Print Friendly and PDF

KEN’AN RİFAİ’NİN DR. SERVER HİLMİ BEY’E MEKTUPLARINDAN

 

NEFSİN 
DERECELERİ



Nefsin Dereceleri

İnsanda iki nevi ruh vardır; bunun biri hayvânî olup Cenab-ı Hakkın celal sıfatının tecellisidir. Diğeri de sultânî ruhtur ki bu da Cenab-ı Hakk’ın cemal sıfatının tecellisidir. Beden ikliminde bu iki padişahın birer veziri ile birer şeyhülislamı vardır ki vücud iklimini onlarla idare ve tasarruf ederler. Hayvânî ruhun veziri akl-ı maaş (geçim aklı, dünya işlerini düzenleyen akıl) ve akıl hocası şeytandır, onlara danışır. Sultânî ruhun dahi veziri akl-ı maad (yani aslını, döneceği yeri arayan akıl) ve akıl hocası melektir. Hayvânî ruhun zevki, yiyip içmek, giyip kuşanmak, yani zahirde insana zevk verecek her ne kadar husus varsa onların hepsinden safâ ve kuvvet bulup sultânî ruha galip gelmektir. Sultânî ruhun zevki de zikir, fikir, ibadet, ilahi emirleri icra etmek, onlara itaat etmek, Allah’ın nehyettiklerinden yani yapma dediklerinden kaçınmak suretiyle hayvânî ruha galip gelmektir.

Hayvânî ruhun aslî olan sıfatı nefs-i emmaredir ki ona nefs adı verilir. Nefs-i emmare mertebelerinde bulunanlar hayvan gibi, belki daha da aşağıdırlar. Zira böyle kimselerin sultânÎ ruhu, nefs-i emmarenin esiri olup bu halde kaldıkları için ekserisi imansız gidip ebedi cehennemde kalırlar. Sıfat-ı emmarede olanlar üç sınıf üzeredir. Bunların cümlesi “müslümanız” derler ama bu sözleri takliddir.

Birinci sınıfta olanlar emri maruftan yani emredilmiş olan temel hükümlerden bir tanesini bile asla icra etmezler. Yapılması menedilmiş olanların hepsini yaparlar ve tarikat-ı aliyyeye söz söylerler. Bunlar lezzet buldukları nefislerine esir olup kendi kendilerini cehenneme atmışlardır. Bundan fazla olarak yaptıkları kötü ve çirkin işleri pek iyi görüp onlarla iftihar edip ferahlanırlar. Bu gibilere nasihat hiç kar etmez, ömürlerinin sonunda imansız giderler. Bütün dünya halkı bir yere gelse de yaptıkları alçakça işleri ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerle tekzib etse, nasihat eyleyse asla kulaklarına girmez, nasihat kabul etmezler. İşte bu sıfata yetmişiki fırka ile bütün kafirler dahildir. Bunların cümlesi, esteüzubillah (Allah’a sığınırım) “Hatem Allahü alâ kulûbihim ve alâ semîhim ve alâ ebsârehim gışave velehüm azâbın azîm” “Allah onların kalplerine, kulaklarına ve gözlerine perde çekerek mühürlemiştir, en büyük azab onlar içindir.” Ayet-i celilesinin hükmü altına girerler.

Sınıf- sânî yani nefs-i emmare sahiplerinin ikinci sınıfı dünya ehlidir ki bunlar daha evvelkiler gibi emr-i marufa (temel emirler) uymaz ve menedilen şeylerden kaçınmazlar ve bütün haram şeyleri yaparlar. Lâkin haramı helal olarak kabul etmezler, haramdır diye işlerler ve derler ki; “Kırk gün günahkâr iken bir gün tövbekâr oluruz. Allahü Teâlâ gafûrürrahîmdir, kulunun kusurunu affeder. Su bulanmayınca durulmaz. Bir gün olur ki bunların hepsine tövbe ederiz, kalan ömrümüzü zikir ve ibadetle geçiririz. Şimdi gençliğimiz var, bu dünyanın neye tahammülü var. İhtiyar olduğumuzda tövbe ederiz, haramı haramdır diye işlemek küfür değildir. Tövbesiz bile olsak, Allah’In bize azab etmek şanına düşmez. İşine bak be, gün bu gün, saat bu saat, sonunu düşünen bu alemd bir şey yapamaz. Allah’ın bu kadar cömertçe vaadleri varken bizi cennetten mahrum bırakır mı? Hâşâ! Diyerek birbirlerine teselli verirler ve müjde ayet ve hadisleri okurlar.. Bütün haramları işlemekten geri durmazlar. İçlerine Allah korkusu gelmeyip zerre kadar pişman olmazlar. Eğer bir fukaraya on para sadaka verseler, yani bu kadarcık iyi bir iş yapmış olsalar, o zaman Cenab-ı Hak cennetin anahtarlarını kendilerine teslim eylemiş kadar iftihar ederler. Velhasıl içlerinde zerre kadar Allah korkusu olmayıp Cenab-ı Hakk’ın azabından emin olmuşlardır. Sebebi, sultânî ruhun hayvânî ruha tam manasıyla teslim olarak her iş ve hususta ondan razı olması, aralarında düşmanlık kalmaması, birbirlerinden emin olarak kaynaşıp muhabbet etmeleri ve sultânî ruhun yakayı hayvânî ruha kaptırarak vücuda, valığa ait her türlü idareyi ve kararı onun reyine bırakmasıdır. İşte bu gibilerin kalplerinde bir emniyet vardır ki asla ve kat’a işledikleri haramlara zere kadar pişmanlık duymadıktan başka kendilerini Cenab-ı Hakk’ın rahmet deryasına batmış sanırlar. Bunlar da esteuzübillah “Ve lekad zere na li cehenneme hesiren...” ayeti kerimesinde anlatılanlardır. “Andolsun biz cin ve insten bir çoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, bunlarla idrak etmezler, gözleri vardır, bunlarla görmezler, kulakları vardır, bunlarla işitmezler. Onlar dört ayaklı hayvanlar gibidir. Hatta dah asapıktırlar. Onlar gaflete düşenlerin ta kendileridir.(el Araf suresi ayet 179)” Bunların kulaklarına nasihat girmez, belki nasihat edenlere budala diyerek kinlenirler bile. Bu sınıfın dahi ekserisi imansız gitse gerektir.(Allah muhafaza buyursun)

Sınıf- sâlis, yani nefs-i emmare sahiplerinin üçüncü sınıfı emr-i marufa uymaz ve menedilen şeylerden kaçmazlar. Lakin yaptıkları kötü işleri için de ah edip inlerler. Yani kendi hallerini beğenmeyip “Biz ne fena adamlarız ki Allah’ın emrini yerine getirmiyor, yasakladığı şeylerden kaçınmıyoruz. Bizim halimiz neye varır, bütün yaptıklarımız Allah’ın rızasına aykırıdır. Bizden alçak, bu cihanda mahluk yoktur. Aman ya Resulullah mürüvvet senden, diye yalvarırlar, şefaat umarlar ve kendilerinin alçak olduğunu itiraf ederler. Fakat yalnız dilleri söyler. Bu yalvarmalar, bu itiraflar kalpten gelmez ve kalplerinde asla pişmanlık ve Allah korkusu yoktur. Yalnız kusurlarını bilirler, yine o işi işlerler. Bunlar dahi hallerini değiştirmeden bu sıfat ile ahirete giderlerse, emmarede olduklarından ekserisi gözlerini imansız kaparlar. Bunun ilacı, yani sıfat0ı emmareden sıfat-ı levvameye geçmek için en güzel en müessir ilaç ise, “hâsibu kable ente hasebû” hadis-i kutsisine uyarak çekilmeden evvel kendini hesaba çekmektir. Evvela bir kere günah işlenince, arkasından derhal Cenab-ı Hakk’ın büyüklüğü ve yüceliği ve sonra kıyamet gününde sorulacak sualleri, mizan, cehennem ve azabların şiddetini düşünmeli. Cenab-ı Hakk’In kullarına adil sıfatıyla hüküm buyuracağını ve kendinden olan kötü işler iyice bir göz önüne getirilmeli. Her ne kadar ağır gelirse de, pişman ve nâdim olunarak, yapılan hataların bir daha işlenmemesine azm ve cezm ile kasdedilip tövbe edilmeli ve Allah ve ahiret korkusu içten çıkarılmayarak ilahi emirleri yapmakta ısrar olunup gayret sarfedilmeli ve eğer bir taraftan nefis yol bulup yine benlik gösterir, yani “adam sen de! Allah gafûrürrahîmdir benim namazımı ne yapacak, orucumu ne yapacak, v.s.” der ve emirlerin terki veya menedilen şeylerin yapılması tarafına gidilirse hemen kıbleye doğru dönülmeli yine tarif edilen şeyler düşünülmeli ve nedametle (utançla) tövbe edilmelidir. Bu tövbede çok samimi, halis olmak lazımdır. Tövbe ederken, “Fırsat geçerse gene işlerim” kaydı olursa tövbe makbul olmaz. Nedametle bir daha işlememek kaydı ile tövbe olunmalıdır. Sonra nefsin galebesiyle o iş tekrar yapılırsa, yine akabinde tarif olunduğu şekilde tövbe edilmelidir. Bu da nereden anlaşılır? Her ne vakit kendinden günah zuhur eylerse bu gibiler imtihan etsin. Ne vakit bir günah işlerse ardından hemen pişman yaptığı hatalara ciğeri yanarak, gözlerinde yaş döküp nâdim ve nefsine levmederek (kınayarak) tövbekâr oluyorsa, iradesiz olarak tarif edildiği şekilde tövbe eyliyorsa o vakit bilmiş olsun ki sıfat-ı levvame ona hal olmuştur.

Sıfat-ı levvame: Sıfat-ı levvame dahi iki sınıf üzeredir. Birinci sınıfa ehl-i ukbâ (ahiret ehli) denir, ki bunlar emirleri ellerinden geldiğince yapmaya ve yasaklanan şeylerden kaçınmaya gayret eder ve çalışırlar. Bazı kere suyu üfleyip içerler, sofuluğu kimseye vermezler. Bazı kere de türlü hezeyan ederler. Lakin akabinde yukarıda anlatıldığı gibi pişman olup tövbe ederler. Bu pişmanlıkla nefislerine levmeder, atıp tutarlar. Ama bunların yaptıkları hataların hepsi emmaredeki gibi haram değildir. Yani menedilen şeylerin cümlesini işlemezler, bazılarından tövbeleri ile kurtulmuşlardır. Burada sultânî ruh esirlikten halas olup, kendi yaradılışı ile hayvani ruhun yaradılışı ayrıldığından hatanın arkasından pişmanlık duyulur. Lakin dah sultânî ruh hayvânî ruha mağlup olduğundan vücut iklimine hükmünü geçiremektedir. Ve bu sebeple tövbelerini tutamayıp yine hata günah işlerler.

İkinci sınıf dahi, tarikat ehli olanların levvamesidir. Bunların hatası, günahı fiilde olmayıp haldedir. Ehl-i ukbânın (ahiret ehli) şarap içmek, livata, zina, kul hakkı, rüşvet ve yalan söylemek saire gibi herhangi bir günah işlemeleri bir sebepledir. Mesela bir işret meclisinde bulunsalar hatırdan çıkmamak için o işi işlerler, içki içerler, geçimleri iyi olmadığı için rüşvet alırlar ve saire. Lakin tarikat ehli olanların levvamesinde o hatalar dış sebebiyle işlenmeyip mürşid-i kamil ile ahd-i misak eyledikleri, sözleştiği için işleseler bile sebepsiz işlerler. Mesela bir sözü tafsilat ile söyleyeyim derken yalan karıştırır, yani iradesiz olarak hata ederler.

Sıfat-ı levvameden geçip mülhime ile hallenmenin ilacı şudur: İnsan gezdiği oturduğu yerde şeyhine müteveccih olup huzurunda durur gibi onu gönülden çıkarmayıp rabıtaya gayret etmeli, sonra kendisini hesaba çekmeli. Tenha bir yer eoturup bütün ahlaklarını ortaya dökmeli. Bir güzelce düşünüp kendinde kaç kötü huy bulursa hepsini bire birer not defterine yazıp sonra içinden birinin terki için elinden gelen gayreti gösterip tövbe eylemeli. Sonra ısrarla üzerinde durarak daima o ahlakın zıddı ile hareket eylemeli. Mesela tövbe ettiği kibir ise mütevazı olmalı. Gıybet (dedikodu) ise methedici ve iyilik söyleyici olmalı ve ilâh...

Bir kimsede kusur gördüğünde, o kusuru kendinde görüp demeli ki: “Ey nefs insan insanın aynasıdır. Eğer bu kusur bende olmasaydı, bu kimsede görmezdim. Kendi halimi onun aynasında gördüm. Bu hal benim halimdir. Ey nefs haksız yere hatayı ona yükleme.” Diyerek nefsini azarlayıp af ve merhamet dilemeli. Nefsin kötü bir huydan vazgeçip güzel bir huyu hal edindiği şundan anlaşılır: Mesela bir mecliste bulunsan da o mecliste birisini zemmetseler, sen iradesiz yani tabii olarak onu methedemezsen de zemmedenlerden iradesiz olarak olarak Allah için nefret edip susarsan o vakit anlamalı ki senin gıybet halin methe dönmüştür. Yani dedikoduyu terkedip methedici olmuşsun ve bir ahlakını ıslah etmişsin. İşte o karnede yazdığın kötü huylar eğer birer birer böyle defterden silinip yerine iyileri konursa ve bir daha aynı kötülükleri işlemezsen, bilmelisin ki sıfat-ı mülhime sana hal olmuştur.

Sıfat-ı mülhime: Bu sıfat iki sınıftır. Birinci sınıf ilmiyle amel edenler, yani bildiğini tatbik edenler, abidler ve zahidlerdir ki bunlar yapılması ve yapılmaması icab eden emirler uyduktan sonra resulullah’ın sünnetini, farzları, vâcibleri, sünnet ve müstehabatı (yani işlenmesi tavsiye edilen güzel şeyleri) işler, fiile çıkarırlar ve kaçınılması icab eden şeylerden kaçınırlar. Onun için bunlar hakkında herkes iyi zan besler. Yani dış görünüşlerine bakarak bunlara vaktin kutbu, zamanın manevi sahibi derler. Ama iç yüzlerini bilmezler ki kötü huylarla dopdoludurlar. Bu kötü huyların içte kalıp dışarı çıkmamasının sebebi şudur: Bütün kötü işler hayvânî ruhun emri ile yapılır. İşte bu âbid ve zâhitler devamlı perhiz ve oruçlarla nefsin istediği şeyleri yemeyip istemediklerini yiyerek nefsin hoşlandığı şeylerin hepsini terk edip hoşlanmadığı şeyleri yaparak türlü mücahede ve uğraşma ile nefislerine galip gelmişlerdir. Bu sebeple sultânî ruh hayvânî ruha galip gelmiş, vücud iklimini hükmü altına almış olduğundan yapılan işlerin hepsi Allah’In rızasına uygundur. Kötü huyların cümlesi hayvânî ruhun icabıdır ki biz ona huy deriz ve can çıkmayınca huy çıkma, deriz. Halbuki bu pek hatalı bir sözdür. Zira bize lazım olan dünyada iken o kötü huyları terkedip yerine sultânî ruhun güzel ahlakını koymalıdır. Zira bir gün gelir ki mahcub oluruz. Özür ve bahene o zaman kar etmez. İşte o gün ceza günüdür, pişmanlık günüdür. Bu değişiklik sadece ibadet, nefse karşı koyma ve riyazatla olmaz. İşte mürşid-i kamilin telkin eylediği zikir kılıcı ile her gün hayvânî ruhu yok etmeye çalışmalı. Tâ ki bütün kötü huylar iyiliğe dönüp ehlullah sıfatı ile sıfatlanmak, işi evvelden düşünmek gerek. İnsan sonunu düşünmezse cahil hayvandır.

İkinci sınıf sıfat-ı mülhime ile sıfatlanan tarikat ehlidir. Bunlar, bahsi geçen kötü işlerden tamamen kurtulup işlerini Hakk’a bırakıp tam bir teslimiyet ile teslim olmamışlardır. Yani geleceğe emel besler geçmiş için esef ederler. Halimiz neye varacak diye on sene sonra olacak şeyi düşünüp gam çekerler. Bugün rızıklarını yerler, sabah için acaba halimiz nasıl olur diye düşünürler. Ve hal ile Cenab-ı Hakk’ın rezzak (rızık veren) sıfatını inkar ederler. Yani bunlarda “Cenab-ı Hak ne aç kodu ne açık, şimdi de koymak şanından değildir” diye bir itimat yoktur. İşte gerek zengin gerek fakir olsunlar bunları düşünüp teselli bulmazlar. Hasılı daima geleceğe emel, geçmişe esef ederler. İşte bunların gönülleri daima huzursuzluk ve sıkıntıdan kurtulamayıp tereddüt ve kararsızlık içindedir. Dünya muhabbeti ve madde bağlarından kurtulamamışlardır. Dünya malına meyyal oldukları için zikirlerinde sefa ve zevk bulamazlar. Hallerinde sebat yoktur. Bazan iç huzuru ile ruhaânî hazlardan bir nebze duyarlar. Bazan da sıkıntı, vesvese ve tereddütte kalırlar. Byu halin sebebi şudur: Sultani ruh hayvani ruha galip geldiği için mürşid himmeti ve zikrin şiddeti bereketiyle ve ihsan olunan ilâhî feyzle hayvânî ruh ister istemez sıkılır, ilaçsız kalır. Yaradılışında olan kötü huyları sultânî ruhun reyine bırakır. Hiç bir şeye karışmaz. Lakin bu halde yine uslu durmayıp sultânî ruhun bir taraftan önüne çıkar.Yolunu şaşırtmak için veziri olan akl-ı maaş ve akıl hocası olan şeytanla sultânî ruhu kandırmak için türlü dünya işi ile önüne çıkıp vesves verir, onun için bu sıfat-ı mülhimede bulunanlar tam bir tevekkül ile Hakk’a mütevekkil olup işlerini ona bırakamazlar.

Sıfat-ı mülhimeden geçip sıfat-ı mutmainne ile sıfatlanmanın ilacı şudur: Bu sıfatla sıfatlanan kimseler daima Allah’ın huzurunda olmalıdır. Yani gezip oturduğu yerlerde “Cenab-ı Hak bana benden yakındır. Her nereye varsam beni görür. Her ne söylersem beni işitir. Onun için uzak ve yakın birdir.” Ve “Ağız ile söylenen ile kalbe gelen vesvese Allah indinde müsavidir. Daima kalp uyanıklığı ve huşu ile işte şimdi Allah’ın huzurundayım. Her ne kadar ben Cenab­ı Hakk’ı görmüyorsam da şimdi o beni görüyor, halimi biliyor. Benim görmediğim kendi benliğimdendir” diyerek, daima hudû ve huşû ile kalbe nazar ederek Allah’ın huzurunda durmak lazımdır. Eğer gaflete düşecek olursa, hemen aklını başına toplayıp nedametle tövbe istiğfar eyleyip yine yukarıda söylediği gibi Allah’ın huzurunda durmak gerektir. Eğer dünyaya ait şeylerden biri kalbine gelir ve ona alâka duyarsa, derhal aklını başına toplayıp şöyle düşünmelidir: “Bu şey Allah’ın mahlukudur. Biz ise Hakk’ın kendisine talibiz. Gece gündüz bizim maksadımız “ilâhî ente maksûdî ve rızahe matlûbî” yarabbi maksadımız sensin ve talebimiz senin rızanı elde etmektir. Hâlık dururken mahluka muhabbet eylemek ve bu sözümüzde yalancı olmak bize lâyık mıdır? Bütün var olanları Cenab-ı Hak yaratmıştır. Onlara muhabbet etmekten, ben seni sevmem, demek çıkar. Zira sevgi ortaklık kabul etmez. İki Karpuz bir koltuğa sığmaz.” Eğer yine insanın kalbine: “Senin halin neye varacak, bu dünyanın ucu uzundur. Hastalık sağlık bizim içindir. Sonu düşünmek lazımdır. Gençlik gidip ihtiyar oluruz. O vakit kimse bize itibar etmez. Köşe başında dilencilik bize elvermez. O vakit pişmanlık fayda vermez. Dünyada oldukça her şey insana lazımdır.” Gibi bir takım düşünceler gelecek olursa, işte o zaman “Cenab-ı Hak benim rızkımı ezelde takdir etmiştir. Yiyeceki içeceki giyecek , bu üç husus ecel gibidir, hiç bir şekilde değişmez. Her gün insanın nasibi onu bulur. Düşünmek ve hırsla çalışmakla fazlalaşıp eksilmez. Bu hemen yorgunluktan ibarettir.”

Takdir-i Hüdâ kuvvet-i pazu ile dönmez

Bir şem’a ki Mevlâ yaka, bir vechile sönmez.

Binaenaleyh ezelde her ne takdir olundu ise muayyen vakit gelince hepsi zuhur etse gerektir. Dünya için gam keder etmek ahmaklıktır. Her iş olacağı gibi olur, demeli ve kendi zikriyle, fikriyle meşgul olmalıdır. Eğer yine kalbine: “Madem ki böyledir, yani madem ki Cenab-ı Hak her şeyi ezelde takdir eyledi, senin hal ve hareketin ne şekilde takdir olunduysa senden o şekilde zuhur edecektir. Öyle ise bütün işlerini Hakk’a bırak. Hiç bir şeye karışmayıp tam bir teslimiyet ile teslim ol. Boşuna niçin zahmet edeceksin? Eğer kaderin şakî ise said olmak imkansız. Said ise şakÎ olmak imkansızdır. Boş yere zahmet çekme. Hiç bir şeye karışma, işine gücüne gitme, doktorluğunu ve vazifeni yapma, rahat et” diye bir vesvese gelirse onu dahi: “Kul kulluğunda gerektir” diye cevaplandırmak lazımdır. Bu dünya imtihan alemidir.Cenab-ı Hak kullarının halini ve değerlerini kendilerine bildirmek için dünyada bütün emirlerini, men ettiği şeyleri kat’i delillerle haber verip rızasının nerede olduğunu bildirdi. Bu dünyanın imtihan ve geçit yeri olduğunu beyan edip: “Ey kullarım sizler rızamı elde etmeye çalışın. Rızıklarınızı ben azimüşşân veririm. Bu hususta bana mütevekkil olun. Ben sizin rızıklarınıza kefilim. Kul kulluğunda gerektir. Kula layık olan Efendisinin emrini yerine getirmek, rızasını gözetip icraya gayret etmektir. Efendisi dilerse azad, dilerse çırağ, dilerse tekdir ve azab eder. Kul Efendisinin yed-i kudretindedir. Kulun bu gibi şeyleri düşünmesi ahmaklığın ta kendisidir. Kula lazım olan Mevlâsının rızasıdır.

Sıfat-ı ^Râdiye: Bu sıfatta olanlar bilâ irade evvelki bahsimizde geçen altı nesneden muhabbetlerini tamamen kesmişlerdir. Onların eksik ve fazla olmasından zerre kadar gerek sevinç gerek keder gelmeyip her anda bir şe’n (oluş) üzere bulunurlar. Esteüzübillah '“külle yevmin Hüve fi şe’n'” ayeti kerimesi bunlara hal olmuştur. İşte bunlara maşrık ile mağrip arasını sana verdik, cümle alem senin hükmündedir, deseler, cümle mülkün anahtarlarını teslim etmiş olsalar kalplerinde zerre kadar sevinç belirmez. Hatta belki bizi meşgul edip huzurumuza mâni olur, diye kederlenirler. Ve hatta bunlar türlü ilahi nimetlerle müjdelenseler yine zerre kadar sevinç duymayıp “ilahi ente maksûdî ve rızâke matlûbi” Yarabbi maksadımız sensin ve talebimiz senin rızandır” derler. Eğer bu bahsettiklerimizin aksi de zuhur etse; “Allah verdi, O aldı. Mülk ve hüküm Allah’ındır, bizim zerre kadar nesnemiz, bir şeyimiz yoktur” derler. Kendi bedenlerine bir maraz isabet ettiğinde ona dahi razı ve teslim olurlar. Yani her ne kadar eziyet ve sıkıntı geldiği zaman onu gidermek için teşebbüste bulunsalar da, gönülden razı olup bu hali bir hikmete, bir sebebe hamlederler. Yani gerek hal, gerek söz ve gerek vicdânî olarak o marazın zahmetinin şiddetinden şikayet hatırına gelmeyip, iradelerini kullanmadan razı olurlar. Dost ve arkadaşları arasında her ne kadar hallerinden bahsetseler de yine gönüllerinden razı olarak hikaye yoluyla naklederler. Velhasıl bunlar, Hak’tan gelen her şeye bilâ irade teslim ve razı olurlar. İşte böyle Cenab-ı Hak’tan zuhur eden hadiselere razı olan zatların nefisleri sıfat-ı radiye ile sıfatlanmış demektir. Bu sıfat velilere mahsustur. Bu sıfatta olanlar dünya malını asla görmezler. Kulakları Hakk’ın rızasına aykırı sözleri işitmez. Cisme ait zevklerden koku duymazlar. Mesela saz alemlerinde, eğlence meclislerinde bulunsalar, o seslerden katiyen cismânî bir zavk almazlar. Bilakis onlarda işiten kulak ve gören göz sultânî ruhunki olduğundan, o mecliste ruhani zevk ve safâ ile dolarlar. Velhasıl bunlar neye bakarlarsa baksınlar, birlik gözü ile nazar edip, her işi Hak’tan görürler. Lakin bu haldir, söz ile olmaz. Yani taklid ederim, diyen esfel-i sâfilîne (yerin dibine) girer. Mamaafih, Sifat-ı radiyede olanlarda dahi kötü huylardan bazı kokucuklar bulunabilir. Bu zatlar yani bu sıfatta bulunanlar ahirete göç etseler de, sıfat-ı mutmainnedekiler gibi hesapsız değillerdir. Yalnız cehennem azabından emin olmuş olurlar.

Sıfat-ı radiyeden merdiyeye geçmenin ilacı şudur: “Kendini bütün mahlukattan, mevcudattan, yaradılmışlardan alçak ve küçük görmek için büyük bir gayret sarfetmek lazımdır. Aynı zamanda her nefes Allah’ın huzurunda bulunup, daima kendi haline dikkat olunmalıdır. Eğer kendinde kötü huyların en başı olan varlık kokusu baş gösterirse, yani bir kimsede kötü huylar ve çirkinlikler gördüğünde kendi haline dikkat eyleyerek kendini o kimseden yüksek görürse, derhal tecelliyi düşünüp o kimsede gördüğü kötü şeyi bir hikmete yorup, kendi halini dahi Allah’ın ihsanı bilip “Eğer Cenab-ı Hakk’ın ihsan-ı ilahisi olmayaydı bizim halimiz bundan daha beter olurdu. Bizim ile bu kimsenin arasında zerre kadar fark yoktur. O her ne ise biz de oyuz. Cümle bir nesneden ibarettir. Eğer bizim üzerimizdeki ilahi ihsân olmayaydı biz bu adamdan alçak olurduk. Elaman Ya Rab, elaman” deyip, kendinde zuhur eden varlığı ihsân deryasına atıp mahveylemelidir. Velhasıl vücud ikliminde varlık gibi büyük illet yoktur. Bütün kötü işlerin anası şarab içmek olduğu gibi, bütün kötü ahlakın anası dahi varlıktır. İşte bunlar bahsedildiği gibi hareket ederlerse, neye baksalar hiç bir şeyi kendilerinden alçak görmezler ve bu görüş, irade kullanıp kendilerini zorlamadan onlara hal olur. Kendini cümle eşyadan alçak ve hakir görür ve müflis-i fiemanallah, yanivarlğı Hakk’ın varlığında yok etmiş, bütün varı mahvolmuş, elinde amandan gayrı nesne kalmamış plarak her nefeste Allah’ın huzurunda şiddetli bir korku ve sevgi ile elaman çağırırlar.

Emmarede hiç korku yoktur.

Levvamede olan korku takliddir. Sebat yoktur. İşlediği hatalara nâdim ve pişman olup tövbe ve istiğfar eder. Bazan da Allah’ın rahmet sıfatı ile emin olur. Bu korku sahibine asla fayda vermez.

Mutmainnedeki korku havf-ı anasır yani maddeye dayanan korkudur ki cehennem azabından, cennet arzusundan doğar. Cenab-ı Hak bundan razı değildir. Ancak sahibini cehennem ateşinden kurtarmaya sebep olur.

Mutmainnedeki korku evvelkilere göre makbuldür. Zira bunlarda cennet arzusu ve cehennem korkusu yoktur. Ancak muhasebe, yani kendini hesaba çekme korkusu vardır. Bu da her ne kadar makbul ise de yine Cenab-ı Hakk’ın rızasına uygun değildir.

Radiye makamındaki korku dahi rızaya muvafık değildir.

Mardiyedeki korku rızaya uygundur. Zira onlardaki korku maddeye ait ve mahcubiyetten gelen bir korku olmayıp ancak sebepsiz olarak Allah içindir. Binaenaleyh bir kimseye de mardiye sıfatı ile sıfatlanmak farzdır. Zira cümlenin buna kabiliyeti ve istidadı vardır. Elde edememesi ancak kendi budalalığındandır. Binaenaleyh özür ve bahane para etmez. Hemen fırsat elde iken çalışmalı. Zira son pişmanlık fayda vermez. Kula lazım olan Efendisinin rızasında bulunmaktır. Yoksa Efendisinin ihsanına göz dikip, ha bugün verecek, ha yarın verecek diye gözlemek er kişinin kârı değildir.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar