Print Friendly and PDF

Aşk, eksik olan ve eksik kalandır

 

Aşk Sarmaşıktır...
Sarmasın Birini
Kurtulması imkansız gibidir...



Aşkın tarihi insanlık tarihi kadar eskidir. Aşk, ilk insana kadar uzanan uzun bir yolculuk sürecinin evrimsel bir ürünüdür. Aşk sadece bir duygu değil, aynı zamanda bir olgu, bir varoluştur. Günümüzün modern dünyasında bilimsel, sosyolojik ve kültürel olarak çok hızlı bir dönüşüm içerisinde olsak da esasında biyolojik ve psişik özümüzü meydana getiren aşk duygusunun varlığı bizim için hâlâ fazlasıyla önemli bir noktada durmaktadır. Aşk duygusu, varoluşu itibariyle benliği yarılmış olan bir canlı türü olan insanın kendi benliğini, toplumunu ve kültürünü kurgulamasında rol oynayan en temel köşe taşı olma özelliğini taşır. Her ne kadar insan yeryüzündeki serüveni boyunca aşk duygusunu belirli biçimlerde tanımlamaya yeltenerek onu belirli kategorilere dahil etmeyi denese bile aslında aşk farklı zamanlarda, mekânlarda ve bireylerde çok farklı şekillerde tezahür etmektedir: Dünya üzerinde ne kadar insan varsa o kadar da sevme biçimi vardır. Bu sebeple benzersiz bir duygu olan aşk; herkeste farklı formlara, nesnelere veya kavramlara bürünmek suretiyle kendini gösterir.

Aşk, her bireyin biyopsikososyal yapılanmasına ve kişisel tarihine göre kendi nesne seçimlerini çok farklı biçimlerde yapar: İnsan geçmişteki bir anıya veya mekâna, belirli bir dine veya Tanrıya, bir kişiye veyahut bir nesneye, bir ideolojiye, bir fikre veya kendine âşık olabilir. Dolayısıyla aşkın özü ve nesne seçim mekanizması itibariyle belirli bir sınır veya kural yoktur. Aşk olarak adlandırılan sevme biçimini belirleyen en temel unsur hiç şüphesiz anne-baba-çocuk üçlemesi dahilinde çocuğun kişisel geçmişinde maruz kaldığı deneyimlere dayanmaktadır. Anne ve baba figürü çocuğun içinde bulunduğu dış dünyayı ve kendini idrak edebilmesinde fazlasıyla önemli bir rol oynamaktadır: Çocuk, doğumu itibariyle hiçbir şekilde anlamlandıramadığı dış dünyayı annesine indirgeyerek annesini biyolojik ve psişik anlamda kendisinin ayrılmaz bir parçası olarak değerlendirmek suretiyle bir bütünlük sanrısına tutulur. Kendini biyolojik ve ruhsal olarak hayatta tutan ilk öteki olan ‘’anne figürü’’ çocuğun tüm dünyası haline gelir. Bu noktada çocuğun annesi ile edindiği her tür deneyim çocuğun bilinçdışına kodlanır. Dolayısıyla çocuk annesini ‘’iyi’’ olarak görürse, doğumu ile beraber içine atılmış olduğu dış dünyaya da ‘’iyi’’ damgasını vururken; annesini ‘’kötü’’ olarak değerlendirirse dış dünyayı da ‘’kötü’’ olarak değerlendirip içinde ve benliğinde hınç, nefret, öfke, hayal kırıklığı gibi çeşitli duygular yeşermeye başlar. Ortaya çıkan bu gibi güçlü duygular ise bilinçdışına kaçınılmaz olarak işler. Çocuğun annesini iyi veya kötü olarak değerlendirmesindeki temel kriter ise evrimsel bir mekanizmaya dayandığından bu kriter ‘’annenin çocuğa verdiği bakım ve ona tahsis ettiği ilgi miktarı’’dır. Dolayısıyla anne figürü çocuğun varoluştaki eksiklik ve soğukluk duygusunu kırmak suretiyle onu doğum travması ile maruz kaldığı büyük anksiyeteden bir süreliğine de olsa çekip kurtarır. Bu sebeple çocuğun cinsiyeti her ne olursa olsun ilk aşk ‘’çocuğun anne figürüne karşı duyduğu aşk’’tır ve bu aşk fazlasıyla kıymetli bir noktada durmaktadır. Öte yandan baba figürünün de çocuk üzerindeki evrimsel ve psişik işlevi bir hayli önemlidir. Baba figürü çocuğun, annesi ile bir ve bütün olduğu fikrine dayanan sanrısını kırarak çocuğun içsel ve delüzyonel bir gerçeklikten çıkıp dışsal ve toplumsal dünyaya geçişini sağlayan figürdür. Bu nedenle baba figürünün devreye girmesi ile çocuk ‘’yasa’’, ‘’yasak’’, ‘’tabu’’, ‘’sınır’’, ‘’toplum’’ ve ‘’Devlet’’ gibi bazı sosyal unsurların farkına varmaya başlar. Bir başka deyişle baba figürü, çocuğu sanrısal ve tekil bir canlı olmaktan çıkarıp onu dışsal gerçekliğe adapte olabilen sosyal bir canlı haline dönüştürür: Böylece onu kültür denilen yapılanmanın içine dahil etmiş olur. Bu sebeple baba figürünün çocuk ile kurduğu ilişki de en az anne figürünün çocuk ile kurduğu ilişki kadar önemlidir çünkü baba figürü çocuğun hayatındaki ikinci ötekidir. Özet olarak çocuğun karakter yapılanmasında, davranış ve düşünüş yelpazesinde ve her şeyden önemlisi kendini ve içinde bulunduğu dış dünyayı idrak etmek suretiyle yorumlama kapasitesinde anne ve baba figürlerinin çocuk ile kurmuş oldukları ilişkilenme biçimlerinin son derece önemi vardır. Anne ve baba figürleri çocuğun benliğinin ve bilinçdışı süreçlerinin oluşmasında hayati bir etkiye sahiptir. Aşk kavramını özellikle aşk duygusunun biricikliği üzerinden inşa etmiş olan Fromm; aşk duygusunu sevmenin bir türevi olarak değerlendirmiş ve sevmenin birden fazla türü olduğunu, tek tip bir sevme türü ve biçiminin mümkün olamayacağını ve aslında sevme duygusunun, sevilmekten daha yüce bir duygu olduğunu Sevme Sanatı isimli eserinde açık bir biçimde vurgulamıştır. Aynı zamanda Fromm, hangi biçimde gerçekleşirse gerçekleşsin sevmenin bir türevi olan aşkın da mutlaka dört adet temel unsura dayanması gerektiği fikrindedir: Bunlar sırasıyla itina, sorumluluk, saygı ve bilgidir. Bununla birlikte Fromm’un belirtmiş olduğu bu dört unsur genel geçer bir sınıflandırma üzerine kurulmamış olup her bireyin kendi karakter özelliklerine ve ruhsal altyapısına göre bu kavramları kendi içlerinde şekillendirmeleri gerekmektedir. Bu nedenle Fromm’a göre aşk birileri tarafından tanımlanmış bir yolda yürümek ile değil; kişinin daha önce hiç bilmediği bir yolda kendisini, partnerini ve tüm insanlığı tanıma girişimi ile varılabilecek bir duygudur. Dolayısıyla Fromm aşkı bir neden veya sonuç olarak değerlendirmekten ziyade bir sevme girişimi olarak yorumlamaktadır: Bu girişim ise Frommcu bir perspektif ile sadece tek bir kişiyi sevmek ile anlam kazanmayıp empati duygusuyla da yoğurulmuş olan kolektif bir sevme biçimi şeklinde yapılırsa anlamlı hale gelebilir. Bu kolektif sevme biçimi ise tüm insanları (insanlığı) sevmeyi yani onlara değer vermeyi ve saygı duymayı gerektirmektedir. Öte yandan Fromm’a göre sevmek platonisyen felsefedeki gibi bir maruz kalma süreci demek değil tam aksine eyleme geçmek demektir. Erich Fromm cinsellik kavramını da sevmenin bir türevi olan aşk duygusunun ortaya çıkma biçimlerinden biri olarak değerlendirir. Bu bağlamda Fromm’a göre cinsellik de sevgi gibi bir bütünleşme, bir bütün olma girişimidir. Bu nedenle cinsellik, biyolojik bir enerji boşaltımı süreci olmaktan ziyade sevilen kişi ile bedensel ve ruhsal olarak bir olma çabası ve eylemidir. Dolayısıyla Fromm hem aşk hem de cinsellik konusunda anti-freudyen bir tavır takınarak aşk ve cinselliği Freud’un iddia ettiği gibi vücudun ürettiği ve doyurulması gereken cinsel bir içgüdünün yarattığı kimyasal bir gerilim mekanizması olarak değerlendirmez. Benzer bir şekilde Fromm, Freud’un cinsel arzuyu ve aşkı giderilmesi gereken bir tür biyolojik kaşıntı olarak görmesine karşı çıkmak suretiyle aşkın ve cinselliğin genel geçer bir mekanik libido kuramı ile açıklanamayacak kadar derin bir içsel sürece dayandığını vurgulamaktadır. Aşk kavramını temel anlamda öznel ve özgeci açıdan değerlendirmeyi tercih eden Fromm; aşkı içsel süreçte yer alan fakat dışsal dünyada yer almakta olan her şeyi tanıma, anlamlandırma ve sevme imkânı yaratabilecek olan (kutsal) bir güç olarak görür. Bu bağlamda haklı argümanları olsa da Fromm, aşkı genel anlamda son derece romantik bir biçimde değerlendirmeye seçmiştir: Fromm her daim aşkın yapıcı, özgeci, onarıcı ve öforik taraflarına odaklandığından aşkın biyolojik ve sosyal gerçeklikte tekabül ettiği olgusal taraflarını ve olumsuz yönlerini görmezden gelmeyi tercih etmiştir. Aşk bir yönüyle Fromm’un belirttiği gibi her ne kadar yapıcı, olumlu ve özgeci bir öz üzerine inşa edilmiş olsa da aşkın son derece yıkıcı, disforik ve egoist bir özü de vardır. Aşk kavramı Fromm’un iddia etmiş olduğu gibi mutlak bir olumluluk üzerine kurulmuş olsaydı aşk cinayetleri, aşk intiharları, namus ve kıskançlık cinayetleri gibi şiddet kökenli olguların hiçbir zaman görülmemesi gerekirdi fakat ne yazık ki bu tür olgular geçmişten günümüze kadar gelen her kültür ve toplumda bir şekilde ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla Fromm aşk kavramını her daim iyiliğe, saygıya, özgeciliğe, sevecenliğe, anlayışa dayanan mutlak anlamda olumlu bir perspektif ile değerlendirmeyi tercih etmiş olduğundan aşkın bir tarafıyla ölüm ve öldürme olgusu ile dirsek temasında bulunan şiddet kökenli yıkıcı taraflarını es geçmiştir. Bu sebeple Fromm aşkın bazı durumlarda yaşama, bazı durumlarda ise ölüme ve şiddete işaret ettiğini görememiş veya görmemeyi tercih etmiştir. Sonuç olarak Fromm aşk olgusunu genel olarak aşırıya kaçan bir romantizm ile analiz etmeyi tercih etmiş ve aşkın özellikle biyolojik ve sosyal gerçekliğe tekabül eden diğer yönünü oluşturan bencil, yıkıcı, mekanik ve kimyasal özelliklerini bir şekilde atlamıştır. Fromm ampirik dünyada aşka dair olan negatif olay ve olgulara pek değinmeden, aşkı salt idealize etme yoluna girmeyi tercih etmiş gibi gözükmektedir. Bunun yanı sıra Fromm sadece aşkı değil, aşkın kökeni olan insanlığı da fazlasıyla olumlu bir şekilde değerlendirmiştir. Psikanalizin kurucusu olan Sigmund Freud için ise aşkın mutlak anlamda tek bir formülü veya anlamı yoktur fakat her aşk türünün ortak bir kökeni vardır. Bu ortak köken ise kaçınılmaz olarak libido’dur. Aşkın mutlak bir formülü veya anlamı olmamasına karşın Freud kafasında çeşitli aşk kategorizasyonları (annesel aşk, narsistik aşk, genital aşk) yapmaktan geri durmamıştır. Esasında Freud için aşkın türlerinden ziyade aşkın kökeni çok daha önemlidir çünkü Freud’a göre her tür aşkın temeli biyolojik bir prensip üzerine inşa edilmiş olan libido’dur. Libido kavramı hem Freud’un kurmuş olduğu psikodinamik psikolojinin hem de psikanalizin en temelinde yer alan vazgeçilmez kavramların başında gelir. Aşkın kökeni olan libido, Freud’a göre zihnin en ilkel katmanı olan id’de yer alan içgüdüsel bir enerjidir. Bu bağlamda aşkın çıkış noktası olan libido sadece cinsel bir enerji değil aynı zamanda bir yaşam enerjisi olma özelliğini de taşır. Freud için aşk denilen şey esasen libido’da sıkışmış veyahut birikmiş olan biyopsişik bir seksüel enerjidir. Libido içgüdüselliğe ve doyuma dayanan yapısı ile sadece aşkın değil aynı zamanda cinselliğin de kökenidir. Freud nezdinde id’de yer alan libido tüm insanlarda doğuştan olup arzu ve doyum üzerine kurulmuş olan ve kendine durmak bilmeyen bir biçimde nesneler arayan bir enerji olma özelliğini taşır. Bu sebeple aşkın türleri de libidinal yatırımın nesne seçimleri ayrımına göre şekillenmektedir. Örneğin libido ego’ya yatırılırsa narsistik aşk, anne figürüne yatırılırsa annesel aşk, Ödipal süreçten sonra anne dışında kalan sevgi nesnelerine yatırılırsa da genital aşk ortaya çıkar. Bu noktada Freud’un genel anlamda aşkı cinsellikten veyahut cinselliği aşktan ayırma yoluna gitmediğini belirtmek gerekir. Freudyen anlamda aşk ve cinsellik ayrımının yapılmıyor olmasının temel sebebi ise libido’nun doğası gereği bir sevgi nesnesine aktarılıyor olması durumudur: Freud için aşk ya da cinsellik genel anlamda id’de birikmiş olan bir tür içgüdüsel enerjinin bir sevgi nesnesine aktarılma girişimidir. Freud’a göre aşk cinsellikten ayrılmaz fakat aşk; cinsel içgüdünün bir türevi olarak da ayrıca ele alınabilir. Cinsellik ya da aşk insanı arzulamaya yönelten biyolojik temelli bir dürtüdür ve organizmanın doğumundan ölüme kadar süregelen, doyumu arayan içsel bir enerjidir. Freud aşkın ve cinselliğin kökenini biyolojik bir gerçekliğe dayandırma yolunu seçmiştir. Aşkı bilinçdışı tarafından determine edilmiş (belirlenmiş) bir sevgi nesnesine aktarılması gereken libidinal bir enerji olarak gören Freud; aynı zamanda aşkı içgüdüsel bir bağlamda değerlendirmek suretiyle aşkın temel olarak eros ismini verdiği yaşam içgüdüsünde hayat bulduğunu vurgulamıştır. Aşkın sempati, empati, şefkat, anlayış gibi olumlu yanlarını eros’ta bulduğunu belirtmenin yanı sıra aşkın diğer taraftan da karanlık, yıkıcı ve bencil bir öze dayanan taraflarının ise thanatos’ta olduğunu belirtmiştir. Thanatos, aşkın yıkıcı ve karanlık tarafını meydana getiren ölüm içgüdüsün ismidir. Dolayısıyla Freud için aşk aslında zıt bir ikiliğe dayanan bir öze dayanmaktadır. Aşk, thanatos tarafında tezahür ederse yıkıcılığa, şiddete ve ölüme gidebilme imkânı bulabilirken; eros tarafında yer aldığında ise aşkın yapıcı ve özgeci olan tarafı da ortaya çıkabilmektedir. Bu bağlamda toplumda görülen aşk cinayeti, intihar, kıskançlık vb. her tür şiddet olayı vehayut olgusu Freudyen anlamda thanatos’un ağır bastığı durumlara işaret ederken; şefkat, empati, anlayış gibi olumlu duygulara dayanan aşklar ise eros’a yakın tarafta durmuş olan aşklardır. Freud organizmanın biyolojik gerçekliğinde yer alan aşk denilen şeyin karşı tarafa (yani bir nesneye) aktarılmaması halinde kaçınılmaz olarak patolojiye varılacağını belirtmiştir. Freud bu konuda fazlasıyla haklıdır çünkü aktarılamayan veya tatmin edilemeyen libidinal enerji mutlaka ya ego’da birikir ya da bireyi şiddete veya nevroza sürükleyerek bir şekilde patlak verir. Bu bağlamda aşk ve cinsellik Freud için organizmaya mutlak bir hedoni sağlayan fakat aynı zamanda onun ruhsal sağlığını da koruyan özel bir mekanizmadır. Bu duruma örnek olarak aşk ve cinselliği özgürce yaşamayan toplum ve kültürlerde görülen nevrotik rahatsızlıklar ve şiddet eylemleri verilebilir. Aşklarını ve cinsel arzularını bastıran toplumlarda tecavüz, cinayet, darp vb. şiddet eylemleri cinselliğini özgürce yaşayabilen toplumlara nazaran daha fazla görülmektedir. Dolayısıyla aşk ve cinsellik sadece organizmanın ruhsal ve biyolojik sağlığını korumakla kalmamakla beraber toplumun da ruhsal sağlığını ve bedensel bütünlüğünü korumaktadır. Bu noktada aşk tasarımı bakımından Freud’un Fromm’a göre çok daha kapsamlı ve gerçekçi bir noktada durduğunu belirtmek gerekir çünkü Fromm’un aksine Freud aşkın sadece yapıcı taraflarını değil, yıkıcı taraflarını da tatmin edici bir biçimde açıklama yolunu seçmiştir. Buna karşın Freud’un aşk anlayışı daha ziyade biyolojik gerçekliği kapsadığından kaçınılmaz olarak son derece mekanik ve bir anlamda da indirgemeci bir portre çizmektedir. Bu durumun temel sebebi ise bir nörolog olan Freud’un psişik ilkeleri, olayları ve mekanizmaları her daim fizyolojik unsur ve fikirler ile açıklama eğilimine yönelmesi olmuştur. Bu durum ise aşk kuramları başta olmak üzere Freudyen psikolojinin her daim mekanik ve libidinal determinizme dayanan bir psişik determinizm üzerine kurulmuş olmasına sebebiyet vermiştir. Freud aşk ve cinselliği adeta libido’ya dayanan biyolojik bir kaşıntı olarak ele almış ve cinsel tatmini de bu kaşıntının ortadan kaldırılması olarak değerlendirilmiştir. Dolayısıyla bu kaşıntı giderilmezse bireyde nevrotik rahatsızlıklar başta olmak üzere çeşitli patolojilerin ortaya çıkması Freud’a göre kaçınılmazdır. Freud aşkın organik ve fizyolojik yapısını başarılı bir şekilde açıklamasına karşın aşkın metafizik (fiziksel olmayan) yönünü es geçmeyi tercih ederek aşkı sadece kimyasal ve deterministik bir süreç olarak değerlendirilmiştir. Öte yandan Freud’un aşk ve cinsellik kavramlarının birbirlerinden ayrı bir şekilde değerlendirmemesi durumu eleştiriye fazlasıyla açık bir yerde durmaktadır. Bu bağlamda aşkın cinselliğe veya cinselliğin aşka indirgenmesi fikri oldukça tehlikeli bir noktada durmaktadır. Diğer taraftan Freud, aşkı duygu ile olan ilişkilenmelerinden sıyırmak suretiyle genel anlamda onu katı bir materyalist ontolojiye indirgemeyi tercih etmiştir. Bu doğrultuda Freud’a göre aşk, sevgi, bağlılık, şefkat gibi her türlü ihtiyaç ve(ya) duygu; libido’nun dışa vuran sonuçlarından ibaret olan şeylerdir. Düşünce sisteminin ve kuramlarının temellerini Freud’dan miras almış olan fakat aşk konusunda Freud’un mekanistik ve libidinal determinizminden kısmen uzaklaşan Lacan ise aşka varırken özellikle ‘’eksiklik’’ ve ‘’öteki’’ kavramları üzerinde durmaktadır. Dolayısıyla Lacanyen aşk her şeyden önce varoluştan gelen kaçınılmaz bir eksiklik duygusunun yeni doğmuş olan bir bebekteki inşası ile başlar: Hiçbir enstrümana sahip olmadan bu dünyaya atılan bebeğin hayatta kalması için tutunacağı tek şey annesidir. Doğumu itibariyle bebek narsistik bir sanrı içerisine girerek kendisinin fiziksel olarak annesi ile bir ve bütünleşik bir durumda olduğunu zanneder. Bebeğin hayatta kalabilmesi adına tüm fizyolojik ve psişik ihtiyaçlarını anlık olarak karşılayan anne figürüne karşı bebeğin zihninde çok güçlü bir bağlılık ve hedoni duygusu gelişir. Bu bağlılık duygusunun kökeni ise organizmanın kendisini hayatta tutmasını sağlayan evrimsel bir mekanizmaya dayanır. Anne ile tanışmasının ardından bebek ‘’hayatta kalabilmesi için mutlak anlamda bir ötekine ihtiyaç duyduğu’’ fikrini içten içe benimser. Bu noktada ilk aşkın yöneldiği nesne olan anne figürü bebek için ilk ötekidir ve hayati bir öneme sahiptir. Öte yandan bebeğin sınırsız bir neşe içerisinde olduğu ve tüm ihtiyaçlarının anlık olarak karşılandığı yaklaşık 6 aylık döneminin ardından ise bebek dilin, yasanın, yasağın, toplumun ve kültürün temsili olan‘’Baba’’ ile tanışır ve bu noktadan sonra annesi ile olan bütünlük sanrısı kaçınılmaz olarak son bulur. Dolayısıyla ilk sevgi nesnesi olan anne, Baba’nın devreye girmesi ile bebeğin nezdinde kalıcı olarak yitirilmiş olur. Lacan’a göre annenin kaybedilmesinin ardından varoluştan gelen eksiklik duygusu yeniden ortaya çıkar ve bu durum büyük bir anksiyeteyi de beraberinde getirir. Varoluşu gereği kendi benliğini annesinin gözünden (yani bir ötekinin gözünden) kurgulayan bebek; kendi benliğini yeniden kurgulayabilmek için yeni bir ötekinin arayışına çıkmak zorunda olduğunun farkına varır. Dolayısıyla aşk varlıktaki eksikliğin bir öteki aracılığıyla giderilme girişimine dayanan bir duygudur. Aşk, sevilme talebinin kendisidir ve bu sebeple insan hayatı boyunca ötekinin arzusunun nesnesi olma girişimi içerisinde olur çünkü benlik denilen şey ötekinin gözlerinde kurulan ve yıkılan bir şeydir. Bu sebeple aşk denilen şey de ötekini varlıktaki eksikliğin yerine koyma gayretidir; olmayan bir şeyi ötekine verme girişimidir. Bu nedenle ‘’Seni seviyorum’’ cümlesi Lacanyen anlamda ‘’Ben eksiğim, bende bir eksiklik var ve bu eksikliğimi kabul ettiğim için seni bu eksikliğimin yerine koymak istiyorum’’ anlamına gelir. Fakat ne yazık ki dil başta olmak üzere simgesel düzene ait olan hiçbir unsur aşkı ortaya koyamaz, tasvir edemez, aktaramaz çünkü aşkın nesnesi mutlak ve kalıcı anlamda belirlenemez. Süreç içerisinde sevgi nesneleri sürekli olarak değişebilir. Aşk fazlasıyla dil ötesi bir yerde durmaktadır. Dolayısıyla Lacan’a göre aşkın mutlak bir tanımı veyahut doğası üzerine kesin bir söylemde bulunulma imkânı yoktur. Aşk tanımlanamaz olan bir taşma girişimidir. Aşk ötekinin ruhuna, bedenine ve benliğine uzanma ve kendi benliğini ötekinde genişletme çabasıdır. Lacan’ı Freud’dan ayıran temel nokta ise Lacan’ın aşk kavramını Freud gibi belirli bir öze indirgeyerek tanımlamıyor olmasıdır çünkü ona göre aşk tanımlanamaz, temsil edilemez ve aktarılamaz olandır. Sonuç olarak bu tez çalışmasında aşk kavramı özellikle psikanalitik bir ontoloji çerçevesinde değerlendirilmiştir ve bu doğrultuda Fromm, Freud ve Lacan başta olmak üzere psikanaliz tarihine adını altın harflerle kazımayı başaran bazı isimlerin aşk konusundaki görüşleri, kuramları ve terminolojileri felsefi bir refleksiyon çalışması dahilinde sunulmuş, açıklanmış, incelenmiş ve irdelenmiştir. Bu tez çalışmasında görülmüştür ki aşkın kökeni varoluştaki eksikliğin ve soğukluğun yerine ötekini koyma girişimine dayanmaktadır. Aşk, anlamsız olan bir dünyada bir anlam kurgulama sanatıdır. Bu sebeple kurgusal bir varlık olan insanın yarattığı senaryolar ve bu senaryoların içinde rol alan figürler de kişisel geçmiş, zaman, mekân, vb. unsurlar bazında değişkenlik göstermektedir. Dolayısıyla ‘’aşk’’ denilen şeyin mutlak bir tanımı yoktur. Aşk, her bireyin kendi içsel ve öznel dünyasında kurgulamış olduğu bir gerçekliktir. Aşk aslında hiçbir tanıma, modele veya kurama sığmayan, insanın benliğinden ötekine taşan, dile getirilemeyen ve dilde işaretlenemeyen fakat yine de bir şekilde, bir yerde ve bir zamanda ‘’o kişiye’’ ulaşmak için kaçınılmaz olarak dışa vurulacak olandır. Bütün mantıkların ve tariflerin dışında, herkesten ve her şeyden uzakta, sadece onda olan ve onda kalandır. Aşk, eksik olan ve eksik kalandır.

Kaynak: Murathan DEMİRİŞ, Aşk Üzerine Psikanalitik Ve Felsefi Bir İnceleme

 

 

 

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar