Şehbenderzâde Yilibeli Ahmed Hilmi SENÛSÎLER ve SULTAN ABDÜLHAMİD
2
SES TARÎK 2
Makaleler 1
Orjinal Adı
Asr-ı Hamîdîde Alem-i İslâm ve Senûsîler
Ses Yayınlan
Kapak, dizgi ve içdüzen
Ayçan Grafik
Baskı
Yıldızlar Matbaası
Kapak
Baskısı
Orhan Ofset
Cilt
Çiftçi Mücellithanesi
' ■ * ■■
1. Baskı
İstanbul, Mayıs Î992.
Şehbenderzâde
Yilibeli Ahmed Hilmi
SENÛSÎLER
ve
SULTAN
ABDÜLHAMİD
(Asr-ı Hamîdîde Âlem-i
İslam ve Senûsîler)
Hazırlayan
İsmail Cömert
33
YAYINLARI
Başmüezzin Sk. 27 / 12 Malta, Fatih - İstanbul
Tel: 534 99 48
İçindekiler
Yazar Hakkında 4
Yayıncının notu 13
Mukaddime 19
Afrika'da tarîkatler
Tarîkatlerin ehemmiyeti ve vazifeleri
Arûsîler, 1 seviler ve Senûsîler
Birinci Kısım
1 Senûsîlik ve Seyyid Muhammed Senûsî 35
Senûsî Cemiyetinin sûret-i teşkili
Seyyid Muhammed Senûsî'nin tercüme-i hâli
Yaptıkları ve gayeleri
Mezheb, Tarikat
İkinci Kısım
1 Muhammed el-Mehdî ve Abdülhamid-i Sânî 59
Âlem-i İslam'da vukûât-ı mühimme
İttihad-ı İslâm fikrinin iki sûreti
Tarihte görülen tezâd ve mu'âkese
Bir mukâyese
2 Kuzey Afrika ve Emperyalist Emeller 77
Fransızların endişe ve tereddüdü
Sahrâyı Kebîr
Afrika'yı Vasatiye'de muharebe
Tuvat ve Vaday Urbânı
TuvarıkveTeybular
İlk heyat-ı keşfiyye
Mütemehdî
Senûsüer ve Sultan Abdülhamid
Asâr-ıacz
Afrika'nın
mukâsemesi
3 Yenilginin Sebepleri 93
Tarihe bir
nazar
Akvâm-ı
Sâmiye arasında bir mukayese
Yahudilerce Mesih
Afrika-yı
Vustâ’nın işgâli
SeyyidMehdinin
vefâtı
Abdülhamid'in
hal'i
İstikbal ve netice
4 Netice . 105
İntibah-ılslâm
Genç
Müslümanlar
Ümid ve İstikbal
Hayatı
Ahmed Hilmi Bey 1865 yılında Filibe'de doğdu.
Babası, Şehbender Süleyman Bey, annesi Şevkiye Hanırh'dır. Hazer Türk- meni
Süleyman beyle, KafkasyalI Şevkiye Hanım'ın Bulgaristan'a ne sebeble ve ne
şekilde gittikleri hakkında bilgimiz yoktur.
Ailenin büyük çocuğu Ahmed Bey ilk derslerini
Filibe müftüsünden alır. İstanbul'a geldikten sonra Galatasaray Sultanisi'ni
bitirir. Bir müddet sonra ailesiyle birlikte İzmir'e taşınır, ilk memuriyetine
Posta ve Telgraf Nezareti'nde başlar. 1890 yılında Düyün-u Umûmiyye İdaresi'nce
Beyrut'a gönderilir.
Olayların seyri ve gençlik heyecanı nedeniyle
Mısır'da Terak- ki-i Osmanî Cemiyeti'ne girer. Bu arada, Çaylak adlı bir mizah
gazetesi çıkarmaya başlar. Bir müddet sonra İstanbul'a dönerse de Fizan'a
sürgün edilir. Niçin sürgüne gönderildiği hakkında kesin bir bilgi
bulunmamaktadır. Trablusgarp'da bulunduğu sıralarda ilgi alanı bir hayli
genişlemiştir.- O bölgede oldukça yaygın olan Arûsî tarikatına girer, tasavvuf
ve felsefe ile ilgilenmeye başlar. Senûsîlikle ilgili bu eseri büyük ölçüde bu
sürgün dönemindeki gözlemlerini yansıtmaktadır.
Senûsîler ve Sultan
Abdülhamid
İkinci Meşrutiyetin ilanıyla 1908 yılında İstanbul'a dönen
yazar Darül-Fünûn'da Felsefe okutmaya başlar. 1 Aralık 1908 yılında İttihad-ı
İslam adlı bir gazete çıkarır. Bu gazetenin kapanmasıyla önce tkdam'da,
daha sonra da Tasvir-i Efkar’da siyasi ve felsefi yazılar yazar. 1910 yılında
Hikmet adlı bir dergi, 1911 yılında aynı adla günlük bir gazete çıkarır.
İttihatçıların icraatına karşı çıkması sonucu gazetesi bir kaç kez kapatılır.
O, yılmadan direnir. Mübâhase, Coşkun Kalender, Kanat, Nimet, Münakaşa adlarıyla
yeni gazeteler çıkararak düşüncesini söylemeye devam ederse de sonunda
gazetesi kapatılır, kendisi de Bursa'ya sürgün edilir.
Gittikçe gücünü yitiren İttihatçıların iktidardan
uzaklaşmalarından ve yeni kabinenin kurulmasından sonra yazar İstanbul’a
döner, 1 Ağustos 1912'de tekrar Hikmet gazetesini çıkarmaya başlar. Aynı
yıl Coşkun Kalender adlı haftalık mizah gazetesini de çıkarır.
Filibeli Ahmed Hilmi, ömrünün büyük bir kısmını sürgünlerde
geçirmiş; eserlerinden de anlaşılacağı gibi, zamanının siyasi, felsefi, ilmi
tartışmalarına kalemiyle önemli katkılarda bulunmuş bilhassa İkinci Meşrutiyet
döneminde ülkede iyice yaygınlaşan maddeci düşünceye karşı ruhçu düşünceyi
savunmuştur. Ahmed Hilmi Bey, 17 Ekim 1914 yılında en verimli çağında vefat
etmiştir.
Yazarın ölümüyle ilgili iki düşünce ileri sürülmektedir.
Birinci rivayete göre kalaysız kaptan pilav yemiş ve bakır zehirlenmesinden
vefat etmiştir. Diğer rivayet de masonlar tarafından öldürülmüş olduğu
yolundadır.
Pek kısa bir dönemde 40 kadar eser ve sayısız makaleler
yazan Ahmed Hilmi Bey, çıkardığı gazete ve dergilerin yazılarının
Yazar
hakkında
çoğunu kendisi yazardı. Bu nedenle Tasavvufî yazılarında "Şeyh
Mihrüddin Arûsi", mizahi yazılarında "Coşkun Kalender",
"Kalender Geda", milli ve hamasî yazılarında da "Özdemir"
mahlaslarını kullanmıştır.
Eserleri
Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi Nebimizi Bilelim: 32 sayfalık küçük bir eserdir. 1331 yılında Hikmet
Matbaasında basılmıştır.
2. YeniAkaid:
Üssü'l-lslam: 1332 yılında Hikmet Matbaasında basılmış olan 32 sayfalık
küçük bir eserdir. Eserin giriş kısmında Auguste Comte'un 3 hal kanununu ele
almakta ve tenkit etmektedir. Bu eser, İslam İnancının Temel Esaslan adıyla N.
Ahmet Özalp tarafından sadeleştirilerek yayınlanmıştır. (Kültür Basın Yayın
Birliği, 1987, İstanbul).
3. İki Gavs-ı
Enam, Abdülkadir ve Abdüsselâm: Hikmet Matbaasında hicri 1331 yılında
basılan bu eser 64 sayfadır. Abdülkadir Geylani ile Abdüsselâm Esmer’den
bahseden bu eser me- nakıbname tarzında yazılmıştır. Yazar, bu eserinde
Mihrüddin Arusi imzasını kullanmıştır.
4. Huzur u Akl ü
Fende Maddiyyûn Meslek-i Delâleti: Bu eser, Hikmet Matbaasında
yayınlanmıştır. 159 sayfadır. Sadık Al- bayrak'ın sadeleştirmesiyle Tercüman'm
1001 Temel Eser serisinde basılmıştır (1975, İstanbul).
5. İstibdadın
Vahşetleri yahut Bir Fedakarın Ölümü: 68 sayfalık ve 3 perdelik bu piyes.
Müşterekül-Menfaa Osmanh Şirketi Matbaasında Hicrî 1326 yılında basılmıştır.
6. Öksüz Turgut:
İstanbul'da 1326 yılında Hikmet Matbaasında basılan bu eser 130 sayfadır. Eser,
daha sonraları yeni harflerle de yayınlanmıştır.
Senûsîler ve Sultan Abdülhamid '
7. M elek,-zade.
Ailesi: Milli ye mukaddes değerleri hafife alarak çocuk yetiştirmenin acı
faturasından bahseden bir romandır.
8. Vay Kız Bey
çiği Seviyor: Batı taklitçiliğinin acı neticelerini irdeleyen mizahi bir
hikayedir.
9. Yirminci Asırda
Alem-i İslam ve Avrupa, Müslümanlara Rehber-i Siyaset. Hikmet Matbaasında
Hicrî 1327 yılında basılmıştır. "Müslümanlar Uyanın" adıyla Bedir
Yayınevi tarafından yeni harflerle yayınlanmıştır (İstanbul, 1966).
10. A’mak-ı Hayal,
Raci'nin Hatıraları: Giridî Ahmed Sâki Matbaasında 1326 yılında basılmış
olan tasavvufî bir romandır. Eski harflerle iki kez, yeni harflerle bir kaç
kez basılmıştır.
11. Akvâm-ı Cihan:
Hikmet Matbaasıda 1329 yılında basılan bu eser, 104 sayfadır. Beşerî coğrafya
ile ilgilidir. Hikmet matbaasında yayınlanmıştır.
12. İlm-i Tevhid:
Yeni Akaid'deki konuların tafsilatını, ilm-i kelam münakaşalarını ihtiva eden
bir eserdir.
13. Muhalefetin
İflâsı, İtilaf ve Hürriyet Fıkrası: Hicr 1311 yılında Hikmet Matbaasında
basılan bu eser 80 sayfadır. Ahmet Eryüksel'in sadeleştirmesiyle Nehir Yayınlan
tarafından yeni harflerle yayınlanmıştır (İstanbul, 1991).
14. Hangi Meslek
ve Felsefeyi Kabul Etmeliyiz?: Hicri 1329 yılında Hikmet Matbaaası'nda
yayınlanan bu eser 48 sayfadır. Üniversiteli gençlere konferans olarak
verilmiştir. Bedir Yayınevi tarafından yeni harflerle yayınlanmıştır.
15. Tarih-i İslam:
İki ciltlik bir eserdir. Birinci cildi Hicrî 1326, ikinci cildi Hicrî 1327
yılında Hikmet Matbaası'nda ya-
10
Yazar
hakkında
ymlanmıştır. Bu eser, Ziya Nur'un ilaveleriyle Ötüken
Yayınevi tarafından neşredilmiştir.
16. Üç Filozof.
17. Yer, Gök,
insan.
18. Tabakât.
19. Şeyh
Bedreddin.
20. Gazâl-i
Bedeviyye.
21. Aşk-ıBâlâ.
22. Tortu.
23. Türk
Armağanı.
24. Türk Ruhu
Nasıl Yayılıyor.
25. Yaşasın Bâd-ı
Sabâ.
26. Murad Orta.
27. Müslümanlar
Dinleyiniz.
28. Yunus Emre.
29. İttihad-ı
İslam.
Yazarın bazı eserleri ne yazık ki tamamlanmamıştır. Bunları
şöylece sıralamak mümkündür.
30. Allah'ı İnkar
Mümkün müdür? Yahut Huzur u Fende Me- salik-i Küfür. Hicri 1327 yılında
Hikmet Matbaasında basılmıştır. Bu eser, yeni harflerle sadeleştirilerek
yayınlanmıştır.
31. İslam ve
Din-i İstikbal.
32. İlm-i Ahyal-i
Ruh'. Hicri 1327 yılında Hikmet Matbaasında basılmıştır. 160 sayfadır.
33. Tarih-i İslam
ve Osmanî.
34. Tasavvuf-ı
İslâmî.
11
Senûsîler ve Sultati Abdülhamid
35. Batınîler,
İblis İzzettin Behmen.
36. Yeni Mantık.
37. Bektaşiler.
38. Alem-i İslam
ve Kadın Meselesi.
39. Divançe
(elyazması).
12
Bizim, "Senûsîler ve Sultan Abdülhamid" adıyla
sunduğumuz bu eserin Hicrî 1325 tarihinde İkdam Matbaası'nda basılan nüshasında
uzunca bir başlık var. Şöyle: "On üçüncü asrın en büyük mütefekkir-i
İslamîsi Seyyid Muhammed es-Senûsî - Ab- dülhamid-Seyyid Muhammed el-Mehdî -
Asr-ı Hamîdî'de âlem-i İslam ve Senûsîler." Kitaptaki yazılar "ikdamda
mâkâlât-ı mahsûsa sûretiyle neşredildikten sonra" kitaplaştı- nhnış.
Kitapta, Kuzey Afrika'daki tarikatler, işlevleri, bölgedeki
siyasi, askeri durum, sosyal yapı hakkmdaki çok yararlı genel bilgilerin
yanında, Kuzey Afrika'daki en yaygın tarikatlerden biri olan Senûsîyye'nin
şeyhi Seyyid Muhammed es-Senûsî, oğlu Seyyid Muhammed el-Mehdî ve devrin
padişahı Sultan 2. Abdülhamid hakkında önemli değerlendirme ve 'yargılar' var.
Ahmed Hilmi Bey, kitaptaki makalelerinden de anlaşılacağı gibi,
Abdülhamid'e muhalefet konusunda kendi dönemindeki aydın ve alimlerle
hemfikir. Abdülhamid hakkmdaki yargılarının aşırdığı biraz bu genel eğilimden,
biraz da muhtemelen bir 'jurnal' sonucu kendisinin de sürgüne gönderilmesinden
kaynaklanıyor. Aşırılığına ve sübjektifliğine rağmen, bazı eleştirilerinden
gerçeğe ilişkin ipuçları elde etmek mümkün.
13
Senûsîler ve Sultan Abdülhamid
Filibeli Ahmed Hilmi'nin bu kitabı aslında bilinen bir
kitap. Yukanda dâ belirtildiği gibi, bir çok kitabı latin harfleriyle veya
sadeleştirilerek yayınlanan yazarın bu kitabı bilhassa Sultan Abdülhamid’le
ilgili yargılannın aşırdığı yüzünden ihmal edilmiş. Filibeli’nin sunduğu
tarihî bilgiler bu yargılar sebebiyle uzun süre okuyucunun ulaşamayacağı
sayfalarda kalmış.
Filibeli Ahmed Hilmi, dönemin İslamcı' olarak
niteleyebileceğimiz yazarlarından. Batıyla ilgili görüşleri, dönemin diğer
Müslüman düşünürlerinde de rastladığımız zaafları taşıyor. O da herkes gibi
müslümanlann Batı'nın ilim ve medeniyetini benimseyip kendi dinlerini
korumalanndan yana. Doğal olarak, müslümanlann bugün bile, telaffuz etmekten
kaçınsalar da etkisinden sıynlamadıklan bu görüşler kitaba yansımış.
Bugünkü okuyucunun en azından bir kısmının yadırgayabileceği
bir husus da, yazann, o dönemde bilimsel alandaki etkinlikleriyle dikkat
çekmeye başlayan Yahudiler hakkındaki bazı sözleri. Ancak, okuyucuların çoğu o
dönemde siyonizmin henüz bugünkü vahşet düzeyine ulaşmadığını takdir
edecektir.
Biz, bu kitabı yayınlarken, öncelikle, Kuzey Afrika'nın
yakın tarihinde çok önemli bir rolü olan Senûsîlik hakkında orada bizzat
bulunmuş olan bir müslüman yazann gözlem ve yorumlarını Türkiye'deki okuyucuya
aktarmanın yararlı olacağını düşündük. Kitabın yer yer seyahatname özelliği
taşıması da karar vermemizi kolaylaştırdı.
Başlangıçta kitabı hiç sadeleştirmeden yayınlama
düşüncesin- deydik. Ancak latin harflerine dönüştürülmüş metin elimize
ulaştığında, dilin, yer yer ihtisas gerektirecek kadar ağırlaştığını gördük.
Bu yüzden, Osmanlıca terkiblerin yoğunlaştığı yerlerde sadeleştirmeler yaptık.
Üslûbun fazla zedeleneceğini dü-
14 şündüğümüz yerlerde kelimelerin anlamını parantez içinde
verdik. Ancak, kitabın genel havasını korumak için sadeleştirmeyi mümkün
olduğu kadar az yaptık. Kitabın tek bir harfine dokunmadan okuyucuya sunmayı
çok isterdik. Eski dilin meftunları, inşaallah bizi mazur görürler.
Küçük hacmine ve bazı zaaflarına rağmen bu eserde öğrenilmeye
değer bir çok şey olduğu görülecektir. Hem, bu sözünü ettiğimiz zaaflar da
öğrenilmeye, tartışılmaya değer değil midir?
Ses Yayınlan
75
Şehbcnderzâde Filibeli Ahmed Hilmi Bey
Afrika'da tarîkatler
Tarikatlerin ehemmiyeti ve vazifeleri
Ar âsiler, îseviler ve Senûsîler
Afrika'da tarîkatlerin büyük ehemmiyeti vardır.
Tarikatlerin bizdeki mevcut durumuna bakılarak Afrika'daki tarîkatlerin hizmet
ve vazifeleri, ahvâl-i içtimaiye üzerine olan özel ve güçlü etkileri asla
takdir olunamaz.
Şarkta Şeriat âlimleri ile tarikat âlimleri arasında tezat
ve rekabet bulunmakta olup "tarikat" hiçbir vakit meslek-i umûmî
olmamıştır. Afrika'da ise durum tam aksinedir. Bunun bir çok sebepleri vardır.
Bu sebeplerin tedkik ve tenkidi pek faydalı hakikatleri
meydana çıkaracağından bu yolda birkaç söz söylemeyi lâzım görüyoruz. Evvelâ
şurasını söyleyelim ki bu taraflarda Şeriat âlimleriyle tarikat erbabının
arasını açmağa başlıca sebep olan mesail-i tarihiye munazaati (tarihî
meselelerle ilgili çekişmeler) ve Şia teferrukalan Afrika’da çoktan beri
görülmediği gibi tarîkat nâmına hiç bir vakit bu kabil meseleler bahis mevzuu
olmamıştır.
Sûfî mezhebler, Sünnî mezhebler ile pek güzel telif ve
terdif edildiğinden oradaki mütefekkirler ehl-i zâhir ve ehl-i bâtın na-
19
Senûsîler ve Sultan Abdülhamid
nüyle iki muhalif fırkaya ayrılmamıştır. Bu sebeple dînî ve
ictimâî vazifelerin cümlesi tarîkatler tarafından ifa edilmektedir.
Oralarda "zâviye" demek mektep, yetimhane,
darülaceze, yardımlaşma ve şefkat merkezi, hastahane demektir. Herkesin dînî, siyasî
ve ictimâî mercii zâyiyedir.
Afrikanın yakıcı, kavurucu güneşi altında, çöllerin,
şerirlerin insan takatini aşan zorluklarına göğüs gererek bir kasabaya, bir
köye can atabilen seyyah doğruca zaviyeye gider, kemal-i şevk ve uhuvvetle
kabul olunur. Ardından hemen doyurulur. Yatacak yer bulunur. Hastalanmış ise
tedavi olunur. Fakir ise diğer bir zaviyeye gidinceye kadar azığı ve zâhiresi
verilir. Bununla beraber, o mihnetlere katlanan bîçare, yine memnun, yine
razıdır. Bu mihnetler, bu meşakkatler hakkında bir fikr-i sahîh edinebilmek
üzere şu satırlara saygıdeğer okuyucuların özel bir dikkat atfetmelerini niyaz
ederiz.
Deniz sahilindeki şehirlerden birinden, meselâ Trablus'tan
dahile, Fîzan'a gidecek bir yolcu 30 ila 40 gün arasında devam edecek seyahati
için bir deveyi, devecisi ile beraber 140 kuruşa kiralayabilir. 140 kuruş, yani
yevmiye 4,5 kuruş!
Bir deve, senede ekseriyetle bir ve nadiren iki sefer
edebilir. Demek ki deveci devesinin arkasında yayan yürüyerek o müthiş çöllerin
tâkatşiken mihnetlerine katlanmak, seyyahın eşyasını indirmek, su tulumlannı
doldurmak, ateş yakmak için odun toplamak vesaire gibi hizmetleri mukabilinde
yevmiye ancak 4,5 kuruş kazanabiliyor. Ve bu da senede bir kere ve ancak bir ay
müddet için mümkün oluyor.
Seyahat 5-6 gün devam ettikten sonra arazi tebdil-i manzara
ve sûret etmeye başlar. Bir kaç gün daha tek tük ağaççıklar, kaba
20
Mukaddime
otlar görüldükten sonra şerir tabir olunan dehşetli çöller
başlar. 60-70 dereceyi bulan harâret seyyahı canından bîzâr etmeğe başlar.
Yorgun gözlerini kemal-i acz ve fiitûr ile ufka çevirir. Gözü okşayacak, ruha
sabır ve metanet verecek bir manzara, bir şey arar. Hiç...
Her tarafta kasvet saçan, kirli san bir renk; hayattan hiç
bir eser yok... Seyyahın kalbini tahammülsüz bir tazyik hırpalamağa başlar.
Mânâsız bir yeis, idrakini kaplar. Ateşler içinde yanan boğazını, ıhk suya
dönen gar-gar testisindeki su ile söndürmeye çalışır. Hayvanlann en gayretlisi
olan, kanının son damlasına kadar insanların hizmetinden feragat etmeyen
devenin adımlan seyrekleşmeye başlar. Bîçâre hayvanın gözlerinde beliren
bıkkınlık, bıkkınlıkla karışık teslimiyet insan kalbini rikkate getirecek
haldedir.
Seyyah bîtab ve me’yus, deve mağlup ve bî kudret...
İşte o sırada bir sadâ, kulakları yırtan bir ses işitilir.
Çölün makberâne sükûtunu ihlal eder. Bu ses deyneği elinde, abası zavallı
sırtında, devenin arkasında yürüyen devecinin sesidir. Bu nedir? Maval mı?
Gazel mi? Neşîde mi? Hayır hayır! Bu bildiğimiz makamların hiç birine dahil
edilemez bir inleyiştir. Gûya deveci, bir lokma ekmek için dûçar olduğu mihnet
ve meşakkati kendine nâzır olduğuna imanı buluıjan Rabb-ı Rahîm'e arz eder. Bu
inleyiş bir şikayettir... Gûya deveci bir an için mağlup, yorgun ve bitkin
olarak vicdanının infiallerini izhar eder... Bu bestenin, bu enînin güftesi pek
şairane, pek masumanedir. Deve, sahibinin sözlerini anlar! Evet, bu mübarek
hayvan sahibinin sözlerini tamamen anlar!
Mübarek hayvan bu vâdi-i veylde, bu azabgâhta yalnız
olmadığını, sahibinin de aynı meşakkatlere maruz olduğunu pek güzel anlar. Mânâ
maddeye, ruh cesede galebe eder.
21
Senûsıler ve
Sultan Abdülhamid
Üç beş adım daha atmaya takati kalmayan
hayvanda yeni bir faaliyet, şâyân-ı hayret bir gayret görülür... Ümit ye'se,
hayat memâta galebe eder. Adımlar sıklaşır; hayvancağız bu mihnet denizinden,
bir selâmet ve rahat limanına varabilmek için çalışmaktan başka çare kalmadığım
takdir eder. Deveci okur: Develeri dökmeyiniz!
Onlar
kendileri giderler!
İşte zaten
yaklaştık!
Yiyecek,
içecek bulacağız!
Deveci, ekseriyetle kendiliğinden doğan şiirin
her kıtasından sonra "hayyâ, hâ!" gibi teşvikat sarf eder. Saatlerce
daha gidilir, deveci de teselliye muhtaç bir hale girer. Bu defa kendi
mânevîyatını takviye için okur.
Bitirdiği gibi elini başına götürüp "Ya
Seyyidî Abdüsselâm!" diye istimdat eder ve Nebiyyi Zîşana selam göndererek
yürür gider. Bu kaside Tarikat-ı arûsiye pirlerinden Abdüsselâm El- Esmeri
Feyturî hazretlerinindir. <
İnsanların dillerinde tedavül ettiği gibi
yazıldı. Mânâsı kısaca şudur:
"Müride nasihat ederim, sözümü
anlamalıdır. Büyük azim sahibi olmalıdır; tâ ki kazanıp merâmına nâil olsun.
Nâsın hayrete düştüğü gün (yani mahşer meydanında) beni bayrağımı dikrçıiş
bulurlar. Kuru kemikleri ihya eden Rabbim sözümün doğruluğuna şahittir ki
yevm-i kıyamette bile müridimi bırakmam! Sana kötülük gelemez. 'Ya Abdüsselâm'
diye beni çağır. Havz-ı Resûlullâh'a vasıl olacağımız zaman fukarayı
suvarırım." Bu ve emsali kasideler, mihnetkeşlerin elem yüklerini
hafifletir, kalplerinde ümit ve tesellinin yeşermesine sebep olur.
22
Mukaddime
Bir tarafta siyasi
musibetler, diğer taraftan tabii zorluklar yüzünden pek bedbaht olan ekser-i
ahali, şiddet ve belaların amansız hücumlarıyla zebun kaldıkça, anne kucağına
iltica eden bir masum gibi, zaviyeye gider, müteselli ve metin olarak döner.
***
Şimalî Afrika'da İslam
tarîkatlerinin kısm-ı âzami mevcut ise de en yaygın tarîkatler şunlardır:
Senûsîye, Arûsiye, îseviye,
Şâzeliye, Kadiriye, Tayyibiye, Ticaniye, Rufâiye... Tedrisat hususunda bilcümle
tarikatlerin usûlü birdir.
5-6 yaşına vâsıl olan bir çocuk, bir tahta
parçası, biraz beyaz toprak (tebeşir,) bir toprak hokka, bir beyaz kamış kalem
alıp, "Mahzara" nâmı verilen mektebe gider. Bu mektepler zaviyelere
bitişik büyücek birer odadan ibarettir. Bazı Ş zaviyelerde ayrıca odalar
bulunmaz, talebe bizim "semaathane" ismini verdiğimiz zikir yerinde
ders okur.
Çocuk muallimin yanına gider.
Muallim, üzerine tebeşir sürülerek beyazlatılmış olan tahtaya besmeleyi ve
Fatiha'nın ilk'ayetini yazar. Çocuğa yazdığını tekrar tekrar okur. Çocuk ayeti
hıfza memur ve mecburdur.
Akşam üzeri
çocuklar, birer birer gelip hocanın önünde, ezberledikleri ayetleri okurlar.
Ayet hıfz edildikten sonra tahta silinir, kurutulur. Üzerine tebeşir sürülür.
Hoca ondan sonraki ayeti yazar. Çocuk bu usul ile Kur'ân'ı hıfzeder! Kur'ân'm
üçte birini hıfz eden çocuklar ezberleyecekleri sûreleri bizzat yazmaya
muktedir olurlar. '
23
Senûsîler ve
Sultan Abdülhamid
Kullanılan hat (erkam), Hatt-ı Mağribîdir ki,
KûfTnin biraz ıslah edilmişi ve kolaylaştırılmışı demektir. Bu usûlün zarûri ve
tabii neticesi olarak, mektebi bitiren bir talebe ekseriyetle hâfız-ı Kur'ân
olur. En anlayışsızı bile Kur’an'ın yansını ezberden okuyabilir.
Usûl-i tedris bu derece müşkil iken oralarda
okuyup yazmak bilmeyenler yüzde onu geçmiyor!
Burası şayan-ı hayrettir. Bu derece gayretli,
bu kadar zekî bir halkın nelere muktedir olabileceğini takdir edebilen bir
mütefekkir-i İslâmî, bu halkın mahrumiyet ve rehbersizlik yüzünden dûçâr olduğu
sefaletleri tahattur ederek (düşünerek) kalbinin kanadığım hisseder.
Şimalî Afrika’nın sefil ve en fakir yeri olan
FîZan köylüleri bile onda dokuz itibarıyla yan yanya Hafızdır. Ekserisi okur,
yazar.
Afrika-i Şimalî'de münteşir tarikatlerden
Kâdirî, Rufâî gibi bizim tarafta bulunanlan hakkında, bu mebhasta tafsilât
vermeğe lüzum yoktur. Zaten bu tarikatlar oralara şarktan ithal edilmiş olup
mahsusiyetini az çok muhafaza etmiştir.
Diğerleri Afrika’nın yerli tarikatleridir.
Tarikat-ı Şazeliye bu taraflarda meçhul değil ise de hikmet-i Şazeliyenin
meçhul kaldığı şüphesizdir. Bir çok şubelere aynlmış olan Şazeliye'ye, sair
tarikatlerden pek çok merasim kanşmıştır. Asıl Şazeliye merasim ve kıyafetten
âri, ilim ve çalışmayı teşvik eden, sûret-i kat'iyyede ta'assub ve şiddetten
uzak, medenîliği ve terakkiyi temin edici usullere* mâlik ise de şubeleri pek
ziyade tebeddülâta uğramıştır. Senûsiye tarikatı kendi bahsinde tafsilatıyla
bildirilecektir.
Ticaniyye pek müsait bir tarîktir. Tayyibiye
ise fâsitten harice pek de çıkamamıştır. Bunlardan maada Zcrkaviye (Derkaviye),
24
Mukaddime
Ammâriye (Kadirî Melâmiye)
vesaire gibi bir çok tarikat şubeleri var ise de Senûsiyeden sonra, en
ehemmiyetli ve mensuplan en çok olan tarik Arûsiye ve îseviyedır. Îsevîler,
Seyyid Muhammed bin îsa nam zâta mensubdurlar. Zevk ve şevka meyyal olurlar.
Hazrâlannda (semâlarında) her türlü âlât-ı musikiyye istimal ederler.
îseviler hazralannda ve hele
özel günlerde çivi, cam, çanak, toprak vesaire gibi yenemez şeyleri yutarlar.
Yılan, akrep ve emsali haşerâtı yerler.
Tarikat-ı Arûsiyenin esası, Afrika'ya
Horasan'dan "Fethullah el-Acemi" nâmında bir şeyh tarafından
getirilmiş olup bu da Tarikat-ı İbrahim Ethem'dir.
Tarikatın Pîri Tunuslu
"Ahmed bin Arûsî" olup İbrahim Ethem'in tarîki ile Şazeliye'yi
mezcederek Arûsiye tarîkini meydana getirmiştir. Mamafih pîr-i sâni Seyyid
Abdüsselâm El-Esmerî El-Feyturi hazretlerinin şöhreti pek azîm olduğundan, bu
tarîkat kendilerine nisbet edilmiştir.
Tarikat-ı Arûsiye'de şâyân-ı
dikkat noktalar vardır. Arûsî kanaatkar, çalışkan, şen ve şatır, taassuptan
âzâde, riyasız, kerîm olur. Arûsiye "millî" bir tarîk olmayıp, Islâm
namı altında birleşmiş olan ümmet-i azîmenin her ferdini müsavi görür.
Bilhassa Türklere karşı
Arûsîlerde büyük bir muhabbet ve kardeşlik hissi vardır. Tarîkat
rivayetlerinden olarak ihvan-ı Arûsiye arasında nakledildiğine göre, Seyyid
Abdüsselâm hazretleri ihvanına "Türkler İslam'ın hizmetkârı, İslam'ın
muzaffer askerleridir. Onlara muhabbet ediniz" diye nasihat ettiğinden,
Arûsîler Türkleri kardeş gibi sevip makâm-ı Hilafete dahi kemal-i safvet ve
samimiyetle bağlıdırlar. Bu
25
Senûsîler ve
Sultan Abdülhamid
noktada olduğu gibi diğer pek çok hususatta
dahi Senûsîlerle Arûsiler arasında farklılıklar görülmektedir.
Tarikat-ı Senûsiye aşağıda tafsilatıyla beyan
edileceği üzre, mezhep, tarîk, siyaset ve içtimaiyattan mürekkep bir cemiyet
olduğu halde Arûsîlerin millî bir fikr-i siyasîleri yoktur.
Senûsîler ehemmiyet-i mahsusalannı,
yüklendikleri gayelerin büyüklüğünü takdir eder, okur, fikirlerinin
merkezîliğine ehemmiyet verir ve şahsın cemiyete fedasını lâzım görür
adamlardır.
Arûsîler ise
riyadan nefret eder, serbest fikirli olurlar.
Arûsîler ekseriyetle fakir ve umumiyetle ziraat
ve sanatla iştigal ederler.
Senûsîler ise ekseriyetle zengin olup ticaretle
iştigali tercih eylerler.
İlgili kısımda sebepleriyle beyan edileceği
gibi, Senûsîlerin manevi istilalarına karşı ancak Arûsîler mukavemet
edebilmişlerdir. Senûsîler çoğu yerde diğer tarîkatleri bünyelerinde
eritmişlerdir.
Seyyid Abdüsselâm hazretlerinin maneviyatı o
kadar büyük, takipçilerine terk ettikleri kelimât o kadar tesirlidir ki
bilcümle evliyâ ve pîrânın ismini unutturacak derecede yüksek bir kudsi- yet
mevkii tutan Seyyid Muhammed El-Mehdî bin Muhammed Ali El-Hâdî es-Senûsî'nin
büyük şöhreti yalnız Seyyid Abdüsselam’ın şöhretine galebe edememiştir.
Bugün bile milyonlarla insan, müşkil ve mühlik
anlarında elini başına koyup "Yâ Esmer!" "Yâ Abdüsselâm"
diye nida ve istimdâd etmededir.
26
Mukaddime
Arûsîler terakkiye ve medeniyete meyyal,
içtimâi ıslahatlara pek müsait olduklarfhdan ve dediğimiz gibi Türkleri
ziyadesiyle sevdiklerinden OsmanlI Afrikasında tatbik edeceğimiz ıslahatta bize
pek ziyade muâvenet edeceklerdir. Bu anlatılanlardan Şimâlî Afrika'da
tarikatlar'm ehemmiyet derecesi hakkında kısaca bir fikir peydâ oldu
zannındayız.
Şimdi Afrika âlem-i İslâmî'nin pek mücmel
(özet) bir tarihçesini yazmak ve Senûsîlerce takip edilen maksadın tarihî
esaslarını göstermek lâzımdır. Bu iki noktanın çok büyük ehemmiyeti vardır.
Şimalî Afrika'nın mukadderatı, Senûsîlerle pek
ziyade alâkadardır.
Tenkid ve muhakemelerimizin, terakki ve teali-i
İslâm muhib- leri (İslâmın ilerlemesini ve yükselmesini isteyenler) tarafından
tedkik ve tefekkür terazisine vurulmasını ziyadesiyle arzu ederiz.
Geçenlerde "İkdam" ile neşredilen
"Şark Rehberleri" ünvanh bir makalede kısaca beyan edildiği üzere,
Türklerin âlemde ve bilhassa âlem-i İslâm'da ifâsına çağrılı blduklan insani ve
medenî hizmetler pek büyüktür. İslâmiyet, menşe-i İslâm olan necib Arap
kavminden nasıl istiğna gösteremez ise, Allah tarafından İslâmiyete son rehber
olarak yüceltilen ve İslâm'ın serhaddine sevk edilen ve bugün medeniyette
rehberlik vazifesini hakkıyla ifa edebilecek yeni bir aydınlanma ve yükselme
yoluna giren Türklerden dahi asla istiğna edemez.
Aşağıda gelecek makalelerimizden anlaşılacağı
üzre nice asırdan beri alem-i İslâmda misli görülmemiş bir fâzıl, beşeriyette
nâdir yetişir bir dâhi olan, Seyyid Muhammed es-Senûsînin benzeri olmayan
çalışmalarını akim bırakan iki esas sebebin bi-
'27
Senûsîler ve
Sultan Abdülhamid
risi Avrupa medeniyetine
ilgisiz ve vukufsuz kalış, diğeri ise Türklere karşı gösterilen emniyetsizfik
ve bir nevi düşmatıhk olmuştur.
Bu bir Tarihî hakikattir.
Bugün dahi bu iki fikir necib Arap milletinin gelişme ve yükselmesine manidir.
Eğer Cenab-ı Seyyid-i Senûsî'nin
nur zekâsı bu iki şübhederi uzak olaydı bugün Avrupa'ya muadil büyüklükte bir
kıta, Afri- kanın bütün kuzey ve orta kısımları Türklerin himayesi altında
büyük bir hükümet-i İslâmiye şeklinde bulunurdu.
Yüz sene evvel Orta Afrika
tamamen sahipsiz ve henüz AvrupalIların istilası altına düşmemiş idi. Böyle
büyük bir hükümet teşkili imkânsız olmadığını fiile çıkarmak için şartlar hemen
hemen müsait idi.
Lâkin ne çare! Cenab-ı Seyyid
bu iki nokta-i mühimmeyi layıkı veçhile göremedi. Mamafih vaktiyle iyi
kullanılamayan kuvvetler, bugün istilaya değilse de yükselmeye ve medenileşmeye
sarf ve sevk edilebilirler.
Alem-i İslâmın şimdilik
bundan başka bir şeye ihtiyacı da yoktur.
İdrakimiz muhakeme kudretini
kesb edeliden, gözlerimiz İslâmın hâl-i perişanını müşahede eyleyeliden beri
söyleye geldiğimiz ve söylemesini vicdanî bir borç bildiğimiz şu sözleri
burada dahi tekrar eyleriz!
İslâmın iki
düşmanı vardır. Birisi cehalet, diğeri körlük!
Necib Arap kavminin
umumiyetle değilse bile, mütefekkirlerinin ekseriyeti itibariyle, Türklere
karşı gösterdikleri noksan-ı muhabbetin sebeplerini, tarihi sebeplerini aramak
elbette lazımdır.
28
Mukaddime
Bu sebepleri bulduğumuz gibi hem Cenâb-ı
Seyyid'in Türklerden uzaklaşmasıyla, muvaffak olamamasının hikmetini bulmuş
hem de mühim bir îslami meseleyi halletmiş oluruz.
Malûmdur ki ilk Hicri asırda Türkler yeni yeni
İslam dairesine dahil olmağa başlamışlar idi. Binanaleyh Araplarla münasebet ve
temasları hemen hemen yok gibiydi. Bu sebeple Arapların Türkler hakkında,
Hakiki malumatları olmayıp hurafat-ı İsrai- liyye ve îraniyyede yazılı olan
rivayetleri kabul ile iktifa etmişler idi.
Eski İranilerin Turaniler, yani Türkler
hakkında büyük bir düşmanlık besledikleri ve bu adâvetin âsân şiirlerinde ve
hurafelerinde dahi görüldüğü malumdur.
Semûd rivayetlerine ve İsrailî hurafelere
gelince: Akvam-ı Be- şeriyeyi bir takım muhayyel silsilelerle ve yalan ve
uydurma tarihlerle insanoğlunun ikinci babası Hazreti Nuh'un oğluna dayandırıp
bağlamayı bir Tarihî usul ittihaz eden Beni İsrail hahamları kendilerine
tamamen meçhul kalmış olan Türkleri Gog ve Magûg (batılılara göre
İskender tarafından Kafkasların ötesine hapsedilen iki kavmin adı, İ. C.)
namında iki şahıs vasıtasıyla hazret-i Nuh'un oğlu Yafes'e rabt etmişlerdir.
Kur’an-ı Kerim'de yazılı olan Yecuc ve Mecuc, anlatıldığı şekliyle Türklerin
hiç bir benzerliği ve münasebeti olmadığı ve hatta İslam tarihçilerinin yazdığı
eserlerde yecuc ve mecuc taifesinin Türkleıe hiç benzemeyen bir şekilde tafsil
edildiği meydanda iken ehl-i İslâm ve daha doğrusu Araplar, o vakit durumları
bilinmeyen Türkler hakkında acaip İsrail rivayetlerini aynen kabul
etmişlerdir.
Hele Kur'an’da yazılı olan "yecuc ve
mecuc" taifesiyle Türkleri aynı kavim zannetmek Kur'ân'ı yalanlamak demek olacağını
kestiremeyen avam, bu fikri körü körüne kabul etmiştir.
29
Senûsîler ve
Sultan Abdülhamid
Emeviyenin zaman-ı
Hükümetinde, Irak valisi Haccac tarafından "Suğd"
memleketimin fethine sevk edilen İslâm gazilerine karşı galebe edebilmek için Suğd
hâkimesi Türklerden yardım istedi.
O güne kadar Roma ordularının
murabbilerini ve İran ordularındaki fillerin sinesini delmiş, önünde hiç hail
ve mani tanımamış olan Arap mızrakları, kısa kılınçlar önünde acze düştü.
Muharebeye girişse
mağlubiyetin muhakkak olduğunu fark eden İslâm komutanı Kuteybe Sağdîlerle
Türklerin arasını açmaktan başka kurtuluş çaresi kalmadığını anladı. Müstahkem
' bir mevkiye sığınarak muharebeden kaçındı.
Kuteybe’nin mevkii kale ile
Türkler arasında idi. Bu suretle hem muhasır ve mahsur (hem kaleyi kuşatmış hem
de Tüıkler tarafından kuşatılmış) bulunuyor idi. Irak'a İslam ordusu hakkında
üzüntülü haberler geliyordu. Alem-i İslam'ın her tarafında İslâm ordusunun
kurtuluşu için dualar okunuyor, Türklere beddualar yağdırılıyor idi.
Kuteybe kuvvetle yapamadığını
siyasetle yaptı. 4 ay kadar mahsur kaldıktan sonra, bir Nebtî vasıtasıyla,
İronilerle Türkler arasına ihtilaf sokabildi.
Türk Hanı muhasarayı kaldırıp
memleketi yağma ederek savaştı. İslâm ordusu kurtuldu. Suğd'ı istila etti.
Türklerin İslâm ordusunu 4 ay
muhasara etmeleri Araplara pek fena tesir etmiş idi. Bu tesirat hatıralarda
ukde gibi kaldı.
Arapların izzet-i nefsi
birinci defa olarak Türkler tarafından yaralanmış idi.
Bundan sonra Türkler Din-i
İslâm'ı kabule başladılar.
30
Mukaddime
Türkler, zahiren asker ve
esir sıfatıyla ve hakikaten hakim ve galip olarak merkez-i Hilafette bile mevki
tuttular.
Arapların yönetimi altındaki
arazi birer birer Türklerin eline geçmeğe başladı.
Türklerle ırkî yakınlığı olan
Moğallann her şeyi silip süpüren istilaları ve dehşetli tahribatları Arap
milletinin kalbinde derin yaralar açtı. Şevket ve satvet-i Arabiyenin
mahvedicisi Türkler göründü.
Bu sebeplere eski
müelliflerin yazdıkları, İran ve İsrailoğullan hurafelerinden kopye ettikleri tarihin
bölümlerinde serd edilen acaip şeyler de eklenerek Araplarda Türklere karşı bir
hissî soğukluk meydana getirdi.
Allame Kurtubî ve Şa'ranî
gibi meşahir-i ulemânın halen matbu ve Araplar arasında dolaşmakta olan
eserleri incelenirse Arap- lan mağdur görmek ve bununla beraber fikirlerini
ilim ve marifetle tenvîr etmek lazımdır. Bu, o kadar müşkil değildir. Yalnız
tarihî hakikatleri meydana koymak kafidir.
Bütün tarih alimleri
müttefikan beyan ediyorlar ki ahkâm-ı Dini unuttukları, sefahet ve zevke koyuldukları,
cebîn ve ahlâksız kaldıkları için Arap hükümetlerini idare eden Arap
idarecileri ve Arap büyükleri necib Arap milletini kesin ve sür'atli bir çöküntüye
doğru sürükleyip götürüyorlar idi. Arap hükümetleri, bilhassa Abbasiler mahv ve
inkıraza mahkum idi.
Eğer Türkler, Allah
tarafından İslâm’ın imdadına yetişmeye idiler, Din-i Mübin-i İslam yalnız
Hicaz'a münhasır ve mahallî bir din hükmünde kalacak idi.
Avrupanın en büyük tarih
araştırmacılarından biri diyor ki: "Avrupa'nın şarkı istilasına Türkler
mani oldular. Türk, Hıristi-
' ’ r- ■ 31
Senûsîler
ve Sultan Abdülhamid '
yan Avrupaya karşı Müslüman
Asya’nın müdafii oldu. Cinsiyetiyle mağrur, herkesten daha cesur ve inatçı
olan Türkler, bütün maddi ve manevi kudret ve kuvvetlerini Îslâmın hizmet ve
müdafaasına vakfettiler."
Bu hakikati meydana koymakta
tarihçiler müttefiktirler. Bu ha- kikata mebnidir ki Ümmet-i vahide fikrini
kendi milliyetinden üstün tutan Seyyid Abdüsselam El-Esmerî hazretleri
"Türkleri seviniz çünkü Türkler, İslam’ın muzaffer askeridir"
buyurmuştur.
Seyyit Muhammed Es-Senusî
hazretleri bu noktayı ihmal etmişlerdir. O İslamm uyanması ve yükselmesi için
Arapların kuvvetli ve müstakil olmasını arzu etmiş ve bunun için Türkü ref a
lüzum görmüş idi.
i
Halbuki bugün dünyada 50 milyon
Arabın mevcudiyeti de Türklerin Islâmiyeti kabul etmesi ve kavm-ı necib-i
Arab’ı Din’in doğuş yeri ve mürşid-i muhterem bilmesi sebebi iledir. Bu dâ bir
'tarihi hakikattir. Yine tekrar ederiz ki Arap hükümeti mahv ve inkıraza mahkum
olmuş idi. Eğer hükûmet-i Arabiye- yi istilâ ve imha edenler, İslâm'dan başka
bir dine sâlik, meselâ AvrupalIlar olsa idi, Ispanya'da korkunç misali
görüldüğü üzere İslam ile Arap milleti dahi mahvolur ve yalnız hüzün verici
eserlerin kalıntıları baki kalırdı.
İşte Endülüs:
Türkler Cezayir'i, Fas’ı,
Trablus'u, Mısır'ı aldılar. Lâkin muhakkakât-ı tarihi yedendir ki, bu
memleketleri Türkler alma- yaydılar, İspanyolların riyaset ettikleri
AvrupalIlar alacaktı.
Acaba, Avrupa'nın yansına
malik olan İspanya hükümetine, Andrea Dorya'lara, o dehşetli donanmalara şimali
Afrika'daki küçük Arap hükümetleri mukavemet edebilir mi idi?
52 . ' '
Mukaddime
Asla!
Medeniyet-i İslâmiyeyi mahv
ve istila için bela seli gibi şarka akıp gelen vahşetengiz ehl-i salîb
sürülerine karşı duran kim idi?
Bir Selahaddin,
bir Kılıçasrlan değil mi?
O hengâmede ki, İslâm ve
alem-i İslâm mahv ve inkıraz tehlikelerine düşmüş iken Reis-i İslâm olan
Halife-i Abbas, sarayında bir putperest gibi vaktini ayş ve sefahetle geçiriyor
idi.
Hilafet ve Riyaset-i İslâmiyenin
Kahire'de tekke şeyhi menzilesine inmiş bir zât-ı âcizde bulunmasından ne
İslâmiyetin ve ne de Arap milletinin hiç bir şekilde istifadesi tasavvur olunamaz
iken Livâ-ı Hilafet Yavuzlann, Murad-ı Rabilerin elinde temevvücnümâyı Şeref ve
Şan olmuştur.
Arap hükümetlerine halef olan
Tüıkler, Arap milliyetine tecavüz şöyle dursun, kavm-ı necib-i Arabi kendi
milliyetlerinden bile daha ziyade muhterem saymışlar, şan ve hükümet kapılarını
bilhassa Araplar'a açık tutmuşlardır. Arapları ayn bir millet değil, ümmet-i
vahidenin rükn-i celil-i evveli ve kendilerinin büyük kardeşi bilmişlerdir.
Eldeki ölçü ve tartı insaf ve
vicdan olursa, Birinci Osman'ın, Orhan'ın, Murad'ın, Fatih'in; bir Yezid bir
Mervan, bir Hakem Biemrihî ile kâbil-i kıyas olmayacak faziletli ve büyük insanlardan
olduklarını teslim zaruridir. Ne hacet! Halife-i muhterem ve şefik Muhammed
El-Reşad Hamis hazretleriyle Fas Emiri Mevlayı Abdulhafız'ın mukayesesi vicdan
sahipleri için, din ve milletini seven Arap mütefekkirleri için adil bir hüküm
vermeğe kafidir. Vakıa daha evvelki hal'edilmiş zât riyaset şartlarına sahip
bulunmamış ise de bunu anlamak ve Makam-ı Hilâfet'i ehline tevdi' etmek yine
Türkler'in milli şerefidir.
33
Senûsîler ve Sultan Abdülhamid
Türkler hiçbir vakit kavm-i Araba
ayrılık gayrdık namına tahakküm düşüncesini takip etmemiş olduktan gibi bugün
dahi milli gâye büyük biraderimiz olan muhterem Arap kavmiyle kemal-i adi ve
müsâvât üzere bulunmaktan ve beraberce feyz ve yükseliş yolunda yürümekten
ibarettir. Bir aile içinde vazifelerin taksimi sırasında işlerin yönetilmesi
efrâd-ı aileden birine düşer. Lâkin bundan tegallüb ve tahakküm mânâsı elbet
çı- kanlamaz.
Bu gün kavm-i necîb-i Ara'oın
saadet ve refahını temin için yine Türklerin çalışması lâzımdır.
Bu ânlatılanlann hepsi
vukuât-ı tarihiyeye ve mevcut dürüma müsteniddir. Şu halde İslâm'ın yükselişi
me bu meyanda Arab milliyetinin yükselmesi ancak Türklerle tam bir dostluk ve
kardeşlik tesisi ile mümkün olduğu tamamıyla tezâhür eder.
İşte Cenab-ı Seyyid Muhammed
Es-senusî bu temel noktada yanıldı.
Yanıldığı için muhterem
dehâsı azametine layık neticeler meydana getiremedi. Bu emsali görülmemiş
İslâm mütefekkirinin bu hatası bir tarafa bırakılınca diğer hususlar hakkındaki
tefekkürât ve nazariyâtı o kadar büyük, faaliyet ve teşebbüsü o kadar geniştir
ki, bunlan tetkik ile irşad ve delâletinin neticelerini görenler hayretlerini
açığa vurmaktan kendilerini alamazlar.
Cenab-ı Seyyidin maneviyatı
üzerine Cezayir'e tecavüz, Mısır'ın Mehmet Ali Paşa tarafından zabtı gibi
hadiselerin de mühim tesirleri olmuştur.
Mukaddimemizi bitirdik; şimdi
de sıra, Seyyid Muhammed es- Senûsînin büyük icraatını açıklamağa geldi.
34
♦
Senûsîlik ve
Seyyid Muhammed Senûsî
35
Senûsî Cemiyetinin Suret-i Teşkili
Seyyid Muhammed Senûsî'nin Tercüme-i Hali
Yaptıkları ve Gayeleri
Mezheb, Tarikat
Nice asırlardan beri alem-i
İslâmda nâdir zuhur eden dahi insanlardan biri ve belkide düşüncelerinin
kapsamı ve gayelerinin ehemmiyeti itibariyle en büyüğü olan Seyyid Muhammed
Es-Senûsî El-Hasenî El-Hattabî El-İdrisî, Hicrî 1206 senesinde Cezayir'in
güneyinde "Müsteğanim" kasabası civarındaki bir vahada
insanlık alemine kadem basmıştır.
Cenab-ı Seyyid, sülale-i
tahire'den ve soyu Hz. Hasan'a dayanan, Afrikada Hükümdar, tarikat şeyhleri ve
pîrleri, ulema ve fudala yetiştirmiş olan ve Harun El-Rcşid'in baskılarından Afrika'ya
firar ettiği halde, bu Halife tarafından zehirlenen meşhur "İdris
Alevî" ailesindendir.
Pederleri mezkûr vahadaki
zaviyesinde irşad ile meşgul olurdu. Seyyid Muhammed Es-Senûsî temel ilimleri
pederinden tahsil etmiştir.
Senûsîler ve
Sultan Abdülhamid
Genç Senûsî çocukluğundan
beri gayet ciddi olup vaktinin çoğunu dalgın bir halde ve tefekkürle geçirir
idi.
Ciddiyeti, fevkalade
fesahati, sözlerindeki halâvet ve tesir sebebiyle genç Senûsî umumun hürmet ve
muhabbetini kazanmış idi. Zaviyeye uğrayan kafileler, şöhreti sahraya ve
sahillere kadar yayılmış olan genç seyyidi ziyaret ederler ve nasihatlerini
dinlerler idi.
Cenab-ı Seyyidin
ziyaretçilere verdiği va'z ve nasihat, öteden beri söylenen sözlere benzemez
idi.
Selametle gidip gelmek,
düşmanların kötülüğünden ve belâdan emin olmak için kendisinden dua ve Fatiha
talep edenlere, Fatiha verdikten sonra "Birbirinizi seviniz. Birbirinizin
kardeşi olduğunuzu biliniz ve birbirinize bu suretle muamele ve muavenet
ediniz. Tâki Allah sîzleri korusun, enbiyânın ruhları sizi gözetsin!" der
idi. Cenab-ı Seyyidin devamlı tefekkür halinde olması ve insanlardan uzak
durarak inzivayı sevmesi nihayet pederinin ve bölgedeki şeyhlerin merak ve
endişesini celbetti.
Bir gün pederi onu bir kum
tepeciğinde yalnızca oturmuş ve ummân-ı tefekküre dalmış iken buldu. Peder,
oğluna, endişeli ve gamlı bir şekil alan inziva ve tefekkürlerinin esbâbını
sordu.
Genç seyyidin verdiği izahat
pederinin hayret ve iftiharını muci b oldu. Muhammet Es-Senûsî demiş ki:
"Alem-i İslâmî düşünüyorum. Bu kadar sultan ve ümerâya, bu kadar meşâyıh
ve ruesâya rağmen bugün alem-i İslâm çobansız bir koyun sürüsüne benziyor.
Her yerin mürşidleri,
fâdıllan var; lâkin alem-i İslâmî birleşme noktasına, bir gâye ortaklığına sevk
edebilecek umumî ve hakîkî bir mürşid yok. Dîn-i mübînimiz tevhid ve ittihad
üzeri-
38
Senûsîlik ve Seyyid Muhammed Senûsî
ne tesis edilmiş iken alem-i
İslâmın her tarafında ihtilaf ve ayrılık var. Her tarafı cehalet kaplamış,
çünkü ulema ve meşâyıhta; bilgiyi, irfanı yayma emeli, din gayreti kalmamış.
Bakınız: Sudan ve Sahra'da hâlâ
sürülerle putperest vardır! Meskûn yerlerdeki bütün mescidlerde ilmiyle âmil
olmayan sürülerle ulema var iken bunlar rahat; bu bîçarelere hidayet yolunu
göstermeyi akıl etmiyorlar!
Ahvâl-i alemi, gelen
kafilelerdeki kulağı delik şahıslardan öğreniyorum. Her tarafta mağlub
oluyoruz. Memleketler, mâmureler gidiyor. İslam bir uçuruma doğru koşuyor. Bunu
gören, çare düşünen yok. işte ben, bunları düşünüyorum."
Cenab-ı Seyyidin pederi bu
ahvâle karşı ne yapılabileceğini sordu. "Çalışacağım" cevabını aldı.
Pederinin müsaadesi ile Seyyid
Muhammed Es-Senûsi tahsilini tamamlamak için Fas'a gitti. Cenab-ı Seyyid
geceli gündüzlü çalışarak, henüz 30 yaşında iken Fas Cami-i Kebir'inde tedrise
baladı. Fas'ın durumu Seyyid'in dilhûn olmasına sebep olacak bir derecede idi.
İslam'ın ilim merkezlerinden biri olan Fas’ta ahlâktan eser kalmamış idi.
Memleket daimî keşmekeşler, mütemâdî ihtilaller içinde kalmış idi. Seyyid
Muhammed Es- Senûsî bu ahvale karşı şiddetli bir lisan kullanıyor idi. 8 sene
devam eden tedrisâtında beyhûde yere İslâmları birlik ve uyanışa davet etti.
Bu kadar çalışmanın bir semere
vermemesi bir yana, Hükümetin kem nazarını da celbetmiş idi. Şeyhlikle
başlayıp saltanatla işi neticelendirmek Afrika'da ve bilhassa Mağrib-i Aksa'da
görülmüş şeylerden idi.
Fas Emirleri bu genç şerifte bir rekabet, bir
iddia gördüler. Ce-
Senûsüer ve Sultan Abdülhamid
nab-i Seyyid Fas'ta ikametten
hiç bir fayda hasıl olmayacağına hükmederek Cezayir'in güneyindeki Tuvat
şehrine yakın ve Sahranın anahtarlarından biri durumunda olan
"Lağavat" kasabasına azimet etti. (1245).
Seyyid Muhammed Es-Scnûsî'nin
Lağavat'ı ikametgâh edinişi, bir taraftan ye's ve fütura ve diğer taraftan da
beslediği emel-i muhtereminden tamamen vazgeçmediğine alamettir.
Lağavat kasabası Tuvat yolu ile
sefer eden kafilelerin toplanma yeri olduğu gibi, Türklerin de pek sık ziyaret
ettikleri bir yer idi. Lağavat’ta Cenab-ı Seyyid'e rekabet edebilecek ulemâ ve
fudalâ dahi yok idi.
Seyyid Muhammed Es-Senûsî
burada fikirlerini kabul ettirecek pek çok kimse bulabilirdi. Lağavat gibi
meçhul bir noktada ikametle Cenab-ı Seyyidin, fikirleri ve emelleri icra
sahasına konulamayacağı Lağavat’ta yükseltilen sesin âlem-i îslâma du-
yurulamayacağı düşünülürse Cenab-ı Seyyid’in Fas'taki mağlubiyetinden ye’se
düştüğü ve ne yapacağını tayin edemediği ortaya çıkar.
Seyyid Muhammed Es-Senûsî, ümid
ettiği kolaylık ve rahatı Lağavat’ta bulamadı. Lağavat kasabası "Tarîkat-ı
Ticaniyye" mensuplarının nüfûzu altında idi. Ticânîler hararetli vajzlar
veren, bir takım muazzam işlerden bahseden Seyyid Scnûsî'yi murakabe alıma
aldılar. Cenab-ı Seyyid kasabayı terk ile seya- hata çıkmağa mecbur oldu. Bu
tarihten itibaren Seyyid Muhammed Es-Senûsî'nin hayatındaki ikinci devre
başlıyor. Ce- nab-ı Seyyid Mesad, Kabıs, Trablusgarb, ve Bingazrşehirlerini
ziyaret etti. Bu şehirlerin.her birinde bir müddet ikametle, günlerini va'z ve
nasihate vakfeyledi.
Seyyid Muhammed Es-Senûsî
Bingazi'den sonra Mısır'a gitti. Mısır bu tarihte Mehmed Ali Paşa'nın idaresine
geçmiş idi. Mı-
40
Senûsîlik ve
Seyyid Muhammed Senûsî
sır'ı ziyaretinin Cenab-ı
Seyyid’in hâlet-i ruhiyesinde büyük değişiklikler meydana getirdiğinde hiç
şübhe edilemez.
Mehmed Ali Paşa'nın bir avuç
serseri ile askerliğe istidadı olmadığı zannedilen Mısırlılardan teşkil ettiği
ordu koca Hükümet-i Osmaniye'yi düşündürüyordu. Mısır'ın muvaffakiyetleri,
Hükümet-i Osmaniye'nin çöküşe doğru yürüdüğü düşüncesini Cenab-ı Seyyid’in
dimağına yerleştirdiğine asla şübhe edilemez.
Garipdir ki bu büyük dâhi
Mehmed Ali Paşa'nın muvaffakiyetinin sebepleri, Hükûmet-i Osnianiyc’nin
mağlubiyetindeki sâikleri hakiki mahiyetiyle göremiyor ve bu sebepleri pek başka
noktalara atfediyordu:
Hayat mücadelesinde galebe ve
muvaffakiyetin, Avrupa tekamülât ve medeniyetine tamamen sahip olmağa bağlı
bulunduğunu Seyyid Muhammed Es-Senusî göremedi.
Bunun sebebi de bulunduğu
muhitlerde Avrupa'daki ilerlemenin korkunç dehşetine vâkıf olamamasıydı.
Mamafih Mısır'ı ziyareti "Avrupa medeniyeti ve Türkler" hakkındaki
fikirleri dışındaki konularda Cenab-ı Seyyidin feVkal'âde istifadesini mucip
oldu.
Evvela: Seyyid Muhammed
Es-Senûsî daha tahsile muhtaç olduğunu farketti. Saniyen: Mczheb
ihtilaflarının, tarikatlcrin çokluğunun, tek kişi hakimiyetinin bütün alem-i
İslâmda, hareketliliğe ve gayelerin birleşmesine mani olduğunu anladı.
Seyyid Muhammed Es-Senûsî
Mısır'da pek çok itirazlara hedef oldu. Mehmed Ali Paşa'nın idare usulüne,
ıslahallanna itiraz ettiğinden Mısır'ı da terke mecbur kaldı. Hicaz tarafına
yöneldi. Seyyid Senûsî Mekke'de hiç bir zaman eksik olmayan seçkin ilim
adamlarından noksanlarını tamamlamaya çalışmakla beraber, meşhur tarikat
pirlerinden Şeyh Ahmet bin İdris'e inti-
41
Senûsîler ve
Sultan Abdülhamid
sab etti.
Mevcut İslâm Mezheplerinin
hepsini tetkik eyledi. Bütün alem-i İslâma hitap edebilmek için maarif-i
Islâmiyenin meçmûuna vakıf olmak lüzumunu takdir ile, ona göre çalıştı.
Ahmet bin İdris, Şazeliye'nûn
uzantısı olan bir tarikat-ı mahsu- şanın sahibi idi.
Seyyid Muhammed Senûsî,
şeyh-i müşarunileyhden istihlaf eyledikten (hilafet aldıktan) sonra mücaveret
suretiyle Mekke'de ikamet eden ve Hac yapmak üzere gelen şeyhlerden dahi
icazet aldı. "Es-Selsebil El-MuW nam eserinde bildirdiği üzere
Cenab-ı Seyyid 40 tarikattan istihlâf eylemiş idi.
Tasavvuf ve Hikemiyatta dahi
hiç bir nokta, meçhûlü kalmamış idi.
Cenab-ı Seyyid, Akvam-ı
Muhtelifenin toplandığı bir yer olan Mekke'de muhtelif ırklara mensup, muhtelif
dillerle mütekel- lim müslürnanlan hadde-i tetkikten (tetkik süzgecinden) geçirmiş,
Akvâm-ı Şarkıyyenin ahvâl-i rûhiyelerini pek mükemmel anlamış ve öğrenmiştir.
Her kavmin fâzıl ve
mütefekkirleri ile konuşmuş, Alem-i İslâmın her tarafı hakkında malumat-ı
mükemmele almış, fâzıl kimselerden istifade etmiş, mustaid (anlayışlı) gördüğü
zevata fikir ve maksadını, meslek ve tarikatını neşre ve telkine başlamış idi.
İşle Cenab-ı Seyyid, bu
suretle tezeyyun-i zat ettikten, zamanının ulemaları ve meşâyih-i kâmilini
adedine dahil olduktan sonra maksad-ı azîmine başlama zamanı geldiğine hükm
etti.
Edindiği tecrübelerle, ihtilâl ve inkılâb
husûle getirecek bir
42
Senûsîlik ve Seyyid Muhammed Senûsî
kimsenin her türlü tazyikat
ve tahakküm-ü haricîden âzâde kalması lüzumunu Cenab-ı Seyyid pek güzel takdir
ediyor idi.
Büyük şehirlerden, İslam’ın
önemli merkezlerinden her hangisini makarr ve merkez ittihaz etse, hükümet-i
mahalliyenin müdâhalesine uğrayacağı şüphesiz idi.
Bundan maada Seyyid Senûsî
gibi bir dâhi, meçhûliyetin yan kudsiyet olduğuna vakıf idi. Bununla beraber,
Alem-i İslâmla kolayca münasebette buluhabilecek, daimî irtibat mümkin olacak
bir yer intihabının zarûreti de ortada idi.
Cenab-ı Seyyid, bu şerâitin
ekserisini cami' olan Bingazi cihetlerine göz attı.
Hükümet-i Osmaniyenin o
vakıtki zayıflığı, Bingazi gibi, merkez için ehemmiyet-i fevkal’adesi meçhul
bir memleketin emniyetiyle uğraşmaya vakit bırakmayacak derecede idi.
Filvaki, Osmanh Hükümeti
yalnız sahildeki kasabalara, o da bir çok ihtiraz kaydı ile icrayı nüfuz
edebiliyor idi.
Bir vakit İtalya'nın zahire
anban ismini almış, gaye-i ümran ve refaha cilvegâh olmuş olan "Cebel-i
Ahdar" adeta boş ve sahipsiz idi. Cebel-i Ahdar, Bingazi ve Deme'ye
uzak değil idi. Bu iki iskele vasıtasıyla her tarafla irtibat mümkün idi. Fazla
olarak Mısır'a gidip gelen kârbanlar (kervanlar), Burnu, Vaday gibi
mahallere işleyen kafileler, Cebel-i Ahdar'a uğrar idi. Trablusgarb ve Fîzan'la
münasebat-ı kâmile mevcut idi. Binga- zi'deki Ostnanlılann teftişinden korkmağa
da mahal yok idi.
İşte bu sebeplere binaen
Seyyid Muhammed Es-Senûsî ilk zâviyesini Cebel-i Ahdar'da tesis etmiştir.
Seyyid'in bu hareketi, ne
kadar metin düşündüğüne delildir. O,
43
Senûsîler ve
Sultan Abdülhamid
Alem-i İslam'ın ruhu olmak
istiyordu. Ruh, vücudun her noktasında mevcut ve âmir olduğu halde, makam,
mahall-i mahsusu meçhul kaldığı gibi, Cenab-ı Seyyid dahi hüküm ve tesirini
artıracak bir meçhuliyette kalmağı münasip gördü.
Pek az zamanda Cebel-i Ahdar zaviyesi bir
kasaba şeklini aldı.
Bu sürat, beklenenin hilafına,
ilkin Osmanlı memurlarının na- zar-ı dikkatini celbetti. Cenab-ı Seyyid
zaviyesini sahile biraz fazla yakın ve ileride müdahale halinde Bingazi
hükümetinin nüfuzunu hissedecek bir mevkide inşa ettiğini farketti.
Asıl merkez olmak üzere "Cabub"
dahilindeki zaviyesini tesis etti. Cabub o tarihte, Cebel-i Ahdar’da mümkin ve
mutesavver olan mahzurlardan ârî olduktan maada etraf-ı civarında şecî ve
müstakil pek çok göçebe Arap kabileleri bulunuyor idi. Bunların hemen hepsi
pek az zamanda "ihvan-ı Senûsîye" adedine dahil olmuşdur. Cenab-ı
Seyyid’in akraba ve dostlan, havass-ı mürîdanı Cabub’a hicret ettiler. Orası da
az vakitte bir kasaba oldu. Cesîm hurmalıklar yetiştirildi.
Muhammed Scnûsî'nin ilk işi,
mezâhib-i makbûle-i İslâm’ın kâffesini tetkik ederek 4 mezhebin behrindeki
eshel ve ekmel müctehidatı (daha kolay ve mütekâmil içtihadlan) kendi içti-
hadlanyla meczetmek oldu.
Lâkin bu mezheb, dört sünnî
mezhebin aynı ve zübdesi olmakla beraber, sui zannı ve yeni bir mezhep icadı
fikrine sapılmasını mucib olmamak üzere ayrıca tamim edilmeyerek Senûsî
tarîkatine dahil olacak ihvana tahsis kılındı.
Mamafih Cenab-ı Seyyid bu babda
bir kaç eser telif etmiştir ki bilhassa fukahâyı Malikiye arasında tedavül
etmekledir. Cc- nab-ı Seyyidin içtihad ettiği tarikat-ı Senûsîye, Marifet ve
■ ■«
44
Senûsîlik ve
Seyyid Muhammed Senûsî
Usûl-i tasavvuf itibariyle, bu tarikatin özü ve
özeti sayılır.
Binanaleyh, bazılarının
yaptığı gibi Tarikat-ı Senûsîye’yi, Şa- zeliye'den İdrisiyye'nin bir şubesi
addetmek hatadır.
Zaten Tarikat-ı Senûsîye'ye
"Cemiyet” namı vermek daha doğrudur. Bu cemiyet kadar teşkilâtı mükemmel
ve muntazam hiç bir cemiyct-i hafıyye veya diniye görülmemiştir. Vasıtaların
azlığı gayelerin azamet ve ihtivası, göze alınan muşkilatın ve mevâniin
(engellerin) cesameti nazar-ı itinaya alınır da Cepıi- yet-i Senûsîye Avrupa ve
şarkla zuhur eden cemiyetlerle mukayese edilirse, Cenabı Seyyid'in dehasına
hayran olmamak elden gelmez.
Tarikat-ı Senûsîye'de künhüne
varılmaz muğlak hikmetler, su’ûbetli (zor) merasim ve riyazat olmadığı gibi
makbul bir mantıka, nezih bir suret-i tefekküre mugayir şeyler de mevcut
değildir. Tarikat, amelî ve içtimai bir hikmet üzerine kurulmuştur.
Cemiyet-i Senûsîye'de üssul
esas (esasların en önemlisi) "uhuvvet" ve "te'âvün"
(kardeşlik ve yardımlaşma) hususlarıdır.
Senûsîler eyyam-ı mahsusadan
başka, Cuma ve Pazartesi geceleri biraraya gelirler. Ayrıca sema'lan ve usul-i
merasim olmayıp ietimalannda fukara doyurulur. İhvan sema'hanede bir "mukaddem"
denilen şeyhin riyaseti altında Kur'an sûrelerinden bazılarını kıraat ederler. Salât-ı
azmiye denilen ve Şeyh Ahmet bin İdris tarafından tertib edilmiş olan salât
ile Ruh-i Nebiyyi zîşanı tevkir ederler (ağırlarlar).
Tarikat-ı Senûsîye, ihvanını
nevâfıl ile işgal etmeyip iş ile, güç ile çalışmağa ve talim ve taallüme mecbur
ederler.
45
Senûsîler ve
Sultan Abdülhamid
Tarikat-ı Senûsîyeye giren
bir kimse aciz ve malûl olmadıkça, çalışıp kazanmağa, faydalı bir adam olmağa
sevk edilir.
Büyük zaviyelerde fıkıh ve
hatta yüksek ilimler tedris edecek fakihler bulunur.
Tarikat-ı Senûsîye'nin,
dediğimiz gibi, esası uhuvvet olup bu tanka dahil olanlar bu esasa tamamen
riayete mecburdurlar. İhvan derecâta munkasimdır: Halife, Şeyh, Nakıp,
Mukaddem misilli hizmet mertebeleri bulunduğu gibi alelumum ihvan, avam, havas
ve havvassul havas sınıflarına ayrılırlar. Cemiyet- i Senûsîye bir tarikat-ı
mahsusaya sahip olmakla beraber, siyasi bir cemiyettir.
Şu kadar ki makâsıtdve
eikâr-ı siyasiyesi ihvanın havassma, halifelere ve şeyhlere malûm olup avam-ı
ihvan yalnız bazı müphem malûmata maliktir.
İhvan-ı Senûsîyeden her biri
malûl ve mâzur olmadıkça, daima harbe âmâde bulunmağa ve indel icab alacağı
emir üzerine harbe gitmeğe memur ve mecbur olup bu babda ve her hususta itaat
ve sadakat göstermeye yemin etmiştir.
Teşkilat-ı Senûsîyenin bu
maddesi Afrika'da bütün manasıyla tatbik edilmekte olup yalnız alem-i îslâmın
diğer kısımlarında bu husus muâvenet şeklinde bırakılarak tamamen tatbik olunamamıştır.
Afrika’da
ihvandan her biri iktidarı nisbetinde silahlı bulunmağa, bir deve sahibi
olmağa, hiç olmazsa eslihâdan bir şey bulundurmağa mecburdur. Aşın derecede
fakir olursa indel icab kendisine lazım gelen silah zaviyeler veyahut ihvanın
zenginleri tarafından verilir. ,
Zenginler ve rüesâdan olanlar, derece-i
servetine göre mütead-
46
Senûsîlik ve
Seyyid Muhammed Senûsî
dit develer ve silah
takımları bulundurmağa, maiyyetindeki hademeyi ve kölelerini silahlandırmağa
mecburdur. Bir Senûsî uhuvvet ve teâvün esaslarına karşı hile ve ihanet
edetnez. Bir Senûsî, elinden geldiği kadar sık taam ihzar edipzâviyeye götürür.
Sair ihvanın getirdiği yemeklerle birleştirilerek umumiyetle ve ihvanca taam
edilir.
Mamafih bu umûmî taamlar
olsun, zâviyelerde her gece çıkan- lan taamlar olsun yalnızca ihvan-ı
Senûsîye'ye has ve münhasır olmayıp her kim müracaat ederse kabul ve i'zaz ve
ikram edilir.
Tarikat-ı Senûsîye, ihvanına
inziva ve inkıta tavsiye etmedikten maada, bir suretle maişet teminine sevk
ettiğinden, tarikat namına dilencilik ve sadaka kabulü yasaktır.
Senûsîler arasında bu teâvün
hususu o derece intizamla cereyan ve o kadar menâfi istihsal eder ki, yalnız bu
menâfi çoklarını bu tarikate girmeye sevk eder. Bu usul sayesinde her zâviye mükemmel
bir imârete malik imiş gibi gündüz ve gece yemek çıkarır.
Zâviye şeyhleri kısmen alenî,
kısmen hafi (gizli) birer mahallî cemiyetin reisleri demek olmakla beraber, tam
manasıyla da birer şehbender (ticari temsilci, koordinatör), aynı zamanda
tica- ret-i mahalliyenin reisi, sigorta kumpanyalan vekili demektir.
Her şeyh icrayı ticarete
memurdur. Kazancının bir kısmı kendine, bir kısmı cemiyete aittir. Bir zâviye
şeyhi sahil ve dahilin piyasalarına vâkıftır. İhracat mallannın mahallî
fiyatını bildiği gibi ithalât emvâlinin transit merkezlerindeki fiyatlarına
dahi vakıftır.
Kafile-i ticariyesinin hücum
ve taarruzdan masuniyetini arzu edenler zaviyelerden birer "eman,"
"sigorta kağıdı" alırlar.
Senûsîler ve Sultan Abdülhamid
Emanların fiyatları kafileye göredir.
Dünyada kuvvetten başka hiç bir kanuna tabi
olmayan Teybu, Tuvank (Tuareg) vesaire gibi kavimler, Senûsî zâviyelerinin
verdiği emana fevkal-had hürmet ve riayet ederler. Zâviye şeyhleri, zengin
Senûsîler, bulundukları mahallerin bankerleri hükmünde olup erbab-ı ticaret ve
ziraate para ikraz ederler, lâkin bir Senûsîden aldıklan faiz ile bir haricîden
aldıkları faiz arasında fark-ı azim vardır.
İşte bu tafsilâttan anlaşılır ki Cemiyet-i Senûsîye,
bulunduğu mahalli tamamiyle taht-ı hakimiyetine alacak ve insanlara bilcümle
vesait ile tahakküm edecek teşkilata maliktir.
Cenab-ı Seyyid bu esasları vaz ettikten sonra,
etraf ve civara ve giderek bütün alem-i İslâma Halifeler ve vekiller göndermeğe
başlamıştır.
Afrikanın her tarafında zâviyeler açılmağa
teşebbüs edilmiş ve tamamıyla muvaffakiyet oluvermiştir.
Zâviye açılan mahallere ekseriyetle o yer
ahalisinden biri terbiye edilerek Halife tayin edilmiştir. Vekiller ise daha
büyük ve mühim vezaiflc mükellef olup ekseriyetle umuma karşı meçhul
bırakılmıştır.
İslam'ın mühim merkezlerinin kâffesinde Cenab-ı
Seyyidin vekilleri ve muhabirleri var idi.
Bu vekiller mümkün oldukça bulundukları
mahallin ahalisinden intihab edilirse de, vazife-i vekaleti yapabilecek
dereceye gelinceye kadar terbiye ve talim edilirler idi.
Hulefa ve vükelânın yerlilerden seçilmesi bile
Seyyid Muhammed Es-Senûsî'nin ne derece metin muhakemeli bulunduğuna
48
Senûsîlik ve
Seyyid Muhammed Senûsî ,
bir delildir. Bu mühim hizmetlerde yabancı
adamların istihdamında bir çok mahzur mutasavver olup yerlilerde ise bu maha-
zır (mahzurlar) yok idi.
Merkezî zâviyelerin vükelâ, Hulefâ ve muhabirin
ile muhaberâtı şayan-ı hayret bir sür'at ve intizamla cereyan etmiş ve etmekte
bulunmuştur. Bir haldeki hakikaten keramet ıtlaki- ne müstehak olan bu sür'at,
ekseri ihvanca mânâyı tâmmıyla keramet görülüyor idi.
Türkiya, Hicaz, Yemen, Hind, Cava, Mısır,
Tunus, Cezayir ve Fas gibi mahalledeki vekil ve muhabirler, vukuât-ı mühimme-i
mahalliyeye dair raporlarını Bingazi'ye göndermekte ve oradan dahi hecinlerle
zâviye-i merkeziyeye gönderilmekte idi.
Sudan, Bomu Ayır, Zender, Suvat, Sahrayı Kebir
vesair mülha- kat-ı dahiliye zaviyeleri şaşılacak bir sürat ve intizamla
vukuât- ı câriyeyi (cereyan eden hadiseleri) merkeze bildiriyorlar idi.
Bütün Senusîlerin nazar-ı ruhu Önünde ulvî bir
hayal, himmetiyle arz-ı cemal etmekte olup cümlesi, bu hayalin gerçekleşmesinin
Cenab-ı Seyyidin delâlet ve irşadıyla.mümkin bulunduğuna kail olarak ona göre
cansiperâne çalışmakta idi.
Senûsîlerin seyyid ve reislerine karşı
hissettikleri hürmet ve bağlılık en yüksek derecede idi.
"Maksad-ı Mukaddes" ihvandan
herbirine bütün vuzûhu ile malûm değil idi.
Hatta milyonlara baliğ olan ihvânın kısm-ı
âzami takip edilen maksadın leferruâtma asla vâkıf olamazdı. Hâlâ da böyledir.
Lâkin cümlesinin bildiği bir şey var idi ki o da itila ve ittihad-ı îslâmın
(İslam'ın yücelme ve birleşmesinin), rcfah-ı millînin ve
49
Senûsîler ve Sultan Abdülhamid
hatta saadet-i beşeriye'nin ancak Seyyid'in
emrine ittiba ile hâsıl olacağı idi. Buna hepsi inanıyor, bu hâyal-i ulvînin
verdiği şevk ve hâheşle (hevesle) çalışıyor, ciddiyet-i tâmme ve azm-i kat'i
ile çalışıyor idi.
Seyyid Senûsînin bir çöl ortasında ikamet
ediyor oluşu hayalperest olan dimağlara başka bir tesir-i şedîd îkâ ediyor
idi. Müşarünileyh, büyük bir merkezde, gözler önünde bulunsaydı, şübhesiz bu
derece kuvvetli tesirat meydana gelemezdi.
Cenab-ı Seyyidin irfan ve kemalâtı, İslâm
mütefekkirleri nez- dinde ne derece takdir ve takdis edilmiş ise avam indinde
dahi kerâmât ve kuvve-i kudsiyesi o suretle şöhret bulmuş idi. Senûsî
halifelerinin önde gelenleri, hazret-i Seyyid'in keramet ve keşfiyatını
zâviyelere ananesiyle yazıp bildirirler. Kerâmât, vekiller, halifeler vasıtasıyla
ihvana ve bunlar tarafından âleme ilân olunur. Bir şükran ve memnuniyet arzı
olarak bilumum zaviyelerde ziyafetler tertip ve fukara itam edilir.
Afrika ahalisinin havarika (harikulade işlere
ve olaylara) verdikleri ehemmiyet pek büyüktür. Buralarda her asırda hüküm
fermâ olmuş bulunan kanşıklıklar ve birbirini takib eden muharebeler yüzünden
refah ve rahat ortadan kalkmıştır.
Kötü idare ve yolsuzlukların sebep olduğu
zorluklardan yakasını nasıl kurtaracağını kestiremeyen halk, bu mezahimden
kurtuluşu havâriktan bekler.
Açların, sefillerin menbâ-ı ümid ve tesellisi
kerametlerdir. Bu fevkalâde şeylere duyulan ihtiyaç yüzünden ahalideki meyl-i
itikad şaşılacak bir ifrat derecesine varmış ve çocukça bir şekil almıştır.
Yine bu sebepledir ki sürülerle hokkabazlar alelâde maharetle bîçare ahalinin
safvetini suistimal edegelmiştir. Ufak bir meçhuliyetin etrafında derhal
şâirane hurafeler peyda
50
Senûstlik ve
Seyyid Muhammed Senûsi
olur. Cahil olan halk kendine meçhul kalan
herşeyi harika farz ederek o sûretle tefsir ve te'vil eder.
Şerirlerde, çöllerde dolaşan ahalinin ruhunda
garip bir hassasiyet, fikrinde acaip bir şairiyet vardır.
Afrika'da uzun müddet oturmayan bir Avrupalı,
bir Asyalı, Afrikalıların halet-i ruhiyelerinden bir şey anlayamazlar.
Şerir ve çöl cevvalleri (gezginleri), gayet
zeki ve pek hassas ve fakat pek cahil olan bu halk bir tepeye, bir ağaca, bir
çalıya, bir kuşa bile keramet ve velâyet atfederler. Sıradan bir eser-i tabiatta
harikalar görürler. Bu derecesini biz gülünç buluruz. Lâkin bizim bu
hareketimizde dahi noksan tetkikten eser var.
Çöl adamı bir ağaca keramet isnat ediyor, çünkü
bunun sayesinde 20-30 günlük metâib-i takat-fersânın (dayanılmaz zorlukların)
verdiği dehşetli yorgunluğu çıkaracak bir uyku uyuyabilmiş, yapraklarından ve
dallanndan mübrem ihtiyacını tesviye için istifade etmiştir.
Bir tepe, bir tümsek kendisini kum
fırtınasından, sam yelinin savurduğu kum mermilerinden muhafaza etmiştir.
Kuşcağız, meyus kaldığı, ölümün yaklaştığı bir
günde, kendisine, kaybettiği kuyunun yakınında bulunduğunu tebşir etmiş,
ruhuna metanet vermiştir.
Şerirlerin makberâne sükutu içinde dalmış,
gözlerini kapamış olan seyyahın samia-i hayretine, sanki latif elhanlar,
ruhnevaz (ruhu okşayan) cıvıltılar gelir.
Şerirlerde çöllerde geceleri hüküm ferma olan
nîm zulmette (yarım karanlıkta) seyyahın gözlerine taşlar, tepeler garip şekiller,
tasviri müşkil tesirler ika ederler. Tabiat, buralarda pek garabet efza
(garipliği çoğaltan) ve adeta "gayr-ı tabii" dir.
57
Senûsîler ve Sultan Abdülhamid
Bir gün hiç unutmam, bir refik-ı muhteremle
Merzak kasabası haricinde bir saatlik mesafede bir bahçeye gitmiş idik. Kasaba
ile bahçe arasında ne bir anza-i tabiiyye ve ne de şayan-ı dikkat bir şey yok
idi. Bu mesafe düz bir kum çölünden ibaret idi. Gece saat 4'te refikımla
kasabaya avdet için yola çıktık. Her ikimiz de düşünerek yürüyor idik.
Birdenbire gözümün önünde bir man- zara-i veleh'aver (hayret verici) peyda
oldu.
30-40 metrelik bir mesafede, karşımızda cesim
ve uzun bir kum tepesi yolu kesiyordu! Salıverdiğim hayret nidası refikimin sa-
dayı taaccübüne karıştı.
İkimiz de tam manasıyla alıklaşmış,
birbirimizin yüzüne bakıyorduk. Gece, soluk bir ziya ile münevver idi.
Yüzlerce defa geçtiğimiz bu yolda değil dağ, şâyân-ı kayd bir tepecik, bir tümsek
bile yok idi. Halta değil bu yolda, bütün Marzak civarında dağ denilebilecek
irtifalar yoktur.
Lâkin berikimizin müşahedesi ile sabit oluyordu
ki biz koca bir dağın karşısındayız. Buna ne mana vereceğimizi bir türlü kesti-
remedik. Lâkin her halde bir kaç yüz metrelik bir dağa çıkamayacağımızdan,
geriye, bahçeye avdete karar verdik. Döndük. Hem gidiyor, hem de ara sıra
arkamıza başımızı çevirerek dağa bakıyorduk... Birden bire dağ kayboldu.
Durduk, biraz daha düşündük. Yine bir mana veremedik. Çöl dümdüz, her tarafta
sükût.
Eğer yalnız görseydim işi bir suretle te’vil
mümkün idi. Lâkin her ikimiz görmüştük.
Dağın gözden kaybolması üzerine, refikımla yine
tebdil-i istikamet ederek kasabaya doğru gitmeğe başladık. Gözlerimiz her
ânzadan ârî, yola dikilmiş idi... Dağ yine peyda oldu. Yine ufku kapladı! Bu
defa dönecek yere, dağa takarrup etmeye baş-
52
Senûsîlik ve
Seyyid Muhammed Senûsî
ladık... Dağ yine kayboldu. Bu tecrübeyi bir
kaç kere tekrar ettik. Anlaşıldı ki bu manzara-i acîbe 3-5 metrelik bir
mahalden görülebiliyor. Bu mahalden uzaklaşılırsa manzara kayboluyor.
Ertesi günü oraya gittik. İzlerimizden
manzarayı gördüğümüz yeri tayin ettik. Netice-i tetkikâtımızda tebeyyün etti
ki, dağı gördüğümüz noktanın biraz ilerisinde bir vakit buğday zer'edil- miş ve
bu sebeple oradan kumlar toplanmış, kuyular açılmış sonra terk edilmiş, kuyu
kapanmış, doldurulmuş. Bu bahçenin, bu mezrânın mevcudiyetinden eser kalmamış.
Kumlarla kaplanmış ise de yeri hissedilecek surette çukur halinde kalmış.
Gördüğümüz acayip manzarayı bu (çukura)
hamlettik. Hadi- se-i tabiiyyeyi bu suretle izah edebildik.
Bizim yerimizde bir Bedevî olsa idi bittabii bu
kadar uzun düşünemez ve bu hadiseyi havârika (harikalara) hamleder idi.
Havârik ıtlak edilen efâl-i mahsusayı tamamen
kabul ederiz. Havarikın bir kısmı şer’an istidrac ismini alıp san’ata râci
olur. Makbul değildir. Diğer kısmı ise safvet ve yücelik sahiplerine ihsan-ı
mevlâdır ki kerâmâtdır.
Gelelim sadedimize:
Cenab-ı Seyyid'in kerametleri bu suretle
neşredilmekten faydalı neticeler husule geldi.
Meftûn-i havârik olan sürülerle bedevî ve vahşî
kabileler, bu kuvvetle dâire-i medeniyet-i İslamiye'ye alınabildi.
O vakit evsana (putlara) tapan Teybutbistî,
Teyburşada kabileleriyle pekçok siyahiler İslama idhal olundu.
Yalnız ismen, müslüman ve hakikatta abede-i can
olan (ruha tapan) Tuvariklerden kısm-ı âzami tamamıyla müslüman oldu.
53
Senûsîler ve Sultan Abdülhamid
Seyyid Muhammed, es-Senusî'nin gayret ve
irşadıyla Islâmiyeti kabul eden kabâil-i vahşiye efradı 5 milyondan ziyadedir.
Zihi (ne güzel) himmet! Zihi faaliyet!..
Bu suretle Afrikayı vusta ile şimal arasındaki
yağmacı ve cesur kabilelerin mani olma durumları bertaraf edilerek aynı maksada
hizmetleri temin edildi.
Cenab-ı Seyyid'in pek de uzun olmayan müddet-i hayatında
kuvveden fiile çıkardığı icraatı akıllan hayrete düşürecek mahiyetledir.
Bu alem-i muvakkati terk edeceği zaman
yaklaşmış, velakin cemiyet tamamen tesis edilmiş, herşey hazırlanmış, bir şey
unutulmuş idi.
Fas hududundan itibaren Cezayir ve Tunus’un
güney kısınılan, Tuvat hıttası havalisi, Hegar ve EzcerTuvarikleri memleketi,
Teybu havalisi, Vaday, Ayr, Zender hükümetleri ve daha bir çok Sahra ve Sûdan
aksâmı, Fîzan, Bingazi ve o havalideki kabileler, Senûsîlerin daire-i nüfuzuna
girmiş idi. Bu dairede sakin nüftıs-ı beşer -Lâ ekal- 20 milyonluk bir kitle-i
azîme teşkil eder.
Lâkin Senûsîlerin daire-i nüfuzu bu hudutta
mahsur kalmıyordu. Alem-i İslâmın en ücra köşelerinde bile taraftarlan, muhipleri
var idi. Mesela: Yalnız Cezayir'deki ihvan-ı Senûsîyenin miktan 200 bine baliğ
oluyordu. Bu itibarla Senûsîlerin Afrika'da tesis ettikleri hükümet-i
maneviye, 40 milyon nüfusa şamil idi.
Seyyid Muhammed es-Senusî, istediği vakit
kemal-i suretle 40-50 bin kişi toplayabilir, indel icab bütün Tuvarikleri,
Sibula- n, Tuvat Araplannı ve hatta sürülerle akvam-ı Sûdaniyeyi iste-
54
Senûsîlik ve
Seyyid Muhammed Senûsî
diği noktaya sevk edebilirdi.
Lâkin Cenab-ı Seyyid, cehlin ilim ile, kuvve-i
âdiyenin intizam ile mübâreze edemeyeceğini ve âkıbet için mağlubiyetle neticeleneceğini
pekgüzel biliyordu.
Bu sebeple küçük bir ihtiyatsızlığın, vakitsiz
bir hareketin, ufak bir aceleciliğin bu kadar emeklerle kurulan binayı bir daha
kalkmamak üzere zîr ü zeber edeceğini tamamıyla takdir ediyordu.
Bu mütalaâta mebni, Cenab-ı Seyyid
faaliyetlerden, siyasi icraatlardan evvel İslam alemini uyandırmaya, kısmen de
olsa, emellerini anlayacak, tasavvuratmı uygulamaya koyabilecek hale getirmeye
azmetti.
Heyhat ki hazret-i Seyyidin bu emeli ne kadar
muazzez ve büyük ise bazı hususâttaki vasıtaları da o kadar noksan idi!
Asırlardan beri hâb-ı gaflet içinde uyuyan,
(Burada tafsili sadet haricinde kalacağı cihetle başka bir makalemizde teşrih
edeceğimiz veçhile) gafleti kendine meslek ve hal edinen alem-i tslâmm
uyuşukluğu 3-5 senede defedilecek derecede olmadığı gibi, Cenab-ı Seyyidin
doğrudan doğruya taht-ı nüfuzundaki kabâil ve ahalinin seviye-i irfanı bu büyük
maksadın muvaffakiyetle icrasına müsait değil idi. Bu hikmetlerin zorlamasıyla
Cenab-ı Seyyidin ömrünün sonlan zâviyeleri teksir ve maarif-i İslâmiyeyi neşr
ile geçmiştir.
Cenab-ı Seyyidin teşkilâtın temdini için
Türklere ve Mısırlılara, yani Mısır'daki Türklere müracaat etmeyişi, herhalde
bir hata olmakla beraber, sebepsiz dahi değil idi.
Avrupa tefevvukunun (üstünlüğünün) hakiki ve
samimi sebepleri Cenab-ı Seyyid'e meçhul kalmış idi.
55
Senûsîler ve Sultan Abdülhamid
Bu sebeple Cezayir'in
Fransızlar ve Mısır’ın Mehmet Ali Paşa tarafından işgali, ne gibi zorlayıcı
saikler altında vukua geldiğini ve Hilâfet merkezinin acz-ı tabiîsini hakkıyla
muhakeme edemiyor idi.
Vakıa dehası, o nadir zekâsı
Avrupa tefevvukunun ilim ve ahlâk ile olduğunu kestirmiyor değil idi. Şu kadar
ki üstünlük sebebi olan bu ilim, Cenab-ı Seyyidin zannettiği gibi nakliyat ve
mantıktan ibaret olmayıp ulûm-ı tabiiyye ve smaiyye idi.
Cezayir'in işgaline mani
olunmaması, Cenab-ı Seyyid'in nazarında riyaset-i İslâmiyenin alem-i İslâma
karşı işlediği ettiği bir cinayet idi. Gerek bu infial ve gerek hilafet
meselesinde, bir şe- riftebulunmasıpek tabii olan tarz-ı tefekkür saikasıyla,
Cenab-ı Seyyid merkez-i İslâmdan ve dolayısı ile Türklerden mütebâid (uzak) ve
muhteriz kaldı.
Mehmed Ali Paşa’nın Mısır'ı
istilâsı ise Seyyid Muhammed es- Senûsfnin fikrinde pek elim ve kısmen doğru
muhakemeler hasıl ettiğine şüphe yoktur.
Mehmed Ali Paşa'nm Mısır'ı
istilâsı, Cenab-ı Seyyidce, Türklüğün âlem -i Araba tahakkümü ve menfaat-ı
milliyenin imhası suretinde telakki edilmişti.
Hele Hidiv'in esasen pek müfid
ve elzem, fakat suretçe biraz fazla gösterişli tecdidat ve ıslahatını, Cenab-ı
Seyyid İslâmî istihfaf ve Araplığı istihkar şeklinde görüyor idi.
Böyle olmayıp da Cenab-ı Seyyid
merkez ve Mısır’ın ıslahatından bir nebzesini tatbik etmiş ve hele ordular
tanzimi için Türk zâbitânına müracaat eylemiş olsa idi, bu gün Afrika'da,
hilâfet-i İslâmiyenin himayesi altında 50 milyonluk bir hükümet-i İslâmiye
mevcud olurdu.
Ne çare ki bâlâda serdettiğimiz sebepler
Türklerin o vakitki za-
56
Senûsîlik ve
Seyyid Muhammed Senûs
af ve inhitatı, o büyük
davetçiyi, bu can alacak noktada yanlış düşünmeye şevketti. Cenab-ı Seyyid
Türklerin rehber-i İslâm ve vasıta-ı te'ali-i müslimîn olduğunu o vakitki
keşmekeş ahval sebebi ile kestiremedi.
Kesti içmediği için,
Türklerin edna bir vesile ile göz kamaşıncı bir hâle gelecek kuvvet-i
müstakbelelerini keşfedemediği için Türklerden bir fayda beklenemeyeceğini
zannetti. Böyle zannettiği için Türkleri, icraatına hâil ve engel gördü.
Türklerden uzaklaştı.
Bu uzaklaşma ne derecelere kadar varmıştır?
Buralarının teşrihi hiç bir faydayı müfid olamaz. Biz bu meselede Fransızlann
iddiasını ve hele Senûsîler hakkında bir takım mutaassıp ruh- I banlann
beyanlannı hiç bir vakit hakikat diye kabul edemeyiz.
Onlar diyor ki: Seyyid
Muhammed es-Senûsînin niyet ve maksatları şu cümlede münderictir. "Türk
ve Hınstiyan, ikisini bir darbe ile kesredecek!"
Biz bu rivayetin yalan ve
iftira olduğuna eminiz. Cenab-ı Sey- yidin Türklerden uzak durması bâlâda
scrdetliğiıniz esbaptan ileri gelmiş ise de, bu kaçınma, bir büyük emelin
icrası gayretinden hasıl olmuş büyük bir hata olmakla beraber, nefret ve
adâvet derecesini bulmamıştır.
Bu mübaadet, bir hata ve hem
de pek büyük bir hata oldu. Lâkin tarafsız bir mütefekkir, insaf sahibi bir
münekkid o vakitki ahvali insaf nazarına alırsa bu hatayı tasdik ile beraber
Cenab-ı Seyyidi mazur görür.
Seyyid Muhammed es-Senûsî
hazırladığı muazzam işin itmam ve ikmalini ve icra sahasına konulmasını
mahdum-ı mükerrem- leri Seyyid Muhammed ELMehdi es-Senûsî'ye tevdi etti.
57
Senûsîler ve
Sultan Abdülhamid
Hiçten
büyük bir bina kuran, milyonlarla halka rehber ve muktedâ olan bu dâhi-i
mübeccel, Seyyid Muhammed es- Senusî el-Hasenî el-Hüseynî el-Hattabî el-îdrisî,
1274 sene-i hicriyesinde 67 yaşında olduğu halde, bu kârgâhı fenayı terk ile
alem-i me'âda intikal buyurmuştur...
Allah
ondan razı olsun. Allah onun yüksek sırrını mukaddes kılsın. Bizi onun
bereketlerinden faydalandırsın. Amin!
58
Alem-i İslâmda
vukûât-ı mühimme
İttihad-ı İslâm
fikrinin iki sûreti Tarihte görülen tezad ve mu'âkese Bir mukayese
Seyyid Muhammed el-Mehdi es-Senûsî 1258
senesinde dünyaya gelmiş olup Afrikaya pederleriyle intikalinde 15 yaşında
idi. Henüz genç iken şeyhlik seccadesine ku'ûd etmiştir.
Seyyid Mehdi'nin şeyhliğinden önce ve şeyhliği
zamanında alem-i islamda vukuat-ı mühimme ve azîme zuhûr etmiştir. Kabına
sığmayan suyun taşmak mecburiyetinde kalması gibi, memleketleri nüfuslarına dar
gelmeye başlayan AvrupalIlar da yeniden müstemlekeler edinmek, sınaî
mamullerine yeni mahreçler bulmak, yeni servet kaynaklan aramak mecburiyetinde
idiler. Bu emeli istihsal için ilk adımlar daha evvelce atılmış idi.
Alem-i İslâmın ekser-i akşamı, eskiden beri
cihangirlerin, galip ve fatih kavimlerin nazar-ı hırs ve tamamı celb
edegelmiştir. Hindin hâzineleri, şarkın defineleri, milletlerin hikayât ve hu-
rafatına geçmiştir.
Alem-i Nasraniyetin intibah (uyanış) ve tekamül
dönemlerinden itibaren alem-i islâmın istilası iki baştan başlamıştır.
61
Senûsîler ve Sultan Abdülhamid
Bu iki başın biri Kazan, Kınm ve Orta Asya;
diğeri Hind, Cava ve mahall-i mütecâvire idi. Alem-i îslâmın müstakil kısınılan
bu iki baş arasında kalan yerler idi.
İlk teşebbüs-i istila muvaffakiyetle
neticelendi. Mamafih müs- temlekat (sömürgeler) politikası kısa bir müddet için
Avrupaca umumilikten kurtuldu.
Lâkin Avrupa istilası bir seylâb mahiyetinde
olup tevkifi (durdurulması) vesait-ı âdiye ile gayn kâbil olduğundan ve alem-i
İslam bu seylâba mukavemet edebilecek vesaite malik bulunmadığından ikinci
devre-i istila Cezayir'in ve bunu müteakip Tunus'un işgali ile küşâd edildi.
Riyaset-i İslâmiyeyi haiz olan Hükumet-i Osmaniye yeniden bir lakım memleketler
kaybetti. Şark ile garb arasında bir sedd-i şedîd teşkil eden Kafkasya elden
çıktı.
Bu mağlubiyetlerde hep garip bir uğursuzluk,
şâyân-ı hayret bir terslik görülüyor idi.
Bu mağlubiyetlerin ekserisi, ufak himmetlerle,
galibiyete istihale etmek imkanına malik iken himmetsizlik ve gayretsizlik
alem-i İslâmî parçalayıp duruyordu. Büyük Napolyon, şarkın miftahı Mısır
olduğuna hükmederek orayı istila ve İngiltere'nin Hind müstemlekâtını tehdit
etmiş idi.
İmkan yüz gösterdiği gibi, aynı fikre miebni,
Mısır'ı İngiltere istila etti.
Bu vukuattan ekserisinin vukuu sırasında iki
zat alem-i îslâmın başında bulunmakta idi.
Bunların birisi makam-ı Hilâfet ve saltanatı
işgal eden Abdul- hamid-i Sâni ve diğeri Seccade-i Senûsîyede kâid Seyyid Muhammed
el-Mehdî es-Senûsî idi.
62
Muhammed
el-Mehdî ve Abdülhamid-i Sânı
Garip Tezad!
Tarihe nazar-ı ibretle bakarsak, bu hayret
verici tezadı çok kere görürüz. Nemrud ile İbrahim, Fir'avn ile Musa, Nebiyyi
Zîşan ile Ebu Cehil! Tezad, bittabi müsademeyi, hiç olmazsa taksim-i faaliyet
ve kuvâyı icabeder. Ayni sahada, aynı maksatta tezat, feyze ve terakkiye mani
olduğu için, bir felakettir.
Alem-i İslâmın bu iki şahs-ı mühimmini tetkike,
ahval-i ruhiye- lerini teşrihe borçluyuz.
Asırlardan beri devam eden inhitat sebebi ile
Türkiyenin bilançosunun yapılması zarûri bulunduğu bir sırada Makam-ı Hilafet
ve saltanata cülûs eden Abdülhamid-i Sâni, bu makamın icab ettirdiği evsâf-ı
mümtâzenin hiç birisine malik değil idi.
Abdülhamid, alem-i İslâm için ilerlemenin
yıkıcı bir darbesi demek idi.
Bu makamın vezâifini ancak bir dâhi, mümtaz bir
vücut, müstesna bir padişah ifa edebilirdi.
Abdülhamid ile böyle bir dâhi arasında
"tezad-ı tâm" namı verilebilecek bir mesafe var idi.
Abdülhamid, hüviyyet-i beşeriyede esasen mevcut
olan, bilcümle kötü kabiliyetlere mânâyı tâmmıyla vakıf idi. Lâkin beşeriyette
mevcudiyeti tam mânâsı ile inkar olunamayan meziyet ve güzel istidatlar
Abdulhamid’de tamamen ve daima meçhul kaldı.
Güya ki beşeriyet bir ayine-i mücella, ve bu
ayinede Abdulha- mid runümâ (görünüyor) idi!
Abdülhamid'in nefsinde hiçbir fazilet
bulunmadığı için fazileti inkar eder bir halde idi.
63
Senûsîler ve Sultan Abdülhamid '
Sahte bir tahlil neticesi olarak ihtisaslar ve
yüce insani fikirlerden herbirisi Abdülhamide göre adi bir hesaptan, şeklen
tezey- yün etmiş ihtirastan başka bir şey değil idi.
Bundan dolayı Abdülhamid'in dimağında efkâr-ı
ulviyeden hiçbirisi incilâ pezir olamamıştır (yansımamıştır).
Nefsini herşeye takdim etmek, menfaatim
mevcudiyet-i kâinata tercih etmek sözleriyle hülâsa edilebilecek bir düstûr-ı
hükümet ve siyaset, Abdülhamid için yegane meslek ve tarikat idi.
Bu mesleği yürütme usûlüne gelince: İtiraf
ederiz ki Hamidin usulleri her türlü mantık ve mukayesenin fevkinde, yani haricindedir.
Nâmütenâhi tezad ve tenakuz ile mebde ve
meadını (başlama ve bitiş noktasını) şaşırmış olan bu usullere nazaran Abdülha-
mid'e "Mecnûn-ı muzır" (zarar verici bir deli) Unvanını vermek
zaruridir.
Abdulhamid'e AvrupalIlar tarafından atfedilen
ittihad-ı İslâm fikir ve siyasetine gelince: Biz bunun bir zann-ı bî manadan ve
başka bir maksadın ittihad-ı İslâm şeklinde görülmesinden ibaret olduğunu
iddia, ve iddiamızı ber vechi atî (aşağıdaki şekilde) isbat ederiz:
Evvelâ ittihad-ı İslâm terkibinin manaca 3
suretini tahlil edelim:
1- İttihad-ı İslâm,
siyasî bir ittihad mânâsına gelebilir. Muhtelif kavimlerden mürekkep, menafi-i
mahsusası ayrı, iliyadatı ve lisanı muhtelif üçyüz milyon müslümanın, bir
hükümetin ida- re-i siyasiyesi altında bugün imkan-ı içtimaim farz ve kabul etmek
mahz-ı cinnettir (apaçık bir deliliktir).
64
Muhammed
el-Mehdî ve Abdülhamid-i Sânî
Böyle bir ittihad, hayal mahsulü bir maksad
olmakla beraber, bunu mümkün gören ve kuvveden fiile çıkarma emeline düşen
zatın dehşetli manileri mahvedecek bir iktidar-ı zahirî ve manevi y ey e malik
olması gerekir.
Kendi memleketinin temin-i istikbalinden aciz
kalan, bir sefirin tehdid nazan altında titreyen, bir hafıyyenin jurnallerinde
yazılı mevhum tehlikelerle gece uykularını kaçıran Abdülha- mid'de, dimağının
malûliyetine rağmen, bu kadar azim, ve azameti derecesinde tahakkuku imkansız
bir fikrin vücut bulmadığına kailiz. Bunun aksini iddia tıflâne (çocukça)
olur.
2- İttihad-ı İslâm,
dinî bir ittihad manasına gelebilir. Esas ve ekseriyet itibariyle böyle bir
ittihad-ı İslâm zaten mevcuttur. Am- me-i İslâm livâyı kelime-i tevhid altında
müctemi oldukları ve bu ittihadın şart-ı mutlakı İslâm bulunduğu düşünülürse
iddiamızın doğruluğu meydana çıkar. İttihad-ı dinîyi, bir ittihad-ı tâm yapmak
için ise teferruât-ı mezhebiye ve tarîkiyenin tevhidi lazım gelir ki, işte
Seyyid Muhammed es-Senûsînin binasını kurduğu ve ömrünü vakfettiği ittihad-ı
umumî fikri de bundan ibaret idi.
Lâkin acaba böyle bir emel ve fikir
Abdulhamid'de mevcut mu idi? Ve bu emeli istihsal için ne yaptı?
Hiç!
Belki de siyaset sayfası, bunun aksi için her
ne lâzımsa yaptı. Türkleri, Araplara, Amavutlara; Araplan, Arnavutları, Türkle-
re yani bu milletler içinden aldatıp peşine taktığı avenesine ezdirmek,
aralarına mahaside (hasetlik) ve rekabet sokmak suretiyle dinen ümmet-i vâhide
teşkil eden kavimleri bir birine düşman etti. Eskiden mevcut olan yanlış
anlamalan düşmanlık derecesine getirdi.
65
Senûsüer ve Sultan Abdülhamid
Ana ile oğulun, Baba ile kardeşin arasını açmak
gibi ihtilâfın en çirkin ve mütenevvi, suretlerini mahz-ı siyaset ve hikmet
bilen bir adamın, ittihad-ı din-i İslama hizmeti tasavvur edilebilir mi?
Asla!..
Abdülhamid, îslâmın hiç bir noktasına hizmet
edemediği gibi ittihad-ı din-i îslâma dahi en ufak bir hizmette bulunmamıştır.
3- Şimdi de ittihad-ı
İslam fikrinin eri makul ve lazım suretini tetkik edelim. Bu üçüncü suret
"ittihad-ı İçtimaîdir."
Diyanet-i İslâmiye, bu sûret-i ittihadın da
temellerini atmış ise de hiç bir vakit müslümanlar tarafından icabettiği
ehemmiyete mazhar olamamıştır. Ümmet-i vâhide fikri ne milliyete ve ne de
muhtelif siyasi hükümetlerin mevcudiyetine mugayir olmamıştır. Umumî ittihad-ı
siyasi ne derece imkansız, bir çok akvam ve hükümâtm menâfi-i mahsusasma
mugayir ise, ittihad-ı içtimai o derecelerde rnüfîd ve mümkündür.
Bu ittihattan maksad, Din-i Îslâma sâlik
olanlar arasında hukuka riayet ve çıkarların muhafazası üzerine tesis edilmiş
bir uhuvvetdir.
îttihad-ı İçtimaî beynelmüslimîn terakki ve
te'âlî fikirlerini kuvvetlendirir. Dinin siyasetin elinde oyuncak olmasına mani
olur.
İslâmlar arasında uhuvvet ve teâvün fikirlerini
tesis etmek, iktisadiyatta terakki ve intizamı, müslüman memleketlerinin
umrânını mûcib olur. Maarif ve tefekküratı umumileştirir.
Velhasıl müsümanlan, müşevveş (karmaşık)
siyaset fikirlerinden âzâde bırakmakla, refah ve zenginliklerini temin eder.
Tarih-i İslâmda müessir ve mükemmel bir suretle
tatbiki ancak asr-ı saadette ve yalnız ilk iki Halife zamanında görebilerek,
66
Muhammed
el-Mehdi ve Abdülhamid-İSâni
ondan sonra bir daha tatbik-i umumisini göremediğimiz
"itti- had-ı ictimai-i İslâm" fıkr-i mübeccelinin Abdülhamid'in dimağında
neşvu nemâ bulduğunu hangi sahib-i insaf iddia edebilir? Ne ile? Hangi âsar
ile?
Uhuvvet ve teavün fikirleri ile meyl-i teali ve
aşk-ı terakkide hemfikir olmak manasına gelen "ittihad-ı ictimaî-ı
İslâm" ancak "intibah-ı islâm"m, ilim ve irfanın mahsulü
olabilir. İntibah ise yalnız "hürriyet-i tefekkür" ve "tenkid-i
ahval ve a'mâl" ile meydana gelebilir.
Halbuki Abdülhamid müddet-i Hilafet ve
saltanatını, bütün satvet ve vasıtalan ile hürriyet-i fikriyeyi, fikir ve
istidat ve tenkidi mahv etmeğe vakfetmiştir. Hakan-ı Mahlu' (Hal edilmiş
hakan), Müslüm anlan gayrı mütefekkir bir kitle-i beşeriye menzilesine indirmek
için hiç bir fedakarlığı diriğ etmemiştir, (esirgememiştir.)
Bu fedakârlık öyle bir dereyece getirilmiştir
ki, Tüıkiya Müslü- manlannın bir kısmı ve hele avamı, ahval-i âlemden bile
bîhaber kalmış idi. Vaziyet-i coğrafiyesi ile medeniyet âleminin kapısı demek
olan Türkiye ile bu âlemin birbirinden tecridine muvaffakiyet hasıl olmuştu.
Kendi tebaası hakkında bu usul-i siyaseti reva gören bir adama ittihad-ı İslâm
fikrini atfetmek pek haksız ve mânâsızdır.
Abdülhamid'in bazı teşebbüsât ve âmâli vardır
ki Avrupalılarca yanlış telakki olunarak fıkr-i ittihâda delalet olarak
görülmüştür. Bu teşebbüsât ve amalin mahiyetini bir kaç sözle meydana
çıkarmalıyız. Abdülhamid'in bir noktada "dâi sevdası" var idi. Bu da
nasıl olursa olsun, Hürriyet ve Meşrutiyete mani olmaktı. Diyebiliriz ki:
Memleketinin yansım feda etmekle meşrutiyeti kabul arasında muhayyer bırakılsa,
Abdülhamid birinci şıkkı kabul etmekte tereddüt etmezdi.
67
Senûsîler ve Sultan Abdülhamid
AvrupalIlar, Abdülhamid’in ahval-i ruhiyesini
pek mükemmel tanıdıkları halde, Hamid Avrupa siyasetini hakkıyla bilemiyor idi.
O zannediyordu ki İngiltere ve Fransa
OsmanlIların ve hiç olmazsa OsmanlIların gaynmüslim unsurlarının dûçar
oldukları mihnetleri ve sefaleti nazar-ı mürüvvete alarak, kendi menfaatleri
değil, sırf insaniyet fikr-i muazzam ve muhtereminin şevki ile OsmanlIları
kurtarmağa kalkışacaklar ve ilaç olarak meşrutiyet usulünü tavsiye ve
indelicap kuvvet kullanarak tesis edecekler.
Filvaki Avrupa düveli muazzama-i meşrutası pek
kolay bir sûretle, daha 30 sene evvel, esasen mevcut olan meşrutiyet-i
Osmaniyeyi ihyaya, Abdulhamidi mecbur edebilirler idi. 30-40 milyon insanın
sefalet ve zilleti, menfaattan başka bir düstur tanımayan siyasetin nazar-ı
insaniyet ve mürüvvetini celb edemedi.
Düvel-i muazzama bilakis Türkiye'nin yıkılmaya
ve taksime meyleden idaresini, idare-i Hamidiyeyi, alâ hâliha terk ettiler.
Lâkin bir şartla!
Her yeri taksim edecekleri zamanı beklerken bir
takım faydalar temin etmek şartıyla. Mamafih Avrupa'da hiss-i insaniyet ve
mürüvvetin, siyaset-i resmiyeye tahakkümü gayri mümkin olmadığından Abdülhamid
rehber-i medeniyet ve insaniyet olan ve bununla beraber milyonlarla tebaa-i
müslimine malik bulunan Fransa ve İngiltere'ye karşı kendinde bir nüfuz-ı
müessir ibda' etmeyi arzu eyledi.
İşte Abdulhamid'e ittihad-ı İslâm siyasetinin
atfedilmesine sebebiyet veren, bu arzu ve emeli olmuştur.
68
Muhammed
el-Mehdî ve Abdülhamid-i Sâni
Abdülhamid bu arzuyu gülünecek garabetle takib etti.
Müddet- i saltanatında, uğrunda la ekal 30 milyon lira feda ettiği bu takib
usulü, hasbettahlil basit bir komedya idi.
Şarkta ve bilhassa Hind'de en nüfuzlu tarikatların birisi
de "Ka- diriye" tarikatı bulunmakla, bu tarikat ashabından istediği
gibi bir adam bulamayan Abdülhamid, onun yerine bir başka tarikatı ikameye
kalkıştı. Her yerde zâviyeler açmak, her tarafında taraftar hafiye memur
bulundurmak emeli ile belki de milyonlar sarfeylcdi.
Ekserisi Arap kavm-ı necibinin erbab-ı safvet ve
kemalatından değil, serserilerinden olan entrikacı ve sefih kimselerin gönderdikleri
muhayyelât ve hurafatnameler, padişaha birer beşaret- name gibi kabul
ettiriliyordu. Bütün bu milyonlardan hasıl olan netice, birkaç müstebit ve
cebbar emir, reis ve hakimin Abdul- hamid'e ubudiyetinden ibaret kaldı. İşte o
kadar.
Amme-i müsliminin İslâmi riyaset makamına irtibat ve meved-
deti hususunda ise şahş-ı Hamidiyenin hiç bir dahli yoktur. Hürmet makâma idi.
Gavs-ı Azam Abdülkadir Geylanî’nin nesebi sahih bir seyyid
olmadığını ve sultan-ı evliya olmayıp yalnız vekil ve nâkıb bulunduğunu
fikirlere yerleştirmek üzere eslâf-ı meşâyıhtan birine atfen Mısır'da tab' ve
belki milyonlarca nüshası alem-i İslâma tevzi edilen bu kitap dolayısı ile
Abdülhamid'dcn koparılan meblağlar, müdhiş bir yekûna baliğ olduğu iddia
edilmiştir. Bu kitabın çöllere kadar meccânen isal ve tevzi olunduğu düşünülürse
bu iddia mânâsız görülemez.
Afrika'da ise tarikat-ı kaviyye ve gâlibe, tarikat-ı
Senûsiye olduğundan Abdülhamid bu tarîka karşı da Şazeliye tarikatının
şubelerinden bir tarîkatıisiper etmeğe kalkışmıştır. İşte bu ha-
69
Senûsîler ve Sultan Abdülhamid
reketi de
Abdülhamid'in hiçbir şeyi doğru ve dürüst muhakeme edemediğine dair olan
iddiamızın şahitlerinden biridir.
Ne kadar yanlış düşündüğünü Abdülhamid de anlamadı değil;
hatta sonradan Seyyid Mehdî es-Senûsîye sefir-i mahsus ve pahalı hediyeler göndermesi
hatasını anladığına delildir.
İşte alem-i îslâmın en büyük zorluklara namzed olduğu bir
sırada Islamiyeti sevk ve idare edecek iki zattan birini, Abdülhami- di,
hususî bir noktadan muhakeme ve amalini tahlil ettik.
Şimdi İkincisini mizan-ı tenkide vuralım. Meddah-ı zekâsı,
meftûn-ı dehâsı olmamak elden gelmeyen Seyyid es-Senûsî, oğlu Muhammed
el-Mehdi'ye bir sağlam bir bina bıraktı.
Seyyid Muhammed el-Mehdî mükemmel bir terbiye ve talim
görmüştü. Ne çare ki dehâ ve icraat konusundaki yüksek hasletler, Allah
vergisi olup talim ve terbiiye ile ele girmez. Elindeki asâsmdan başka silâhı,
dehâ ve şiddet iradesinden başka sermayesi olmayan Muhammed es-Senûsî, hiçten,
azim bir saltanat-ı maneviye kurmuş ve saltanat-ı zahiriyenin esaslarını vaz etmiş
idi. Bu (Muhammed el-Mehdînin eline geçen) saltanat-ı azi- me, Muhammed
es-Senûsî çapında bir dahinin eline geçeydi neler yapılmazdı.
Bizim tetkikatımıza göre, Seyyid Muhammed el-Mehdi'nin
önünde bazı engeller zuhurunu inkar etmemekle beraber, faaliyeti, kudret-i
teşebbüsiyesi nakıs olduğu tezahür ediyor.
Dahi doğurmada tabiat ana pek de sahib-i bezi ve bereket
değildir.
Seyyid Muhammed el-Mehdi'ye nasib olan hürmet, Abdülka- dir
Geylani'den beri kimseye nasip olmadı desek, bir hakikati ifade etmiş oluruz.
70
Muhammed
el-Mehdî ve Abdülhamid-i Sânı
Havass-ı Müslimîn, ulema ve meşayıh ve müellifler, Mehdi
hakkında bittabi! şeriat ve tarikatta mevcut ve makbul olan efkârâ vâkıftırlar.
Lâkin avam-ı Müslimîn bu kadar uzun muhakemeye muktedir olamadıklarından
kıyamete yakın zuhur etmesi icab eden Mehdî hakkında pek garip temayüller
gösterdi ki bu, tarihte görüldüğü gibi, Sudan-ı Mısrî'de zuhur eden mütemehdî
(Mehdi* olmadığı halde mehdilik iddiasında bulunan kimse) ve şimdiki asır
mehdisi ile de tezahür etmektedir.
Seyyid el-Mehdî es-Senûsî avam-ı ihvan nazarında
"Mehd-i m un tazı r" suretiyle telakki edildiğinden İslamiyette
mevcut olan "Mehdî" fikrinin birbirinden uzak iki noktada sûret-i
telakkisini tetkik etmek ve mehdiliği ortaya atan ruh hallerini izah etmek
faidesiz olamaz.
Bu fikrin suret-i telakkiyatı AvrupalIlara meçhul kalmak
yü- zündendir ki alem-i Arapta sık sık zuhur eden mehdilerin zuhur
sebeplerindeki farklılıkları bile, nazar-ı dikkate alamayarak hepsini bir
siyasi ve millî fikrin tesirine veriyorlar. Halbuki mehdilerin, fikri her ne
olursa olsun, onlara tebeiyyet eden ahaliyi tahrik eden esbabın başlıcasını
sefalet ve mahrumiyette, iktisadiyat ve idare cihetlerinde aramak lazımdır. Bu
birinci sâikin en büyük yardımcısı, "Mehdi hakkındaki karışık malumat"
olmaktadır ki buna sâik-i dini diyebiliriz.
Maksad-ı siyasi ve milli bundan sonra meydana çıkıyor.
Bu açıklamalarımızın mahz-ı hakikat olduğu vukuatla ve
bahusus mehdilik davasında olanların, halkı tahrik için kullandıkları lisan ve
öne sürdükleri sebeplerle isbat edilebilir.
"Mehdî" fikrini birbirinden uzak iki noktadan
tetkik edeceğiz demiştik.
71
Senûsîler ve Sultan Abdülhamid
Bu noktalardan birisi mutasavvıflar, diğeri avam-ı
müslimîndir.
Mutasavvıfînin bir kısmına göre, bazı işarât ve hikemiyât
gibi, Mehdî fikri dahi bir remizden ibarettir. Mamafih bu te'vil, âhir zamanda
bu remzin bir hakikat-ı kevniye olarak vukû bulacağına itikat etmeğe mâni
değildir. Şimdi her nefiste vukubulan ahval, dünyanın son zamanlarında
nefislerin tamamında birden zuhur edecektir.
Bu te'vili ve tasavvuf! fikre göre Kufan-ı Kerim, sahih
hadisler, imamlar, ulema, mürşid şeyhler, mertebelerine göre "Mehdî"
demektir. Çünkü bunlar beşeri hidayete sevk ederler.
(Demek ki mehâsinin (iyiliklerin) mecmuu (toplamı), mehdi
fikrinin muadili oluyor. Nasıl ki nefs-i insaniyenin kötü temayülleri mecmuu,
Deccal fikrinin muadili oluyor.)
İmdi her nefis küçük mukayesede bir dünya ve mamafih nüsha-
i kübra olmakla onda mâhasinle kabâyıh (iyilikle kötülükler), Mehdî ile Deccal
mücadele eder. Deccale yani kabayıha tebciy- yet edenler zümre-i dalalet,
Mehdiye tebeiyyet edenler zümre-i naciycdir.
Mamafih her insan ihtiraslarının az çok mağlubu olduğu
gibi, Mehdî dahi Deccahn zebûnu iken İsa-el-Mesih nâzil olarak Deccah helak
edip Mehdiyi kurtarır.
İsa el-Mesih, kamil vicdan safvetinin, kalb kanaatinin ve
velâyet-i âmmenin muadilidir.
Şu halde hasıl olan mânâ "nefs-i emmaresinin zebunu,
reyb ve şekkin mahkûmu olan bir insan esbab-ı hidayete tevessül ederse hikmet
ve safvelle nefsine galebe eder” suretini ahr. Mutasavvıfların diğer bir
kısmında buna yakın ve fakat diğer şekillerde te'viller dahi var ise de bu
kadarı maksada kafidir.
72
Muhammed
el-Mehdî ve Abdülhamid-i Sânı
Ulemanın beyanı ise kari'lerimizin malumudur. Avama gelince:
Mehdî meselesi bunlarda bir çok hurâfâtla içiçe girmiştir.
Muhtelif kavimler arasında kimler tarafından neşredildiği
meçhul bir çok rivayetler yapılmıştır. Kıyametin kopmasına pek az zaman
kaldığı hakkındaki rivayat-ı acîbe de bu kabildendir.
Gerek bu kabil rivayetler ve gerek benzeri hurafeler, Mehdî
hakkındaki fikrin avâm-ı nâs tarafından pek kolayca kabul edilmesine yardım
ediyor.
Maatteessüf eslâf-ı ulemadan bir kısmının da Mehdî hakkında
- bizim ulemamızça nakil ve kabul edilmemiş- beyanatı, en basit fikirli bir
adamın bile görmeye mecbur olduğu bir takım ahvali görmemezliğe gelmesine sebep
oluyor:
Mesela: Yemenli, Afrikalı bir Bedevi hiç bir şey bilmese
bile, bugün medeni milletlerin müsellah olduğu tüfenklere, toplara karşı
sopalarla, kıhnçlarla muharebe etmenin ve hele muharebeyi kazanmanın
imkansızlığını pek alâ biliyor. Bildiği içindir ki aç oturup eline geçen para
ile silah tedarikine çalışıyor.
Lâkin bazı kütüb-i eslâfta Mehdinin 40 bin süvari ile
dünyayı ve bu meyanda Roma ve İstanbul'u feth edeceği yazılı olduğundan amme-i
Arap harp sanatından nasipsiz bir müddcînin mehdilik davasını tasdikde bir
tezat göremiyor.
Sudan mütemehdisinin mağlubiyeti, türbesinin topla berhava
edilmesi onun tabilerinin uyanmasını temin edemediği gibi, bu defa da Yemeride
bir çok akıl fukarasının, İdris ismindeki serseriyi Mehdî tanımasına mani
olamamıştır. Ve yarın îdris'in itaati, derdesti de bedeviler için müstakbel
bir iddiacıyı tasdika mani olamayacağı şübhesizdir.
73
Senûsîler ve Sultan Abdülhamid
Şu halde mehdilere ümitlerini bağlayan adamların hakiki
saiki- ni bulmak lazımdır ki bu da: Havarikla refaha ulaşma, cümlelerinde
zübde olunabilir (özetlenebilir).
Aynı halet-i ruhiyenin şevki ile Afrika avâmı Seyyid Muhammed
el-Mehdî es-Senûsî'nin "Mehdi-i ahir zaman" olduğuna kânı idi. Bu
kanaat Senûsîlerin faaliyet ve ümidini takviye ediyor idi. Bu sebeple
hakikat-ı hale vakıf olan kibar-ı ihvan tarafından dahi bu itikat tashih
edilemiyor idi. Hatta isna aşeriyye imamlarının on İkincisi olan ve Bağdat'ta
serdaba (sıcak zamanlarda serinlemek için girilen yer altı odası) girdikten
sonra ne olduğu bilinemeyen İmam Muhammed el-Mehdi ile Muhammet el-Mehdi
es-Senûsî arasında bir fark bırakmamak fikri ile çoklan Seyyid Muhammed
es-Senûsîyi, "Muhammed el- Mehdi bin Ali el-Hâdî es-Senûsî" suretinde
zikreder.
Muhammed el-Mehdî es-Senûsî peder cihetinden "Hasenî”
olup halbuki Mehdi-i âhir zamanın "Hüseyni" olacağı kütüb-ı
İslâmiyede mazbut ise de bunun avam farkında olmaktan maada Cenab-ı Seyyid,
ana tarafından Hüseyni olmakla unvanında "el-Haseni el-Hüseyni"
kelimelerinde zikredilmek unutulmamıştır.
Bilcümle ihvan, seyyid Muhammed el-Mehdi'nin "Kutb-ı
zaman ve gavs-ı imkan" olduğuna ve kamil tasarruf sahibi bulunduğuna
itikad ediyor idi. Bu sebeple Seyyid Muhammed el- Mehdi'nin mevkii alem-i
İslâm'da pek azim, lâkin bu mevkiin tehlikeleri pek büyük idi.
Umumun bu hüsn-ü zannına rağmen ednâ bir mağlubiyet, bu
şöhret-i azîmenin zevâline ve onun Mehdi olduğuna itikad edenlerin yüksek bir
hayal ve emel noktasından alçak bir ye'is ve fütur noktasına düşmesine sebep
olacaktı. İşte bu korku, Ce-
74
Muhammed
el-Mehdî ve Abdülhamid-i Sânı
nab-ı Seyyidin fıtratında olan noksan-ı faaliyetine
eklenerek, bazı hususlarda, şayan-ı hayret bir atalet göstermesine sebep olmuştur.
Bazı hususta dedik, çünkü neşr-i maarif ve saire gibi
şeylerde ve Seyyid Muhammed es-Senûsînin bıraktığı esere ittiba ve ta- mim-i
tarikatta Seyyid Muhammed el-Mehdi'nin himmet ve gayreti pederinden aşağı
değildir.
Mısır Sudan'ına kadar olan orta bölgelerde tarikat tamamı
ile neşredilmiştir. Seyyid Mehdi tarafından Afrika'da meccânen dağıtılan
faydalı îslâmi kitaplar milyonlara baliğ olduğu gibi satılmak suretiyle ve
ehl-i ticareti teşvik usulü ile neşrine sebeb olduğu miktar pek külliyetlidir.
Seyyid Muhammed el-Mehdî dahi pederleri gibi Türkiye'nin
uyanışından ümidi kesmiş bulunuyordu.
Şimal cihetinde bir çok yerleri kaybedişimiz, Arabî Paşa
meselesinde Hakan-ı sâbıkın maksadsız ve birbirine zıt entrikaları, Kıbrıs'ın,
Tunus'un, Mısır'ın elden çıkışı, Seyyid Muhammed el-Mehdfye, OsmanlI satvet ve
hükümeti ve belki de tamamen Türkler hakkında pek fena, fakat haklı fikirler
vermiş idi.
Seyyid Muhammed el-Mehdî bu sebeplerin tesiri ile pederinin
düştüğü kuyuya düştü. Ordu teşkiline, asker talimine, mühim- mat-ı harbiye
tedarikine hizmet edebilecek Türklerden başka Müslüman yok idi.
Seyyid Muhammed el-Mehdî Hükümet-i Hamidiyeye müracaat
edemezdi. Lâkin suret-i hususiyede vuku bulacak davetine hamiyetli Türklerden
icabet edecek çok kimse bulunabilirdi.
Seyyid Muhammed el-Mehdî böyle bir teşebbüste bulunmadı.
Acaba niçin? Bu sualin cevabını makalatımızın heyet-i mec-
75
Senûsîler ve Sultan Abdülhamid
muası vermiş olacağından sözü uzatmaya ve tekrara hacet
göremeyiz.
Seyyid Muhammed el-Mehdî, Afrika'nın müdafaasını temin
yolunda hiç bir şey yapmıyordu.
Fransızlar, İngilizler, Almanlar ve İtalyanlar arasında
henüz Afrika taksim edilmemiş idi. Bomu, Vaday, Havza, Zender gibi hükümât-ı
İslâmiye henüz müstakil olup birer Senûsî şube-i hükümeti hükmünde idi.
Fransızlar henüz Cezayir'in cenuplarını istilaya ve
cenuptan Sudan'ın göbeğine doğru çıkmağa cesaret edemiyordu.
Kimden korkuyorlardı?
Seyyid Muhammed el-Mehdi'den!
Fransa'da neşredilen önemli risalelerde müteaddit mühim imzalarla
yazılmış makaleleri hatırlayanlar bilirler ki Fransa o tarihlerde istila
hususlarını pek müşkil görüyordu. Hatta Tunus ve Cezayir'in istikbali hakkında
bile endişe edildiği görülüyordu,
Fransa’nın korkularının sebep ve mahiyeti hakkında muhakeme
yürütmeden evvel Senûsîliğe ve hele Seyyid Muhammed el-Mchdî'nin Mehdiliğine
bir darbe hükmünde olan Mısır Sudan'ındaki mütemehdi hakkında bir kaç söz
söylemeği lâzım görüyoruz.
76
Fransızların endişe ve tereddüdü
Sahrayı Kebir
Afrikayı Vasatiyede muharebe
Tuvat ve Vaday urbânı
TuvarıkveTeybular
ilk heyat-ı
keşfiyye i
Mütemehdî -
Asar-ı Acz S
Afrika'nın Mukâsemesi
Cezayir'i temellük etmiş, Tunus'u temellüke niyetle işgal
eylemiş olan Fransa'nın, bu memleketlerin istikbalini temin etmek, elinden
alınması ihtimalâtmı kaldırmak üzere aksam-ı cenubi- yesini de fethetmesi,
cengaver ve metin Tuvat göçebelerini ele alması ve hele Sahray-ı Kebir'in
sahipleri olan Tuvanklan dai- re-i itaata sokması lâzım geliyordu.
Afrika imparatorluğunu teşkil etmek Fransızlarca mutasavver
idi. Lâkin bu tasavvur henüz kat'i bir şekil almamış ve istila alanı henüz
tayin ve tahdit edilmemiş idi. Mamafih Afrika istilâsı o kadar müşkilât
ihtimali gösteriyordu ki Fransızların ekseriyeti ' müstemlekelerin artırılması
siyasetinin şiddetle aleyhinde bulunurdu.
77
Senûsîler ve Sultan AbdülHamid
Sudan mağlûbiyeti ve 3. Napolyon'un esareti üzerine feth ve
istilâ fikirleri muattal kalmak icab ediyordu. Filvaki pek kısa bir müddet,
dahilî meseleleri ile meşgul olan Fransa'da bu fikir metruk kaldı.
Lâkin Julferi ile beraber Feth ve istimlâk fikri yeni bir
revnakla (tâzelikle) meydana çıktı.
Fransızlar Jülferi'nin müstemlekât (sömürgeler) siyasetini,
Prens Bismarck’ın, Fransa'yı zor ve çok para gerektiren fütühat- ı hariciye ile
işgal ederek Avrupa umûruna karıştırmamaktan ibaret hilesine atfediyordu.
Jülferi bilcümle manilere galebe etti.
Tunus'taki Bizarat'ı ve limanı gördüğü vakit Jülferi'nin
serdey- lediği mutalâat, bugün Fransızlarca takdir edilmiş ve düstûr-u siyaset
hükmüne girmiştir. Bizarat limanı, Maltaryı ibtal ve ehemmiyetini
iskat edecek derecede mühimdir. Akdeniz'i batı yansını bîr Fransız gölü hükmüne
koymak, Afrika-i Şimalînin batı taraftan ile ortalanna kadar uzanan memalikten
mürekkeb cesim bir imparatorluk teşkil etmek Fransa'nın Julferi'den beri
kemal-i sebat ve intizamla takip ettiği bir işdir.
Fransa'nın bu emeli bazı noktada İngiltere ve Almanya'nın,
bazı noktada bunlarla Ispanya'nın, ekserisinde İtalya'nın ve cümlesinde alem-i
İslâmın menfaatına mugayir idi.
Nihayet bu büyük hükümetler, aralannda bir orta yol
buldular. Afrika'yı, sahihsiz bir arsa gibi, taksim ettiler.
İngiltere'nin Mısır'daki hareket serbestisine mukabil,
Fransa da Tunus ve Fasta serbesti-i harekâta nail oldu.
Afrika'nın orta kısınılan Almanya, İngiltere ve Fransa
arasında paylaşılıp hudutları tayin edildi. Bertin "Henterlant"
kararlan,
78
Kuzey Afrika ve emperyalist emeller
nüfuz ve istila derecelerini sarahate kavuşturdu. Bu
muahedeler, bu mukarrerat hep alem-i islâmın ve bilhassa Hükümet-i Osmaniyenin
zaranna yapıhyordu.
Afrika'da Mısır, Trablusgarb, Bingazi, Tunus gibi büyük memleketlere
malik ve bir garibe olarak temellük hakkı müstevliler tarafından dahi gayr-i
münkir olan Devlet-i Osmaniye bütün bu karar ve muahedelere bigâne bırakılıyor.
Ve miskin idare-i Ha- midiye, yalnız Afrika alem-i İslâmının mahkûmiyet boyunduruğuna
düşüşüne değil, hatta doğrudan doğruya ve hâlâ tabiiyeti altındaki Trablusgarb
ve Bingazi'nin dahi, sahihsiz bir yer imiş gibi istikbaldeki mukadderatı hakkında
(başkaları tarafından) karar ittihazına ses çıkarmıyordu.
Filvaki Akdeniz'in Batı kısmı bir Fransız gölü hükmüne
girmek üzere Fas, Cezayir, Tunus'tan ve bu hizadan Güneydoğuya doğru inerek
Sudan'ın kısm-ı azamından mürekkeb bir Fransız İmparatorluğu teşkili, İtalya
için ebediyyen adem-i tevessua (genişlememeye), müstemlekesizliğe, güç ve
kuvvet kaybına ve binaenaleyh iflâs ve mevte mahkûmiyet demek idi.
Şu halde İtalya, Fransa'nın bu tasavvuratma karşı hakk-ı
sükut olarak ne kazandı? Aralarında teati edilen muahedelerde birbirine temin
ettikleri mütekabil menfaatler ne idi? Buraları ziyadesiyle şayan-ı
ehemmiyetdir.
İtalya için ortaya atılan, meydana çıkarılan menfaatler,
Trablusgarb ve Bingazi'de "icrayı nüfuzda öncelik"ten ibaret kalıyordu.
Lâkin sahihsiz yerlerde icrayı nüfuzun ıstılahî mânâsı,
tedrici istilâ demek olduğundan Osmanlı Afrikası Italyanlara terk olunuyordu.
79
Senûsîler ve Sultan Abdülhamid
O vakitki hükümetin zaaf ve meskenetine, Türkiye'ye, ölüm
haline gelmiş bir hasta adam nazarıyla bakılmış olduğuna göre, İtalya'nın bu
hareketi tabii ve emsaline muvafıktır. Şu halde Fransa'nın, hissesine düşen
kısımları işgal altına alması için yalnız mahalli engelleri sökmek ve sindirmek
kalıyordu.
Bu mânilerin bir kısmı perakende ve yekdiğeri ile
irtibatsız olmakla ehemmiyetten ari idi. Lâkin Muhammed el-Mehdî es- Senûsînin
vücudu ve Senûsîlik bu mânileri bir noktaya cemede- bilirdi. Hatta Senûsîlik bu
maksad için teessüs etmişti.
Mevani (engeller) bir nokta-i irtibata bağlanırsa, Afrika istilasının
son derece müşkil ve belki de müstehîl (imkânsız) olacağı düşünülüyor idi. Bu
sebebe mebnî Fransızlar pek ziyade ihtiyatla hareket ediyor ve Seyyid
el-Mehdî'den çekiniyorlardı.
Fransızlar tamamen haklı idi. Çünkü Seyyid Mehdi'nin
dehşetli bir dostu, Fransız'lann dehşetli bir düşmanı var idi. Aynı şeyden
ibaret olari bu dost, bu düşman ise: Bizzat tabiat idi.
Bu serdettiklerimiz hakkında bir fikir edinilmek üzere Orta
Afrika ve Sahrayı Kebir hakkında biraz malûmat vermemiz lâzımdır.
Sahrayı Kebir'in iklimi ve teşkilat-ı mahsusa-i jeolojiyesi
bizim taraflarımıza benzemez. Bu iklimde bir AvrupalInın yaşayabilmesi pek çok
şerâite muhtaçtır.
Halbuki bir AvrupalInın buralarda muharib sıfatıyla bulunması,
bu müşkilâtı bir kat daha tevsi, ve teksir eder. Bununla beraber cesim bir
kuvvet için bu şeraiti cem' ve istihsal etmek adeta imkansızdır.
Sahrayı Kebir'de ve uzantıları sayılan Libya, Küfre, Fizan
ve sair hıtta ve çöllerde piyade harekâtı fevkalhad müşkildir. Yu-
80
' Kuzey Afrika ve
emperyalist emeller
muşak ve kumlu yerlerde yürümek o kadar yorucudur ki, bizim
arazimizde 7-8 saat yürüyebilen bir adam buralarda 3-4 saatte kesilir. Bir kaç
günde bîmecal ve muattal kalır.
Şerirlerin sayılamayacak kadar ve çoğu köşeli taş
kırıklarıyla mefruş kısımları en metin yürüyücülcri bile durdurur. AvrupalIların
ayaklan bu şerirlerde bir hafta bile dayanmaz.
Seyahat ve askeri harekat deveye muhtaçtır. Lâkin
Afrika’nın hiç bir noktasında, değil bir fırka-ı askeriyeyi hatta birkaç bin
kişilik bir müfrezeyi sevk edebilmeye kafi deve bulunmaz. Bulunsa bile mevani
ve müşkilâtın ikinci kısmı başlar. Yazın sahrada hararet, açıkta 70 dereceyi
bulur. Gündüz seyr ü sefer her mevsimde mümkün değildir. Bir kılavuzun ihaneti
ve hatta sehiv ve hatası bir müfrezeyi bir kaç günde mahveder.
Sahrayı Kebir ve çevresinin çoğu kısımlannda su kuyulan bir
kaç günlük uzaklıkladır. Hiçbir kuyu bin kişiye kafi suya malik değildir. 3-4
bin kişilik bir müfrezenin 3-4 günlük suyunu kırbalarla taşımak lazımdır. Bu
ise binlerle deve istihdamına muhtaçtır. Mamafih bir düşman tarafından 10-15
günlük bir muhitte kuyulan doldurarak iptal etmek veyahut Tuvarık usulu ile te-
semmüm eylemek de (zehirlemek) mümkündür. Bu ise müfrezenin mahv-ı katisi
demektir. Afrika’nın vehamet-i iklimiyesi- yalnız bu kadarla da kalmaz. Scmum
rüzgarlan bir kırbadaki suyu şayan-ı hayret bir süratle buharlaştınp mahveder,
kum fır- tınalan dehşetlidir.
Yabancılar için helak edici bir çok hastalıklar
hükümfcrmâdır. Bu sebebe mebni hangi devlct-i muazzama olursa olsun, Sah- ra’ya
alelade ancak bir kaç yüz mevcutlu müfrezeler sevk edilebilir. Bir kaç bin
adetli müfrezeler şevki ise, dehşetli fedakarlıklara muhtaç olduktan maada
böyle bir müfrezenin muvaffakiyeti de meşkûktür.
81
Senûsîler ve
Sultan Abdülhamid
Demek ki Fransa hissesine
düşen memaliki zabt ve İşgal için nihayetim nihaye (en çok) 5 bin kişilik bir
kuvvet sevk edebilirdi. Mamafih böyle bir kuvvetin harekete başlangıç noktası
Cenubi Cezayir farz edilse, Sahrayı Kebir'e kadar 40-50 gün yürümek lazım olacağından,
hiç bir tecavüze uğramaması tasavvur olunsa bile yalnız tabii şartların
zorluğu sebebiyle bu 5 bin kişinin ancak bir kısmı hedefe vasıl olabilirdi.
(Afrika'yı Fransızlar bir kaç
yüz kişilik müfrezelerle ve tedriç usulü, her müstahkem mevkii bir hareket
noktası haline ifrağ etmek suretiyle feth etmişlerdir.)
Fransızlar Cezayir ve Fas'ın
güneyindeki Tuvat bölgesini 20 bin deve istihdam ederek fethettiler. Her deve
ortalama (Fran- sızlar develeri ucuz ve cebren almışlardır) altmış Franga alınmış
olsa, Fransızların Tuvat fethinde deve masrafı olan 1.200.000 Frank sarf
ettikleri tezahür eder.
Tuvat fethinde istihdam
edilen develerin tamamı telef olmuştur!
Tuvat'ta Fransızlara
mukavemet eden ahali bir kaç bini mütecaviz değildi. Demek ki Fransızlar her
tarafta aynı suretle mukavemet görmüş olsalardı, Afrika'nın her parçasını
milyonlarla lira mukabilinde istimlak edebileceklerdi.
Halbuki Tuvatlılar hamiyet-i
vataniyeleri saikasıyle, ve bazı Fas'lı rüesanın komutasıyla Fransızlara karşı
müdafaa etmiş olup, böyle olacak yerde muntazam ve neticeli bir suretle mukavemet
görse idi Fransızların Sahraya hiçbir vakit giremeyecekleri meydanda idi.
Seyyid Muhammed el-Mehdî
es-Senûsî ise her ne vakit arzu ederse 40-50 ve hatta 100 bin kişi bile ayağa
kaldırabilirdi.
82
Kuzey Afrika ve emperyalist emeller
AvrupalIların Afrika
şerirlerinde ne kadar müşkilata hedef olduklarını gördük. Ve hangi devlet-i
muazzama olursa olsun Sahrayı Kebir'e mühim bir kuvvet sevk edemeyeceğini de
isbat ettik. Şimdi de yerlilerden biraz bahsedelim.
Sahray-ı Kebir korsanlan
demek olan Tuvanklar için 50-60 derece hararet pek ehemmiyet verilecek bir şey
olmadığı gibi 2-3 günlük susuzluk kâle bile alınmayacak alel-âde şeylerdir.
Tuvanklardan bir kısmının
susuzluğa tahammülü bizim tahminimizin ziyade fevkindedir. Pek büyük sıkıntıya
dûçar olmayarak 5 gün susuz çöllerde dolaşan Tuvarik çoktur. Gat ile Merzak
arası seyr-i adi ile 15 gündür. Mehrî (veya mihıî) denilen hecinlerle bir
Tuvank bu mesafeyi 10 günde kolayca kateder. Gat'dan hareket eden bir Tuvank
yan yolda bir defa su içerek Mazaka gelir. Tuvanklarla develer birbirine pek
benzer. Develer de 3-5 günde bir kere su içerler. Tuvank zeytinyağı ile kavrulmuş
bir okka arpa unu ile 10 gün geçinebilir. Günlerce uykusuzluğa tahammül eder.
Şayet 3-5 gün su bulamaz ise hecinin bir damannı çizerek çıkardığı kanı içer.
Birkaç gün daha su bulamaz ise devesini feda ederek boğazlar. Devenin işkembe
ve emasında (bağırsaklannda) daima bir miktar su bulunur. Tuvank bu suyu içer
bir müddet daha tahammül edebilir.
Teybular da böyledir. Urban
(Bedeviler) bu derece mütehammil değilse de bize nisbetle tahammülleri pek
fazladır.
Tuvanklarla Teybulann
cesareti derece-i kâfiyededir. Tuvat, Vaday ve Bingazi Urbanı ise pek cesur
olup, alel'umum Afrika Araplan şeci' (cesur) adamlardır. Vaday, Zender, Tuvat
Urbanı ile Tuvariklardan mürekkep bir kavi ordu teşkili Seyyid Meh- di'ye göre
pek kolay idi. Lâkin asıl matlub olan yalnız bu orduyu toplamak olmayıp efrada
yeni silahlar vermek ve kendilerini talim etmek idi.
■ 83
Senûsîler ve Sultan Abdülhamid
Bu mühim noktalar her nedense ihmal edildi. Halbuki 20-30
sene evvel Tuvank ve Teybu elinde esliha-i harbiye yok gibi idi.
Bunlar Roma kılınçlanna müşabih kılınçlar ve mızraklarla silahlı
idi. Urban elindeki tüfenkler ise ağızdan dolma kaval tüfenkler idi.
Demek ki Seyyid Muhammed el-Mehdî ve takipçilerinin müdafaa
vasıtaları hemen hemen hiç yok idi. Mamafih Fransızlar yalnız güneyden
ilerlemekle, tedbir ve betaetle (ağır ağır) hareket etmekte ve henüz şimalden
tecavüze girişmemekte olduğundan müstakbel tehlike bütün dehşetiyle
görülemiyordu.
Sudan Mısır'ında zuhur eden mütemehdi, Senûsîliğe iki noktadan
mühim bir darbe hükmüne geçti.
Cengaver bir halkla meskun olan Bahr-ı Gazal ve Sudan-ı
Mısrî bölgeleri Seyyid Muhammed el-Mehdi'nin daire-i nüfuzundan hariç kaldı.
"Mehdî" fikri, bölünme ve dağılmayla kuvvetini kaybetti. Sudan
mütemehdisi, Seyyid Muhammed el-Mehdi'ye müracaatla ittifak ve tevhid-i harekat
taleb etmiş idi.
Seyyid Muhammed el-Mehdî bu talebi reddetti. Bu red dahi
Cenab-ı Seyyid için pek elim olmuş ise de gayet tabiî ve zaruri idi.
O Seyyid Muhammed el-Mehdî, Mehdilik davasında bulunan bir
adamla bir çok sebeplerden dolayı ittifak edemezdi. Sudan müddeîsinin davasını
tasdik, Mehdilikten ve buna bağlı olarak en büyük manevî kuvvetten istifa
demekti. Ayrıca, Seyyid Mehdî "kutb ve gavs" diye telakki
olunduğundan ve başka bir şahsın maiyyetine giremeyeceğinden maada, Senûsîlik
ikbal ve istikbalini, neticesi şüpheli bir mücadeleye rapledemezdi.
84
Kuzey Afrika ve emperyalist emeller
Bu sebeble Seyyid Mehdi, mütemehdinin uzattığı dest-i
vifâkı (uzlaşma talebini) reddetti. Halbuki bu, Senûsîlerin başlıca gaye
edindiği ittihad-ı İslama, kendi elleriyle vurulmuş bir darbe idi.
Mütemehdî taraftarlarının mağlûbiyeti, Avrupa için ümit
verici bir tecrübe oldu. Mütemehdi darbesini müteakib Mısırlı Zü- beyr Paşa'nm
kölesi Rabih'in Doğu Sudan ve Bomu'ya tasallutu Senûsîler için bir ikinci darbe
idi.
Muhibban-ı Senûsîlerden olan Bomu sultanları mahvedilmiş ve
saltanat makamına serseri Rabih geçmiş idi.
Rabih'in kuvveti, bittabii AvrupalIlar derecesinde muntazam
olmamakla beraber silah durumu da pek mükemmel değil idi.
Böyle iken bir avuç serseri ile Sudan'ın en büyük ve kavi
hükümetlerinden birini mağlub edişi, az çok muntazam bir askerin ve yeni harp
sanatına biraz vakıf bir kumandan idaresinde hareket eden bir ordunun daima
galebe edeceğini parlak bir suretle gösteriyordu.
Seyyid Muhammed el-Mehdi, Bomu sultanlarına yardım edemedi.
Bu işde, Senûsîliğin kuvve-i hakikiyesi, iktidannın derecesi tamamen tezahür
ediyordu ki, bu da zannedildiği kadar ürkütücü olmadığını pekala isbat
eyliyordu.
Fransızların Tuvat'ı fethi ve cenuba doğru istilacı
hareketlerinin tefasîli bu mebhase sığmaz. Şu kadar diyelim ki her adımda ayni
hakikat bir kat daha açığa çıkıyor idi.
Bu hakikat:
Bedeviydin medeniyete, cehlin ilme, kargaşanın intizama hiç
bir vakit galebe edemeyeceği idi.
85
Senûsîler ve Sultan Abdülhamid
Seyyid el-Mehdî bu hakikati görmüyor, bilmiyor değil idi.
Afrika'nın düvel-i muazzama arasında taksiminden sonra Afrika alem-i islamının
maruz kaldığı tehlike-i mağlubiyet, Seyyid Mehdiye meçhul değildi. Lâkin
tehlikeye siper edecek çareler bulamıyor idi.
Bu çareler pek basit olduğu kadar
mahfî kalıyordu.
Eğer makam-ı Hilafette hamiyetle iktidarı mezcetmiş ve
seccade-! Senûsîyede ise İslâmın yükselmesinin ancak makam-ı Hilafetin
desteği ve yardımıyla mümkin olabileceğini anlamış ve anladığını icra sahasına
koyabilmiş birer dâhi bulunsaydı, alem-i İslam yeni bir devreye girmiş olurdu.
Ne çare ki makam-ı Hilafette, artık bir çok evsaf ile tasvir hüviyetine lüzum
görmediğimiz bir adam bulunuyor idi.
Seyyid Muhammed el-Mehdi ise muntazam bir asker edinmek
üzere Vaday, Zender, Havza müdürü nezdinde mühim bir teşebbüste bulunamadığı
cihetle müdâfaa ve galebe yollarını anlayamamış gibi hareket ediyordu. Eğer
yabancıların istilası daha 20-30 sene uzasaydı, ihtimal ki o vakte kadar
esbab-ı müdafaa yavaş yavaş ve adeta kendi kendisine hazırlanabilirdi. Lâkin
istila kemal-i faaliyetle başlamış idi. Gat civarında Miralay Filaris'in katli,
Fransız müfrezelerinin Tuvanklan mahvı istilayı hızlandırdı.
Kendisine ittihad-ı İslam siyaseti atfedilen Abdülhamid,
daha Afrika resmen paylaşılmadan evvel ve paylaşılıp fiiliyata başlanacağı
sırada acaba ne yaptı?
Bu babta yapılacak iş pek basit idi. Ne çare ki burası Ayr,
Zender, Havza ümerâ-i bedevisinin bile aklına gelmiş iken her basit işi,
içinden çıkılmaz bir şekle sokmakta bî misil olan Abdülha- mid’in dimağına bu
basit çare gelmedi. Henüz kimsenin malı
86
Kuzey Afrika ve emperyalist emeller
olmayan ve İslam camiasının bir parçası olması açısından
İslam Halifesinin mukadderatına bigâne kalmayacağı herkesin müsellemi olan
Sudan'a sessizce 20-30 vaiz ve nasıh ile bir o kadar zabit ve muallim göndermek
Abdülhamid için pek kolay ve halbuki alem-i İslâm için diriltici bir nefes
hükmünde bir iş idi.
Bunu seyyid el-Mehdî talep etmedi. Abdülhamid dahi icrayı
ya akıl etmedi veyahut evhamı mani oldu.
Alem-i İslâmın hatta medenileşmiş bölgelerindeki gaflet,
faaliyetsizlik ve hamiyetsizlik ise böyle bir teşebbüsün hususi ve milletçe
ifasına mani idi.
AvrupalIlar müslümanlara taassup ve metanet-i diniye atfediyorlar!
Heyhat ki taassubun cehil şekli doğru ise gayret ve metanetin artık yok olduğu
acaba şübhe götürüyor mu?
îr!
Hıristiyanlığın, misyonerlerinin neşr-i din ve medeniyet için j ihtiyar
eylediği şayan-ı takdir ve hayret gayretle faaliyet ve fa- dakarlık nazar-ı
dikkate alınır da buna mukabil müslümanlann 3 kayıtsızlık ve ataleti
düşünülürse kalb-i hamiyetin kanadığı (|l hissedilir! Misyonerler,
bu yorulmak bilmez, fedakar insanlar Afrika'nın en vahimül heva yerlerinde bile
mektepler açıyorlar. Ahaliye ziraat ve ticaret öğretiyorlar. Hastalarını
meccanen bakıp ilaçlarını sadaka olarak veriyorlar. Bunca iyiliklerin kaynağı
olarak gösterdikleri mezhebi mahsuslarını dahi neşre çalışıyorlar. Şarktaki
din hâdimleri ise, (sistem-i umumidir) oralarda zemini tamamen hazır ve hatta
mühim bir seviyeye de gelmiş bulunan tedris ve irşad işini hatırlarına bile
getirmiyorlar idi.
Bugün de öyledir.
Ecnebi tabiiyetine düşmekle beraber nîm (yarım) bir
istiklali muhafaza etmiş olan Afrikayı vustadaki müslüman emirler, ev-
87
Senûsîler ve Sultan Abdülhamid
lad-ı vatanı terbiye etmek için oralara gidecek muallimlere
mühim hedâyâ-yı tedris vermeğe hazır oldukları halde din hizmetlileri içinde
bari menfaat saikiyle olsun icabet edeni görülmüyor.
Velhasıl dediğimiz gibi ne Mehdi'den ne Hakan-ı sâbıktan ve
ne de efrad-ı mütenevvire-i milletten Afrika alem-i İslâmî için çare-i terakki
ve tahlis düşünülmüyordu.
Fransa'nın cihet-i cenubiden tecavüz ve istilaya başlaması
üzerine Zender, Ayr ve Havza emirleri tehlikeyi tamamen fark ettiler. İstilâ
sırasının kendi memleketlerine de geleceğini anladılar. Bundan fazla da kendi
kendilerini müdafaa edemeyeceklerini ve makam-ı Hilafete dahalet ve
memleketlerini himaye-i Osmaniyeye tevdi lüzumunu takdir ettiler. İstanbul'a
bir sefa- ret-i fevkal'ade heyeti göndermeğe karar verdiler. Bu heyet yola
çıkarıldı.
Ayr, Zender ve Havza emirleri, devekuşu tüyü, altun tozu,
fildişi vesaire gibi Sudan mahsulatı ve emtiasıyla yüklü bir kafile tertib ve
3 fevkal'ade sefir tayin ederek hilâfet merkezine doğru yola çıkarmışlardır.
Bu kafile Sudan ve Sahra'yı salimen geçerek Devlet-i
Osmani- yenin müntehâ-yı hudud-ı Cenub-i Şarkîsindeki (Güneydoğu sınırının
sonundaki) "Gat" kasabasına gelmişlerdi. O tarihlerde Gafta bizim
kaymakamımız var idi. Bu zat Eba Eyyûb el- Ensarî sülalesinden ve Gat'ta sakin
"Ensarî" kabilesinin reisi olup, biz, kendisine vermediğimiz bir
maaşla kaymakam namını vermekte idik. O ise "Gat Sultanı" ünvanmı
taşıyor idil.
Afrika-i vusta emirlerinin sefirler heyeti Gat’ta bu
kaymakam tarafından izaz ve ikram gördü... Lâkin kafile Gaftan hareket ettikten
sonra Tuvanklann pususuna düştü. Sefirler ve Maiy-
88
Kuzey Afrika ve emperyalist emeller
yerleri kılınçtan geçirildi.
Hediyeler ve develer gasbolundu... Ve tabiidir ki hükümet-i Hamidiye'nin ne
sefirlerin ağırlandığından ve ne de sefaret heyetinin telef olduğundan haberi
bile olmadı.
O tarihlerde henüz Afrika
resmen paylaşılmamış olduğundan ve Fransa’nın o vakit işgali altında bulunan
memleketlerle Zender ve Ayr gibi arasında 50-60 günlük bir mesafe bulunduğundan
oraların Osm anlı himayesine girmesine kimsenin bir diyeceği olamazdı.
İşte Abdülhamid’e AvrupalIlar
tarafından isnad olunan ittihad-ı İslâm siyasetiyle badiheva (bedava) giden ve
milyonlarca müs- lüman nüfus ile meskûn bulunan memleketler göz önüne getirilir
ise böyle bir siyasetin elilbası bile dimağ-ı Hamidiyede mü- lecelli olmadığı
(Abdülhamidin dimağında yansımadığı) bir kere daha tezahür eder.
Fransızların Bomu’da tasaltun
eden (sultanlık taslayan veya saltanat süren) Rabih’i mağlub etmesi, Tuval’ı
istilasının neticesi olarak güneye doğru istilâya başlaması, Seyyid Mchdi’nin
fikrinde Türklerve Hükümet-i Osmaniye lehinde bir değişme peyda etmeğe başlamış
idi. Cenab-ı Seyyid, ihtiyatı elden bırakmamakla beraber, Türklerle emel ve
amel birliğinden başka kurtuluş çaresi kalmadığını pek güzel anlıyordu. Seyyid
Muhammed el-Mehdî’nin fikrindeki bu değişikliği Abdülhamid’in gönderdiği
hediyeler ve sefirlere hamletmek hatadır.
Cenab-ı Seyyid’in Türkiye
vekili, Hicazlı Seyyid Falih her hale vakıf bir adam olduğundan Seyyid Mehdî padişah
zamanını pek güzel biliyor ve her hareketinin samimiyet ve ciddiyyetten ari
olduğuna kanaati bulunuyor idi. Seyyid Mehdi, Abdülha- mid’in menfaat-ı
İslâmiye haricinde kalan şahsi emellerine hizmet edemezdi.
89
Senûsîler ve Sultan Abdülhamid
Abdülhamid'in Seyyid Mehdi'yi ele almağa kalkması, hiç şüb-
he edilemez ki, değişik ve çeşitli sebeplerden ileri gelmiştir.
Bu sebeplerin belli başlısı, Seyyid Muhammed el-Mehdî'nin
şöhreti ve manevi kuvvetten "havf' olduğuna şüphe yoktur.
Seyyid Mehdi'nin Cabub'dan Küfre çölündeki vahaya hicretini
icab eden, bu takarrub ve uzlaşma emelleri olmuştur.
Bu sefaret ve muhaberelerden hiçbir netice çıkmadığı,
Seyyid Mehdi'nin Abdülhamid'den muallim, zabit ve ahvale vakıf rical talep
etmemesinden ve Abdülhamid'in göndermemesinden anlaşılıyor.
Hakikaten bu temasların tarafların ihtiyatını artırmaktan
başka bir netice vermediği hadiselerin seyri takib edilirse anlaşılır.
Demek ki Seyyid Muhammed el-Mehdi'nin Türklere ve hükümete
müsaadekârane davranması şartların icbariyle vaki olup, bunda Abdülhamid
siyasetinin hiç bir dahli yoktur.
O tarihlerde Bingazi ve Fizan mutasarrıflıklarında istihdam
edilmiş zevatın, şahsiyet ve icraatları nazar-ı tetkika alınırsa hükümet-i
Hamidiye'nin malum olan kötü idaresinin Afrika'da cinayet ve rezalet derecesine
indirildiği görülür.
Fransızların, idareten sahihsiz olan her tarafı yavaş yavaş
istila edecekleri şüphe getirmeyecek dereceye gelmesi üzerine, Seyyid Mehdî,
ihvanının önde gelenleri ve nakibleri vasıtasıyla Sahrayı Kebir'in derbentleri
ve kapılan hükmündeki noktaların OsmanlIlar tarafından işgaline çalıştı. Bu
husus için hayaller ve vehimler menbâı olan Yıldız'a müracaat edemezdi. Böyle
bir müracaat sonu gelmez muhaberat ve tekâlife, bir çok şübhelere ve şübhesiz
aksi neticelere sebebiyet verecekti. Bunun için Muhammed el-Mehdi doğrudan
doğruya iş görmeyerek bu mühim
90
Kuzey Afrika ve emperyalist emeller
işi Tuvank ve Teybular
vasıtasıyla istihsale kalkıştı. O vakte kadar Hükümet-i Osmaniye'yi tanımamış
olan Tuvank ümerasından "Sultan Amud" "İngidazen" ve
"Bufenayed" Seyyid Mehdi'nin teşvikiyle Hükümet-i Osmaniye'ye yani
Fizan Mutasarrıflığına müracaatla kendilerinin ve "Azcer" Tuvank arazisinin
himaye-i devlete alınmasını rica ettiler. "Sultan Amud’un" makberi ve
Azcer arazisinin merkezi demek olan "Canit" kasabasına bir Osmanlı
bayrağı göndermekle iktifa olundu.
Güvar Teybulan mahallin önde
gelenlerinden "Abdullah Yendemî" nam zatın vasıtası ile tekrar
Hükümet-i Osmaniyeye müracaat ettiler. Memleketlerine memur ve asker gönderilmesini
istirham eylediler.
Melun idare-i Hamidiye ve
miskin memullan bu fırsatı da elden kaçırdılar. Güvar, Vaday ve Bomu yolu
üzerinde, Sudan ticaretinin Gat kadar ve belki daha mühim bir transit
merkezidir.
Lâkin Güvar hıttasına bizim
için son derece ehemmiyet verdirmek lazım gelen cihet "Bilma"
tuzlası idi. O tarihte Fransanın işgal ettiği mevkiler ile Güvar ve Bilma
arasında, pek azim mesafeler bulunduğundan ve henüz mukaseme (paylaşma) icraya
konulmamış olduğundan o vakit işgali pek kolay olan Bilma hakkında birkaç söz
söyleyeceğiz:
Sahray-ı kebirin Bilma'dan
başka hiç bir noktasında ve Sudan'ın çoğu kısımlannda bir noktada tuz madeni,
büyük bir memleha (tuzla) yoktur. Toprak her tarafta ziyade tuzlu olduğu halde
Bilma'dan başka tuz madeni ye memlchasına malik olmaması teşkilat-ı jeolojiye
nokta-i nazarından tetkike şayan bir haldir. Bilma madenleri ise dünyanın en
büyük tuz madenlerinden sayılmaktadır ve bütün Sahrayı Kebir ve ekseriyetle
Orta
91
Senûsüer ve
Sultan A bdülhamid
Sudan halkı bu tuza
muhtaçtır. Ehlî hayvanların, develerin sıhhat ve belki de hayatlarının devamı
tuz yemelerine bağlıdır. Hele deve tuz yemezse uyuz olur ve nihayet yaşamaz.
Bu sebebe mebni Sudan’ın en
kıymetli madenlerinden biri de tuz olup bazı yerlerde kesilmiş tuz parçalan ve
tuz levhaları para gibi tedavül ettiği görülmüştür. Bilma'ya her sene müsait
mevsimde 20 binden 100 bine kadar deveden mürekkeb kafileler gelip tuz yükü
ile avdet ederler. Her yük 40-50 kuruştan 100 kuruşa kadar bir ücret getirir.
Demek Bilma memlehası senede ortalama olarak 30-40 bin lira varidat verir bir
tabii servet men- baıdır. Şu halde hudut ve nüfuzumuz dahilinde bulunması ve
henüz sahibi ve iddiacısı bulunmaması sebebiyle, bir bölük asker ve bir memur
heyeti göndererek Güvar ve Bilma'yı işgal ve orada bir hükümet-i muntazam a
teşkil etmiş olsaydık hem oralarda bulunduracağımız kuvvetin mesarifine
mahalli bir karşılık bulmuş ve hem de bütün Sudan'ın ka’be-i ihtiyacı hükmünde
bir yeri ele geçirmiş, Sudan ticaretinin sahib ve vasıtası hükmüne girmiş
olurduk.
Ne çare ki bu kadar kolay bir
muvaffakiyeti de elden kaçırdık. Bilma'ya hiç ehemmiyet vermediğimiz gibi
Güvar'a muhafız- sız ve müdafaasız bir sancak göndermekle iktifa ettik.
Bilma ve Canit havalisini
askerî işgal altına almamamız, oralarda muntazam birer hükümet teşkil
etmememiz yüzünden bilahare Bilma işgal edildi. Seyyid Mehdi'nin bu teşebbüsü
de akim kaldı.
92
Tarihe bir
nazar
Akvam-ı
Sâmiye arasında bir mukayese
Yahudilerce
Mesih
Afrika-yı Vustânın
işgali
Seyyid
Mehdi'nin vefatı
Abdülhamid'in
hal'i
İstikbal ve netice
Seyyid Muhammed el-Mehdî'nin
büyük şöhreti artık kemal noktasına gelmiş idi. Bununla beraber Afrika'nın dört
tarafından başlayan işgal de terâkki ede ede geride işgal edilmemiş bölgeler
orta kısımlarda bir kaç memleketle Devlet-i Osmaniye tabiiyyetindeki
mahallerden ibaret kalmış idi.
Artık tehlikeyi atlatmak,
müsademeyi geri bırakmak ihtimalleri kalmamıştı. Afrika alem-i îslâmında
hamiyet son derece galeyanda idi. Herkes çekilmiş birer yay gibi artık Seyyid
Mehdî'nin icraatını bekliyordu. Müslümanlar, o vakte kadar bin türlü teville
ehemmiyeti geçiştirilen mağlûbiyet ve istilalara bir mana verememeğe
başlamıştı. Şartlar ne olursa olsun, faaliyet göstermek gerekiyordu.
Bu devrede Senûsîlerin
gösterdiği faaliyet şâyân-ı hayrettir. Senûsîler, pek az bir müddette meccânen
dağıtım, teşvik ve
93
Senûsîler ve
Sultan Abdülhamid
mübâyaatı (alım-satımı) kolaylaştırma suretiyle
binlerce adamı yeni silahlar ile donattılar. Bu hususta harikalar gösterdiler.
Lâkin iki şey hâlâ eksik ve artık tedariki mümkin değil idi.
1- Efradı teallüm ve muharebeleri idare edecek
zâbitler.
2- Top!!
Bu iki noksan, öyle noksanlar idi ki şâir
hazırlıkları bî faide bırakıyordu.
Bu iki noksan sebebiyle, muntazam bir kuvvete
mukavemet mümkün olamayacağını bilen Cenab-1 Seyyid, me'yûsane mukavemete
hazırlanmakla beraber taraftarlarının galeyânını teskine çalışıyordu. Lâkin
muvaffak olamıyordu. Teskin-i galeyana çalışmasının sebeblerinden biri de
kendisince muhakkak olan mağlubiyete mümkünse bir mânevi sebeb ve özür bulmak
idi. İhvan-ı Senûsîye arasında Seyyid Mehdi’nin bir nutku (şiiri)
neşredilmişti. Bu nutka göre Seyyid Muhammed el- Mehdî*nin galebe ve satvet
zamanı, Evrerig-i Osmanfye (OsmanlI tahtına) "Sultan Süleyman’ın"
kuud edeceği zaman idi! Bir nevi keşf-i istikbal demek olan bu nutuk, safvet ve
garâbetine rağmen, bir kalb-ı hamiyyetmendin (Hamiyetli bir kalbin) akıttığı
kan ile yazılmış bir enîn olduğundan her hami- yetmendi garîk-i teessür (teessüre
boğacak) mahiyettedir.
Bîçare Seyyid!
Evreng-i Osmani’de Abdulhamid-i Sâni
oturuyordu... Ve muharebe etmek lâzım geliyordu... galebe ise bu keşf
mûcibince mümkün değil idi!
İhvan-ı Senûsîyenin büyüklerinden bir kaçı bana
bu şiiri okuduktan sonra, hanedân-ı Âl-i Osmâni içinde, bu namda bir şehzade
olup olmadığını sormuşlardı. Ben o tarihte hanedân-ı Âl-i
94
Yenilginin sebepleri
Osman'ın mevcud âzâlannı ferd
ferd bilmediğimden o vakit ve- liahd olan hakan-ı hazır hazretleriyle (Sultan
Reşad'la) Yusuf îzzeddin efendi hazretlerinin namlarını zikrettim... Sonra Süleyman
efendi merhum hatırıma gelerek haber verdim. Soran-: lar pek meyus görünüyordu.
Çünkü bahis konusu şehzadenin
taht-ı Osmaniye geçmesi mukadder olsa bile buna çok zaman lâzım idi... Hatta
belki de birinci ve ikinci veliahdlar atlanıp şehzade merhumun saltanatı
zamanı düşünülmesi, vakit kazanmak ve bu suretle galeyanı teskin ve mağlubiyeti
mazur göstermekle bareber, ümitleri muhafaza etmek emeline mebni idi. Lâkin
son haddini bulmuş olan galeyanın teskini mümkün olamıyordu. Amme-i Senûsîye
galebeyi muhakkak biliyordu.
Burada pek nazik ve pek mühim
tetkikat ve tenkidat yapmak mecburiyetindeyiz. Böyle yapmazsak şu gerçeği
hikaye halinde bırakmış ve faide-i hakıkıyeyi kaybetmiş oluruz..
Bu mebhas gayet mühimdir.
Tetkik ve tenkidimiz, zan ve hissiyata değil, tarih ve tabiata istinad
ettirilmiştir. Şu halde netice bir hakikati, bir vâkıayı meydana çıkaracaktır.
Şuracıkta dahi tamamen bî taraf ve yalnız hakikat sevgisiyle mütehassis olduğumuzu
beyandan geri durmayız.
Âmme-i Senûsîye, galebeden
emin idi dedik. Acaba neden eniin idi. Neye güveniyor idi? Galebeyi neden
bekliyordu?
âmme-i Senûsîye Seyyid
Muhammed el-Mehdi'ye güveniyor, galebeyi kerametten ve harikadan bekliyordu?!
Tarihe bakarsak görürüz ki:
Kendi irâde ve azmine güveneme- yen, etrafında yükselme, korunma, kurtuluş ve
müdafaa yollanın göremeyen bilcümle milletler, her vakit ümitlerini tesadü-
95
Senûsîler ve
Sultan Abdülhamid
fe, harikalara, kerametlere
bırakmışlardır. Bunun en parlak ve en aleni delâili, Benî İsrail tarihinde
görülür.
Benî İsrail, çöküş
sebeplerini kısmen anlamış, kısmen anlayamamış idi. Sükun ve barış
zamanlarında fisk ve sefahate koyulan Benî İsrail akvam-ı muharibe ve
mühimmenin tazyikine dûçar oldukça ve mağlubiyetin acısını tattıkça sebeplerini
tetkike girişiyor. Sebeb-i mağlubiyetini dini emirlerin terkedil- mesinde,
yani zühd ve ahlakın ortadan kalkmasında buluyor. Vakıa bu da, sebeblerden biri
idi. Lâkin sebeb-i aslî değildi.
Sebeb-i aslî Benî İsrail'deki
"fikr-i tavakkuf' (durma, bekleme fikri) idi. Benî İsrail, hayat demek
tekâmül, memat demek tavakkuf demek olduğunu bir türlü fehm ve keşf
edemiyordu.
Keşfedemediği için bütün
faaliyetini şeklî ibadetleri artırmaya ve Talmud bilgilerinin teksir ve nakline
sarfediyordu.
Bu, pek yanlış idi. Pek
yanlış olduğu için Benî İsrail memleketi umumi bir miskinler tekyesi, umumi bir
manastır şeklini alıyordu. Güya Benî İsrail için tefsirat-ı Talmudiyeden başka
ilim ve marifet, ibadat-ı sûriyeden (sûretâ ibadet) başka vezaif-i Diniye ve
ahlakiye yok idi.
Tekamül ve terakkiden, hikmet
ve hakikattan uzaklaşmanın neticesi olarak İsa'nın zuhurunda Benî İsrail ve
hele alim sınıflarından sayılan Farisîler sûretperestliği, münafıklığı, kizb
ve riyayı öyle bir dereceye getirmişlerdir ki sokaklarda avazı çıktığı kadar
bağırarak Tevrat ayetleri okumakta, sahte bir zühd ile işi rriaskaralık
derecesine çıkarmakta, mesela: beş para sadaka verseler aleme ilan için bağıra
bağıra lasaddukun faziletlerini söylemekte idiler.
Bu şerait dahilinde bilhassa
Benî İsrail gibi az nüfuslu bir milletin kendisini tecavüzden koruması mümkün
olamayacağından
96
Yenilginin sebepleri
ister istemez esaretten kurtulmayı harikalardan
ve mucizelerden bekliyorlardı.
Zaten bakılsa Benî İsrail tarihi,
başlangıcından mahkûmiyet-i katiye zamanına kadar devamlı ve birbirini takib
eden mucizat- tan ibaretti. Şu kadar ki ilk mucizelerin en büyük icazı Benî İsrail'i
Allah yoluna ve hamiyyet istikametine sevk etmek suretinde ortaya çıkmışken
Benî İsrail bu kudreti kaybettiği vakit dahi mucize beklemesi âdetullah
hilafında beyhûde ümid idi. Mamafih Benî İsrail'in bütün ümidi bundan ibaret
kalıyordu.
Kur'an-ı Kerim'de isimleri mezkûr olduğu için
enbiyâdan ma- dud olup olmadıkları ehl-i İslama göre meçhul fakat Benî İsrail'e
göre enbiyadan sayılan* bir çok zevatın ekser-i mucizatı Benî İsrail'i
kurtaracak bir Mesih'in geleceğini ihbardan ibaret kalmış idi.
Benî İsrail'in beklediği Mesih nasıl bir adam
idi. Zuhuru zamanında Mesih İbni Meryem'i niçin kabul etmediler?
Çünkü Benî İsrail, kendilerini sefalet ve
esaretten kurtaracak, millî zillete nihayet verecek, satvet-i kadimeyi iade
edecek bir padişah, bir muharib, bir siyasi bekliyordu. Hem de öyle bir mu-
harib ki düşmanlan mağlub etmek, şeref-i milliyi ihya eylemek için Yahudilerin
fedakarlığına, şecaatine, gayretine müracaat etmeyerek işi yalnız mucize ile
yapacak!
İşte bu sebebe mebnî idi ki (fakirlik iftihar
ettiğim şeydir) sim ile zuhûr-ı dâvetini maneviyata hasredip, mucizatını
siyaset haricinde izhar eden İsa el-Mesih'i kabul etmeyip düşmanlık gösterdiler.
* Enbiyanın ehl-i
İslam ile Benî İsrail arasındaki telakkisi bir değildir. Yahudi- lere göre
nübüvvet adeta bizdeki tarikat şeyhliği gibi bir şeydir. Bir nebî, istediği bir
adamı nübüvvete istihlaf edebilir.
97
Senûsîler ve
Sultan Abdülhamid
Böyle bir zâtı Mesih diye kabul etmek,
yahudiler için 10 asırdır perverde ettikleri (içlerinde besledikleri) son
ümitten feragat demek idi. Şimdiki asır yahudilerinden bir mütefekkir olan
"îst- raus" yahudilerin ümidi ve bekledikleri Mesih’in maddeten dahi
millî yükseliş ve ilerlemeye rehberlik edecek bir âmil-i siyasi olduğunu şu
sözlerle isbat ediyor.
"Yahudîler,
bekledikleri Mesih'in marifet ve servetten başka bir şey olmadığını
anladılar"
Bu sözler bir itibarla mahz-ı hakikattir.
Filvaki Benî İsrail'in, henüz her yerde değilse bile bir çok yerlerde iade-i
şeref-i saadete muvaffak olması, marifet ve servet sayesindedir.
Ne çare ki bu hakikati vatanlarını ebediyyen
kaybettikten ve meydan-ı nikbet ve mihnette 2 bin sene sürdükten sonra anladılar.
Benî İsrail tarihi müslümanlar için büyük bir ders, onların geçirdiği edvar-ı
maziye, bizim için büyük bir ibrettir.
Heyhat ki âmme-i Müslimîn ne bu dersi okumuş,
ne de bu ibreti göstermiştir.
Âmme-i Senûsîye, her şeyi kerametten bekliyordu
demiştik. Filvaki bir vakit Benî İsrail'in "Mesih" hakkında fikri ne
ise, âmme-i müslimînin dahi "Mehdi" hakkında fikri odur. Her iki
fikrin mutabakatı aynı sebeplerden ileri gelmektedir: Yükselme ümidi. Araplar
da, Yahudiler gibi Sami kavimlerdendir.
Irk olarak akvam-ı Sâmiyeden olmayan
müslümanlann bile, din birliği hasebiyle bir çok hususta akvam-ı Sâmiyeden addedilmeleri
lazım gelir.
îslam dini, kavâid-i camia ve kamile sahibi bir
din olmakla sa- liklerinin mütefekkirat, içtimaiyat ve sairesine kafi tesirleri
vardır.
98
Yenilginin sebepleri
Hangi ırktan olursa olsun,
her müslim, az çok Arap demektir. Bu sebeble Araplarla Benî İsrail arasında
birbirine benzer bazı ahval bulunması garib görülmeyeceği gibi Benî İsrail
tarihi ile İslâm tarihi arasında bazı noktalarda benzerlik olması dahi pek
tabiidir.
Şu kadar ki bu müşterek
haller ve benzerlikler hiç bir vakit mutabakat ve ayniyet derecesini
bulmamıştır.
Evvela: Araplar ve bilcümle
müslümanlar hiç bir vakit fıtrî cesaretlerini ve dini metanetlerini
kaybetmemişlerdir.
Saniyen: Hiç bir tarihte yahudiler kadar umumi bir alçaklık, mezellet
ve ahlaksızlık haline düşmemişlerdir.*
Müslümanlar bir kaç asırdan
beri mağlup olmaları neticesinde, kuvve-i maneviyeleri kırılmamış ise de sarf
edilen gayretlerin boşa gitmesi ve esbab-ı mağlubiyetin avama ve belki de havassa
bile meçhul kalması yüzünden yeis ve tembellik anz olduğu meydandadır.
Ahlâki metanet ve manevi
saflık dahi ekseriyetle haleldar olduğu ve sûretin sîrete, lafızların dini
hikmetlere ve hakikate galebe ettiğini inkar etmek mümkün değildir.
İşte alem-i İslam'da,
bilhassa Araplarda te'âlîyi harikalardan beklemek keyfiyeti bu sebeblerle peyda
olmuştur.
Tarih-i İslam'da görüyoruz ki
din ve harikalara müsteniden zuhur eden ihtilâl ve inkılablar, hep muzdar
(çaresiz) kalman müşkil zamanlara tesadüf etmiştir. Mehdî ismiyle zuhur eden
erbab-ı iddia ve inkılab ise ekseriyetle çöküş zamanına ve Arap kavmine
münhasır bulunuyor.
* Bu Yahudiler,
zamanımızın müterakki ve mütemeddin, hiç bir hususta ve ahlâkiyatta hiç bir
milletten geri kalmayan Yahudileri olmayıp, kasdedilen iki bin sene
evvelkilerdir. (Filibeli merhum İsrail'i görme bedbahtlığını yaşamadı).
99
Senûsîler ve
Sultan Abdülhamid
Benî İsrail ile âlem-i îslamm benzerliği işte
bu hususlardadır. Benî İsrail'i, "tavakkuf' (bekleme, durma) keyfiyetini
bir dinî kaide mertebesine çıkarmak, kanun-ı terakki ve tekâmülü inkar etmek
mahv ve perişan eyledi. İslam'ın zayıflamasına yol açan sebebler de ayni
sebeblerdir.
Din-i İslâm hakkında kalem oynatan Avrupa
müdekkikleri içinde en insaflı ve en bîtaraf gördüğüm Fransız Mösyö Lö Baron
"Karadow" diyor ki:
"Şimdiki zamanlara kadar ahali-i
İslâmiye'de sanayi, hırfet (sanat), maarif ve medeniyetin nasıl terakki
edeceği hakkında fikir ve malumat-ı umumiye görülmemiştir.
Siyaset, idare, adliye ve iktisad hususunda
mümkün ve daimi bir tekâmül emelinin işaretleri tezahür etmemiştir.
İslâmda hikmet, ilm-i itikada merbut
kaldığından hareketsiz ve atıl kalmıştır. Hürriyet fikri ve hatta faaliyet-i
fikriye bile bîlüzum görülmüştür. Bu sebeble İslâm atıl ve mütevakkıf kalmıştır."
Atalet ve tavakkuf! * !
İşte İslam'ın umumi hastalığı. Orta Afrika
ahalisinin, Senûsî muhiblerin bu marazdan pek büyük hissesi var idi. İslam'ın
mühim âzâlan hasta iken etraf hükmünde olan aksâmının hastalığı
* Bu marazı, ne evâmir-i Kur’aniye ve ne de esâs-ı din
husule getirmiştir. Bilakis, Kur'anda ve ehâdisteki emr-i feyyâz-ı tekâmülü
müteahhirîhden en büyük alimlerin bile anlamayışının sebebi tavakküftur. Pek mübhem
olan bu bahsi diğer rnakâlâtımızda tedkik edeceğiz. Kur'an’ın bâis'i tevakkuf
olmadığını Avrupalılar bile tasdik ediyor. Karadow diyor ki: "Bu
tevakkuftan Kuran mı mes'uldür? Şüb- hesiz hayır! İnhitat-ı akvamı, taklîl-i
kuvâ'yı, inkızâ-i dehâyı (kavimlerin gerilemesini, kuvvetlerin azalmasını,
dâhîleringelmeyişini) mûcib olan sebebleri bulmak pek müşkildir... Hayatta bir
takım esrar-ı amîka (derin sırlar) vardır ki bizim daire-i ıttılâımızm (idrak
alanımızın) dışma çıkıyor.
100
Yenilginin sebepleri
pek tabiidir. Herkeste bir
gayret, bir istek var idi. Lâkin bu gayretin ztmnında bir yeis, bu isteğin
altında bir bezginlik gizli idi. İşte bu sebeblerle ümid-i galibiyet, harika ve
kerametlere matuf idi.
Birkaç ufak müsademeden sonra
Zender zâviyesi önünde büyücek bir muharebe oldu. Bu defa Fransızlara mukabele
eden doğrudan doğruya îhvan-r Senûsîye idi. Tuvank göçebelerinden mürekkeb
olan Senûsî ordusu Fransız!afdan belki de 10-20 kere daha kesretli (çok) idi.
Muhariblerin elinde 'gura martini' ve ’yencester’ gibi yeni silahlar
bulunuyordu. Lâkin birkaç saat sürebilen bu muharebede Senûsîler kesin bir
mağlubiyete uğradılar. Hatta ümid edilen şecaat ve fedakarlığı da gösteremedikleri
muhakkaktır.
Zender mağlubiyeti evvela
şeyhler ve nâkibler tarafından gizlendi. Lâkin, bu felaket o kadar büyük idi
ki gizlenmesi mümkün olamadı. Herkesin hayret ve gerginliği had gâyede idi.
Her şahıs mütevekkilane boynunu bükmüş duruyor, birşey söylemiyordu. Lâkin her
çehrede aşikar olan yeis ve fütur bulutlan, kalblerdeki burukluğa tercüman
oluyordu.
Bu son mağlubiyetler,
Senûsîler için helak edici bir darbe hükmüne girmiş idi. Bomu'yu îngilizler
işgal ediyordu. O vakit henüz müstakil ve Senûsî olan Vaday Hükümet-i
İslâmiyesi her taraftan mahsur ve sair yerlerle irtibatı kesik bulunuyordu.
Bütün havza, Sahray-ı
Kebir'in hemen tamamı Fransızlar'ın elinde idi. * Devlet-i Osmaniye son
zamanlarda Trablus'daki menfâlar ve bâhusus Receb Paşa merhumla bazı erkân
maiyyeti sebebiyle o bölgeye biraz daha nazar-ı temellük ve tesahüble
bakıyordu.
* Vaday, şu son günlerde Fransa tarafından zaptedihniş ve
şu suretle Afrika-yı Vustâ ve Sahra'nın fethi ikmal olunmuştur.
101
Senûsîler ve Sultan Abdülhamid
Senûsîlerin serbest kaldıktan
ve tam mânâsıyla faal olduklan bölge Libya çölündeki Küfre vahasına münhasır
kalmıştı.
Üç yüz milyon müslümanı
ilerleme yoluna sevketmek, Afrika- yı ecnebilerin istilâsından kurtarmak
emeliyle, ittihad-ı dinî-i İslam'ı bilfiil te'sis ve azim bir 'Afrika Müslüman
İmparatorluğu' teşkili fikriyle kutlu ve büyük bir dâhinin husule getirdiği
muazzam menba çöküyor, Senûsîlik, hatırat-ı tarihiye meyanı- na giriyordu.
Bingazi çölünde çıkan bir
fevkalade nûr, dehâ hârikası, bütün İslam alemini ümid verici şa'şaasıyla
tenvir ettikten sonra yine o çöle ricat etmiş... sönmüş idi.
Seyyid Muhammed el-Mehdî bu son
mağlubiyetten sonra çok yaşamadı. Bu şeyh-i zîkemal Ve safânın son zamanlan pek
mu- raretli (acı) geçmiş idi.
Zender zaviyesinin işgali,
yorulmuş olan sıhhatına pek şiddetli bir darbe oldu.
Seyyid Muhammed el-Mehdi 1322
senesi terk-i âlem-i nasut etti (insanlık âlemini terketti).
Allah ondan razı olsun. Allah
onun yüksek sımnı takdis etsin.
Avâm-ı Senûsîye Cenab-ı
Seyyid’in ölmediğine ve semâya refolduğuna kani olup tekrar zuhuruna itikad
ederler. Seyyid Muhammed el-Mehdî es-Senûsî lâtif ve sevimli endamlı, mü-
tevazi, zekî, haluk (ahlaklı) ve pek âlim bir şeyh-ı ekmel idi. Hayatında
mazhar olduğu hürmet ve meveddet hakikaten azîm idi. Rüşd ve kerametinin
şöhreti dört bir tarafa yayılmış idi.
Nam-ı âlilerine verilen bir
"eman" varakası vahşilerce, haydut- larca bile muteber tutulurdu.
702
Yenilginin sebepleri
Seyyid Mehdî derecesinde
hürmet-i umumiyeye mazhar olmuş meşayıh ve evliya tarih-i îslâmda pek azdır.
Müşarünileyhin tevazuu ve müraci'îne iltifatı meşhur idi.
Kendilerine tahriren müracaat
edenlere alel müfredat cevap verirler, müşkilini hal ve kendisini taltif
ederlerdi.
Müşarünileyh, zamanımızın en
âli ve en büyük vicdanlarından biridir. Seyyid Muhammed el-Mehdî evlâd
bırakmadı. Elyevm meşihat seccadesinde biraderzâdeleri "Es-Seyyid Ahmed
es- Senûsî İbn es-Seyyid Ahmed eş-Şerif bin es-Seyyid Muhammed es-Senûsî"
oturmaktadır.
Seyyid Ahmed'in bir mektubunu
gördüm. Bu mektuptaki hat- mede (bitiş) "Mazharunnûni el-Kuddüsî es-Seyyid
Ahmed İbn es-Senûsî" yazılıdır.
Son bir makale ile Seyyid Mehdî
ve Abdülhamid'in âlem-i İslam'dan gaybûbetleri ne gibi bir mânâyı haiz
olduğunu açıklamaya çalışacağız. Bu son makale, bu eserciğin zübdesi (özeti)
ve muhâkematımızın neticesi olacaktır.
103
İntibâh-ı İslâm
Genç Müslümanlar
Ümid ve istikbal
"İslâm! İslâm!
"Senin, tarihlerde gördüğüm,
vicdânımm-derinliklerinde, hayalimin sonsuz sahasında hâlâ mevcudiyetini
görmekle olduğum feyz ve fazlının, bütün şa'şaasıyla yine meydan-ı insaniyete
çıktığım, yine milyonlarla insanın rehber-i le'alisi olduğunu görmeden ölmek
istemiyorum"
Serir-i Mualla Çölü-10 Nisan 1324.
Kuşe-i inzivaya itilmesi üzerine meydan-ı
faaliyetten çekilmiş olan Abdülhamid ile beraber, 1286 senesinden beri alem-i
İslam’da, İslami kaidelere aykırı olarak devam etmekte olan usul- i mutlakiyet
dahi öldü.
Sadr-ı İslâmî müteakiben, bazı selâtîn-i âdile
(adil sultanlar) sebebi ile istibdada ithal edilemeyecek pek az ve mütenavib
adi ve dad fasılalan müstesna olarak, alem-i İslam'da hükümfermâ ol-
105
Senûsîler ve Sultan Abdülhamid
muş bulunan mekruh istibdat usûlü, bir daha
avdet etmemek üzere, Abdülhamid'le beraber zâil olmuştur.
Seyyid Muhammed el-Mehdi es-Senûsî ile beraber
fikr-i ta- vakkuf (bekleme, durma) dahi bir daha vücut bulmamak üzere öldü!
Abdülhamid, İslâmî çöküş ve alçalış çukuruna
sürükleyen, aleni fenalığın, kasdî fenalıkların, yani mutlakiyet ve istibdadın
son mümessili idi.
I
Seyyid Muhammed el-Mehdî ise İslâmî mahkûmiyet
ve inkıraza sevk eden, fenalık olduğu bilinemeyen, hatta istibdadı doğuran,
gayrı kasdî fenalığın yani fikr-i tavakkuf ve ataletin son mümessili idi.
İhtimal, her ikisi de, niyetleri itibariyle,
İslama hayır kasd ediyorlar idi!.
Şübhesiz, İkincisi, Seyyid Mehdî, İslâm.ın
hayrı için çalışıyordu. Şübhesiz niyeti de ameli gibi hayra makrun idi.
Lâkin ne çare ki bize külle yevmin huvefi
şe'nin (o kainata her gün tasarruf eder, her gün bir iştedir)* hitabiyle
hikmet-i tekamülü bildirmiş olan Hûda, niçin, hayalı tekamül ve teceddüd ile,
mematı tavakkuf ve ataletle mümkün kılmıştır!?
Tarih, büyük kitab-ı hikmettir! Fakat tabiat
sahifesi ibretlerle doludur. Tarihin ibretle dolu sayfalannı açarsak görürüz ki
der- ya-yı insaniyetin kararsız dalgalan hükmünde olan milletler, tekâmül ve
faaliyetle peydâ, teceddüd ve terakki ile pâydar, tavakkuf ve ataletle mahv
olmuşlardır.
*
Rahman Sûresi, 29. âyet.
106
Netice
İbretlerle dolu tabiat kitabına bakarsak
görürüz ki mevcudiyet demek, faaliyet demektir. Atalet yokluk ile müsavidir!
Zerreler, yerler, güneşler, alem hep uçuyor, hep koşuyorlar. Hep çalışıyorlar!
Varlığı faaliyetle, vücud-ı mütezahiri teceddütle meşrut kılmış olan Vücud-ı
Mutlak Vâcibu'lvücud, zerrelere de, kürrelere de, alemlere de zamandan münezzeh
ebedi bir hitab, taayyünden arî güzel bir hitabla "ileri!" diyor.
Bu değişmez emre itaat edenler faaliyetle, her
hangi bir sebeple etmeyenler teceddüde mahkûm olup tecdid-i faaliyetle varlığı,
muhafaza ediyor.
İslâm .... Nice asırlar gaflet uykusunda
kaldıktan spnra bu İlâhî hitabı duydu.
Bugün intibah-ı İslam başlamıştır. Evet, bugün
yar-u ağyar itiraf ediyor ki İslâmın devre-i tavakkuf ve ataleti hatm edilmiş
"devre-i teceddüd ve tekamülü" başlamıştır. Lâkin bu intibahın güzel
semerelerinin devşirileceği zaman henüz ne kadar uzaktır. *
Ne kadar cidal, ne kadar sebat ve metanet lazım
gelecek! İnti- bah-ı İslam rehberleri ne kadar müşkilâta, ne kadar mukavemete
dûçar olacaklar.
Bu mukavemetler, bu müşkilat, hep bizden, bize
gelecektir! Asırlann vicdan-ı ümmete tab ve hakk'etliği alışkanlıkların, tarz-ı
tefekkürün tebdili; mevcut fikirlerden dinin ruhuna ve terakki ve tekamül
emeline muvafık olmayanlannm tefrik ve tarhı ne kadar büyük himmetlere, büyük
gayretlere muhtaçtır. Âyât ve ehâdise istinad ettirilmiş olmakla beraber,
teferruâtı ve tatbikatı itibariyle zaman-ı zuhurunun muhiti (ortaya çıkış za-
* Bu tarz tefekkür,
âlem-i İslam'ın umumiyeti itibariyledir. Bazı akşamında daha şimdiden görülen
semerât, bu fikr-i umumîyi nakzetmez.
107
Senûsîler ve Sultan Abdülhamid
inanındaki şartlar), varlık ve tarih
bilgilerinin tesiratından bittabi kurtulamamış olan ve bu suretle terakki ve
tekamül ile birlikte yürütülemeyen nice müctehidâtın (içtihadlann), zamana
muvafık ve tekamülâtı haiz müctehidâta tahvili ne kadar uzun tetebbuata, ne
kadar inatçı sebatlara vâbestedir (bağlıdır).
Lâkin bunlar olacaktır. Kim yapacak denilirse;
genç müslümanlar. O müslümanlar ki esas ve hikmet diniİslam'ın, bilcümle
tekâmülat ve terakkiyâtın üssul esaslarını (en önemli ilkelerini) muhtevi
olduğunu anlamışlardır.
O müslümanlar ki ne Din-i mübini terke, Livay-ı
Hamd-ı Muhammedi'nin gölgesinden çıkmağa, ve ne de orta çağlara mahsus bir
hayat-ı bedeviyaneye mahkûmiyete razı değillerdir.
Zaten bu hayat-ı bedeviyaneyi icab eden efkarla
kavi ve müstakil kalmak, hayat mücadelesinde galip gelmek, mahkûm ve bedbaht
olmamak mümkün değildir. .
Bir mızrakla bir tüfenk, bir kılınçla bir topun
birbirlerine göre nisbetleri ne ise, selefin varlıkla ilgili görüş ve
malumatından alınmış bir fikir ile mevcut medeniyetin akıllan hayrete düşüren
malumatından ortaya çıkmış bir fikrin nisbeti odur.
Bir taraftan mahz-ı insaniyet olan İçtimaî
kaideleri, mahz-ı hikmet olan tevhid-i kâmili ihtiva eden bu yüce dini, diğer
taraftan tecrübe ve kesinlik üzerine teessüs eden maarifi nazar-ı tetkikine
alan bir müslüman, yüceliklerden aşağılara, İlahi alemden insanlık alemine,
ilhamdan izhara doğru yapılan nur ile esfel- den a'lâya, insanlık âleminden
İlahî aleme doğru yükselmeye çalışan nurun hep nur-ı vahid, hep feyz-i İlâhi
olduğunu görür. Bu vahdet esastır, muhakkaktır. Bu vahdete münafi görülen te-
zad ise hiç bir vakit esasa raci olmayıp, muhit, zaman, vesaire gibi âmillere
tâbi olan selef fikirlerine ait kalır.
108
Netice
Bu serdettiğim şeylerin hakk ve hakikat
olduğuna bütün vicdanımla, kalbimle kani olmakla beraber, eslâf-ı kiramı,
onların güzel gayret ve çalışmalarını, bâhusus tebcile şayan olan Allah
yolundaki himmetlerini ceffel kalem inkar ediyorum zan olunmasın.
Böyle haksızlık, ne kadar aciz ve naçiz olursa
olsun, hiç bir mü- tefekkir-i İslaminin hatır ve hayalinden geçmez.
Lâkin şu iki suale insaf ile cevap isteriz.
Evvela: Kâdî Beydâvî, Zemahşerî gibi bir dâhi-i
İslam, şu içinde yaşadığımız asr-ı celil-i fünûnda dünyaya geleydi, acaba ulûm
ve fünûndan istifade ile isbat-ı vacib, tesis-i fıkr-i vahdet gibi meseleleri
daha nice-nice kat'î İlmî delillerle tezyin etmez miydi?
O Beydâvî, o Zemahşerî ki zamanlarında
mütedâvil olan nâkıs tarih, Batlamius'un astronomisi, maarif-i Yunaniye ve
Hindiye gibi yanlış ilimlerden bile din sevgisi, feyz ve deliller çıkarmaya
çalışmaktan çekinmemişlerdir.
Saniyen: Maksad söylenmiş bir sözü vikaye ve
himaye değil de yalnız din namına hizmet ise, bugün o sözden daha âli ve müs-
bet bir sözü kabul etmemek, acaba dine hizmet midir?
Eğer bu millette artık bir Zemahşerî, bir
Beydâvi yetişemez, denilirse biz bu miskince ve tekâmüle aykırı hükme İslam
için bir hakaret ve insan için bir zillet olan böyle bir hükm-i tavakkuf
perestâneye vicdanımızın bütün ihtilali, kalbimizin bütün infiali ile itiraz
ederiz. İslâma göre âlemde misli gelmeyecek yalnız Enbiya ve Hâtemü'l
Enbiyadır.
Bu inhisar hem dînî hem tabii, hem hakiki ve
hem tarihidir.
109
Senûsîler ve Sultan Abdülhamid
Filvaki Hatem el-Enbiyadan sonra eser bırakmış,
din tesis etmiş hiç bir nebi gelmemiştir. Hazret-i Nebiyy-i Zîşânımızdan sonra
muazzam bir kitle-i beşeriyece kabul edilmiş hiç bir dinin zuhûr etmemesi
Nebimizin en büyük mucizesidir. Nebimizin hatem-i enbiya oluşu yalnız itikaden
değil, tarihçe de bir hakikattir. Fakat bu inhisarı meşhur alimlere, selefin
fâzıllarına da teşmil etmek ruh-ı islamiyete muvafık mıdır?
Hayır!
Dinimizi seviyorsak, alem-i İslama bir nazar-ı
tetkik atalım. Hele tarih-i Beşeriyeti göz önünden kaldırmayalım. Biz anka- rib
bu ümmet-i merhumede yüzlerce binlerce allameler, Ze- mahşeriler, Beydaviler
yetişeceğine kailiz.
Biz intibah-ı İslâmın zuhur ettiğine, itilay-ı
İslam devresinin ta- karrub eylediğine kailiz.
Biz bu devre-i terakki âveri göreceğiz. Lâkin
çalışalım; çünkü "insan için sadece çalıştığı vardır!"
110
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar