EL-HASÂİSU'L-KÜBRÂ PEYGAMBER EFENDİMİZ VE MU'CİZELERİ 2
3 PEYGAMBERİMİZİN YARATILIŞI HAKKINDAKİ MUCİZELER VE ÖZELLİKLER
Hâtem-i Nübüvvet Hakkındadır
Buhârî ve Müslim, Sâib bin Zeyd'den rivayet ederler. O şöyle demiştir:
"Ben, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz'in tam arkasına dikilip O'nun iki omzu
arasındaki Nübüvvet Mührü denilen kısma dikkatle baktım; gördüğüm, keklik
yumurtası büyüklüğünde idi."
Müslim ve Beyhekî'nin Câbir bin Semura'dan rivayeti ise şöyledir:
"Ben Resûlüllâh Efendimiz'in
iki omzu arasındaki nübüvvet mührünü, tıpkı bir güvercin yumurtası şeklinde
gördüm. Rengi de, kendi cesediniri rengine yakındı." İmâm Tirmizî ise
bunu: "Güvercin yumurtası büyüklüğünde ve kırmızınıtırak bir bez idi"
ifadesiyle vermiştir." [1]
Müslim,
Abdullah bin Cercls'in şöyle dediğini rivayet eder: "Ben, Peygamberimizin
iki omzu arasındaki nübüvvet mührüne baktığım zaman onu; sol omuz kemiğinin
çıkıntısı yanında ve üzerinde siyahımsı benler bulunan bir yumru hâlinde
gördüm."
İmâm Ahmed ve Beyhekî de Kurre'nin şöyle dediğini nakleder: "Ben
dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, omzunuzdaki mührü bana gösterir
misiniz?" Peygamberimiz buyurdu ki: "Elini uzat!" Elimi
uzattım baktım, omzu ucunda, yumurta büyüklüğünde bir şeydi."
Yine İmam Ahmed, Beyhekî ve İbn-i Sa'd,
çeşitli tarikler ile Ebû Ramse'den şöyle rivayet ederler: "Ben babamla
birlikte Peygamberimiz'e gitmiştim. O'nun iki omzu arasındaki mühre
baktığımda onu, (güvercin yumurtası büyüklüğünde) bir ur şeklinde gördüm."
İmam-ı Buhârî'nin Tarih'inde, Beyhekî'nin Sünen'inde Ebû Saîd'den rivayetlerine göre, o
şöyle demiştir: "Peygamber Efendimiz'in iki omuzları arasındaki mühür, bir et çıkıntısı
idi" Tirmizi de: "Arkasında, yumru hâlinde bir et parçası idi"
şeklinde rivayet eder.
Yukarıda geçen bir bahiste görüldüğü
veçhile ve Beyhekî'nin
rivayeti ile, Selmân-ı Fârisî de bu hususta şunları söylemektedir: "Ben
Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) gittiğim zaman, ridâsını omuzundan biraz sarkıtıp:
"Ey Selmân, sana söylenen mührü görmek istersen bak!" buyurdular.
Baktığımda, iki omuzu arasında, güvercin yumurtası büyüklüğündeki mührü
gördüm."
Ahmed, Tirmizî ve
sahihtir kaydiyle Hâkim, Ebû Ya'lâ ve Taberânî Ulba
bin Ahmed'den
o da Ebû Zeyd'den şöyle rivayet ederler: "Resûlüllâh Efendimiz bana dediler ki: "Ey Ebû Zeyd,
bana yaklaş ve elinle arkamı meshet!" Yaklaştım ve elimle arkasını
meshedip parmaklarımı mühür üzerine koydum."-Yanındakiler Ebû Zeyd'e:
"Mühür nedir?" diye sordular. O da: "Omuzundaki toplu olarak
bitmiş olan kıllardır" cevabim verdi."
Taberanı ile İbn-i Asâkir ise
Ebû Zeyd bin Ahtab'dan şöyle rivayet ediyor: "Ben Peygamber Efendimizin
iki omzu arasındaki mührü; kan alma şişesinin vurulduğu yer kadar büyüklükte,
bir et çıkıntısı olduğunu gördüm."
İbn-i Asâkir ve Târih-i Nisabur adlı eserinde Hâkim, İbn-i Ömer'den
şöyle rivayet ederler: Hâtem-i Nübüvvet, Peygamber (aleyhisselâm)'ın arkasında fındık büyüklüğünde bir et parçası olup
üzerinde "Muhammedün Resûlüllâh" yazısını andırır bir şekil vardı."
Ebû Nuaym ise,
Selman'dan şöyle rivayet etmektedir: "Bu nübüvvet mührünün bâtınında:
"Allah birdir, O'nun ortağı yoktur, Muhammed ise Allah'ın
Resulüdür!1" diye yazılı idi. Zahirinde ise "Nereye isterse oraya
teveccüh et! Bil ki sen, mansûr ve muzaffersin!" diye yazılıdır[2]
Taberanı ve Ebû Nuaym El-Ma'rife
adlı eserinde Abbâd bin Ömer'den şöyle rivayet ederler: "O'nun iki omzu
arasındaki nübüvvet mührü, küçük bir oğlağın diz kapağındaki mühür gibiydi
ve Resûlüllâh bu
mührün görülmesinden pek hoşlanmazdı."
İbn-i Ebî Hayseme tarihe dâir yazdığı eserinde, Hazret-i Âişe'den naklen der ki:
"Nübüvvet mührü, siyah bir ben idi, biraz sarıyı andırıyordu... Benin
etrafında, at yelesi gibi sık kıllar vardı..."
İZAH:
Alimlerimiz dediler ki; Peygamber Efendimiz'in iki omuzu arasında bulunduğu rivayet edilen
nübüvvet mührü hakkındaki sözler; birbiriyle farklı bulunmaktadır. Fakat
aslında bu, mühim bir ihtilaf sayılmamalıdır. Zira bu râvîlerden her biri, bir
benzetme yoluyla rivayet etmekte ve rivayetleri arasında önemli bir fark
bulunmaktadır. Râvîlerden biri: "Bir keklik yumurtası büyüklüğünde
idi" derken biri: "Güvercin yumurtası kadardı" demekte; bir
diğeri de: "Bir keçi yavrusunun dizindeki mühür kadardı" demektedir.
Biri: "Bir et yumrusu idi" derken, biri: "Bir et çıkıntısı
idi" demekte; biri "Siyah bir bendi" derken bir diğeri:
"Şişenin kan almak için vurulduğu yerde bıraktığı iz gibiydi."
demektedir. Yâni, bunların hepsi birbirine yakın şeylerdir. ve gerçekten o, bir
et parçasından ibaret idi. İşte, âlimlerimiz böyle izah etmektedirler. Bunlar
arasından İmâm-ı Kurtubî ise şöyle demektedir: "Sabit ve sahih olan hadisler
delâlet eder ki, Resûlüllâh Efendimiz'in
iki omuzu arasındaki mühür; sol omuz yanında kırmızınıtırak renkte ve çıkıntı
halinde bir şey idi. Küçülüp azaldığı zaman güvercin yumurtası şeklinde oluyor,
büyüyüp şiştiği zaman da yumruk kadar oluyordu... (Resûlüllâh'ın
vefatı zamanında ise, şişkinlik kaybolmuştu...)
Süheylî de
demiştir ki: "Nübüvvet mührü, sol omuz kemiğinin çıkıntısı yanında idi.
Çünkü Peygamber (aleyhisselâm) şeytanın vesvesesinden masum bulunuyordu. Mührün
bulunduğu yer de; kalbin karşısında olup şeytanın vesvese vermesine
engeldi..." Alimler, "Resûlüllâh'in iki omuzu arasındaki mührün doğuştan mı, yoksa
doğduktan sonra mı vurulduğu üzerinde ihtilaf ettiler. İkinci şıkkı tercih
edenler, yukarıda geçen ve O'nun süt emmesi ile ilgili bulunan Şeddâd bin Evs
hadisini, delil tutarlar. Az önce işaret ettiğimiz gibi, bu mühür, Resûlüllâh'ın
vefatından sonra da kaybolmuştu... Bunu, ayrıca O'nun vefatı bölümünde
anlatacağız... Bu konuda, Hâkim'in Müstedrek'inde, Vehb bin Münebbih'ten şu rivayeti
vardır:
"Cenâb-ı Hakk'ın gönderdiği bütün
Peygamberlerin sağ elleri içinde bir Peygamberlik nişanı vardı. Ancak,
bizim Peygamberimiz müstesna. Zira O'nun Peygamberlik nişanı, iki
omuzu arasında idi[3]
Sevgili Peygamberimizin Mübarek Gözleri ile İlgili Özellik ve Mucizeler
Yüce Allah Kur'ân'da buyuruyor ki:
"Muhammed'in gözü şaşmadı ve sının aşmadı." (Necm, 17).
İbn-i Adiyy, Beyhekî ve İbn-i Asâkir Âişe'den şöyle rivayet ederler:
O demiştir ki: "Peygamber Efendimiz, ışıkta gördüğü gibi karanlıkta da görür idi."
Beyhekî'nin
rivayetine göre, bu hususu İbn-i
Abbâs şöyle ifade etmiştir: "Resûlüllâh Efendimiz,
gündüzleyin ışıkta gördüğü gibi, geceleyin karanlıkta da görürdü."
Buhârî ve Müslim, Ebû Hüreyre'den ittifakla şöyle rivayet ederler: O
demiştir ki: "Bir defasında Resûlüllâh Efendimiz bizlere hitaben: "Siz benim
yalnız ön tarafı mı gördüğümü sanıyorsunuz? Vallahi sizin rukûnuz da,
secdeleriniz de bana gizli değildir! Ben sizi arkamdan da görmekteyim"
buyurdular.
Müslim ise Enes'ten şöyle rivayet eder: "Resûlüllâh Efendimiz
buyurdular ki: Ey insanlar! Ben sizin imâmimzını. Rükû ve secdelerinizi benden
önce yapmayimz. Çünkü ben sizi, hem önümden, hem de arkamdan görmekteyim."
Abdürrâzzâk, Hâkim ve Ebû
Nuaym da Ebû Hüreyre'den şöyle rivayet
ederler: "Peygamberimiz buyurdu: Ben ön tarafımı da, arka tarafımı da
görürüm." Yine Ebû Nuaym Ebû
Saîd el-Hudrî'den şöyle nakleder. O demiştir İd: "Bir defasında Peygamberimiz,
"Ben arkamdan da görürüm!" buyurdular.
El-Humeydî Müsned'inde,
İbn-i Münzir Tefsîr'inde ve Beyhekî, Mücâhîd'den naklen demiştir ki: "Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), önünden rahatlıkla
gördüğü gibi, arkasından ve saflar arasından da rahatlıkla görürdü."
Mücahid bu açıklamayı, aşağıdaki âyet-i celile dolayısiyle yapmıştır. Şöyleki:
"O ki, gece namaza kalktığın zaman seni görüyor. Secde edenler arasında
senin dolaşmanı da görüyor." [4]
Alimlerimiz diyorlar ki: Bu Önden de,
arkadan da görmek işi; hakîki bir idraktir ve mucize kabilinden olup Peygamberimiz'e
mahsustur; O'na ait büyük özelliklerden biridir. Sonra bu görme işinin, O'nun
iki gözüyle olması da caizdir. ve görülen şeyin karşısında bulunma şartı
olmaksızın, yâni hârika'l-âde bir şekilde görmesi gerçekleşmektedir. Ehl-i
sünnet'e göre, görülen şeyle karşı karşıya bulunmak şart değildir. Hak olan da
budur. Nitekim âhirette Allah'ı görmek de haktır. Fakat bunda da karşı karşıya
bulunmak şart değildir.
(Bâzıları da demiştir ki: Peygamberimiz'in
arkasında iğne deliği kadar bir gözü vardı. Onunla hiçbir engel tanımadan görür
idi. Bu tefsir ise, zayıftır. Kabul edilemez bir durumdadır.) (Suyûti)[5]
Peygamberimizin Mübarek Ağzı, Tükrüğü ve Dişleri
Vâil bin
Hucr'dan Ahmed, İbn-i Mâce, Beyhekî ve Ebû Nuaym rivayet
ediyor. O demiş ki: "Peygamberimiz bir kuyunun başında iken kendilerine bir kova su
verildi, ondan içti, sonra kalanim kuyuya döktü. Derhal bu kuyudan etrafa misk
gibi bir güzel koku yayıldı." Ebû
Nuaym'ın rivayetine göre Enes diyor ki: "Peygamberimiz'in
evinde bir kuyu vardı Medine'de suyu ondan daha tatlı olan bir kuyu yok
idi,"
Beyhekî ve Ebû Nuaym Peygamberimiz'in
azadlısı Ruzeyne'den şöyle rivayet ederler: "Peygamberimiz,
Aşûra günü kızı Fâtıma'nın ve diğerlerinin süt emer çocuklarim çağırır ve
mübarek tükrüğünden o çocukların ağzına bir miktar bulaştırırdı. Çocukların
analarına da: "Akşama kadar onlara süt vermeyiniz!" diye tenbih eder,
akşama kadar çocuklara O'nun tükrüğü kâfi gelirdi."
Taberani de
Umeyre binti Mes'âd'dan şöyle nakleder, O demiştir ki: "Ben, dört kardeşim
ile birlikte biat etmek üzere Hazret-i
Peygamber'e gittiğimde, O kadid (yâni güneşte
kurutulmuş bir et parçası) yiyiyordu. Mübarek ağzında bir miktar kadid
çiğnediler ve bana verip "Birer parça hepsine ver, ağızlarında
çiğnesinler!" buyurdular. Hepimiz öyle yaptık ve içimizden hiç biri,
yaşadığı müddetçe ağzında fena kokudan eser duymadı."
Yine İmâm-ı Taberani rivayet
ediyor: Ebû Ümâme şöyle demiştir: "Bir kadın vardı, dili kötü idi. Bir ara
Peygamb erimiz'in yanına geldi. Bu sırada Resûlüllâh kadîd yiyordu. Kadın dedi ki: "Ondan bana
vermez misin?" Resûlüllâh,
önündeki kadidden bir miktar ona uzattı. O: "Hayır, ondan değil,
ağzmdakinden vermelisin!" dedi. Peygamberimiz de ağzındakini
çıkarıp ona verdi. O da onu yedi. Bu olaydan sonra, o kadımın dilinden bir daha
kötü ve çirkin bir söz işitilmedi..."
Beyhekî Umer
bin Şebbe'den, o da Ebû Ubeyd en-Nahvî'den nakleder: Bir gün, Amir bin Kureyz,
oğlu Abdullah'ı alarak Resûlüllah'a getirmiş. Abdullah o sırada beş yaşında
imiş. Resûlüllâh tükrüğünden
bir miktar onun ağzına koymuş... O, büyüdü ve o kadar kuvvetli ve bereketli oldu
ki, çakmağim taşa vursa su çıkarırdı..."
Yine Beyhekî Muhammed bin Sâbit'ten şöyle rivayet eder: Onun
babası Sabit, Abdullah bin Übeyy'in kızı Cemîle'yi boşadığı zaman o Muhammed'e
hâmile idi. Cemile çocuğunu doğurduğu zaman, kocası Sâbit'in kendisini boşamasına
kızarak: "Vallahi onun çocuğunu emzirmem!" diye yemin
etmişti... Peygamberimiz de duruma muttali olarak onun kendisine
getirilmesini istemiş, Sâbit'in oğlu Muhammed'i kendisine getirdikleri zaman,
mübarek tükrüğünden onun ağzına bir miktar bırakmış ve: "Onu, ihtiyacı
oldukça bana getiriniz!" buyurmuştur. Sabit diyor ki: Çocuğumu üç
gün Hazret-i
Peygambere götürüp
getirdim. Sonra Araptan bir kadın ile karşılaştım. Bana:
"Sabit bin Kays kimdir?" diye soruyordu. Ben: "Onu ne
yapacaksın?" dedim. Dedi ki: "Bu gece rüyamda bana, Sabit bin Kays'in
oğlu Muhammed'i emzirmem söylendi." Ben de dedim ki: "Sabit
benim. İşte bu da, oğlum Muhammed'dir. Götür
emzir!"
İbn-i Asâkir'in Ebû Cafer'den nakline göre o şöyle demiştir: "Bir gün Hasan,
Resûlüllah ile birlikte bulunuyordu. Hasan iyice susamıştı. Resûlüllah onun
için su aradı bulamadı. Dilini çıkarıp, Hasan'ın ağzına koydu. Hasan,
Resûlüllah'ın dilini emdi ve susuzluğu gitti...
Yine İbn-i Asâkir ve Taberanî,
Ebû Hüreyre'den rivayet ederler, o demiştir ki: "Biz, Peygamberimizle birlikte gidiyorduk.
Nihayet bir yoldan geçtiğimiz sırada bir ses duyuldu. Bu ses, Hasan ve
Hüseyin'in sesi idi. Analarimn yanında oldukları
halde ağlıyorlardı. Resûlüllah sür'âtle gidip niçin ağladıklarim sordu. Anaları: "Susuzluktan" dedi. Resûlüllah su
aradı ise de, bir damla su bulunamadı. İçeride Resûlüllah'ın: "Çocukların
birini bana ver" dediğini duydum. Çocuğu anasından alıp bağrına basmış,
susturmaya çalışmıştı. Fakat çocuk var sesiyle ağlayıp bağırıyordu... Peygamberimiz mübarek dilini
çıkarıp ağzına koydu, o da O'nun dilini emmeye başladı. Sonunda susuzluğunu
giderdi ve susup sükûnete erdi. Artık sesi duyulmuyordu... Diğeri ise
ağlamasına devam ediyordu. Onu da anasından alıp bağrına bastı ve mübarek
dilini verip emdirdi. O da susup sükûnete erdi,"
Dâremî, Tirmizî (Şemâü'de), Beyhekî, Taberanî (el-Evsat'ta) ve İbn-i Asâkir, İbn-i Abbâs'tan rivayet ederler. O demiştir ki:
"Resûlüllah'ın (sallallahü
aleyhi ve sellem) ön dişleri, ince ve biraz seyrek idi, konuştuğu zaman,
nûr gibi parlar ve iki ön dişleri arasından ışık saçardı..."
Taberanî de Ebû Kursâfe'den şöyle nakleder: "Ben, annem ve
teyzem, Resûlüllah'a gidip biat ettik. Döndüğümüz zaman annem ve teyzem
dediler ki: Yavrum,
bizler Hazret-i Peygamber kadar güzel, O'nun kadar temiz, O'nun kadar
güzel ve tatlı konuşan birisini görmedik... Konuşurken mübarek ağzından sanki
nûr çıkıyordu..." [6]
Peygamberimizin Mübarek Yüzünün Müstesna Güzelliği ve Özelliği
Bu konuda, İbn-i Asâkir Câbir'den şöyle rivayet eder: "Peygamberimiz buyurdular ki: Cebrâîl bana gelip Rabbim'in
selamim ve şöyle buyurduğunu tebliğ eyledi:
"Habîbim Ben, Yusuf un güzelliğini kürsî'nin nurundan verdim. Senin güzelliğini
ise, arşımın nurundan
verdim!"
(Bunu böyle rivayet
eden İbn-i-ı Asâkir, aynı zamanda bu rivayetin durumu hakkında bilgi
vermiş ve aynen şöyle demiştir: "Bu rivayetin senedinde mechûi bir râvi
vardır ve bu hadîs, münkerdır.")
İbn-i Asâkir Âişe'den, onun şöyle dediğini rivayet etmektedir:
"Ben, seher vaktinde dikiş yapıyordum... İğnemi düşürdüm, aradım ise de
bulamadım. Bu sırada Resûlüllah içeri girdiler. O'nun yüzünün nuru ile, iğnemi
buldum. Ben, bunu kendisine de söyledim. Bunun üzerine buyurdular ki:'Yâ
Aîşe, yazıklar olsun, yine yazıklar olsun, yine yazıklar olsun o kişiye ki,
benim yüzüme bakmaktan mahrum olmuştur!..."
Peygamberimizin Koltuk Altimn Bembeyaz Oluşu
Buhârî ve Müslim, Enes'den şöyle rivayet ediyorlar. O demiştir ki:
"Ben Resûlüllah'ı (sallallahü aleyhi ve sellem); ellerini kaldırmış dua ederlerken gördüm, ellerini,
koltuklarimn beyazlığı görülecek derecede kaldırmış idi."
İbn-i Sa'd da,
Câbir'den şöyle nakleder: "Peygamber
Efendimiz, secde ettikleri zaman, koltuklarimn beyazlığı
görülürdü..." Yine ashâb-ı kiramdan pek çokları, Peygamber Efendimiz'in
koltuk altimn bembeyaz olduğuna dâir müteaddid hadisler rivayet etmişlerdir...
Allâme Muhibbü'd-Din-i Taberî bu hususta
der ki: "Bütün insanlarda, koltuk altimn rengi, kendi derilerinin
renginden biraz değişikliğe uğramış bir vaziyettedir... Peygamberimiz'de ise, bunun
tersine, bembeyaz idi. Bu, kendilerine hâs, bir özellik idi..."
İmam Kurtubî de, buna yakın açıklamalarda
bulunmuş ayrıca Peygamber Efendimizin koltuk altında kıl olmadığim da ifade etmişlerdir..." [8]
Onun Lisanı ve İfadesindeki Özellik
Ebâ Ahmed el-Gıdrîf, İbn-i Mende, Ebû Nuaym, İbn-i Asâkir; Büreyde tarîki ile Ömer İbn-i-l Hattâb'dan rivayet ediyorlar. O demiştir ki:
"Ben, Resûlüllah Efendimiz'e hitaben: "Ey Allah'ın Resulü, sen,-hep
bizını aramızda büyüdüğün halde, niçin hepimizden daha fasîh (açık ve düzgün)
konuşuyorsun?" diye sordum. Peygamberimiz de cevabında buyurdular ki: "Ey Ömer, ceddim Ismâîl (aleyhisselâm)'ın dilindeki fesahat, zamanla halk
içinde hayli ihmâl edilmiş idi. Şu İslâm devrinde kardeşim Cebrâîl gelip
bana, bu dilin bütün güzellik ve inceliklerini Öğretmiştir..."[9]
Beyhekî Şuabü'l-imân adlı kitabında,
İbn-i Ebüd-Dünyâ Kitâbü'l-Matar da, Hatîb Kitâbü'n-Nücûm'da, aynı zamanda İbn-i Ebî Hatim ile İbn-i Asâkir;
Muhamed bin îbrâhim et-Teymî'den rivayet ederler. O şöyle demiştir: Ashâb
dediler ki: "Ey Allah'ın Resulü, biz senden daha fasîh konuşanı görmedik.
Bunun hikmeti nedir?" O da buyurdu ki: "Neden böyle olmasın!
Biliyorsunuz ki, Kur'ân benim lisanımla, hem de gayet açık bir Arapça ile
indirilmiştir!"
Yine İbn-i
Asâkir, Muhammed bin Abdurrahmân ez-Zührl'den
rivayet ediyor: Adamın biri Peygamberimiz'e hitaben: "Yâ Resûlallah kişi, kendi hanımına
müdâleke (yâni oyalama) yapar mı?" diye sordu. Peygamberimiz de:
"Evet, eğer hanımı müflic ise" buyurdu. Bunu duyan Ebû Bekir:
"Ey Allah'ın resulü,, o adam size ne sordu ve siz ona ne cevap
verdiniz?" diye sordu. Bunun üzerine de Peygamberimiz şöyle
buyurdular: "Adam bana: Kişi kendi hanımına müdatele (oyalama) yapar mı?
diye sordu. Ben de kendisine: "Eğer hanımı müflic ise evet" diye
cevap verdim." Bunun üzerine Ebû Bekir: "Ey Allah'ın Rasûlü, ben
Araplar arasında çok dolaştım, fakat, sizin gibi düzgün ve güzel konuşanı
görmedim" demekten kendisini alamamıştır. Peygamber Efendimiz de:
"Ey Ebû Bekir, beni Rabbim edeblendirdi ve ben, Sa'd Oğulları kabilesinde
büyüdüm!" diyerek karşılık verdiler." [10]
İbn-i Sa'd Yahya bin Yezîd es-Sa'dt'den rivayet ediyor. O
şöyle demiştir: Peygamber Efendimiz buyurdular ki: "Sizin en iyi ve düzgün
konuşanimz benim! Ben, Kureyş'tenim! ve benim lisanım, Sa'd Oğullarimn
lisanıdır!"
Taberanî de
Ebû Saîd el-Hudrî'den şöyle rivayet etmektedir. O demiştir ki: "Sizin en
güzel konuşanimz benim! Ben Kureyş içinde doğdum ve Sa'd Oğulları
içinde büyüdüm! Benim konuşmama, pürüz ve hatâ nereden gelecek?" [11]
Peygamberimizin Mübarek Kalbi Hakkındadır
Cenâb-ı Hak İnşirah Sûresinin 1. âyetinde
şöyle buyurmaktadır: "Habibim, biz senin göğsünü açıp genişletmedik
mi?"
İmâm-ı Beyhekî'nin tahricine göre, İbrahîm bin Takman bu âyetin
manasını Sa'd'a sormuş, o da ona Katâde'nin Enes'ten naklettiği şu bilgiyi
vermiştir:
"Peygamberimizin göğüs hizasından tâ karnimn alt kısmına kadar
yarılıp açılmıştır... Kalbi çıkartılmış ve altından bir tas içinde yıkanmış,
sonra îmân ve hikmetle iyice doldurulmuş, yerine iade edilmiştir..."
İmâm-ı Ahmed ve Müslim, Enes'ten naklen şu bilgiyi vermektedir: "Peygamber Efendimiz,
çocuk arkadaşları ile oynarken Cebrâîl (aleyhisselâm) gelmiş ve O'nu alıp yere yatırmış, göğsünü yararak
kalbini çıkarmış, kalbini yararak içinden bir pıhtı çıkarmış ve: "İşte bu
şeytanın nasibidir!" demiştir. Sonra O'nun kalbini altın bir tas içinde
zemzem ile yıkamış, sonra kalbini iyileştirip yerine iade etmiştir. Yanındaki
çocuklar ise, koşarak O'nun dadısına gitmişler ve: "Muhammed'i
öldürdüler" diyerek feryad etmişlerdir... Onlar da koşarak gelmişler
ve Peygamberimiz'i, rengi uçuk bir
vaziyette bulmuşlardır."
Enes diyor ki: "Ben, Peygamber Efendimiz'in
göğsündeki dikiş yerini görmüştüm."
Ahmed,
Baremi, sahihtir kaydiyle Hâkim, Beyhekî, Taberanî ve Ebû
Nuaym, Utbe bin Abd'den rivayet ederler.
O, Peygamberimiz'in şöyle buyurduğunu söylemiştir: "Ben, süt
annem Halîme'nin bir çocuğu ile hayvanları gezdirmek için çıkmıştım. Yanımıza
yiyecek bir şey de almamıştık. Ben süt kardeşime dedim ki: "Kardeşim,
haydi annemize git de bir miktar yiyecek getir." O yiyecek getirmeye
gitti. Ben de hayvanların yanında kalmıştım. Derken iki beyaz kuş geldi. Biri
diğerine: "Bu, O mudur?" dedi. Diğeri de: "Evet" dedi.
Hemen beni alıp yere sırtüstü yatırdılar ve derhal karnımı yardılar. Sonra
kalbimi çıkarıp yardılar ve içinden iki parça siyah pıhtı çıkardılar. Biri
diğerine: "Kar suyunu bana ver!" dedi ve onunla göğsümün içini iyice
yıkadı. Sonra: "Dolu suyunu bana ver!ı; dedi ve onunla da kalbimi iyice
yıkadı. Sonra: "Sekîneti bana ver!" dedi ve onu kalbime serpti...
Sonra yine bunlardan biri diğerine dedi ki: "Haydi hemen kalbini
dik!" O da hemen kalbimi dikti ve üzerini Peygamberlik mührü ile
mühürleyip kapattı... Sonra dedi ki: "Haydi onu terazinin bir kefesine
koy, öbür kefesine de ümmetinden bir kişiyi koyup tart!" O da öyle yaptı ve
benim ağır geldiğimi görüp: "Eğer biz bunu, ümmetinin tamamı ile tartsak,
yine ağır gelecektir" dedi. Sonra beni kendi hâlime bırakıp gittiler. Ben
ise, şiddetli bir şekilde korkmuştum. Sonra toparlanıp süt anneme gittim ve
başıma gelenleri anlattım ve onun yanlış anlamasından endişe ettim. Q da:
"Allah saklasın!" diyerek Allah'a olan güvenini ve endişeye mahal
olmadığım ifade etti. Bir deve hazırlayarak yola çıktık. Beni devenin havuduna
bindirdi, kendisi ise arkasına bindi. Böylece Mekke'nin yolunu tutttuk. Aileme
geldiğimizde o dedi ki: "Ey Amine, İşte emânetim ve zınımetim! Hiç bir
kusurum olmaksızın teslim ediyorum!" Ben, başımdan geçenleri öz anneme da
anlattım. O hiç bir korku ve endişeye kapılmadı ve dedi ki: "Bu senin
büyük bir özelliğindir! Zâten ben seni doğurduğum zaman, benden büyük bir nûr
çıktı ve Şam'daki sarayları aydınlattı..."
Yine bu hususta bazı kaynakların Ebû
Hüreyre'den naklen verdikleri bigiye göre, bu manevî ve meleklerin tavassutu
ile olan "Kalb Ameliyatı" sırasında, Sevgili Peygamberimiz'in
"Hiç acı duymamıştım" buyurduğu da haber verilmektedir... Ayrıca
denilmektedir ki: "...Kalbimi yardıktan sonra: "Kin ve hasedle ilgili
bütün duyguları çıkar at!" dedi. O da kan pıhtısına benzer bir şey çıkarıp
attı... Sonra yine dedi ki: "Şefkat ve merhamet duygularim kalbine iyice
yerleştir!" O da kalbime gümüş renginde bembeyaz şeyler koydu. Sonra:
"Haydi geçmiş olsun, mübarek olsun!" diyerek gittiler... Ben de o
günden sonra herkese karşı daha şefkatli ve daha merhametli oldum... Küçük büyük
herkesi sevdim..."
Bunu nakledenlerden Ebû Nuaym der
ki: Râvilerden Mûaz bin Muhammed, bunu rivayet etmekte ve: "O sırada Peygamberimiz on
yaşında idi" demekle yalnız kalmıştır. Diğer râvîler buna katılmamıştır.
Ebû Nuaym Yunus
bin Meysere'den naklediyor. O demiştir ki: Resûlüllah şöyle buyurdular: Melek
bana geldi, kalbimi çıkarıp yardı ve elindeki altın tas içinde yıkadı. Karnımın
içini de iyice temizleyip toz şeklindeki bir ilacı serperek iyileştirdi. Sonra
da dedi ki: "Çok kuvvetli ve sabit bir kalb! Neyi kavrarsa güzel muhafaza
eder... Gözlerin görür, kulakların da işitir ve sen Allah'ın Resulü Muhammed'sin! Peygamberlerin sonuncusu ve hâtemisin! Senin kalbin selimdir,
lisanın sâdıktır, nefsin itmi'nânlıdır, huyun güzeldir!..."
(İbn-i-ı Ganem'in rivayeti de buna yakındır).
Müslim Enes'ten rivayet eder. Resûlüllah şöyle
buyurmuştur: "Ben ailemin yanında idim. Cebrâîl beni Zemzem'in yanına götürdü, göğsümü yarıp
kalbimi zemzemle yıkadı. Sonra içerisi îmân ve hikmetle dolu olan bir altın tas
getirip onu göğsüme boşalttı..."
Enes der ki: "Resûlüllah Efendimiz,
bunu söyledikleri zaman bize göğsündeki yarılan kısmı göstermişti." Sonra
Resûlüllah devamla: "Sonra melek beni alıp Mîrâca çıkardı" buyurdular
ve Mi'râc'la ilgili
hadîsi sonuna kadar zikrettiler."
Bu konuda İmâm Beyhekî diyor ki: "İhtimaldir
ki Resûlüllah Efendimizin göğsünün yarılması mucizeleri, birkaç defa vâki
olmuştur.
Birincisi süt annesi Halîme'nin yanında
iken,
İikincisi Peygamber olarak
gönderildiği sırada,
Üçüncüsü de Mi'râc
gecesi'nde olmuştur..."
Ben de derim ki, süt annesi Halîme'nin
yanında iken, göğsünün yarıldığına dâir müteaddid rivayetler, kendi bahsinde de
bundan önce geçmişti. Diğerleri de, Peygamber olarak
gönderilmesi ve Mi'râc mucizesi bahislerinde gelecektir. Bunların hepsini
gözönüne alarak deriz ki, Peygamberimiz'in göğsünün yarılması olayı, gerçekten bir defa
değil, birkaç defa vukua gelmiştir ve bu üç defa olmuştur. Bu hususta
âlimlerimizden Süheylî bunun
iki defa olduğunu söylemiştir. Keza İbn-i Dıhye ile İbn-i Müneyyer de bu
görüştedir... Üç defa vukua geldiğini açıkça beyan edenlerden, İbn-i Hacer'i de zikredebiliriz...
O, bu hususta bir de güzel bir açıklama yapmış ve: "Bu, aynı zamanda
yıkama ve temizlemedeki sünnet olan üçlemeye benzemektedir... Buna üç ayrı
vaktin ayrılmış olması da çok manalıdır. Birincisi, şeytani vesveselerden
korunmada, en mükemmel bir hâl üzere yetişip gelişmesi için seçilen sabîlik
vaktidir. İkincisi, Vahiy gibi ilâhî bir imameti tam bir ehliyetle yükleneceği
ba's vaktidir. Üçüncüsü ise; ilâhî huzura çıkarılacağı ve yüce Allah'a en yakın
makamda münâcâtta bulunacağı Isrâ ve Mi'râc zamanıdır."
"Göğsün yarılıp yıkanması" olayimn Peygamberimiz'in özelliklerinden olup
olmadığı üzerinde ihtilaf edilmiştir...
İbn-i'l-Müneyyer demiştir ki:
"Bu, bizını Peygamberimiz'e mahsustur,
diğer Peygamberlerde böyle bir hal olmamıştır... Peygamberimiz'in bu özelliği, Hazret-i İbrâhim tarafından kurban edilmek istenen oğlu
İsmâil'in kurban edilmeğe cânü gönülden razı olup sabretmesi gibidir... Hattâ
ondan daha büyük bir sabır isteyen büyük bir ibtiladır. Zira Hazret-i Ismâîl, sâdece kurban
edilmek durumuna mâruz kalmıştır, fakat kurban edilmemiştir,
Yâni Cenâb-ı Hak buna mâni" olmuştur. Peygamber Efendimiz ise,
bırbüyük ibtilâyı hem de üç defa olmak üzere ve bir hakikat olarak yaşamıştır.
Bilhassa öz ailesinden uzakta, gurbet ilde: Benî Sa'd kabilesinde küçük bir
çocuk iken büyük korkular içinde geçirdiği "Şerh-ı Sa'dr" denilen bu kalb
ameliyatim yaşamış olması sabır ve metanet
bakımından, çok büyük bir olay olmuştur. Sâdece Peygamber Efendimiz tarafından
yaşanmış ve O'na mahsûs bir mucize olmuştur."
(Bunun İsmail'in kurban edilme
ihtilasından daha büyük bir ibtilâ olduğu doğru olmasa gerek. Zira Efendimizin
o esnada acı duymadıkları, ilgili rivayetlerde açıkça ifâde edilmiştir.) [12]
Peygamberimizin Esnemekten Korunmuş Olması
tmâm-ı Buhârî Târih'inde, İbn-i
Ebî Şeybe Mûsannefinde, keza İbn-i Sa'd,
Yezld bin Asamdan rivayet ederler. O demiştir ki: "Peygamber Efendimiz,
hiç bir vakit esnememişlerdir!"
İbn-i Ebî Şeybe'nin Abdü'l-Melik bin Mervân'ın oğlu Mesleme'den
rivayetinde ise, o şöyle demiştir: "Hiç bir Peygamber, asla
esnememiştir!" [13]
Peygamberimizin İşitmesindeki Özelliği
Tirmizl, İbn-i Mâce ve Ebû Nuaym Ebû
Zerr'den şöyle rivayet ederler: Peygamber (sallallahü aleyhi ve
sellem) buyurdu ki:
"Gerçekten ben sizin görmediğinizi
görür, işitmediğinizi işitirim! Ben, göklerin gıcırdayıp inlemekte olduğunu da
duymaktayım... Göklerin gıcırdaması ise, haktır ve lâyıktır! Gökler meleklerle
öylesine dopdoludur ki, dört parmak kadar bir yer dahî boş bırakılmış değildir.
Her tarafında melekler tâat
ve ibâdettedirler." [14]
Yine Ebû Nuaym Hakim bin flızâm'dan şöyle rivayet eder. O demiştir
ki: "Biz, Resûlüllah Efendimiz'in etrafında toplanmış idik. O, ashabına
hitaben buyurdu ki:
- "Benim işittiğimi sizler de işitiyor musunuz?"
Ashâb:
- "Biz bir şey işitmiyoruz"
dediler. O buyurdu ki:
- "Ben göklerin iniltisini
duymaktayım! Gökler, inlediği için kınanamaz! Zira göklerde bir karışlık boş
yer yoktur, her taraf meleklerle doludur. Meleklerin kimisi secdede, kimisi
kıyamdadır." [15]
3-1 Peygamberimizin Sesinin Çok Uzaklardan Duyulması
Beyhekî ve Ebû Nuaym,
Berâ'dan rivayet ediyor. O şöyle diyor: "Bir gün Peygamberimiz bize hutbe irâd
ettiler. O'nun bu hutbesi o kadar uzaklara duyuldu ki, evinden çıkmayan ve yeni
yetişen kızlar bile, bu hutbeyi duyup dinlemişlerdir."
(Ebû
Nuaym'ın Büreyde'den rivayeti ise şöyledir:
"Peygamber Efendimiz bir gün namazı kıldırdıktan sonra yüksek sesle
nida ettiler, odasından çıkmıyan kızlar bile O'nun sesini duydular.)
İmâm-ı Beyhekî ve Ebû
Nuaym, Âişe'den rivayet ederler: "Bir Cum'a gününde Peygamberimiz minber
üzerine oturdular, sonra ashabına hitaben: "Oturunuz" buyurdular. Bu
sırada Abdullah bin Ravâha ta Gunm Oğulları yurdunda bulunuyordu. Efendimiz'in
"oturunuz" sesini işitip, hutbeyi dinlemek üzere
oturmuştur." [16]
İbn-i Sa'd, Ebû Nuaym,
Abd-urrahmân bin Muâz et-Teyml'den nakleder. O demiştir ki: "Minâ'da Peygamberimiz bir
hutbe irâd ettiler. Kulaklarımız öylesine açıldı ki, bizler yerimizden
ayrılmadığımız halde, O'nun bu hutbesini rahatlıkla duyabildik." [17]
İbn-i Mâce ve Beyhekî,
Ümmü Hânî'den rivayet eder. O demiştir ki: "Bizler, Peygamber Efendimiz'in
Kabe'de gece yarısı okuduğu Kur'ân'ı, rahatlıkla duyardık ve ben o sırada, evin
damı üzerinde idim." [18]
Peygamberimizin Aklı Hakkında
İbn-i Asâkir ve Hıyle'sinde Ebû Nuaym, Vehb bin Münebbih'ten rivayet ederler. O şöyle
demiştir: "Ben, tam yetmiş bir aded kitap okudum. Bunların hepsinde; dünya
yaratılalıdan beri, hiçbir kimseye Hazret-i Muhammed'in, (aleyhisselâm) aklı gibi bir aklın verilmediği yazılı
idi. ve deniliyordu ki: "Herhangi bir kimseye verilmiş olan aklın,
Muhammed'e (sallallahü aleyhi ve sellem) verilen akim yanındaki durumu; bir kum deryası
yanında, oradaki bir kum tanesinin durumu gibidir." Aynı zamanda bu
kitaplarda: "Muhammed (sallallahü aleyhi ve
sellem) akıl ve düşünce bakımından, gerçekten
bütün insanlardan daha üstündür" diye okuyordum." [19]
Peygamberimizin Mübarek Teri
Müslim Enes'ten
rivayet eder. O demiştir ki: "Peygamberimiz bir gün, bulunduğumuz odaya geldiler. Az sonra
kuşluk uykusuna yattılar. Derken terlemeye başladılar... Anam gelip O'nun
mübarek terini bir şişede toplamaya başladı. Derken Peygamberimiz uyandılar:
- "Ey Ümmü Süleym, ne
yapıyorsun?" dediler. Anam:
- "Terinizi topluyordum, ey Allah'ın
Resulü! Onu, kokumuzun içine katacağız ve bizim en güzel kokumuz budur"
dîye karşılık verdi."
Ebû Nuaym, Muhammed İbn-i Sîrin tarîki ile Ümmü Süleym'den nakleder. O demiştir ki: "Resûlüllah Efendimiz, bizde kuşluk
uykusuna yatardı. Üzerinde uyudukları deride çok miktarda ter bırakırdı. Ben
O'nun mübarek terini buradan alır, bir miktar misk ile iyice yoğururdum. Bizını
en güzel kokumuz da bu idi."
Dâremî, Beyhekî ve Ebû Nuaym,
Câbir bin Abdullah'tan rivayet eder. O şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem) Efendimiz'in bazı özellikleri vardı. Bu
cümleden olarak O, bir yoldan geçtiği zaman, sonra bu yoldan geçen biri,
buradan Peygamberimiz'in geçmiş olduklarim, O'na mahsûs olan kokudan
anlardı. O'nun teri ve kokusu, bir özellik arzederdi. Keza O'nun geçtiği
yerlerdeki her bir taş veya ağaç, O'na secde ederdi."
Hafız Bezzâr ve Ebû
Ya'lâ, Enes'ten şöyle naklederler: "Peygamber Efendimiz,
Medine sokaklarından birinden geçtiği zaman, oradan geçenler, O'nun oradan
geçmiş olduğunu, hoş kokudan anlarlardı. Derlerdi ki: "Buradan Peygamber Efendimiz geçmiştir."
Dâremî'nin İbrahim Nahaî'den rivayeti de
şöyledir: "Peygamber Efendimizin bir yoldan geçtikleri, o günün gecesinde dahî belli
olurdu."
Hatîb, İbn-i
Asâkir, Ebû
Nuaym, Deylemî ve Muhammed bin İsmail el-Buharî; Hişâm bin Urve'nin
babasına dayanan bir sened zinciri ile, Hazret-i Âişe'den şöyle rivayet
ederler. O demiştir ki: "Birgün ben, oturmuş çıkrığımın başında yün
eğiriyordum. Peygamber Efendimiz de ayakkabısını yamamakla meşgul idiler. Baktım,
alnından ter damlacıkları dökülüyordu... Mübarek teri, bir nûr gibi parlıyordu.
Öylece bakakalmışım. Bunun farkına varan Efendimiz: "Yâ Âişe, neden bakakaldm?"
diye sordular. Ben de dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, alnimzdan çıkan terler,, bir nûr gibi ışık saçıyor. Eğer şu
hâli, Hüzel kabilesinin o ünlü şâiri Ebû Kebîr görseydi; şüphesiz en müstesna
şiir mısraları ile hakkınızda övgüler sunardı." Bunun üzerine Peygamber Efendimiz,
elindeki işi bırakıp ayağa kalktı ve bana yaklaşıp iki gözüm arasından öptü ve
şöyle buyurdular: "Ey Âişe, Allah seni iyilikle mükafatlandırsın! Beni o kadar sürûrlandırdm
ki, hiç bu kadar sürûrlandığımı hatırlamıyorum."
Not: Hadîs âlimlerimizden Ebû Ali Salih
bin Muhammed el-Bağdâdî demiştir ki: Bu haberin râvîleri arasında adı geçen Ebû
Ubeyde'nin, Hişâm bin Urve'den hadis naklettiğini' bilmiyorum... Bununla
birlikte bu rivayet bana göre hasen'dir. Muhammed bin İsmail el-Buharî, bu hadîsi çıkarmış
olmasına bakarak, bu kanâate varmış bulunuyorum." (Süyûtî).
Yine Ebû
Nuaym'in rivayetine göre, Âişe validemiz şöyle
demiştir: "Resûlüllah Efendimiz; insanların en güzel yüzlüsü, en nurlu
tenlisi idi. O'nu vasfedip anlatanlardan hiç biri, O'nun mübarek yüzünü ay'ın
ondördüne benzeterek, anlatmaktan kendini alamamıştır. O'nun mübarek teri,
alnında inci dâneleri gibi tomurcuklanır, misk-i ezfer'den daha güzel
kokardı."
Hafız Dâremî, Hureyş Oğullarına mensûb bir
adamdan nakleder. O şöyle
demiş: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz; Mâiz bin Mâlik'e
recm cezasını tatbik ettirdikleri zaman, ben
babamın yanında idim. Oradakiler Mâiz'i taşlamaya başlamışlardı. Ben, (evli
olduğu halde zina etmiş bulunan ve suçunu gelip kendisi haber veren ve itirafta
bulunan) Mâiz'in; bu şekilde taşlanmasından dehşete düşüp korktum. Benim
korktuğumu anlıyan Resûlüllah, beni yanına alıp kucaklayıp bastırdı. Bu sırada
terlemekte olan Resûlüllah'ın terinden üzerime ter damlacıkları döküldü. Sanki
üzerime en güzel kokulu misk damlaları dökülmüş gibiydim."
(Es-Sahâbe adlı kitabın müellifi Abdan,
yukarıdaki haberi rivayet ettiği yerde: "Hureyş Oğullarına mensub bir
adamdan" yerine, "Hureyş'ten" şeklinde rivayet etmiştir.)
Hafız Bezzar, Muâz bin Cebel'den rivayet
eder. O da bu hususta şöyle demiştir: "Bir gün ben,
Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve
sellem) ile birlikte gidiyordum. Bana: "Yâ
Muâz yaklaş!" dediler. Ben de yaklaştım. Ben, Resûlüllah Efendimizin
kokusundan daha hoş olan ne bir misk koklamışım, ne de bir anber!" [20]
Peygamberimizin Boyunun Özelliği
Beyhekî, İbn-i Asâkir ve Tarihinde İbn-i
Hayseme Aîşe'den rivayet ederler. O demiştir ki: Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem), ne çok uzun boylu idi, ne de fazla kısa
boylu idi. (İkisi ortası) orta boylu idi. O'nun boyu; yalnız başına yürümesi
ile, başkaları ile birlikte yürümesi halinde başkalık arzederdi. İnsanların en
uzun boylusu ile yürüdüğü'zaman, O'nun boyu, yanında yürüyenden daha uzun
olurdu. Her iki tarafındaki iki uzun boylu kişiden, daha uzun görünürdü.
Onlardan ayrıldığı zaman ise, yine orta boylu olarak kabul edilirdi.
İbn-i Seb', El-Hasâis adlı ese'rinde,
O'nun bu özelliği hakkında şu ifadeyi kullanmıştır: "Peygamberimiz oturduğu
zaman da, mübarek omuzları, yanında oturanların omuzundan daha yüksek
olurdu."
Hakim-i
Tirmizi'nin Zekvan'dan rivayetine göre de, Peygamberimizin gerek gün. ışığında, gerekse ay ışığında gölgesi
yere düşmezmiş. İbn-i Seb ise bu hususta şöyle demektedir: "Efendimiz'in
gölgesi yere düşmezdi. Çünkü o, bir nûr idi. Ne gündüzleri, ne geceleri O'rum
gölgesi görünmezdi, bazıları demiştir ki: Peygamber
Efendimizin bir duasında: "Allah'ım, beni bir
nur eyle" buyurmalarında buna bir işaret vardır."
Kadı Iyâd Şifâ'sında, Azafi de Mevlid'inde
demiştir ki: Peygamberimiz1 in bir özelliği de, O'nun üzerine sineklerin
konmaması idi. Yine O'nun bir Özelliği olarak, bit kendisine ezâ
vermezdi." [21]
Peygamberimizin Mübarek Saçı
Saîd bin
Mansûr, İbn-i Sa'd ve diğerlerinin rivayetine göre, Halid bin velid
Yermuk savaşı gününde başlığim kaybetmiş, arayıp
bulmuş ve demiş ki: "Peygamber Efendimiz umre
yaptığı zaman başim traş ettirdi. İnsanlar iki tarafına dizilip
kesilen saçlarim derhal alıp saklıyorlardı. Ben de O'nun alın kısmından kesilen
bir miktar saçim alıp bu başlığımda saklıyordum. O yanımda iken giriştiğim
savaşlardan hiç birini kaybetmiş değilim."[22]
Peygamberimizin Mübarek Kanı
Hafız Bezzâr'ın ve diğerlerinin Abdullah bin Zübeyr'den
rivayetleri şöyledir: Ben, bir defasında Peygamber Efendimiz'in yanına gitmiştim. O, bu sırada kan aldırıyordu. Kan
aldırma işi bitince bana dedi ki: "Ey Abdullah, şu kanı al ve kimsenin
görmeyeceği bir yere dök gel!" Ben, kanı aldım ve gittim, sonra hepsini
içip geri geldim. Peygamberimiz bana: "Ey Abdullah; ne yaptın?" diye
sordu. Ben de cevabımda: "İnsanlardan kimsenin göremeyeceğini tahmin
ettiğim gizli bir yere döktüm" dedim. Peygamberimiz: "Ey Abdullah,
belki sen onu içtin" buyurdu. Ben de: "Evet, ey Allah'ın Resulü"
dedim. Peygamberimiz bunun üzerine buyurdular ki: "Ey Abdullah,
bu yüzden sana ve senin yüzünden nice insanlara yazık olacak -aranızda kanlı
çatışmalar olacak-."
Derler ki: Abdullah bin Zübeyr'in, o
emsalsiz denilecek kadar kuvvetli oluşu, Peygamberimiz'in kanim içmesi sebebiyledir. [23]
Peygamberimizin Kadem-i Şerifi (Ayakları)
Beyhekî Ebû Hüreyre'den rivayet eder. O demiştir ki:
"Peygamberimiz (sallallahü aleyhi
ve sellem), yere bastığı zaman tam basardı. Ayağimn
altında çukurluk yok idi." Keza İbn-i
Asâkir'in Ebû Emâme el-Bâhili'den rivayeti de bu
mealdedir. Yâni Peygamberimiz yürürken çok kuvvetli bastığı için, ayak izinde
fazla bir çukurluk eseri görülmezdi.
Beyhekî de
Câbir bin Semura'dan şöyle nakleder: "Peygamberimiz'in ayağındaki küçük parmağı biraz uzunca idi."
İmâm-ı Ahmed İbn-i Abbâs'dan şöyle nakleder: "Bir gün Kureyş bir kadın
kâhine müracat ederek: "Şu İbrahim makamı denilen yerin sahibine içimizde
en çok benzeyen kimdir, bize söyle" dediler. Kâhin kendilerine: "Şu
yere bir yaygı seriniz, sonra sırayla hepiniz üzerinde yürürsünüz. Ben de
sizlerin ayak izine bakarak cevabımı veririm" demiş. Onlar yere yaygı
serip üzerinde yürümüşler. Kâhin de Peygamberimizin ayak izine bakarak: "İşte içinizde İbrahim'e
en çok benzeyeniniz budur" demiş. Kureyş, bu olaydan sonra yirmi sene
kadar yaşamış, sonra da Peygamber efendimiz ba's olunmuştur (Peygamber olarak
gönderilmiştir)." [24]
Peygamberimizin Yürüyüşündeki Özellik
İbn-i Sa'd Ebû
Hüreyre'den rivayet eder. O şöyle demiştir: Ben, bir defasında Peygamberimizle birlikte bir cenazede bulundum. Yürüdüğüm zaman hep Peygamberimiz beni
geçiyordu. Yanımdaki bir adama hitaben dedim ki: "Yer, bizını Peygamberimize
ve Halilüllah İbrahim Peygambere dürülüp kısaltılıyor."
İbn-i Sa'd Yezid
bin Mersed'den rivayet eder, O şöyle der: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve
sellem), yürüdükleri zaman sür'atli ve kuvvetli
yürürlerdi. Hatta O'nun arkasında yürüyen biri koşarcasına giderdi de, yine
O'na yetişemezdi." [25]
Peygamberimizin Uykusundaki Özellik
Buhârî ve Müslim'in Âişe'den rivayetine göre o; "Ey Allah'ın Resulü,
vitir namazını kılmadan uyur musunuz?" diye sormuş. Peygamber Efendimiz de:
"Ey Âişe,
benim iki gözüm uyur, fakat kalbim uyumaz" buyurmuştur. Ebû Nuaym'in Ebû Hüreyre'den sevkettiği bir rivayet de bu
manadadır.
Yine Buhâri
ve Müslim Enes'den rivayet eder. O şöyle demiştir:'
"Bir defasında Peygamber efendimiz; "Peygamberlerin gözleri uyur, fakat kalbleri
uyumaz" buyurdular.
İbn-i Sa'd'ın
Atâ'dan rivayeti ise şu mealdedir: Peygamberimiz bir hadislerinde: "Biz Peygamberler
topluluğu ki, gözlerimiz uyursa da, kalblerimiz uyumaz!" buyurdular.
Hasan-ı Basri'den ve Câbir bin
Abdullah'tan gelen rivayetler de, Peygamberimiz'in uyku esnasında gözlerinin uyuduğu, fakat
kalblerinin uyumadığı meâlindedir. [26]
Peygamberimizin Cinsi Kuvveti ve Ailelerinin Hepsini Bir Gecede
Dolaşması
Buhâri, Katâde tarikiyle Enes'den rivayet
eder. O şöyle demiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bir gecede ailelerinin hepsini dolaşırdı."
Kâtâde sorar: "Ey Enes, O'nun buna gücü yeter miydi?" Enes cevap
verir: "Biz kendi aramızda, O'na otuz erkek gücü verilmiştir" diye
konuşurduk."
İbn-i Sa'd'ın Selmâ'dan rivayeti de şöyledir: "Peygamberimiz» dokuz ailesinin her
birini bir gecede dolaşırdı.[27]" Taberani ve diğerleri Enes'den rivayet eder. O şöyle der:
"Resûlullah Efendimiz buyurdular ki: "Ben; semahat, secâat, cinsi
kuvvet ve yakalayıp tutuşdaki şiddet gibi hasletlerle başkalarına üstün
kılınmışımdır."[28]
Peygamberimizin İhtilamdan Mahfuz Oluşu
İhtilâm ki, ona düş azması veya şeytan
aldatması da denilir, bütün Peygamberler bundan korunmuştur. Onlar, ihtilâm
olmazlar. Nitekim İmâm-ı Taberani, İkrime yoluyla, Dineverî de Mücahid yoluyla İbn-i Abbâs'dan
şöyle rivayet ederler: "Hiç bir Peygamber ihtilâm olmamıştır. Zira
ihtilâm, şeytandandır." [29]
3-2 Peygamber Efendimizin Hilkati Yani Yaratılışimn Sıfatı
Buhârî ve Müslim Berâ bin Azib'den rivayet ederler. O demiştir
ki: "Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem) Efendimiz, bütün insanların yaratılışça en güzeli idi!
Mübarek yüzleri de bütün insanların yüzlerinden daha güzeldi."
Yine Buhâri Bera dan
nakleder. O'na sormuşlar: Peygamberimizin yüzü kılıç gibi miydi?" O şu karşılığı
vermiştir: "Hayır, O'nun yüzü ay'ın on dördü gibiydi!"
Müslim Cabir bin Semura'dan nakleder. Ona demişler ki:
"Ey Câbir, Efendimiz'in yüzü uzun muydu?" O, şu karşılığı vermiştir:
"Hayır, bilâkis O'nun yüzü ay ve güneş gibi yuvarlak idi."
Yine Câbir bin Semura
demiştir kî: "Ben, bulutsuz bir gecede Peygamber Efendimizi
gördüm, üzerinde kırmızı renkte bir hırka vardı. Ben, bir O'na bir de ay'a
baktım, bana göre O, ay'dan daha güzeldi."
Buhârî'nin Ka'b bin Mâlik'ten nakline
göre, o da şöyle demiştir: "Peygamberimiz, sevinip sürûrlandıkları zaman mübarek yüzleri, bir
ay parçası gibi nûr saçardı." [30]
Hafız Ebû
Nuaym ise, Ebû Bekir es-Sıddik'in şöyle
dediğini rivayet eder: "Sevgili Peygamberimizin mübarek yüzü, ay gibiydi." [31]
Beyhekî,
Hemedan'lı bir .kadından nakleder. [32]O demiştir ki: "Ben, Peygamberimizle
birlikte hac yaptım. O'nun mübarek yüzü* sanki ay'ın ondördü idi. Ben, ne
O'ndan evvel, ne de O'ndan sonra O'nun bir mislini gördüm."
Yine bu hususta Rubeyyi'binti Muavvize'ye
demişler ki:
"Bize Peygamber efendimizi vacfcder inicin?" O da şu karşılığı vermiştir:
"Eğer siz O'nu görmüş olsaydmıs, muhakkak "güneş doğdu!"
derdiniz."
İmâm-ı Müslim'in, en son vefat eden sahabi olan Ebû Tufeyl bin
Amir'den nakline göre; kendisine: "Bir sahabi olarak Peygamberimizi
bize anlatır mısın?" dedikleri zaman, o şöyle demiştir: "Peygamberimiz,
son derece güzel idi, yüzü de nûr gibiydi."
'Buhâri ve Müslim Enes'ten rivayet ederler. O demiştir ki:
"Sevgili Peygamberimiz; kavminin orta boylusu idi, boyu ne fazla uzun idi,
ne de kısa idi. .Rengi; ne esmer idi, ne de donuk beyaz. Pembeye meyyal beyaz
idi. Saçı; ne fazla kıvırcık, ne de dümdüz idi. Yenice taranmış, hafif dalgalı
idi."
Tirmizi ve diğerleri Ebû Hüreyre'den şöyle
nakleder: "Ben, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den daha güzel bir şey görmedim! Sanki güneş, O'nun
mübarek yüzünde cerâyan ediyordu. O'ndan daha hızlı yürüyen birini de görmedim.
O kadar ki, sanki yer duruluyor sanırdimz. Biz ne kadar hızlı
yürüsek, yine de O'na yetişemezdik."
İbn-i Sa'd ve başkası Enes'ten rivayet eder. O demiştir ki:
"Cenâb-ı Hakk bir Peygamber gönderdiği zaman, mutlaka onu güzel yüzlü ve
güzel sözlü olarak göndermiştir. Nihayet sıra bizını Peygamberimiz'e
geldiğinde, O'nu da güzel yüzlü ve güzel sözlü olarak göndermiştir."
İbn-i Asâkir'in Ali bin Ebû Tâlib'den olan rivayetinde ise,
"soyca da şerefli ve keremli olarak gönderir" kaydı bulunmaktadır.
Dâremi'nin nakline göre de İbn-i
Ömer şöyle demiştir: "Ben Peygamberimiz'den
daha şecâatli, daha cömert,
daha güzel bir kimseyi hiç görmedim."
Müslim Câbir bin Semura'dan nakleder. O demiştir ki:
"Yaratılışı itibariyle Peygamber
Efendimiz; geniş ağızlı, kırmızı gözlü (göz akında
kırmızılık bulunan), küçük topuklu idi; (topuklarında et az idi)."
Beyhekî'nin rivayetine
göre de Ali: "Peygamberimizin
gözleri büyük, kirpikleri uzun idi. Gözlerinin beyazlığında biraz kırmızılık
vardı" demiştir.
Tirmizi ve Beyhekî'nin
rivayetlerinde ise, Ali (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem); ne fazla uzun boylu,
ne de çok kısa idi; uzuna yakın orta boylu idi. Saçı ne kıvırcık kısa, ne de
düz idi; ikisi ortası hafif dalgalı idi. Ne fazla zayıf, ne de şişman idi;
ikisi ortası ve sıkı etli idi. Yüzü değirmi idi, büsbütün yuvarlak değildi.
Duru beyaz tenli, iri ve siyah gözlü, uzun kirpikli idi. iri kemikli ve geniş
omuzlu idi. Göğsü ve karnı kılsızdı, ancak göğsünün ortasmdatası ve sıkı etli
idi. Yüzü değirmi idi,, büsbütün yuvarlak değildi. Duru beyaz tenli, iri ve
siyah gözlü, uzun kiprikli idi. îri kemikli ve geniş omuzlu idi. Göğsü ve karnı
kılsızdı, ancak göğsünün ortasından göbeğine kadar siyah kıllardan teşekkül
eden bir çizgi vardı. İki avucunun içi ve ayaklarimn altı dolgunca idi. El ve
ayak parmakları ise kalınca idi. Yürüdüğü zaman, sanki yokuş aşağı inercesine
eğilir ve ilerlerdi. Sağma-soluna bakmdığı zaman, yalnız başıyla değil, bütün
vücudu ile dönerdi. İki omuzu arasında, Peygamberlik mührü denilen bir nişan
vardı. Göz bebeği çok siyahtı. Alnı geniş, başı büyük, sakalı sık idi. Ne
O'ndan evvel, ne de O'ndan sonra, O'nun bir mislini görmedim. Mübarek teri,
inci daneleri gibiydi, yürüdüğü zaman sür'atli ve kuvvetli yürürdü. Mübarek alınları,
nûr gibi parlardı."
İmâm-ı Ahmed ve başkaları Ebû Hüreyre'den rivayet eder. O
şöyle demiştir: "Peygamber Efendimiz'in pazuları geniş ve kuvvetli, omuzlarimn arası
geniş, kirpikleri uzun idi. Çarşıda bağırarak konuşmaz, çirkin söz söylemezdi.
Yöneldiği zaman tam yönelir, döndüğü zaman da tam dönerdi. Sakalı sık ve
siyahtı. Ağzı ve ön dişleri çok güzeldi."
Hazret-i Enes'e: "Peygamberimiz,
ihtiyarlamış mıydı?" diye sormuşlar. O da demiştir ki: "Hayır, Allah
O'na o günleri göstermedi. Efendimiz vefat ettikleri zaman, mübarek başında ve
sakalında ancak on yedi veya on sekiz kadar beyaz tel vardı." [33]
Buhâri ve Müslim'in rivayetine göre de
Berâ şöyle demiştir: "Peygamberimiz, orta boylu, geniş omuzlu, uzun saçlı idi. Saçı,
kulak yumuşağına değiyordu. Ben, O'ndan dalxa güzelini görmedim."
Muharriş el-Ka'bi'de demiş ki: "Peygamberimiz Ci'râne'de
umre yapmak üzere ihrama girdiği zaman mübarek arkalarim gördüm, gümüş gibi
bembeyaz idi." [34]
Ebû Hüreyre'den Bezzâr ve Beyhekî şöyle
naklederler: "Peygamberimiz, insanların en güzeliydi, orta boylu olup biraz
uzunca idi. Geniş omuzlu, pürüzsüz ve düz yüzlü, siyah saçlı idi. Gözleri
sürmeli, kirpikleri uzundu. Ayağı ile yere bastığı zaman tam basardı. Hırkasını
çıkarıp yere koyduğu zaman, mübarek omuzlarimn gümüş gibi parladığı görülürdü.
Gülümsşdiği zaman, inci misali dişleri nûr saçardı. Ben, ne O'ndan evvel, ne
O'ndan sonra O'nun bir mislini görmedim."
Buhârî ve Müslim de Enes"den şöyle
naklederler: "Hazret-i
Peygamberin elinden daha yumuşak ne bir ipeğe, ne
de ipekli bir kumaşa dokunmuş değilim! Hazret-i Peygamber'in kokusundan daha hoş ne bir misk, ne de amber koklamış da değilim."
Yine Müslim, Câbir bin Semura'dan nakleder,
O demiştir ki: "Peygamber Efendimiz yüzümü
okşamıştı. Mübarek eli gayet serin ve misk kutusuna batırılmış gibi hoş kokulu
idi."
Beyhekî'nin Yezid bin Esved'den tesbitine göre o da şöyle demiştir: "Resûlullah
Efendimiz elimi tutmuştu. Gerçekten O'nun eli, kardan daha soğuk, miskten daha
hoş idi."
Müstevrid'in babası Şeddâd da şöyle diyor:
"Bir gün ben, Peygamber Efendimiz'e gitmiştim. Mübarek elini tuttuğumda, ipekten daha
yumuşak, kardan daha beyaz olduğunu gördüm."
İmâm-ı Ahmed'in nakline göre, Sa'd bin Ebi Vakkas demiştir ki:
"Ben, veda haccı sırasında Mekke'de hastalandığım zaman Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz ziyaretime geldi, mübarek elini alnıma
koydu ve yüzümü, göğsümü ve karnımı mesnetti. Mübarek eli, o kadar hoş ve
serindi ki, hâlen onun serinliğini duyar gibi oluyorum."
İbn-i Sa'd ile İbn-i Asâkir'in Ali (radıyallahü
anh)'den verdikleri
bilgi de şöyledir: "Peygamber Efendimiz, pembeyi andırır beyaz tenli idi. Siyah gözlü, ince
burunlu, düz yanaklı idi. Sakalı sık, saçı uzun, göğsünden göbeğine doğru
uzanan siyah kıl çizgisi ise kamış gibi ince idi. Göğsünde ve karnında bundan
başka kıl yoktu. Terlediği zaman, yüzünden inci daneleri gibi ter damlacıkları
dökülürdü. Terinin kokusu ise, miskten çok daha hoş idi."
Yine bu iki kaynağın Ali'den şöyle bir
rivayeti vardır: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) beni Yemen'e vazifeli olarak
göndermişti. Bir gün ben, Yemen'de halka hutbe irad ediyordum. Yahudi hahamlarından biri, beni ayakta dinliyor ve
elindeki bir kitaba bakarak takib ediyordu. Sonra beni görüp dedi ki: "Ey
Ali, bana Peygamberiniz Ebû'l-Kâsını'ın vasfim yapar
mısın?" Ben de dedim ki: "Peygamberimiz; ne uzun, ne de kısa idi, ikisi ortası az uzunca idi.
Saçı, ne düz ne de kıvırcık idi, hafif dalgalı ve sınısiyah idi. Başı büyüktü,
rengi pembemsi beyaz idi. Dirsekleri ve omuz başları büyük olup, el ve ayak
parmakları da kalın idi. Göğsü ile göbek arasındaki kıl çizgisi uzun idi,
kaşları birbirine yakın olup kirpikleri de uzun idi. Alnı açık ve yüksek, iki
omuz arası geniş idi. Yürüdüğü zaman kuvvetli ve şiddetli yürürdü, sanki yokuş
aşağı inercesine eğilir ve hızla ilerler idi. Ben, ne O'ndan evvel, ne de
O'ndan sonra bir O'nun gibisini asla görmedim!"
İşte, o yahudi hahamına karşı bunları
söyleyip sustum. Haham bana: "Sonra neler?" diyerek anlatmaya devam
etmemi istedi. Ben de: "Şimdilik söyleyeceklerim, kısaca bunlardır"
dedim. Haham söze başlayıp: "Her iki gözünde biraz kırmızılık var, sakalı
gayet güzel, ağzı gayet hoş, kulakları tam, sağına-soluna döndüğü zaman da tam
döner, değil mi?" diye sordu. Ben de: "Evet, ta kendisi" diyerek
tastik ettim. Haham: "Daha da var!" dedi. Ben: "Nedir?"
dedim. Haham: "Önüne eğilir" dedi. Ben: "Bunu sana söyledim, yürürken başim öne eğerek ilerler" dedim şeklinde karşılık
verdim. Haham: "Biz, O'na âit bu, sıfatları atalarımızdan bize kalan
kitaplarda okuduk. Aynı zamanda O'na âit şu bilgileri de edindik: O, Mekke
Haremin'den Peygamber olarak
gönderilecek, bu doğduğu yer olan şehirde bir
müddet Peygamberlik yaptıktan sonra, kavmi O'nu buradan çıkaracak. O
da başka bir Harem'e hicret edecek ve bu hicret ettiği yer de Harem-i Nebi
olacak. Burası hurmalık olan bir yer olacak ve burasının halkı, kendisine ve
O'nun getirdiği dine bi-hakkın yardımcı olacak ve Ensar adım alacak. Bunlar,
Amr bin Amir'in neslinden olan bir kavimdir ve burada çok sayıda yahudiler de
ikâmet etmiş olacak" dedi. O, bunları söyledikten sonra, böyle değil mi ey
Ali?" dedi. Ben de: "Evet, evet!" dedim. Bunun üzerine Yemen'li o haham:
"îmdi ben ey Ali, şehâdet ederim ki O, bir Peygamberdir! Yine şehâdet
ederim ki O, bütün insanlara gönderilmiş bir Peygamberdir!" diyerek tanıklık etti."
Yine bu
hususta, İbn-i Ömer'den gelen bir rivayet de bu mealdedir. Sâdece burada verilen bilgilerde:
"...Mübarek boynu gümüşten bir ibrik gibiydi. Gırtlağı (boynundaki çıkıntı
kemiği) altın gibi parlardı" diye farklılık bulunmaktadır.
Ebû Hüreyre tarikinden gelen rivayette ise
şu farklılık vardır: "Peygamber Efendimiz'in vefatından sonra idi. Kudüs'teki hahamlardan biri
geldi ve Ali'ye mürâcât ederek: "Ey Ali, bana Peygamberinizin sıfatlarim anlatır
mısın?" dedi. Ali de verdiği cevapta, Peygamberimiz'in bilinen sıfatlarim: "O'nun orta boylu,
pembeye çalar beyaz tenli" oluşu gibi niteliklerini anlattı
ve bu meyanda: "ikiye ayrılmış saçı, kulak yumuşağına kadar uzanır idi.
Sakalı sık ve güzel idi, ön dişleri aralıklı idi. Boynu gümüş ibrik gibiydi,
köprücük kemiği altın gibi parlardı. Oturduğu yerden kalktığı zaman, orası uzun
müddet misk gibi kokardı..." gibi bilgiler de verdi. Ali'den bu bilgileri
alan Kudüs'lü Haham, sonunda: "Ey Ali, ben bu sıfatları Tevrat'ta
okumuşumdur. Şehâdet ederim ki o, Allah'ın Resulüdür!" diyerek tanıklık
etmiştir."
Beyhekî ve İbn-i Asâkir Mukatil bin Hayyan'dan
nakleder. O demiştir ki: "Yüce Allah, Meryem oğlu Îsâ'ya şöyle vahyetmiştir: "Ey' Îsâ, sana olan emrimde ciddi ve gayretli ol,
dinle ve itaat eyle! Ey tâhire, bakire ve betülün [35] oğlu!
Ben seni babasız olarak dünyaya getirdim ve âlemlere ibret alınacak bir âyet
kıldım! îmdi sen, ancak bana ibâdet et, ancak bana güven! Sur Şehrine git ve
halkına: "Ben'den başka ilâh olmadığım, Benim ezeli ve ebedi, hayy ü
kayyüm olduğumu, onlara açıkça tebliğ et! Deveye binen, gömlek ve sarık giyen,
elinde asası ve ayağında tasması bulunan ümmi Peygamberim Muhammed'e inanıp tastik etsinler. O, yaratılışı
itibariyle başı büyük, alnı açık ve yüksek, kaşları birbirine yakın, gözleri
siyah ve büyük, kirpikleri ve burun ucu ince, yanakları düz, sakalı sıktır.
Teri alnından inci gibi dökülür, etrafına misk gibi koku saçar, boynu gümüş
ibrik gibidir. Köprücük kemiği altın gibidir. Göğsünden göbeğine doğru siyah
kıllardan oluşan kamış gibi bir çizgi uzanır. Başkaca göğsünde ve karnında kıl
yoktur. El ve ayak parmakları kalındır, bir toplulukla geldiği zaman herkesi
misk gibi hoş kokular içinde bırakır. Yürüdüğü zaman, kuvvetli ve biraz
sür'atli yürür. Nesli, kız evladından devam eder ve sayıca çok
değildir." [36]
Peygamberimizin Şemaili Şerifesi ve Hilye-i Nebisi
Başta Tirmizı'nin Eş-Şemâil adlı kitabı olmak
üzere çeşitli kaynakların Hasan bin Ali'den rivayetlerine göre, o şöyle
demiştir: "Dayım İbn-i Ebî Hâle'ye Peygamberimiz'in Hilye'si hakkında sordum, bana verdiği cevapta o
dedi ki: "O, büyük ve kuvvetli idi. Mübarek yüzü, ay'ın ondördü gibi
parlardı. Boyu, ortadan az uzunca, başı büyük ve saçı biraz dalgalı idi. Eğer
saçı kendiliğinden ayrılırsa, onu kendi halinde bırakırdı. Saçim uzattığı
zaman, kulak yumuşağim geçerdi. O, pembemsi beyaz tenli, geniş alınlı, ince ve
gür kaşlı idi ve kaşları arasında fazla açıklık yoktu, iki kaşı arasında bir
damar olup kızdığı zaman şişerdi. Burun ucu inceydi ve nûr gibi parlardı. Fazla
dikkat etmeyen, bu yüzden burnunu uzun zannederdi. Sakalı sık, gözbebeği
sınısiyah, yanakları düz, ağzı büyükçe, dişleri gayet güzel ve seyrekçe idi.
Göğsünden göbeğine doğru inen incecik bir kıl çizgi vardı. Boynu gümüş gibi
parlardı.
"O'nun vücud yapısı ve bütün
organları gayet mu'tedil ve mütenâsibdi. Ne şişman, ne de zayıf idi. Göğsü ile
karnı aynı hizadaydı, göğsü aynı zamanda geniş idi. Keza iki omuz arası geniş,
el ve ayak parmakları uzun, kalın ve kuvvetli idi. Kollan kıllı, memeleri
kılsızdı. Elleri geniş, kolları uzun, el ve ayak parmaklarimn kemikleri düz ve
pürüzsüz idi. Her iki ayağimn altı biraz çukurdu. Üzerleri ise düz ve
pürüzsüzdü. Ayakları ıslandığı zaman, su üzerinden kayar giderdi. Yürürken
ayağım kuvvetle kaldırır ve ileriye atardı. Adımları genişti. Kolay, kuvvetli
ve vekarlı yürürdü... Döndüğü zaman, yalnız boynu ile değil tam dönerdi. Bir
şeye bakmak ihtiyacı olmadığı zaman gözünü yumardı. Hayası ve tevazuu son
derece olup, yukarı daha az, aşağı daha çok bakardı. Bakışlarimn pek çoğu, göz
kenarı ile olurdu. Arkadaşları önde, kendisi arkada giderdi. Karşılaştığı
kimselere önce kendisi selam verirdi."
"Ben, dayıma dedim ki: O'nun
konuşması nasıldı? Bana bunu da anlatır mısın?"
"O da cevabında bana dedi ki:
"O, devamlı düşünceli ve hüzünlü idi, rahat nedir bilmezdi, ihtiyâç
olmadıkça konuşmaz susardı, sükûtu çok uzun sürerdi.
O, Arabın dâima beğenip övdüğü gibi ağzim doldura
doldura konuşurdu.Sözü çok güzel ve anlamlı söyler, az kelime ile çok manâ ve
hikmetleri dile getirirdi. Konuşmalarında, fazla veya eksik bir şey olmazdı...
Bütün sözleri açık ve üstün olup, bâzan tam anlaşılsın ve iyi bellensin diye üç
defa tekrarlandığı olurdu. Yumuşak huylu ve alçak gönüllü idi. Herhangi bir
nimeti asla küçümsemez, yemeği arzu etmese ile zemmetmezdi. Mücerred tat alma
duyusu bakımından, ne kötüler, ne de överdi. Allah'ın haklarından herhangi
birine taarruz edildiği zaman, O'nun öfkesinin önüne geçilmezdi. Mutlaka o hak,
yerine getirilirdi. Fakat kendi şahsına ait herhangi bir şeyin zayi edilmesi
sebebiyle öfkelenmez, illâ hakkımı alacağım diye peşine düşmezdi. Bir şeye işaret etmek
ihtiyacim duyduğu zaman elinin tamamı ile
işarette bulunur, hayret ettiği zaman da elini aşağı yukarı çevirirdi.
Öfkelendiği zaman, yüzünü çevirir ve susardı. Sevindiği zaman gözünü yumardı.
Çoğu zaman gülmesi, tebessüm etmekten ibaretti... Bu sırada mübarek dişleri,
beyaz dolu dâneleri gibi görülüp parlardı." [37]
Peygamberimizin İsınılerinin Çok Oluşu
Sevgili Peygamberimiz'in
isınıleri pek çoktur. Bu isınılerden her biri, hiç şüphesiz O'nun büyüklüğüne
ve şerefinin yüksekliğine delâlet etmektedir... bazı âlimler, gerek Kur'ân'da
geçen gerek hadislerde bulunan, gerekse daha Önce nazil olmuş semavî kitaplarda
bulunan bu isınılerin sayısının bin olduğunu söylemektedirler[38]
Buhârî ve Müslim'in Cübeyr bin Mut'im'den rivayeti şöyledir: Ben,
Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurmakta olduğunu işitmişimdir:
"Biliniz ki; benim bazı isınılerim vardır! Ben, Muhammed ve Ahmed'im! Ben, Allah'ın
kendisi sebebiyle küfrü imha ettiği el-Mâhî'yim! Ben, insanların kendi kademi
üzerinde haşrolunacakları el-Hâşir'im! Yine ben el-Âkib'im! O Âkib ki,
kendisinden sonra asla bir Peygamber gelmeyecektir!..."
(Taberânî ve Ebû
Nuaym'in Câbir bin Abdullah'tan sevkettiklerİ
rivayette aşağı yukarı bu mealdedir.)
Yine Cübeyr'den Ahmed'in, Tayâlisî'nin
(ve diğer bazı kaynakların) rivayetinde ise, yukarıda geçen beş isme ilâveten:
"...Yine ben, el-Hâtem'im ki, Peygamberlik benimle mühürlenmiştir" buyurulmuş-tur.
Ahmed ile Müslim'in Ebû Mûsa
el-Eşarl'den rivayeti ise şöyledir, o demiştir ki: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kendi zâtına ait bazı
isınıleri bize haber vermişti. Bunlardan bazılarim hafızamızda tuttuk,
bazılarım ise tutamayıp unuttuk... Hafızamızda tuttuklarımız şöyledir: O
buyurmuştu ki: "Ben Muhammed'im, Ahmed'im! Ben Mukaffa ve Hâşir'im! Ben, tevbe Peygamberi,
savaş Peygamberi ve rahmet Peygamberiyim."
Tirmizî ve
diğer bazı kaynaklara göre ise bu isını şöyle sıralanmaktadır. (Yâni Önce
rahmet Peygamberi olduğu bildirilmekte ve şöyle buyurulmaktadır): "iyi
belleyiniz, ben; rahmet Peygamberiyim, tevbe Peygamberiyim, el -Mukaffa'yim,
el-Hâşir'im ve de savaşlar Peygamberiyim."
Ebû Nuaym,
İbn-i Merdûye ve Deylemî Ebû't-Tufeyl'den rivayet ederler: "Bir
defasında Peygamber Efendimiz şöyle buyurdular: "Rabbim'in indinde benim
on adım var: Muhammed, Ahmed, Fâtih, Hâtem, Ebû'l-Kâsını, Haşir, Âkıb, Mâhî, Yâsîn
ve Tâhâ[39]
Mücâhid'in rivayeti ise şöyledir:
"Ben Muhammed ve Ahmed'im. Ben Melhame yani
savaş Peygamberiyim. Ben
Mukaffa ve Hâşir'im. Ben, zirâat yapmak için
değil, Allah yolunda savaşmak için gönderildim."
İbn-i Adiyy
ile İbn-i Asâkir İbn-i Abbâs'tan, o da Peygamber'den şöyle rivayet eder:
"Benim Kur'ân'daki adım Muhammed, İncil'deki adım Ahmed, Tevrat'taki adım da
Ahyed'dir. Bana Ahyed denilmiş, çünkü ben, ümmetimi cehennem ateşinden
uzaklaştırıyorum."
(Şevkanî diyor ki: "Bu rivayetin
râvilerı arasında, yalandan hadîs uyduran bir ravı de vardır." Suyûtî.)
Ebû Nuaym'in İbn-i Abbâs'tan
rivayeti ise şöyledir: "Peygamber Efendimiz, geçmiş kitaplarda Ahmed, Muhammed, Mâhî,
Mukaffa, Nebiyyü'l-Melâhim, Hımtaya, Faraklîd ve Mazmaz diye
isınılendirilirdi"
Yine İbn-i
Abbâs'tan İbn-i Fâris'in rivayeti de şöyledir:
"Peygamber (sallallahü aleyhi ve
sellem) buyurdu: "Benim Tevrat'taki adım:
"Çok gülen ve savaşan Ahmed'dir." Yine Tevrat'ta benim hakkımda: "O!
deveye biner, gömlek giyer, birkaç lokma ile iktifa eder, kılıcı
boynundadır" denilmiştir." [40]
Allah'ın İsınılerinden Bazı İsınılerin Peygamberimize İsını Olarak verilmesi
Kadı îyâd der ki: Yüce Allah, kendisine
ait isınılerden otuz kadarim Peygamber
Efendimiz'e isını olarak vermiş ve bu suretle O'na
bir hususiyet bahsetmiştir. İşte o isınıler sırasıyla şunlardır: El-Ekrem,
El-Emîn, El-Ewel, El-Âhir, El-Beşîr, El-Cebbâr, El-Hakk, El-Habîr, Zü'l-Kuvve,
El-Raûf, El-Rahîm, El-Şehîd, El-Şekûr, El-Sâdık. El-Azîm, El-Afüvv, El-Alîm,
El-Azîz, El-Fâti$ El-Kerîm, El-Metîn, El-Mü'ınin, El-Müheymin, El-Mukaddes,
El-Mevlâ, El-veliyy, El-Nûr, El-Hâdî, Tâhâ ve Yâsîn." [41]
Biz, bunlardan daha fazlasını tesbit etmiş
durumdayız... Yâni Peygamber efendimize âit isınılerden üçyüz kırk kadarim bazı kaynaklardan
alarak bir risalede toplamış ve manalarim da şerh etmiş bulunuyoruz... Bu
isınılerden bazıları şunlardır: "El-Ehad, El-Esdak, El-Ahsen, El-Ecved,
El-A'lâ, El-Amir, El-Nâhî, El-Bâtm, El-Berru, El-Burhân, El-Hâşir, El-Hâfız,
El-Hafîz, El-Hasîb, El-Hâkim,
El-Halîm, El-Hayyü, El-Halîfe, El-Dâî, El-Râfi1, El-Vâdı, El-Selâm,
Rafîu'd-Dere-cât, El-Seyyid, El-Şâkir, El-Sâbir, El-Sâhib, El-Tayyib, EI-Tâhir,
El-Adl, El-Aliyy, El-Gâlib, El-Afüvv, El-Ganiyy, El-Kâim, El-Karîb, El-Mâcid,
El-Mu'tî, El-Nâsih, El-Nâşir, El-vefîyy, Hâmîm, Nûn..." [42]
Ali bin Zeyd bin Cüd'ân der ki: "Bazı
arkadaşlar toplantı hâlinde idiler. Aralarında müzâkerede bulunuyorlardı. Bir
ara içlerinden birisi: "Arap şâirlerinin söylediği şiirler arasında en
güzel beyt hangisidir?" diye sordu. Cevap olarak dediler ki:
"Şüphesiz Hassân'ın "Allah ona isminden bir isını ayırdı"
beytidir."
"Peygamber şairi" olarak anılan
Hassan'ın bu şiirinde, şu mealde mısralar da bulunmakta idi: "Allah, O'nun
adim kendi adı ile beraber andırıyor: Müezzin beş vakit ezanları okuyup
"eşhedü" dediği müddetçe... Lütfedip O'na Kendi isminden bir isını
ayırdı. Arş'ın Rabbi'nin bir adı Mahmûd. Peygamberinin adı da Muhammed’[43]
İbn-i Asâkir'in nakline göre İbn-i
Abbâs demiştir ki: "Peygamberimiz doğduğu
zaman, dedesi Abdü'l-Muttalib O'nun nâmına akika kurbanı olarak bir koç kesmiş
ve O'na Muhammed adim koymuştur. Abdü'I-Muttalib'e demişler ki: "Ey Ebû
Haris, torununa Muhammed adim vermenizin sebebi nedir? O'na niçin atalarimn isınılerinden bir ad vermediniz?" O da şu
karşılığı vermiştir: "O'nu gökte Allah, yeryüzünde de insanlar övsün diye,
O'na Muhammed adim verdim," [44]
Peygamberimizin Annesinle Birlikte Dayılarim Ziyaret İçin
Medine'ye Gittiğinde Zuhur Eden Peygamberlik Alâmetleri
İbn-i Sa'd'ın İbn-i Abbâs'tan, Zühri'den ve Asım bin Ömer bin Katâde'den rivayeti şöyledir: Peygamber Efendimiz'in Medine ziyaretiyle ilgili
olarak dediler ki: "Peygamberimiz'in Medine'de dayıları vardı. Bunlar, Medine'deki
Adiyy bin Neccâr Oğullarına mensub idiler. Efendimiz, altı yaşma girdiği zaman,
anası O'nu yanına alarak dayılarim ziyarete götürdü. Yanlarında Ümmü Eymen de
vardı. Medine'ye vardıklarında Nâbiğa'nın evine indiler ve bir ay Medine'de
kaldılar, İşte bu ziyaret zamanına ait bizzat Peygamber Efendimiz bazı
şeyler hatırlar ve derdi ki: "İşte, o zaman biz anamla birlikte bu eve
inmiştik. Ben, Adiyy bin Neccâr oğullarına ait olan bir kuyuda güzelce yüzmüş
tüm."
Yine onlar, bu ziyaretle ilgili olarak
demişler ki: Peygamberimiz o kuyuda yüzdüğü sırada, başına yahudiler
toplanmışlar ve O'na dikkatle bakmışlardır. Ümmü Eymen demiştir ki: "Ben,
kulağımla işittim, yahudilerden biri açıkça diyordu ki: İşte bu çocuk, bu ümmetin
Peygamberi olacaktır! Bu şehir de, O'nun hicret yurdu olacaktır!" Yine
Ümmü Eymen: "Ben, bütün bunları onların konuşmalarından işittim, sonra
Amine ve çocuğu ile birlikte Mekke'ye döndüm, dönüş sırasında Ebvâ denilen yere
geldiğimizde Amine hastalandı ve orada vefat etti" demiştir.
Ebû Nuaym'in
Vâkıdî'nin şeyhlerinden çıkardığı bir rivayette de aynen böyle denilmiştir.
Ancak bu rivayette şu fark vardır: "Peygamberimiz aynı zamanda demiştir ki: Ben, o kuyuda yüzerken
yahûdînin birinin dikkatle ve tekrar tekrar bana baktığim gördüm. O yahûdî
bana: "Senin adın nedir?" diye sordu. Ben de: "Ahmed" diye cevap verdim. Sonra dikkatle arkama baktı
ve: "Bu, bu ümmetin Peygamberidir!" diye konuştu. Sonra dayılarıma gidip bunu onlara da söyledi.
Dayılarım da anama söylediler... Bunun üzerine bana bir şey olur diye anam
korkuya kapıldı... ve Medine'den
çıktık..."
Yine Ümmü Ey men, bu noktada şunları
söyler: "Bana yahûdîlerden iki adam gelip: "Ahmed'i çıkar da bize göster" dediler. Ben de çıkardım. Onlar da onu evirip-çevirdiler, iyice
incelediler... Sonra biri d'ğerine dedi ki: "Hiç şüphesiz bu çocuk, bu
ümmetin Peygamberidir! Bu Medine şehri de onun hicret yurdu olacaktır
ve bu şehirde büyük bir harb de olacaktır." Ben bu sözleri, aynen onların
konuşmalarından almış bulunuyorum." [45]
Peygamberimizin Anasının vefatı Sırasında Zuhur Eden Alâmetleri
Ebû Nuaym Zührı tarikiyle Ümmü Semâa'dan o da anasından
şöyle rivayet eder: Ben, Amine'nin vefatı ile neticelenen hastalığa yakalandığı
zaman, onu gördüm. O sırada Muhammed de onun başucunda idi ve beş yaşlarında
görünüyordu. Amine, büyük bir üzüntü ve hasretiyle oğlu Muhammed'in yüzüne
baktı ve sonra şiir halinde şunları söyledi: "Ey oğlum! Allah seni mübarek
kılsın! Sen ki, çok mi'ınetler ihsan edici Allah'ın yardımı ile ve adına yüz
deve kesilerek kurtulmuş bir babanın evladısın! Baban Abdullah'a çıkmıştı kurrâ
da, yerine bu yüz deve feda edilmişti. Oğlum, eğer **ü'yâda gördüğüm aynen
çıkarsa, muhakkak sen
insanlara Peygamber olarak gönderileceksin; celâl ve
ikram sahibi Allah tarafından meb'ûs olacaksın... Mekke'de ve Mekke'nin dışında
hakikati ortaya çıkarmakla ve İslâmı kullara tebliğ etmekle mükellef
bulunacaksın... îslâm ki, Senin atan ve büyük insan İbrahim'in dînidir; îbrâhim
ki, ne kadar i>i bir kuldur. Oğlum ben seni böyle görüyorum ve insanlara
uyarak putlara saygı göstermekten seni sakındırıyorum!..."
Sonra Amine şu
sözleri ilâve etti: "Şüphesiz her yaşayan ölür! Her yeni eskir,
her genç kocar. İşte ben ölüyorum, fakat adım bakî
kalacak! Ben, insanlara büyük bir hayır bırakıyorum, ben senin gibi tertemiz
bir çocuk dünyaya getirmişim!" Bunları ifade etti ve sonra oracıkta vefat
eyledi."
Cinlerin, Amine gibi büyük bir kadın için
yas tutup ağladıklarım duyuyor ve onların şu sözleri söylediklerini
işitiyorduk:
"Bizler, Amine gibi büyük bir kadımın
vefatına ağlıyoruz!" "Bu güzellik ve yüksek iffet sahibinin acısıyla
içimizi dağlıyoruz!" "Öyle bir kadın ki, oğlu âhir zamanın Peygamberi
olacak!" "Öyle bir Peygamber ki, mimber'i Medine'de
kurulacak..." [46]
Mekkelilerin Peygamberimizin Dedesi Abdul-Muttalib ile Yağmur Duasında
Bulunması, Yağmurun Yağması ve Peygamberimiz Dedesinin Yanında İken Meydana Gelen
Alâmetler
İbn-i Sa'd, İbn-i Ebi'd-Dünyâ, Beyhekî, Taberani, Ebû Nuaym ve İbn-i Asâkir Mahreme
bin Nevfel'den, o da anası Rukayka bint-i Sayfi'den rivayet eder. Rukayka
Abdü'l-Muttalib'in yaşıtı olup şöyle demiştir: "Mekke'de pek çok yıllar
peşpeşe kurak gidiyordu. Bedenler zayıflamış, kemikler incelmişti. Bir gün ben,
hafif uykuya dalmıştım. Gizliden bir ses: "Ey Kureyş, size içinizden
gönderilecek olan Peygamberin gelmesi günleri yaklaşmıştır. Haydi geliniz bol
yağmura ve bereketli yeşilliğe! Gidiniz o orta boylu, güzel huylu, geniş
omuzlu, büyük kemikli, beyaz renkli, herkes indinde hürmetli adama. O'nun
öğünülecek hasletleri, uyulacak güzel adetleri vardır. O ve onun çocuğu ve
torunu ortaya çıkıp seçilsinler. Her aileden bir adam güzelce temizlenip, güzel
kokular sürünüp Haceru'l-Esved'i selamlasınlar, Kabe'yi yedi defa tavaf
etsinler, sonra Ebû Kubeys dağına çıksınlar, o büyük zat (Abdü'l-Muttalib) dua
etsin ve diğerleri de onun duasına amin desinler, İşte bunu yapimz, bol ve
bereketli yağmura kavuşunuz" diye nida ediyordu. Sabah olunca uyanmış ve
beni şiddetli bir titreme kaplamıştı. Hayretler içindeydim. Mekke sokaklarında
dikilip rü'yamı anlatmaya başladım. Herkes: "Tamam bu, Şeybetü'l-Hamd dediğimiz
Abdü'l-Muttalib'tir!" diyordu. Sonra kadınlar da gelip topluluğa katıldı
lar. Tulumlardan biraz su damlatıp ayrıca koku süründüler. Hacerü'l-Esved'i
selamlayıp Kabe'yi tavaf ettiler. Sonra Ebû Kubels dağına çıktılar. Tâ
zirvesine yürüdüler ve bu sırada Abdü'l-Muttalib, yanında torunu Muhammed de (sallallahü aleyhi ve sellem) olduğu halde ayağa
kalktı. Peygamberimiz henüz bulûğ çağına yaklaşmış bir çocuk idi.
Abdü'l-Muttalib ellerini kaldırıp şöyle dua ediyordu: Ey açığımızı dolduran,
fakirlik ve ihtiyacımızı gideren Allah'ım! Ey sıkıntılarımızı alıp üzerimize
açıklık ve ferahlık getiren Rabbim! Şüphesiz Sen, her şeyi bilensin, her şey
kendisinden istenensin! İşte kullarimn
hali Sana malûm, Senin Harem-i Şerifinin kenarında hallerini Sana arzedip Sana
yalvarıyorlar ve Senden istiyorlar. Hayvancıklarim mahv u perişan eden kıtlık
ve kuraklık belasından kurtarılmaları için, ancak Senden yardım istiyorlar.
Allah'ım! Bol ve bereketli yağmurlarim yağdır, kullarimn yüzünü güldür!"
Onlar daha yerlerinden ayrılmadan yağmur
başladı ve Öyle bereketli yağdı ki, bütün vadi boyunca seller aktı. Bunun
üzerine Kureyş'in yaşlıları Abdü'l-Muttalib'e hayır dualar ettiler. "Ey şu
vadinin atası, ne mutlu sana! Sayende vadi hayata kavuştu" dediler.
Şâir Rukayka'nın şu sözleri de bu münasebetle
söylenmiştir:
"Şeybe'nin hürmetine Allah, beldemizi
suya kandırdı.
Sıkıntımız şiddetlenince Allah, bize
kendini andırdı.
Yağmurlar dinmiş, sular çekilmişti
vadimizde artık!
Şimdi, gitti susuzluk, yamandı hacetlerimi
zdeki yırtık. Şüphesiz Allah'tan bir lütuf, Şeybe sâdece bir sebeb.
Mudar'dakiler de anlamışlardı hayırla onu hep. Gerçekten mübarek adam! Öyle ki
sayesinde yağmur istenilir. Halk içinde bir başka onun gibisi, nasıl
gösterilebilir!" [47]
Peygamberimiz Dedesinin Hangi İşini Görmeye Gitse O İşin
Mutlaka Görülmesi
Târihinde Buhârî, Tabâkat'ında İbn-i Sa'd, sahihtir kaydiyle Hâkim ve daha birtakım kaynaklar Kendir bin Saîd'den
şöyle rivayet ederler: Kendir'in babası Saîd demiştir ki: "Ben câhiliye
zamanında hac yapıyordum. Kabe'yi tavaf sırasında bir adam gördüm, nazını
halinde şunları söylüyordu: "Ey Rabbim! Muhammed'i develerimi bulmaya
gönderdim, O'nun işini rast getir, O hayli gecikti, O'nu salimen bana geri
getir." Ben: "Bu kimdir?" diye sordum. "Bu,
Abdü'l-Muttalib'tir" dediler ve ilave ettiler: "O, torunu Muhammed'i
develerini aramaya yolladı. Her ne zaman O'nu, bir haceti için yollasa, mutlaka
o haceti görülmüş olur. Şimdi Muhammed geciktiği için, böyle dua ediyor."
Derken Peygamberimiz (sallallahü
aleyhi ve sellem), dedesine âit develerle birlikte
çıkageldi.
Diğer bazı kaynakların Muâuiye bin
Hayde'den rivayetleri ise, şu farklılığı arzetmektedir: "Hayde bin Muâviye
câhiliye devrinde Umre için çıkmıştır Tavaf etmekte olan bir ihtiyara rasladı.
İhtiyar şunları söylüyordu: "Rabbim, develerimi bana döndür, elçimi
salimen geri çevir." Ben, bu ihtiyarın kim olduğunu sorduğumda; "Kureyş'in
efendisi Abdü'l-Muttalib" cevabım aldım. Aynı zamanda onlar bana dediler
ki: "O'nun pek çok develeri vardır. Bir gurub devesi kaybolduğu zaman
onları bulup getirmeleri için oğullarim gönderir. Onlar bulup getiremediği
zaman, torunu Muhammed'i gönderir, İşte şimdi de, develerini bulup getirmesi
için Muhammed'i göndermiştir. Fakat o biraz geciktiği için, böyle Allah'a
yalvarıp yakarmaktadır." Ben onlardan bunları dinlediğim yerden ayrılmadan
önce Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), dedesine âit develeri bulup
getirmiştir." [48]
Abdül-Muttalibin, Torunu Muhammed’in Kıymetini Çok İyi
Takdir Etmiş Olması
Beyhekî ve
İbn-i İshâk Abdullah bin Ma'bed'den, o da bazı ev halkından rivayet eder. Şöyle
demiştir: "Kabe'nin gölgesinde gelip" oturması için Abdü'l-Muttalib
adına bir minder konulurdu. Ona hürnıeten, evlatlarından hiç biri bu mindere
oturmazdı. Peygamber Efendimiz ise, hiç çekinmeden gelir bu minder üzerine
otururdu. Amcaları ise, oturmasın diye O'nu çekip uzaklaştırmak isterler,
Abdü'l-Muttalib de O'na müdahale etmemelerini söyler, O'nun başim ve sırtim
okşar ve: "Benim bu oğlumun şanı çok büyük olacak!" derdi. Derken
Abdü'l-Muttalib vefat etti. Bu sırada Peygamberimiz sekiz yaşında idi. Ebû Talib'e, kendisini
himayesine alması için vasiyette bulunması üzerine, bundan sonra onun
himayesinde oldu.
(Demek ki dedesi Abdü'l-Muttalib'in O'nu
himayesi, iki sene sürmüştür.)
Bu noktada Ebû Nuaym'in
rivayeti şu farklılığı arzeder: "Bırakın O'nu, bana has olan minder
üzerine varsın otursun! Görmüyor musunuz, O'nun halinde bir başkalık var. O,
kendi içinde birşeyler hissetmese, gelip oturur mu buraya! Ben eminim ki, bu
çocuk, hiç bir arabm ulaşamadığı şan ve şerefe erişecektir"
Mücahid ve Nâfı' bin Cübeyr'den gelen
rivayette ise: "Bırakın O'nu, O bir meleğe arkadaşlık etmektedir"
denilmiştir ve bu sıralarda idi ki Müdlic oğullarına mensub bir grup adam
gelmiş, Abdü'l-Muttalib'e hitaben: "Bu çocuğu iyi koru, Makam-ı
İbrahim'deki ayak izine O'nun ayağı kadar benzeyen bir ayak biz görmedik"
demiştir. Yine Abdü'l-Muttalib Ümmü'l-Eymen'e hitaben demiştir ki: "O'nu
gözün gibi koruyacaksın! Baksana ehl-i kitap, benim bu oğlumun şu ümmetin
Peygamberi olacağını söylemektedirler."
Ebû Nuaym,
Vâkıdî'den, o da şeyhlerinden rivayet eder. demişler ki: "Abdü'l-Müttalib
bir gün Kabe yanında idi. Yanında Necran üskufu (papazı) vardı. Papaz onun
tanıdığı ve arkadaşı idi. Konuşurlarken kendisine dedi ki: "Bizler İsmâil
oğullarından gelecek olan bir Peygamberin bazı niteliklerini okumuşuz. O, bu
şehirde doğacak, şöyle şöyle sıfatları bulunacak." Derken Peygamberimiz oraya
çıkageldi. Necran Üskufu, O'nun gözlerine, arkasına ve ayaklarına dikkatle
baktı ve kendisini gözden geçirdi. Derhal dedi ki: "O, İşte budur! Bu
çocuk, senin neyin oluyor?" O:
"Oğlum" dedi. Üsküf: "O'nun babası hayatta olmayacak" dedi.
Abdü'l-Muttalib: "O, oğlumun oğludur, O'nun babası, anası kendisine hamile
iken vefat etmiştir." Üsküf: "Doğru söylüyorsun" dedi.
Abdü'l-Muttalib, oğullarına hitaben: "O'nu iyi koruyunuz, görmüyor musunuz
O'nun hakkında ne söyleniyor!" diye emir verdi."
Burada, bir de Seyf bin Zi Yezen'in babası
ile ilgili bir rivayet bulunmaktadır. îran Kisrâsı'nın yardımı ile Yusuf bin Zi
Yezen Habeşistan'ı emri altına almış ve bu başarısından dolayı Kisrâ'nın
emriyle Yemen'e vali olmuştu. Bu olay, Peygamberimiz'in doğumundan iki sene sonra olmuştu. Bu sırada
çeşitli Arap heyetleri Yusuf u tebrike giderler. Kureyş'i temsilen giden
heyetin başında da Abdü'l-Muttalib vardır. Yusuf kendisine demiştir ki: Ey
Abdü'l-Muttalib! Bildiklerim arasından sana önemli bir sır, söylemek istiyorum.
Başkası olsaydı, bu sırrı asla söylemezdim. Fakat baktım ki sen de aynı
madendensin. Bunun için sana söylüyorum. Bu önemli sır, Allah'ın O'na izin
vermesine kadar saklı kalsın.
Şöyle ki: Benim bildiğime ve okuduğuma
göre, bir büyük hayır var! Fakat yine aynı büyüklükte bir şer de var. Hayatın
da, vefatın da şerefi bunda bulunmaktadır. Bu, herkese şamil bir şey, fakat
senin ailene de özellik arzeden bir şey!" Abdü'l-Muttalib derhal: "Bu
nedir?" diye sordu. Yusuf da dedi ki: "Mekke vadisinde bir çocuk
doğacak, O'nun iki omuzu arasında bir beni olacak. Önderlik kendisinin olacak,
sizler O'nun sayesinde başkanlığı ele alacaksınız. Şimdi tam onun doğumu
zamanıdır, belki de doğmuş bulunmaktadır, ismi Muhammed olacak, babası ve anası
vefat etmiş olacak. O'nu önce dedesi, sonra amcası himayesine alacak. Allah
O'nu, açıkça elçi gönderecek. Bizlerden de ona nice yardımcılar olacak.
Dostları onunla şerefe, düşmanları da zillete erecek. Büyük fetihler olacak. O,
Rahmân'a ibâdet edecek, şeytanın burnunu kıracak. Ateşi söndürecek, putları
kıracak. O'nun sözü hakem olacak, hükmü sırf adalet olacak, iyiyi emredip
kötüyü yasaklayacak ve ortadan kaldıracak. Örtüsüne bürünmüş Kabe'ye yemin
ederim ki, sen O'nun dedesisin, ey Abdü'l-Muttalib! Bunda hiç bir yalan ve
hilaf yok. Sen, buna dâir daha önce bir şey hissettin mi?"
Abdü'l-Muttalib: "Evet" dedi ve ilave etti: "Ey hükümdar, benim
bir oğlum vardı, onu çok seviyordum ve canım gibi koruyordum. Büyüyünce
kendisini kavmimin en şerefli ailesinden Vehb'in
kızı Amine ile evlendirdim. Bir oğlanları oldu. Ben de kendisine Muhammed adim koydum. Sonra babası ve anası öldüler. Şimdi
O'nu kendi himayeme almış bulunuyorum. Sonra da amcası O'nu himaye
edecek." Yusuf bin Zi Yezen: "Ey Abdü'l-Müttalib, benim sana
söylediklerim, aynen senin bana söylediklerindir. O'nu iyi koruyun. Bilhassa
yahudilerden çok iyi sakimn. Gerçi yüce Allah, O'nu onlardan ve diğer serlerden
koruyacaktır. Fakat gene de sizler, koruma vazifenizi, büyük bir dikkat ve
titizlikle yapmaya çalışimz. Eğer ben, O'nun
Peygamberlik zamanına sağ çıkarsam, şüphesiz emrimdeki askerler ve diğer
imkanlarla O'nun yardımına koşarım. Hattâ Medine'ye yerleşirim. Zira ben, konuşan
kitapta ve geçerli ilimde Medine'nin O'nun müstahkem kalesi olacağına dair
bilgi bulmaktayım. Bu bilgiler arasında, Medine halkimn da kendisine yardımcı
olacaklarım, ve O'nun kabrinin dahi orada olacağını görmekteyim."
Vâkıdî ve Ebû Nuaym,
Ka'b bin Mâlik'in oğlu Abdullah'tan şöyle rivayet ederler: O demiştir ki:
"Kavmimden bazı üstadlar bana dediler ki: "Bizler umre için Mekke'ye
gitmiştik. O zaman Abdü'l-Müttalib de hayatta idi. Bizını yanımızda Teym
yahudilerinden biri vardı. Bize arkadaşlık ediyor ve ticarette bulunuyordu. Bu
adam, Abdü'l-Müttalib'i gördüğü zaman ona dedi ki: "Bizler, kitabımızda
okuduk ki, bu adamın neslinden bir Peygamber gelecek, biz yahudileri ve kendi
kavminden nicelerini öldürecek."
İbn-i Sa'd'ın
Ebû Hâzını'dan rivayeti de şöyledir: "Peygamber
Efendimiz henüz beş yaşlarında iken Mekke'ye
bir kâhin gelmişti. Peygamberimiz'i ve Abdü'l-Müttalib'i dikkatle süzdükten sonra hemen
dedi ki: "Ey Kureyş topluluğu! Derhal bu çocuğu öldürünüz! Çünkü bu,
sizden pek çok kimseyi öldürecek ve sizi parça parça dağıtacak." Kâhinin
bu çağrısından sonra Kureyş, hep Peygamberimiz'in hâl ve işinden korkar olmuştur." [49]
3-3 Peygamberimiz Amcası Ebû Talib’in Yanında İken Meydana
Gelen Bazı Alâmetler
Ata bin Ebû Rebâh'ın, hocası İbn-i Abbâs'dan
rivayeti aynen şöyle: "Ebû Talib'in oğulları, sabah uykudan kalktıkları
zaman gözleri hep çapaklı olurdu. Peygamberimiz'in gözleri ise tertemiz ve son derece parlak olurdu.
O, kendi çocuklarim ve Peygamberimizhi sofraya çağırır, onun oğulları derhal sofrada ne
varsa kapışırlardı. Alan gider ve aldığim yerdi. Peygamberimiz ise, asla onlarla
birlikte bir şey kapmak için elini uzatmazdı. Onlar, mevcudu kapar giderler, o
da eli boş kalırdı. Bunu fark eden Ebû Tâlib, daha sonraları Peygamberimiz'in
yiyeceğini ayırmış ve ona yalnız olarak yedirmiştir."
Yine aynı tarikten ve ilâveten Mücahid'den
ve daha başkalarından rivayet edilir. Şöyle anlatılır: "Ebû Tâiib'in ev
halkı, yemeklerini ister ayrı ayrı yesinler, ister toplu olarak yesinler, bir
türlü doymazlardı, Peygamberimiz'le birlikte yedikleri zaman hepsi doyardı. Sabah veya
akşam yemeği sırasında Ebû Tâlib ev halkına derdi ki: "Bekleyiniz! Yeğenim
Muhammed gelmedikçe yemeğe başlamak yok!"
O gelir, hep beraber yerlerdi. Sofraya
konulan yemeği bitiremezlerdi. Eğer Peygamberimiz sofrada bulunmazsa, hiç biri doymazdı. Süt
içtikleri zaman da, önce Peygamberimiz içerdi. Kalanı ise ev halkimn hepsine yeter,
hepsi süte kanardı. Amcası, kendisine hitaben "Oğlum, sen gerçekten
mübarek bir çocuksun" derdi. Amcasının çocukları sabahleyin uykudan
kalkınca gözleri çapaklı olurdu. Peygamberimiz'in iki gözü ise tertemiz ve parlak olurdu. Yağlanmış
ve sürmelenmiş bulunurdu."
Bazı kaynaklar, Ümmü Eymen'den bir rivayet
sevkeder. Buna göre Ümmü Eymen demiştir ki: "Ben, hiç bir zaman
Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) açlıktan veya susuzluktan şikayet ettiğine
raslamadım. Sabahleyin Harem-i Şerife gider Zemzem'den içerdi. Bazen kendisine
sabah kahvaltısını sunardık. O da yemek istemez ve: "Ben şimdi tokum"
derdi."
İbn-i Sa'd'ın
İbn-i't-Kıptıyye'den rivayeti de şöyledir: "Vadiye çıkıldığı zaman, Ebû
Tâlib'in istirahat etmesi için bir yaygı dürülür, yastık haline getirilir ve
onun yerine konulurdu. Peygamberimiz de gelir bu yaygıyı açar ve üzerine sırtüstü
yatardı. Ebû Tâlib geldiğinde O'nu bu vaziyette görür ve: "Mekke'nin
kudsiyetine yemin ederim ki şu benim yeğenim, gerçekten büyük bir nimet ve
mutluluk hissetmektedir." Diğer bir rivayette de: "Muhakkak benim şu
oğlum, büyük bir keramet hissetmektedir" denilmiştir. [50]
Peygamberimiz'in Amcası Ebû Talib ile Şam’a Seferi ve Bu Sırada
Vukua Gelen Bazı Alâmetler
Beyhekî İbn-i İshak'tan
şöyle nakleder: Peygamberimizin dedesi vefat ettikten
sonra kendisini amcası Ebû Tâlib himayesine almıştı. Kureyş'ten bir kafile
ticaret için Şam'a çıkarken bu kafileye Ebû Tâlib de katılmıştı. Yanında Peygamberimiz de vardı. Kafile
yoluna devam edip Busrâ denilen yere vardıkları zaman yük indirip istirahate
çekildi. Burada Bâhirâ adında bir rahip vardı. Kendisi hıristiyanların en bayük
alimi idi. veraset yoluyla elde ettiklerini iddia ettikleri ilmin tamamına
sahib bulunuyordu. Kureyş kafilesi bu sefer daha kalabalık idi. Daha önce
kendileriyle ilgilenmeyen râhib Bahirâ, bu sefer onlar için yemek hazırlatıp
kendilerini yemeğe çağırdı. Küçük büyük hür veya köle herkesin gelmesini de
tenbihlemişti. Herkes geldi, fakat Peygamberimiz genç olduğu için eşyanın ve develerin başında
bekçi kaldı.
Kureyş, Bahirâ'nın böyle bir ziyafet
vermesini, gördüğü bir şeye yoruyordu. Şöyleki: O, kendisine mahsus yerde
ibâdet ederken Kureyş kafilesinin gelişini görmüş, kafile gelirken içlerinden
birinin üzerinde bir bulutun birlikte seyrettiğini farketmiş. Kafile gelip bir
ağacın altına yerleştiği zaman ağacın dallarimn, güneşte kalan Peygamberimiz'in
üzerine doğru meylederek O'nu gölgelendirdiğini de fiarketmiş. Bu sebeble
kendilerine fazla iltifat gösterip işin aslim iyice öğrenmek istemişti. Buna vesile olması
için de büyük bir ziyafet verdi. Kureyş, ziyafet yerine geldiği zaman,
Bahirâ'ya hitaben: "Biz buraya çok uğrardık. Böylesine bir iltifatı daha
Önce görmedik" dediler. Bahirâ da şu karşılığı verdi: "Doğru söylersiniz.
Fakat sizler misafirsiniz.
Hepinizin yiyeceği bir yemekle sizlere
ikramda bulunmak istedim."
Ayrıca Bahirâ Peygamberimizin
gelmemiş olduğunun farkına vararak: "Ey kavim! Ben sizlerin hepsinin
gelmesini istemiştim, fakat içinizden gelmeyen de var!" dedi. Kureyş:''O
gençtir, ağacın altında eşyalarımızın başında kaldı" dediler. Bahirâ:
"Olmaz mutlaka onu da getiriniz" diye İsrâ'r etti. Kureyş'ten biri
de: "Gerçekten Ebû Tâlib'in yeğenini bu ziyafetten mahrum etmemiz, bize
lâyık değildir" diyerek gitti ve Peygamberimiz'in koluna girerek kendisini getirdi. Peygamberimiz geldikten
sonra Bahirâ hep kendisini dikkatle süzüp gözden geçiriyordu. Her şeyi daha
önceden okuyup bildiği gibi buluyordu. Kureyş yemeği yedikten sonra dağıldı.
Bahirâ Peygamberimiz'e hitaben: "Ey genç, Lât ve Uzza adındaki putlar
hakkı için sana soracaklarıma cevap ver!" dedi. Peygamberimiz ise: "Ben
hiçbir zaman Lât ve Uzza adına birşey yapmam! Benim en çok kızdığım şeyler
putlardır!" cevabim verdi. Bahirâ'nın öyle söylemesi, Peygamberimiz'in
kavminin öyle yemin ettiklerini daha önce işitmiş olmasmdandı. Peygamberimiz'den bu cevabı alınca:
"Ey Muhammed, Allah adına, sana soracaklarıma cevap ver!"
dedi. Peygamberimiz de: "Madem ki
Allah adına soruyorsun, sen sor, ben de cevaplarim vereyim" dedi. Bunun
üzerine Bahirâ, Peygamberimiz'in şahsi ahvâline, işlerine ve uykusuna varıncaya
kadar pek çok şeyi sordu. Peygamberimiz de hepsinin cevabim verdi. Aldığı bütün
cevablar, o hususlardaki bilgisine uygun oluyordu. Sonra Peygamberimiz'in
arkasına bakıp iki omuzu arasındaki nübüvvet mührünü gördü. Sonra amcası Ebû
Tâlib'e dönerek: "Bu genç senin neyin oluyor?" diye sordu. O da:
"Oğlum" dedi. Bahirâ: "Bu, senin oğlun olamaz! Bunun babası
yaşıyor olmamalıdır" dedi. Ebû Tâlib: "O, benim kardeşimin oğludur ve
âdetimiz gereği ben O'na oğlum derim" dedi. Bahirâ: "Babasına ne
oldu?" diye sordu. O da: "Öldü, o sırada anası bu gence hamile
idi" dedi. Bahirâ: "Doğru söyledin" dedi ve ilave etti:
"Sen hemen bu genci al ve memleketine götür! Bilhassa yahudilerden O'nu
iyi sakla. Allah'a yemin ederim ki, eğer yahudiler onu görecek olsalar ve
tanısalar, muhakkak ona büyük kötülük ederler, onu öldürürler. Zira senin
kardeşinin oğlu olan bu zât için, çok büyük şeyler olacaktır."
Bunun üzerine Ebû Tâlib, ticaret işlerini
derhal bitirip büyük bir acelecilik ile yeğenini alarak, Mekke'nin yolunu
tuttu."
Derler ve iddia ederler ki, Ehl-i
Kitap'tan olan Zübeyr, Temmâm \ı> Dın^, Peygamberimizi görmüşler, ondaki bazı alametleri fark etmeler ve
O'na kötülük yapmak istemişler. Fakat Râhib Bahirâ, kendilerini bu hususta
teskin etmiş, Allah'ın irade ve takdirinin önüne geçilemiyeceği hususunda
onları ikna etmiştir. Onlar da onu bu hususta tastik etmişler, Peygamberimiz'e
kötülük yapma isteğinden vazgeçmişler ve dönüp gitmişlerdir. Bunu böylece
konuşan halk, yine Ebû Tâlib'in aşağıdaki beyitleri de bu vesile ile söylemiş
olduğunu konuşmakta ve iddia etmektedirler: Ebû Talib'in söylediği beyitler şu
mealde idi:
"Gönüllerin
gamim gideren sözleri Muhammed'den
işittiler de dönüp gittiler. Ferd veya toplu olarak söylenen şeylere dâir
haberleri işittiler. Halbuki Zübeyr, Temmâm ve Diris, O'na kötülük kurmuşlardı.
Önce inanmamışlardı amma, Bahirâ bu hususta kendilerini ikna etti de O'na
kötülükten el çektiler, çekip gittiler. Diğer bazı rahiplerin yaptıkları gibi.
Fakat Bahirâ bu hususta gerçekten çok yoruldu, mücadeleler edip ter döktü.
Allah için nice güzel nasihatler verdi: "Bunun böyle olacağı bütün
kitaplarda dahi her renk mürekkeble yazılıp anlatılmış değil midir?"
diyerek ne diller döktü." [51]
Vâkıdî'nin şeyhlerinden nakli de bu
mealdedir. Ancak onun rivayetinde ayrıca şöyle denilmektedir: "Bahirâ
O'nun gözlerinin kızarıklığına da dikkatle baktı ve bunun geçici olup olmadığim
sordu. Kendisine: "Gözlerimdeki kızarıklık hiç geçmez" denildi.
Uykusunun nasıl olduğunu sordu. Peygamberimiz de: "Gözlerim uyur fakat kalbim
uyumaz!" dedi. Neticede Bahirâ: "Biz bu nitelikleri okuduğumuz
kitaplarda böyle bulmuştuk. ve bizlerden bu hususta söz de alınmıştır"
dedi. Bunun üzerine Ebû Tâlib: "Sizlerden kim söz almıştır?" diye
sordu. Bahirâ da cevabında: "Zamanı gelince bunu böylece açıklamamız için
Allah bizlerden söz almıştır. Buna dair ayetini, Peygamberimiz Meryem
oğlu Îsâ'ya indirdiği kitapta göndermiştir" diye konuşmuştur.
İbn-i Sa'd'ın
Dâvûd bin Husayn tarikından çıkardığı haberde ise, Peygamberimiz'in
o sırada yaşimn on iki olduğu bildirilmektedir. Ayrıca Ebû Nuaym'in
de Ali'den bir rivayeti var. Buradaki fark ise şöyle: "Peygamberimiz,
Râhib Bahirâ'nın manastırına girdiği zaman, manastırın her tarafı nura buyandı.
Bunun üzerine Bahirâ: "Bu genç, Allah'ın Araplardan bütün insanlara
Peygamber olarak göndereceği zattır" demekten kendisini
alamadı." [52]
Şimdi de yine İbn-i Sa'd'ın
ve İbn-i Asâkir'in Muhammed bin Akilin oğlu Abdullah'tan
sevkettikleri bir rivayeti görelim. O demiştir ki: "Ebû Tâlib Şam'a sefere
çıktığı zaman yanında yeğeni Muhammed'i de götürdü. Bir manastırda yaşamakta
olan rahibin yanına indiler.
Râhib, Ebû Tâlib'e: "Bu genç neyin
oluyor?" diye sordu. O da: "Oğlum" dedi. Râhib: "Bunun
babası hayatta olmaması lazını" dedi. Ebû Tâlib: "Niçin?" diye
sordu. Râhib: "Çünkü bu genç Peygamber olacaktır" dedi. Ebû Tâlib:
"Peygamber ne demektir?" dedi. Râhib de: "Peygamber vahiy
yoluyla Allah'ın emir ve isteklerini kendisine bildirdiği ve bunları insanlara
bildirmesi için mükellef kıldığı kimse" demektir cevabim verdi. Ebû Tâlib
bunu yine anlayamadı ve: "Allah, bu senin dediğinden yücedir"
demekten kendisini alamadı. Râhib son olarak: "Bu genci, özellikle
yahudilerin şerrinden sakın!" tenbihinde bulundu.
Ebû Tâlib oradan ayrılıp yoluna devam
etti. îleride yine bir rahibin yanında konakladı. O da benzeri soruları sordu
ve benzeri cevapları aldı. Sonunda dedi ki: "Ey Ebû Tâlib, bu gencin
sınıası Peygamber sınıasıdır, gözleri de bir Peygamber gözüdür." Ebû
Tâlib, şaşkınlık içinde: "Sübhânellah! Allah, senin bu dediğinden
uzaktır!" demekten kendisini alamadı. Yeğeni Muhammed'e dönerek:
"Oğlum Muhammed, görüyor musun, adamlar neler de söylüyorlar?"
dedi. Peygamberimiz de: "Amcacığım, Allah nelere kadir değildir
ki? Sakın Allah'ın kudretini inkâr etme!" karşılığim verdi.
İbn-i Sa'd'ın çıkardığı diğer bir haberde ise, rahibin: "Bu
genci, özellikle yahudilerden sakın! Çünkü onlar Araplardan âhir zaman
Peygamberinin gönderilmiş olmasını çekemezler. Onlar O'nu, kendilerinden
beklemektedirler" dediği belirtilmektedir. [53]
Ebû Talibin Peygamberimiz Hürmetine Yağmur Duasında Bulunması
İbn-i Asâkir Tarih'inde Celheme'den şöyle nakletmektedir. O
demiştir ki: "Ben Mekke'ye gitmiştim. Orada kıthk hüküm sürmekte idi. Kureyş
ileri gelenleri Ebû Tâlib'e giderek: "Görüyorsunuz ki, vadiler kurudu,
çoluk çocuk aç... Lütfedin de yağmur duasına çıkınız" dediler. Ebû Tâlib
de duaya çıktı. Yanında öyle bir çocuk vardı ki, yüzü sanki karanlık buluttan
sıyrılıp çıkan güneş gibiydi. Etrafında da bazı çocuklar bulunuyordu. Ebû Tâlib
O'nun elinden tutarak Kabe'nin yanına gitti, arkasını Kabe'ye dayadı. Çocuğun
şehâdet parmağim yukarı tutarak dua etti... Havada ise hiç bulut yoktu. Derken
sağdan soldan bulutlar çıkmağa başladı. Yağmur yağmaya başladı, yağdı da
yağdı... Vadide seller aktı. Köylü ve kentli herkes bol nimetlere kavuştu...
İşte Ebû Tâlib'in aşağıdaki mısraları, bu sebeple söylenmişti:
"Güzel Muhammed! Sen, ne kadar
mübareksin!...
Yağmur istenir, yüzün hürmetine
senin..."
"Yetimlere ve dullara sen
sığınaksın...
Haşim Oğullarına da bir
dayanaksın..."
"Onların yanında O, ne kadar kutludur!
Nimete ermişler, bak
hepsi de mutludur..."
Bâb
Ebû Nuaym'in İbn-i Avn tarikiyle sevkettiği bir rivayete göre, Amr
bin Saîd demiş ki: Yahudiler Ebû Tâlib'e gelerek ondan bir şey satın almak
istedi. Henüz genç yaşta bulunan Peygamberimiz onların
yanında çıkageldi. Onlar O'nu görünce ahş-verişi bırakıp orayı terkettiler ve
kaçmaya başladılar. Ebû Tâlib yanındaki adamına: "Koş onların felan yerde
önlerine geç ve onlara karşı ellerini çırparak; "Şaşılacak şey, çok
şaşılacak şey!" diye bağırmaya başla... Sonra onların sana ne
diyecekleirini bekle" dedi. O adam da koşarak gitti ve öyle yaptı...
Yahudiler kendisine: "Şaşılacak sen ne gördün? Asıl şaşılacak şeyi bizler
gördük!" dediler. Adam onlara hitaben: "Sizler şaşılacak ne
gördünüz?" diye sordu. Onlar da şu cevabı verdiler: "Bizler az önce,
Muhammed'in yeryüzünde yürüdüğünü gördük, daha ne görelim?"
Bâb
İbn-i Asâkir'in Ebâ'z-Zinâd'dan naklettiğine göre, Ebû Tâlib ile
Ebû Leheb güreş tutup yarışmışlar. Ebû Leheb, Ebû Talib'i yenmiş, yere indirip
göğsü üzerine çökmüş... Peygamberimiz o zaman yaşı küçük olduğu halde, Ebû Leheb'in
saçından tutarak Ebû Tâlib'in üzerinden defetmiş... Ebû Tâlib de ayağa
kalkmış... Ebû Leheb demiş ki: "Ey Muhammed! Ben de senin amcanım, o da
senin amcan... Niçin bana karşı ona yardım ettin?" Peygamberimiz de: "Ben onu senden
daha çok seviyorum" demiş... İşte o günden beri Ebû Leheb
de Peygamberimizi sevmezmiş...
Bâb
İbn-i Sa'd, Sa'lebe bin el-Uzeri'nin oğlu Abdullah'tan şöyle
nakleder: Ebû Tâlib, vefatı yaklaştığı zaman Abdü'l-Muttalib'in oğullarim çağırıp
kendilerine şöyle nasihatta bulunmuştur: "Bakınız, eğer yeğenim Muhammed'e
kulak verir ve O'nu dinlerseniz, dâima hayır ve iyilik üzere bulunursunuz. O
halde O'na itaat ediniz, O'na yardım ediniz, İşte bu taktirde doğru yolda bulunmuş olursunuz..."
İmâm-ı Müslim'in çıkardığı bir habere göre de, Abdü'l-Muttalib'in
oğlu Abbâs, bir gün Peygamberimiz'e: "Ey Allah'ın
Resulü, sizin amcanız Ebû Tâlib'e bir faydanız veya şefaatiniz olacak
mıdır?" diye sormuş. Peygamberimiz de: "Elbette!
O cehennemin üst tabakasında ve topuklarına kadar ateşe girmiş olarak ceza
görecek... Eğer ben olmasaydım, cehennemin tâ alt tabakasında yanardı"
buyurmuştur. Ebû Tâlib'in Peygamberimiz'i çok sevdiği, sevip koruduğu, dâima O'nu
düşmanlarına karşı koruyup kendisine destek olduğu târihen bilinen bir
husustur...
Yine İbn-i Sa'd, Ajfân bin Müslim'den, Abdullah bin Hâris'e varan
bir senedle şöyle bir haber sevkeder: Peygamber Efendimiz'e
amcası Abbâs: "Yâ
Resûlallah, Ebû Tâlib için ümid besliyor musunuz?" diye sormuş. Peygamberimiz de: "Ben
Rabbim'den her hayn ummaktayım" diye karşılık vermiş...
(Bunu, İbn-i Asâkir de rivayet etmiştir.) .
Yine İbn-i Asâkir Amr İbn-i Abbâs'tan rivayet eder. Amr diyor ki: "Ben bir
defasında Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) "Ebû Tâlib'in bende, ödenmesi gerekli bir
akrabalık hakkı vardır, onu elbette ödüyeceğim!" buyurduğunu
işitmişimdir [54]
Bâb
İbn-i Asâkir Hasan bin îmâre yoluyla şu
haberi nakletmiştir: "Peygamber Efendimiz ve Ali bin Ebû Tâiib, kendisi hakkında dua edip istiğfarda bulunmak üzere
Ebû Tâlib'in kabrine gittiler... Yüce Allah, bu vesile ile aşağıdaki âyetini
indirerek ona istiğfarda bulunmaktan nehy etmiş tir... ilgili âyetler şöyledir:
"Peygamber'in ve
mü'ıninlerin müşrikler için istiğfar - etmeleri lâyık değildir..." [55]
Ebû Tâlib'in küfür üzere ölmesi Peygamber Efendimize
çok ağır geldi. Bununla ilgili olarak da şu âyet nazil olmuştur:
"Sen, sevdiğine hidâyet veremezsin,
fakat Allah istediğini doğru yola iletir..." “
Cenâb-ı Hakk, bu âyetteki "Sen
sevdiğine hidayet veremezsin" cümlesi ile Ebû Tâlib'i; "Fakat Allah
dilediğine hidayet verir" cümlesi ile de amcası Abbâs'ı kasdediyor... Her
ikisi de Peygamberimiz'in amcalarından idi. Peygamberimizin
amcaları arasında en çok sevdiği de Abbâs idi." [57]
Bâb
İbn-i Asâkir'in Abdullah bir Cafer'den rivayeti ise şöyle: "Peygamberimiz'in
amcası Ebû Tâlib vefat ettiği zaman Kureyş'in akılsızlarından biri, Peygamberimiz'in
karşısına çıkarak başına toprak saçmıştır. Kızlarından biri koşarak
gelmiş, Peygamberimizin başından ve yüzünden toprakları temizlemiş ve
ağlamıştır... Peygamberimiz ise şöyle demeye başlamıştır: "Kızını
ağlama, kızını ağlama. Muhakkak ki Allah babam koruyacaktır!" [58]
Allah'ın, Peygamberimizi Cahiliye Adetlerinden Koruması
Buhârî ve Müslim, Câbir bin Abdullah'tan rivayet ediyor. O demiştir
ki: "Kabe'nin yeniden yapımı sırasındaydı... Efendimiz de sırtında taş
taşıyordu. Üzerinde belden aşağı doladıkları izâr denilen giysi vardı. Amcası
Abbâs O'na dedi ki: "Ey kardeşimin oğlu, izarim çözsen de çalışsan, daha
rahat çalışırsın. Izarmı omuzuna alıver! Taşlar omzunu hArap
etmesin..." Peygamberimiz de bunun üzerine izarim çözüp omzuna koydu ve
derhal baygın yere düştü. Bundan sonra bir daha böyle yaptığı hiç
görülmedi."
Yine Buhârî
ve Müslim Câbir'den nakleder. O demiştir ki:
"Kabe yeniden yapıldığı zaman Peygamberimiz ve Abbâs taş taşımaya-başladılar. Abbâs
Efendimiz'e dedi ki: "İzarim çözüp omzuna koy, bu suretle omzunu taşların
zarar vermesinden koru!" Peygamberimiz de böyle yaptı ve derhal baygın yere düştü.
Sonra ayılıp ayağa kalktı ve: "îzarım, izarım!..." diye bağırmaya
başladı... Oradakiler de derhal izarim üzerine bağladılar."
Beyhekî ve Ebû Nuaym Abbâs'tan
şöyle rivayet eder: "Biz kardeşimin oğlu ile birlikte Kabe'nin yapımı
sırasında omuzlarımızda taş taşıyorduk. İzarlarımız ise omuzlarımızda idi.
İnsanların arasına çıkacağımız zaman ise, izarlarımızı belden aşağı
kuşanıyorduk... Omuzumuzda taş giderken, Peygamberimiz'in de önümüzde gitmekte olduğunu gördüm. Fakat O
ansızın bayılıp yere düştü. Hemen O'nun yanına koştum. Baktım ki, O semaya
bakmakta... Kendisine: "Sana ne oldu?" diye sordum. O, ayağa kalktı
izarim alıp kuşandı ve: "Ben, çıplak olarak yürümekten nehyolundum"
dedi. Ben bunu kimselere söylemedim. Çünkü insanların onun hakkında alay
etmesinden: "O'nu bundan yasaklayan da kimmiş?" demelerinden ve O'na
deli diye laf atmalarından korkuyordum."
Yine Beyhekî, Ebû
Nuaym ve sahihtir kaydiyle Hâkim Ebû't-Tufayl'den
şöyle rivayet ederler: "Kabe'nin yeniden yapılması sırasında Kureyş
omuzlarında taş taşımıştır. Bu sırada Peygamberimiz de omzunda taş taşırken, ansızın avret yeri
açıldı... Bir ses kendisine: "Ey Muhammed avret yerini ört!" diye
nida etti. Peygamberimiz'e semadan gelen ilk
nida budur... Bu olaydan önce veya sonra, O'nun avret yerinin açıldığı asla
görülmedi."
Bazı kaynakların İbn-i Abbâs'tan
verdikleri haberde de şöyle denilmiştir: "Ebû Tâlib Zemzem kuyusunu
yapmağa çalışıyordu. Peygamberimiz de kendisine taş getiriyordu, izarım alıp omzuna
koydu, bu suretle taşların zarar vermesinden sakınmak istemişti. Derhal bayılıp
yere düştü. Ayılıp da ayağa kalktığı zaman Ebû Tâlib kendisinene olduğunu
sordu. O da cevabında: "Beyaz elbiseli biri gelip "Yâ Muhammed
örtün!" diye haykırdı. Bu sesin te'siriyle bayılıp düştüm" demiştir,
İşte bir Peygamberlik alâmeti olarak Peygamberimiz'in gördüğü ilk semavî varlık da bu olmuştur. Bu
günden sonra, bir daha asla Peygamberimiz'in avret yeri görülmemiştir."
Keza İbn-i
Sa'd'ın Âişe validemizden sevkettiği rivayete göre, o şöyle
demiştir: "Ben, Peygamber Efendimiz'in avret yerini niç görmedim." [59]
İbn-i Râhuye'nin Müsned'inde ve diğer bazı
kaynaklarda Ali (radıyallahü anh) den şöyle rivayet edilmektedir: "Ben
Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle dediğini işittim: "Câhiliye devrinde
kadınların da katıldığı eğlence ve müsâmere-lere ancak iki defa katılmayı
düşünmüşümdür. Her iki gecede de bu eğlencelere katılmaktan Allah beni korumuştur.
Bunlardan birincisinde ben; birlikte koyunlarımızı otlatmakta olduğumuz
arkadaşlardan birine, benim koyunlara da bakıvermesini rica edip eğlence
yerinin yolunu tuttum, Mekke'ye girdiğimde bir evin kenarından geçerken bir
düğün eğlencesine rastladım. Defler çalimp,
düdükler öttürülmekte idi. Birine sordum: "Burada ne oluyor?" diye...
O da: "Falancanın oğlunu1 falanın kızıyla everiyorlar. Onların evlenme
oyunu var..." diye cevap verdi. Derken oracıkta bana öylesine bir ağırlık
bastırdı ki, hemen uyuya kalmışım. Allah'a yemin ederim ki, beni ancak ufukta
yükselen güneşin yakıcı sıcağından başka birşey uyarmış değildir... Sonra
arkadaşıma döndüğüm zaman bana "ne yaptığımı" sordu. Ben de:
"Hiç bir şey" yapmadım, yolda giderken bir düğün evinin kenarında uyuyakalmışım"
dedim. Başka bir günün gecesinde arkadaşıma aynı ricada bulundum. O da ricamı
kabul etti... Koyunları ona emanet ederek Mekke'deki müsamereye katılmak üzere
yine yola koyuldum. Yine yolumun üzerinde bir düğün vardı. Onu seyredeyim derken,
yine uyuyakalmışım... Allah'a yemin olsun ki, yine beni uyaran sadece güneşin
yükselerek sıcağıyla beni uyandırması olmuştur. Arkadaşıma döndüğümde, o yine
bana, ne yaptığımı sordu. Ben de cevabımda, "hiç bir şey" yapmadığımı
söyledim ve durumu olduğu gibi anlattım... İşte benim bu iki teşebbüsümden her
ikisi de böyle geçmiştir... Bundan sonra da, ne böyle hir teşebbüsde bulundum,
ne de böyle bir şey aklımdan geçti... Sizi, Yüce Allah'a yemin ederek te'ınin
ederim ki aynen böyle olmuştur ve ben bu hâl üzere, tâ bana Peygamberlik
verilinceye kadar devam ve sebat ettim."
(İbn-i Hacer,
bu rivayetin râvilerini sağlam, senedinin hasen ve muttasıl olduğunu,
bildirmiştir.)
Taberanî, Ebû Nuaym ve
İbn-i Asakır Ammâr bin Yâsir'den şöyle rivayet ediyor: Ammar demiştir ki: "Bazı
kimseler Peygamber Efendimiz'e: "Ey Allah'ın Resulü, siz hiç câhiliye
devrinde kadınlara gittiniz mi?" diye sordular. Peygamberiniz de şu cevabı verdiler: "Hayır! Benim bu
hususta iki randevum vardı. Birinde bir düğün evinin kenarında uyuyakâldım, diğerindeyse
daha kalabalık bir eğlence yerine rastadığımda yine orada Allah üzerime bir
ağırlık verdi. Güneş'in ortalığı iyice kızdırdığı zamana kadar oracıkta
uyuyakalmışım... İşte hepsi bu kadar."[60]
Buhârî ve Müslim İbn-i Abbâs'dan şöyle rivayet ederler: Cenab-ı Hakk, Şüarâ
Süresindeki: "Habîbim, yakın akrabanı inzâr et!" mealindeki âyetini
indirdiği zaman Peygamberimiz, Kureyş'in bütün kabilelerini çağırıp topladı ve
onlara şöyle hitap etti: "Söyleyiniz bakalım! Şimdi ben sizlere, "şu
dağın arkasında düşman var, sabahın erken vaktinde hücum edip hepinizi helak
edecek!" desem, bana inanmaz mısınız?" Onlar cevabında dediler ki:
"Elbette inanırız! Çünkü bizler, bugüne kadar senin hiçbir yalanim
yakalamadık!" Bunun üzerine Peygamberimiz: "tmdf beni iyi dinleyiniz! Ben, sizleri uyarmak
üzere gönderilmiş bir Peygamberim. Eğer dinleyip uymazsanız, muhakkak şiddetli
bir azaba duçar olacaksınız" buyurdular. Orada bulunanlardan Ebû Leheb,
hemen ortaya atılıp: "Yâ Muhammed! Sana yazıklar olsun! Sen bizi buraya
bunun için mi çağırdın!" diye haykırdı. Yüce Allah da bunun üzerine:
"Ebû Leheb'in iki eli kurusun! Kurudu da!" mealindeki âyetini inzal
buyurdu."
Ebû Nuaym'in Âişe validemizden rivayeti:
"Peygamberimiz buyurdular ki: Ben, Zeyd bin Amr bin Nüfeyl'i
putlar adına kurban kesmeyi açıkça ayıplarken işittim. O, Allah'tan başkası
adına kesilenlerin yenilemiyeceğini söylüyordu. Ben de, Allah'ı beni
Peygamberlikle keremlendirdiği güne kadar, putlar adına kesilen-hayvanların
etinden hiç yemedim."[61]
Ebû Nuaym ve İbn-i Asâkir Ali'den
şunu naklederler: Bir gün Peygamber Efendimiz'e:
- "Ey Allah'ın Resulü, sen hiç puta
tapdın mı?" diye soruldu. Peygamberimiz de şu karşılığı verdi:
- "Hayır!" Tekrar denildi ki:
- "Hiç içki
içtin mi?" O da cevabında:
- "Hayır, içmedim" dedi ve
şunları ilave etti: "Ben, Allah'ın bana verdiği temiz fıtratla, bütün
bunların kötü olduğunu biliyor ve bütün bunlardan uzak kalıyordum! Kureyş'in
atalarim takliden üzerinde bulunduğu yolun, şirk ve küfür yolu olduğunu da
biliyordum... Ancak bana Peygamberlik verilmezden önce, Kitâb'ın aslı nedir,
imanın aslı nedir, bilmezdim..." [62]
Bazı kaynaklar (Ebû Nuaym, İbn-i Sa'd ve İbn-i Asâkir) İbn-i Abbâs'tan
şu haberi çıkarmıştır: "Ümmü Eymen bana bir defasında dedi ki:
"Büvâne denilen yerde bir put vardı. Kureyş senenin bir gününde bu putu
ziyaret eder, ona tazınıler sunardı. Ebû Tâlib de kavmiyle beraber orada
bulunurdu... Bu günü bayram sayardı. Ebû Tâlib, bu güne götürmek üzere Peygamberimiz'e
de İsrâ'r ederdi. Peygamberimiz ise red ederdi. Bir defasında bu yüzden Ebû
Tâlib Peygamberimiz'e iyice kızmıştı... Halaları bile O'na kızmışlar,
şiddetli bir Öfkeyle: "İlahlarımıza (tanrılarımıza) saygı göstermekten
kaçınmakla başına bir hal gelmesinden korkuyoruz Ey Muhammedi Kavminin
bayramına katılmamakla ne kasd ediyorsun bilmiyoruz..." diye söylenmişler,
hattâ O'nu götürmeye ikna etmişlerdi.
Onlarla beraber yola çıkan Peygamberimiz,
biraz sonra kayıplara karışmıştır... Dönüp geldiği zaman yine halaları
kendisine: "Sana ne oldu, seni kim korkuttu?" diye sormuşlardı. Peygamberimiz: "Bana
bir hâl olmasından korkuyorum" demişti. Halaları da: "Ey Muhammed,
hiç korkma! Şeytanın sana zarar vermesine Allah müsâade etmez. Çünkü sen, çok
iyi ve hayırlı bir zâtsın... Şimdi hiç korkmadan, ne gördüğünü bize anlatır
mısın?" demişlerdi. Peygamberimiz de yine cevabında: "Ben her ne zaman
putlardan birine biraz yakın olsam, beyaz elbiseli biri gelip haykırıyor:
"Geriye ey Muhammed, geriye! Sakın yaklaşma ve asla hiç bir puta el
sürme!..."
Bu olayı anlatan Ümmü Eymen der ki:
"Bu seneden başka bir daha onların bayramına, Peygamberimiz asla
katılmamıştır..."
Yine Ebû
Nuaym'in İbn-i
Asâkir'le birlikte Ata tarîkinden ve İbn-i Abbâs'tan
da şöyle bir rivayetleri bulunmaktadır: "Bir gün Peygamberimiz amcasının
oğulları ile birlikte Îsâf denilen putun yanında durdular. Peygamberimiz gözünü
Kabe'ye dikerek bir müddet öylece kaldılar. Sonra dönüp geldiği zaman, amca
oğulları kendisine neden öyle yaptığim sordular. Efendimiz de verdiği cevapta:
"Putların yanında dikilmekten men'olundum!" buyurdular." [63]
Beyhekî, Ebû Nuaym ve
sahihtir kaydiyle Hâkim,
Zeyd bin Hârise'den şöyle nakleder: "Îsâf denilen bakırdan bir put vardı.
Buna, Naile de derlerdi. Müşrikler, Kabe'yi tavaf ederken bu puta el sürerek
teberrük ve tazimde bulunurlardı. Bir defasında Peygamberimiz tavaf ederken, ben
de onun yanında tavaf ediyordum. Îsâf veya Naile denilen
putun yanına vardığım zaman ona el sürdüm. Derhal Peygamberimiz:
"Yâ Zeyd, sakın ona el sürme!" diyerek beni ikâz etti. Tabiî, henüz
kendisine Peygamberlik gelmiş değildi. Bu sırada ben, kendi kendime dedim ki:
"Yine el süreyim de bakayım, ne olacak?" Ona yaklaştığım zaman yine
el sürdüm... Peygamberimiz tekrar: "Sana, ona el sürme demedim
mi?" diye uyarıda bulundular. Ben de Allah'a yemin ederim ki, bir daha bir puta el
sürmedim... ve de el sürmeden İslâm devrine girdim..."
İmâm-ı Ahmed, Urve bin Zübeyr'den rivayet ediyor. O demiştir ki:
Bana Hadlce validemizin bir komşusunun anlattığına göre, bir defasında Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Ey
Hadîce, Allah'a yemin ederim ki ben, asla Lâfa ibadet etmem! Ebediyen Uzzâ'ya
ibâdet etmem!"
İbn-i İshak, Beyhekî ve Ebû Nuaym'in Cilbeyr bin Mut'im'den
rivayetleri aynen şöyle: "Ben, bir hac mevsınıinde Peygamber'in devesi üzerinde Arafat'ta vakfe yapmasına şahit
olmuş idim. O, kendilerine Humus deyip Arafat'a çıkmayan, vakfelerini
Müzdelife'de yapan Kureyş eşrafimn (!) âdetlerini böylece
terketmiş, halkla birlikte Arafat'a çıkmıştır... Şüphesiz bu O'na, Allah'ın bir
yardımı idi. İslâm'a uygun olanın, câhiliye zamanında bile yaşanması idi."
(Buhârî ve Müslim'in Aışe'den rivayetlerinde de: Kureyş'in kendilerini
"biz eşraftanız ve harem ehliyiz" diyerek halktan ayırdıkları ve
vakfe için Arafat'a çıkmadıkları hakkında açık beyan bulunmaktadır.)
Hasen bin Süfyân Müsned adlı eserinde,
El-Beğavî Mu'cem'inde, el-Bârûdî el-Sahâbe adlı kitabında Rubey'a el-Cüraşi'den
şöyle naklederler: "Cahiliyye zamanında idi. Peygamberimiz de kavmi ile
beraber hac için çıkmıştı. Vakfesi için halk ile beraber Arafat'a gidip devesi
üzerinde durmuş idi. Ben kendi kendime dedim ve bildim ki, hiç şüphesiz Allah
O'nu buna muvaffak kılmıştı."
[4] Şuara suresi, 218, 219
[55] Tevbe suresi, 113
[56] Kasas suresi, 56
4 KAVMİNİN O'NA
BÜYÜK SEVGİ VE SAYGISI
Yâkub bin Süfyân
ve Beyhekî İbn-i Şihâb'dan... O demiştir ki: "Kureyş Kabe'yi
yeniden yaparken sıra Haceru'l-Esved'in yerine konulmasına gelince, büyük bir
ihtilâfa düştü. Onu hangi kabilenin yerine koyacağim tayin
edemiyorlardı. Dediler ki: "İlk gelecek olan zâtı hakem tayin
edelim!" Bunu kabul edip anlaştılar. Derken Resûlüllah çıkageldi. Bu
sırada kendisinin yaşı Otuz beş idi. O'nu hakem tayin ettiler. O da
Haceru'l-Esved'in bir yaygı içine konulmasını ve yaygimn her tarafından bir kabile reisinin tutarak hep
beraber yerine konulmasını teklif etti... Hepsi bunu kabul ettiler ve böyle
yaptılar. Hep beraber onu konulacağı yere kadar kaldırdılar, Peygamberimiz de onu yaygıdan
alıp yerine kendi eliyle koyuverdi. Böylece üzerinde şiddetle ihtilaf edilen bu
nıes'eie halledilmiş oldu... Sonra yaşı ilerledikçe O'nu daha çok sever ve
sayar oldular. Kendisini sadece El-Emîn diye çağırmaya başladılar. Hattâ hiç
biri, Peygamher'e dua ettirmeksizin hayvanim boğazlamaz
oldu... O da onların hayrına dua ediverirdi."
Ebû Nuaym ile İbn-i Sa'd'ın
çıkardığı bir habere göre, İbn-i Abbâs ve Muhammed bin Cübeyr bin
Mut'im şöyle demişlerdir: "Peygamber Efendimiz Haceru'l-Esved'i yerine koyduğu zaman, Necid
halkından bir adam gidip bir taş getirdi ve bununla Haceru'l-Esved'i yerine
güzelce sıkıştırması için Peygamberimiz'e vermek istedi. Abbâs buna
itiraz etti ve kendisi bir taş alarak Hacer'i bununta bağlayıp sıkıştırması
için Peygamberimiz'e verdi. Peygamberimiz de öyle yaptı.
Necidli adam öfkelenerek şöyle söylenmeye başladı: "Malları, akılları, yaş
ve başları yerinde, üstelik Mekke'nin eşrafı olan bir kavnıe ne demeli bilmem?
Bu ne kadar şaşılacak bir iş? Küçük yaştaki Muhammed'i hakem yaparak Hacer'i
onun eliyle yerine koyuyorlar! O'nu başa geçiriyorlar! Hepsi O'nun sözünü tutup
kendisine hizmetçi oluyorlar! Bu gidişle vallahi bu adam, her hususta hepsini
geride bırakıp nasibleri de kendi eliyle dağıtacak bir mevkie gelecek! Kureyş
de buna engel olamayacak!..." O gün, bu şekilde söylenen adamın, îblîs
olduğu söylenir..."
İbn-i Sa'd ve İbn-i Asâkir Dâvûd
bin Husayridan rivayet eder. O şöyle demiştir: "Resûlüllah Efendimiz,
kavminin her bakımdan en faziletlisi olarak büyüdü; hepsinin en güzel ahlaklısı
O idi. Mürüvette ve hoşgörüde en ileri olan O idi, en iyi komşu idi. Hılim, emânet
ve sadâkat bakımından hepsinden önde idi, çirkin söz söylemekten en uzak olan
da yine o idi. O'nun şu veya bu ile çekişip cidalleştiği görülmemiştir...
Kavmi yanında O, o kadar emindi ki, kendisini ancak El-Emîn diyerek
çağırıyorlardı."
Ebû Nuaym Mücâhid'den
şöyle nakleder: "Bana efendim Abdullah bin es-Sâib söyledi. Şöyle ki:
"Ben, câhiliye zamanında Peygamberimizin ortağı idim. Ben Medine'ye gittiğimde bana:
- "Beni tanıdın mı?" diye
sordu. Ben de:
- "Evet yâ Resûlallah. Sen benim
ortağımdın, hem de ne güzel bir ortak. Kimseyle çekişip didişmezdiniz"
diye karşılık verdim.
Ebû Dâvûd, Ebû Ya'lâ, İbn-i Münde ve Harâitî, Abdullah bin Ebû'l-Hamsâ'dan
şöyle rivayet ederler: "Ben, Peygamber Efendimiz'e Peygamberlik verilmezden önce kendisinden birşey satın almış ve
O'na biraz borcum kalmıştı... Kendisine:
- "Burada bekle,
kalanim getirip vereyim" demiştim. Ben
bu maksatla oradan ayrıldım, fakat o gün ve ertesi gün bunu tamamen unutmuşum.
Üçüncü günü hatırladığımda derhal oraya koştum, kendisinin hâlâ orada
beklemekte olduğunu gördüm. Tabiî bende olan alacağım da verdim. O bana dedi
ki:
- "Bu kadar bekletmekle şüphesiz bana
sıkıntı vermiş oldunuz! Tam üç gün beni burada beklettiniz."
Rubeyyi bin
Haysem'den İbn-i Sa'd'in çıkardığı haber ise şöyledir: "İslâm'dan
önceki câhiliye devrinde, Kureyş büyükleri bazı ciddî mes'elelerde, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) hakemliğine başvururdu." [1]
Peygamberimizin Hadice Adına Şam'a Ticaret Kafilesi Çıkardığı
Zaman Meydana Gelen Alâmetler
İbn-i İshak der ki: Hadîce, bir ticaret kafilesi hazırlayıp
Şam'a çıkarması için arzusunu O'na söyledi. O da kabul edip ticaret kafilesi
ile Şam'a hareket etti. Yanında Meysere de vardı. Meysere Hadîce'nin kölesi
idi. Şam'a vardıkları zaman bir manastır yakimndaki ağacın altında
konakladılar. Manastırın sahibi olan rahip Meysere'ye gelerek ağacın altında
istirahat etmekte olanın kim olduğunu sordu. Meysere de: "O, Harem-i Şerif
halkından ve Kureyş'ten bir adamdır" dedi. Râhib: "Bu ağacın altında
ancak bir Peygamber konakladı" diye mukabelede bulundu, îddiâ
ederler ki Meysere o rahîb'e, "iki meleğin yol esnasında Muhammed'i
gölgelendirdiğini" söylemiş... Birlikte Mekke'ye geldikleri zaman Hatice'nin malim teslim ettiler. Hatice bu malın tamamim satışa
arz etti. Yüzde yüz kazanç elde etti... Meysere Hatice'ye râhib'in sözlerini ve
yol esnasında iki meleğin O'nu güneşten koruduğunu anlattı... Bu yüzdendir ki
Hatice O'nunla evlenmeğe büyük bir arzu duydu ve evlendiler..."
(Bunu, aynen Beyhekî de rivayet etmiştir.)
İbn-i Sa'd, Ebû Nuaym ve İbn-i Asâkir, Nefise bint-i Münye'den rivayet eder: Demiştir
ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yirmi beş yaşına girdiği zaman, Mekke'de kendisinin el-Emîn
isminden başka bir adı yoktu... Hatice adına Şam'a ticaret kafilesini götürdüğü
zaman Meysere de kendisiyle beraber idi. Busrâ'ya vardıkları zaman oradaki
rahib:
- "Bu ağacın altında ancak bir Peygamber konakladı... Ey Meysere O'nun gözlerinde kırmızılık
var mıdır?" dedi. Meysere
- "Evet" karşılığim verdi.
- "Bu kırmızılık bâzan geçer
mi?" dedi. Meysere
de:
- "Hayır" dedi. Râhib:
- "Öyleyse bu
zat, bir Peygamberdir" diye konuştu...
Ticâret malim satarken birisi kendisine: "Lât ve Uzzâ
adına yemin eder misin?" diye
yemin vermek istedi. Peygamberimiz bunu kesinlikle red eyledi. Adam da: "Söz
senin sözündür, hak olan budur!" dedi. Sonra Meysere'ye dönüp:
"Bilesin ki bu zât Peygamber olacaktır.
Bizını rahiplerimiz okuduğu kitaplarda bunu böyle bulmaktadırlar" diye
ekledi. Kafile Mekke'ye döndüğü zaman Meysere, bu duyduklarim ve
diğer olup bitenleri Hatice'ye anlattı... Hattâ Resûlüllah devesi üzerinde
Mekke'ye girerken iki meleğin kendisini gölgelendirmekte olduğunu Hatice de
gördü ve diğer kadınlara da gösterdi." [2]
Peygamberimizin Hatice ile Nikahlanması Hakkında Meydana Gelen
Bir Fevkalâdelik
İbn-i Sa'd,
Saîd bin Cübeyr'den, o da İbn-i Abbâs'tan rivayet eder: "Mekke kadınları bir bayram
gününü kutlamak üzere çıkmışlardı. Bir putun önünde toplanıp duruyorlardı. Bir
erkek kişi suretinde birinin, kendilerine yaklaşarak şöyle nida etmekte
olduğunu duydular: "Ey Mekke kadınları! Sizin beldenizde yakında bir
Peygamber çıkacak, O'nun adı Ahmed olacak, Allah'ın elçiliği (ve son Peygamberlik
vazifesi) O'nda olacak... İçinizden hangi kadın, O'nun eşi olma imkanım
bulursa, O'na eş olmaya baksın!" Bu sesi duyan kadınlar kızıp
hiddetlendiler ve o temsilî şahsı taşladılar, ona kötü sözler sarfedip
lanetlediler... Hatice ise, sâdece sükût edip onu taşlama ve lanetleme işine
hiç karışmadı."
“
Onun Peygamber Olarak Gönderilmesi Sırasında Görülen
Bazı Özellik ve Mucizeler
Buhârî ve Müslim Âişe'den rivayet ederler. O demiştir ki: "Peygamber Efendimiz'e
ilk gelen vahiy, rüya şeklinde olmuştur. Şüphesiz bunlar, sâlih rüyalar idi.
Her biri, sabah aydınlığı gibi hak olarak tecellî ediyordu. Sonra O'na,
yalnızlık sevgisi verildi. Hirâ Dağı'na gider, orada ibâdete dalardı. Bunlar,
ibâdetle geçirilen sayılı gecelerdi. Azığı tükenince döner gelir, Hatice de
kendisine azık hazırlar, tekrar Hira'ya giderdi. Derken ansızın melek kendisine
gelip hitap etti:
- "Oku yâ Muhammed!" Allah'ın
Resulü ise buna:
- "Ben okumak bilmem!" diye
karşılık vermiştir... Olayı bizzat kendisi anlatan Peygamber Efendimiz şöyle
buyurmuştur: "Melek beni kucaklayıp iyice sıktı, o derece ki ben, canım
çıkacak sandım. Sonra beni bıraktı ve:
- "Oku yâ Muhammed!" diye
haykırdı. Ben de:
- "Ben okuma bilmem!" diyerek
cevap verdim... Tekrar üçüncü defa olarak beni kucakladı ve iyice sıktıktan
sonra bıraktı ve kuvvetli ve şiddetli bir sesle:
- "Oku yâ Muhammed!" diye
haykırdı ve ilâve etti: "...Yaratan Rabbinin adı ile oku!..."
Melek, böylece bu beş
âyeti baştan sonuna kadar okudu."'
İşte, olayı bu şekilde ve kendilerine ait
ifâdelerle anlatan
sevgili Peygamberimiz, vahiy meleğinin
ayrılmasından sonra hemen koşarak ve mübarek kalbi çarparak evine döner.
Hatice'ye hitaben:
- "Beni örtünüz,
beni örtünüz!" der. Onu örterler. Bir müddet sonra korkusu ve ürpertisi
gider. Kalkar ve yine Hatice'ye hitapla: "Gerçekten bana bir
şey olacak diye korktum..." der ve olanları anlatır. Kendisini dikkatle
dinleyen Hatice, şu karşılığı verir: "Ben Allah'a yemin ederim ki Allah
seni utandırmayacaktır!... Çünkü sen akrabaya iyilik eder, doğruyu söyler, âciz
ve zayıflara yardımcı olur, fakiri korur ve destekler, eşe-dosta ziyafetler
verir, bir musibete uğrayanın imdadına koşarsın."
Hatice, bunları söyledikten sonra O'nu
alarak Varaka bin
Nevfel'e götürdü. Varaka,
cahıliye zamanında hristiyanlığa geçmiş, kitabı Arapça yazan, İncil'i İbrânîce
okuyan bilgili bir kimse idi. Hatice kendisine dedi ki:
- "Ey Amca oğlu, kardeşinin oğlu
neler diyor, bir dinle." Varaka Peygamberimiz'e, "neler gördüğünü" sordu. Peygamberimiz de gördüklerini
anlattı. Varaka:
- "Bu senin gördüğün, En-Nâmûs'tur, yâni Cebrâîl ve onun vâzıtasiyle gelen şerîattir ki, Mûsa'ya
da aynen gelmişti" dedi ve ilâve etti: "Ah keşke benim bu hususta
gücüm kuvvetim olsa! Keşke, onlar seni Mekke'den çıkaracakları zaman ben de
hayatta olsam! Sana yardımcı bulunsam!"
Peygamberimiz:
- "Demek onlar beni Mekke'den
çıkaracaklar mı?" dedi. Varaka:
- "Evet, hiçbir
Peygamber gelmemiştir ki kavmi ona mutlaka
düşman kesilmesin... Eğer ben o güne yetişecek olursam yâ Muhammed, hiç şüphen
olmasın, sana yardımcı olurum! Hem öyle bir yardım ederim ki, düşmanlar da buna
şaşar!"
Bu olaydan az bir zaman geçmişti ki, Varaka vefat etti ve
sözünü ettiği günleri görmek ona nasib olmadı."
İmâm-ı Ahmed ve Beyhekî'nin rivayet ettikleri de bu mealdedir. Ancak onların
Zührî tarîkinden sevkettikleri bu rivayette şu farklılık vardır: "...ve sonra
vahyin arkası kesildi. Peygamberimiz bundan çok üzüldüler... Hattâ bize ulaşan
haberlere göre, Peygamberimiz kapıldığı dayanılmaz
hüzünlerin te'siri altında, dağın zirvesinden kendisini aşağı atmak için kaç
defa zirveye kadar çıkmış, tam kendisini atacağı zaman Cebrâîl kendisine görünüp:
"Ey Muhammed, sen Allah'ın
Resulüsün!" diyerek hitap etmiştir. Resûlüllah Efndimiz'in de bununla
kalbi sükûne ermiş,' nefsi karar kılmıştır ve dönüp gelmiş, vahyin gelmesini
beklemiştir. Uzun müddet bekledikten sonra vahyin yine gelmediğini görüp
dayanılmaz acılara uğramış, kendisini aşağı atmak için tekrar zirveye
çıkmış, Cebrâîl de
yine: "Ey Muhammed Sen Allah'ın Resulüsün!" diyerek kendisine
seslenip O'nu teskin etmiştir. Bu hâl, vahyin tekrar başlamasına karar
müteaddid defalar vukua gelmiştir."
Buhârî üzerine
yazdığı şerhde İbn-i Hacer der ki: "Peygamberimizin böylesine acılar ve baskılar altında kalması,
Peygamberler içinde yalnız kendisine hâs olan bir hâldir... Diğer
Peygamberlerden herhangi birisinin, vahiy başlangıcında başına böyle bir hâl
geldiği vâkî değildir. Bunun ilâhî hikmeti ise O'nun iyice vahye
hazırlanmasıdır. Büyük bir kuvvet ve ciddiyetle kendisine indirilecek olan şeye
bağlanması, diğer şeylerden ilgisinin kesilmesi içindir. Bunda ayrıca,
kendisine indirilecek olan şeyin, ne kadar büyük, ağır ve önemli olduğuna da
tenbîh vardır. Bunun hikmetini açıklamak üzere şöyle bir tevcih de yapılmıştır:
"İnsanın kendisini kaptırabileceği bir takım hayâl ve vesveseler esas
itibariyle insanın elinde olan bir şey olmadığından; bu gibi şeylerden iyice
kesilmesi ve uzaklaşması için Peygamberimizde o hâl, Cenab-ı Hakk tarafından yaşatılmıştır... Bu
hâli yaşadıktan sonra, cismen ve bedenen dahi, son derece ağır ve büyük olan
İlâhî Vahye iyice hazır hâle gelmiştir ve artık bilmiştir ki: "Bu Allah'ın
bir emridir, O'nun emrindendir."
Yine Buhârî ve Müslim Câbir bin
Abdullah'tan rivayet ederler. O şöyle demiştir: "Peygamber'in (sallallahü aleyhi
ve sellem) ilahî vahyin kesilmesinden bahisle şöyle konuştuğunu
işittim: "...Ben, o sırada giderken yukarı taraftan gelen bir ses işittim,
başımı kaldırdığım zaman, bana Hırâ'da gelen meleğin olduğunu gördüm... Yerle
gök arasında duran bir koltuk üzerine oturmuş (altı yüz kanadim ufka yaymış)
bir vaziyette idi. O'nu böylesine görünce koktum ve evime dönerek: "Beni
örtünüz, beni örtünüz!" diyerek örtünüp yattım. Bu sırada bana Yüce Allah
şu âyetlerini inzal buyurdu:
"Ey elbisesine bürünen, kalk uyar!
Rabbini tekbîr et, büyük tanı, elbiseni temiz tut, pislikten (Allah'a eş
tutmak, puta tapmak gibi çirkin şeylerden) uzak dur!"
Bu âyetleri (ki Müddessir Suresinin ilk
beş âyetleridir) indirdikten sonra, artık vahyin arkası kesilmedi; peşpeşe
devam etti." [4]
Beyhekî,
İbn-i İshâk'tan rivayet eder. O demiştir ki: "Bana Abdullah oğlu
Abdü'l-Melik bazı ehli ilimden naklen şöyle anlattı: "Yüce Allah Habîbi
Muhammed'i keremlendirmek ve Peygamberlik ile vazifelendirmek istediği
zaman, Peygamberimiz hangi taşa veya ağaca uğrasa, mutlaka onların
kendisine selam verdiklerini işitirdi. "Bu ses de nedir?" diye
arkasına dönüp baktığında, sağim solunu teftiş ettiğinde, kimseleri göremezdi.
Halbuki kendisine: "Ey Allah'ın Resulü Allah'ın selamı senin üzerine
olsun!" diye selam verilmekte olduğunu işitirdi. Her sene bir aylığına
Hıra Dağı'na gider, orada ibâdete çekilirdi. Nihayet Yüce Allah'ın kendisine
nübüvvet vererek keremlendireceği zaman geldiğinde ki bu, bu senenin Ramazan
ayında Kadir Gecesi'nde idi, önceki yıllarda olduğu gibi O, yine Hıra'daki
mağarasında idi. Orada Allah'ın keremine ve elçiliğine mazhar oldu... Cebrâîl,
Allah'ın emriyle geldi ve uyumakta olan Peygambere:
- "Oku!"
diye emretti... Peygamberimiz:
- "Ben okumak
bilmem" diye cevap verdi. Bizzat kendisi bu noktayı
anlatırken: "Bunun üzerine Cebrâîl beni
kucaklayıp iyice sıktı. O kadar sıktı ki ben Öleceğimi zannettim. Sonra beni
bırakıp:
- "Oku!"
dedi. Ben de kendisine:
- "Ne okuyacağım?" dedim. Yine
önceki gibi beni şiddetle sıkıp bıraktı ve:
- "Oku!"
diye seslendi. Ben:
- Ne okuyacağım?" dedim. Cebrâîl:
- "Yaratan Rabbinin adı ile
oku!..." dedi ve beş âyeti sonuna kadar kendisi okudu... Sonra dönüp
gitti... Ben de uykumdan uyandım... Sanki kalbime bir kitabın sureti
işlenmişti.'Yoksa şâir mi
oluyorum" diye endişeye kapıldım. Çünkü ben,
şairlikten de, mecnunluktan da çok nefret etmekte idim... Her nerede bir şâir
veya mecnun görsem, asla ona bakmaya dayanamazdım... ve:
"Şairlik de, mecnunluk da uzak olsun, uzak!" derdim... Sonra endişem
iyice artıp, eğer Kureyş benim hakkımda bunları söylemeye başlarsa benim hâlim
nice olur? diye korkmaya başladım... Kureyş'i böyle konuşturmaktansa, gidip
dağın zirvesinden kendimi aşağıya atayım, dedim. Sırf bu düşünce ve maksatla
giderken ansızın semâdan" bir ses işittim. Bu Cebrâîl idi. Diyordu ki:
- "Ey Muhammed, sen Allah'ın
Resulüsün, ben de Cebrâîl'im!" Başımı kaldırıp yukarı baktım ve bütün
heybetiyle ve gerçek melek şekliyle onu gördüm... Semânın ufkunu kaplamış idi.
Onun bu nidası, beni bundan caydırmıştı. Fakat ne bir adım geri, ne de bir adım
ileri atmaksızm orada durakladım... Gözümü de asla semadaki diktiğim noktadan
ayıramıyordum. Cebrâîl'i devamlı görüyordum. Nihayet vakit ilerlemişti. O
benden, ben de ondan ayrıldım. Evime geldiğimde Hatîce bana:
-
"Neredeydiniz?" diye sordu. Ben de kendisine:
- "Şairlik ve mecnunluk benden uzak
olsun!" diye karşılık verdim... Hatîce:
- "Allah'ın seni bunlardan korumasını
dilerim! Sana böyle bir şey olmasına Allah asla izin vermiyecektir! Çünkü ben
senin hep doğru sözlü olduğunu, emânete hakkiyle riâyet ettiğini, huyunun çok
iyi ve güzel olduğunu, akrabana ve fakirlere iyilikte bulunduğunu çok iyi
bilmekteyim. Böyle bir kulunu Allah, nasıl olur da bu hallere düşürür? Bu asla
olmaz!" diye konuştu. Ben kendisine olup-bitenleri anlattım. Beni dikkatle
dinledikten sonra:
- "Müjde ey amcamın oğlu, müjde!
Bunda sabır ve sebat et! Ben ümîd ediyorum ki sen, bu ümmetin Peygamberi olacaksın..."
Hatice bunları söyledikten sonra
kalkıp Varaka'nın
yanına gitti... Olanları ona anlatmış... O da kendisine demiş ki: "Eğer bu
söylediklerin doğru ise, muhakkak o, şu ümmetin Peygamberi olacaktır... Muhakkak ona, Mûsa'ya gelen Namûs-ı
Ekber gelecektir."
Beyhekî'nin naklettiği bir habere göre, İbn-i İshak demiştir
ki: Bana İsmail, Hakim Hatice'den naklen söyledi. O demiş ki: "Ben Resûlüllah Efendimiz'e
sabır ve sebat telkin eden sözlerim sırasında dedim ki:
- "Ey amcamın oğlu, sana o görünen
şey geldiği zaman bana haber ver." Hatice ve Peygamberimiz birlikte otururlarken Cebrâîl yine gelip görünmüş. Peygamberimiz:
- "Yâ
Hatice, İşte geldi" demiş.
Hatice:
- "Şimdi sen
onu görüyor musun?" demiş. Peygamberimiz:
- "Evet" karşılığim vermiş. Hatice:
- "Gel, sağ tarafıma otur"
demiş. Peygamberimiz de kalkıp oturmuş.
Hatice: "Şimdi yine görüyor musun?" demiş. Efendimiz de:
- "Evet" karşılığim vermiş. Hatice:
- "Gel kucağıma otur" demiş.
Efendimiz de oturmuş. Hatice: "Şimdi görüyor musun?" diye
sormuş. Peygamberimiz:
- "Evet"
demiş... Bunun üzerine Hatice başim açıp
örtüsünü yere koyduktan sonra tekrar sormuş:
- "Şimdi yine
görüyor musun?" Peygamberimiz:
- "Hayır" diye cevaplamış...
Hatice:
- "Bu sana gelen, katiyyen şeytan olamaz...
Eğer şeytan olsaydı başımı açınca kaçmazdı... O, muhakkak bir melektir. Ey
amcamın oğlu, sabır ve sebat et! Sebat et, sana müjdeler olsun!"
Sonra Hatice Peygamberimiz1 e îmân etmiştir ve:
"Şehadet ederim ki sana gelen haktır!" diyerek şehadette bulunmuştur.
İbn-i İshâk der ki: Ben bu hadîsi Abdullah bin Hasen'e
anlattım. O da bana dedi ki: "Ey İshak'ın oğlu, bu hadîsi, Fâtıma bintİ
Hüseyn de anlattı. Ancak onun bana anlattığı metinde Hatîce'nin şöyle dediği
bildirilmekte idi: "Bu sırada Peygamberimizi gömleğimin içine aldım. Bunun üzerine Cebrâîl derhal oradan uzaklaştı."
Beyhekî ve Ebû Nuaym Amr bin Şürahbil'den
naklederler. O
demiştir ki: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Hatice'ye hitaben:
- "Ben, tek başıma kaldığım zamanlar
bir ses duyuyorum. Vallahi başıma bir hâl gelmesinden korkuyorum!"
demiştir... Hatice de:
- "Allah
korusun! Allah buna izin vermez. Allah'a andolsun ki sen, emâneti eda ediyorsun, akrabayı gözetiyorsun, dâima
doğruyu söylüyorsun..." Bu sırada Ebû Bekir
gelmiş. Hatice ona olanları anlatmış ve Muhammed'i alarak Varaka'ya götürmesini rica
etmiş. O da Peygamberimiz'i alarak birlikte
gitmişler. Hâli ona anlatmışlar. Varaka:
- "Nasıl?" diye sorduğunda Peygamberimiz:
- "Yolda giderken sesler duyuyorum.
Arkamdan bana: "Ey Muhammedi Ey Muhammedi" diye nida olunuyor... Ben
de bundan korkarak kaçıyorum..." cevabında bulunmuştur. Varaka:
- "Hiç kaçma! O sana geldiği zaman
sebat et. Onun ne dediğini iyi anla. Sonra bana gel olduğu gibi anlat..."
demiştir.
Peygamberimiz yine bir gün
yalnız kalmıştı. Bir melek kendisine: "Ey Muhammedi Ben, bütün varlığımla
şehadet ederim ki, Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. Yine şehadet ederim ki
Muhammed Allah'ın kulu ve resulüdür!" Sonra Peygamberimiz'e hitaben: "Ey
Muhammed, Önce besmele'yi oku sonra arkasından şu Fatiha Sûresi'nin âyetlerini
sonuna kadar oku!" diye tebliğ etmiştir. Yine o melek, bundan sonra da:
"Ey Muhammed, lâ ilahe illallah de! Allah'tan başka hiçbir ilah olmadığına
şehadet getir!" emrini teblîg etmiştir.... Bunlar vukua geldikten
sonra Peygamberimiz durumu Varaka'ya bildirmiş, o da:
- "Müjde sana müjde! isa'nın
müjdelediği zâtın sen olduğuna ben şehadet ederim... Mûsa'ya gelen sana da gelmiştir... Sen
hak Peygambersin. Sonra sen cihad ile emrolunacaksın.
Ben o güne yetişirsem, seninle beraber elbette cihad ederim..." diye
karşılık vermiştir...
Sonra çok
geçmedi Varaka vefat etti... Resûlüllah
Efendimiz ondan bahisle demişlerdir ki: "Ben
onu, sırtına atlastan bir cübbe giymiş bir vaziyette (memnun ve mesrur) gördüm.
Çünkü o bana imân etmiş, beni tasdik edip doğrulamıştır." [5]
Ebû Nuaym'in
Abdullah bin Şeddâd'dan çıkardığı haber de şöyledir: "Varaka Hatice'ye demiştir
ki: "Senin kocan, ona görüneni huzurunda açıkça görmüş mü?" Hatice:
"Evet" demiş. Varaka bunun üzerine demiş ki: "Senin kocan
bir Peygamberdir ve ona kendi ümmetinden çok eziyetler
olacaktır..."
Yine Ebû Nuaym'in Urue tarikiyle Âişe'den rivayeti de şöyledir: "Hatice olanları Varaka'ya anlattığı
zaman Varaka demiştir
ki: "Cibril'i gönderen Allah, Subbûh'tur, Subbûh'tur! Yüce ve
münezzehtir... Böyle putlara tapılan bir ülkede Cibril'in adı anılmazdı...
Cibril, Allah'ın kendisi ile Peygamberleri
arasında bir "Vahiy Emmi" dir. Sen Muhammed'i al, kendisine gelen
meleği gördüğü yere götür. Melek geldiği zaman sana haber versin, sen de o
zaman başim açıver. Eğer Allah tarafından gönderilmiş bir
melek ise, o hemen gider, o da onu göremez." Hatice buna dair olan şeyi
anlatırken: "Ben de onun dediğini yaptım. Başımı açınca melek görünmez
oldu. O da onu göremedi. Bunun üzerine Varaka'ya gidip durumu anlattım. O da şunu söyledi:
"Şüphesiz O'na Nâmûs-ı Ekber gelecektir."
Sonra Varaka, Peygamberimiz'in açıkça davetini
yapacağı günleri beklemeye koyuldu. Kendisi duygulu ve inançlı bir adamdı. Bu
husustaki duygularim şiir hâlinde terennüm etmeye başladı. Söylediği
şiirler şu mealde idi:
"Ben, gözyaşları içinde düşünen bir
adamım!
Sabittir yolunda, sağa-sola sapmaz
ayağım..."
"Hatice'nin söyledikleri
çok dokundu bana,
O derece ki işledi hem ciğere, hem
cana..."
"Bekliyorum
büyükçe bir ümidle şu Mekke'de,
Bütün bu söylenenler ne zaman çıkacak
diye..."
"Inşaallah bir hilafr'blmaksızın
çıkacak!
Biz insanlara
Muhammed yönetici olacak.
"Bütün beldeleri O'nun nuru
aydınlatacak!
Hakk gelip yerleşecek, bâtıl da
batacak!"
"Uğraşanlar O'nunla boylayacak hep
hüsranı.
O'na uyanlar ise, kazanacaklar
gufranı..."
"Keşke, bütün bunlar olduğu zaman ben
de olsam!
Getirdiği dîne önce girip, felahı
bulsam..."
"Hayır" diyerek Kureyş
uzaklaşırken hayırdan,
"Evet" diyerek ben, girip dîne,
olsam çağırgan!"
"Onlar toplu
olarak muhalefet ederlerken...
Olsam ben, tek başıma başın yücelerde
çeken!"
"Sefîh
olanlardan, inkardan başka ne beklenir?
İnkâr ettikleri halbuki Hakk'ın sefiridir." .
"Onlar o gün sağ olur, ben de sağ
olursam eğer, Muhakkak ki benden onlara bir ürperti değer?" "Eğer,
ölür gider de hiç görmezsem o günü... Şükürler Rabbim'e ki, gösterdi bana
bugünü!"
Tayâlisi, Haris bin Ebû Üsâme'den, Ebû Nuaym de
Yezîd bin Babnûs tarikiyle Âişe'dcn rivayet eder. O şöyle demiştir: "Peygamberimiz Hatice
ile birlikte Hıra'da bir ay itikâfta bulunmayı nezr etmişti (adamıştı). Bu
Ramazan ayına rastladı. Bir gece dışarı çıktığında, "Ey Allah'ın elçisi,
selam sana!" diye bir ses duydu... O, bu hususta buyurdu ki: "Ben bu
sesi duyduğum zaman korktum, hattâ bunu ansızın karşılaştığım bir cin
zannettim... Acele gelip Hatice'ye anlattım. O da bana: "Müjde sana ey
Muhammedi Bilesin ki selam hayırlıdır, bunda korkulacak bir şey yoktur."
Sonra yine dışarı çıkmıştım, bu sefer Cebrâîl ile karşılaştım, kanadımın birini doğuya,
diğerini de batıya yaymıştı. Yine korkuya kapılarak hızlıca döndüm... Eve
geldiğimde kapimn önünde onu yine gördüm. Benimle konuştu ve korkum yok oldu.
Bana, belli bir zaman sonra tekrar geleceğini söyledi. Ben de kendisini
bekledim, hattâ gelmeyecek sandım. Bir de ne göreyim o, MîkâÜ ile birlikte
karşımda durmakta... Ufku tamamen kaplamış vaziyetteydiler. Cebrâîl aşağıya
inip yanıma geldi, beni iyice kucaklayıp sırtüstü yere yatırdı. Sonra kalbimi
yarıp çıkardı. Sonra çıkarılmasını Allah'ın dilediği şeyleri çıkarıp altından
bir tas içinde zemzem ile yıkadı. Sonra yerine iade etti. Sonra güzelce
bağlayıp dikti. Sonra beni alıp tersınıe çevirdi ve arkama bir mühür vurdu.
Hatta bunu tâ kalbimde hissettim. Sonra gırtlağımı yakaladı, ben de yüksek
sesle ağlamaya başladım. Bu sırada o bana: "Oku ey Muhammed!" diye
haykırdı. Ben ise okumak bilmiyordum, hiç okuyup yazmış değildim... Tabiî bir
şey okuyamadım... O yine: "Oku!" diye seslendi. Ben de: "Ne
okuyacağım?" diye sormak zorunda kaldım. O: "Rabbinin adiyle
oku!" diye emretti ve beş âyetin sonuna kadar okudu... Sonra bir adamı
terazinin öbür kefesine koyup benimle tarttı. Ben ondan ağır geldim... Yine
beni, bir başka adamla tarttı, ben yine ağır bastım... Sırayla beni yüzüncü
adama kadar tarttı, her defasında ben ağır geldim. Bunun üzerine Mîkâîl: "Ümmeti O'na uyacak,
Kabe'nin Rabbi'ne yemin ederim!" dedi. Bu olaydan sonra, her ne zaman bir
ağaca veya taşa rastlasam, mutlaka bana; "Es-Selâmü aleyke yâ
Resûlellah" diyerek selam veriyordu..."
Yine Ebû
Nuaym'in Mu'temir bin Süleyman'dan rivayeti de
şöyledir: "Cebrâîl Peygamberimizi
kucaklayıp inci ve yakutlarla süslenmiş bir yaygı üzerine oturtmuş ve
kendisine hitapla: "Ey Muhammed, Rabbinin adiyle oku!..." demiştir.
Beş âyeti sonuna kadar okuduktan sonra: "Korkma yâ Muhammed! Sen gerçekten
Allah'ın resulüsün!" diyerek O'nu te'yid etmiştir... Bundan sonra Peygamberimiz sür'atle
evine dönmüştür. Dönüşü sırasında rastladığı her ağaç ve taş kendisini selam
ile karşılamış ve secde ederek saygı hareketinde bulunmuştur. Peygam-berimiz'in
de bu sebeble korkusu gitmiş, nefsi yatışmış; Allah'ın îutuf ve keremine mazhar
olduğuna iyice inanmıştır..."
İbn-i Sa'd İbn-i Abbâs'tan rivayet eder. O demiştir ki: Peygamber Efendimiz Ecyâd
denilen yerde iken, ayağından birini diğeri üzerine atmış vaziyette ve ufukta
bir melek görmüş. Melek: "Ey Muhammed, ben Cebrâîl'im"
diye seslenmiş... Bu sebeble Peygamberimiz korku içinde kalmış. Başim ne zaman semâya
kaldırsa Cebrâîl'i
görüyormuş. Derhal evine dönmüş. Hatice'ye durumu bildirmek üzere: "Ey
Hatice, Allah'a yemin ederim ki ben, şu putlara ve kâhinlere kızdığım kadar
hiçbir şeye kızmış değilim! Böyle sesler duymakla, "Ben de mi kâhin olacağım"
diye korkuyorum..." demiştir. Hatice de: "Böyle söyleme, asla sen
kâhin olamazsın! Çünkü Allah edebiyyen senin hakkında böyle bir şeye izin
vermez. Zira sen, akrabayı gözetir, sözün daima doğrusunu söyler, emaneti edâ
edersin. Gerçekten sen, son derece güzel bir ahlâka sahipsin. Böylesine güzel
bir ahlak verdiği kulunu, Yüce Allah yalnız ve yardımsız bırakmaz. Kötü
varlıkların kendisine dokunmasına izin vermez. Bir kâhin olmasına müsade
etmez..." gibi sözlerle karşılık ve te-sellî vermiştir. Sonra
Hatice, Varaka bin
Nevfel'e gitmiş, durumu an-, latmış, Varaka da demiştir ki: "Allah'a yemin ederim ki o
gerçektir! Bu, gerçekten Peygamberliğin bir başlangıcıdır. Muhakkak ona Nâmus-ı
Ekber gelecektir. Sen Muhammed'e söyle, içinde hayır düşünceden başka bir şey
bulundurmasın, asla korku ve endişeye düşmesin."
Tayalisi, Tirmizî ve Beyhekî Câbir
bin Semura'dan nakleder, o demiştir ki: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve
sellem) buyurdu: "Bana Peygamberlik
verildiği günlerde Mekke'de beni selamlayan bir taş vardı. Ben oradan geçtiğim
zaman, hep o taşı tanırdım..." Müslim'in buna dair haberi şu şekilde naklettiğini
görüyoruz: "Peygamberimiz buyurdu: Ben Mekke'de bir taş tanırım, bana
Peygamberlik verilmezden önce bu taş hep beni selamlardı. Ben, bu taşı şimdi de
tanımaktayım." [6]
Dâremi, hasendir kaydiyle Tirmtzî,
sahihtir hükmüyle Hâkim,
Ta-berânî, Ebû Nuaym ve Beyhekî Ali'den
rivayet ederler. O şöyle demiştir: "Bizler Peygamb erimiz'in yanında
bulunuyorduk. O Mekke'den çıkıp dolaşmaya başladı. Her ne zaman bir ağaca veya
taşa rastlasa, mutlaka onun selamı ile karşılaşıyordu. Taş, ağaç veya dağ
kendisine lisana gelip: "Selâm sana ey Allah'ın
Resulü!" diyordu. Bunu ben dahî duyuyordum." [7]- .
İbn-i Sa'd ve
Ebû Nuaytn Berâ binti Ebû Tecrât'tan nakleder. O şöyle demiştir: "Yüce
Allah Peygamber Efendimiz'e Peygamberlik ile kerem kılacağı zaman, Efendimiz;
haceti için çıkar, hattâ Mekke'nin evlerinden hiç biri görünmeyecek bir yere
kadar uzaklaşır, dağ yollarında kaybolur giderdi. Bu sırada uğradığı her taş ve
ağaç kendisine selâm verirdi. Peygamberimiz sağına, soluna ve arkasına bakar, hiç bir
kimseyi göremezdi."
Ebû Nuaym bu rivayeti başka bir tanktan da nakletmiştir.
Ondaki farklılık ise şudur: "Peygamberimiz de onların selamına selam ile karşılık verirdi.
Bu şekilde karşılık vermesini kendisine Cebrâîl öğretmişti."
Yine İbn-i'-i Sa'd ve Beyhekî, İbrahim
bin Muhammed bin Tal-ha'dan şöyle rivayet ediyor. Talha bin Ubeydullah dedi ki:
"Ben Busrâ çarşısında bulunuyordum. Bir rahip, manastırından şöyle
bağırıyordu: "Şu mevsınıde şurada toplanmış olan insanlardan, Mekke
Haremi'nden gelmiş kimse var mıdır?" Ben buna "evet" diye cevap
verdim. Rahip bana dönüp: "Ahmed meydana çıktı mı?" diye sordu. Ben: "Ahmed dediğin
kim?" dedim. Rahip: "Abdü'l-Müttalib'in oğlu Abdullah'ın
oğludur" dedi ve ilave etti: "İçinde bulunduğunuz şu ay da, onun
meydana çıkacağı aydır. O, Peygamberlerin sonuncusu olacaktır. O önce Mekke'den
çıkacak, sonra hurmalık şehre, Harre'ye, Sibâh'a hicret edecektir. Sakın bu
hususta başkalarından geri kalma!"
Rahibin bu dediklerinden kalbime bir şey
düştü. Çabuk hazırlanıp yola koyuldum. Mekke'ye geldiğim zaman: "Mühim bir
şey oldu mu?" diye sordum. Dediler ki: "Abdullah'ın oğlu Muhammed
el-Emîn meydana çıktı, Peygamberliğini ilân etti. Ebû Bekir kendisine inanıp
tâbi oldu." Ben de derhal Ebû Bekir'e gittim. Râhib'in dediklerini ona anlattım.
Ebû Bekir de derhal Peygambere gidip benden duyduklarim anlattı. Bundan memnun ve mesrur
olan Peygamberimiz, beni İslama davet
eyledi. Ben de müslüman oldum. "
Talha'nın müsîüman olması üzerine çok
sinirlenen Nevfel bin el-Adeviyye, Talha'nın elinden tutarak bağladı, Ebû
Bekir'i de Talha ile birlikte bağladı. Bu sebeple kendilerine
"el-Karîneyn" denilip böylece anılır oldu. Bununla: "İslâm
uğrunda işkenceye uğrayan iki arkadaş" demek isterlerdi." [8]
İkrime tarikiyle İbn-i Abhas'tan Ebû Nuaym'in
çıkardığı bir habere göre: Abbâs şöyle demiştir: "Bir ticaret kafilesi
ile ve ticaret maksadı ile Yemen'e gitmiştim. Kafilede Ebû Sûfyan da vardı.
Biz oradayken Hanzala bin Ebû Süfyan'dan aldığımız mektupta şöyle deniliyordu:
Muhammed Peygamberliğini ilân etti, insanları Allah'a ve Onun dinine
çağırıyor." Bu haber Yemende çeşitli toplantılarda derhal duyuldu ve
yayıldı. Sonra yahudüerden bir haham tarafindan bize şöyle denilmekte idi:
"Şu Peygamberinizi ilân eden adamın amcası olan bir zât, sizin kafile
içindeymiş, doğru mu?" Ben kendisine: "Evet" dedim. Dedi ki:
"Allah aşkına doğru söyle, O'nun herhangi bir sefîhliği, eğlenceye meyilli
oluşu görülmüş müdür?" Ben de dedim ki: "Abdül-Müttalib'in ilâhına
yemin olsun ki onda böyle bir şey görülmemiştir. O, asla yalan da söylememiş,
emânete hıyanet de etmemiştir. O'nun Kureyş yanındaki adı
"El-Emîn'dir." Bunun üzerine haham: "O'nun okuma yazması var
mıdır?" diye sordu. Ben: "Hayır" dedim. Haham yerinden fırlayıp
cübbesini orada bırakarak bağırmaya başladı: "Yahudiler mahvoldu,
yahudüer mahvoldu!"
Sonra kafilemizin konakladığı yere
geldiğimiz zaman, Ebû Süfyan bana: "Ey Abbâs, görüyorsun ki yahudiler
yeğenin Muhammed'den korkuyorlar" dedi. Ben kendisine şu karşılığı
verdim: "Benim gördüğümü sen de gördün. O'na inanmak hususunda ne dersin?
O geçekten Peygamber ise, başkalarim geride bırakarak öne geçmiş olursun. Eğer öyle
değilse, hiç olmazsa kendisini yalnız bırakmamış olursun. Emsalinden bazılarim
yanında bulursun." Ebû Süfyan bana şu karşılığı verdi: "Ben, atlı
askerlerin Mekke'nin üst tarafında görüleceği güne kadar O'na îmân etmem!"
Ben, "Sen ne diyorsun?" dedim. O da bana: "Hiç, rast-gele
konuşuyorum. Fakat aynı zamanda Mekke'nin üst tarafında bizleri zorlayacak
askerlerin görülmesine Allah'ın izin vermiyeceğini de biliyorum (!)" diye
karşılık verdi."
Vaktâ ki Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'yi fethettiler,
biz o gün Mekke'nin üst tarafından İslâm askerinin gelişini de seyrettik. O
sırada Ebû Süfyan'a: "Daha Önceki sarf ettiğin sözleri hatırlıyor
musun?" diye sordum. O da: "Allah'a yemin ederim ki, o sözleri aynen
hatırlıyorum!" diye cevap verdi."
Haris bin Ebâ
Üsâme Müsned'inde İkrime bin Hâlid'den nakleder. O demiştir
ki: "Kureyş'ten bazıları deniz yolculuğu yapıyordu. Peygam-berimiz'in
gönderilme zamanı idi. Onlar denizde giderken fırtınaya yakalandılar. Bir
adaya sığındılar. Adada kendilerini bir adam karşıladı ve onlara:
"Kimlersiniz?" diye sordu. Onlar: "Kureyş'teniz" dediler.
O: "Kureyş de kim?" diye sordu. Onlar da: "Mekke
haremindeniz" dediler. O: "Şimdi sizi tanıdım, fakat sizler Harem-i
Şerifin ehli değilsiniz, onun ehli biziz" dedi ve kendisinin Cürhüm
kabilesinden olduğunu söyledi. Ayrıca; "söyleyin bakalım Ecyâd denilen
yere niçin bu isını verilmiştir?" diye sordu ve kendisi cevapladı:
"Bizını atlarımız oraya ayak bastığı için." Onlar da kendisine yeni
bir olaydan bahisle: "Bizını memleketimizde bir adam çıktı,
kendisinin Peygamber olduğunu iddia ediyor. Bu adamın esas itibariyle
şöyle şöyle halleri ve üstün nitelikleri vardır. Şimdi bize bu hususta ne
dersin?" dediler. O adalı adam da dedi ki: "O'nun davası haktır, siz
O'na uyunuz! Eğer benim şu halim olmasa, muhakkak ben de sizlere katılır, sizlerle
beraber o'na uyardım." [9]
İbn-i Asâkir Abdurrahmân bin Humeyd tarikiyle onun babasından,
o da kendi babasından nakleder. O şöyle demiş: "Ben Peygam-berimiz'in
gönderilmesinden bir sene önce Yemen'e sefer etmiştim. Hımyerli Avâkin oğlu
Askelân'ın yanına indiğimde bana Mekke, Kabe ve Zemzem'den sordu.
"İçinizden şerefli ve emniyetli bir adam meydana çıktı mı? Dininiz
hakkında size karşı gelen birileri duyuldu mu?" dedi. Ben kendisine: "Hayır"
diye cevap verdim. Nihayet Peygamberimizin gönderilmesi sırasında Yemen'e bir seferim daha
oldu. Yine onun ziyaretine gittim. Kendisi iyice zayıflamış, kulakları
ağırlaşmış idi. Çocukları ve torunları başına toplanmışlardı. Benim geldiğimi kendisine
haber verdiler. Onu yatağından kaldırıp arkasına yastıklarla destek koydular.
Bana hitaben: "Kim olduğunu söyle" dedi. Ben de: "Abdurahman bin
Avfım" dedim. O: "Yeter ey Kureyş'in ve Zühre'nin kardeşi" dedi
ve ilave edip: "Sana ticaretten daha hayırlı bir müjdem var, ne
dersin?" dedi. Ben de: "Hay Hay!" dedim. Dedi ki: "Sana
olan müjdem, şaşırtıcı ve rağbet ettirici bir müjdedir! Bundan önceki ayda
Allah senin kavminden bir Peygamber gönderdi. O'nu tertemiz bir dost olarak seçti, O'na kitap indirdi. Kitabın okunmasına
sevaplar verdi. O'nu putlardan neh-yetti, insanları İslâm'a çağırmasını
emretti. O, iyiliği emreder ve işler, bâtılı nehyeder ve yıkar." Bunun
üzerine ben kendisine: "O Peygamber kimlerdendir?" diye sordum. Cevabında: "O, ne Ezd kabilesindendir, ne döküntü
ve ayak takımından. O, Hâşim oğullarındandır. Sizler O'nun yakınlarısınız. Ey Abdurahman, benim sana
söylediklerimi gizli tut! Mekke'ye de çabuk dön! Sonra git ve O'na destek ol,
O'na inan ve O'nu gerçekle! Kendisine benim şu şiirlerimi
de ulaştırıver:
Yaradılmışların Hâliki, gece ve gündüzün
Fâliki Yüce Allah'a şahadet ederim ki senin (ey Muhammed) Kureyş yanındaki
şerefin çok yüksektir. Ey, babası yüz deve kurban edilerek kurtarılmış bulunan
zât, sen bir Peygamber olarak gönderildin! Hak ve Yâkine davet edersin,
hak ve Felâh'a çağırır irşâd eylersin. Mûsa'nın Rabbi olan Allah'a yemin ederim
ki sen, Mekke Vadisinde Allah'ın elçisi kılındın. Bütün insanları iyilik ve
kurtuluşa çağıran O Yüce Melik'in yanında, ne olur bana da şefaatçi
ol."
Abdurahman diyor ki, ben onun beyitlerini
bir güzelce ezberledim ve işlerimin çabuk görülmesine baktım. Tez Mekke'ye
döndüm. Ebû Bekir ile karşılaştım ve onu durumdan haberdar ettim. O da dedi
ki: "Bu Muhammeb bin Abdullah'tır. Allah O'nu gerçekten elçi kılmıştır, hemen
kendisine gidip îmân etmelisin." Ben de derhal kendisine gittim. O sırada
kendileri Hatice'nin evinde idi. Beni görünce gülümsediler ve şöyle buyurdular:
"Güzel ve yumuşak bir çehre görüyorum, ey Abdur-rahmân; bunun sebebi ne
ola ki?" Ben şu karşılığı verdim:
"Neyi öğrenmek istediniz yâ
Muhammed?" Bunun üzerine buyurdular ki: "Sen bana verilmek üzere bir
emâneti yüklendin, yahut da bana tebliğ edilmek üzere bir elçilik vazifesi
kabullendin. Onu bana vermelisin!" Ben de kendisine emâneti teslim ettim ve
akabinde de müslüman oldum." [10]
Peygamberimiz'in Cebrâîl'i bu şekilde görmesine gelince. Bu seferinde Cebrâîl,
Allah'ın kendisini yarattığı aslî fıtratı ve sureti ile görünmüştür. Altı yüz
kanadı ile bütün ufku kapatmıştı. Cebrâîl'in O'na bu şekilde görünmesi, şu âyetlerle de
anlatılmıştır: "Üstün akla sahip olan (melek) doğruldu (gerçek m eleklik
şeklinde göründü.) Kendisi yüksek ufukta iken." (Necm Sûresi, 6-7). Peygamberimiz Melek Cebrâîl'i
gerçek meleklik şeklinde bir başka defa daha görmüştür. Bu ise, isrâ Gecesi'nde
Sidre-i Müntehâ'da vukua gelmiştir. Yine aynı Sûrenin şu mealdeki âyetleri de
buna işaret etmektedir:
"Andolsun ki O onu, bir kez daha inerken
görmüştü, Sidratü-l-Müntehâ'nın yanında." (Necm Sûresi, 13-l4).
Vahiy; Lügatta bir şeyi hızlı ve gizli
olarak bildirmek, demektir. Bunun için gizlice yapılan bir işarete, elçiliğe,
hilkat ve fıtratın verdiği ilhama da vahiy denilmiştir. Vahyin; din ve şeriat
lisanındaki manası İse: Yüce Allah'ın herhangi bir Peygamberine vahiy
yollarından herhangi biri ile ilkâ etmesi, yâni onun kalbine indirmesidir. Bu;
yâ onun kalbine ilkâ edilmesi şeklinde olur, yâ uyurken rüya yolu ile olur, yâ
vahiy meleği Cebrâîl'in
gönderilmesi suretiyle olur, ya da perde ötesinden Allah'ın kendisi ile
konuşması şeklinde olur
5 PEYGAMBERİMİZE
PEYGAMBERLİK VERİLMESİ SIRASINDA DUYULAN BAZI SESLER
Buhârî Ömer bin el-Hattâb (radıyallahü anh) den rivayet eder. Adamın biri Ömer'e uğramış, Ömer ona kim olduğunu sormuş. Adam: "Ben
câhiliyye zamanı onların kâhini idim" demiş. Ömer: "Peki, sana gelen cinlerin en şaşırtıcı haberi
ne idi?" diye sormuş. Adam: "Ben günün birinde bir çarşıda
bulunuyordum. Cinlerden birinin gelip: "Şu cinlerin işine şaşmaz mısın?
İnsanları hayrete ve ümidsizliğe düşürürken, sınıde de herkesten önce müslüman
olacağız diye koşturuyor?" diye haykırdı. Doğrusu bu benim için çok
şaşırtıcı olmuştur."
Ömer, o adama hitaben: "Doğrudur" dedi ve
şunları ilave etti: "Ben de günün birinde onların putlarimn yanında uyuyordum. Adamın biri bir davar getirip putun
yanında kesti. Ondan öylesine bir feryad çıktı ki, ben bu kadar şiddetli bir
feryadı daha önce işitmemiş tim. Evet, şiddetle feryad ediyor ve şöyle diyordu:
;'Ky celîh! Emr-i necîh, recül-i nasîh!... (En güzel nasîhatçı) bak ne diyor:
"Lâ ilahe illallah = Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur!"
İşte bu ses üzerine, yanımdaki adamlar
kalkarak kaçmaya başladılar. Ben ise: "Bunun aslimn
ne olduğunu öğrenmeden buradan ayrılmam!" diyordum. Aynı feryadı ikinci ve
üçüncü defa- işittim. Bunun üzerine ben de kalkıp gitmek istedim. Hiç vakit
geçmemişti ki, "İşte Peygamber zuhur
etti!" denildiğine şahit olduk..."
(Buhârî bunu, Ömer'in Müslüman Oluşu Bâbı'nda zikreder.)
"Gıfâr Oğulları bir gün Kabe yakimndaki
putlarına bir buzağı kurban etmek istediler. Onu putun yanına götürdüklerinde
öyle bir feryad kopardı ki, "Ey Zerîh, bir iş ki necîh, bir konuşma ki
gayet fasîh! Haykırıyor gayet seçik, çağırıyor gayet açık: "Lâ ilahe
illallah!" ...Mekke bu davetle çınlıyor maşallah!..." Adamlar böyle
feryad eden buzağıyı serbest bırakıp beklemeye başladılar. Derken bir baktılar
ki Peygamberimiz Peygamberliğini ilân edivermiş..."
(Yine Beyhekî ile İmâm-ı Ahmed'in
Mücâhid'den bu mealde bir rivayetleri var. Fakat bunda buzağı yerine sığır
deniimiştir.)
Yine Beyhekî'nin Berâ tarikiyle Ömer'den bir riv yeti: "Ömer bin el-Hattâb (radıyallahü anh), Sevâd bin Kârib'e:
"Müslümanlığı kabul etmen nasıl oldu bize anlatır mısın?" diye
sormuş. Sevad da şöyl- anlatmış: "Benim cinlerden kendisine danışmalarda
bulunduğum bir arkadaşım vardı. Bir gün ben uyurken o gelip ansızın beni uyardı
ve bana: "Kalk, anla ve aklim çalıştır! Eğer
akledersen, Lueyy bin Gâlib Oğullarından bir Peygamberin gelmiş olduğunu anlamakta gecikmezsin." Bundan
sonra şiir hâlinde şunları söylemeye başladı:
"Cinlere ve onların azgınlarimn
hâline şaşıyorum... Şimdi de içlerinden bazıları binitini yola sürmüş, hidâyet
ve rüşd yolunu aramak üzere Mekke'ye yönelmekte... Elbette onların mü'ınin ve
müslüman olanları, kâfirleri gibi değildir. Haydi sen de Hâşim Oğullarından
seçilmiş Peygamber'e git, kendi gözünle O'nu gör ve uyumaya çalış."
O bana bunları söyledikten sonra ismen ve de büyük bir hiddetle hitabederek:
"Ey Sevâd, gerçekten Allahü teâlâ bir Peygamber göndermiştir, haydi durma O'na git, hidâyet ve rüşde nail ol!" diye
emretti, ikinci gece oldu, yine o bana böyle gelip aynı şeyleri söyledi. Bunu
üçüncü gece de tekrarladı. Her üç gecede aynı anlama gelen şiirleri okumayı da
ihmâl etmedi. Bunun üzerine ben düşünmeye başladım. Baktım kalbimde İslâm için
ciddî bir sevgi doğmuş... Gidip Peygamberi
gördüm. O beni görünce: "Merhaba ey Sevâd, biz sana geleni ve seni uyaranı
biliyoruz" buyurdu. Ben: "Ey Allah'ın Resulü, ben bunu kendi üslûbumla
şiir hâlinde tekrara çalıştım. Bu şiirimi benden' dinler misiniz? diyerek
müsâde istedim ve şiirimi okumaya başladım:
"Bir uyku ve istirahat sonrasında
bana danışmanım geldi. Ne kadar tanıdı isem de hiç onun yalanim yakalamış
değilim. Her üç gecede onun bana söylediği: "Lueyy bin Gâlib Oğullarından
bir Hakk elçisi geldi" sözü olmuştur. Ben de paçayı kolları sıvayıp
sür'atli binit devemin sırtına atlayarak uzaktan geldim... îmdi ben şehâdet
ederim ki: Allah'tan başka bir ilâh yoktur, şüphesiz Sen de O'nun elçisisin,
her gâib haber için Emîni'sin... Peygamberler
içinde şefaati bize en yakın olanısın. Ey en keremli ve en şerefli ataların
evladı... Ey yeryüzünde yürüyenlerin en hayırlısı, sana geleni bize tebliğ
eyle! O gelenler her ne kadar başımızdaki saçı ağartacak kadar ağır ve zor da
olsa, sen bize emret!... Bir şefaatçinin bulunmadığı o güne, bana şefaat eyle!
O günde, Sevâd bin Gâlib adındaki bu âcize, ancak sen yardımcı olabilirsin...[1]
Beyhekî Hişam bin Muhammed el-Kelbî'den nakleder. O
demiştir ki: "Bana Tayy kabilesinin yaşlı adamlarından bazıları anlatırlar
ve dediler ki: Kendisi Tayy kabilesinden olduğu halde Umman arazîsinde bir
puthânede müstahdem olarak çalışan Mazin adında biri vardı. Onun Nâcez adında
bir putu bulunuyordu. Mazin bu putuyla ilgili olayı anlatmak üzere demiştir ki:
"Bir gün ben putuma bir kurban sunuyordum. Bu sırada putun içinde gür bir
ses işittim. Bu ses diyordu ki: Ey Mazin, durma yönel, yönel! Bana kulak ver de
dinle, cahillik etme de anla! İşte gönderilen. Peygamber, O'na semadan gelmiş haber, O'na îmân et de olma
ebter... Cehennemde yanmaktan kurtul, onun yakacağı taşdır veya kul!"
Mazin der ki: "Vallahi bu çok
şaşılacak bir şey!" dedim. Sonra birkaç gün geçti, ben putuma bir kurban
daha sundum. Aynı mealde evvelkinden daha açık sözler işittim. Diyordu ki:
"Ey Mazin, dinle sürura er! Hayrı açığa çıkaran, şerri yerin dibine
batıran dine gir! Mudar'dan Muhammed Peygamber olarak görderildi, semâdan
Allah'ın en büyük dini indirildi. Artık sen, kendi elinizle yonttuğunuz taşlara
tapınmaktan vazgeç! Ebedî azaptan kurtaracak yolu seç!..."
Putun içinden gelen bu sesler beni dehşete
düşürdü ve: "Bu, Öncekilerden daha da şaşılacak bir şey!" demekten
kendimi alamadım. Fakat hakkımda murâd edilen bir hayırdır, diye yorumladım...
Hicaz ülkesinden bir adam geldi bu sırada. Geldiğin yerde ne gibi bir haber
var, diye sorduk. O da dedi ki: "Mekke vadisinde bir adam çıktı ortaya...
Kendisinin yanına gelenleri yeni dine davet ediyor. Adına Ahmed denilen bu adam,
"Ey insanlar, Allah'ın dâvetçisine icabet ediniz!" ilânında
bulunuyor." Ben, adamın bu sözleri üzerine: "Vallahi benim işittiğim
şeyin anlamı da budur" diye söyledim. Derhal yola çıkıp Peygamber'e
gittim, Allah'ın salât ve selâmı O'na olsun! O bana, İslâmı bir güzelce anlattı, ben de müslüman
oldum... Peygamber Efendimiz'e
dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, ben bazı kötü alışkanlıkları olan bir
kimseyim; içki ve eğlenceye, kadınlara düşkünüm... Arazîmiz de yıllardır
kuraktır... Sonra Allah bana bir oğlan da vermemiştir. Ne olur, benim hakkımda
Allah'a dua ediverseniz de, bu sıkıntı ve kötülüklerden kurtulsam; hem bir erkek
evlada, hem bol yağmura kavuşsam."
Peygamberimiz derhal dua
buyurarak: "Ey Allah'ım, bu kulunun eğlence sevgisini Kur'ân okuma
sevgisine çevir! Harama olan isteklerini, helâl olan istekler hâline getir. Onu
yağmura ve erkek evlâda nail eyle."
Durumu böyle dile getiren Mazin, devamla
diyor ki: "Yüce Allah benim bütün sıkıntı ve yaramazlıklarımı giderdi.
Beni hem evlâda, hem de bol yağmura nail eyledi.
(Bu rivayeti, Hişâm
bin el-Kelbî yoluyla Taberânî ve Ebû Nuaym de nakletmişlerdir.)
İbn-i Şahin es-Sahâbe adlı kitabında,
İbn-i Mende Delâilü'n-Nü-büvve adlı esirinde, el-Muâfi de el-Celîs adlı kitabında
Ebû Haysenıe tarikiyle Abdurrahmân bin Ebû Sübre'den, o da Ziibâb bin el-Hâris
es-Sahabî'den rivayet ederler. O demiştir ki: "tbnü Vakşe'nin cinlerden
bir danışmanı vardı, olacak şeyleri ona haber verirdi. Bir gün yine ona gelerek
ve dikkatle kendisine bakarak: "Ey Zübâb, ey Zübâb! Şaşılacak haberler
var, dinle! Muhammed'e Mekke'de Peygamberlik verildi, davete başladı, fakat kimseler kendisini
dinlememekte..." Dedim ki: "Peki bu nasıl oldu, bana anlat." O
cevabında: "İşte bu kadar, olanlar şimdilik fazla sayılmaz" diye
konuştu. Nihayet Peygamber'in
(sallallahü aleyhi ve
sellem) çıkışim bizzat işittim ve kendisine tâbi oldum, müslümanlığı kabul ettim."
Şebbe oğlu Ömer, Gıfâf kabilesinde Osman oğlu el-Cemûh'dan nakleder.
O şöyle demiştir: "Biz câhiliye zamanında mahallemizde oturuyorduk. Derhal
bir haykırış duyduk geceleyin... Feryâd edercesine bağıran bu ses; şiirden bazı
kısınılar söylüyordu. Ertesi gece ve daha ertesi gece de gelip aynen o şiirleri
söyleyip gitti. Aradan zaman geçmemişti ki, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) ortaya çıktığı haberi geldi."
İbn-i Sa'd ve İbn-i Asâkir Yezıd
bin Rûmân'dan nakleder. O şöyle anlatmıştır: "Osman bin Affân ve Talha bin
Ubeydullah Peygamber Efendimiz'e
gidip açıktan müslıiman oldular. Osman dedi ki: Ey Allah'ın Resulü, ben Şam'dan
yeni döndüm. Biz Meân ile Zerkâ arasında iken biraz uykuya dalar gibi olmuştuk.
Bir de ne görelim, biri
feryâd ediyordu: "Ey uyuyanlar! Kalkınız, kalkınız! Şimdi uyuma zamanı değildir, hemen Mekke'ye gidiniz.
Zira Mekke'de Ahmed zuhur etmiştir!" Mekke'ye geldiğimizde
sizin zuhurunuzu duyduk, müslüman olmak için geldik."
İbn-i Sa'd, Ebû Nuaym ve İbn-i Asâkir Süfyân
el-Hüzelt'den naklederler. O da demiştir ki: "Bir kafilede Şam'a
gitmiştik. Zerkâ ile Meân arasında iken bir yerde mola verdik, Uyuyup
istirahata çekildik. Birisi boyuna bağırıyordu: "Ey uyuyanlar, kalkınız,
şimdi uyuma zamanı değildir!
Mekke'de Ahmed gerçekten ortaya çıktı ve büyük cinler
sürüldü..." Bu ses üzerine hemen uyandık ve irkildik. Biz orada birtakım
genç arkadaşlar idik. Bu sesi hepimiz birlikte duymuştuk. Dönüp evimize geldik,
bir de ne görelim, herkesin dilinde konuşulanlar Mekke'deki ihtilaf...
Gerçekten Peygamber zuhur etmiş, kimi inanmış, kimileri
de inanmak istememiş. Çıkan Peygamber,
Abdü'l-Muttalib oğullarından bir zât olup adı da Muhammed imiş."
Ebû Nuaym Yâkûb bin Yezıd et-Teymî'den rivayet eder. Adamın biri Ömer'e uğrayıp sordu: "Yâ Ömer, sen bir kâhin misin? Cinlerden danışmanın ile ne
zaman buluşurdun?" Ömer kendisine şu
karşılığı verdi: "İslâm'dan az öncesi idi. Bir cin gelip: "Es-Selâm,
es-Selâm! el-hakku'l-mubîn
ve'l-hayru'd-dâim, ğayru hılmi'n-nâim... Allahu
ekber!" diyerek feryâd etmişti. Kâhinlikten maksadın bu mudur? Benim bu
sesi duymam mıdır?" Oradakilerden biri söze karışıp: "Ey mü'ıninlerin
emiri, buna benzer bir haberi de ben size söyliyeyim mi? Biz ovada giderken bir
yankıdan başka bir şey işitmiyorduk. Derken biri atma binmiş feryâd ediyordu:
"Yâ Ahmed, yâ Ahmed! Allahü alâ ve emced! Allah'ın sana va'dettiği hayır
sana geldi, ey Ahmed!" Sonra bu feryâd eden
kayboldu..."
Bu sırada oradakilerden bir diğeri söze
karışıp: "Ey mü'ıninlerin
emîri, ben de bunun gibi bir haberi anlatmak isterim.
Şöyle ki: Biz Şam'a gitmiştik. Giderken Gafra denilen yere geldiğimizde gâibden
ve arka tarafımızdan bir ses diyordu ki: "Gerçekten yıldız doğup parladı,
ortalığı aydınlattı. Şiddetli ve koyu karanlıklar içinden doğup o karanlıkları
dağıttı. Bu, Allah'ın elçisidir, O'nu tasdik eden felaha erecektir. Allah O'nun
işini yüceltecek, O'na üstün başarılar verecek onu gerçekleştirecektir..."
Ebû Nuaym İbn-i Abbâs'tan
şu haberi çıkarmıştır: "Bir gün Ebû Kubeys dağından bir cin şöyle feryad
ediyordu: Ka'b bin Fihr'i Allah yerin dibine batırsın. Akıllar ne kadar
zayıfladı ve ne kadar hafifledi? Baksanıza onun dini, ataların dini kötüleyerek
ilerlemek istiyor... Halbuki o atalar asıl kişilerdi. Cin bunu sizlere
söylerken yeminle söylüyor! Aklimzı başimza alimz,
ey hurmalıklarda ve kalelerde duranlar! Yakında atlıların birbirine girip
savaştıklarim görürsünüz. Hiç mürüvvete sığar mı ki, kişi
amcası, dayısı ile harb etsin? Dillere destan olacak şekilde akrabaları ile
savaşsın ve vicdanı bundan rahatlık duysun? Atalarimzı
düşünün ey ahâlî!"
Yâni cin (gizliden haykıran adam), bu
suretle Kureyş'i İslâm aleyhine kışkırtıyordu. Ertesi günü Mekke'de herkes bu
feryad eden sesi konuşuyordu. Onun şiir hâlinde söylediği bu sözler, müşrikler
arasında tekrarlanmıya başladı. Onlar bu sözlerle açıkça müslümanları
kötütüyorlardı. Bunun üzerine bir konuşma yapan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz: "Bu, şeytanın putlar hakkında
çektiği bir nutuktur. Bu - şeytanın adı da Mis'ar'dır. Çok geçmez Allah onu
helak edecektir!" Bundan sonra üç gün geçmişti ki, yine Ebû Kubeys
dağından bir ses feryad ediyordu: "Biz, Mis'ar'ın hesabim gördük.
Kibirlilik gösterip azdığı için cezasını çekti. Üstelik o, hem hakkı inkar
etmiş, hem de inkarı âdet haline getirmek istemişti. Elbette ki, İslama
saldıran ve tertemiz Peygamberimiz'e söven bir varlığın cezası budur!"
Bu ses de Mekke'de
konuşulur oldu. Peygamberimiz de bu hususta
şöyle buyurdu: "Bu cinlerden bir ifrittir; çok şuurlu ve kendisinden zeka
fışkıran bir varlıktır. Onun adı Semhac'dır. Ben ona Abdullah adim verdim. O bana gelip îmân etti
ve cinlerden Mis'ar'ın çoktandır peşinde olduğunu da söyledi.
Onu ele geçirmiş ve öldürmüştür."
El-Fâkihı, Mekke'ye Dâir Haberler adlı
eserinde İbn-i Abbâs'tan şöyle nakleder: Âmir bin
Rabîa[2])
dedi ki: "İslâm'ın ilk günleri idi. Biz Peygamber Efendimiz'in
yanında idik. Mekke dağlarimn birine bir ses geldi.
İnsanları müslümanların aleyhine kışkırtıyordu. Peygamberimiz: "Bu bir
şeytandır. Eğer bir şeytan, insanları Peygambere ve ona tâbi olanlara karşı kışkırtacak olursa,
mutlaka Allah onu ölümle cezalandırır" buyurdular. Çok geçmeden de onun
öldürüldüğünü haber verdiler...
Onu öldürenin cinlerden Semhac olduğunu ve
kendisinin ona "Abdullah" adim verdiklerini
söylediler... O günün gecesinde aynı yerden bir cin'in şöyle haykırdığim duydum:
"Biz Mis'ar'ı öldürdük! Çünkü o hakkı küçültmek ve inkar etmek istemiş,
küfrü övmüş, Peygamber'e
sövmüştü."
Ebû Sa'd Şerafü'l-Mustafâ adlı kitabında
Cendel bin Nadla'dan şöyle
nakleder: O, Peygamber Efendimiz'e
gidip demiştir ki: Ey Allah'ın Resulü, benim cinlerden bir arkadaşım vardı, bir
gün ansızın bana gelip dedi ki: "Haydi uyan gafleti bırak, baksana dîn
kandili yandırılmış bulunuyor! Sâdıku'l-Emîn olan Peygamber gönderilmiş
bulunuyor! Güzel huylu deveye binip hemen O'na gitmelisin, O'na îmân
etmelisin!" Ben, ne oluyor diye korku ile uyandım? O tekrar dedi ki:
"Arzı yayıp döşeyene, kesin emirleri farz kılana yemin ederim ki, Arz'ın
her tarafında Muhammed, Peygamber olarak
gönderildi. O, Mekke Haremi'nde neş'et etmiş, Taybe'ye de hicret etmiştir
(edecektir)." Bunun üzerine ben hemen yola çıktım. Gelirken da gaipten bir
ses bana: "Ey güzel huylu devesine binerek yola çıkmış adam, Peygamber'e doğru olan yolun hayırlı olsun, sen bu yolda
doğruyu bulacaksın..." diye nida ediyordu."
İbn-i'-l Kelbî Adiyy bin Hâtim'den
nakleder. O demiştir ki: "Ben, Kelb kabilesinden Habis bin Diğne adında
birini ücretle çalıştırmakta idim. Bir gün o, dehşete kapılmış vaziyette geldi.
"İşte develerin!" diyerek bağırdı. Ben kendisine: "Seni korkutan
nedir?" diye sordum. Bana verdiği cevapta dedi ki: "Ben vadide
develeri gezdirirken karşı dağ yolunda bembeyaz saçlı birisi, kartal gibi
süzülerek indi ve vadiye kondu. Ben gördüğüm manzaradan dehşete kapılmıştım
Bana hitaben dedi ki: "Ey Habis bin Diğne, ey Habis; kalbine vesvese
gelmesin, sakın kendi kendini aldatmıyasm, şüpheye mahal yoktur ki bütün
açıklığı ile Hakk'ın nuru zuhur etmiştir! Hiç vakit geçirmeksizin o nura koş, o
nura karşı sakın kibirlenme, kanad indirip kabul eyle..." Bunları bana
söyledikten sonra da oracıktan hemen kayboldu. Ben de hemen develeri toparlayıp
başka bir vadiye indirdim. Biraz sonra uykuya dalmıştım. Atlı birisi gelerek
beni uyandırdı ve bana hitaben: "Ey Habis, söylediklerimi iyi dinle!
Şaşkınlıklar içinde dolaşan biri, hiç hidâyete eren gibi midir? Sakın Tarîk-ı
Müştekim üzerinden ayrılma! Peygamber Ahmed'in getirdiğini dinle,
bütün dinler yürürlükten kaldırılmıştır!" Ben bu sözler karşısında fazla
heyecanlanıp bayılmışım. Biraz sonra aklım başıma geldiğinde, iyice bildim ki
Allah beni müslümanlık hususunda imtihan etmektedir..."
Taberânî ve Ebû Nuaym Amr bin Mürre el-Cühenî'den şu haberi
nakletmişlerdir: O demiştir ki: Ben hacc için yola çıkmıştım. Mekke'ye
vardığımda şöyle bir rüya gördüm: Mekke'den bir nûr yükseliyordu, tâ Medme
dağına ışığı vuruyordu. Sonra bu yükselen nûr sütunu içinden bir ses: "Nûr
yükseldi, karanlık mahvoldu! Son Peygamber gönderildi" diye feryad ediyordu. Sonra
bir nûr daha yükseldi, bunun da ışığı tâ Hıra ve Medâin köşklerini
aydınlatıyordu. Bana onları gösteriyordu ve içinden bir ses: "İslâm zuhur
etti, putlar kırıldı, yakınlar ve fakirler gözetildi" diyordu. Büyük bir
ürperti içinde uyandım ve arkadaşlarıma: "Vallahi burada büyük bir olay
çıkacaktır!" diyerek rüyamı anlattım. Hac dönüşü memleketimize vardığımız
zaman hepimizi sarsan bir haber ulaştı. "Ahmed adında bir zât, Mekke'de Peygamberliğini açıkça ilân etti" deniliyordu. Ben yerimde
duramayıp yola çıktım, Mekke'ye gelip Peygamberi gördüm. O'na rüyamı anlattım ve müslüman
oldum. Peygamber Efendimiz'e
dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, kavmim içinde müslümanlığı tebliğ edip
yaymam için ,beni vazifelendir!" O da bunu kabul buyurup beni vazifeli
kıldı. Ben de kavmime döndüğümde onları İslâma
davet ettim. Müslümanlığı hepsi kabul ettiler, ancak içlerinden biri aksilik ve
kibirlilik gösterip İslâm aleyhinde bulunmağa başladı. Bana hitaben beddualar
yağdırıp şöyle diyordu: "Ey Anar bin Mürre! Sen bize, ilâhlarımızı
terketmeyi ve atalarımızın yolundan sapmayı mı emrediyorsun? Bu nasıl olur?
Allah senin hayatim zehir etsin! Yaşayışında huzur yüzü görme... Hiç
aklı başında bir kimse, o büyük ve asıl ecdadın yolundan döner mi? Onları
açıkça kötüler mi?"
Ben de onun bu kötülemesi ve karşı
çıkmasına karşılık olarak dedim ki: "Ey zavallı! Dinle, içimizden hangimiz
yalancı ise, hangimiz iyiliği değil de kötülüğü istiyorsa, Allah onun hayatim kendisine
zehir etsin. Gözünü kör, ağzim dilsiz eylesin." Allah'a yemin ederim ki o
adam, vefat etmezden önce hem gözleri kör oldu, hem
de ağzı dilsiz oldu. Görmüyordu ve de konuşamıyordu. Bu şekilde helak olup
gitti.
Ebû Nuaym, el-Haraitî, İbn-i Asâkir;
Harbûz el-Mekkî tarikiyle şu haberi nakletmişler: Has'am kabilesinden biri
anlatır: Biz Araplar, çok Önceleri ne puta tapar, ne de helâl olan şeyleri
haram kılardık. Sonradan bu yollara sapılmıştır. Derken putlar hakem
yapılmıştır. Bir günün gecesinde ben de bazı yakınlarımla bir iş hususunda
putumuza danışmak üzere onun yanına gitmiştik. Ona mürâcât etmiştik. Tam bu
sırada gaipten bir ses şöyle haykırıyordu: "Ey akılları ve cisınıleri olan
insanlar! Ey hükümleri putlara isnad edenler! Sizlere ne oldu da böylesine
akılsızlık ediyorsunuz? İşte bakınız, âlemlerin Efendisi ortada duruyor!
Hükümlerin en doğrusunu ve en adaletlisini duyuruyor! İnsanları
akılsızlıklardan ve kötülüklerden koruyor! O, bütün bunları açıkça ilân edip
dururken Mekke'de, siz hâlâ ne diye duruyorsunuz bu karanlıklar içinde?"
Biz gaipten gelen bu sesi duyunca, hepimiz dehşete kapılıp putun etrafından
kaçıştık ve dağıldık. Sonra gaipten gelen sesin şiir hâlinde söylediği sözler,
Mekke'de herkes tarafından söylenir oldu. Mekke'de zuhur eden Peygamber oradaki vazifesini tamamlamış Medine'ye
göçmüştü. İslâm Medine'de hızla yayılmaya başlamıştı. Bir gün ben de Medine'ye gittim Peygamberin
huzurunda müslüman oldum."
Ebû Nuaym Temîm-i Darî'den nakleder,
O demiştir ki: "Peygamber Efendimiz gönderildiği
zaman ben Şam'da idim. Bazı ihtiyaçlarım için şehir dışına çıkmış dolaşıyordum.
Akşam olduğunda bir vadide gecelemem icâb etti. Yatarken, bana bir zarar
dokunmasın diye âdete uyarak: "Ben, şu vadinin efendisi ve sahibine
sığındım!" diyerek uzandım. Bir de ne göreyim gaipten bir ses: "Ey
Temîm, ne yapıyorsun! Niçin senin gibi bir mahlûka sığimyorsun? Bilmelisin ki hiç bir cin, Allah'ın irâdesi önüne geçemez,
Allah'ın murâd ettiği bir zararı önliyemez!" Ürpererek doğruldum ve:
"Vay anasına! Sen neler söylüyorsun?" demekten kendimi alamadım.
Gaipten tekrar: "Niye anlamıyorsun? İşte Allah'ın Resulü meydana çıktı.
Biz, O el-Emîn arkasından namaz kıldık Mekke'de... Müslüman olup Ö'na uyduk.
Cinlerin bütün hileleri sona erdi, tecellî eden vahiy konusunda kulak
hırsızlığı yapmaları da sona erdi. Sen, durma Muhammed'e git müslüman ol! O,
bütün âlemlerin rabbi olan Allah'ın hak elçisidir! Tereddüt gösterme,
derhal müslüman ol!"
Temim devamla der ki: "Sabah olunca
Şam'daki rahiplerden birine gidip olanları anlattım. Onun cevabı da şu oldu:
"Sana söylenen doğrudur. Bir Peygamber Harem'den
çıkacak, Harem'e hicret edecektir, diye bizde bilgi bulunmaktadır... O,
cümle Peygamberlerin sonuncusu ve en büyüğü olacaktır. Durma
kendisine git, müslüman ol!"
Ebû Nuaym Huveylid ed-Damrî'den nakleder: "Biz,
putlarımızdan birinin yanında oturuyorduk. Ansızın putun içinden şöyle bir ses
geldi: "Vahiy hakkında kulak hırsızlığı yapmak sona erdi! Şeytanlar o sahalardan
sürüldü. Bütün bunlar, Mekke'de zuhur eden Peygamber hürmetine tecelli etti. O'nun adı Ahmed'dir, hicret yurdu da Yesrib (Medine) dir. O, namazı
ve orucu emreder, iyilik ve yardımlaşmayı tavsiye eyler," Biz, putun
yanından kalkıp durum hakkında insanlardan soruşturmaya başladık. Bize cevaben
dediler ki: "Evet, gerçekten Mekke'de Ahmed adında bir Peygamber çıkmıştır, dâvetine başlamıştır..."
Ebû Nuaym, İbn-i Cerîr ve diğer bâzı kaynaklar Abbâs bin Mirdâs'tan naklederler. O şöyle demiştir:
"Müslümanlığı kabul ettiğim günün Önceleri idi. Babam vefatıyla
neticelenen hastalığmdaydı. Bize şöyle vasiyyette bulunmuştu: "Putumuz
Dumâr'a iyi itina gösteriniz!" Ben de onu evimde saklıyor, her gün yanına
gidip saygılar sunuyordum. O günlerde Peygamberimiz de zuhur etmiş
bulunuyordu. Vakit gece idi. Putun içinden bir ses şöyle feryad ediyordu:
"Kalk, bütün kabilelere söyle, Süleym'deki bütün halka duyur, put ehli
helak oldu, mescid ehli yaşadı!... Dumâr dediğiniz put da vadiyi boyladı! Çünkü
ancak Allah'a ibâdet yolunu gösteren Peygamber Muhammed geldi!... Öyle
bir Peygamber ki, Kureyş'ten olup bütün Peygamberlerin
ilmine varis oldu; Meryem oğlu Îsâ'dan sonra Peygamberlik ve hidâyet O'na
verildi..."
Ben, bunu kimselere söylemedim, insanlar
Ahzâb harbinden dönüp geldiler. Ben o sırada Akîk Vâdisi'nde idim. Yine
şiddetli bir ses işittim, şöyle haykırıyordu: "Geçen Pazartesi ve Salı
günlerinde nûr ve hak, devesi üzerinde savaşan Peygamberle beraberdi. Niçin görmezlikten gelirsiniz?" Diğer taraftan
bir başka ses de buna şöyle karşılık veriyordu: "Evet; cinlerin oyun ve
hileleri bozuldu, şeytanlar sürüldü, semâlar iyice korundu, Allah'ın vahyi
tertemiz olarak meydana çıktı." Ben, bunun üzerine büyük bir ürperti ile
yerimden sıçradım ve kat'î olarak bildim ki, "Artık Muhammed Peygamber olarak
gönderilmiştir."
İbn-i Sa'd ve Ebû Nuaym Saîd bin Amr el-Hüzelî'den naklederler. O şöyle
demiştir: "Bize âit bir putun yanında kurban (!) bağızlayıp o puta takdim
ettim. Putun içinden son derece şaşılacak bir ses işittim."Abdü'l-Muttalib
oğullarından bir Peygamber çıktı. Zinayı ve putlara kurban kesmeyi haram
kılıyor. Semâlar da cinlere karşı korunmuş, şeytanlar sürülmüştür..." Ben
ve yanımdakiler derhal putun yanından uzaklaştık. Vakit geçirmeksizin Mekke'ye
gittik. Her kime bunu sorduksa da, hiçbir cevap alamadık... Nihayet Ebû Bekir
ile karşılaştık. Aynen ona da sorduk, o bize dedi ki: "Evet,
Mekke'de Ahmed adında bir Peygamber çıkmıştır. O, Abdü'l-Muttalib'in oğlu
Abdullah'ın oğlu Muhammed'dir. O gerçekten Allah'ın Resulüdür,"
(Yukarıdaki kaynakların diğer bir tarîkten
naklettikleri bir haber daha var, fakat o da aşağı yukarı bu mealdedir.)
Beyhekî ve İbn-i Asâkir İbn-i Abbâs'tan rivayet eder. O demiştir ki: "Adamın biri
gelip Resûlüllah'a şunu anlattı: Ey Allah'ın Resulü, Câhiliye zamanında ben,
kaybolan devemi aramıya çıkmıştım. Sabahın yaklaştığı bir sırada gâibten bir
ses bana: "Ey gecenin karanlığında uyuyan. Allah bir Peygamber gönderdi uyan! Keremli ve vefalı Hâşim'in
soyundan. O'nunla gece karanlıkları kalkacaktır, var mı duyan!" Ben,
etrafıma bakındım, kimseleri göremedim ve dedim ki: "Ey gecenin bu
karanlığında bana seslenen! Bir hayal misin sen? Allah iyiliğini versin, sen
bana ne demek istersin? Bana bir iyilik ve ganimetten mi haber getirirsin?" Adam yakimma kadar gelip Öksürdü, sonra da şunları söyledi:
"Nûr zahir oldu, zûr (şirk ve câhiliye işi) bâtıl oldu! Halkı boş yere
yaratmamış olan Allah'a hamdolsun! Çok hayırlı bir elçi olarak bize^Ahmed'i gönderdi. Allah, kendisine daîmî salat ve selam eylesin!"
Bundan biraz sonra da sabah oldu. Bir de baktım ki, devem de yakimmda durmakta..."
Ebû Sa'd Şerefu'l-Mustafa'da Yemenin Murad
kabilesinden olan Cad bin Kays'tan şöyle nakleder: "Biz dört arkadaş
Yemen'den hacc niyetiyle yola çıktık. Nihayet bir vadiye geldik. Geceleyin
yatmazdan önce, câhiliye âdeti veçhile ve kendimizce duamızı yapmak üzere:
"Şu vadinin ulu efendisine sığındık, o bizi sefihlerinin şerrinden
korusun!" deyip uzandık...-Tabiî develerimizi de iyice bağlamıştık. Gece
uykusu basıp arkadaşlarımız uyudular... Bir de ne göreyim gâibten bir ses şöyle
diyordu:
"Ey gece istirahatine çekilen kafile!
Kabe ve Zemzem'e vardığimzda güzel Muhammed'e bizden selam söyleyiniz! Artık
O Peygamber olarak
gönderilmiştir,. Biz de kendisine uymuş bulunuyoruz.
Meryem oğlu isa'nın bize vasiyeti de bu merkezde olmuştur..."
Yine Ebû Sa'd adı geçen kitabında (zayıf
bir senedle), Cenda' bin es-Sumel'den nakleder. O şöyle demiş: "Bana biri
gelip "Ey Cenda1 müslüman ol, selameti bul, yakıcı ateşi ve azabı olan
cehennemden kurtul!" diye seslendi. Ben de: "Müslümanlık dediğin şey
nedir?" diye sordum. O da: "Müslümanlık; putçuluğu bırakmak, bilgisi
ve rahmeti sonsuz Yüce Allah'a karşı samîmi ve ihlaslı olmaktır" diye
cevapladı. Ben, "Ona nasıl yol bulunacak?" diye sordum. O da dedi ki:
"Arabm soylu bir ailesinden çıkacak olan Peygamberin, yıldızimn doğması
çok yakındır. Ö, Harem-i Mekke'den çıkar, Arabi da, Acemi de ona uyar..."
Ben bunu amcamın oğlu Râfi' bin Hudeyc'e haber verdim. Peygamber Efendimiz'in
Medine'ye hicretlerini duyduğu zaman, hemen oraya gidip müslümanlığı kabul
etti!" [3]
Peygamberimizîn Gönderildiği Sırada Putların Devrilmesi ve
Kisra'nın Başına Gelenler
İbn-i İshak ve Ebû
Nuaym Vehb bin Münebbih'ten şu haberi
nakletmişlerdir: "Yüce Allah Peygamberimiz'i gönderdiği zaman, Sâsânî sarayında oturmakta olan
Kisrâ sabah uyanınca, saray takimn kırıldığı ve Dicle'nin korkunç bir şekilde
taşdığım görmüş... Bundan endişelenerek kâhinleri, müneccimleri ve
sihirbazlarim toplayıp bu olayların neyin alâmeti olduğunu açıklamalarim
istemiş. Halbuki onların o gün bütün ilimleri ve oyunları alınmış kendileri tam
manası ile şaşırıp kalmışlardır. Zira o gece sahrada geceleyen; Hicaz'dan bir
ışığın çıktığim ve tâ doğuya kadar uzandığim görür ve bunun yorumunu:
"Eğer şu gördüğüm doğru ise, Hicaz'dan bir sultan zuhur edecek ve doğuya
mâlik olacaktır. Yeryüzü kendisinin önderliğinde büyük hayırlara ve bereketlere
kavuşacaktır!" şeklinde yapar... Biraz sonra da kâhinlerin, müneccimlerin
ve sihirbazların tutukluğu ve şaşkınlığı geçmiştir. Birbirine bakıp: "Her
halde farkındasınız, bize bu tutukluk, muhakkak semavî bir emir ve iş sebebiyle
gelmiştir. Bu da ancak, gönderilmiş bir Peygamber olabilir ve bu Peygamber,
şimdiki dini ve idareyi kırıp atacaktır!"
Vâkıdî ve Ebû Nuaym Ebû
Hüreyre'den şu haberi nakletmişler dir: Peygamber
Efendimiz gönderildiği zaman bütün putlar
devrilmiştir. Buna şaşıran şeytanlar, reisleri İblîs'e giderek durumu haber
vermişler.
İblîs, "bunun, gönderilmiş bulunan
bir Peygamber sebebiyle olduğunu" söylemiş. Şeytanlar O'nu aramaya
koyulmuşlar s a da bulamamışlar... Reislerine haber vermişler. îblîs bizzat
kendisi aramaya çıkmış ve O'nu Mekke'de bulmuştur ve şeytanlara hitaben:
"Ben O'nu Mekke'de buMum, yanında Cibril de vardı" demiştir..[4]
Ebû Nuaym Hılyetü'l-Evliyâ
adlı kitabında Mücâhid'den şöyle nakleder. O demiştir ki:
"İblis korku ve dehşete kapılarak
dört defa feryad etmiştir:
Birincisi lanete uğradığı zaman,
İkincisi Arza indirildiği zaman,
Üçüncüsü Hazret-i
Muhammed (aleyhisselâm) Peygamber olarak gönderildiği zaman,
Dördüncüsü ise Fatiha Sûresi nazil olduğu
zaman..." [5]
Peygamberimizin Gönderilmesi Hürmetine Cinlerin İlahî Vahye
Kulak Hırsızlığı Yapmalarından Semâların Korunmuş Olması
Yüce Allah, Kitâb-ı Keriminde cinler
hakkında bilgi veren âyet-i celîlesinde buyuruyor ki:
"Cinlerden bazıları dediler: Biz
semâya dokunduk, onu kuvvetli bekçilerle ve alevlerle doldurulmuş bulduk. ve
biz onun dinlemeğe mahsûs olan oturma yerlerinde oturur (gayb
haberlerini dinlemeğe çahşır)dık. Artık
şimdi kim dinlemek isterse, kendisini gözetleyen bir alev parçasını
bulur." [6]
İmanı-ı Ahmed ve Beyhekî Cübeyr
bin Mut'ım tarikiyle İbn-i Abbâs'tan şöyle rivayet eder; İbn-i Abbâs diyor
ki: "Daha önceleri şeytanlar semaya çıkar, ilahî vahyin tecellîsi
sırasında ondan bîrşeyler çalmaya çalışır, sonra Yeryüzüne inerler ve bir takım
ilavelerle bunları kendi dostlarına fısıldıyarak yaymaya çalışırlardı. Yüce
Allah, Muham-med'i (sallallahü aleyhi ve sellem) elçi olarak gönderince, şeytanlar o dinleme
yerlerinden kovulup sürüldüler. Bunlar durumu, kendilerinin reisi bulunan
İblîs'e haber verdiler, Iblîs: "Muhakkak ki yeryüzünde büyük bir olay
olmuştur!" dedi ve derhal askerlerini durumu araştırmaya yolladı. Onlar da
aradılar, Meke'ye geldikleri zaman Muhammed'i (sallallahü aleyhi ve sellem) Kur'ân okur
halde buldular... "Vallahi olay budur!" dediler ve dönüp İblis'e haber verdiler." İslâmiyet devri
başladıktan sonra içlerinden kim buna teşebbüs edecek olursa, muhakkak ateşten
bir alevle imha edilir... Bâzan öldürmeyip yüzünü, yanıbaşlarim ve ellerini
yaktığı da olur..."
Yine İbn-i
Abbâs'tan Beyhekî, İbn-i
Sa'd ve Ebû Nuaym'in
rivayetleri de şöyledir: "Cinlerden her bir kabilenin semâda gaybî haberi
dinleme ve kulak hırsızlığı yapma yeri vardı. İlâhî vahiy1 den çaldıklarim
kendilerinin dostları olan kâhinlere ulaştırırlardı. Vaktaki Allah Muhammed'i (aleyhisselâm) gönderdi, cinlerin bu dinleme işi sona
erdi. Kâhinlerin cinlerden aldıkları ilaveli ve karışık haberler kesilince,
Araplar da telâşa kapılarak (kıyamet yakındır diye korkarak), develerinden,
sığır veya koyunlarından her gün birini boğazlamaya, başladılar... İblis:
"Muhakkak yeryüzünde büyük bir olay olmuştur!" dedi ve arz'in her
tarafından bir toprak parçası getirilmesini askerlerine emretti. Getirilen
toprak parçalarım bir bir koklayarak teftiş ediyordu. Sıra Mekke toprağına
geldi, onu koklaymca: "İşte olay burada meydana gelmiştir, koşup
bakınız!" dedi. Askerleri sür'atle Mekke'ye gittiler ve gördüler ki,
Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Kur'ân okumaktalar..: Durumu İşte böylece öğrenmiş
oldular."
İbn-i Sa'd, Utbe bin Muğira'nın oğlu Yâkûb'dan nakleder. O
demiştir ki: "Cinler dinleme yerlerinden sürülüp kâhinlerin haberleri kesilince,
bundan ilk defa korkuya kapılan Tâif deki Sakîf kabilesi olmuştur. Onlar Amr
bin Ümeyye'ye gelerek: "Ne oluyor?" diye danıştılar. O da:
"Evet, haberim var... Fakat bekleyiniz," eğer bildiğiniz yıldızların
yerlerinden oynayıp dağıldığim görürseniz, bilinizki bu bütün dünyanın ve
yaratılmışların sonudur... Eğer daha önce bilmediğiniz bir yıldız doğarsa,
biliniz ki bu, Allah'ın irâde ettiği bir şeydir ve bir Peygamber gelecektir.
Araplar içinden çıktığı zaman, duyulup konuşulacaktır" demiştir."
İbn-i Sa'd ile
Ehû Nuaym'in İmam-ı Zührl'den sevkettikleri bir rivayete göre, Zührî demiş ki:
"Daha Önceleri vahiy, cinler tarafından dinleniyordu. İslâm'ın gelmesi ile
birlikte bu menedildi. Esed oğulları kabilesinde Suayr adında bir kadın vardı.
Onun cinlerden bir arkadaşı bulunuyordu. Cin arkadaşı yine bir gün kendisine
geldi ve acı acı feryad etmeye başladı: "Eyvah, haram dostluklar
kaldırıldı, köle muamelesi yapmak yasaklandı, öyle büyük bir emir geldi ki,
dayanılmaz derecede... Haberin olsun Ahmed zuhur etti, zina da haram kılındı!..."
Beyhekî'nin
tahricine göre yine îmarn-ı Zührî diyor ki: "Yüce Allah, cinlerin ve
şeytanların işine son verdi, onları semadaki haber dinleme yerlerinden sürüp
uzaklaştırdı. Kâhinlik de sona erdi. Biliniz ki, İslâm'dan sonra kâhin de yoktur, kehânet de
yoktur!..." (Nâfi bin Cübeyr'in bir sözü de, bu mealdedir.)
Vâkıdî ve Ebû Nuaym Atâ
tarikiyle İbn-i Abbâs'tan şöyle rivayet eder; "Şeytanlar vahyi
dinlerlerdi. Allah, Sevgili Peygamberimiz'i gönderince onları bundan menetti. Şeytanlar
toplanıp îblîs'e şikayete gittiler. îblîs: "Muhakkak bir şey oldu!"
dedi ve Ebû Kubeys dağimn tepesine çıkarak etrafı gözetledi. Peygamber Efendimiz'in
Makâm-ı İbrâhim'in arkasında namaz kılmakta olduğunu gördü. Gidip O'nu orada
boynunu kırmak istedi. Bu maksatla oraya geldi. Efendimiz'in yanında Cibril de
vardı ve Iblîs'in yaklaştığim görünce ona Öylesine kuvvetli bir tekme attı ki,
onu tâ uzaklara gönderdi..."
(Vâkıdî ve Ebû Nuaym'in Mücahid'den
olan rivayetleri de aynen bunun gibidir...)
Ebû Nuaym'in Haccâc el-Savvâftan naklettiği haberde de şöyle
denilmektedir: "Sabit el-Bünâi Enes'ten nakleder. O demiştir ki:
"Yüce Allah, Peygamber'i (sallallahü aleyhi ve
sellem) gönderdiği zaman, îblîs O'na kötülük
etmek istemişti. Bu maksatla yaklaştığında Cebrâîl kendisine öyle bir darbe indirdi ki, onu tâ
Ürdün vadisine fırlattı..."
(Ebû'ş-Şeyh, Taberânî ve Ebû Nuaym'in
Osman bin Matar'dan, onun Sâbit'ten, onun da Enes'ten naklettiği haber ise
şöyledir: Peygamber Efendimiz namazın secdesinde idiler, iblis gelip boynunu
çiğneyerek kırmak istedi. Cebrâîl Iblîs'e karşı bir üfledi, onu tâ Ürdün vadisine
fırlattı... [7]
Kur’an’ın Eşsiz Bir Mucize Oluşu, Hiç Bir Beşer
Kelamına Benzemeyişi Ve Kureyş’in Bunu İtiraf Etmek Zorunda Kalışı
Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"De ki: An dolsun eğer insanlar ve cinler şu
Kur'ân'uı bir benzerini getirmek üzere toplansalar, yine onun berzerini
getiremezler. Birbirlerine arka olup yardım etseler bile!" [1]
Yüce Allah buyuruyor:
"Eğer kulunuz Muhammed'e
indirdiğimizden şüpheniz varsa, haydi onun gibi bir sûre de siz getiriniz!
Allah'tan başka bütün şahitlerinizi (yardımcılarimzı) da çağırimz, eğer doğru
iseniz bunu yapimz!"
'Yok eğer yapamadimzsa, ki asla
yapamıyacaksınız, o halde yakıtı insanlar ve taşlar olan, inkarcılar için
hazırlanmış ateşten sakimnız." [2]
Yüce Allah b uyuruyor:
"Eğer doğru iseler, haydi onun gibi
bir söz getirsinler!"[3]
Buharî,
Ebû Hüreyre'den rivayet eder. O demiştir ki: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdular:
"Önceki Peygamberlerden her birine, insanların o sayede imâna girecekleri
bir mucize verilmiştir. Ancak Allah'ın bana verdiği mucize, Allah'ın vahyinden
ibaret olan Kur'ân mucizesi'dir... Ümmetinin sayısı en çok olan Peygamberin, Ben
olacağı ümidindeyim."
Alimlerimiz dediler ki: Bu hadis-i şerifin
manâsı şudur: Önceki Peygamberlere verilen mucizeler, geçici mucizeler
olmuştur; onları ancak o zaman hazır bulunanlar görmüştür. Asırların sona
ermesiyle, onların mucizeleri de sona ermiştir. Kur'ân ve Kur'ân'ın mucizeleri
ise kıyamete kadar süreklidir. Kur'ân; gerek üslûbunda, gerek belagatında ve
gerekse gaybî haberleri ihtiva edişinde harikuladedir .^Hiç bir asır veya devir
geçmez ki, Kur'ân'ın verdiği gaybî haberlerden biri zuhur etmesin... Elbette
zuhur eder ve Kur'ân'ın dâvasının gerçek olduğuna delâlet eder..."
Yukardaki Buhâri tarafından rivayet edilen
hadisin açıklanması konusunda bâzı âlimler de şöyle demiştir: Geçmişteki
mucizeler hissî ve maddî mucizelerdi. Gözle görülür, elle tutulur cinsindendi.
Salih (aleyhisselâm)'ın
devesi Mûsa (aleyhisselâm)'ın
asası gibi... Kur'ân mucizesi ise, basarla (gözle görmekle) değil de basiretle
görülebilen bir mucizedir. Kalb gözleri kör olanlar, onu göremezler. Aynı
zamanda Kur'ân mucizesi, bir zamana mahsus olmayıp devamlı bir mucizedir. Bu
sebeble, ona uyanlar da çok olmaktadır. Bütün zamanlarda ve asırlarda pek çok
sayıda insan ona inanmakta ve uymaktadır, yâni uyanların sayısı, onun indiği
zamana münhasır kalmamaktadır. Yalnız kafa gözüyle görülen bir şey, onu görenin
zail olmasıyla, zail olur gider. Kalb ve akıl gözüyle görülen bir şey ise, onu
görenlerin zail olmasıyla zail olup gitmez; devamlı ve sürekli olur. Her
asırdaki akü ve kalb sahibi kimseler, sanki gözleriyle görmüşcesine ona inanırlar
ve onun devamlılığına birer sebeb ve vesile teşkil ederler."
İkrime tarikiyle Hâkim ve Beyhekî'nin İbn-i Abbâs'tan
rivayeti şöyledir: Bir gün, Velid bin Muğira Peygamberimize
geldi. Hâlinde müs-lümanlığa yumuşamış gibi bir mana vardı. Sükunetle Peygamberin
kendisine okuduğu Kur'an'ı dinledi. Bu durum Ebû Cehl'in kulağına gitmiş,
velid'e gidip çatmış: "Ey Amca, senin kavmin, sana mal toplayı-vermek
istiyorlar" demiş. velid: "Sebep ne?" diye sormuş. Ebû Cahil:
"Muhammed'e meylediyormuşsun. Çok sayıda mal vererek seni bundan
vazgeçirmek istiyorlar" diye karşılamış. velid: "Kureyş benim, hepsinden
daha zengin olduğumu bilmiyor mu?" demiş. Ebû Cehil de: "Öyleyse,
Muhammed'e git, onu inkar ettiğine veya ondan nefret ettiğine dâir bir laf
söyle de bu laf Kureyş'e malum olsun. O zaman seni mazur görürler"
demiş. velid: "Sen söyle bakalım, ne diyeyim? Şâirdir
desem, şiirin her çeşidim iyi bilirim. Muhammed'de ise hiçbir şekilde .şairlik
yok. Bâzı kahinlerin cinlerden veya gaipten duyarak söylediklerini iddia ettikleri
söze de benzemiyor, O'nun okudukları. Vallahi O'nun okuduğu ne bunlara, ne de
onlara benzemiyor! Yine yemin ederek söylüyorum ki, Muhammed'in okuduğu şeyin
bambaşka bir tatlığı ve güzelliği var! O'nun üstü meyvelerle, altı salkımlarla
tıklım tıklım! Bereket ve hayrj nihayetsiz. O devamlı büyüyor ve yüceliyor.
Hiçbir şey onun üzerine çıkamaz. O, altına aldığı her şeyi ezer yok eder."
Bu sözler karşısında iyice kızaran Ebû
Cehil, amcası velid'e hitaben: "Amca, amca! Sen Muhammed'e gidip onu inkar
ettiğine dair bir söz söylemedikçe, mümkin değil Kureyş seni hoş görmez!"
diye ^haykırmış. velid bu durum karşısında bocalayıp, "biraz zaman tanı da
düşüneyim" demiş. Artık o; hayli düşündü, sonra surat asıp kaşlarım çattı,
Ebû Cehil'e baktı ve: "Bu, emek çekilip öğretilen, başkasından Öğrenilen
bir büyüden başkası değildir" dedi. Böylece, Ebû Cehl'i ve Kureyş'i memnun
etti.
Onun böyle söylemesi üzerinedir ki yüce
Kur'an'da ki şu mealdeki âyet nazil oluverdi: "Hâbibim sen, Benimle şu tek
olarak (yani nev'i şahsına münhasır olarak) yarattığım kulu yalnız
bırak!" [4]
İbn-i Ishak ve Beyhekî Ikrime ve
Said tarikiyle İbn-i Abbâs'tan rivayet eder.
O demiştir ki: "Velid bin Muğıra Kureyş'ten bazıları ile bir
toplantı yaptı. Mevsını yaklaşmıştı. Kendisi hayli yaşlı idi. Toplantıya
katılanlara dedi ki: "Bakınız, yakında Kabe'yi ziyeret için çeşitli
kabilelerden birçok Arap kardeşleriniz gelecek. Muhakkak bu gelenler de
Muhammed'in zuhurunu duymuş olacaklardır. Bu hacc mevsınıinde en çok
konuşulacak mesele de şüphesiz budur. Bu hususta söyleye-ceğiniz sözü, şimdiden
kararlaştırmanız gerekir. Her biriniz başka başka şeyler söyleyerek müşkil
duruma düşmemelisiniz." Oradakiler dediler ki: "Ey Abdü Şems, sen
bize bu hususta yardımcı ol, sen ne söylememizi tavsiye edersin?" velid:
"Ne söyliyeceğinizi kendiniz söylemelisiniz! Ben bunu şimdi sizden işitmek
istiyorum" dedi. Oradakiler de: "Muhammed bir kâhindir" deriz
dediler. velid: "Olmaz, o kahin değildir, biz kâhinleri gördük, O'nun
okuduğu şeyler ise kâhin' mırıltısı değildir." Onlar: "Öyleyse
mecnundur deriz" dediler. velid: "O bir mecnun
da değildir" dedi. Oradakiler: "Öyleyse o bir şairdir, deriz*
dediler velid: "Bu da olmaz. Çünkü Muhammed bir şair de
değildir." Biz şairleri de, onların şiir çeşitlerini de gördük.
Muhammed'in okuduğu şeyler ise, hiçbir zaman şiire benzer şeyler
değildir." Onlar: "Öyleyse, O bir sihirbazdır deriz"
dediler. velid: "Hayır, O bir sihirbaz da değildir. Biz
sihirbazları da, sihirlerini de gördük, Muhammed'de bunların hiçbirisi mevcut
değildir" diye karşılık verdi. Oradakiler: "Peki ey Abdü Şems, sen
söyle ne diyelim?" dediler. O da dedi ki: "Vallahi Muhammed hakkında
ne söyleseniz boş ve bâtıl olduğu anlaşılacaktır! Zira O'nun okuduğu kelâm
bunların hiç birisi değildir. O öyle bir şeydir ki, eşsiz bir güzelliği ve
benzersiz bir tatlılığı var. Fakat buna rağmen, yine de "O bir
sihirbazdır" demekten başka bir çaremiz bulunmamaktadır. Dersiniz ki:
"O bir sihirbazdır; sihir yapıp kişi ile babasının arasını, kişi ile kardeşinin
arasını, kişi ile ailesinin, kişi ile kabilesinin arasını açıyor." Böylece karşı koymaya, halkı ondan
uzaklaştırmaya çalışırsınız."
Bunun üzerine toplantıyı bitirip oradan
dağıldılar. Hacc mevsınıi dolayısıyla halka böyle böyle anlatmaya çalıştılar.
"Sakimn, Muhamme-d'e
yaklaşmayimz!" diyerek tenbihler ettiler. Bu
sebebledir ki Yüce Allah da Kitâb-ı Kerîm'inde velid'le
ilgili olarak bazı âyet-i celileler inzal buyurdu. Bunlar Müddesir Sûresinin:
"Hâbibim sen, Benimle şu tek olarak yarattığım kulu yalnız bırak!"
mealindeki âyetle ve: "Onu sekar'a (cehenneme) sokacağım" mealindeki
ayetle sona eren âyetler topluluğu idi. Onun toplantısına katılan Resûlullah'ın
getirdiği hakkında o sözleri söyleyen müşrikler hakkında da şöyle buyurdu:
"Onlar ki Kur'an'ı (Kur'an hakkındaki sözleri)
bölük bölük ettiler." [5]
Canâb-ı Hakk, yine onlar hakkında şöyle
buyurdu: "Ya Muhammed, Rabb'ın hakkı için biz onların hepsine
mutlakaSoracağız.[6]
Velid ve onun toplantısına katılan müşrikler,
bütün güçleri ile insanları Muhammed (aleyhisselâm)'ın davetinden çevirebilmek için çalışan bu
müşriklerin böyle yapıp birtakım yaygaralar koparmaları neticesinde-dir ki, o
seneden itibaren Arabların konuştuğu tek mesele Peygamber efendimiz ve
O'nun daveti olmuştur. Bundan itibaren O'nun adı, Arap ülkesinin her tarafına
yayılmıştır."
Ebû Nuaym el-Ûft
tarikiyle İbn-i Abbâs'tan şöyle rivayet eder: "Velid bin Muğirâ Ebû
Bekir'e Kur'an hakkında soru yöneltti. O da kendisine Kur'ân'ın Allah kelâmı
olduğunu söyledi. velid Kureyş'in yanına gidip şöyle feryad ediyordu: "Ne
şaşılacak bir şey! Muhammed'in okuduğu ne şiirdir, ne sihirdir, ne de bir deli
saçmasıdır. O'nun söylediği muhakkak Allah kelammdandır."
Yine Ebû Nuaym ve İbn-i İshak ile Beyhekî İbn-i Abbâs'tan
şu haberi nakletmiştir: "Bir gün Nadr bin el-Hâris ayağa kalkıp: "Ey
Kureyş, Vallahi başimza gelen çok büyük bir iştir! Daha önce bunun benzeri
birşeyle karşılaşmış değildiniz. Muhammed sizin aranızda büyüdü, içinizde en
çok beğenilip razı olunan idi, en doğru sözlünüz idi, emânete en çok riâyet
edeninizdi. Nihayet büyüyüp size yeni bir din getirdi. Başladimz
"Muhammed bir büyücüdür!" demeğe... Vallahi O'nun size getirdiği
sihir değildir. Çünkü bizler sihirin ne olduğunu gördük. O kâhindir, diyorsunuz.
Bu da doğru değildir. Biz kâhinleri de gördük, onların kehânetlerini de...
Şairdir diyorsunuz. Vallahi bu da doğru değildir. Biz bütün çeşitleri ile
şiirin ne olduğunu da biliyoruz. ve Muhammed'in
getirdiğinin şiirle bir ilgisi olmadığı da meydandadır. O bir delidir
diyorsunuz. Ne delisi? Yine Allah'a yemin ederek söylüyorum ki, Muhammed bir
deli de değildir. Deliliğin saçmalarından, hezayanla-rından, vesveselerinden
O'nda eser yok! Ey Kureyş, başimza gelen şu iş üzerinde ciddi olarak düşününüz! Vallahi
sizin başimza çok büyük bir iş gelmiştir"
diyerek uzunca bir konuşma yapmıştır."
Beyhekî, Ebû Nuaym ve Müsned'inde İbn-i Ebü Şeybe Câbir bin Abdullah'tan rivayet
ederler. O demiştir ki: "Kureyşİn toplu olduğu bir zamanda Ebû Cehl şu
konuşmayı yaptı: "Ey Kureyş! Hepiniz biliyorsunuz ki Muhammed'in
getirdiği yeni din meselesi, her tarafa duyulup yayıldı. Herkes bunu konuşuyor.
Bu durumda ne yapmalıyız? Bana kalırsa, içimizdenvbiri büyücülüğü, sihirbazlığı
ve kâhinliği iyi bilen bilgili bir zâta gidip bütün duyduklarımızı anlatsa,
sonra o bilgili adamın söylediklerim gelip bize anlatsa, bu iş hakkında belki
rastgele konuşmaktan kurtuluruz. Baksanıza, bu hususta bir sözümüz diğerine
uymuyor! Bir şaşkınlık ve dağimklık içindeyiz."
Utbe bin Rabia şu karşılığı verdi:
"Sihre, kehânete ve şiire âit sözleri, sen dahi işitmişindir, ben dahi
işitmişimdir. Bu hususta ben de yeterli ilmim vardır. Gidip Muhammed'in
kendisiyle konuşabilirim" dedi ve gidip onunla konuştu. Dedi ki: "Ey
Muhammed, sen mi daha hayırlısın, yoksa Hâşim mi daha hayırlıdır? Sen mi daha
hayırlısın, yoksa Abdü'l-Müttalib mi? Sen mi hayırlısın, yoksa baban Abdullah
mı?" Peygamber Efendimiz,
onun bu sorularına hiç cevap vermedi. Utbe şöyle devam etti: "Söyle yâ
Muhammed, ne sebeble ilahlarımıza sövüyorsun? Nasıl atalarımızı sapıklık ile
suçluyorsun? Eğer sen, başa geçmek istiyorsan, derhal bütün sancaklarımızı
senin adına bağlar, başkanlığim ilân ederiz.
Kayd-ı hayat şartıyla başkanımız sen olursun! Eğer evlenmek istiyorsan,
Kureyş'in kızlarından beğendiğin on tanesini derhal sana nikahlayalım. Eğer
muradın zengin olmaksa, dilediğin kadar sana mal verelim." O böyle
söylüyor, Resûlullah Efendimiz de sükût ediyordu. Baktılar ki Utbe sözünü
bitirdi, Hemen Fussilet Sûresinin 1-l3 âyetlerini okumaya başladı:
Olayla ilgili olarak nazil olan bu âyetler
(ki tamamı on üç âyettir) Resûlullah Efendimiz tarafından baştan sona kadar
orada okunmuştur. İşte bu
âyetlerin meali de şöyledir:
"Rahman ve Rahîm olan Allah'ın
adıyla.
Hâ mîm.
"(Bu kitap)
Rahman ve Rahim'den indirilmiştir.
Bilen bir toplum için âyetleri açıklanmış,
Arapça okunan bir kitapır.
"Müjdeleyici ve uyarıcı olarak
gönderilmiştir, fakat çokları yüz çevirmiştir; onlar işitmezler.
Dediler ki: Bizi çağırdığın şeye karşı
kalbi erimiz örtüler içinde, kulaklarımızda bir ağırlık ve seninle bizını
aramızda bir perde var. Sen istediğini yap, biz de istediğimizi yapıyoruz.
de ki: Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Bana
ilâhimzın bir tek ilâh olduğu vahyediliyor. Sizler ancak
O'na doğrulunuz! O'ndan mağfiret dileyiniz. O'na ortak koşanların vay haline!
Onlar ki zekât
vermezler ve onlar âhireti inkâr ederleri
İnanıp iyi işler yapanlara gelince; onlar
için de kesintisiz bir mükâfat vardır.
de ki: Siz mi arz'ı iki günde yaratanı
tanfmıyorsunuz ve O'na eşler katıyorsunuz? İşte âlemlerin Rabbı O'dur.
Ona üstünden ağır baskılar yaptı, onda
bereketler yarattı ve onda arayıp soranlar için gıdalarim tam dört günde taktir etti.
Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi,
ona ve arz'a "İster-istemez vücuda geliniz!" diyerek hitab etti. Onlar da:'İsteyerek geldik" dediler.
Böylece onları iki günde yedi gök yaptı ve
her göğe emrini vahyetti. ve biz, en yakın göğü
lambalarla ve koruma ile donattık. İşte bu, O aziz ve alîm olan Allah'ın
taktiridir.
Eğer onlar yüz çevirirlerse de ki:
"Ben sizi Ad ve Semûd kavimlerinin başına gelen yıldırıma benzer bir
yıldırım (azabına) karşı uyarmış bulumıyorumr [7]
Bunun üzerine Utbe, ağzını kapadı. Peygamberimiz'e akrabalık hakkı için
kendisinden bahsetmemesini rica ederek bir yere gizlendi. Ailesinin yanına da
gitmedi, kendi kendisini hapsetti. Bu durumu hazmedemeyen Ebû Cehl:
"Vallahi biz, Utbe'nin Muhammed'in dinine döndüğünü görüyoruz. Herhalde
Muhammed'in sofrasmdaki yiyecekler adama tatlı geldi. Ne yapsın zavallı, muhtaç
durumda kalmış" diyerek alaylı sözler söyledi ve yanındakilere:
"Haydi onun yanına gidelim!" diyerek Utbe'ye gittiler. Ebû Cehil,
orada da aynı sözleri Utbe'ye hitaben söyleyip onun gururu ile oynamak istedi
ve şunları ekledi: "Bak kardeşim, gerçekten bu kadar muhtaç duruma
düşmüşsen, bizler aramızda mal toplayıp sana yardım edelim! Ne dersin?"
Kendisiyle alay edilmesi karşısında iyice
gazaba gelen Utbe, bir arslan gibi kükreyip: "Vallahi bundan sonra
ebediyen Muhammed ile bir daha konuşmayacağım!" diye haykırdı. Sözüne
devamla şunları söyledi: "Kureyş içinde en çok zengin olanın ben olduğumu
bilirsiniz. Ben, Muhammed ile konuşmaya geldim. Bana öyle şeyler söyledi ki,
vallahi onlar ne bir sihir idi, ne bir şiir idi, ne bir kehânet idi. Bana:
"Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla" diyerek başhyan bazı âyetler
okudu. Ben de bu durum karşısında susmaya mecbur oldum. Kendisine, akrabalık
hürmeti için bizden el çekmesini rica ettim. Bilirsiniz ki Muhammed bir şey
söylerse, o muhakkak yerine gelir. Ben de sizlere, Ad ve Semûd kavmine inen
azâb gibi bir azâb inmesinden korktum. Bunun için saklandım."
İbn-i İshâk ile Beyhekî'nin Muhammed bin Ka'b'dan çıkardıkları bir haber de
şöyledir: O demiştir ki: "Bir gün, Utbe bin Rabia Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında konuşmak için Kureyş'ten izin istemiş. O
sırada Efendimiz mescidde bulunuyormuş. Utbe: "Ey Kureyş, ne dersiniz, ben
gidip şu Muhammed'e birşeyler söyliyeyim, belki bazısını kabul eder de bizden el
çeker?" demiş. Kureyş de kendisine: "Haydi git, konuş" demiş.
Utbe de gidip Peygamberimiz'Ie konuşmuş, O'na
birtakım tekliflerde bulunmuş. Efendimiz kendisini sükunetle dinlemiş. Sözünün
sona erdiği kanaatiyle: "Ey Utbe, sözün bitti mi?" diye sormuş. Utbe:
"Evet" demiş. Efendimiz de bunun üzerine söze başlayıp: "Şimdi
de sen benden dinle ey Utbe! "BismiUahirrahmânirrahîm. Hâ Mîm." ilâ
âhirihi. Yâni Fussilet Sûresinin ilgili âyetlerini sonuna kadar okuyup
kendisine tebliğ eylemiş. Utbe de tam bir sükûnetle dinlemiş. Peygamberimiz tâsecde ayetine
kadar okumağa devam etmiş. [8]Sonra Utbe'ye hitaben: "Dinledin mi ey
Utbe?" buyurmuş. Utbe: "Evet" demiş. Efendimiz de: "O halde sen
bilirsin!" buyurmuş. Utbe dönüp kavmine gitmiş. Kureyş: "Bakınız, Utbe'nin gelişi, hiç de gidişine benzemiyor"
demiş. Varıp yanlarına oturduğu zaman da Kureyş: "Ne haber getirdin ey
Utbe?" diye sormuş. Utbe de şu karşılığı vermiş: "Vallahi Muhammed'den
öyle sözler işittim ki, şimdiye kadar bunun bir benzerini asla işitmiş değilim!
O sözler, ne sihirdir, ne şiir, ne de kehânet. Ey Kureyş topluluğu, geliniz bu
sefer benim sözümü tutunuz! Yâni Muhammed'i kendi haline bırakınız. O, kendi
dâvasında devam etsin. Allah'a yemin ederim ki, benim ondan işittiklerimle
ilgili olarak birtakım şeyler meydana gelecektir. Eğer neticede Muhammed mağlup
olursa, sizin hiç bir müdahaleniz olmadan mesele halledilmiş, Araplar kendisini
tepelemiş olur. Eğer neticede Muhammed dâvasında başarılı olur da
Araplara hâkim duruma gelirse,
O'nun hakimiyeti sizin hakimiyetiniz, O'nun şerefi de sizin şerefiniz
olur ve siz insanların en bahtiyarı
olursunuz!" Oradakiler Utbe'ye: "Ey Utbe! Vallahi Muhammed seni de
büyülemiş!" demişler. Utbe de kendilerine: "Bakınız, benim fikrim ve
tavsiyem budur! Sizler nasıl düşünüyorsanız öyle yaparsınız" diye karşılık
vermiş."
İbn-i İshak ve Beyhekî Zühri'den rivayet ediyor, O demiş ki: "Bana
nakledildiğine göre; Ebû Cehil, Ebû Süfyan ve Ahnes bin Şürayk, evlerinden
çıkarak Resûlullah'ı dinlemeye gitmişler. O da geceleyin evinde namaz
kılıyormuş. Onlardan her biri, arkadaşimn haberi olmaksızın
gizlice bir yere oturup dinlemeye başlamış. Sabaha kadar dinlemeye devam etmiş.
Şafak sökünce evlerine dönerlerken yolda birbirini görmüşler. Birbirini
kınayıp: "Bu yaptığimzı ayak takımından
bâzıları görecek olursa, onları şüpheye düşürmüş olursunuz" demişler.
Böyle yapılmaması lazını gediğini birbirine tenbihleyerek dağılmışlar. Ertesi
gece bu üç arkadaştan her biri yine gizlice Resûlullah'ı dinlemeye gitmiş.
Sabah oluncaya kadar dinlemiş, şafak sökünce evine dönerken yolda yine
arkadaşlarıyle karşılaşmış. Yine birbirini yaptığından dolayı kınayıp, böyle
yapılmaması hakkında yekdiğerine tenbihte bulunarak ayrılmışlar. Üçüncü gecede
yine her biri gizlice Resûlullah'ı dinlemeye gitmiş ve sabaha kadar dinlemiş,
sabahleyin eve dönerken yolda karşılaşmışlar. "Bu böyle olmaz, bir daha
dinlemeye gitmeyeceğimize dair birbirimizden söz alalım!" demişler ve birbirlerinden
söz aldıktan sonra dağılmışlar.
Ahnes bin Kays, evine vardıktan sonra
asasını alarak evinden ayrılıp doğruca Ebû Süfyan'a gitmiş ve ona hitaben
demiştir ki: "Ey Ebû Süfyan, Muhammed'den dinlediklerin hakkında bana ne
düşündüğünü hiç saklamadan haber ver!" O şu karşılığı vermiştir: "Ey
Ahnes, O'ndan öyle şeyler dinledim ki, onların ne manaya geldiğini ve onlarla
ne murâd edildiğini gayet iyi anlamış bulunuyorum!" Ahnes: "Yemin
ederim ki, ben de anlamış bulunuyorum!" diyerek oradan ayrılmış. Bu sefer
de Ebû Cehil'in evine giderek onunla görüşmek istemiş ve: "Ey Ebû'l-Hakem,
Muhammed'den dinlediklerin hakkında ne düşünüyorsun demiş. Ebû Cehil şu
karşılığı vermiştir: "Ben Muhammed'den ne dinlemişim? Biz Abdü Menâf
Oğulları ile rekabete giriştik, onlar yedirip içirdiler, biz de yedirip
içirdik; onlar yüklendiler, biz de yüklendik; onlar verdiler, biz de verdik;
devamlı onlarla şeref yarışında bulunduk. O derece ki, nihayet onlarla müsavi
hâle geldik. Tıpkı yarışan iki atın kulak kulağa gelişi gibi. Tam bu hale
geldik, şimdi onlardan biri kendisinin^ Peygamber olduğunu, semâdan kendisine vahiy geldiğini
iddia ediyor. Peki biz bununla nasıl yarışacağız? Abdü Menâf Oğullarına nasıl
yetişeceğiz? Vallahi ben ona ne inanır, ne de onu tasdik ederim!" Ebû
Cehl'in bu sözü üzerine Ahnes bin Kays, derhal oradan ayrılmıştır."
Beyhekî Muğira bin Şûbe'den nakleder. O şöyle demiştir:
"Benim ilk defa Resûlüllah'ı tanıyışım şöyle olmuştur: Bir gün ben Ebû
Cehil ile birlikte Mekke'nin dar sokaklarından birinde yürüyordum. Ansızın
Resûlüllah ile karşılaştık. Resûlüllah Ebû Cehl'e hitaben dedi ki:
"Ey Ebû'l-Hakem, Allah'a
ve O'nun Resulüne tâbi ol!" Ebû Cehil cevaben dedi ki: "Ey Muhammed, sen şu ilâhlarımızı
kötülemeyi terk eder misin? Sen, herhalde bizını senin vazifeni tebliğ etmiş
olduğuna şahitlik yapmamızı istiyorsun. Tamam, tebliği etmiş oluyorsun..^ Fakat
Allah'a yemin ederim ki, eğer ben senin tebliğ etmiş olduğun şeyin gerçek
olduğunu bilsem, herhalde onu kabul ederim. Sana uyarım!" Bunun üzerine
Rasûlüllah dönüp gitti. Resûlüllah gittikten sonra Ebû Cehl,
bana hitaben de dedi ki: "Bak Mugîra, aslında ben, Muhammed'in söylediği
şeyin gerçek olduğunu yemin ederim ki biliyorum. Fakat şu Kusay Oğulları ile
bir defa rekabete girmişiz... Şöyle ki: Onlar, "Kabe'ye âit vazifeler
bizınıdir!" dediler, peki sizin olsun dedik. Yine onlar: "Mühim
işlerin konuşulduğu Dârü'n-Nedve bize aittir" dediler, biz de kabul ettik.
Yine onlar: "Sancakların taşınması bize aittir" dediler, peki deyip
kabul ettik... Onlar: "Hacılara Zemzem verilmesi de bize âit olacak"
dediler, biz de peki deyip kabul ettik. Sonra onlar bol bol yedirip içirmeye
başladılar; biz de yedirip içirdik. Vaktaki iki rakîb kabile aynı hizaya
geldiler, sınıde de kalkıp: "içimizden bir Peygamber çıkmıştır" diyorlar. Ben bunu asla kabul
etmeyeceğim..."
Müslim'in rivayetine göre Ebû Zerr şöyle demiştir:
"Kardeşim Üneys Mekke'ye gidip gelmişti. Bana: "Mekke'de bir adamla
karşılaştım, kendisinin Allah tarafından gönderilmiş bir Peygamber olduğunu söyledi" diye bahsetti. Ben
Üneys'e: "Peki insanlar bu hususta ne diyor?" dedim. Uneys de bana:
"İnsanlar: "Bu bir şâirdir, bir kâhindir" diyorlar" dedi.
Ben kendisine: "Ey Üneys, aslında sen de bir şâirsin, O'nun söyledikleri
şiire benziyor mu?" dedim. Üneys: "Ben O'ndan duyduklarımı şiirle
kıyas ettim, açıkça şiir olmadığim gördüm.
Kâhinlerden işittiğim şeylerle de kıyasladım, kehânete benzer bir tarafı
olmadığim da gördüm...
Vallahi aslında Muhammed doğru söylüyor; kendisine
şâir veya kâhin diyenler ise yalan söylüyor" dedi. Kardeşimin bu sözlerinden
sonra Mekke'ye gittim, orada tam bir ay kaldım. Zemzem'den başka hiçbir
yiyeceğim ve içeceğim de yoktu. Bir ay, hep Zemzemle idare ettim..." [9]
Ebû Nuaym'ın
Zühri'den tahririne göre, o demiştir ki: "Akabe günü idi. Peygamberimizin
amcası Abbâs'a Es'ad bin Zürâre demiş ki: "Biz, uzak veya yakın, eş ve
dostla alâkayı kestik! Muhammed'in Allah tarafından gönderilmiş bir Peygamber
olduğuna şehâdet ettik. O'nun asla yalan söylemediğine, okuduğu Kur'ân
âyetlerinin asla beşer sözüne benzemediğine de şehadet ettik."
Yine Ebû
Nuaym İbn-i
İshak tarikiyle İshak bin Yesar'dan, o da
bir adamdan şu haberi nakletmiştir: "Seleme Oğullarından olan o adam
demiştir ki: "Seleme Oğullarimn gençleri müslümanlığı kabul ettikleri
zaman, Amr bin Cemûh oğluna hitaben: "Git Muhammed'i dinle, O'ndan
uyduklarim bana gelip aynen haber ver!" dedi. O da gidip Hazret-i
Peygamberi dinledi.
Peygamber kendisine Fatiha Sûresini okudu. Gelip aynen
babasına tekrarladı. Amr, Fatiha Sûresi'ni dinledikten sonra: "Allah
Allah, bu ne kadar hoş ve ne kadar güzel bir kelâm! Muhammed'in okudukları, hep
böyle güzel midir?" demekten kendisini alamadı. Oğîu da: "Evet
babacığım!..." karşılığim verdi."
İbn-i Sa'd,
Muhammed bin Kab, Şa'bî, Zührî ve daha başkaları Yezid bin Rumân'dan rivayet
ederler: "Bir gün Süleym'den bir adam, Peygamber'i (sallallahü aleyhi ve sellem) ziyaret edip O'ndan
bâzı sözler dinlemiş, O'na bâzı şeyler sorup cevaplar almış... Kays bin Nesîbe
adındaki bu adam kabilesine döndüğü zaman, bir müslüman olarak dönmüştür ve
onlara hitaben demiştir ki: "Ey kavmim! Beni dinleyiniz, ben, bundan önce
Diyâr-ı Rum'un âlimlerinin söylediklerini de dinledim, îran'lıların
iniltilerini de işittim, Arapların şiirlerini de duydum! Emîn olunuz ki,
Muhammed'in okuyup söyledikleri, bunların hiç birine asla benzememektedir.
Haydi bana itaat ediniz ve O'nun getirdiği hakdan nasibinizi alimz!..."
Onlar yâni Süleym Oğulları da yedi yüz
(veya bin) kişi oldukları halde, Mekke'nin fethi gününde gelip müslüman
olmuşlardır."
Allah'ın Kitabı ve kelâmı elan Kur'ân-ı
Kerim'in, îlâhî bir mucize olduğu üzerinde akıl sahipleri icmâ' va ittifak
etmişlerdir. Kur'ân, kendisini inkâr edenleri bir benzerini meydana getirmeğe
çağırıp onlara meydan okuduğu halde, onlardan hiç birinin buna yeltenmemiş
olması da bunu göstermektedir. Nitekim bir âyet-i kerîmede aynen şöyle buy
urulmaktadır:
"Ve eğer, ortak koşanlardan biri emân
dileyip yanına gelmek isterse, onu yanına al ki, Allah'ın sözünü işitsin; sonra
onu güven içinde bulunacağı yere ulaştır." [10]Eğer onun, Allah'ın sözünü işitmesi
kendisi üzerinde bir hüccet olmasaydı, kendisi onu işitmeğe havale edilmezdi.
Kendisine okunacak olan Allah kelâmimn kendisi üzerinde hüccet olması ise, o
okunan âyetin ancak mucize olması ile gerçekleşmektedir... Nitekim bir âyet-i
celîlede de aynen şöyle buyurulmuştur:
"Dediler ki: "O'na Rabb'inden
âyetler (mucizeler) indirilmeli değil miydi? de ki: Ayetler Allah'ın
yanındadır. Ben ancak apaçık bir uyarıcıyım!" [11]
"Kendilerine okunan Kitab'ı sana
indirmemiz (mucize olarak) onlara yetmedi mi? Şüphesiz inanan bir toplum için,
bunda bir rahmet ve öğüt vardır!" [12]İşte bu âyet-i celîle ile Cenab-ı Hakk,
açıkça haber veriyor ki, O'nun Kitab'ı, bir mucizedir; Hakk'a kılavuzluk
etmekte kâfidir, diğer Peygamberlerin çeşitli mucizelerinin hepsinin yerine
kâimdir. Üstelik onlar, yâni Araplar; Arap dilinin her türlü inceliklerine
vâkıf ve onu en üstün derecede konuşup icra eden bir topluluktur. Muhammed (aleyhisselâm) da kendilerine yine kendi dillerinde bir
kitap getirmiş ve güçleri yeterse O'na muâraza etmeye, en küçük bir sûresine
bir benzer getirmeye çağırıp kendilerine açıkça meydan okumuştur. Yıllarca
kendilerine mühlet de vermiştir. Kendileri ise, Kur'ân'ın nurunu söndürmeğe son
derece hırslı oldukları halde böyle bir şeye yeltenmemişlerdir. Çünkü Kur'ân'ın
bir benzerini getiremeyeceklerini çok iyi biliyorlardı. Gerçekten bundan âciz
idiler. Eğer âciz olmasalardı, böyle bir muârazayı bırakıp da mücerred müslüman
olmamak için inâd etmeyi, İslâm'ı alaya almayı tercih etmezlerdi. Bâzan "O
bir sihirdir" demek, bâzan "O bir şiirdir" demek, bâzan da
"O bir kehanettir" demek gibi çelişkiler içinde bocalamazlardı. Hele
hele, sonunda kılıcın hakemliğine razı olup üzerlerine çok düşkün oldukları
kızlarimn, kadınlarimn esir düşmesine, mallarimn ganimet olarak toplanmasına
yol açabilecek olan savaşı, asla göze almazlardı. Yâni Kur'ân'a, O'nun
sûrelerinden birinin bir benzerini getirerek karşılık vermek gibi çok kolay (!)
bir yol varken, savaşı göze almak gibi çok zor ve tehlikeli bir yolu
seçmezlerdi, içlerinde Arapça'nın pek büyük ustaları ve üstadları bulunmasına
rağmen, böyle bir yolu seçmiş olmaları, kesin olarak Kur'ân'a kelâm yoluyla
karşı koymaktan âciz olduklarim, Kur'ân'ın karşı konulmaz bir mucize olduğunu
göstermektedir... Zâten bütün akıl sahipleri de bunun üzerinde herhangi bir
ihtilafa düşmüş değildir.
Hafız İbn-i
Hacer diyor ki: "Yüce Allah
Muhammed'i (sallallahü aleyhi ve sellem) gönderdiği zaman, Arapların şair ve hatipleri pek
çoktu, lügat ve edebiyat bilgileri zirvesine çıkmış bulunuyordu... Peygamberimiz ise, her
sınıf ve tabakadaki insanların tamamim Allah'a
ve O'nun Kitab'ına davet etti. Kur'ân'a ve
O'nun küçük bir sûresine bir benzer getirmeleri için onlara meydan okudu, sonra
savaş meydanlarına çağırdı. Onlar ise, Arap Edebiyatimn bütün inceliklerine
vakıf oldukları, şairleri ve edipleri de çok olduğu halde, Kur'ân'a kelâm
cinsinden bir şeyle muâraza etmekten âciz kaldılar... Bu ise, Kur'ân'ın mu'ciz
olduğunu gösterir. Aklı olan bunun böyle olduğunu anlar ve kabul eder... Çünkü
küçük bir sûre veya birkaç âyet topluluğu getirebilselerdi, kolaylıkla Kur'ân
dâvasını baltalamış, müslümanları ve Peygamberi müşkil durumda bırakmış
olacaklardı. Savaş meydanlarında birçok canların telef olmasına, pek çok malın
elden çıkmasına hiç lüzum kalmayacaktı..."
Alimlerimiz Kur'ân'ın mucize oluşunun
yönünü açıklamada çeşitli tevcihler yapmıştır. Ben bunları gayet geniş bir
şekilde el-Itkân adlı kitabımda açıklamış bulunuyorum. Burada özet olarak deriz
ki: "Kur'ân icazının birçok yönleri vardır. Bunlardan bâzıları şunlardır
ki, sırasiyle arz edelim:
1. Kur'ân; gerek fesahat ve belagatı
(sözünün üstün, güzel ve son derece te'sirli oluşu), gerek te'lifindeki
güzelliği, kelime ve cümlelerin birbiriyle uygunluğu bakımından mevcud Arap
fesahat ve belagatimn üstüne çıkmıştır. Arapların çok sayıda şâir, edîb ve
hatipleri Kurân'ın eşsiz ve benzersiz güzelliği ve açıklığı karşısında apışıp
kalmışlardır.
2. Kur'ân nazmimn ve üslûbunun mevcud Arap
Edebiyatındaki şiir ve nesir metodlarınm fevkinde oluşu; kelime, cümle ve
âyetlerin düzeni, vakıf ve maktaları, durak yerleri ve bölümleri itibariyle
eşsiz ve benzersiz bulunuşu... Ne Kur'ân'dan önce, ne de Kur'ân'dan sonra, bu
bakımdan da Kur'ân'ın bir benzeri asla olmamıştır!...
3. Kur'ân'ın ihtiva ettiği gaybî haberler
bakımından mucize oluşu... (Nitekim Kur'ân'ın bir âyetinde aynen şöyle
buyurulmuştur:
"Elif lâm mim. Rumlar yenildi;
Arapların bulunduğu bölgeye yakın bir yerde (mağlûb oldu.) Onlar bu yenilgiden
sonra yeneceklerdir. Birkaç yıl içinde (3-9). Onların bu yenilgilerinden önce
de, sonra da iş tamamen Allah'a aittir. O gün mü'ıninier
sevinirler." [13]
4. Geçmiş asırlara, ümmetlere, din ve
şeriatlere dair verdiği haberlerin sıhhatli ve isabetli oluşu... Kur'ân
âyetlerini tebliğ buyuran Peygamber (sallallahü aleyhi ve
sellem), bu haberi tamamen asıllarına uygun
olarak veriyor ve açıklıyordu,.. Halbuki kendisi, ne okumuş ne de yazmıştı.
5. İnsanların içindekileri açığa vurarak
îlâhî bir mucize oluşunu ortaya koyması... Nitekim bâzı âyetler de bunu ortaya
koymuştur. Bir âyeti celîlesinde Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Sizden iki
takım, korkup bozulmaya yüz tutmuş idi." ([14]Diğer bir âyette de şöyle buyurmuştur:
"...ve kendi içlerinde (gizlice): "Bu dediğimizden ötürü Allah bize
azâb etse ya!" diyorlar..." [15]
6. Bâzı kimselerin şahıslarıyla ilgili
hükümlerde onların âciz kalacağim, asla o şeyi yapamıyacaklarim haber vermesi
ve aynen Kur'ân'ın haber verdiği gibi tecellî etmesi... Meselâ: Yahudilerin
kendi yaptıkları sebebiyle asla ölümü temenni etmeyeceklerini haber vermesi ve
onların da bunu yapmaması, bundan âciz kalması... Nitekim bir âyet-i celilede
Yüce Allah bunu şöyle haber vermiştir: "Fakat onlar, işledikleri işler
sebebiyle ölümü asla temenni etmezler." [16]
7. Şiddetle muhtaç ve adeta zorunlu
olmalarına rağmen müşriklerin, Kur'ân'a muâraza etmeyi bilfiil terketmiş
olmaları...
8. Kur'ân'ın okunduğu sırada O'nu
dinliyenlerin kalblerini bir korku ve heybetin sarmış olması... Nitekim Cübeyr
bin Mut'ım'ın Bedir'de esir düşen bâzı yakınlarim kurtarmak için Medine'ye
geldiği sırada, Peygamber (sallallahü aleyhi ve
sellem) akşam namazını kıldırmakta idi ve Tûr
suresinden şu âyetleri okuyordu: "Yoksa kendileri hiçbirşey olmadan (yâni
bir yaratıcı olmadan) mı yaratıldılar? Yoksa yaratan kendileri midir? Yoksa
gökleri ve yeri mi yarattılar? Hayır, onlar düşünüp de kesin imâna varamazlar!
Yoksa Habbi'nin hazineleri onların yanında mıdır? Yahut hâkim olan, her şeyi istedikleri gibi yöneten
kendileri midir?" [17]
İşte bu âyetler okunduğu sırada, bunların
ne demek istediğine dikkat edip kulak veren Cübeyr bin Mut'ım, öylesine
heyecenlanmıştır ki, bizzat kendi ifadesiyle: "Heyecandan nerdeyse kalbim
uçup gideyazdı!" demekten kendisini alamamıştır. Halbuki o sırada Cübeyr
bir müşrik idi. Fakat yine kendi ifadesiyle "müslüman olma yolunda ilk
müsbet adımı" da bu olay teşkil etmiştir.[18]
9. Kur'ân'ı okuyanın hiç usanmaması,
dinleyenin asla bıkmaması; okudukça veya dinledikçe Kur'an'a olan sevgisinin
artması... Halbuki başka kelamlar böyle değildir. Birkaç defa tekrarlandıktan
sonra insana bir usanç gelir... Kur'ân-ı Kerîm ise asla böyle değildir. Nitekim
ilgili bir hadislerinde Peygamber Efendimiz de: "...ve O, tekrar tekrar okunmakla da
eskimez, güzellik ve tatlılığından .hiçbir şey. kaybetmez..."
buyurmuşlardır. [19]
10. Dünya durdukça O'nun, yâni Kur'ân'ın
büyüklük ve bütünlü-lüğünden hiçbir şey kaybetmeden durması ve durmaya da devam
edecek olması ve O'nu böylece koruyacak olanın da bizzat Allah olması...
11. Kısa birkaç cümlede, sayılı birkaç
harfde nice ulûm ve maârifi cemetmiş olması... Önceki kitaplardan hiç birine
böyle bir şey nasib olmamıştır.
12. Hem cezâlet, hem de azûbet (yâni çok
büyük, vecîz ve tatlı olma) sıfatlarimn her ikisini de cami olması... Halbuki
beşer kelamında bu iki nitelik, kolay kolay bir araya gelmez...
13. En son kitap olması, kendinden önce
indirilmiş semavî kitaplardan hiç birine muhtaç olmayıp bilakis onların hakemi
durumunda bulunması... Nitekim bir âyet-i celîle de açıkça bu hususu
belirtmektedir ve şu mealdedir:
"Bu
Kur'ân, İsrâ'il oğullarına, kendilerinin ayrılığa
düştükleri şeylerin birçoğunu anlatıyor" [20]
Kâdî Iyâd diyor
ki: "Kur'ân'ın hangi yönlerden mucize oluşunun
açıklanması konusunda bu sayılanlardan ilk dördü, bu hususta esas-kabul
edilecek olanlardır. Diğerleri ise, Kur'ân'ın özellikleri
cümlesindedir..."
Kur'ân'ın özellikleri cümlesinden şunları
da sayabiliriz: "Kur'ân yedi harf üzerine nazil olmuştur, peyder pey,
parça parça nazil olmuştur, ezber edilmesi gayet kolaydır. Önceki nazil olan
kitaplarda ise bu Özellikler bulunmamakta idi. Bu özelliklerin bilhassa ilk
ikisi üzerinde Eî-itkân adlı kitabımızda çok geniş bilgiler vermiş
durumdayız [21]Peygamber Efendimiz'in diğer Peygamberlere karşı taşıdığı özellikleri
beyan edeceğimiz ileriki bölümde de, hayli bilgi verilecektir.
Yine Kadı Iyâd şöyle demektedir:
"Kur'ân'ın ne gibi îcâz yönleri olduğuna dair bu bilgilere arif ve vâkıf
olduktan sonra, şurasını da unutma ki, Kur'ân'a âit mucizelerin sayısı ne
bindir, ne de iki bindir... Belki pek çoktur. Zira sevgili Peygamberimiz,
Kur'ân'ın bir sûresine benzer getirmeleri hakkında onlara meydan okumuş, onlar
da bundan âciz kalmışlardır. Demek ki, Kur'ân'dan küçük bir süre bile, başlı
başına mucizedir. Alimlerimiz, Kur'ân'ın en kısa sûresinin El-Kevser Sûresi
olduğunu bildirmişlerdir. O halde, Kevser Sûresi kadar olan bir âyet veya
birkaç âyet de başlı başına bir mucize olmaktadır. Zira sonunda kılıcın
hakemliğine razı olan müşrikler, bu kadarim getirmekten bile âciz kalmışlardır.
Sonra o bir tek âyette veya birkaç âyette, daha ne kadar mucizelerin saklı
olduğunu da Allah bilir. Bunun için Kur'an mucizelerinin pek çok olduğunu
söylemekteyiz..."
Ben de burada şu açıklamayı yapmak
istiyorum: "Bir tek satırda üç âyetten ibaret olan el-Kevser Sûresi'nin
kelimelerini sayacak olsan, bunların on küsur olduğunu görürsün. Bâzı bilginler
bütün Kur'ân'ın kaç âyet olduğunu merak edip saymışlar ve bunun 77. 934
olduğunu görmüşler. Demek ki bunların bir mucize teşkil eden miktarı takriben
yedi bin tutmaktadır. İşte bu miktarı, Kur'ân'ın îcâz yönü kabul edilenlerden
sekiz adediyle çarptığımız takdirde; .elli altı bin rakamı -çıkar ki, bu
miktarda mucize demektir. Buna diğer yönleri de ilâve edecek olursak, Kur'ân'a
âit mucizelerin sayısı elli altı bin veya daha fazla tutar... Eğer herhangi bir
kimse, sâdece ilk iki mucize yönünü esas olarak bunun tafsilini elde etmek
isterse, ona böyle bir tafsilât için yine El-İtkân adlı kitabımızı dikkatle
gözden geçirmesini tavsiye edeceğiz. Eğer bizim Esrâru't-Tenzîl adlı kitabımızı
mütâlea edecek olursa, yine de bu hususta yeterli bilgi edinmiş olur... Hatta
bir defasında ben, bir tek âyetteki vecîz ve belîg noktaları tesbît etmek
istedim ve tam yüz yirmi çeşit belagat noktasını tesbîte muvaffak oldum. Sonra
bu incelememi, küçük bir risale hâline getirip yayınladım, îsteyen bu risâlemize de
bakabilir. Bu risâlemizde üzerinde durduğumuz âyet-i celile
aşağıdaki âyet-i celiledir:
"Allah, îmân etmiş olanların
velîsidir (dostudur). Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin
dostları da tâğût-tur. O da onları aydınlıktan karanlığa çıkarır. Onlar ateş
halkıdır, orada ebedî kalacaklardır." [22]
Ahmed ve
başkası Ukbe bin Amir'den şöyle bir rivayet sevketmiştir: "Resûlüllah buyurdu:
"Eğer Kur'ân bir deri içine konulsa, onu ateş yakmaz."
Taberânî ise
bu rivayeti Sehl bin Sa'd'dan yapmış ve "ateş ona dokunmaz"
ifadesiyle vermiştir. Yine Taberânî Fsma bin Mfilik hadisinden olarak şu lafızla da
rivayet etmiştir: "Eğer Kur'ân bir deri içinde toplansa, onu ateş
yakmaz."
İbn-i'l-Esîr, Nıhâyetü'l-Garîb adlı
kitabında, bu rivayetin çeşitli tevillerinden birine şu şekilde değinmiştir:
"Bu rivayetin ifâde ettiği husus, sâdece Peygamber Efendimiz'in
sağlığı zamanında idi ve geçici bir mucize idi."
[1] İsrâ' suresi, 88
[2] Bakara suresi, 23, 24
[3] Tûr suresi, 34
[4] Müddessır
suresi, 11-26
[5] Hicr suresi, 91.
[6] Hicr suresi, 92.
[7] Fussilet
suresi, 1-l3
[10] Tevbe
suresi, 6
[11] Ankebût
suresi, 51
[12] Ankebût
suresi, 51
[13] Rûm suresi,
1-5
[14] .Al-iimran
suresi, 122
[15] Mücadele
suresi, 8
[16] Bakara
suresi, 95
[17] Tûr suresi,
35-37
[20] Neml suresi, 76
[22] Bakara suresi, 257
6 PEYGAMBERİMİZE
VAHİY GELDİĞİ SIRADA ZUHUR EDEN BAZI ALÂMETLER
İbn-i Ebî Dâvûd Kitâbu'l-Mesâhif adlı eserinde Ebû Cafer'den
nakleder. O şöyle demiştir: "Ebû Bekir; Cebrâîl'in Peygamberimiz'e nsüdayışuıı işitir
fakat kendisini göremezdi..."
Buhârî ve Müslim Âişe'den rivayet ederler. O demiştir
ki: Haris bin Hişâm Peygamber Efendimiz'e: "Sana vahiy nasıl geliyor?" diye
sordu. Peygamberimiz de buyurdu ki: "Bâzan
çıngırak sesi gibi gelir, bana en ağır geleni de budur. Sonra vahiy benden
kesilir, ben de bana söyleneni aynen alıp ezberlemiş olurum... Bâzan da melek
bana bir insan suretine temessül etmiş olarak gelir ve bana söyler, ben de onun
söylediğini aynen bellemiş olurum."
Âişe validemiz, Peygamber Efendimiz'in
kendisine gelen vahiy hakkındaki bu sözlerini böylece naklettikten sonra demiştir ki:
"Ben, gerçekten Peygamberim iz'e soğuğu şiddetli
bir günde vahy geldiğine şahit olmuştum. Vahiy kesildiği zaman şakakları şapır
şapır terliyordu..."
Müslim'in Ubâde bin Sâmit'ten nakli de
şöyledir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz'e vahiy geldiği zaman, bu kendisine çok
ağır gelirdi, hattâ mübarek yüzünün rengi iyice solardı."
Yine Âişe validemizin bir rivayetinde
de: "Peygamberimiz'e vahiy geldiği zaman,
bu kendisine çok ağır gelirdi" denilmiştir. Nitekim âyet-i celîlede:
"Ey Muhammed, doğrusu biz senin üzerine ağır bir söz bırakacağız"
buyurulmuştur. [1]
Taberânl'nin tesbitine göre de yine Zeyd
bin Sabit şöyle demiştir: "Ben, Resûlüllah Efendimiz'in huzurunda vahiy
yazıyordum, vahiy geldiği zaman Resûlüllah'ı şiddetli bir sarsıntı kaplar ve
şakakları inci daneleri gibi ter dökerdi. Sonra vahiy kesilir, Resûlüllah da
açılırdı. Resûlüllah söyler, ben de yazardım. Nazil olan ilâhi vahiy benim
üzerimde dahî öylesine bir ağırlık yapardı ki, nazil olan Kur'ân âyetleri
sebebiyle ben ayağımın kırıldığım ve bir daha yürüyemeyecek hâle geldiğini
sanırdım..."
Ebû Nuaym'in
nakline göre İbn-i Abbâs da şöyle demiştir: "Resûlüllah Efendimiz'e
vahiy geldiği zaman mübarek yüzünün ve cesedinin rengi solardı; ashâbtan hiç
kimse bu sırada kendisiyle konuşamazdı..."
Ahmed, Taberanî ve Ebû Nuaym İbn-i Amr'den şöyle rivayet ederler. O demiştir ki:
"Ben: Ey Allah'ın Resulü, vahyin gelişini siz hisseder misiniz?" diye
sordum. Resûlüllah'ın bana cevabı da şöyle oldu:
"Evet, vahiy bana gelir, ben de onu
çıngırak sesi gibi işitirim ve şiddetle sarsılırım. Sonra sarsıntı geçer ve ben
sâbitleşir karar kılarım. (Bana söyleneni de aynen alır zaptederim). Bu şekilde
(çıngırak sesi şeklinde) gelen vahiy bana o kadar ağır gelir ki, her defasında
ben, "muhakkak bu sefer canım çıkacak" zannederim!"
Ebû Nuaym'in
Feltân bin Asım'dan rivayeti ise şöyledir: "Vahiy geldiği zaman Peygamber Efendimiz'in
her iki gözü açık bir vaziyette dikilir kalırdı. Allah'tan gelen vahyi aynen
alıp ezberlemek için kulağim ve kalbini de iyice verirdi..."
Buhârî, Müslim ve Ebû Nuaym,
Ya'lâ bin Ümeyye'den rivayet ediyorlar. O şöyle demiştir: "Peygamber Efendimîz'e vahiy geldiği sırada iyice kendisine
baktım. O'nun şiddetli bir hırıltı çıkardığim, gözlerinin ve şakaklarimn iyice
kızarmış olduğunu gördüm."
Îbn4 Sa'd'ın Devs'li Ebû Erva'dan rivayeti
de şöyledir: "Peygamber Efendimiz'e vahiy geldiği zaman gördüm, kendisi devesi üzerinde
idi. Vahyin ağırlığı sebebiyle devesi sağa sola yalpa yapıyor ve Ön ayaklarim
atamaz hâle geliyordu. Bazen dayanamayıp yere çöktüğü,[2]) bazan da ön ayaklarim dikerek ayakta
durakladığı oluyordu. Peygamberimiz'in de şakakları şapır şapır ter döküyordu."
Yine bu noktaya temas eden Ahmed ve Beyhekî'nin Âişe'den rivayeti şöyledir:
"Resûlullah Efendimiz'e vahiy geldiği zaman, üzerine bindikleri devesi
vahyin ağırlığı sebebiyle yere çökerdi. Peygamberimiz de şakaklarından şapır şapır ter dökerdi.
İsterse soğuk bir günde olsun."
Taberânî'nin
Esma binti Amis'ten rivayeti ise şöyledir: "Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in üzerine vahiy
indiği zaman, neredeyse bayılacak gibi olurdu."
Ahmed, Taberânî, Beyhekî ve Ebû Nuaym Esma binti Yezid'den rivayet ederler. O demiştir
ki: "Mâide Sûresi Resûlullah'a nazil olduğu zaman, kendileri devesi
üzerinde bulunuyorlardı ve devenin yularından ben tutuyordum. Nazil olan
sûrenin ağırlığından neredeyse devenin ön ayaklan kırılacak idi."
Yine bu konuda Ebû Nuaym'in
rivayetine göre, Ebû Hüreyre demiştir ki: "Kendilerine vahiy indiği zaman Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz'in başı
şiddetli ağrıdığı için, ağrısı dinsin diye başına kına vurulduğu olurdu."
İbn-i Sa'd İkrime'den rivayet eder. O da şöyle demiştir:
"Resûlullah Efendimiz'e vahiy indiği zaman, vahyin şiddetinden neredeyse
bayılmış gibi olurdu ve bir müddet böyle kalırdı."
Müslim'in
Ebû Hüreyre'den olan rivayetinde de şöyle denilmiştir: "Resûlullah
Efendimiz'e vahiy indiği zaman, ashâbdan hiç biri vahiy hali geçinceye kadar
Resûlullah'a bakamazdı," [3]
Peygamberimizin Cebrâîl'i Yaratıldığı Surette Görmesi
Ahmed, İbn-i Ebî Hatim ve
Ebû'ş-Şeyh İbn-i Mes'ûd'dan rivayet ediyorlar. O şöyle diyor: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Cebrâîl (aleyhisselâm)'ı yaratıldığı şekil ve surette iki defa
görmüştür. Bunlardan birincisi: Peygamberimiz ona, kendisini yaratıldığı şekilde göstermesini
istemişti de o da göstermişti ve bütün ufku kaplamıştı. Diğeri ise: îsrâ
Gecesinde Sidre-i Müntehâ yanında olmuştur."'
Yine Ahmed'in tek başına İbn-i Mes'ud'dan rivayeti de şöyledir:
"Peygamber Efendimiz Cebrâîl'i yaratıldığı şekilde gördüğü zaman, ona altı yüz
kanadı ile ve bütün ufku kapatmış bir vaziyette ve her bir kanadından renk renk
inci ve yakutların döküldüğü bir şekilde görmüştür. Ki bunların çeşit, renk ve
miktarim ancak Allah bilirdi."
Yine Ahmed ve Taberânî'nin İbn-i
Abbâs'tan bir rivayeti var. O şöyle diyor:
"Peygamber Efendimiz Cebrâîl'e kendisini göstermesini istediği zaman, "Allah'a
bu hususta dua et!" cevabim almıştı. Peygamberimiz de dua etmişti. Derken doğu ufkundan bir karaltı
yükselip yayılmaya ve bütün ufku kaplamağa başladı."
Buhârî ve Müslim Âişe'den şöyle rivayet ederler: "Peygamber Efendimiz Cebrâîl'i
yaratıldığı şekil ve surette ancak iki defa görmüştür. Onu, semâdan yere
inerken ve bütün semâ ile arz arasını doldurmuş bir vaziyette görmüştür.
Çünkü Cebrâîl,
çok büyük olarak yaratılmıştır."
İmâm-ı Ahmed'in Âişe'den rivayetinde ise, o bunu, Peygamberimizin
ağzından naklen şöyle ifâde etmiştir: "Peygamberimiz buyurdu: "Ben Cebrâîl'i
gökten yere iner bir vaziyette ve arz ile semâyı tamamen, doldurmuş bir şekilde
gördüm. Üzerinde ise inci ve yakutlarla süslenmiş ince ve has ipekten bir
elbise vardı."
Ebû'ş-Şeyh'in rivayetinde ise Âişe şöyle
demektedir: Peygamberimiz buyurdu: "Ben, Cebrâîl'e:
"Seni yaratıldığın şekilde görmek istiyorum" dedim. Cebrâîl de
kanatlarından birini açıverdi. Semânın ufkunu tamamen kapladı. O kadar ki,
semadan hiç bir şey görünmüyordu."
Ebû'ş-Şeyh'in bir rivayetinde İbn-i Mes'ud
demiş ki: "Peygamber Efendimiz Cebrâîl'i gördüğü zaman, Onun üzerinde yeşil renkte bir
elbise vardı ve O, yerle gök arasını tamamen kaplamış idi."
Yine Ibjı-i Mes'ud'dan Ebû'ş-Şeyh'in ve
İbn-i Merdûye'nin rivayetleri de şu mealdedir: "Peygamber Efendimiz Sidre-i
Müntehâ'da Cebrâîl'i
iki ayağim Sidre üzerine -atmış bir vaziyette ve üzerinde bitki üzerindeki çığ
dâneleri gibi, inciler dizlln+iş bir şekilde görmüştür."
Yine Ebû'ş-Şeyh'in rivayetine göre, Şüreyh
bin Ubeyd'in bu husustaki sözü de şu mealdedir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz semaya
çıktıkları zaman Cebrâîl'i
yaratıdığı şekilde gördü. Cebrâîl'in
kanatlarında bir nûr gibi parlayan zeberced, inci ve yakutlar vardı. Kendileri
bu hususta buyurmuştur'ki: "Cebrâîl o kadar büyüktü ki, sanıyorum sadece iki gözü
arası bütün ufku kaplamıştı. Ben onu, daha önceleri muhtelif şekillerde
görüyordum. En fazla olarak da onu Dıhyetü'l-Kelbi sûresinde görmüştüm. Zaman
zaman da onu, bir kimsenin arkadaşim tül perde, arkasından görmesi gibi
görüyordum."
İbn-i Sa'd ve
Nesai sahih bir sened ile İbn-i Ömer'den şöyle rivayet eder: "Cebrâîl (aleyhisselâm) Peygamber
Efendimiz'e Dıyhe el-Keîbi suretinde gelirdi."
Taberânî'nin
Enes'ten rivayetinde ise şöyle denilmiştir: "Peygamber Sfedimiz buyurdular
ki: "Cebrâîl hana,
Dıhye el-Kelbi suretinde geliyordu. Dıkye, yaratılışı güzel bir adamdı."
El-Uceli'nin tarihinde Uuâııe bin Hakemden
naklen: "İnsanların en güzeli; vahiy meleği olan Cebrâîl kimin
suretinde gelir idiyse İşte. odur" diye kaydedilmiştir." [4]
Ağacın Peygamberimize Doğru Gelişi
İbn-i Ebî Şeybe, Ebû Yûlâ, Baremi, Beyhekî ve Ebû Nuaym el-A'ıneş
tarikiyle Ebû Süfyan'dan, O da Enes'ten şöyle rivayet ederler: "Cebrâîl Peygamber Efendimiz'e
geldi, kendileri bu sırada Mekke dışında idi ve Kureyş tarafından kanlrr içinde
bırakılmıştı. Cebrâîl:
"Bu hal nedir?" diye sordu. Peyga^erimiz de: "Kuroyş beni kanlar
içinde bıraktı" dedi. (cebrail Peygamberimize teselli için: "Bir mucize görmek ister
misiniz7" diye sordu, Peygamberimi.'! de "Svot" dedi. Cebrâîl: "Şu ağacı çağır" dedi. O da çayırdı.
Ağaç.yeri yararak gelip Peygamberimizin önünde durdu. Cebrâîl: "Emret de yerine gitsin!" dedi. O da
yerine gitmesi için ağaca emretmiş, ağaç da yerine dönmüştür. Bu olay
üzerine Peygamberimiz: "Bu kadarı bana yeter" demiştir. [5]
Beyhekî Hasan-ı
Basri'den rivayet eder: "Peygamberimiz Kureyş'in kendisini yalanlamaları sebebiyle son
derece üzülmüş ve Mekke'den dışarı çıkarak bazı dağ yollarında yürümeye
başlamıştı. Bu sırada: "Ey Rabbim, bana teselli olacağını ve kendisiyle
üzüntüden kurtulacağım bir şey göster!" diye niyazda bulunmuş. Kendisine,
karşısındaki ağacın hangi dalim isterse yanına gelmesi için çağırması hakkında
vahiy gelmiş. O da çağırmış. Bunun üzerine dal ağacından ayrılarak O'nun yanına
gelmiş. Peygamberimiz o dala yerine gitmesini emretmiş, dal da yeri
yararak geri dönmüş ve âit olduğu ağaçla birleşmiştir. Bunun üzerine Resûlullah
Efendimiz'in nefsi itmi'nan bulmuş ve Allah'a hamdederek Mekke'ye
dönmüştür."
İbn-i Sa'd, Ebû Ya'lâ, Bezzâr, Beyhekî ve Ebû Nuaym güzel
bir sened ile Hasan-ı Basri'den, o da Ömer İbn-i'l-Hattâb (radıyallahü anh)'ten rivayet
ederler. Şöyle ki: "Peygamber Efendimiz Mekke'den çıkıp Hacûn tarafında bulunuyordu,
oldukça üzgün idi. Müşriklerin ezalarim hatırlıyor ve: "ilâhi, bugün bana
öyle bir ayet göster ki, bir daha üzülmeyecek şekilde kalbim itmi'nana
ersin!" diye dua ediyordu. Bu sırada kendisine "Vadideki ağaçlardan
birini çağırması" emredildi. O da çağırdı. Ağaç yeri yararak geldi, O'nun
önünde durdu ve kendisine selâm verdi. Sonra Peygamber ağaca: "Yerine dönmesini"
emretti. Ağaç da geldiği gibi yerine döndü. Bunun üzerine Peygamber (aleyhisselâm): "Bu tecelliden sonra, beni yalanlamalarına hiç
de aldırmam!" dedi."
Ebû Nuaym Câbir'den
naklediyor, O demiştir ki: "Müşrikler Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) eziyet ediyorlardı.
Cabrâil gelerek Peygamber'i aldı ve Mekke'nin dışına çıkardı. Ağaçlık bir
vadinin kenarından geçerlerken Peygamberimiz'e hitaben: "Ağaçlardan hangisini istersen
çağır!" dedi. Peygamberimiz de bir ağacı çağırdı, ağaç geldi ve O'nun önünde
durdu. Bunun
üzerine Cebrâîl: "Ey
Peygamber, gerçekten sen hak üzeresin!" dedi." [6]
Henüz Yaşim Doldurmamış ve Koç Görmemiş Kuzunun
Memelerinden Süt Sağması
Tayâlisi, İbn-i Sa'd, İbn-i Ebî Şeybe, Beyhekî ve Ebû Nuaym Îbn4
Mes'ûddan rivayet ediyor. O demiştir ki: "Ben yeni yetişmekte olan bir
genç idim ve Mekke'de Ebû Muayt oğlu Ukbe'nin koyunlarim güderdim. Peygamberimiz ve
Ebû Bekir, Mekke müşriklerinden kaçarlarken bana uğradılar ve dediler ki:
"Ey delikanlı, yanında bize içireceğin süt var mıdır?" Ben ise,
"Bir emanetçi olduğumu" bildirerek cevab verdim. Dediler ki:
"Güttüğün sürü içinde henüz koç görmemiş ve yaşına basmamış dişi kuzu yok
mudur?" Ben: "Vardır" diyerek cevapladım ve kuzuyu onların
yanına getirdim. Ebû Bekir kuzuyu bağladı.
Peygamberimiz de kuzunun
memesini eline aldı ve dua etti. Kuzunun memesi süt ile doldu... Ebû Bekir içi
çukur bir taş bulup getirdi, Peygamberimiz sütü bunun içine sağdı. Sonra sütten Peygamberimiz ve Ebû Bekir
içtiler. Bana da içirdiler. Sonra Peygamber Efendimiz kuzunun
memesine "sütünü çek" diye seslendi. O da eski hâline
geldi." [7]
Hâlid bin Saîdin Gördüğü Rüya
[8]İbn-i Sa'd ve Beyhekî Muhammed
bin Abdullah bin Amr'den[9] nakleder:'Hâlid bin Saîd, Islâm'in
ilk günlerinde müslüman olmuştu. O'nun müslümanlığı kabul edişi gördüğü bir
rüyaya dayanır. Şöyle ki: Rüyasında pek büyük bir ateş görür, babası kendisini
bu ateşe itmektedir. Kendisi de bu ateşin kenarında bulunmaktadır. Peygamberimiz ise
gelip ateşe düşmesin diye arkasından tutup onu çekmektedir. Ürpererek
uykusundan uyanmış ve: "Allah'a yemin ederim ki bu, bir hak rüyadır!"
demiş. Derhal Ebû Bekir'e giderek rüyasını anlatmış. Ebû Bekir de: "Bu
gerçekten hayırlı bir rüyadır" demiş ve: "Hiç durma, İşte Resûlüllah,
hemen gidip kendisine imân et!" tavsiyesinde bulunmuştur. O da hemen Peygamberimiz'e gidip: "Ey
Muhammed, sen insanları neye çağırıyorsun?" diye sormuş. Peygamberimiz:
"Ben Allah'ın elçesi olarak insanları Allah'ın birliğine, eşi ve benzeri
olmadığına, Muhammed1 in de Allah'ın kulu ve elçisi olduğuna inanmaya
çağırıyorum. İşte seni de buna ve putları aradan çıkarıp atmaya çağırıyorum!
Elbette ki insan, fayda da, zarar da vermekten âciz bulunan, kendisine ibadet
edenle etmiyeni farketmiyen taş parçasına tapınamaz!... buyurmuştur. Bunun
üzerine Hâlid müslüman olmuştur. Durumu öğrenen babası Hâlid'in peşine adam
takmış, yakalatıp getirmiş, fena sözler söyleyip doğmuştur. Öfkesini yenemeyip:
"Vallahi ey Hâlid, sana bir lokma yiyecek vermeyeceğim!" diyerek
haykırmıştır. Hâlid de babasına hitaben: "Eğer sen yiyeceğimi vermezsen,
Allah benim rızkımı istediği şekilde verecektir!" diyerek karşılık
vermiştir."
İbn-i Sa'd Salih
bin Keysân'dan [10]şöyle nakleder; "Hâlid bin Saîd
gördüğü rüyayı arılatarak demiştir ki: Peygamberimiz'i gönderilmesinden önce idi. ... Ben, bütün Mekke'yi
kaplayan, dağları ve vadileri örten bir karanlık gördüm, rüyamda... Sonra
Zemzem tarafından sabah aydınlığı gibi bir nûr çıktı. Büyüdükçe büyüdü ve
iyice yukarıya çıktı. îlk önce bu nurun aydınlığında gördüğüm şey Kabe
olmuştur. Sonra sırasıyla dağları ve vadileri gördüm... îyice büyüyen ve
yükselen bu nûr, o kadar yayılmıştı ki tâ Medine'nin hurmalıklarim
aydınlatıyordu. Bu nurun içinden biri şöyle sesleniyordu: "O, münezzehtir,
münezzehtir!... Söz tamam olmuş» şirkin bütün yolları kaldırılmıştır! Bu ümmet
mutlu olmuş, Peygamberini bulmuştur! Şu karyenin yalanladığı Kitab kemâline
ermiştir. Bu karye iki defa azâb görmüş, üçüncüsünde tevbeye gelecektir."
Hâlid, bu rüyasını kardeşi Amr'e anlatmış, Amr de demiştir ki: "Gerçekten
sen şaşılacak bir şey görmüşsün! Nurun Zemzem'den çıktığim gördüğüne göre, ben
derim ki: "Senin bu rüyanın karşılığı, Abdü'l-Muttalib Oğullarından çıksa
gerektir..."
Darekutnî ve İbn-i Asâkir Vakıdî
tarikiyle nakleder: İbrahim bin Ukbe'nin oğlu İsmail, amcası Mûsâ bin Ukbe'den
rivayetle der ki: "Hâlid bir Saîd'in kızı Ümmü Hâlid, babasının bu
rüyasını aynen nakleder ve bu esnada babasının "Bu seseble Allah beni
îslâm'a hidayet etmiştir" sözüne temasla: "Babam ilk müslüman olan
kişidir! O, rüyasını Rasûlüllah'a gidip anlatmış, Resûlüllah Efendimiz de
kendisine: "Ey Hâlid, vallahi ben, senin gördüğün bu nurum! Ben, Allah'ın
Resulüyüm!" buyurmuş, bunun üzerine babam da derhal müslüman
olmuştur" şeklinde ifade etmiştir." [11]
Sa'd bin Ebû Vakkas’ın Rüyası
Îbn-i Ebû'd-Dünyâ ve İbn-i Asâkir Sa'd
bin Ebû Vakkâs'tan nakleder. O demiştir ki: "Ben müslüman olmazdan üç gün
önce rüyamda çok büyük bir karanlık gördüm; öyle ki hiçbir şey görünmüyordu.
Derken ansızın Ay doğuverdi. Ben bu Ay'a bakıyor ve başka kimlerin bulunduğuna
dikkat ediyordum. Baktım ki Zeyd bin Harise ile Ebû Bekir de oradalar, benimle
birlikte Ay'ı takib ediyorlar... "Siz buraya ne zaman geldiniz?" diye
kendilerine soruyor, onlardan "şimdi geldik" cevabım alıyordum...
Uyandığım zaman, Resûlüllah'ın insanları gizlice İslâm'a davet ettiğine dâir
duygumu hatırladım ve bu maksatla kendisini görmek istedim. Ciyad taraflarında
bir yolda kendisiyle karşılaştığımda: "Ey Muhammed, Sen insanları neye
davet ediyorsun?" diye sordum. Resûlüllah da bana: "Allah'tan başka
ilâh olmadığı,
bildirilmektedir. Hicretin 140. yılında
vefat etmiştir. Zehebi el-Mizân'da onun hakkında: "Ulemâdan iti m ad
edilir bir zattır" der. Kaderiyeden olduğu iddia edilmişse de, bunun
asılsız
olduğunu bildirir.
Muhammed'in de Allah'ın elçisi bulunduğu
hakikatini kabul edip şehâdet getirmeye davet ediyorum! Haydi buna şehadet et
de müslüman ol" buyurdu. Ben de derhal şehadet getirerek müslüman
oldum." [12]
Büyükçe Bir Yemek Kabından Kırk Kişinin Doyması
Mucizesi
İbn-i Sa'd Nâfi
tarikiyle Sâlîm'den [13]o da Ali'den nakleder. Şöyle ki: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Hatice'ye bir miktar
yemek hazırlamasını emretti, o da hazırladı. Sonra bana: "Ey Ali, haydi
Abdü'l-Muttalib Oğullarim çağır" dedi.
Ben de çağırdım... Kırk kişi kadar geldiler. Peygamberimiz kendilerine:
"Haydi buyurunuz!" diyerek serîd ikram etti. Hepsi de yiyip doydular.
Aslında bu yemek, onlardan birinin tek başına yiyebileceği miktarda idi. Sonra
kendilerine süt ikram etmemi söylediler. Ben de süt ikram ettim. Hepsi içip
süte kandılar. Aslında bu da, onlardan birinin tek başına içebileceği kadardı.
Fakat kırk kişi olmalarına rağmen hepsini kandırmıştı. Ebû Leheb derhal söze
atılarak: "Gördünüz mü, Muhammed sizleri nasıl da büyüledi!" dedi ve
oradakilerin dağılmalarına sebeb oldu... Aradan bir kaç gün geçtikten sonra
yine bir miktar yemek hazırlatan Peygamber
Efendimiz, bana hitapla: "Ey Ali haydi kavmini
topla!" buyurdular. Ben de onları topladım, hepsi gelip yediler ve
içtiler. Doyup kandılar... Sonra Peygamberimiz topluluğa hitapla: "Şimdi beni, üzerimde
bulunduğum bu dâvada kim destekleyecek?" diye sordu... Ben hemen söze
atarak: "Ben destekliyeceğim, ey Allah'ın Resulü! Şu topluluğun en genci
de benim!" diyerek karşıladım... Oradakileri bir sükût kapladı, hiç
kimseden bir ses çıkmadı. Sonra babama hitapla: "Ey Ebû Tâlib, oğlunun
yaptığim görüyor musun?" dediler. Babam da kendilerine: "Bırakın onu,
o elinden gelen hiç bir şeyi esirgemeksizin amcası oğlunu desteklemeye devam
edecektir" karşlığim verdi..."
Yine Ebû
Nuaym İbn-i İshâk tarikiyle Berâ bin
Azib'ten nakleder: "Peygamber Efendimiz'e "Ey Muhammed, yakınlarim inzâr et!"
mealindeki âyet indiği zaman, Peygamberimiz Abdü'l Müttalib oğullarim topladı, o gün onlar
kırk kişi idiler. Ali'ye, bir koyun budundan bir miktar yemek hazırlamasını
emretti. O da hazırlayıp Resûlullah'a takdim etti. Resûlullah bu yemekten bir
parça alıp bu parçanın bir kısmim yedi, kalan kısmim da yemek kabimn etrafında
dolaştırarak yemeğe dokundurdu. Sonra onar kişi hâlinde gelip yemelerini
söyledi. Onlar da onar kişi halinde gelip hepsi bu yemekten yediler ve doydular.
Sonra Peygamberimiz süt kabım isteyip eline aldı, bir yudum içtikten
sonra onlara verdi: "Buyurunuz sırayla içiniz, bismillah" dedi. Hepsi
içtiler ve süte kandılar. Ebû Leheb derhal söze başlayıp: "Hiç bir kimse,
bu adamın sizi büyülediği gibi kimseyi büyülemiş değildir!" dedi ve
oradakileri dağıttı. Ertesi günü Peygamberimiz onları tekrar çağırtıp topladı. Aynı şekilde bir
kişinin yiyebileceği miktardaki bir yemekle hepsini doyurdu, aynı miktardaki
sütle de hepsini süte kandırdı. Sonra başkasma fırsat vermeden söze başlayıp
kendilerine tebligatim yaptı." [14]
Peygamberimizin Ebû Talib’in İyileşmesi İçin Duası
İbn-i Adiy, Beyhekî ve Ebû Nuaym (zayıf bir senedle) yâni Heysem bin Hammâd tarikiyle
Enes'ten rivayet eder. O diyor ki: "Ebû Talib hasta olmuştu. Peygamberimiz kendisini ziyaret etti. Bu sırada Ebû Talib: "Ey
kardeşimin oğlu, kendisine ibadet ettiğin Rabbine dua et de bana şifâ
versin" ricasında bulundu. Peygamberimiz de: "Allah'ım, amcama şifa ihsan
eyle!" diyerek dua etti. Ebû Tâlib de sanki hiç hasta değilmiş gibi
iyileşip ayağa kalktı. Peygamberimiz'e hitaben: "Ey kardeşimin oğlu, Senin kendisine
ibâdet ettiğin Rabbin, sana itaat edip isteğini yerine getiriyor"
dedi. Peygamberimiz de kendisine:
"Ey amca, eğer sen Allah'a itaat etsen, elbette O da sana itaat
eder!" diyerek karşılık verdi."
(Bu rivayeti tek başına Heysem
nakletmiştırve kendisi zayıf bir râvidir -Süyûti-).[15]
Ebû Talib’in Peygamberimizin Hürmetine Yağmurun Yağmasını İstemesi
İbn-i Asâkir'in Târih'inde naklettiğine göre Celheme bin Arfeta
demiştir ki: "Ben Mescid-i Haram'a gitmiştim. Kureyş'in dağimk bir
vaziyette bulunduğunu, izdiham ve gürültüden geçilmediğini gördüm. Yağmur duası
yapıyorlardı. İçlerinden biri: "Lât ve Uzzâ adındaki putlarimzın yanına
giderek, onlardan şefaat isteyin!" diye bağırıyordu. Bir başkası da:
"Menât'a gidiniz, Menât'a" diyerek haykırıyordu, içlerinden yaşlı
birisi bu arada: "Vesını ve Kasını! Yani meşhur ve büyük adam! Güzel
yüzlü, tatlı ve haklı sözlü! Size ne oluyor da O'na başvurmuyorsunuz?
İbrâhim'in bakiyesi, İsmâil'in sülâlesi sizin
içinizdedir!" dedi. Bu yaşlı kişiye:
_"Ebû Talib'i mi kastediyorsun?" diye sordular. O da:
"Evet" karşılığim verdi. Hep birlikte kalkıp Ebû Talib'in evine
gittiler. Ben de gittim. Kapıyı çaldıklarında Ebû Talib dışarı çıktı ve niçin
geldiklerini anlatmaları üzerine de: "Öğle vaktinin girmesini ve rüzgarın
esmesini bekleyiniz" dedi. Güneşin zevalinden sonra, yanında sanki
buluttan sıyrılan güneş gibi biri bulunduğu halde halkın yanına çıktı.
Etrafında başka gençler de vardı. Ebû Talib yanındaki güneş yüzlü gencin
elinden tutup Kabe duvarimn dibine ve arkası Kâbeye dayalı bir vaziyette
oturttu. O genç de şehadet parmağim yukarı kaldırarak dua edip sığındı.
Yanındaki diğer gençler de yalvarıp yakarıyorlardı. Semada ise hiç bulut yoktu.
Derken bulutlar görünmeye ve çeşitli taraflardan yükselmeye başladı. Çok
geçmedi hava iyice kapandı ve bol bol yağmur yağdı. Vadilerden seller aktı ve
her taraf bolluk bereketlik oldu. Ebû Tâlib de bunun üzerine şiir hâlinde şu
sözleri söyledi:
"Nûr yüzlü! O'nun yüzüsuyu hürmetine
yağmur istenir. Kendisi yetimlerin sığınağı, dulların dayanağıdır.
Her tarafı kıtlık ve kuraklık sarmışken,
nimete ve berekete kavuşuldu.
Adalet terazisi bir arpa ağırlığında hatâ
etmez. "
Tartıcısı da gerçek ve güvenli olunca,
hiçbir haksızlık olmaz!" [16]
Ay'ın Yarılması Mucizesi
Peygamber Efendimiz'in sahih haberlerle sabit bulunan mucizelerinden
birisi de, Ay'ın yarılması mûcizesidir ki buna Şakkı-Kamer mucizesi denilmektedir.
Üzerinde ittifak edilmiş bulunan sahih hadisler ve haberler, Ay'ın bü-fiil
ikiye ayrılmasına şehadet ettiği gibi; ilgili âyet-i kerime de bu hususta
sarihtir; açıkça buna delâlet etmektedir. Nitekim Kamer Sûresi'nin birinci
âyetinde aynen şöyle buyurulmaktadır:
"Kıyamet saati yaklaştı, Ay
yarıldı."
Buhârî ve Müslim de sahihlerinde Enes'ten şöyle rivayet ederler:
"Mekke halkı Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den kendilerine
bir mucize göstermesini istediler. Peygamberimiz de onlara Ay'ın
ikiye yarılması mucizesini gösterdi." Yine her iki sahihlerin İbn-i Mes'ud'dan rivayetleri de şöyledir: "Peygamber (sallallahü aleyhi
ve sellem) zamanında Mekke'de Ay iki parçaya
ayrıldı. Peygamber Efendimiz Mekke'lilerin dikkatini bu mucizeye çekerek: "Şahit
olunuz" buyurdular.
Buharî ve Müslim'in yine, İbn-i
Mes'ud'dan olan diğer bir revâyetleri de şu mealdedir."Mekke de Ay ikiye
yarıldığı zaman biz Peygamber Efendimiz'in yanında bulunuyorduk. Ben şahsen bu mucizeye şahit
oldum. Ay ikiye ayrıldı, bir parçası dağın öbür tarafında, bir parçası da bu
tarafînda oldu. Peygamberimiz Mekke'lilere hitaben: "Şahit olunuz"
buyurdular.
Yine İbn-i Mes'ûd'dan sahihlerin bir diğer
rivayetinde: "...Ay'ın bir parçası dağın üst kısmında, diğer parçası da
beri kısmında idi" denilmiştir.
Yine İbn-i Mes'ûd'dan Beyhekî'nin bir rivayeti var. Bu rivayette ise şöyle
denilmektedir: "Ben Mekke'de ayın ikiye ayrılışına bizzat şahit olup kendi
gözümle gördüm. Peygamber Efendimiz henüz Mekke'den çıkmamış idi. (Hicretten evvel
idi). Mekke'lilerin kendisinden bir mucize göstermesini istemeleri
üzerine, Peygamber Efendimiz mub.ârek parmağıyla Ay'a işaret etti ve Ay ikiye
ayrıldı. Bir parçası Ebû Kubeys dağimn üzerinde, diğer bir parçası da aşağı
tarafta idi. Müşrikler dediler ki: "Muhammed Ay'ı büyüledi" İşte
bunun üzerine: "Kıyamet saati yaklaştı, ay ayrıldı" mealindeki ilgili
âyet nazil oldu. [17]
Beyhekî ve Ebû Nuaym'in
İbn-i Mes'ûd'dan olan rivayetleri de şöyledir: "Mekke kâfirleri Peygamberimizden
bir mucize istediler. Peygamberimiz de onlara Ay'ın yanlışı mucizesini gösterdi.
Kâfirler bunun üzerine: "Bu bir sihirden ibarettir, Ebû Keşbe'nin oğlu
(Muhammed) sizi büyüledi!" dediler. Sonra, seferde olanlar döndüklerinde
onlardan bunu sormaya karar verdiler. "Eğer seferde bulunanlar da sizin
gördüğünüzü görmüşlerse, Muhammed sözünde sâdıktır, eğer görmemişlerse, burada
size sihir yapıldığından hiç şüpheniz olmasm(!)" dediler. Seferde olanlar
da dönmeye, çeşitli cihetlerden gelmeye başladılar. Onlar da her gelene
soruyor, sorduklarından: "Evet gördük" diye cevab
alıyorlardı." [18]
Ay'ın ikiye yarılması mucizesini Buhârî ve Müslim Abdullah İbn-i Abbâs'tan
rivayet ettikleri gibi, ayrıca Müslim Abdullah İbn-i
Ömer'den de kısaca şöyle nakleder:
"Mekke'de Ay'ın ikiye yarılması mucizesi vukua gelmiştir. Ay'ın bir
parçası dağın öbür tarafında, bir parçası da beri tarafında idi. Peygamberimiz de
bunun üzerine: "Allah'ım şahit ol!" demişti."
Beyhekî ve Ebû Nuaym Cübeyr
bin Mut'im'den rivayet eder. O şöyle demiştir: "Mekke'de Ay ikiye
ayrıldığı zaman bir Peygamber Efendimiz'in yanında bulunuyorduk. Ay'ın bir parçası şu dağın
üzerinde diğer parçası da şu dağın üzerinde idi. insanlar yâni kâfirler:
"Muhammed bizi büyüledi!" dedi. İçlerinden birisi de: "Sizi
büyüledi ise, bütün insanları da büyüledi değil ya!" diyerek söz attı.
Yine Ebû Nuaym'ın Atâ- ve Dahhâk tarikiyle İbn-i Abbâs'tan bir rivayeti var.
Bunda da denilmiştir ki: "Müşrikler
toplanıp Peygamberimiz'e geldiler ye: "Ey
Muhammed, eğer davanda sâdık isen, bize şu Ay'ı ikiye ayır! Öyle ki bir parçası
şu Ebû Kubeys dağimn üzerinde, diğer parçası da şu Kuaykân dağimn üzerinde
olsun!" dediler. Vakit gece idi, Ay da aydınlık idi. Resûlüllah Efendimiz
Allah'a duâ ettiler, Rabbi'nden müşriklerin kendisinden istedikleri şeyi
vermesini dilediler. Bunun üzerine Kamer ikiye ayrıldı. Yarısı Ebû Kubeys
dağimn üzerinde, diğer yarısı da Kuaykân dağimn üzerinde oldu... Mucizenin
gerçekleşmesi üzerine Peygamber Efendimiz de: "Şahit olunuz!" buyurdular.
(Ebû
Nuaym'ın yalnız Dahhâk tarîkinden sevkettiği
bir rivayet daha var. Burada ise yine İbn-i
Abbâs'ın şöyle dediği kaydedilir: "Ay İki
parça oldu. Bir parçası Safa tepesi üzerinde, diğer parçası ise Merve tepesi
üzerinde idi. ikindi vaktinden akşam vaktine kadar olan müddet mfEtarmca Ay'ın
parçaları bu tepeler üzerinde kaldı. Onlar da buna bakmaya devam ettiler. Sonra
Ay battı.)[19]
İslâm âlimleri dediler ki: Ay'ın ikiye
ayrılması mucizesi, gerçekten çok büyük bir mucizedir. Diğer Peygamberlere
verilen mucizelerden hiç biri, bu büyüklükte bir mucize değildir... Çünkü bu mucize bu âlemde carî
bulunan tabiî ve fıtrî kanunların fevkinde olan bir mucize ve tecellîdir...
Tamamen semavî ve ulvî bir tecelli ve mucizedir. Tabiatta var olan kânun ve
özelliklerin dışında büyük bir harikadır. Tabiî yollardan herhangi biriyle
başkasının buna ulaşmasına ve taklîd etmesine asla imkân yoktur. Bu itibarla,
bu mucizeyi izhar edenin davasında sâdık olduğuna delâleti de, çok açık ve
kesindir. [20]
Cenabı Hakkın Peygamberimizi, İnsanlardan Koruyacağına Dair Vadi İlahisi
Tirmizî, Hâkim, Beyhekî ve Ebû Nuaym'in Âişe'den rivayetine göre o
şöyle demiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve
sellem), Önceleri nöbetçiler dikilerek'
insanların kendisine bir kötülük yapmasından korunması için bekleniyordu...
Nihayet şu âyet nazil oldu:
130- "Ey Muhammed, Allah seni
insanlardan koruyacaktır." [21]Bunun üzerine başim kubbeden çıkaran
Peygamber nöbetçilere hitaben: "Ey İnsanlar, haydi gidiniz, Allah beni
koruyacağim va'd buyurdu" demiştir.
Ahmed, Taberânî, Ebû Nuaym Cude'den
naklediyor: "Birgün ben Peygamber Efendimiz'in huzurunda idim. Oraya bir adam getirdiler ve:
"Ey Allah'ın Resulü, bu adam sizi öldürmek istedi" dediler. Peygamber Efendimiz de:
"Korkuya mahal yok, korkuya gerek yok! Eğer sen beni öldürmek istemişsen
bile, Allah bunun için sana fırsat vermeyecektir!" buyurdular. [22]
Allah'ın Peygamberimizi Ebû Cehl’in Zararından Koruması ve Bu Hususta
Meydana Gelen Mucizeler
Müslim Ebû Hüreyre'den rivayet
ediyor: "Bir gün Ebû Cehil büyük bir öfkeleyle:
"Demek, Muhammed aranızda yüzgösterip istediği gibi ibâdet mi
ediyor?" diye bağırdı." Kendisine: "Evet" dediler. Bunun
üzerine Ebû Cehl: "Lât ve Uzzâ adındaki putlarımıza yemin ederim ki, eğer
Muhammed'in bir daha böyle yaptığim görecek olursam, muhakkak boynunu
çiğneyeceğim! Yahut ta yüzünü yerlere süreceğim!" dedi. Peygamberimiz ise
tekrar gelip namaz kılmaya başladı. O'nun boynunu çiğnemek için ilerliyen Ebû
Cehl, birden bire geri çekilmeye ve eliyle kendisini korumaya çalışır gibi
hareketlere başladı ve oradan derhal uzaklaştı. Kendisine niçin böyle yaptığım
sorduklarında: "Muhammed-le benim aramda ateşten bir hendek açıldı. Müthiş
korktum. Sonra aramızda birtakım kanatlar da zuhur etti" cevabim
verdi. Peygamber efendimiz de bu hususa temasla: "Eğer o bana
yaklaşsaydı meleklerin kanadıyla parça parça edilirdi" buyurdular. Cenab-ı
Hak da:
"Hayır, gerçekten insan azar.
(Rabbi'nin bunca iyiliğine rağmen yine de taşkınlık eder)" mealindeki
âyeti ve onu takîb eden diğer âyetleri inzal buyurdu. [23]
İbn-i İshâk, Beyhekî ve Ebû Nuaym İbn-i Abbâs'tan
rivayet ederler: "Bir gün Ebû Cehil, Kureyş'e hitaben: "Ey Kureyş
topluluğu, bildiğiniz gibi Muhammed dînimizi ayıplıyor, atalarımızı kötüleyip
aklımızla alay ediyor! Üstelik ilahlarımıza da hücum ediyor... Ben Allah'a and
içiyorum ki, yarın elime bir taş alıp Muhammed'in namaz kıldığı yerin yakimna
oturacağım, o namaza durup secdeye varınca, başım taşla ezeceğim! Muhammed
Öldükten sonra, onun yakınları olan Abdü Menâf oğulları ne isterlerse
yapsınlar!" diyerek öfkesinden kükrüyordu. Derken ertesi günün sabahında
Resûlüllah Efendimiz geldi ve namaza durdu. Ebû Cehil elinde taş orada
bekliyordu. Kureyş de orada toplanmış merakla bekliyor ve bakıyordu. Peygamberimiz secdeye
vardığı zaman Ebû Cehil taşı yüklenerek ilerledi ve Peygamberimiz'e
biraz yaklaştığı sırada ansızın geri çekilmeye başladı. Dehşete kapılmış ve
rengi solmuş bir vaziyette idi. Sanki eli kurumuş gibiydi. Nihayet taşı elinden
indirdi. Kureyş'ten bazı adamlar yanına gelerek: "Sana ne oluyor?"
diye bağırdılar. Ebû Cehil'de onlara: "Muhammed'e yaklaştığım zaman büyük
bir deve bana hücum etti! Neredeyse beni yiyeyazdı." diye karşılık verdi.
Bunu Peygamberimize duyurdukları zaman: "Büyük ve korkunç bir deve
suretinde ona hücum eden Cebrâîl idi. Eğer bana biraz daha yaklaşsaydı, onu
parçalardı" buyurdular.
Yine İbn-i
Abbâs'tan Buharî'nin rivayetinde şöyle denilmektedir: Ebû Cehil:
"Eğer Muhammed'in Kabe'de namaz kıldığim görürsem, boynunu çiğneyip onu
ezeceğim!" diye haykırmıştı. Bunu Peygamberimize haber verdikleri zaman şöyle buyurdular: "Eğer
öyle bir şey yapsa, melekler onu gözönünde parçalarlar!"
Diğer bazı kaynaklarında İbn-i Abbâs'tan bir rivayeti var. O da bunu babası Abbâs'tan nakleder. Şöyle ki:
"Birgün ben Mescid'de idim. Ebû Cehil dedi ki: "Eğer
Muhammed'i burada namaz kılarken görürsem, secdeye vardığı zaman boynunu
çiğneyip ezeceğime dair Allah'a söz veriyorum!" Ben Resûlüllah'a giderek
Ebû Cehl'in bu andından haber verdim. Peygamberimiz gadada gelerek yerinden kalktı ve doğruca Mescid'e gitti. Mescid'in
kapısından girerken müthiş bir izdiham vardı. Herkes ne olacak diye
heyecanlanmıştı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) okumağa başladı: Kur'ân'ın "Yaratan Rabbinin
adıyla oku" mealindeki ayeti okudu, sonra bu âyeti takîb eden âyetleri
okudu. Nihayet Ebû Cehil hakkındaki "Hayır
insanoğlu gerçekten azıp taşkınlık eder!" mealindeki âyeti okuduğu sırada,
oradakilerden biri Ebû Cehl'e yanaşarak: "Duyuyor musun, Muhammed neler
okuyor, neler diyor?" dedi. Ebû Cehil de o adama cevaben: "Duyuyorum,
fakat siz ufukta benim gördüğümü görmüyor musunuz? Vallahi semânın bütün ufku
benim aleyhime kuvvetlerle doluverdi" dedi.
Kaynakların Ebû Süfyan el-Sekâfi'den
tesbitine göre, o da şöyle demiştir: "Eraş kabilesinden bir adam devesine
binerek Mekke'ye geldi. Ebû Cehil bu deveyi bu adamdan satm aldı, fakat
parasını vermedi. Adam Kureyş topluluğuna giderek durumu anlattı: Kendisinden
bir garip ve yolcu olduğunu söyleyerek, Ebû Cehîl'den hakkimn
alınması hususunda kendisine kimin yardım edebileceğini sordu... Onlar da sırf
ikisi arasındaki soğukluk ve düşmanlığı bildikleri için; "İşte şu adamı
görüyorsun ya, ancak sana o adam yardım edebilir" diyerek Resûlüllah'a
işaret ettiler ve: "Haydi ona git!" dediler. Peygamberimiz o sırada Mescid'in bir tarafında idi. Adamcağız Peygamberimiz'e giderek durumu O'na
anlattı. Peygamberimiz de bu adamcağızı
yanına alarak doğruca Ebû Cehl'in evine
gitti ve kapıyı çaldı. İçeriden Ebû Cehl: "Kim o?" diye
seslendi. Peygamberimiz de: "Muhammed"
diyerek cevap verdi. Dışarı çıkan Ebû Cehl,
gerçekten toprak gibi kesilmişti. Peygamberimiz kendisine: "Derhal bu adamın hakkim Öde!"
dedi. Ebû Cehl: "Ayrılmayimz, hemen hakkim Ödeyeyim"
dedi ve evine girip çıktı. Adamın hakkim ödedi. Efendimiz de o adamla birlikte oradan ayrıldı. Olayı takip edenlerden bâzıları
Ebû Cehve hitaben: "Ey Ebû'l-Hakem, doğrusu sen
şaşıracak bir şey yaptın, derhal Muhammed'e itaat ettin" dediler. Ebû Cehl
onlara verdiği cevapta: "Haklısınız, şaşılacak bir iş yaptım doğrusu...
Fakat Allah'a yemin ederim ki, o benim kapımı çaldığı zaman beni müthiş bir
korku kapladı, kapıyı açıp baktığım zaman, tepemde bir büyük deve dikiliyordu!
Şimdiye kadar hiç böylesini de görmüş değildim. Eğer ben Muhammed'e derhal
itaat etmeseydim, muhakkak o deve beni parçalayıp yerdi."
Şimdi de Selâm bin Miskinin anlattığim dinleyelim. Bunu nakleden de Ebû Nuaym'dir: "Bana anlattıklarına göre, adamın birinin
Ebû Cehil'de bir miktar alacağı varmış, fakat bir türlü bu alacağim alamıyormuş...
Birisi kendisine: "Bu hususta sana kimin yardımcı olabileceğini söyliyeyim
mi?" demiş. Kendisinin "Evet" demesi üzerine: "Sen doğruca
Muhammed bin Abdullah'a git!" denilmişti, O da bunun üzerine Peygamber Efendimiz'e
müracât etmiş... Efendimiz de o adamı yanına alarak doğruca Ebû Cehlin evine
gitmiş ve: "Derhal bu adamın hakkim ver!" diye
ona emretmiş. O da: "Derhal" diyerek evine girmiş, parayı getirip
ödemiş... Bâzıları bu hususta Ebû Cehl'e hitaben: "Bütün bunlar, Muhammed1
den korktuğun için değil mi?" demiş. Ebû Cehil de verdiği cevapta:
"Bütün varlığım elinde olan Allah'a yemin ederim ki),[24] Muhammed'in
yanında, ellerinde kargı birçok adamlar vardı. Eğer o adamın hakkim vermeseydim,
muhakkak karnımı yararlardı" demiş. [25]
Peygamberimizin Avra Bint-i Harb’in (Ümmü Cemil) Gözünden Perdelenip Korunması[26]
Yüceler Yücesi Allah
buyuruyor:
"Sen Kur'ân okuduğun zaman, seninle
âhirete inanmayanların arasına kapalı bir perde çekeriz." [27]
Yine sânı yüce Allah buyuruyor:
"Önlerinden bir sed ve arkalarından
bir sed çektik de onları kapattık; artık onlar görmezler." [28]Aralarında Beyhekî ve Ebû Nuaym'in
de bulunduğu kaynaklanimz Ebû Bekir'in kızı Esmâ'dan şu haberi naklederler; O
demiştir ki: "Yüceler Yücesi Allah "Ebû Leheb'in iki eli kurusun;
zâten kurudu da!" [29]âyetini inzal buyurduğu zaman, Avrâ bint-i
Harb büyük bir velvele ve gürültü kopararak geldi, elinde de bir taş
vardı. Peygamber Efendimiz de,
yanında Ebû Bekir bulunduğu halde Mescid'de idi. Ebû Bekir, Avrâ'nın gelişini
görünce: "Ey Allah'ın Resulü, ben onun sizi görmesinden korkuyorum"
dedi. Peygamberimiz de: "Ey Ebû Bekir, o asla beni
görmeyecek!" buyurdu ve Kur'ân'dan bâzı âyetler okudu... Bunları okuyarak
Allah'a sığındı. Avrâ da gelip Ebû Bekir'in başucunda dikildi ve Peygamberimiz1 i
göremedi. Ebû Bekir'e hitaben: "Ey Ebû Bekir, bana haber verdiklerine göre
senin arkadaşın Muhammed, beni' kötülemiş" dedi. Ebû Bekir de cevaben:
"Şu Kabe'nin Rabb'ine yemin ederim ki O senin hakkında hiciv
söylememiştir" dedi. Bunun üzerine Avrâ oradan uzaklaştı."
Yine bu hususta Beyhekî'nin
Esmadan sevkettiği bir diğer rivayet var. Oradaki ifade de şöyledir:
"...Ebû Bekir Avrâ'ya verdiği cevapta: "Vallahi arkadaşım Muhammed
şâir değildir, şiir nedir bilmez, de" demiştir. Peygamber Efendimiz Ebû
Bekir'e olan kelamında: "Ona sor bakalım, senin yanında başkasını
görebiliyor mu? O beni elbette göremiyecektir. buyurmuştur. Ebû Bekir Avrâ'ya
bunu sorduğu zaman o sinirlenmiş ve: "Ey Ebû Bekir, benimle alay mı
ediyorsun? Vallahi ben senin yanında kimseyi görmüyorum!" diyerek karşılık
vermiş ve ordan uzaklaşmıştır."
Bir de bu
hususta İbn-i Ebî Şeybe'nin ve Ebû Nuaym'in İbn-i Abbâs'tan bir rivayeti var. Bunda da denilmektedir ki:
"Ebû Leheb ve karısı Avrâ ile ilgili olarak
Tebbet Sûresi nazil olduğu zaman, Ebû Leheb'in karısı büyük bir öfkeyle
geliyordu. Bunun farkına veren Ebû Bekir: "Ey Allah'ın Resulü, ondan
saklansanız! Zira bilirsiniz ki o çok - ağır konuşur" demiş... Peygamber Efendimiz de:
"Onunla benim arama perde çekilir ve o beni asla göremez" karşılığim
vermiştir. O hışımla gelmiş ve: "Ey Ebû Bekir, arkadaşın bizi
hicvetmiş" demiş. Ebû Bekir de: "Arkadaşım şiir söylemez ve
söylememiştir" demiş. Avrâ da bunu doğru kabul etmiş ve geri dönmüş... Ebû
Bekir Peygamberimiz'e hitaben de: "Yâ
Resûlallah, o sizi görmedi" demiş. Efendimiz de: "O buradan gidinceye
kadar bir melek, beni ondan kanadıyla gizledi" buyurmuştur. [30]
6-1 Allah'ın Peygamberimizi Mahzum’lu Kafirlerden Koruyuşu
Beyhekî,
Süddî es-Sağîr tarikiyle Kelbî'den, o Ebû Salih'ten, o da İbn-i Abbâs'tan
rivayet eder. [31]Şöyle ki: "Cenab-ı Hakk'ın:
"Önlerinden bir sed, arkalarından bir sed çektik de onları kapattık, artık
onlar görmezler" mealindeki âyet-i celîlesiyle bize bildirmek istediği kimseler,
Kureyş kâfirleridir. Ayette: "...Onları kapattık, artık onlar
görmezler" yâni gözlerini perdeledik, artık onlar Peygamber'i görmezler,
manası murâd edilmiş, görmeyince de O'na eziyet edemeyecekleri bildirilmiştir.
Bu âyetin iniş sebebiyle ilgili olay şöyle olmuştur:
Mahzûm kabilesinden bazı kimseler ki
bunlar: Velîd bin Mugîre, Ebû Cehl, Züheyr İbn-i Ebû Ümeyye, Abdullah bin
Ümeyye ve Esved bin Abdü'l-Esed idiler. Bunlar Peygamberimiz'i
öldürmek için kendi aralarında anlaştılar... Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz'in kalkıp
namaza durduğu zaman O'nun okuduğunu duydular. O'nu öldürmesi için aralarından
Velîd bin Muğîre'yi yolladılar. Velîd Peygamberimiz'in namaz kıldığı yere geldi. O'nun sesini işitiyor,
fakat kendisini göremiyordu. Dönüp öbürlerinin yanına gitti, durumu onlara
anlattı. Onlar da hep beraber oraya geldiler. Peygamberimiz'in sesini işitiyor
fakat kendisini göremiyorlardı. Tam sese yaklaştıkları zaman, sesin arka
tarafdan geldiğini işitiyorlar ve o tarafa gidiyorlardı. Sese yaklaştıklarında
yine sesin arka taraflarından geldiğini işitiyor tekrar o tarafa gidiyorlardı.
Böyle birkaç defa gidip geldiler, bir türlü sesin sahibini göremediler.
Göremiyeceklerini anlayınca da çekip gittiler. İşte yukarıdaki âyet-i celîle de
bu sebeple nazil oldu..,"
Beyhekî: "Bu
rivayeti te'yîd- eden bir rivayet, İkrime'den
nakledilmiştir" der. Derim ki, Beyhekî1 nin bu sözüyle söylemek istediği rivayet, İbn-i
Cerîr'in Tefsirinde İkrime'den sevkettiği rivayettir. Bu rivayette denilmiştir
ki:
Ebû Cehil büyük bir öfkeyle: "Eğer
Muhammed'i görürsem, yemin ediyorum ki O'na şöyle şöyle yapacağım!" diye
haykırdı. İşte bunun üzerine Yâsîn Süresindeki ilgili âyetler nazil oldu, tâ;
"Onlar artık görmezler" mealindeki âyete kadar... Ebû Cehl'in yanındaki
adamlar; "İşte Muhammed" diyerek Peygamber
Efendimiz'i gösteriyorlar, Ebû Cehl de: "Hani
nerde, hani nerde?" diyordu ve O'nu bir türlü göremiyordu..." [32]
Ebû Nuaym Mu'temir
bin Süleyman el-Teymî'den [33]rivayet eder. O da babasından naklen der
ki: "Mahzûm kabilesinden biri, eline bir taş alarak Peygamber Efendimiz'in
üzerine yürüdü. Peygamberimizin yanına geldiği zaman kendisinin namaz kılmakta
olduğunu gördü ve elindeki taşıyla O'na vurmak istedi. Elini kaldırıp tam
vuracağı sırada eli tutulup kaldı. Bir türlü taşı fırlatamıyordu. Dönüp
arkadaşlarimn yanına gitti. Arkadaşları kendisine: "Sen ondan
korktun" dediler. O da: "Hayır, korktuğumdan değil; baksanıza elim
kurudu, taş elimde kaldı" diye karşılık verdi. Onlar da bu durum
karşısında hayret ettiler ve taş üzerinde kuruyan parmaklarim açarak taşı yere
düşürdüler. "Bu doğrusu şaşılacak bir şey ve senin hakkında Allah
tarafından irâde edilmiş bir husus" demekten kendilerini
alamadılar." [34]
Peygamberimizin Nadr bin El-Haris'in Suikasdından Korunması
Vâkıdî ve Ebû Nuaym Urue
bin Zübeyr'den naklediyor. O şöyle diyor: "Nadr bin Haris Peygamber
Efendimiz'e zaman zaman
eziyet eder, taarruzda bulunurdu. Birgün Peygamberimiz öğle vakti
yaklaşırken haceti için Seniyyetü'l-Hacûn tarafına gitti. Adetleri veçhile
oldukça uzağa gitti. Bunu gören Nadr: "Böyle bir fırsat ebediyen bir daha
elime geçmez, pusuya yatıp ansızın onu öldürmeliyim!" diyerek gidip pusuya
yattı... Sonra ansızın müthiş bir korkuya kapılarak geri döndü. Dönüş sırasında
Ebû Cehl kendisine "Nereden geldiğini?" sordu. Nadir şu karşılığı
verdi: "Muhammed'in peşinden gitmiştim. O'nun yalnız olduğunu görerek
hesabım görmek istemiştim. Bu maksatla gidip pusuya yattım, fakat sınısiyah ve
korkunç yılanların dişlerini birbirine çarparak ağızlarim açmış bir vaziyette
bana hücum ettiklerini gördüm, müthiş korktum ve süratle evime
dönüyordum!" Ebû Cehl de kendisine: "Bu, O'nun sihirlerinden
birisidir" karşılığım verdi." [35]
Peygamberimizin Hakem’in Suikasdından Korunması
Taberânî,
İbn-i Münde ve Ebû Nuaym,
Kays bin Hubra tarikiyle Hakem'in kızından şöyle nakleder: "Bana atam dedi
ki: Kızını ben sana, nıüslüman olmazdan önce bizzat kendimizin yaşadığı ve
gözlerimizin gördüğü bir olay nakledeyim: Bir Resûlüllah'ı yakalayıp öldürmek
üzere anlaşmıştık. O'na yaklaştığımız zaman Öyle büyük bir gürültü duyduk ki,
Tihame'de parçalanmıyan hiç bir dağ kalmadığim zannettik ve müthiş korktuk...
Bulunduğumuz yerde baygın yere düştük... Bu sırada Resülüllah namazını kılıp
bitirmiş ve evine dönmüştür... Sonra biz, bir başka günün gecesinde
Resûlüllah'ı öldürmek üzere kendi aramızda sözleşmiştik. Bu seferinde de Safa
ve Merve tepelerinin üstüste gelerek aramıza girip, O'nu koruduğunu gördük...
Vallahi bu seferinde dahi O'na kâ"rşı bir şey yapamadık... Nihayet Allah
bizim hakkımızda hidâyet murâd etti ve bize müslüman olmamız için izrı>'
verdi. Bizler de müslüman olduk..." [36]
Peygamberimizin Rükane ile Güreşinde Görülen Harikuladelik
Beyhekî İbn-i İshak tarikiyle
rivayet eder. O diyor ki: "Babam İshâk bin Yesâr'ın bana anlattığına göre,
Hicaz'ın meşhur pehlivanı Rükâne bin Abdü Yezîd'e hitaben Peygamberimiz demiş
ki: "Ey Rükâne, İslâm'ı kabul eyle!" Rükâne karşılığında: "Eğer
senin söylediğinin hak olduğunu bilmiş olsam, kabul ederim!" demiş. Peygamberimiz de."
"Eğer ikimiz güreş tutar ve ben seni bu kadar güçlü olmana rağmen
yıkarsam, İslâm'ın hak olduğunu kabul eder misin?" demiş. Rükâne de bu
teklifi kabul edip güreşe tutuşmuşlar. Peygamber Efendimiz onu
bir hamlede alıp yere indirmiş. Neye uğradığim bilemeyen Rükâne: "Yâ
Muhammed, güreşi tekrarlayalım" demiş ve tekrarlamışlar. Bu seferinde
de Peygamberimiz onu alıp yere indirmiş... Sonra yerden kalkan
Rükâne: "Ben bugüne kadar böyle bir sihir görmedim" diyerek oradan
ayrılmış... Bu güreşi anlatırken Rükâne şöyle dermiş: "Vallahi ben, O'nun
tarafından yere indirildiğim zaman, kendimde hiç bir şey yapmağa güç
bulamadım![37]"
Yine Beyhekî'nin Rükâne'den rivayetinde şöyle denilmiştir:
"Ben ve Hazret-i Peygamber koyun güderdik... Birğün bana Peygamber dedi ki: "Ey Rükâne, benimle güreş tutmayı
kabul eder misin?" Ben: "Nesine?" diye sordum. O da: "Bir
koyuna" dedi. Ben de kabul ettim ve güreşe
tutuştuk. Fakat o beni yıkarak koyunu kazandı ve bana ikinci defa güreşip
güreşmeyeceğimi sordu, ben de kabul ettim. Bu seferinde de beni yenerek bir
koyun da kazandı. Üçüncü defa güreşmeyi teklif etti ki, ben bunu da kabul
ettimse de neticede yine yenildim ve bir koyun daha kaybettim... Gayet üzüntülü
ve düşünceli olarak oturuyordum. Bana niçin bu kadar üzüldüğümü sordu, ben de
kendisine: "Hem güreşte yenildim, hem de babama döndüğümde üç koyunun
hesabim vereceğim!" dedim. Hazret-i Peygamber ki Peygamberliğinin ilk günleri idi, bana dedi ki: "Peki
dördüncü defa güreşmek ister misin?" Ben: "Hayır" dedim. Peygamber: "Babana koyunlann
hesabim vermene gerek yoktur, zira koyunlar
senindir" diyerek üzüntümü azalttı... Çok geçmeden de îslâm Dâvası'nı
aşikâre eyledi. Ben de kendisine giderek müslüman oldum. Kendisiyle güreş
tuttuğumuz gün, kendi kuvvetiyle değil, kendisine verilen mucizevî bir kuvvetle
güreştiğini anlamıştım... Allah'ın bana hidâyet vermesine bunun sebeb olduğu
kanâatini taşıyorum." [38]
Osman bin Affan’ın Müslüman Oluşu Hakkında
Vukua Gelen Fevkalâdelik
İbn-i Asâkir'in tahricine göre Osman binAffân
(radıyallahü anh): "Ben câhiliye
zamanında kadına düşkün biriydim... Bir gün ben, Kabe yakimnda Kureyş'le birlikte oturuyordum. Birisi gelip: "Muhammed, kızı
Rukiyye'yi amcası Ebû Leheb'in oğlu Utbe ile nikahladı" diye bir haber
getirdi. Ben bu habere üzüldüm, zira Rukiyye çok güzeldi ve ben Utbe'den evvel
davranıp onunla evlenmek isterdim. Bu fırsatı kaçırdım. Az sonra evime döndüm.
Evde halam oturuyormuş. Kendisi zaman zaman kehânette bulunurdu... Beni görünce
şöyle konuşmaya başladı: "Müjde ey Osman! Üç sene yaşıyacak, sonra üç sene
daha, sonra bir üç sene daha, ayrıca ilâveten bir sene daha... Yâni on sene
daha yaşadıktan sonra sana büyük bir hayır ulaşacak... Temiz ve güzel bir
bakire ile evleneceksin, sen de o güne kadar evlenmemiş olacaksın ve aldığın
kızın soyu ve şerefi çok büyük olacak..." Ben onun bu sözlerine çok
şaştım... Dedim ki: "Ey hala, sen neler söylüyorsun?" Dedi ki:
"Ey esman, güzel yüz senin, tatlı söz senin, O bir Peygamberdir ve Peygamberliğini isbât eden mucizesi vardır. O'nu hak Peygamber olarak Deyyân olan
Allah gönderilmiştir.'O'na tenzil ve furkân gelmiştir; hiç durma
O'na uy! Sakın putlar seni mahvetmesin!" Dedim ki: "Ey hala, sen şu
anda hiç söz konusu olmayan bin şeyden bahsediyorsun. Bunu açıklar mısın?"
O da dedi ki: "Muhammed bin Abdullah, Allah'ın Resulüdür, kendisine kitap
indirilmiştir, O insanları Allah'a çağırır. Sabah aydınlığı gibi bir aydınlık.
Tam manası ile kurtuluş yolu olan bir din! Başarılı ve kahraman, muzaffer bir
kumandan! Çağırıp bağırmanın yok bir faydası... Kılıç onun elinde, söz onun,
kuvvetli olan O..."
Onun bu sözleri gerçekten içime işlemişti.
Ben bâzan Ebû Bekir'in meclisine katılır, onları dinlerdim. Kalktım onun yanına
gittim. Duyduklarımı kendisine anlattım. O da bana: "Ey Osman, sen akıllı
ve tedbirli bir adamsın, hak olanla bâtıl olanı birbirinden ayırdedebilecek
durumdasın... Bizını şu kavmimizin tapındığı putlar nedir ki? Konuşmaz, görmez,
fayda ve zarar da vermez; taş parçalarından ibaret değil midir?" Ben kendisine:
"Yemin ederim ki doğru söylüyorsun" diye karşılık verdim. Ebû Bekir
tekrar: "Vallahi halan sana doğru söylemiş, İşte Allah'ın Resulü Muhammed
bin Abdullah, gerçekten
Allah O'nu elçi olarak göndermiş bulunuyor. Bizzat kendisine gidip O'ndan
dinlemeye ne dersin?" dedi. Ben de: "Giderim" dedim ve gittim...
Peygamber bana dedi* ki: "Ey Osman, Allah
sizleri cennetine çağırıyor, bu daveti kabul etmelisin! Bilesin ki ben Allah'ın
sana diğer kullarına gönderdiği elçisiyim." Ben, O'nun bana olan bu
davetini kabul etmemezlik edemedim, derhal orada müslüman oldum... Sonra aradan
bir zaman geçmemişti ki ben Peygamber'in
kızı Rukiyye ile evlendim...
Dillerde söylenen şu idi: "En güzel evlilik, Rukiyye'nin Osman
ile evliliğidir." [39]
Ömer bin El-Hattab’ın Müslümanlığı Kabul Edişindeki Fevkalâdelik
İbn-i Sa'd, Ebû Ya'lâ, Hâkim ve Beyhekî'nin
Enes'ten tesbitlerine göre, o şöyle demiştir: "Ömer bir gün kılıcim
kuşanarak yola çıkmış gidiyordu... Zühre Oğullarından bir adam kendisine
rastlayıp: "Nereye yöneldin, yâ Ömer?" diye sormuş. Ömer: "Muhammed'i
öldürmeye gidiyorum!" demiş. Adamcağız: Hâşim ve Zühre Oğullarimn elinden
nasıl kurtulacaksın yâ Ömer?" demiş... Ömer: "Her halde sen de müslüman olmuşsun!"
demiş. Adamcağız: "Daha fazla şaşıracağın bir şey söyleyeyim mi?
Kızkardeşin ve enişten bile müslüman olmuş durumdalar" diye karşıiık
vermiş. Ömer büyük
bir öftkeyle eniştesinin evine gider ve kapıyı çalar... Onun gelişini hisseden
Hâbbab hemen saklanır. İçeri giren Ömer: "Birşeyler mırıldanıyordunuz, neydi
okuduğunuz?" der. Onlar ise o sırada Tahâ Sûresini okuyorlarimş...
Fakat Ömer'den
çekindikleri için on"a verdikleri cevapta: "Hiç öyle aramızda
konuşuyorduk" demişler. Ömer: "Hayır, siz birşey okuyordunuz, siz müslüman
olmuşsunuz!" diyerek bağırmış. Eniştesi kendisine: "Ey Ömer, eğer hak senin dîninin
dışındaki bir dinde ise, buna ne dersin?" diye karşılık vermiş. Bunun
üzerine Ömer,
eniştesinin üzerine yürümüş ve onu yere serip ezmeye başlamış. Kızkardeşi
gelip Ömer'i
iterek kocasını onun altından kurtarmak istemiş. Ömer kardeşinin yüzüne
bir yumruk vurarak yüzünü kanlar içinde bırakmış ve: "Okuduğunuz şeyi bana
vereceksiniz ve ben ne okuduğunuza bakacağım!" diye ısrar etmiş... Kardeşi
kendisine: "Sen pissin, gusül yapmazsın; bizim okuduğumuza ise temiz
olmayanlar dokunamaz; kalk yıkan da okuduğumuz şeyi sana verelim"
karşılığim vermiş... Ömer de kalkıp yıkanmış ve onların okuduğu şeyi eline
alarak okumaya başlamış. Tâhâ Sûresini tâ:
"Gerçekten ben evet Allah'ım; Ben'den
başka hiçbir tanrı yoktur! O halde yalnız Bana kulluk et, Beni anmak için namaz
kıl!" [40]âyetine kadar okumuş. Derin bir düşünceye
dalan Ömer:
"Muhamme-din bulunduğu yere beni kılavuzlayın, O'nu görmek istiyorum"
demiş. Saklandığı yerde Ömer'in bu sözünü duyan Habbâb saklandığı yerden çıkmış
ve: "Ey Ömer,
sana müjde ederim! Sevgili Peygamberimiz Perşembe gecesi şu duayı yapıyordu:
"Allah'ım, yâ Hattâb'ın oğlu Ömer ile, yahut Hişâm'ın oğlu Amr ile İslâm'ı azız
kıl." O'nun bu duasının senin hakkında kabul olduğunu umuyorum!"
diyerek kendisini müjdelemiş ve İslâm'a teşvik eylemiştir. Doğruca Peygamberimiz'in
bulunduğu yere giden ve O'nunla konuşan Ömer, Peygamberimiz'in huzurunda müslüman olmuştur."
İmâm-ı Ahmed Hazret-i Ömer'den nakleder. O demiştir ki: "Birgün ben dışarı
çıkmış Resûlüllah'ın önüne geçmeye çalışmıştım. Hâlâ müslüman olmamıştım...
Baktım Resûlüllah beni geçmiş ve benden evvel Mescid'e varmış... Ben O'nun
arkasında idim. Kendisi Hakka Sûresini okumaya başladı. Ben onun okuduğunu
dinliyor, Kur'ân'ın fesahat ve belâğatine hayran oluyordum. Diyordum ki:
"Bu ne kadar güzel bir şiirdir! Nitekim Kureyş de böyle
söylemektedir..." Derken Resûlüllah: "Gerçekten o şerefli bir elçinin
sözüdür, bir şâirin sözü değildir, ne kadar az inanıyorsunuz!" mealindeki
âyeti okudu. Ben de: "Öyleyse o bir kahindir"
dedim. Peygamber: "O bir kahin sözü de değildir! Ne kadar az
düşünüyorsunuz. O âlemlerin Rabbi Allah'ın indinden indirilmedir" âyetini
okudu ve sûrenin sonuna kadar devam etti. O gün îslâm sevgisi, bütün kalbimi
istilâ etmişti."
İbn-i Sa'd, Ahmed, sahihtir
kaydiyle Tirmizî,
İbn-i Hibbân ve Beyhekî İbn-i Ömer'den
rivayet ediyorlar. O demiştir ki: "Resûlüllah Efendimiz dua buyurup:
"Allah'ım, şu iki adamdam hangisi sana daha sevimli ise, onlardan biri ile
İslâm'ı azız eyle! Ebû Cehiî bin Hişam ile Ömer bin el-Hattâb'dan birine müslümanlık nasib
et" diye Cenâb-ı Hakk'a yalvarmıştı."
Bu mealdeki bir hadisi Beyhekî,
Enes'ten de rivayet etmektedir, İbn-i
Mâce ile Hâkimin Âişe'den olan rivayetinde
ise, Resûlüllah Efendimiz'in bu duasında sâdece Ömer'in adının geçtiği
kaydedilmiştir. Ayrıca Hâkim'in Enes'ten dahi bir rivayeti olup bu rivayette de
sâdece Ömer'in adı geçmektedir.
Taberânî'
ve Hâkim İbn-i
Mes'ûd'dan şöyle rivayet ederler: "Gerçekten Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Allah'ım, Ömer'e hidâyet vererek
İslâmı azız-kıl yahut Ebû Cehl'e hidayet vererek müslümanlığı te'yîd eyle"
diyerek dua etmiş; O'nun bu duası Ömer hakkında kabul edilmiştir. Ömer müslüman olmuş ve
İslâm mülkünü Allah'ın lütfettiği bu hidayet üzerine bina kılmıştır.[41]
(Buharî'nin rivayetine göre İbn-i Mes'ûd: "Biz Ömer'in müslüman olduğu
günden itibaren hep izzetli ve kuvvetli idik" demiştir. Diğer bir rivayete
göre de: "Ömer'in
müslüman olmasından önce biz, Kabe'de namaz kılamazdık" demiştir.)
Hâkim Huayfe'den
şöyle rivayet etmiştir: "Ömer'in zamanında müslümanlık,-devamlı ilerliyen bir adam
gibi hep terakki ve teali eylemişti! Ömer'in şehîd edilmesinden sonra ise, hep
gerilemiştir."
İbn-i Sa'd Suheyb
bin Sinan'dan şöyle nakletmektedir: "Ömer müslüman olunca müslümanlık aşikâre oldu...
Açıkça îslâm'a davet devresine girildi. Kabe'nin etrafında halka olup oturduk,
Kabe'yi tavaf eyledik, bize kötü sözler sarfedenlere karşı bir nevi intikam
aldık..."
Yine İbn-i
Sa'd'ın Saîd bin el-Müseyyib'ten bir rivayeti
de şöyle: "Ömer müslüman
olduğu zaman, kırk birinci olarak İslâm'ı kabul etmiş oldu... On aded de kadın
müslüman vardı. Hepsinin sayısı elli bir idi. Ömer'in îslâm'ı kabul etmesi
ile müslümanlık açığa çıktı."
Hâkim ve İbn-i Mâce'nin
İbn-i:i Abbâs'tan rivayetlerinde ise: "Ömer müslüman olunca, Cebrâîl gelip:
"Ömer'in
İslâm'ı kabul etmesine bütün gök ehli sevindiler, ey Allah'ın Resulü!"
diyerek müjde getirdi" denilmiştir."[42]
Dımad'ın Müslüman Oluşundaki Fevkalâdelik
Ahmed, Müslim ve Beyhekî'nin İbn-i Abbâs'tan
rivayeti: İbn-i Abbâs diyor ki: "Bir gün Ezd kabilebinden olan
Dımâd Mekke'ye gelmiş, Kureyş'le konuşmuş... Kendisi yel ve benzeri
hastalıkları tedaviye çalışırmış... Kureyş'ten bâzı akılsızlar ona:
"Muhammed delirdi" demişler. Dımâd da Peygamberimiz'e
acıyarak: "Gidip şu adamcağızı tedavi edeyim umulur ki Allah ona benim
elimle şifa verir" diye Peygamberimizin yanına gelmiş... Demiş ki: "Ey Muhammed, ben,
bâzı hastalıkları okuyup tedavi etmeğe çalışırım. Allah da dilediği kuluna,
benim elimle şifa verir... İstersen, seni de tedavi etmeğe çalışırım!"
Onun bu sözlerine karşılık olacak Peygamber Efendimiz de buyurmuş ki:
"Olanca hamd ü sena gerçekten Allah
içindir! Biz yalnız O'na hamdeder, yalnız O'ndan .yardım dileriz... O'na
hakkiyle inanır, hakkiyle tevekkül ederiz... Nefislerimizin şerrinden ve
yaptıklarımızın kötülüklerinden de yine O'na sığimrız...
Bir kimse ki Allah ona hidâyet vermiştir; hiçbir kimse onu bu hidâyetten
saptıramaz. Bir kimse ki Allah onu saptırmıştır, kimseler ona hidâyet
veremez... Ben, bütün varlığımla şehadet ederim ki: Allah'tan başka hiçbir ilâh
yoktur! Yine şehadet ederim ki: Muhammed de, gerçekten O'nun kuludur ve Resulüdür!"
Dımâd, bu muhteşem îmân ve tevhtd
cümlelerini duyunca hayran olmuş ve demiştir ki: "Ey Muhammed, bu emsalsiz
güzellikteki sözleri bana tekrar eder misin?" Peygamber Efendimiz de kendisine bu cümleleri
tekrar buyurmuşlar. Bunun üzerine Dımâd: "Ey
Muhammed, ben kâhinlerin sözlerini de işittim, sihirbazların, şâirlerin
kelamlarim da dinledim. Fakat bunlar kadar güzel sözleri,
şimdiye kadar hiç duymuş değilim! Bu cümleler, gerçekten ilim ve hikmet
deryasının tâ merkezine ulaşmıştır. Ey Allah'ın elçisi, elini bana uzat da
müslümanlı-ğı kabul etmek üzere sana biat edeyim!" demekten kendisini'
alamamıştır. Resûlüllah Efendimiz da ona mübarek elini uzatmış, o da müslüman
olmak üzere Resûlüllah'a bîatta bulunmuştur." [43]
Amr Bîn Abdttl-Kays’ın Müslüman Oluşundaki
Fevkalâdelikler
İbn-i Şahin Hüseyin bin Muhammed tarikiyle
şöyle bir rivayet sevketmiştir: "Bize, Abdü'l-Kays kafilesinin içinde
bulunan bâzı kimseler anlattı: aynı kabileden olan Eşec adındaki kişinin,
kendisiyle samimiyet kurduğu bir râhib vardı. O bunu, yolculuk esnasında
tanımıştı. Râhib, Lübnan'ın bir kasabası olan Dârin'de otururdu. Eşec, her sene
gittiği ticaret seferinde mutlaka onunla konuşur, ondan bir şeyler öğrenmeğe
çalışırdı. Bir seferinde bu râhib Eşec'e demiş ki: "Yakında Mekke'de bir
Peygamber çıkacaktır. Bu Peygamber,
hediye olan maldan yer, sadaka olandan yemez. İki omuzu arasında bir işaret
bulunur. Getirdiği din, diğer dinlerin üzerine çıkacaktır." Sonra râhib
vefat etmiş. Eşec de, kızkardeşinin oğlu olan Amr İbn-i Abdü'l-Kays'ı Mekke'ye
göndermiş. Amr, Mekke'ye geldiği zaman hicret yılı imiş. Yine de Mekke'de
Peygamberle karşılaşıp görüşmüş. Söylenen alametlerin doğruluğunu görünce
müslüman olmuş. Peygamber (sallallahü aleyhi ve
sellem) kendisine Fatiha Sûresini ve Alalf
Sûresini öğretmiş. Ayrıca kendisine: "Kabilene vardığın zaman dayim da İslâm'a davet et! O da Allah'ın bu hak dinini
kabul etsin" buyurmuştur
Amr, Mekke'den kabilesine müslüman olarak
ve bazı Kur'an Sûrelerini öğrenmiş bulunarak, hem de İslâm'ın bir dâvetcisi
olarak dönmüştür. Kabilesine vardığı zaman, dayısı el-Eşec'i de İslama çağırmış
ve bu husustaki Peygamberin sözünü kendisine haber vermiştir. El-Eşec de derhal
müslüman olmuştur. Fakat duruma göre davranarak müslümanlığim bir müddet gizlemiştir.
Sonra yanında onaltı arkadaşıyla birlikte Medine'ye gelmiştir. Bu sırada, henüz
onlar gelmeden arkadaşlarimn yanına çıkmış olan Hazret-i Peygamber;
"Ashabım, bu gecenin sabahında bir kafile gelecek, şu doğu tarafından.
Bunlar müslüman olmaları için hiçbir zorlama görmeksizin, kendi iradeleriyle
müslüman olacaklar" buyurmuş; onlar da öylece gelip müslüman
olmuşlardır."
(Bunların Mekke'ye gelişinin Mekke'nin
fethi yılına rasladığim rivayet edenler varsa da, doğru ve sahih olanı;
hicretin dokuzuncu yılında, Resûlullah'ın Tebük Gazvesinden dönüşü sırasında
geldikleridir.)[44]
Devs'li Tufeyl bin Amr'in Müslüman Oluşunda Görülen
Mucizeler.
Buhârî,
Ebû Hüreyre'den nakleder. O demiştir ki: "Devs'li Tufeyl bin Amr, Peygamber Efendimiz'e
gelip: "Ey Allah'ın Resulü, şu bizını Devs kabilesinin insanları; Allah'a
isyan ediyorlar, İslâm'ı red ediyorlar! Onlar hakkında beddua et"
demiştir. Sevgili ve büyük Peygamberimiz de hemen kıbleye dönüp: "Ey Allah'ım, Devs
kabilesinin insanlarına hidayet ver, onlara iyilik ve ihsanda bulun"
diyerek onlar hakkında hayır duada bulunmuştur."
Beyhekî İbn-i İshak'tan
rivayet ediyor: "Devs'li Tufeyl bin Amr kendisi anlatır: Ben Mekke'ye
geldiğim zaman Resûlullah henüz oradan hicret etmiş değildi. Benim akıllı, şâir
ve şerefli bir adam oluşuma bakarak Kureyş büyükleri etrafımda toplanıp:
"Ey Amr, ülkemize hoş geldin, safa getirdin! Bilesin ki Muhammed aramızda
yepyeni bir dava ile ortaya çıktı. Birliğimizi bozup işimizi darmadağan eyledi.
Onun sözü tıpkı sihir gibi insanları büyülüyor, kişi ile babasının, kişi ile
kardeşinin, kişi ile karısının arasım açıyor. Sakın Muhammed seni de
büyülemesin! Sonra senin sebebinle kavminin araşma ayrılık gayrılık sokar! Ondan
çok sakınmalısın, yâni onu hiç dinlememelisin" diye beni ondan
sakındırmaya çalıştılar. O kadar İsrâ'r ettiler ki, ben de vallahi onu hiç
dinlememeye kesin olarak karar verdim, ondan hiçbir şey duymamak için
kulaklarımı da pamukla tıkadım. Sabahleyin herkes gibi Mescid'e gittim, bir de
ne göreyim, Peygamber (sallallahü aleyhi ve
sellem) Mescidi gelmiş, el bağlayıp namaza
durmuş, ibâdetini yapmaktadır. Ben her ne kadar O'nu dinlememeğe azmetmişsem
de, Allah bana ondan bazı şeyleri duymamı taktir etmiş. Baktım çok güzel şeyler
okuyor. Kendi kendime dedim ki: "Sen akıllı, şâir ve edip bir kimsesin!
Mücerret bir insanın kelâmim duymuş olmaktan böyle korkmanın bir mânası yoktur.
Dinleyip anlarsın, gerçekten güzelse kabul edersin, değilse red edersin."
Peygamber orada ibâdetini tamamlayıncaya kadar oturup bekledim. O, oradan
ayrılıp evine döndüğü zaman, ben de peşinden gittim, kendisine dedim ki:
"Ey Muhammed, senin kavmin senin hakkında bana böyle böyle söylediler.
Fakat buna rağmen ben seni dinledim. Gerçekten senin dâvan nedir? Getirdiğin bu
yepyeni din nedir? O da bana müslünıanlığı arz etti, Kur'andan bazı ayetler
okudu. Allah'a yemin ederim ki, O'nun bana söyledikleri've okudukları, o kadar
güzel şeylerdi ki; ben onların bir benzerini görmüş veya işitmiş değilim! Bunlar, son derece güzel, son derece adaletli ve gerçek olan şeylerdir. Ben de
hemen oracıkta müslüm anlığı kabul ettim ve dedim ki:
"Ey Allah'ın Resulü, ben kavmim
içinde kendisine itibar ve itaat edilen bir adamım. Şimdi ben onlara müslüman olarak
döneceğim ve kendilerini İslâma çağıracağım.
Allah'a benim hakkımda dua ediver de,
Allah bana Fevkalâdeliği olan bir alâmet ihsan buyursun!" Benim bu
ricamı kabul eden Peygamberimiz: "Allah'ım, ona
bir alâmet ihsan eyle!" diye dua etti. Ben de yola çıktım. Seniyye-i
Kedâ'ya vardığım zaman iki gözümün arasından kandil gibi bir nûr çıkmaya
başladı. Bunun kötüye yorul ab ileceğinden endişe ederek: "Allah'ım, bu
alâmeti yüzümden başka bir yere nakleyle!" diye dua edip Allah'a sığındım.
Bir de ne göreyim, kandil gibi bir nûr, başımdan ışık saçmaktadır. Kavmime
vardığımda onları İslama davet ettim. Fakat onlar bunu geciktirdiler. Ben de
Resûlullah'a gidip durumdan şikayetçi oldum ve kavmimin aleyhine dua etmesini
rica ettim. Fakat Hazret-i
Peygamber onların aleyhine değil, lehine dua
etti ve şöyle buyurdu: "Ey Allah'ım! Şu Devs kabilesinin insanlarına
hidayet ver!" Sonra bana dönüp şu tenbihde bulundu: "Ey Amr, haydi
kavmine git, onları İslama davet eyle! Sakın kendilerine katı davranma! Onlara
gayet yumuşak ve anlayışlı olarak davran!" [45]
Sonra bana kavmime dönmemi emrettiler. Ben
de kavmime döndüm. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve
sellem) Efendimiz'in Medine'ye hicretlerine kadar,
onları İslâm'a davete devam ettim. Bir müddet daha devam ettikten sonra, yanıma
yetmiş-seksen kadar müslüman ev halkim alarak Resûlullah'a gittim. O sırada
Resûlullah Efendimiz, Hayber Gavzesine gitmişti. Ben de kendisini burada
ziyaret ettim."
Ebû'l-Ferec Isfehâni el-Eğâni adlı
eserinde, senedi Abbâs bin Hîşâm'a varan
bir rivayet sevkeder. Bu rivayette denilmiştir ki: "Devs'li Tufeyl bin Amr
Mekke'ye gittiği zaman Resûlullah orada Peygamberliğini ilân etmiş, sonra da
Medine'ye hicret buyurmuşlardı. Kureyş Amr'i Peygamberimiz'e
göndermiş ve kendisine şu teklifi yapmıştı: "Ey «Amr, Medine'ye git,
Muhammed'le konuş, O'nun durumunu gözden geçir, dâvasını iyice incele. Sonra
gelip bize haber verirsin." Bunun üzerine Amr, Mekke'den ayrılıp Medine'ye
gelmiş, Peygamberle görüşmüş. Peygamber kendisine İslâm'ı arz eylemiş, O da
Peygamber'e demiş ki: "Ey Muhammed, ben akıllı ve şair bir adamım, şimdi
sen benim söyliyeceklerimi dinle!" Amr, böyle söyleyip bazı şiirler
okumuş. Peygamber
Efendimiz de
kendisine:
"Ey Amr, şimdi ben sana bazı şeyler
okuyacağım, bunları dikkatle dinlemelisin" buyurup akabinde Eûzü Besmele çekerek:
"de ki: "Allah birdir, Allah
sameddir" diye İhlâs Sûresinin âyetlerini baştan sona
kadar okumuş. Sonra Kul-eûzü sûrelerini
okumuş. Sonra: "Ey Amr, İşte duydun ve anladın, İslâmı kabul et"
buyurmuş. Amr da hemen orada müslümanhğı kabul etmiş."
Amr, müslüman olduktan sonra izin alarak
kavmine dönmüş, yolda giderken karanlık bir gecede yağmura tutulmuş. Nereye
gittiğini, nereye ayak bastığim göremiyormuş. Kılıcimn kenarından kandil gibi
bir ışık zuhur edip yolunu aydmlatıyormuş. Bu şekilde kavmine ulaştığı zaman,
onun kılıcimn ucundan çıkan ışığı tutup avuçlamak istemişler. Parmaklarimn
arasından da bu nurun fışkırmakta olduğunu görmüşler. Amr, babasını ve anasını
îslâm'a davet etmiş, babası müslüman olmuş, fakat anası müslümanhğı kabul
etmemiş. Sonra bütün kavmini İslama çağırmış, kavminden ilk müslüman olan da
Ebû Hüreyre olmuştur. [46]
Tefsir
sahibi İbn-i Cerir'in İbn-i'l-Kelbi'den bir rivayeti var. O şöyle demiştir:
"Tufeyl bin Amr'ın Zi'n-Nûr diye lakabı vardı. Ona bu lakabın verilmesinin
sebebi şu idi: O, Resûlullah'a gidip müslüman olduğu zaman: "Ey Allah'ın
Resulü, benim kavmimi îslâm'a davet ederken üzerimde bir alâmet olması lâzını.
Bu hususta dua ediver de Allah bana bir alâmet ihsan eylesin" ricasında
bulunmuştu. Resûlullah da: "Ey Allah'ım, ona bir nûr ihsan eyle!"
diye dua ediverdi. Tufeyl kavmine giderken, iki gözünün arasından kandil gibi
bir nûr hasıl oldu. Tufeyl bunun yanlış anlaşılmasından endişe ederek, Cenâb-ı
Hakk'tan tebdilini istedi. Cenâb-ı Hak da onu, kılıcimn
ucunda kıldı. Tufeyl karanlık gecede yoluna devam ediyor, bu nur da kandil gibi
önüne ışık veriyordu."[47]
Osman bin Mazun’un Müslüman Oluşundaki Fevkalâdelikler
Ahmed ve İbn-i Sa'd İbn-i Abbâs'tan
şöyle rivayet ederler: "Peygamber Efendimiz Mekke'deki evinin yanında oturuyordu. Osman bin
Maz'un oradan geçerken, Peygamberimiz'e karşı yüzünü ekşiterek güya tehdid etmek İstediğini
gösterdi. Peygamberimiz:
"Osman, oturmak istemez misin?" dedi. Osman: "Evet" deyip
oturdu. Konuşmaya başladılar. Bu sırada Resûlullah gözünü semaya dikip
bakakaldı. Bir müddet böyle kaldıktan sonra gözünü sağ tarafa indirip baktı,
sonra g baktığı noktaya geçip oturdu. Başim hareket ettirerek dikkatle
dinlemeğe (o sırada gelen vahyi almaya) başladı. Osman da bu durumu iyice
gözden geçiriyordu. Sonra Resûlullah, önceki gibi gözünü semaya dikip bir
müddet öyle kaldı. Vahiy hali sona ermişti. Sonra Osman'a dönüp yaklaştı.
Osman: "Ey Muhammed, hiç daha önce böyle bir şey yaptığim
görmemiştim" dedi. Resûlullah: "Ey Osman, sen ne yaptığımı görmüş
bulunuyorsun" buyurdu. Osman, gördüğü hali Peygambere haber'verdi. Peygamberimiz de: "Demek ki
sen o hali anlamışsın" buyurdu. Osman: "Evet" dedi. Peygamberimiz de: "Ben o
hali yaşarken, bana Cebrâîl gelmişti"
buyurdu. Osman: "Cebrâîl sana
n-e dedi?" diye' sordu. Peygamberimiz de: "Cebrâîl bana şu âyeti getirdi" buyurup nazil olan
âyeti okudu: "Allah gerçekten adaleti, ihsanı, akrabaya iyiliği emreder;
fuhuştan, münkerden ve hakka tecâvüzden de meneder! Öğüt alasınız diye size
böylece öğüt verir!" [48]
Osman diyor ki: "İşte bu ayet nazil
olduğu zaman, benim kalbim İslama ısındı ve ben Muhammed'i (sallallahü aleyhi ve sellem) sever
oldum." [49]
Cinlerin Müslüman Olması ve Bu Hususta Görülen
Mucizeler
Yüce Allah
buyuruyor ki:
"Bir zamanlar cinlerden bir gurubu,
Kur'an dinlemek üzere sana yöneltmiştik. Ona geldiklerinde: "Susun
dinleyin" dediler. Okuma bitirilince de uyarıcılar olarak kavimlerine
döndüler." [50]
Yüce Allah
buyuruyor ki:
"de ki: Bana vahyolundu ki, cinlerden bir topluluk
Kur'an dinlediler de şöyle dediler: Biz harikulade bir Kur'an
dinledik." [51]
Buhârî ve Müslim İbn-i Abbâs'tan şöyle naklederler: "Resûlullah Efendimiz
ashabından bâzıları ile birlikte meşhur Ukâz panayırına gitmişti. Bu sırada
şeytanların semavî haberleri dinlemesi yasaklanmıştı. Dinlenmeğe kalkışan
olursa gönderilen alevlerle dinleme yerlerinden sürülüyorlardı. Şeytanlar
kendileri arasında büyük bir toplantı yaparak durumun ne olduğunu görüşmek
istemişler. Demişler ki: "Semanın haberiyle bizını aramıza giren şeyin,
çok mühim bir olay olduğunda şüphe yoktur. Acaba bu olay, ne olabilir?"
Bâzıları bu soruya: "Dünyanın doğusunu batısını, her tarafim kontrol
etmemiz gerekir" demiş ve araştırma yapmak üzere dağılmışlar... Tihame
taraflarına giden grup, Nahle denilen yere geldiklerinde Resûlüllah
Efendimiz'in ashabı ile birlikte namaz kıldıklarim görmüş... Peygamberimizin
okuduğu Kur'ânı işitince: "Durun dinleyelim!" demişler. Dikkatle
kulak verip dinlemişler ve demişler ki: "Vallahi bizınıle semanın haberi
araşma gerilen şey budur! O halde buna inanmamız gerekir."[52]. Böyle deyip Kur'ân'a îmân etmişler ve
buradan kavimlerine (diğer cin ve şeytanlara) döndükleri zaman da onlara
hitaben demişler ki: "...Ey bizim kavmimiz, biz harikulade bir Kur'ân
dinledik. O Kur'an gerçekten doğru yola iletiyor, biz ona îmân ettik. Artık
bundan böyle Rabb'imize hiç bir kimseyi ortak koşmayacağız!" [53]
İbn-i Cerir, sahihtir kaydiyle Hâkim, Beyhekî ve Ebû Nuaym Ebû
Osman el-Hudaî tarikiyle İbn-i Mes'ûd'dan rivayet ederler, O demiştir ki:
"Resûlüllah Efendimiz ashabına hitaben buyurdu ki: "Bu gece cinlerin
hâlini görmek isteyen benimle gelebilir." Benden başka Peygamberimizle
çıkan olmadı. İkimiz birlikte gittik Mekke'nin üst tarafına çıktığımız zaman
ayağı ile bir yere çizgi çekti ve bana oraya oturmamı emretti. Sonra kendisi
biraz ileri gitti ve Kur'ân okumaya başladı. Sonra üzerini birtakım karaltılar
kapladı. Artık O'nu hiç gör emiyordum, sesini de duyamıyordum... Sonra bulut
parçaları gibi gitmeye başladılar, ancak içlerinden bir grup kalmıştı. Sonra
şafak attı... Peygamberimiz de oradan ayrılarak yanıma geldi. "Hani o
grup nerede?" diye seslendi. İşte oradalar dedim. Eline kemik ve tezek
parçası alarak onlara vedi, sonra: "Bu ikisi ile istincâ yapmayimz, zira
bunlar cin kardeşlerinizin yiyeceğidir" buyurdular. [54]
İbn-i Mes'âd'a âit bir rivayette, o gece
toplanıp Kur'ân dinleyen cinlerin sayısı on beş kadardı ve bunlar kardeş
çocukları ve amcaoğulları idiler. Yine İbn-i Mes'ûd'a âit bir diğer rivayette,
o gece Resûlüllah ile birlikte gittikleri yer el-Hacûn idi. Cinlerin
büyüğü Peygamber Efendimiz'e: "Ben bunları sana hiçbir zarar vermeden alıp
götürürüm" demişti. Peygamberimiz'in cevabı da: "Allah'tan bana gelecek olan bir
zarardan, hiçbir kimse beni kurtaramaz!" olmuştu. Cinlerin büyüğünün adı
ise verdân idi.
Ebû Nuaym İbn-i
Mes'ûd'dan şöyle tahric etmiştir: "Cinlerden bir grubun Resûlüllah
Efendimize çevrildikleri gece, ben O'nun yanında idim. Cinlerden biri, elinde
bir alev parçası ile Resûlüllah'ın üzerine yürüdü. Cebrâîl de Peygamberimiz'e:
"Yâ Muhammed sana bir dua öğreteyim ve sen bu şekilde dua ederek Allah'a
sığın! Bu suretle onun alevi sönecek ve kendisi burnu üstüne yere
yuvarlanacaktır. [55]Bir dua öğretti. Peygamberimiz duasını
yaptı, Yüce Alah da şeytanları hezınıete uğrattı... Dua şudur:
"de ki: Ben keremi sonsuz Allah'a,
O'nun vechine, O'nun kelimâtına (hiç bir kimse o kelimeleri geçemez) sığimrım;
semâdan inen ve semâya çıkan şeyin şerrinden, arza giren ve arzdan çıkan şeyin
şerrinden, gecenin ve gündüzün şerrinden... (Ancak geceleyin ansızın gelen biri
müstesnadır ki, o bana hayırla gelir.) İşte bütün bu serlerden, beni sen koru
ey Rahman..."
Taberânl, Ebû Nuaym Ebû
Zeyd tarikiyle İbn-i Mes'ûd'dan şöyle rivayet ederler: "Biz Mekke'de Peygamberimizle
birlikte idik. Peygamberimiz ashabına hitaben: "Tam bir ihlâs ve istekle
benimle gelmek isteyen varsa, gelebilir" buyurdu. Ben kalkıp kendisiyle
beraber yürüdüm, yanıma da bir su kabı aldım. Birlikte yürüyüp Mekke'nin üst
tarafına vardık. Ben o sırada bulut gibi bir karaltı gördüm. Peygamberimiz bana: "Ben
gelinceye kadar şurada otur, bekle" buyurdu. Ben de beklemeye koyuldum. Peygamberimiz ileriye vardı,
onlar O'na üşüşüyorlardı. Peygamberimiz kendileriyle geç vakte kadar müsâmere-de
bulundu. Şafak atarken benim yanıma geldi. Bana: "Buradan hiç ayrılmadın
değil mi?" dedi. Ben de: "Ayrılmadım" dedim. Sonra: "Abdest
almak için yanında su var mı?" diye sordu. Ben de: "Ey Allah'ın
Resulü var" dedim ve su kabim açtım. Fakat
içinde nebîz (şerbet) varmış... Ben bunu aldığım zaman, içinde su vardır
zanniyle almıştım, fakat nebîz imiş, dedim... Resûlüllah da: "Hurma
temizdir, su temizleyicidir; bunun içinde ise bu ikisi vardır" buyurdu ve
onunla abdest aldı... Namazına duracağı zaman cinlerden ikisi O'nun yanına
gelip: "Ey Allah'ın Resulü, biz Senin bize imam olarak namaz kıldırmanı
istiyoruz" dediler. Peygamberimiz de onları saf halinde dizdiler, sonra hepimize
birden namaz kıldırdılar... Sonra Mekke'ye dönüşe geçtik. Ben kendisine:
"Bunlar kimlerdir, yâ Resûlallah?" diye sordum. Buyurdular ki:
"Bunlar, Nusaybin cinleridir. Kendi aralarında vukua gelen bir ihtilafa
hakem olmam için bana geldiler. Bana ayrıca ne yiyeceklerini sordular, ben de
kendilerine; "Deve ve sığır dışkısını kurumuş hurma olarak
bulacaklarim, Allah'ın adiyle boğazlanmış hayvanların
kemiklerini de nzık olarak bulacaklarim söyledim..."
İşte bu olaydan sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kemik ve tezekle taharetlenmeyi yasakladı."[56]
Yine İbn-i Mes'ûd'dan gelen bir rivayette,
onun cinleri beyaz elbiseli siyah adamlar şeklinde gördüğü ve onların tıpkı:
"...Hepsi O'nun üzerine üşüşüp nerdeyse keçe gibi birbirine
gireceklerdi" [57]mealindeki âyette bildirildiği gibi, O'nun
üzerine üşüştükleri bildirilmektedir... Bu sırada İbn-i Mes'ûd diyor ki:
"Cinlerin bu izdihamına karşı Resûlüllah'ı korumak istedim, fakat O'nun
bana olan tenbihini hatırlayarak yerimden ayrılmadım. Cinlerin oradan
ayrılırken Resûlüllah'a: "Yerlerinin uzak olduğunu söylediklerini, yiyeceklerininin
ne olacağını" sorup kemik ve tezek olacağı cevabim aldıklarim
duydum."
Yine İbn-i Mes'ûd'dan Taberânî ve Ebû Nuaym şöyle
rivayet ederler: "...Resûlüllâh bana yerimden hiç ayrılmamamı tenbih ederek
sür'âtle dağa doğru gitmişti. Dağların tepelerinden bâzı adamların Resûlüllah'a
doğru üşüştüklerini görünce kılıcımı çekip: "Derhal gidip Resûlüllah'ı
müdâfa etmeliyim" dedim, fakat Resûlüllah'ın bana olan tenbihini
hatırlayarak durakladım... Şafak sökerken yanıma gelen Resûlüllâh bana:
"Yerinden hiç ayrılmadın değil mi?" diye sordu. Ben de: "Yâ
Resûlallah, ben burada bir ay beklesem, Sen yanıma gelmedikçe yerimden
ayrılamam!" dedim... Sonra kendisine, bir ara gördüklerimin te'siriyle
kılıcımı çekip kendilerini kurtarmaya gelmeyi niyet ettiğimi, fakat kendilerinin
bana olan emirlerini hatırlayarak vazgeçtiğimi anlattım... Buyurdular ki:
"Ey İbn-i Mes'ûd, eğer böyle bir şey yapsaydın, kıyamete kadar sen beni,
ne ben de seni göremezdik! Sonra parmaklarim parmaklarıma geçirerek buyurdular
ki: "Ben, insanlara ve cinlere gönderilmiş bir Peygamberim; bana
insanların da, cinlerin de îman edecekleri va'd olunmuştur! Bir insan olarak
senin bana îmân ettiğin gibi, cinler de bana îmân etmiştir, nitekim sen bunu
gördün..."
(Diğer rivayette, İbn-i Mes'ûd'un cinleri
elbisesiz olarak gördüğü fakat onların avret yerlerinin görünmediği; boylarimn
uzun olup bedenlerinin zayıf olduğu kaydedilmektedir... Yine bu rivayette, bir
ara cinlerin İbn-i Mes'ûd'a iyice yaklaştıkları ve kendisinin onlardan
korktuğu, sabahın aydınlığimn belirmesi üzerine dağıldıkları
kaydedilmektedir... Yine aynı rivayette, diğer bir grup cinnin beyaz elbiseli
oldukları, uzun boylu ve zayıf bedenli bulundukları kaydedilmekte ve bir ara
Resûlüllah'ın kendinden geçtiği ve bu sırada etrafındaki cinlerin birbirine, bu
hususta bir mesel söylemek gerektiğini belirterek mesel getirdikleri ve
te'vilini yaptıkları bildirilmektedir..-. Buna göre bir grup cin: "Bunun
meseli şuna benzer: "Bir ulu efendi var, büyük bir bina yaptırmış... Sonra
büyük bir ziyafet hazırlatmış... İnsanları bu ziyafete çağırması için de bir
dâvetçi göndermiş... Bu dâvetçi insanları bu ziyafete çağırmış... Gelmeyenleri
o ulu efendi, azâb edip cezalandırmış..."
Cinlerden bir kısmimn bu darb-i meseline,
diğer bir kısmı da te'vil (yorum) getirmiş ve demiş ki: "O ulu efendi;
yüceler yücesi Allah'tır ki O, bütün âlemlerin Rabbidir. Yaptırdığı büyük
binanın meseli ise îslâmdır!... Hazırlattığı nimetler de cennettir...
Gönderdiği dâvetçi ise, şu Peygamberdir. Kim bu dâvetçiye (Muhammed'e) gerçekten
uyarsa, ebedî saadet yurdu cenneti kazanır. Uymayanlar da cehennemi
hakeder."
Bu darb-i meselden
ve onun yorumundan sonra İbn-i Mes'ûd diyor ki:
Resûlüllah Efendimiz uyandılar... Bana: "Ey Ümmü Abd'in oğlu, ne
gördün?" diye sordu. Ben gördüklerimi O'na anlattım. Buyurdular ki:
"Onların söylediklerinden hiçbir şey bana gizli kalmış değildir... Bunlar
meleklerden bir gruptur." [58]
Ebû Nuaym Ebû
Recâ'dan rivayet eder: O demiş ki: "Biz arkadaşlarla birlikte seferde
idik... Bir suyun başına inip çadırlarımızı kurduk. Ben hemen, kuşluk uykusuna
uzandım. Birde ne göreyim, çadırıma bir yılan girdi. Dilini çıkarmış adetâ yal
varıyordu... Herhalde dedim, bu yılancağız benden su istiyor. Hemen su kabimn
-ağzını açıp az az ağzına su serptim, o da içmeye devam etti. İkindi vakti de
öldü. Ben heybemden beyaz bir parça çıkararak onu sardım. Bir çukur açarak onu
defnettim. Aynı günün akşamından önce oradan ayrıldık. Gece boyunca da yola
devam ettik. Sabahleyin yine bir su başına inip çadırlarımızı kurduk. Ben yine
kuşluk uykusuna uzanmıştım ki, bâzı sesler: "Ey müslümanlar, sizlere
tekrar tekrar selâm olsun! Bir kere, on kere, yüz kere,
bin kere değil; daha çok selâmlar olsun!" diyordu... Ben: "Siz
kimsiniz?" diye seslendim. Onlar şu karşılığı verdiler: "Biz,
cinleriz... Allah'ın bol bereketi senin üzerine olsun! Sen gerçekten bize,
bizını sana karşılığim ödeyemeyeceğimiz bir şekilde iyilikte bulundun."
Ben: "Neymiş bu yaptığım iyilik?" diye sorduğumda; "O senin^ su
verdiğin, ölümünden sonra de defnettiğin yılan; bizden biri idi. Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) bîat eden
cinlerdendi."
Ebû Nuaym Übeyy
bin Ka'b'dan rivayet eder. O demiş ki: "Bir grup, hacc için yola
çıktıklarında yolu şaşırmışlar, çok yorulup takatsiz düşmüşler. Ölmek üzere
olduklarim görüp kefenlerini giymişler ve uzanmışlar... Bu sırada yanlarına bir
cinnî gelmiş ve onlara: "Ben, Peygamber Muhammed'e (sallallahü aleyhi ve sellem) îmân eden, Ondan
Kur'ân dinleyen cinlerdenim. Ben Peygamberimiz'in bir defasında: "Mü'ınin mü'ıninin kardeşidir,
onun gözü ve kılavuzudur! Onu yardımsız bırakmaz!" buyurduğunu duymuştum.
Sizler suya yakın bir yerde bulunuyorsunuz, haydi kalkınız, ben sizlere hem
suyu, hem yolu göstereceğim" demiş ve onlara kılavuzluk etmiştir."
Beyhekî Üseyde'den
şöyle nakleder: "Ömer bin
Abdü'l-Azîz Mekke'ye giderken çölden geçiyormuş... Ansızın ölmüş bir yılana
rastlamış. "Bana kürek getiriniz" demiş ve oraya açtığı bir çukura
yılanı defnetmiş... Kendisini görmedikleri bir ses (hatif); "Allah'ın
rahmeti senin üzerine olsun, ey Serk! Sen Peygamber'in senin hakkında: "Ey
Serk, sen çölde öleceksin, ümmetimin en hayırlısının eliyle de defn
olunacaksın!" dediğini duymuştun..." Ömer bin Abdü'l-Azîz, bu kendisini görmediği sesin sahibine hitab
ederek: "Sen kimsin?" diye sormuş... O da demiş ki: "Ben
cinlerdenim, şu defnettiğin de Serk'dir. Resûlüllah'a bîat eden cinlerden
sadece ikimiz kalmıştık... Ben şehadet ederim ki, Resûlüllah'a bîat eden
cinlerden sadece ikimiz kalmıştık... Ben şehadet ederim ki, Resûlüllah onun ve
senin hakkında böyle buyurmuştu, bu sözü söylemişti." [59]
Rumların Kıssası ve Bununla İlgili Mucizeler
Yüce Allah buyuruyor ki: "Elif lâm
mîm. Rumlar yenildi, en yakın bir yerde. Onlar bu yenilgilerinden sonra
yeneceklerdir." [60]
Ahmed, Beyhekî ve Ebû Nuaym İbn-i Abbâs'tan
şöyle nakleder: Müslümanlar Rumların Farsları yenmesini isterlerdi, zira Rumlar
ehl-i kitap idi. Müşrikler de Farsların Rumları yenmesini isterlerdi, çünkü
Farslar da kendileri gibi müşrik idi. Müslümanlar bu durumu Ebû Bekir'e, Ebû
Bekir de Peygamber'e andı. Peygamberimiz: "Yakında Rumlar Farslan yenecek" buyurdu.
Ebû Bekir de bunu müşriklere intikal ettirdi. Müşrikler dediler ki: "Peki
aramızda bir müddet tayin et, eğer bu müddet zarfında Rumlar gâlib gelirse,
sana şunu şunu verelim. Eğer Farslar gâlib gelirse, biz de senden aynı şeyleri
alırız." Ebû Bekir onlarla arasında beş seneyi tayin etti. Bu müddet
dolduğu halde Rumların galebesi gerçekleşmedi. Ebû Bekir durumu Peygamberimiz'e anlattı. O da
kendisine: "Onlarla on senenin altında anlaşsaydın ya!" dedi.
Hakikaten bundan sonra Rumlar, Bedir günü Farslara gâlib geldiler." [61]
Beyhekî'nin
İbn-i Şihab'dan
rivayeti ise şöyledir: "Müşrikler müslümanlar ile mücadele ediyor ve:
"Rumlar da sizin gibi kitap ehlidir, İşte Farslara yenildiler. Siz
kendinizin, Peygamberinize indirilen Kitap sebebiyle üstün geleceğinizi
iddia ediyorsunuz. Şimdi kitap ehli olan Rumlar nasü Farslara yenildilerse, siz
de bize öylece yenik düşeceksiniz" diyordu. İşte bunun üzerine Yüce Allah,
şu âyeti inzal buyurdu:
"Elif lâm mîm. Rumlar yenildi: en
yakın bir yerde. Onlar bu yenilgilerinden sonra yeneceklerdir; birkaç yıl
içinde (dokuz seneyi geçmez)." [62]
-İbn-i Şihâb der ki: Bana Ubeydullah bin
Abdullah şöyle haber verdi: "Bu iki âyet nazil olduğu zaman Ebû Bekir,
müşriklerden bâzıları ile bahis tutuştu. Kumar henüz haram değildi. Bahsin
şartı şöyleydi: Eğer yedi sene zarfında Farslar yenilgiye uğramazsa müşrikler
kazanacaktı. Peygamberimiz durumu öğrenince; "Niçin yedi sene üzerine
şart koştun? On sayısının altındaki her sayı âyette bildirilen "Fî bid'ı
Sinîn = Birkaç sene" manâsında dahildir" buyurdu. Farslann Rumlara
galebesi dokuz senede idi. Hudeybiye andlaşması zamanında ise Rumlar Farslara
üstün geldiler. Müslümanlar bu sebeble sevindiler." [63]
Beyhekî Katâde'den
şöyle nakleder: "Allahü teâlâ Rumların yenilgiden sonra yeneceklerine dâir
ilgili âyetlerini indirdiği zaman, müsîümanlar hiç tereddüd etmeksizin buna inandılar
ve Rumların sonunda üstün geleceğini anladılar ve müşriklerle bahis
tutuştular... Aralarında beş sene üzerine ve beş deve şartıyla anlaştılar... Bu
andlaşmada müslüman tarafı Ebû Bekir, müşrik tarafı da Übeyy bin Halef temsil
ediyordu... Tabiî henüz kumar haram kılınmış da değildi. Beş sene müddet
dolduğu halde, Rumların Farslara galebesi gerçekleşmedi. Müşrikler bahsi
kazandıklarim söyleyerek beş deveyi taleb ettiler. Müslümanlar da durumu Hazret-i Peygamber'e
arz eylediler. O da buyurdu ki: "Müslümanlar, on seneden daha azı üzerinde
müddet tayin eylemekte haklı olamazlar! Zira âyetteki "Bid'ı sinîn =
Birkaç sene" sözü, üç seneden on seneye kadardır." Müslümanlar da
bunun üzerine hem seneyi, hem de devenin sayısını artırdılar... Yüce Allah da
dokuzuncu senenin başında Rumları Farslara üstün getirdi. Bu sırada müslümanlar
Hudeybiye'den dönmüşlerdi. Ehl-i Kitap olan ramların mecûsîlere galebesi
sebebiyle müslümanlar sevindiler. ve bu olay, yüce Allah'ın İslâmı kendisi
sebebiyle kuvvetlendirdiği hadiselerden biri oldu."
Yine Beyhakî Zübeyr'den şöyle nakleder: "Ben Farsların
Rumları yendiğine, Rumların da Farsları yendiğine şahit olduğum gibi;
müslümanların hem Farsları, hem de Rumları yendiğine de şahit olmuşumdur. Bütün
bunlar on beş sene içinde gerçekleşmiştir. [64]
Sorular Yönelterek Peygamberimizi İmtihan Etmeleri
İbn-i İshak, Beyhekî ve Ebû Nuaym İbn-i Abbâs'tan rivayet ederler:
"Kureyş müşrikleri toplanıp aralarından Nadir bin Haris ile Ukbe bin Ebû
Muayt'ı Medine'deki yahûdî âlimlerine bâzı sorular sorup cevaplar getirmeleri
için elçi olarak gönderdiler ve bu ikisine hitaben dediler ki: "Yahûdî
âlimlerine Muhammed'e âit sıfatları bir bir anlatıktan sonra, O'nun hakkında ne
diyeceklerini sorunuz, çünkü onların Peygamberler hakkında bilgileri vardır, onlar kitap ehlidir;
bizim ise bu hususlarda bilgimiz yoktur" dediler. Onlar da Medine'ye gelip
yahûdî âlimleri ile görüşüp sorularim bunlara yönelttiler. Yahûdî âlimleri de
bunlara üç mes'ele öğretip Hazret-i
Peygamber'e yolladılar. Bunlar Peygamberimiz'e
gelip o üç meseleyi sordular. Sorular şunlardı:
1- Çok önceleri şehirlerini terk ederek
bir mağaraya sığman ve şaşılacak durumları olan, o bir avuç genç grup
kimlerdir; şaşılacak halleri nedir?
2- Yeryüzünün doğusunu da batısını da
dolaşan gezgin adam kimdir ve kendisine ait haberler nedir?
3- Rûh menşei ve mâhiyeti itibariyle
nedir? Ruha âit ne gibi bilgiler vardır? (Bunları cevapladığı taktirde
kendilerince Peygamberin doğruluğu anlaşılacaktır.)
Medine'deki yahûdî âlimlerinden
öğrendikleri bu sorularla Mekke'ye dönen Nadir ve Ukbe, önce Kureyş topluluğunu
görerek davayı hail ve fasl edecek olan şeyi öğrenip geldiklerini söylediler, sonra da Hazret-i Peygamber'e gidip sorularim
yönelttiler. İşte onların bu sorularına cevab olmak
üzere Cebrâîl (aleyhisselâm) Ashâbu'l-Kehf
hakkındaki Kehf sûresini, gezgin adam olan Zü'l-Karneyn
hakkındaki âyetleri ve ruh hakkındaki sorularına cevap teşkil eden;
"Sana ruhtan
sorarlar. de ki: "Rûh Rabbimin emrindendir.
Size ilimden az bir şey verilmiştir" âyetini indirmiştir." [65]
Yine İbn-i
Abbâs'tan Ahmed, Beyhekî, Nesaî ve Ebû
Nuaym'iıı rivayeti de şöyledir: "Kureyş
yahudîlere dedi ki: Peygamberliğini ilân eden şu adama karışı
yöneltebileceğimiz bâzı şeyleri bize öğretiniz de gidip kendisine
soralım!" Yahudiler Kureyş'e: "Gidip ona rûh hakkında sorunuz!"
dediler. Kureyş de gidip Hazret-i Peygamber'e bunu sordu... İşte bunun üzerine rûh hakkındaki bu
âyet nazil oldu." [66]
Ebû Nuaym Suddî
es-Sağîr tarikiyle Kelbî'den, o Ebû Salih'ten, o da İbn-i Abbâs'tan
rivayet eder: "Kureyş Medine'ye bir heyet gönderdi. Bu heyet Resûlüllah
hakkında yahûdîlerden bilgi alacaktı. Önce yahudîlere Peygamber hakkındaki
kendi bilgilerini anlattılar; Hazret-i
Peygamber'in Peygamberlik dâva ettiğini,
adının Ahmed olduğunu,
yetim ve fakir bulunduğunu, iki omuzu arasında bir mühür bulunduğunu
söylemişler. Yahudiler de kendilerine, bu sıfatları Tevrat'ta okuduklarim
söyleyip: "Eğer sizin O'nun hakkında söyledikleriniz doğru ise; O
Peygamberdir, davası haktır" demişler. Fakat kendisine şu üç şeyi
sormalarim, birinci ve ikinci soruya cevap verip üçüncü soruya cevap vermezse,
hak Peygamber olduğunun iyice anlaşılacağim söyle- misler. Birinci soru:
Zü'l-Karneyn, ikinci soru: Ashâb-ı Kehf, üçüncü soru: Rûh imiş. Kureyş gelip bu
soruları Peygamberimiz'e yöneltmiş. Peygamberimiz de Zü'l-Karneyn ile Ashab-ı Kehf hakkında bilgi
verip rûh hakkında ise: "Rûh, Rabbimin emrindendir, onun hakikatini Rabbim
bilir; bu hususta benim bilgim yoktur" buyurmuştur. Neticeden memnun
olmayan Kureyş: "iki sihirbaz, Tevrat ve Kur'ân adiyle birbiriyle
yardımlaştılar! Biz her ikisini de inkar ediyoruz" demişlerdir."
Taberânî ve Ebû Nuaym Muhammed
bin Hamza'dan, O da Abdullah bir Selâm'ın oğlu Yusuf'tan, bu dâhi babası
Abdullah bin Selâm'dan naklederler: O demiştir ki: "Ben bâzı yahûdî
hahamlarına hitaben: "Hepimizin atası bulunan İbrahim'in mescidine giderek
bir müddet kalacağım" dedim ve Medine'den ayrılarak Mekke'ye geldim. Bu
sırada Resülüllah (sallallahü
aleyhi ve sellem) de Mekke'de idiler. Fakat ben Mekke'ye
vardığım zaman Peygamber Mina'da imiş. Kendileri ile Mina'da
buluştum. Etrafım insanlar sarmıştı. Ben de o insanlar arasında yerimi
aldım, Peygamber'e bakıyordum... Peygamber (aleyhisselâm) da bana baktı ve: "Sen Abdullah bin Selâm'sm, değil
mi?" buyurdu. Ben de "Evet" diyerek cevap verdim. Bana
yaklaşmamı emretti, ben de kendisine yaklaştım... Dedi ki: "Ey Abdullah,
Allah aşkına doğru söyle, benim Peygamber olduğuma dâir Tevrat'ta bilgi
bulmuyor musun?" Ben de kendisine dedim ki: "Bana, Allah'ın sıfatlarim söyler misin yâ
Muhammed?" İşte bunun üzerine Cebrâîl (aleyhisselâm) geldi ve insanlara Allah'ı tanıtan Ihlâs Sûresini
getirdi ve okudu:
Kur'ân ve ihlâs dîni olan müslümanlığm
temeli ve özü bulunan bu sûre; dört âyetten ibarettir ve meali şöyledir: "de ki: Allah birdir. Allah Sameddir. (Her şey,
varlığim ve bekasım O'na borçludur, O'na muhtaçtır. O hiçbir şeye muhtaç
değildir. Her şeyin (ve özellikle inanan kişinin) başvuracağı, yardım dileyip
sığınacağı tek varlık O'dur!) Asla doğurmamıştır ve doğurulmamıştır ve hiçbir
şey O'nun dengi olmamıştır!"
Cebrâîl'in
getirdiği bu âyetleri, Resülüllah Efendimiz bana tebliğ ettiler. Ben, bu
gerçekten Tevhîd ve İhlâs âyetlerini dinleyince derhal müslümanlığı kabul
ederek şehâdet getirdim:
"Bütün varlığımla şehâdet ederim ki
Allah'tan başka hiç bir ilâh yoktur! Yine şehâdet ederim ki Sen Allah'ın
Resulüsün!" dedim... Sonra Peygamber'den (sallallahü
aleyhi ve sellem) ayrılarak Medine'ye döndüm. Fakat
müslümanlığı kabul ettiğimi gizledim. Hicreti sırasında Peygamberimiz Mekke'den
ayrılıp Medine'ye yöneldiği zaman ben, olgunlaşan meyvelerini toplamak üzere
hurma ağacimn üzerinde idim. Peygamberimiz Medine'ye teşrif ettiler. Ben sevinç ve
heyecanımın şiddetinden kendimi ağaçtan yere attım... Anacığım bana dedi ki:
"Oğlum, Allah seni korusun! Sen ne yapıyorsun? Herhalde Peygamber Mûsâ gelse idi, yine kendini ağaçtan yere
atmazdın!" Ben şu karşılığı verdim: "Anacığım, ben vallahi
Resûlüllah'ın Medîneye gelişinden, daha fazla sevinmiş durumdayım! Eğer Peygamberimiz Mûsâ
çıkıp gelmiş olsaydı, herhalde bu kadar sevinmezdim..."[67]
[1] Muzzemmıl suresi, 5
[17] Kamer
suresi, 1
[21] Maide
suresi, 67
[23] Alâk suresi,
6-l9
[27] İsrâ' suresi, 45
[28] Yasin
suresi, 9
[29] Mesed (Tebbet)
suresi, 1
[40] Tâhâ suresi,
14
[48] Nah! suresi,
90
[50] Ahkâf
suresi, 29
[51] Cin suresi,
[57] Cin suresi, 19
[60] Rûm suresi, 1-3
[62] Rûm suresi, 1-4
[65] İsrâ' suresi, 84
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar