UYKU
Hazırlayan:
Döndü ÖZKÖK
İnsanın kendinde ve doğada yarattığı
tahribat ile gelişen "uyma ve statü” kaygısının uyku metaforu üzerinden
ifade edilmesi amaçlanmış, tasarım mekanları içerisinde güçsüzleşen ve
biçimlenen bedenin “uyuyan insan” formu uyku kavramı ile bütünleşmiştir. Özgür
hareket alanı olarak sunulan her yerde gözleniyor olmak, bedene ve zihne
müdahale ile (ceza, tedavi yöntemleri, mahremiyet ihlali, statü kaygısı, okul,
iş hayatı) günümüzde robotlaşan hayatı destekleyen yaşam, merkezinde uyku olan
modern dünya tasvirleri olarak çalışmaların içeriğini oluşturmaktadır.
Carl Gustav Jung’ın bahsettiği
“kişiliğimizle olan ilişkimizin modern dünyadaki kaybı” bedende uykulu ve ölü
kimlikler olarak tanımlanmıştır. Günlük yaşantının rutin eylemleri içerisinden
seçilen “dış mekanda uyuya kalan” insanların izlenim notları ile kaydedilmesi,
çalışmanın ve araştırmanın kaynağını oluşturmaktadır. Bu kaynaklar
oluşturulurken ev dışı sosyal alanlarda uyuyakalan insanlar uzun süre izlenmiş,
görsel notlardan referansla asıl çalışmalar ortaya çıkarılmıştır. Araştırma sürecinde
uyku kavramı, bedeni himayesine alan yaşam biçimlerine hizmet eden yeni yaşam
alanlarında yer bulmuştur. Dış uyaranlara karşı bilincin kendini kapattığı,
diğer yönüyle olup biteni görmezden gelen kitleler bütünü bireyin kendisi
tarafından da izlenebilecek formlara dönüşmektedir. Eric From’un “Robotsu
uydumculuk” olarak tanımladığı bu süreç, kontrol mekanizmalarına hizmet eden
mekanlarda biçimlenen bedenin aynı zamanda zihinsel bir uyku halidir. Bedenin
ve fikirlerin siyasal kuşatılması, bu kuşatmaya karşı eylem ve
eylemsizliklerin, soyutlanmış ya da soyut kurgu mekanlarla bir araya
getirilerek birey-dünya ilişkisi tasvirleri oluşturulmuştur.
Gözlem ve izlenim notları ile gelişen
araştırma, resim, heykel ve ortam odaklı deneysel sanat çalışmaları, yazılı-görsel
veri oluşturma süreci ile birlikte ifadeyi destekleyecek kurgularla
sunulmuştur. Uyku kavramı ayrıca mecaz anlatımları, sanat tarihi, mitoloji ve
modern dünyada ki yeriyle de ele alınmış, gün içerisinde izlenen bedenin “hal”
ve “an” betimlemeleri, anlık figür formunu ele alan sanatçıların eserlerinden
örnekler ve konuların incelenmesi ile ilişkilendirilmiştir.
Büyüdükçe geliştirdiğimiz bağımsızlık ve
özgürlük anlayışı ile birlikte “var” olmaya dair eylemlerden uzaklaşırken,
bedenin günlük yaşantı içerisindeki “haller ve anları” nesnelere bağımlılık,
güvensizlik ve yalnızlık duygularının somut referansları olarak çıkıyor
karşımıza. Bu durum yaşamın belirsizliği, kişi ve toplum beklentilerinin
artması ile bizi doğaya ve kendi doğamıza karşı hareket eden bir hale
getiriyor. Sürekli olarak kendi yaşam alanını daraltmaya yönelik, fikirlerimiz
ile çelişen eylemleri gerçekleştirmenin sonucunda kaçacak yer arayışına giren
zihin, kendini geçici olarak, bulunduğu zaman ve mekandan soyutlayacak bir yol
arar. Bu da bilinci tüm uyarılara açık tutacak, fiziksel hareketsizlik hali
olan uyku eylemi olarak ele alınmaktadır. Bu eylem uykunun metaforik bir
anlatımla ifade biçimi olarak kullanılmasına ışık tutmaktadır.
Çalışmanın ilk bölümünde uyku yalnızca
biyolojik durumu ile değil, aynı zamanda zihinsel, akılsal, düşünsel eylem ya
da eylemsizliklerin ifade biçimi odağında da incelenmiştir. Burada biyolojik
tanımının yanında, mecaz anlatımları ile de birçok sanat üretiminin “uyuyan
insan” formunu ele alarak gerçekleştiğini görmekteyiz. Bu bölümde uyku
temasının ele alınmasını destekleyen desen çalışmaları bir süre sonra figüratif
resimlerin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bunun yanında ortam odaklı sanat
uygulamaları ikili diyaloglarla geliştirilmiştir. Bu diyaloglar çalışmanın
uygulandığı mekanlarla bağı olan bireylerle gerçekleşmiş, uyuyan bedenlerin
görsel notlarla kaydedilmesi kadar, uyanık insanların da düşünceleri yaratım
süreçlerinde etkili olmuştur.
Uyku kavramı, doğaya karşı yapılan her
türlü olumsuz müdahalenin verdiği ağırlıktan ve ne için olduğunu
kestiremediğimiz sorumluluk duygusundan kaçma eylemlerinin mecaz ifadeleri
olarak çıkıyor karşımıza. Bu durum çağdaş toplumlardaki normal (insan etkisiyle
olan, sayısal çoğunluk tarafından en çok saptanan) bireylerin bulduğu asıl ve
sürekli çözüm öteki milyonlarca insana benzemek ve kitlelerle birlikte hareket
etmek olarak gözlenmektedir. Foucault’nun deyimiyle “bedenin siyasal kuşatılması”
ifadesi için de bir örnektir. Uyku çözüm ya da kaçış olarak anlatılmanın
yanında ölüm ile de ilişkilendirilmiştir. Zira toplumsal ve ekonomik güçlerin
hedef aldığı özne (beden, fikir) direnemediği her şeyi kabul ederek en başta
kendi fikirlerinden uzaklaşır. İnsanın teslimiyeti zihinsel ölüm olarak ele
alınmakta ve uyku-ölüm bağlamında ifadeler güçlenmektedir.
İkinci bölümde uyku kavramı için, statü ve
mevki peşinde sürüklenen insanların taşıdığı toplumsal kodlar ve bu kodları
düzenleyen sistemlerden bahsedilmiştir. İnsanların bulunduğu saray, sokak,
toplu taşıma, ev, köy, yol gibi birçok iç ve dış mekanda, bireyin varlık ve
zenginlik, yokluk ve yoksulluk sembolleri ile kurduğu ilişkiye ışık
tutulmuştur. Desen ve resim çalışmalarının öznesi olan insanların, bulundukları
mekanlarla hiçbir organik ya da manevi bağlarının olmaması, mekanların biçim ve
teknik olarak soyut ya da soyutlanmış olarak ifade edilmesine gerekçe olmuştur.
Tarihte farklı sanat disiplinleri
anlatımlarının öznesi olan uyku, kaçış, aidiyet, koşulsuz kabul, itaat,
direniş, ölüm gibi kavramların merkezinde biçimlenmiştir. Bunlar mitoloji,
edebiyat, sinema ve plastik sanatlarda özellikle bilinçaltını konu alan
yaşamlar odağında anlatılmıştır. Paul Gauguin’in “Mesih” figürünün inancı
uğruna kaçtığı yer, Georges Perec’in modern yaşamın zorunluluklarında
tutunamayan ve artık hiçbir şey hissetmeyen “Uyuyan Adam” karakteri, William
Hogart’ın yüksek statü simgeleri içeren yaşam içerisindeki karakterlerin
mutsuzluk anları uyku teması ile kurgulanmış ve biçimlenmiştir.
Birçok sanat yapıtında uyku anında önemini
yitiren nesneler ve mekanların kimliksiz, tanımsız, amaçsız ve işlevsiz yerlere
dönüşmesi rüya betimlemeleri ile sağlanmıştır. Zira bitmeyen kaygıdan kaçış
alanı olarak tasvir edilen uyku, mekan içinde mekan kurgusunu rüyada bulunan
semboller ile beslemiş ve yaratım süreçlerini etkilemiştir. Bunun yanında
modernleşme ile daha da önem kazanan nesnel bağımlılık, hareket eden her şeyi
kaydeden cihazların yarattığı güvensizlik ve kaygı bedeni düzenleyen toplumsal
kodlar olarak çalışmalarda yer almıştır. Gottdiener bedenle birlikte biçimlenen
(maddi nesneler) bu kodları şu şekilde tanımlamıştır:
Toplumsal kodlar bedeni düzenler, bu normalleşmenin büyük
bir bölümü belli belirsiz ise de toplumlar içinde görünümün düzenlenmesi böyle
değildir. Giyim çeşitli kültürel kodları göstermeye yardımcı olan gösterge
araçlarını yaratacak biçimde, bedenle birlikte hareket eden maddi nesnelerden
oluşur (Gottdiener, 2005, s. 306).
Tarihte ilk ceza yöntemlerine ve geliştirilen
sistemlere bakıldığında bütün cezaların başta fiziksel olmak üzere, mekânsal,
zihinsel (uyutma-uyuşturma) ve bedenin yaşamını sonlandırmaya kadar gidildiğini
görüyoruz. Sanayi Devrimi ile başlayan, değişen ve dönüşen modern dünya
dinamikleri ve yeni kültürler, özgürlük peşinde artan bağımlılıklar, klasik
ceza yöntemlerinin modern versiyonu olarak çıkıyor karşımıza. Bu tez, toplumsal
süreçleri de ele alarak tanık olunan bu yöntemlere eleştirel, tepkisel, kimi
zaman destekleyici bir bakış, öte yandan bu süreçleri deneyimleyen kişi olarak
da izlenen en her şeyi uyku kavramı ile belgelemek ışığında gelişen bir
çalışmadır.
Uyku, dış uyaranlara karşı bilincin,
bütünüyle ve ya bir bölümünün yittiği, tepki gücünün zayıfladığı ve her türlü
etkinliğin büyük ölçüde azaldığı dinlenme durumudur (Türk Dil Kurumu Sözlüğü.
Erişim: 15.07.2019. https://bit.ly/2z5DwJ2).
İnsan yaşamının ortalama üçte birini
geçirdiği süreç olan uykunun biyolojik, psikolojik tanımlarının yanında,
inançlar tarihi ve mitolojide de karşılığı olmuştur. Uyku kavramı biyolojik bir
eylem olmanın dışında simgesel kullanımı ve mecaz anlamları ile de çeşitli
ifade biçimlerinin öznesi olarak yer almıştır. Ayrıca bilincin kaybolması, organik
faaliyetin, özellikle sinir duyumunun, istemli kas hareketlerinin çok
azalmasıyla ortaya çıkan, normal, geçici, periyodik durumdur. Başlıca özelliği,
ruhsal alanda uyanıklığın yani bulunulan ortamla ilişki kurma yeteneğinin
ortadan kalkmasıdır. Uyku ile sistemli hareket etkinliği de ortadan kalkar
(Larousse. 1992, Cilt 20. s. 6). Uyku geceyle sınırlı zamanlar dışında, bir
durumun sonucu ya da kısa bir an içe kapanış gibi günün her saatinde istemsiz
ya da bilinçli gerçekleşebilecek bir yaşantı sürecidir. "Gün boyu yorulan
ve yıpranan sinir sisteminin onanıma alındığı, gün içinde edinilen bilgilerin
ayıklanıp depolandığı, dış uyaranlara açık ve bireyin gelişimi ile ilgili
işlevsel bir süreç" olarak tanımlanabilir (Erişim: 22.08.2019.
https://bit.ly/2StAxAZ).
Yunan Mitolojisinde uyku tanrısı olan
Hypnos, gece tanrıçası Nyks’nin oğlu ve ölüm tanrısı Thanatos’un ikiz
kardeşidir. Antik çağda ölüm ve uykunun benzerliğini ifade eden bu iki kavram
ikiz kardeş olarak kabul edilmiştir. Hypnos özellikle psikolojide ve gündelik
yaşantımızda tıbbi bir terim olarak da kullanılmaktadır.
Metafor, Türkçe’ye Fransızca’dan geçen, Antik Yunancada (Metaphora) "taşıma, transfer etmek"
anlamlarına gelmektedir (Erişim: 28.03.2020.
https://www.wikiwand.com/tr/Mecaz). Bir şeyi başka bir şeye
benzetmeye, kıyaslamaya, anlatmaya yarayan görsel ya da somut ifadelerin
kullanımını güçlendiren, dolaylı ve etkili bir anlatım kavramıdır. Hypnos’un
Mitolojik savaşlarda uyutma gücünü kullanması ya da modern dünyanın bireylere
uyguladığı (düşünsel faaliyetlerde) politikalar “uyku” kavramının metaforik
ifadelerle anlatımını desteklemektedir.
Uyku burada bireysel ve kitlesel eylem ya
da eylemsizliklerin bir araç ya da ifade biçimi olarak yer bulmaktadır. Ayrıca
doğada görülen sükunet durumu, gerçeği görememe ve aymazlık olarak mecaz
ifadeleri ile de bir çok sanat üretiminde yer almaktadır. Buna en önemli
örneklerden biri de İspanyol ressam ve matbaacı Francisco Goya'nın “Los Caprichos” serisinin “Aklın Uykusu Canavarlar Üretir”
(Görsel 1) adlı 43. parçasıdır. Eserde bulunan figürün, sanatçının kendisi olduğu
ve düş gördüğü düşünülmektedir. Zira figürün yaslandığı masada yazan cümledeki
“sueno” kelimesi İspanyolca’da “uyku ya da “rüya” anlamına gelmektedir.
Orijinal adıyla (İspanyolca) “El sueno de la razon
monstruos” olan eser, Goya tarafından yaratılan, 1799'da “Los Caprichos” adlı albüm olarak
yayınlanan ve 80 adet gravür baskıdan
oluşan bir settir. Bu seri bir çok metaforik imgeyi barındırmanın yanında,
Goya’nın bireysel özgürlük arzusunu dışa vuran en çarpıcı örneklerindendir.
Erke karşı sembol olarak kullanılan canavar, yarasa, baykuş, tuhaf insanlar
gibi imgeler güçlü mecaz anlatımların formları olmuştur.
1789’da Fransız Devrimi ile başlayan
özgürlük hareketleri baskı ve şiddetten bunalan Ispanya’yı da etkisi altına
almıştır. Aklı uyutulan (baskıcı düzeni kabullenen) ve bu uykunun yarattığı
canavarları (kilise, iktidar...) gören Goya “Los Caprichos” serisini de özgürlük
umuduyla yaratmıştır. Bir parçası ve tanığı olarak yaşadığı dönemi anlatma
sorumluluğu sanatçıyı bu seriyi yapmaya sevk etmiştir. Eserde betimlenen
yarasaların, baykuşların ve diğer yaratıkların dinmeyen hareketleri ve
bakışları uyuyan figürün pasifliği ve hareketsizliği ile beslenmekte ve
güçlenmektedir. Soyşekerci “Los Caprichos” serisinde anlatılan yaratıkların ne anlama
geldiğini şu şekilde ifade eder:
Bu figürler hem tabiatın görünür varlıklarıdır
hem de mantık dışı eylemlerde bulunurlar. Akıl devre dışı kaldığında veya uyku
hâlindeyken bu yaratıklar felâketlerin habercisi olur. Goya uyku hâlinde olduğu
için bunlar tamamen bir rüyadır. Fakat bu rüya bir kâbus formu olarak gerçeğe
dönüşerek izleyicinin karşısına dikiliverir (Soyşekerci, Serhat. 2018. İdil
Dergisi. Erişim: 11.02.2020.
http://www.idildergisi.com/makale/pdf/1536246270.pdf).
Doğrudan bizim için verilmiş kararların ve
verilerin içine doğarak kaçınılmaz bir yaşamla karşı karşıya kalıyoruz. Güçlü
olanın koyduğu normlar zaman, mekan ve güç odağı değiştikçe de değişebiliyor.
Belki de bunun sebeplerini sorgulamak için öncelikle insanlık tarihini ve
içerisine doğduğumuz yaşamın koşullarını irdelemek gerekiyor. Aleaddin Şenel,
yaşadığımız koşulları anlamak için önce tarihi anlamak gerektiğini ‘’Öyle ki
“onun yerinde, onun içinde bulunduğu koşullar içinde ben bulunsaydım, ben de
öyle davranabilirdim" demeyen, ne insanı anlamıştır ne de insanlık
tarihini’’ şeklinde ifade eder (Şenel, 2014, s. 26).
Bizi de tarihin bir parçası yapan bugünün
çok şeye sahip olma fikri, nesnel bağımlılıkla birlikte, fiziksel ve zihinsel
sınırlamaları da bedenimize kodlamaktadır. Bize ilişkin beklentilere göre
hareket etmek içgüdüsel olarak var olma değil, öğrenme, deneyimleme ve yapma
eylemleri ile koşulsuz kabul sonucunu doğurmaktadır. Öyle ki Sartre bu konuda
"...insan doğası diye bir şey yoktur, insan kendini nasıl yapıyorsa
öyledir” der (Sartre, 2012, s. 102).
Modern dünya gündelik yaşantı içerisinde şahit olduğumuz uyku
ve özellikle dış mekanda uyuyakalan insanların duruşları, kişilere dair mekan-
beden ilişkisi üzerine çeşitli referanslar verebilmektedir. Bireysel
eylemsizlik politikalarını, sosyal alanlarda uyuyan “gerçeği göremeyen,
tepkisiz” insan bedenlerinde etkilerini okuyabiliriz. Yalnızca çevremizi değil
kendimizi de görmezden gelme, aymazlık ve zihni bilinçli olarak dış uyaranlara
kapatma eylemleri olup bitenin farkında olamama sonuçlarını da doğurmaktadır.
Çalışan ve kalan zamanda tekrar çalışmak
için bekleyen, çalıştıkça daha da zorlaşan hayatların simgelerini içeren “Yol”
adlı çalışma (Görsel 2 ) toplu taşıma araçlarından alınan görsel notlarla
beslenmiştir. Çoğunlukla iş, okul yolculuklarında gerçekleşen kısa süreli
uyuyan insanların bedenleri, bulunduğu mekana ve mekandaki diğer nesnelere
(koltuk, sandalye) göre biçim almaktadır. Güne başlarken uyuyan insanlar ile
eve dönüş yolunda olan insanların yüz ifadeleri, taşıdıkları nesneler ve
duygularını dışarıya kapattıkları anlar şehrin çıkmazının somut referansları
olarak izlenebiliyor. Her yeri gören göz olan panoptik cihazların varlığı
mahremiyetin yerelde ve kamusal alanda kaybedildiğini göstermektedir. Bu durum
sonucunda gönüllü izlenme süreçleri artık yaşamın her anını özel olmaktan çıkarmıştır.
Tanımsız bir yer ve zamana ait olan,
gidenlerin ve bekleyenlerin mekanda yerleşik olmadığı, sığabildikleri kadar
kapladıkları koltuklardaki emanet duruşlarından izlenebiliyor. Yan yana olsalar
dahi uyurken yalnız olan her canlı için en doğru tanım, çalışanlar için yapılan
Baugman ve Lyon yorumudur. "Modern dünyanın çalışanları kendi kendilerinin
bekçileridir" (Baugman, Lyon, 2013, s. 65). Alaeddin Şenel modern dünya
ile gerçekleşen bu evrilme süreçlerini anlatırken insanın kültürel varlığının
büyük ölçüde kültürel evrimin ürünü olduğunu ifade etmiştir. Canlıların genetik
yapılarına bilinçsiz, kasıtsız müdahaleler organik evrime etki olarak
anlatılırken, söz konusu girişimler bilinçli bir hal aldıktan sonra insanın
diğer canlıların da organik evrimine yön vermeye başladığından şu şekilde
bahsetmiştir:
İnsan bitki hayvan ve öteki canlıların geleceğine yazgısına egemen
olmaktan öte kendi biyolojik geleceğine yön verip kendi yazgısına da egemen
olmayı kafasına koymuş görünmektedir. Ama bu yolda direksiyona hakim olamayıp
çevresel hatta evrimsel yıkımlar yaratma olasılığını sıfıra indirgeyebilmiş
görünmüyor. Bütün bunlar organik evrim kültürel evrim etkileşimi konusunda
sonul yargılarımızı vermemize yardım edecek nitelikte gözlemlerdir. Onlara ve
olacak olanlara tarihsel bir perspektiften bakınca şu söylenebilir; İnsanın
evrimi uzak geçmişte organik evrimin kültürel evrimi belirlediği bir noktadan,
etkileşimde rollerin değişip kültürel evrimin inorganik evrimi belirleyeceği
sanal bir yakın gelecek doğrultusunda görülmektedir (Şenel, 2014, s. 113).
Şenel’in insanın bilinçsizce müdahale
ettiği evrim sürecinden bahsederken ifade ettiği “direksiyona hakim olamama”
durumunun yalnızca çevreye verilen bir zararla son bulmadığını görebiliriz.
İnsan düşüncelerinin ve ^kendi varlığının farkında olmaktan uzaklaşır. Bu
yüzden ev dışı yaşam alanlarında sığınılan kısa uykular, (öznel) varlık arayışı
olarak metaforik anlatımın aracı yapılmıştır. Uyku kavramı, sanatsal yaratım
çalışmalarına kaynak oluştururken, bireyin içinde bulunduğu koşullar da göz
önüne alınmalıdır. Birey mevcut koşullar odağında incelendiğinde, söz konusu
kaygı ve arayışları anlamak belki de daha kolay olacaktır. Fichte kendini dahil
olduğu toplumsal ve tarihsel süreçte keşfettiğinden bahsetmiştir:
"İnsanlar kendi öz tarihlerini kendileri yaparlar; fakat kendilerini
seçtikleri koşullarda ve duruma egemen olarak değil doğrudan doğruya verilmiş
ve geçmişin mirası olan koşullarda yaparlar” (Garaudy, 1975, s. 42).
Andrew Scull sunulan ve içine doğulan
tarihsel sürecin, bütün koşulların uygarlığın ilerlemesi ile paralellik
oluşturduğunu belirtir. Bu durumun doğaya aykırılıkla olumsuz bir gelişme
göstermesini ve insanlar üzerindeki etkilerini şu şekilde ifade eder:
Uygarlığın ilerlemesi ile birlikte, Hayat daha karmaşık, daha doğaya
aykırı daha hızlı, daha belirsiz, daha stresli, daha az istikrarlı hale geldi
Fransız ve Amerikan devrimlerinin en bariz örneklerini oluşturduğu siyasal
altüst oluşlar ve piyasa esaslı yeni ekonomik düzenin yol açtığı sarsıcı
değişiklikler, insanlarda tutkular ve hırslar uyandırdı. Kadim inançlar ve
statüye yarar şeyler bir tarafa atıldı. Zenginlik peşinde pervasızca konuşmak
akılları karıştırdı ve hırslar kabararak zıvanadan çıktı siyasal yapıdaki
çalkantı, yurttaşların bedenlerini ve zihinlerini yansıdı. İnsanların isteklerini
ve beklentilerini belirli sınırlar içinde tutan eski kısıtlayıcı yapılar
kilise, aile, coğrafi ve sosyal durağanlık, geleneğin ağırlığı, lüks yaşam ve
her türden aşırılık ahlaki ve akli dokuyu zayıflattı ya da öyle olduğu sanıldı
(Skull, 2016, s. 207).
“Özel” yaşamın “yerel” alanda dokunulmamış
yer bırakmaması, yaşam alanını gittikçe daha fazla sömürgeleştiren teknolojinin
hızlanan adımlarını doğuruyor. Beden ve zihne yansıyan insan ırkını himayesine
alan bu sistemler fiziksel ve zihinsel ceza yöntemleri, akıl hastaneleri,
feodal kültürler, gelenek ve toplumsal yapıların belirlediği kurallar, koşulsuz
kabule götüren güçlerin etkileri ile modern zamanda daha da çıkmaza giriyor.
Goerges Perec'in 1967 tarihli “A Man
Asleep” adlı romanından uyarlanan, Bernard Queysanne ve Georges Perec'in
yönettiği 1974 yapımı Fransız filmidir. Şehirden ve düşük gelir elde ettiği
rutin iş yaşamından bir anda vazgeçip, kendini bütün zorunluluklara ve
beklentilere karşı kapatan karakterin bu süreci “Uyuyan Adam” (Görsel 3) olarak
tanımlandığı dış ses ile anlatılıyor. İkinci kişinin beklentileri yönünde
yapılacak tek bir eyleme dahi yer vermeyen karakterin bütün uyaranlar
karşısındaki istekli yokluğu, filmde dış sesin anlatımı ile aşağıdaki metin ile
başlamaktadır.
Çalar saatim çalıyor
kılını kıpırdatmıyorsun, yatağından çıkmıyorsun, tekrar kapatıyorsun gözlerini.
Önceden düşündüğün bir eylem değil, hatta bir eylem bile değil, eylem
yoksunluğu, gerçekleştirmediğin bir eylem gerçekleştirmekten kaçındığın bir
eylem. Erkenden yatmıştın, huzur içinde uyumuştun, çalar saatini kurmuştun,
çaldığını da duymuştun, en azından dakikalarca çalmasını beklemiştin. Çünkü
sıcaktan ya da ışıktan ya da sırf beklediğin için zaten uyanıktın. Hareket
etmiyorsun, hareket etmeyeceksin, başka birisi belki ikizin belki de düzenli
benzerin senin yapmadıklarını birer birer senin yerine yapıyordur. Yüzünü
yıkıyor, tıraş oluyor, giyiniyor, dışarı çıkıyor, merdivenlerden zıplayarak
inmesine, caddede koşmasına, hareket halindeki otobüse atlamasına nefes nefese ama
muzaffer bir şekilde sınava yetişmesine izin veriyorsun. Çok geç kalkıyorsun,
yabancılaşma, işçiler, modernlik ve boş vakit üzerine beyaz yakalılar ya da
otomasyon üzerine, başkaları hakkındaki bilgilerimiz üzerine, Tocqueville'in
rakibi Marx üzerine, Lucas'ın muhalifi Weber üzerine, bildiklerini,
düşündüklerini, düşünmek zorunda olduğunu, 4-8 ya da 12 sayfaya yazmayacaksın.
Zaten, hiçbir şey yazmadın da çünkü pek bir şey bilmiyor, hiç düşünmüyorsun.
Sandalyen boş kalıyor, okulunu bitiremeyecek, diplomanı asla alamayacaksın,
artık ders çalışmayacaksın... İdrak kabiliyetini öğrenmek için sınavdan sonra
gidip notlara bakmayacaksın (Queysanne, Perec, 1974)
Anlatım ceza ve dışlanma hissi verse de,
karakterin gözünden var olmaya, özgür olmaya ve kendi kararını vermeye yönelik
en radikal karar olarak veriliyor işten istifa etmek. “Uyuyan Adam” filminde
karakter o günün yaşam biçimi ya da şartları ile ifade edilirken ödeyeceği
bedellerin, uyanmanın bedelini başka bir uyku hali ile ödediğini de gösteriyor.
Tek kişilik olan ve “ben” den başka
herkese kapalı olan uyku eylemi, bireysel soyutlanma, bir çeşit kaçış ya da
dışarıya kapanma hareketi olarak da yer bulabiliyor. Kötünün zihinsel,
simgesel, psikolojik ve nesnel gücünün artması belki de görülecek bir şey olmadığı
sonucunu doğuruyor. Jean Boudrillard görsel ve işitsel üretimlerin verdiği
kaygı ve olumsuzlanmayı anlatırken bunların en etkili araçlarının televizyon,
sosyal medya dünyası ile artan yalnızlık ve amaçsızca şişen görsel ve işitsel
verilerden bahsediyor (Boudrillard, 2013, s. 37).
İş yaşamının, emir ve buyrukların
himayesinde kendi fikirlerini, duyularının işlevini dahi reddeden bir kamu
görevlisi ile diyalogla gelişen “Uyku Saati” adlı çalışma (Görsel 4) ortam
odaklı sanat üretimidir. Sanat atölyesine elektrik bağlatmak üzere başlayan,
plastik müdahale eski bir elektrik saatinin varlığını kanıtlamaya yönelik
olarak çalıştığım iş diğer yanıyla bir sosyal deneye dönüşmüştür. Çalışmanın
temasını oluşturan süreç birçok çabaya rağmen kamu çalışanının kendi duyularını
yok saydığı, hiçbir koşulda fikrini söyleyemediği bir durumu gözlemlemeyi
sağlamıştır. 1980’lerin sonunda Ankara’da yapılmış olan bir apartmanın altında
bulunan küçük bir dükkanın bugüne kadar değiştirilmemiş eski model elektrik
saati çalışmaktadır. Bunun üzerine mekanı daha önce işyeri olarak kullanan
kişiler, dükkan sahibi ve komşu işyerin de bulunan herkese elektriğin nereden
geldiği sorulmuştur.
Atölyede elektrik ve elektrik saati
bulunmadığı ve ilgili kurumun aranması gerektiği belirtilmiştir. İlgili devlet
kurumundan görevli çağrılmış ve tüketilen elektriğin faturası talep edilmiştir.
Gelen görevli saatin bugün kabul edilen model olmadığı için var olmadığını
belirtip işlem yapmadan gitmiştir. Saat çeşitli plastik müdahaleler yapılarak
boyanmış ve çerçeve içine alınmıştır. Eski, çerçeveli, boyalı olması ile
gelecek diğer görevlinin işi nasıl algıladığı gözlemlenmiştir. Saatin etrafına
ise işlevi dışında tasarlanmış sıradan nesneler yerleştirilmiştir. (boyalı bir
önlük, içinde ilaç olmayan bir ecza dolabı vs.) İkinci kez kurumdan gelen
görevli atölye de elektrik saati olmadığını belirtmiştir. Bunun üzerine
görevliye eski elektrik faturaları, soba, radyo ve kahve makinasının aynı anda
çalıştırılarak mekanda bir elektrik tüketiminin olduğu ve buna bağlı olarak
saatin dönmeye başlaması, duvardan gelen bir kablo ile bağlantının sağlandığı
gibi durumlar ifade edilmiştir. Görevli "bunun modası kalmadı, mutlaka
devlet değiştirmiştir, bunu kabul etmiyoruz zaten, bu resim ya da heykel
olabilir" diyerek saatin olmadığını söylemiştir. Bu durum Foucault’nun
deyimiyle “bedenin siyasal kuşatılması” ifadesi için de bir örnektir:
Fakat ceza-beden ilişkisi, azap çektirmeye yönelik olanlarınkilerle aynı
değildir. Beden burada araç veya aracı durumundadır: onu kapatarak veya
çalıştırarak bedene müdahale ediliyorsa, bunun nedeni birey hem bir hak, hem de
bir mal varlığı olarak kabul edilen bir özgürlükten mahrum bırakmaktır. Beden
bu cezalandırma yöntemi ile zorlama ve mahrum bırakma, zorunluluklar ve
yasaklar sistemi içine alınmış olmaktadır... Bedenin bu siyasal olarak
kuşatılması karmaşık ve karşılıklı ilişkilere göre, onun ekonomik kullanımına
bağlıdır; bedenin iktidar ve egemenlik ilişkileri tarafından kuşatılmasına
nedeni büyük ölçüde üretim gücü olmasından kaynaklanmaktadır (Foucault, 201, s.
43).
Sonuç olarak ne işlevi, ne ürettiği
enerji, ne görüntüsü, ne nesne olarak kapladığı alan, ne de geçmişi insan
duyuları ile de algılanabilen nesnenin varlığını kanıtlayamamıştır. Varlığın
kabulü için daha önce bir bedel ödenmeli, moda olmalı ya da kanunlara uygun
olmalıydı, aksi durumda yoksunuz. Varlığınızı kanıtlamak ve var olmaya devam
etmek için geçmişiniz, ürettikleriniz, doğada kapladığınız alan, yaşayan
kültürünüz dahi yeterli değildir. Çünkü dahil olduğunuz sınırların ve yapının
istediği özellikte ve biçimde değilsinizdir. Saatin atölye ortamında olması,
boyanmış olması gibi durumlar görevlinin nesneyi bir sanat ürünü olarak kabul
etmesini sağlamıştır. Modern ceza ya da uyutulma yönteminin sonucu olarak
deneyimlenen bu çalışma aynı zamanda nesnel varlığın ve sanatın etkisinin red
edilemeyeceğini de göstermiştir.
Ölüm Metaforu Olarak Uyku
Ölüm bir insan, hayvan ya da bitkinin
hayatının sona ermesi, ebedi uyku, bazı inançlarda da ahirete yolculuk ve ruhun
bedeni terk etmesi olarak tanımlanmaktadır (Meydan Larousse Büyük Lügat ve
Ansiklopedi, 1992, Cilt 15, s. 336).
Sona erme, yok olma ve nesnel varlığın
ortadan kalkması, buna karşın ruhun varlığını sürdüğü düşüncesi ölüm temasının
mecaz anlatımlı tasvirlerini güçlendirmiştir. Ölüm kavramında bedenin yaşamsal
faaliyetlerinin sona ermesi durumuna karşılık, uykudaki beden kendi içinde
bilinçaltı süreçlerini yaşamaya devam eder. Geçici ölüm olarak da adlandırılan
uyku kavramı bir tür ölüm metaforu olarak ele alınmaktadır. Artan tüketim ve
sömürgeciliğin yaşam biçimlerine, insan fikirlerine etkileri; mitoloji,
inançlar, savaşlar tarihi, devrimler, göçler ve yolculuklar gibi birçok olay,
sanatçıların ölüm ve uykuyu bir arada konu almasında etkili olmuştur.
John William Waterhouse edebiyat ve
mitolojik öğeler ve kavramlardan yola çıkarak, Neo-klasik ve Ön-Raffaelocu
akımlara uyan eserler yapmıştır. 1874 yılında yaptığı “Uyku ve Üvey Kardeşi
Ölüm” eseri (Görsel 5) Yunan Mitolojisinde kardeş olan tanrılardan Hypnos (uyku) ve Thanatos'u (ölüm) anlatmaktadır. Sağ
önde bulunan figürün ışık alması, onun uykuda olan yaşayan kardeş Hypnos olduğunu gösteriyor. Arka planda karanlıkta olan figür ise
ölümü temsil eden Thanatos’un temsilidir.
Uyku tanrısı Hypnos gece ile gündüzün birleştiği bir mağarada yaşamakta,
mağaranın önünde uyku yapan çeşitli bitkiler ve haşhaş yetişmektedir. Bu yüzden
birçok tasvirde Hypnos’un elinde ya da
çevresinde çeşitli bitkilerin resmedildiği görülür. Gece ile gündüzün
birleştiği yer, ışık (uyku) ile karanlığın (ölüm) bir arada betimlenmesi,
Mitolojik öğelerde uyku ile ölümün kardeş kabul edilmesine referans olmuştur.
Ölüm farklı zamanlarda, farklı anlatımların merkezinde bulunan bir kavram olarak
sanatçılar tarafından da ele alınmıştır. Bunlara örnek olarak aşağıda adı geçen
sanatçılardan bahsedebiliriz:
Hıristiyan ikonografyasında ölümün ana temalardan biri
haline gelmesi ortaçağın sonlarına rastlar. Ölüm bu devirlerde hayatın bütün
nimetlerine sahip olanların peşini bırakmayan intikamcı bir tanrı olarak ele
alınır, çürüyen bir ceset veya daha genel olarak bir iskelet şeklinde tasvir
edilirdi. ...Fakat bu ölüm tasvirleri özellikle Alman sanatçılarının
eserlerinde görülür: bu konuda Dürer (Şövalye, Ölüm ve Şeytan), Beham ve
Flöıner (Gravürler), Baldung Grien (Ölüm ve Genç Kız ve Ölüm ve Kadın),
İspanyollardan Valdes Leal (Finis Gloriae Mundi veya İki Ceset; Ölüm, Sevilla
Öksüzlerevi) ve Goya'nın (Bir Pikador'un Ölümü ve Korkunç Kapris Levhaları)
eserleri sayılabilir (Meydan Larousse Büyük Lügat ve Ansiklopedi, 1992, Cilt
15, s. 337).
Carl Gustav Jung her insanın analitik
düşünceye göre bir iç bir de dış dünyasını olduğunu söylemiştir. Dünyayı
çevremize yönelik “persona” denen, bulunduğumuz çevreye, kültüre, uyum
sonucunda kazandığımız özellikler bütünü olarak tanımlamıştır. Bu özelliklerin
bütünü koşulsuz kabul etmenin sonucunu “Eğer buna körü körüne uyacak derecede
kendi beynimizle sorgulamadan toplumsal kalıbı özümsersek, kişiliğimizle
ilişkimizi kaybederiz.” diyerek ifade etmiştir (Jung, Carl Gustav. Psikolojisi:
Bir Psikoloji & Modern Psikanaliz Kuramı.(2015). Erişim: 12.16.2019. https://bit.ly/ 2VXq2Z9). Jung’ın
bahsettiği gibi, kişiliğimizle olan ilişkimizin modern dünyadaki kaybı üzerine
betimlenen çalışmalar, bu kayıpları yaşayan bedende ölü kimlikler olarak
tanımlamıştır.
Paul Delvaux’un Alman savaşı zamanı işgal
ve bombalar içerisinde Brüksel’de yaptığını söylediği “Sleeping Venus” (Görsel
6) eseri ölümün dehşeti, uykunun sakinliği, kaygı, feryat ve yıkımın içerisinde
ideal beden ile huzursuz edici atmosferi birleştiriyor. Sanatçı bu durumu,
resimdeki acıyı, Venüs’ün sakinliğiyle tezat olarak ifade etmek istemiştir.
Freud’dan etkilenen ressamlardan olan Delvaux yıkım, dehşet ve ölüm imgeleri
ile Venüs’ün kabusu olarak da betimlemektedir. Uyku eylemini dehşeti
sakinleştirme öznesi olarak kullanmıştır.
Sosyal yıkımların acısını kendi
bilinçaltına yükleyen ve bunu bedeninde biçimlendiren insan, kendisiyle
birlikte çevresini, iletişim kurabileceği her canlıya bulaştırdığı bunaltı
duygusu ile ölü bir beden imgesinin temelinde yer alıyor. İç sıkıntısı olarak
tanımlanan bunaltı için Jean Paul Sartre “Bunaltı deyince ne anlaşılıyor?”
sorusunun yanıtını ararken varoluşçuların buna verdiği yanıtlardan bahseder:
İnsanlık bunaltıdır derler. Bunun anlamı şudur; Bağlanan ve yalnızca
olmak istediği kimseyi değil, bir yasa koyucu olarak bütün insanlığı seçen
kişi, o derin ve tümel (külli) sorumluluk duygusundan kurtulamaz. Doğrusu,
birçoğu bu sıkıntıyı (bu iç daralmasını, bu bungunluğu, bu boğuncu)
yaşamazlar... Onlar, bunaltılarını maskeleyerek ondan kaçarlar” (Sartre, 2012,
s. 42).
Hans Baldung’un “Üç Yaş Dönemi ve Ölüm”
adlı (Görsel 7) eseri bebeklik, gençlik, yaşlılık ve ölümün bir arada olduğu
insanın üç yaş dönemi alegorisidir. Resimdeki simgeler en çok da ölüm
gerçekliğini izleten bir tasviridir. Yeni doğan figürün gözünün kapalı olması
ve nesnesiz olması bilinçli nesnel bağımlılığın olmadığı ya da fark edilmediği
uyku halindedir. Dikkatle bakan genç figürün sert bakışı dikkat çekmekle
birlikte nesne ile ilişki kurmuş ve örtünmeye çalışmaktadır. Buradan
yetişkinlik ile birlikte nesnel bağımlılığının, mahremiyet ve cinsellik
temalarının işlendiğini görüyoruz. Hans Baldung için kutsal kitaba göre “Adem
ile Havva'nın masumiyet göstergesi çıplaklıklarının farkına varmalarına
kadardır” (Lepperd, 2009, s. 294).
Baldung’un eseri (Görsel 7) doğumdan ölüme
kadar olan süreç ile birlikte dünyevi simgeleri içeren (ölüm, kötülük, savaş,
gökyüzünde beliren haçlı İsa...) birçok sembolü barındırmaktadır. Dünyayı
izleyen genç figür, gençliğini izleyen yaşlı figür ve diğer semboller (ölüm,
ruhun bedeni terk ettiğini kum saati ve kırık bir değnek) ölümü, organik çürüme
ve yok olmayı çarpıcı bir şekilde izleyicinin yüzüne vurmaktadır
Tarihte ceza ve tedavi sistemleri ile
bedensel sonun, ölümün kararlarının verildiği uygulamaların da hayata geçtiğini
görmek mümkün. Nörolog Egas Moniz’in geliştirdiği bir fikir olan ve insan
beyninin direkt müdahale yoluyla hedef alan lobotomi yöntemi 1930'ların
ortalarında diktatör Antonio Salazar'ın yönettiği Portekiz'de pek önem taşımayan
küçük ölçekli bir deney olarak uygulanmıştır. Bedene elektroşok, kapatma ve
diğer fiziksel müdahalelerinin dışında belki de en acı verici ve yok edici
yöntem olan lobotomi bir tedavi yönteminden ziyade korkunç bir deney
niteliğindedir. 2 Kasım 1936'da Washington Evening Star gazetesi lobotomi
yöntemini şu şekilde tanıtıyor: “Bu kuşağın en büyük yeniliklerinden biri
dizginlenemeyen kederin bir matkapla ve bıçakla normal uysallığa dönüşebilmesi
inanılmaz gibi görünüyor” (Scull, 2016, s. 292). İnsanın zihinsel
faaliyetlerini durdurup adeta bitkisel hayata çeviren lobotomi yöntemi
1950'lerden sonra başta Amerika olmak üzere binlerce kişiye uygulanmıştır.
Lobotomi yönteminin konu alındığı, 1962’de
Ken Kesey tarafından yazılan, özgün adı “One Flew Over the Cuckoo's Nest” olan
Guguk Kuşu kitabı, 1974 tarihinde Milos Forman tarafından sinemaya
uyarlanmıştır. Filmden alınan sahnede (Görsel 8) Randle P. McMurphy’yi
canlandıran Jack Nicholson, koğuş rutinini bozmaktan dolayı cezalandırılmaya ve
ortama uyum sağlaması için zorlamaya yönelik elektroşok tedavisini görüyor.
Elektroşok tedavisi sonuç vermeyince son çare olarak lobotomiye
başvuruluyor" (Scull, 2016, s. 296.). Yine popüler kültürün karar verici,
güç mekanizmaları tarafından yönetilen bu uygulama daha sonraki yıllarda bir
suç olarak kabul edilmiştir.
Bir insanı ölü gibi etkisiz, ruhsuz,
fikirsiz yapan her şeyin planlı ve sistemli bir deneme ya da sömürme sürecinin
sonucunda gerçekleştiğine yaşadığımız çağda da şahit oluyoruz. Biyolojik varlık
ya da düşünme yetisinin tamamen kaybı olana kadar uyutulan bedenler gerçeğinin
en acımasız örneklerinden biri de Ernst Hamingway’in intihar mektubudur.
Yazar’ın ölümüne dair iddialardan biri, vücudundaki demir dengesinde oluşan
bozukluklar sonucu gelişen kanserden kaynaklı ağrılara daha fazla
katlanamadığıdır. Hamingway geçirdiği ağır depresyon ve ruhsal durumdaki
kırgınlık üzerine 1960-61 yıllarında yatırıldığı klinikte elektroşok tedavisi
görmüştür. İyileşmemesi üzerine daha yoğun şok tedavileri uygulanmıştır. Sanatçı
tedavinin oluşturduğu ağır hasarlar sonucu taburcu edildikten iki gün sonra
yaşamına son vermiştir. İntihar eden Hamingway, görmüş olduğu ağır tedavi
kınayan bir bırakmıştır.
...Bu şok doktorları yazarların nasıl insanlar
olduklarının (...) ve onlara ne yaptıklarının farkında değiller.(...) kafamı
mahvetmenin, sermayem olan hafızamı silmenin ve beni işsiz güçsüz bırakmanın ne
anlamı var? Harika bir tedavi idi ama hastayı kaybettik (Scull, 2016, s. 293).
Her yerde gözlenmeyi izlenmeyi ve
kaydedilmeyi sağlayacak bütün cihazları aslında üzerimizde taşıyor, bedenimizi,
fikirlerimizi, yaşam biçimimizi seyrettiriyoruz. Panoptik alanların içerisinde
izlenme ve gözlenme arzusu bir çeşit hiçlikten, silik olmaktan, etkisiz
olmaktan, görünmemekten kurtulma isteğinin sonucudur. Bu durum da gerçek
olmayanı gerçekmiş gibi izletme arzusunu doğuruyor. Foucault bedeni tanıma ve
belgelemeye yönelik en verimli yöntemlerden birinin de toplumsal ve bireysel
verilerin izlenebileceği otoriter sistemler olduğundan bahseder. Buna örnek
olarak, kişiyi kısıtlamak, ifşa etmek ya da uyutmak için geliştirilen yeni
sınav yöntemlerinden bahseder (Foucault, 2014, s. 280).
Ölümden ziyade bugünün en büyük sosyal
eğrilme örneklerinden biri olabilecek, işten eve gidip televizyon karşısında uyuyakalma
eylemi alışkanlık ile birlikte ruhu kemirmeye başlayan bir hastalığa
benzemektedir. Bireyi içine alıp rutinleşen zorunlu hayatı bir döngüye çeviren
yaşam biçimi, “İş Çıkışı” adlı çalışmada (Görsel 9) gündüzün zihinsel
eylemsizliğinin, gecenin bedensel eylemsizliği ile son bulan halidir.
Düşünsel faaliyet ve fikirlerimizi
çoğunluğa uyma, kabul görme, kabul gören statü siluetlerine bürünme uğruna
kendi özümüzü kendi ellerimizle iktidarlara teslim ediyoruz. Jean Paul Sartre,
tanrının insanı yaratmadan önce özünü ortaya koyduğunu, bunu tıpkı sanatçının
yapıtı ortaya koymadan önce kafasındaki kavrama göre bir tasarım yapmasına
benzetiyor. Burada karar verici güç imgesi üreten ve yaratan sanatçı ise, yapıt
ya da iş sanatçının istediği gibi biçimleniyor ve sonsuza kadar öyle kalıyor.
Fakat insan bir tasarımın ürünü olmamalı, kendi özünü kendi “yapma” eylemleri
ile oluşturmalıdır. Aksi durumda sanatçı-yapıt benzetmesindeki örnek gibi
yalnızca istenen “şey” ya da “İş Çıkışı” çalışmasında betimlenen uyuyan beden
olarak kalır.
Dinler tarihi, mitoloji
ve yazılı tarihe baktığımızda insan bedenini bilinçli ve sistematik olarak
sınırlayan birçok olayın günümüzde de güncelliğini koruduğunu görmek mümkün.
Michel Aiger’ın[1] “...onun nereye gittiği değil, nereye gidemediği...”
ifadesi bunun en acı örneklerinden biri olan mültecilik (çoğunlukla savaşlar
yüzünden yerinden olmuş insanlar için) için kullanılmıştır. Mültecilik ile
ilişkilendirilen “geçiş” kavramı bir yerden bir yere varma benzerliğinden
ziyade, terk edilen ya da varılamayan noktanın sınırları olarak ifade
edilmiştir. Bu ifade Bauman ve Lyon’un aşağıdaki örneği ile açıklanabilir:
.Geçiş fikri tanımı gereği sonlu bir sürece, başlangıcı ve
sonu belli olan bir zaman aralığına işaret eder; Hem mekansal hem zamansal bir
“bura” dan “ora“ ya geçiş söz konusudur; ama tam da bu özellikler mülteci olma
durumunda reddedilmiş, mültecilik bu özelliklerin mevcut olmaması sebebiyle
“normlar” dan ayrı ve hatta normlara karşıt olarak tanımlanmıştır. Kamp denen
yerler haritası çıkarılmış bütün yolların tükendiği ve bütün hareketin nihayete
erdiği son noktadır. Kamplar buram buram nihailik kokar, ama bu nihailik varış
noktasının değil, bir daimilik durumunda donup kalan geçiş durumunun
nihailiğidir. Genellikle iktidar sahipleri tarafından mültecilerin kalması
emredilen yerler için seçilmiş olan “geçiş kampı” adı aslında bir tezat içerir:
“geçiş” reddi ve yokluğu bir mültecinin durumu belirleyen niteliğin ta
kendisidir. Aslında “mülteci kampı” olarak adlandırılan yere atfedilen tek anlam,
sınırları dışında kalan tüm yerlerin yasak olduğudur. Yabancı bir beden ve
davetsi bir misafir olmaktır: yani kısaca söylemek gerekirse bir mülteci
kampının sahiplerinden biri olmak, insanlığın geri kalanının paylaştığı
dünyadan dışlanmak demektir. Agier’in tekrar tekrar vurguladığı gibi, sürgün
edileni insanlığın geri kalanından soyutlayan şey, onun kampa nereden geldiği
değil, nereye gidemediğidir (Bauman, Lyon, 2013, s. 70-71).
Karl Marx "Yasanın ağırlık noktası
kral ya da tanrı değil, insandır." derken bunu Nicolaus Copernic'in (güneş
merkezli evren) buluşuna[2] benzetir (Garaudy, 1975.
s.40). Bu ifade birçok mimari yapının insanları yönetmek için kontrol merkezi
olduğu görüşüne benzer. Bu kontrol merkezleri ve ideolojiler, doğayı, tarihi,
dilleri, kültürleri dolayısıyla tek tek bireyleri yok etme politikasında etkili
alanlardır.
Merkezinde insan değil, ekonominin olduğu
(Marx’ın deyimiyle kral ya da tanrı) yasalar (sistemler) fikirsel uyku ve göç
ile birlikte bedenleri de yerinden etmiştir. Yerinden edilen insanlar, yaşadığı
kültüre uyum sağlama sonucunda kazandığı bütün özellikleri, sürüldüğü ya da
terk etmek zorunda olduğu yerde bırakmıştır. Bu insanlar için varılan yeni yer
(alıkoyma merkezleri ya da mülteci kampları) kişilik, kimlik, kültür ve fikirlerin
önem taşımadığı tanımsız mekan olarak “Hiçbir Yerin Düşü” (Görsel 10) adlı
çalışmada yer bulmuştur. Göç, yol ya da gitmek kavramı için bir çift ayakkabı
sembolü ve kişiliksiz, kimliksiz bir mekan. Uyuyan figür burada insanlığın geri
kalanının paylaştığı dünyadan ayrı, Agier’in vurguladığı gibi, insanlığın geri
kalanından soyutlanmıştır. Burada mesele onun (kampa) nereden geldiği değil,
nereye gidemediğidir. Bu çalışmada tasvir edilen mekan, terkedilen ve
varılamayan yerlerin tam ortasıdır. Hiçbir duygusal, fikirsel ve kültürel bağın
kurulamadığı imgesel bir yerdir.
Sanat Formu Olarak Uyuyan Beden Ve Sanatçıların Uyku Tasvirleri
Beden ve figür yüzyıllarca sanatçı
tarafından oluşturulan, geliştirilen farklı teknik ve anlatımlar ile
betimlenmiştir. Toplumların yaşam biçimi, üretim-tüketim ilişkileri, toplumsal
doğrular, varoluş biçimleri, politik ve ekonomik güçler, değişim dönüşüm gibi
birçok etken de bu figürlerin konu olduğu anlatımların ilk ve en etkili aracı
olmuştur.
Jale Nejdet Erzen'in Yeni Boyut Plastik
Sanatlar Dergisi’nde yayınlanan “Türk Resminde Figür” başlıklı makalesinde
figür kullanımı ile yer alan ifadesi şu şekildedir:
Resmin gerek teknik gerekse kompozisyon açısından herhangi bir başka
sanat dalında olduğundan çok daha geniş, figürü çok daha zengin anlamlar içinde
yoğurulabilme olanağı, resimde. Figür resmi, tarih boyunca, dini resim, tarihi
resim, portre, çıplak ve “genre” türleri içinde içerik ve biçim verilerinde
giderek yoğun bir semiyolojik zenginlik kazanmıştır. Bu kapsam içinde, figürün
herhangi bir şekilde kullanılışı, sanatçının özgün yorumu ile birlikte uzun bir
tarihin kültürel kaynaklarına gösterge olmak da, bir yerde anlam gücünü bu
referanslardan almaktadır (Erzen, 2018, s. 67).
Erzen’in “...figürün bir yerde içeriğin özü
haline gelmesi” ifadesi ışığında, öznesi figür olan sanatsal üretimlerin teması
uyku kavramı ile oluşturulmuş ve mekanda biçimlenen, çoğunlukla insan bedenleri
anlatılmıştır. Örnek sanat eserlerinde gördüğümüz uyuyan bedenlerde, iç ve dış
etkenlerin, zihinsel düşünsel süreçlerin etkilerini okuyabiliriz. Sanatçıların
çalışmalarına baktığımızda uykunun mecaz anlatımlarla toplumsal yaşantı ya da
kültür referansları olarak kullanıldığını, uyuyan insan formunun birçok
anlatımda araç, aracı ya da sembol olduğunu görebiliriz.
Portre ve figür ressamı Lucian Freud insan
tenini tüm ayrıntılarıyla etkili bir biçimde betimleyen, çalışmalarında uyku
kavramını sıklıkla kullanmıştır. Çoğunlukla bir mekan detayı içerisinde tek bir
figürü merkeze alıp izleyici ile model arasındaki görsel mesafeyi en aza
indirir ve organik bağ kurulacakmışçasına yansıtır. Ruhsal gerilimlerin, modern
insanların açmazlarını anlatan model ve figürlerin insanın en gerçek, en
samimi, psikolojik derinliklerini figürlerin yüz ifadeleri ve duruşlarında da
görmek mümkün.
Lucian Freud modelleri çıplak kullanmanın
onlara karşı daha adil olduğunu hissettirdiğini inanır ve "Bu bir
sorumluluk meselesidir bir şekilde resmin benden gelmesini istemiyorum onlardan
gelmesini istiyorum yargılamadan çok dikkatli bir şekilde bakarak birbirinden
ne kadar çok şey öğrenebileceğimiz olağanüstü olabilir" der (Acquavella
Galerileri, Basın Bülteni, 2019).
Freud’un “Avantajlar Süpervizörü Uyuyor”
adlı eserinde (Görsel 11) kadın figürünün çıplak olmasının yanında, uyku halinde
olması belki de sanatçının istediği samimiyeti ve gerçekliği destekleyecek bir
durumdur. Çıplak ve uyuyan insanlar içerikli çalışmaları olan Freud’un bu
figürleri bir sanat formu olmanın yanında, kendi gerçekliğini ve özelliğini
keşfetmek için yorumladığını görebiliriz. Bu da izleyiciye anlamlandırma ve
yeni keşifler için bir ilham kaynağı sunmaktadır. Büyükbabası Sigmund Freud’un
bilinçaltını okuması gibi Lucian Freud’da uyuyan bir figürde bedene yansıyan
bilişsel sürecin izlenebilmesine olanak tanıyor. Bunun yanında kültürel
izlerini de izleyiciye aktarıyor.
“Seyirlik Uyku” adlı çalışma birçok
kişinin aynı mekanda aynı modelden çalıştığı bir atölye ortamında yapılmıştır.
Lucıan Freud ile karşılaştırıldığında modelin herhangi bir figür olarak
yorumlanması, işlenmesi onu bir birey olmaktan çıkarıp kompozisyondaki diğer
formlar gibi sadece teknik meselelere hizmet eden bir nesneye dönüştürüyor.
Figürün mekan ile ilişkisi kadar sanatçı ile olan ilişkisi hissedildiği
takdirde izleyici ile iletişime geçebiliyor.
Sistem devinimi içerisinde kaybolan birey
özel olmayı mı yitiriyor yoksa zihnini kapatarak, sorumluluktan kurtulma, kaçma
eylemi karşılığında yok sayılmanın bedelini mi ödüyor? Kitle hareketlerinin
oluşturduğu görüntü bolluğu için Jean Boudrillard “Fotokopileşen kültürler
içinde belki de mesele görülecek bir şeyin olmadığıdır” ifadesini
kullanmaktadır (Boudrillard, 2013, s. 23).
Kendimizi nasıl algıladığımız başkalarının
bizi nasıl algıladığı ile ilgili ise, modern dünyanın en büyük sorununun da
kabul edilme kaygısı ile statü endişesi olarak ifade edilebilir.
Uyuyan insanlar temalı seçilen ve
incelenen sanat eserlerinden Pablo Picasso'nun “Dream” Rüya adlı eseri (Görsel
14) ve Nurullah Berk'in “Uyuyan Güzel” (Görsel 15) eserlerinde yakın tekniklerin
farklı kültürel ve bilişsel süreçleri görüyoruz.
Görsel 14.
(sağ)
Pablo Picasso. The Dream. 1932. (Tuval Üzerine
Yağlı Boya, 97x130 cm)
Steven A.
Cohen, Özel Koleksiyon. Erişim: 28.12.2019 https://bit.ly/3674n2h
Picasso'nun 1932 yılında yapmış olduğu,
Marie-Therese Walter’in resmi “Rüya” teknik olarak erken fovizm etkileri taşımaktadır.
Picasso 1929 yıllarında İsviçre'nin Listen kentinde fotoğraflarını çektiği
sevgilisinin kayalıklar üzerinde uyur halini (Görsel 13) kendi özel alanlarında
yeni bir mekan kurgusu içerisine yerleştirmiştir. Figürün uyur hali anlatımı
yoğun bir duygusal ifade oluşturuyor. Modelin iç mekanda olması, başının
yumuşak yatışı ve kolyesinde uyuyan bedenin verdiği rastlantısal duruş ile
sanatçı ve model arasındaki ilişkiye ışık tutuyor.
Nurullah Berk Türkiye'deki geometrik
figüratif tarzın ilk temsilcilerinden olma özelliğini taşıyor. Resimlerinde
Picasso ve Georges Braque konularını işlemesinin yanında teknik olarak bu
sanatçılardan etkilenmiştir. Özellikle kadın portrelerinde karşılaştığımız
geometrik kompozisyonları giderek iki boyutlu bir ifade biçimi almıştır.
Nurullah Berk’in “Uyuyan Güzel” eserinde
(Görsel 15) Picasso'nun “Dream” tablosunda da gözlemlediğimiz Matisse etkileri
görülebilmektedir. Geleneksel motifler, mobilyada görülen model, sanatçının
geleneksel biçimlerle batı çağdaş sanat etkilerini bir araya getirdiğini
göstermektedir. Burada uyku mekanı olarak yatak ya da yatak odası değil,
figürün bir koltuk üzerinde belki de kısa kaçış anının temsili izleniyor.
Picasso ve Berk, bedenin uykuda da olsa ait olduğu yer, renkler, biçimler, motifler
ve birçok form ile kurgulanan mekanda yaşayan bireylerin kültürel
referanslarını veriyor.
Hoca Ali Rıza'dan ders alan ressam Nazmi
Ziya Güran 1915'te yaptığı "Şezlongda Pembeli Kadın" (Görsel 16)
eseri sanatçının bir geçiş dönemi çalışması olduğuna işaret eder. Kadının doğa
içerisindeki huzur verici uykusunu ifadesi, bedeninin duruşu ve yeşiller
içerisindeki sakin tonlarda işlenmiş elbisesi, ağaçlardan sızan güneş ışığı ile
naif bir anın tasviri.
Peyzajın huzur etkileri, içine insan ve
tasarım nesneleri girse dahi bozulmuyor. Bu da her şeyin kendisinin bir parçası
olduğunu kabul ettiren doğanın etkileri olarak karşımıza çıkıyor.
Vincent Van Gogh'un "Öğle
Molası" (Görsel 17) adlı hasat zamanını betimleyen eseri birçok kaynakta
“Millet’ den esinle” eki ile de karşımıza çıkmaktadır. İzlenimciliğin
ustalarından olan sanatçının doğaya olan sevgisi ve basit şeylerin saf
güzelliğini etkili anlatmayı sevdiğini ifade ettiği düşsel görüntülerin üretimi
olarak çıkıyor karşımıza (Artbook, s.189). Çiftçilik ile uğraşan, insan gücü ve
emeği gerektiren köy ve tarla işleriyle uğraşan insanların çalışma alanlarını
izlenimci bir üslupta işlemiştir sanatçı. Katıksız doğa ile birlikte insan
yaşamını içinde barındıran köylerden de ilham alan sanatçının resminde hasat
sonrası tasviri izlenmektedir.
Gün içinde dinlenen figürlerin bedenlerini
samanların üzerine bıraktığını, bütün işlerin (hayvanların, yerdeki orakların,
saman arabası...) beklemeye geçtiğini, uyku anı ile birlikte donduğu
görmekteyiz. Resimde uyuyan bedenler ve duran zaman, yorgun insanların güven
dolu bir ana gizlenmiş olduğu uyku teması ile biçimleniyor.
İnsanın gündelik yaşantı içerisinde
fikirsel var olmayı geride bıraktığı, şehir içerisinde dönüşen ve birbirine
benzeyen davranışlarından anlaşılabilir. Nesnel varlığını kendi etkisi olmadan
sürdürme pasifliği içerisindeki insanları tanımlayan bir çalışma olan George
Segal’ın “Otobüs Yolcuları” (Görsel 18) heykeli çoklu figür olma özelliği ile
insanlar arası iletişim ya da iletişimsizliği de betimliyor.
Georges Segal’ın, günlük yaşantıdan bir
anı alçı döküm tekniği ile dondurulmuş figürler olarak biçimlendirdiği heykeli,
mekandan anlaşıldığı üzere rutin yolculuğu anlatıyor. Her figür aynı yol ve
zamanda olmaktan benzer duruşlar sergilemekten ve sonucun değişmeyeceği
gerçeğinden kaçmak için kendi dünyasına dalmış gibi görünmektedir. Sanatçının
çağdaş dünyadaki yabancılaşmayı betimlediği, bedenlerin, ifadelerin
okunabildiği eser orijinal adıyla “Bus Riders” serisinin de bir parçasıdır.
Okul ve iş yolunda yani bugünün rutin
yaşantısı içerisinde izlenim notları ve gözlemlerle gelişen “Erken Seçime Geç
Kalanlar“ (Görsel 19) adlı çalışma fikirlerin ifade edilemediği bir süreçte
ülke gündeminin etkisiyle, her şeyi kabullenmiş ve umutsuz insanların
yolculuğuna dair bir anı betimliyor. Çaresizlikle kendini kapatan, diğer yandan
dışarıdan uyarı almak istemeyen insanların, mekanda ki sıkışık pozisyonları ile
sembolik bir uyku ve hissizlik etkisi yaratılmıştır. En azından inene kadar
elindeki poşeti düşürmemeye çalışan, hiçbir koşulda telefonu bırakmayan,
zihinde kaçacak yer olmamasının kabulünü bedenine yansıtan figürler. Bu defa
nereye gideceğimize, nasıl yaşayacağımıza şekil veren karar mekanizmalarının
bize sunduğu her şeyden kolektif bir kaçışın tasviri işleniyor. Figürlerin
tamamı biyolojik uykuda değil aslında, bilinçaltına işlenmiş kaygıların
ifadeleri ve formları olarak bir bütüne dönüştürülmüşlerdir.
Sigmund Freud bilinçaltını ürkütücü bir
yer olarak tanımlıyor ve bize sunulan önceden kararları verilmiş olan yaşamı şu
şekilde tanımlıyor: “Özlemler ve sindirmeler, ikame tatminler arayışı, güvenle
belirtilemeyecek şeyleri yüceltme yolları, yalandan unutma, uygar ahlakın bütün
çarpıcı kısıtlamaları çok az kişinin incinmeden ve berelenmeden çıkabildiği bir
mayın tarlasıdır” (Freud, 2016, s. 262).
Freud’un bahsettiği tehlikelerle dolu bu
mayın tarlasında, ne öngörü ne de umudu taşıyamamanın sonucunda kendimiz için
yapabileceğimiz tek şey zihnimizin uyutulma eylemlerine kapı açmak ve bunun
farkında değilmişiz gibi yaşamaya devam etmek. Bu durum özünde parçası olmak
zorunda olduğumuz her şeyin (zaman, mekan, kültür, sistem, yapı, devlet, aile,
topluluk...) bizden beklediği statüye erişmek üzere kendimizi de kandırma
eylemidir. Ne ölü ne de hayatta, nesnel varlık, uyarılara açık ama etkisiz
zihin, yalnızca kabul gören yerde belirmek. Düşsel temaların, bilinçaltının ve
uykunun naifliğini anlatan ve bunu yapıtlarında kullanan sanatçıların bu yolla
kendi rüya imgelerini ve içsel süreçlerini ortaya koyduğunu görebiliriz.
Henri Rousseau yaşadığı Lava Kasabası’nın
belediye başkanına bir mektup yazar ve “Uyuyan Çingene” (Görsel 20) eserini
anlatır. “Hemen yanında su testisi duran, mandolin çalan göçebe bir zenci
yorgunluktan bitap halde uykuya dalmıştır. Bir aslan etrafında onu koklamakta
ancak yemeye kalkışmamaktadır” (Thompson, 2014, s. 72).
Uyku halinde olan kadın ile diğer formlar
hareket ve hareketsizlik karşıtlığının olduğu tiyatral bir kurgudadır. Rüyada
düşsel kurgunun anı olarak hissedilen resimde, bilinçaltının diğer uyarıcı karakterleri
uykuda olan kadın figürünün etrafına yerleştirilmiştir.
Yapıtlarında bilinçaltının rolüne önem
veren Salvador Dali’de uyku kavramı üzerinden, rüyalarında yeni düzenler
kurmuştur. Gerçeküstü eserlerinde anlattığı sıra dışı imgeleri ile ünlenmiştir.
1937 yılında yaptığı “Uyku” adlı eserinde de yine rüya içi bir mekan kurgusu
izleniyor (Görsel 21). Figürü ayakta tutmaya çalışan çubuklar her an
kırılacakmış ve uykudan uyandıracakmış etkisi veren nesneler, resme fantastik
bir yorum katmaktadır. Yaşayan fakat gövdesi olmayan baş formunda duyuların
kapalı olması kayıtsızlığın da bir yorumu gibidir. Uykunun narinliği ve birçok
düşsel imgeyi barındırdığını gösteren eser ayrıntılardaki titizliği de
sezdiriyor. Bir şekilde dış etken ile figürün uyanabilmesi ihtimali resimdeki
kurgunun biraz sonrasını da hissettirir nitelikte.
Jung bireyi anlama ve
psikolojik tedavi yöntemlerinde hipnoz (geçici uyutma) ya da kişinin çocukluk
yaşantılarını inceleme yöntemlerinden bahseder. Çünkü insanı anlamanın en iyi
yolunun uykuda ortaya çıkan bilinçaltı yaşantıları ipuçları ya da birey olma
sürecinde (çocukluk) yaşananlar olduğunu ifade eder.
Jung’a göre rüyadaki
sembollerin rüyayı gören kişinin duygu, düşünce ve bilgilerine, değer
yargılarına, korkularına, kısaca kişinin iç dünyasına göre biçimlenmektedir
(Jung, 2015, https://bit.ly/ 3bWph80). Bu bağlamda kendi değer ve duygularına
göre biçimlenen rüyalarda bulunan her sombol her birey için farklı anlamlar
taşımaktadır. Aslan kimi için güç simgesi iken, bir başkası için de korku ifade
edebilir. Burada sanatçıyı tanımak ve onun değerlerine göre değerlendirme
yapmak daha doğru olacaktır. Sanatçı kendisini uyku sürecinde gerçekleşen rüya
ile anlatmaya çalışması belki de anlaşılmanın sıradışı imgeler kurgusu ile
sağlanacağını düşünmesindendir.
Salvador Dali'nin “Uyku” tablosunda
(Görsel 21) olduğu gibi her an uyanabilme kaygısı düşsel yolculuklar ve uyku
eyleminin sürekliliği ile karşılanıyor. Kaçış mekanizmalarından biri olan
düzene uyma, her otoritenin kendi düzenine dahil olma zorunluluğunun verdiği
kaygı sonucunda zamansız, mekansız anlar inşası olarak betimleniyor “Düş”
(Görsel 22). Anne ve çocuk boş bir mekanda kimliksiz olarak tasvir
edilmektedir. Kadın figürünün bedeni tam olarak düş içerisinde değildir.
Mekansız kurgulanan kompozisyonda ana figür olan anne ya bebek ya da herhangi
bir dış etken tarafından (figürün ayaklarının devam ettiği görünmez mekan)
uyandırılacakmış gibi anlatılır. Her an uyandırılma hissi figürlerin gerçek
mekandan soyutlamadığını göstermektedir.
Philip Guston’un kendini mahkum ettiği
umursamazlık hali (Görsel 23) temsil ettiği söylenen eseri uykulu ya da uyanık!
Philip Guston’un Max Beckman etkileri ile resimdeki formlara netlik kazandırma
teknikleri çizgilerinde de görülür. Amerika'da 1968 yılında yapılan genel
seçimler, Kennedy suikastı, Vietnam Savaşı'na tanıklık etmenin etkileri ile
kendini yatakta ama uyumuyor halde tasvir etmiştir. Sanatçı kaçmaya çalışma,
tepkisizlik ve etkisizlik sembolü olan duruşlar ile depresif bir anı
betimleyerek anlatmış ve kendini şu sözlerle ifade etmiştir:
...Dolayısıyla 1960'lara gelindiğinde kendimi
parçalanmış şizofrenik hissediyorum. Savaş, Amerika'nın başına gelenler
dünyanın barbarlığı... Ben nasıl bir insandım ki evde oturmuş dergi okuyor,
hayal kırıklığı yüzünden her şeye öfke duyuyor, sonra da atölyeye gidip mavi
ile kırmızıyı birbirine uydurmaya çalışıyordum. Tıpkı çocukluğumdaki gibi
kendimle bütünleşmek yine tamamlamak istedim. Düşündüklerim ve hissettiklerim
arasında bir bütünlük sağlamak istedim (Thompson, 2014, s. 333 ).
Resimlerinde çoğunlukla insanı merkeze
alan Aydın Ayan’ın “Uyuyan Kadın” adlı eseri (Görsel 24) genellikle tek figürlü
anların betimlendiği serinin bir parçasıdır. Eserde mevki, kişisellik, mekan ve
zamana dair ipuçları içermeyen, yalnızca uyku eylemi anı görülmektedir. Bedenin
dinlenme, zihni tüm uyarıcılarla iletişimi kestiği hissedilen, Ayan’ın
özellikle “Antik Baş” serisi ile ilişkilendirilebilecek anıtsal etkideki
portrelerinden biridir. Aydın Ayan’ın eserlerini ve eserlerinde konu edindiği
figürlerin etkilerini Turan Erol’un ifadesiyle şu şekildedir.
Aydın Ayan
çağdaş resim sanatımızda figürcü, nesnel gerçekçi, toplumsal gerçekçi,
soyutlamacı ya da soyutçu gibi birbirine yakın ya da karşıt anlayışlar, yönelişler,
arayışlar arasında kişisel bir anlatım diline erkenden ulaşan bir ressam. Her
zaman gerçekçi ama toplumsal insani bildiri içeren resimler yaptı. Ama her şeye
hep sevgi ve merhametle yaklaştı (Turan Erol Sanat Çevresi Dergisi, Sayı: 317,
Mart 2005) (Ayan, 2019, s. 131).
Erol’un ifadesi ile her şeye sevgi ve
merhametle yaklaşması, özellikle yaşadığı topumun gündelik yaşantısından anları
tasvir ettiği ve güçlü anlatım öğelerini kullandığı eserleri yaşadığı döneme
göre simgesel çeşitlilikler göstermiştir.
Emıl Nolde, Franz Marc, Ernst Ludwig
Kirchner gibi dışavurumcu sanatçılar sokaktan ve doğallıklarından beslendikleri
insan figürlerini özellikle uyuyan ya da tükenmiş yorgun bedenleri betimleyen
eserler yapmışlardır.
Ernst Barlach, 20. yüzyılın başlarında
Avrupa’yı etkileyen savaşlar, devrimler, toplumsal karmaşalar içerisindeki
bireyi, yok olan ve içine kapanan figüratif çalışmaların olduğu savaş karşıtı
eserler vermiştir. Temalarını oluştururken ölüm, yoksulluk, dilenciler gibi
konuları betimlemiştir. “Uyku” adlı iki figürlü bronz heykelinde de (Görsel 25)
sanatçının dramatik yorumlarından biridir. Barlach gibi Egon Schiele’de
yasaklara karşı tepkisel bir içerik geliştirdiği çalışmaları için kendisini
toplumun dile getiremediği bütün baskıları dile getiren ve feda eden bir
sanatçı olarak tanımlar. Schiele eserlerinde kendi ruhunun ve içsel hayatının
temsilinin önemli olduğunu ve bunların hayatına dair bir yapım süreci olduğunu
vurgular. Sanatçı kendisini "Doğru bildiğimi söylüyorum... Çünkü ben kendimi
feda ediyorum ve bir şehit gibi yaşamalıyım" diye ifade eder (Haydaroğlu,
2015, s. 49).
Schiele’nin eserleri, ailesinin
yaşadıkları, kendisinden önce ölen kardeşleri ve erken yaşta babasını
kaybetmesi yaşantılarının etkileri olarak biçim alır. Kendisini acıların adamı
olarak gördüğünü ifade eden sanatçının ölüme duyduğu merak ve hayranlık onu
ölümün ipuçlarını araştırmaya itmiştir. Kadınların bebekleri ile olan
süreçlerini de ele alan sanatçı bu süreçleri ölüm teması ile
ilişkilendirmiştir. Schiele ablasının annesinden bulaşan bir hastalık sonucu
ölmüş olmasın çok etkilenmiş ve bu etkilerle ”Ölü Anne” (Görsel 26) adlı eseri
“Dead Mother” serisinin ilk resmi olarak yapmıştır. Resimde ölü annenin sıkıca
sarıldığı bebek onu çevreleyen koyu, karanlık bir alan içerisindedir. Bebeğin
tenindeki canlılık yaşamın belirtisi olsa da annenin sarmaladığı bir alana
sıkışmış gibi görünür (bunun ana rahmini de temsil ettiği söylenir). Buna
karşılık annenin soluk ten rengi ve doğal olmayan duruşu ölü olduğuna dair
referanslar olarak izlenmektedir.
Egon Schiele bu eserini (Görsel 26) 24
Aralık 1910 yılında bir Noel hediyesi olarak Arthur Roessler için yapmıştır.
Arthur Roessler’in “Egon Schiele ile Anılar” kitabında şöyle yazmıştır:
Annesiyle yine yaptığı bir tartışma sonucu Egon bana
şunları söyledi. “Anlatamayacağım kadar üzücü bir o kadar da korkunç bir
annenin onu taşıyan içinde büyüyen çocuğu ile ilgilenmesini beklersin ancak
hala onun bir parçasıymış ve ondan ayrı bir hayatı olamazmış gibi davranmasını
değil” (Erişim: https://bit.ly/2zSz6Wx).
Dışavurumcu sanatçılar akıl hastaları ya
da çocukların, saf ve primitif ifadeler olarak da tanımlanabileceği biçimsel
dışavurumları ile birlikte ilkel toplumların doğallığı ve sanatından da
beslenmiştir. Egon Schiele’de sıradan bir insanın yaşamından alınmış anlara,
dekoratif nesnelerden, bürokrasiden, statülerden arınmış modellere, sadece
bedenin ve zihnin ifadesine odaklanmıştır. Pislik içinde yaşayan masum
insanların perişanlığı da onu ayrıca etkilemiştir.
Kathe Kollwitz savaş, sosyal adaletsizlik
gibi toplumsal sorunları içselleştirmiş ve eserlerine yansıtmıştır. 19.
yüzyılın sonunda, ezilenlerin, açlık çekenlerin, işçilerin yanında olmuş,
halkın içinde bulunduğu olumsuz koşulları anlatmıştır. Bu koşulları
modernleşmenin getirdiği her şeye karşı içsel duyguların, katıksız ve ilkel
diyebileceğimiz, herkesi eşit kılacak etkideki saf hali ile yansıtmıştır.
Dinmeyen kaygının, bunaltının, ekonomik
gerilimlerin, baskı ve geleneklerin özellikle günümüzde çarpıtılan ve her şey
yolundaymış gibi bir sunum yapan sosyal medyanın uyutma etkileri, bireysel
çıkmazlara yol açan buhranları doğurabilmektedir. Kate Kolwitz’in “İşsizlik”
adlı gravür çalışması (Görsel 27) aile içinde yaşanan yoksulluk, olumsuz yaşam
koşulları dramı, ölüm ve uyku arası bir etki ile sunuyor. Ölü bir beden gibi
kendini sonsuzluğa bırakmış bir yandan elleri kendisine bağımlı olan çocukların
üzerinde olan bir kadın ve çaresizce belki de umutsuzca bekleyen erkek figürü.
Kendini birey olarak değil, çarkın bir dişi olarak gören insanların uyuyan
(ölü) zihinler, yaşayan bedenler olarak ifade edildiği bir eser olarak çıkıyor
karşımıza. Kollwitz’in “İşsizlik” eseri sosyal medya, televizyon ve diğer uyarıcı
görsel-işitsel tehlikelerle dolu dijital cihazlarla son bulan, günün
çaresizliğine sembol olabilir.
Özünde sosyal yıkımların, bireyi kimliksiz
ve kişiliksizleştiren modern dünya yaşam zorunlulukları içerisindeki
pozisyonunun anlatım aracıdır uyku kavramı. Fikirlerin yok edilmesi etkenleri
figürlerin bulunduğu mekan, tepkisiz ve eylemsiz yaşantı da uyuyan bedenler,
değişen dünyayı yaşam ile ölüm arasında uyku süreci olarak yer bulmuştur.
Benzer duruş ve zihinsel süreçlerden geçen insanın yaşamı uyku, uykusu da ölüm
mecazları ile ifade edilmiş ve çalışmalar yaratım süreçlerini etkileyen söz
konusu uyku anlarından alınan yaşam kesitleridir.
Statü, bir kimsenin, bir kurum veya bir
toplum içindeki durumu, kadro bakımından bağlı olduğu durum, pozisyondur (Türk
Dil Kurumu Sözlüğü. Erişim: 11.12.2019. https://bit.ly/2yoFKn1).
Kökeni Latince’den gelen “ayakta duruş”
anlamına gelen statıum fiilidir. Statü dar anlamıyla, kişinin bir gruptaki
resmi ya da mesleki duruşunu belirtir. Fakat daha geniş anlamıyla kişinin
dünyanın gözündeki değerini, önemini ifade eder (Botton, 2010, s. 7).
Tarih doğurgan kadınlar, soylu aile, din
adamları, rahipler, savaşçılar, krallar gibi özelliklere sahip olan insanları
yüksek statüye layık görmüştür. İlerleyen uygarlık teknoloji ile maruz kalınan
ve yeni dünya sanılan yaşam biçimleri, doğaya karşı savaş, insanlarda yeni
hırslar ve tutkular uyandırmıştır. Aşırı tüketim, yalnızlık ve umutsuzluk ile
artan kaygıları insanları statü ile kendini kabul ettirme çabasına
sürüklemektedir. Bireylerin istediği silüetin içini doldurma ve bunu sergileme
çabası, yanında mahremiyetin kaybına izin veren eylemleri doğurmuştur. Bu da
her anın paylaşılabilir ve sonsuza kadar ulaşılabilir olmasına sebep
olmaktadır. Bu durum Faucault’nun “İtaatkar beden sersemletici mutabakat”
ifadesi ile de örtüşmektedir (Faucault, 2014, s. 161). Bir çeşit itiraf
cihazına dönen dijital dünya gerçeklikten uzak, olunan değil de olunmak istenen
figürleri temsil etmeye başlamıştır. Bahsi geçen kaygılarla statü siluetlerine
bürünmek kişinin kendi özünü gizlemesi durumu da yine uyku metaforu üzerinden
anlam kazanmıştır.
İngiltere'de 1820’lerde ilk olarak
kullanılmaya başlanan snop kelimesi “sine nobilitate” soylu olmayan anlamında
kullanılmıştır. Statüsü düşük insanları tanımlamak için kullanılan snop, daha
sonra yüksek statünün yokluğundan rahatsız olanlar için kullanılmaya
başlanmıştır. Türk Dil Kurumu tanımına göre, giyinişte, konuşma biçiminde,
dilde, düşüncede toplumca gülünç ve doğala aykırı bulunan yapmacıklara ve
aşırılıklara kaçan (kimse). Seçkin görünmek ereğiyle kimi seçkin çevrelerdeki
görüşleri, yaşam biçimini benimseyen, onlara hayranlık duyan ve onlar gibi
olmaya, davranmaya özenen (kimse) anlamlarında kullanılmaktadır. İyi giyinmenin
verdiği toplumsal kod ile pahalı mekanlarda görünme fikri de prestij ve başarı
ihtiyacını doğuran etkenlerden sayılabilir. Botton statünün yokluğundan
rahatsız olan insanlar için aşağıdaki ifadeyi kullanmıştır:
Bir snobun arkadaşlığı bizi kolayca kızdırabilir ve
kendimize duyduğumuz güveni altüst edebilir. Çünkü bizim aslında kim
olduğunuzla ve nasıl bir insan olacağımızla hiç ilgilenmezler. Süleyman’ın
bilgeliğine, Odysseus'un becerisine ve zekasına da sahip olsak eğer
niteliklerimizi toplum tarafından kabul edilme yolunda kullanamıyorsa
varlığımız sınıfların gözünde çiğ bir kayıtsızlıktan öte bir duygu olamaz
(Botton, 2010, s. 26).
William Hogart’ın “Modaya Uygun Evlilikten
Kahvaltı Sahnesi” (Görsel 28) eseri, bugünün sanal dünyası modasına uyma ve
görünür olma kaygıları ile birebir örtüşen bir sahne olarak karşımıza
çıkmaktadır. Sahnede aristokrat bir ailenin zenginliğine ve statüsüne referans
olacak bütün beklentiler karşılanmakta. Pahalı mobilyalar, tablolar, değerli
aksesuarlar, hizmetkarlar gibi gösteriş nesnesi olabilecek her şey mevcut.
Hepsine karşılık mutsuz bir çift ve varlık içinde kendi yokluğunu hissettiren
uyuklayan bir adam. Hogart saray yaşantılarını alaycı ve taşlama imgeleri ile
eleştirmiştir. Bunun en önemli örneklerinden biri olan “Modaya Uygun Evlilikten
Kahvaltı Sahnesi” modernitenin ve teknolojinin (popüler gözetim yöntemleri)
oluşturduğu toplumsal sınıflandırmayı beslediği fikri ile bağdaştırılabilir.
İnternet ile anonimliğin yok olması,
görünmezlik ve bağımsızlığın bitişi, gözetlenmenin artan dezavantajı, yine
insanı olmadığı ya da olmak istemediği kalıplara girme eğilimine sevk
etmektedir. Bu da görmezden gelinen, kimliği horlanan kişi olmaktansa,
çoğunluğun beğenisine göre biçimlenen bireyler olmak için ödenen bedel gibidir.
Dış mekanda uyuyakalan insanların artık bu süreçte dahi birbirine benzediğini
gözlemleyebiliriz. Uyku öyle bir hal alır ki kendimize tahammül edebilmek için,
kendimizden başka herkesin istediği kişi olmanın verdiği bedensel ve zihinsel
yükün temsili olur.
1960’lı yıllara ait, İstanbul ve
Almanya'da yaşamış, maddi olanakları yüksek bir ailenin yaşam biçimini gündelik
detayları ile sunan fotoğraf albümü (Görsel 29) farklı zamanları aynı kurgu
içerisinde anlatmak için kullanılmıştır. İçerisinde bugünün yolculuklarının
bahsedildiği görsel notlar ile anlatılan desenler, albümde bulunan diğer
fotoğraflarla yan yana getirilmiştir. William Hogart’ın eserinde (Görsel 28)
konunun kendi içerisindeki tezatla ele alınmasından referansla, zıt
yaşantıların güncel bir yorumu olarak çalışılmıştır. Albümde bulunan görseller
temsil ettikleri yılların orijinal fotoğrafları ve desenleridir. Fotoğraflar ve
albüm eskiciden alınmış anonim nesnelerdir. Hiçbir manevi değeri olmayan
fotoğraflar seçilen yaşam biçimini, figür ve kompozisyon paralelliğini
oluşturarak sunulmuştur.
Zenginlik ve mutluluk göstergelerini
taşıyan fotoğraflara karşılık, gündelik yaşantıdan yolculuk anlarını ve farklı
zamanların benzer mutsuzluklarının görsel notları albümde yer almıştır.
Fotoğraflarda yazan 1969 yılı ve yeni yapılan desenlerin 2018-19 yılını
göstermesi artan mutsuzluğu da tarih paralelliğinde izletmektedir. Samimi ev
ortamları ile yorucu ve istenmeyen yere götüren taşıtlar, sabit mekan içerisinde
hareket, hareketli mekan içerisinde umutsuzluk olarak uykulu insanlarla
betimlenmektedir.
Albümde yer alan fotoğraflarda izlediğimiz
aile tablosu o evde her gün kutlama ve mutluluğun hakim olduğunu
düşündürmektedir. Aslında fotoğrafların özel günleri ölümsüzleştirmek için
verilen mutluluk pozları olduğu anlaşılmaktadır. Fakat günümüz sanal dünyasına
baktığımızda, amaçsızca biriken görsel kayıtlar dijital dünyanın her anı
biçimlendirdiğini göstermektedir. Sırf bu kayıtlara malzeme oluşturmak için her
güne bir kutlama adı verme eylemleri Boudrillard’a göre sanallığın
hegomanyasıdır ve bu durumu şu şekilde ifade etmektedir:
Kültürleşen ve toplumsal kodların oluşmasını besleyen bu
durumları adeta geleneğe dönüşen, günlük olağan her eylemin bir kutlama konusu
ve tüketim aracı olan mitolojik ritüellerle de karşılaştırabileceğimiz
yenidünya eylemleri. Bilgiye, üretime götürmeyen, doğaya karşı duyarsız,
acımasız, etkisiz ve tepkisiz grupların oluşmasını sağlayan her şey
Boudrillard’a göre sanallığın hegomanyasıdır (Boudrillard, 2017, s. 48).
Tarihte sanat yapıtlarında uykunun da
varlık, statü, kölelik, güç, inanç, kaçış, dönüş gibi birçok durumun
anlatımında kullanılan bir kavram olduğu görülmekte. Yaşanmış olandan biraz
sonrası ya da yaşanacak olandan biraz öncesinin merkezinde uyku kavramı
anlatımları görebiliriz. Paul Gauguin’in sembolist hareketleri ile modern
sanata etkileri olmuş, eserlerinde din ve tanrı temalarını büyük ölçüde
kullanmıştır. 1889 yılında yaptığı “Zeytin Bahçesinde Mesih” (Görsel 30) adlı eseri
kendini inancı uğruna feda eden İsa Peygamber tasviridir. Sanatçı bu durumu
kendisinin dünya ile olan ilişkisinin bir mecaz ifadesi olarak kullanmıştır.
Gauguin ormanda izleyicinin göremediği bir
yöne üzgün ve kaygılı, yarı uykulu bir bakış sergilemekte olan Mesih sembolünü
de (Görsel 30) bir çeşit otoportre aracı olarak kullanmıştır. Bu da sanatçının
sahip olmak istediği manevi statüye (fedakar, kahraman ya da yol gösterici)
erişme çabasının da bir temsili niteliğinde. Belki de sanatçının sorun olarak
gördüğü anlaşılmamak, ormanda uyuyakalan yalnız figür gibi kaçmak, kaçtığı
yerde uyuya kalmaktadır. Mesih’in tutkusu ile kendi inancını ve çabasını
tanımlayan Gauguin, kişinin kendine yüklediği beklentileri karşılama duygusunun
insanı manevi mertebelere getirebileceğine inanmaktadır.
Çıkmazlarla dolu kalabalık bir şehrin
içinde yargıları, nesneleri, mekanları reddedip sokağın ortasında yalnızca
uyuyan bir figür betimlemesi (Görsel 31), az öncesi ve sonrası belirsiz, kişi
için dünyanın durduğu tek an. Figürün yattığı yer sokak olmasına rağmen karşıda
görülen mekanları tanımlayacak hiçbir ipucu kullanılmamıştır. Ev, işyeri, okul
ya da boş bir alan, hiçbir ipucu yok sadece uyku ve uyuyan bedenin sildiği
imgeler var. Figürün kendini boylu boyunca bıraktığı yerde başka bir canlı da
yok yalnızca mekanda olabildiğince tek başına var olan bir beden.
Günümüzde özelikle şehir yaşatısında insan
hayatının büyük bir bölümü ulaşım araçları, ofis, fabrika, site, avm gibi
çoğunluğu mimari yapılar olan alanlarda geçiyor. Ağırlıklı olarak mekanik bir
dünya ile olan ilişkimiz sonucunda beden ile birlikte zihinde hapsoluyor. Roger
Garaudy insanın alet kullanmaya başlayıp çeşitli yollar ile doğaya karşı güç
kazandıkça, korkularımda yendiğini ve özgürleştiğini ifade eder. Bu güç doğayı
kendi arzu ve isteklerine göre dönüştürmeye çalışan insanlar için trajik bir
hal alabiliyor. Garaudy’ de bu durumu aşağıdaki ifadesi ile
“insancıllaştırılmış doğa” olarak tanımlıyor:
... İnsanlık
tarihi biyolojik evrimden nitelik olarak farklı olmak ile beraber kökleri bu
evrimde yüzer. Hayvanda olduğu gibi insanın da onu aynı zamanda doğa ile
birleştiren ve doğaya karşı çıkaran ihtiyaçları vardır. Fakat hayvandan farklı
olarak sadece kendisini doğaya uyduracak yerde doğayı çalışması ile değiştirir...
Demek ki insanın çevresi doğanın sunduğu bir şey değil her zaman bir derece
değiştirilmiş, insancıllaştırılmış bir doğadır (Garaudy, 1975, s. 81).
Sosyal medya paylaşımı için çekilen bir
fotoğraftan referansla yapılan “Uyuyormuş Gibi” (Görsel 32) adlı çalışma,
uyuyor ya da ilgilenmiyormuş pozu vermekte olan insanı temsil ediyor. Ardındaki
mekanın değerini, sigarayı tutuşu ile birlikte umursamazlığı, önemli olan “ben”
ve “bana hizmet eden mekanlar” algısını oluşturmaya hizmet etmekte. İzleyicinin
resimdeki figürün önemli ve mutlu olduğunu düşünmesi mahremiyetin değil, her
yerde izleniyor olma hazzının daha önemli olduğunu gösteriyor. Sosyal ve
siyasal kuşatma ile karakterlerimizi, fikirlerimizi, içimizde tutuyor ve
gerçeklik dışı verilerle kendimizi toplumun takdirine bırakıyoruz.
İçsel sınırlamalar, korkular, sahip olma
arzusu, zorlamalar, bizi gerçeğe ve bugün ilginç ve lüks bulduğumuz gerçek
doğaya karşı duyarsızlaştırıyor. Başta duyularımız, sonra duygularımız en son
da bedenimizde görülüyor bu duyarsızlıklar. Artık bize ilişkin beklentilere
göre hareket edip kendi mutluluğumuz için değil, ekonomik sistemin gelişimine
katkıda bulunmak için çabalıyoruz.
İnsanın olumsuz özgürlük yolunda yalnızlık, güvensizlik ve
nesnelere bağımlılığı hızla artıyor. Doğaya yapılmış olumsuz her müdahalede
insan elinin olması, bağımlılıkla birlikte bedenin de hareket alnını da
daraltmıştır. Sonuçta "Özgürlük artık belirsizlik taşıyan bir armağandır"
(From, 1999, s. 41).
Neşet Günal, toplumcu gerçekçi bir
yaklaşımla gündelik yaşantıyı betimlemiş, özellikle üreten çiftçi aileleri
eserlerinde konu edinmiştir. Anadolu insanları, üreten köylüler ve toplumsal
ilişkileri doğal bir yaklaşımla anlatmıştır. Sanatçının “Sorun- Sorum”
serisinin ikincisi olan (Görsel 33) iki figürlü eseri, beden dilini, bakışları,
çalışanların el ve ayaklarını en güçlü imge olarak kullandığı anıtsal bir
kurgudur. Resimdeki her sembol statü ile ilişkilidir. Çalışan eller ve
ayaklardan bile öfke ve yorgunluk sezilir. Solda bulunan figürün yerde, yorgun,
uyanık ve uykulu arasındaki duruşundan, ayakta olan figürün derin ve dramatik
bakışından Günal’ın yaşadığı dönemin ekonomik süreçlerini ve yoksulluğunu
görebilmekteyiz.
Soyutlanmış (Görsel 34) mekan içerisinde
konfordan, işlevden ziyade moda olması önem kazanan rahatsız koltukta uyuyan
çocuk üzerinde uyuya kaldığı nesneye olabildiğince sığınmaya çalışmaktadır. Tam
olarak uyuyamadığı için de tedirgin bir duruş sergilemektedir. Yatağına
gitmektense zaten alışık olduğumuz, yalnızca tüketim pazarına hizmet eden koltukta
uyuya kalmak biraz da şeke rleme dediğimiz kısa uykunun tadını hissettiriyor.
Metro yolculuğunda tasvir edilen kadın
figürü (Görsel 35) “Sığınak” olarak tanımlanan rahatsız, tutunabileceği hiçbir
yer olmayan koltukta uyumakta. Ev içinde bulunan çocuk figürü gibi tedirgin ve
bulunduğu alana sığınmaya çalışıyor. Uykularında izlenen ve kaydedilen iki
farklı insan yorgun, destek arayan ve bu desteği modern tasarım mekanında
yalnızca izin verilen biçimde bulmaktadır. Bu durumlar aynı zamanda fiziksel bir
kuşatma olarak çalışmalarda yer bulmaktadır. Bu iki çalışma için kullanılan
“kuşatma”, olumsuz bir durumun ifadesi olarak kullanılsa da, bireylerin bütün
koşullara razı olması kuşatmayı problem olmaktan çıkarıyor. Boudrillard bir
durumun problem olmaktan çıkmasının sorgusuz kabul ile gerçekleştiğini verdiği
şu örnekle anlatmaktadır:
Andy Warhol'un Campbell çorbası kutularından oluşan
resminin tek yararı (ve bu çok büyük bir yarardır), Bizans ikonlarının tanrının
varlığının sorusunu tanrıya inanmaya devam ederek artık sorulmamasını
sağlamaları gibi, güzel mi çirkin mi, gerçek mi gerçek dışı mı, aşkın mı içkin
mi sorusunun sorulmaması ya da artık gerek bırakmamasıdır (Boudrillard, 2017,
s. 23).
Burada uyku kavramı kumanda edilen yaşam
biçimlerini kabul ederek, dünya üzerinde içinden çıkılamaz kaygıların
sorumluluğundan kurtulmanın yolu olarak da yer buluyor. Bu iki resimdeki
insanların uykusu (Görsel 34,35) bütün kaygılardan soyutlayacak geçici ve
biyolojik bir eylemin betimlemesidir. Egemen olmanın dışında daha farklı bir
yönetme şekli olan hegemonya burada modern kumanda etmenin tanımı olabilir.
Örneğin inandırılmak istenen her şeyin okullarda yüceltilmesi, bir yük olmanın
yanında uygulandığı takdirde de Boudrillard’ın sanat ve inanç örneğinde olduğu
gibi problem olmaktan çıkabiliyor.
Modernite ve fabrikalarla birlikte
ilerleyen metropol yaşam alanlarının daha çok insanı çekmesiyle insanlar
kitlelerin içinde kaybolmaya başlamıştır. Eric From’ un “modern dünya
insanları” olarak tanımladığı kitleler, teknolojinin ilerlemesi ile artan
yalnızlığın farkına varmadan bireysellikten uzaklaşmaktadır. Bu insanlar
oldukça düzenli bir şekilde, kendi dışındaki güçlere, öteki insanlara ya da
doğaya yönelik belirgin bir bağımlılık sergilerler. Kendilerini ortaya koymama,
istedikleri şeyleri yapmama, bunun yerine bu dış güçlerin gerçek ya da
varsayılan buyruklarına boyun eğme eğilimi gösterdiği görülebilmektedir. Çoğu
durumda, kendi isteklerini ifade etmeyen bireyler, yaşamı egemen olamayacakları
ya da denetleyemeyecekleri ezici güç olarak algılarlar. Eric From yalnızlığın
üstesinden gelmek ve kabul görmek için, bireylerin bulduğu çözüm yollarını
aşağıdaki ifadesi ile anlatmıştır:
Robotsu uydumculuk mekanizması çağdaş
toplumdaki bireylerin çoğunun bulduğu bir çözümdür. Kısaca ortaya koymak
gerekirse birey, kendisi olmaktan çıkar, kültürel yapıların ona sunduğu kişilik
tipine tam anlamıyla uyar. Böylece tıpkı başkaları gibi ve onların ondan
olmasını bekledikleri gibi olur. Bu mekanizma bazı hayvanların korunma amacıyla
renk değiştirmesiyle karşılaştırılabilir. Bu hayvanlar üzerinde bulundukları
çevreye öylesine çok benzerler ki, kolay kolay bu çevreden ayırt edilmezler.
Kendi bireysel özünden vazgeçen ve çevresindeki öteki milyonlarca robotla özdeş
bir robota dönüşen kişinin artık yalnızlık ve kaygı duymasına gerek kalmaz. Ne
var ki bunun için ödediği bedel ağırdır; bu bedel, kendi özünü yitirmesidir.
Yalnızlığın üstesinden gelmenin "normal" yolunun bir robota dönüşmek
olduğu savı, kültürümüzdeki insana ilişkin en yaygın görüşlerden birisiyle
çelişir. Çoğunluğumuzun, istediği şekilde düşünmekte, hissetmekte, edimde
bulunmakta özgür olduğu bireyler olduğu düşünülmekte (From, 1999, s. 137).
Uyku burada bahsedilen modern dünya
insanlarının aynı yönde seyreden fikir ve hareketlerinin temsili olarak yer
bulmaktadır. Çünkü ardında (rüya, bilinçaltı, zihin...) ne olursa olsun görünen
ve izlenen uyuyan bedenler yaklaşık formlardadır ve her canlıda biyolojik
olarak benzerlik sergiler. From’un “olumsuz özgürlük” diye bahsettiği, bireyi
özgürleştiğini sandığı yanılgılar, sahip olma uğruna gerçekleşen eylemlerin
bütünüdür aslında. Tıpkı modern dünyanın özellikle ekonomik politikaları sonucu
yaşan buhranlar gibi.
“Tipik Otorite” değişen dünya ile
kültürleşen yaşam biçimini ve bu yaşam biçimi içerisinde aynı yöne, aynı formda
hareket eden insanların, anlamsal değerini yitiren mekanlarda gözlemlendiği ve
yorumlandığı (Görsel 36) bir çalışmadır. Kalabalık şehirde sakin bir gün
içerisinde, metro yolculuğu sırasında ulaşacakları yere kadar ellerindeki elektronik
cihazlar dışında hiç kimse ile iletişim kurmadan uyuyakalan-uyuklayan insanlar.
Yapmak zorunda oldukları işlere programlanmış, mekan içerisinde kaybolmuş,
minimalize edilmiş figürler, sonunda mutluluk olmayan bir varış noktasını
işaret etmekte. Bu yüzden kendi içinde deforme edilen mekan ve nesnelerin
figürler için önemsizliğine işaret edilmiştir. Çünkü o yer tipik (mekanı
niteleyen, karakteristik), alışılmış, kuşatan özellikleri barındırmaktadır.
Doğanın bir parçası olan insan kendi “yapma” eylemleri sonucu Lacan’ın
deyimiyle “insansılaştırılmış” doğanın ya da mekanların bir parçası fikriyle
resimde yer bulmuştur.
Hans Op De Beeck uyku anını gerçekçi
formlar ve tek renk kullanarak biçimlendirdiği heykelleri ile temsil ediyor.
Merkezinde uyuyan bir çocuk olan heykel, doğalın temsili olan simgelerin bir
araya getirildiği kurgusal bir mekandır (Görsel 37). Doğal mekanın tasviri
içerisinde bulunan yatak sanatçının deyimi ile bir sal niteliğinde doğal alana
olan ihtiyacın ve doğal mekan betimlemesinin rüya hissi veren uyuyan figürün
yüzünde huzur ve sakinlik de görmek mümkün. Galeri içerisinde tasarlanmış,
doğalın sembolü su, nilüfer ve sazlar üzerinde yine uyku eylemine hizmet eden
tasarım nesneleri görülmektedir. Burada uykuda olan figürün en güvenilir yer
olarak doğayı ve kendi doğal alanını seçtiğini düşünebiliriz. Bu seçim bireyin
kendi kendiyle baş başa kalması için bulduğu bir çözüm olarak da
değerlendirilebilir. Palahnıuk, bir insanın kendi bireyselliğini koruması için
önerdiği çözüm yolunu “...Ortadan kaybolun, sizi başyapıtınızı yaratmaktan
alıkoyan her şeyi geride bırakın, işinizi ailenize ve evinizi tüm bu
sorumluluklarınızı” diyerek ifade etmiştir (Palahnıuk, 2012). Her şeyi kısa bir
süre bırakmanın tek yolu Beeck’in betimlediği uykuda hissedilen mekan gibidir.
Tahrip edip yine de olmak istediğimiz, terk edip geri dönmek için para
harcadığımız tek yer doğa ve doğal alanlar. Burada beden tekil bir varlık
olarak değil, mekanda bulunan diğer nesnelerle olan ilişkisi ile de sanat
eserini anlamaya yönelik ipuçları verir.
Yalnızca insana özgü olmayan, doğadaki
diğer canlıların da yaşamında önemli yeri olan uyku, hayvanlardaki gibi
içgüdüsel olarak yaşandığında, diğer canlıların doğadaki rolleri ve işlevlerine
göre biçimlenmiştir. Yalnız İnsan müdahalesi bu dengeyi etkileyebilir. Doğadaki
tahribat ile ekosistemdeki dengelerin değiştiği, birçok hayvanın mekan ve zaman
algılarının değişerek organik evrimlerinde güçlü olumsuz etkiler görülmektedir.
Bu tahribat sonunda insanın kendisini bulduğunda tekrar güvenli bir yer
arayışına girer. Beeck’in seri olarak çalıştığı uyku temalı eserleri bedenin
doğa içi temsilleri olarak da yer eder.
2019 yılında Ankara Çağdaş Sanatlar
Merkezinde gerçekleştirilen performans (Görsel 39,40,41) şehir yaşantısı,
içerisinde bulunmak zorunda olduğumuz mekanik ve elektronik cihaz dolu mekan
içerisinde uygulanmıştır. Genel geçer (bir sergi salonunda olması gereken) bir
tasarım fikri ile inşa edilmiş olan kamusal bir alan, her yer gri ve beyaz
renkte, izleyicinin mekanda nasıl bir yol izleneceğinin rotasını dahi bile
planlamıştır. Sergi mekanından ziyade işyeri algısıyla ofis, toplantı alanı
olarak görülen galeri, bütün etkinlik üretme süreçlerinde yaşanan zihinsel
tükenmişlik ve yorgunluk durumlarının “performatif sanata hizmet eden bir alanı
olabilir mi?” fikrini doğurmuştur.
Hans Op de Beeck’in doğa temsili formlar
ile kurguladığı mekan içinde gerçekleşen uyku gibi (Görsel 41) gri ve soğuk
mekan içerisinde aranan içsel yalıtımın sembolü bir performans. Bir aile
büyüğünün üretimi olan eski bir kilim hem yatak, hem de örtü işlevini
yansıtacak nesne olarak çalışmada yer almıştır. Çalışma mekanın modernliği,
sterilliği ve renksizliğini kıracak olan tek nesne ve tek eylem ile mekan
içerisinde kendi mekanının oluşturulduğu, pürüzsüz zemin ve duvarlara, hizmete
hazır ışıklara karşı tezatlık oluşturan uyku performansıdır.
Kendini nesnelere sahip olarak kurmaya
çalıştığı yeni yaşam içerisinde biçimlendiren insanın, dizginleyemediği
hırsları uğruna geldiği ya da varamadığı nokta olarak günümüz mekanlarından
referansla yer bulmuştur uyku. Dijital dünyada seyirlik olma uğruna girilen
silüetler, özkontrolden çıkmış, yüksek statü uğruna birbirine benzeyen
yaşamların dezavantajına dönüşmüştür. Yolculuklar, sokaklar, moda nesneleriyle
dolu kimliksiz evler, gösteriş göstergesi işlevsiz alanlar, rüya betimlemesi
olan soyut mekanlar, bedeni sarpa saran her şeyin anlatım aracıdır olarak
yorumlanmış ve biçimlenmiştir uyku.
SONUÇ
Bulunduğu mekan ve zamanın önemini
yitirdiği tek an olan uyku, tek kişilik bir eylem olma özelliği ile merkeze
bedeni alan sanat yapıtları inşa etmeyi sağlamıştır. Çoklu figür ve temalarda
da her form kendi özerk alanını oluşturmuştur. Günümüz sanal dünyasının
kitleleri ve bireyleri kontrol etmek için yeni güç merkezleri olduğu görüşü, bu
güç merkezleri ve ideolojiler, doğayı, tarihi, dilleri, kültürleri dolayısıyla
tek tek bireyleri yok etme politikasında etkili alanlardır. Yeni kuşak sosyal
alanlar ile kendi özgür alanını yüzeyde ilişkilendiren, çalışmalardaki yaratıcı
ve özgür eylemler sanatçının bireysel evrenini, sonludan sonsuzluğa,
zorunluluktan özgürlüğe geçiş olarak adım adım ilerletir.
Bir parçası olduğumuz tarih, bizim de var
olduğumuz ve ürettiğimiz süreçte devam edecektir. Bu durumda sürecin içerisinde
en azından birey olarak nasıl var olmak istediğimize karar verme şansımız
oluyor. Bunun bilincinde olmak üretme eyleminin de başlangıcıdır. Bu süreçte
üreterek var olmak istenilen gerçeği gündelik yaşantı süreci içerisinde
insanları gözlemlemeye teşvik etmiştir. Bu gözlemler daha çok dışarıda,
tanımadığım, hakkında fikir sahibi olmadığım insanları izlemekle başlamıştır.
Dış mekanda uyuyakalan insanların bedenleri ve yüz ifadelerinden yola çıkarak
“uyku” kavramı metafor olarak çalışmaların merkezinde yer almıştır.
Araştırma, günlük yaşantı içerisinde
yolculuk, iş yeri, okul, sokak gibi alanlarda gerçekleşen gözlemler ve izlenim
notları ile kaydedilmesi yoluyla başlamıştır. Sanat tarihinde anlık figür
formunu ele alan sanatçılardan örnekler ve konular incelenerek çalışmalarla
ilişkilendirilmiş ve yorumlanmıştır. Araştırma sürecinde ele alınan bu eserler,
konu ve içeriklerine göre, uyku, rüya, bilinçaltı yaşantılar, çocukluk, varlık
ya da hiçlik gibi birçok kavramın kurguları olarak seçilmiştir. Ayrıca modern
dünyada var olma süreçleri, Foucalt, Sartre, Eric From ve Alaeddin Şenel’in
tarihsel ve toplumsal koşulların bedene etkileri konularından ve ifadelerinden
esinle çalışmalarda yer bulmuştur. Özellikle statü peşinde pervasızca
sürüklenen bireylerin, bugünün yaşam biçiminde nasıl yer ettiği, Alain De
Botton’un “Statü Endişesi” ifadesinden referansla uyku teması olarak
çalışmaların merkezinde yer bulan bir kavram olmuştur.
Uyku kavramı, gerçek anlamına karşılık
gelen fiziksel duruşu ile ifade edilmesinin yanında, Jung ve Freud’un uyku
sırasında devam eden bilinçaltı süreçler hakkındaki bilgileri ışığında bilişsel
yönüyle de ele alınmıştır. Bauman, Boudrillard, Rousseau, Scull gibi dijital
dünya, ceza ve kontrol sistemleri, mekan- beden ilişkilerinin insan etkileri
konularını ele alan düşünürlerin fikirleri ile uyku, tarihsel ve toplumsal
süreç içerisinde birey merkezli anlatımın odağında bir kavram olmuştur.
Araştırmada yer alan çalışmalar, uyuyan
insanların bulunduğu bir çok mekandan alınan görsel notlar, bu notlardan
referansla oluşturulan kurgular ile tuval üzeri uygulamalar olarak
yaratılmıştır. Bunun yanında mekan içi uygulamalar, çoğunlukla kamusal
alanlardan çeşitli kararlar ile (işlevi olduğu halde) atılan işlevsel
nesnelerin yeniden biçimlendirilmesi ile oluşturulmuştur. İşlevsizliği öne
sürülerek atılan bu nesnelerin plastik müdahaleler ile mekanda sanat yapıtı
olarak yer bulması sağlanmıştır. Tuval üzerine akrilik ve yağlı boya teknikleri
ile sunulan “uyku” temalı çalışmalar, iç ve dış mekanların, rüya ve bilinçaltı
konularının insan bedeni ilişkisi üzerine biçimlenmiş ve yaratılmıştır. Her
çalışma için gün içerisinde gezilerek görsel notlar alınmış, fotoğraflar
çekilmiş, figür ve mekan eskizleri, küçük tuvaller ve farklı yüzeylere
uygulanan ön hazırlıklar sonucunda çalışmalar ortaya çıkmıştır. Gözlem
sırasında uyku konusu fikrini veren ve süreci etkileyen durum, özellikle dış
mekanda farklı zamanlarda (sabah-akşam) uyuyakalan insanların beden ve
ifadelerinin, belli saatler ya da farklı mekanlarda birbirine benzer bir hal
almış olmasıdır.
Sonuç olarak canlı bedenin pasif halinin
(uyku) kavram ve mekan ilişkisi ile kurgulandığında birbirinden farklı ifade
biçimleri oluşturabileceği deneyimlenmiştir. Sanatsal yaratımlar için arayışta
olan göz ve zihin, yaşam devinimi içerisindeki her nesneyi, her canlıyı
izlemeye, anlamaya ve sanat yapıtları ile anlamlandırmaya çalışmıştır.
Mevlana’nın “İnsan gözdür, öte yanı deriden etten başka bir şey değil, göz neyi
görürse değeri o kadardır insanın” (Mevlana, Mesnevi IV, s. 69) (Dino, 2017, s.
9) öğretisi yaşamın her anının ve fikirlerin görünür olmasının değerini
düşündürmüştür. Bütün çalışmaların ve araştırmanın alt yapısını oluşturan
düşünce, günlük hayatın her anını görünür ve değerli olduğu, toplumu anlamanın
yolunun bireyi anlamaktan geçtiği gerçeği fikrini vermiştir. Süreç içerisinde
paylaşılan çalışmalar ve fikirler, birey olarak var olunan ve var olunmak
istenen yaşam biçimi referansları olarak sunulmuştur.
KAYNAKLAR
Acquavella Galerileri Basın Bülteni. Lucian Freud: Anıt.
2019. Erişim: 07.09.2019.
https://www.acquavellagalleries.com/exhibitions/lucian- freud-monumental
Antmen, Ahu, (2017). Kimlikli Bedenler: Sanat, Kimlik,
Cinsiyet. İstanbul. Sel Yayıncılık
Ayan, Aydın. (2019) Aydın Ayan 45+1 Zaman, Dizgi, Seçki.
Baskı Çankaya Belediyesi
Aydın, Serdar. (2009). Fatma Tülin Resim, Algı, Form ve
Pornografi. İstanbul. Sel Yayıncılık
Bauman, Z. Lyon, D. (2013). Akışkan Gözetim. (E. Yılmaz,
Çev.). İstanbul. Ayrıntı Yayınevi
Botton, Alain de. (2010). Statü
Endişesi. (A.S. Bayer, Çev.). İstanbul. Sel
Yayıncılık
Boudrillard, Jean (2018). Kötülüğün Şeffaflığı: Aşırı Fenomenler Üzerine Bir
Deneme. (I. Ergüden, Çev.) İstanbul. Ayrıntı Yayınları
Boudrillard, Jean. (2015). Can Çekişen Küresel Güç. (O.
Adanır, Çev.) Ankara. Doğu-Batı Yayınları
Boudrillard, Jean. (2016). Simülakrlar ve Simülasyon (O.
Adanır, Çev.) Ankara. Doğu-Batı Yayınları
Boyut Yayın Grubu. (2008). Büyük Ressamlar: Van Gogh.
İstanbul. Boyut Yayın Grubu
Çimen, Ali. (2007). Popüler Tarih: Tarihi Değiştiren Olaylar.
İstanbul. Timaş Yayınları
Dino, Abidin. (2017) Gören Göz İçin Fikret Mualla. İstanbul.
Kırmızı Kedi Yayınevi Erzen, Jale. Türkiye’de Sanat ve Resim Üzerine. 2018.
Ankara. Akılçelen Kitaplar Yayınevi
Foucault, Michel. (2017). Hapishanenin
Doğuşu. (M. Ali Kılıçbay, Çev.) Ankara. İmge Kitapevi Yayınları
From, Eric. (1999) Özgürlükten Kaçış. (S.
Budak. Çev.) Ankara. Öteki Yayınevi
Garaudy, Roger. (1975). Marks İçin
Anahtar(A.T. Kışlalı, Çev.) İstanbul. Bilgi Yayınevi
Gottdıener, Mark. (2005). Postmodern
Göstergeler: Maddi Kültür ve Postmodern Yaşam Biçimleri (E. Cengiz, Hakan Gür,
Arhan Nur, Çev.) Ankara. İmge Kitapevi Yayıncılık
Hans Op De Beeck. Eser Araştırması. 2019.
Erişim: 25.12.2019.
http://www.hansopdebeeck.com/works/2019/my-bed-a
raft-the-room- the-sea-and-then-i-laughed-some-gloom-in-me
Hızlı, Serkan. Resimler ve Hikayeleri. Erişim: 07.12.2019.
https://serkanhizli.wordpress.com/2017/01/02/egon-schiele-dead- mother-serisi-schielenin-en-gizemli-serisi/
Hockney, D., Gayford, M. (2017). Resmin Tarihi. (M.
Haydaroğlu, Çev.). İstanbul. Yapı Kredi Yayınları
Jung, Carl Gustav. Psikolojisi: Bir Psikoloji & Modern
Psikanaliz Kuramı. (2015).
Erişim: 12.16.2019.
https://books.google.com.tr/books?id=-w-
SDwAAQBAJ&printsec=frontcover&hl=tr#v=onepage&q&f=false
Leppert, Richard. (2009). Sanatta Anlamın Görüntüsü:
İmgelerin Toplumsal İşlevi. (İ.Türkmen, Çev.). İstanbul. Ayrıntı Yayınları
Little, Stephen. (2.Baskı) ...İzmler: Sanatı Anlamak.
İstanbul. Yem Yayıncılık Meydan Larousse Büyük Lügat ve Ansiklopedi. 1992.
Nesa Basın Yayın A.Ş. İnceleme- Araştırma. (2004). Ressamlar:
Türk ve Dünya Ressamları. İstanbul. Nesa Yayıncılık
NP Beyin Hastanesi. Erişim: 22.08.2019.
https://npistanbul.com/eriskin-psikiyatri/uyku-ve-uyku-bozukluklari
O’Doherty, Brian. (2016). Beyaz Küpün İçinde. (A. Antmen,
Çev.). İstanbul. Sel Yayıncılık
Okuma Atlası Sanat. Egon Schiele. Erişim: 04.01.2020.
http://sanatokuma.blogspot.com/p/schile-egon.html
Palahnıuk, Chuck. (2012). Tekinsiz (F. Uncu, Çev.). İstanbul.
Ayrıntı Yayınları Perec, Georges. (2018). Uyuyan Adam (S. Dolanoğlu, Çev.).
İstanbul. Metis Yayınları
Sartre, Jean Paul. (2012). Varoluşçuluk (A. Bezirci, Çev. ).
İstanbul. Say Yayınları Scull, Andrew. 2015. Uygarlık ve Delilik. (N.
Elhüseyni, Çev.) İstanbul Yapı Kredi Yayınları.
Soyşekerci, Serhat. 2018. Goya’nın Rüyası. İdil Dergisi.
Erişim: 11.02.2020.
http://www.idildergisi.com/makale/pdf/1536246270.pdf
Şenel, Alaeddin 2014. Kemirgenlerden
Sömürgenlere: İnsanlık Tarihi.
Ankara.
İmge Kitapevi Yayınları
Thompson, Jon. (2014). Modern Resim Nasıl Okunur. (F.C.
Çulcu, Çev.) İstanbul. Hayalperest Yayınevi
Tübitak. (2003). Yunan ve Roma Mitolojisi (M. Eran, Çev.)
Ankara. Tübitak Yayınları
Türk Dil Kurumu Dijital Sözlüğü. Erişim: 03.01.2020.
http://tdk.gov.tr/tdk/kurumsal/guncel-turkce-sozluk-uyarilari/
Vikipedi, Özgür Ansiklopedi Erişim: 28.03.2020.
https://www.wikiwand.com/tr/Mecaz
Yapı Kredi Yayınları. (2015). Schiele. (M. Haydaroğlu).
İstanbul. Yapı Kredi Yayınları
Yapı Kredi Yayınları.
(2019). Yapı Kredi 75. Yıl Sergileri: Yapı Kredi
Koleksiyonu’ndan Renkler.
İstanbul. Yapı Kredi Yayınları
Yapı Yayın. (2004). Sanat Kitabı: 500 Sanatçı 500 Sanat
Eseri. İstanbul. Yapı Yayın
[1] Michel Agier’in “Sürgünlerin Koridoru” (2011)
kitabı mültecilik araştırmaları bölümünde yer alan 10 yıllık alan çalışmasını
özetler (Bauman, Lyon, 2013, s.71).
[2] Nicolaus Copernic "De Revolutionibus
Orbium Coelestium" (Göksel Kürelerin Devinimleri Üzerine) başlığını
taşıyan başyapıtında Güneş Sistemi'nin tarifini yapmış, gezegenlerin güneşin merkezde olduğu sabit
yörüngeler üzerinde hareket ettiğini kabul eden günmerkezlilik yasasını savunmuştur.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar