i açmakla
emrolundum" karşılığim verir ve Zemzem'i açar. Kureyş Zemzem suyunu
görünce: "Ey Abdü'l-Muttalib, bu suda bizını de hakkımız var. Zemzem,
atamız İsmâil'in içmesi için ihsan edilmiş bir sudur" der.
Abdü'l-Muttalîb: "Bu su, bana aittir, bunda sizin bir hakkınız
yoktur" karşılığim verir. Kureyş: "Hakeme gidelim" der. O da
kabul eder. Kureyş: "Aramızda hakem, Sa'd oğullarimn kadın kâhinidir"
der. O da kabul eder. Fakat bu kâhin Şam'a gittiğinden onlar da Şam'a gitmeye
karar verirler. Bâzı yakınları ile birlikte yola çıkan Abdü'l-Muttalib'e,
Kureyş'in her kolundan bâzı kimseler de katıldılar. Birlikte yola çıktılar.
Çölde ilerlerken Abdü'l-Muttalib ve yakınlarimn suyu tükendi. Neredeyse helak
olacaklardı. Yanındaki Kureyş temsilcilerine su istediler. Onlar su vermediler
ve: "ileride bizını de suyumuz tükenebilir ve bizler de sizin durumunuza
düşebiliriz" dediler. Abdü'l-Muttalib yakınlarına: "Ne
düşünürsünüz?" dedi. Onlar da: "Siz bilirsiniz, biz sana
tabiyiz" dediler. Bunun üzerine Abdü'l-Muttalib şu fikri ileri sürdü:
"Ben diyorum ki, her biriniz kendi çukurunuzu kazsın, sonra hanginiz
ölürse arkadaşları onu kendi çukuruna defnetsin.. Herhalde, içinizden birinizin
veya birkaçimzın ölmesi, hepinizin helak olmasından daha kolay olur..."
Onlar da "peki" dediler ve böyle yaptılar. Sonra dediler ki: "Ey
Abdü'l-Muttalib, bizını böyle ölümü beklememizden, Allah vekil deyip yola
çıkmamız daha uygun olmaz mı? Umulur ki Allah bizi suya kavuşturur..." O
da: "Haydi yola çıkınız!" dedi, onlar ve kendisi yola çıktılar.
Abdü'l-Muttalib devesine bindi ve onu kaldırdı. Deve kalktığı zaman, ayakları
yere battı ve oradan su fışkırmaya başladı. Abdü'l-Muttalib devesini tekrar
çöktürdü, diğerleri de develerini çöktürdüler. Sudan bol bol içtiler ve
içirdiler, su kablarim da doldurdular. Sonra Kureyş'in temsilcilerini çağırıp:
"Ey arkadaşlar, geliniz sudan istediğiniz kadar alimz! Allah bize suyu
ihsan etti" dediler. Onlar da gelip içtiler ve içirdiler (develerini de
suladılar). Dediler ki: "Ey Abdü'l-Muttalib, gerçekten Allah sana, hükmünü
de bildirmiş oluyor. Sana şu çölün ortasında suyu lütfeden Allah, yine Zemzem'i
de sana ihsan etmiştir. Biz dâvamızdan vazgeçiyoruz. Haydi hep birlikte geriye
(Mekke'ye) dönelim." Böyle dediler ve birlikte Mekke'ye döndüler..."
Beyhekî'nin
senedleriyle çıkardığı bir rivayete göre, İmâm-ı Zühri demiştir ki: "Fil
ordusu Mekke yakınma geldiği zaman, Resülüllah'ın ceddi Abdü'l-Muttalib'in
davranışı, Kureyş'in dikkatini çekmiş ve onun saygınlığim artırmıştı. Şöyleki:
Kureyş korkuya kapılarak kaçmış, Mekke'yi terketmişti. Abdü'l-Muttalib ise:
"Vallahi ben Allah'ın Harem'inden çıkmam, başka yere giderek kendime izzet
aramam!" demiş ve Beyt'in yanında oturup şöylece dua etmişti:
"Allah'ım, bilirsin ki kişi, kendi ailesini koruyup himaye eder. Sen de şu
günde, Beyt'ini ve Beyt'inin halkim koru."
O, böyle dua ediyor ve bulunduğu yerden
ayrılmıyordu. Nihayet Allah; Fil ordusunu helak etti.
Kureyş de geri döndü. Fakat Abdü'l-Muttalib'in yanlarındaki şeref ve kıymeti
de, çok arttı. O'nun, Allah'ın Harem'ine olan saygısı sebebiyle, kendisine daha
çok saygı duydular. Derken bir ara rü'yasmda kendisine: "Zemzem'i
çıkar!" denildi. O, irkilerek uykusundan uyandı. Yine: "Allah'ım,
Zemzem'in bulunduğu yere âit bir alâmet göster" diye dua etti. Rü'yasında
ona denildi ki: "Karganın gelip de eşindiği yere dikkat et! Orada aynı
zamanda karınca yuvası da vardır. Burayı kaz, Zemzem'i çıkar..." O da öyle
yaptı. Fakat suyu bulması kolay olmadı. Günlerdir kazıyor, bir türlü suyu
bulamıyordu. Çok yorulmuştu. Kureyş de gelip kendisine: "Bu ne
iştir?" diyordu. O da: "Zemzem'i çıkaracağım" diyordu. Nihayet
büyük eziyet içinde kalınca; "Evlâdından birini kurban etmeyi adadı."
Sonra kazmaya devam etti ve suya ulaştı. Üzerine bir havuz yaptı. Bunu, Zemzem
suyu ile doldurdu, hac mevsınıinde hacılara buradan zemzem suyu ikram ederdi.
Kureyş'ten bazıları kıskançlığından geceleyin Zemzem havuzunu yıkarlardı. O da
gündüz tekrar onarırdı. Tahripçiler bunda fazla İsrâ'r edince, yine Rabbi'ne
iltica eyledi. Dedi ki: "Ey Rabbim, ben bunu sâdece içmek isteyenler için
helâl kılıyorum! İçmenin dışında, yıkanmak için falan helâl kılmıyorum! Zemzem
havuzunu tahrip edenleri de Sana havale ediyorum!..." İşte bundan sonra
kim Zemzem havuzuna kasden zarar verirse, mutlaka bir belâya uğrar, cezasını
görürdü.. Nihayet onlar da bundan ibret alarak Zemzem'e ilişmez oldular,
Abdü'l-Muttalib de rahatça Zemzem hizmetine devam etti..."
Daha sonra Abdü'l-Muttalib dedi ki:
"Ey Allah'ım, ben evladımdan birini sana kurban etmeyi adamıştım. Ben
şimdi onların arasından kur'a çekeceğim. Sen hangisinin kurban olmasını istersen,
ona rast getir! Ben de onu kurban edeyim..." Çocukları arasında kur'a çekti, kur'a Abdullah'a isabet
etti. Abdullah ise en sevdiği oğlu idi. Bunun üzerine Abdü'l-Muttalib yine
Allah'a sığimp dedi ki: "Ey Rabbim, en sevgili oğlum Abdullah'ı mı, yoksa
yüz deveyi mi kurban etmek sana daha sevimlidir? Hangisi sevimli ise, kur'ayı
ona rast getir!" diyerek Abdullah ile yüz deve arasında bir kur'a daha
çekti. Bu sefer kur'a develere isabet etti. O da oğlu Abdullah'ın yerine yüz
deveyi kurban etti..."
İbn-i Sa'd da
bu konuda İbn-i Abbâs'ın şöyle dediğini nakleder: "Abdü'l-Muttabib
Zemzem kuyusunu kazarken, ona çok az kimse yardım etmişti... Bu sırada o, eğer
on erkek evlâdı olursa birini Allah'a kurban etmeyi adamıştı... Erkek evlâdimn
sayısı onu bulduğu zaman, oğullarim toplayıp bu husustaki adağim açtı. Onlar da
buna itiraz etmediler: "Ne istersen yap" dediler. Aralarında kur'a
çekti ve Abdullah'a çıktı. Onun elinden tutarak kurban edeceğiyere götürürken,
kızları ağlayıp feryâd ettiler. İçlerinden biri dedi ki-: "Babacığım, onun
•yerine, niçin Harem civarında gezinen develerinden onunu kurban
etmiyorsun!" O da onunla develer arasında kur'a çekti, kur'a Abdullah'a
çıktı. O zaman, bir insanın diyeti de on deve idi. Sonra develerin sayısını on
aded daha artırarak kur'a çekti. Kur'a yine Abdullah'a çıkınca develerin
sayısını onar onar artırarak yüze çıkardı. Yüz deve ile Abdullah arasında kur'a
çekti, bu sefer kur'a develere isabet etti. Abdü'l-Muttalib derhâl "Allahü
Ekber!" diyerek tekbîr getirdi. Yanında pek çok insan da var idi. Sonra
develeri alıp kurban etti... Bir insanın diyeti (kan bedeli) olarak yüz deveyi
ilk defa tayin ve taktır eden de Abdü'l-Muttalib oldu... Sonra bu, Arablarda ve
Kureyş'de âdet oldu... Sonra İslâm devri geldi. Bu devirde de Resûlüllâh bunu
aynen devam ettirdi."
Hâkim,
İbn-i Cerîr ve El-Ümevî (Meğâzî adlı kitabında) Es-Sanâbihî'den o da
Muâviye'den rivayet ederler. Muâviye demiş ki: "Birgün biz, Resûlüllâh'ın
(sallallahü aleyhi ve sellem) yanında idik. Bir köylü geldi ve dedi ki: "Ey
Allah'ın Resulü, otlar kurudu... Sular çekildi. Çoluk çocuk helak olup mal zayi
oldu... Allah'ın sana ganimet olarak lütfettiği maldan, sen de bana ver; ey İki
Kurbanlığın oğlu!"
Resûlüllâh Efendimiz
de tebessüm buyurdular ve köylünün; "Ey İki Kurbanlığimn Oğlu!" diye
hitap etmesine ilişmedi."
Olayı bu şekilde anlatan Muâviye'ye
dediler ki: "Ey Emîra'l-Mü1-minîn, o köylünün bahsettiği "iki
kurbanlık" kimlerdir?" Oradakilerin bu sorusuna cevaben Muâviye de
dedi ki: "Abdü'l-Muttalib, Zemzem'i kazıp çıkartmakla emrolunduğu zaman,
bu iş kendisine kolay gelirse oğullarından birini kurban etmeyi adamıştı... Bu
işi kolayca tamamladığı zaman, sayıları onu bulan oğulları arasından kur'a
çekti. Kur'a ise Abdullah'a çıktı... Onu kurban etmek istedi ise de Abdullah'ın
dayıları olan Mahzûm Oğulları buna engel oldular ve dediler ki:
"Abdullah'a bedel kurbanlar keserek Rabbinin rızasını almağa çalış!"
O da öyle yaptı... İşte İki Kurbanlıktan biri, böylece Abdullah olmuştu...
Diğeri de İsmail (a:s.) idi." [16]
Resulüllah'ın Doğum Gecesi Vukua Gelen Bazı Fevkalâde
Alâmet ve Özellikler
Beyhekî ve Ebû Nuaym Hassan bin Sâbit'ten rivayet eder. O demiş ki:
"Ben, henüz yedi-sekiz yaşlarında bir çocuk idim. Görüp duyduklarımı ise
anlıyabiliyordum... İşte bu sırada bir yahûdî Medine'deki evi üzerinden şöyle
bağırmakta idi: "Ey yahudiler, toplanimz! Buraya geliniz!..."
Yahudiler de toplandılar ve dediler ki:'Yazık sana! Bizi neden
topluyorsun?" O onlara hitaben dedi ki: "Ahmed bu gece dünyâya geldi, yine bu gece onun yıldızı
da doğdu!..."
Beyhekî, Taberanî, Ebû Nuaym ve İbn-i Asâkir, Osman bin Ebû'l-As'dan
şöyle rivayet ederler: "Bana, Resûlüllâh'ıri anası Amine'nin Resûlüllâh'ı
doğurduğu gece, onun yanında bulunan anam anlattı. Şöyle ki: "O gece ben,
evde nurdan başka bir şey göremiyordum... Başımı yukarıya kaldırdığım zaman
yıldızları da o kadar yakın hissediyordum ki, sanki üzerime düşecek gibiydiler.
Amine doğumunu yaptığı zaman, evin içi tamamen nura boyandı. Ev ve evdeki her
şey, nurdan ibaret oluverdi."
(...Doğdu ol saatte ol sultânü dîn!
Nura gark oldu
semâvât ü zemîn!)
Ahmed, Bezzâr, Taberanî, Hâkim, Beyhekî ve Ebû Nuaym Irbâz bin Suriye'den rivayet ederler. Onun
nakline göre Resûlüllâh buyurmuştur
ki: "Ben, Allah'ın kuluyum ve Peygamberlerin sonuncusuyum! Ben size haber
veriyorum: Ben, Ibrâhîm (aleyhisselâm)'ın
duası, Îsâ (aleyhisselâm)'ın
müjdesi, anamın da rü'yâsıyım! ki anam benimle ilgili rü'yâsım görmüştü...
Diğer Peygamberlerin anaları da ilgili rü'yâlarım görmüşlerdir. Allah
Resûlü'nün anası, doğumunu yaptığı zaman da görmüştü ki, her taraf nura
boyanmış ve tâ Şam'daki köşkleri aydınlatmıştık."
(Yine aynı kaynakların ve İbn-i Sa'd'ın, Ebû Ümâme'den
naklettikleri bir rivayet de bu mealdedir.)
Sahihtir
kaydiyle Hâkim ve Beyhekî Hâlid bin Ma'dân'dan şöyle rivayet ederler: "Resûlüllah'ın
ashabı sormuşlar: "Ey Allah'ın Resulü, bize kendinizden haber verir
misiniz?" demişler. O da cevaben buyurmuşlar ki: "Babam İbrahim'in
duası, Îsâ'nın müjdesi, anamın müjdeli rü'yâsı... O bana hamile kaldığı zaman,
Şam'daki köşkleri aydınlatacak kadar büyük bir nurun kendisinden çıktığim
görmüştü..."
Açıklama: Rivayet metninde geçen: "O
bana hâmile kaldığı zaman" sözü, Amine'nin o zaman gördüğü rü'yâyı
anlatır. Doğum yaptığı gece ise, Amine "büyük bir nuru..." uyanık bir
halde ve gözleriyle görmüştür. Nitekim İbn-i İshâk'ın ilgili rivayeti de açıkça
bunu ifâde etmektedir. (Suyûtî)
İbn-i Sa'd ve İbn-i Asâkir ayrıca İbn-i Abbâs'ın
şöyle dediğini rivayet ederler: Amine demiştir ki: "Ben O'na hâmile
kaldığım zaman, tâ doğumumu yapıncaya kadar bir ağırlık duymadım... Doğumumu
yapıp benden ayrıldığı zaman ise, O'nunJa birlikte dünyânın doğusunu ve
batısını kaplayan büyük bir nurun da ayrıldığim gördüm... O doğduğu zaman, yere
iki eli üzerine düşmüş ve yerden bir tutam toprak. almıştı ve tam bu sırada başim
da semâya kaldırmıştı..."
(Kaynaklarımızın Ebû'l-Acfâ, Ümmü Seleme
ve Bûreyde'den naklettikleri rivayetleri de bundan önceki rivayete yakın manâda
haberler ıhîsvâ etmektedir.) (Suyûtî)
İbn-i~i Sa'd Amr bin Asını el-KülâbVden, o
Hammam bin Yahya'dan, o da İshâk bin Abdullah'tan rivayet eder. O şöyle
demiştir: "Resûlüllah Efendimiz'in annesi Amine demiştir ki: "Ben
O'nu dünyaya getirdiğim zaman, benden büyük bir nûr çıktı ve Şam'ın saraylarim
aydınlattı... Ben O'nu tertemiz olarak dünyâya getirdim, üzerinde hiçbir pislik
yoktu... Yere düştüğü zaman, iki eli ile yeri tutarak oturur vaziyette
idi."
Muâz el-Anberî'nin rivayetinde ise,
"Benden yıldız gibi bir nûr çıktı, yeryüzünü aydınlattı"
denilmektedir.
(Hassan bin Atiyye'den gelen rivayet dahî
bu mealdedir. Bu İki rivayette "Yerden toprak avuçladığı" kaydı
yoktur.) (Suyûtî).
Ebû Nuaym, Abdurrahmân bin Avfdan, o da anası Şifâ Hatun'dan
nakleder. O şöyle demiştir: "Resûlüllah Efendimiz doğduğu zaman, benim iki
elim üzerine düştü ve bağırarak ses çıkardı. Bu arada bir ses duydum, şöyle
diyordu: "Allah
sana rahmetler eylesin!" Sonra büyük bir nûr göründü ve Rum ülkesinin
saraylarim aydınlattı... Ben bu saraylardan bir
kısmim gördüm... Sonra O'nu giydirip yatırdım. Derken
üzerime sağ tarafımdan bir karanlık, korku ve titreme bastı... Yine bir ses
diyordu ki: "Onu nereye götüreyim?" Cevaben: "O'nu batıya
götür!" denildi. Sonra üzerimden bu hâl kalktı. Bu sefer aynı hâl sol
tarafımdan başladı. Beni bir zulmet, korku ve titreme aldı. ve bir ses: "O'nu nereye
götüreyim?" diyordu. Kendisine bu sefer, "O'nu doğuya götür" denildi. ve ben, O'na Peygamberlik
verilinceye kadar, bu sesi hep kalbimde duyuyordum. Resûlüllah Efendimiz,
Peygamberliğini ilân ettikleri zaman, O'na ilk
inananlardan biri de ben oldum..."
Yine Ebû Nuaym, Amr bin Kuteybe'den, o da babası Kuteybe'den rivayet
eder. O demiştir ki: "Amine'nin doğum yapması zamanı yaklaştığında, yüce
Allah meleklere şöyle emretmiştir: "Bütün semâların kapılarim açimz, cennet kapılarım da... ve hepiniz
hazır olunuz..." Bunun üzerine melekler birbirini müjdeleyerek semâdan
inmişler. Bütün dağlar, denizlerdeki balıklar, birbirini müjdelemişlerdir.
Şeytanlar da bağlanıp hapsedilmişlerdir. O gün, güneşin nuru artırılmış,
yetmiş bin huri, güneşten O'nun doğumunu gözlemiş, havada bekleşmiştir. ve o
gün, dünyada doğum yapan diğer kadınların da erkek evlâd dünyaya getirmelerine
yüce Allah izin vermiştir. Sevgili Resulü Muhammed'in şeref ve hürmetine...
Yine o gün, bütün ağaçların çiçekleri bereketlenip meyve vermiş, her bir korku
emniyete dönüşmüştür.
Âlemlere rahmet
Hazret-i Muhammed (sallallahü
aleyhi ve sellem) doğduğu zaman, bütün dünyâ nura gark
olmuş, bütün melekler birbirini müjdelemişlerdir. Bütün göklerde rengârenk
nurdan sütunlar ilâve edilmiş, bununla semâların aydınlığı da bir kat daha
artırılmıştır. Hazret-i
Peygamber, Mirâc Gecesinde bu durumu da ayrıca
müşahede etmişlerdir. O'na o gece, yâni Mi'râc Gecesi denilmiştir ki:
"İşte şu nûrânî sütun, senin doğduğun zaman, senin doğumunun müjdesi
olarak dikilmiştir." Yine O'nun doğduğu gece, Kevser Irmağı'nın kenarına
yetmiş bin misk ve anber ağacı dikilmiş, bunlardan cennete kokular saçılmıştır.
Bütün göklerdeki melekler, Allah'a esenlikler vermesi için dualar etmiş, putlar
yere serilmiştir. Lât ve Uzzâ adındaki putlardan şöyle sesler işitilmiştir:
"Yazık şu Kureyş'e, çünkü el-Emîn dünyaya geldi! Yazık Kureyş'e, Zira
es-Sıddık geldi. Kureyş'in ise bir şeyden haberi yok!..." Beyt'ten yâni
Kabe'den de günlerce şu sözler işitilmiştir: "İşte şimdi, asıl nuruma kavuşacağım!
İşte şimdi, ziyaretçilerim gelecekler! İşte şimdi câhiliyyenin pisliklerinden
temizleneceğim. Ey Lât ve Uzzâ, siz helak oldunuz!..." ve Kabe'de,
üç gün sarsıntı gece-gündüz eksik olmamıştır. Resûlüllâh'ın
doğumu ile ilgili olarak Kureyş'in ilk gördüğü alâmet de bu olmuştur..
(Sonra nasıl olmuş da Kureyş bunu unutmuş.
Belli değil... Belki de bu rivayetler, •birtakım edebî tasvirlerdir, sadece...)
(Burada, bu konu ile ilgili olarak, o gece
bütün vahşî hayvanların bile dile gelip konuştukları, müjdeler verdikleri, doğudaki
hayvanların batıya, batıdaki hayvanların da doğuya giderek birbirlerini
müjdeleyip tebrik ettikleri... şeklinde ve benzeri birtakım haberleri ihtiva
eden başka rivayetler de bulunmakta ise de; İmâm Suyûtî hazretleri, bütün
bunları kaydettikten sonra: "Son derece münker (kabul edilmesi imkansız)
rivayetler olduğunu" bildirmiştir).
Hafız Ebâ Zekeriyyâ Yahya bin Aiz, Resûlüllâh'ın
doğumuyla ilgili olarak yazdığı "Mevlid" kitabında, İbn-i Abbâs'ın
şöyle dediğini-kaydeder: "Amine, doğum yaptığı güne dâir konuşur ve şöyle
derdi: "Ben büyük bir hayranlık içinde iken, ansızın üç kişi geldi; sanki
güneş onların yüzünden doğmuştu... Birinin elinde gümüş bir ibrik vardı, içinde
misk gibi bir koku bulunmakta idi. İkincinin elinde dört köşeli ve yeşil zümrütten
bir tepsi vardı ve her köşesinde beyaz inciler bulunmakta idi. Biri ansızın
şöyle diyordu: "İşte dünyâ! Bütün denizleri ve karası, doğusu ve batısı
ile! Ey Allah resulü, ne tarafim almak istiyorsan
al." Ben bu sıra, Rasulullah'ın hangi tarafım tutacağim görmek
için baktım ve gördüm ki O, tepsinin ortasından kavrayıp aldı. Biri şöyle, nida
etti: "Hiç şüphesiz Muhammed Kabe'yi ve onun işaret ettiği mânayı
almıştır! Sınısıkı Tevhîd'e tutunmuştur. Şüphesiz Allah Kabe'yi O'na kıble
olarak vermiş ve O'na mübarek bir makam kılmıştır!,.." O gelen güueş yüzlü
zatlardan üçüncüsünün elinde ise, iyice durulmuş beyaz bir ipek vardı. Onu açtı
ve içinden bir mühür çıkardı. Mühür, görenleri hayretler içinde bırakacak
güzellik ve parlaklıkta idi. Sonra o zât, bana doğru yaklaştı ve elindeki
mührü, elinde tepsi tutmakta olan zâta verdi. Bu sırada elinde gümüş ibrik
tutmakta olan zât ibriği dökerek mührü yedi defa yıkadılar. Sonra Resûlüllâh'ın iki omuzu arasını mühürlediler. Tekrar mührü beyaz ipek parçasına
iyice sardılar. Sonra Resûlüllâh'ın omuzun u mühürleyen zât, O'nu kanatlan araşma
aiarak bir müddet tuttu... Sonra O'nun kulağına birşey söyledi, fakat ben ne
söylediğini anlayamadım... Sonra O'na hitaben dedi ki: "Sana müjdeler
olsun yâ Muhammedi Senden önceki Peygamberlere verilmiş bulunan bütün ilimler de sana
verilmiştir! Peygamberler içinde ilmi ei\ çok olan, şecaat ve
kahramanlıkta da en ileri bulunan sensin! îlâhî nusretin ve zaferlerin anahtarı
seninledir! Senin adim duyan her bir asker veya kumandanın, mutlaka
kalbine bir korku ve saygı dolacaktır. Senden korkacaktır, ey Allah'ın
halîfesi!....
(Hadis bilginlerinden ibn Dıhye bu rivayet
hakkında et-Tenvir adlı kitabında: "Bu garib bir rivayettir"
demiştir. Suyûtî.) [17]
İbn-i Sa'd, Hâkim, Beyhekî ve Ebû Nuaym, mü'ıninlerin anası Hazret-i Âişe'den,
onun şöyle anlattığim rivayet ederler: "Mekke'de ticâretle
iştigâl eden bir yahûdî vardı. Resûlüllâh (sallallahü aleyhi ve sellem)'in doğduğu gece o, Kureyş'in toplantılarimn
birinde demiştir ki; "Ey Kureyş topluluğu, bu gece içinizden birinin bir
erkek çocuğu doğdu mu?" Kureyş: "Haberimiz yok" demiş. O da
demiş ki: "Bakınız,
benim söyliyeceklerimi iyi belleyiniz! Bu gece, şu son ümmetin Peygamberi dünyaya gelmiştir! O'nun iki omuzu arasında at
yelesi gibi sık olarak bitmiş kıllar bulunmaktadır. ve O, şu iki gece zarfında anasının sütünü emmeyecektir."
Kureyş'in topluluğu bu haber üzerine derhal dağılmış ve hepsi hayretler içinde
kalmıştır. Evlerine vardıkları zaman, her birinin ailesi kendilerine, bu yeni
doğum hakkındaki haberi iletmiş; "Abdü'l-Muttalib'in oğlu Abdullah'ın bir
erkek çocuğu dünyâya gelmiş ve adına Muhammed konulmuş" diye konuşmuştur.
Toplantıda o yâhûdînin söylediklerini duyanlar, geri dönüp yâhûdîyi durumdan
haberdâr etmişler.
Yahûdî onlara demiş ki: "Haydin hep
beraber ona bakmaya gidelim!" ve hep
birlikte onu görmeye gittiler. Amine'nin evine vardıkları zaman, kendisinden
izin istediler. O da çocuğu kucağına alarak dışarı çıktı ve onların ricası
üzerine, onun omuzları arasını kendilerine gösterdi. Yâhûdî onun iki omuzu
arasındaki beni görünce, kendinden geçip baygın yere düştü... Bir müddet sonra
ayıldığı zaman, oradakiler: "Sana ne oldu?" dediler. O da dedi İd:
"Vallahi derim ki, Peygamberlik
artık îsrâîl oğullarından gitmiştir! Ey Kureyş topluluğu, sizler O'nun doğumu
sebebiyle sevmiyor musunuz? Haberiniz olsun, o size öylesine büyük bir darbe
indirecektir ki, bunun haberi, dünyanın doğusunda da, batısında da
duyulacaktır..."[18]
Beyhekî ve İbn-i Asâkir Ebû'l-Hakem
et-Tenûhî'den naklederler. O demiştir ki: "Kureyş'in âdetine göre, bir
çocuk dünyâya geldiği zaman, onu kadınlara teslim ederler, onlar da o çocuğu
sabaha kadar bir kazanın altına kapatırlar idi. Resûlüllâh doğduğu
zaman da, Abdü'l-Muttâlib onu kadınlara teslim etti, onlar da onu sabaha kadar
bir büyük kazanın altına kapattılar. Sabahleyin onun yanına geldikleri zaman,
üzerine kapattıkları kazanın ikiye ayrılmış olduğunu gördüler. O'nu da,
gözlerini açmış semâya bakar bir halde buldular ve Abdü'l-Muttalib'e giderek
durumu anlattılar. Abdü'l-Muttalib de onlara dedi ki: "O'nu iyi koruyun!
O'nun ileride büyük bir hayra ereceğini ümîd ediyorum!" Abdü'l-Muttalîb,
O'nun doğumunun yedinci gününde, bir kurban kesti ve Kureyş'e ziyafet verdi.
Yemek yenildikten sonra Kureyş dedi ki: "Ey Abdü'l-Muttalib, ona ne isını
verdin?" O da:
"O'na Muhammed adim verdim!" dedi. Kureyş:
"Ailene mensûb olanların isınılerinden birini niçin vermedin?" diye
sordu O da dedi ki: "Ben O'na, gökte Allah'ın sevgilisi, yeryüzünde de
insanlığın sevgilisi olması için Muhammed adim verdim!" [19]
Beyhekî ve İbn-i Asâkir Museyyib
bin Şüreyk'ten şöyle rivayet ederler: "Merru'z-Zahrân'da Şam'lı bir râhib
vardı. "Is" adındaki bu rahibin ilmi çok idi. Kendisine âit
manastırda devamlı ibâdetle meşgul olurdu. Bâzan Mekke'ye .gelir insanlara
şöyle hitab ederdi: "Ey Mekke'liler! İçinizden bir ailenin bir erkek
çocuğunun doğumu yaklaştı... Bu çocuk büyüdüğü zaman Araba ve Aceme hâkim
olacaktır. Şu içinde bulunduğumuz zaman, O'nun zamanıdır. Kim O'na yetişir ve
uyarsa, muradına erer! O'na yetiştiği halde uymayanlar ise hüsrana düşer! Emîn
olunuz ki benim, o huzur ve çeşitli nimetler içinde yaşanan yerde ikâmet
etmekte oluşumun tek sebebi; O'na kavuşabilmek arzusudur. Is adındaki bu râhib,
dünyaya gelen her erkek çocukla ilgilenir, onun ahvâli hakkında bilgi edinir
ve: "O, henüz gelmedi" derdi. Resûlüllâh'ın doğduğu günün sabahında ise, Abdü'l-Muttaiib bu
rahibe giderek durumu haber verdi. Is kendisine dedi ki: "Abdü'l-Muttalib,
size bahsettiğim çocuk doğmuştur. Bu yetimin babası sen ol! O, pazartesi günü
doğmuş, pazartesi günü Peygamber olur, pazartesi günü vefat eder. O, geçen
akşam doğmuştur. Bunun alâmeti ise, şimdi o, acı çekmektedir, sütünü
emmemektedir. Rahatsızlığı üç gün sürer, sonra geçer. Ey Abdu'l-Muttalib,
dilini tut, bu çocuğa âit sırları kimseye söyleme! Çünkü hiçbir kimse, O'nun
kıskanıldığı kadar kıskanılmış olamaz! O'nun düşmanları çok olacaktır."
Meraklanan Abdü'l-Muttaiib: "O, ne
kadar yaşayacaktır?" diye sordu. Râhib: "İster çok yaşasın ister az,
O yetmiş sene ömür sürmeyecek; yetmişden önceki tek yılların birinde vefat
eder. Bu, atmış bir de olur, atmış üç de olabilir. Ümmetinin ekserisinin
ömürleri de bu civarda bulunur..."
(O, sevkettiği bu rivayette aynı zamanda
demiştir ki: "Resûlüllâh,
Muharrem ayimn Aşûrâ gününde ana rahmine düşüp Amine O'na hâmile kalmıştır.
Doğduğu pazartesi günü ise, Ramazan ayimn on ikisine rastlıyordu). (49).
Ebû Nuaym Dâvûd
bin Ebî Hind'den rivayet eder. O demiştir ki: "Peygamber Efendimiz dünyaya
geldikleri zaman, dağların zirveleri aydınlanmıştır! O, doğduğu zaman iki eli üzerine
yere düşmüş, sabaha kadar yukarı bakarak gökleri gözlemiştir. O'nun üzerine bir
kazan kapatmışlardı. Fakat kazan, iki parça olup ayrılmış ve O'nun gökleri
gözlemesine engel olmamıştır..."
(İbn-i Sa'd'ın
İkrime'den sevkettiği rivayet de, bu mâhiyette bilgi vermektedir.)
İbn-i Ebî Hatim Tefsîr'inde İkrime'den şöyle nakleder: "Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem) doğduğu zaman, yeryüzü nura boyandı.
Bundan son derece rahatsız olan Iblîs: "Bu gece, işimizi çok zorlaştıracak
birisi dünyâya geldi!" diye bağırmış. Askerleri de: "Gidip onun aklim
kanştırsana!" demişler. O da, aklim karıştırmak maksadı ile Peygamber'e
yaklaşmak istemiş... Tam bu sırada Allah Cebrâîl'i göndermiş, Cebrâîl tblîs'e bir tekme vurmuş, îblîs kendisini tâ
Aden de bulmuş..."
Zübeyr bin Bekkâr ile İbn-i Asâkir'in
Mâruf bin Harbûz'dan rivayetleri ise şöyledir: "tblîs, daha önceleri, tâ
yedinci kat semâya kadar çıkar, kulak hırsızlığı yaparak gizli haberleri
çalarimş... Îsâ (aleyhisselâm)'ın [20] doğumu ile, ancak dördüncü kat
semâya kadar çıkabilir olmuştur. Vaktaki Peygamber
Efendimiz doğdular, artık îblîs semâların hiç
birine çıkamaz olmuştur. Peygamberimizin doğumu ise, pazartesi gününün gecesinde, şafak
söktüğü zaman olmuştur."
Beyhekî, Ebû Nuaym, İbn-i Asâkir ve
El-Hevâtif adlı eserinde Harâitî Ebû Eyyûb el-Becelî tarîkından, o da Mahzûm
bin Hânî'den şöyle rivayet ederler. O demiştir ki: "Yaşı yüz ellilerde
bulunan babam şöyle anlatırdı: "Vaktaki Resûlüllâh Efendimiz'in
doğumu gerçekleşti, o gece İran hükümdarı Kisrâ'nın sarayında sarsıntılar olup
eyvanlar üzerindeki kulelerden on dördü yıkılmış; Sava gölü kurumuş, bin
seneden beri yanmakta olan mecûsî ateşleri sönmüştür. Sabah olunca Kisrâ büyük
bir korkuya kapılmış, kimseyle konuşmak istememiş, sonra vezirlerini toplayıp
onları ve gördüklerini onlara anlatmıştır. Bu sırada mecûsî ateşinin söndüğüne
dâir bir mektup gelmiş, Kisrâ daha da üzülmüş... Mecûsî âlimi söz alıp
geceleyin gördüğü bir rü'yâyı anlatmış ve: "Birtakım kuvvetli develer,
birtakım Arap atlarim yedip götürüyordu... Derken Dicle'yi geçip ülkemizde
dağıldılar" dedi. Kisrâ: "Bu rü'yâmz, neye işaret ediyor? Sizce neler
olacak dersiniz?" demiş. Mûbedân (yâni mecûsî âlimi) de:
"Arap tarafından bir büyük olay
meydana gelse gerek"'demiş... Bunun üzerine Kisrâ, Nûman bin Münzir'e bir
mektup yazarak, soracakları birtakım mes'eleleri çözebilecek bir âlim
göndermesini istemiş. Münzir de ona, Abdü'l-Mesîh bin Amr el-Gassânî'yi
göndermiştir. O geldiği zaman Kisrâ kendisine: "Sormak istediğim şeylere,
yeterli cevaplar verebilecek misin?" demiş. O da: "Siz söyleyiniz,
ben de biliyorsam cevaplandırayım" diye karşılık vermiştir. Kisrâ,
sorularim yöneltince, cevap verememiş, ancak cevap verebilecek birini tavsiye
edebileceğini ve bu şahsın, Şam yakimnda oturmakta olan Sâtîh olduğunu
söylemiş... Kral da kendisine, Satıh adındaki şahsa gidip sormasını emretmiş.
Abdü'l-Mesîh Şam'a giderek Satîh'i bulmuş ve kralın sorularim kendisine intikâl
ettirmiş. Satîh demiş ki: "Ey devesine binip Satîh'a gelen Abdü'l-Mesîh,
seni gönderen İran Kralı Kisrâ'dır! Saraydaki sarsıntıyı, ateşin sönmesini
görüp korkuya kapıldı. Mûbedân da gördüğü rü'yânm tesiri altında kaldı. Biliniz
ki, Kitâp'ın okunması, okuyanlarimn çoğalması ve kitâp'a çağına zâtın zuhuru
gerçekleştiği; semavî vâdî iyice coştuğu ve Sava gölü de battığı zaman... AHık
Şam, Satîh'in Şam'ı değildir. İşte bu esnada onlardan, yâni Sâsânî'lerden
birtakım melik ve melikeler çıkar. O yıkılan eyvanların sayısı kadar. Her bir
şey ki, gelecektir; gelmesi muhakkaktır!"
Satîh, Abdü'l-Mesîh'e hitaben bunları
söyledikten sonra, yerine çekildi. Abdü'i-Mesîh de devesini sürerek Kisrâ'nın
yanına geldi ve ona hitaben: "Efendim, bizden oniki hükümdar gelip
geçinceye kadar, birtakım büyük işler olacakmış... Kitap okuyanlar çoğalacak,
ilâhî ve semavî vadi iyice coşacakmış..." diye bilgi vermiştir, ve dört
sene zarfında Sâsânî'lerde, tam on aded hükümdar gelip geçmiştir. Kalan dördü
ise, Hazret-i Osman'ın halifeliği zamanına kadar iş başına gelip geçmişlerdir.
Satîh'in işaret ettiği gibi,.."
Not: Yukarıda geçen bu rivayeti
nakledenlerden İbn-i Asâkir, bunu naklettikten sonra, bu rivayetin "garîb
bir rivayet" olduğunu bildirmiştir. Yine yukarıda geçen rivayeti
nakledenlerden Abdan, Kitâbü's-Sahâbe'de bunu zikrettikten sonra, şu bilgiyi
vermiştir: "Hafız İbn-i Hacer, El-Îsâbe'sinde bu rivayetin mürsel olduğunu
bildirmektedir." Yani, rivayetin senedinde kopukluk vardır; onu Peygamberimiz'e
bağlayıcı sahâbi, zikredilmemİştir. Tek başına, delil ve hüccet olamaz.)
(Suyûtî) [21]
Yine İbn-i
Asâkir ile El-Barâitî, Urve'den
naklederler. O demiştir ki: "Kureyş'ten Varaka bin Nevfel, Zeyd
bin Amr bin Nüfeyl, Abdullah bin Câhş ve Osman bin Huveyris'in de içinde
bulundukları bir gurup insan, etrafında toplandıkları bir putun yanında idiler.
Putun aniden devrildiğini gördüler. Bunu yadırgayıp şaşırdılar... Putu kaldırıp
yerine koydular. Fakat put, derhal yine yıkıldı. Onu yine eski hâline
getirdiler. Fakat put üçüncü defa tekrar yere kapandı. Bunun üzerine Osman bin
Huveyris: "Bunun mühim bir sebebi olsa gerek!" diye konuşmaktan
kendisını alamadı. Halbuki o gece Resûlüllâh'ın doğduğu gece idi. Hayretler içinde kalan Osman bin
Huveyris, şiir hâlinde şu sözleri söylüyordu:
"Ey bayram gününde uzaktan ve
yakından gelen büyük zâtların ve ünlü kişilerin, etrafında toplanıp ziyaret
ettikleri bayram putu! Sana ne oldu? Bize söyle, sana birisi ezâ mı verdi?
Yoksa oyun mu oynuyorsun? Eğer bizim bir kusurumuz sebebiyle yere yatıyorsan,
söyle de kusurumuzdan pişman olup vazgeçelim ve o kusurumuz ne ise onu
terkedelim... Eğer sen üstesinden gelemediğin bir haricî kuvvete mağlûb olarak
yere yıkıhyorsan, bilki bu takdirde sen, putlar içinde büyüklük ve ululuk
mevkiini kaybetmiş olursun..."
Osman bin Huveyris'in
bu sözlerinden sonra onlar, putu yine
kaldırıp eski hâline iade ettiler. Bu sırada putun bulunduğu taraftan bir ses
işittiler. Bu ses diyordu ki: "O, bir şerefli çocuğun doğmuş olması sebebiyle
devrilmiştir! Öyle bir çocuk ki, onun doğumu ile dünyanın doğusu ve batısı nura
boyanmıştır. Bu sebeble,
bütün putlar yere devrilmiştir. Kralların
kalblerine korku girmiştir. îrân'ın asırlardır yanmakta olan ateşi sönmüş,
onların Şâh'ınm kalbine büyük bir üzüntü dolmuştur. Gaybdan haber vermeye
çalışan kâhinler, ne doğru, ne de yalan hiçbir şey söyleyemez olmuştur. Ey
Kusay Oğulları, aklimzı başimza alıp putlara tapma
sapıklığından vazgeçiniz! İslâm'a dönünüz, O'nun güzel ve geniş dâiresine
giriniz!"
El-Harâitî'nin Hişâm bin Urve tarîkından
rivayeti de şöyledir (ki o, babasından, babası da ninesinden nakleder). O, ninesi Esma binti Ebî
Bekir'den naklen diyor ki: "Zeyd bin Amr bin Nüfeyl ile Varaka bin Nevfel, Ebrehe'nin
Habeşistan'a dönüşünden sonra oraya gittikleri zaman, Kral Necâşî'nin huzuruna girerler. Necâşî der ki:
"Bana doğru söyleyiniz, Kureyş ailesinden birinin; kurban etmek isteyip de
yerine kur'âda çıkan çok sayıda deveyi kestiği bir çocuk, dünyâya geldi
mi?" Onlar da derler ki: "Evet." Necâşî: "Bu çocuk ne
yaptı, bilginiz var mıdır?" dedi. Onlar da: "Amine adında bir kadınla
evlendi, Amine hâmile iken sefere çıktı..." dediler. Necâşî: "Amine
çocuğunu dünyaya getirdi mi?" diye sordu. Bu sefer Varaka söze başlayıp
demiş ki: "Ey hükümdar! Size haber vereyim ki, bir gün ben, bir putun
yanında yatıyordum, vakit geceydi. Bir ses diyordu ki: "Peygamber doğdu, hükümdarlar zelîl oldu! Sapıklık ve şirk
geriledi, hak yerini buldu!..." Gâibden gelen bu sesi takiben, put başı
aşağı yere düştü..."
Varaka'nın
bunu anlatmasından sonra Zeyd de ilâve etti: "Evet ey hükümdar, benzeri
bir olay, benim de başımdan geçti... Ben bir gece Kubeys dağında idim. iki yeşil
kanadı olan bir adam semâdan inip Mekke'ye doğru yöneldi ve: "Gerçekten
şeytan zelîl oldu, putlar boşa çıktı, el-Emîn dünyâya geldi." diye
haykırdı. Sonra bir yaygı çıkarıp serdi ki, bütün doğu ve batıyı kapladı. Sonra
büyük bir nûr sütünü parladı ki, nerdeyse gözlerimi alıyordu ve ben,
gördüğümden korkmuştum... Sonra o seslenen varlık, yere doğru alçaîdı ve
Kabe'nin üzerine indi. ve ondan öyle bir nûr
çıktı ki, bütün Tıhame ülkesini aydınlattı. Sonra şöyle haykırdı: "Duyun
ey insanlar! Yeryüzü temizlenmiştir ve en güzel meyvesini vermiştir!..."
Bundan sonra Kabe'nin etrafında bulunan
putlara işaret etti ve bütün putlar yere düştü..."
Bunun üzerine Necâşî onlara demiştir ki:
"Vah vah, yazık sizlere! Ben de bana isabet edeni sizlere anlatsam, acaba
ne dersiniz? Evet, bir gün ben tek başıma bulunuyordum. O günün gecesinde, hem
de sizin anlattığimz geceye rastlayan, bir gecede, kendime hâs odada
uyuyordum... Rü'yâmda, yerden bir başın çıktığim ve
şöyle haykırdığım gördüm: "f)il ashabimn
izmihlali zamanı gelmiştir! Ebâbîl kuşları onları taşa tutacak, zâlim Esram'ın
saltanatı son bulacak... Allah'ın nebisi doğmuş, Mekke Haremi'nde dünyaya
gelmiştir. -Kim O'na uyarsa mutluluğa erer, kim de O'ndan kaçarsa perişan olur." İşte benim rü'yamda gördüğüm baş da böyîe söyleyip
sonra kayboldu... Ben uykudan uyanıp bağırmaya başladım. Konuşmak istiyor fakat
konuşamıyordum... Ayağa kalkmak istedim, kalkamadım... Bağırışıma ev halkım
koşup geldiler. Onlara, kimse yanıma gelmesin, saray hizmetçileri beni böyle
görmesin, diye işaret ettim... Kimseyi yanıma sokmadılar. Bir müddet sonra
biraz açıldım ve dilim söylemeye, ayaklarım da kıpırdamaya başladı ve ben,
iyice düzeldim..." [22]
Peygamberimizin Sünnetli ve Göbeği Kesilmiş Olarak Doğduğuna
Dair İşaret ve Alâmetler
Mâcemü'l-Evsat adındaki kitabında Taberanı, Ebû Nuaym, Hatîb ve İbn-i Asâkir, çeşitli tarîkler ile Enes'den, o da Peygamber'den (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle rivayet ederler: Peygamberimiz buyurmuşlar ki: "Benim sünnetli olarak doğmam ve
kimsenin benim avret yerimi görmemiş olması, Rabbimin bana lütfettiği
kerametlerden biridir."
Not: Yukarda adı geçen kaynakların
naklettikleri bu rivayeti, El-Muhtâre adındaki kitabında Ziya, sahîh olarak
kabul etmiştir. (Suyûtî).
İbn-i Sa'd,
Yunus bin Atâ el-Mekkî tarikiyle Îbn4 Abbâs'tan, o da babası Abbâs'tan rivayet
eder ki, o şöyle demiştir: "Peygamber
Efendimiz, sünnetli ve göbeği kesilmiş olarak
doğmuştur. Bu, babam Abdü'l-Muttalib'e çok güzel ve sevimli gelmiş o bu hususta
demiştir ki: "Benim şu torunumun şanı, gerçekten de büyük olacaktır!"
O, böyle demişti ve gerçekten de böyle olmuştur..."
(Bunu kaynaklardan Beyhekî ve Ebû Nuaym'la
beraber İbn-i Asâkir de rivayet etmişlerdir. Suyûtî.)
İbn-i Adiyy ile İbn-i Asâkir'in
Atâ tarikiyle sevkettikleri rivayet ise şöyledir: İbn-i Abbâs demiştir
ki: "Peygamberimiz, sünnetli ve göbeği kesilmiş olarak doğmuştur."
İbn-i Asâkir'in Ebû Hüreyre'den sevkettiği rivayette ise, daha
kısa olarak: "Peygamberimiz sünnetli olarak doğdu" denilmiştir.
Yine İbn-i Asâkir'in İbn-i
Ömer'den rivayeti de: "Peygamber Efendimiz,
göbeği kesilmiş ve sünnetli olarak doğmuştur" şeklindedir. Ayrıca Hâkim, el-Müstedrek'inde:
"Peygamberimiz'in sünnetli olarak doğduğuna dâir haberler, tevatür
derecesindedir" demiştir.
İbn-i Düreyd, el-Vişâh adlı eserinde
İbn-i'l-Kelbî'den naklen şöyle der: "Bize ulaştığına göre, Ka'bü-l Ahbâr demiştir
ki: Biz kitaplarımızın bâzılarında; Hazret-i Âdem'in ve ondan sonra on iki Peygamberin
sünnetli olarak doğduklarını okumaktayız. Bunların en sonuncusu Muhammed (aleyhisselâm) olmak üzere, isınıleri şöyledir: Şît,
îdrîs, Nûh, Sâm, Lût, Yûsuf, Mûsâ, Süleyman, Şuayb, Yahya, Hûd ve Salih
Peygamberlerdir. Allah'ın salâtı, cümlesinin üzerine olsun!"[23]
İmâm-ı Taberânî el-Evsat'ında, Ebû Nuaym ve İbn-i Asâkir Ebû
Bekre'den şöyle rivayet ederler: "Gerçekten Cebrâîl, Peygamberimiz'in
kalbini yarıp ameliyat ettiği zaman, ayrıca O'nu sünnet de etmiştir."[24]
Peygamberimiz Beşikte İken Gökteki Kamerin Kendisiyle
Konuşması ve Onu Avutması
Beyhekî ve
el-Mieteyn adlı eserinde Sâbûnî, Hatîb ve İbn-i
Asâkir târihlerinde, Abbâs bin
Abdîl-Muttalib'ten şöyle rivayet ederler: O demiştir ki: "Ben, ey Allah'ın
Resulü, benim müslümanlığı kabul edişimin sebebi, senin Peygamberliğine dâir
bir alâmet görmüş olmamdır. Şöyleki, senin beşikte iken ayla konuştuğunu ve
parmağınla ay'a işaret ettiğini, nereye işaret edersen, ay'ın o tarafa
meylettiğini gördüm..." Bunun üzerine Peygamberimiz ona demiştir ki: "Ben o-zaman, yâni beşikte
iken ayla konuşur, ay da benimle konuşurdu... Beni ağlamamam için avuturdu...
ve ben, onun arş altında secdeye vardığı zaman çıkardığı sesi duyardım..."
İmâm-ı Beyhekî, bu haberi rivayet etmekle beraber: "Bu
rivayetin ravisi Ahmed bin
İbrahim el-Ceyiî, bunda teferrüd etmiştir. (Kendisini bu hususta desekleyen
olmamıştır.) Onun kim olduğu da meçhuldür" demiştir. El-Mieteyn'in
müellifi Sâbûni ise, "bu hadîs garîbdir; hem senedi, hem de metni
itibariyle garabet vardır. Mucizeler konusunda hoş görülürse, o başka..."
demiştir. (Suyütî).
(Aslında, mechûl bir adam tarafından
sevkedilen, seneden ve metnen garib bir rivayet; hiçbir konuda hoş görülmemeli
idi. Ashâb'ın Öğrettiği tesebbüt, bunu amir idi.) [25]
Peygamberimizin Beşikte İken Konuşması
Hafız Ebû'l-Fadl Îbn4 Hâcer, Buhârî üzerine yazdığı
şerhde diyor ki: "El-Vâkıdî'nin
siyerinde, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) doğumunun ilk günlerinde konuştuğu
yazılmıştır."
İbn-i Seb' ise, El-Hasâis adlı
kitabında, Peygamberimizin beşiğinin, meleklerin sallaması ile sallandığı ve
O'nun ilk söylediği sözlerin "Allahü Ekber kebirâ ve'l-hamdü lillâhi
kesîrâ" kelamı olduğu zikredilmektedir." [26]
Peygamberimizin Süt Emme Çağında Görülen Mucizeler ve Ayetler
İbn-i İshak, İbn-i
Râhûye, Ebû
Ya'lâ, Taberânî, Beyhekî, Ebû
Nuaym ve İbn-i Asâkir;
Cafer bin Ebî Tâlib'in oğlu Abdullah tarikiyle şöyle rivayet ederler: O
demiştir ki: "Bana, Efendimiz'in süt anası olan Halîme'den naklen şu bilgi
gelmiştir: O demiştir ki: "Ben o kuraklık yılında kendi kabileme mensûb
bâzı kadınlarla birlikte, çocuklarına süt annesi tutacak olan ailelerle anlaşma
yapıp emzirmek üzere, çocuk almak için Mekke'ye gittik. Ben, süt emer çocuğumu
kucağıma alarak, dişi bir merkebimize birenek ve yine dişi bir devemizi
arkamıza takarak yola çıktık... Bütün bir gece müddetince yola devam ettik.
Sabaha kadar hiç uyumaksızm gittik. Ne çocuğumu emzirecek göğsümde süt vardı,
ne de hayvanlarımıza verecek bir şey... Böylece Mekke'ye geldik... Yemin ederim
ki, içimizden hangi kadına Resûlüllâh'ı emzirmek üzere alması teklif edildi ise, hiç biri
kabul etmedi. Çünkü, kendilerine: "Bu çocuk, Abdullah'ın yetimidir"
deniliyordu ve neticede, birlikte Mekke'ye gittiğimiz kadınlardan her biri, bir
çocuk aldı. Sa'dece ben kalmıştım. Başka da çocuk kalmayınca, kocam Hâris'e: "Ben,
butun arkadaşlarım birer süt çocuğu alarak dönerken, çocuk almadan dönmek
istemiyorum. Gidip o yetim çocuğu almak istiyorum" dedim ve gittim
aldım... Çocuğu alıp getirdiğim zaman, süt verdim. Göğüslerim sütle dolmuştu. O
doyuncaya kadar emdi. Sonra onun süt kardeşi olan kendi çocuğumu emzirdim. O da
doyuncaya kadar emdi. Kocam, dişi devemizi sağmaya gittiği zaman, onun da
göğüslerinin sütle dolu olduğunu görmüş ve sağıp getirmişti. Onun sütünü de
kocam ve ben doyuncaya kadar içtik... O gece, bizını için gerçekten hayırlı bir
gece olmuştu... Kocam bana dedi ki: "Ey Halime, gerçekten sen, çok hayırlı
ve mübarek bir çocuk almışsın! Baksana, bu gece ne kadar hayırlı ve berekete
nail olduk!" O gece ve ondan sonraki gün ve gecelerde, hayır ve
bereketimiz gittikçe artmıştır..."
"Hep birlikte kabilemiz Benî Sa'd'a
dönmek üzere yola çıktık. Ben yine aynı dişi merkebe bindim. Merkebim o kadar
hızlandı ki, arkadaşlar bize yetişemiyordu... Hattâ kadınlar bana:
"Gelirken senin bindiğin merkeb bu mu?" diyorlardı. Ben de:
"Evet bu!" diye cevap veriyordum. Nihayet Sa'd Oğulları yurduna
geldik. Bizını kabilenin arazisinden daha kurak bir arazi de yok idi.
Koyunlarımız yayılmiya gider, dönüşte ise hepsi doygun, sütlü idi. Fakat
komşularımızın hayvanları, aç gidip aç dönüyorlardı. Hattâ onlar, çobanlarına:
"Yazık size, sizler bu hayvanları nerelerde gezdiriyorsunuz? Halîme'nin
çobanına dikkat ediniz, o ne tarafa giderse, siz de o tarafa gidip hayvanları
orada otlatınız ki, aç gidip aç
dönmesinler." demişlerdir.
"Gerçekten Allah bize, süt çocuğumuz
sebebiyle büyük iyilik ve bereketler vermiştir. Biz, bu bereketleri görmeye
devam ederek iki senemiz geçti. Süt çocuğumuz iki yaşim doldurduğu
zaman, emsaline ve yaşma nisbet edilemeyecek kadar, çok gelişmiş ve
serpilmişti... O'nu alıp Mekke'deki anasına götürdük. Fakat kendisini çok
sevdiğimizden, bir türlü bırakıp gitmek istemiyorduk. Anası, kendisini gördüğü
zaman sevip okşadı. Biz kendisine dedik ki; "Ey kardeş! Bırak da biz bu
çocuğumuzla birlikte dönelim, bu sene de bizde kalsın. Biz, Mekke'deki veba
hastalığı sebebiyle O'nun hakkında endişeliyiz. izin ver de o'nunla birlikte gidelim." Anası
Amine, hiç duraksamaksızın "olur" dedi. Biz de onu alıp birlikte
döndük. Yurdumuzda iki veya üç ay kadar ikâmet - etmiştik ki, o, süt
kardeşleriyle oynarken evden biraz uzaklaşmıştı... Süt kardeşi koşarak ve telaş
içinde eve geldi ve: "Anacığım, Kureyşli kardeşimin yanına beyaz elbiseli
iki adam geldi, onu yere yatırıp karnim yardılar!"
diye feryad etti. Ben ve babaları koşarak çocuğun yanına gittik. O'nu rengi
uçmuş ayakta dikilir vaziyette bulduk. Babası hemen onu kucaklayıp:
"Yavrum sana ne oldu?" diye sordu... O da: "Beyaz elbiseli iki
adam geldi, beni yere yatırıp karnımı yardılar, içinden bir şey çıkanp attılar,
sonra karnımı dikip eski hâline getirdiler." dedi. Biz onu alarak
birlikte eve geldik. Evde babası bana dedi ki:
"Ey Halime, ben bu çocuğun
basma bir iş gelmesinden korkuyorum. O'nu alıp götürelim, başına bir şey gelmeden ailesine teslim edelim." Ben de razı oldum. O'nu
alarak Mekke'ye gittik, ailesine teslim ettik... Anası bize dedi ki: "Ne
sebeble çocuğu geri getirdiniz? Hani siz O'nu bırakmak istememiştiniz? ve O'nu
çok seviyordunuz?" Biz de dedik ki: "Çocuğun başına bir şey
gelmesinden korkuyoruz." Amine bize: "Esas sebeb nedir? Bana doğru söyleyiniz!.
Yoksa şeytanın kendisine dokunacağı zannına mı kapıldimz?
Allan'a yemin ederim ki, şeytan ona dokunamaz! Ben inanıyorum ki, benim bu
oğlumun sânı ve hâli çok büyük olacaktır. Onu size haber vereyim mi?" Biz:
"Evet" dedik. O da dedi ki: "Ben bu yavruma hâmile kaldığım
zaman, hiç ağırlık duymadım. O'na hâmile iken gördüğüm rü'yâda, benden bir
nurun çıktığım, bütün Şam saraylarım aydınlattığim müşahede ettim... Sonra
doğduğu zaman o da, doğan çocuklarda'âdet
olduğu gibi düşmedi, iki eli üzerine düşüp başı da yukarıya doğru idi; başım
dikmiş hep semâya bakıyordu... Eğer siz onu, şimdi bırakmak istiyorsanız;
bırakabilirsiniz..."
Beyhekî ve İbn-iAsâkır, Muhammed bin Zekeriyyâ el-Gulâbî'den, şöyle rivayet etmiştir:
Halime, Peygamberimizin çocukluk hallerim
anlatır ve derdi ki: "Ben, Resûlüllâh (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz'i sütten ayırdığım zaman, o konuşmuş ve
aynen şöyle demiştir: "Allahu ekberu kebiran, vel-hamdü lillâhi kesîran ve
subhânellâhi bukraten ve esilen." Yürümeye başlayıp kuvvetlendiği zaman,
dışarı çıkar ve oyun tutan çocuklara bakardı. Onların oyunlarına katılmayıp bir
kenarda dikilirdi. Birgün bana dedi ki: "Ey anacağım! Benim kardeşlerim,
gündüz niçin görünmüyor?" Ben de dedim ki:
"Ey canım kendisine feda olasıca
yavrum! Kardeşlerin koyunlarımızı güdüyorlar. Onlar ancak geceden geceye
dönerler." Bunun üzerine bana: "Onlarla beraber beni de gönder!"
diye ricada bulundu. Ben de onu kıramayıp gönderdim... Gündüzün tam
ortasmdaydı ki, oğlum Damura koşarak geldi. Adairîakıllı korkmuş, kan-ter
içinde kalmış, ağhyarak feryâd ediyor ve: "Babacığım, anacağım koşunuz!
Kardeşim Muhammed'e yetişiniz!... Koşunuz, ancak onun ölümüne
yetişeceksiniz!..." diye bağırıyordu... Biz, "O'nun nesi var,
ne.oldu?" diye sorduk. Damura da dedi ki:
"Biz dikiliyorduk, bâzı adamlar
geldi, içlerinden biri kardeşimiz Muhammed'i kapıp aldı ve yamacın zirvesine
doğru götürdüler. Biz, gözlerimizi kırpmadan onlara bakıyorduk.. Ben, onların,
O'nun karnim kasığına kadar yardıklarim görünce
çok korktum ve koşarak size geldim... Daha sonra ne yaptıklarim bilmiyorum..."
Ben ve babaları koşarak gittik... Muhammed oturmakta ve gözlerini yukarıya
dikmiş bakmakta idi. Kendisi tebessüm ediyor ve gülüyordu... Hemen kendisini
kucaklayıp bağrıma bastım ve öpüp kokladım... "Ey benim öz canım kendisine
feda olası sevgili yavrum! Sana bir şey mi oldu?" deyip iki gözü arasından
öptüm. O bana: "Hayırdır, iyiliktir! Bir kötülük yoktur, anacığım!"
diyerek karşılık verdi ve olup biteni şöyle anlattı: "Anacığım, biz ayakta
idik. Bâzı adamlar geldi, içlerinden biri beni kapıp aldı ve sonra buraya
getirdiler. Bu üç adamdan birinin elinde gümüş bir ibrik, diğerinin elinde
yeşil zümrüdden bir tas vardı, içinde kar dolu idi. Beni burada usulca yere
yatırıp göğsümü tâ kasığıma kadar yardılar. Ben ne yaptıklarına bakıyor, hiç
acı duymuyordum... Sonra göğsümü yaran adam, elini karnımın içine sokup orada
ne varsa dışarı çıkardı ve tasdaki kar ile bir güzelce yıkadı. Sonra yerine
iade eyledi, ikinci adam buna dedi ki:
"Sen çekil bakalım, sen Allah'ın sana
emrettiğini yerine getirdin!" Onun çekilmesi üzerine bu ikinci adam da
elini karnımın içine sokarak kalbimi dışarı çıkardı, yararak içinden bir şey
çıkardı ve: "İşte bu şeytanın nasibidir! Onu senin içinden çıkarıp
atıyoruz, ey Allah'ın Habîbî!" diye konuştu... Sonra kalbimi ince bir şeye
sararak yerine iade eyledi. Sonra göğsümü kapatıp dikti ve nurdan bir mühür ile
mühürledi. Göğsüme vurduğu mühür o kadar soğuk idi ki, hâlâ vücûdumda onun
serinliğini duymaktayım, ey anacığım!... Sonra üçüncü şahıs onlara: "Siz
ikiniz de şöyle kenarda durun bakayım! Sizler, Allah'ın yapılmasını sizlere
emrettiğini ifâ etmiş bulunuyorsunuz!" dedi. Onlar da çekildiler. Bu
üçüncü adam bana yaklaşıp göğsümün yarılıp kapatılan kısmı üzerinde elini
gezdirdi ve sonra dedi ki: "Haydin bakalım, Muhammed'i, ümmetinden on kişi
ile tartınız!" Taritılar ve ben, ümmetimden on kişiden daha ağır geldim.
Sonra o dedi ki: "O'nu bırakınız! Eğer siz O'nu, ümmetinden olan bütün
fertler ile tartsanız, o yine bütün ümmetinden daha ağır gelir." Sonra o
üçüncü şahıs, elimden tuttu ve usulca beni yerimde doğrulttu. Sonra her üçü
beni kucaklayıp alnımdan ve başımdan öperek tebrik ettiler ve son olarak
dediler ki: "Ey Allah'ın Habîbi! Sakın korkma ve zâten kokmayacaksın! Eğer
sen, Allah tarafından senin hakkında ne büyük hayırlar murâd edildiğini bilmiş
olsan, şüphesiz gözlerin aydın olur, ruhun sıimrla dolar1...." İşte böyle
deyip beni burada böylece bırakıp gittiler. Uçarak semâya doğru yükseldiler ve
sonunda gökkübbede kaybolup gittiler."
"İşte kucağımda öpüp kokladığım
yavrum bana bunları anlattı. Ben onu alarak yurduma döndüm. Yurdumun insanları
bana dediler ki: "Ey Halime, sen bu çocuğu mutlaka bir kâhine götür! Bu
çocuğun başına bir şeyler gelmiş olmasından korkulur. Kâhinler onu tedâvî
ederler." Yavrum, insanların bu sözünü duyunca şiddetle karşı çıktı ve:
"Ben hasta değilim, bende sizin söylediğiniz şeylerden hiçbir şey
yoktur!" diye haykırdı* Benim dahî bu hususda hiçbir endişem bulunmamakta
idi. Kalbim sahîh ve salim idi. insanların "Belki aklına bir şey olmuştur,
belki de ona cin dokunmuştur" diye söyleyip durmaları, nihayet bana te'sîr
edip kendisini kâhine götürdüm... ve kâhine, O'nun bana
anlattıklarim baştan sonuna kadar anlattım. Kâhin de bana dedi ki: "Ben, bir
de bütün olup bitenleri çocuğun kendisinden dinlemek istiyorum." Bunun
üzerine yavrum, bütün olup bitenleri kâhine de anlattı... Bunun üzerine kâhin,
hızla ayağa fırlayıp feryâd etmeye ve: "Ey insanlar geliniz, bu çocuğu
öldürünüz, beni de öldürünüz!... Eğer bu çocuğu sağ bırakırsanız ve o büyüyüp
adam olursa; vay sizlerin hâlinize... İşte o zaman bu çocuk, hepinizi akılsız
sayacak, sizin atalardan kalma dininizi yalanlayacak ve sizleri, sizin hiç
bilmediğiniz, tanımadığimz bir "Rab"a ibâdet etmiye çağıracak! Sizi,
hiç hoşlanmayacağimz yepyeni bir dîne davet edecek!... Bütün bunların
olmaması için; bu çocuğu öldürmeniz lâzını! Bunda ne kadar samîmi olduğumu
biJmeniz için de, kendi kanımı da size helâl ediyorum ki, bu çocukla beraber beni de
Öldürünüz!..."
"Kahinin böyle feryad etmesi üzerine
çocuğumu çekip elinden aldım ve ben de ona şöyle haykırdım: "Ey Kâhin!
Sen, bu çocuktan daha çocuksun! Sen, akılsız delinin birisin! Sen, illâ da
öldürülmek istiyorsan, kendini Öldürecek bir adanı bul! Fakat benim yavrum
Muhammed'i asla öldüremezsin ve öldürtemezsin!... Evet böyle deyip, çocuğumu
alarak oradan uzaklaştım... Kabileme döndüm... Her nereye varsam, hangi eve
uğrasam, herkes: "Acaba bu kadar güzel koku da nereden geliyor?" diye
hayretle sorardı. Çünkü her tarafı, yavrum Muhammed'in güzel kokusu
kaplıyordu... İşin daha da hayret edilecek tarafı, her gün iki beyaz adam
geliyor, Muhammed'in yanına sokuluyor, sonra onun elbisesi içinde' kaybolup
görünmez oluyorlardı. Bu fevkalâdeliklerden haberdâr olan komşularımız bize:
"Onu götürüp dedesine teslim ederek, üzerinizdeki emânetin uhdesinden
çıkınız" diye telkin ediyorlardı. Ben de buna inanmıya başladım ve kesin
karar vermiştim ki, tam o "sırada bir ses: "Ey Halime! Ne mutlu sana! Ey Mekke vâdîsi, ne
mutlu sana! İşte bugün, sana senin nurun, senin dînin,
senin güzellik ve olgunluğun iade ediliyor! Sen bundan ve sana layık olan
güzellikten, ebediyen emîn olabilirsin! Ne mutlu sana!" diyordu. Ben, bana
seslenen bir varlık görmediğim halde, bu sesi duymuştum... Mekke'ye varıp yavrumu,
dedesi Abdü'l-Muttalib'e teslim ettiğim zaman; duyduğum bu sesi de kendisine
anlatmış tim... O da bana demişti ki: "Ey Halime, gerçekten benim bu
oğlumun sânı çok büyük olacaktır! O günlere yetişmeyi ne kadar arzu
ederdim..."
Beyhekî'nin İmâm-ı Zühri'den naklettiği rivayette, yukarda geçen
haber ile ilgili olarak, zikri geçen kâhinin Ukâz panayın'nda bulunduğu ve
orada halka "onu öldürünüz!" diye feryad ettiği kaydı vardır. Ayrıca,
diğer bilgilere yer
verilmekle beraber, şu bilgilere de yer verilmiştir: "...ve Amine çocuğunu teslim aldı. Bir müddet sonra
Amine vefat etti... Çocuk, dedesi Abdü'l-Muttalib'in yanında büyüyordu... O,
dedesinin sedirine gider, onun minderi üzerine otururdu... dedesi iyice
ihtiyarladığı halde O'nu, minderi üzerinde bırakır, kendisi dışarı çıkardı.
Evin hizmetçisi çocuğa çıkışır ve: "Dedenin yerinden in!" diye
bağırırdı. Dedesi ise; "Çocuğu bırak, o büyük ve hayırlı bir adam
olacak" derdi. Derken dedesi de vefat etti. Bundan sonra O, amcası Ebû
Tâlib'in yanında kalmaya başladı. O'nun bulûğa yaklaştığı bir zamanda idi.
Amcası Şam'a ticâret için gitmeye hazırlandı. Yola çıkarken O'nu da beraberinde
götürdü. Şam nahiyelerinden Teymâ denilen yere geldiği zaman yahûdî hahamlarından biri, Peygamberimiz'i gördü. Ebû Tâlib'e
hitaben: "Bu çocuk senin neyin oluyor?" dedi. O da: "Bu, benim
kardeşimin çocuğudur" dedi. Haham:- "Bu çocuğu sever ve ona acır
mısın?" dedi. Ebû Tâlib: "Evet" dedi. Haham: "O halde sakın
bu çocuğu Şam'a götürme. Vallahi yahûdîler onu görürlerse öldürürler. Çünkü bu
çocuk, onların düşmanıdır" dedi. Ebû Tâlib de orada işini bitirip, Şam'a
gitmeden Mekke'ye döndü..."
(...Şeddâd bin
Evs'ten gelen rivayet de, bundan Önceki rivayetteki bilgileri vermektedir.
Ancak bunda, Peygamberimiz'in annesi Amine'nin ilk
çocuğu olduğu kaydı da bulunmaktadır...)
Hafız Ebû Nuaym diyor ki: "Peygamber Efendimizin annesi Amine'nin, Peygamberimize hamileliği zamanına
dâir haberlerin bâzılarında Hazret-i Amine'den naklen; "Ben O'na hamile iken hiç ağırlık duymadım" denilmekte;
bâzılarında ise, "O'na hâmile iken, çok ağırlık duyuyordum"
denilmektedir.. Bunun izahı şöyle olsa gerek: Hazret-i Amine, O'na hamile iken ilk günlerinde âdet
olanın aksine çok ağırlık duymuş, hamilelik günleri ilerledikçe, aksine ağırlık
duymamaya başlamıştır.. Böylece O'nun her iki hali, bilinen ve âdet olanın
aksine olmuştur..." (Yani, Peygamberimizin bir özelliği olarak, harikulade bir şekilde
geçmiştir.)
Ebû Nuaym el-Vâkıdi tarlkından, o da Abdü's-Samed bin
Muhammed es-Su'dî'den, o babasından, o da dedesinden şöyle rivayet ediyor: O
demiştir ki: "Bana Halîme'nin koyunları ile birlikte koyun güden
çobanlardan biri söyledi: Onlar koyunları güderken, Halîme'nin koyunları başlarim kaldırmadan
ot yer, ağızlarından ot arkalarından dışkı eksik olmazdı. Bizını koyunlarımız
ise, ağıldan çıktıklarından daha aç olarak ağıla dönerlerdi. Halîme'nin
koyunları ağıla döndükleri zaman, karınlarimn
şişkinliklerinden pathyacak diye insan korkardı. Halbuki hepimiz aynı mıntıkada
otlatıyorduk..."
Yine onlar şöyle anlatırlar: Hazret-i Peygamber, orada Halîme'nin yanında iki sene kaldı. O, iki
yaşına girdiği zaman, en azından dört yaşındaki bir çocuk kadar vardı. ve bu
sırada Annesi Amine'yi ziyarete gitmişlerdi. Tabiî, O'nun yüzünden nail
oldukları bereket sebebiyle O'nu yine yurtlarına getirmek ve Mekke'de bırakmak
istemiyorlardı. Giderlerken, Sedir Vâdisi'ne vardıkları zaman Habeşistanlı bir
gruba rastlamışlar... Bunu nakleden Haîîme derdi ki: "Biz, bu Habeşlilerîe
birlikte giderken, çocuğu benden isteyip bakmak arzu ettiler. Resûlüllâh (sallallahü aleyhi ve sellem)'e baktıkları zaman çok dikkatli bakıyorlar ve iki
omzu arasındaki hâtem-i nübüvvete, gözlerindeki kırmızılığa şiddetle nazar
ediyorlardı. Sonunda: "Gözleri ağrıyor mu?" diye sordular. Ben:
"Hayır" diye cevapladım. Onlar: "Gözlerindeki bu kırmızılık,
devamlı mıdır?" diye sordular, ben de: "Evet" dedim. Dediler ki:''Vallahi bu çocuk ileride
Peygamber olacaktır!" Nihayet O'nu
anasına götürdük ve ricalar edip geri getirdik... Dönüş sırasında yolumuz Zü'l-Mecâz'a
uğradı. Orada bir kâhin vardı ki, sabî çocukları ona getirirler, o da çocuklara
bakar, onları muayene ederdi. Ben de Resûlüllâh'ı ona götürdüm. O Resûlüllâh'a dikkatle baktı, gözlerindeki kırmızılığı ve iki
omzu arasındaki nübüvvet mührünü gözden geçirdi ve bir sayha kopardı ki, şöyle
diyordu: "Ey Arap cemâati! Geliniz bu çocuğu öldürünüz! Bu büyüyüp Peygamber olacak, müşrikleri öldürecek, putları kıracak ve
yeni bir dîn getirip' onunla siz Araplara galip ve hâkim olacaktır!... Adamın bu feryadı üzerine ben,
hemen oradan yavrumla birlikte sıvışıp kayıplara karıştım. Artık O'nu,
kimselere göstermiyordum... Birgün bizını yurda bir kâhin gelmiş. Kabilenin
bütün çocuklarim bu arrâfaya (çocukların geleceğini keşfedip
tanıdığim iddia eden bu adama) götürüp göstermişler. Bana da:
"Arrâf gelmiş, çocuğunu götürüp göster!" diyorlardı. Ben asla
götürmedim... Fakat bir ara çocuk kendisi, benim gafletimden faydalanarak çıkıp
arrâf m yanına gitmiş. Arrâf ona: "Yavrum bana yaklaş"'demiş.
Fakat Resûlüllâh kabul
etmemiş ve geri dönerek çadırına gitmiştir. Arrâf, oradaki halka, kendisine
görünüp muayene olmadan kaçan çocuğu mutlaka getirmelerini söylemiş... Onlar
bize gelerek çocuğu mutlaka arrâfa götürmemi söyledilerse de, ben kesinlikle
red ettim ve çocuğumu çıkarmadım... Onlar gidip arrâfa bunu haber vermişler
Arrâf da halkı yanına alarak, bizını çadırın yanına kadar gelip şahsen çocuğu
görmesi için ricada bulundu. Ben kesinlikle reddettim... Çocuğu muayene
edemiyeceğini anlıyan arrâf, ilk defa yakimnda görmüş olmasına
dayanarak dedi ki: "Ben, gördüğüm kadarıyla söylüyorum ve inanıyorum ki,
bu çocuk ileride Peygamber olacaktır."
İbn-i Sa'd ve Hasan bin Tarrâh Kitâbü'ş-Şevâir adlı
eserinde Zeyd bin Eslem'den şöyle rivayet eder: "Hazret-i Halime, Peygamber'i (sallallahü aleyhi ve sellem) süt evlâdı olarak aldığı zaman, Hazret-i Amine kendisine demiş ki: "Ey kardeş, iyi
bil ki sen, sânı çok büyük olan çocuğu almış bulunuyorsun. Allah'a yemin ederim
ki, ben onu hamile olduğu zaman, hâmile kadınların duyduğu ağırlığı hiç
duymadım ve1 bana -gördüğüm rü'yâda- denildi ki; "Ey Amine, sen öyle bir
çocuk dünyaya getireceksin ki, O, âlemlerin efendisidir. O'nu dünyaya
getirdiğin zaman, O'na "Ahmed" adım ver! Bilesin
ki bu çocuk; dünyaya geldiği zaman yere yüzü üstüne düşmemiştir; iki eli
üzerine düşmüş ve başim yukarı tutarak devamlı semaya
bakmıştır." Hâlime, çocuğu alıp yola çıktığı zaman, Amine'nin kendisine
söylediklerini kocasına nakletti. Kocası buna çok sevindi. Yolda bindikleri
dişi merkepleri kuvvetli ve hızlı yürür oldu... Dişi develerinin sütü çok artıp
berekete kavuştular. Halime bunu nakleder ve şöyle der: "Benim sütüm az
idi. Kendi çocuğuma yetmezdi. Sütü yetmediği için oğlum bizi sabaha kadar ağlar
ve uyutmazdı. Resûlüllâh'ı
süt evladı olarak _ alıp emzirmeye başlayınca, sütüm o kadar bereketlendi ki,
her ikisi de iyice doyuyordu... Hattâ bir çocuğumuz daha olsaydı, her üçü de
iyice doyardı."
"Halime, Resûlüllâh'ı
alarak Hüzeyl kabilesinin rahibine gittiği zaman, râhib ona dikkatle bakmış ve:
"Ey Arap topluluğu! Geliniz bu çocuğu öldürünüz! Eğer onu sağ
bırakırsanız, sizin dininizden olanları öldürecek, Tanrı edindiğiniz putları
kıracak, yeni bir dîn getirip onunla size gâlib ve hâkim olacaktır." diye bağırmaya başlamıştı...
Halime de, yavrusunu alarak oradan sıvışıp kaçmıştı..."
İbn-i Sa'd ile İbn-i Tarrâh'ın, Abdullah bin Mâlik'in
oğlu Îsâ'dan
rivayetine göre, Hüzeyl kabilesinin rahibi: "Ey Araplar." diyerek
değil de, "Ey Hüzeyl ve onun tanrısı!" diyerek feryad etmiş ve:
"Bu çocuk, semâdan vahiy bekliyor! îleride Peygamber olacak!"
demiştir. "Onu öldürünüz, onu mutlaka öldürünüz!..." diye bağırıp
tepiniyormuş... Nihayet hayret ve dehşete kapılarak çıldırmıştır. Az sonra da,
aklim ve imanim yitirmiş
olarak, küfür hâlinde ölüp helak olmuştur."
Yine İbn-i Sa'd ve İbn-i
Tarrâh'ın bir rivayeti, İshâk bin Abdullah'tan olup şöyledir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz'in annesi Amine, O'nu Halîme-i Sa'diye'ye
süt evladı olarak verdiği zaman, O'na iyi bakmasını hatırlatmış ve O'nun
hakkındaki rü'yasını da ona nakletmiştir. O'na çok iyi bakacağına ve
O'nu iyi koruyacağına söz veren Halime, bir ara bir grup yahûdî ile
karşılaşmış. Resüllüllâh'ı dikkatle gözden geçiren yahûdîler: "Bu çocuk
yetim midir?" diyerek sormuşlar. Hazret-i Halime de uyanık davranıp: "Hayır yetim
değil. Ben onun anasıyım, İşte bu adam da onun babasıdır!" demiş ve
yanındaki kocası Hâris'i de O'nun babası olarak göstermiştir. Hayrete kapılan
yahûdîler: "Eğer bu çocuğun yetîm olduğunu söylese idi, muhakkak biz onu
öldürür idik!" demişlerdir."
Ibn Sa'd, Ebû Nuaym, İbn-i Asâkir ve İbn-i Tarrâh, Ata bin Ebi
Rebâh'tan şöyle nakleder: İbn-i Abbâs demiştir ki: "Halime, O'nu kendi hâline
bırakmaz, uzaklara salmaz idi. Birgün O'nun gafletinden istifâdeyle ve sut
kardeşi Şeymâ ile birlikte, Öğlenin sıcağında uzağa gittiler. Halime onların
peşinden koşturup kendilerine yetişti ve: "Hem de öğlenin bu sıcağında
mı?" diyerek çıkıştı. Şeymâ cevabında dedi ki: "Anacığım, biz hiç
sıcak görmedik, kardeşimin üzerinde bir siyah bulut bize gölge edip durdu... Biz yürürsek o da
yürüdü, biz durursak o da durdu ve üzerimizi gölgelendirdi." Halime O'na
dönüp sordu: "Yavrum, Şeymâ'nın
dediği doğru mu?" O, cevap verdi: "Evet, doğru."
İbn-i Sa'd'ın nakline göre Zührî demiştir ki: "Hevâzın
heyeti geldiği zaman, aralarında Peygamberimiz'in süt amcası Ebû Sevrân da vardı. Peygamb e rimiz'e
hitaben dedi ki: "Ya Resûlallâh, ben Seni süt emer çocuk iken gördüm ki
Sen; süt emer çocukların en hayırlısı idin. Sütten kesildiğin zaman da, sütten
kesilenlerin en hayırlısı idin. Sonra Senin gençliğini de gördüm ki sen, en
hayırlı genç idin... Şimdi olgunlaştımz ve, hayırlı-güzel hasletleri kendinizde
topladımz." [27]
Peygamberimizin Süt Annesi Halime'nin Bir Şiiri
Peygamberimiz'in süt annesi Hazret-i Halîme'nin söylediği güzel bir
şiiri vardı. O bu şiirini söyler, Peygamberimiz de çocukluğunda onunla raks ederdi. İbn-i Tarrâh der ki: "Ebû
Abdullah Muhammed bin Muallâ el-Ezdî'nin Kitâbü't-Terkîs'ında şöyle yazılı olduğunu gördüm: Halime'-nin söylediği
ve Peygamberimiz'in çocukken kendisiyle
raksettiği bir şiiri vardır ve şöyledir:
"Yâ Rabbi! O'nu
lütfedip verdin, öyleyse bakî eyle! O'nu, yücelt ve yükselt!
Ve O'nun sayesinde düşmanların bâtıl inançlarim söndürüp yok eyle!... "
İbn-i Seb', El-Hasâis adlı eserinde der ki: "Hazret-i Halime demiştir ki: Ben ona sağ mememi verir, o
da ondan doyuncaya kadar emerdi. Sonra onu çevirir sol mememi verirdim, o ise
ondan emmezdi." Bâzı âlimler demiştir ki: O'nun böyle yapması,
adaletindendir. Çünkü o biliyordu ki, onun bir süt kardeşi vardır, süt
annesinin sütünü emmekte o kendisine ortaktı, onun hakkim da gözetmeli idi." [28]
[3] Şuarâ Sûresi, 219
[5] Ahzab
suresi, 33
[6] Tevbe
suresi, 128
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar