Print Friendly and PDF

EL-HASÂİSU'L-KÜBRÂ PEYGAMBER EFENDİMİZ VE MU'CİZELERİ 2

 

 PEYGAMBERİMİZİN YARATILIŞI HAKKINDAKİ MUCİZELER VE ÖZELLİKLER

Hâtem-i Nübüvvet Hakkındadır

Buhârî ve Müslim, Sâib bin Zeyd'den rivayet ederler. O şöyle demiştir: "Ben, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz'in tam arkasına dikilip O'nun iki omzu arasındaki Nübüvvet Mührü denilen kısma dikkatle baktım; gördüğüm, keklik yumurtası büyüklüğünde idi."

Müslim ve Beyhekî'nin Câbir bin Semura'dan rivayeti ise şöyledir: "Ben Resûlüllâh Efendimiz'in iki omzu arasındaki nübüvvet mührünü, tıpkı bir güvercin yumurtası şeklinde gördüm. Rengi de, kendi cesediniri rengine yakındı." İmâm Tirmizî ise bunu: "Güvercin yumurtası büyüklüğünde ve kırmızınıtırak bir bez idi" ifadesiyle vermiştir." [1]

Müslim, Abdullah bin Cercls'in şöyle dediğini rivayet eder: "Ben, Peygamberimizin iki omzu arasındaki nübüvvet mührüne baktığım zaman onu; sol omuz kemiğinin çıkıntısı yanında ve üzerinde siyahımsı benler bulunan bir yumru hâlinde gördüm."

İmâm Ahmed ve Beyhekî de Kurre'nin şöyle dediğini nakleder: "Ben dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, omzunuzdaki mührü bana gösterir misiniz?" Peygamberimiz buyurdu ki: "Elini uzat!" Elimi uzattım baktım, omzu ucunda, yumurta büyüklüğünde bir şeydi."

Yine İmam AhmedBeyhekî ve İbn-i Sa'd, çeşitli tarikler ile Ebû Ramse'den şöyle rivayet ederler: "Ben babamla birlikte Peygamberimiz'e gitmiştim. O'nun iki omzu arasındaki mühre baktığımda onu, (güvercin yumurtası büyüklüğünde) bir ur şeklinde gördüm."

İmam-ı Buhârî'nin Tarih'inde, Beyhekî'nin Sünen'inde Ebû Saîd'den rivayetlerine göre, o şöyle demiştir: "Peygamber Efendimiz'in iki omuzları arasındaki mühür, bir et çıkıntısı idi" Tirmizi de: "Arkasında, yumru hâlinde bir et parçası idi" şeklinde rivayet eder.

Yukarıda geçen bir bahiste görüldüğü veçhile ve Beyhekî'nin rivayeti ile, Selmân-ı Fârisî de bu hususta şunları söylemektedir: "Ben Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) gittiğim zaman, ridâsını omuzundan biraz sarkıtıp: "Ey Selmân, sana söylenen mührü görmek istersen bak!" buyurdular. Baktığımda, iki omuzu arasında, güvercin yumurtası büyüklüğündeki mührü gördüm."

AhmedTirmizî ve sahihtir kaydiyle HâkimEbû Ya'lâ ve Taberânî Ulba bin Ahmed'den o da Ebû Zeyd'den şöyle rivayet ederler: "Resûlüllâh Efendimiz bana dediler ki: "Ey Ebû Zeyd, bana yaklaş ve elinle arkamı meshet!" Yaklaştım ve elimle arkasını meshedip parmaklarımı mühür üzerine koydum."-Yanındakiler Ebû Zeyd'e: "Mühür nedir?" diye sordular. O da: "Omuzundaki toplu olarak bitmiş olan kıllardır" cevabim verdi."

Taberanı ile İbn-i Asâkir ise Ebû Zeyd bin Ahtab'dan şöyle rivayet ediyor: "Ben Peygamber Efendimizin iki omzu arasındaki mührü; kan alma şişesinin vurulduğu yer kadar büyüklükte, bir et çıkıntısı olduğunu gördüm."

İbn-i Asâkir ve Târih-i Nisabur adlı eserinde Hâkimİbn-i Ömer'den şöyle rivayet ederler: Hâtem-i Nübüvvet, Peygamber (aleyhisselâm)'ın arkasında fındık büyüklüğünde bir et parçası olup üzerinde "Muhammedün Resûlüllâh" yazısını andırır bir şekil vardı."

Ebû Nuaym ise, Selman'dan şöyle rivayet etmektedir: "Bu nübüvvet mührünün bâtınında: "Allah birdir, O'nun ortağı yoktur, Muhammed ise Allah'ın Resulüdür!1" diye yazılı idi. Zahirinde ise "Nereye isterse oraya teveccüh et! Bil ki sen, mansûr ve muzaffersin!" diye yazılıdır[2]

Taberanı ve Ebû Nuaym El-Ma'rife adlı eserinde Abbâd bin Ömer'den şöyle rivayet ederler: "O'nun iki omzu arasındaki nübüvvet mührü, küçük bir oğlağın diz kapağındaki mühür gibiydi ve Resûlüllâh bu mührün görülmesinden pek hoşlanmazdı."

İbn-i Ebî Hayseme tarihe dâir yazdığı eserinde, Hazret-i Âişe'den naklen der ki: "Nübüvvet mührü, siyah bir ben idi, biraz sarıyı andırıyordu... Benin etrafında, at yelesi gibi sık kıllar vardı..."

İZAH: Alimlerimiz dediler ki; Peygamber Efendimiz'in iki omuzu arasında bulunduğu rivayet edilen nübüvvet mührü hakkındaki sözler; birbiriyle farklı bulunmaktadır. Fakat aslında bu, mühim bir ihtilaf sayılmamalıdır. Zira bu râvîlerden her biri, bir benzetme yoluyla rivayet etmekte ve rivayetleri arasında önemli bir fark bulunmaktadır. Râvîlerden biri: "Bir keklik yumurtası büyüklüğünde idi" derken biri: "Güvercin yumurtası kadardı" demekte; bir diğeri de: "Bir keçi yavrusunun dizindeki mühür kadardı" demektedir. Biri: "Bir et yumrusu idi" derken, biri: "Bir et çıkıntısı idi" demekte; biri "Siyah bir bendi" derken bir diğeri: "Şişenin kan almak için vurulduğu yerde bıraktığı iz gibiydi." demektedir. Yâni, bunların hepsi birbirine yakın şeylerdir. ve gerçekten o, bir et parçasından ibaret idi. İşte, âlimlerimiz böyle izah etmektedirler. Bunlar arasından İmâm-ı Kurtubî ise şöyle demektedir: "Sabit ve sahih olan hadisler delâlet eder ki, Resûlüllâh Efendimiz'in iki omuzu arasındaki mühür; sol omuz yanında kırmızınıtırak renkte ve çıkıntı halinde bir şey idi. Küçülüp azaldığı zaman güvercin yumurtası şeklinde oluyor, büyüyüp şiştiği zaman da yumruk kadar oluyordu... (Resûlüllâh'ın vefatı zamanında ise, şişkinlik kaybolmuştu...)

Süheylî de demiştir ki: "Nübüvvet mührü, sol omuz kemiğinin çıkıntısı yanında idi. Çünkü Peygamber (aleyhisselâm) şeytanın vesvesesinden masum bulunuyordu. Mührün bulunduğu yer de; kalbin karşısında olup şeytanın vesvese vermesine engeldi..." Alimler, "Resûlüllâh'in iki omuzu arasındaki mührün doğuştan mı, yoksa doğduktan sonra mı vurulduğu üzerinde ihtilaf ettiler. İkinci şıkkı tercih edenler, yukarıda geçen ve O'nun süt emmesi ile ilgili bulunan Şeddâd bin Evs hadisini, delil tutarlar. Az önce işaret ettiğimiz gibi, bu mühür, Resûlüllâh'ın vefatın­dan sonra da kaybolmuştu... Bunu, ayrıca O'nun vefatı bölümünde anlatacağız... Bu konuda, Hâkim'in Müstedrek'inde, Vehb bin Münebbih'ten şu rivayeti vardır:

"Cenâb-ı Hakk'ın gönderdiği bütün Peygamberlerin sağ elleri içinde bir Peygamberlik nişanı vardı. Ancak, bizim Peygamberimiz müstesna. Zira O'nun Peygamberlik nişanı, iki omuzu arasında idi[3]

Sevgili Peygamberimizin Mübarek Gözleri ile İlgili Özellik ve Mucizeler

Yüce Allah Kur'ân'da buyuruyor ki: "Muhammed'in gözü şaşmadı ve sının aşmadı." (Necm, 17).

İbn-i Adiyy, Beyhekî ve İbn-i Asâkir Âişe'den şöyle rivayet ederler: O demiştir ki: "Peygamber Efendimiz, ışıkta gördüğü gibi karanlıkta da görür idi."

Beyhekî'nin rivayetine göre, bu hususu İbn-i Abbâs şöyle ifade etmiştir: "Resûlüllâh Efendimiz, gündüzleyin ışıkta gördüğü gibi, geceleyin karanlıkta da görürdü."

Buhârî ve Müslim, Ebû Hüreyre'den ittifakla şöyle rivayet ederler: O demiştir ki: "Bir defasında Resûlüllâh Efendimiz bizlere hitaben: "Siz benim yalnız ön tarafı mı gördüğümü sanıyorsunuz? Vallahi sizin rukûnuz da, secdeleriniz de bana gizli değildir! Ben sizi arkamdan da görmekteyim" buyurdular.

Müslim ise Enes'ten şöyle rivayet eder: "Resûlüllâh Efendimiz buyurdular ki: Ey insanlar! Ben sizin imâmimzını. Rükû ve secdelerinizi benden önce yapmayimz. Çünkü ben sizi, hem önümden, hem de arkamdan görmekteyim."

AbdürrâzzâkHâkim ve Ebû Nuaym da Ebû Hüreyre'den şöyle rivayet ederler: "Peygamberimiz buyurdu: Ben ön tarafımı da, arka tarafımı da görürüm." Yine Ebû Nuaym Ebû Saîd el-Hudrî'den şöyle nakleder. O demiştir İd: "Bir defasında Peygamberimiz, "Ben arkamdan da görürüm!" buyurdular.

El-Humeydî Müsned'inde, İbn-i Münzir Tefsîr'inde ve Beyhekî, Mücâhîd'den naklen demiştir ki: "Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), önünden rahatlıkla gördüğü gibi, arkasından ve saflar arasından da rahatlıkla görürdü." Mücahid bu açıklamayı, aşağıdaki âyet-i celile dolayısiyle yapmıştır. Şöyleki: "O ki, gece namaza kalktığın zaman seni görüyor. Secde edenler arasında senin dolaşmanı da görüyor." [4]

Alimlerimiz diyorlar ki: Bu Önden de, arkadan da görmek işi; hakîki bir idraktir ve mucize kabilinden olup Peygamberimiz'e mahsustur; O'na ait büyük özelliklerden biridir. Sonra bu görme işinin, O'nun iki gözüyle olması da caizdir. ve görülen şeyin karşısında bulunma şartı olmaksızın, yâni hârika'l-âde bir şekilde görmesi gerçekleşmektedir. Ehl-i sünnet'e göre, görülen şeyle karşı karşıya bulunmak şart değildir. Hak olan da budur. Nitekim âhirette Allah'ı görmek de haktır. Fakat bunda da karşı karşıya bulunmak şart değildir.

(Bâzıları da demiştir ki: Peygamberimiz'in arkasında iğne deliği kadar bir gözü vardı. Onunla hiçbir engel tanımadan görür idi. Bu tefsir ise, zayıftır. Kabul edilemez bir durumdadır.) (Suyûti)[5]

Peygamberimizin Mübarek Ağzı, Tükrüğü ve Dişleri

Vâil bin Hucr'dan Ahmedİbn-i MâceBeyhekî ve Ebû Nuaym rivayet ediyor. O demiş ki: "Peygamberimiz bir kuyunun başında iken kendilerine bir kova su verildi, ondan içti, sonra kalanim kuyuya döktü. Derhal bu kuyudan etrafa misk gibi bir güzel koku yayıldı." Ebû Nuaym'ın rivayetine göre Enes diyor ki: "Peygamberimiz'in evinde bir kuyu vardı Medine'de suyu ondan daha tatlı olan bir kuyu yok idi,"

Beyhekî ve Ebû Nuaym Peygamberimiz'in azadlısı Ruzeyne'den şöyle rivayet ederler: "Peygamberimiz, Aşûra günü kızı Fâtıma'nın ve diğerlerinin süt emer çocuklarim çağırır ve mübarek tükrüğünden o çocukların ağzına bir miktar bulaştırırdı. Çocukların analarına da: "Akşama kadar onlara süt vermeyiniz!" diye tenbih eder, akşama kadar çocuklara O'nun tükrüğü kâfi gelirdi."

Taberani de Umeyre binti Mes'âd'dan şöyle nakleder, O demiştir ki: "Ben, dört kardeşim ile birlikte biat etmek üzere Hazret-i Peygamber'e gittiğimde, O kadid (yâni güneşte kurutulmuş bir et parçası) yiyiyordu. Mübarek ağzında bir miktar kadid çiğnediler ve bana verip "Birer parça hepsine ver, ağızlarında çiğnesinler!" buyurdular. Hepimiz öyle yaptık ve içimizden hiç biri, yaşadığı müddetçe ağzında fena kokudan eser duymadı."

Yine İmâm-ı Taberani rivayet ediyor: Ebû Ümâme şöyle demiştir: "Bir kadın vardı, dili kötü idi. Bir ara Peygamb erimiz'in yanına geldi. Bu sırada Resûlüllâh kadîd yiyordu. Kadın dedi ki: "Ondan bana vermez misin?" Resûlüllâh, önündeki kadidden bir miktar ona uzattı. O: "Hayır, ondan değil, ağzmdakinden vermelisin!" dedi. Peygamberimiz de ağzındakini çıkarıp ona verdi. O da onu yedi. Bu olaydan sonra, o kadımın dilinden bir daha kötü ve çirkin bir söz işitilmedi..."

Beyhekî Umer bin Şebbe'den, o da Ebû Ubeyd en-Nahvî'den nakleder: Bir gün, Amir bin Kureyz, oğlu Abdullah'ı alarak Resûlüllah'a getirmiş. Abdullah o sırada beş yaşında imiş. Resûlüllâh tükrüğünden bir miktar onun ağzına koymuş... O, büyüdü ve o kadar kuvvetli ve bereketli oldu ki, çakmağim taşa vursa su çıkarırdı..."

Yine Beyhekî Muhammed bin Sâbit'ten şöyle rivayet eder: Onun babası Sabit, Abdullah bin Übeyy'in kızı Cemîle'yi boşadığı zaman o Muhammed'e hâmile idi. Cemile çocuğunu doğurduğu zaman, kocası Sâbit'in kendisini boşamasına kızarak: "Vallahi onun çocuğunu emzir­mem!" diye yemin etmişti... Peygamberimiz de duruma muttali olarak onun kendisine getirilmesini istemiş, Sâbit'in oğlu Muhammed'i kendisine getirdikleri zaman, mübarek tükrüğünden onun ağzına bir miktar bırakmış ve: "Onu, ihtiyacı oldukça bana getiriniz!" buyurmuştur. Sabit diyor ki: Çocuğumu üç gün Hazret-i Peygambere götürüp getirdim. Sonra Araptan bir kadın ile karşılaştım. Bana: "Sabit bin Kays kimdir?" diye soruyordu. Ben: "Onu ne yapacaksın?" dedim. Dedi ki: "Bu gece rüyamda bana, Sabit bin Kays'in oğlu Muhammed'i emzirmem söylendi." Ben de dedim ki: "Sabit benim. İşte bu da, oğlum Muhammed'dir. Götür emzir!"

İbn-i Asâkir'in Ebû Cafer'den nakline göre o şöyle demiştir: "Bir gün Hasan, Resûlüllah ile birlikte bulunuyordu. Hasan iyice susamıştı. Resûlüllah onun için su aradı bulamadı. Dilini çıkarıp, Hasan'ın ağzına koydu. Hasan, Resûlüllah'ın dilini emdi ve susuzluğu gitti...

Yine İbn-i Asâkir ve Taberanî, Ebû Hüreyre'den rivayet ederler, o demiştir ki: "Biz, Peygamberimizle birlikte gidiyorduk. Nihayet bir yoldan geçtiğimiz sırada bir ses duyuldu. Bu ses, Hasan ve Hüseyin'in sesi idi. Analarimn yanında oldukları halde ağlıyorlardı. Resûlüllah sür'âtle gidip niçin ağladıklarim sordu. Anaları: "Susuzluktan" dedi. Resûlüllah su aradı ise de, bir damla su bulunamadı. İçeride Resûlüllah'ın: "Çocukların birini bana ver" dediğini duydum. Çocuğu anasından alıp bağrına basmış, susturmaya çalışmıştı. Fakat çocuk var sesiyle ağlayıp bağırıyordu... Peygamberimiz mübarek dilini çıkarıp ağzına koydu, o da O'nun dilini emmeye başladı. Sonunda susuzluğunu giderdi ve susup sükûnete erdi. Artık sesi duyulmuyordu... Diğeri ise ağlamasına devam ediyordu. Onu da anasından alıp bağrına bastı ve mübarek dilini verip emdirdi. O da susup sükûnete erdi,"

Dâremî, Tirmizî (Şemâü'de), BeyhekîTaberanî (el-Evsat'ta) ve İbn-i Asâkirİbn-i Abbâs'tan rivayet ederler. O demiştir ki: "Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) ön dişleri, ince ve biraz seyrek idi, konuştuğu zaman, nûr gibi parlar ve iki ön dişleri arasından ışık saçardı..."

Taberanî de Ebû Kursâfe'den şöyle nakleder: "Ben, annem ve teyzem, Resûlüllah'a gidip biat ettik. Döndüğümüz zaman annem ve teyzem dediler ki: Yavrum, bizler Hazret-i Peygamber kadar güzel, O'nun kadar temiz, O'nun kadar güzel ve tatlı konuşan birisini görmedik... Konuşurken mübarek ağzından sanki nûr çıkıyordu..." [6]

Peygamberimizin Mübarek Yüzünün Müstesna Güzelliği ve Özelliği

Bu konuda, İbn-i Asâkir Câbir'den şöyle rivayet eder: "Peygamberimiz buyurdular ki: Cebrâîl bana gelip Rabbim'in selamim ve şöyle buyurduğunu tebliğ eyledi: "Habîbim Ben, Yusuf un güzelliğini kürsî'nin nurundan verdim. Senin güzelliğini ise, arşımın nurundan verdim!"

(Bunu böyle rivayet eden İbn-i-ı Asâkir, aynı zamanda bu rivayetin durumu hakkında bilgi vermiş ve aynen şöyle demiştir: "Bu rivayetin senedinde mechûi bir râvi vardır ve bu hadîs, münkerdır.")

İbn-i Asâkir Âişe'den, onun şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Ben, seher vaktinde dikiş yapıyordum... İğnemi düşürdüm, aradım ise de bulamadım. Bu sırada Resûlüllah içeri girdiler. O'nun yüzünün nuru ile, iğnemi buldum. Ben, bunu kendisine de söyledim. Bunun üzerine buyurdular ki:'Yâ Aîşe, yazıklar olsun, yine yazıklar olsun, yine yazıklar olsun o kişiye ki, benim yüzüme bakmaktan mahrum olmuştur!..."

Peygamberimizin Koltuk Altimn Bembeyaz Oluşu

Buhârî ve Müslim, Enes'den şöyle rivayet ediyorlar. O demiştir ki: "Ben Resûlüllah'ı (sallallahü aleyhi ve sellem); ellerini kaldırmış dua ederlerken gördüm, ellerini, koltuklarimn beyazlığı görülecek derecede kaldırmış idi."

İbn-i Sa'd da, Câbir'den şöyle nakleder: "Peygamber Efendimiz, secde ettikleri zaman, koltuklarimn beyazlığı görülürdü..." Yine ashâb-ı kiramdan pek çokları, Peygamber Efendimiz'in koltuk altimn bembeyaz olduğuna dâir müteaddid hadisler rivayet etmişlerdir...

Allâme Muhibbü'd-Din-i Taberî bu hususta der ki: "Bütün insanlarda, koltuk altimn rengi, kendi derilerinin renginden biraz değişikliğe uğramış bir vaziyettedir... Peygamberimiz'de ise, bunun tersine, bembeyaz idi. Bu, kendilerine hâs, bir özellik idi..."

İmam Kurtubî de, buna yakın açıklamalarda bulunmuş ayrıca Peygamber Efendimizin koltuk altında kıl olmadığim da ifade etmişlerdir..." [8]

Onun Lisanı ve İfadesindeki Özellik

Ebâ Ahmed el-Gıdrîf, İbn-i Mende, Ebû Nuaymİbn-i Asâkir; Büreyde tarîki ile Ömer İbn-i-l Hattâb'dan rivayet ediyorlar. O demiştir ki: "Ben, Resûlüllah Efendimiz'e hitaben: "Ey Allah'ın Resulü, sen,-hep bizını aramızda büyüdüğün halde, niçin hepimizden daha fasîh (açık ve düzgün) konuşuyorsun?" diye sordum. Peygamberimiz de cevabında buyurdular ki: "Ey Ömer, ceddim Ismâîl (aleyhisselâm)'ın dilindeki fesahat, zamanla halk içinde hayli ihmâl edilmiş idi. Şu İslâm devrinde kardeşim Cebrâîl gelip bana, bu dilin bütün güzellik ve inceliklerini Öğretmiştir..."[9]

Beyhekî Şuabü'l-imân adlı kitabında, İbn-i Ebüd-Dünyâ Kitâbü'l-Matar da, Hatîb Kitâbü'n-Nücûm'da, aynı zamanda İbn-i Ebî Hatim ile İbn-i Asâkir; Muhamed bin îbrâhim et-Teymî'den rivayet ederler. O şöyle demiştir: Ashâb dediler ki: "Ey Allah'ın Resulü, biz senden daha fasîh konuşanı görmedik. Bunun hikmeti nedir?" O da buyurdu ki: "Neden böyle olmasın! Biliyorsunuz ki, Kur'ân benim lisanımla, hem de gayet açık bir Arapça ile indirilmiştir!"

Yine İbn-i Asâkir, Muhammed bin Abdurrahmân ez-Zührl'den rivayet ediyor: Adamın biri Peygamberimiz'e hitaben: "Yâ Resûlallah kişi, kendi hanımına müdâleke (yâni oyalama) yapar mı?" diye sordu. Peygamberimiz de: "Evet, eğer hanımı müflic ise" buyurdu. Bunu duyan Ebû Bekir: "Ey Allah'ın resulü,, o adam size ne sordu ve siz ona ne cevap verdiniz?" diye sordu. Bunun üzerine de Peygamberimiz şöyle buyurdular: "Adam bana: Kişi kendi hanımına müdatele (oyalama) yapar mı? diye sordu. Ben de kendisine: "Eğer hanımı müflic ise evet" diye cevap verdim." Bunun üzerine Ebû Bekir: "Ey Allah'ın Rasûlü, ben Araplar arasında çok dolaştım, fakat, sizin gibi düzgün ve güzel konuşanı görmedim" demekten kendisini alamamıştır. Peygamber Efendimiz de: "Ey Ebû Bekir, beni Rabbim edeblendirdi ve ben, Sa'd Oğulları kabilesinde büyüdüm!" diyerek karşılık verdiler." [10]

İbn-i Sa'd Yahya bin Yezîd es-Sa'dt'den rivayet ediyor. O şöyle demiştir: Peygamber Efendimiz buyurdular ki: "Sizin en iyi ve düzgün konuşanimz benim! Ben, Kureyş'tenim! ve benim lisanım, Sa'd Oğullarimn lisanıdır!"

Taberanî de Ebû Saîd el-Hudrî'den şöyle rivayet etmektedir. O demiştir ki: "Sizin en güzel konuşanimz benim! Ben Kureyş içinde doğdum ve Sa'd Oğulları içinde büyüdüm! Benim konuşmama, pürüz ve hatâ nereden gelecek?" [11]

Peygamberimizin Mübarek Kalbi Hakkındadır

Cenâb-ı Hak İnşirah Sûresinin 1. âyetinde şöyle buyurmaktadır: "Habibim, biz senin göğsünü açıp genişletmedik mi?"

İmâm-ı Beyhekî'nin tahricine göre, İbrahîm bin Takman bu âyetin manasını Sa'd'a sormuş, o da ona Katâde'nin Enes'ten naklettiği şu bilgiyi vermiştir:

"Peygamberimizin göğüs hizasından tâ karnimn alt kısmına kadar yarılıp açılmıştır... Kalbi çıkartılmış ve altından bir tas içinde yıkanmış, sonra îmân ve hikmetle iyice doldurulmuş, yerine iade edilmiştir..."

İmâm-ı Ahmed ve Müslim, Enes'ten naklen şu bilgiyi vermektedir: "Peygamber Efendimiz, çocuk arkadaşları ile oynarken Cebrâîl (aleyhisselâm) gelmiş ve O'nu alıp yere yatırmış, göğsünü yararak kalbini çıkarmış, kalbini yararak içinden bir pıhtı çıkarmış ve: "İşte bu şeytanın nasibidir!" demiştir. Sonra O'nun kalbini altın bir tas içinde zemzem ile yıkamış, sonra kalbini iyileştirip yerine iade etmiştir. Yanındaki çocuklar ise, koşarak O'nun dadısına gitmişler ve: "Muhammed'i öldürdüler" diyerek feryad etmişlerdir... Onlar da koşarak gelmişler ve Peygamberimiz'i, rengi uçuk bir vaziyette bulmuşlardır."

Enes diyor ki: "Ben, Peygamber Efendimiz'in göğsündeki dikiş yerini görmüştüm."

Ahmed, Baremi, sahihtir kaydiyle HâkimBeyhekîTaberanî ve Ebû Nuaym, Utbe bin Abd'den rivayet ederler. O, Peygamberimiz'in şöyle buyurduğunu söylemiştir: "Ben, süt annem Halîme'nin bir çocuğu ile hayvanları gezdirmek için çıkmıştım. Yanımıza yiyecek bir şey de almamıştık. Ben süt kardeşime dedim ki: "Kardeşim, haydi annemize git de bir miktar yiyecek getir." O yiyecek getirmeye gitti. Ben de hayvanların yanında kalmıştım. Derken iki beyaz kuş geldi. Biri diğerine: "Bu, O mudur?" dedi. Diğeri de: "Evet" dedi. Hemen beni alıp yere sırtüstü yatırdılar ve derhal karnımı yardılar. Sonra kalbimi çıkarıp yardılar ve içinden iki parça siyah pıhtı çıkardılar. Biri diğerine: "Kar suyunu bana ver!" dedi ve onunla göğsümün içini iyice yıkadı. Sonra: "Dolu suyunu bana ver!ı; dedi ve onunla da kalbimi iyice yıkadı. Sonra: "Sekîneti bana ver!" dedi ve onu kalbime serpti... Sonra yine bunlardan biri diğerine dedi ki: "Haydi hemen kalbini dik!" O da hemen kalbimi dikti ve üzerini Peygamberlik mührü ile mühürleyip kapattı... Sonra dedi ki: "Haydi onu terazinin bir kefesine koy, öbür kefesine de ümmetinden bir kişiyi koyup tart!" O da öyle yaptı ve benim ağır geldiğimi görüp: "Eğer biz bunu, ümmetinin tamamı ile tartsak, yine ağır gelecektir" dedi. Sonra beni kendi hâlime bırakıp gittiler. Ben ise, şiddetli bir şekilde korkmuştum. Sonra toparlanıp süt anneme gittim ve başıma gelenleri anlattım ve onun yanlış anlamasından endişe ettim. Q da: "Allah saklasın!" diyerek Allah'a olan güvenini ve endişeye mahal olmadığım ifade etti. Bir deve hazırlayarak yola çıktık. Beni devenin havuduna bindirdi, kendisi ise arkasına bindi. Böylece Mekke'nin yolunu tutttuk. Aileme geldiğimizde o dedi ki: "Ey Amine, İşte emânetim ve zınımetim! Hiç bir kusurum olmaksızın teslim ediyorum!" Ben, başımdan geçenleri öz anneme da anlattım. O hiç bir korku ve endişeye kapılmadı ve dedi ki: "Bu senin büyük bir özelliğindir! Zâten ben seni doğurduğum zaman, benden büyük bir nûr çıktı ve Şam'daki sarayları aydınlattı..."

Yine bu hususta bazı kaynakların Ebû Hüreyre'den naklen verdikleri bigiye göre, bu manevî ve meleklerin tavassutu ile olan "Kalb Ameliyatı" sırasında, Sevgili Peygamberimiz'in "Hiç acı duymamıştım" buyurduğu da haber verilmektedir... Ayrıca denilmektedir ki: "...Kalbimi yardıktan sonra: "Kin ve hasedle ilgili bütün duyguları çıkar at!" dedi. O da kan pıhtısına benzer bir şey çıkarıp attı... Sonra yine dedi ki: "Şefkat ve merhamet duygularim kalbine iyice yerleştir!" O da kalbime gümüş renginde bembeyaz şeyler koydu. Sonra: "Haydi geçmiş olsun, mübarek olsun!" diyerek gittiler... Ben de o günden sonra herkese karşı daha şefkatli ve daha merhametli oldum... Küçük büyük herkesi sevdim..." 

Bunu nakledenlerden Ebû Nuaym der ki: Râvilerden Mûaz bin Muhammed, bunu rivayet etmekte ve: "O sırada Peygamberimiz on yaşında idi" demekle yalnız kalmıştır. Diğer râvîler buna katılmamıştır.

Ebû Nuaym Yunus bin Meysere'den naklediyor. O demiştir ki: Resûlüllah şöyle buyurdular: Melek bana geldi, kalbimi çıkarıp yardı ve elindeki altın tas içinde yıkadı. Karnımın içini de iyice temizleyip toz şeklindeki bir ilacı serperek iyileştirdi. Sonra da dedi ki: "Çok kuvvetli ve sabit bir kalb! Neyi kavrarsa güzel muhafaza eder... Gözlerin görür, kulakların da işitir ve sen Allah'ın Resulü Muhammed'sin! Peygamberlerin sonuncusu ve hâtemisin! Senin kalbin selimdir, lisanın sâdıktır, nefsin itmi'nânlıdır, huyun güzeldir!..."

(İbn-i-ı Ganem'in rivayeti de buna yakındır).

Müslim Enes'ten rivayet eder. Resûlüllah şöyle buyurmuştur: "Ben ailemin yanında idim. Cebrâîl beni Zemzem'in yanına götürdü, göğsümü yarıp kalbimi zemzemle yıkadı. Sonra içerisi îmân ve hikmetle dolu olan bir altın tas getirip onu göğsüme boşalttı..."

Enes der ki: "Resûlüllah Efendimiz, bunu söyledikleri zaman bize göğsündeki yarılan kısmı göstermişti." Sonra Resûlüllah devamla: "Sonra melek beni alıp Mîrâca çıkardı" buyurdular ve Mi'râc'la ilgili hadîsi sonuna kadar zikrettiler."

Bu konuda İmâm Beyhekî diyor ki: "İhtimaldir ki Resûlüllah Efendimizin göğsünün yarılması mucizeleri, birkaç defa vâki olmuştur.

Birincisi süt annesi Halîme'nin yanında iken,

İikincisi Peygamber olarak gönderildiği sırada,

Üçüncüsü de Mi'râc gecesi'nde olmuştur..."

Ben de derim ki, süt annesi Halîme'nin yanında iken, göğsünün yarıldığına dâir müteaddid rivayetler, kendi bahsinde de bundan önce geçmişti. Diğerleri de, Peygamber olarak gönderilmesi ve Mi'râc mucizesi bahislerinde gelecektir. Bunların hepsini gözönüne alarak deriz ki, Peygamberimiz'in göğsünün yarılması olayı, gerçekten bir defa değil, birkaç defa vukua gelmiştir ve bu üç defa olmuştur. Bu hususta âlimlerimizden Süheylî bunun iki defa olduğunu söylemiştir. Keza İbn-i Dıhye ile İbn-i Müneyyer de bu görüştedir... Üç defa vukua geldiğini açıkça beyan edenlerden, İbn-i Hacer'i de zikredebiliriz... O, bu hususta bir de güzel bir açıklama yapmış ve: "Bu, aynı zamanda yıkama ve temizlemedeki sünnet olan üçlemeye benzemektedir... Buna üç ayrı vaktin ayrılmış olması da çok manalıdır. Birincisi, şeytani vesveselerden korunmada, en mükemmel bir hâl üzere yetişip gelişmesi için seçilen sabîlik vaktidir. İkincisi, Vahiy gibi ilâhî bir imameti tam bir ehliyetle yükleneceği ba's vaktidir. Üçüncüsü ise; ilâhî huzura çıkarılacağı ve yüce Allah'a en yakın makamda münâcâtta bulunacağı Isrâ ve Mi'râc zamanıdır."

"Göğsün yarılıp yıkanması" olayimn Peygamberimiz'in özelliklerinden olup olmadığı üzerinde ihtilaf edilmiştir...

İbn-i'l-Müneyyer demiştir ki: "Bu, bizını Peygamberimiz'e mahsustur, diğer Peygamberlerde böyle bir hal olmamıştır... Peygamberimiz'in bu özelliği, Hazret-i İbrâhim tarafından kurban edilmek istenen oğlu İsmâil'in kurban edilmeğe cânü gönülden razı olup sabretmesi gibidir... Hattâ ondan daha büyük bir sabır isteyen büyük bir ibtiladır. Zira Hazret-i Ismâîl, sâdece kurban edilmek durumuna mâruz kalmıştır, fakat kurban edilmemiştir, Yâni Cenâb-ı Hak buna mâni" olmuştur. Peygamber Efendimiz ise, bırbüyük ibtilâyı hem de üç defa olmak üzere ve bir hakikat olarak yaşamıştır. Bilhassa öz ailesinden uzakta, gurbet ilde: Benî Sa'd kabilesinde küçük bir çocuk iken büyük korkular içinde geçirdiği "Şerh-ı Sa'dr" denilen bu kalb ameliyatim yaşamış olması sabır ve metanet bakımından, çok büyük bir olay olmuştur. Sâdece Peygamber Efendimiz tarafından yaşanmış ve O'na mahsûs bir mucize olmuştur."

(Bunun İsmail'in kurban edilme ihtilasından daha büyük bir ibtilâ olduğu doğru olmasa gerek. Zira Efendimizin o esnada acı duymadıkları, ilgili rivayetlerde açıkça ifâde edilmiştir.) [12]

Peygamberimizin Esnemekten Korunmuş Olması

tmâm-ı Buhârî Târih'inde, İbn-i Ebî Şeybe Mûsannefinde, keza İbn-i Sa'd, Yezld bin Asamdan rivayet ederler. O demiştir ki: "Peygamber Efendimiz, hiç bir vakit esnememişlerdir!"

İbn-i Ebî Şeybe'nin Abdü'l-Melik bin Mervân'ın oğlu Mesleme'den rivayetinde ise, o şöyle demiştir: "Hiç bir Peygamber, asla esnememiştir!" [13]

Peygamberimizin İşitmesindeki Özelliği

Tirmizl, İbn-i Mâce ve Ebû Nuaym Ebû Zerr'den şöyle rivayet ederler: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:

"Gerçekten ben sizin görmediğinizi görür, işitmediğinizi işitirim! Ben, göklerin gıcırdayıp inlemekte olduğunu da duymaktayım... Göklerin gıcırdaması ise, haktır ve lâyıktır! Gökler meleklerle öylesine dopdoludur ki, dört parmak kadar bir yer dahî boş bırakılmış değildir. Her tarafında melekler tâat ve ibâdettedirler." [14]

Yine Ebû Nuaym Hakim bin flızâm'dan şöyle rivayet eder. O demiştir ki: "Biz, Resûlüllah Efendimiz'in etrafında toplanmış idik. O, ashabına hitaben buyurdu ki:

- "Benim işittiğimi sizler de işitiyor musunuz?" Ashâb:

- "Biz bir şey işitmiyoruz" dediler. O buyurdu ki:

- "Ben göklerin iniltisini duymaktayım! Gökler, inlediği için kınanamaz! Zira göklerde bir karışlık boş yer yoktur, her taraf meleklerle doludur. Meleklerin kimisi secdede, kimisi kıyamdadır." [15]

 

3-1 Peygamberimizin Sesinin Çok Uzaklardan Duyulması

Beyhekî ve Ebû Nuaym, Berâ'dan rivayet ediyor. O şöyle diyor: "Bir gün Peygamberimiz bize hutbe irâd ettiler. O'nun bu hutbesi o kadar uzaklara duyuldu ki, evinden çıkmayan ve yeni yetişen kızlar bile, bu hutbeyi duyup dinlemişlerdir."

(Ebû Nuaym'ın Büreyde'den rivayeti ise şöyledir: "Peygamber Efendimiz bir gün namazı kıldırdıktan sonra yüksek sesle nida ettiler, odasından çıkmıyan kızlar bile O'nun sesini duydular.)

İmâm-ı Beyhekî ve Ebû NuaymÂişe'den rivayet ederler: "Bir Cum'a gününde Peygamberimiz minber üzerine oturdular, sonra ashabına hitaben: "Oturunuz" buyurdular. Bu sırada Abdullah bin Ravâha ta Gunm Oğulları yurdunda bulunuyordu. Efendimiz'in "oturunuz" sesini işitip, hutbeyi dinlemek üzere oturmuştur." [16]

İbn-i Sa'dEbû Nuaym, Abd-urrahmân bin Muâz et-Teyml'den nakleder. O demiştir ki: "Minâ'da Peygamberimiz bir hutbe irâd ettiler. Kulaklarımız öylesine açıldı ki, bizler yerimizden ayrılmadığımız halde, O'nun bu hutbesini rahatlıkla duyabildik." [17]

İbn-i Mâce ve Beyhekî, Ümmü Hânî'den rivayet eder. O demiştir ki: "Bizler, Peygamber Efendimiz'in Kabe'de gece yarısı okuduğu Kur'ân'ı, rahatlıkla duyardık ve ben o sırada, evin damı üzerinde idim." [18]

Peygamberimizin Aklı Hakkında

İbn-i Asâkir ve Hıyle'sinde Ebû Nuaym, Vehb bin Münebbih'ten rivayet ederler. O şöyle demiştir: "Ben, tam yetmiş bir aded kitap okudum. Bunların hepsinde; dünya yaratılalıdan beri, hiçbir kimseye Hazret-i Muhammed'in, (aleyhisselâm) aklı gibi bir aklın verilmediği yazılı idi. ve deniliyordu ki: "Herhangi bir kimseye verilmiş olan aklın, Muhammed'e (sallallahü aleyhi ve sellem) verilen akim yanındaki durumu; bir kum deryası yanında, oradaki bir kum tanesinin durumu gibidir." Aynı zamanda bu kitaplarda: "Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) akıl ve düşünce bakımından, gerçekten bütün insanlardan daha üstündür" diye okuyordum." [19]

Peygamberimizin Mübarek Teri

Müslim Enes'ten rivayet eder. O demiştir ki: "Peygamberimiz bir gün, bulunduğumuz odaya geldiler. Az sonra kuşluk uykusuna yattılar. Derken terlemeye başladılar... Anam gelip O'nun mübarek terini bir şişede toplamaya başladı. Derken Peygamberimiz uyandılar:

- "Ey Ümmü Süleym, ne yapıyorsun?" dediler. Anam:

- "Terinizi topluyordum, ey Allah'ın Resulü! Onu, kokumuzun içine katacağız ve bizim en güzel kokumuz budur" dîye karşılık verdi."

Ebû Nuaym, Muhammed İbn-i Sîrin tarîki ile Ümmü Süleym'den nakleder. O demiştir ki: "Resûlüllah Efendimiz, bizde kuşluk uykusuna yatardı. Üzerinde uyudukları deride çok miktarda ter bırakırdı. Ben O'nun mübarek terini buradan alır, bir miktar misk ile iyice yoğururdum. Bizını en güzel kokumuz da bu idi."

Dâremî, Beyhekî ve Ebû Nuaym, Câbir bin Abdullah'tan rivayet eder. O şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz'in bazı özellikleri vardı. Bu cümleden olarak O, bir yoldan geçtiği zaman, sonra bu yoldan geçen biri, buradan Peygamberimiz'in geçmiş olduklarim, O'na mahsûs olan kokudan anlardı. O'nun teri ve kokusu, bir özellik arzederdi. Keza O'nun geçtiği yerlerdeki her bir taş veya ağaç, O'na secde ederdi."

Hafız Bezzâr ve Ebû Ya'lâ, Enes'ten şöyle naklederler: "Peygamber Efendimiz, Medine sokaklarından birinden geçtiği zaman, oradan geçenler, O'nun oradan geçmiş olduğunu, hoş kokudan anlarlardı. Derlerdi ki: "Buradan Peygamber Efendimiz geçmiştir."

Dâremî'nin İbrahim Nahaî'den rivayeti de şöyledir: "Peygamber Efendimizin bir yoldan geçtikleri, o günün gecesinde dahî belli olurdu."

Hatîb, İbn-i AsâkirEbû Nuaym, Deylemî ve Muhammed bin İsmail el-Buharî; Hişâm bin Urve'nin babasına dayanan bir sened zinciri ile, Hazret-i Âişe'den şöyle rivayet ederler. O demiştir ki: "Birgün ben, oturmuş çıkrığımın başında yün eğiriyordum. Peygamber Efendimiz de ayakkabısını yamamakla meşgul idiler. Baktım, alnından ter damlacıkları dökülüyordu... Mübarek teri, bir nûr gibi parlıyordu. Öylece bakakalmışım. Bunun farkına varan Efendimiz: "Yâ Âişe, neden bakakaldm?" diye sordular. Ben de dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, alnimzdan çıkan terler,, bir nûr gibi ışık saçıyor. Eğer şu hâli, Hüzel kabilesinin o ünlü şâiri Ebû Kebîr görseydi; şüphesiz en müstesna şiir mısraları ile hakkınızda övgüler sunardı." Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, elindeki işi bırakıp ayağa kalktı ve bana yaklaşıp iki gözüm arasından öptü ve şöyle buyurdular: "Ey Âişe, Allah seni iyilikle mükafatlandırsın! Beni o kadar sürûrlandırdm ki, hiç bu kadar sürûrlandığımı hatırlamıyorum."

Not: Hadîs âlimlerimizden Ebû Ali Salih bin Muhammed el-Bağdâdî demiştir ki: Bu haberin râvîleri arasında adı geçen Ebû Ubeyde'nin, Hişâm bin Urve'den hadis naklettiğini' bilmiyorum... Bununla birlikte bu rivayet bana göre hasen'dir. Muhammed bin İsmail el-Buharî, bu hadîsi çıkarmış olmasına bakarak, bu kanâate varmış bulunuyorum." (Süyûtî).

Yine Ebû Nuaym'in rivayetine göre, Âişe validemiz şöyle demiştir: "Resûlüllah Efendimiz; insanların en güzel yüzlüsü, en nurlu tenlisi idi. O'nu vasfedip anlatanlardan hiç biri, O'nun mübarek yüzünü ay'ın ondördüne benzeterek, anlatmaktan kendini alamamıştır. O'nun mübarek teri, alnında inci dâneleri gibi tomurcuklanır, misk-i ezfer'den daha güzel kokardı."

Hafız Dâremî, Hureyş Oğullarına mensûb bir adamdan nakleder. O şöyle demiş: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz; Mâiz bin Mâlik'e recm cezasını tatbik ettirdikleri zaman, ben babamın yanında idim. Oradakiler Mâiz'i taşlamaya başlamışlardı. Ben, (evli olduğu halde zina etmiş bulunan ve suçunu gelip kendisi haber veren ve itirafta bulunan) Mâiz'in; bu şekilde taşlanmasından dehşete düşüp korktum. Benim korktuğumu anlıyan Resûlüllah, beni yanına alıp kucaklayıp bastırdı. Bu sırada terlemekte olan Resûlüllah'ın terinden üzerime ter damlacıkları döküldü. Sanki üzerime en güzel kokulu misk damlaları dökülmüş gibiydim."

(Es-Sahâbe adlı kitabın müellifi Abdan, yukarıdaki haberi rivayet ettiği yerde: "Hureyş Oğullarına mensub bir adamdan" yerine, "Hureyş'ten" şeklinde rivayet etmiştir.)

Hafız Bezzar, Muâz bin Cebel'den rivayet eder. O da bu hususta şöyle demiştir: "Bir gün ben, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte gidiyordum. Bana: "Yâ Muâz yaklaş!" dediler. Ben de yaklaştım. Ben, Resûlüllah Efendimizin kokusundan daha hoş olan ne bir misk koklamışım, ne de bir anber!" [20]

Peygamberimizin Boyunun Özelliği

Beyhekîİbn-i Asâkir ve Tarihinde İbn-i Hayseme Aîşe'den rivayet ederler. O demiştir ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ne çok uzun boylu idi, ne de fazla kısa boylu idi. (İkisi ortası) orta boylu idi. O'nun boyu; yalnız başına yürümesi ile, başkaları ile birlikte yürümesi halinde başkalık arzederdi. İnsanların en uzun boylusu ile yürüdüğü'zaman, O'nun boyu, yanında yürüyenden daha uzun olurdu. Her iki tarafındaki iki uzun boylu kişiden, daha uzun görünürdü. Onlardan ayrıldığı zaman ise, yine orta boylu olarak kabul edilirdi.

İbn-i Seb', El-Hasâis adlı ese'rinde, O'nun bu özelliği hakkında şu ifadeyi kullanmıştır: "Peygamberimiz oturduğu zaman da, mübarek omuzları, yanında oturanların omuzundan daha yüksek olurdu."

Hakim-i Tirmizi'nin Zekvan'dan rivayetine göre de, Peygamberimizin gerek gün. ışığında, gerekse ay ışığında gölgesi yere düşmezmiş. İbn-i Seb ise bu hususta şöyle demektedir: "Efendimiz'in gölgesi yere düşmezdi. Çünkü o, bir nûr idi. Ne gündüzleri, ne geceleri O'rum gölgesi görünmezdi, bazıları demiştir ki: Peygamber Efendimizin bir duasında: "Allah'ım, beni bir nur eyle" buyurmalarında buna bir işaret vardır."

Kadı Iyâd Şifâ'sında, Azafi de Mevlid'inde demiştir ki: Peygamberimiz1 in bir özelliği de, O'nun üzerine sineklerin konmaması idi. Yine O'nun bir Özelliği olarak, bit kendisine ezâ vermezdi." [21]

Peygamberimizin Mübarek Saçı

Saîd bin Mansûr, İbn-i Sa'd ve diğerlerinin rivayetine göre, Halid bin velid Yermuk savaşı gününde başlığim kaybetmiş, arayıp bulmuş ve demiş ki: "Peygamber Efendimiz umre yaptığı zaman başim traş ettirdi. İnsanlar iki tarafına dizilip kesilen saçlarim derhal alıp saklıyorlardı. Ben de O'nun alın kısmından kesilen bir miktar saçim alıp bu başlığımda saklıyordum. O yanımda iken giriştiğim savaşlardan hiç birini kaybetmiş değilim."[22]

Peygamberimizin Mübarek Kanı

Hafız Bezzâr'ın ve diğerlerinin Abdullah bin Zübeyr'den rivayetleri şöyledir: Ben, bir defasında Peygamber Efendimiz'in yanına gitmiştim. O, bu sırada kan aldırıyordu. Kan aldırma işi bitince bana dedi ki: "Ey Abdullah, şu kanı al ve kimsenin görmeyeceği bir yere dök gel!" Ben, kanı aldım ve gittim, sonra hepsini içip geri geldim. Peygamberimiz bana: "Ey Abdullah; ne yaptın?" diye sordu. Ben de cevabımda: "İnsanlardan kimsenin göremeyeceğini tahmin ettiğim gizli bir yere döktüm" dedim. Peygamberimiz: "Ey Abdullah, belki sen onu içtin" buyurdu. Ben de: "Evet, ey Allah'ın Resulü" dedim. Peygamberimiz bunun üzerine buyurdular ki: "Ey Abdullah, bu yüzden sana ve senin yüzünden nice insanlara yazık olacak -aranızda kanlı çatışmalar olacak-."

Derler ki: Abdullah bin Zübeyr'in, o emsalsiz denilecek kadar kuvvetli oluşu, Peygamberimiz'in kanim içmesi sebebiyledir. [23]

Peygamberimizin Kadem-i Şerifi (Ayakları)

Beyhekî Ebû Hüreyre'den rivayet eder. O demiştir ki: "Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), yere bastığı zaman tam basardı. Ayağimn altında çukurluk yok idi." Keza İbn-i Asâkir'in Ebû Emâme el-Bâhili'den rivayeti de bu mealdedir. Yâni Peygamberimiz yürürken çok kuvvetli bastığı için, ayak izinde fazla bir çukurluk eseri görülmezdi.

Beyhekî de Câbir bin Semura'dan şöyle nakleder: "Peygamberimiz'in ayağındaki küçük parmağı biraz uzunca idi."

İmâm-ı Ahmed İbn-i Abbâs'dan şöyle nakleder: "Bir gün Kureyş bir kadın kâhine müracat ederek: "Şu İbrahim makamı denilen yerin sahibine içimizde en çok benzeyen kimdir, bize söyle" dediler. Kâhin kendilerine: "Şu yere bir yaygı seriniz, sonra sırayla hepiniz üzerinde yürürsünüz. Ben de sizlerin ayak izine bakarak cevabımı veririm" demiş. Onlar yere yaygı serip üzerinde yürümüşler. Kâhin de Peygamberimizin ayak izine bakarak: "İşte içinizde İbrahim'e en çok benzeyeniniz budur" demiş. Kureyş, bu olaydan sonra yirmi sene kadar yaşamış, sonra da Peygamber efendimiz ba's olunmuştur (Peygamber olarak gönderilmiştir)." [24]

Peygamberimizin Yürüyüşündeki Özellik

İbn-i Sa'd Ebû Hüreyre'den rivayet eder. O şöyle demiştir: Ben, bir defasında Peygamberimizle birlikte bir cenazede bulundum. Yürüdüğüm zaman hep Peygamberimiz beni geçiyordu. Yanımdaki bir adama hitaben dedim ki: "Yer, bizını Peygamberimize ve Halilüllah İbrahim Peygambere dürülüp kısaltılıyor."

İbn-i Sa'd Yezid bin Mersed'den rivayet eder, O şöyle der: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), yürüdükleri zaman sür'atli ve kuvvetli yürürlerdi. Hatta O'nun arkasında yürüyen biri koşarcasına giderdi de, yine O'na yetişemezdi." [25]

Peygamberimizin Uykusundaki Özellik

Buhârî ve Müslim'in Âişe'den rivayetine göre o; "Ey Allah'ın Resulü, vitir namazını kılmadan uyur musunuz?" diye sormuş. Peygamber Efendimiz de: "Ey Âişe, benim iki gözüm uyur, fakat kalbim uyumaz" buyurmuştur. Ebû Nuaym'in Ebû Hüreyre'den sevkettiği bir rivayet de bu manadadır.

Yine Buhâri ve Müslim Enes'den rivayet eder. O şöyle demiştir:' "Bir defasında Peygamber efendimiz; "Peygamberlerin gözleri uyur, fakat kalbleri uyumaz" buyurdular.

İbn-i Sa'd'ın Atâ'dan rivayeti ise şu mealdedir: Peygamberimiz bir hadislerinde: "Biz Peygamberler topluluğu ki, gözlerimiz uyursa da, kalblerimiz uyumaz!" buyurdular.

Hasan-ı Basri'den ve Câbir bin Abdullah'tan gelen rivayetler de, Peygamberimiz'in uyku esnasında gözlerinin uyuduğu, fakat kalblerinin uyumadığı meâlindedir. [26]

Peygamberimizin Cinsi Kuvveti ve Ailelerinin Hepsini Bir Gecede Dolaşması

Buhâri, Katâde tarikiyle Enes'den rivayet eder. O şöyle demiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bir gecede ailelerinin hepsini dolaşırdı." Kâtâde sorar: "Ey Enes, O'nun buna gücü yeter miydi?" Enes cevap verir: "Biz kendi aramızda, O'na otuz erkek gücü verilmiştir" diye konuşurduk."

İbn-i Sa'd'ın Selmâ'dan rivayeti de şöyledir: "Peygamberimiz» dokuz ailesinin her birini bir gecede dolaşırdı.[27]Taberani ve diğerleri Enes'den rivayet eder. O şöyle der: "Resûlullah Efendimiz buyurdular ki: "Ben; semahat, secâat, cinsi kuvvet ve yakalayıp tutuşdaki şiddet gibi hasletlerle başkalarına üstün kılınmışımdır."[28]

Peygamberimizin İhtilamdan Mahfuz Oluşu

İhtilâm ki, ona düş azması veya şeytan aldatması da denilir, bütün Peygamberler bundan korunmuştur. Onlar, ihtilâm olmazlar. Nitekim İmâm-ı Taberani, İkrime yoluyla, Dineverî de Mücahid yoluyla İbn-i Abbâs'dan şöyle rivayet ederler: "Hiç bir Peygamber ihtilâm olmamıştır. Zira ihtilâm, şeytandandır." [29]

 

3-2 Peygamber Efendimizin Hilkati Yani Yaratılışimn Sıfatı

Buhârî ve Müslim Berâ bin Azib'den rivayet ederler. O demiştir ki: "Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz, bütün insanların yaratılışça en güzeli idi! Mübarek yüzleri de bütün insanların yüzlerinden daha güzeldi."

Yine Buhâri Bera dan nakleder. O'na sormuşlar: Peygamberimizin yüzü kılıç gibi miydi?" O şu karşılığı vermiştir: "Hayır, O'nun yüzü ay'ın on dördü gibiydi!"

Müslim Cabir bin Semura'dan nakleder. Ona demişler ki: "Ey Câbir, Efendimiz'in yüzü uzun muydu?" O, şu karşılığı vermiştir: "Hayır, bilâkis O'nun yüzü ay ve güneş gibi yuvarlak idi."

Yine Câbir bin Semura demiştir kî: "Ben, bulutsuz bir gecede Peygamber Efendimizi gördüm, üzerinde kırmızı renkte bir hırka vardı. Ben, bir O'na bir de ay'a baktım, bana göre O, ay'dan daha güzeldi."

Buhârî'nin Ka'b bin Mâlik'ten nakline göre, o da şöyle demiştir: "Peygamberimiz, sevinip sürûrlandıkları zaman mübarek yüzleri, bir ay parçası gibi nûr saçardı." [30]

Hafız Ebû Nuaym ise, Ebû Bekir es-Sıddik'in şöyle dediğini rivayet eder: "Sevgili Peygamberimizin mübarek yüzü, ay gibiydi." [31]

Beyhekî, Hemedan'lı bir .kadından nakleder. [32]O demiştir ki: "Ben, Peygamberimizle birlikte hac yaptım. O'nun mübarek yüzü* sanki ay'ın ondördü idi. Ben, ne O'ndan evvel, ne de O'ndan sonra O'nun bir mislini gördüm."

Yine bu hususta Rubeyyi'binti Muavvize'ye demişler ki: "Bize Peygamber efendimizi vacfcder inicin?" O da şu karşılığı vermiştir: "Eğer siz O'nu görmüş olsaydmıs, muhakkak "güneş doğdu!" derdiniz."

İmâm-ı Müslim'in, en son vefat eden sahabi olan Ebû Tufeyl bin Amir'den nakline göre; kendisine: "Bir sahabi olarak Peygamberimizi bize anlatır mısın?" dedikleri zaman, o şöyle demiştir: "Peygamberimiz, son derece güzel idi, yüzü de nûr gibiydi."

'Buhâri ve Müslim Enes'ten rivayet ederler. O demiştir ki: "Sevgili Peygamberimiz; kavminin orta boylusu idi, boyu ne fazla uzun idi, ne de kısa idi. .Rengi; ne esmer idi, ne de donuk beyaz. Pembeye meyyal beyaz idi. Saçı; ne fazla kıvırcık, ne de dümdüz idi. Yenice taranmış, hafif dalgalı idi."

Tirmizi ve diğerleri Ebû Hüreyre'den şöyle nakleder: "Ben, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den daha güzel bir şey görmedim! Sanki güneş, O'nun mübarek yüzünde cerâyan ediyordu. O'ndan daha hızlı yürüyen birini de görmedim. O kadar ki, sanki yer duruluyor sanırdimz. Biz ne kadar hızlı yürüsek, yine de O'na yetişemezdik."

İbn-i Sa'd ve başkası Enes'ten rivayet eder. O demiştir ki: "Cenâb-ı Hakk bir Peygamber gönderdiği zaman, mutlaka onu güzel yüzlü ve güzel sözlü olarak göndermiştir. Nihayet sıra bizını Peygamberimiz'e geldiğinde, O'nu da güzel yüzlü ve güzel sözlü olarak göndermiştir."

İbn-i Asâkir'in Ali bin Ebû Tâlib'den olan rivayetinde ise, "soyca da şerefli ve keremli olarak gönderir" kaydı bulunmaktadır. Dâremi'nin nakline göre de İbn-i Ömer şöyle demiştir: "Ben Peygamberimiz'den daha şecâatli, daha cömert, daha güzel bir kimseyi hiç görmedim."

Müslim Câbir bin Semura'dan nakleder. O demiştir ki: "Yaratılışı itibariyle Peygamber Efendimiz; geniş ağızlı, kırmızı gözlü (göz akında kırmızılık bulunan), küçük topuklu idi; (topuklarında et az idi)."

Beyhekî'nin rivayetine göre de Ali: "Peygamberimizin gözleri büyük, kirpikleri uzun idi. Gözlerinin beyazlığında biraz kırmızılık vardı" demiştir.

Tirmizi ve Beyhekî'nin rivayetlerinde ise, Ali (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem); ne fazla uzun boylu, ne de çok kısa idi; uzuna yakın orta boylu idi. Saçı ne kıvırcık kısa, ne de düz idi; ikisi ortası hafif dalgalı idi. Ne fazla zayıf, ne de şişman idi; ikisi ortası ve sıkı etli idi. Yüzü değirmi idi, büsbütün yuvarlak değildi. Duru beyaz tenli, iri ve siyah gözlü, uzun kirpikli idi. iri kemikli ve geniş omuzlu idi. Göğsü ve karnı kılsızdı, ancak göğsünün ortasmdatası ve sıkı etli idi. Yüzü değirmi idi,, büsbütün yuvarlak değildi. Duru beyaz tenli, iri ve siyah gözlü, uzun kiprikli idi. îri kemikli ve geniş omuzlu idi. Göğsü ve karnı kılsızdı, ancak göğsünün ortasından göbeğine kadar siyah kıllardan teşekkül eden bir çizgi vardı. İki avucunun içi ve ayaklarimn altı dolgunca idi. El ve ayak parmakları ise kalınca idi. Yürüdüğü zaman, sanki yokuş aşağı inercesine eğilir ve ilerlerdi. Sağma-soluna bakmdığı zaman, yalnız başıyla değil, bütün vücudu ile dönerdi. İki omuzu arasında, Peygamberlik mührü denilen bir nişan vardı. Göz bebeği çok siyahtı. Alnı geniş, başı büyük, sakalı sık idi. Ne O'ndan evvel, ne de O'ndan sonra, O'nun bir mislini görmedim. Mübarek teri, inci daneleri gibiydi, yürüdüğü zaman sür'atli ve kuvvetli yürürdü. Mübarek alınları, nûr gibi parlardı."

İmâm-ı Ahmed ve başkaları Ebû Hüreyre'den rivayet eder. O şöyle demiştir: "Peygamber Efendimiz'in pazuları geniş ve kuvvetli, omuzlarimn arası geniş, kirpikleri uzun idi. Çarşıda bağırarak konuşmaz, çirkin söz söylemezdi. Yöneldiği zaman tam yönelir, döndüğü zaman da tam dönerdi. Sakalı sık ve siyahtı. Ağzı ve ön dişleri çok güzeldi."

Hazret-i Enes'e: "Peygamberimiz, ihtiyarlamış mıydı?" diye sormuşlar. O da demiştir ki: "Hayır, Allah O'na o günleri göstermedi. Efendimiz vefat ettikleri zaman, mübarek başında ve sakalında ancak on yedi veya on sekiz kadar beyaz tel vardı." [33]

Buhâri ve Müslim'in rivayetine göre de Berâ şöyle demiştir: "Peygamberimiz, orta boylu, geniş omuzlu, uzun saçlı idi. Saçı, kulak yumuşağına değiyordu. Ben, O'ndan dalxa güzelini görmedim."

Muharriş el-Ka'bi'de demiş ki: "Peygamberimiz Ci'râne'de umre yapmak üzere ihrama girdiği zaman mübarek arkalarim gördüm, gümüş gibi bembeyaz idi." [34]

Ebû Hüreyre'den Bezzâr ve Beyhekî şöyle naklederler: "Peygamberimiz, insanların en güzeliydi, orta boylu olup biraz uzunca idi. Geniş omuzlu, pürüzsüz ve düz yüzlü, siyah saçlı idi. Gözleri sürmeli, kirpikleri uzundu. Ayağı ile yere bastığı zaman tam basardı. Hırkasını çıkarıp yere koyduğu zaman, mübarek omuzlarimn gümüş gibi parladığı görülürdü. Gülümsşdiği zaman, inci misali dişleri nûr saçardı. Ben, ne O'ndan evvel, ne O'ndan sonra O'nun bir mislini görmedim."

Buhârî ve Müslim de Enes"den şöyle naklederler: "Hazret-i Peygamberin elinden daha yumuşak ne bir ipeğe, ne de ipekli bir kumaşa dokunmuş değilim! Hazret-i Peygamber'in kokusundan daha hoş ne bir misk, ne de amber koklamış da değilim."

Yine Müslim, Câbir bin Semura'dan nakleder, O demiştir ki: "Peygamber Efendimiz yüzümü okşamıştı. Mübarek eli gayet serin ve misk kutusuna batırılmış gibi hoş kokulu idi."

Beyhekî'nin Yezid bin Esved'den tesbitine göre o da şöyle demiştir: "Resûlullah Efendimiz elimi tutmuştu. Gerçekten O'nun eli, kardan daha soğuk, miskten daha hoş idi."

Müstevrid'in babası Şeddâd da şöyle diyor: "Bir gün ben, Peygamber Efendimiz'e gitmiştim. Mübarek elini tuttuğumda, ipekten daha yumuşak, kardan daha beyaz olduğunu gördüm."

İmâm-ı Ahmed'in nakline göre, Sa'd bin Ebi Vakkas demiştir ki: "Ben, veda haccı sırasında Mekke'de hastalandığım zaman Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz ziyaretime geldi, mübarek elini alnıma koydu ve yüzümü, göğsümü ve karnımı mesnetti. Mübarek eli, o kadar hoş ve serindi ki, hâlen onun serinliğini duyar gibi oluyorum."

İbn-i Sa'd ile İbn-i Asâkir'in Ali (radıyallahü anh)'den verdikleri bilgi de şöyledir: "Peygamber Efendimiz, pembeyi andırır beyaz tenli idi. Siyah gözlü, ince burunlu, düz yanaklı idi. Sakalı sık, saçı uzun, göğsünden göbeğine doğru uzanan siyah kıl çizgisi ise kamış gibi ince idi. Göğsünde ve karnında bundan başka kıl yoktu. Terlediği zaman, yüzünden inci daneleri gibi ter damlacıkları dökülürdü. Terinin kokusu ise, miskten çok daha hoş idi."

Yine bu iki kaynağın Ali'den şöyle bir rivayeti vardır: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) beni Yemen'e vazifeli olarak göndermişti. Bir gün ben, Yemen'de halka hutbe irad ediyordum. Yahudi hahamlarından biri, beni ayakta dinliyor ve elindeki bir kitaba bakarak takib ediyordu. Sonra beni görüp dedi ki: "Ey Ali, bana Peygamberiniz Ebû'l-Kâsını'ın vasfim yapar mısın?" Ben de dedim ki: "Peygamberimiz; ne uzun, ne de kısa idi, ikisi ortası az uzunca idi. Saçı, ne düz ne de kıvırcık idi, hafif dalgalı ve sınısiyah idi. Başı büyüktü, rengi pembemsi beyaz idi. Dirsekleri ve omuz başları büyük olup, el ve ayak parmakları da kalın idi. Göğsü ile göbek arasındaki kıl çizgisi uzun idi, kaşları birbirine yakın olup kirpikleri de uzun idi. Alnı açık ve yüksek, iki omuz arası geniş idi. Yürüdüğü zaman kuvvetli ve şiddetli yürürdü, sanki yokuş aşağı inercesine eğilir ve hızla ilerler idi. Ben, ne O'ndan evvel, ne de O'ndan sonra bir O'nun gibisini asla görmedim!"

İşte, o yahudi hahamına karşı bunları söyleyip sustum. Haham bana: "Sonra neler?" diyerek anlatmaya devam etmemi istedi. Ben de: "Şimdilik söyleyeceklerim, kısaca bunlardır" dedim. Haham söze başlayıp: "Her iki gözünde biraz kırmızılık var, sakalı gayet güzel, ağzı gayet hoş, kulakları tam, sağına-soluna döndüğü zaman da tam döner, değil mi?" diye sordu. Ben de: "Evet, ta kendisi" diyerek tastik ettim. Haham: "Daha da var!" dedi. Ben: "Nedir?" dedim. Haham: "Önüne eğilir" dedi. Ben: "Bunu sana söyledim, yürürken başim öne eğerek ilerler" dedim şeklinde karşılık verdim. Haham: "Biz, O'na âit bu, sıfatları atalarımızdan bize kalan kitaplarda okuduk. Aynı zamanda O'na âit şu bilgileri de edindik: O, Mekke Haremin'den Peygamber olarak gönderilecek, bu doğduğu yer olan şehirde bir müddet Peygamberlik yaptıktan sonra, kavmi O'nu buradan çıkaracak. O da başka bir Harem'e hicret edecek ve bu hicret ettiği yer de Harem-i Nebi olacak. Burası hurmalık olan bir yer olacak ve burasının halkı, kendisine ve O'nun getirdiği dine bi-hakkın yardımcı olacak ve Ensar adım alacak. Bunlar, Amr bin Amir'in neslinden olan bir kavimdir ve burada çok sayıda yahudiler de ikâmet etmiş olacak" dedi. O, bunları söyledikten sonra, böyle değil mi ey Ali?" dedi. Ben de: "Evet, evet!" dedim. Bunun üzerine Yemen'li o haham: "îmdi ben ey Ali, şehâdet ederim ki O, bir Peygamberdir! Yine şehâdet ederim ki O, bütün insanlara gönderilmiş bir Peygamberdir!" diyerek tanıklık etti."

Yine bu hususta, İbn-i Ömer'den gelen bir rivayet de bu mealdedir. Sâdece burada verilen bilgilerde: "...Mübarek boynu gümüşten bir ibrik gibiydi. Gırtlağı (boynundaki çıkıntı kemiği) altın gibi parlardı" diye farklılık bulunmaktadır.

Ebû Hüreyre tarikinden gelen rivayette ise şu farklılık vardır: "Peygamber Efendimiz'in vefatından sonra idi. Kudüs'teki hahamlardan biri geldi ve Ali'ye mürâcât ederek: "Ey Ali, bana Peygamberinizin sıfatlarim anlatır mısın?" dedi. Ali de verdiği cevapta, Peygamberimiz'in bilinen sıfatlarim: "O'nun orta boylu, pembeye çalar beyaz tenli" oluşu gibi niteliklerini anlattı ve bu meyanda: "ikiye ayrılmış saçı, kulak yumuşağına kadar uzanır idi. Sakalı sık ve güzel idi, ön dişleri aralıklı idi. Boynu gümüş ibrik gibiydi, köprücük kemiği altın gibi parlardı. Oturduğu yerden kalktığı zaman, orası uzun müddet misk gibi kokardı..." gibi bilgiler de verdi. Ali'den bu bilgileri alan Kudüs'lü Haham, sonunda: "Ey Ali, ben bu sıfatları Tevrat'ta okumuşumdur. Şehâdet ederim ki o, Allah'ın Resulüdür!" diyerek tanıklık etmiştir."

Beyhekî ve İbn-i Asâkir Mukatil bin Hayyan'dan nakleder. O demiştir ki: "Yüce Allah, Meryem oğlu Îsâ'ya şöyle vahyetmiştir: "Ey' Îsâ, sana olan emrimde ciddi ve gayretli ol, dinle ve itaat eyle! Ey tâhire, bakire ve betülün [35] oğlu! Ben seni babasız olarak dünyaya getirdim ve âlemlere ibret alınacak bir âyet kıldım! îmdi sen, ancak bana ibâdet et, ancak bana güven! Sur Şehrine git ve halkına: "Ben'den başka ilâh olmadığım, Benim ezeli ve ebedi, hayy ü kayyüm olduğumu, onlara açıkça tebliğ et! Deveye binen, gömlek ve sarık giyen, elinde asası ve ayağında tasması bulunan ümmi Peygamberim Muhammed'e inanıp tastik etsinler. O, yaratılışı itibariyle başı büyük, alnı açık ve yüksek, kaşları birbirine yakın, gözleri siyah ve büyük, kirpikleri ve burun ucu ince, yanakları düz, sakalı sıktır. Teri alnından inci gibi dökülür, etrafına misk gibi koku saçar, boynu gümüş ibrik gibidir. Köprücük kemiği altın gibidir. Göğsünden göbeğine doğru siyah kıllardan oluşan kamış gibi bir çizgi uzanır. Başkaca göğsünde ve karnında kıl yoktur. El ve ayak parmakları kalındır, bir toplulukla geldiği zaman herkesi misk gibi hoş kokular içinde bırakır. Yürüdüğü zaman, kuvvetli ve biraz sür'atli yürür. Nesli, kız evladından devam eder ve sayıca çok değildir." [36]

Peygamberimizin Şemaili Şerifesi ve Hilye-i Nebisi

Başta Tirmizı'nin Eş-Şemâil adlı kitabı olmak üzere çeşitli kaynakların Hasan bin Ali'den rivayetlerine göre, o şöyle demiştir: "Dayım İbn-i Ebî Hâle'ye Peygamberimiz'in Hilye'si hakkında sordum, bana verdiği cevapta o dedi ki: "O, büyük ve kuvvetli idi. Mübarek yüzü, ay'ın ondördü gibi parlardı. Boyu, ortadan az uzunca, başı büyük ve saçı biraz dalgalı idi. Eğer saçı kendiliğinden ayrılırsa, onu kendi halinde bırakırdı. Saçim uzattığı zaman, kulak yumuşağim geçerdi. O, pembemsi beyaz tenli, geniş alınlı, ince ve gür kaşlı idi ve kaşları arasında fazla açıklık yoktu, iki kaşı arasında bir damar olup kızdığı zaman şişerdi. Burun ucu inceydi ve nûr gibi parlardı. Fazla dikkat etmeyen, bu yüzden burnunu uzun zannederdi. Sakalı sık, gözbebeği sınısiyah, yanakları düz, ağzı büyükçe, dişleri gayet güzel ve seyrekçe idi. Göğsünden göbeğine doğru inen incecik bir kıl çizgi vardı. Boynu gümüş gibi parlardı.

"O'nun vücud yapısı ve bütün organları gayet mu'tedil ve mütenâsibdi. Ne şişman, ne de zayıf idi. Göğsü ile karnı aynı hizadaydı, göğsü aynı zamanda geniş idi. Keza iki omuz arası geniş, el ve ayak parmakları uzun, kalın ve kuvvetli idi. Kollan kıllı, memeleri kılsızdı. Elleri geniş, kolları uzun, el ve ayak parmaklarimn kemikleri düz ve pürüzsüz idi. Her iki ayağimn altı biraz çukurdu. Üzerleri ise düz ve pürüzsüzdü. Ayakları ıslandığı zaman, su üzerinden kayar giderdi. Yürürken ayağım kuvvetle kaldırır ve ileriye atardı. Adımları genişti. Kolay, kuvvetli ve vekarlı yürürdü... Döndüğü zaman, yalnız boynu ile değil tam dönerdi. Bir şeye bakmak ihtiyacı olmadığı zaman gözünü yumardı. Hayası ve tevazuu son derece olup, yukarı daha az, aşağı daha çok bakardı. Bakışlarimn pek çoğu, göz kenarı ile olurdu. Arkadaşları önde, kendisi arkada giderdi. Karşılaştığı kimselere önce kendisi selam verirdi."

"Ben, dayıma dedim ki: O'nun konuşması nasıldı? Bana bunu da anlatır mısın?"

"O da cevabında bana dedi ki: "O, devamlı düşünceli ve hüzünlü idi, rahat nedir bilmezdi, ihtiyâç olmadıkça konuşmaz susardı, sükûtu çok uzun sürerdi.

O, Arabın dâima beğenip övdüğü gibi ağzim doldura doldura konuşurdu.Sözü çok güzel ve anlamlı söyler, az kelime ile çok manâ ve hikmetleri dile getirirdi. Konuşmalarında, fazla veya eksik bir şey olmazdı... Bütün sözleri açık ve üstün olup, bâzan tam anlaşılsın ve iyi bellensin diye üç defa tekrarlandığı olurdu. Yumuşak huylu ve alçak gönüllü idi. Herhangi bir nimeti asla küçümsemez, yemeği arzu etmese ile zemmetmezdi. Mücerred tat alma duyusu bakımından, ne kötüler, ne de överdi. Allah'ın haklarından herhangi birine taarruz edildiği zaman, O'nun öfkesinin önüne geçilmezdi. Mutlaka o hak, yerine getirilirdi. Fakat kendi şahsına ait herhangi bir şeyin zayi edilmesi sebebiyle öfkelenmez, illâ hakkımı alacağım diye peşine düşmezdi. Bir şeye işaret etmek ihtiyacim duyduğu zaman elinin tamamı ile işarette bulunur, hayret ettiği zaman da elini aşağı yukarı çevirirdi. Öfkelendiği zaman, yüzünü çevirir ve susardı. Sevindiği zaman gözünü yumardı. Çoğu zaman gülmesi, tebessüm etmekten ibaretti... Bu sırada mübarek dişleri, beyaz dolu dâneleri gibi görülüp parlardı." [37]

Peygamberimizin İsınılerinin Çok Oluşu

Sevgili Peygamberimiz'in isınıleri pek çoktur. Bu isınılerden her biri, hiç şüphesiz O'nun büyüklüğüne ve şerefinin yüksekliğine delâlet etmektedir... bazı âlimler, gerek Kur'ân'da geçen gerek hadislerde bulunan, gerekse daha Önce nazil olmuş semavî kitaplarda bulunan bu isınılerin sayısının bin olduğunu söylemektedirler[38]

Buhârî ve Müslim'in Cübeyr bin Mut'im'den rivayeti şöyledir: Ben, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurmakta olduğunu işitmişimdir: "Biliniz ki; benim bazı isınılerim vardır! Ben, Muhammed ve Ahmed'im! Ben, Allah'ın kendisi sebebiyle küfrü imha ettiği el-Mâhî'yim! Ben, insanların kendi kademi üzerinde haşrolunacakları el-Hâşir'im! Yine ben el-Âkib'im! O Âkib ki, kendisinden sonra asla bir Peygamber gelmeyecektir!..."

(Taberânî ve Ebû Nuaym'in Câbir bin Abdullah'tan sevkettiklerİ rivayette aşağı yukarı bu mealdedir.)

Yine Cübeyr'den Ahmed'in, Tayâlisî'nin (ve diğer bazı kaynakla­rın) rivayetinde ise, yukarıda geçen beş isme ilâveten: "...Yine ben, el-Hâtem'im ki, Peygamberlik benimle mühürlenmiştir" buyurulmuş-tur.

Ahmed ile Müslim'in Ebû Mûsa el-Eşarl'den rivayeti ise şöyledir, o demiştir ki: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kendi zâtına ait bazı isınıleri bize haber vermişti. Bunlardan bazılarim hafızamızda tuttuk, bazılarım ise tutamayıp unuttuk... Hafızamızda tuttuklarımız şöyledir: O buyurmuş­tu ki: "Ben Muhammed'im, Ahmed'im! Ben Mukaffa ve Hâşir'im! Ben, tevbe Peygamberi, savaş Peygamberi ve rahmet Peygamberiyim."

Tirmizî ve diğer bazı kaynaklara göre ise bu isını şöyle sıralanmaktadır. (Yâni Önce rahmet Peygamberi olduğu bildirilmekte ve şöyle buyurulmaktadır): "iyi belleyiniz, ben; rahmet Peygamberiyim, tevbe Peygamberiyim, el -Mukaffa'yim, el-Hâşir'im ve de savaşlar Peygamberiyim."

Ebû Nuaym, İbn-i Merdûye ve Deylemî Ebû't-Tufeyl'den rivayet ederler: "Bir defasında Peygamber Efendimiz şöyle buyurdular: "Rabbim'in indinde benim on adım var: Muhammed, Ahmed, Fâtih, Hâtem, Ebû'l-Kâsını, Haşir, Âkıb, Mâhî, Yâsîn ve Tâhâ[39]

Mücâhid'in rivayeti ise şöyledir: "Ben Muhammed ve Ahmed'im. Ben Melhame yani savaş Peygamberiyim. Ben Mukaffa ve Hâşir'im. Ben, zirâat yapmak için değil, Allah yolunda savaşmak için gönderildim."

İbn-i Adiyy ile İbn-i Asâkir İbn-i Abbâs'tan, o da Peygamber'den şöyle rivayet eder: "Benim Kur'ân'daki adım Muhammed, İncil'deki adım Ahmed, Tevrat'taki adım da Ahyed'dir. Bana Ahyed denilmiş, çünkü ben, ümmetimi cehennem ateşinden uzaklaştırıyorum."

(Şevkanî diyor ki: "Bu rivayetin râvilerı arasında, yalandan hadîs uyduran bir ravı de vardır." Suyûtî.)

Ebû Nuaym'in İbn-i Abbâs'tan rivayeti ise şöyledir: "Peygamber Efendimiz, geçmiş kitaplarda Ahmed, Muhammed, Mâhî, Mukaffa, Nebiyyü'l-Melâhim, Hımtaya, Faraklîd ve Mazmaz diye isınılendirilirdi"

Yine İbn-i Abbâs'tan İbn-i Fâris'in rivayeti de şöyledir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Benim Tevrat'taki adım: "Çok gülen ve savaşan Ahmed'dir." Yine Tevrat'ta benim hakkımda: "O! deveye biner, gömlek giyer, birkaç lokma ile iktifa eder, kılıcı boynundadır" denilmiştir." [40]

Allah'ın İsınılerinden Bazı İsınılerin Peygamberimize İsını Olarak verilmesi

Kadı îyâd der ki: Yüce Allah, kendisine ait isınılerden otuz kadarim Peygamber Efendimiz'e isını olarak vermiş ve bu suretle O'na bir hususiyet bahsetmiştir. İşte o isınıler sırasıyla şunlardır: El-Ekrem, El-Emîn, El-Ewel, El-Âhir, El-Beşîr, El-Cebbâr, El-Hakk, El-Habîr, Zü'l-Kuvve, El-Raûf, El-Rahîm, El-Şehîd, El-Şekûr, El-Sâdık. El-Azîm, El-Afüvv, El-Alîm, El-Azîz, El-Fâti$ El-Kerîm, El-Metîn, El-Mü'ınin, El-Müheymin, El-Mukaddes, El-Mevlâ, El-veliyy, El-Nûr, El-Hâdî, Tâhâ ve Yâsîn." [41]

Biz, bunlardan daha fazlasını tesbit etmiş durumdayız... Yâni Peygamber efendimize âit isınılerden üçyüz kırk kadarim bazı kaynaklardan alarak bir risalede toplamış ve manalarim da şerh etmiş bulunuyoruz... Bu isınılerden bazıları şunlardır: "El-Ehad, El-Esdak, El-Ahsen, El-Ecved, El-A'lâ, El-Amir, El-Nâhî, El-Bâtm, El-Berru, El-Burhân, El-Hâşir, El-Hâfız, El-Hafîz, El-Hasîb, El-Hâkim, El-Halîm, El-Hayyü, El-Halîfe, El-Dâî, El-Râfi1, El-Vâdı, El-Selâm, Rafîu'd-Dere-cât, El-Seyyid, El-Şâkir, El-Sâbir, El-Sâhib, El-Tayyib, EI-Tâhir, El-Adl, El-Aliyy, El-Gâlib, El-Afüvv, El-Ganiyy, El-Kâim, El-Karîb, El-Mâcid, El-Mu'tî, El-Nâsih, El-Nâşir, El-vefîyy, Hâmîm, Nûn..." [42]

Ali bin Zeyd bin Cüd'ân der ki: "Bazı arkadaşlar toplantı hâlinde idiler. Aralarında müzâkerede bulunuyorlardı. Bir ara içlerinden birisi: "Arap şâirlerinin söylediği şiirler arasında en güzel beyt hangisidir?" diye sordu. Cevap olarak dediler ki: "Şüphesiz Hassân'ın "Allah ona isminden bir isını ayırdı" beytidir."

"Peygamber şairi" olarak anılan Hassan'ın bu şiirinde, şu mealde mısralar da bulunmakta idi: "Allah, O'nun adim kendi adı ile beraber andırıyor: Müezzin beş vakit ezanları okuyup "eşhedü" dediği müddetçe... Lütfedip O'na Kendi isminden bir isını ayırdı. Arş'ın Rabbi'nin bir adı Mahmûd. Peygamberinin adı da Muhammed’[43]

İbn-i Asâkir'in nakline göre İbn-i Abbâs demiştir ki: "Peygamberimiz doğduğu zaman, dedesi Abdü'l-Muttalib O'nun nâmına akika kurbanı olarak bir koç kesmiş ve O'na Muhammed adim koymuştur. Abdü'I-Muttalib'e demişler ki: "Ey Ebû Haris, torununa Muhammed adim vermenizin sebebi nedir? O'na niçin atalarimn isınılerinden bir ad vermediniz?" O da şu karşılığı vermiştir: "O'nu gökte Allah, yeryüzünde de insanlar övsün diye, O'na Muhammed adim verdim," [44]

Peygamberimizin Annesinle Birlikte Dayılarim Ziyaret İçin Medine'ye Gittiğinde Zuhur Eden Peygamberlik Alâmetleri

İbn-i Sa'd'ın İbn-i Abbâs'tan, Zühri'den ve Asım bin Ömer bin Katâde'den rivayeti şöyledir: Peygamber Efendimiz'in Medine ziyaretiyle ilgili olarak dediler ki: "Peygamberimiz'in Medine'de dayıları vardı. Bunlar, Medine'deki Adiyy bin Neccâr Oğullarına mensub idiler. Efendimiz, altı yaşma girdiği zaman, anası O'nu yanına alarak dayılarim ziyarete götürdü. Yanlarında Ümmü Eymen de vardı. Medine'ye vardıklarında Nâbiğa'nın evine indiler ve bir ay Medine'de kaldılar, İşte bu ziyaret zamanına ait bizzat Peygamber Efendimiz bazı şeyler hatırlar ve derdi ki: "İşte, o zaman biz anamla birlikte bu eve inmiştik. Ben, Adiyy bin Neccâr oğullarına ait olan bir kuyuda güzelce yüzmüş tüm."

Yine onlar, bu ziyaretle ilgili olarak demişler ki: Peygamberimiz o kuyuda yüzdüğü sırada, başına yahudiler toplanmışlar ve O'na dikkatle bakmışlardır. Ümmü Eymen demiştir ki: "Ben, kulağımla işittim, yahudilerden biri açıkça diyordu ki: İşte bu çocuk, bu ümmetin Peygamberi olacaktır! Bu şehir de, O'nun hicret yurdu olacaktır!" Yine Ümmü Eymen: "Ben, bütün bunları onların konuşmalarından işittim, sonra Amine ve çocuğu ile birlikte Mekke'ye döndüm, dönüş sırasında Ebvâ denilen yere geldiğimizde Amine hastalandı ve orada vefat etti" demiştir.

Ebû Nuaym'in Vâkıdî'nin şeyhlerinden çıkardığı bir rivayette de aynen böyle denilmiştir. Ancak bu rivayette şu fark vardır: "Peygamberimiz aynı zamanda demiştir ki: Ben, o kuyuda yüzerken yahûdînin birinin dikkatle ve tekrar tekrar bana baktığim gördüm. O yahûdî bana: "Senin adın nedir?" diye sordu. Ben de: "Ahmed" diye cevap verdim. Sonra dikkatle arkama baktı ve: "Bu, bu ümmetin Peygamberidir!" diye konuştu. Sonra dayılarıma gidip bunu onlara da söyledi. Dayılarım da anama söylediler... Bunun üzerine bana bir şey olur diye anam korkuya kapıldı... ve Medine'den çıktık..."

Yine Ümmü Ey men, bu noktada şunları söyler: "Bana yahûdîlerden iki adam gelip: "Ahmed'i çıkar da bize göster" dediler. Ben de çıkardım. Onlar da onu evirip-çevirdiler, iyice incelediler... Sonra biri d'ğerine dedi ki: "Hiç şüphesiz bu çocuk, bu ümmetin Peygamberidir! Bu Medine şehri de onun hicret yurdu olacaktır ve bu şehirde büyük bir harb de olacaktır." Ben bu sözleri, aynen onların konuşmalarından almış bulunuyorum." [45]

Peygamberimizin Anasının vefatı Sırasında Zuhur Eden Alâmetleri

Ebû Nuaym Zührı tarikiyle Ümmü Semâa'dan o da anasından şöyle rivayet eder: Ben, Amine'nin vefatı ile neticelenen hastalığa yakalandığı zaman, onu gördüm. O sırada Muhammed de onun başucunda idi ve beş yaşlarında görünüyordu. Amine, büyük bir üzüntü ve hasretiyle oğlu Muhammed'in yüzüne baktı ve sonra şiir halinde şunları söyledi: "Ey oğlum! Allah seni mübarek kılsın! Sen ki, çok mi'ınetler ihsan edici Allah'ın yardımı ile ve adına yüz deve kesilerek kurtulmuş bir babanın evladısın! Baban Abdullah'a çıkmıştı kurrâ da, yerine bu yüz deve feda edilmişti. Oğlum, eğer **ü'yâda gördüğüm aynen çıkarsa, muhakkak sen insanlara Peygamber olarak gönderileceksin; celâl ve ikram sahibi Allah tarafından meb'ûs olacaksın... Mekke'de ve Mekke'nin dışında hakikati ortaya çıkarmakla ve İslâmı kullara tebliğ etmekle mükellef bulunacaksın... îslâm ki, Senin atan ve büyük insan İbrahim'in dînidir; îbrâhim ki, ne kadar i>i bir kuldur. Oğlum ben seni böyle görüyorum ve insanlara uyarak putlara saygı göstermekten seni sakındırıyorum!..."

Sonra Amine şu sözleri ilâve etti: "Şüphesiz her yaşayan ölür! Her yeni eskir, her genç kocar. İşte ben ölüyorum, fakat adım bakî kalacak! Ben, insanlara büyük bir hayır bırakıyorum, ben senin gibi tertemiz bir çocuk dünyaya getirmişim!" Bunları ifade etti ve sonra oracıkta vefat eyledi."

Cinlerin, Amine gibi büyük bir kadın için yas tutup ağladıklarım duyuyor ve onların şu sözleri söylediklerini işitiyorduk:

"Bizler, Amine gibi büyük bir kadımın vefatına ağlıyoruz!" "Bu güzellik ve yüksek iffet sahibinin acısıyla içimizi dağlıyoruz!" "Öyle bir kadın ki, oğlu âhir zamanın Peygamberi olacak!" "Öyle bir Peygamber ki, mimber'i Medine'de kurulacak..." [46]

Mekkelilerin Peygamberimizin Dedesi Abdul-Muttalib ile Yağmur Duasında Bulunması, Yağmurun Yağması ve Peygamberimiz Dedesinin Yanında İken Meydana Gelen Alâmetler

İbn-i Sa'dİbn-i Ebi'd-Dünyâ, BeyhekîTaberaniEbû Nuaym ve İbn-i Asâkir Mahreme bin Nevfel'den, o da anası Rukayka bint-i Sayfi'den rivayet eder. Rukayka Abdü'l-Muttalib'in yaşıtı olup şöyle demiştir: "Mekke'de pek çok yıllar peşpeşe kurak gidiyordu. Bedenler zayıflamış, kemikler incelmişti. Bir gün ben, hafif uykuya dalmıştım. Gizliden bir ses: "Ey Kureyş, size içinizden gönderilecek olan Peygamberin gelmesi günleri yaklaşmıştır. Haydi geliniz bol yağmura ve bereketli yeşilliğe! Gidiniz o orta boylu, güzel huylu, geniş omuzlu, büyük kemikli, beyaz renkli, herkes indinde hürmetli adama. O'nun öğünülecek hasletleri, uyulacak güzel adetleri vardır. O ve onun çocuğu ve torunu ortaya çıkıp seçilsinler. Her aileden bir adam güzelce temizlenip, güzel kokular sürünüp Haceru'l-Esved'i selamlasınlar, Kabe'yi yedi defa tavaf etsinler, sonra Ebû Kubeys dağına çıksınlar, o büyük zat (Abdü'l-Muttalib) dua etsin ve diğerleri de onun duasına amin desinler, İşte bunu yapimz, bol ve bereketli yağmura kavuşunuz" diye nida ediyordu. Sabah olunca uyanmış ve beni şiddetli bir titreme kaplamıştı. Hayretler içindeydim. Mekke sokaklarında dikilip rü'yamı anlatmaya başladım. Herkes: "Tamam bu, Şeybetü'l-Hamd dediğimiz Abdü'l-Muttalib'tir!" diyordu. Sonra kadınlar da gelip topluluğa katıldı lar. Tulumlardan biraz su damlatıp ayrıca koku süründüler. Hacerü'l-Esved'i selamlayıp Kabe'yi tavaf ettiler. Sonra Ebû Kubels dağına çıktılar. Tâ zirvesine yürüdüler ve bu sırada Abdü'l-Muttalib, yanında torunu Muhammed de (sallallahü aleyhi ve sellem) olduğu halde ayağa kalktı. Peygamberi­miz henüz bulûğ çağına yaklaşmış bir çocuk idi. Abdü'l-Muttalib ellerini kaldırıp şöyle dua ediyordu: Ey açığımızı dolduran, fakirlik ve ihtiyacımızı gideren Allah'ım! Ey sıkıntılarımızı alıp üzerimize açıklık ve ferahlık getiren Rabbim! Şüphesiz Sen, her şeyi bilensin, her şey kendisinden istenensin! İşte kullarimn hali Sana malûm, Senin Harem-i Şerifinin kenarında hallerini Sana arzedip Sana yalvarıyorlar ve Senden istiyorlar. Hayvancıklarim mahv u perişan eden kıtlık ve kuraklık belasından kurtarılmaları için, ancak Senden yardım istiyorlar. Allah'ım! Bol ve bereketli yağmurlarim yağdır, kullarimn yüzünü güldür!"

Onlar daha yerlerinden ayrılmadan yağmur başladı ve Öyle bereketli yağdı ki, bütün vadi boyunca seller aktı. Bunun üzerine Kureyş'in yaşlıları Abdü'l-Muttalib'e hayır dualar ettiler. "Ey şu vadinin atası, ne mutlu sana! Sayende vadi hayata kavuştu" dediler.

Şâir Rukayka'nın şu sözleri de bu münasebetle söylenmiştir:

"Şeybe'nin hürmetine Allah, beldemizi suya kandırdı.

Sıkıntımız şiddetlenince Allah, bize kendini andırdı.

Yağmurlar dinmiş, sular çekilmişti vadimizde artık!

Şimdi, gitti susuzluk, yamandı hacetlerimi zdeki yırtık. Şüphesiz Allah'tan bir lütuf, Şeybe sâdece bir sebeb. Mudar'dakiler de anlamışlardı hayırla onu hep. Gerçekten mübarek adam! Öyle ki sayesinde yağmur istenilir. Halk içinde bir başka onun gibisi, nasıl gösterilebilir!" [47]

Peygamberimiz Dedesinin Hangi İşini Görmeye Gitse O İşin Mutlaka Görülmesi

Târihinde Buhârî, Tabâkat'ında İbn-i Sa'd, sahihtir kaydiyle Hâkim ve daha birtakım kaynaklar Kendir bin Saîd'den şöyle rivayet ederler: Kendir'in babası Saîd demiştir ki: "Ben câhiliye zamanında hac yapıyordum. Kabe'yi tavaf sırasında bir adam gördüm, nazını halinde şunları söylüyordu: "Ey Rabbim! Muhammed'i develerimi bulmaya gönderdim, O'nun işini rast getir, O hayli gecikti, O'nu salimen bana geri getir." Ben: "Bu kimdir?" diye sordum. "Bu, Abdü'l-Muttalib'tir" dediler ve ilave ettiler: "O, torunu Muhammed'i develerini aramaya yolladı. Her ne zaman O'nu, bir haceti için yollasa, mutlaka o haceti görülmüş olur. Şimdi Muhammed geciktiği için, böyle dua ediyor." Derken Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), dedesine âit develerle birlikte çıkageldi.

Diğer bazı kaynakların Muâuiye bin Hayde'den rivayetleri ise, şu farklılığı arzetmektedir: "Hayde bin Muâviye câhiliye devrinde Umre için çıkmıştır Tavaf etmekte olan bir ihtiyara rasladı. İhtiyar şunları söylüyordu: "Rabbim, develerimi bana döndür, elçimi salimen geri çevir." Ben, bu ihtiyarın kim olduğunu sorduğumda; "Kureyş'in efendisi Abdü'l-Muttalib" cevabım aldım. Aynı zamanda onlar bana dediler ki: "O'nun pek çok develeri vardır. Bir gurub devesi kaybolduğu zaman onları bulup getirmeleri için oğullarim gönderir. Onlar bulup getiremediği zaman, torunu Muhammed'i gönderir, İşte şimdi de, develerini bulup getirmesi için Muhammed'i göndermiştir. Fakat o biraz geciktiği için, böyle Allah'a yalvarıp yakarmaktadır." Ben onlardan bunları dinlediğim yerden ayrılmadan önce Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), dedesine âit develeri bulup getirmiştir." [48]

Abdül-Muttalibin, Torunu Muhammed’in Kıymetini Çok İyi Takdir Etmiş Olması

Beyhekî ve İbn-i İshâk Abdullah bin Ma'bed'den, o da bazı ev halkından rivayet eder. Şöyle demiştir: "Kabe'nin gölgesinde gelip" oturması için Abdü'l-Muttalib adına bir minder konulurdu. Ona hürnıeten, evlatlarından hiç biri bu mindere oturmazdı. Peygamber Efendimiz ise, hiç çekinmeden gelir bu minder üzerine otururdu. Amcaları ise, oturmasın diye O'nu çekip uzaklaştırmak isterler, Abdü'l-Muttalib de O'na müdahale etmemelerini söyler, O'nun başim ve sırtim okşar ve: "Benim bu oğlumun şanı çok büyük olacak!" derdi. Derken Abdü'l-Muttalib vefat etti. Bu sırada Peygamberimiz sekiz yaşında idi. Ebû Talib'e, kendisini himayesine alması için vasiyette bulunması üzerine, bundan sonra onun himayesinde oldu.

(Demek ki dedesi Abdü'l-Muttalib'in O'nu himayesi, iki sene sürmüştür.)

Bu noktada Ebû Nuaym'in rivayeti şu farklılığı arzeder: "Bırakın O'nu, bana has olan minder üzerine varsın otursun! Görmüyor musunuz, O'nun halinde bir başkalık var. O, kendi içinde birşeyler hissetmese, gelip oturur mu buraya! Ben eminim ki, bu çocuk, hiç bir arabm ulaşamadığı şan ve şerefe erişecektir"

Mücahid ve Nâfı' bin Cübeyr'den gelen rivayette ise: "Bırakın O'nu, O bir meleğe arkadaşlık etmektedir" denilmiştir ve bu sıralarda idi ki Müdlic oğullarına mensub bir grup adam gelmiş, Abdü'l-Muttalib'e hitaben: "Bu çocuğu iyi koru, Makam-ı İbrahim'deki ayak izine O'nun ayağı kadar benzeyen bir ayak biz görmedik" demiştir. Yine Abdü'l-Muttalib Ümmü'l-Eymen'e hitaben demiştir ki: "O'nu gözün gibi koruyacaksın! Baksana ehl-i kitap, benim bu oğlumun şu ümmetin Peygamberi olacağını söylemektedirler."

Ebû Nuaym, Vâkıdî'den, o da şeyhlerinden rivayet eder. demişler ki: "Abdü'l-Müttalib bir gün Kabe yanında idi. Yanında Necran üskufu (papazı) vardı. Papaz onun tanıdığı ve arkadaşı idi. Konuşurlarken kendisine dedi ki: "Bizler İsmâil oğullarından gelecek olan bir Peygamberin bazı niteliklerini okumuşuz. O, bu şehirde doğacak, şöyle şöyle sıfatları bulunacak." Derken Peygamberimiz oraya çıkageldi. Necran Üskufu, O'nun gözlerine, arkasına ve ayaklarına dikkatle baktı ve kendisini gözden geçirdi. Derhal dedi ki: "O, İşte budur! Bu çocuk, senin neyin oluyor?" O: "Oğlum" dedi. Üsküf: "O'nun babası hayatta olmayacak" dedi. Abdü'l-Muttalib: "O, oğlumun oğludur, O'nun babası, anası kendisine hamile iken vefat etmiştir." Üsküf: "Doğru söylüyorsun" dedi. Abdü'l-Muttalib, oğullarına hitaben: "O'nu iyi koruyunuz, görmüyor musunuz O'nun hakkında ne söyleniyor!" diye emir verdi."

Burada, bir de Seyf bin Zi Yezen'in babası ile ilgili bir rivayet bulunmaktadır. îran Kisrâsı'nın yardımı ile Yusuf bin Zi Yezen Habeşistan'ı emri altına almış ve bu başarısından dolayı Kisrâ'nın emriyle Yemen'e vali olmuştu. Bu olay, Peygamberimiz'in doğumundan iki sene sonra olmuştu. Bu sırada çeşitli Arap heyetleri Yusuf u tebrike giderler. Kureyş'i temsilen giden heyetin başında da Abdü'l-Muttalib vardır. Yusuf kendisine demiştir ki: Ey Abdü'l-Muttalib! Bildiklerim arasından sana önemli bir sır, söylemek istiyorum. Başkası olsaydı, bu sırrı asla söylemezdim. Fakat baktım ki sen de aynı madendensin. Bunun için sana söylüyorum. Bu önemli sır, Allah'ın O'na izin vermesine kadar saklı kalsın.

Şöyle ki: Benim bildiğime ve okuduğuma göre, bir büyük hayır var! Fakat yine aynı büyüklükte bir şer de var. Hayatın da, vefatın da şerefi bunda bulunmaktadır. Bu, herkese şamil bir şey, fakat senin ailene de özellik arzeden bir şey!" Abdü'l-Muttalib derhal: "Bu nedir?" diye sordu. Yusuf da dedi ki: "Mekke vadisinde bir çocuk doğacak, O'nun iki omuzu arasında bir beni olacak. Önderlik kendisinin olacak, sizler O'nun sayesinde başkanlığı ele alacaksınız. Şimdi tam onun doğumu zamanıdır, belki de doğmuş bulunmaktadır, ismi Muhammed olacak, babası ve anası vefat etmiş olacak. O'nu önce dedesi, sonra amcası himayesine alacak. Allah O'nu, açıkça elçi gönderecek. Bizlerden de ona nice yardımcılar olacak. Dostları onunla şerefe, düşmanları da zillete erecek. Büyük fetihler olacak. O, Rahmân'a ibâdet edecek, şeytanın burnunu kıracak. Ateşi söndürecek, putları kıracak. O'nun sözü hakem olacak, hükmü sırf adalet olacak, iyiyi emredip kötüyü yasaklayacak ve ortadan kaldıracak. Örtüsüne bürünmüş Kabe'ye yemin ederim ki, sen O'nun dedesisin, ey Abdü'l-Muttalib! Bunda hiç bir yalan ve hilaf yok. Sen, buna dâir daha önce bir şey hissettin mi?" Abdü'l-Muttalib: "Evet" dedi ve ilave etti: "Ey hükümdar, benim bir oğlum vardı, onu çok seviyordum ve canım gibi koruyordum. Büyüyünce kendisini kavmimin en şerefli ailesinden Vehb'in kızı Amine ile evlendirdim. Bir oğlanları oldu. Ben de kendisine Muhammed adim koydum. Sonra babası ve anası öldüler. Şimdi O'nu kendi himayeme almış bulunuyorum. Sonra da amcası O'nu himaye edecek." Yusuf bin Zi Yezen: "Ey Abdü'l-Müttalib, benim sana söylediklerim, aynen senin bana söylediklerindir. O'nu iyi koruyun. Bilhassa yahudilerden çok iyi sakimn. Gerçi yüce Allah, O'nu onlardan ve diğer serlerden koruyacaktır. Fakat gene de sizler, koruma vazifenizi, büyük bir dikkat ve titizlikle yapmaya çalışimz. Eğer ben, O'nun Peygamberlik zamanına sağ çıkarsam, şüphesiz emrimdeki askerler ve diğer imkanlarla O'nun yardımına koşarım. Hattâ Medine'ye yerleşirim. Zira ben, konuşan kitapta ve geçerli ilimde Medine'nin O'nun müstahkem kalesi olacağına dair bilgi bulmaktayım. Bu bilgiler arasında, Medine halkimn da kendisine yardımcı olacaklarım, ve O'nun kabrinin dahi orada olacağını görmekteyim."

Vâkıdî ve Ebû Nuaym, Ka'b bin Mâlik'in oğlu Abdullah'tan şöyle rivayet ederler: O demiştir ki: "Kavmimden bazı üstadlar bana dediler ki: "Bizler umre için Mekke'ye gitmiştik. O zaman Abdü'l-Müttalib de hayatta idi. Bizını yanımızda Teym yahudilerinden biri vardı. Bize arkadaşlık ediyor ve ticarette bulunuyordu. Bu adam, Abdü'l-Müttalib'i gördüğü zaman ona dedi ki: "Bizler, kitabımızda okuduk ki, bu adamın neslinden bir Peygamber gelecek, biz yahudileri ve kendi kavminden nicelerini öldürecek."

İbn-i Sa'd'ın Ebû Hâzını'dan rivayeti de şöyledir: "Peygamber Efendimiz henüz beş yaşlarında iken Mekke'ye bir kâhin gelmişti. Peygamberimiz'i ve Abdü'l-Müttalib'i dikkatle süzdükten sonra hemen dedi ki: "Ey Kureyş topluluğu! Derhal bu çocuğu öldürünüz! Çünkü bu, sizden pek çok kimseyi öldürecek ve sizi parça parça dağıtacak." Kâhinin bu çağrısından sonra Kureyş, hep Peygamberimiz'in hâl ve işinden korkar olmuştur." [49]

 

3-3 Peygamberimiz Amcası Ebû Talib’in Yanında İken Meydana Gelen Bazı Alâmetler

Ata bin Ebû Rebâh'ın, hocası İbn-i Abbâs'dan rivayeti aynen şöyle: "Ebû Talib'in oğulları, sabah uykudan kalktıkları zaman gözleri hep çapaklı olurdu. Peygamberimiz'in gözleri ise tertemiz ve son derece parlak olurdu. O, kendi çocuklarim ve Peygamberimizhi sofraya çağırır, onun oğulları derhal sofrada ne varsa kapışırlardı. Alan gider ve aldığim yerdi. Peygamberimiz ise, asla onlarla birlikte bir şey kapmak için elini uzatmazdı. Onlar, mevcudu kapar giderler, o da eli boş kalırdı. Bunu fark eden Ebû Tâlib, daha sonraları Peygamberimiz'in yiyeceğini ayırmış ve ona yalnız olarak yedirmiştir."

Yine aynı tarikten ve ilâveten Mücahid'den ve daha başkalarından rivayet edilir. Şöyle anlatılır: "Ebû Tâiib'in ev halkı, yemeklerini ister ayrı ayrı yesinler, ister toplu olarak yesinler, bir türlü doymazlardı, Peygamberimiz'le birlikte yedikleri zaman hepsi doyardı. Sabah veya akşam yemeği sırasında Ebû Tâlib ev halkına derdi ki: "Bekleyiniz! Yeğenim Muhammed gelmedikçe yemeğe başlamak yok!"

O gelir, hep beraber yerlerdi. Sofraya konulan yemeği bitiremezlerdi. Eğer Peygamberimiz sofrada bulunmazsa, hiç biri doymazdı. Süt içtikleri zaman da, önce Peygamberimiz içerdi. Kalanı ise ev halkimn hepsine yeter, hepsi süte kanardı. Amcası, kendisine hitaben "Oğlum, sen gerçekten mübarek bir çocuksun" derdi. Amcasının çocukları sabahleyin uykudan kalkınca gözleri çapaklı olurdu. Peygamberimiz'in iki gözü ise tertemiz ve parlak olurdu. Yağlanmış ve sürmelenmiş bulunurdu."

Bazı kaynaklar, Ümmü Eymen'den bir rivayet sevkeder. Buna göre Ümmü Eymen demiştir ki: "Ben, hiç bir zaman Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) açlıktan veya susuzluktan şikayet ettiğine raslamadım. Sabahleyin Harem-i Şerife gider Zemzem'den içerdi. Bazen kendisine sabah kahvaltısını sunardık. O da yemek istemez ve: "Ben şimdi tokum" derdi."

İbn-i Sa'd'ın İbn-i't-Kıptıyye'den rivayeti de şöyledir: "Vadiye çıkıldığı zaman, Ebû Tâlib'in istirahat etmesi için bir yaygı dürülür, yastık haline getirilir ve onun yerine konulurdu. Peygamberimiz de gelir bu yaygıyı açar ve üzerine sırtüstü yatardı. Ebû Tâlib geldiğinde O'nu bu vaziyette görür ve: "Mekke'nin kudsiyetine yemin ederim ki şu benim yeğenim, gerçekten büyük bir nimet ve mutluluk hissetmektedir." Diğer bir rivayette de: "Muhakkak benim şu oğlum, büyük bir keramet hissetmektedir" denilmiştir. [50]

Peygamberimiz'in Amcası Ebû Talib ile Şam’a Seferi ve Bu Sırada Vukua Gelen Bazı Alâmetler

Beyhekî İbn-i İshak'tan şöyle nakleder: Peygamberimizin dedesi vefat ettikten sonra kendisini amcası Ebû Tâlib himayesine almıştı. Kureyş'ten bir kafile ticaret için Şam'a çıkarken bu kafileye Ebû Tâlib de katılmıştı. Yanında Peygamberimiz de vardı. Kafile yoluna devam edip Busrâ denilen yere vardıkları zaman yük indirip istirahate çekildi. Burada Bâhirâ adında bir rahip vardı. Kendisi hıristiyanların en bayük alimi idi. veraset yoluyla elde ettiklerini iddia ettikleri ilmin tamamına sahib bulunuyordu. Kureyş kafilesi bu sefer daha kalabalık idi. Daha önce kendileriyle ilgilenmeyen râhib Bahirâ, bu sefer onlar için yemek hazırlatıp kendilerini yemeğe çağırdı. Küçük büyük hür veya köle herkesin gelmesini de tenbihlemişti. Herkes geldi, fakat Peygamberimiz genç olduğu için eşyanın ve develerin başında bekçi kaldı.

Kureyş, Bahirâ'nın böyle bir ziyafet vermesini, gördüğü bir şeye yoruyordu. Şöyleki: O, kendisine mahsus yerde ibâdet ederken Kureyş kafilesinin gelişini görmüş, kafile gelirken içlerinden birinin üzerinde bir bulutun birlikte seyrettiğini farketmiş. Kafile gelip bir ağacın altına yerleştiği zaman ağacın dallarimn, güneşte kalan Peygamberimiz'in üzerine doğru meylederek O'nu gölgelendirdiğini de fiarketmiş. Bu sebeble kendilerine fazla iltifat gösterip işin aslim iyice öğrenmek istemişti. Buna vesile olması için de büyük bir ziyafet verdi. Kureyş, ziyafet yerine geldiği zaman, Bahirâ'ya hitaben: "Biz buraya çok uğrardık. Böylesine bir iltifatı daha Önce görmedik" dediler. Bahirâ da şu karşılığı verdi: "Doğru söylersiniz. Fakat sizler misafirsiniz.

Hepinizin yiyeceği bir yemekle sizlere ikramda bulunmak istedim."

Ayrıca Bahirâ Peygamberimizin gelmemiş olduğunun farkına vararak: "Ey kavim! Ben sizlerin hepsinin gelmesini istemiştim, fakat içinizden gelmeyen de var!" dedi. Kureyş:''O gençtir, ağacın altında eşyalarımızın başında kaldı" dediler. Bahirâ: "Olmaz mutlaka onu da getiriniz" diye İsrâ'r etti. Kureyş'ten biri de: "Gerçekten Ebû Tâlib'in yeğenini bu ziyafetten mahrum etmemiz, bize lâyık değildir" diyerek gitti ve Peygamberimiz'in koluna girerek kendisini getirdi. Peygamberi­miz geldikten sonra Bahirâ hep kendisini dikkatle süzüp gözden geçiriyordu. Her şeyi daha önceden okuyup bildiği gibi buluyordu. Kureyş yemeği yedikten sonra dağıldı. Bahirâ Peygamberimiz'e hitaben: "Ey genç, Lât ve Uzza adındaki putlar hakkı için sana soracaklarıma cevap ver!" dedi. Peygamberimiz ise: "Ben hiçbir zaman Lât ve Uzza adına birşey yapmam! Benim en çok kızdığım şeyler putlardır!" cevabim verdi. Bahirâ'nın öyle söylemesi, Peygamberimiz'in kavminin öyle yemin ettiklerini daha önce işitmiş olmasmdandı. Peygamberimiz'den bu cevabı alınca: "Ey Muhammed, Allah adına, sana soracaklarıma cevap ver!" dedi. Peygamberimiz de: "Madem ki Allah adına soruyorsun, sen sor, ben de cevaplarim vereyim" dedi. Bunun üzerine Bahirâ, Peygamberimiz'in şahsi ahvâline, işlerine ve uykusuna varıncaya kadar pek çok şeyi sordu. Peygamberimiz de hepsinin cevabim verdi. Aldığı bütün cevablar, o hususlardaki bilgisine uygun oluyordu. Sonra Peygamberimiz'in arkasına bakıp iki omuzu arasındaki nübüvvet mührünü gördü. Sonra amcası Ebû Tâlib'e dönerek: "Bu genç senin neyin oluyor?" diye sordu. O da: "Oğlum" dedi. Bahirâ: "Bu, senin oğlun olamaz! Bunun babası yaşıyor olmamalıdır" dedi. Ebû Tâlib: "O, benim kardeşimin oğludur ve âdetimiz gereği ben O'na oğlum derim" dedi. Bahirâ: "Babasına ne oldu?" diye sordu. O da: "Öldü, o sırada anası bu gence hamile idi" dedi. Bahirâ: "Doğru söyledin" dedi ve ilave etti: "Sen hemen bu genci al ve memleketine götür! Bilhassa yahudilerden O'nu iyi sakla. Allah'a yemin ederim ki, eğer yahudiler onu görecek olsalar ve tanısalar, muhakkak ona büyük kötülük ederler, onu öldürürler. Zira senin kardeşinin oğlu olan bu zât için, çok büyük şeyler olacaktır."

Bunun üzerine Ebû Tâlib, ticaret işlerini derhal bitirip büyük bir acelecilik ile yeğenini alarak, Mekke'nin yolunu tuttu."

Derler ve iddia ederler ki, Ehl-i Kitap'tan olan Zübeyr, Temmâm \ı> Dın^, Peygamberimizi görmüşler, ondaki bazı alametleri fark etmeler ve O'na kötülük yapmak istemişler. Fakat Râhib Bahirâ, kendilerini bu hususta teskin etmiş, Allah'ın irade ve takdirinin önüne geçilemiyeceği hususunda onları ikna etmiştir. Onlar da onu bu hususta tastik etmişler, Peygamberimiz'e kötülük yapma isteğinden vazgeçmiş­ler ve dönüp gitmişlerdir. Bunu böylece konuşan halk, yine Ebû Tâlib'in aşağıdaki beyitleri de bu vesile ile söylemiş olduğunu konuşmakta ve iddia etmektedirler: Ebû Talib'in söylediği beyitler şu mealde idi:

"Gönüllerin gamim gideren sözleri Muhammed'den işittiler de dönüp gittiler. Ferd veya toplu olarak söylenen şeylere dâir haberleri işittiler. Halbuki Zübeyr, Temmâm ve Diris, O'na kötülük kurmuşlardı. Önce inanmamışlardı amma, Bahirâ bu hususta kendilerini ikna etti de O'na kötülükten el çektiler, çekip gittiler. Diğer bazı rahiplerin yaptıkları gibi. Fakat Bahirâ bu hususta gerçekten çok yoruldu, mücadeleler edip ter döktü. Allah için nice güzel nasihatler verdi: "Bunun böyle olacağı bütün kitaplarda dahi her renk mürekkeble yazılıp anlatılmış değil midir?" diyerek ne diller döktü." [51]

Vâkıdî'nin şeyhlerinden nakli de bu mealdedir. Ancak onun rivayetinde ayrıca şöyle denilmektedir: "Bahirâ O'nun gözlerinin kızarıklığına da dikkatle baktı ve bunun geçici olup olmadığim sordu. Kendisine: "Gözlerimdeki kızarıklık hiç geçmez" denildi. Uykusunun nasıl olduğunu sordu. Peygamberimiz de: "Gözlerim uyur fakat kalbim uyumaz!" dedi. Neticede Bahirâ: "Biz bu nitelikleri okuduğumuz kitaplarda böyle bulmuştuk. ve bizlerden bu hususta söz de alınmıştır" dedi. Bunun üzerine Ebû Tâlib: "Sizlerden kim söz almıştır?" diye sordu. Bahirâ da cevabında: "Zamanı gelince bunu böylece açıklamamız için Allah bizlerden söz almıştır. Buna dair ayetini, Peygamberimiz Meryem oğlu Îsâ'ya indirdiği kitapta göndermiştir" diye konuşmuştur.

İbn-i Sa'd'ın Dâvûd bin Husayn tarikından çıkardığı haberde ise, Peygamberimiz'in o sırada yaşimn on iki olduğu bildirilmektedir. Ayrıca Ebû Nuaym'in de Ali'den bir rivayeti var. Buradaki fark ise şöyle: "Peygamberimiz, Râhib Bahirâ'nın manastırına girdiği zaman, manastırın her tarafı nura buyandı. Bunun üzerine Bahirâ: "Bu genç, Allah'ın Araplardan bütün insanlara Peygamber olarak göndereceği zattır" demekten kendisini alamadı." [52]

Şimdi de yine İbn-i Sa'd'ın ve İbn-i Asâkir'in Muhammed bin Akilin oğlu Abdullah'tan sevkettikleri bir rivayeti görelim. O demiştir ki: "Ebû Tâlib Şam'a sefere çıktığı zaman yanında yeğeni Muhammed'i de götürdü. Bir manastırda yaşamakta olan rahibin yanına indiler.

Râhib, Ebû Tâlib'e: "Bu genç neyin oluyor?" diye sordu. O da: "Oğlum" dedi. Râhib: "Bunun babası hayatta olmaması lazını" dedi. Ebû Tâlib: "Niçin?" diye sordu. Râhib: "Çünkü bu genç Peygamber olacaktır" dedi. Ebû Tâlib: "Peygamber ne demektir?" dedi. Râhib de: "Peygamber vahiy yoluyla Allah'ın emir ve isteklerini kendisine bildirdiği ve bunları insanlara bildirmesi için mükellef kıldığı kimse" demektir cevabim verdi. Ebû Tâlib bunu yine anlayamadı ve: "Allah, bu senin dediğinden yücedir" demekten kendisini alamadı. Râhib son olarak: "Bu genci, özellikle yahudilerin şerrinden sakın!" tenbihinde bulundu.

Ebû Tâlib oradan ayrılıp yoluna devam etti. îleride yine bir rahibin yanında konakladı. O da benzeri soruları sordu ve benzeri cevapları aldı. Sonunda dedi ki: "Ey Ebû Tâlib, bu gencin sınıası Peygamber sınıasıdır, gözleri de bir Peygamber gözüdür." Ebû Tâlib, şaşkınlık içinde: "Sübhânellah! Allah, senin bu dediğinden uzaktır!" demekten kendisini alamadı. Yeğeni Muhammed'e dönerek: "Oğlum Muhammed, görüyor musun, adamlar neler de söylüyorlar?" dedi. Peygamberimiz de: "Amcacığım, Allah nelere kadir değildir ki? Sakın Allah'ın kudretini inkâr etme!" karşılığim verdi.

İbn-i Sa'd'ın çıkardığı diğer bir haberde ise, rahibin: "Bu genci, özellikle yahudilerden sakın! Çünkü onlar Araplardan âhir zaman Peygamberinin gönderilmiş olmasını çekemezler. Onlar O'nu, kendilerinden beklemektedirler" dediği belirtilmektedir. [53]

Ebû Talibin Peygamberimiz Hürmetine Yağmur Duasında Bulunması

İbn-i Asâkir Tarih'inde Celheme'den şöyle nakletmektedir. O demiştir ki: "Ben Mekke'ye gitmiştim. Orada kıthk hüküm sürmekte idi. Kureyş ileri gelenleri Ebû Tâlib'e giderek: "Görüyorsunuz ki, vadiler kurudu, çoluk çocuk aç... Lütfedin de yağmur duasına çıkınız" dediler. Ebû Tâlib de duaya çıktı. Yanında öyle bir çocuk vardı ki, yüzü sanki karanlık buluttan sıyrılıp çıkan güneş gibiydi. Etrafında da bazı çocuklar bulunuyordu. Ebû Tâlib O'nun elinden tutarak Kabe'nin yanına gitti, arkasını Kabe'ye dayadı. Çocuğun şehâdet parmağim yukarı tutarak dua etti... Havada ise hiç bulut yoktu. Derken sağdan soldan bulutlar çıkmağa başladı. Yağmur yağmaya başladı, yağdı da yağdı... Vadide seller aktı. Köylü ve kentli herkes bol nimetlere kavuştu... İşte Ebû Tâlib'in aşağıdaki mısraları, bu sebeple söylenmişti:

"Güzel Muhammed! Sen, ne kadar mübareksin!...

Yağmur istenir, yüzün hürmetine senin..."

"Yetimlere ve dullara sen sığınaksın...

Haşim Oğullarına da bir dayanaksın..."

"Onların yanında O, ne kadar kutludur!

Nimete ermişler, bak hepsi de mutludur..."

Bâb

Ebû Nuaym'in İbn-i Avn tarikiyle sevkettiği bir rivayete göre, Amr bin Saîd demiş ki: Yahudiler Ebû Tâlib'e gelerek ondan bir şey satın almak istedi. Henüz genç yaşta bulunan Peygamberimiz onların yanın­da çıkageldi. Onlar O'nu görünce ahş-verişi bırakıp orayı terkettiler ve kaçmaya başladılar. Ebû Tâlib yanındaki adamına: "Koş onların felan yerde önlerine geç ve onlara karşı ellerini çırparak; "Şaşılacak şey, çok şaşılacak şey!" diye bağırmaya başla... Sonra onların sana ne diyecekleirini bekle" dedi. O adam da koşarak gitti ve öyle yaptı... Yahudiler kendisine: "Şaşılacak sen ne gördün? Asıl şaşılacak şeyi bizler gördük!" dediler. Adam onlara hitaben: "Sizler şaşılacak ne gördünüz?" diye sordu. Onlar da şu cevabı verdiler: "Bizler az önce, Muhammed'in yeryüzünde yürüdüğünü gördük, daha ne görelim?"

Bâb

İbn-i Asâkir'in Ebâ'z-Zinâd'dan naklettiğine göre, Ebû Tâlib ile Ebû Leheb güreş tutup yarışmışlar. Ebû Leheb, Ebû Talib'i yenmiş, yere indirip göğsü üzerine çökmüş... Peygamberimiz o zaman yaşı küçük olduğu halde, Ebû Leheb'in saçından tutarak Ebû Tâlib'in üzerinden defetmiş... Ebû Tâlib de ayağa kalkmış... Ebû Leheb demiş ki: "Ey Muhammed! Ben de senin amcanım, o da senin amcan... Niçin bana karşı ona yardım ettin?" Peygamberimiz de: "Ben onu senden daha çok seviyorum" demiş... İşte o günden beri Ebû Leheb de Peygamberimizi sevmezmiş...

Bâb

İbn-i Sa'd, Sa'lebe bin el-Uzeri'nin oğlu Abdullah'tan şöyle nakleder: Ebû Tâlib, vefatı yaklaştığı zaman Abdü'l-Muttalib'in oğullarim çağırıp kendilerine şöyle nasihatta bulunmuştur: "Bakınız, eğer yeğenim Muhammed'e kulak verir ve O'nu dinlerseniz, dâima hayır ve iyilik üzere bulunursunuz. O halde O'na itaat ediniz, O'na yardım ediniz, İşte bu taktirde doğru yolda bulunmuş olursunuz..."

İmâm-ı Müslim'in çıkardığı bir habere göre de, Abdü'l-Muttalib'in oğlu Abbâs, bir gün Peygamberimiz'e: "Ey Allah'ın Resulü, sizin amcanız Ebû Tâlib'e bir faydanız veya şefaatiniz olacak mıdır?" diye sormuş. Peygamberimiz de: "Elbette! O cehennemin üst tabakasında ve topukla­rına kadar ateşe girmiş olarak ceza görecek... Eğer ben olmasaydım, cehennemin tâ alt tabakasında yanardı" buyurmuştur. Ebû Tâlib'in Peygamberimiz'i çok sevdiği, sevip koruduğu, dâima O'nu düşmanlarına karşı koruyup kendisine destek olduğu târihen bilinen bir husustur...

Yine İbn-i Sa'd, Ajfân bin Müslim'den, Abdullah bin Hâris'e varan bir senedle şöyle bir haber sevkeder: Peygamber Efendimiz'e amcası Abbâs: "Yâ Resûlallah, Ebû Tâlib için ümid besliyor musunuz?" diye sormuş. Peygamberimiz de: "Ben Rabbim'den her hayn ummaktayım" diye karşılık vermiş...

(Bunu, İbn-i Asâkir de rivayet etmiştir.) .

Yine İbn-i Asâkir Amr İbn-i Abbâs'tan rivayet eder. Amr diyor ki: "Ben bir defasında Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) "Ebû Tâlib'in bende, ödenmesi gerekli bir akrabalık hakkı vardır, onu elbette ödüyeceğim!" buyurduğunu işitmişimdir [54]

Bâb

İbn-i Asâkir Hasan bin îmâre yoluyla şu haberi nakletmiştir: "Peygamber Efendimiz ve Ali bin Ebû Tâiib, kendisi hakkında dua edip istiğfarda bulunmak üzere Ebû Tâlib'in kabrine gittiler... Yüce Allah, bu vesile ile aşağıdaki âyetini indirerek ona istiğfarda bulunmaktan nehy etmiş tir... ilgili âyetler şöyledir:

"Peygamber'in ve mü'ıninlerin müşrikler için istiğfar - etmeleri lâyık değildir..." [55]

Ebû Tâlib'in küfür üzere ölmesi Peygamber Efendimize çok ağır geldi. Bununla ilgili olarak da şu âyet nazil olmuştur:

"Sen, sevdiğine hidâyet veremezsin, fakat Allah istediğini doğru yola iletir..."  

Cenâb-ı Hakk, bu âyetteki "Sen sevdiğine hidayet veremezsin" cümlesi ile Ebû Tâlib'i; "Fakat Allah dilediğine hidayet verir" cümlesi ile de amcası Abbâs'ı kasdediyor... Her ikisi de Peygamberimiz'in amcalarından idi. Peygamberimizin amcaları arasında en çok sevdiği de Abbâs idi." [57]

Bâb

İbn-i Asâkir'in Abdullah bir Cafer'den rivayeti ise şöyle: "Peygamberimiz'in amcası Ebû Tâlib vefat ettiği zaman Kureyş'in akılsızlarından biri, Peygamberimiz'in karşısına çıkarak başına toprak saçmıştır. Kızlarından biri koşarak gelmiş, Peygamberimizin başından ve yüzünden toprakları temizlemiş ve ağlamıştır... Peygamberimiz ise şöyle demeye başlamıştır: "Kızını ağlama, kızını ağlama. Muhakkak ki Allah babam koruyacaktır!" [58]

Allah'ın, Peygamberimizi Cahiliye Adetlerinden Koruması

Buhârî ve Müslim, Câbir bin Abdullah'tan rivayet ediyor. O demiştir ki: "Kabe'nin yeniden yapımı sırasındaydı... Efendimiz de sırtında taş taşıyordu. Üzerinde belden aşağı doladıkları izâr denilen giysi vardı. Amcası Abbâs O'na dedi ki: "Ey kardeşimin oğlu, izarim çözsen de çalışsan, daha rahat çalışırsın. Izarmı omuzuna alıver! Taşlar omzunu hArap etmesin..." Peygamberimiz de bunun üzerine izarim çözüp omzuna koydu ve derhal baygın yere düştü. Bundan sonra bir daha böyle yaptığı hiç görülmedi."

Yine Buhârî ve Müslim Câbir'den nakleder. O demiştir ki: "Kabe yeniden yapıldığı zaman Peygamberimiz ve Abbâs taş taşımaya-başladılar. Abbâs Efendimiz'e dedi ki: "İzarim çözüp omzuna koy, bu suretle omzunu taşların zarar vermesinden koru!" Peygamberimiz de böyle yaptı ve derhal baygın yere düştü. Sonra ayılıp ayağa kalktı ve: "îzarım, izarım!..." diye bağırmaya başladı... Oradakiler de derhal izarim üzerine bağladılar."

Beyhekî ve Ebû Nuaym Abbâs'tan şöyle rivayet eder: "Biz kardeşimin oğlu ile birlikte Kabe'nin yapımı sırasında omuzlarımızda taş taşıyorduk. İzarlarımız ise omuzlarımızda idi. İnsanların arasına çıkacağımız zaman ise, izarlarımızı belden aşağı kuşanıyorduk... Omuzumuzda taş giderken, Peygamberimiz'in de önümüzde gitmekte olduğunu gördüm. Fakat O ansızın bayılıp yere düştü. Hemen O'nun yanına koştum. Baktım ki, O semaya bakmakta... Kendisine: "Sana ne oldu?" diye sordum. O, ayağa kalktı izarim alıp kuşandı ve: "Ben, çıplak olarak yürümekten nehyolundum" dedi. Ben bunu kimselere söylemedim. Çünkü insanların onun hakkında alay etmesinden: "O'nu bundan yasaklayan da kimmiş?" demelerinden ve O'na deli diye laf atmalarından korkuyordum."

Yine BeyhekîEbû Nuaym ve sahihtir kaydiyle Hâkim Ebû't-Tufayl'den şöyle rivayet ederler: "Kabe'nin yeniden yapılması sırasında Kureyş omuzlarında taş taşımıştır. Bu sırada Peygamberimiz de omzunda taş taşırken, ansızın avret yeri açıldı... Bir ses kendisine: "Ey Muhammed avret yerini ört!" diye nida etti. Peygamberimiz'e semadan gelen ilk nida budur... Bu olaydan önce veya sonra, O'nun avret yerinin açıldığı asla görülmedi."

Bazı kaynakların İbn-i Abbâs'tan verdikleri haberde de şöyle denilmiştir: "Ebû Tâlib Zemzem kuyusunu yapmağa çalışıyordu. Peygamberimiz de kendisine taş getiriyordu, izarım alıp omzuna koydu, bu suretle taşların zarar vermesinden sakınmak istemişti. Derhal bayılıp yere düştü. Ayılıp da ayağa kalktığı zaman Ebû Tâlib kendisinene olduğunu sordu. O da cevabında: "Beyaz elbiseli biri gelip "Yâ Muhammed örtün!" diye haykırdı. Bu sesin te'siriyle bayılıp düştüm" demiştir, İşte bir Peygamberlik alâmeti olarak Peygamberimiz'in gördüğü ilk semavî varlık da bu olmuştur. Bu günden sonra, bir daha asla Peygamberimiz'in avret yeri görülmemiştir."

Keza İbn-i Sa'd'ın Âişe validemizden sevkettiği rivayete göre, o şöyle demiştir: "Ben, Peygamber Efendimiz'in avret yerini niç görmedim." [59]

İbn-i Râhuye'nin Müsned'inde ve diğer bazı kaynaklarda Ali (radıyallahü anh) den şöyle rivayet edilmektedir: "Ben Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle dediğini işittim: "Câhiliye devrinde kadınların da katıldığı eğlence ve müsâmere-lere ancak iki defa katılmayı düşünmüşümdür. Her iki gecede de bu eğlencelere katılmaktan Allah beni korumuştur. Bunlardan birincisinde ben; birlikte koyunlarımızı otlatmakta olduğumuz arkadaşlardan birine, benim koyunlara da bakıvermesini rica edip eğlence yerinin yolunu tuttum, Mekke'ye girdiğimde bir evin kenarından geçerken bir düğün eğlencesine rastladım. Defler çalimp, düdükler öttürülmekte idi. Birine sordum: "Burada ne oluyor?" diye... O da: "Falancanın oğlunu1 falanın kızıyla everiyorlar. Onların evlenme oyunu var..." diye cevap verdi. Derken oracıkta bana öylesine bir ağırlık bastırdı ki, hemen uyuya kalmışım. Allah'a yemin ederim ki, beni ancak ufukta yükselen güneşin yakıcı sıcağından başka birşey uyarmış değildir... Sonra arkadaşıma döndüğüm zaman bana "ne yaptığımı" sordu. Ben de: "Hiç bir şey" yapmadım, yolda giderken bir düğün evinin kenarında uyuyakalmışım" dedim. Başka bir günün gecesinde arkadaşıma aynı ricada bulundum. O da ricamı kabul etti... Koyunları ona emanet ederek Mekke'deki müsamereye katılmak üzere yine yola koyuldum. Yine yolumun üzerinde bir düğün vardı. Onu seyredeyim derken, yine uyuyakalmışım... Allah'a yemin olsun ki, yine beni uyaran sadece güneşin yükselerek sıcağıyla beni uyandırması olmuştur. Arkadaşıma döndüğümde, o yine bana, ne yaptığımı sordu. Ben de cevabımda, "hiç bir şey" yapmadığımı söyledim ve durumu olduğu gibi anlattım... İşte benim bu iki teşebbüsümden her ikisi de böyle geçmiştir... Bundan sonra da, ne böyle hir teşebbüsde bulundum, ne de böyle bir şey aklımdan geçti... Sizi, Yüce Allah'a yemin ederek te'ınin ederim ki aynen böyle olmuştur ve ben bu hâl üzere, tâ bana Peygamberlik verilinceye kadar devam ve sebat ettim."

(İbn-i Hacer, bu rivayetin râvilerini sağlam, senedinin hasen ve muttasıl olduğunu, bildirmiştir.)

TaberanîEbû Nuaym ve İbn-i Asakır Ammâr bin Yâsir'den şöyle rivayet ediyor: Ammar demiştir ki: "Bazı kimseler Peygamber Efendimiz'e: "Ey Allah'ın Resulü, siz hiç câhiliye devrinde kadınlara gittiniz mi?" diye sordular. Peygamberiniz de şu cevabı verdiler: "Hayır! Benim bu hususta iki randevum vardı. Birinde bir düğün evinin kenarında uyuyakâldım, diğerindeyse daha kalabalık bir eğlence yerine rastadığımda yine orada Allah üzerime bir ağırlık verdi. Güneş'in ortalığı iyice kızdırdığı zamana kadar oracıkta uyuyakalmışım... İşte hepsi bu kadar."[60]

Buhârî ve Müslim İbn-i Abbâs'dan şöyle rivayet ederler: Cenab-ı Hakk, Şüarâ Süresindeki: "Habîbim, yakın akrabanı inzâr et!" mealindeki âyetini indirdiği zaman Peygamberimiz, Kureyş'in bütün kabilelerini çağırıp topladı ve onlara şöyle hitap etti: "Söyleyiniz bakalım! Şimdi ben sizlere, "şu dağın arkasında düşman var, sabahın erken vaktinde hücum edip hepinizi helak edecek!" desem, bana inanmaz mısınız?" Onlar cevabında dediler ki: "Elbette inanırız! Çünkü bizler, bugüne kadar senin hiçbir yalanim yakalamadık!" Bunun üzerine Peygamberimiz: "tmdf beni iyi dinleyiniz! Ben, sizleri uyarmak üzere gönderilmiş bir Peygamberim. Eğer dinleyip uymazsanız, muhakkak şiddetli bir azaba duçar olacaksınız" buyurdular. Orada bulunanlardan Ebû Leheb, hemen ortaya atılıp: "Yâ Muhammed! Sana yazıklar olsun! Sen bizi buraya bunun için mi çağırdın!" diye haykırdı. Yüce Allah da bunun üzerine: "Ebû Leheb'in iki eli kurusun! Kurudu da!" mealindeki âyetini inzal buyurdu."

Ebû Nuaym'in Âişe validemizden rivayeti: "Peygamberimiz buyurdular ki: Ben, Zeyd bin Amr bin Nüfeyl'i putlar adına kurban kesmeyi açıkça ayıplarken işittim. O, Allah'tan başkası adına kesilenlerin yenilemiyeceğini söylüyordu. Ben de, Allah'ı beni Peygamberlikle keremlendirdiği güne kadar, putlar adına kesilen-hayvanların etinden hiç yemedim."[61]

Ebû Nuaym ve İbn-i Asâkir Ali'den şunu naklederler: Bir gün Peygamber Efendimiz'e:

- "Ey Allah'ın Resulü, sen hiç puta tapdın mı?" diye soruldu. Peygamberimiz de şu karşılığı verdi:

- "Hayır!" Tekrar denildi ki:

- "Hiç içki içtin mi?" O da cevabında:

- "Hayır, içmedim" dedi ve şunları ilave etti: "Ben, Allah'ın bana verdiği temiz fıtratla, bütün bunların kötü olduğunu biliyor ve bütün bunlardan uzak kalıyordum! Kureyş'in atalarim takliden üzerinde bulunduğu yolun, şirk ve küfür yolu olduğunu da biliyordum... Ancak bana Peygamberlik verilmezden önce, Kitâb'ın aslı nedir, imanın aslı nedir, bilmezdim..." [62]

Bazı kaynaklar (Ebû Nuaymİbn-i Sa'd ve İbn-i Asâkirİbn-i Abbâs'tan şu haberi çıkarmıştır: "Ümmü Eymen bana bir defasında dedi ki: "Büvâne denilen yerde bir put vardı. Kureyş senenin bir gününde bu putu ziyaret eder, ona tazınıler sunardı. Ebû Tâlib de kavmiyle beraber orada bulunurdu... Bu günü bayram sayardı. Ebû Tâlib, bu güne götürmek üzere Peygamberimiz'e de İsrâ'r ederdi. Peygamberimiz ise red ederdi. Bir defasında bu yüzden Ebû Tâlib Peygamberimiz'e iyice kızmıştı... Halaları bile O'na kızmışlar, şiddetli bir Öfkeyle: "İlahlarımı­za (tanrılarımıza) saygı göstermekten kaçınmakla başına bir hal gelmesinden korkuyoruz Ey Muhammedi Kavminin bayramına katılmamakla ne kasd ediyorsun bilmiyoruz..." diye söylenmişler, hattâ O'nu götürmeye ikna etmişlerdi.

Onlarla beraber yola çıkan Peygamberimiz, biraz sonra kayıplara karışmıştır... Dönüp geldiği zaman yine halaları kendisine: "Sana ne oldu, seni kim korkuttu?" diye sormuşlardı. Peygamberimiz: "Bana bir hâl olmasından korkuyorum" demişti. Halaları da: "Ey Muhammed, hiç korkma! Şeytanın sana zarar vermesine Allah müsâade etmez. Çünkü sen, çok iyi ve hayırlı bir zâtsın... Şimdi hiç korkmadan, ne gördüğünü bize anlatır mısın?" demişlerdi. Peygamberimiz de yine cevabında: "Ben her ne zaman putlardan birine biraz yakın olsam, beyaz elbiseli biri gelip haykırıyor: "Geriye ey Muhammed, geriye! Sakın yaklaşma ve asla hiç bir puta el sürme!..."

Bu olayı anlatan Ümmü Eymen der ki: "Bu seneden başka bir daha onların bayramına, Peygamberimiz asla katılmamıştır..."

Yine Ebû Nuaym'in İbn-i Asâkir'le birlikte Ata tarîkinden ve İbn-i Abbâs'tan da şöyle bir rivayetleri bulunmaktadır: "Bir gün Peygamberi­miz amcasının oğulları ile birlikte Îsâf denilen putun yanında durdular. Peygamberimiz gözünü Kabe'ye dikerek bir müddet öylece kaldılar. Sonra dönüp geldiği zaman, amca oğulları kendisine neden öyle yaptığim sordular. Efendimiz de verdiği cevapta: "Putların yanında dikilmekten men'olundum!" buyurdular." [63]

BeyhekîEbû Nuaym ve sahihtir kaydiyle Hâkim, Zeyd bin Hârise'den şöyle nakleder: "Îsâf denilen bakırdan bir put vardı. Buna, Naile de derlerdi. Müşrikler, Kabe'yi tavaf ederken bu puta el sürerek teberrük ve tazimde bulunurlardı. Bir defasında Peygamberimiz tavaf ederken, ben de onun yanında tavaf ediyordum. Îsâf veya Naile denilen putun yanına vardığım zaman ona el sürdüm. Derhal Peygamberimiz: "Yâ Zeyd, sakın ona el sürme!" diyerek beni ikâz etti. Tabiî, henüz kendisine Peygamberlik gelmiş değildi. Bu sırada ben, kendi kendime dedim ki: "Yine el süreyim de bakayım, ne olacak?" Ona yaklaştığım zaman yine el sürdüm... Peygamberimiz tekrar: "Sana, ona el sürme demedim mi?" diye uyarıda bulundular. Ben de Allah'a yemin ederim ki, bir daha bir puta el sürmedim... ve de el sürmeden İslâm devrine girdim..."

İmâm-ı Ahmed, Urve bin Zübeyr'den rivayet ediyor. O demiştir ki: Bana Hadlce validemizin bir komşusunun anlattığına göre, bir defasında Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Ey Hadîce, Allah'a yemin ederim ki ben, asla Lâfa ibadet etmem! Ebediyen Uzzâ'ya ibâdet etmem!"

İbn-i İshakBeyhekî ve Ebû Nuaym'in Cilbeyr bin Mut'im'den rivayetleri aynen şöyle: "Ben, bir hac mevsınıinde Peygamber'in devesi üzerinde Arafat'ta vakfe yapmasına şahit olmuş idim. O, kendilerine Humus deyip Arafat'a çıkmayan, vakfelerini Müzdelife'de yapan Kureyş eşrafimn (!) âdetlerini böylece terketmiş, halkla birlikte Arafat'a çıkmıştır... Şüphesiz bu O'na, Allah'ın bir yardımı idi. İslâm'a uygun olanın, câhiliye zamanında bile yaşanması idi."

(Buhârî ve Müslim'in Aışe'den rivayetlerinde de: Kureyş'in kendilerini "biz eşraftanız ve harem ehliyiz" diyerek halktan ayırdıkları ve vakfe için Arafat'a çıkmadıkları hakkında açık beyan bulunmaktadır.)

Hasen bin Süfyân Müsned adlı eserinde, El-Beğavî Mu'cem'inde, el-Bârûdî el-Sahâbe adlı kitabında Rubey'a el-Cüraşi'den şöyle naklederler: "Cahiliyye zamanında idi. Peygamberimiz de kavmi ile beraber hac için çıkmıştı. Vakfesi için halk ile beraber Arafat'a gidip devesi üzerinde durmuş idi. Ben kendi kendime dedim ve bildim ki, hiç şüphesiz Allah O'nu buna muvaffak kılmıştı."

[4] Şuara suresi, 218, 219

[55] Tevbe suresi, 113

[56] Kasas suresi, 56

 

4 KAVMİNİN O'NA BÜYÜK SEVGİ VE SAYGISI

Yâkub bin Süfyân ve Beyhekî İbn-i Şihâb'dan... O demiştir ki: "Kureyş Kabe'yi yeniden yaparken sıra Haceru'l-Esved'in yerine konulmasına gelince, büyük bir ihtilâfa düştü. Onu hangi kabilenin yerine koyacağim tayin edemiyorlardı. Dediler ki: "İlk gelecek olan zâtı hakem tayin edelim!" Bunu kabul edip anlaştılar. Derken Resûlüllah çıkageldi. Bu sırada kendisinin yaşı Otuz beş idi. O'nu hakem tayin ettiler. O da Haceru'l-Esved'in bir yaygı içine konulmasını ve yaygimn her tarafından bir kabile reisinin tutarak hep beraber yerine konulmasını teklif etti... Hepsi bunu kabul ettiler ve böyle yaptılar. Hep beraber onu konulacağı yere kadar kaldırdılar, Peygamberimiz de onu yaygıdan alıp yerine kendi eliyle koyuverdi. Böylece üzerinde şiddetle ihtilaf edilen bu nıes'eie halledilmiş oldu... Sonra yaşı ilerledikçe O'nu daha çok sever ve sayar oldular. Kendisini sadece El-Emîn diye çağırmaya başladılar. Hattâ hiç biri, Peygamher'e dua ettirmeksizin hayvanim boğazlamaz oldu... O da onların hayrına dua ediverirdi."

Ebû Nuaym ile İbn-i Sa'd'ın çıkardığı bir habere göre, İbn-i Abbâs ve Muhammed bin Cübeyr bin Mut'im şöyle demişlerdir: "Peygamber Efendimiz Haceru'l-Esved'i yerine koyduğu zaman, Necid halkından bir adam gidip bir taş getirdi ve bununla Haceru'l-Esved'i yerine güzelce sıkıştırması için Peygamberimiz'e vermek istedi. Abbâs buna itiraz etti ve kendisi bir taş alarak Hacer'i bununta bağlayıp sıkıştırması için Peygamberimiz'e verdi. Peygamberimiz de öyle yaptı. Necidli adam öfkelenerek şöyle söylenmeye başladı: "Malları, akılları, yaş ve başları yerinde, üstelik Mekke'nin eşrafı olan bir kavnıe ne demeli bilmem? Bu ne kadar şaşılacak bir iş? Küçük yaştaki Muhammed'i hakem yaparak Hacer'i onun eliyle yerine koyuyorlar! O'nu başa geçiriyorlar! Hepsi O'nun sözünü tutup kendisine hizmetçi oluyorlar! Bu gidişle vallahi bu adam, her hususta hepsini geride bırakıp nasibleri de kendi eliyle dağıtacak bir mevkie gelecek! Kureyş de buna engel olamayacak!..." O gün, bu şekilde söylenen adamın, îblîs olduğu söylenir..."

İbn-i Sa'd ve İbn-i Asâkir Dâvûd bin Husayridan rivayet eder. O şöyle demiştir: "Resûlüllah Efendimiz, kavminin her bakımdan en faziletlisi olarak büyüdü; hepsinin en güzel ahlaklısı O idi. Mürüvette ve hoşgörüde en ileri olan O idi, en iyi komşu idi. Hılim, emânet ve sadâkat bakımından hepsinden önde idi, çirkin söz söylemekten en uzak olan da yine o idi. O'nun şu veya bu ile çekişip cidalleştiği görülmemiş­tir... Kavmi yanında O, o kadar emindi ki, kendisini ancak El-Emîn diyerek çağırıyorlardı."

Ebû Nuaym Mücâhid'den şöyle nakleder: "Bana efendim Abdullah bin es-Sâib söyledi. Şöyle ki: "Ben, câhiliye zamanında Peygamberimi­zin ortağı idim. Ben Medine'ye gittiğimde bana:

- "Beni tanıdın mı?" diye sordu. Ben de:

- "Evet yâ Resûlallah. Sen benim ortağımdın, hem de ne güzel bir ortak. Kimseyle çekişip didişmezdiniz" diye karşılık verdim.

Ebû DâvûdEbû Ya'lâİbn-i Münde ve Harâitî, Abdullah bin Ebû'l-Hamsâ'dan şöyle rivayet ederler: "Ben, Peygamber Efendimiz'e Peygamberlik verilmezden önce kendisinden birşey satın almış ve O'na biraz borcum kalmıştı... Kendisine:

- "Burada bekle, kalanim getirip vereyim" demiştim. Ben bu maksatla oradan ayrıldım, fakat o gün ve ertesi gün bunu tamamen unutmuşum. Üçüncü günü hatırladığımda derhal oraya koştum, kendisinin hâlâ orada beklemekte olduğunu gördüm. Tabiî bende olan alacağım da verdim. O bana dedi ki:

- "Bu kadar bekletmekle şüphesiz bana sıkıntı vermiş oldunuz! Tam üç gün beni burada beklettiniz."

Rubeyyi bin Haysem'den İbn-i Sa'd'in çıkardığı haber ise şöyledir: "İslâm'dan önceki câhiliye devrinde, Kureyş büyükleri bazı ciddî mes'elelerde, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) hakemliğine başvururdu." [1]

Peygamberimizin Hadice Adına Şam'a Ticaret Kafilesi Çıkardığı Zaman Meydana Gelen Alâmetler

İbn-i İshak der ki: Hadîce, bir ticaret kafilesi hazırlayıp Şam'a çıkarması için arzusunu O'na söyledi. O da kabul edip ticaret kafilesi ile Şam'a hareket etti. Yanında Meysere de vardı. Meysere Hadîce'nin köle­si idi. Şam'a vardıkları zaman bir manastır yakimndaki ağacın altında konakladılar. Manastırın sahibi olan rahip Meysere'ye gelerek ağacın altında istirahat etmekte olanın kim olduğunu sordu. Meysere de: "O, Harem-i Şerif halkından ve Kureyş'ten bir adamdır" dedi. Râhib: "Bu ağacın altında ancak bir Peygamber konakladı" diye mukabelede bulun­du, îddiâ ederler ki Meysere o rahîb'e, "iki meleğin yol esnasında Muhammed'i gölgelendirdiğini" söylemiş... Birlikte Mekke'ye geldikleri zaman Hatice'nin malim teslim ettiler. Hatice bu malın tamamim satışa arz etti. Yüzde yüz kazanç elde etti... Meysere Hatice'ye râhib'in sözlerini ve yol esnasında iki meleğin O'nu güneşten koruduğunu anlattı... Bu yüzdendir ki Hatice O'nunla evlenmeğe büyük bir arzu duydu ve evlendiler..."

(Bunu, aynen Beyhekî de rivayet etmiştir.)

İbn-i Sa'dEbû Nuaym ve İbn-i Asâkir, Nefise bint-i Münye'den rivayet eder: Demiştir ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yirmi beş yaşına girdiği zaman, Mekke'de kendisinin el-Emîn isminden başka bir adı yoktu... Hatice adına Şam'a ticaret kafilesini götürdüğü zaman Meysere de kendisiyle beraber idi. Busrâ'ya vardıkları zaman oradaki rahib:

- "Bu ağacın altında ancak bir Peygamber konakladı... Ey Meysere O'nun gözlerinde kırmızılık var mıdır?" dedi. Meysere

- "Evet" karşılığim verdi.

- "Bu kırmızılık bâzan geçer mi?" dedi. Meysere de:

- "Hayır" dedi. Râhib:

- "Öyleyse bu zat, bir Peygamberdir" diye konuştu...

Ticâret malim satarken birisi kendisine: "Lât ve Uzzâ adına yemin eder misin?" diye yemin vermek istedi. Peygamberimiz bunu kesinlikle red eyledi. Adam da: "Söz senin sözündür, hak olan budur!" dedi. Sonra Meysere'ye dönüp: "Bilesin ki bu zât Peygamber olacaktır. Bizını rahiplerimiz okuduğu kitaplarda bunu böyle bulmaktadırlar" diye ekledi. Kafile Mekke'ye döndüğü zaman Meysere, bu duyduklarim ve diğer olup bitenleri Hatice'ye anlattı... Hattâ Resûlüllah devesi üzerinde Mekke'ye girerken iki meleğin kendisini gölgelendirmekte olduğunu Hatice de gördü ve diğer kadınlara da gösterdi." [2]

Peygamberimizin Hatice ile Nikahlanması Hakkında Meydana Gelen Bir Fevkalâdelik

İbn-i Sa'd, Saîd bin Cübeyr'den, o da İbn-i Abbâs'tan rivayet eder: "Mekke kadınları bir bayram gününü kutlamak üzere çıkmışlardı. Bir putun önünde toplanıp duruyorlardı. Bir erkek kişi suretinde birinin, kendilerine yaklaşarak şöyle nida etmekte olduğunu duydular: "Ey Mekke kadınları! Sizin beldenizde yakında bir Peygamber çıkacak, O'nun adı Ahmed olacak, Allah'ın elçiliği (ve son Peygamberlik vazifesi) O'nda olacak... İçinizden hangi kadın, O'nun eşi olma imkanım bulursa, O'na eş olmaya baksın!" Bu sesi duyan kadınlar kızıp hiddetlendiler ve o temsilî şahsı taşladılar, ona kötü sözler sarfedip lanetlediler... Hatice ise, sâdece sükût edip onu taşlama ve lanetleme işine hiç karışmadı."       “

Onun Peygamber Olarak Gönderilmesi Sırasında Görülen Bazı Özellik ve Mucizeler

Buhârî ve Müslim Âişe'den rivayet ederler. O demiştir ki: "Peygamber Efendimiz'e ilk gelen vahiy, rüya şeklinde olmuştur. Şüphesiz bunlar, sâlih rüyalar idi. Her biri, sabah aydınlığı gibi hak olarak tecellî ediyordu. Sonra O'na, yalnızlık sevgisi verildi. Hirâ Dağı'na gider, orada ibâdete dalardı. Bunlar, ibâdetle geçirilen sayılı gecelerdi. Azığı tükenince döner gelir, Hatice de kendisine azık hazırlar, tekrar Hira'ya giderdi. Derken ansızın melek kendisine gelip hitap etti:

- "Oku yâ Muhammed!" Allah'ın Resulü ise buna:

- "Ben okumak bilmem!" diye karşılık vermiştir... Olayı bizzat kendisi anlatan Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Melek beni kucaklayıp iyice sıktı, o derece ki ben, canım çıkacak sandım. Sonra beni bıraktı ve:

- "Oku yâ Muhammed!" diye haykırdı. Ben de:

- "Ben okuma bilmem!" diyerek cevap verdim... Tekrar üçüncü defa olarak beni kucakladı ve iyice sıktıktan sonra bıraktı ve kuvvetli ve şiddetli bir sesle:

- "Oku yâ Muhammed!" diye haykırdı ve ilâve etti: "...Yaratan Rabbinin adı ile oku!..."

Melek, böylece bu beş âyeti baştan sonuna kadar okudu."'

İşte, olayı bu şekilde ve kendilerine ait ifâdelerle anlatan sevgili Peygamberimiz, vahiy meleğinin ayrılmasından sonra hemen koşarak ve mübarek kalbi çarparak evine döner. Hatice'ye hitaben:

- "Beni örtünüz, beni örtünüz!" der. Onu örterler. Bir müddet sonra korkusu ve ürpertisi gider. Kalkar ve yine Hatice'ye hitapla: "Gerçekten bana bir şey olacak diye korktum..." der ve olanları anlatır. Kendisini dikkatle dinleyen Hatice, şu karşılığı verir: "Ben Allah'a yemin ederim ki Allah seni utandırmayacaktır!... Çünkü sen akrabaya iyilik eder, doğruyu söyler, âciz ve zayıflara yardımcı olur, fakiri korur ve destekler, eşe-dosta ziyafetler verir, bir musibete uğrayanın imdadına koşarsın."

Hatice, bunları söyledikten sonra O'nu alarak Varaka bin Nevfel'e götürdü. Varaka, cahıliye zamanında hristiyanlığa geçmiş, kitabı Arapça yazan, İncil'i İbrânîce okuyan bilgili bir kimse idi. Hatice kendisine dedi ki:

- "Ey Amca oğlu, kardeşinin oğlu neler diyor, bir dinle." Varaka Peygamberimiz'e, "neler gördüğünü" sordu. Peygamberimiz de gördüklerini anlattı. Varaka:

- "Bu senin gördüğün, En-Nâmûs'tur, yâni Cebrâîl ve onun vâzıtasiyle gelen şerîattir ki, Mûsa'ya da aynen gelmişti" dedi ve ilâve etti: "Ah keşke benim bu hususta gücüm kuvvetim olsa! Keşke, onlar seni Mekke'den çıkaracakları zaman ben de hayatta olsam! Sana yardımcı bulunsam!"

Peygamberimiz:

- "Demek onlar beni Mekke'den çıkaracaklar mı?" dedi. Varaka:

- "Evet, hiçbir Peygamber gelmemiştir ki kavmi ona mutlaka düşman kesilmesin... Eğer ben o güne yetişecek olursam yâ Muhammed, hiç şüphen olmasın, sana yardımcı olurum! Hem öyle bir yardım ederim ki, düşmanlar da buna şaşar!"

Bu olaydan az bir zaman geçmişti ki, Varaka vefat etti ve sözünü ettiği günleri görmek ona nasib olmadı."

İmâm-ı Ahmed ve Beyhekî'nin rivayet ettikleri de bu mealdedir. Ancak onların Zührî tarîkinden sevkettikleri bu rivayette şu farklılık vardır: "...ve sonra vahyin arkası kesildi. Peygamberimiz bundan çok üzüldüler... Hattâ bize ulaşan haberlere göre, Peygamberimiz kapıldığı dayanılmaz hüzünlerin te'siri altında, dağın zirvesinden kendisini aşağı atmak için kaç defa zirveye kadar çıkmış, tam kendisini atacağı zaman Cebrâîl kendisine görünüp:

"Ey Muhammed, sen Allah'ın Resulüsün!" diyerek hitap etmiştir. Resûlüllah Efndimiz'in de bununla kalbi sükûne ermiş,' nefsi karar kılmıştır ve dönüp gelmiş, vahyin gelmesini beklemiştir. Uzun müddet bekledikten sonra vahyin yine gelmediğini görüp dayanılmaz acılara uğramış, kendisini aşağı atmak için tekrar zirveye çıkmış, Cebrâîl de yine: "Ey Muhammed Sen Allah'ın Resulüsün!" diyerek kendisine seslenip O'nu teskin etmiştir. Bu hâl, vahyin tekrar başlamasına karar müteaddid defalar vukua gelmiştir."

Buhârî üzerine yazdığı şerhde İbn-i Hacer der ki: "Peygamberimi­zin böylesine acılar ve baskılar altında kalması, Peygamberler içinde yalnız kendisine hâs olan bir hâldir... Diğer Peygamberlerden herhangi birisinin, vahiy başlangıcında başına böyle bir hâl geldiği vâkî değildir. Bunun ilâhî hikmeti ise O'nun iyice vahye hazırlanmasıdır. Büyük bir kuvvet ve ciddiyetle kendisine indirilecek olan şeye bağlanması, diğer şeylerden ilgisinin kesilmesi içindir. Bunda ayrıca, kendisine indirilecek olan şeyin, ne kadar büyük, ağır ve önemli olduğuna da tenbîh vardır. Bunun hikmetini açıklamak üzere şöyle bir tevcih de yapılmıştır: "İnsanın kendisini kaptırabileceği bir takım hayâl ve vesveseler esas itibariyle insanın elinde olan bir şey olmadığından; bu gibi şeylerden iyice kesilmesi ve uzaklaşması için Peygamberimizde o hâl, Cenab-ı Hakk tarafından yaşatılmıştır... Bu hâli yaşadıktan sonra, cismen ve bedenen dahi, son derece ağır ve büyük olan İlâhî Vahye iyice hazır hâle gelmiştir ve artık bilmiştir ki: "Bu Allah'ın bir emridir, O'nun emrindendir."

Yine Buhârî ve Müslim Câbir bin Abdullah'tan rivayet ederler. O şöyle demiştir: "Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) ilahî vahyin kesilmesinden bahisle şöyle konuştuğunu işittim: "...Ben, o sırada giderken yukarı taraftan gelen bir ses işittim, başımı kaldırdığım zaman, bana Hırâ'da gelen meleğin olduğunu gördüm... Yerle gök arasında duran bir koltuk üzerine oturmuş (altı yüz kanadim ufka yaymış) bir vaziyette idi. O'nu böylesine görünce koktum ve evime dönerek: "Beni örtünüz, beni örtünüz!" diyerek örtünüp yattım. Bu sırada bana Yüce Allah şu âyetlerini inzal buyurdu:

"Ey elbisesine bürünen, kalk uyar! Rabbini tekbîr et, büyük tanı, elbiseni temiz tut, pislikten (Allah'a eş tutmak, puta tapmak gibi çirkin şeylerden) uzak dur!"

Bu âyetleri (ki Müddessir Suresinin ilk beş âyetleridir) indirdikten sonra, artık vahyin arkası kesilmedi; peşpeşe devam etti." [4]

Beyhekî, İbn-i İshâk'tan rivayet eder. O demiştir ki: "Bana Abdul­lah oğlu Abdü'l-Melik bazı ehli ilimden naklen şöyle anlattı: "Yüce Allah Habîbi Muhammed'i keremlendirmek ve Peygamberlik ile vazifelendir­mek istediği zaman, Peygamberimiz hangi taşa veya ağaca uğrasa, mutlaka onların kendisine selam verdiklerini işitirdi. "Bu ses de nedir?" diye arkasına dönüp baktığında, sağim solunu teftiş ettiğinde, kimseleri göremezdi. Halbuki kendisine: "Ey Allah'ın Resulü Allah'ın selamı senin üzerine olsun!" diye selam verilmekte olduğunu işitirdi. Her sene bir aylığına Hıra Dağı'na gider, orada ibâdete çekilirdi. Nihayet Yüce Allah'ın kendisine nübüvvet vererek keremlendireceği zaman geldiğin­de ki bu, bu senenin Ramazan ayında Kadir Gecesi'nde idi, önceki yıllarda olduğu gibi O, yine Hıra'daki mağarasında idi. Orada Allah'ın keremine ve elçiliğine mazhar oldu... Cebrâîl, Allah'ın emriyle geldi ve uyumakta olan Peygambere:

- "Oku!" diye emretti... Peygamberimiz:

- "Ben okumak bilmem" diye cevap verdi. Bizzat kendisi bu noktayı anlatırken: "Bunun üzerine Cebrâîl beni kucaklayıp iyice sıktı. O kadar sıktı ki ben Öleceğimi zannettim. Sonra beni bırakıp:

- "Oku!" dedi. Ben de kendisine:

- "Ne okuyacağım?" dedim. Yine önceki gibi beni şiddetle sıkıp bıraktı ve:

- "Oku!" diye seslendi. Ben:

- Ne okuyacağım?" dedim. Cebrâîl:

- "Yaratan Rabbinin adı ile oku!..." dedi ve beş âyeti sonuna kadar kendisi okudu... Sonra dönüp gitti... Ben de uykumdan uyandım... Sanki kalbime bir kitabın sureti işlenmişti.'Yoksa şâir mi oluyorum" diye endişeye kapıldım. Çünkü ben, şairlikten de, mecnunluktan da çok nefret etmekte idim... Her nerede bir şâir veya mecnun görsem, asla ona bakmaya dayanamazdım... ve: "Şairlik de, mecnunluk da uzak olsun, uzak!" derdim... Sonra endişem iyice artıp, eğer Kureyş benim hakkımda bunları söylemeye başlarsa benim hâlim nice olur? diye korkmaya başladım... Kureyş'i böyle konuşturmaktansa, gidip dağın zirvesinden kendimi aşağıya atayım, dedim. Sırf bu düşünce ve maksatla giderken ansızın semâdan" bir ses işittim. Bu Cebrâîl idi. Diyordu ki:

- "Ey Muhammed, sen Allah'ın Resulüsün, ben de Cebrâîl'im!" Başımı kaldırıp yukarı baktım ve bütün heybetiyle ve gerçek melek şekliyle onu gördüm... Semânın ufkunu kaplamış idi. Onun bu nidası, beni bundan caydırmıştı. Fakat ne bir adım geri, ne de bir adım ileri atmaksızm orada durakladım... Gözümü de asla semadaki diktiğim noktadan ayıramıyordum. Cebrâîl'i devamlı görüyordum. Nihayet vakit ilerlemişti. O benden, ben de ondan ayrıldım. Evime geldiğimde Hatîce bana:

- "Neredeydiniz?" diye sordu. Ben de kendisine:

- "Şairlik ve mecnunluk benden uzak olsun!" diye karşılık verdim... Hatîce:

- "Allah'ın seni bunlardan korumasını dilerim! Sana böyle bir şey olmasına Allah asla izin vermiyecektir! Çünkü ben senin hep doğru sözlü olduğunu, emânete hakkiyle riâyet ettiğini, huyunun çok iyi ve güzel olduğunu, akrabana ve fakirlere iyilikte bulunduğunu çok iyi bilmekteyim. Böyle bir kulunu Allah, nasıl olur da bu hallere düşürür? Bu asla olmaz!" diye konuştu. Ben kendisine olup-bitenleri anlattım. Beni dikkatle dinledikten sonra:

- "Müjde ey amcamın oğlu, müjde! Bunda sabır ve sebat et! Ben ümîd ediyorum ki sen, bu ümmetin Peygamberi olacaksın..."

Hatice bunları söyledikten sonra kalkıp Varaka'nın yanına gitti... Olanları ona anlatmış... O da kendisine demiş ki: "Eğer bu söylediklerin doğru ise, muhakkak o, şu ümmetin Peygamberi olacaktır... Muhakkak ona, Mûsa'ya gelen Namûs-ı Ekber gelecektir."

Beyhekî'nin naklettiği bir habere göre, İbn-i İshak demiştir ki: Bana İsmail, Hakim Hatice'den naklen söyledi. O demiş ki: "Ben Resûlüllah Efendimiz'e sabır ve sebat telkin eden sözlerim sırasında dedim ki:

- "Ey amcamın oğlu, sana o görünen şey geldiği zaman bana haber ver." Hatice ve Peygamberimiz birlikte otururlarken Cebrâîl yine gelip görünmüş. Peygamberimiz:

- "Yâ Hatice, İşte geldi" demiş. Hatice:

- "Şimdi sen onu görüyor musun?" demiş. Peygamberimiz:

- "Evet" karşılığim vermiş. Hatice:

- "Gel, sağ tarafıma otur" demiş. Peygamberimiz de kalkıp oturmuş. Hatice: "Şimdi yine görüyor musun?" demiş. Efendimiz de:

- "Evet" karşılığim vermiş. Hatice:

- "Gel kucağıma otur" demiş. Efendimiz de oturmuş. Hatice: "Şimdi görüyor musun?" diye sormuş. Peygamberimiz:

- "Evet" demiş... Bunun üzerine Hatice başim açıp örtüsünü yere koyduktan sonra tekrar sormuş:

- "Şimdi yine görüyor musun?" Peygamberimiz:

- "Hayır" diye cevaplamış... Hatice:

- "Bu sana gelen, katiyyen şeytan olamaz... Eğer şeytan olsaydı başımı açınca kaçmazdı... O, muhakkak bir melektir. Ey amcamın oğlu, sabır ve sebat et! Sebat et, sana müjdeler olsun!"

Sonra Hatice Peygamberimiz1 e îmân etmiştir ve: "Şehadet ederim ki sana gelen haktır!" diyerek şehadette bulunmuştur.

İbn-i İshâk der ki: Ben bu hadîsi Abdullah bin Hasen'e anlattım. O da bana dedi ki: "Ey İshak'ın oğlu, bu hadîsi, Fâtıma bintİ Hüseyn de anlattı. Ancak onun bana anlattığı metinde Hatîce'nin şöyle dediği bildirilmekte idi: "Bu sırada Peygamberimizi gömleğimin içine aldım. Bunun üzerine Cebrâîl derhal oradan uzaklaştı."

Beyhekî ve Ebû Nuaym Amr bin Şürahbil'den naklederler. O demiştir ki: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Hatice'ye hitaben:

- "Ben, tek başıma kaldığım zamanlar bir ses duyuyorum. Vallahi başıma bir hâl gelmesinden korkuyorum!" demiştir... Hatice de:

- "Allah korusun! Allah buna izin vermez. Allah'a andolsun ki sen, emâneti eda ediyorsun, akrabayı gözetiyorsun, dâima doğruyu söylüyorsun..." Bu sırada Ebû Bekir gelmiş. Hatice ona olanları anlatmış ve Muhammed'i alarak Varaka'ya götürmesini rica etmiş. O da Peygamberimiz'i alarak birlikte gitmişler. Hâli ona anlatmışlar. Varaka:

- "Nasıl?" diye sorduğunda Peygamberimiz:

- "Yolda giderken sesler duyuyorum. Arkamdan bana: "Ey Muhammedi Ey Muhammedi" diye nida olunuyor... Ben de bundan korkarak kaçıyorum..." cevabında bulunmuştur. Varaka:

- "Hiç kaçma! O sana geldiği zaman sebat et. Onun ne dediğini iyi anla. Sonra bana gel olduğu gibi anlat..." demiştir.

Peygamberimiz yine bir gün yalnız kalmıştı. Bir melek kendisine: "Ey Muhammedi Ben, bütün varlığımla şehadet ederim ki, Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. Yine şehadet ederim ki Muhammed Allah'ın kulu ve resulüdür!" Sonra Peygamberimiz'e hitaben: "Ey Muhammed, Önce besmele'yi oku sonra arkasından şu Fatiha Sûresi'nin âyetlerini sonuna kadar oku!" diye tebliğ etmiştir. Yine o melek, bundan sonra da: "Ey Muhammed, lâ ilahe illallah de! Allah'tan başka hiçbir ilah olmadığına şehadet getir!" emrini teblîg etmiştir.... Bunlar vukua geldikten sonra Peygamberimiz durumu Varaka'ya bildirmiş, o da:

- "Müjde sana müjde! isa'nın müjdelediği zâtın sen olduğuna ben şehadet ederim... Mûsa'ya gelen sana da gelmiştir... Sen hak Peygambersin. Sonra sen cihad ile emrolunacaksın. Ben o güne yetişirsem, seninle beraber elbette cihad ederim..." diye karşılık vermiştir...

Sonra çok geçmedi Varaka vefat etti... Resûlüllah Efendimiz ondan bahisle demişlerdir ki: "Ben onu, sırtına atlastan bir cübbe giymiş bir vaziyette (memnun ve mesrur) gördüm. Çünkü o bana imân etmiş, beni tasdik edip doğrulamıştır." [5]

Ebû Nuaym'in Abdullah bin Şeddâd'dan çıkardığı haber de şöyledir: "Varaka Hatice'ye demiştir ki: "Senin kocan, ona görüneni huzurunda açıkça görmüş mü?" Hatice: "Evet" demiş. Varaka bunun üzerine demiş ki: "Senin kocan bir Peygamberdir ve ona kendi ümmetinden çok eziyetler olacaktır..."

Yine Ebû Nuaym'in Urue tarikiyle Âişe'den rivayeti de şöyledir: "Hatice olanları Varaka'ya anlattığı zaman Varaka demiştir ki: "Cibril'i gönderen Allah, Subbûh'tur, Subbûh'tur! Yüce ve münezzehtir... Böyle putlara tapılan bir ülkede Cibril'in adı anılmazdı... Cibril, Allah'ın kendisi ile Peygamberleri arasında bir "Vahiy Emmi" dir. Sen Muhammed'i al, kendisine gelen meleği gördüğü yere götür. Melek geldiği zaman sana haber versin, sen de o zaman başim açıver. Eğer Allah tarafından gönderilmiş bir melek ise, o hemen gider, o da onu göremez." Hatice buna dair olan şeyi anlatırken: "Ben de onun dediğini yaptım. Başımı açınca melek görünmez oldu. O da onu göremedi. Bunun üzerine Varaka'ya gidip durumu anlattım. O da şunu söyledi: "Şüphesiz O'na Nâmûs-ı Ekber gelecektir."

Sonra VarakaPeygamberimiz'in açıkça davetini yapacağı günleri beklemeye koyuldu. Kendisi duygulu ve inançlı bir adamdı. Bu husustaki duygularim şiir hâlinde terennüm etmeye başladı. Söylediği şiirler şu mealde idi:

"Ben, gözyaşları içinde düşünen bir adamım!

Sabittir yolunda, sağa-sola sapmaz ayağım..."

"Hatice'nin söyledikleri çok dokundu bana,

O derece ki işledi hem ciğere, hem cana..."

"Bekliyorum büyükçe bir ümidle şu Mekke'de,

Bütün bu söylenenler ne zaman çıkacak diye..."

"Inşaallah bir hilafr'blmaksızın çıkacak!

Biz insanlara Muhammed yönetici olacak.

"Bütün beldeleri O'nun nuru aydınlatacak!

Hakk gelip yerleşecek, bâtıl da batacak!"

"Uğraşanlar O'nunla boylayacak hep hüsranı.

O'na uyanlar ise, kazanacaklar gufranı..."

"Keşke, bütün bunlar olduğu zaman ben de olsam!

Getirdiği dîne önce girip, felahı bulsam..."

"Hayır" diyerek Kureyş uzaklaşırken hayırdan,

"Evet" diyerek ben, girip dîne, olsam çağırgan!"

"Onlar toplu olarak muhalefet ederlerken...

Olsam ben, tek başıma başın yücelerde çeken!"

"Sefîh olanlardan, inkardan başka ne beklenir?

İnkâr ettikleri halbuki Hakk'ın sefiridir." .

"Onlar o gün sağ olur, ben de sağ olursam eğer, Muhakkak ki benden onlara bir ürperti değer?" "Eğer, ölür gider de hiç görmezsem o günü... Şükürler Rabbim'e ki, gösterdi bana bugünü!"

Tayâlisi, Haris bin Ebû Üsâme'den, Ebû Nuaym de Yezîd bin Babnûs tarikiyle Âişe'dcn rivayet eder. O şöyle demiştir: "Peygamberimiz Hatice ile birlikte Hıra'da bir ay itikâfta bulunmayı nezr etmişti (adamıştı). Bu Ramazan ayına rastladı. Bir gece dışarı çıktığında, "Ey Allah'ın elçisi, selam sana!" diye bir ses duydu... O, bu hususta buyur­du ki: "Ben bu sesi duyduğum zaman korktum, hattâ bunu ansızın karşılaştığım bir cin zannettim... Acele gelip Hatice'ye anlattım. O da bana: "Müjde sana ey Muhammedi Bilesin ki selam hayırlıdır, bunda korkulacak bir şey yoktur." Sonra yine dışarı çıkmıştım, bu sefer Cebrâîl ile karşılaştım, kanadımın birini doğuya, diğerini de batıya yaymıştı. Yine korkuya kapılarak hızlıca döndüm... Eve geldiğimde kapimn önünde onu yine gördüm. Benimle konuştu ve korkum yok oldu. Bana, belli bir zaman sonra tekrar geleceğini söyledi. Ben de ken­disini bekledim, hattâ gelmeyecek sandım. Bir de ne göreyim o, MîkâÜ ile birlikte karşımda durmakta... Ufku tamamen kaplamış vaziyettey­diler. Cebrâîl aşağıya inip yanıma geldi, beni iyice kucaklayıp sırtüstü yere yatırdı. Sonra kalbimi yarıp çıkardı. Sonra çıkarılmasını Allah'ın dilediği şeyleri çıkarıp altından bir tas içinde zemzem ile yıkadı. Sonra yerine iade etti. Sonra güzelce bağlayıp dikti. Sonra beni alıp tersınıe çevirdi ve arkama bir mühür vurdu. Hatta bunu tâ kalbimde hissettim. Sonra gırtlağımı yakaladı, ben de yüksek sesle ağlamaya başladım. Bu sırada o bana: "Oku ey Muhammed!" diye haykırdı. Ben ise okumak bil­miyordum, hiç okuyup yazmış değildim... Tabiî bir şey okuyamadım... O yine: "Oku!" diye seslendi. Ben de: "Ne okuyacağım?" diye sormak zorunda kaldım. O: "Rabbinin adiyle oku!" diye emretti ve beş âyetin so­nuna kadar okudu... Sonra bir adamı terazinin öbür kefesine koyup be­nimle tarttı. Ben ondan ağır geldim... Yine beni, bir başka adamla ta­rttı, ben yine ağır bastım... Sırayla beni yüzüncü adama kadar tarttı, her defasında ben ağır geldim. Bunun üzerine Mîkâîl: "Ümmeti O'na uy­acak, Kabe'nin Rabbi'ne yemin ederim!" dedi. Bu olaydan sonra, her ne zaman bir ağaca veya taşa rastlasam, mutlaka bana; "Es-Selâmü aleyke yâ Resûlellah" diyerek selam veriyordu..."

Yine Ebû Nuaym'in Mu'temir bin Süleyman'dan rivayeti de şöyledir: "Cebrâîl Peygamberimizi kucaklayıp inci ve yakutlarla süslen­miş bir yaygı üzerine oturtmuş ve kendisine hitapla: "Ey Muhammed, Rabbinin adiyle oku!..." demiştir. Beş âyeti sonuna kadar okuduktan sonra: "Korkma yâ Muhammed! Sen gerçekten Allah'ın resulüsün!" diy­erek O'nu te'yid etmiştir... Bundan sonra Peygamberimiz sür'atle evine dönmüştür. Dönüşü sırasında rastladığı her ağaç ve taş kendisini selam ile karşılamış ve secde ederek saygı hareketinde bulunmuştur. Peygam-berimiz'in de bu sebeble korkusu gitmiş, nefsi yatışmış; Allah'ın îutuf ve keremine mazhar olduğuna iyice inanmıştır..."

İbn-i Sa'd İbn-i Abbâs'tan rivayet eder. O demiştir ki: Peygamber Efendimiz Ecyâd denilen yerde iken, ayağından birini diğeri üzerine atmış vaziyette ve ufukta bir melek görmüş. Melek: "Ey Muhammed, ben Cebrâîl'im" diye seslenmiş... Bu sebeble Peygamberimiz korku içinde kalmış. Başim ne zaman semâya kaldırsa Cebrâîl'i görüyormuş. Derhal evine dönmüş. Hatice'ye durumu bildirmek üzere: "Ey Hatice, Allah'a yemin ederim ki ben, şu putlara ve kâhinlere kızdığım kadar hiçbir şeye kızmış değilim! Böyle sesler duymakla, "Ben de mi kâhin olacağım" diye korkuyorum..." demiştir. Hatice de: "Böyle söyleme, asla sen kâhin olamazsın! Çünkü Allah edebiyyen senin hakkında böyle bir şeye izin vermez. Zira sen, akrabayı gözetir, sözün daima doğrusunu söyler, emaneti edâ edersin. Gerçekten sen, son derece güzel bir ahlâka sahipsin. Böylesine güzel bir ahlak verdiği kulunu, Yüce Allah yalnız ve yardımsız bırakmaz. Kötü varlıkların kendisine dokunmasına izin ver­mez. Bir kâhin olmasına müsade etmez..." gibi sözlerle karşılık ve te-sellî vermiştir. Sonra Hatice, Varaka bin Nevfel'e gitmiş, durumu an-, latmış, Varaka da demiştir ki: "Allah'a yemin ederim ki o gerçektir! Bu, gerçekten Peygamberliğin bir başlangıcıdır. Muhakkak ona Nâmus-ı Ekber gelecektir. Sen Muhammed'e söyle, içinde hayır düşünceden başka bir şey bulundurmasın, asla korku ve endişeye düşmesin."

Tayalisi, Tirmizî ve Beyhekî Câbir bin Semura'dan nakleder, o demiştir ki: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Bana Peygamberlik verildiği günlerde Mekke'de beni selamlayan bir taş vardı. Ben oradan geçtiğim zaman, hep o taşı tanırdım..." Müslim'in buna dair haberi şu şekilde naklettiğini görüyoruz: "Peygamberimiz buyurdu: Ben Mekke'de bir taş tanırım, bana Peygamberlik verilmezden önce bu taş hep beni selam­lardı. Ben, bu taşı şimdi de tanımaktayım." [6]

Dâremi, hasendir kaydiyle Tirmtzî, sahihtir hükmüyle Hâkim, Ta-berânî, Ebû Nuaym ve Beyhekî Ali'den rivayet ederler. O şöyle demiştir: "Bizler Peygamb erimiz'in yanında bulunuyorduk. O Mekke'den çıkıp dolaşmaya başladı. Her ne zaman bir ağaca veya taşa rastlasa, mutlaka onun selamı ile karşılaşıyordu. Taş, ağaç veya dağ kendisine lisana gel­ip: "Selâm sana ey Allah'ın Resulü!" diyordu. Bunu ben dahî duyuyor­dum." [7]- .

İbn-i Sa'd ve Ebû Nuaytn Berâ binti Ebû Tecrât'tan nakleder. O şöyle demiştir: "Yüce Allah Peygamber Efendimiz'e Peygamberlik ile ke­rem kılacağı zaman, Efendimiz; haceti için çıkar, hattâ Mekke'nin evle­rinden hiç biri görünmeyecek bir yere kadar uzaklaşır, dağ yollarında kaybolur giderdi. Bu sırada uğradığı her taş ve ağaç kendisine selâm ve­rirdi. Peygamberimiz sağına, soluna ve arkasına bakar, hiç bir kimseyi göremezdi."

Ebû Nuaym bu rivayeti başka bir tanktan da nakletmiştir. Ondaki farklılık ise şudur: "Peygamberimiz de onların selamına selam ile karşılık verirdi. Bu şekilde karşılık vermesini kendisine Cebrâîl öğretmişti."

Yine İbn-i'-i Sa'd ve Beyhekî, İbrahim bin Muhammed bin Tal-ha'dan şöyle rivayet ediyor. Talha bin Ubeydullah dedi ki: "Ben Busrâ çarşısında bulunuyordum. Bir rahip, manastırından şöyle bağırıyordu: "Şu mevsınıde şurada toplanmış olan insanlardan, Mekke Haremi'nden gelmiş kimse var mıdır?" Ben buna "evet" diye cevap verdim. Rahip bana dönüp: "Ahmed meydana çıktı mı?" diye sordu. Ben: "Ahmed dedi­ğin kim?" dedim. Rahip: "Abdü'l-Müttalib'in oğlu Abdullah'ın oğludur" dedi ve ilave etti: "İçinde bulunduğunuz şu ay da, onun meydana çıkacağı aydır. O, Peygamberlerin sonuncusu olacaktır. O önce Mekke'den çıkacak, sonra hurmalık şehre, Harre'ye, Sibâh'a hicret ede­cektir. Sakın bu hususta başkalarından geri kalma!"

Rahibin bu dediklerinden kalbime bir şey düştü. Çabuk hazırlanıp yola koyuldum. Mekke'ye geldiğim zaman: "Mühim bir şey oldu mu?" diye sordum. Dediler ki: "Abdullah'ın oğlu Muhammed el-Emîn meyda­na çıktı, Peygamberliğini ilân etti. Ebû Bekir kendisine inanıp tâbi oldu." Ben de derhal Ebû Bekir'e gittim. Râhib'in dediklerini ona an­lattım. Ebû Bekir de derhal Peygambere gidip benden duyduklarim an­lattı. Bundan memnun ve mesrur olan Peygamberimiz, beni İslama davet eyledi. Ben de müslüman oldum. "

Talha'nın müsîüman olması üzerine çok sinirlenen Nevfel bin el-Adeviyye, Talha'nın elinden tutarak bağladı, Ebû Bekir'i de Talha ile birlikte bağladı. Bu sebeple kendilerine "el-Karîneyn" denilip böylece anılır oldu. Bununla: "İslâm uğrunda işkenceye uğrayan iki arkadaş" demek isterlerdi." [8]

İkrime tarikiyle İbn-i Abhas'tan Ebû Nuaym'in çıkardığı bir ha­bere göre: Abbâs şöyle demiştir: "Bir ticaret kafilesi ile ve ticaret mak­sadı ile Yemen'e gitmiştim. Kafilede Ebû Sûfyan da vardı. Biz oradayk­en Hanzala bin Ebû Süfyan'dan aldığımız mektupta şöyle deniliyordu: Muhammed Peygamberliğini ilân etti, insanları Allah'a ve Onun dinine çağırıyor." Bu haber Yemende çeşitli toplantılarda derhal duyuldu ve yayıldı. Sonra yahudüerden bir haham tarafindan bize şöyle denilmekte idi: "Şu Peygamberinizi ilân eden adamın amcası olan bir zât, sizin ka­file içindeymiş, doğru mu?" Ben kendisine: "Evet" dedim. Dedi ki: "Allah aşkına doğru söyle, O'nun herhangi bir sefîhliği, eğlenceye meyilli oluşu görülmüş müdür?" Ben de dedim ki: "Abdül-Müttalib'in ilâhına yemin olsun ki onda böyle bir şey görülmemiştir. O, asla yalan da söylememiş, emânete hıyanet de etmemiştir. O'nun Kureyş yanındaki adı "El-Emîn'dir." Bunun üzerine haham: "O'nun okuma yazması var mıdır?" diye sordu. Ben: "Hayır" dedim. Haham yerinden fırlayıp cübbesini ora­da bırakarak bağırmaya başladı: "Yahudiler mahvoldu, yahudüer mah­voldu!"

Sonra kafilemizin konakladığı yere geldiğimiz zaman, Ebû Süfyan bana: "Ey Abbâs, görüyorsun ki yahudiler yeğenin Muhammed'den kor­kuyorlar" dedi. Ben kendisine şu karşılığı verdim: "Benim gördüğümü sen de gördün. O'na inanmak hususunda ne dersin? O geçekten Peygamber ise, başkalarim geride bırakarak öne geçmiş olursun. Eğer öyle değilse, hiç olmazsa kendisini yalnız bırakmamış olursun. Emsalinden bazılarim yanında bulursun." Ebû Süfyan bana şu karşılığı verdi: "Ben, atlı askerlerin Mekke'nin üst tarafında görüleceği güne kadar O'na îmân etmem!" Ben, "Sen ne diyorsun?" dedim. O da bana: "Hiç, rast-gele konuşuyorum. Fakat aynı zamanda Mekke'nin üst tarafında bizleri zorlayacak askerlerin görülmesine Allah'ın izin vermiyeceğini de biliy­orum (!)" diye karşılık verdi."

Vaktâ ki Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'yi fethettiler, biz o gün Mekke'nin üst tarafından İslâm askerinin gelişini de seyrettik. O sırada Ebû Süfyan'a: "Daha Önceki sarf ettiğin sözleri hatırlıyor musun?" diye sordum. O da: "Allah'a yemin ederim ki, o sözleri aynen hatırlıyorum!" diye cevap verdi."

Haris bin Ebâ Üsâme Müsned'inde İkrime bin Hâlid'den nakleder. O demiştir ki: "Kureyş'ten bazıları deniz yolculuğu yapıyordu. Peygam-berimiz'in gönderilme zamanı idi. Onlar denizde giderken fırtınaya ya­kalandılar. Bir adaya sığındılar. Adada kendilerini bir adam karşıladı ve onlara: "Kimlersiniz?" diye sordu. Onlar: "Kureyş'teniz" dediler. O: "Kureyş de kim?" diye sordu. Onlar da: "Mekke haremindeniz" dediler. O: "Şimdi sizi tanıdım, fakat sizler Harem-i Şerifin ehli değilsiniz, onun ehli biziz" dedi ve kendisinin Cürhüm kabilesinden olduğunu söyledi. Ayrıca; "söyleyin bakalım Ecyâd denilen yere niçin bu isını verilmiştir?" diye sordu ve kendisi cevapladı: "Bizını atlarımız oraya ayak bastığı için." Onlar da kendisine yeni bir olaydan bahisle: "Bizını memleketi­mizde bir adam çıktı, kendisinin Peygamber olduğunu iddia ediyor. Bu adamın esas itibariyle şöyle şöyle halleri ve üstün nitelikleri vardır. Şimdi bize bu hususta ne dersin?" dediler. O adalı adam da dedi ki: "O'nun davası haktır, siz O'na uyunuz! Eğer benim şu halim olmasa, muhakkak ben de sizlere katılır, sizlerle beraber o'na uyardım." [9]

İbn-i Asâkir Abdurrahmân bin Humeyd tarikiyle onun ba­basından, o da kendi babasından nakleder. O şöyle demiş: "Ben Peygam-berimiz'in gönderilmesinden bir sene önce Yemen'e sefer etmiştim. Hımyerli Avâkin oğlu Askelân'ın yanına indiğimde bana Mekke, Kabe ve Zemzem'den sordu. "İçinizden şerefli ve emniyetli bir adam meydana çıktı mı? Dininiz hakkında size karşı gelen birileri duyuldu mu?" dedi. Ben kendisine: "Hayır" diye cevap verdim. Nihayet Peygamberimizin gönderilmesi sırasında Yemen'e bir seferim daha oldu. Yine onun ziyar­etine gittim. Kendisi iyice zayıflamış, kulakları ağırlaşmış idi. Çocukları ve torunları başına toplanmışlardı. Benim geldiğimi kendisine haber verdiler. Onu yatağından kaldırıp arkasına yastıklarla destek koydular. Bana hitaben: "Kim olduğunu söyle" dedi. Ben de: "Abdurahman bin Avfım" dedim. O: "Yeter ey Kureyş'in ve Zühre'nin kardeşi" dedi ve ilave edip: "Sana ticaretten daha hayırlı bir müjdem var, ne dersin?" dedi. Ben de: "Hay Hay!" dedim. Dedi ki: "Sana olan müjdem, şaşırtıcı ve rağbet ettirici bir müjdedir! Bundan önceki ayda Allah senin kavmin­den bir Peygamber gönderdi. O'nu tertemiz bir dost olarak seçti, O'na kitap indirdi. Kitabın okunmasına sevaplar verdi. O'nu putlardan neh-yetti, insanları İslâm'a çağırmasını emretti. O, iyiliği emreder ve işler, bâtılı nehyeder ve yıkar." Bunun üzerine ben kendisine: "O Peygamber kimlerdendir?" diye sordum. Cevabında: "O, ne Ezd kabilesindendir, ne döküntü ve ayak takımından. O, Hâşim oğullarındandır. Sizler O'nun yakınlarısınız. Ey Abdurahman, benim sana söylediklerimi gizli tut! Mekke'ye de çabuk dön! Sonra git ve O'na destek ol, O'na inan ve O'nu gerçekle! Kendisine benim şu şiirlerimi de ulaştırıver:

Yaradılmışların Hâliki, gece ve gündüzün Fâliki Yüce Allah'a şahadet ederim ki senin (ey Muhammed) Kureyş yanındaki şerefin çok yüksektir. Ey, babası yüz deve kurban edilerek kurtarılmış bulunan zât, sen bir Peygamber olarak gönderildin! Hak ve Yâkine davet eder­sin, hak ve Felâh'a çağırır irşâd eylersin. Mûsa'nın Rabbi olan Allah'a yemin ederim ki sen, Mekke Vadisinde Allah'ın elçisi kılındın. Bütün in­sanları iyilik ve kurtuluşa çağıran O Yüce Melik'in yanında, ne olur bana da şefaatçi ol."

Abdurahman diyor ki, ben onun beyitlerini bir güzelce ezberledim ve işlerimin çabuk görülmesine baktım. Tez Mekke'ye döndüm. Ebû Be­kir ile karşılaştım ve onu durumdan haberdar ettim. O da dedi ki: "Bu Muhammeb bin Abdullah'tır. Allah O'nu gerçekten elçi kılmıştır, he­men kendisine gidip îmân etmelisin." Ben de derhal kendisine gittim. O sırada kendileri Hatice'nin evinde idi. Beni görünce gülümsediler ve şöyle buyurdular: "Güzel ve yumuşak bir çehre görüyorum, ey Abdur-rahmân; bunun sebebi ne ola ki?" Ben şu karşılığı verdim:

"Neyi öğrenmek istediniz yâ Muhammed?" Bunun üzerine buyur­dular ki: "Sen bana verilmek üzere bir emâneti yüklendin, yahut da bana tebliğ edilmek üzere bir elçilik vazifesi kabullendin. Onu bana ver­melisin!" Ben de kendisine emâneti teslim ettim ve akabinde de müslüman oldum." [10]

Peygamberimiz'in Cebrâîl'i bu şekilde görmesine gelince. Bu seferinde Cebrâîl, Allah'ın kendisini yarattığı aslî fıtratı ve sureti ile görünmüştür. Altı yüz kanadı ile bütün ufku kapatmıştı. Cebrâîl'in O'na bu şekilde görünmesi, şu âyetlerle de anlatılmıştır: "Üstün akla sahip olan (melek) doğruldu (gerçek m eleklik şeklinde göründü.) Kendisi yüksek ufukta iken." (Necm Sûresi, 6-7). Peygamberimiz Melek Cebrâîl'i gerçek meleklik şeklinde bir başka defa daha görmüştür. Bu ise, isrâ Gecesi'nde Sidre-i Müntehâ'da vukua gelmiştir. Yine aynı Sûrenin şu mealdeki âyetleri de buna işaret etmektedir:

"Andolsun ki O onu, bir kez daha inerken görmüştü, Sidratü-l-Müntehâ'nın yanında." (Necm Sûresi, 13-l4).

Vahiy; Lügatta bir şeyi hızlı ve gizli olarak bildirmek, demektir. Bunun için gizlice yapılan bir işarete, elçiliğe, hilkat ve fıtratın verdiği ilhama da vahiy denilmiştir. Vahyin; din ve şeriat lisanındaki manası İse: Yüce Allah'ın herhangi bir Peygamberine vahiy yollarından herhangi biri ile ilkâ etmesi, yâni onun kalbine indirmesidir. Bu; yâ onun kalbine ilkâ edilmesi şeklinde olur, yâ uyurken rüya yolu ile olur, yâ vahiy meleği Cebrâîl'in gönderilmesi suretiyle olur, ya da perde ötesinden Allah'ın kendisi ile konuşması şeklinde olur

5 PEYGAMBERİMİZE PEYGAMBERLİK VERİLMESİ SIRASINDA DUYULAN BAZI SESLER

Buhârî Ömer bin el-Hattâb (radıyallahü anh) den rivayet eder. Adamın biri Ömer'e uğramış, Ömer ona kim olduğunu sormuş. Adam: "Ben câhiliyye zamanı onların kâhini idim" demiş. Ömer: "Peki, sana gelen cinlerin en şaşırtıcı haberi ne idi?" diye sormuş. Adam: "Ben günün birinde bir çarşıda bulunuyordum. Cinlerden birinin gelip: "Şu cinlerin işine şaşmaz mısın? İnsanları hayrete ve ümidsizliğe düşürürken, sınıde de herkesten önce müslüman olacağız diye koşturuyor?" diye haykırdı. Doğrusu bu benim için çok şaşırtıcı olmuştur."

Ömer, o adama hitaben: "Doğrudur" dedi ve şunları ilave etti: "Ben de günün birinde onların putlarimn yanında uyuyordum. Adamın biri bir davar getirip putun yanında kesti. Ondan öylesine bir feryad çıktı ki, ben bu kadar şiddetli bir feryadı daha önce işitmemiş tim. Evet, şiddetle feryad ediyor ve şöyle diyordu: ;'Ky celîh! Emr-i necîh, recül-i nasîh!... (En güzel nasîhatçı) bak ne diyor: "Lâ ilahe illallah = Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur!"

İşte bu ses üzerine, yanımdaki adamlar kalkarak kaçmaya başladılar. Ben ise: "Bunun aslimn ne olduğunu öğrenmeden buradan ayrılmam!" diyordum. Aynı feryadı ikinci ve üçüncü defa- işittim. Bunun üzerine ben de kalkıp gitmek istedim. Hiç vakit geçmemişti ki, "İşte Peygamber zuhur etti!" denildiğine şahit olduk..."

(Buhârî bunu, Ömer'in Müslüman Oluşu Bâbı'nda zikreder.)

"Gıfâr Oğulları bir gün Kabe yakimndaki putlarına bir buzağı kurban etmek istediler. Onu putun yanına götürdüklerinde öyle bir feryad kopardı ki, "Ey Zerîh, bir iş ki necîh, bir konuşma ki gayet fasîh! Haykırıyor gayet seçik, çağırıyor gayet açık: "Lâ ilahe illallah!" ...Mekke bu davetle çınlıyor maşallah!..." Adamlar böyle feryad eden buzağıyı serbest bırakıp beklemeye başladılar. Derken bir baktılar ki Peygamberimiz Peygamberliğini ilân edivermiş..."

(Yine Beyhekî ile İmâm-ı Ahmed'in Mücâhid'den bu mealde bir rivayetleri var. Fakat bunda buzağı yerine sığır deniimiştir.)

Yine Beyhekî'nin Berâ tarikiyle Ömer'den bir riv yeti: "Ömer bin el-Hattâb (radıyallahü anh), Sevâd bin Kârib'e: "Müslümanlığı kabul etmen nasıl oldu bize anlatır mısın?" diye sormuş. Sevad da şöyl- anlatmış: "Benim cinlerden kendisine danışmalarda bulunduğum bir arkadaşım vardı. Bir gün ben uyurken o gelip ansızın beni uyardı ve bana: "Kalk, anla ve aklim çalıştır! Eğer akledersen, Lueyy bin Gâlib Oğullarından bir Peygamberin gelmiş olduğunu anlamakta gecikmezsin." Bundan sonra şiir hâlinde şunları söylemeye başladı:

"Cinlere ve onların azgınlarimn hâline şaşıyorum... Şimdi de içlerinden bazıları binitini yola sürmüş, hidâyet ve rüşd yolunu aramak üzere Mekke'ye yönelmekte... Elbette onların mü'ınin ve müslüman olanları, kâfirleri gibi değildir. Haydi sen de Hâşim Oğullarından seçil­miş Peygamber'e git, kendi gözünle O'nu gör ve uyumaya çalış." O bana bunları söyledikten sonra ismen ve de büyük bir hiddetle hitabederek: "Ey Sevâd, gerçekten Allahü teâlâ bir Peygamber göndermiştir, haydi durma O'na git, hidâyet ve rüşde nail ol!" diye emretti, ikinci gece oldu, yine o bana böyle gelip aynı şeyleri söyledi. Bunu üçüncü gece de tekrarladı. Her üç gecede aynı anlama gelen şiirleri okumayı da ihmâl etmedi. Bunun üzerine ben düşünmeye başladım. Baktım kalbimde İslâm için ciddî bir sevgi doğmuş... Gidip Peygamberi gördüm. O beni görünce: "Merhaba ey Sevâd, biz sana geleni ve seni uyaranı biliyoruz" buyurdu. Ben: "Ey Allah'ın Resulü, ben bunu kendi üslûbumla şiir hâlinde tekrara çalıştım. Bu şiirimi benden' dinler misiniz? diyerek müsâde istedim ve şiirimi okumaya başladım:

"Bir uyku ve istirahat sonrasında bana danışmanım geldi. Ne kadar tanıdı isem de hiç onun yalanim yakalamış değilim. Her üç gecede onun bana söylediği: "Lueyy bin Gâlib Oğullarından bir Hakk elçisi geldi" sözü olmuştur. Ben de paçayı kolları sıvayıp sür'atli binit devemin sırtına atlayarak uzaktan geldim... îmdi ben şehâdet ederim ki: Allah'tan başka bir ilâh yoktur, şüphesiz Sen de O'nun elçisisin, her gâib haber için Emîni'sin... Peygamberler içinde şefaati bize en yakın olanısın. Ey en keremli ve en şerefli ataların evladı... Ey yeryüzünde yürüyenlerin en hayırlısı, sana geleni bize tebliğ eyle! O gelenler her ne kadar başımızdaki saçı ağartacak kadar ağır ve zor da olsa, sen bize emret!... Bir şefaatçinin bulunmadığı o güne, bana şefaat eyle! O günde, Sevâd bin Gâlib adındaki bu âcize, ancak sen yardımcı olabilirsin...[1]

Beyhekî Hişam bin Muhammed el-Kelbî'den nakleder. O demiştir ki: "Bana Tayy kabilesinin yaşlı adamlarından bazıları anlatırlar ve dediler ki: Kendisi Tayy kabilesinden olduğu halde Umman arazîsinde bir puthânede müstahdem olarak çalışan Mazin adında biri vardı. Onun Nâcez adında bir putu bulunuyordu. Mazin bu putuyla ilgili olayı anlatmak üzere demiştir ki: "Bir gün ben putuma bir kurban sunuyor­dum. Bu sırada putun içinde gür bir ses işittim. Bu ses diyordu ki: Ey Mazin, durma yönel, yönel! Bana kulak ver de dinle, cahillik etme de anla! İşte gönderilen. Peygamber, O'na semadan gelmiş haber, O'na îmân et de olma ebter... Cehennemde yanmaktan kurtul, onun yakacağı taşdır veya kul!"

Mazin der ki: "Vallahi bu çok şaşılacak bir şey!" dedim. Sonra birkaç gün geçti, ben putuma bir kurban daha sundum. Aynı mealde evvelkinden daha açık sözler işittim. Diyordu ki: "Ey Mazin, dinle sürura er! Hayrı açığa çıkaran, şerri yerin dibine batıran dine gir! Mudar'dan Muhammed Peygamber olarak görderildi, semâdan Allah'ın en büyük dini indirildi. Artık sen, kendi elinizle yonttuğunuz taşlara tapınmaktan vazgeç! Ebedî azaptan kurtaracak yolu seç!..."

Putun içinden gelen bu sesler beni dehşete düşürdü ve: "Bu, Öncekilerden daha da şaşılacak bir şey!" demekten kendimi alamadım. Fakat hakkımda murâd edilen bir hayırdır, diye yorumladım... Hicaz ülkesinden bir adam geldi bu sırada. Geldiğin yerde ne gibi bir haber var, diye sorduk. O da dedi ki: "Mekke vadisinde bir adam çıktı ortaya... Kendisinin yanına gelenleri yeni dine davet ediyor. Adına Ahmed denilen bu adam, "Ey insanlar, Allah'ın dâvetçisine icabet ediniz!" ilânında bulunuyor." Ben, adamın bu sözleri üzerine: "Vallahi benim işittiğim şeyin anlamı da budur" diye söyledim. Derhal yola çıkıp Peygamber'e gittim, Allah'ın salât ve selâmı O'na olsun! O bana, İslâmı bir güzelce anlattı, ben de müslüman oldum... Peygamber Efendimiz'e dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, ben bazı kötü alışkanlıkları olan bir kimseyim; içki ve eğlenceye, kadınlara düşkünüm... Arazîmiz de yıllardır kuraktır... Sonra Allah bana bir oğlan da vermemiştir. Ne olur, benim hakkımda Allah'a dua ediverseniz de, bu sıkıntı ve kötülüklerden kurtulsam; hem bir erkek evlada, hem bol yağmura kavuşsam."

Peygamberimiz derhal dua buyurarak: "Ey Allah'ım, bu kulunun eğlence sevgisini Kur'ân okuma sevgisine çevir! Harama olan isteklerini, helâl olan istekler hâline getir. Onu yağmura ve erkek evlâda nail eyle."

Durumu böyle dile getiren Mazin, devamla diyor ki: "Yüce Allah benim bütün sıkıntı ve yaramazlıklarımı giderdi. Beni hem evlâda, hem de bol yağmura nail eyledi.

(Bu rivayeti, Hişâm bin el-Kelbî yoluyla Taberânî ve Ebû Nuaym de nakletmişlerdir.)

İbn-i Şahin es-Sahâbe adlı kitabında, İbn-i Mende Delâilü'n-Nü-büvve adlı esirinde, el-Muâfi de el-Celîs adlı kitabında Ebû Haysenıe tarikiyle Abdurrahmân bin Ebû Sübre'den, o da Ziibâb bin el-Hâris es-Sahabî'den rivayet ederler. O demiştir ki: "tbnü Vakşe'nin cinlerden bir danışmanı vardı, olacak şeyleri ona haber verirdi. Bir gün yine ona gelerek ve dikkatle kendisine bakarak: "Ey Zübâb, ey Zübâb! Şaşılacak haberler var, dinle! Muhammed'e Mekke'de Peygamberlik verildi, davete başladı, fakat kimseler kendisini dinlememekte..." Dedim ki: "Peki bu nasıl oldu, bana anlat." O cevabında: "İşte bu kadar, olanlar şimdilik fazla sayılmaz" diye konuştu. Nihayet Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) çıkışim bizzat işittim ve kendisine tâbi oldum, müslümanlığı kabul ettim."

Şebbe oğlu Ömer, Gıfâf kabilesinde Osman oğlu el-Cemûh'dan nakleder. O şöyle demiştir: "Biz câhiliye zamanında mahallemizde oturuyorduk. Derhal bir haykırış duyduk geceleyin... Feryâd edercesine bağıran bu ses; şiirden bazı kısınılar söylüyordu. Ertesi gece ve daha ertesi gece de gelip aynen o şiirleri söyleyip gitti. Aradan zaman geçmemişti ki, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) ortaya çıktığı haberi geldi."

İbn-i Sa'd ve İbn-i Asâkir Yezıd bin Rûmân'dan nakleder. O şöyle anlatmıştır: "Osman bin Affân ve Talha bin Ubeydullah Peygamber Efendimiz'e gidip açıktan müslıiman oldular. Osman dedi ki: Ey Allah'ın Resulü, ben Şam'dan yeni döndüm. Biz Meân ile Zerkâ arasında iken biraz uykuya dalar gibi olmuştuk. Bir de ne görelim, biri feryâd ediyordu: "Ey uyuyanlar! Kalkınız, kalkınız! Şimdi uyuma zamanı değildir, hemen Mekke'ye gidiniz. Zira Mekke'de Ahmed zuhur etmiştir!" Mekke'ye geldiğimizde sizin zuhurunuzu duyduk, müslüman olmak için geldik."

İbn-i Sa'dEbû Nuaym ve İbn-i Asâkir Süfyân el-Hüzelt'den naklederler. O da demiştir ki: "Bir kafilede Şam'a gitmiştik. Zerkâ ile Meân arasında iken bir yerde mola verdik, Uyuyup istirahata çekildik. Birisi boyuna bağırıyordu: "Ey uyuyanlar, kalkınız, şimdi uyuma zamanı değildir! Mekke'de Ahmed gerçekten ortaya çıktı ve büyük cinler sürüldü..." Bu ses üzerine hemen uyandık ve irkildik. Biz orada birtakım genç arkadaşlar idik. Bu sesi hepimiz birlikte duymuştuk. Dönüp evimize geldik, bir de ne görelim, herkesin dilinde konuşulanlar Mekke'deki ihtilaf... Gerçekten Peygamber zuhur etmiş, kimi inanmış, kimileri de inanmak istememiş. Çıkan Peygamber, Abdü'l-Muttalib oğullarından bir zât olup adı da Muhammed imiş."

Ebû Nuaym Yâkûb bin Yezıd et-Teymî'den rivayet eder. Adamın biri Ömer'e uğrayıp sordu: "Yâ Ömer, sen bir kâhin misin? Cinlerden danışmanın ile ne zaman buluşurdun?" Ömer kendisine şu karşılığı verdi: "İslâm'dan az öncesi idi. Bir cin gelip: "Es-Selâm, es-Selâm! el-hakku'l-mubîn ve'l-hayru'd-dâim, ğayru hılmi'n-nâim... Allahu ekber!" diyerek feryâd etmişti. Kâhinlikten maksadın bu mudur? Benim bu sesi duymam mıdır?" Oradakilerden biri söze karışıp: "Ey mü'ıninlerin emiri, buna benzer bir haberi de ben size söyliyeyim mi? Biz ovada giderken bir yankıdan başka bir şey işitmiyorduk. Derken biri atma binmiş feryâd ediyordu: "Yâ Ahmed, yâ Ahmed! Allahü alâ ve emced! Allah'ın sana va'dettiği hayır sana geldi, ey Ahmed!" Sonra bu feryâd eden kayboldu..."

Bu sırada oradakilerden bir diğeri söze karışıp: "Ey mü'ıninlerin emîri, ben de bunun gibi bir haberi anlatmak isterim. Şöyle ki: Biz Şam'a gitmiştik. Giderken Gafra denilen yere geldiğimizde gâibden ve arka tarafımızdan bir ses diyordu ki: "Gerçekten yıldız doğup parladı, ortalığı aydınlattı. Şiddetli ve koyu karanlıklar içinden doğup o karanlıkları dağıttı. Bu, Allah'ın elçisidir, O'nu tasdik eden felaha erecektir. Allah O'nun işini yüceltecek, O'na üstün başarılar verecek onu gerçekleştirecektir..."

Ebû Nuaym İbn-i Abbâs'tan şu haberi çıkarmıştır: "Bir gün Ebû Kubeys dağından bir cin şöyle feryad ediyordu: Ka'b bin Fihr'i Allah yerin dibine batırsın. Akıllar ne kadar zayıfladı ve ne kadar hafifledi? Baksanıza onun dini, ataların dini kötüleyerek ilerlemek istiyor... Halbuki o atalar asıl kişilerdi. Cin bunu sizlere söylerken yeminle söylüyor! Aklimzı başimza alimz, ey hurmalıklarda ve kalelerde duran­lar! Yakında atlıların birbirine girip savaştıklarim görürsünüz. Hiç mürüvvete sığar mı ki, kişi amcası, dayısı ile harb etsin? Dillere destan olacak şekilde akrabaları ile savaşsın ve vicdanı bundan rahatlık duysun? Atalarimzı düşünün ey ahâlî!"

Yâni cin (gizliden haykıran adam), bu suretle Kureyş'i İslâm aleyhine kışkırtıyordu. Ertesi günü Mekke'de herkes bu feryad eden sesi konuşuyordu. Onun şiir hâlinde söylediği bu sözler, müşrikler arasında tekrarlanmıya başladı. Onlar bu sözlerle açıkça müslümanları kötütüyorlardı. Bunun üzerine bir konuşma yapan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz: "Bu, şeytanın putlar hakkında çektiği bir nutuktur. Bu - şeytanın adı da Mis'ar'dır. Çok geçmez Allah onu helak edecektir!" Bundan sonra üç gün geçmişti ki, yine Ebû Kubeys dağından bir ses feryad ediyordu: "Biz, Mis'ar'ın hesabim gördük. Kibirlilik gösterip azdığı için cezasını çekti. Üstelik o, hem hakkı inkar etmiş, hem de inkarı âdet haline getirmek istemişti. Elbette ki, İslama saldıran ve tertemiz Peygamberimiz'e söven bir varlığın cezası budur!"

Bu ses de Mekke'de konuşulur oldu. Peygamberimiz de bu hususta şöyle buyurdu: "Bu cinlerden bir ifrittir; çok şuurlu ve kendisinden zeka fışkıran bir varlıktır. Onun adı Semhac'dır. Ben ona Abdullah adim verdim. O bana gelip îmân etti ve cinlerden Mis'ar'ın çoktandır peşinde olduğunu da söyledi. Onu ele geçirmiş ve öldürmüştür."

El-Fâkihı, Mekke'ye Dâir Haberler adlı eserinde İbn-i Abbâs'tan şöyle nakleder: Âmir bin Rabîa[2]) dedi ki: "İslâm'ın ilk günleri idi. Biz Peygamber Efendimiz'in yanında idik. Mekke dağlarimn birine bir ses geldi. İnsanları müslümanların aleyhine kışkırtıyordu. Peygamberimiz: "Bu bir şeytandır. Eğer bir şeytan, insanları Peygambere ve ona tâbi olanlara karşı kışkırtacak olursa, mutlaka Allah onu ölümle cezalandı­rır" buyurdular. Çok geçmeden de onun öldürüldüğünü haber verdiler...

Onu öldürenin cinlerden Semhac olduğunu ve kendisinin ona "Abdullah" adim verdiklerini söylediler... O günün gecesinde aynı yerden bir cin'in şöyle haykırdığim duydum: "Biz Mis'ar'ı öldürdük! Çünkü o hakkı küçültmek ve inkar etmek istemiş, küfrü övmüş, Peygamber'e sövmüştü."

Ebû Sa'd Şerafü'l-Mustafâ adlı kitabında Cendel bin Nadla'dan şöyle nakleder: O, Peygamber Efendimiz'e gidip demiştir ki: Ey Allah'ın Resulü, benim cinlerden bir arkadaşım vardı, bir gün ansızın bana gelip dedi ki: "Haydi uyan gafleti bırak, baksana dîn kandili yandırılmış bulunuyor! Sâdıku'l-Emîn olan Peygamber gönderilmiş bulunuyor! Güzel huylu deveye binip hemen O'na gitmelisin, O'na îmân etmelisin!" Ben, ne oluyor diye korku ile uyandım? O tekrar dedi ki: "Arzı yayıp döşeyene, kesin emirleri farz kılana yemin ederim ki, Arz'ın her tarafında Muhammed, Peygamber olarak gönderildi. O, Mekke Haremi'nde neş'et etmiş, Taybe'ye de hicret etmiştir (edecektir)." Bunun üzerine ben hemen yola çıktım. Gelirken da gaipten bir ses bana: "Ey güzel huylu devesine binerek yola çıkmış adam, Peygamber'e doğru olan yolun hayırlı olsun, sen bu yolda doğruyu bulacaksın..." diye nida ediyordu."

İbn-i'-l Kelbî Adiyy bin Hâtim'den nakleder. O demiştir ki: "Ben, Kelb kabilesinden Habis bin Diğne adında birini ücretle çalıştırmakta idim. Bir gün o, dehşete kapılmış vaziyette geldi. "İşte develerin!" diyerek bağırdı. Ben kendisine: "Seni korkutan nedir?" diye sordum. Bana verdiği cevapta dedi ki: "Ben vadide develeri gezdirirken karşı dağ yolunda bembeyaz saçlı birisi, kartal gibi süzülerek indi ve vadiye kondu. Ben gördüğüm manzaradan dehşete kapılmıştım Bana hitaben dedi ki: "Ey Habis bin Diğne, ey Habis; kalbine vesvese gelmesin, sakın kendi kendini aldatmıyasm, şüpheye mahal yoktur ki bütün açıklığı ile Hakk'ın nuru zuhur etmiştir! Hiç vakit geçirmeksizin o nura koş, o nura karşı sakın kibirlenme, kanad indirip kabul eyle..." Bunları bana söyledikten sonra da oracıktan hemen kayboldu. Ben de hemen develeri toparlayıp başka bir vadiye indirdim. Biraz sonra uykuya dalmıştım. Atlı birisi gelerek beni uyandırdı ve bana hitaben: "Ey Habis, söylediklerimi iyi dinle! Şaşkınlıklar içinde dolaşan biri, hiç hidâyete eren gibi midir? Sakın Tarîk-ı Müştekim üzerinden ayrılma! Peygamber Ahmed'in getirdiğini dinle, bütün dinler yürürlükten kaldırılmıştır!" Ben bu sözler karşısında fazla heyecanlanıp bayılmışım. Biraz sonra aklım başıma geldiğinde, iyice bildim ki Allah beni müslümanlık hususunda imtihan etmektedir..."

Taberânî ve Ebû Nuaym Amr bin Mürre el-Cühenî'den şu haberi nakletmişlerdir: O demiştir ki: Ben hacc için yola çıkmıştım. Mekke'ye vardığımda şöyle bir rüya gördüm: Mekke'den bir nûr yükseliyordu, tâ Medme dağına ışığı vuruyordu. Sonra bu yükselen nûr sütunu içinden bir ses: "Nûr yükseldi, karanlık mahvoldu! Son Peygamber gönderildi" diye feryad ediyordu. Sonra bir nûr daha yükseldi, bunun da ışığı tâ Hıra ve Medâin köşklerini aydınlatıyordu. Bana onları gösteriyordu ve içinden bir ses: "İslâm zuhur etti, putlar kırıldı, yakınlar ve fakirler gözetildi" diyordu. Büyük bir ürperti içinde uyandım ve arkadaşlarıma: "Vallahi burada büyük bir olay çıkacaktır!" diyerek rüyamı anlattım. Hac dönüşü memleketimize vardığımız zaman hepimizi sarsan bir haber ulaştı. "Ahmed adında bir zât, Mekke'de Peygamberliğini açıkça ilân etti" deniliyordu. Ben yerimde duramayıp yola çıktım, Mekke'ye gelip Peygamberi gördüm. O'na rüyamı anlattım ve müslüman oldum. Peygamber Efendimiz'e dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, kavmim içinde müslümanlığı tebliğ edip yaymam için ,beni vazifelendir!" O da bunu kabul buyurup beni vazifeli kıldı. Ben de kavmime döndüğümde onları İslâma davet ettim. Müslümanlığı hepsi kabul ettiler, ancak içlerinden biri aksilik ve kibirlilik gösterip İslâm aleyhinde bulunmağa başladı. Bana hitaben beddualar yağdırıp şöyle diyordu: "Ey Anar bin Mürre! Sen bize, ilâhlarımızı terketmeyi ve atalarımızın yolundan sapmayı mı emrediyorsun? Bu nasıl olur? Allah senin hayatim zehir etsin! Yaşayışında huzur yüzü görme... Hiç aklı başında bir kimse, o büyük ve asıl ecdadın yolundan döner mi? Onları açıkça kötüler mi?"

Ben de onun bu kötülemesi ve karşı çıkmasına karşılık olarak dedim ki: "Ey zavallı! Dinle, içimizden hangimiz yalancı ise, hangimiz iyiliği değil de kötülüğü istiyorsa, Allah onun hayatim kendisine zehir etsin. Gözünü kör, ağzim dilsiz eylesin." Allah'a yemin ederim ki o adam, vefat etmezden önce hem gözleri kör oldu, hem de ağzı dilsiz oldu. Görmüyordu ve de konuşamıyordu. Bu şekilde helak olup gitti.

Ebû Nuaym, el-Haraitî, İbn-i Asâkir; Harbûz el-Mekkî tarikiyle şu haberi nakletmişler: Has'am kabilesinden biri anlatır: Biz Araplar, çok Önceleri ne puta tapar, ne de helâl olan şeyleri haram kılardık. Sonradan bu yollara sapılmıştır. Derken putlar hakem yapılmıştır. Bir günün gecesinde ben de bazı yakınlarımla bir iş hususunda putumuza danışmak üzere onun yanına gitmiştik. Ona mürâcât etmiştik. Tam bu sırada gaipten bir ses şöyle haykırıyordu: "Ey akılları ve cisınıleri olan insanlar! Ey hükümleri putlara isnad edenler! Sizlere ne oldu da böylesine akılsızlık ediyorsunuz? İşte bakınız, âlemlerin Efendisi ortada duruyor! Hükümlerin en doğrusunu ve en adaletlisini duyuruyor! İnsanları akılsızlıklardan ve kötülüklerden koruyor! O, bütün bunları açıkça ilân edip dururken Mekke'de, siz hâlâ ne diye duruyorsunuz bu karanlıklar içinde?" Biz gaipten gelen bu sesi duyunca, hepimiz dehşete kapılıp putun etrafından kaçıştık ve dağıldık. Sonra gaipten gelen sesin şiir hâlinde söylediği sözler, Mekke'de herkes tarafından söylenir oldu. Mekke'de zuhur eden Peygamber oradaki vazifesini tamamlamış Medine'ye göçmüştü. İslâm Medine'de hızla yayılmaya başlamıştı. Bir gün ben de Medine'ye gittim Peygamberin huzurunda müslüman oldum."

Ebû Nuaym Temîm-i Darî'den nakleder, O demiştir ki: "Peygamber Efendimiz gönderildiği zaman ben Şam'da idim. Bazı ihtiyaçlarım için şehir dışına çıkmış dolaşıyordum. Akşam olduğunda bir vadide gecelemem icâb etti. Yatarken, bana bir zarar dokunmasın diye âdete uyarak: "Ben, şu vadinin efendisi ve sahibine sığındım!" diyerek uzandım. Bir de ne göreyim gaipten bir ses: "Ey Temîm, ne yapıyorsun! Niçin senin gibi bir mahlûka sığimyorsun? Bilmelisin ki hiç bir cin, Allah'ın irâdesi önüne geçemez, Allah'ın murâd ettiği bir zararı önliyemez!" Ürpererek doğruldum ve: "Vay anasına! Sen neler söylüyorsun?" demekten kendimi alamadım. Gaipten tekrar: "Niye anlamıyorsun? İşte Allah'ın Resulü meydana çıktı. Biz, O el-Emîn arkasından namaz kıldık Mekke'de... Müslüman olup Ö'na uyduk. Cinlerin bütün hileleri sona erdi, tecellî eden vahiy konusunda kulak hırsızlığı yapmaları da sona erdi. Sen, durma Muhammed'e git müslüman ol! O, bütün âlemlerin rabbi olan Allah'ın hak elçisidir! Tereddüt gösterme, derhal müslüman ol!"

Temim devamla der ki: "Sabah olunca Şam'daki rahiplerden birine gidip olanları anlattım. Onun cevabı da şu oldu: "Sana söylenen doğrudur. Bir Peygamber Harem'den çıkacak, Harem'e hicret edecektir, diye bizde bilgi bulunmaktadır... O, cümle Peygamberlerin sonuncusu ve en büyüğü olacaktır. Durma kendisine git, müslüman ol!"

Ebû Nuaym Huveylid ed-Damrî'den nakleder: "Biz, putlarımızdan birinin yanında oturuyorduk. Ansızın putun içinden şöyle bir ses geldi: "Vahiy hakkında kulak hırsızlığı yapmak sona erdi! Şeytanlar o sahalardan sürüldü. Bütün bunlar, Mekke'de zuhur eden Peygamber hürmetine tecelli etti. O'nun adı Ahmed'dir, hicret yurdu da Yesrib (Medine) dir. O, namazı ve orucu emreder, iyilik ve yardımlaşmayı tavsiye eyler," Biz, putun yanından kalkıp durum hakkında insanlar­dan soruşturmaya başladık. Bize cevaben dediler ki: "Evet, gerçekten Mekke'de Ahmed adında bir Peygamber çıkmıştır, dâvetine başlamıştır..."

Ebû Nuaymİbn-i Cerîr ve diğer bâzı kaynaklar Abbâs bin Mirdâs'tan naklederler. O şöyle demiştir: "Müslümanlığı kabul ettiğim günün Önceleri idi. Babam vefatıyla neticelenen hastalığmdaydı. Bize şöyle vasiyyette bulunmuştu: "Putumuz Dumâr'a iyi itina gösteriniz!" Ben de onu evimde saklıyor, her gün yanına gidip saygılar sunuyordum. O günlerde Peygamberimiz de zuhur etmiş bulunuyordu. Vakit gece idi. Putun içinden bir ses şöyle feryad ediyordu: "Kalk, bütün kabilelere söyle, Süleym'deki bütün halka duyur, put ehli helak oldu, mescid ehli yaşadı!... Dumâr dediğiniz put da vadiyi boyladı! Çünkü ancak Allah'a ibâdet yolunu gösteren Peygamber Muhammed geldi!... Öyle bir Peygamber ki, Kureyş'ten olup bütün Peygamberlerin ilmine varis oldu; Meryem oğlu Îsâ'dan sonra Peygamberlik ve hidâyet O'na verildi..."

Ben, bunu kimselere söylemedim, insanlar Ahzâb harbinden dönüp geldiler. Ben o sırada Akîk Vâdisi'nde idim. Yine şiddetli bir ses işittim, şöyle haykırıyordu: "Geçen Pazartesi ve Salı günlerinde nûr ve hak, devesi üzerinde savaşan Peygamberle beraberdi. Niçin görmezlik­ten gelirsiniz?" Diğer taraftan bir başka ses de buna şöyle karşılık veriyordu: "Evet; cinlerin oyun ve hileleri bozuldu, şeytanlar sürüldü, semâlar iyice korundu, Allah'ın vahyi tertemiz olarak meydana çıktı." Ben, bunun üzerine büyük bir ürperti ile yerimden sıçradım ve kat'î olarak bildim ki, "Artık Muhammed Peygamber olarak gönderilmiştir."

İbn-i Sa'd ve Ebû Nuaym Saîd bin Amr el-Hüzelî'den naklederler. O şöyle demiştir: "Bize âit bir putun yanında kurban (!) bağızlayıp o puta takdim ettim. Putun içinden son derece şaşılacak bir ses işittim."Abdü'l-Muttalib oğullarından bir Peygamber çıktı. Zinayı ve putlara kurban kesmeyi haram kılıyor. Semâlar da cinlere karşı korunmuş, şeytanlar sürülmüştür..." Ben ve yanımdakiler derhal putun yanından uzaklaştık. Vakit geçirmeksizin Mekke'ye gittik. Her kime bunu sorduksa da, hiçbir cevap alamadık... Nihayet Ebû Bekir ile karşılaştık. Aynen ona da sorduk, o bize dedi ki: "Evet, Mekke'de Ahmed adında bir Peygamber çıkmıştır. O, Abdü'l-Muttalib'in oğlu Abdullah'ın oğlu Muhammed'dir. O gerçekten Allah'ın Resulüdür,"

(Yukarıdaki kaynakların diğer bir tarîkten naklettikleri bir haber daha var, fakat o da aşağı yukarı bu mealdedir.)

Beyhekî ve İbn-i Asâkir İbn-i Abbâs'tan rivayet eder. O demiştir ki: "Adamın biri gelip Resûlüllah'a şunu anlattı: Ey Allah'ın Resulü, Câhiliye zamanında ben, kaybolan devemi aramıya çıkmıştım. Sabahın yaklaştığı bir sırada gâibten bir ses bana: "Ey gecenin karanlığında uyuyan. Allah bir Peygamber gönderdi uyan! Keremli ve vefalı Hâşim'in soyundan. O'nunla gece karanlıkları kalkacaktır, var mı duyan!" Ben, etrafıma bakındım, kimseleri göremedim ve dedim ki: "Ey gecenin bu karanlığında bana seslenen! Bir hayal misin sen? Allah iyiliğini versin, sen bana ne demek istersin? Bana bir iyilik ve ganimetten mi haber getirirsin?" Adam yakimma kadar gelip Öksürdü, sonra da şunları söyledi: "Nûr zahir oldu, zûr (şirk ve câhiliye işi) bâtıl oldu! Halkı boş yere yaratmamış olan Allah'a hamdolsun! Çok hayırlı bir elçi olarak bize^Ahmed'i gönderdi. Allah, kendisine daîmî salat ve selam eylesin!" Bundan biraz sonra da sabah oldu. Bir de baktım ki, devem de yakimmda durmakta..."

Ebû Sa'd Şerefu'l-Mustafa'da Yemenin Murad kabilesinden olan Cad bin Kays'tan şöyle nakleder: "Biz dört arkadaş Yemen'den hacc niyetiyle yola çıktık. Nihayet bir vadiye geldik. Geceleyin yatmazdan önce, câhiliye âdeti veçhile ve kendimizce duamızı yapmak üzere: "Şu vadinin ulu efendisine sığındık, o bizi sefihlerinin şerrinden korusun!" deyip uzandık...-Tabiî develerimizi de iyice bağlamıştık. Gece uykusu basıp arkadaşlarımız uyudular... Bir de ne göreyim gâibten bir ses şöyle diyordu:

"Ey gece istirahatine çekilen kafile! Kabe ve Zemzem'e vardığimz­da güzel Muhammed'e bizden selam söyleyiniz! Artık O Peygamber olarak gönderilmiştir,. Biz de kendisine uymuş bulunuyoruz. Meryem oğlu isa'nın bize vasiyeti de bu merkezde olmuştur..."

Yine Ebû Sa'd adı geçen kitabında (zayıf bir senedle), Cenda' bin es-Sumel'den nakleder. O şöyle demiş: "Bana biri gelip "Ey Cenda1 müslüman ol, selameti bul, yakıcı ateşi ve azabı olan cehennemden kurtul!" diye seslendi. Ben de: "Müslümanlık dediğin şey nedir?" diye sordum. O da: "Müslümanlık; putçuluğu bırakmak, bilgisi ve rahmeti sonsuz Yüce Allah'a karşı samîmi ve ihlaslı olmaktır" diye cevapladı. Ben, "Ona nasıl yol bulunacak?" diye sordum. O da dedi ki: "Arabm soylu bir ailesinden çıkacak olan Peygamberin, yıldızimn doğması çok yakındır. Ö, Harem-i Mekke'den çıkar, Arabi da, Acemi de ona uyar..." Ben bunu amcamın oğlu Râfi' bin Hudeyc'e haber verdimPeygamber Efendimiz'in Medine'ye hicretlerini duyduğu zaman, hemen oraya gidip müslümanlığı kabul etti!" [3]

Peygamberimizîn Gönderildiği Sırada Putların Devrilmesi ve Kisra'nın Başına Gelenler

İbn-i İshak ve Ebû Nuaym Vehb bin Münebbih'ten şu haberi nakletmişlerdir: "Yüce Allah Peygamberimiz'i gönderdiği zaman, Sâsânî sarayında oturmakta olan Kisrâ sabah uyanınca, saray takimn kırıldığı ve Dicle'nin korkunç bir şekilde taşdığım görmüş... Bundan endişelene­rek kâhinleri, müneccimleri ve sihirbazlarim toplayıp bu olayların neyin alâmeti olduğunu açıklamalarim istemiş. Halbuki onların o gün bütün ilimleri ve oyunları alınmış kendileri tam manası ile şaşırıp kalmışlardır. Zira o gece sahrada geceleyen; Hicaz'dan bir ışığın çıktığim ve tâ doğuya kadar uzandığim görür ve bunun yorumunu: "Eğer şu gördüğüm doğru ise, Hicaz'dan bir sultan zuhur edecek ve doğuya mâlik olacaktır. Yeryüzü kendisinin önderliğinde büyük hayırlara ve bereketlere kavuşacaktır!" şeklinde yapar... Biraz sonra da kâhinlerin, müneccimlerin ve sihirbazların tutukluğu ve şaşkınlığı geçmiştir. Birbirine bakıp: "Her halde farkındasınız, bize bu tutukluk, muhakkak semavî bir emir ve iş sebebiyle gelmiştir. Bu da ancak, gönderilmiş bir Peygamber olabilir ve bu Peygamber, şimdiki dini ve idareyi kırıp atacaktır!"

Vâkıdî ve Ebû Nuaym Ebû Hüreyre'den şu haberi nakletmişler dir: Peygamber Efendimiz gönderildiği zaman bütün putlar devrilmiştir. Buna şaşıran şeytanlar, reisleri İblîs'e giderek durumu haber vermişler.

İblîs, "bunun, gönderilmiş bulunan bir Peygamber sebebiyle olduğunu" söylemiş. Şeytanlar O'nu aramaya koyulmuşlar s a da bulamamışlar... Reislerine haber vermişler. îblîs bizzat kendisi aramaya çıkmış ve O'nu Mekke'de bulmuştur ve şeytanlara hitaben: "Ben O'nu Mekke'de buMum, yanında Cibril de vardı" demiştir..[4]

Ebû Nuaym Hılyetü'l-Evliyâ adlı kitabında Mücâhid'den şöyle nakleder. O demiştir ki:

"İblis korku ve dehşete kapılarak dört defa feryad etmiştir:

Birincisi lanete uğradığı zaman,

İkincisi Arza indirildiği zaman,

Üçüncüsü Hazret-i Muhammed (aleyhisselâm) Peygamber olarak gönderildiği zaman,

Dördüncüsü ise Fatiha Sûresi nazil olduğu zaman..." [5]

Peygamberimizin Gönderilmesi Hürmetine Cinlerin İlahî Vahye Kulak Hırsızlığı Yapmalarından Semâların Korunmuş Olması

Yüce Allah, Kitâb-ı Keriminde cinler hakkında bilgi veren âyet-i celîlesinde buyuruyor ki:

"Cinlerden bazıları dediler: Biz semâya dokunduk, onu kuvvetli bekçilerle ve alevlerle doldurulmuş bulduk. ve biz onun dinlemeğe mahsûs olan oturma yerlerinde oturur (gayb

haberlerini dinlemeğe çahşır)dık. Artık şimdi kim dinlemek isterse, kendisini gözetleyen bir alev parçasını bulur." [6]

İmanı-ı Ahmed ve Beyhekî Cübeyr bin Mut'ım tarikiyle İbn-i Abbâs'tan şöyle rivayet eder; İbn-i Abbâs diyor ki: "Daha önceleri şeytanlar semaya çıkar, ilahî vahyin tecellîsi sırasında ondan bîrşeyler çalmaya çalışır, sonra Yeryüzüne inerler ve bir takım ilavelerle bunları kendi dostlarına fısıldıyarak yaymaya çalışırlardı. Yüce Allah, Muham-med'i (sallallahü aleyhi ve sellem) elçi olarak gönderince, şeytanlar o dinleme yerlerinden kovulup sürüldüler. Bunlar durumu, kendilerinin reisi bulunan İblîs'e haber verdiler, Iblîs: "Muhakkak ki yeryüzünde büyük bir olay olmuştur!" dedi ve derhal askerlerini durumu araştırmaya yolladı. Onlar da aradılar, Meke'ye geldikleri zaman Muhammed'i (sallallahü aleyhi ve sellem) Kur'ân okur halde buldular... "Vallahi olay budur!" dediler ve dönüp İblis'e haber verdiler." İslâmiyet devri başladıktan sonra içlerinden kim buna teşebbüs edecek olursa, muhakkak ateşten bir alevle imha edilir... Bâzan öldürmeyip yüzünü, yanıbaşlarim ve ellerini yaktığı da olur..."

Yine İbn-i Abbâs'tan Beyhekîİbn-i Sa'd ve Ebû Nuaym'in rivayetleri de şöyledir: "Cinlerden her bir kabilenin semâda gaybî haberi dinleme ve kulak hırsızlığı yapma yeri vardı. İlâhî vahiy1 den çaldıklarim kendilerinin dostları olan kâhinlere ulaştırırlardı. Vaktaki Allah Muhammed'i (aleyhisselâm) gönderdi, cinlerin bu dinleme işi sona erdi. Kâhinle­rin cinlerden aldıkları ilaveli ve karışık haberler kesilince, Araplar da telâşa kapılarak (kıyamet yakındır diye korkarak), develerinden, sığır veya koyunlarından her gün birini boğazlamaya, başladılar... İblis: "Muhakkak yeryüzünde büyük bir olay olmuştur!" dedi ve arz'in her tarafından bir toprak parçası getirilmesini askerlerine emretti. Getiri­len toprak parçalarım bir bir koklayarak teftiş ediyordu. Sıra Mekke toprağına geldi, onu koklaymca: "İşte olay burada meydana gelmiştir, koşup bakınız!" dedi. Askerleri sür'atle Mekke'ye gittiler ve gördüler ki, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Kur'ân okumaktalar..: Durumu İşte böylece öğrenmiş oldular."

İbn-i Sa'd, Utbe bin Muğira'nın oğlu Yâkûb'dan nakleder. O demiştir ki: "Cinler dinleme yerlerinden sürülüp kâhinlerin haberleri kesilince, bundan ilk defa korkuya kapılan Tâif deki Sakîf kabilesi olmuştur. Onlar Amr bin Ümeyye'ye gelerek: "Ne oluyor?" diye danıştı­lar. O da: "Evet, haberim var... Fakat bekleyiniz," eğer bildiğiniz yıldızların yerlerinden oynayıp dağıldığim görürseniz, bilinizki bu bütün dünyanın ve yaratılmışların sonudur... Eğer daha önce bilmediğiniz bir yıldız doğarsa, biliniz ki bu, Allah'ın irâde ettiği bir şeydir ve bir Peygamber gelecektir. Araplar içinden çıktığı zaman, duyulup konuşulacaktır" demiştir."

İbn-i Sa'd ile Ehû Nuaym'in İmam-ı Zührl'den sevkettikleri bir rivayete göre, Zührî demiş ki: "Daha Önceleri vahiy, cinler tarafından dinleniyordu. İslâm'ın gelmesi ile birlikte bu menedildi. Esed oğulları kabilesinde Suayr adında bir kadın vardı. Onun cinlerden bir arkadaşı bulunuyordu. Cin arkadaşı yine bir gün kendisine geldi ve acı acı feryad etmeye başladı: "Eyvah, haram dostluklar kaldırıldı, köle muamelesi yapmak yasaklandı, öyle büyük bir emir geldi ki, dayanılmaz derecede... Haberin olsun Ahmed zuhur etti, zina da haram kılındı!..."

Beyhekî'nin tahricine göre yine îmarn-ı Zührî diyor ki: "Yüce Allah, cinlerin ve şeytanların işine son verdi, onları semadaki haber dinleme yerlerinden sürüp uzaklaştırdı. Kâhinlik de sona erdi. Biliniz ki, İslâm'dan sonra kâhin de yoktur, kehânet de yoktur!..." (Nâfi bin Cübeyr'in bir sözü de, bu mealdedir.)

Vâkıdî ve Ebû Nuaym Atâ tarikiyle İbn-i Abbâs'tan şöyle rivayet eder; "Şeytanlar vahyi dinlerlerdi. Allah, Sevgili Peygamberimiz'i gönderince onları bundan menetti. Şeytanlar toplanıp îblîs'e şikayete gittiler. îblîs: "Muhakkak bir şey oldu!" dedi ve Ebû Kubeys dağimn tepesine çıkarak etrafı gözetledi. Peygamber Efendimiz'in Makâm-ı İbrâhim'in arkasında namaz kılmakta olduğunu gördü. Gidip O'nu orada boynunu kırmak istedi. Bu maksatla oraya geldi. Efendimiz'in yanında Cibril de vardı ve Iblîs'in yaklaştığim görünce ona Öylesine kuvvetli bir tekme attı ki, onu tâ uzaklara gönderdi..."

(Vâkıdî ve Ebû Nuaym'in Mücahid'den olan rivayetleri de aynen bunun gibidir...)

Ebû Nuaym'in Haccâc el-Savvâftan naklettiği haberde de şöyle denilmektedir: "Sabit el-Bünâi Enes'ten nakleder. O demiştir ki: "Yüce Allah, Peygamber'i (sallallahü aleyhi ve sellem) gönderdiği zaman, îblîs O'na kötülük etmek istemişti. Bu maksatla yaklaştığında Cebrâîl kendisine öyle bir darbe indirdi ki, onu tâ Ürdün vadisine fırlattı..."

(Ebû'ş-Şeyh, Taberânî ve Ebû Nuaym'in Osman bin Matar'dan, onun Sâbit'ten, onun da Enes'ten naklettiği haber ise şöyledir: Peygamber Efendimiz namazın secdesinde idiler, iblis gelip boynunu çiğneyerek kırmak istedi. Cebrâîl Iblîs'e karşı bir üfledi, onu tâ Ürdün vadisine fırlattı... [7]

Kur’an’ın Eşsiz Bir Mucize Oluşu, Hiç Bir Beşer Kelamına Benzemeyişi Ve Kureyş’in Bunu İtiraf Etmek Zorunda Kalışı

Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"De ki: An dolsun eğer insanlar ve cinler şu Kur'ân'uı bir benzerini getirmek üzere toplansalar, yine onun berzerini getiremezler. Birbirlerine arka olup yardım etseler bile!" [1]

Yüce Allah buyuruyor:

"Eğer kulunuz Muhammed'e indirdiğimizden şüpheniz varsa, haydi onun gibi bir sûre de siz getiriniz! Allah'tan başka bütün şahitlerinizi (yardımcılarimzı) da çağırimz, eğer doğru iseniz bunu yapimz!"

'Yok eğer yapamadimzsa, ki asla yapamıyacaksınız, o halde yakıtı insanlar ve taşlar olan, inkarcılar için hazırlanmış ateşten sakimnız." [2]

Yüce Allah b uyuruyor:

"Eğer doğru iseler, haydi onun gibi bir söz getirsinler!"[3]

Buharî, Ebû Hüreyre'den rivayet eder. O demiştir ki: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdular: "Önceki Peygamberlerden her birine, insanla­rın o sayede imâna girecekleri bir mucize verilmiştir. Ancak Allah'ın bana verdiği mucize, Allah'ın vahyinden ibaret olan Kur'ân mucizesi'dir... Ümmetinin sayısı en çok olan Peygamberin, Ben olacağı ümidindeyim."

Alimlerimiz dediler ki: Bu hadis-i şerifin manâsı şudur: Önceki Peygamberlere verilen mucizeler, geçici mucizeler olmuştur; onları ancak o zaman hazır bulunanlar görmüştür. Asırların sona ermesiyle, onların mucizeleri de sona ermiştir. Kur'ân ve Kur'ân'ın mucizeleri ise kıyamete kadar süreklidir. Kur'ân; gerek üslûbunda, gerek belagatında ve gerekse gaybî haberleri ihtiva edişinde harikuladedir .^Hiç bir asır veya devir geçmez ki, Kur'ân'ın verdiği gaybî haberlerden biri zuhur etmesin... Elbette zuhur eder ve Kur'ân'ın dâvasının gerçek olduğuna delâlet eder..."

Yukardaki Buhâri tarafından rivayet edilen hadisin açıklanması konusunda bâzı âlimler de şöyle demiştir: Geçmişteki mucizeler hissî ve maddî mucizelerdi. Gözle görülür, elle tutulur cinsindendi. Salih (aleyhisselâm)'ın devesi Mûsa (aleyhisselâm)'ın asası gibi... Kur'ân mucizesi ise, basarla (gözle görmekle) değil de basiretle görülebilen bir mucizedir. Kalb gözleri kör olanlar, onu göremezler. Aynı zamanda Kur'ân mucizesi, bir zamana mahsus olmayıp devamlı bir mucizedir. Bu sebeble, ona uyanlar da çok olmaktadır. Bütün zamanlarda ve asırlarda pek çok sayıda insan ona inanmakta ve uymaktadır, yâni uyanların sayısı, onun indiği zamana münhasır kalmamaktadır. Yalnız kafa gözüyle görülen bir şey, onu görenin zail olmasıyla, zail olur gider. Kalb ve akıl gözüyle görülen bir şey ise, onu görenlerin zail olmasıyla zail olup gitmez; devamlı ve sürekli olur. Her asırdaki akü ve kalb sahibi kimseler, sanki gözleriyle görmüşcesine ona inanırlar ve onun devamlılığına birer sebeb ve vesile teşkil ederler."

İkrime tarikiyle Hâkim ve Beyhekî'nin İbn-i Abbâs'tan rivayeti şöyledir: Bir gün, Velid bin Muğira Peygamberimize geldi. Hâlinde müs-lümanlığa yumuşamış gibi bir mana vardı. Sükunetle Peygamberin kendisine okuduğu Kur'an'ı dinledi. Bu durum Ebû Cehl'in kulağına gitmiş, velid'e gidip çatmış: "Ey Amca, senin kavmin, sana mal toplayı-vermek istiyorlar" demiş. velid: "Sebep ne?" diye sormuş. Ebû Cahil: "Muhammed'e meylediyormuşsun. Çok sayıda mal vererek seni bundan vazgeçirmek istiyorlar" diye karşılamış. velid: "Kureyş benim, hepsin­den daha zengin olduğumu bilmiyor mu?" demiş. Ebû Cehil de: "Öyley­se, Muhammed'e git, onu inkar ettiğine veya ondan nefret ettiğine dâir bir laf söyle de bu laf Kureyş'e malum olsun. O zaman seni mazur görürler" demiş. velid: "Sen söyle bakalım, ne diyeyim? Şâirdir desem, şiirin her çeşidim iyi bilirim. Muhammed'de ise hiçbir şekilde .şairlik yok. Bâzı kahinlerin cinlerden veya gaipten duyarak söylediklerini iddia ettikleri söze de benzemiyor, O'nun okudukları. Vallahi O'nun okuduğu ne bunlara, ne de onlara benzemiyor! Yine yemin ederek söylüyorum ki, Muhammed'in okuduğu şeyin bambaşka bir tatlığı ve güzelliği var! O'nun üstü meyvelerle, altı salkımlarla tıklım tıklım! Bereket ve hayrj nihayetsiz. O devamlı büyüyor ve yüceliyor. Hiçbir şey onun üzerine çıkamaz. O, altına aldığı her şeyi ezer yok eder."

Bu sözler karşısında iyice kızaran Ebû Cehil, amcası velid'e hitaben: "Amca, amca! Sen Muhammed'e gidip onu inkar ettiğine dair bir söz söylemedikçe, mümkin değil Kureyş seni hoş görmez!" diye ^haykırmış. velid bu durum karşısında bocalayıp, "biraz zaman tanı da düşüneyim" demiş. Artık o; hayli düşündü, sonra surat asıp kaşlarım çattı, Ebû Cehil'e baktı ve: "Bu, emek çekilip öğretilen, başkasından Öğrenilen bir büyüden başkası değildir" dedi. Böylece, Ebû Cehl'i ve Kureyş'i memnun etti.

Onun böyle söylemesi üzerinedir ki yüce Kur'an'da ki şu mealdeki âyet nazil oluverdi: "Hâbibim sen, Benimle şu tek olarak (yani nev'i şahsına münhasır olarak) yarattığım kulu yalnız bırak!" [4]

İbn-i Ishak ve Beyhekî Ikrime ve Said tarikiyle İbn-i Abbâs'tan rivayet eder. O demiştir ki: "Velid bin Muğıra Kureyş'ten bazıları ile bir toplantı yaptı. Mevsını yaklaşmıştı. Kendisi hayli yaşlı idi. Toplantıya katılanlara dedi ki: "Bakınız, yakında Kabe'yi ziyeret için çeşitli kabilelerden birçok Arap kardeşleriniz gelecek. Muhakkak bu gelenler de Muhammed'in zuhurunu duymuş olacaklardır. Bu hacc mevsınıinde en çok konuşulacak mesele de şüphesiz budur. Bu hususta söyleye-ceğiniz sözü, şimdiden kararlaştırmanız gerekir. Her biriniz başka başka şeyler söyleyerek müşkil duruma düşmemelisiniz." Oradakiler dediler ki: "Ey Abdü Şems, sen bize bu hususta yardımcı ol, sen ne söylememizi tavsiye edersin?" velid: "Ne söyliyeceğinizi kendiniz söylemelisiniz! Ben bunu şimdi sizden işitmek istiyorum" dedi. Oradakiler de: "Muhammed bir kâhindir" deriz dediler. velid: "Olmaz, o kahin değildir, biz kâhinleri gördük, O'nun okuduğu şeyler ise kâhin' mırıltısı değildir." Onlar: "Öyleyse mecnundur deriz" dediler. velid: "O bir mecnun da değildir" dedi. Oradakiler: "Öyleyse o bir şairdir, deriz* dediler velid: "Bu da olmaz. Çünkü Muhammed bir şair de değildir." Biz şairleri de, onların şiir çeşitlerini de gördük. Muhammed'in okuduğu şeyler ise, hiçbir zaman şiire benzer şeyler değildir." Onlar: "Öyleyse, O bir sihirbazdır deriz" dediler. velid: "Hayır, O bir sihirbaz da değildir. Biz sihirbazları da, sihirlerini de gördük, Muhammed'de bunların hiçbirisi mevcut değildir" diye karşılık verdi. Oradakiler: "Peki ey Abdü Şems, sen söyle ne diyelim?" dediler. O da dedi ki: "Vallahi Muhammed hakkında ne söyleseniz boş ve bâtıl olduğu anlaşılacaktır! Zira O'nun okuduğu kelâm bunların hiç birisi değildir. O öyle bir şeydir ki, eşsiz bir güzelliği ve benzersiz bir tatlılığı var. Fakat buna rağmen, yine de "O bir sihirbazdır" demekten başka bir çaremiz bulunmamaktadır. Dersi­niz ki: "O bir sihirbazdır; sihir yapıp kişi ile babasının arasını, kişi ile kardeşinin arasını, kişi ile ailesinin, kişi ile kabilesinin arasını açıyor." Böylece karşı koymaya, halkı ondan uzaklaştırmaya çalışırsınız."

Bunun üzerine toplantıyı bitirip oradan dağıldılar. Hacc mevsınıi dolayısıyla halka böyle böyle anlatmaya çalıştılar. "Sakimn, Muhamme-d'e yaklaşmayimz!" diyerek tenbihler ettiler. Bu sebebledir ki Yüce Allah da Kitâb-ı Kerîm'inde velid'le ilgili olarak bazı âyet-i celileler inzal buyurdu. Bunlar Müddesir Sûresinin: "Hâbibim sen, Benimle şu tek olarak yarattığım kulu yalnız bırak!" mealindeki âyetle ve: "Onu sekar'a (cehenneme) sokacağım" mealindeki ayetle sona eren âyetler topluluğu idi. Onun toplantısına katılan Resûlullah'ın getirdiği hakkında o sözleri söyleyen müşrikler hakkında da şöyle buyurdu: "Onlar ki Kur'an'ı (Kur'an hakkındaki sözleri) bölük bölük ettiler." [5]

Canâb-ı Hakk, yine onlar hakkında şöyle buyurdu: "Ya Muhammed, Rabb'ın hakkı için biz onların hepsine mutlakaSoracağız.[6]

Velid ve onun toplantısına katılan müşrikler, bütün güçleri ile insanları Muhammed (aleyhisselâm)'ın davetinden çevirebilmek için çalışan bu müşriklerin böyle yapıp birtakım yaygaralar koparmaları neticesinde-dir ki, o seneden itibaren Arabların konuştuğu tek mesele Peygamber efendimiz ve O'nun daveti olmuştur. Bundan itibaren O'nun adı, Arap ülkesinin her tarafına yayılmıştır."

Ebû Nuaym el-Ûft tarikiyle İbn-i Abbâs'tan şöyle rivayet eder: "Velid bin Muğirâ Ebû Bekir'e Kur'an hakkında soru yöneltti. O da kendisine Kur'ân'ın Allah kelâmı olduğunu söyledi. velid Kureyş'in yanına gidip şöyle feryad ediyordu: "Ne şaşılacak bir şey! Muhammed'in okuduğu ne şiirdir, ne sihirdir, ne de bir deli saçmasıdır. O'nun söylediği muhakkak Allah kelammdandır."

Yine Ebû Nuaym ve İbn-i İshak ile Beyhekî İbn-i Abbâs'tan şu haberi nakletmiştir: "Bir gün Nadr bin el-Hâris ayağa kalkıp: "Ey Kureyş, Vallahi başimza gelen çok büyük bir iştir! Daha önce bunun benzeri birşeyle karşılaşmış değildiniz. Muhammed sizin aranızda büyüdü, içinizde en çok beğenilip razı olunan idi, en doğru sözlünüz idi, emânete en çok riâyet edeninizdi. Nihayet büyüyüp size yeni bir din getirdi. Başladimz "Muhammed bir büyücüdür!" demeğe... Vallahi O'nun size getirdiği sihir değildir. Çünkü bizler sihirin ne olduğunu gördük. O kâhindir, diyorsunuz. Bu da doğru değildir. Biz kâhinleri de gördük, onların kehânetlerini de... Şairdir diyorsunuz. Vallahi bu da doğru değildir. Biz bütün çeşitleri ile şiirin ne olduğunu da biliyoruz. ve Muhammed'in getirdiğinin şiirle bir ilgisi olmadığı da meydandadır. O bir delidir diyorsunuz. Ne delisi? Yine Allah'a yemin ederek söylüyorum ki, Muhammed bir deli de değildir. Deliliğin saçmalarından, hezayanla-rından, vesveselerinden O'nda eser yok! Ey Kureyş, başimza gelen şu iş üzerinde ciddi olarak düşününüz! Vallahi sizin başimza çok büyük bir iş gelmiştir" diyerek uzunca bir konuşma yapmıştır."

BeyhekîEbû Nuaym ve Müsned'inde İbn-i Ebü Şeybe Câbir bin Abdullah'tan rivayet ederler. O demiştir ki: "Kureyşİn toplu olduğu bir zamanda Ebû Cehl şu konuşmayı yaptı: "Ey Kureyş! Hepiniz biliyorsu­nuz ki Muhammed'in getirdiği yeni din meselesi, her tarafa duyulup yayıldı. Herkes bunu konuşuyor. Bu durumda ne yapmalıyız? Bana kalırsa, içimizdenvbiri büyücülüğü, sihirbazlığı ve kâhinliği iyi bilen bilgili bir zâta gidip bütün duyduklarımızı anlatsa, sonra o bilgili adamın söylediklerim gelip bize anlatsa, bu iş hakkında belki rastgele konuşmaktan kurtuluruz. Baksanıza, bu hususta bir sözümüz diğerine uymuyor! Bir şaşkınlık ve dağimklık içindeyiz."

Utbe bin Rabia şu karşılığı verdi: "Sihre, kehânete ve şiire âit sözleri, sen dahi işitmişindir, ben dahi işitmişimdir. Bu hususta ben de yeterli ilmim vardır. Gidip Muhammed'in kendisiyle konuşabilirim" dedi ve gidip onunla konuştu. Dedi ki: "Ey Muhammed, sen mi daha hayırlısın, yoksa Hâşim mi daha hayırlıdır? Sen mi daha hayırlısın, yoksa Abdü'l-Müttalib mi? Sen mi hayırlısın, yoksa baban Abdullah mı?" Peygamber Efendimiz, onun bu sorularına hiç cevap vermedi. Utbe şöyle devam etti: "Söyle yâ Muhammed, ne sebeble ilahlarımıza sövüyorsun? Nasıl atalarımızı sapıklık ile suçluyorsun? Eğer sen, başa geçmek istiyorsan, derhal bütün sancaklarımızı senin adına bağlar, başkanlığim ilân ederiz. Kayd-ı hayat şartıyla başkanımız sen olursun! Eğer evlenmek istiyorsan, Kureyş'in kızlarından beğendiğin on tanesini derhal sana nikahlayalım. Eğer muradın zengin olmaksa, dilediğin kadar sana mal verelim." O böyle söylüyor, Resûlullah Efendimiz de sükût ediyordu. Baktılar ki Utbe sözünü bitirdi, Hemen Fussilet Sûresinin 1-l3 âyetlerini okumaya başladı:

Olayla ilgili olarak nazil olan bu âyetler (ki tamamı on üç âyettir) Resûlullah Efendimiz tarafından baştan sona kadar orada okunmuştur. İşte bu âyetlerin meali de şöyledir:

"Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla.

Hâ mîm.

"(Bu kitap) Rahman ve Rahim'den indirilmiştir.

Bilen bir toplum için âyetleri açıklanmış, Arapça okunan bir kitapır.

"Müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderilmiştir, fakat çokları yüz çevirmiştir; onlar işitmezler.

Dediler ki: Bizi çağırdığın şeye karşı kalbi erimiz örtüler içinde, kulaklarımızda bir ağırlık ve seninle bizını aramızda bir perde var. Sen istediğini yap, biz de istediğimizi yapıyoruz.

de ki: Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Bana ilâhimzın bir tek ilâh olduğu vahyediliyor. Sizler ancak O'na doğrulunuz! O'ndan mağfiret dileyiniz. O'na ortak koşanların vay haline!

Onlar ki zekât vermezler ve onlar âhireti inkâr ederleri

İnanıp iyi işler yapanlara gelince; onlar için de kesintisiz bir mükâfat vardır.

de ki: Siz mi arz'ı iki günde yaratanı tanfmıyorsunuz ve O'na eşler katıyorsunuz? İşte âlemlerin Rabbı O'dur.

Ona üstünden ağır baskılar yaptı, onda bereketler yarattı ve onda arayıp soranlar için gıdalarim tam dört günde taktir etti.

Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi, ona ve arz'a "İster-istemez vücuda geliniz!" diyerek hitab etti. Onlar da:'İsteyerek geldik" dediler.

Böylece onları iki günde yedi gök yaptı ve her göğe emrini vahyetti. ve biz, en yakın göğü lambalarla ve koruma ile donattık. İşte bu, O aziz ve alîm olan Allah'ın taktiridir.

Eğer onlar yüz çevirirlerse de ki: "Ben sizi Ad ve Semûd kavimlerinin başına gelen yıldırıma benzer bir yıldırım (azabına) karşı uyarmış bulumıyorumr [7]

Bunun üzerine Utbe, ağzını kapadı. Peygamberimiz'e akrabalık hakkı için kendisinden bahsetmemesini rica ederek bir yere gizlendi. Ailesinin yanına da gitmedi, kendi kendisini hapsetti. Bu durumu hazmedemeyen Ebû Cehl: "Vallahi biz, Utbe'nin Muhammed'in dinine döndüğünü görüyoruz. Herhalde Muhammed'in sofrasmdaki yiyecekler adama tatlı geldi. Ne yapsın zavallı, muhtaç durumda kalmış" diyerek alaylı sözler söyledi ve yanındakilere: "Haydi onun yanına gidelim!" diyerek Utbe'ye gittiler. Ebû Cehil, orada da aynı sözleri Utbe'ye hitaben söyleyip onun gururu ile oynamak istedi ve şunları ekledi: "Bak kardeşim, gerçekten bu kadar muhtaç duruma düşmüşsen, bizler aramızda mal toplayıp sana yardım edelim! Ne dersin?"

Kendisiyle alay edilmesi karşısında iyice gazaba gelen Utbe, bir arslan gibi kükreyip: "Vallahi bundan sonra ebediyen Muhammed ile bir daha konuşmayacağım!" diye haykırdı. Sözüne devamla şunları söyledi: "Kureyş içinde en çok zengin olanın ben olduğumu bilirsiniz. Ben, Muhammed ile konuşmaya geldim. Bana öyle şeyler söyledi ki, vallahi onlar ne bir sihir idi, ne bir şiir idi, ne bir kehânet idi. Bana: "Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla" diyerek başhyan bazı âyetler okudu. Ben de bu durum karşısında susmaya mecbur oldum. Kendisine, akrabalık hürmeti için bizden el çekmesini rica ettim. Bilirsiniz ki Muhammed bir şey söylerse, o muhakkak yerine gelir. Ben de sizlere, Ad ve Semûd kavmine inen azâb gibi bir azâb inmesinden korktum. Bunun için saklandım."

İbn-i İshâk ile Beyhekî'nin Muhammed bin Ka'b'dan çıkardıkları bir haber de şöyledir: O demiştir ki: "Bir gün, Utbe bin Rabia Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında konuşmak için Kureyş'ten izin istemiş. O sırada Efendimiz mescidde bulunuyormuş. Utbe: "Ey Kureyş, ne dersiniz, ben gidip şu Muhammed'e birşeyler söyliyeyim, belki bazısını kabul eder de bizden el çeker?" demiş. Kureyş de kendisine: "Haydi git, konuş" demiş. Utbe de gidip Peygamberimiz'Ie konuşmuş, O'na birtakım tekliflerde bulunmuş. Efendimiz kendisini sükunetle dinlemiş. Sözünün sona erdiği kanaatiyle: "Ey Utbe, sözün bitti mi?" diye sormuş. Utbe: "Evet" demiş. Efendimiz de bunun üzerine söze başlayıp: "Şimdi de sen benden dinle ey Utbe! "BismiUahirrahmânirrahîm. Hâ Mîm." ilâ âhirihi. Yâni Fussilet Sûresinin ilgili âyetlerini sonuna kadar okuyup kendisine tebliğ eylemiş. Utbe de tam bir sükûnetle dinlemiş. Peygamberimiz tâsecde ayetine kadar okumağa devam etmiş. [8]Sonra Utbe'ye hitaben: "Dinledin mi ey Utbe?" buyurmuş. Utbe: "Evet" demiş. Efendimiz de: "O halde sen bilirsin!" buyurmuş. Utbe dönüp kavmine gitmiş. Kureyş: "Bakınız, Utbe'nin gelişi, hiç de gidişine benzemiyor" demiş. Varıp yanlarına oturduğu zaman da Kureyş: "Ne haber getirdin ey Utbe?" diye sormuş. Utbe de şu karşılığı vermiş: "Vallahi Muhammed'den öyle sözler işittim ki, şimdiye kadar bunun bir benzerini asla işitmiş değilim! O sözler, ne sihirdir, ne şiir, ne de kehânet. Ey Kureyş topluluğu, geliniz bu sefer benim sözümü tutunuz! Yâni Muhammed'i kendi haline bırakınız. O, kendi dâvasında devam etsin. Allah'a yemin ederim ki, benim ondan işittiklerimle ilgili olarak birtakım şeyler meydana gelecektir. Eğer neticede Muhammed mağlup olursa, sizin hiç bir müdahaleniz olmadan mesele halledilmiş, Araplar kendisini tepelemiş olur. Eğer neticede Muhammed dâvasında başarılı olur da Araplara hâkim duruma gelirse, O'nun hakimiyeti sizin hakimiyetiniz, O'nun şerefi de sizin şerefiniz olur ve siz insanların en bahtiyarı olursunuz!" Oradakiler Utbe'ye: "Ey Utbe! Vallahi Muhammed seni de büyülemiş!" demişler. Utbe de kendilerine: "Bakınız, benim fikrim ve tavsiyem budur! Sizler nasıl düşünüyorsanız öyle yaparsınız" diye karşılık vermiş."

İbn-i İshak ve Beyhekî Zühri'den rivayet ediyor, O demiş ki: "Bana nakledildiğine göre; Ebû Cehil, Ebû Süfyan ve Ahnes bin Şürayk, evlerinden çıkarak Resûlullah'ı dinlemeye gitmişler. O da geceleyin evinde namaz kılıyormuş. Onlardan her biri, arkadaşimn haberi olmaksızın gizlice bir yere oturup dinlemeye başlamış. Sabaha kadar dinlemeye devam etmiş. Şafak sökünce evlerine dönerlerken yolda birbirini görmüşler. Birbirini kınayıp: "Bu yaptığimzı ayak takımından bâzıları görecek olursa, onları şüpheye düşürmüş olursunuz" demişler. Böyle yapılmaması lazını gediğini birbirine tenbihleyerek dağılmışlar. Ertesi gece bu üç arkadaştan her biri yine gizlice Resûlullah'ı dinlemeye gitmiş. Sabah oluncaya kadar dinlemiş, şafak sökünce evine dönerken yolda yine arkadaşlarıyle karşılaşmış. Yine birbirini yaptığından dolayı kınayıp, böyle yapılmaması hakkında yekdiğerine tenbihte bulunarak ayrılmışlar. Üçüncü gecede yine her biri gizlice Resûlullah'ı dinlemeye gitmiş ve sabaha kadar dinlemiş, sabahleyin eve dönerken yolda karşılaşmışlar. "Bu böyle olmaz, bir daha dinlemeye gitmeyeceğimize dair birbirimizden söz alalım!" demişler ve birbirlerinden söz aldıktan sonra dağılmışlar.

Ahnes bin Kays, evine vardıktan sonra asasını alarak evinden ayrılıp doğruca Ebû Süfyan'a gitmiş ve ona hitaben demiştir ki: "Ey Ebû Süfyan, Muhammed'den dinlediklerin hakkında bana ne düşündüğünü hiç saklamadan haber ver!" O şu karşılığı vermiştir: "Ey Ahnes, O'ndan öyle şeyler dinledim ki, onların ne manaya geldiğini ve onlarla ne murâd edildiğini gayet iyi anlamış bulunuyorum!" Ahnes: "Yemin ederim ki, ben de anlamış bulunuyorum!" diyerek oradan ayrılmış. Bu sefer de Ebû Cehil'in evine giderek onunla görüşmek istemiş ve: "Ey Ebû'l-Hakem, Muhammed'den dinlediklerin hakkında ne düşünüyor­sun demiş. Ebû Cehil şu karşılığı vermiştir: "Ben Muhammed'den ne dinlemişim? Biz Abdü Menâf Oğulları ile rekabete giriştik, onlar yedirip içirdiler, biz de yedirip içirdik; onlar yüklendiler, biz de yüklendik; onlar verdiler, biz de verdik; devamlı onlarla şeref yarışında bulunduk. O derece ki, nihayet onlarla müsavi hâle geldik. Tıpkı yarışan iki atın kulak kulağa gelişi gibi. Tam bu hale geldik, şimdi onlardan biri kendisinin^ Peygamber olduğunu, semâdan kendisine vahiy geldiğini iddia ediyor. Peki biz bununla nasıl yarışacağız? Abdü Menâf Oğullarına nasıl yetişeceğiz? Vallahi ben ona ne inanır, ne de onu tasdik ederim!" Ebû Cehl'in bu sözü üzerine Ahnes bin Kays, derhal oradan ayrılmıştır."

Beyhekî Muğira bin Şûbe'den nakleder. O şöyle demiştir: "Benim ilk defa Resûlüllah'ı tanıyışım şöyle olmuştur: Bir gün ben Ebû Cehil ile birlikte Mekke'nin dar sokaklarından birinde yürüyordum. Ansızın Resûlüllah ile karşılaştık. Resûlüllah Ebû Cehl'e hitaben dedi ki: "Ey Ebû'l-Hakem, Allah'a ve O'nun Resulüne tâbi ol!" Ebû Cehil cevaben dedi ki: "Ey Muhammed, sen şu ilâhlarımızı kötülemeyi terk eder misin? Sen, herhalde bizını senin vazifeni tebliğ etmiş olduğuna şahitlik yapmamızı istiyorsun. Tamam, tebliği etmiş oluyorsun..^ Fakat Allah'a yemin ederim ki, eğer ben senin tebliğ etmiş olduğun şeyin gerçek olduğunu bilsem, herhalde onu kabul ederim. Sana uyarım!" Bunun üzerine Rasûlüllah dönüp gitti. Resûlüllah gittikten sonra Ebû Cehl, bana hitaben de dedi ki: "Bak Mugîra, aslında ben, Muhammed'in söylediği şeyin gerçek olduğunu yemin ederim ki biliyorum. Fakat şu Kusay Oğulları ile bir defa rekabete girmişiz... Şöyle ki: Onlar, "Kabe'ye âit vazifeler bizınıdir!" dediler, peki sizin olsun dedik. Yine onlar: "Mühim işlerin konuşulduğu Dârü'n-Nedve bize aittir" dediler, biz de kabul ettik. Yine onlar: "Sancakların taşınması bize aittir" dediler, peki deyip kabul ettik... Onlar: "Hacılara Zemzem verilmesi de bize âit olacak" dediler, biz de peki deyip kabul ettik. Sonra onlar bol bol yedirip içirmeye başladılar; biz de yedirip içirdik. Vaktaki iki rakîb kabile aynı hizaya geldiler, sınıde de kalkıp: "içimizden bir Peygamber çıkmıştır" diyorlar. Ben bunu asla kabul etmeyeceğim..."

Müslim'in rivayetine göre Ebû Zerr şöyle demiştir: "Kardeşim Üneys Mekke'ye gidip gelmişti. Bana: "Mekke'de bir adamla karşılaştım, kendisinin Allah tarafından gönderilmiş bir Peygamber olduğunu söyledi" diye bahsetti. Ben Üneys'e: "Peki insanlar bu hususta ne diyor?" dedim. Uneys de bana: "İnsanlar: "Bu bir şâirdir, bir kâhindir" diyorlar" dedi. Ben kendisine: "Ey Üneys, aslında sen de bir şâirsin, O'nun söyledikleri şiire benziyor mu?" dedim. Üneys: "Ben O'ndan duyduklarımı şiirle kıyas ettim, açıkça şiir olmadığim gördüm. Kâhinlerden işittiğim şeylerle de kıyasladım, kehânete benzer bir tarafı olmadığim da gördüm... Vallahi aslında Muhammed doğru söylüyor; kendisine şâir veya kâhin diyenler ise yalan söylüyor" dedi. Kardeşimin bu sözlerinden sonra Mekke'ye gittim, orada tam bir ay kaldım. Zemzem'den başka hiçbir yiyeceğim ve içeceğim de yoktu. Bir ay, hep Zemzemle idare ettim..." [9]

Ebû Nuaym'ın Zühri'den tahririne göre, o demiştir ki: "Akabe günü idi. Peygamberimizin amcası Abbâs'a Es'ad bin Zürâre demiş ki: "Biz, uzak veya yakın, eş ve dostla alâkayı kestik! Muhammed'in Allah tarafından gönderilmiş bir Peygamber olduğuna şehâdet ettik. O'nun asla yalan söylemediğine, okuduğu Kur'ân âyetlerinin asla beşer sözüne benzemediğine de şehadet ettik."

Yine Ebû Nuaym İbn-i İshak tarikiyle İshak bin Yesar'dan, o da bir adamdan şu haberi nakletmiştir: "Seleme Oğullarından olan o adam demiştir ki: "Seleme Oğullarimn gençleri müslümanlığı kabul ettikleri zaman, Amr bin Cemûh oğluna hitaben: "Git Muhammed'i dinle, O'ndan uyduklarim bana gelip aynen haber ver!" dedi. O da gidip Hazret-i Peygamberi dinledi. Peygamber kendisine Fatiha Sûresini okudu. Gelip aynen babasına tekrarladı. Amr, Fatiha Sûresi'ni dinledikten sonra: "Allah Allah, bu ne kadar hoş ve ne kadar güzel bir kelâm! Muhammed'in okudukları, hep böyle güzel midir?" demekten kendisini alamadı. Oğîu da: "Evet babacığım!..." karşılığim verdi."

İbn-i Sa'd, Muhammed bin Kab, Şa'bî, Zührî ve daha başkaları Yezid bin Rumân'dan rivayet ederler: "Bir gün Süleym'den bir adam, Peygamber'i (sallallahü aleyhi ve sellem) ziyaret edip O'ndan bâzı sözler dinlemiş, O'na bâzı şeyler sorup cevaplar almış... Kays bin Nesîbe adındaki bu adam kabilesine döndüğü zaman, bir müslüman olarak dönmüştür ve onlara hitaben demiştir ki: "Ey kavmim! Beni dinleyiniz, ben, bundan önce Diyâr-ı Rum'un âlimlerinin söylediklerini de dinledim, îran'lıların iniltilerini de işittim, Arapların şiirlerini de duydum! Emîn olunuz ki, Muhammed'in okuyup söyledikleri, bunların hiç birine asla benzememektedir. Haydi bana itaat ediniz ve O'nun getirdiği hakdan nasibinizi alimz!..."

Onlar yâni Süleym Oğulları da yedi yüz (veya bin) kişi oldukları halde, Mekke'nin fethi gününde gelip müslüman olmuşlardır."

Allah'ın Kitabı ve kelâmı elan Kur'ân-ı Kerim'in, îlâhî bir mucize olduğu üzerinde akıl sahipleri icmâ' va ittifak etmişlerdir. Kur'ân, kendisini inkâr edenleri bir benzerini meydana getirmeğe çağırıp onlara meydan okuduğu halde, onlardan hiç birinin buna yeltenmemiş olması da bunu göstermektedir. Nitekim bir âyet-i kerîmede aynen şöyle buy urulmaktadır:

"Ve eğer, ortak koşanlardan biri emân dileyip yanına gelmek isterse, onu yanına al ki, Allah'ın sözünü işitsin; sonra onu güven içinde bulunacağı yere ulaştır." [10]Eğer onun, Allah'ın sözünü işitmesi kendisi üzerinde bir hüccet olmasaydı, kendisi onu işitmeğe havale edilmezdi. Kendisine okunacak olan Allah kelâmimn kendisi üzerinde hüccet olması ise, o okunan âyetin ancak mucize olması ile gerçekleşmektedir... Nitekim bir âyet-i celîlede de aynen şöyle buyurulmuştur:

"Dediler ki: "O'na Rabb'inden âyetler (mucizeler) indirilme­li değil miydi? de ki: Ayetler Allah'ın yanındadır. Ben ancak apaçık bir uyarıcıyım!" [11]

"Kendilerine okunan Kitab'ı sana indirmemiz (mucize olarak) onlara yetmedi mi? Şüphesiz inanan bir toplum için, bunda bir rahmet ve öğüt vardır!" [12]İşte bu âyet-i celîle ile Cenab-ı Hakk, açıkça haber veriyor ki, O'nun Kitab'ı, bir mucizedir; Hakk'a kılavuzluk etmekte kâfidir, diğer Peygamberlerin çeşitli mucizelerinin hepsinin yerine kâimdir. Üstelik onlar, yâni Araplar; Arap dilinin her türlü inceliklerine vâkıf ve onu en üstün derecede konuşup icra eden bir topluluktur. Muhammed (aleyhisselâm) da kendilerine yine kendi dillerinde bir kitap getirmiş ve güçleri yeterse O'na muâraza etmeye, en küçük bir sûresine bir benzer getirmeye çağırıp kendilerine açıkça meydan okumuştur. Yıllarca kendilerine mühlet de vermiştir. Kendileri ise, Kur'ân'ın nurunu söndürmeğe son derece hırslı oldukları halde böyle bir şeye yeltenmemişlerdir. Çünkü Kur'ân'ın bir benzerini getiremeyeceklerini çok iyi biliyorlardı. Gerçek­ten bundan âciz idiler. Eğer âciz olmasalardı, böyle bir muârazayı bırakıp da mücerred müslüman olmamak için inâd etmeyi, İslâm'ı alaya almayı tercih etmezlerdi. Bâzan "O bir sihirdir" demek, bâzan "O bir şiirdir" demek, bâzan da "O bir kehanettir" demek gibi çelişkiler içinde bocalamazlardı. Hele hele, sonunda kılıcın hakemliğine razı olup üzerlerine çok düşkün oldukları kızlarimn, kadınlarimn esir düşmesine, mallarimn ganimet olarak toplanmasına yol açabilecek olan savaşı, asla göze almazlardı. Yâni Kur'ân'a, O'nun sûrelerinden birinin bir benzerini getirerek karşılık vermek gibi çok kolay (!) bir yol varken, savaşı göze almak gibi çok zor ve tehlikeli bir yolu seçmezlerdi, içlerinde Arapça'nın pek büyük ustaları ve üstadları bulunmasına rağmen, böyle bir yolu seçmiş olmaları, kesin olarak Kur'ân'a kelâm yoluyla karşı koymaktan âciz olduklarim, Kur'ân'ın karşı konulmaz bir mucize olduğunu göstermektedir... Zâten bütün akıl sahipleri de bunun üzerinde herhangi bir ihtilafa düşmüş değildir.

Hafız İbn-i Hacer diyor ki: "Yüce Allah Muhammed'i (sallallahü aleyhi ve sellem) gön­derdiği zaman, Arapların şair ve hatipleri pek çoktu, lügat ve edebiyat bilgileri zirvesine çıkmış bulunuyordu... Peygamberimiz ise, her sınıf ve tabakadaki insanların tamamim Allah'a ve O'nun Kitab'ına davet etti. Kur'ân'a ve O'nun küçük bir sûresine bir benzer getirmeleri için onlara meydan okudu, sonra savaş meydanlarına çağırdı. Onlar ise, Arap Edebiyatimn bütün inceliklerine vakıf oldukları, şairleri ve edipleri de çok olduğu halde, Kur'ân'a kelâm cinsinden bir şeyle muâraza etmekten âciz kaldılar... Bu ise, Kur'ân'ın mu'ciz olduğunu gösterir. Aklı olan bunun böyle olduğunu anlar ve kabul eder... Çünkü küçük bir sûre veya birkaç âyet topluluğu getirebilselerdi, kolaylıkla Kur'ân dâvasını baltalamış, müslümanları ve Peygamberi müşkil durumda bırakmış olacaklardı. Savaş meydanlarında birçok canların telef olmasına, pek çok malın elden çıkmasına hiç lüzum kalmayacaktı..."

Alimlerimiz Kur'ân'ın mucize oluşunun yönünü açıklamada çeşitli tevcihler yapmıştır. Ben bunları gayet geniş bir şekilde el-Itkân adlı kitabımda açıklamış bulunuyorum. Burada özet olarak deriz ki: "Kur'ân icazının birçok yönleri vardır. Bunlardan bâzıları şunlardır ki, sırasiyle arz edelim:

1. Kur'ân; gerek fesahat ve belagatı (sözünün üstün, güzel ve son derece te'sirli oluşu), gerek te'lifindeki güzelliği, kelime ve cümlelerin birbiriyle uygunluğu bakımından mevcud Arap fesahat ve belagatimn üstüne çıkmıştır. Arapların çok sayıda şâir, edîb ve hatipleri Kurân'ın eşsiz ve benzersiz güzelliği ve açıklığı karşısında apışıp kalmışlardır.

2. Kur'ân nazmimn ve üslûbunun mevcud Arap Edebiyatındaki şiir ve nesir metodlarınm fevkinde oluşu; kelime, cümle ve âyetlerin düzeni, vakıf ve maktaları, durak yerleri ve bölümleri itibariyle eşsiz ve benzersiz bulunuşu... Ne Kur'ân'dan önce, ne de Kur'ân'dan sonra, bu bakımdan da Kur'ân'ın bir benzeri asla olmamıştır!...

3. Kur'ân'ın ihtiva ettiği gaybî haberler bakımından mucize oluşu... (Nitekim Kur'ân'ın bir âyetinde aynen şöyle buyurulmuştur:

"Elif lâm mim. Rumlar yenildi; Arapların bulunduğu bölgeye yakın bir yerde (mağlûb oldu.) Onlar bu yenilgiden sonra yeneceklerdir. Birkaç yıl içinde (3-9). Onların bu yenilgilerinden önce de, sonra da iş tamamen Allah'a aittir. O gün mü'ıninier sevinirler." [13]

4. Geçmiş asırlara, ümmetlere, din ve şeriatlere dair verdiği haberlerin sıhhatli ve isabetli oluşu... Kur'ân âyetlerini tebliğ buyuran Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bu haberi tamamen asıllarına uygun olarak veriyor ve açıklıyordu,.. Halbuki kendisi, ne okumuş ne de yazmıştı.

5. İnsanların içindekileri açığa vurarak îlâhî bir mucize oluşunu ortaya koyması... Nitekim bâzı âyetler de bunu ortaya koymuştur. Bir âyeti celîlesinde Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Sizden iki takım, korkup bozulmaya yüz tutmuş idi." ([14]Diğer bir âyette de şöyle buyurmuştur: "...ve kendi içlerinde (gizlice): "Bu dediğimizden ötürü Allah bize azâb etse ya!" diyorlar..." [15]

6. Bâzı kimselerin şahıslarıyla ilgili hükümlerde onların âciz kalacağim, asla o şeyi yapamıyacaklarim haber vermesi ve aynen Kur'ân'ın haber verdiği gibi tecellî etmesi... Meselâ: Yahudilerin kendi yaptıkları sebebiyle asla ölümü temenni etmeyeceklerini haber vermesi ve onların da bunu yapmaması, bundan âciz kalması... Nitekim bir âyet-i celilede Yüce Allah bunu şöyle haber vermiştir: "Fakat onlar, işledikleri işler sebebiyle ölümü asla temenni etmezler." [16]

7. Şiddetle muhtaç ve adeta zorunlu olmalarına rağmen müşriklerin, Kur'ân'a muâraza etmeyi bilfiil terketmiş olmaları...

8. Kur'ân'ın okunduğu sırada O'nu dinliyenlerin kalblerini bir korku ve heybetin sarmış olması... Nitekim Cübeyr bin Mut'ım'ın Bedir'de esir düşen bâzı yakınlarim kurtarmak için Medine'ye geldiği sırada, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) akşam namazını kıldırmakta idi ve Tûr suresinden şu âyetleri okuyordu: "Yoksa kendileri hiçbirşey olmadan (yâni bir yaratıcı olmadan) mı yaratıldılar? Yoksa yaratan kendileri midir? Yoksa gökleri ve yeri mi yarattılar? Hayır, onlar düşünüp de kesin imâna varamazlar! Yoksa Habbi'nin hazineleri onların yanında mıdır? Yahut hâkim olan, her şeyi istedikleri gibi yöneten kendileri midir?" [17]

İşte bu âyetler okunduğu sırada, bunların ne demek istediğine dikkat edip kulak veren Cübeyr bin Mut'ım, öylesine heyecenlanmıştır ki, bizzat kendi ifadesiyle: "Heyecandan nerdeyse kalbim uçup gideyazdı!" demekten kendisini alamamıştır. Halbuki o sırada Cübeyr bir müşrik idi. Fakat yine kendi ifadesiyle "müslüman olma yolunda ilk müsbet adımı" da bu olay teşkil etmiştir.[18]

9. Kur'ân'ı okuyanın hiç usanmaması, dinleyenin asla bıkmaması; okudukça veya dinledikçe Kur'an'a olan sevgisinin artması... Halbuki başka kelamlar böyle değildir. Birkaç defa tekrarlandıktan sonra insana bir usanç gelir... Kur'ân-ı Kerîm ise asla böyle değildir. Nitekim ilgili bir hadislerinde Peygamber Efendimiz de: "...ve O, tekrar tekrar okunmakla da eskimez, güzellik ve tatlılığından .hiçbir şey. kaybetmez..." buyurmuşlardır. [19]

10. Dünya durdukça O'nun, yâni Kur'ân'ın büyüklük ve bütünlü-lüğünden hiçbir şey kaybetmeden durması ve durmaya da devam edecek olması ve O'nu böylece koruyacak olanın da bizzat Allah olması...

11. Kısa birkaç cümlede, sayılı birkaç harfde nice ulûm ve maârifi cemetmiş olması... Önceki kitaplardan hiç birine böyle bir şey nasib olmamıştır.

12. Hem cezâlet, hem de azûbet (yâni çok büyük, vecîz ve tatlı olma) sıfatlarimn her ikisini de cami olması... Halbuki beşer kelamında bu iki nitelik, kolay kolay bir araya gelmez...

13. En son kitap olması, kendinden önce indirilmiş semavî kitaplardan hiç birine muhtaç olmayıp bilakis onların hakemi durumunda bulunması... Nitekim bir âyet-i celîle de açıkça bu hususu belirtmektedir ve şu mealdedir:

"Bu Kur'ân, İsrâ'il oğullarına, kendilerinin ayrılığa düştükleri şeylerin birçoğunu anlatıyor" [20]

Kâdî Iyâd diyor ki: "Kur'ân'ın hangi yönlerden mucize oluşunun açıklanması konusunda bu sayılanlardan ilk dördü, bu hususta esas-kabul edilecek olanlardır. Diğerleri ise, Kur'ân'ın özellikleri cümlesindedir..."

Kur'ân'ın özellikleri cümlesinden şunları da sayabiliriz: "Kur'ân yedi harf üzerine nazil olmuştur, peyder pey, parça parça nazil olmuştur, ezber edilmesi gayet kolaydır. Önceki nazil olan kitaplarda ise bu Özellikler bulunmamakta idi. Bu özelliklerin bilhassa ilk ikisi üzerinde Eî-itkân adlı kitabımızda çok geniş bilgiler vermiş durumdayız [21]Peygamber Efendimiz'in diğer Peygamberlere karşı taşıdığı özellikleri beyan edeceğimiz ileriki bölümde de, hayli bilgi verilecektir.

Yine Kadı Iyâd şöyle demektedir: "Kur'ân'ın ne gibi îcâz yönleri olduğuna dair bu bilgilere arif ve vâkıf olduktan sonra, şurasını da unutma ki, Kur'ân'a âit mucizelerin sayısı ne bindir, ne de iki bindir... Belki pek çoktur. Zira sevgili Peygamberimiz, Kur'ân'ın bir sûresine benzer getirmeleri hakkında onlara meydan okumuş, onlar da bundan âciz kalmışlardır. Demek ki, Kur'ân'dan küçük bir süre bile, başlı başına mucizedir. Alimlerimiz, Kur'ân'ın en kısa sûresinin El-Kevser Sûresi olduğunu bildirmişlerdir. O halde, Kevser Sûresi kadar olan bir âyet veya birkaç âyet de başlı başına bir mucize olmaktadır. Zira sonunda kılıcın hakemliğine razı olan müşrikler, bu kadarim getirmekten bile âciz kalmışlardır. Sonra o bir tek âyette veya birkaç âyette, daha ne kadar mucizelerin saklı olduğunu da Allah bilir. Bunun için Kur'an mucizelerinin pek çok olduğunu söylemekteyiz..."

Ben de burada şu açıklamayı yapmak istiyorum: "Bir tek satırda üç âyetten ibaret olan el-Kevser Sûresi'nin kelimelerini sayacak olsan, bunların on küsur olduğunu görürsün. Bâzı bilginler bütün Kur'ân'ın kaç âyet olduğunu merak edip saymışlar ve bunun 77. 934 olduğunu görmüşler. Demek ki bunların bir mucize teşkil eden miktarı takriben yedi bin tutmaktadır. İşte bu miktarı, Kur'ân'ın îcâz yönü kabul edilenlerden sekiz adediyle çarptığımız takdirde; .elli altı bin rakamı -çıkar ki, bu miktarda mucize demektir. Buna diğer yönleri de ilâve edecek olursak, Kur'ân'a âit mucizelerin sayısı elli altı bin veya daha fazla tutar... Eğer herhangi bir kimse, sâdece ilk iki mucize yönünü esas olarak bunun tafsilini elde etmek isterse, ona böyle bir tafsilât için yine El-İtkân adlı kitabımızı dikkatle gözden geçirmesini tavsiye edeceğiz. Eğer bizim Esrâru't-Tenzîl adlı kitabımızı mütâlea edecek olursa, yine de bu hususta yeterli bilgi edinmiş olur... Hatta bir defasında ben, bir tek âyetteki vecîz ve belîg noktaları tesbît etmek istedim ve tam yüz yirmi çeşit belagat noktasını tesbîte muvaffak oldum. Sonra bu incelememi, küçük bir risale hâline getirip yayınladım, îsteyen bu risâlemize de bakabilir. Bu risâlemizde üzerinde durduğu­muz âyet-i celile aşağıdaki âyet-i celiledir:

"Allah, îmân etmiş olanların velîsidir (dostudur). Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin dostları da tâğût-tur. O da onları aydınlıktan karanlığa çıkarır. Onlar ateş halkıdır, orada ebedî kalacaklardır." [22]

Ahmed ve başkası Ukbe bin Amir'den şöyle bir rivayet sevketmiştir: "Resûlüllah buyurdu: "Eğer Kur'ân bir deri içine konulsa, onu ateş yakmaz."

Taberânî ise bu rivayeti Sehl bin Sa'd'dan yapmış ve "ateş ona dokunmaz" ifadesiyle vermiştir. Yine Taberânî Fsma bin Mfilik hadisinden olarak şu lafızla da rivayet etmiştir: "Eğer Kur'ân bir deri içinde toplansa, onu ateş yakmaz."

İbn-i'l-Esîr, Nıhâyetü'l-Garîb adlı kitabında, bu rivayetin çeşitli tevillerinden birine şu şekilde değinmiştir: "Bu rivayetin ifâde ettiği husus, sâdece Peygamber Efendimiz'in sağlığı zamanında idi ve geçici bir mucize idi."

[1] İsrâ' suresi, 88

[2] Bakara suresi, 23, 24

[3] Tûr suresi, 34

[4] Müddessır suresi, 11-26

[5] Hicr suresi, 91.

[6] Hicr suresi, 92.

[7] Fussilet suresi, 1-l3

[10] Tevbe suresi, 6

[11] Ankebût suresi, 51

[12] Ankebût suresi, 51

[13] Rûm suresi, 1-5

[14] .Al-iimran suresi, 122

[15] Mücadele suresi, 8

[16] Bakara suresi, 95

[17] Tûr suresi, 35-37

[20] Neml suresi, 76

[22] Bakara suresi, 257

 

6 PEYGAMBERİMİZE VAHİY GELDİĞİ SIRADA ZUHUR EDEN BAZI ALÂMETLER

İbn-i Ebî Dâvûd Kitâbu'l-Mesâhif adlı eserinde Ebû Cafer'den nakleder. O şöyle demiştir: "Ebû Bekir; Cebrâîl'in Peygamberimiz'e nsüdayışuıı işitir fakat kendisini göremezdi..."

Buhârî ve Müslim Âişe'den rivayet ederler. O demiştir ki: Haris bin Hişâm Peygamber Efendimiz'e: "Sana vahiy nasıl geliyor?" diye sordu. Peygamberimiz de buyurdu ki: "Bâzan çıngırak sesi gibi gelir, bana en ağır geleni de budur. Sonra vahiy benden kesilir, ben de bana söyleneni aynen alıp ezberlemiş olurum... Bâzan da melek bana bir insan suretine temessül etmiş olarak gelir ve bana söyler, ben de onun söylediğini aynen bellemiş olurum."

Âişe validemiz, Peygamber Efendimiz'in kendisine gelen vahiy hakkındaki bu sözlerini böylece naklettikten sonra demiştir ki: "Ben, gerçekten Peygamberim iz'e soğuğu şiddetli bir günde vahy geldiğine şahit olmuştum. Vahiy kesildiği zaman şakakları şapır şapır terliyordu..."

Müslim'in Ubâde bin Sâmit'ten nakli de şöyledir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz'e vahiy geldiği zaman, bu kendisine çok ağır gelirdi, hattâ mübarek yüzünün rengi iyice solardı."

Yine Âişe validemizin bir rivayetinde de: "Peygamberimiz'e vahiy geldiği zaman, bu kendisine çok ağır gelirdi" denilmiştir. Nitekim âyet-i celîlede: "Ey Muhammed, doğrusu biz senin üzerine ağır bir söz bırakacağız" buyurulmuştur. [1]

Taberânl'nin tesbitine göre de yine Zeyd bin Sabit şöyle demiştir: "Ben, Resûlüllah Efendimiz'in huzurunda vahiy yazıyordum, vahiy geldiği zaman Resûlüllah'ı şiddetli bir sarsıntı kaplar ve şakakları inci daneleri gibi ter dökerdi. Sonra vahiy kesilir, Resûlüllah da açılırdı. Resûlüllah söyler, ben de yazardım. Nazil olan ilâhi vahiy benim üzerimde dahî öylesine bir ağırlık yapardı ki, nazil olan Kur'ân âyetleri sebebiyle ben ayağımın kırıldığım ve bir daha yürüyemeyecek hâle geldiğini sanırdım..."

Ebû Nuaym'in nakline göre İbn-i Abbâs da şöyle demiştir: "Resûlüllah Efendimiz'e vahiy geldiği zaman mübarek yüzünün ve cesedinin rengi solardı; ashâbtan hiç kimse bu sırada kendisiyle konuşamazdı..."

AhmedTaberanî ve Ebû Nuaym İbn-i Amr'den şöyle rivayet ederler. O demiştir ki: "Ben: Ey Allah'ın Resulü, vahyin gelişini siz hisseder misiniz?" diye sordum. Resûlüllah'ın bana cevabı da şöyle oldu:

"Evet, vahiy bana gelir, ben de onu çıngırak sesi gibi işitirim ve şiddetle sarsılırım. Sonra sarsıntı geçer ve ben sâbitleşir karar kılarım. (Bana söyleneni de aynen alır zaptederim). Bu şekilde (çıngırak sesi şeklinde) gelen vahiy bana o kadar ağır gelir ki, her defasında ben, "muhakkak bu sefer canım çıkacak" zannederim!"

Ebû Nuaym'in Feltân bin Asım'dan rivayeti ise şöyledir: "Vahiy geldiği zaman Peygamber Efendimiz'in her iki gözü açık bir vaziyette dikilir kalırdı. Allah'tan gelen vahyi aynen alıp ezberlemek için kulağim ve kalbini de iyice verirdi..."

BuhârîMüslim ve Ebû Nuaym, Ya'lâ bin Ümeyye'den rivayet ediyorlar. O şöyle demiştir: "Peygamber Efendimîz'e vahiy geldiği sırada iyice kendisine baktım. O'nun şiddetli bir hırıltı çıkardığim, gözlerinin ve şakaklarimn iyice kızarmış olduğunu gördüm."

Îbn4 Sa'd'ın Devs'li Ebû Erva'dan rivayeti de şöyledir: "Peygamber Efendimiz'e vahiy geldiği zaman gördüm, kendisi devesi üzerinde idi. Vahyin ağırlığı sebebiyle devesi sağa sola yalpa yapıyor ve Ön ayaklarim atamaz hâle geliyordu. Bazen dayanamayıp yere çöktüğü,[2]) bazan da ön ayaklarim dikerek ayakta durakladığı oluyordu. Peygamberimiz'in de şakakları şapır şapır ter döküyordu."

Yine bu noktaya temas eden Ahmed ve Beyhekî'nin Âişe'den rivayeti şöyledir: "Resûlullah Efendimiz'e vahiy geldiği zaman, üzerine bindikleri devesi vahyin ağırlığı sebebiyle yere çökerdi. Peygamberimiz de şakaklarından şapır şapır ter dökerdi. İsterse soğuk bir günde olsun."

Taberânî'nin Esma binti Amis'ten rivayeti ise şöyledir: "Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in üzerine vahiy indiği zaman, neredeyse bayılacak gibi olurdu."

AhmedTaberânîBeyhekî ve Ebû Nuaym Esma binti Yezid'den rivayet ederler. O demiştir ki: "Mâide Sûresi Resûlullah'a nazil olduğu zaman, kendileri devesi üzerinde bulunuyorlardı ve devenin yularından ben tutuyordum. Nazil olan sûrenin ağırlığından neredeyse devenin ön ayaklan kırılacak idi."

Yine bu konuda Ebû Nuaym'in rivayetine göre, Ebû Hüreyre demiştir ki: "Kendilerine vahiy indiği zaman Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz'in başı şiddetli ağrıdığı için, ağrısı dinsin diye başına kına vurulduğu olurdu."

İbn-i Sa'd İkrime'den rivayet eder. O da şöyle demiştir: "Resûlullah Efendimiz'e vahiy indiği zaman, vahyin şiddetinden neredeyse bayılmış gibi olurdu ve bir müddet böyle kalırdı."

Müslim'in Ebû Hüreyre'den olan rivayetinde de şöyle denilmiştir: "Resûlullah Efendimiz'e vahiy indiği zaman, ashâbdan hiç biri vahiy hali geçinceye kadar Resûlullah'a bakamazdı," [3]

Peygamberimizin Cebrâîl'i Yaratıldığı Surette Görmesi

Ahmedİbn-i Ebî Hatim ve Ebû'ş-Şeyh İbn-i Mes'ûd'dan rivayet ediyorlar. O şöyle diyor: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellemCebrâîl (aleyhisselâm)'ı yaratıldığı şekil ve surette iki defa görmüştür. Bunlardan birincisi: Peygamberimiz ona, kendisini yaratıldığı şekilde göstermesini istemişti de o da göstermişti ve bütün ufku kaplamıştı. Diğeri ise: îsrâ Gecesinde Sidre-i Müntehâ yanında olmuştur."'

Yine Ahmed'in tek başına İbn-i Mes'ud'dan rivayeti de şöyledir: "Peygamber Efendimiz Cebrâîl'i yaratıldığı şekilde gördüğü zaman, ona altı yüz kanadı ile ve bütün ufku kapatmış bir vaziyette ve her bir kanadından renk renk inci ve yakutların döküldüğü bir şekilde görmüştür. Ki bunların çeşit, renk ve miktarim ancak Allah bilirdi."

Yine Ahmed ve Taberânî'nin İbn-i Abbâs'tan bir rivayeti var. O şöyle diyor: "Peygamber Efendimiz Cebrâîl'e kendisini göstermesini istediği zaman, "Allah'a bu hususta dua et!" cevabim almıştı. Peygamberimiz de dua etmişti. Derken doğu ufkundan bir karaltı yükselip yayılmaya ve bütün ufku kaplamağa başladı."

Buhârî ve Müslim Âişe'den şöyle rivayet ederler: "Peygamber Efendimiz Cebrâîl'i yaratıldığı şekil ve surette ancak iki defa görmüştür. Onu, semâdan yere inerken ve bütün semâ ile arz arasını doldurmuş bir vaziyette görmüştür. Çünkü Cebrâîl, çok büyük olarak yaratılmıştır."

İmâm-ı Ahmed'in Âişe'den rivayetinde ise, o bunu, Peygamberimi­zin ağzından naklen şöyle ifâde etmiştir: "Peygamberimiz buyurdu: "Ben Cebrâîl'i gökten yere iner bir vaziyette ve arz ile semâyı tamamen, doldurmuş bir şekilde gördüm. Üzerinde ise inci ve yakutlarla süslenmiş ince ve has ipekten bir elbise vardı."

Ebû'ş-Şeyh'in rivayetinde ise Âişe şöyle demektedir: Peygamberi­miz buyurdu: "Ben, Cebrâîl'e: "Seni yaratıldığın şekilde görmek istiyorum" dedim. Cebrâîl de kanatlarından birini açıverdi. Semânın ufkunu tamamen kapladı. O kadar ki, semadan hiç bir şey görünmüyordu."

Ebû'ş-Şeyh'in bir rivayetinde İbn-i Mes'ud demiş ki: "Peygamber Efendimiz Cebrâîl'i gördüğü zaman, Onun üzerinde yeşil renkte bir elbise vardı ve O, yerle gök arasını tamamen kaplamış idi."

Yine Ibjı-i Mes'ud'dan Ebû'ş-Şeyh'in ve İbn-i Merdûye'nin rivayetleri de şu mealdedir: "Peygamber Efendimiz Sidre-i Müntehâ'da Cebrâîl'i iki ayağim Sidre üzerine -atmış bir vaziyette ve üzerinde bitki üzerindeki çığ dâneleri gibi, inciler dizlln+iş bir şekilde görmüştür."

Yine Ebû'ş-Şeyh'in rivayetine göre, Şüreyh bin Ubeyd'in bu husus­taki sözü de şu mealdedir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz semaya çıktık­ları zaman Cebrâîl'i yaratıdığı şekilde gördü. Cebrâîl'in kanatlarında bir nûr gibi parlayan zeberced, inci ve yakutlar vardı. Kendileri bu hususta buyurmuştur'ki: "Cebrâîl o kadar büyüktü ki, sanıyorum sadece iki gözü arası bütün ufku kaplamıştı. Ben onu, daha önceleri muhtelif şekillerde görüyordum. En fazla olarak da onu Dıhyetü'l-Kelbi sûresinde görmüştüm. Zaman zaman da onu, bir kimsenin arkadaşim tül perde, arkasından görmesi gibi görüyordum."

İbn-i Sa'd ve Nesai sahih bir sened ile İbn-i Ömer'den şöyle rivayet eder: "Cebrâîl (aleyhisselâmPeygamber Efendimiz'e Dıyhe el-Keîbi suretinde gelirdi."

Taberânî'nin Enes'ten rivayetinde ise şöyle denilmiştir: "Peygamber Sfedimiz buyurdular ki: "Cebrâîl hana, Dıhye el-Kelbi suretinde geliyordu. Dıkye, yaratılışı güzel bir adamdı."

El-Uceli'nin tarihinde Uuâııe bin Hakemden naklen: "İnsanların en güzeli; vahiy meleği olan Cebrâîl kimin suretinde gelir idiyse İşte. odur" diye kaydedilmiştir." [4]

Ağacın Peygamberimize Doğru Gelişi

İbn-i Ebî Şeybe, Ebû Yûlâ, Baremi, Beyhekî ve Ebû Nuaym el-A'ıneş tarikiyle Ebû Süfyan'dan, O da Enes'ten şöyle rivayet ederler: "Cebrâîl Peygamber Efendimiz'e geldi, kendileri bu sırada Mekke dışında idi ve Kureyş tarafından kanlrr içinde bırakılmıştı. Cebrâîl: "Bu hal nedir?" diye sordu. Peyga^erimiz de: "Kuroyş beni kanlar içinde bıraktı" dedi. (cebrail Peygamberimize teselli için: "Bir mucize görmek ister misiniz7" diye sordu, Peygamberimi.'! de "Svot" dedi. Cebrâîl: "Şu ağacı çağır" dedi. O da çayırdı. Ağaç.yeri yararak gelip Peygamberimi­zin önünde durdu. Cebrâîl: "Emret de yerine gitsin!" dedi. O da yerine gitmesi için ağaca emretmiş, ağaç da yerine dönmüştür. Bu olay üzerine Peygamberimiz: "Bu kadarı bana yeter" demiştir. [5]

Beyhekî Hasan-ı Basri'den rivayet eder: "Peygamberimiz Kureyş'in kendisini yalanlamaları sebebiyle son derece üzülmüş ve Mekke'den dışarı çıkarak bazı dağ yollarında yürümeye başlamıştı. Bu sırada: "Ey Rabbim, bana teselli olacağını ve kendisiyle üzüntüden kurtulacağım bir şey göster!" diye niyazda bulunmuş. Kendisine, karşısındaki ağacın hangi dalim isterse yanına gelmesi için çağırması hakkında vahiy gelmiş. O da çağırmış. Bunun üzerine dal ağacından ayrılarak O'nun yanına gelmiş. Peygamberimiz o dala yerine gitmesini emretmiş, dal da yeri yararak geri dönmüş ve âit olduğu ağaçla birleşmiştir. Bunun üzerine Resûlullah Efendimiz'in nefsi itmi'nan bulmuş ve Allah'a hamdederek Mekke'ye dönmüştür."

İbn-i Sa'dEbû Ya'lâBezzârBeyhekî ve Ebû Nuaym güzel bir sened ile Hasan-ı Basri'den, o da Ömer İbn-i'l-Hattâb (radıyallahü anh)'ten rivayet ederler. Şöyle ki: "Peygamber Efendimiz Mekke'den çıkıp Hacûn tarafın­da bulunuyordu, oldukça üzgün idi. Müşriklerin ezalarim hatırlıyor ve: "ilâhi, bugün bana öyle bir ayet göster ki, bir daha üzülmeyecek şekilde kalbim itmi'nana ersin!" diye dua ediyordu. Bu sırada kendisine "Vadideki ağaçlardan birini çağırması" emredildi. O da çağırdı. Ağaç yeri yararak geldi, O'nun önünde durdu ve kendisine selâm verdi. Sonra Peygamber ağaca: "Yerine dönmesini" emretti. Ağaç da geldiği gibi yerine döndü. Bunun üzerine Peygamber (aleyhisselâm): "Bu tecelliden sonra, beni yalanlamalarına hiç de aldırmam!" dedi."

Ebû Nuaym Câbir'den naklediyor, O demiştir ki: "Müşrikler Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) eziyet ediyorlardı. Cabrâil gelerek Peygamber'i aldı ve Mekke'nin dışına çıkardı. Ağaçlık bir vadinin kenarından geçerlerken Peygamberimiz'e hitaben: "Ağaçlardan hangisini istersen çağır!" dedi. Peygamberimiz de bir ağacı çağırdı, ağaç geldi ve O'nun önünde durdu. Bunun üzerine Cebrâîl: "Ey Peygamber, gerçekten sen hak üzeresin!" dedi." [6]

Henüz Yaşim Doldurmamış ve Koç Görmemiş Kuzunun Memelerinden Süt Sağması

Tayâlisi, İbn-i Sa'dİbn-i Ebî ŞeybeBeyhekî ve Ebû Nuaym Îbn4 Mes'ûddan rivayet ediyor. O demiştir ki: "Ben yeni yetişmekte olan bir genç idim ve Mekke'de Ebû Muayt oğlu Ukbe'nin koyunlarim güderdim. Peygamberimiz ve Ebû Bekir, Mekke müşriklerinden kaçarlarken bana uğradılar ve dediler ki: "Ey delikanlı, yanında bize içireceğin süt var mıdır?" Ben ise, "Bir emanetçi olduğumu" bildirerek cevab verdim. Dediler ki: "Güttüğün sürü içinde henüz koç görmemiş ve yaşına basmamış dişi kuzu yok mudur?" Ben: "Vardır" diyerek cevapladım ve kuzuyu onların yanına getirdim. Ebû Bekir kuzuyu bağladı.

Peygamberimiz de kuzunun memesini eline aldı ve dua etti. Kuzunun memesi süt ile doldu... Ebû Bekir içi çukur bir taş bulup getirdi, Peygamberimiz sütü bunun içine sağdı. Sonra sütten Peygamberimiz ve Ebû Bekir içtiler. Bana da içirdiler. Sonra Peygamber Efendimiz kuzunun memesine "sütünü çek" diye seslendi. O da eski hâline geldi." [7]

Hâlid bin Saîdin Gördüğü Rüya

[8]İbn-i Sa'd ve Beyhekî Muhammed bin Abdullah bin Amr'den[9] nakleder:'Hâlid bin Saîd, Islâm'in ilk günlerinde müslüman olmuştu. O'nun müslümanlığı kabul edişi gördüğü bir rüyaya dayanır. Şöyle ki: Rüyasında pek büyük bir ateş görür, babası kendisini bu ateşe itmektedir. Kendisi de bu ateşin kenarında bulunmaktadır. Peygamberimiz ise gelip ateşe düşmesin diye arkasından tutup onu çekmektedir. Ürpererek uykusundan uyanmış ve: "Allah'a yemin ederim ki bu, bir hak rüyadır!" demiş. Derhal Ebû Bekir'e giderek rüyasını anlatmış. Ebû Bekir de: "Bu gerçekten hayırlı bir rüyadır" demiş ve: "Hiç durma, İşte Resûlüllah, hemen gidip kendisine imân et!" tavsiyesinde bulunmuştur. O da hemen Peygamberimiz'e gidip: "Ey Muhammed, sen insanları neye çağırıyorsun?" diye sormuş. Peygamberimiz: "Ben Allah'ın elçesi olarak insanları Allah'ın birliğine, eşi ve benzeri olmadığına, Muhammed1 in de Allah'ın kulu ve elçisi olduğuna inanmaya çağırıyorum. İşte seni de buna ve putları aradan çıkarıp atmaya çağırıyorum! Elbette ki insan, fayda da, zarar da vermekten âciz bulunan, kendisine ibadet edenle etmiyeni farketmiyen taş parçasına tapınamaz!... buyurmuştur. Bunun üzerine Hâlid müslü­man olmuştur. Durumu öğrenen babası Hâlid'in peşine adam takmış, yakalatıp getirmiş, fena sözler söyleyip doğmuştur. Öfkesini yenemeyip: "Vallahi ey Hâlid, sana bir lokma yiyecek vermeyeceğim!" diyerek haykırmıştır. Hâlid de babasına hitaben: "Eğer sen yiyeceğimi vermezsen, Allah benim rızkımı istediği şekilde verecektir!" diyerek karşılık vermiştir."

İbn-i Sa'd Salih bin Keysân'dan [10]şöyle nakleder; "Hâlid bin Saîd gördüğü rüyayı arılatarak demiştir ki: Peygamberimiz'i gönderilmesinden önce idi. ... Ben, bütün Mekke'yi kaplayan, dağları ve vadileri örten bir karanlık gördüm, rüyamda... Sonra Zemzem tarafın­dan sabah aydınlığı gibi bir nûr çıktı. Büyüdükçe büyüdü ve iyice yukarıya çıktı. îlk önce bu nurun aydınlığında gördüğüm şey Kabe olmuştur. Sonra sırasıyla dağları ve vadileri gördüm... îyice büyüyen ve yükselen bu nûr, o kadar yayılmıştı ki tâ Medine'nin hurmalıklarim aydınlatıyordu. Bu nurun içinden biri şöyle sesleniyordu: "O, münezzehtir, münezzehtir!... Söz tamam olmuş» şirkin bütün yolları kaldırılmıştır! Bu ümmet mutlu olmuş, Peygamberini bulmuştur! Şu karyenin yalanladığı Kitab kemâline ermiştir. Bu karye iki defa azâb görmüş, üçüncüsünde tevbeye gelecektir." Hâlid, bu rüyasını kardeşi Amr'e anlatmış, Amr de demiştir ki: "Gerçekten sen şaşılacak bir şey görmüşsün! Nurun Zemzem'den çıktığim gördüğüne göre, ben derim ki: "Senin bu rüyanın karşılığı, Abdü'l-Muttalib Oğullarından çıksa gerektir..."

Darekutnî ve İbn-i Asâkir Vakıdî tarikiyle nakleder: İbrahim bin Ukbe'nin oğlu İsmail, amcası Mûsâ bin Ukbe'den rivayetle der ki: "Hâlid bir Saîd'in kızı Ümmü Hâlid, babasının bu rüyasını aynen nakleder ve bu esnada babasının "Bu seseble Allah beni îslâm'a hidayet etmiştir" sözüne temasla: "Babam ilk müslüman olan kişidir! O, rüyasını Rasûlüllah'a gidip anlatmış, Resûlüllah Efendimiz de kendisine: "Ey Hâlid, vallahi ben, senin gördüğün bu nurum! Ben, Allah'ın Resulüyüm!" buyurmuş, bunun üzerine babam da derhal müslüman olmuştur" şeklinde ifade etmiştir." [11]

Sa'd bin Ebû Vakkas’ın Rüyası

Îbn-i Ebû'd-Dünyâ ve İbn-i Asâkir Sa'd bin Ebû Vakkâs'tan nakleder. O demiştir ki: "Ben müslüman olmazdan üç gün önce rüyam­da çok büyük bir karanlık gördüm; öyle ki hiçbir şey görünmüyordu. Derken ansızın Ay doğuverdi. Ben bu Ay'a bakıyor ve başka kimlerin bulunduğuna dikkat ediyordum. Baktım ki Zeyd bin Harise ile Ebû Bekir de oradalar, benimle birlikte Ay'ı takib ediyorlar... "Siz buraya ne zaman geldiniz?" diye kendilerine soruyor, onlardan "şimdi geldik" cevabım alıyordum... Uyandığım zaman, Resûlüllah'ın insanları gizlice İslâm'a davet ettiğine dâir duygumu hatırladım ve bu maksatla kendisini görmek istedim. Ciyad taraflarında bir yolda kendisiyle karşılaştığımda: "Ey Muhammed, Sen insanları neye davet ediyorsun?" diye sordum. Resûlüllah da bana: "Allah'tan başka ilâh olmadığı,

bildirilmektedir. Hicretin 140. yılında vefat etmiştir. Zehebi el-Mizân'da onun hakkında: "Ulemâdan iti m ad edilir bir zattır" der. Kaderiyeden olduğu iddia edilmişse de, bunun asılsız

olduğunu bildirir.

Muhammed'in de Allah'ın elçisi bulunduğu hakikatini kabul edip şehâdet getirmeye davet ediyorum! Haydi buna şehadet et de müslüman ol" buyurdu. Ben de derhal şehadet getirerek müslüman oldum." [12]

Büyükçe Bir Yemek Kabından Kırk Kişinin Doyması Mucizesi

İbn-i Sa'd Nâfi tarikiyle Sâlîm'den [13]o da Ali'den nakleder. Şöyle ki: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Hatice'ye bir miktar yemek hazırlamasını emretti, o da hazırladı. Sonra bana: "Ey Ali, haydi Abdü'l-Muttalib Oğullarim çağır" dedi. Ben de çağırdım... Kırk kişi kadar geldiler. Peygamberimiz kendilerine: "Haydi buyurunuz!" diyerek serîd ikram etti. Hepsi de yiyip doydular. Aslında bu yemek, onlardan birinin tek başına yiyebileceği miktarda idi. Sonra kendilerine süt ikram etmemi söylediler. Ben de süt ikram ettim. Hepsi içip süte kandılar. Aslında bu da, onlardan birinin tek başına içebileceği kadardı. Fakat kırk kişi olmalarına rağmen hepsini kandırmıştı. Ebû Leheb derhal söze atılarak: "Gördünüz mü, Muhammed sizleri nasıl da büyüledi!" dedi ve oradakilerin dağılmalarına sebeb oldu... Aradan bir kaç gün geçtikten sonra yine bir miktar yemek hazırlatan Peygamber Efendimiz, bana hitapla: "Ey Ali haydi kavmini topla!" buyurdular. Ben de onları topladım, hepsi gelip yediler ve içtiler. Doyup kandılar... Sonra Peygamberimiz topluluğa hitapla: "Şimdi beni, üzerimde bulunduğum bu dâvada kim destekleyecek?" diye sordu... Ben hemen söze atarak: "Ben destekliyeceğim, ey Allah'ın Resulü! Şu topluluğun en genci de benim!" diyerek karşıladım... Oradakileri bir sükût kapladı, hiç kimseden bir ses çıkmadı. Sonra babama hitapla: "Ey Ebû Tâlib, oğlunun yaptığim görüyor musun?" dediler. Babam da kendilerine: "Bırakın onu, o elinden gelen hiç bir şeyi esirgemeksizin amcası oğlunu desteklemeye devam edecektir" karşlığim verdi..."

Yine Ebû Nuaym İbn-i İshâk tarikiyle Berâ bin Azib'ten nakleder: "Peygamber Efendimiz'e "Ey Muhammed, yakınlarim inzâr et!" mealin­deki âyet indiği zaman, Peygamberimiz Abdü'l Müttalib oğullarim topladı, o gün onlar kırk kişi idiler. Ali'ye, bir koyun budundan bir miktar yemek hazırlamasını emretti. O da hazırlayıp Resûlullah'a takdim etti. Resûlullah bu yemekten bir parça alıp bu parçanın bir kısmim yedi, kalan kısmim da yemek kabimn etrafında dolaştırarak yemeğe dokundurdu. Sonra onar kişi hâlinde gelip yemelerini söyledi. Onlar da onar kişi halinde gelip hepsi bu yemekten yediler ve doydular. Sonra Peygamberimiz süt kabım isteyip eline aldı, bir yudum içtikten sonra onlara verdi: "Buyurunuz sırayla içiniz, bismillah" dedi. Hepsi içtiler ve süte kandılar. Ebû Leheb derhal söze başlayıp: "Hiç bir kimse, bu adamın sizi büyülediği gibi kimseyi büyülemiş değildir!" dedi ve oradakileri dağıttı. Ertesi günü Peygamberimiz onları tekrar çağırtıp topladı. Aynı şekilde bir kişinin yiyebileceği miktardaki bir yemekle hepsini doyurdu, aynı miktardaki sütle de hepsini süte kandırdı. Sonra başkasma fırsat vermeden söze başlayıp kendilerine tebligatim yaptı." [14]

Peygamberimizin Ebû Talib’in İyileşmesi İçin Duası

İbn-i AdiyBeyhekî ve Ebû Nuaym (zayıf bir senedle) yâni Heysem bin Hammâd tarikiyle Enes'ten rivayet eder. O diyor ki: "Ebû Talib hasta olmuştu. Peygamberimiz kendisini ziyaret etti. Bu sırada Ebû Talib: "Ey kardeşimin oğlu, kendisine ibadet ettiğin Rabbine dua et de bana şifâ versin" ricasında bulundu. Peygamberimiz de: "Allah'ım, amcama şifa ihsan eyle!" diyerek dua etti. Ebû Tâlib de sanki hiç hasta değilmiş gibi iyileşip ayağa kalktı. Peygamberimiz'e hitaben: "Ey kardeşimin oğlu, Senin kendisine ibâdet ettiğin Rabbin, sana itaat edip isteğini yerine getiriyor" dedi. Peygamberimiz de kendisine: "Ey amca, eğer sen Allah'a itaat etsen, elbette O da sana itaat eder!" diyerek karşılık verdi."

(Bu rivayeti tek başına Heysem nakletmiştırve kendisi zayıf bir râvidir -Süyûti-).[15]

Ebû Talib’in Peygamberimizin Hürmetine Yağmurun Yağmasını İstemesi

İbn-i Asâkir'in Târih'inde naklettiğine göre Celheme bin Arfeta demiştir ki: "Ben Mescid-i Haram'a gitmiştim. Kureyş'in dağimk bir vaziyette bulunduğunu, izdiham ve gürültüden geçilmediğini gördüm. Yağmur duası yapıyorlardı. İçlerinden biri: "Lât ve Uzzâ adındaki putlarimzın yanına giderek, onlardan şefaat isteyin!" diye bağırıyordu. Bir başkası da: "Menât'a gidiniz, Menât'a" diyerek haykırıyordu, içlerinden yaşlı birisi bu arada: "Vesını ve Kasını! Yani meşhur ve büyük adam! Güzel yüzlü, tatlı ve haklı sözlü! Size ne oluyor da O'na başvurmuyorsunuz? İbrâhim'in bakiyesi, İsmâil'in sülâlesi sizin

içinizdedir!" dedi. Bu yaşlı kişiye: _"Ebû Talib'i mi kastediyorsun?" diye sordular. O da: "Evet" karşılığim verdi. Hep birlikte kalkıp Ebû Talib'in evine gittiler. Ben de gittim. Kapıyı çaldıklarında Ebû Talib dışarı çıktı ve niçin geldiklerini anlatmaları üzerine de: "Öğle vaktinin girmesini ve rüzgarın esmesini bekleyiniz" dedi. Güneşin zevalinden sonra, yanında sanki buluttan sıyrılan güneş gibi biri bulunduğu halde halkın yanına çıktı. Etrafında başka gençler de vardı. Ebû Talib yanındaki güneş yüzlü gencin elinden tutup Kabe duvarimn dibine ve arkası Kâbeye dayalı bir vaziyette oturttu. O genç de şehadet parmağim yukarı kaldırarak dua edip sığındı. Yanındaki diğer gençler de yalvarıp yakarıyorlardı. Semada ise hiç bulut yoktu. Derken bulutlar görünmeye ve çeşitli taraflardan yükselmeye başladı. Çok geçmedi hava iyice kapandı ve bol bol yağmur yağdı. Vadilerden seller aktı ve her taraf bolluk bereketlik oldu. Ebû Tâlib de bunun üzerine şiir hâlinde şu sözleri söyledi:

"Nûr yüzlü! O'nun yüzüsuyu hürmetine yağmur istenir. Kendisi yetimlerin sığınağı, dulların dayanağıdır.

Her tarafı kıtlık ve kuraklık sarmışken, nimete ve berekete kavuşuldu.

Adalet terazisi bir arpa ağırlığında hatâ etmez. "

Tartıcısı da gerçek ve güvenli olunca, hiçbir haksızlık olmaz!" [16]

Ay'ın Yarılması Mucizesi

Peygamber Efendimiz'in sahih haberlerle sabit bulunan mucizelerinden birisi de, Ay'ın yarılması mûcizesidir ki buna Şakkı-Kamer mucizesi denilmektedir. Üzerinde ittifak edilmiş bulunan sahih hadisler ve haberler, Ay'ın bü-fiil ikiye ayrılmasına şehadet ettiği gibi; ilgili âyet-i kerime de bu hususta sarihtir; açıkça buna delâlet etmektedir. Nitekim Kamer Sûresi'nin birinci âyetinde aynen şöyle buyurulmaktadır:

"Kıyamet saati yaklaştı, Ay yarıldı."

Buhârî ve Müslim de sahihlerinde Enes'ten şöyle rivayet ederler: "Mekke halkı Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den kendilerine bir mucize göstermesi­ni istediler. Peygamberimiz de onlara Ay'ın ikiye yarılması mucizesini gösterdi." Yine her iki sahihlerin İbn-i Mes'ud'dan rivayetleri de şöyledir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında Mekke'de Ay iki parçaya ayrıldı. Peygamber Efendimiz Mekke'lilerin dikkatini bu mucizeye çekerek: "Şahit olunuz" buyurdular.

Buharî ve Müslim'in yine, İbn-i Mes'ud'dan olan diğer bir revâyetleri de şu mealdedir."Mekke de Ay ikiye yarıldığı zaman biz Peygamber Efendimiz'in yanında bulunuyorduk. Ben şahsen bu mucizeye şahit oldum. Ay ikiye ayrıldı, bir parçası dağın öbür tarafında, bir parçası da bu tarafînda oldu. Peygamberimiz Mekke'lilere hitaben: "Şahit olunuz" buyurdular.

Yine İbn-i Mes'ûd'dan sahihlerin bir diğer rivayetinde: "...Ay'ın bir parçası dağın üst kısmında, diğer parçası da beri kısmında idi" denilmiştir.

Yine İbn-i Mes'ûd'dan Beyhekî'nin bir rivayeti var. Bu rivayette ise şöyle denilmektedir: "Ben Mekke'de ayın ikiye ayrılışına bizzat şahit olup kendi gözümle gördüm. Peygamber Efendimiz henüz Mekke'den çıkmamış idi. (Hicretten evvel idi). Mekke'lilerin kendisinden bir mucize göstermesini istemeleri üzerine, Peygamber Efendimiz mub.ârek parmağıyla Ay'a işaret etti ve Ay ikiye ayrıldı. Bir parçası Ebû Kubeys dağimn üzerinde, diğer bir parçası da aşağı tarafta idi. Müşrikler dediler ki: "Muhammed Ay'ı büyüledi" İşte bunun üzerine: "Kıyamet saati yaklaştı, ay ayrıldı" mealindeki ilgili âyet nazil oldu. [17]

Beyhekî ve Ebû Nuaym'in İbn-i Mes'ûd'dan olan rivayetleri de şöyledir: "Mekke kâfirleri Peygamberimizden bir mucize istediler. Peygamberimiz de onlara Ay'ın yanlışı mucizesini gösterdi. Kâfirler bunun üzerine: "Bu bir sihirden ibarettir, Ebû Keşbe'nin oğlu (Muham­med) sizi büyüledi!" dediler. Sonra, seferde olanlar döndüklerinde onlardan bunu sormaya karar verdiler. "Eğer seferde bulunanlar da sizin gördüğünüzü görmüşlerse, Muhammed sözünde sâdıktır, eğer görmemişlerse, burada size sihir yapıldığından hiç şüpheniz olmasm(!)" dediler. Seferde olanlar da dönmeye, çeşitli cihetlerden gelmeye başladılar. Onlar da her gelene soruyor, sorduklarından: "Evet gördük" diye cevab alıyorlardı." [18]

Ay'ın ikiye yarılması mucizesini Buhârî ve Müslim Abdullah İbn-i Abbâs'tan rivayet ettikleri gibi, ayrıca Müslim Abdullah İbn-i Ömer'den de kısaca şöyle nakleder: "Mekke'de Ay'ın ikiye yarılması mucizesi vukua gelmiştir. Ay'ın bir parçası dağın öbür tarafında, bir parçası da beri tarafında idi. Peygamberimiz de bunun üzerine: "Allah'ım şahit ol!" demişti."

Beyhekî ve Ebû Nuaym Cübeyr bin Mut'im'den rivayet eder. O şöyle demiştir: "Mekke'de Ay ikiye ayrıldığı zaman bir Peygamber Efendimiz'in yanında bulunuyorduk. Ay'ın bir parçası şu dağın üzerinde diğer parçası da şu dağın üzerinde idi. insanlar yâni kâfirler: "Muhammed bizi büyüledi!" dedi. İçlerinden birisi de: "Sizi büyüledi ise, bütün insanları da büyüledi değil ya!" diyerek söz attı. Yine Ebû Nuaym'ın Atâ- ve Dahhâk tarikiyle İbn-i Abbâs'tan bir rivayeti var.

Bunda da denilmiştir ki: "Müşrikler toplanıp Peygamberimiz'e geldiler ye: "Ey Muhammed, eğer davanda sâdık isen, bize şu Ay'ı ikiye ayır! Öyle ki bir parçası şu Ebû Kubeys dağimn üzerinde, diğer parçası da şu Kuaykân dağimn üzerinde olsun!" dediler. Vakit gece idi, Ay da aydınlık idi. Resûlüllah Efendimiz Allah'a duâ ettiler, Rabbi'nden müşriklerin kendisinden istedikleri şeyi vermesini dilediler. Bunun üzerine Kamer ikiye ayrıldı. Yarısı Ebû Kubeys dağimn üzerinde, diğer yarısı da Kuaykân dağimn üzerinde oldu... Mucizenin gerçekleşmesi üzerine Peygamber Efendimiz de: "Şahit olunuz!" buyurdular.

(Ebû Nuaym'ın yalnız Dahhâk tarîkinden sevkettiği bir rivayet daha var. Burada ise yine İbn-i Abbâs'ın şöyle dediği kaydedilir: "Ay İki parça oldu. Bir parçası Safa tepesi üzerinde, diğer parçası ise Merve tepesi üzerinde idi. ikindi vaktinden akşam vaktine kadar olan müddet mfEtarmca Ay'ın parçaları bu tepeler üzerinde kaldı. Onlar da buna bakmaya devam ettiler. Sonra Ay battı.)[19]

İslâm âlimleri dediler ki: Ay'ın ikiye ayrılması mucizesi, gerçekten çok büyük bir mucizedir. Diğer Peygamberlere verilen mucizelerden hiç biri, bu büyüklükte bir mucize değildir... Çünkü bu mucize bu âlemde carî bulunan tabiî ve fıtrî kanunların fevkinde olan bir mucize ve tecellîdir... Tamamen semavî ve ulvî bir tecelli ve mucizedir. Tabiatta var olan kânun ve özelliklerin dışında büyük bir harikadır. Tabiî yollardan herhangi biriyle başkasının buna ulaşmasına ve taklîd etmesine asla imkân yoktur. Bu itibarla, bu mucizeyi izhar edenin davasında sâdık olduğuna delâleti de, çok açık ve kesindir. [20]

Cenabı Hakkın Peygamberimizi, İnsanlardan Koruyacağına Dair Vadi İlahisi

TirmizîHâkimBeyhekî ve Ebû Nuaym'in Âişe'den rivayetine göre o şöyle demiştir: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Önceleri nöbetçiler dikilerek' insanların kendisine bir kötülük yapmasından korunması için bekleniyordu... Nihayet şu âyet nazil oldu:

130- "Ey Muhammed, Allah seni insanlardan koruyacaktır." [21]Bunun üzerine başim kubbeden çıkaran Peygamber nöbetçilere hitaben: "Ey İnsanlar, haydi gidiniz, Allah beni koruyacağim va'd buyurdu" demiştir.

AhmedTaberânîEbû Nuaym Cude'den naklediyor: "Birgün ben Peygamber Efendimiz'in huzurunda idim. Oraya bir adam getirdiler ve: "Ey Allah'ın Resulü, bu adam sizi öldürmek istedi" dediler. Peygamber Efendimiz de: "Korkuya mahal yok, korkuya gerek yok! Eğer sen beni öldürmek istemişsen bile, Allah bunun için sana fırsat vermeyecektir!" buyurdular. [22]

Allah'ın Peygamberimizi Ebû Cehl’in Zararından Koruması ve Bu Hususta Meydana Gelen Mucizeler

Müslim Ebû Hüreyre'den rivayet ediyor: "Bir gün Ebû Cehil büyük bir öfkeleyle: "Demek, Muhammed aranızda yüzgösterip istediği gibi ibâdet mi ediyor?" diye bağırdı." Kendisine: "Evet" dediler. Bunun üzerine Ebû Cehl: "Lât ve Uzzâ adındaki putlarımıza yemin ederim ki, eğer Muhammed'in bir daha böyle yaptığim görecek olursam, muhak­kak boynunu çiğneyeceğim! Yahut ta yüzünü yerlere süreceğim!" dedi. Peygamberimiz ise tekrar gelip namaz kılmaya başladı. O'nun boynunu çiğnemek için ilerliyen Ebû Cehl, birden bire geri çekilmeye ve eliyle kendisini korumaya çalışır gibi hareketlere başladı ve oradan derhal uzaklaştı. Kendisine niçin böyle yaptığım sorduklarında: "Muhammed-le benim aramda ateşten bir hendek açıldı. Müthiş korktum. Sonra aramızda birtakım kanatlar da zuhur etti" cevabim verdi. Peygamber efendimiz de bu hususa temasla: "Eğer o bana yaklaşsaydı meleklerin kanadıyla parça parça edilirdi" buyurdular. Cenab-ı Hak da:

"Hayır, gerçekten insan azar. (Rabbi'nin bunca iyiliğine rağmen yine de taşkınlık eder)" mealindeki âyeti ve onu takîb eden diğer âyetleri inzal buyurdu. [23]

İbn-i İshâk, Beyhekî ve Ebû Nuaym İbn-i Abbâs'tan rivayet ederler: "Bir gün Ebû Cehil, Kureyş'e hitaben: "Ey Kureyş topluluğu, bildiğiniz gibi Muhammed dînimizi ayıplıyor, atalarımızı kötüleyip aklımızla alay ediyor! Üstelik ilahlarımıza da hücum ediyor... Ben Allah'a and içiyorum ki, yarın elime bir taş alıp Muhammed'in namaz kıldığı yerin yakimna oturacağım, o namaza durup secdeye varınca, başım taşla ezeceğim! Muhammed Öldükten sonra, onun yakınları olan Abdü Menâf oğulları ne isterlerse yapsınlar!" diyerek öfkesinden kükrüyordu. Derken ertesi günün sabahında Resûlüllah Efendimiz geldi ve namaza durdu. Ebû Cehil elinde taş orada bekliyordu. Kureyş de orada toplanmış merakla bekliyor ve bakıyordu. Peygamberimiz secdeye vardığı zaman Ebû Cehil taşı yüklenerek ilerledi ve Peygamberimiz'e biraz yaklaştığı sırada ansızın geri çekilmeye başladı. Dehşete kapılmış ve rengi solmuş bir vaziyette idi. Sanki eli kurumuş gibiydi. Nihayet taşı elinden indirdi. Kureyş'ten bazı adamlar yanına gelerek: "Sana ne oluyor?" diye bağırdılar. Ebû Cehil'de onlara: "Muhammed'e yaklaştığım zaman büyük bir deve bana hücum etti! Neredeyse beni yiyeyazdı." diye karşılık verdi. Bunu Peygamberimize duyurdukları zaman: "Büyük ve korkunç bir deve suretinde ona hücum eden Cebrâîl idi. Eğer bana biraz daha yaklaşsaydı, onu parçalardı" buyurdular.

Yine İbn-i Abbâs'tan Buharî'nin rivayetinde şöyle denilmektedir: Ebû Cehil: "Eğer Muhammed'in Kabe'de namaz kıldığim görürsem, boynunu çiğneyip onu ezeceğim!" diye haykırmıştı. Bunu Peygamberi­mize haber verdikleri zaman şöyle buyurdular: "Eğer öyle bir şey yapsa, melekler onu gözönünde parçalarlar!"

Diğer bazı kaynaklarında İbn-i Abbâs'tan bir rivayeti var. O da bunu babası Abbâs'tan nakleder. Şöyle ki: "Birgün ben Mescid'de idim. Ebû Cehil dedi ki: "Eğer Muhammed'i burada namaz kılarken görür­sem, secdeye vardığı zaman boynunu çiğneyip ezeceğime dair Allah'a söz veriyorum!" Ben Resûlüllah'a giderek Ebû Cehl'in bu andından haber verdim. Peygamberimiz gadada gelerek yerinden kalktı ve doğruca Mescid'e gitti. Mescid'in kapısından girerken müthiş bir izdiham vardı. Herkes ne olacak diye heyecanlanmıştı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) okumağa başladı: Kur'ân'ın "Yaratan Rabbinin adıyla oku" mealindeki ayeti okudu, sonra bu âyeti takîb eden âyetleri okudu. Nihayet Ebû Cehil hakkındaki "Hayır insanoğlu gerçekten azıp taşkınlık eder!" mealindeki âyeti okuduğu sırada, oradakilerden biri Ebû Cehl'e yanaşarak: "Duyuyor musun, Muhammed neler okuyor, neler diyor?" dedi. Ebû Cehil de o adama cevaben: "Duyuyorum, fakat siz ufukta benim gördüğümü görmüyor musunuz? Vallahi semânın bütün ufku benim aleyhime kuvvetlerle doluverdi" dedi.

Kaynakların Ebû Süfyan el-Sekâfi'den tesbitine göre, o da şöyle demiştir: "Eraş kabilesinden bir adam devesine binerek Mekke'ye geldi. Ebû Cehil bu deveyi bu adamdan satm aldı, fakat parasını vermedi. Adam Kureyş topluluğuna giderek durumu anlattı: Kendisinden bir garip ve yolcu olduğunu söyleyerek, Ebû Cehîl'den hakkimn alınması hususunda kendisine kimin yardım edebileceğini sordu... Onlar da sırf ikisi arasındaki soğukluk ve düşmanlığı bildikleri için; "İşte şu adamı görüyorsun ya, ancak sana o adam yardım edebilir" diyerek Resûlüllah'a işaret ettiler ve: "Haydi ona git!" dediler. Peygamberimiz o sırada Mescid'in bir tarafında idi. Adamcağız Peygamberimiz'e giderek durumu O'na anlattı. Peygamberimiz de bu adamcağızı yanına alarak doğruca Ebû Cehl'in evine gitti ve kapıyı çaldı. İçeriden Ebû Cehl: "Kim o?" diye seslendi. Peygamberimiz de: "Muhammed" diyerek cevap verdi. Dışarı çıkan Ebû Cehl, gerçekten toprak gibi kesilmişti. Peygamberimiz kendisine: "Derhal bu adamın hakkim Öde!" dedi. Ebû Cehl: "Ayrılmayimz, hemen hakkim Ödeyeyim" dedi ve evine girip çıktı. Adamın hakkim ödedi. Efendimiz de o adamla birlikte oradan ayrıldı. Olayı takip edenlerden bâzıları Ebû Cehve hitaben: "Ey Ebû'l-Hakem, doğrusu sen şaşıracak bir şey yaptın, derhal Muhammed'e itaat ettin" dediler. Ebû Cehl onlara verdiği cevapta: "Haklısınız, şaşılacak bir iş yaptım doğrusu... Fakat Allah'a yemin ederim ki, o benim kapımı çaldığı zaman beni müthiş bir korku kapladı, kapıyı açıp baktığım zaman, tepemde bir büyük deve dikiliyordu! Şimdiye kadar hiç böylesini de görmüş değildim. Eğer ben Muhammed'e derhal itaat etmeseydim, muhakkak o deve beni parçalayıp yerdi."

Şimdi de Selâm bin Miskinin anlattığim dinleyelim. Bunu nakleden de Ebû Nuaym'dir: "Bana anlattıklarına göre, adamın birinin Ebû Cehil'de bir miktar alacağı varmış, fakat bir türlü bu alacağim alamıyormuş... Birisi kendisine: "Bu hususta sana kimin yardımcı olabileceğini söyliyeyim mi?" demiş. Kendisinin "Evet" demesi üzerine: "Sen doğruca Muhammed bin Abdullah'a git!" denilmişti, O da bunun üzerine Peygamber Efendimiz'e müracât etmiş... Efendimiz de o adamı yanına alarak doğruca Ebû Cehlin evine gitmiş ve: "Derhal bu adamın hakkim ver!" diye ona emretmiş. O da: "Derhal" diyerek evine girmiş, parayı getirip ödemiş... Bâzıları bu hususta Ebû Cehl'e hitaben: "Bütün bunlar, Muhammed1 den korktuğun için değil mi?" demiş. Ebû Cehil de verdiği cevapta: "Bütün varlığım elinde olan Allah'a yemin ederim ki),[24] Muhammed'in yanında, ellerinde kargı birçok adamlar vardı. Eğer o adamın hakkim vermeseydim, muhakkak karnımı yararlardı" demiş. [25]

Peygamberimizin Avra Bint-i Harb’in (Ümmü Cemil) Gözünden Perdelenip Korunması[26]

Yüceler Yücesi Allah buyuruyor:

"Sen Kur'ân okuduğun zaman, seninle âhirete inanmayanların arasına kapalı bir perde çekeriz." [27]

Yine sânı yüce Allah buyuruyor:

"Önlerinden bir sed ve arkalarından bir sed çektik de onları kapattık; artık onlar görmezler." [28]Aralarında Beyhekî ve Ebû Nuaym'in de bulunduğu kaynaklan­imz Ebû Bekir'in kızı Esmâ'dan şu haberi naklederler; O demiştir ki: "Yüceler Yücesi Allah "Ebû Leheb'in iki eli kurusun; zâten kurudu da!" [29]âyetini inzal buyurduğu zaman, Avrâ bint-i Harb büyük bir velvele ve gürültü kopararak geldi, elinde de bir taş vardı. Peygamber Efendimiz de, yanında Ebû Bekir bulunduğu halde Mescid'de idi. Ebû Bekir, Avrâ'nın gelişini görünce: "Ey Allah'ın Resulü, ben onun sizi görmesinden korkuyorum" dedi. Peygamberimiz de: "Ey Ebû Bekir, o asla beni görmeyecek!" buyurdu ve Kur'ân'dan bâzı âyetler okudu... Bunları okuyarak Allah'a sığındı. Avrâ da gelip Ebû Bekir'in başucunda dikildi ve Peygamberimiz1 i göremedi. Ebû Bekir'e hitaben: "Ey Ebû Bekir, bana haber verdiklerine göre senin arkadaşın Muhammed, beni' kötülemiş" dedi. Ebû Bekir de cevaben: "Şu Kabe'nin Rabb'ine yemin ederim ki O senin hakkında hiciv söylememiştir" dedi. Bunun üzerine Avrâ oradan uzaklaştı."

Yine bu hususta Beyhekî'nin Esmadan sevkettiği bir diğer rivayet var. Oradaki ifade de şöyledir: "...Ebû Bekir Avrâ'ya verdiği cevapta: "Vallahi arkadaşım Muhammed şâir değildir, şiir nedir bilmez, de" demiştir. Peygamber Efendimiz Ebû Bekir'e olan kelamında: "Ona sor bakalım, senin yanında başkasını görebiliyor mu? O beni elbette göremiyecektir. buyurmuştur. Ebû Bekir Avrâ'ya bunu sorduğu zaman o sinirlenmiş ve: "Ey Ebû Bekir, benimle alay mı ediyorsun? Vallahi ben senin yanında kimseyi görmüyorum!" diyerek karşılık vermiş ve ordan uzaklaşmıştır."

Bir de bu hususta İbn-i Ebî Şeybe'nin ve Ebû Nuaym'in İbn-i Abbâs'tan bir rivayeti var. Bunda da denilmektedir ki: "Ebû Leheb ve karısı Avrâ ile ilgili olarak Tebbet Sûresi nazil olduğu zaman, Ebû Leheb'in karısı büyük bir öfkeyle geliyordu. Bunun farkına veren Ebû Bekir: "Ey Allah'ın Resulü, ondan saklansanız! Zira bilirsiniz ki o çok - ağır konuşur" demiş... Peygamber Efendimiz de: "Onunla benim arama perde çekilir ve o beni asla göremez" karşılığim vermiştir. O hışımla gelmiş ve: "Ey Ebû Bekir, arkadaşın bizi hicvetmiş" demiş. Ebû Bekir de: "Arkadaşım şiir söylemez ve söylememiştir" demiş. Avrâ da bunu doğru kabul etmiş ve geri dönmüş... Ebû Bekir Peygamberimiz'e hitaben de: "Yâ Resûlallah, o sizi görmedi" demiş. Efendimiz de: "O buradan gidinceye kadar bir melek, beni ondan kanadıyla gizledi" buyurmuştur. [30]

 

6-1 Allah'ın Peygamberimizi Mahzum’lu Kafirlerden Koruyuşu

Beyhekî, Süddî es-Sağîr tarikiyle Kelbî'den, o Ebû Salih'ten, o da İbn-i Abbâs'tan rivayet eder. [31]Şöyle ki: "Cenab-ı Hakk'ın: "Önlerinden bir sed, arkalarından bir sed çektik de onları kapattık, artık onlar görmezler" mealindeki âyet-i celîlesiyle bize bildirmek istediği kimseler, Kureyş kâfirleridir. Ayette: "...Onları kapattık, artık onlar görmezler" yâni gözlerini perdeledik, artık onlar Peygamber'i görmezler, manası murâd edilmiş, görmeyince de O'na eziyet edemeyecekleri bildirilmiştir. Bu âyetin iniş sebebiyle ilgili olay şöyle olmuştur:

Mahzûm kabilesinden bazı kimseler ki bunlar: Velîd bin Mugîre, Ebû Cehl, Züheyr İbn-i Ebû Ümeyye, Abdullah bin Ümeyye ve Esved bin Abdü'l-Esed idiler. Bunlar Peygamberimiz'i öldürmek için kendi aralarında anlaştılar... Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz'in kalkıp namaza durduğu zaman O'nun okuduğunu duydular. O'nu öldürmesi için aralarından Velîd bin Muğîre'yi yolladılar. Velîd Peygamberimiz'in namaz kıldığı yere geldi. O'nun sesini işitiyor, fakat kendisini göremiyordu. Dönüp öbürlerinin yanına gitti, durumu onlara anlattı. Onlar da hep beraber oraya geldiler. Peygamberimiz'in sesini işitiyor fakat kendisini göremiyorlardı. Tam sese yaklaştıkları zaman, sesin arka tarafdan geldiğini işitiyorlar ve o tarafa gidiyorlardı. Sese yaklaştıklarında yine sesin arka taraflarından geldiğini işitiyor tekrar o tarafa gidiyorlardı. Böyle birkaç defa gidip geldiler, bir türlü sesin sahibini göremediler. Göremiyeceklerini anlayınca da çekip gittiler. İşte yukarıdaki âyet-i celîle de bu sebeple nazil oldu..,"

Beyhekî: "Bu rivayeti te'yîd- eden bir rivayet, İkrime'den nakledilmiştir" der. Derim ki, Beyhekî1 nin bu sözüyle söylemek istediği rivayet, İbn-i Cerîr'in Tefsirinde İkrime'den sevkettiği rivayettir. Bu rivayette denilmiştir ki:

Ebû Cehil büyük bir öfkeyle: "Eğer Muhammed'i görürsem, yemin ediyorum ki O'na şöyle şöyle yapacağım!" diye haykırdı. İşte bunun üzerine Yâsîn Süresindeki ilgili âyetler nazil oldu, tâ; "Onlar artık görmezler" mealindeki âyete kadar... Ebû Cehl'in yanındaki adamlar; "İşte Muhammed" diyerek Peygamber Efendimiz'i gösteriyorlar, Ebû Cehl de: "Hani nerde, hani nerde?" diyordu ve O'nu bir türlü göremiyordu..." [32]

Ebû Nuaym Mu'temir bin Süleyman el-Teymî'den [33]rivayet eder. O da babasından naklen der ki: "Mahzûm kabilesinden biri, eline bir taş alarak Peygamber Efendimiz'in üzerine yürüdü. Peygamberimi­zin yanına geldiği zaman kendisinin namaz kılmakta olduğunu gördü ve elindeki taşıyla O'na vurmak istedi. Elini kaldırıp tam vuracağı sırada eli tutulup kaldı. Bir türlü taşı fırlatamıyordu. Dönüp arkadaşla­rimn yanına gitti. Arkadaşları kendisine: "Sen ondan korktun" dediler. O da: "Hayır, korktuğumdan değil; baksanıza elim kurudu, taş elimde kaldı" diye karşılık verdi. Onlar da bu durum karşısında hayret ettiler ve taş üzerinde kuruyan parmaklarim açarak taşı yere düşürdüler. "Bu doğrusu şaşılacak bir şey ve senin hakkında Allah tarafından irâde edilmiş bir husus" demekten kendilerini alamadılar." [34]

Peygamberimizin Nadr bin El-Haris'in Suikasdından Korunması

Vâkıdî ve Ebû Nuaym Urue bin Zübeyr'den naklediyor. O şöyle diyor: "Nadr bin Haris Peygamber Efendimiz'e zaman zaman eziyet eder, taarruzda bulunurdu. Birgün Peygamberimiz öğle vakti yaklaşırken haceti için Seniyyetü'l-Hacûn tarafına gitti. Adetleri veçhile oldukça uzağa gitti. Bunu gören Nadr: "Böyle bir fırsat ebediyen bir daha elime geçmez, pusuya yatıp ansızın onu öldürmeliyim!" diyerek gidip pusuya yattı... Sonra ansızın müthiş bir korkuya kapılarak geri döndü. Dönüş sırasında Ebû Cehl kendisine "Nereden geldiğini?" sordu. Nadir şu karşılığı verdi: "Muhammed'in peşinden gitmiştim. O'nun yalnız olduğunu görerek hesabım görmek istemiştim. Bu maksatla gidip pusuya yattım, fakat sınısiyah ve korkunç yılanların dişlerini birbirine çarparak ağızlarim açmış bir vaziyette bana hücum ettiklerini gördüm, müthiş korktum ve süratle evime dönüyordum!" Ebû Cehl de kendisine: "Bu, O'nun sihirlerinden birisidir" karşılığım verdi." [35]

Peygamberimizin Hakem’in Suikasdından Korunması

Taberânî, İbn-i Münde ve Ebû Nuaym, Kays bin Hubra tarikiyle Hakem'in kızından şöyle nakleder: "Bana atam dedi ki: Kızını ben sana, nıüslüman olmazdan önce bizzat kendimizin yaşadığı ve gözlerimizin gördüğü bir olay nakledeyim: Bir Resûlüllah'ı yakalayıp öldürmek üzere anlaşmıştık. O'na yaklaştığımız zaman Öyle büyük bir gürültü duyduk ki, Tihame'de parçalanmıyan hiç bir dağ kalmadığim zannettik ve müthiş korktuk... Bulunduğumuz yerde baygın yere düştük... Bu sırada Resülüllah namazını kılıp bitirmiş ve evine dönmüştür... Sonra biz, bir başka günün gecesinde Resûlüllah'ı öldürmek üzere kendi aramızda sözleşmiştik. Bu seferinde de Safa ve Merve tepelerinin üstüste gelerek aramıza girip, O'nu koruduğunu gördük... Vallahi bu seferinde dahi O'na kâ"rşı bir şey yapamadık... Nihayet Allah bizim hakkımızda hidâyet murâd etti ve bize müslüman olmamız için izrı>' verdi. Bizler de müslüman olduk..." [36]

Peygamberimizin Rükane ile Güreşinde Görülen Harikuladelik

Beyhekî İbn-i İshak tarikiyle rivayet eder. O diyor ki: "Babam İshâk bin Yesâr'ın bana anlattığına göre, Hicaz'ın meşhur pehlivanı Rükâne bin Abdü Yezîd'e hitaben Peygamberimiz demiş ki: "Ey Rükâne, İslâm'ı kabul eyle!" Rükâne karşılığında: "Eğer senin söylediğinin hak olduğunu bilmiş olsam, kabul ederim!" demiş. Peygamberimiz de." "Eğer ikimiz güreş tutar ve ben seni bu kadar güçlü olmana rağmen yıkarsam, İslâm'ın hak olduğunu kabul eder misin?" demiş. Rükâne de bu teklifi kabul edip güreşe tutuşmuşlar. Peygamber Efendimiz onu bir hamlede alıp yere indirmiş. Neye uğradığim bilemeyen Rükâne: "Yâ Muhammed, güreşi tekrarlayalım" demiş ve tekrarlamışlar. Bu seferinde de Peygamberimiz onu alıp yere indirmiş... Sonra yerden kalkan Rükâne: "Ben bugüne kadar böyle bir sihir görmedim" diyerek oradan ayrılmış... Bu güreşi anlatırken Rükâne şöyle dermiş: "Vallahi ben, O'nun tarafından yere indirildiğim zaman, kendimde hiç bir şey yapmağa güç

bulamadım![37]"

Yine Beyhekî'nin Rükâne'den rivayetinde şöyle denilmiştir: "Ben ve Hazret-i Peygamber koyun güderdik... Birğün bana Peygamber dedi ki: "Ey Rükâne, benimle güreş tutmayı kabul eder misin?" Ben: "Nesine?" diye sordum. O da: "Bir koyuna" dedi. Ben de kabul ettim ve güreşe tutuştuk. Fakat o beni yıkarak koyunu kazandı ve bana ikinci defa güreşip güreşmeyeceğimi sordu, ben de kabul ettim. Bu seferinde de beni yenerek bir koyun da kazandı. Üçüncü defa güreşmeyi teklif etti ki, ben bunu da kabul ettimse de neticede yine yenildim ve bir koyun daha kaybettim... Gayet üzüntülü ve düşünceli olarak oturuyordum. Bana niçin bu kadar üzüldüğümü sordu, ben de kendisine: "Hem güreşte yenildim, hem de babama döndüğümde üç koyunun hesabim vereceğim!" dedim. Hazret-i Peygamber ki Peygamberliğinin ilk günleri idi, bana dedi ki: "Peki dördüncü defa güreşmek ister misin?" Ben: "Hayır" dedim. Peygamber: "Babana koyunlann hesabim vermene gerek yoktur, zira koyunlar senindir" diyerek üzüntümü azalttı... Çok geçmeden de îslâm Dâvası'nı aşikâre eyledi. Ben de kendisine giderek müslüman oldum. Kendisiyle güreş tuttuğumuz gün, kendi kuvvetiyle değil, kendisine verilen mucizevî bir kuvvetle güreştiğini anlamıştım... Allah'ın bana hidâyet vermesine bunun sebeb olduğu kanâatini taşıyorum.[38]

Osman bin Affan’ın Müslüman Oluşu Hakkında Vukua Gelen Fevkalâdelik

İbn-i Asâkir'in tahricine göre Osman binAffân (radıyallahü anh): "Ben câhiliye zamanında kadına düşkün biriydim... Bir gün ben, Kabe yakimnda Kureyş'le birlikte oturuyordum. Birisi gelip: "Muhammed, kızı Rukiyye'yi amcası Ebû Leheb'in oğlu Utbe ile nikahladı" diye bir haber getirdi. Ben bu habere üzüldüm, zira Rukiyye çok güzeldi ve ben Utbe'den evvel davranıp onunla evlenmek isterdim. Bu fırsatı kaçırdım. Az sonra evime döndüm. Evde halam oturuyormuş. Kendisi zaman zaman kehânette bulunurdu... Beni görünce şöyle konuşmaya başladı: "Müjde ey Osman! Üç sene yaşıyacak, sonra üç sene daha, sonra bir üç sene daha, ayrıca ilâveten bir sene daha... Yâni on sene daha yaşadıktan sonra sana büyük bir hayır ulaşacak... Temiz ve güzel bir bakire ile evleneceksin, sen de o güne kadar evlenmemiş olacaksın ve aldığın kızın soyu ve şerefi çok büyük olacak..." Ben onun bu sözlerine çok şaştım... Dedim ki: "Ey hala, sen neler söylüyorsun?" Dedi ki: "Ey esman, güzel yüz senin, tatlı söz senin, O bir Peygamberdir ve Peygamberliğini isbât eden mucizesi vardır. O'nu hak Peygamber olarak Deyyân olan Allah gönderilmiştir.'O'na tenzil ve furkân gelmiştir; hiç durma O'na uy! Sakın putlar seni mahvetmesin!" Dedim ki: "Ey hala, sen şu anda hiç söz konusu olmayan bin şeyden bahsediyorsun. Bunu açıklar mısın?" O da dedi ki: "Muhammed bin Abdullah, Allah'ın Resulüdür, kendisine kitap indirilmiştir, O insanları Allah'a çağırır. Sabah aydınlığı gibi bir aydınlık. Tam manası ile kurtuluş yolu olan bir din! Başarılı ve kahraman, muzaffer bir kumandan! Çağırıp bağırmanın yok bir faydası... Kılıç onun elinde, söz onun, kuvvetli olan O..."

Onun bu sözleri gerçekten içime işlemişti. Ben bâzan Ebû Bekir'in meclisine katılır, onları dinlerdim. Kalktım onun yanına gittim. Duyduklarımı kendisine anlattım. O da bana: "Ey Osman, sen akıllı ve tedbirli bir adamsın, hak olanla bâtıl olanı birbirinden ayırdedebilecek durumdasın... Bizını şu kavmimizin tapındığı putlar nedir ki? Konuşmaz, görmez, fayda ve zarar da vermez; taş parçalarından ibaret değil midir?" Ben kendisine: "Yemin ederim ki doğru söylüyorsun" diye karşılık verdim. Ebû Bekir tekrar: "Vallahi halan sana doğru söylemiş, İşte Allah'ın Resulü Muhammed bin Abdullah, gerçekten Allah O'nu elçi olarak göndermiş bulunuyor. Bizzat kendisine gidip O'ndan dinlemeye ne dersin?" dedi. Ben de: "Giderim" dedim ve gittim... Peygamber bana dedi* ki: "Ey Osman, Allah sizleri cennetine çağırıyor, bu daveti kabul etmelisin! Bilesin ki ben Allah'ın sana diğer kullarına gönderdiği elçisiyim." Ben, O'nun bana olan bu davetini kabul etmemezlik edemedim, derhal orada müslüman oldum... Sonra aradan bir zaman geçmemişti ki ben Peygamber'in kızı Rukiyye ile evlendim...

Dillerde söylenen şu idi: "En güzel evlilik, Rukiyye'nin Osman ile evliliğidir." [39]

Ömer bin El-Hattab’ın Müslümanlığı Kabul Edişindeki Fevkalâdelik

İbn-i Sa'dEbû Ya'lâHâkim ve Beyhekî'nin Enes'ten tesbitlerine göre, o şöyle demiştir: "Ömer bir gün kılıcim kuşanarak yola çıkmış gidiyordu... Zühre Oğullarından bir adam kendisine rastlayıp: "Nereye yöneldin, yâ Ömer?" diye sormuş. Ömer: "Muhammed'i öldürmeye gidiyorum!" demiş. Adamcağız: Hâşim ve Zühre Oğullarimn elinden nasıl kurtulacaksın yâ Ömer?" demiş... Ömer: "Her halde sen de müslüman olmuşsun!" demiş. Adamcağız: "Daha fazla şaşıracağın bir şey söyleyeyim mi? Kızkardeşin ve enişten bile müslüman olmuş durumdalar" diye karşıiık vermiş. Ömer büyük bir öftkeyle eniştesinin evine gider ve kapıyı çalar... Onun gelişini hisseden Hâbbab hemen saklanır. İçeri giren Ömer: "Birşeyler mırıldanıyordunuz, neydi okuduğunuz?" der. Onlar ise o sırada Tahâ Sûresini okuyorlarimş... Fakat Ömer'den çekindikleri için on"a verdikleri cevapta: "Hiç öyle aramızda konuşuyorduk" demişler. Ömer: "Hayır, siz birşey okuyordu­nuz, siz müslüman olmuşsunuz!" diyerek bağırmış. Eniştesi kendisine: "Ey Ömer, eğer hak senin dîninin dışındaki bir dinde ise, buna ne dersin?" diye karşılık vermiş. Bunun üzerine Ömer, eniştesinin üzerine yürümüş ve onu yere serip ezmeye başlamış. Kızkardeşi gelip Ömer'i iterek kocasını onun altından kurtarmak istemiş. Ömer kardeşinin yüzüne bir yumruk vurarak yüzünü kanlar içinde bırakmış ve: "Okuduğunuz şeyi bana vereceksiniz ve ben ne okuduğunuza bakacağım!" diye ısrar etmiş... Kardeşi kendisine: "Sen pissin, gusül yapmazsın; bizim okuduğumuza ise temiz olmayanlar dokunamaz; kalk yıkan da okuduğumuz şeyi sana verelim" karşılığim vermiş... Ömer de kalkıp yıkanmış ve onların okuduğu şeyi eline alarak okumaya başlamış. Tâhâ Sûresini tâ:

"Gerçekten ben evet Allah'ım; Ben'den başka hiçbir tanrı yoktur! O halde yalnız Bana kulluk et, Beni anmak için namaz kıl!" [40]âyetine kadar okumuş. Derin bir düşünceye dalan Ömer: "Muhamme-din bulunduğu yere beni kılavuzlayın, O'nu görmek istiyorum" demiş. Saklandığı yerde Ömer'in bu sözünü duyan Habbâb saklandığı yerden çıkmış ve: "Ey Ömer, sana müjde ederim! Sevgili Peygamberimiz Perşembe gecesi şu duayı yapıyordu: "Allah'ım, yâ Hattâb'ın oğlu Ömer ile, yahut Hişâm'ın oğlu Amr ile İslâm'ı azız kıl." O'nun bu duasının senin hakkında kabul olduğunu umuyorum!" diyerek kendisini müjdelemiş ve İslâm'a teşvik eylemiştir. Doğruca Peygamberimiz'in bulunduğu yere giden ve O'nunla konuşan ÖmerPeygamberimiz'in huzurunda müslüman olmuştur."

İmâm-ı Ahmed Hazret-i Ömer'den nakleder. O demiştir ki: "Birgün ben dışarı çıkmış Resûlüllah'ın önüne geçmeye çalışmıştım. Hâlâ müslüman olmamıştım... Baktım Resûlüllah beni geçmiş ve benden evvel Mescid'e varmış... Ben O'nun arkasında idim. Kendisi Hakka Sûresini okumaya başladı. Ben onun okuduğunu dinliyor, Kur'ân'ın fesahat ve belâğatine hayran oluyordum. Diyordum ki: "Bu ne kadar güzel bir şiirdir! Nitekim Kureyş de böyle söylemektedir..." Derken Resûlüllah: "Gerçekten o şerefli bir elçinin sözüdür, bir şâirin sözü değildir, ne kadar az inanı­yorsunuz!" mealindeki âyeti okudu. Ben de: "Öyleyse o bir kahindir"

dedim. Peygamber: "O bir kahin sözü de değildir! Ne kadar az düşünüyorsunuz. O âlemlerin Rabbi Allah'ın indinden indirilmedir" âyetini okudu ve sûrenin sonuna kadar devam etti. O gün îslâm sevgisi, bütün kalbimi istilâ etmişti."

İbn-i Sa'dAhmed, sahihtir kaydiyle Tirmizî, İbn-i Hibbân ve Beyhekî İbn-i Ömer'den rivayet ediyorlar. O demiştir ki: "Resûlüllah Efendimiz dua buyurup: "Allah'ım, şu iki adamdam hangisi sana daha sevimli ise, onlardan biri ile İslâm'ı azız eyle! Ebû Cehiî bin Hişam ile Ömer bin el-Hattâb'dan birine müslümanlık nasib et" diye Cenâb-ı Hakk'a yalvarmıştı."

Bu mealdeki bir hadisi Beyhekî, Enes'ten de rivayet etmektedir, İbn-i Mâce ile Hâkimin Âişe'den olan rivayetinde ise, Resûlüllah Efendimiz'in bu duasında sâdece Ömer'in adının geçtiği kaydedilmiştir. Ayrıca Hâkim'in Enes'ten dahi bir rivayeti olup bu rivayette de sâdece Ömer'in adı geçmektedir.

Taberânî' ve Hâkim İbn-i Mes'ûd'dan şöyle rivayet ederler: "Gerçekten Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Allah'ım, Ömer'e hidâyet vererek İslâmı azız-kıl yahut Ebû Cehl'e hidayet vererek müslümanlığı te'yîd eyle" diyerek dua etmiş; O'nun bu duası Ömer hakkında kabul edilmiştir. Ömer müslüman olmuş ve İslâm mülkünü Allah'ın lütfettiği bu hidayet üzerine bina kılmıştır.[41]

(Buharî'nin rivayetine göre İbn-i Mes'ûd: "Biz Ömer'in müslüman olduğu günden itibaren hep izzetli ve kuvvetli idik" demiştir. Diğer bir rivayete göre de: "Ömer'in müslüman olmasından önce biz, Kabe'de namaz kılamazdık" demiştir.)

Hâkim Huayfe'den şöyle rivayet etmiştir: "Ömer'in zamanında müslümanlık,-devamlı ilerliyen bir adam gibi hep terakki ve teali eylemişti! Ömer'in şehîd edilmesinden sonra ise, hep gerilemiştir."

İbn-i Sa'd Suheyb bin Sinan'dan şöyle nakletmektedir: "Ömer müslüman olunca müslümanlık aşikâre oldu... Açıkça îslâm'a davet devresine girildi. Kabe'nin etrafında halka olup oturduk, Kabe'yi tavaf eyledik, bize kötü sözler sarfedenlere karşı bir nevi intikam aldık..."

Yine İbn-i Sa'd'ın Saîd bin el-Müseyyib'ten bir rivayeti de şöyle: "Ömer müslüman olduğu zaman, kırk birinci olarak İslâm'ı kabul etmiş oldu... On aded de kadın müslüman vardı. Hepsinin sayısı elli bir idi. Ömer'in îslâm'ı kabul etmesi ile müslümanlık açığa çıktı."

Hâkim ve İbn-i Mâce'nin İbn-i:i Abbâs'tan rivayetlerinde ise: "Ömer müslüman olunca, Cebrâîl gelip: "Ömer'in İslâm'ı kabul etmesine bütün gök ehli sevindiler, ey Allah'ın Resulü!" diyerek müjde getirdi" denilmiştir."[42]

Dımad'ın Müslüman Oluşundaki Fevkalâdelik

AhmedMüslim ve Beyhekî'nin İbn-i Abbâs'tan rivayeti: İbn-i Abbâs diyor ki: "Bir gün Ezd kabilebinden olan Dımâd Mekke'ye gelmiş, Kureyş'le konuşmuş... Kendisi yel ve benzeri hastalıkları tedaviye çalışırmış... Kureyş'ten bâzı akılsızlar ona: "Muhammed delirdi" demiş­ler. Dımâd da Peygamberimiz'e acıyarak: "Gidip şu adamcağızı tedavi edeyim umulur ki Allah ona benim elimle şifa verir" diye Peygamberi­mizin yanına gelmiş... Demiş ki: "Ey Muhammed, ben, bâzı hastalıkları okuyup tedavi etmeğe çalışırım. Allah da dilediği kuluna, benim elimle şifa verir... İstersen, seni de tedavi etmeğe çalışırım!" Onun bu sözlerine karşılık olacak Peygamber Efendimiz de buyurmuş ki:

"Olanca hamd ü sena gerçekten Allah içindir! Biz yalnız O'na hamdeder, yalnız O'ndan .yardım dileriz... O'na hakkiyle inanır, hakkiyle tevekkül ederiz... Nefislerimizin şerrinden ve yaptıklarımızın kötülüklerinden de yine O'na sığimrız... Bir kimse ki Allah ona hidâyet vermiştir; hiçbir kimse onu bu hidâyetten saptıramaz. Bir kimse ki Allah onu saptırmıştır, kimseler ona hidâyet veremez... Ben, bütün varlığımla şehadet ederim ki: Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur! Yine şehadet ederim ki: Muhammed de, gerçekten O'nun kuludur ve Resulüdür!"

Dımâd, bu muhteşem îmân ve tevhtd cümlelerini duyunca hayran olmuş ve demiştir ki: "Ey Muhammed, bu emsalsiz güzellikteki sözleri bana tekrar eder misin?" Peygamber Efendimiz de kendisine bu cümleleri tekrar buyurmuşlar. Bunun üzerine Dımâd: "Ey Muhammed, ben kâhinlerin sözlerini de işittim, sihirbazların, şâirlerin kelamlarim da dinledim. Fakat bunlar kadar güzel sözleri, şimdiye kadar hiç duymuş değilim! Bu cümleler, gerçekten ilim ve hikmet deryasının tâ merkezine ulaşmıştır. Ey Allah'ın elçisi, elini bana uzat da müslümanlı-ğı kabul etmek üzere sana biat edeyim!" demekten kendisini' alamamıştır. Resûlüllah Efendimiz da ona mübarek elini uzatmış, o da müslüman olmak üzere Resûlüllah'a bîatta bulunmuştur." [43]

Amr Bîn Abdttl-Kays’ın Müslüman Oluşundaki Fevkalâdelikler

İbn-i Şahin Hüseyin bin Muhammed tarikiyle şöyle bir rivayet sevketmiştir: "Bize, Abdü'l-Kays kafilesinin içinde bulunan bâzı kimseler anlattı: aynı kabileden olan Eşec adındaki kişinin, kendisiyle samimiyet kurduğu bir râhib vardı. O bunu, yolculuk esnasında tanımıştı. Râhib, Lübnan'ın bir kasabası olan Dârin'de otururdu. Eşec, her sene gittiği ticaret seferinde mutlaka onunla konuşur, ondan bir şeyler öğrenmeğe çalışırdı. Bir seferinde bu râhib Eşec'e demiş ki: "Yakında Mekke'de bir Peygamber çıkacaktır. Bu Peygamber, hediye olan maldan yer, sadaka olandan yemez. İki omuzu arasında bir işaret bulunur. Getirdiği din, diğer dinlerin üzerine çıkacaktır." Sonra râhib vefat etmiş. Eşec de, kızkardeşinin oğlu olan Amr İbn-i Abdü'l-Kays'ı Mekke'ye göndermiş. Amr, Mekke'ye geldiği zaman hicret yılı imiş. Yine de Mekke'de Peygamberle karşılaşıp görüşmüş. Söylenen alametlerin doğruluğunu görünce müslüman olmuş. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisine Fatiha Sûresini ve Alalf Sûresini öğretmiş. Ayrıca kendisine: "Kabilene vardığın zaman dayim da İslâm'a davet et! O da Allah'ın bu hak dinini kabul etsin" buyurmuştur

Amr, Mekke'den kabilesine müslüman olarak ve bazı Kur'an Sûrelerini öğrenmiş bulunarak, hem de İslâm'ın bir dâvetcisi olarak dönmüştür. Kabilesine vardığı zaman, dayısı el-Eşec'i de İslama çağırmış ve bu husustaki Peygamberin sözünü kendisine haber vermiştir. El-Eşec de derhal müslüman olmuştur. Fakat duruma göre davranarak müslümanlığim bir müddet gizlemiştir. Sonra yanında onaltı arkadaşıyla birlikte Medine'ye gelmiştir. Bu sırada, henüz onlar gelmeden arkadaşlarimn yanına çıkmış olan Hazret-i Peygamber; "Ashabım, bu gecenin sabahında bir kafile gelecek, şu doğu tarafından. Bunlar müslüman olmaları için hiçbir zorlama görmeksizin, kendi iradeleriyle müslüman olacaklar" buyurmuş; onlar da öylece gelip müslüman olmuşlardır."

(Bunların Mekke'ye gelişinin Mekke'nin fethi yılına rasladığim rivayet edenler varsa da, doğru ve sahih olanı; hicretin dokuzuncu yılında, Resûlullah'ın Tebük Gazvesinden dönüşü sırasında geldikleridir.)[44]

Devs'li Tufeyl bin Amr'in Müslüman Oluşunda Görülen Mucizeler.

Buhârî, Ebû Hüreyre'den nakleder. O demiştir ki: "Devs'li Tufeyl bin Amr, Peygamber Efendimiz'e gelip: "Ey Allah'ın Resulü, şu bizını Devs kabilesinin insanları; Allah'a isyan ediyorlar, İslâm'ı red ediyorlar! Onlar hakkında beddua et" demiştir. Sevgili ve büyük Peygamberimiz de hemen kıbleye dönüp: "Ey Allah'ım, Devs kabilesinin insanlarına hidayet ver, onlara iyilik ve ihsanda bulun" diyerek onlar hakkında hayır duada bulunmuştur."

Beyhekî İbn-i İshak'tan rivayet ediyor: "Devs'li Tufeyl bin Amr kendisi anlatır: Ben Mekke'ye geldiğim zaman Resûlullah henüz oradan hicret etmiş değildi. Benim akıllı, şâir ve şerefli bir adam oluşuma bakarak Kureyş büyükleri etrafımda toplanıp: "Ey Amr, ülkemize hoş geldin, safa getirdin! Bilesin ki Muhammed aramızda yepyeni bir dava ile ortaya çıktı. Birliğimizi bozup işimizi darmadağan eyledi. Onun sözü tıpkı sihir gibi insanları büyülüyor, kişi ile babasının, kişi ile kardeşinin, kişi ile karısının arasım açıyor. Sakın Muhammed seni de büyülemesin! Sonra senin sebebinle kavminin araşma ayrılık gayrılık sokar! Ondan çok sakınmalısın, yâni onu hiç dinlememelisin" diye beni ondan sakındırmaya çalıştılar. O kadar İsrâ'r ettiler ki, ben de vallahi onu hiç dinlememeye kesin olarak karar verdim, ondan hiçbir şey duymamak için kulaklarımı da pamukla tıkadım. Sabahleyin herkes gibi Mescid'e gittim, bir de ne göreyim, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Mescidi gelmiş, el bağlayıp namaza durmuş, ibâdetini yapmaktadır. Ben her ne kadar O'nu dinlememeğe azmetmişsem de, Allah bana ondan bazı şeyleri duymamı taktir etmiş. Baktım çok güzel şeyler okuyor. Kendi kendime dedim ki: "Sen akıllı, şâir ve edip bir kimsesin! Mücerret bir insanın kelâmim duymuş olmaktan böyle korkmanın bir mânası yoktur. Dinleyip anlarsın, gerçekten güzelse kabul edersin, değilse red edersin." Peygamber orada ibâdetini tamamlayıncaya kadar oturup bekledim. O, oradan ayrılıp evine döndüğü zaman, ben de peşinden gittim, kendisine dedim ki: "Ey Muhammed, senin kavmin senin hakkında bana böyle böyle söylediler. Fakat buna rağmen ben seni dinledim. Gerçekten senin dâvan nedir? Getirdiğin bu yepyeni din nedir? O da bana müslünıanlığı arz etti, Kur'andan bazı ayetler okudu. Allah'a yemin ederim ki, O'nun bana söyledikleri've okudukları, o kadar güzel şeylerdi ki; ben onların bir benzerini görmüş veya işitmiş değilim! Bunlar, son derece güzel, son derece adaletli ve gerçek olan şeylerdir. Ben de hemen oracıkta müslüm anlığı kabul ettim ve dedim ki:

"Ey Allah'ın Resulü, ben kavmim içinde kendisine itibar ve itaat edilen bir adamım. Şimdi ben onlara müslüman olarak döneceğim ve kendilerini İslâmçağıracağım. Allah'a benim hakkımda dua ediver de,

Allah bana Fevkalâdeliği olan bir alâmet ihsan buyursun!" Benim bu ricamı kabul eden Peygamberimiz: "Allah'ım, ona bir alâmet ihsan eyle!" diye dua etti. Ben de yola çıktım. Seniyye-i Kedâ'ya vardığım zaman iki gözümün arasından kandil gibi bir nûr çıkmaya başladı. Bunun kötüye yorul ab ileceğinden endişe ederek: "Allah'ım, bu alâmeti yüzümden başka bir yere nakleyle!" diye dua edip Allah'a sığındım. Bir de ne göreyim, kandil gibi bir nûr, başımdan ışık saçmaktadır. Kavmime vardığımda onları İslama davet ettim. Fakat onlar bunu geciktirdiler. Ben de Resûlullah'a gidip durumdan şikayetçi oldum ve kavmimin aleyhine dua etmesini rica ettim. Fakat Hazret-i Peygamber onların aleyhine değil, lehine dua etti ve şöyle buyurdu: "Ey Allah'ım! Şu Devs kabilesinin insanlarına hidayet ver!" Sonra bana dönüp şu tenbihde bulundu: "Ey Amr, haydi kavmine git, onları İslama davet eyle! Sakın kendilerine katı davranma! Onlara gayet yumuşak ve anlayışlı olarak davran!" [45]

Sonra bana kavmime dönmemi emrettiler. Ben de kavmime döndüm. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz'in Medine'ye hicretlerine kadar, onları İslâm'a davete devam ettim. Bir müddet daha devam ettikten sonra, yanıma yetmiş-seksen kadar müslüman ev halkim alarak Resûlullah'a gittim. O sırada Resûlullah Efendimiz, Hayber Gavzesine gitmişti. Ben de kendisini burada ziyaret ettim."

Ebû'l-Ferec Isfehâni el-Eğâni adlı eserinde, senedi Abbâs bin Hîşâm'a varan bir rivayet sevkeder. Bu rivayette denilmiştir ki: "Devs'li Tufeyl bin Amr Mekke'ye gittiği zaman Resûlullah orada Peygamberli­ğini ilân etmiş, sonra da Medine'ye hicret buyurmuşlardı. Kureyş Amr'i Peygamberimiz'e göndermiş ve kendisine şu teklifi yapmıştı: "Ey «Amr, Medine'ye git, Muhammed'le konuş, O'nun durumunu gözden geçir, dâvasını iyice incele. Sonra gelip bize haber verirsin." Bunun üzerine Amr, Mekke'den ayrılıp Medine'ye gelmiş, Peygamberle görüşmüş. Peygamber kendisine İslâm'ı arz eylemiş, O da Peygamber'e demiş ki: "Ey Muhammed, ben akıllı ve şair bir adamım, şimdi sen benim söyliyeceklerimi dinle!" Amr, böyle söyleyip bazı şiirler okumuş. Peygamber Efendimiz de kendisine:

"Ey Amr, şimdi ben sana bazı şeyler okuyacağım, bunları dikkatle dinlemelisin" buyurup akabinde Eûzü Besmele çekerek: "de ki: "Allah birdir, Allah sameddir" diye İhlâs Sûresinin âyetlerini baştan sona

kadar okumuş. Sonra Kul-eûzü sûrelerini okumuş. Sonra: "Ey Amr, İşte duydun ve anladın, İslâmı kabul et" buyurmuş. Amr da hemen orada müslümanhğı kabul etmiş."

Amr, müslüman olduktan sonra izin alarak kavmine dönmüş, yolda giderken karanlık bir gecede yağmura tutulmuş. Nereye gittiğini, nereye ayak bastığim göremiyormuş. Kılıcimn kenarından kandil gibi bir ışık zuhur edip yolunu aydmlatıyormuş. Bu şekilde kavmine ulaştığı zaman, onun kılıcimn ucundan çıkan ışığı tutup avuçlamak istemişler. Parmaklarimn arasından da bu nurun fışkırmakta olduğunu görmüşler. Amr, babasını ve anasını îslâm'a davet etmiş, babası müslüman olmuş, fakat anası müslümanhğı kabul etmemiş. Sonra bütün kavmini İslama çağırmış, kavminden ilk müslüman olan da Ebû Hüreyre olmuştur. [46]

Tefsir sahibi İbn-i Cerir'in İbn-i'l-Kelbi'den bir rivayeti var. O şöyle demiştir: "Tufeyl bin Amr'ın Zi'n-Nûr diye lakabı vardı. Ona bu lakabın verilmesinin sebebi şu idi: O, Resûlullah'a gidip müslüman olduğu zaman: "Ey Allah'ın Resulü, benim kavmimi îslâm'a davet ederken üzerimde bir alâmet olması lâzını. Bu hususta dua ediver de Allah bana bir alâmet ihsan eylesin" ricasında bulunmuştu. Resûlullah da: "Ey Allah'ım, ona bir nûr ihsan eyle!" diye dua ediverdi. Tufeyl kavmine giderken, iki gözünün arasından kandil gibi bir nûr hasıl oldu. Tufeyl bunun yanlış anlaşılmasından endişe ederek, Cenâb-ı Hakk'tan tebdilini istedi. Cenâb-ı Hak da onu, kılıcimn ucunda kıldı. Tufeyl karanlık gecede yoluna devam ediyor, bu nur da kandil gibi önüne ışık veriyordu."[47]

Osman bin Mazun’un Müslüman Oluşundaki Fevkalâdelikler

Ahmed ve İbn-i Sa'd İbn-i Abbâs'tan şöyle rivayet ederler: "Peygamber Efendimiz Mekke'deki evinin yanında oturuyordu. Osman bin Maz'un oradan geçerken, Peygamberimiz'e karşı yüzünü ekşiterek güya tehdid etmek İstediğini gösterdi. Peygamberimiz: "Osman, oturmak istemez misin?" dedi. Osman: "Evet" deyip oturdu. Konuşmaya başladılar. Bu sırada Resûlullah gözünü semaya dikip bakakaldı. Bir müddet böyle kaldıktan sonra gözünü sağ tarafa indirip baktı, sonra g baktığı noktaya geçip oturdu. Başim hareket ettirerek dikkatle dinlemeğe (o sırada gelen vahyi almaya) başladı. Osman da bu durumu iyice gözden geçiriyordu. Sonra Resûlullah, önceki gibi gözünü semaya dikip bir müddet öyle kaldı. Vahiy hali sona ermişti. Sonra Osman'a dönüp yaklaştı. Osman: "Ey Muhammed, hiç daha önce böyle bir şey yaptığim görmemiştim" dedi. Resûlullah: "Ey Osman, sen ne yaptığımı görmüş bulunuyorsun" buyurdu. Osman, gördüğü hali Peygambere haber'verdi. Peygamberimiz de: "Demek ki sen o hali anlamışsın" buyurdu. Osman: "Evet" dedi. Peygamberimiz de: "Ben o hali yaşarken, bana Cebrâîl gelmişti" buyurdu. Osman: "Cebrâîl sana n-e dedi?" diye' sordu. Peygamberimiz de: "Cebrâîl bana şu âyeti getirdi" buyurup nazil olan âyeti okudu: "Allah gerçekten adaleti, ihsanı, akrabaya iyiliği emreder; fuhuştan, münkerden ve hakka tecâvüzden de meneder! Öğüt alasınız diye size böylece öğüt verir!" [48]

Osman diyor ki: "İşte bu ayet nazil olduğu zaman, benim kalbim İslama ısındı ve ben Muhammed'i (sallallahü aleyhi ve sellem) sever oldum." [49]

Cinlerin Müslüman Olması ve Bu Hususta Görülen Mucizeler

Yüce Allah buyuruyor ki:

"Bir zamanlar cinlerden bir gurubu, Kur'an dinlemek üzere sana yöneltmiştik. Ona geldiklerinde: "Susun dinleyin" dediler. Okuma bitirilince de uyarıcılar olarak kavimlerine döndüler." [50]

Yüce Allah buyuruyor ki:

"de ki: Bana vahyolundu ki, cinlerden bir topluluk Kur'an dinlediler de şöyle dediler: Biz harikulade bir Kur'an dinledik." [51]

Buhârî ve Müslim İbn-i Abbâs'tan şöyle naklederler: "Resûlullah Efendimiz ashabından bâzıları ile birlikte meşhur Ukâz panayırına gitmişti. Bu sırada şeytanların semavî haberleri dinlemesi yasaklan­mıştı. Dinlenmeğe kalkışan olursa gönderilen alevlerle dinleme yerlerinden sürülüyorlardı. Şeytanlar kendileri arasında büyük bir toplantı yaparak durumun ne olduğunu görüşmek istemişler. Demişler ki: "Semanın haberiyle bizını aramıza giren şeyin, çok mühim bir olay olduğunda şüphe yoktur. Acaba bu olay, ne olabilir?" Bâzıları bu soruya: "Dünyanın doğusunu batısını, her tarafim kontrol etmemiz gerekir" demiş ve araştırma yapmak üzere dağılmışlar... Tihame taraflarına giden grup, Nahle denilen yere geldiklerinde Resûlüllah Efendimiz'in ashabı ile birlikte namaz kıldıklarim görmüş... Peygamberimizin okuduğu Kur'ânı işitince: "Durun dinleyelim!" demişler. Dikkatle kulak verip dinlemişler ve demişler ki: "Vallahi bizınıle semanın haberi araşma gerilen şey budur! O halde buna inanmamız gerekir."[52]. Böyle deyip Kur'ân'a îmân etmişler ve buradan kavimlerine (diğer cin ve şeytanlara) döndükleri zaman da onlara hitaben demişler ki: "...Ey bizim kavmimiz, biz harikulade bir Kur'ân dinledik. O Kur'an gerçekten doğru yola iletiyor, biz ona îmân ettik. Artık bundan böyle Rabb'imize hiç bir kimseyi ortak koşmayacağız!" [53]

İbn-i Cerir, sahihtir kaydiyle HâkimBeyhekî ve Ebû Nuaym Ebû Osman el-Hudaî tarikiyle İbn-i Mes'ûd'dan rivayet ederler, O demiştir ki: "Resûlüllah Efendimiz ashabına hitaben buyurdu ki: "Bu gece cinlerin hâlini görmek isteyen benimle gelebilir." Benden başka Peygamberimizle çıkan olmadı. İkimiz birlikte gittik Mekke'nin üst tarafına çıktığımız zaman ayağı ile bir yere çizgi çekti ve bana oraya oturmamı emretti. Sonra kendisi biraz ileri gitti ve Kur'ân okumaya başladı. Sonra üzerini birtakım karaltılar kapladı. Artık O'nu hiç gör emiyordum, sesini de duyamıyordum... Sonra bulut parçaları gibi gitmeye başladılar, ancak içlerinden bir grup kalmıştı. Sonra şafak attı... Peygamberimiz de oradan ayrılarak yanıma geldi. "Hani o grup nerede?" diye seslendi. İşte oradalar dedim. Eline kemik ve tezek parçası alarak onlara vedi, sonra: "Bu ikisi ile istincâ yapmayimz, zira bunlar cin kardeşlerinizin yiyeceğidir" buyurdular. [54]

İbn-i Mes'âd'a âit bir rivayette, o gece toplanıp Kur'ân dinleyen cinlerin sayısı on beş kadardı ve bunlar kardeş çocukları ve amcaoğulları idiler. Yine İbn-i Mes'ûd'a âit bir diğer rivayette, o gece Resûlüllah ile birlikte gittikleri yer el-Hacûn idi. Cinlerin büyüğü Peygamber Efendimiz'e: "Ben bunları sana hiçbir zarar vermeden alıp götürürüm" demişti. Peygamberimiz'in cevabı da: "Allah'tan bana gelecek olan bir zarardan, hiçbir kimse beni kurtaramaz!" olmuştu. Cinlerin büyüğünün adı ise verdân idi.

Ebû Nuaym İbn-i Mes'ûd'dan şöyle tahric etmiştir: "Cinlerden bir grubun Resûlüllah Efendimize çevrildikleri gece, ben O'nun yanında idim. Cinlerden biri, elinde bir alev parçası ile Resûlüllah'ın üzerine yürüdü. Cebrâîl de Peygamberimiz'e: "Yâ Muhammed sana bir dua öğreteyim ve sen bu şekilde dua ederek Allah'a sığın! Bu suretle onun alevi sönecek ve kendisi burnu üstüne yere yuvarlanacaktır. [55]Bir dua öğretti. Peygamberimiz duasını yaptı, Yüce Alah da şeytanları hezınıete uğrattı... Dua şudur:

"de ki: Ben keremi sonsuz Allah'a, O'nun vechine, O'nun kelimâtına (hiç bir kimse o kelimeleri geçemez) sığimrım; semâdan inen ve semâya çıkan şeyin şerrinden, arza giren ve arzdan çıkan şeyin şerrinden, gecenin ve gündüzün şerrinden... (Ancak geceleyin ansızın gelen biri müstesnadır ki, o bana hayırla gelir.) İşte bütün bu serlerden, beni sen koru ey Rahman..."

Taberânl, Ebû Nuaym Ebû Zeyd tarikiyle İbn-i Mes'ûd'dan şöyle rivayet ederler: "Biz Mekke'de Peygamberimizle birlikte idik. Peygamberimiz ashabına hitaben: "Tam bir ihlâs ve istekle benimle gelmek isteyen varsa, gelebilir" buyurdu. Ben kalkıp kendisiyle beraber yürüdüm, yanıma da bir su kabı aldım. Birlikte yürüyüp Mekke'nin üst tarafına vardık. Ben o sırada bulut gibi bir karaltı gördüm. Peygamberi­miz bana: "Ben gelinceye kadar şurada otur, bekle" buyurdu. Ben de beklemeye koyuldumPeygamberimiz ileriye vardı, onlar O'na üşüşüyorlardı. Peygamberimiz kendileriyle geç vakte kadar müsâmere-de bulundu. Şafak atarken benim yanıma geldi. Bana: "Buradan hiç ayrılmadın değil mi?" dedi. Ben de: "Ayrılmadım" dedim. Sonra: "Abdest almak için yanında su var mı?" diye sordu. Ben de: "Ey Allah'ın Resulü var" dedim ve su kabim açtım. Fakat içinde nebîz (şerbet) varmış... Ben bunu aldığım zaman, içinde su vardır zanniyle almıştım, fakat nebîz imiş, dedim... Resûlüllah da: "Hurma temizdir, su temizleyicidir; bunun içinde ise bu ikisi vardır" buyurdu ve onunla abdest aldı... Namazına duracağı zaman cinlerden ikisi O'nun yanına gelip: "Ey Allah'ın Resulü, biz Senin bize imam olarak namaz kıldırmanı istiyoruz" dediler. Peygamberimiz de onları saf halinde dizdiler, sonra hepimize birden namaz kıldırdılar... Sonra Mekke'ye dönüşe geçtik. Ben kendisine: "Bunlar kimlerdir, yâ Resûlallah?" diye sordum. Buyurdular ki: "Bunlar, Nusaybin cinleridir. Kendi aralarında vukua gelen bir ihtilafa hakem olmam için bana geldiler. Bana ayrıca ne yiyeceklerini sordular, ben de kendilerine; "Deve ve sığır dışkısını kurumuş hurma olarak bulacaklarim, Allah'ın adiyle boğazlanmış hayvanların kemiklerini de nzık olarak bulacaklarim söyledim..." İşte bu olaydan sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kemik ve tezekle taharetlenmeyi yasakladı."[56]

Yine İbn-i Mes'ûd'dan gelen bir rivayette, onun cinleri beyaz elbiseli siyah adamlar şeklinde gördüğü ve onların tıpkı: "...Hepsi O'nun üzerine üşüşüp nerdeyse keçe gibi birbirine gireceklerdi" [57]mealindeki âyette bildirildiği gibi, O'nun üzerine üşüştükleri bildirilmektedir... Bu sırada İbn-i Mes'ûd diyor ki: "Cinlerin bu izdihamına karşı Resûlüllah'ı korumak istedim, fakat O'nun bana olan tenbihini hatırlayarak yerimden ayrılmadım. Cinlerin oradan ayrılırken Resûlüllah'a: "Yerlerinin uzak olduğunu söylediklerini, yiyeceklerininin ne olacağını" sorup kemik ve tezek olacağı cevabim aldıklarim duydum."

Yine İbn-i Mes'ûd'dan Taberânî ve Ebû Nuaym şöyle rivayet ederler: "...Resûlüllâh bana yerimden hiç ayrılmamamı tenbih ederek sür'âtle dağa doğru gitmişti. Dağların tepelerinden bâzı adamların Resûlüllah'a doğru üşüştüklerini görünce kılıcımı çekip: "Derhal gidip Resûlüllah'ı müdâfa etmeliyim" dedim, fakat Resûlüllah'ın bana olan tenbihini hatırlayarak durakladım... Şafak sökerken yanıma gelen Resûlüllâh bana: "Yerinden hiç ayrılmadın değil mi?" diye sordu. Ben de: "Yâ Resûlallah, ben burada bir ay beklesem, Sen yanıma gelmedikçe yerimden ayrılamam!" dedim... Sonra kendisine, bir ara gördüklerimin te'siriyle kılıcımı çekip kendilerini kurtarmaya gelmeyi niyet ettiğimi, fakat kendilerinin bana olan emirlerini hatırlayarak vazgeçtiğimi anlattım... Buyurdular ki: "Ey İbn-i Mes'ûd, eğer böyle bir şey yapsaydın, kıyamete kadar sen beni, ne ben de seni göremezdik! Sonra parmaklarim parmaklarıma geçirerek buyurdular ki: "Ben, insanlara ve cinlere gönderilmiş bir Peygamberim; bana insanların da, cinlerin de îman edecekleri va'd olunmuştur! Bir insan olarak senin bana îmân ettiğin gibi, cinler de bana îmân etmiştir, nitekim sen bunu gördün..."

(Diğer rivayette, İbn-i Mes'ûd'un cinleri elbisesiz olarak gördüğü fakat onların avret yerlerinin görünmediği; boylarimn uzun olup bedenlerinin zayıf olduğu kaydedilmektedir... Yine bu rivayette, bir ara cinlerin İbn-i Mes'ûd'a iyice yaklaştıkları ve kendisinin onlardan korktuğu, sabahın aydınlığimn belirmesi üzerine dağıldıkları kaydedilmektedir... Yine aynı rivayette, diğer bir grup cinnin beyaz elbiseli oldukları, uzun boylu ve zayıf bedenli bulundukları kaydedilmekte ve bir ara Resûlüllah'ın kendinden geçtiği ve bu sırada etrafındaki cinlerin birbirine, bu hususta bir mesel söylemek gerektiğini belirterek mesel getirdikleri ve te'vilini yaptıkları bildirilmektedir..-. Buna göre bir grup cin: "Bunun meseli şuna benzer: "Bir ulu efendi var, büyük bir bina yaptırmış... Sonra büyük bir ziyafet hazırlatmış... İnsanları bu ziyafete çağırması için de bir dâvetçi göndermiş... Bu dâvetçi insanları bu ziyafete çağırmış... Gelmeyenleri o ulu efendi, azâb edip cezalandırmış..."

Cinlerden bir kısmimn bu darb-i meseline, diğer bir kısmı da te'vil (yorum) getirmiş ve demiş ki: "O ulu efendi; yüceler yücesi Allah'tır ki O, bütün âlemlerin Rabbidir. Yaptırdığı büyük binanın meseli ise îslâmdır!... Hazırlattığı nimetler de cennettir... Gönderdiği dâvetçi ise, şu Peygamberdir. Kim bu dâvetçiye (Muhammed'e) gerçekten uyarsa, ebedî saadet yurdu cenneti kazanır. Uymayanlar da cehennemi hakeder."

Bu darb-i meselden ve onun yorumundan sonra İbn-i Mes'ûd diyor ki: Resûlüllah Efendimiz uyandılar... Bana: "Ey Ümmü Abd'in oğlu, ne gördün?" diye sordu. Ben gördüklerimi O'na anlattım. Buyurdular ki: "Onların söylediklerinden hiçbir şey bana gizli kalmış değildir... Bunlar meleklerden bir gruptur." [58]

Ebû Nuaym Ebû Recâ'dan rivayet eder: O demiş ki: "Biz arkadaşlarla birlikte seferde idik... Bir suyun başına inip çadırlarımızı kurduk. Ben hemen, kuşluk uykusuna uzandım. Birde ne göreyim, çadırıma bir yılan girdi. Dilini çıkarmış adetâ yal varıyordu... Herhalde dedim, bu yılancağız benden su istiyor. Hemen su kabimn -ağzını açıp az az ağzına su serptim, o da içmeye devam etti. İkindi vakti de öldü. Ben heybemden beyaz bir parça çıkararak onu sardım. Bir çukur açarak onu defnettim. Aynı günün akşamından önce oradan ayrıldık. Gece boyunca da yola devam ettik. Sabahleyin yine bir su başına inip çadırlarımızı kurduk. Ben yine kuşluk uykusuna uzanmıştım ki, bâzı sesler: "Ey müslümanlar, sizlere tekrar tekrar selâm olsun! Bir kere, on kere, yüz kere, bin kere değil; daha çok selâmlar olsun!" diyordu... Ben: "Siz kimsiniz?" diye seslendim. Onlar şu karşılığı verdiler: "Biz, cinleriz... Allah'ın bol bereketi senin üzerine olsun! Sen gerçekten bize, bizını sana karşılığim ödeyemeyeceğimiz bir şekilde iyilikte bulundun." Ben: "Neymiş bu yaptığım iyilik?" diye sorduğumda; "O senin^ su verdiğin, ölümünden sonra de defnettiğin yılan; bizden biri idi. Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) bîat eden cinlerdendi."

Ebû Nuaym Übeyy bin Ka'b'dan rivayet eder. O demiş ki: "Bir grup, hacc için yola çıktıklarında yolu şaşırmışlar, çok yorulup takatsiz düşmüşler. Ölmek üzere olduklarim görüp kefenlerini giymişler ve uzanmışlar... Bu sırada yanlarına bir cinnî gelmiş ve onlara: "Ben, Peygamber Muhammed'e (sallallahü aleyhi ve sellem) îmân eden, Ondan Kur'ân dinleyen cinlerdenim. Ben Peygamberimiz'in bir defasında: "Mü'ınin mü'ıninin kardeşidir, onun gözü ve kılavuzudur! Onu yardımsız bırakmaz!" buyurduğunu duymuştum. Sizler suya yakın bir yerde bulunuyorsunuz, haydi kalkınız, ben sizlere hem suyu, hem yolu göstereceğim" demiş ve onlara kılavuzluk etmiştir."

Beyhekî Üseyde'den şöyle nakleder: "Ömer bin Abdü'l-Azîz Mekke'ye giderken çölden geçiyormuş... Ansızın ölmüş bir yılana rastlamış. "Bana kürek getiriniz" demiş ve oraya açtığı bir çukura yılanı defnetmiş... Kendisini görmedikleri bir ses (hatif); "Allah'ın rahmeti senin üzerine olsun, ey Serk! Sen Peygamber'in senin hakkında: "Ey Serk, sen çölde öleceksin, ümmetimin en hayırlısının eliyle de defn olunacaksın!" dediğini duymuştun..." Ömer bin Abdü'l-Azîz, bu kendisini görmediği sesin sahibine hitab ederek: "Sen kimsin?" diye sormuş... O da demiş ki: "Ben cinlerdenim, şu defnettiğin de Serk'dir. Resûlüllah'a bîat eden cinlerden sadece ikimiz kalmıştık... Ben şehadet ederim ki, Resûlüllah'a bîat eden cinlerden sadece ikimiz kalmıştık... Ben şehadet ederim ki, Resûlüllah onun ve senin hakkında böyle buyurmuştu, bu sözü söylemişti." [59]

Rumların Kıssası ve Bununla İlgili Mucizeler

Yüce Allah buyuruyor ki: "Elif lâm mîm. Rumlar yenildi, en yakın bir yerde. Onlar bu yenilgilerinden sonra yeneceklerdir." [60]

AhmedBeyhekî ve Ebû Nuaym İbn-i Abbâs'tan şöyle nakleder: Müslümanlar Rumların Farsları yenmesini isterlerdi, zira Rumlar ehl-i kitap idi. Müşrikler de Farsların Rumları yenmesini isterlerdi, çünkü Farslar da kendileri gibi müşrik idi. Müslümanlar bu durumu Ebû Bekir'e, Ebû Bekir de Peygamber'e andı. Peygamberimiz: "Yakında Rumlar Farslan yenecek" buyurdu. Ebû Bekir de bunu müşriklere intikal ettirdi. Müşrikler dediler ki: "Peki aramızda bir müddet tayin et, eğer bu müddet zarfında Rumlar gâlib gelirse, sana şunu şunu verelim. Eğer Farslar gâlib gelirse, biz de senden aynı şeyleri alırız." Ebû Bekir onlarla arasında beş seneyi tayin etti. Bu müddet dolduğu halde Rumların galebesi gerçekleşmedi. Ebû Bekir durumu Peygamberimiz'e anlattı. O da kendisine: "Onlarla on senenin altında anlaşsaydın ya!" dedi. Hakikaten bundan sonra Rumlar, Bedir günü Farslara gâlib geldiler." [61]

Beyhekî'nin İbn-i Şihab'dan rivayeti ise şöyledir: "Müşrikler müslümanlar ile mücadele ediyor ve: "Rumlar da sizin gibi kitap ehlidir, İşte Farslara yenildiler. Siz kendinizin, Peygamberinize indirilen Kitap sebebiyle üstün geleceğinizi iddia ediyorsunuz. Şimdi kitap ehli olan Rumlar nasü Farslara yenildilerse, siz de bize öylece yenik düşeceksiniz" diyordu. İşte bunun üzerine Yüce Allah, şu âyeti inzal buyurdu:

"Elif lâm mîm. Rumlar yenildi: en yakın bir yerde. Onlar bu yenilgilerinden sonra yeneceklerdir; birkaç yıl içinde (dokuz seneyi geçmez)." [62]

-İbn-i Şihâb der ki: Bana Ubeydullah bin Abdullah şöyle haber verdi: "Bu iki âyet nazil olduğu zaman Ebû Bekir, müşriklerden bâzıları ile bahis tutuştu. Kumar henüz haram değildi. Bahsin şartı şöyleydi: Eğer yedi sene zarfında Farslar yenilgiye uğramazsa müşrikler kazanacaktı. Peygamberimiz durumu öğrenince; "Niçin yedi sene üzerine şart koştun? On sayısının altındaki her sayı âyette bildirilen "Fî bid'ı Sinîn = Birkaç sene" manâsında dahildir" buyurdu. Farslann Rumlara galebesi dokuz senede idi. Hudeybiye andlaşması zamanında ise Rumlar Farslara üstün geldiler. Müslümanlar bu sebeble sevindiler." [63]

Beyhekî Katâde'den şöyle nakleder: "Allahü teâlâ Rumların yenilgiden sonra yeneceklerine dâir ilgili âyetlerini indirdiği zaman, müsîümanlar hiç tereddüd etmeksizin buna inandılar ve Rumların sonunda üstün geleceğini anladılar ve müşriklerle bahis tutuştular... Aralarında beş sene üzerine ve beş deve şartıyla anlaştılar... Bu andlaşmada müslüman tarafı Ebû Bekir, müşrik tarafı da Übeyy bin Halef temsil ediyordu... Tabiî henüz kumar haram kılınmış da değildi. Beş sene müddet dolduğu halde, Rumların Farslara galebesi gerçekleş­medi. Müşrikler bahsi kazandıklarim söyleyerek beş deveyi taleb ettiler. Müslümanlar da durumu Hazret-i Peygamber'e arz eylediler. O da buyurdu ki: "Müslümanlar, on seneden daha azı üzerinde müddet tayin eylemekte haklı olamazlar! Zira âyetteki "Bid'ı sinîn = Birkaç sene" sözü, üç seneden on seneye kadardır." Müslümanlar da bunun üzerine hem seneyi, hem de devenin sayısını artırdılar... Yüce Allah da dokuzuncu senenin başında Rumları Farslara üstün getirdi. Bu sırada müslümanlar Hudeybiye'den dönmüşlerdi. Ehl-i Kitap olan ramların mecûsîlere galebesi sebebiyle müslümanlar sevindiler. ve bu olay, yüce Allah'ın İslâmı kendisi sebebiyle kuvvetlendirdiği hadiselerden biri oldu."

Yine Beyhakî Zübeyr'den şöyle nakleder: "Ben Farsların Rumları yendiğine, Rumların da Farsları yendiğine şahit olduğum gibi; müslümanların hem Farsları, hem de Rumları yendiğine de şahit olmuşumdur. Bütün bunlar on beş sene içinde gerçekleşmiştir. [64]

Sorular Yönelterek Peygamberimizi İmtihan Etmeleri

İbn-i İshakBeyhekî ve Ebû Nuaym İbn-i Abbâs'tan rivayet ederler: "Kureyş müşrikleri toplanıp aralarından Nadir bin Haris ile Ukbe bin Ebû Muayt'ı Medine'deki yahûdî âlimlerine bâzı sorular sorup cevaplar getirmeleri için elçi olarak gönderdiler ve bu ikisine hitaben dediler ki: "Yahûdî âlimlerine Muhammed'e âit sıfatları bir bir anlatıktan sonra, O'nun hakkında ne diyeceklerini sorunuz, çünkü onların Peygamberler hakkında bilgileri vardır, onlar kitap ehlidir; bizim ise bu hususlarda bilgimiz yoktur" dediler. Onlar da Medine'ye gelip yahûdî âlimleri ile görüşüp sorularim bunlara yönelttiler. Yahûdî âlimleri de bunlara üç mes'ele öğretip Hazret-i Peygamber'e yolladılar. Bunlar Peygamberimiz'e gelip o üç meseleyi sordular. Sorular şunlardı:

1- Çok önceleri şehirlerini terk ederek bir mağaraya sığman ve şaşılacak durumları olan, o bir avuç genç grup kimlerdir; şaşılacak halleri nedir?

2- Yeryüzünün doğusunu da batısını da dolaşan gezgin adam kimdir ve kendisine ait haberler nedir?

3- Rûh menşei ve mâhiyeti itibariyle nedir? Ruha âit ne gibi bilgiler vardır? (Bunları cevapladığı taktirde kendilerince Peygamberin doğruluğu anlaşılacaktır.)

Medine'deki yahûdî âlimlerinden öğrendikleri bu sorularla Mekke'ye dönen Nadir ve Ukbe, önce Kureyş topluluğunu görerek davayı hail ve fasl edecek olan şeyi öğrenip geldiklerini söylediler, sonra da Hazret-i Peygamber'e gidip sorularim yönelttiler. İşte onların bu sorularına cevab olmak üzere Cebrâîl (aleyhisselâm) Ashâbu'l-Kehf hakkındaki Kehf sûresini, gezgin adam olan Zü'l-Karneyn hakkındaki âyetleri ve ruh hakkındaki sorularına cevap teşkil eden;

"Sana ruhtan sorarlar. de ki: "Rûh Rabbimin emrindendir. Size ilimden az bir şey verilmiştir" âyetini indirmiştir." [65]

Yine İbn-i Abbâs'tan AhmedBeyhekî, Nesaî ve Ebû Nuaym'iıı rivayeti de şöyledir: "Kureyş yahudîlere dedi ki: Peygamberliğini ilân eden şu adama karışı yöneltebileceğimiz bâzı şeyleri bize öğretiniz de gidip kendisine soralım!" Yahudiler Kureyş'e: "Gidip ona rûh hakkında sorunuz!" dediler. Kureyş de gidip Hazret-i Peygamber'e bunu sordu... İşte bunun üzerine rûh hakkındaki bu âyet nazil oldu." [66]

Ebû Nuaym Suddî es-Sağîr tarikiyle Kelbî'den, o Ebû Salih'ten, o da İbn-i Abbâs'tan rivayet eder: "Kureyş Medine'ye bir heyet gönderdi. Bu heyet Resûlüllah hakkında yahûdîlerden bilgi alacaktı. Önce yahudîlere Peygamber hakkındaki kendi bilgilerini anlattılar; Hazret-i Peygamber'in Peygamberlik dâva ettiğini, adının Ahmed olduğunu, yetim ve fakir bulunduğunu, iki omuzu arasında bir mühür bulunduğu­nu söylemişler. Yahudiler de kendilerine, bu sıfatları Tevrat'ta okuduk­larim söyleyip: "Eğer sizin O'nun hakkında söyledikleriniz doğru ise; O Peygamberdir, davası haktır" demişler. Fakat kendisine şu üç şeyi sormalarim, birinci ve ikinci soruya cevap verip üçüncü soruya cevap vermezse, hak Peygamber olduğunun iyice anlaşılacağim söyle- misler. Birinci soru: Zü'l-Karneyn, ikinci soru: Ashâb-ı Kehf, üçüncü soru: Rûh imiş. Kureyş gelip bu soruları Peygamberimiz'e yöneltmiş. Peygamberi­miz de Zü'l-Karneyn ile Ashab-ı Kehf hakkında bilgi verip rûh hakkında ise: "Rûh, Rabbimin emrindendir, onun hakikatini Rabbim bilir; bu hususta benim bilgim yoktur" buyurmuştur. Neticeden memnun olmayan Kureyş: "iki sihirbaz, Tevrat ve Kur'ân adiyle birbiriyle yardımlaştılar! Biz her ikisini de inkar ediyoruz" demişlerdir."

Taberânî ve Ebû Nuaym Muhammed bin Hamza'dan, O da Abdullah bir Selâm'ın oğlu Yusuf'tan, bu dâhi babası Abdullah bin Selâm'dan naklederler: O demiştir ki: "Ben bâzı yahûdî hahamlarına hitaben: "Hepimizin atası bulunan İbrahim'in mescidine giderek bir müddet kalacağım" dedim ve Medine'den ayrılarak Mekke'ye geldim. Bu sırada Resülüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) de Mekke'de idiler. Fakat ben Mekke'ye vardığım zaman Peygamber Mina'da imiş. Kendileri ile Mina'da buluştum. Etrafım insanlar sarmıştı. Ben de o insanlar arasında yerimi aldım, Peygamber'e bakıyordum... Peygamber (aleyhisselâm) da bana baktı ve: "Sen Abdullah bin Selâm'sm, değil mi?" buyurdu. Ben de "Evet" diyerek cevap verdim. Bana yaklaşmamı emretti, ben de kendisine yaklaştım... Dedi ki: "Ey Abdullah, Allah aşkına doğru söyle, benim Peygamber olduğuma dâir Tevrat'ta bilgi bulmuyor musun?" Ben de kendisine dedim ki: "Bana, Allah'ın sıfatlarim söyler misin yâ Muhammed?" İşte bunun üzerine Cebrâîl (aleyhisselâm) geldi ve insanlara Allah'ı tanıtan Ihlâs Sûresini getirdi ve okudu:

Kur'ân ve ihlâs dîni olan müslümanlığm temeli ve özü bulunan bu sûre; dört âyetten ibarettir ve meali şöyledir: "de ki: Allah birdir. Allah Sameddir. (Her şey, varlığim ve bekasım O'na borçludur, O'na muhtaçtır. O hiçbir şeye muhtaç değildir. Her şeyin (ve özellikle inanan kişinin) başvuracağı, yardım dileyip sığınacağı tek varlık O'dur!) Asla doğurmamıştır ve doğurulmamıştır ve hiçbir şey O'nun dengi olmamıştır!"

Cebrâîl'in getirdiği bu âyetleri, Resülüllah Efendimiz bana tebliğ ettiler. Ben, bu gerçekten Tevhîd ve İhlâs âyetlerini dinleyince derhal müslümanlığı kabul ederek şehâdet getirdim:

"Bütün varlığımla şehâdet ederim ki Allah'tan başka hiç bir ilâh yoktur! Yine şehâdet ederim ki Sen Allah'ın Resulüsün!" dedim... Sonra Peygamber'den (sallallahü aleyhi ve sellem) ayrılarak Medine'ye döndüm. Fakat müslümanlı­ğı kabul ettiğimi gizledim. Hicreti sırasında Peygamberimiz Mekke'den ayrılıp Medine'ye yöneldiği zaman ben, olgunlaşan meyvelerini topla­mak üzere hurma ağacimn üzerinde idim. Peygamberimiz Medine'ye teşrif ettiler. Ben sevinç ve heyecanımın şiddetinden kendimi ağaçtan yere attım... Anacığım bana dedi ki: "Oğlum, Allah seni korusun! Sen ne yapıyorsun? Herhalde Peygamber Mûsâ gelse idi, yine kendini ağaçtan yere atmazdın!" Ben şu karşılığı verdim: "Anacığım, ben vallahi Resûlüllah'ın Medîneye gelişinden, daha fazla sevinmiş durumdayım! Eğer Peygamberimiz Mûsâ çıkıp gelmiş olsaydı, herhalde bu kadar sevinmezdim..."[67]

[1] Muzzemmıl suresi, 5

[17] Kamer suresi, 1

[21] Maide suresi, 67

[23] Alâk suresi, 6-l9

[27] İsrâ' suresi, 45

[28] Yasin suresi, 9

[29] Mesed (Tebbet) suresi, 1

[40] Tâhâ suresi, 14

[48] Nah! suresi, 90

[50] Ahkâf suresi, 29

[51] Cin suresi,

[57] Cin suresi, 19

[60] Rûm suresi, 1-3

[62] Rûm suresi, 1-4

[65] İsrâ' suresi, 84


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar