Aşk, eksik olan ve eksik kalandır
Kurtulması imkansız gibidir...
Aşkın
tarihi insanlık tarihi kadar eskidir. Aşk, ilk insana kadar uzanan uzun bir
yolculuk sürecinin evrimsel bir ürünüdür. Aşk sadece bir duygu değil, aynı
zamanda bir olgu, bir varoluştur. Günümüzün modern dünyasında bilimsel,
sosyolojik ve kültürel olarak çok hızlı bir dönüşüm içerisinde olsak da
esasında biyolojik ve psişik özümüzü meydana getiren aşk duygusunun varlığı
bizim için hâlâ fazlasıyla önemli bir noktada durmaktadır. Aşk duygusu,
varoluşu itibariyle benliği yarılmış olan bir canlı türü olan insanın kendi
benliğini, toplumunu ve kültürünü kurgulamasında rol oynayan en temel köşe taşı
olma özelliğini taşır. Her ne kadar insan yeryüzündeki serüveni boyunca aşk
duygusunu belirli biçimlerde tanımlamaya yeltenerek onu belirli kategorilere
dahil etmeyi denese bile aslında aşk farklı zamanlarda, mekânlarda ve
bireylerde çok farklı şekillerde tezahür etmektedir: Dünya üzerinde ne kadar
insan varsa o kadar da sevme biçimi vardır. Bu sebeple benzersiz bir duygu olan
aşk; herkeste farklı formlara, nesnelere veya kavramlara bürünmek suretiyle
kendini gösterir.
Aşk,
her bireyin biyopsikososyal yapılanmasına ve kişisel tarihine göre kendi nesne
seçimlerini çok farklı biçimlerde yapar: İnsan geçmişteki bir anıya veya
mekâna, belirli bir dine veya Tanrıya, bir kişiye veyahut bir nesneye, bir
ideolojiye, bir fikre veya kendine âşık olabilir. Dolayısıyla aşkın özü ve
nesne seçim mekanizması itibariyle belirli bir sınır veya kural yoktur. Aşk
olarak adlandırılan sevme biçimini belirleyen en temel unsur hiç şüphesiz
anne-baba-çocuk üçlemesi dahilinde çocuğun kişisel geçmişinde maruz kaldığı
deneyimlere dayanmaktadır. Anne ve baba figürü çocuğun içinde bulunduğu dış dünyayı
ve kendini idrak edebilmesinde fazlasıyla önemli bir rol oynamaktadır: Çocuk,
doğumu itibariyle hiçbir şekilde anlamlandıramadığı dış dünyayı annesine
indirgeyerek annesini biyolojik ve psişik anlamda kendisinin ayrılmaz bir
parçası olarak değerlendirmek suretiyle bir bütünlük sanrısına tutulur. Kendini
biyolojik ve ruhsal olarak hayatta tutan ilk öteki olan ‘’anne figürü’’ çocuğun
tüm dünyası haline gelir. Bu noktada çocuğun annesi ile edindiği her tür
deneyim çocuğun bilinçdışına kodlanır. Dolayısıyla çocuk annesini ‘’iyi’’
olarak görürse, doğumu ile beraber içine atılmış olduğu dış dünyaya da ‘’iyi’’
damgasını vururken; annesini ‘’kötü’’ olarak değerlendirirse dış dünyayı da
‘’kötü’’ olarak değerlendirip içinde ve benliğinde hınç, nefret, öfke, hayal
kırıklığı gibi çeşitli duygular yeşermeye başlar. Ortaya çıkan bu gibi güçlü
duygular ise bilinçdışına kaçınılmaz olarak işler. Çocuğun annesini iyi veya
kötü olarak değerlendirmesindeki temel kriter ise evrimsel bir mekanizmaya
dayandığından bu kriter ‘’annenin çocuğa verdiği bakım ve ona tahsis ettiği
ilgi miktarı’’dır. Dolayısıyla anne figürü çocuğun varoluştaki eksiklik ve
soğukluk duygusunu kırmak suretiyle onu doğum travması ile maruz kaldığı büyük
anksiyeteden bir süreliğine de olsa çekip kurtarır. Bu sebeple çocuğun
cinsiyeti her ne olursa olsun ilk aşk ‘’çocuğun anne figürüne karşı duyduğu
aşk’’tır ve bu aşk fazlasıyla kıymetli bir noktada durmaktadır. Öte yandan baba
figürünün de çocuk üzerindeki evrimsel ve psişik işlevi bir hayli önemlidir. Baba
figürü çocuğun, annesi ile bir ve bütün olduğu fikrine dayanan sanrısını
kırarak çocuğun içsel ve delüzyonel bir gerçeklikten çıkıp dışsal ve toplumsal
dünyaya geçişini sağlayan figürdür. Bu nedenle baba figürünün devreye girmesi
ile çocuk ‘’yasa’’, ‘’yasak’’, ‘’tabu’’, ‘’sınır’’, ‘’toplum’’ ve ‘’Devlet’’
gibi bazı sosyal unsurların farkına varmaya başlar. Bir başka deyişle baba
figürü, çocuğu sanrısal ve tekil bir canlı olmaktan çıkarıp onu dışsal
gerçekliğe adapte olabilen sosyal bir canlı haline dönüştürür: Böylece onu
kültür denilen yapılanmanın içine dahil etmiş olur. Bu sebeple baba figürünün
çocuk ile kurduğu ilişki de en az anne figürünün çocuk ile kurduğu ilişki kadar
önemlidir çünkü baba figürü çocuğun hayatındaki ikinci ötekidir. Özet olarak çocuğun
karakter yapılanmasında, davranış ve düşünüş yelpazesinde ve her şeyden
önemlisi kendini ve içinde bulunduğu dış dünyayı idrak etmek suretiyle
yorumlama kapasitesinde anne ve baba figürlerinin çocuk ile kurmuş oldukları
ilişkilenme biçimlerinin son derece önemi vardır. Anne ve baba figürleri
çocuğun benliğinin ve bilinçdışı süreçlerinin oluşmasında hayati bir etkiye
sahiptir. Aşk kavramını özellikle aşk duygusunun biricikliği üzerinden inşa
etmiş olan Fromm; aşk duygusunu sevmenin bir türevi olarak değerlendirmiş ve
sevmenin birden fazla türü olduğunu, tek tip bir sevme türü ve biçiminin mümkün
olamayacağını ve aslında sevme duygusunun, sevilmekten daha yüce bir duygu
olduğunu Sevme Sanatı isimli eserinde açık bir biçimde vurgulamıştır. Aynı
zamanda Fromm, hangi biçimde gerçekleşirse gerçekleşsin sevmenin bir türevi
olan aşkın da mutlaka dört adet temel unsura dayanması gerektiği fikrindedir:
Bunlar sırasıyla itina, sorumluluk, saygı ve bilgidir. Bununla birlikte
Fromm’un belirtmiş olduğu bu dört unsur genel geçer bir sınıflandırma üzerine
kurulmamış olup her bireyin kendi karakter özelliklerine ve ruhsal altyapısına
göre bu kavramları kendi içlerinde şekillendirmeleri gerekmektedir. Bu nedenle
Fromm’a göre aşk birileri tarafından tanımlanmış bir yolda yürümek ile değil;
kişinin daha önce hiç bilmediği bir yolda kendisini, partnerini ve tüm
insanlığı tanıma girişimi ile varılabilecek bir duygudur. Dolayısıyla Fromm
aşkı bir neden veya sonuç olarak değerlendirmekten ziyade bir sevme girişimi
olarak yorumlamaktadır: Bu girişim ise Frommcu bir perspektif ile sadece tek
bir kişiyi sevmek ile anlam kazanmayıp empati duygusuyla da yoğurulmuş olan
kolektif bir sevme biçimi şeklinde yapılırsa anlamlı hale gelebilir. Bu
kolektif sevme biçimi ise tüm insanları (insanlığı) sevmeyi yani onlara değer
vermeyi ve saygı duymayı gerektirmektedir. Öte yandan Fromm’a göre sevmek
platonisyen felsefedeki gibi bir maruz kalma süreci demek değil tam aksine
eyleme geçmek demektir. Erich Fromm cinsellik kavramını da sevmenin bir türevi
olan aşk duygusunun ortaya çıkma biçimlerinden biri olarak değerlendirir. Bu
bağlamda Fromm’a göre cinsellik de sevgi gibi bir bütünleşme, bir bütün olma
girişimidir. Bu nedenle cinsellik, biyolojik bir enerji boşaltımı süreci
olmaktan ziyade sevilen kişi ile bedensel ve ruhsal olarak bir olma çabası ve
eylemidir. Dolayısıyla Fromm hem aşk hem de cinsellik konusunda anti-freudyen
bir tavır takınarak aşk ve cinselliği Freud’un iddia ettiği gibi vücudun
ürettiği ve doyurulması gereken cinsel bir içgüdünün yarattığı kimyasal bir
gerilim mekanizması olarak değerlendirmez. Benzer bir şekilde Fromm, Freud’un
cinsel arzuyu ve aşkı giderilmesi gereken bir tür biyolojik kaşıntı olarak
görmesine karşı çıkmak suretiyle aşkın ve cinselliğin genel geçer bir mekanik
libido kuramı ile açıklanamayacak kadar derin bir içsel sürece dayandığını
vurgulamaktadır. Aşk kavramını temel anlamda öznel ve özgeci açıdan
değerlendirmeyi tercih eden Fromm; aşkı içsel süreçte yer alan fakat dışsal
dünyada yer almakta olan her şeyi tanıma, anlamlandırma ve sevme imkânı
yaratabilecek olan (kutsal) bir güç olarak görür. Bu bağlamda haklı argümanları
olsa da Fromm, aşkı genel anlamda son derece romantik bir biçimde
değerlendirmeye seçmiştir: Fromm her daim aşkın yapıcı, özgeci, onarıcı ve
öforik taraflarına odaklandığından aşkın biyolojik ve sosyal gerçeklikte
tekabül ettiği olgusal taraflarını ve olumsuz yönlerini görmezden gelmeyi
tercih etmiştir. Aşk bir yönüyle Fromm’un belirttiği gibi her ne kadar yapıcı,
olumlu ve özgeci bir öz üzerine inşa edilmiş olsa da aşkın son derece yıkıcı,
disforik ve egoist bir özü de vardır. Aşk kavramı Fromm’un iddia etmiş olduğu
gibi mutlak bir olumluluk üzerine kurulmuş olsaydı aşk cinayetleri, aşk
intiharları, namus ve kıskançlık cinayetleri gibi şiddet kökenli olguların
hiçbir zaman görülmemesi gerekirdi fakat ne yazık ki bu tür olgular geçmişten
günümüze kadar gelen her kültür ve toplumda bir şekilde ortaya çıkmıştır.
Dolayısıyla Fromm aşk kavramını her daim iyiliğe, saygıya, özgeciliğe,
sevecenliğe, anlayışa dayanan mutlak anlamda olumlu bir perspektif ile
değerlendirmeyi tercih etmiş olduğundan aşkın bir tarafıyla ölüm ve öldürme
olgusu ile dirsek temasında bulunan şiddet kökenli yıkıcı taraflarını es
geçmiştir. Bu sebeple Fromm aşkın bazı durumlarda yaşama, bazı durumlarda ise
ölüme ve şiddete işaret ettiğini görememiş veya görmemeyi tercih etmiştir.
Sonuç olarak Fromm aşk olgusunu genel olarak aşırıya kaçan bir romantizm ile
analiz etmeyi tercih etmiş ve aşkın özellikle biyolojik ve sosyal gerçekliğe tekabül
eden diğer yönünü oluşturan bencil, yıkıcı, mekanik ve kimyasal özelliklerini
bir şekilde atlamıştır. Fromm ampirik dünyada aşka dair olan negatif olay ve
olgulara pek değinmeden, aşkı salt idealize etme yoluna girmeyi tercih etmiş
gibi gözükmektedir. Bunun yanı sıra Fromm sadece aşkı değil, aşkın kökeni olan
insanlığı da fazlasıyla olumlu bir şekilde değerlendirmiştir. Psikanalizin
kurucusu olan Sigmund Freud için ise aşkın mutlak anlamda tek bir formülü veya
anlamı yoktur fakat her aşk türünün ortak bir kökeni vardır. Bu ortak köken ise
kaçınılmaz olarak libido’dur. Aşkın mutlak bir formülü veya anlamı olmamasına
karşın Freud kafasında çeşitli aşk kategorizasyonları (annesel aşk, narsistik
aşk, genital aşk) yapmaktan geri durmamıştır. Esasında Freud için aşkın
türlerinden ziyade aşkın kökeni çok daha önemlidir çünkü Freud’a göre her tür
aşkın temeli biyolojik bir prensip üzerine inşa edilmiş olan libido’dur. Libido
kavramı hem Freud’un kurmuş olduğu psikodinamik psikolojinin hem de
psikanalizin en temelinde yer alan vazgeçilmez kavramların başında gelir. Aşkın
kökeni olan libido, Freud’a göre zihnin en ilkel katmanı olan id’de yer alan
içgüdüsel bir enerjidir. Bu bağlamda aşkın çıkış noktası olan libido sadece
cinsel bir enerji değil aynı zamanda bir yaşam enerjisi olma özelliğini de
taşır. Freud için aşk denilen şey esasen libido’da sıkışmış veyahut birikmiş
olan biyopsişik bir seksüel enerjidir. Libido içgüdüselliğe ve doyuma dayanan
yapısı ile sadece aşkın değil aynı zamanda cinselliğin de kökenidir. Freud
nezdinde id’de yer alan libido tüm insanlarda doğuştan olup arzu ve doyum
üzerine kurulmuş olan ve kendine durmak bilmeyen bir biçimde nesneler arayan
bir enerji olma özelliğini taşır. Bu sebeple aşkın türleri de libidinal
yatırımın nesne seçimleri ayrımına göre şekillenmektedir. Örneğin libido ego’ya
yatırılırsa narsistik aşk, anne figürüne yatırılırsa annesel aşk, Ödipal
süreçten sonra anne dışında kalan sevgi nesnelerine yatırılırsa da genital aşk
ortaya çıkar. Bu noktada Freud’un genel anlamda aşkı cinsellikten veyahut
cinselliği aşktan ayırma yoluna gitmediğini belirtmek gerekir. Freudyen anlamda
aşk ve cinsellik ayrımının yapılmıyor olmasının temel sebebi ise libido’nun
doğası gereği bir sevgi nesnesine aktarılıyor olması durumudur: Freud için aşk
ya da cinsellik genel anlamda id’de birikmiş olan bir tür içgüdüsel enerjinin
bir sevgi nesnesine aktarılma girişimidir. Freud’a göre aşk cinsellikten
ayrılmaz fakat aşk; cinsel içgüdünün bir türevi olarak da ayrıca ele
alınabilir. Cinsellik ya da aşk insanı arzulamaya yönelten biyolojik temelli
bir dürtüdür ve organizmanın doğumundan ölüme kadar süregelen, doyumu arayan
içsel bir enerjidir. Freud aşkın ve cinselliğin kökenini biyolojik bir
gerçekliğe dayandırma yolunu seçmiştir. Aşkı bilinçdışı tarafından
determine edilmiş (belirlenmiş) bir sevgi nesnesine aktarılması gereken
libidinal bir enerji olarak gören Freud; aynı zamanda aşkı içgüdüsel bir
bağlamda değerlendirmek suretiyle aşkın temel olarak eros ismini verdiği yaşam
içgüdüsünde hayat bulduğunu vurgulamıştır. Aşkın sempati, empati, şefkat,
anlayış gibi olumlu yanlarını eros’ta bulduğunu belirtmenin yanı sıra aşkın
diğer taraftan da karanlık, yıkıcı ve bencil bir öze dayanan taraflarının ise
thanatos’ta olduğunu belirtmiştir. Thanatos, aşkın yıkıcı ve karanlık tarafını
meydana getiren ölüm içgüdüsün ismidir. Dolayısıyla Freud için aşk aslında zıt
bir ikiliğe dayanan bir öze dayanmaktadır. Aşk, thanatos tarafında tezahür
ederse yıkıcılığa, şiddete ve ölüme gidebilme imkânı bulabilirken; eros tarafında
yer aldığında ise aşkın yapıcı ve özgeci olan tarafı da ortaya çıkabilmektedir.
Bu bağlamda toplumda görülen aşk cinayeti, intihar, kıskançlık vb. her tür
şiddet olayı vehayut olgusu Freudyen anlamda thanatos’un ağır bastığı durumlara
işaret ederken; şefkat, empati, anlayış gibi olumlu duygulara dayanan aşklar
ise eros’a yakın tarafta durmuş olan aşklardır. Freud organizmanın biyolojik
gerçekliğinde yer alan aşk denilen şeyin karşı tarafa (yani bir nesneye)
aktarılmaması halinde kaçınılmaz olarak patolojiye varılacağını belirtmiştir.
Freud bu konuda fazlasıyla haklıdır çünkü aktarılamayan veya tatmin edilemeyen
libidinal enerji mutlaka ya ego’da birikir ya da bireyi şiddete veya nevroza
sürükleyerek bir şekilde patlak verir. Bu bağlamda aşk ve cinsellik Freud için
organizmaya mutlak bir hedoni sağlayan fakat aynı zamanda onun ruhsal sağlığını
da koruyan özel bir mekanizmadır. Bu duruma örnek olarak aşk ve cinselliği
özgürce yaşamayan toplum ve kültürlerde görülen nevrotik rahatsızlıklar ve
şiddet eylemleri verilebilir. Aşklarını ve cinsel arzularını bastıran
toplumlarda tecavüz, cinayet, darp vb. şiddet eylemleri cinselliğini özgürce
yaşayabilen toplumlara nazaran daha fazla görülmektedir. Dolayısıyla aşk ve
cinsellik sadece organizmanın ruhsal ve biyolojik sağlığını korumakla
kalmamakla beraber toplumun da ruhsal sağlığını ve bedensel bütünlüğünü
korumaktadır. Bu noktada aşk tasarımı bakımından Freud’un Fromm’a göre çok daha
kapsamlı ve gerçekçi bir noktada durduğunu belirtmek gerekir çünkü Fromm’un
aksine Freud aşkın sadece yapıcı taraflarını değil, yıkıcı taraflarını da
tatmin edici bir biçimde açıklama yolunu seçmiştir. Buna karşın Freud’un aşk
anlayışı daha ziyade biyolojik gerçekliği kapsadığından kaçınılmaz olarak son
derece mekanik ve bir anlamda da indirgemeci bir portre çizmektedir. Bu durumun
temel sebebi ise bir nörolog olan Freud’un psişik ilkeleri, olayları ve
mekanizmaları her daim fizyolojik unsur ve fikirler ile açıklama eğilimine
yönelmesi olmuştur. Bu durum ise aşk kuramları başta olmak üzere Freudyen
psikolojinin her daim mekanik ve libidinal determinizme dayanan bir psişik
determinizm üzerine kurulmuş olmasına sebebiyet vermiştir. Freud aşk ve
cinselliği adeta libido’ya dayanan biyolojik bir kaşıntı olarak ele almış ve
cinsel tatmini de bu kaşıntının ortadan kaldırılması olarak
değerlendirilmiştir. Dolayısıyla bu kaşıntı giderilmezse bireyde nevrotik
rahatsızlıklar başta olmak üzere çeşitli patolojilerin ortaya çıkması Freud’a
göre kaçınılmazdır. Freud aşkın organik ve fizyolojik yapısını başarılı bir
şekilde açıklamasına karşın aşkın metafizik (fiziksel olmayan) yönünü es
geçmeyi tercih ederek aşkı sadece kimyasal ve deterministik bir süreç olarak
değerlendirilmiştir. Öte yandan Freud’un aşk ve cinsellik kavramlarının
birbirlerinden ayrı bir şekilde değerlendirmemesi durumu eleştiriye fazlasıyla
açık bir yerde durmaktadır. Bu bağlamda aşkın cinselliğe veya cinselliğin aşka
indirgenmesi fikri oldukça tehlikeli bir noktada durmaktadır. Diğer taraftan
Freud, aşkı duygu ile olan ilişkilenmelerinden sıyırmak suretiyle genel anlamda
onu katı bir materyalist ontolojiye indirgemeyi tercih etmiştir. Bu doğrultuda
Freud’a göre aşk, sevgi, bağlılık, şefkat gibi her türlü ihtiyaç ve(ya) duygu;
libido’nun dışa vuran sonuçlarından ibaret olan şeylerdir. Düşünce sisteminin
ve kuramlarının temellerini Freud’dan miras almış olan fakat aşk konusunda
Freud’un mekanistik ve libidinal determinizminden kısmen uzaklaşan Lacan ise
aşka varırken özellikle ‘’eksiklik’’ ve ‘’öteki’’ kavramları üzerinde
durmaktadır. Dolayısıyla Lacanyen aşk her şeyden önce varoluştan gelen
kaçınılmaz bir eksiklik duygusunun yeni doğmuş olan bir bebekteki inşası ile
başlar: Hiçbir enstrümana sahip olmadan bu dünyaya atılan bebeğin hayatta
kalması için tutunacağı tek şey annesidir. Doğumu itibariyle bebek narsistik
bir sanrı içerisine girerek kendisinin fiziksel olarak annesi ile bir ve
bütünleşik bir durumda olduğunu zanneder. Bebeğin hayatta kalabilmesi adına
tüm fizyolojik ve psişik ihtiyaçlarını anlık olarak karşılayan anne figürüne
karşı bebeğin zihninde çok güçlü bir bağlılık ve hedoni duygusu gelişir. Bu
bağlılık duygusunun kökeni ise organizmanın kendisini hayatta tutmasını
sağlayan evrimsel bir mekanizmaya dayanır. Anne ile tanışmasının ardından bebek
‘’hayatta kalabilmesi için mutlak anlamda bir ötekine ihtiyaç duyduğu’’ fikrini
içten içe benimser. Bu noktada ilk aşkın yöneldiği nesne olan anne figürü bebek
için ilk ötekidir ve hayati bir öneme sahiptir. Öte yandan bebeğin sınırsız bir
neşe içerisinde olduğu ve tüm ihtiyaçlarının anlık olarak karşılandığı yaklaşık
6 aylık döneminin ardından ise bebek dilin, yasanın, yasağın, toplumun ve
kültürün temsili olan‘’Baba’’ ile tanışır ve bu noktadan sonra annesi ile olan
bütünlük sanrısı kaçınılmaz olarak son bulur. Dolayısıyla ilk sevgi nesnesi
olan anne, Baba’nın devreye girmesi ile bebeğin nezdinde kalıcı olarak
yitirilmiş olur. Lacan’a göre annenin kaybedilmesinin ardından varoluştan
gelen eksiklik duygusu yeniden ortaya çıkar ve bu durum büyük bir anksiyeteyi
de beraberinde getirir. Varoluşu gereği kendi benliğini annesinin gözünden
(yani bir ötekinin gözünden) kurgulayan bebek; kendi benliğini yeniden
kurgulayabilmek için yeni bir ötekinin arayışına çıkmak zorunda olduğunun
farkına varır. Dolayısıyla aşk varlıktaki eksikliğin bir öteki aracılığıyla
giderilme girişimine dayanan bir duygudur. Aşk, sevilme talebinin kendisidir ve
bu sebeple insan hayatı boyunca ötekinin arzusunun nesnesi olma girişimi
içerisinde olur çünkü benlik denilen şey ötekinin gözlerinde kurulan ve yıkılan
bir şeydir. Bu sebeple aşk denilen şey de ötekini varlıktaki eksikliğin yerine
koyma gayretidir; olmayan bir şeyi ötekine verme girişimidir. Bu nedenle
‘’Seni seviyorum’’ cümlesi Lacanyen anlamda ‘’Ben eksiğim, bende bir eksiklik
var ve bu eksikliğimi kabul ettiğim için seni bu eksikliğimin yerine koymak
istiyorum’’ anlamına gelir. Fakat ne yazık ki dil başta olmak üzere
simgesel düzene ait olan hiçbir unsur aşkı ortaya koyamaz, tasvir edemez,
aktaramaz çünkü aşkın nesnesi mutlak ve kalıcı anlamda belirlenemez. Süreç içerisinde
sevgi nesneleri sürekli olarak değişebilir. Aşk fazlasıyla dil ötesi bir yerde
durmaktadır. Dolayısıyla Lacan’a göre aşkın mutlak bir tanımı veyahut doğası
üzerine kesin bir söylemde bulunulma imkânı yoktur. Aşk tanımlanamaz olan bir
taşma girişimidir. Aşk ötekinin ruhuna, bedenine ve benliğine uzanma ve kendi
benliğini ötekinde genişletme çabasıdır. Lacan’ı Freud’dan ayıran temel nokta
ise Lacan’ın aşk kavramını Freud gibi belirli bir öze indirgeyerek tanımlamıyor
olmasıdır çünkü ona göre aşk tanımlanamaz, temsil edilemez ve aktarılamaz
olandır. Sonuç olarak bu tez çalışmasında aşk kavramı özellikle psikanalitik
bir ontoloji çerçevesinde değerlendirilmiştir ve bu doğrultuda Fromm, Freud ve
Lacan başta olmak üzere psikanaliz tarihine adını altın harflerle kazımayı
başaran bazı isimlerin aşk konusundaki görüşleri, kuramları ve terminolojileri
felsefi bir refleksiyon çalışması dahilinde sunulmuş, açıklanmış, incelenmiş ve
irdelenmiştir. Bu tez çalışmasında görülmüştür ki aşkın kökeni varoluştaki eksikliğin
ve soğukluğun yerine ötekini koyma girişimine dayanmaktadır. Aşk, anlamsız olan
bir dünyada bir anlam kurgulama sanatıdır. Bu sebeple kurgusal bir varlık olan
insanın yarattığı senaryolar ve bu senaryoların içinde rol alan figürler de
kişisel geçmiş, zaman, mekân, vb. unsurlar bazında değişkenlik göstermektedir.
Dolayısıyla ‘’aşk’’ denilen şeyin mutlak bir tanımı yoktur. Aşk, her bireyin
kendi içsel ve öznel dünyasında kurgulamış olduğu bir gerçekliktir. Aşk aslında
hiçbir tanıma, modele veya kurama sığmayan, insanın benliğinden ötekine taşan,
dile getirilemeyen ve dilde işaretlenemeyen fakat yine de bir şekilde, bir
yerde ve bir zamanda ‘’o kişiye’’ ulaşmak için kaçınılmaz olarak dışa vurulacak
olandır. Bütün mantıkların
ve tariflerin dışında, herkesten ve her şeyden uzakta, sadece onda olan ve onda
kalandır. Aşk, eksik olan ve eksik kalandır.
Kaynak:
Murathan DEMİRİŞ, Aşk Üzerine Psikanalitik Ve Felsefi Bir İnceleme
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar