M. Said Hatiboğlu İle M. Tayyib Okiç’in İlmi Kişiliği ve Tesirleri Üzerine
Doç. Dr. İbrahim HATİBOĞLU
İbrahim
Hatiboğlu: Muhterem Hocam,' Türkiye’de İlahiyat Fakültelerinin kurumsal anlamda
şekillenmesinde önemli katkıları bulunan Merhum M. Tayyib Okiç hocamıza dair
TDV İslâm Ansiklopedisi’ne yazdığım madde dolayısıyla karşılaştığım meselelerle
ilgili sormak istediğim bazı hususlar var. Ancak ben önce sizin hocamızla ilk
tanışmanız, hocamızın Türkiye'ye gelişi ve İstanbul, Ankara, Konya, Erzurum
macerası, sizin kendisinden neler öğrendiğiniz ve hocanın akademik hayatınıza
etkileri gibi bazı konularda bilgi edinmekle başlamak istiyorum.[1]
M. Said
Hatiboğlu: Ben 1954’te fakülteye başladım. O sırada hoca fakültede hocalarımız
arasındaydı, işittik bir Tayyib hoca varmış. Çünkü bir ve ikinci sınıfta yoktu
dersi, üç ve dörtte vardı hocanın. Ben ikinci sınıftayken hocanın hadis
derslerine gitmeye başladım. Hoca tabi dışardan gelenleri, kendi talebesi
olmayanları tanıyor. Bir de üstelik kalkıp da kendi sınıfındakiler yazmazken
tahtaya yazarsan hadisleri. Dikkatini çekmişiz biz. Bize iltifatta bulunmaya
başladı, nerelisin oğlum, nerden geldin, şudur budur gibi... Biz tabi, müthiş
hürmet ediyoruz hocaya. Çünkü hoca namazında abdestinde bir adam. Ötekilerde
görmüyoruz bakın onları. Yok, onlarda çünkü. Sadece Neşet Çağatay doçent iken
Cuma namazlarına gelirdi bizimle. Daha sonra onu da belki boşladı, bilmiyorum.
O Ispartalıdır, bir onu tanıyoruz. Onun dışında, profesörlerin dışında Kemal
Edip Kürkçüoğlu vardı. Allah rahmet eylesin, o beş vaktini kılardı, allâme bir
adamdı bakın. Onu profesör yapmadılar. Dinî metinler dersi hocamız olmuştu.
Bize tasavvuf dersleri verirdi. Öğretim görevli- siydi. Kendi el yazısıyla
yazdığı bir defteri vardı Tasavvuf Tarihi diye. Emaneten almıştım, kopya
edip verecektim, keşke vermeseydim diyorum» şimdi. Kim bilir nerelere gitti. O
da beni çok severdi meselâ.
Yani bakın İbrahim,
kalpten kalbe yol vardır. Ben seni niye seviyorum meselâ. Bu kalpten kalbe yol
var gerçeği müthiş bir şeydir. [Tayyib] Hocaya da biz böyle bağlandık, çok
sevdik. Müslüman adam. Sonra dışarıdan gelmiş. Çünkü biz, koca Osmanlı
Devleti’nin 600 yılıyla övünüyoruz ya hani. Bir tane hadis, tefsir profesörü
çıkmamış, Yok, profesör yok elimizde. Gerçi o dersi okutacak adamlar var
medreseden kalmış. Meselâ, Haşan Hüsnü Erdem Hoca bizim tefsire gelirdi.
Diyanet’in müşâvere heyetindendi. Ama derslerini, ben pek az tutardım. Yapılan
ders ne bakın! Talebenin seviyesi yüksek olmayınca ne yapıyor hoca, Arapça
dersi yapıyor. Celâleyn'i açıyoruz. Oradan bir-iki satır kendisi okuyor,
bize de anlatıyor, tefsir dersi bu. Böyle tefsir dersi olmaz bence! Onun için
bizim İsmail ağabey ile Talât ağabey Tunus’a gittiler. Bir asistan ben kaldım.
Tayyib Hoca Dogmatik
Bilimler Kürsüsü’ne getirilmiş, önce tefsir, hadis bilim dallan yoktu
fakültede. Dogmatik Bilimler diye bir kürsü açmışlar. Oraya hoca yapmışlar
Tayyib Hocayı. Onun için, bütün İslâmî dersleri okutuyor hoca. Sonradan ayrıldı
tefsir, hadis diye. Hoca kendisi hadis derslerine girdi. Tefsire de Haşan Hüsnü
Erdem geldi Diyanet’ten. Siz onu görmediniz tabi. Küçücük boylu olduğu için,
İbni Mes’ûd derdik biz ona. Allah rahmet eylesin. Onun oğlu Sadık Erdem vardı.
Demokrat Parti’nin Antalya milletvekiliydi. Ölüme mahkûm oldu Yassıada mahkemelerinde.
Sonra cezasını müebbede çevirdiler. İnsanın gözleri yaşarıyor;
nişanlıydı o sırada. Celal Bayar falan, onları hep Kayseri cezaevinde
topladılar. Oradan nişan yüzüğünü göndermiş, benim artık buradan çıkmaya ümidim
yok diye. Kadın bekledi ya! Beş-on sene sonra af çıktı, o zaman evlendiler.
Haşan Hüsnü Erdem’in evi
Kurtuluş’ta bizim fakülteye yakındı. Bir iki raftık kitabı vardı. Giderdik
ziyaret ederdik, ellerini öperdik. Biz hocalar, öğrenciler falan. Allah rahmet
eylesin. İşte onun dersi öyleydi. Diyelim ki Tayyib Hoca’nın dersi pek mi
farklıydı? Tayyib Hoca, gerçi böyle yazdırmayla ders verirdi ama ara sıra
konuşurdu. Yani o hadislerin tefsirini yapardı kendisi.
İbrahim: Muhterem hocam,
sizin Tayyib Beyle nasıl bir iletişiminiz vardı, ne kadar sık görüşürdünüz
kendisiyle?
M. Said: Allah kendisine
ganî ganî rahmet eylesin, benim de çok kusurum oldu ona karşı. Siz onu
yapmayın! Rahatsız etmemek için çok nadir giderdim hocaya, darılmış bana. Şu
iki adım yerde gelmiyor bana diye. Emin olun onu rahatsız etmemek için ne
birşey sorardım, ne ailesini sordum ne bir şey yaptım. Kendisi yazdı da
hayatını çok şükür, onu ben daktilo ettim. Hatta bir beyit vardı Arapça onu
bile bana yazdırdı. Sağ olsun bana çok şeyi vardı; annesinin mezar taşı
yapılacaktı. Oğlum sen yaz dedi bana. Hocam etme benim yazım iyi değil dedim,
yok dedi sen yaz. Kendisi metnini verdi bana, ben böyle iri kıyım rika tarzı
bir kitabe yazdım. Onu göndermiş orda hakkettirmiş taşa, fotoğrafını
getirdiler, şimdi daha iyisini yazarım ama o zaman öyle yazmışım.
Bünyamin
Erııl: Hoca, mücessem miydi, bizim İsmail Hakkı Bey gibi hocam?
M. Said: Yok,
yok. Bizden biraz kısaydı, ama göbekliydi, maşallah.
Bünyamin:
Hiç evlenmeyi düşünmedi mi hocam?
M. Said: Çok evermek istemişler fakat bizden geçti oğlum derdi.
Fakat keşke evlenseydi ilk geldiği zaman. Çünkü hoca bekârlık yüzünden çok
vakit kaybetti. Çamaşır işi kendisine ait, evin temizliği kendisine ait, yemek
işi kendisine ait. Bir de bunlara inzimâmen hangi mezun talebesi hocam benim
maarifteki şu işimi görüver diye yazsa, hocanın bütün günü oralarda bu tür
şeylerle geçerdi. Talebelerini böyle seven bir adamdı.
Bünyamin: Tayyib Hoca’nın önceden hadis birikimi var mıydı yoksa
mecbur kaldığı için, bu derslere hazırlanarak nıı giriyordu?
M. Said: Şimdi Paris’te doktora yapıyorken bütün İslâmi ilimleri
orda görmüşler. Meselâ, adı neydi, adı meşhur, hatta resmi vardı bende,
sakallı, meşhur Buhârî’yi Fransızcaya tercüme eden [I-1V, Paris 1928] adam;
VVilliam Marçais; hocam derdi ona. Bu adam Tayyib Hoca’nın hocası olmuş idi
Paris’te, [kütüphanesine işaret ederek (İ.H.)] Şu kitap da onun yayımladığı
Buhârî’nin Fransızca tercümesi. Dört cilt olan.
İbrahim: Muhterem Hocam, sizde, Hamîdullah hocamızın bu eserle
ilgili yaptığı çalışma da var mı?
M. Said: Var, o çalışma [Marçais’in] tercümesinin açıklaması gibi.
[Tekrar kütüphanesinden aldığı kitabı göstererek (l.H.)]Şu kitabı bana
Hamîdullah kendisi hediye etmişti. Bu da kendi eliyle yazdığı yazı. 1401’de
göndermiş. Bu kitapta bir de benden bahsetmiş, Buhârî nüshası dolayısıyla.
Bünyamin:
Hocam, uygun görürseniz, o nüshayı biz de görebilir miyiz?
M. Said: Görelim, görelim. Burada işte. Hamîdullah Hoca Şubat
tatilinden sonra Türkiye’ye gelirdi de İstanbul'da İslâm Tetkikleri Enstitüsü
vardı, orda dersler yapardı. Salih Tuğ onun asistanlığını yapardı. Sonradan
bizim fakülteye de gelip giderdi. Daha sonra Erzurum’a gitmeye başladı.
Erzurum’a gittiği bir sene bana haber verdiler. [Hamîdullah] hoca geliyor diye.
Sanıyorum Salih haber verdi. Ben Esenboğa Hava Meydanı’na gittim. Hocayı aldım,
bizim eve götürdüm. Sıhhiye’de oturuyoruz. Bizim hanım bir tepsi yemek getirdi.
Hocayı ben bir süt içer, bir iki lokma bir şey yer, tamam, sanırdım. Hâlbuki o
tepside- kilerin hepsini yedi hoca. Hayatımda ilk defa gördüm. Sonradan kafam
dank etti ki, bu muhterem adam, hani, hanıma ayıp olmasın diye, hani beğenmedi
yemeği demesin diye işkence çekme pahasına yedi onları belki de dedim. O sırada
benim kitapların arasında History of Muhammadanism diye bir kitap vardı.
Charles S. Mills adlı İngiliz bir âlim yazmış. Frasızca’ya L'Histoire de
Muhaınmedanisnı diye tercüme etmişler. İkinci baskısı bendeki. Bu kitap,
sizin ISAM’da da yok. Türkiye’de sadece Tarih Kurumu
Kütüphanesi’nde çıktı bir tane. Bunu eline verdim Hamîdullah Hoca’mn. Hocam bu
zatı tanıyor musunuz dedim. Daha ilk defa görüyorum dedi. Bu kitabı ilk defa
görüyormuş, şaşırdım. Yahu dedim, allâme bir adam İslâm dünyasında Batı’nın
Resûlullah hakkında yazdığı kitapları en iyi bilen adam olmasına rağmen ilk
defa görüyor bunu. Demek ki dedim daha görmemiz gereken neler neler var. Hatta
buraya geldiğinde, geçenlerde Fuat Sezgin Hoca’ya da bu kitabı gösterdim.
Tanıyor musun diye, o da tanımıyorum dedi.
İbrahim: Hamîdullah hocamızın söz konusu kitabı ilk defa görmesini
nasıl değerlendiriyorsunuz hocam, sizce bu ne anlama geliyor?
M. Said: İşte oradan ben bir ders çıkarttım. Yahu dedim İbrahim,
daha bilmediğimiz neler var Batı dünyasından. Mustafa Fayda’ya da bir gün sen
tanıyor musun bu kitabı dedim, yok dedi. Bana ver, tetkik ettireyim dedi. Niye
verecekmişim ki dedim. Sokak sokak gezdim ben Paris’te onunla. Neler çektim
onları alacağım diye. Bul dedim Türkiye’de, fotokopisini çektir, götür fakültene.
Tarih Kurumu’nda bulmuş, birisine verdim dedi, tetkik ediyorlar hocam dedi. O
sırada bir de Buhârî’yi gösterdim Hamîdullah Hoca’ya. Bizim kayınpeder
rahmetli antika meraklısı olan gayet mütedeyyin bir adamdı. Bu Maltepe
camisinin minaresinde kitabe var yaptıranların başkanı Haşan Baldudak diye
yazar. Bizim kayınpeder o. Ben kendisiyle görüşmeye nail olamadım. O, bu yazma
nüshayı antikacıdan almış, bu tabi şimdilik emaneten bende. O kitabı
hocaya gösterdim, hayran oldu. İçinde, bu Selçuklu devri hattı diye yazıyor.
Bünyamin:
Cildi filan orijinal mi hocam?
M. Said: Şurası hariç [cildin bir yerini göstererek (İ.H.)] gerisi
orijinal. Şu güzelliğe bak ya! İçinde böyle bir yazı vardı Selçuklulara ait
diye. Şu imza kimindir bilmiyorum. Belki Şerafettin Yaltkaya veya başkasının,
bilmiyorum. Selçuklu devrinde yazılan Buhârî-i Şerif Selçuklu yazısı, diyor.
1958 de atmış imzasını. Şimdi ben bunu kontrol ettiğimde gördüm ki, maalesef
bunu bir ciltciye vermişler, ciltlemiş adam ve formaları karıştırmış. İkinci
forma en sonlardaydı meselâ. Çok karışmış. Ben on-onbeş gün uğraştım. Şurada
bir kâğıt olacaktı, elimizdeki metinlerden hareketle, neyin nereye gelmesi
gerektiğini buralardan çıkarttım. Hepsini -ki benden başka kimse yapmaz bunu-
söktüm tekrar onların yaptığı cildi yeniden yerlerine koydum cüzleri ve tekrar
diktim. Bu da orijinal ebrudur. Bozulan ebrularını ve tezhîblerini göstereyim
mi bir tezhîbçiye dedim, Uğur Derman’a, yok dedi, dokundurma dedi.
Şimdi Hamîdullah Hoca bu nüshayı gördü, hayran oldu. Burada ondan
bahsediyor ve bana havale etmiş bunun hakkında bilgi vermeyi. Buhârî’nin yazma
nüshaları diyor, şimdi dünyanın dört köşesinde Sahîh'in binlerce nüshası
var, maalesef müellifin el yazısı bize ulaşmış değildir diyor. İlk zamanların
kopyaları da yok elimizde diyor. Bunun tek sebebi şudur diyor talebeler tarafından
her yerde her zaman çalışıldığı için nüshaları çoğalmış. İlk nüshaları muhafaza
etmeye lüzum görmemişler. Bize kadar gelen en eski nüshalar, diyor, bizim
kanaatimize göre ikidir. Birisi tam, birisi nâkıs. Sahîh'in güzel tam
bir nüshasını 1978’de (1398) M. Said Hatiboğlu’nun koleksiyonunda gördüm diyor.
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi hocası, onun şahsî kütüphanesinde var,
diyor. O nüshadan bahsetmeyi kendisine bırakıyorum diyor. Demek ki 1978’de
hocayı karşılamıştım, 28 sene mi olmuş, hâlâ tamamıyla şey yapamadım
maalesef,. Ama oraya baktığım zaman bunu kontrol ediyorum.
İbrahim:
Sayın Hocam, müsaade ederseniz, tekrar Tayyib Bey konusuna dönebilir iniyiz?
Daha önce ilk tanışıklığınızdan söz etmiştiniz ama ben yine de sormak
istiyorum. Nasıl bir iletişiminiz oldu başlangıçta; asistan olarak fakülteye
alınmanızda onun bir etkisi oldu mu?
M. Said: Ben
hocanın ilk zamanlarını bilmiyorum. Fakülteye 1954’te girdim. 55-56 yıllarında
kendi sınıfımdaki dersleri bırakır, hocanın derslerine giderdim. Hatta hocanın
klâsikleşmiş bir ders veriş usulü vardı. Elinde sahih hadisler ve mevzû
hadislere dair kendi hazırladığı birer külliyâtı vardı. Talebelerden birisini
kaldırır, hadisi okur, tahtaya yazdırırdı. Tabi, gelen talebeler doğru dürüst
yazamıyorlar, biz misâfireten geldiğimiz halde ben yazardım. Yani o kadar
seviyemiz düşüktü İbrahim. Yaaa!
İbrahim:
Şimdiki hâli iyi ki görmüyorsunuz hocam, o seviyeye tekrar döndük. Gerçi o
seviyeyi bilmiyoruz ama biz de bugün sıfırdan başlıyoruz gelen öğrencilerle
neredeyse.
M. Said: Biz
de, bizim sınıfta on yedi kişiydik fakültede. İlk sene, çok kalabalıkmış,
bütün fakültelerden kaydını alan, fakültesini değiştirmeye karar veren gelmiş.
O ilk devreye ben yetişemedim, ilk senenin sonlarına, ikincisme yetiştim. Ondan
sonra azalmaya başladı sınıfların mevcudu. Bizden evvelki sınıf on bir kişiydi,
bizden sonrakiler biraz daha fazlalaşmaya başladılar. Hep birbirimizi kardeş
gibi severdik. Meselâ Yusuf Ziya Yörükân’ın kızı Beyhan benim sınıf arkadaşımdı.
Profesör, tanıdınız mı bilmiyorum. Onun Müslümanlık diye bir kitabı
vardı ya hani. Diyanette müşavere heyetindeydi Yusuf Ziya. Onun kızıydı Beyhan.
Şimdi Haluk Karamağaralı’nın hanımı. Sanat tarihçisi, şimdi hasta, gidemedik
ziyaretine. Müsait değillermiş çünkü.
Yine sorunuza
dönecek olursam, ileri sınıflardaki derslerini takip etmekle başladım Tayyib
Hocayı sevmeye. Kendisine çok hürmetimiz oldu ve gittikçe benim hadise çok
ilgim olduğumu görünce, beni son senede asistan almaya niyetlenmiş. Benim,
böyle bir niyetim yoktu. Fakat asistanlık kadrosu yok. Annemarie Schimmel
Hanım var ya. O bizim hem dinler tarihi hocamızdı hem de Suud Kemal (Yetkin]
Bey gittikten sonra sanat tarihi dersimize girdi. Beni de çok severdi. Yani bir
insan bir şeyle samimi olarak ilgilenirse, ona değer veriyorlar hocalar. Bizi
de görüyorlar samimiyet var bu çocukta diye. Ben bunun çok faydasını gördüm,
çok şükür gösteriş falanla alâkam yoktur hiç.
Cenâbı Hak
bana her türlü muâvenetini nasip eyledi. Hatta ben son senede mide kanaması
geçirdim de imtihanların yarısında hastaneye yattım, öteki girdiğim bütün
dersler heba oldu. Onlar yazılmıyordu bizde. Geçtiğin derslere de bir daha
giriyorsun güz döneminde. Güz döneminde zayıflamışım, hafıza yerinde değil.
Schimmel Hanım imtihanında bana Suriye’de bir sarayı sordu. Hocam ben bunu
biliyorum dedim, ama aklıma gelmiyor, dedim. “Mehmed" dedi, Schimmel Hanım
“Kış ne demek Arapça?" Müşattâ Sarayı dedim hemen. Hatırladım. Kadın
nerden hatırlatıyor bize, hâlbuki Müşattâ’nın -Suud Kemal Yetkin’in sanat
tarihi kitabı var- ismi bile acayip yazılmıştı. Garplılardan almış öyle yazmış.
Bilmiyor ki aslını, ne olduğunu. Kendisi Şeyh Saffet Efendi’nin oğlu yani, Suud
Kemal Yetkin. Allah rahmet eylesin hepsi bizim hocalarımız hepsini yakînen tanıdık.
Schimmel Hanıma müracaat etmiş Tayyib Hoca. Senin kürsünde, dinler tarihi
kürsüsünde bir kadro var. Onu Mehmed’e ver demiş. O da hemen demiş, derhal.
Schimmel Hanım verdi bana kadroyu. O sayede ben girebildim.
Allah
taksiratını affetsin, iyi hanımdı yani. Çok lisan bilirdi yaa. Nasıl öğrendiler
hayret bir şeydir. Sanskritçe metni bize açtı okuyordu. Ama hocalığı yoktu
meselâ. Yani ders takriri diye hani bir sanat vardır, bu onda yoktu. Gözünü
kapar, devamlı konuşurdu. Ben de bir gün geç yatmışım, gözümü açamıyorum
uykudan, önde oturuyorum, yani o kadar sıkıntılara girdim ki beni uyur halde
görüverir diye.
Şimdi Tayyib
Hoca, bizi kararlaştırmış, benim Zeki Öznur diye bir halazâ- dem vardı -hani
oğlu Fatih Öznur, sizin İstanbul îlâhiyat’tan mezun. Şimdi Diyanet’te. Bu TRT
işleriyle falan uğraşıyor-, Burdur’a davet etmiş hocayı. Ya ben üzerine
düşemedim, hani yapsın etsin diye. Rüşvet mi vereceğiz dedim, benim haberim
yok. Hoca geliyor dedi bana. Ayıp değil mi? İnsan bir söyler, dedim. Neyse
onlarda iki gün kaldı. İki gün de biz de yattı hoca. Burdur'u gezdi Tayyib
Hoca. Mezun olduğumuz sene geldi. 1958 yılında. Babamın kitaplarını gördü.
Bunlara falan baktı çok büyük âlimmiş dedi. Allah rahmet eylesin. Şimdi,
Burdur’u gezdireceğim ben kendisine. Hocayı nasıl gezdireyim, yorulur, mülahham
adam. Gel hocam dedim. Ulu Cami’nin minaresine çıkalım dedim.
Hoca rahmetliyi minareye çıkardım. Şerefeden, bak dedim, Burdur burası işte.
Gezmeye lüzum yok hocam, dedim. Sonra eski bir talebesi vardı, hâriciyeye
intisap etmişti. O Söke’dc mi bir yerdeydi, o
davet etmiş. Hocayı trenle oraya gönderdim. O sene yazın geldiydi bize. Meğer
hoca, alacağı asistanların bir aile efradını tanımak istermiş. Kimdir bu adam.
Bir ilim geleneği var mı, temiz mi ailesi. Ondan sonra Schimmel Hanımdan
kadroyu istemiş, benim asistan olacağımı bilen talebelerin hiçbirisi girmedi
imtihana. Sadece ben girdim, tabi kazandırdılar bizi.
İbrahim:
Sevgili Hocam, bir de İslâm Tetkikleri Enstitüsü gibi kurumlar, Tayyib Hoca, Tanci Hoca bu
tür ilk nesil hocalarımız, Türkiye'de bu şarkiyatçı düşüncenin tanınmasında ve
bu konuyla ilgilenilmesinde, özellikle İslâm Tetkikleri Enstitüsü ile birlikte
önemli bir katkı sağladılar. Hoca’nm şarkiyatçılıkla ilgilenmesinde acaba şu
durumun etkisi var mıdır? Malum Avıısturya- Macaristan İmparatorluğu'nun
Bosna'yı işgal etmesi hocanın tam gençlik yıllarında oldu. Bu ilgi onlara bir
tepki olarak başlamış olabilir mi?
M. Said: Hocanın babası şeyhülislâm muâvini. Kendisini, Paris’e
doktora yapmaya göndermiş. Tabi hoca William Marçais gibi şahıslarla okumuş.
Hadis okumuş. Fıkıh okumuş, ne okuyabiliyorlarsa okumuşlar. Edebiyat, Arap
edebiyatı okuyorlar falan meselâ. Henri Laoust doktora arkadaşı Tayyib hocanın.
Ben 65’te Paris’e ilk defa gidiyorken bana mektup yazdı Tayyib Hoca, doktora
arkadaşı Henri Laoust’a verilmek üzere. Ben gittim, tanıştım. Le College de
France’da hocaydı, görmemişsinizdir kendisini. Mülahham, böyle Tayyib Hoca
gibi, çaplı bir adamdı, 25-30 sene kalmış Suriye’de, şurada burada. Çok hüsnü
kabul gösterdi. Hocayı severdi. Tayyib nasıl falan diye sordu. Diğer bir
arkadaşı da George Vajda idi Tayyib Hoca’nın. Gotthard Jaschke de onun
fakültede bulunduğu sıralarda yazıştığı bir kimse idi. Bu Jaschke hocadan yedi
sene sonra 1984’te öldü. Bu adam Türkiye’de dinî tedrisâtın ve dinî cereyanların
en iyi bileniydi Almanya’da. Her şeyi biliyordu adam ve hocadan hep vesika
isterdi. Şurada şu imam hatip okulu açılmış kaç erkek öğrencisi, kaç kız
öğrencisi var meselâ, soruyor hocaya. Hoca ona cevap yetiştiriyor sürekli. En
son mektubu da hocanın vefatından sonra geldi evine. Ben kendisine Fransızca
bir mektupla cevap yazdım. Tayyib Hoca’yı maalesef kaybettik, bundan sonra bir
hizmetim geçecekse bana yazabilirsiniz dedim.
İbrahim: Hocam, ilk ikisi Fransız diğeri Alman
oryantalistlerinden, meşhur kişiler değil mi?
M. Said: Evet, öyle. Vajda Yahudi, hani hadiste meşhur Yahudiler
Müslü- manlar falan diye bir makalesi var ya, ben onu kendisinden istedim.
Yahudi Araştırmaları Merkezi diye bir yer vardı, oraya George Vajda’ya gittim. Şerefü
ashâbi'l hadis’ten bir tane verdim. İlk defa o söyledi bana. Bunun bir ofsetini
bastıklarını gördüm ben dedi. Hemen basmışlar o sene daha. 74’deki gidişimde
vermiştim kendisine, yani George Vajda’ya. İşte kendisinden onu istedim onu,
bende yok dedi. Ben sana göndereyim dedi. Hakikaten de gönderdi ’ma’a Tayyib’
falan Arapça yazmış. Bendeki nüshası Vajda’nındır ha. Fotokopisi. Onu ben
Türkçeye çevirdim. Bizim çocuklara verdim, Kitabiyât’ta var. Aldılar eğer
faydalıysa onları bastırın heba olmasın. Sonra Goldziher’in makaleler külliyatı
çıkmıştı 6 cilt. Bir hüsn-i tesadüf dedi, birisi ısmarlamıştı dedi. Hatta
tenzilatlı alıvermiştik, almaktan vazgeçti, istiyorsan sana göndereyim dedi
Vajda bana. Hemen gönder dedim, bendeki nüshalar odur işte. Parasını ödedim,
onları bana gönderdi. Tayyib Hoca’nm arkadaşlarından birisi o idi.
İbrahim: Hocam, şarkiyatçılarla ilgili konulara eğilmenizde,
benzeri tetkiklere başlamanızda Tayyib Hoca'nıızm bir etkisi var mıydı?
M. Said: Tabi vardı. O bize
dedi ki: “Oğlum, bu adam İslâmiyet tetkiklerinde, şeyh adamlardan sayılır”
dedi Goldziher için. Ama dedi, gayr-i Müslim, ne de olsa Yahudi, tamamıyla
güvenmeyeceksiniz. Ama onların yaptıkları incelemeleri bileceksiniz
dedi. Bunları bilmek şart dedi. O yönlendirdi. Ben, Fransızcasını
getirttirdim. Benim Fransızcasından tercüme ettiğim buydu. İkinci cildinin
Fransızcası buydu.
İbrahim:
Sevgili Hocanı, bunlar da bildiğim kadarıyla, takım hâlinde değil de, özellikle
ikinci cildi tercüme ediliyor.
M. Said:
Evet, evet, birinci cildi yok meselâ Fransızca olarak. Tayyib Hoca Batı’da
hadisle ilgili olarak en başta gelen kitap budur, dedi. Ben de bunu tercüme
ettim. Bütün Arapça kaynaklarını gördüm, görmeye çalıştım daha doğrusu. Bakın,
her tarafını karalamışımdır. Böyle bir adamın
lisanını çözmek kolay bir iş değil, bizim gibi Anadolu'dan gelmiş bir adam
için. Ne Galatasaray’da okuduk ne bir şey. Sonra ikinci gidişimde bunu
Türkiye’de tercüme ettim. cl-Akîde ve Şcri'a’nın orijinal Fransızcası da
şudur: Le dognıe et la loi de l'Islam. Ahmet Halit Yaşaroğlu'nun kardeşi
Macit Yaşaroğlu’nun kitaplarını ben satın aldım da, oradan ikinci bir nüsha
daha geldi Fransızca. Ben bu kitap için orda sekiz ay kapandun Paris’te.
Sonrada yayınlanmadı duruyor işte. Bunları muhakkak ortaya çıkarmak lâzım. Esas
şu makaleleri de müthiş.
İbrahim:
Sayın Hocam, altı cilt olarak tam nüshası İSAM'da var onların, Goldziher
üzerine çalıştığını sıralarda tetkik etme imkânı bulmuştum ben de. Golzihcr’in
makalelerini büyük ölçüde derlemeye çalışmışlar burada.
M. Said:
Evet, işte, Goldziher’in çalışmalarını ihtiva eden bu nüshayı George Vajda
temin etti bana. Allah razı olsun diyebilir miyiz adamlara bilmem ki. Çünkü
bazı yerlerinde adam Arapçayı İbrânî harfleriyle yazmış metinde. Onu çözmek
için İbranice gramer aldım. Arapçaya çevirdim İbranice metinleri. Bitip tükenecek değillerdi.
İbrahim:
Sayın Hocanı, yine sözü Tayyib Hocaya getireceğim müsaadenizle. Kendisinin
doktor unvanı var tnı resmî olarak? Doktora tezi hakkında bilginiz var nıı?
M. Said: Hoca
resmen doktorasını yapmış, 10 Temmuz 1931 tarihinde de Paris’te savunmuş (Paris
Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi). Tam basım sırasına gelince babasının ağır
hasta olduğunu haber vermişler, derhal dön demişler. Dönmek zorunda kalmış
hoca. Bize anlattığı şey o. Fransız kanunlarına göre bir kimsenin doktora tezi
basılmadığı takdirde o unvanı kullanamazmış onların şartı (emprimatör). Hoca
bastıramamış orda tezini. Dönmüş, gelmiş bir daha da gitmemiş. O yüzden doktor
unvanını kullanmazdı. Bir tek yerde gördüm hocanın bizzat
kendisine doktor dediğini. Ama şimdi hatırlamıyorum. Tezinin kayıtları
numaralarıyla birlikte hazır, kendisi yazdı onları. Hani vardı ya kendi
hayatını yazdığı, orda var. Lisansı, dil doktoru, numarası şudur bu- dur. Biz
onu araştırdık. Bir elde edelim de, basalım diye bizim çocuklar İslâmiyât'tan.
Paris’te tetkik ettirdiler. Maalesef ikinci dünya harbi sırasında bombalanmış
kütüphaneler, bunlar harap olmuş, bir daha da bulamadılar. Kendi orijinal
nüshasını da Kahire’de Emin Hancı mı ne vardı. O, hocadan istemiş, basmak
üzere. Ne fotokopi makinesi var ne bir şey. Hoca da orijinalini yollamış. Yok,
kaybolmuş. Hocada da yok.
İbrahim:
Doktora konusu neydi hocam, hatırlıyor musunuz?
M. Said: Haşan
Kâfi de Bosnie, sa vie et ses oeııvres, avec la traduetion de son ouvrage
Nizâmu'l-Uleınâ adlı bir çalışma idi doktora tezi. Profesörlüğünü ise
fakülteye intisap ettiği zaman Ankara Üniversitesi verdi kendisine. Paris’ten
doktora diploması aldığı için. Çünkü o devirde üniversite hocaları hep böyle
unvan verilerek kazanılmış. Bizim hocaların hiçbiri meselâ, Suud Kemal Yet-
kin’e doktor demezler. Çünkü doktorası yok. Ordinaryüs profesör ama Hilmi Ziya
Ülken’in doktorası yoktu o zaman. Bunlar hep liselere hoca yetişsin diye
Fransa’ya gönderilen adamlar. Oralarda okumuşlar, yüksek tahsil yapmışlar,
gelmişler. Gelince ne olmuş, yahu demişler, liselerde bunlara yazık, bari üniversitelere
verelim. Fakülteler yeni açılıyor. Onlara birer unvan vererek kimine doçent
demişler kimine profesör, böyle kazanmışlar. Dediğim gibi meselâ Şerafettin
Yaltkaya nerden ordinaryüs profesör oluyor Allah aşkına. İstanbul
medreselerinden mezun bir adam. Ama Arapçası sağlammış, üniversiteye almışlar
ilahiyat fakültesi açılınca hoca lâzım, hoca diye onları almışlar.
İbrahim:
Hocam, Tayyib Bey’in, sonradan da yayımlanan hadis, tefsir notları. O tür
şeyleri gördünüz mü değerlendirdiniz mi? Kendisinin birikimini bu notlar ne
kadar yansıtıyor?
M. Said:
Önceden de söz ettiğim gibi, hocanın kendi el yazısıyla hazırladığı Sahih
Hadisler diye bir külliyat vardı, bir de Mevzu Hadisler diye kendi
el notları vardı. Derslerde onları verirdi. Onları temel ahr, onları
anlatırdı hoca. Her derste bir-iki tane hadis yazdırır onun izahını yapardı ve
giderdi. Onun için meselâ bizim Mehmet Aydın, hocanın üslûbunu hiç sevmezdi
neredeyse. Ben hocadan bir şey öğrenmedim derdi. Gerçekten de klâsik manada bir
dosya değil onlar. Ne uğraşacak vakti var, ne şeyi var. Meselâ Türk
Tarih Kurumu’nda bir tarih kongresi vardı. Orda hoca
da bir tebliğ sundu. Sahaflarda eski bir fetva bulmuş. Onu orada okudu. Şimdi
meşhur tarihçi var ya Halil İnalcık. Kalktı, bunu hiç tetkik ettin mi
orijinallerinden arşivlerden dedi. Tayyib
Hoca hayır dedi. Orada mahcup oldu. Hocanın vakti yok ki, ne zaman gidecek.
İstanbul’da yaptığı çalışmalar da bitmiş. İstanbul’daki kütüphanelere gidemezdi,
çok nadir giderdi. Meselâ o kitabı hazırlıyorken daha ziyade bizleri şey
yapardı, oğlum şu zatın şu râvinin terceme-i hâlini Tâcu'l-arûs’tan bak
gel derdi. Ben Tâcui-arûs lügat yahu nerden bulunsun bu adamın tercemesi
diye düşünürken meğer varmış. Hoca garp, istişrak ilminden öğrenmiş bunları.
Bizim medreseli Tâcu’l-arûs'a bakmaz onlar için. Tâcu’l-arûs’un
ismini bilmezler. Tetkik usullerini öğrenmiş hoca, arkadaşlarıyla beraber
Paris’te.
İbrahim: Sevgili Hocam,
Tayyib Okiç Hocanın Bosna’daki akademik kariyeri hakkında bilginiz var mı?
Bilebildiğim kadarıyla Sırpça, Boşnakça vs. dil ağırlıklı ve Sırp tarihi
ağırlıklı bir arka plânı var. Hatta orada da bir profesörlüğünden söz ediliyor,
malûmatınız var mı bu hususta?
M. Said: Bosna’da biraz
galiba derslere falan gitmiş gelmiş, bazı yerlerde, fakat benim bildiğim,
Belgrad’taki Türk sefaretine memur olarak girmiş.
İbrahim: O sonraki aşama.
Belgrat Üniversitesi'nde abdigasyon imtihanını verdi d niliyor burada.
Şarkiyat, Yugoslav Tarihi, Sırp Tarihi, Hırvat Dili Edebiyatı okuttu, agrege
profesör oldu diyor. O zaman profesör oldu denildiğine göre orda dr. bu alanda
bir unvan alması mı söz konusu acaba?
M. Said: Abdigasyon
doçentlik seviyesinde bir şey. Agrege de görevli demek. Bu agrege unvanını
hoca olarak alıyorlar. Fransızcada profesör lise hocası demektir. Lise
hocalarına profesör derler. Doktorası varsa adamın doktoralı yüksek derler o
zaman.
İbrahim: 0 zaman Tayyib
Hoca’nın profesörlüğü sadece Türkiye’de verilendir.
M. Said: Evet. Hocamn
Balkan dillerinde yazdığı pek çok çalışması var. Onların bir kısmı fişler
hâlinde, notlar hâlinde bendeki bir klasörde bulunuyor. Ayrıca, kendi özlük
dosyaları tetkik edilmelidir. Oradan neler çıkar bilmiyorum. Ona bir bakmak
lâzım. Ben onu bir çıkarttırayım da. Çünkü hocanın çok maceralı adam olduğu
için fakülteyle kavgalıydı, dosyalarına falan zarar vermiş olabilirler.
Çünkü hoca sözleşmesinin gayr-i kânûnî feshedilmesi üzerine mahkemeye müracaat
etti, Danıştay’a. Danıştay hocanın talebini reddetti. Bizim Yaşar Kutluay vardı
rahmetli oldu ya. “Oğlum Mehmed” dedi bana bir gün. Mülkiyede bir profesör
de aynı durumdaymış, aynı sebepten dava açmış kazanmış. Bizim Tayyib Hoca
gibiymiş o da. Sen git, o hangi maddeye dayanarak kazanmış, öğren
üniversiteden dedi bana. Ben de asistanıyım Hocanın ya. O zaman üniversite
Ziraat Fakültesi’nin orada. Gittim oraya dosyayı açtılar, söylediler bana şu şu
madde diye. Hocaya dedim, şu şu maddelerden dava açmış o kazanan adam dedim.
Hoca tekrar dava açtı, bu defa kazandı. Fakat ne hocaya tazminat verdiler ne
fakülteye iade ettiler. Tabi bunları bilip duran ailesi hiç kitaplarını
fakülteye verir mi? Fakat benim bilebildiğim kadarıyla hocanın İlmî gelişimi Fransa’daki
o şarkiyattaki hocalardan edindiği bilgidir. O kitabında da bunun delilini
görürsünüz. Bütün meselâ transkripsiyon işaretleri o Batı tekniği üzere
yazılıdır hatta çok güldüğümüz yerler olmuştur. Çünkü bizler daktiloya çektik
onları. İbni Mende’yi Ibni Manda diye yazmış hoca. Bunu millet Manda diye okur
falan dedim, değiştireyim dedim.
İbrahim: Muhterem Hocam,
Tayyib Bey Almanya’ya gitmiş, Bosna, Fransa, Türkiye muhtelif yerlerde
bulunmuş. Bu gezip dolaştığı yerlerdeki ilmi faaliyetler, akademik seviye bu
konularla ilgili bir değerlendirme yapar mıydı sık sık? Yoksa sırası geldikçe
mi? Sizce önemli gördüğünüz alışkanlıkları, hususiyetleri var mıydı Tayyib
Bey’in?
M. Said: Bakın, Tayyib
Hoca’nın en büyük hasletlerinden birisi matbuatı takip ederdi. Meselâ
Cumhuriyet’i hep okurdu. Oradan önemli gördüğü husustan keser, biriktirirdi:
Kendisi tatile gittiği sırada evini biz beklerdik. Ya ben, ya Cerrahoğlu ya da
talebeleri kalırdı. Talât Bey pek kalmadı. Bizim vazifemiz o kupürleri
kesmekti. Bana çok kupür kaldı hocadan.
İbrahim: Saygıdeğer
Hocam, bu tür hocalarımızın muhtelif vasıflarını, yetiştirdikleri
talebelerinden ve sonraki nesillerden -cem eden biraz zor da, hiç olmazsa-
farklı yönlerini farklı şekillerde temsil eden hocalarımız kimler var?
M. Said: Şimdi bakın
bizim hoca rahmetli fakülteye bu şeylerin başına geçmiş, istiyor ki ehliyetli,
yetenekli asistanlar alayım. Buna çok gayret sarf etmiş. Peki de, bunu nereden
bulacaksın öylesini o zaman?
Bünyamin Erul: Sizin
dönemlerde böyle sizin gibi daha talebeliğinde çok gayretli çok istekli,
hevesli kimse yok muydu?
M. Said: Şimdi meselâ
babası hoca olan bir çocuk vardı. Kemal vardı bizde. Hatta ben hasta olduğum
için imtihanlardan geri kaldım o birinci olarak mezun oldu. Ben ikinci, ama
onun gibi çocukların bir akademik hevesleri yoktu. Bu Cenâb-ı Hakk’ın vereceği
bir şey. Şimdi diyelim ki ben niye hâlâ kitap alıyorum. Senden bir şey soran mı
var, ilim yap diyen mi var? Gez, toz diyorlar. Ama ben İstanbul’a gittiğimde
muhakkak sahaflara, kitapçılara uğrarım. Hâlâ da kitap alırım. Sebep ne? Bu
insanın genlerinde var.
Bünyamin: Tayyib Hoca’nın
fıkıhla irtibatı nasıldı?
M. Said: Hiç yoktu
hocanın alâkası. Ayağında biraz sakatlık izi vardı. Onun için imâmete geçmezdi.
Aksak yürürdü, kıvrılmazdı. Şöyle tutardı ayağını. Onun için biz evine
gittiğimizde hep bizi imam yapardı. Benim arkamda namaz kıldı meselâ. Hocam
ayıp, derdim ben. Mezhepçiliği yoktu. Hiç mezhep düşmanlığı da yoktu. İlim
adamı olarak bakardı hep meselelere böyle Hamîdullah Hoca gibi diyelim. Hamîdullah
Hoca gerçi Şâfıî mezhebindendi ama bizim yanımızda namaz kılıyorken bizim gibi
bağlardı ellerini.
İbrahim: Muhterem Hocam,
bir mukayese yapacak olursak Tanci Hoca, Okiç Hoca, Hamîdullah Hoca bunlar
Türkiye'nin akademik zihniyetinin gelişmesinde çok önemli katkıları olan
hocalarımız.
M. Said: Şimdi ben derdim
ki keşke, meselâ Tayyib Hoca bütün hayatını ilme verebilseydi. Çünkü
kabiliyetçe ve hazırlanmış kültürel yapısı bakımından müsaitti. Çok lisan
biliyordu hoca. İngilizceden de anlardı, Almancadan da anlardı. Fransızcası
iyiydi. Rahat yazardı Arapçayı da Fransızcayı da. Tabi Tanci
kadar Arapçası olmayabilirdi. Çünkü tereddüt etti. Meselâ bizim ağabeylerin Kitâbü'l-İlel'mia
başına bir mukaddime yazdı., Arapça yazdı kendisi. Zannediyorum belki bunu
tetkik ettirin iyi Arapça bilen birisine demiş olabilir. Tanci Hoca fevkalade
dürüst bir adamdı. Bir defa namuslu adamdı. Fakat namazı bırakmış adam. Hiç
görmedim kılarken, yani ben görmedim. Onun için bizim öteki grubun adamları Tanci’yi
kendilerine çektiler. Tayyib Hoca bu tarafta ya onların gözünde, onlar da
Islâm’ı bilen addettikleri ikinci zatı kendilerine imam seçtiler. En sonunda
onların ne mal olduklarım öğrenmiş Tanci Hoca hepsiyle alâkasını kesti. Bana
Tayyib Hocayı düşman ettiler dedi. İstanbul'a sonra gitti.
Bünyamiıı: Belki de
bundan dolayı gitti İstanbul'a. Sanıyorum daha farklı karşılandı.
M. Said: İstanbul’da iyi
karşılandı. Ancak, biz de çok severdik. İşte dediğim gibi adamlar meselâ
İlahiyat Fakültesinde dinî bir mesele soruldu; meselâ diyelim kim cevap
verecek? Tayyib Hoca’ya yanaşamıyorlardı. Tanci’ye sorarlardı o zaman. Tanci
Hoca Ezher de öğrenmiş Müslümanhğı, dürüst adamdı. İlim adamıydı, iyi tahkik
yapardı. İlmî tahkikleri son derece kaliteliydi. Kadı İyâz’ın kitaplarını falan
yayınladı ya herkes ıneth ederdi onu. Avrupâî usûlde tahkikleri vardı. Hatta
tasavvufla uğraşırdı, İbn-i Haldun’la uğraşırdı meselâ. Tanci’nin kütüphanesi
çok zengindi. Bizde en zengin kütüphane onundu. Çünkü Tayyib Hoca hiçbir şey getirememiş
Türkiye’ye. Bütün kütüphanesini burada o maaşıyla aldı. Hatta bu dediğim
kitapçı Turhan falan Ankara’da Anafartalar Caddesi’nde, sokak kenarında kitap
satardı. Çuvallarla falan. Hocayla bir aralık oradan geçerken bir kitap gördü
hemen aldı. Hoca değer verirdi kitaplara binlerce, iki üç oda dolusu kitabını
hep Türkiye’de aldı. Yani kitaptan hiçbir şeyi esirgemezdi hoca rahmetli.
İbrahim: Hamîdullah
Hocayla ilişkileriniz nasıldı. Bu kadar yakın mıydı?
M. Said: Hamîdullah
Hocayı, Tayyib Hoca vasıtasıyla tanıdım ben ilk defa. Serahsî’nin vefat
yıldönümü vardı. O zaman geldi. Tayyib Hoca’nm evine geldi Hamîdullah Hoca.
Salih vardı asistanı, ben orada gördüm ilk defa, orda elini öptük falan. Elini
de öptürmezdi hiçbir zaman, ondan sonra 65-66’dan önce Paris’e gittiğimde çok
uğradım kendisine çok severdim. Cami vardı o zaman Paris’te, oraya cumaları
gelirdi hoca. Cumadan sonra orada bir odada Müslüman talebelerle konuşmalar
yapardı. Çok güzel bir cami, ortasında avlusu, bahçesi falan vardı. Sonra başka
yerlere giderdi hoca, biz lâyıkıyla değerlendiremedik tabi Hamîdullah Hocayı.
Paris’te saray gibi bir evin çatı katında otururdu. Bir Fransız Hanım vardı. O
yemeğini falan hazırlardı. Daha sonra o da öldü gitti. Kitapların arasında boğulmuş
hâlde, böyle, dolu her tarafı. Çok gittim geldim. Paris’e her gittiğimde de
hocayı ziyaret ettim. En son gidişimizde hanımla gittik. Kapıyı vurduk. Ses
seda yok. Kâğıt da yok yanımda şöyle bir peçete buldum. Onun üstünü yazmaya
çalışırken baktım bir ses geliyor. Merdivenden çıkıyor hoca aşağıdan
geliyor. Tarihî bina, asansör yok. Hocaya hemen sarıldım. Meğer hastanede
yatmış 10-15 gün. Çıkmış ilaç almak için eczaneye gitmiş. Elinde poşetlerle
geldi. 5-10 dakika sonra gelse göremeyeceğiz hocayı. Sonra bir daha gittik
hocaya, yanında bir kız vardı. Bu benim kardeşimin kızı dedi. Amerika’dan
geldi beni götürecek Amerika’ya dedi.
Bünyamin: Hocam, Tayyib
Hocayla hadis-sünnet konusunda aranızda; sizin itiraz etmeniz; yahut sizin
yazdığınız bir şeyden hocanın rahatsız olması gibi durumlar oldu mu hiç?
M. Said: Hiç itiraz
etmezdi bizim yazdıklarımıza. Bütün gayreti bir an evvel bize o kürsülere sahip
adam yetiştirmekti. Yani, tenkit ederse belki kırılırlar diye tenkit etmezdi.
Aslında, hoca bir adama kızdığı zaman öyle bir batırıp çıkarırdı
ki üslûbu çok sertti. “Bir Tenkidin Tenkidi” makalesi var ya. Hoca, önce İbn
Kemâl veya Ebussuud Efendi’nin bir fetvasıyla ilgili bir yazı yazmış dergiye.
Hani öteki takımın adamları var ya, hocaya düşman olanlar, Yusuf Ziya Yörükân’ı
kışkırtmışlar rahmetliyi. O da güya hocanın o yazısını tenkit etmiş. O tenkide
cevap yazıyor hoca bu defa. Yusuf Ziya’yı çok sert eleştirdi orada. Yusuf Ziya
Yörükân Batı dili bilmez, bir şey bilmez. Arşivlerden hiç anlamaz. Hocayla
yarışabilir mi hiç?
İbrahim: Yusuf Ziya
Yörükân'a bu tenkidin çok ağır geldiği ve yakın bir zaman sonra vefat ettiği
söyleniyor. Doğru mudur hocam bu?
M. Said: 1954’te biz
geldiğimizde o yazın vefat etmiş rahmetli. Ben görmedim Yusuf Ziya’yı. O yazın
bir de Remzi Oğuz Arık vefat etmiş, onu da göremedik biz. Sanat tarihi
okutuyormuş, ondan sonra Suud Kemal gelmiş bu dersi okutmak üzere.
İbrahim: Tayyib Beyin
telif hayatıyla ilgili neler söylersiniz hocam? Telifi bulunmadığı için onun
fakültedeki görevine son verilmesi girişimleri var bildiğim kadarıyla.
M. Said: Bu girişim belki
hayırlı olmuştur, hocanın fakülteyle anlaşmasını feshetmeye kalkmışlar, kitap
yazmıyor diye. Elimizdeki Bazı Hadis Meseleleri Üzerine Tetkikler'i
(İstanbul 1959) bu girişime borçluyuz. Yani feshe mani olabilmek için hoca onu
alelacele yazdı. O basıldı sesleri kesildi adamların. Fakat bizim fakültede o
sıralarda profesörler arasında namaz kılan tek kişi Tayyib Hoca’ydı. Onun için
kendisine düşman gözüyle bakarlardı ötekiler. Bir de talebeler, sağ olsunlar,
en sevdiğiniz hoca kimdir diye anket yapıyorlar, Tayyib Hoca çıkıyor. Bir de
Tayyib Hoca’nın bir karakteri, inandığı şeyi dobra dobra söylerdi. Hiç
çekinmezdi. O yüzden ötekiler hocanın bu şeyinden çok muztar oldular, ama Allah
var ki Atatürk’ün aleyhinde hiçbir şey söylemedi bize. Buna rağmen bakın,
kendisini Atatürk düşmanı diye ilân ettiler.
İbrahim: Sayın Hocaın,
Tayyib Hoca 01.12.1902'de doğmuş, 9 Mart 1977 Çarşamba günü 22.20’de vefat
etmiş. Siz bunu böyle not etmişsiniz.
M. Said: Hocanın son
senesinde, 1977’de bizim Cerrahoğlu Erzurum’da dekandı. Oraya hocayı tayin
ettirdi ücretli olarak. Cumhuriyet Gazetesi’nde Tayyib Hoca’nın orada görev
almasına da itiraz eden ve bazı iftiralarda bulunan haberler çıktı. Sonuçta,
28-29 Haziran 1976 tarihli üniversiteler arası kurul kararı hocanın Erzurum’a
atanmasını münasip gördü. Sözü edilen kurul kararının kanuna aykırılık teşkil
etmediği, işin Cumhuriyet gazetesinin dediği gibi olmadığı tespit edilmiş
oldu. Orada derse gidiyordu hoca. Şubatta sömestr tatili olmuş. Hoca uçak
bileti almış, uçakla gelecek. Fakat kar bindirmiş, hava meydanından kalkamamış
uçak. Hoca rahmetli de acûl adamdı. Otobüs bileti almış, otobüsle gelmiş
Ankara’ya. Üşütmüş yolda. Geldi, dönemedi. Cebinde dönüş bileti vardı hocanın.
Uçak bileti Bir gün kapaklanmış evinde, kapının arkasına. Zaten şekeri falan
vardı, kiloluydu. Telefon ettiler fakülteye. Profesörler kurulu olarak toplandık.
Dekan Talât Bey miydi? “Mehmed, Hoca düşmüş git bir ilgilen” dedi.
M. Said: Tıp Fakültesine
kaldırdık kendisini ağır hasta olunca. Evinde kapının arkasına yığılıp
kalmıştı. Ahmet adında bir profesör, cerrahi profesörü, hastanede yer yoktu,
kendi odasına aldı hocayı. Üç-beş gün orada koma hâlinde kaldı. Bütün
talebeleri sabaha kadar beklediler. Bu Salih [Altunbaş] ve arkadaşları falan.
Allah razı olsun onlardan.
İbrahim: Muhterem Hocam,
Tayyib Bey vefat edince nereye defnedileceği, defin işlemleriyle kimlerin
ilgileneceği meselesi gündeme gelmiş sanıyorum. Onun vefatı ve defin
işlemleriyle ilgili neler var hatırınızda?
M. Said: Hoca vefat
edince, kardeşleri cenazesini götüreceğiz Saraybosna’ya dediler. Nasıl gidecek
hoca? Götürecek paramız yok. Ailesinin kendi imkânları da yok. Cuma günü namaz
kılacağız. O şuada Salih Altınbaş kendi arabasıyla geldi. Hocamı ben götürürüm
dedi, yanında bir arkadaşı daha vardı. Allah razı olsun. Nasıl ferahladık. ...
İbrahim: Salih Altınbaş o
zaman öğrenci miydi?
M. Said: Mezundu. Onun
talebelerindendi. Çok severdi kendisini. Hem hanımı hem kendisi talebeleriydi.
Bir Cuma Maltepe’de kıldık namazını. Yugoslav sefiri müsaade etmiyor, hocaya
vize vermemişler. Hoca hayatta iken hiç sokmadılar, Yugoslavya’ya hiç
gidemedi. Tito ile araları bozuktu, komünistlerle. Cenazesini bile sokmaya
izin vermediler. Ama çok arzu ettiler kardeşleri oraya götürmeyi. İki kız
kardeşi vardı bir de oğlan. Hastalanınca buraya gelmişlerdi. Ne yapacağız
şimdi? Ortada kaldık. Tekrar hocayı Tıp fakültesinin morguna kaldırdık. Neyse
ertesi gün izin verdiler de, o zaman götürdüler.
İbrahim: Muhterem hocam,
bu kadar uzun bir süre kıymetli vaktinizi bize tahsis ettiğiniz için çok
teşekkür ediyorum. Zahmet verdik, ancak bereketli bir görüşme oldu, Hadis
Tetkikleri Dergisi adına memnuniyetlerimi ifade ediyorum.
M. Said: Ben de teşekkür
ediyorum. Ben de çok memnun oldum. Hizmetlerinizin devamını diliyorum.
[1] Bu mülakat, 05 Eylül 2006 Salı
günü muhterem M. Said Hatiboğlu hocamızın Ankara'daki evinde gerçekleştirilmiş,
uzun bir görüşmenin bir kısmıdır. Mülakat esnasında AÜ ilahiyat Fakültesi,
Hadis Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Bünyamin Erul da hazır bulunmuş, o
da bazı sorularla mülâkâtın zenginleşmesine önemli katkılar sağlamıştır.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar