Print Friendly and PDF

KENDİME- MARCUS AURELIUS ANTONIUS’ÜN DÜŞÜNCELERİ



Gustav Loisel'den tercüme olunmuştur.
Mütercim: Semiha Cemal
İstanbul Kız Muallim Mektebi Ruhiyat Muallimi
1932

M. Orel-Kendime
Stoisien hayatına dair
İmparator Filozof M. Orel Antonin’in kendi için yazdığı eser.
Büyük müverrih feylesof Taine, Mark Orel’in yaşamış en asil bir ruh olduğunu ilân etmişti. Bunun doğru olduğunda şüphe yok­tur. Çünkü Mark Orel, servet, kudret ve zaferin kusvasına vardığı hal­de sadeliğini ve doğruluğunu muhafaza etmiştir.
Dördüncü asrın ihtiyar bir müellifi, Aurelius Victor, onun için diyor ki; "M. Orel İlâhî bir deha için lâzım gelen bütün fezaili haiz ve büyük musibet ve felâketlerle çarpışmak için imparatorluğa konul­muş bir prensti. Zira eğer o, bu zamanlar için doğmamış olsaydı, hiç şüphesiz bütün Roma devletini ayni sukut sürükleyip götürecekti. Ha­kikaten o vakit silâhlar hiçbir yerde rahat yüzü göstermiyordu. Bütün şarkta İllyrie, İtalya ve Gaule de muharebeler zuhur ediyordu. Ka­sabaların harabisini takip eden zelzeleler, nehirlerin taşması, kesretle vaki olan veba, tarlaları, kırları harap eden çekirge bulutları, hâsılı fanilere isabet eden afetlerin, elemlerin en dehşetlisi Mark Orel’in hüküm sürdüğü zamanda pek mübalağalı olarak şiddet kesp etmişti. Kâinatın, tabiatin kanunu ve yahut insanlara meçhul olan başka bir kudret, belâ ve musibetleri ziyadeleştirdiği vakit, öyle zannediyorum ki, bu kadar zalim ve acı afetlere karşı insanları idare edenlerin gü­zel ve hakimane nasihatlerinin ilâç gibi tesir etmesi takdiri İlâhiden­dir”
Umumî hâzinenin tükendiği, hatta askerlere bile atiyeler dağıtılamadığı bir zamanda, hükümdar M. Orel eyaletlere ve senatoya fev­kalâde bir teklifte bulunmuş olmamak için, Trajan’ın umumun işle­rini rüyet ve müzakere ettiği meydanda saltanatın bütün mobilyelerini, altın vazolarını, Sere’lerin en kıymetli kumaşlarından kendisinin hükümdarlık elbiselerini müzayedeye koydurdu, bu müzayede iki ay mütevaleyen devam etti ve dehşetli bir yekûn hasıl etti. Zaferden son­ra M. Orel bunları satmak isteyenlerden tekrar satın aldı, fakat istemeyenleri de satmaya icbar etmeyerek kendilerine bıraktı. Serbest sa­nayi onun saltanatı zamanında o kadar intişar etti ki, benim fikrime göre bu asrın en mühim zaferi bu idi. Kanunların karanlıkları şaya­nı hayret bir surette aydınlatılmıştı. Mahkemeye şahit olarak getiri­len bir adamdan bir kefil göstermek mecburiyeti kaldırılmış, impa­ratorluğun bütün teb’ası farksız olarak Roma vatandaşı namını almıştı. Birçok kasabalar inşa olundu, büyütüldü, tezyin olundu, ve bilhassa Afrika’da yangın âfeti ile harap olan Kartaca, Asya’da zelzelelerle hâk ile yeksân olan Ephese ve Nicomedie bu meyandadır. Mark Orel’in büyük babası olan Annius Verus bizce meçhul ahval yüzün­den İspanyada Saccubis şehrinden Romaya gelmiş ve orada pretör (Sulh Hakimi) vazifesini görmüştü. Onun oğlu ki, Mark Orel’in babasıdır, Vespasien ve Titus namındaki imparatorlar tarafından asalet unvanı veri­lerek üç konsülle beraber Roma şehreminliğine tayin edilmiştir. Calvisus Tullus ün kızı Domitia Coielius ile evlenerek, bundan bir gün imparator olacak olan çocuk, yani Mark Orel doğmuştur. Bu prens Coielius tepesinde aile ocağında milâdî 121 senesinde Nisan ayında dünyaya gelmiştir.
M. Orel daha çocukluğunda yakın akrabası olan Adrien in sarayına kabul olundu. Mars taki papaz mektebine girdi. Gramer, edebiyat ve felsefeye, hukuk ve fenni kavanine, riyaziyeye çalışmakla beraber, jimnastik egzersizlerini de ihmal etmedi. Ona zamanın en meşhur mürebbi ve muallimlerini tedarik ettiler. Nihayet fazilete vasıl olmak arzusu ona Revakî felsefesini tercih ettirdi. Adrien hastalandığı va­kit M. Orel henüz 18 yaşında idi. Adrienin M. Orel hakkındaki te­veccühü çok ziyade olmakla beraber, hükümetin idaresini teslim için kendisine henüz pek genç göründü, ve Antonin i intihap ederek onun da M. Orel’i intihap etmesini vasiyet etti. Adrien bir kaç ay sonra vefat etti. Antonin, M. Orel’i kızı Faustin ile evlendirdi. Antonin evlâtlığı M. Orel’i hiç kendine yabancı bilmez ve hükümetin bütün sırlarım emniyetle kendisine tevdi ederdi. M. Orel de onu bir model ittihaz ederek takip ederdi. Yegâne arzusu ona benzemekti. 161 senesinde M. Orel’i halef olarak bıraktı...
M. Orel’in irtihali de hayatına lâyık bir surette oldu. Askerleri tarafından kendisinin onuncu defa olarak imparator ilân edilmesile neticelenen barbar muharebesini idare ettikten sonra Sirmium’da yol üzerinde 17 Mart 180 tarihinde 59 yaşında vefat etti [[1]].
Viktor diyor ki, Mark Orel’in Roma’da irtihali haberi alınır alın­maz, bütün şehirlerde bir ümitsizlik hasıl oldu. Matem elbisesine bü­rünmüş olan Senato âzası meclise ağlayarak gitti ve Romulus'un göğe çekildiğine güçlükle inandıkları halde M. Orel hakkında bütün kalpler ayni histe olarak göğe kabul olunduğunu kolayca tasdik et­tiler. Onun şerefine mabetler, kolonlar ve daha bir çok takdimede bu­lundular. Ancak müteassıplar ve cahiller M. Orel’in Hristayanları taz­yik ettiğini ve başlarına bir belâ olduğunu söylerler. Halbuki M. Orel Hristayanların ne tazyikini emir, ne de buna müsaade etmemiştir. Bu XVI inci asırda papazlar tarafından uydurulmuş bir efsanedir..
M. Orel kendi hayatına ait risalesini şeklen tamamlanmamış ola­rak bırakmıştır. Bahislerde ve fasıllarda kelime bekelime tekrarlan­mış tâbirler ve daha sair mütenakıs şeyler görülecektir. Her ne kadar bunlar eseri kendisine yazan M. Orel için o kadar mühim değilse de, bizler esasa olduğu kadar şekle de ehemmeyet verdiğimiz için maale­sef bunlar risalesinin okunmasını bazan işkâl edecek şekildedir. M.ı tercim bu tercümeyi M. Orel hakkında yazılan başlıca risalelerle mukabele ettikten sonra 1916 da Londra’da Haines tarafından tab’olunan yunanca metninden yazmıştır.
M. Orel’in yeni mütercimlerinden biri olan Commelin M. Orel’in Ellenist mantığı suretinde tertip olunmuş bir plân içinde gelişi güzel cep defterine kaydettiği düşüncelerinin bu suretle tertip ve tanzim edilişini sitayişle söyledikten sonra diyor ki: Bizim felsefemiz moralistlerin mütalâa ve sünuhatile terviç olunma­lıdır. Bir felsefe talebesi — kafasında demiyorum — çıkınında ne ka­dar boş ve beyhude mes’eleler ve mübahaseler biriktiriyor. Biçare genç kolejden veya liseden, tıpkı müzeden çıkan meraklı bir ziyaretçi gibi çıkıyor. Müze ziyaretçisi nasıl tablolara, heykellere yalnız bir na­zar atfetmişse, o da sistemleri müphem bir surette görüyor. San’atın esrarı onun nazarından nasıl kaçıyorsa, bu da vazife karşısında öyle itminansız, kanaatsiz ve hemen silâhsız bir vaziyette bulunuyor. Genç­liği ikna etmek için, onu, hayır yolunda gözleri önüne mubahase ve te­zekkürden müstağni parlak hakikatler koyan müelliflerle temas et­tirmelidir. Muharebeden evvelki senelerde Fransada, Reybiyum mez­hebi tercih ediliyordu. Bu mağmum bir felsefe idi. Bizim bugünkü millî dehamız bunu izaleye maildir, işte efendim, sizinle birlikte M. Orel’in neşredilen fikirlerinin kat’î zaferini temenni edelim...
Mark Orel düşüncelerini gelişi güzel ve intizamsız bir surette yazmıştır. Mütercim, kitabı asıl metindeki tertipsizlikten kurtararak herkesin istifade edebileceği bir şekilde, on iki kitabın her birini on iki fasla ve her faslı da iki veya üç kısma ayırmıştır. Burada M. Orel’in düşünceleri ruhu beşerin üç büyük nevi faaliyetine teka­bül eden üç kısımda toplanıyor ki bunlar; mütalâa, fiil ve hareket ve tefekkürdür.
M. Orel’in mensup olduğu revakı mesleği ve risalesinin on iki kitabı hakkında bir tablo:
I             — Tabiatı külliye içinde vahit bir ruh (zekâ, akıl, ruhu hâ­kim, Zeus, Allah) vardır ki, bu birliğin, intizamın, âhengin ve hüs­nün ruhanî prensibidir ve namütenahi kudret ve tesiri bütün mevcu­datı, göğü ve arzı idare eden, bunları büyük bir kül içinde yekdiğeri­ne zincirleyen ve ebediyen genç ve faal kalıp (Cosmos), kâinat, kud­reti rabbaniye tesmeye olunan bir kanundur.
II             — Kozmosun mükevvin kısmı olan insanda, ruhu külden ne­şet etmiş ve aklın, idrâkin ve ferde hayatım idare etmek için verilmiş iradenin ruhanî prensipi olan bir mütefekkir ruh vardır ki bu, yaşa­mak, vücudüne hükmetmek ve hareket etmezden evvel düşünmek üze­rine mecburdur.
III             — Hayatta fazilet, düşünücü ruhun kendi kanununa ve tabi­atı küllün teşekkülü kanununa muvafık surette faaliyeti, demektir. Bu, hayrı ve beşerî tabiatın tekâmülünü yaratıcı bir prensiptir.
Üç aslî fazilet; hürriyet, adalet, müşterek kefalet.
Üç rütebî fazilet; cesaret, emniyet, dostluk.
I — Ruhunu teşvik ve fazilete irca etmek için idrâk prensiple- lerine ve mezhebine avdet.
II          — Onu muayene, tetkik, tanzim ve istikmal için onun hayatı­na avdet.
III       — Ölümü anlamak, onun gelişini korkusuz idrâk ve (Kozmos) un kanunile tam bir mutabakatta bulunarak karşılamak için umumî hayata avdet.
İşte Revakî hayatı hakkındaki risalenin büyük satırlarında oku­nacak şeyler bunlardır.

I
Senin sanatın, mesleğin nedir?[ [2]]
"iyi adam olmak” değil mi?
Fakat tabiatı kül [[3]] ve insanın kendisine mahsus tabiatı mutalea olunmaksızın, insana yakışacak surette buna nasıl muvaffak olu­nur? (XI —5*).
2.          Hadisatın, tabiatın istediği gibi olduğunu insanlara öğretmek maksadile, bunları evvelâ trajedi suretinde göstermişlerdir. Taki ti­yatroda hoşunuza giden şey, daha geniş bir sahnede sizi fütura dü­şürmesin.
Orada vak’aların zarurî bir kanuna göre husule geldiği ve bun­dan "Ah Citheron!” diye nida edenlerin bile müstesna olmadığı görü­lür. Tiyatro oyunları yazan şairler bazan şu aşağıda kaydettiğimiz tarz­da faydalı şeyler de söylemişlerdir:
"Eğer ben ve çocuklarım ilâhlar tarafından terkedilmişsek bu­nun da bir sebebi ve hikmeti vardır.
Ve: Olan şeyler için hiddetlenmemelidir.
Ve: Hayatı mahsuldar başak gibi biçmek lâzımdır.”
Daha buna mümasil, şeyler de söylemişlerdir.
Trajediden sonra, eski komedi gelir ki bu, aynı zamanda serbest lisanı ve serbestliği ile edep ve terbiyeye sevketmek için faydadan ha­lı olmamıştır. Bunun içindir ki, Diyojen ondan iktibaslarda bulundu. Bundan sonra âdi komedinin ne maksatla yapıldığım nazarı iti­bara al; nihayet hayatın alelâde mahirâne bir taklidini gittikçe değiş­tiren hikâyeyi gör. Orada da faydalı şeyler olduğunu kimse inkâr ede­mezse de, böyle bir ceht ve gayretin şairane ve facıalı san’at içine, ya­ni hayata, ne tohumlar saçtığını da gör. (XI — 6)
3. Felsefenin tatbiki için senin şimdi takip ettiğin esastan baş­ka bir esas olmadığı ne kadar aşikârdır. (XI — 7)
II
Sen öğrenmeden evvel yazıcılık san’atında yahut kıraatta üstat olamazsın. Bu keyfiyet, hayat san’atı için ise elbette daha ziyade doğ­rudur. (XI — 29)
2.          Doktorlar ansızın zuhur edecek şeyler için nasıl elleri altın­da daima aletler bulunduruyorlarsa, sen de her şeyi ve hatta en küçük fiilleri bile mütekabil rabıtalarım hatırlıyarak yapacak surette rabbanî ve beşerî şeylerin bilgisi üzerine müstenit pratik prensipleri pek yakınında tut: Zira, eğer rabbanî şeylerden istimdat etmezsen, hiçbir beşerî işi [[4]] hayra sevk edemeyeceksin, buna ancak bu şeylere istinat edersen muvaffak olabileceksin. (III — 13)
3.   Ne vakittenberi ihmâl ettiğini ve kaç defalar ilâhların verdiği fırsatları kullanmadığını [[5]], nihayet hangi kozmos’a ait olduğunu ve mevcudiyetinin kozmosun hangi idare edicilerinden neş’et ettiği­ni anlaman lâzımgelir; sana mahdut bir zaman verilmiştir, eğer ru­huna parlak bir ışık vermek için ondan istifade etmezsen, o kaybola­cak, sen kaybolacaksın ve o sana bir daha avdet etmeyecek. (II — 4)
4.          Yalnız hayatın her gün erimekte olduğunu ve bize kalan kısmın gittikçe küçüldüğünü düşünmekle iktifa etmemeli, pek uzun müd­det yaşansa da, düşüncenin istikbalde daima şimdikine benzer bir hal de kalması ve hadisatı anlayabilmesi bizi rabbanî ve beşerî şeylerin marifetine sevkeden mütalâalarla meşgul olabilmesi muhakkak olma­dığını da düşünmelidir.
Hakikaten, bir insan aklını kaybetmeye başlamakla bundan do­layı teneffüs ve tagaddi etmekten, eşyayı tasavvur etmekten, ikalara malik olmaktan yahut diğer bu gibi fiilleri yapmaktan geri kalmaz, bunlar gene olur, yalnız kendi kendini idare etmek, yapılması lâzım gelen bütün vazifelerin hesabım yapmak, intihalarını kontrol etmek ve işten çekilmek zamanının gelip gelmediğini kendi kendine sormak yahut böyle mutlaka şuurlu bir muhakeme isteyen bu neviden bir fa­aliyette bulunmak gibi şeyler sönmüş bulunur.
Bu halde yalnız her lâhza ölüme yaklaştığımız için değil, fakat eşyanın marifeti ve hüküm vermek melekesi bizi diğerlerinden evvel terkettiği için acele etmek lâzımdır. (III — 1)
III
Niçin ham ve cahil ruhlar terbiye görmüş ve âlim ruhları alt üst ediyor? Terbiye görmüş ve âlim bir ruh ne demektir? Bu, mebdei ve eşyanın sonunu bilen, cevhere nüfuz ederek bütün ebediyette muntazam mukannen tekâmüllerle her şeyi tedvir eden aklı tanıyan ruhtur. (V — 32)
2.          Kozmosun ne olduğunu bilmeyen kimse, nerde olduğunu da bilmez. Niçin olduğunu bilmeyen kimse ise ne kendinin ne de koz­mos’un ne olduğunu bilmez ve bunlardan birini öğrenmeyi ihmâl eden kimse de, bizzat kendinin niçin mevcut olduğunu söyleyemez. Öyle ise nerde olduklarını ve kendilerinin ne olduğunu bilmeyen yay­garacıların hükmünden kaçan ve yahut onları arayan kimse hakkında ne düşünüyorsun? (V. III — 52)
3. Sokrat diyor ki: "Âkil bir ruh mu, yoksa akılsız bir ruh mu istersiniz ?”
          Âkil bir ruh isteriz.
"— Hangi âkil ruhtan bahsediyorsunuz? Sâlim ruhtan mı, hasta ruhtan mı?”
          Sâlim ruhtan.
"—O halde onu niçin aramıyorsunuz?”
          Ona malikiz de ondan.
"—Öyleyse aranızda bu mücadeleler ve bu ihtilâflar neden? (XI — 39)
IV
Ayni kısa bir zaman içinde, ruhî olsun fizikî olsun, her birimizin içimizden geçen şeyleri düşün, bu suretle birçok hadisatın veyahut her şeyin Kozmos namını verdiğimiz (vâhit ve kül) içinde ayni za­manda hep birden husule geldiğine hayret etmeyeceksin. (V-I — 25)
2.          Akıldan mahrum vücutlara yalnız hayatî bir ruh, hayvanî bir ruh dağılmıştır. Akıl sahibi mevcutlara ise yalnız mütefekkir bir ruh tevzi edilmiştir. Bütün toprağa mensup olan şeyler için bir toprak ol­duğu gibi, görmek ve teneffüs etmek melekesine malik olan bütün bizler için de bizi tenvir eden bir ziya ve teneffüs ettiğimiz bir ha­va vardır. (IX — 8)
3.           Güneşin ziyası her ne kadar duvarlar, dağlar ve diğer bin tür­lü arızalara taksim olunmuş, müşterek cevherde her biri kendisine has vasıflarla muttasıf olmuş ve birçok cisimlere ayrılmışsa da gene birdir; bunun gibi hayatî veya hayvanî ruh ta, her ne kadar binlerce tabiata ve zatî taayyünlere taksim olunmuşsa da gene birdir; mütefekkir ruh ta böyle her ne kadar inkısam etmiş görünürse de, o da birdir. Bu saydığım şeyler içinde rüzgârların esmesi, nefesler ve eşyanın maddî heyulâsı gibi bazıları her ne kadar ayni vahdet içine dâhil ve cazibei arziye tarafından ayni cihete sevkedilirlerse de histen mahrum ve biribirine yabancıdırlar. Fakat tefekkür, kendi tabiatından olan şeye meyletmek ve onunla ittihat etmek hassasına maliktir ki„ onun bu ittihada olan meyli sarsılmaz [[6]]. (XII — 30)
V
Kozmos içindeki bütün eşyanın sıkı vahdetini ve onların mü­tekabil münasebetlerini düşün. Zira bunların hepsi yekdiğeri içinde girift olmuş gibidir; hepsi biribirinin dostudur; çünkü bunlar cevhe­rin münasebeti ve vahdetin muntazam hareketiyle biri birine merbuttur. (VI _ 38)
2.          Teakup eden, her vakit takaddüm edenin zümresindendir; fa­kat bu, her birinin ayrı ayrı kıymeti olan müteferrik vahitlerin âdî bir toplanışı değil, mantıkî bir teselsülüdür; mevcut olan bütün eşya ahenktar bir intizamla tertip olunduğu gibi, her doğan şey yalnız bir teakup deği, bir nevi acayip karabet izhar eder. (IV — 45)
Tabiatin teşekkülâtına karışan şeylerin bir nevi letafet ve ca­zibeleri olduğunu da mülâhaza etmelidir. Meselâ, ekmek piştiği vakit, etrafından yarılır, bu kırıklar her ne kadar kısmen fırıncının verdiği şekle mugayir ise de, gene bir nevi letafeti haizdir. İncirler tam ke­male gelip ortalarından yarıldıkları vakitte de böyledir. Hele olmuş zeytinlere, çürümeye yüz tuttukları vakit aşikâr bir zinet gelir. Top­rağa doğru eğilen başakların inhinası, aslanın hiddet halinde yüzün­de hâsıl olan işmizazlar, [Can sıkma, üzülme, yüzünü ekşitme. Titreyip ürperme] yaban domuzlarının ağızlarından akan sal­yalar ve daha buna mümasil şeyler, haddi zatında muhakeme edildik­leri vakit lâtif olmaktan uzak iseler de, tabiatin teşekkülâtının inki­şafına yoldaşlık ettikleri için bize zinet halinde görünürler ve bizi mef­tun ederler. Bundan anlaşılıyor ki, küllün hadiseleri hakkında derin duygusu ve itminanı olan kimse için, velev diğerlerinin ârizî bir ne­ticesi de olsa, hiçbir şey yoktur ki kül ile lâtif bir münasebeti olmasın.
İşte bu kimse yırtıcı hayvanların açık ağızlarına, ressamlar ve heykeltraşlar tarafından yapılmış simalardan daha az zevkle bakmayacak ve onun metin gözleri bir ihtiyar erkekte ve bir ihtiyar kadın­daki tam inkişafına vasıl olmuş güzelliği, sinni rüştte bulunan bir gen­cin letafetinden aşağı görmeyecektir. Hâsılı, buna benzer daha birçok şeyler vardır ki, tabiatla ve onun eserlerile samimî bir mahremeyet pey­da eden kimselerden başkası için mer’î değildir. (III — 2)
(Kozmos) u daima tek bir madde ve tek bir ruhu olan yegâne canlı vücut olarak hatırda tutmalıdır. Bütün burada geçen şeyler na­sıl oluyor da onun bir tek reyine tabi oluyor ve her şey onun bir tek sevk ve ilcasile nasıl yapılıyor; her var olan nasıl tevvellüt edenin se­bebi oluyor; eşyanın irtibat ve ittihadı nedir? (IV — 40)
2.           Bütün eşya yekdiğerine merbuttur, bunları bağlayan silsile mukaddestir ve bu silsilede biribirine yabancı olan hiç bir şey yoktur. Çünkü bunlar ahenktar olarak tertip edilmiş ve ayni (kozmos) un emrini icrada müsabakaya girmişlerdir. Filhakika mademki ayni id­rake sahip olan ayni cinsten bütün vücutların tekâmülü için yalnız bir tarz ve keyfiyet vardır, o halde her şeyden teşekkül etmiş yalnız bir Allah vardır; bütün düşünücü vücutlara şamil olmak üzere de yal­nız bir cevher, bir kanun ve bir hakikat vardır (VII — 9)
3.           Eğer kendimizi düşünmek hassası âm ise bizi idrâk sahibi vücutlar yapan temyiz hassası da âmdır; eğer bu böyle ise, bize şunu yapmak veya yapmamak hususunu gösteren idrâk te âmdır; böyle olun­ca kanun da bize âmdır; kanun âm olunca biz hemşerileriz; tanzim ve tertip olunmuş bir heyetin azalarıyız; bu da böyle olunca, kozmos bir belde gibidir. Yoksa bunun aksine olarak bütün cinsi beşerin baş­ka hangi teşkilâta tâbi olduğu söylenebilir? İşte düşünmek, fark ve temyiz etmek, kanun vazetmek hassaları bize buradan, bu müşterek beldeden geliyor; zaten başka nereden eğilebilirdi? Benim mevcudi­yetimin toprağa mensup kısmı topraktan, mayi kısmı buna müşabih bir unsurdan, nefes diğer başka bir membadan geldiği gibi, sıcak ve ateş te kendilerine mahsus membalardan gelirler. Zira hiç, hiçe av­det etmediği gibi, hiçten de hiç bir şey vücude gelmez. Bu böyle olduğu gibi, kendimizi düşünmek hassası da bize başka yerden gelmiş­tir. (IV —4)
4.           İster avakibi umur yolile olsun, ister doğrudan doğruya ol­sun, herşey sevk ve idare edici prensipten gelir. Demek oluyor ki, as­lanın gümürdiyen ağzı, zehirler, diken, çamur gibi bütün mazarrat verici şeyler bu azametin, bu güzelliğin maiyeti ve hizmetçileridir. Öy leyse senin tazim ettiğin bu kudrete yabancı bir şeyin vücuduna ihti­mal verme; fakat düşüncelerini daima her şeyin menbaına şevket. (VI — 36) B
VII
Tabiatı kül, kozmosun hilkati için harekete gelmiştir; şimdi, ya her olan şey bunun filinin netice ve semeresidir, demeli veyahut hiç bir yerde hatta kozmosun idaresi fevkinde kendi zatî sevk ve ilcalarile hareket eden ulvî vücutlarda bile aklın olmadığım kabul etmelidir. Bunu hatırladığın surette, birçok hususlarda müsterih olacaksın [[7]]. (VII —75)
2.          Herşey tabiatı külle göre ikmâl ve ifa olunmaktadır. Ama bu ikmâl, bunu hariçten kuşatacak yahut bununla ihata olunacak veya­hut ta kendi haricinde muallâkta kalacak başka bir tabiata göre değildir. (VI — 9)
3.          Tohum rahme konulduktan sonra, başka bir saikın tesiri al­tında hareket eder ve bu saik bir çocuğu tamamlamak için çalışır. İlk esere nazaran ne şayanı hayret netice değil mi ? (X — 26)
Sonra, çocuk doğar, boğazından yemek geçer ve diğer bir saik (hava) onu yakalayarak, ihsası, sevk ve ilcayı, hülâsatan hayatî kuv­veti ve vücutta o kadar mebzul ve şaşılacak derecede güzel olan sair hassaları husule getirir. Bütün bunları kendilerini setreden kesif ör­tü altında hayretle seyret, cisimleri düşüren ve kaldıran kudreti nasıl görüyorsak, bunları husule getiren kudreti de öyle açıkça görmüş olacaksın.
4.          Güzel işleyen aletler muvaffak olmuş demektir. Çünkü bunun için vücuda getirilmiştir. Maamafih onu yapan, onu terketmiştir. Fakat tabiatın eserlerini vücuda getiren kudret onlarla beraberdir ve onlar­da sakindir; işte bunun için ona daha ziyade hürmet göstermek ve itikat etmek lâzımgelir, eğer onun iradesine göre hareket eder ve ya­şaran, nasıl kozmosta her şey onun emeline göre oluyorsa, o vakit te her şey senin emeline göre olur. (VI 40)
Herkesin tabiatında ünsiyet kabiliyeti vardır. Bunun için o kud­ret, âlâ vücutlara mukabil edna vücutlar yaratmıştır. Alâ vücutları da biribirine tevfik etmiştir. Bunları nasıl tanzim ve tertip ettiğini ve her birine kendi kıymetine göre hisse verip en mükemmel olanlarını da beyinlerinde mutabakat etmek üzere ihdas ettiğini gör. (V — 30)
2.           Ayni tabiatta müşterek olanlar, kendi benzerlerine doğru cezb olunmuşlardır. Hâkî olanlar toprağa meyleder; suya mensup olan­lar suya mensup olanlarla imtizaç eder. Hava tab’ında olanlar da böyledir; bunlar o suretle imtizaç etmiştir ki yekdiğerinden ayırmak için manialara veyahut bir kuvvete lüzum vardır. Ateş unsurî ateşe doğru suut eder. Dünyada bile iştial eden herhangi bir ateşle birleşmeye o ka­dar müheyyadır ki, oldukça kuru ve yanmaz maddeleri az muhtevi olan herhangi bir şey bunun için daha kolaylıkla iştial eder, işte umumî aklî tabiatla iştiraki olan her şey de böyledir ve hatta daha ziyade kuvvetli bir surette kendi benzerine meyleder. Zira bir vücut ne kadar ulvî ise kendi müşabihile ittihat ve iltihak için müsaraat ve inhimaki de o nisbette büyüktür. Akılsız vücutlarda, arı, hayvan ve kuş sürülerinde alâ­ka vardır. Çünkü kendilerinde ruh mevcuttur. Daha ziyade tekâmül etmiş olan bu vücutlarda mütekabil bir cazibe vardır ki, bu cazibe ne nebatlarda, ne taşlarda ve ne de ormanlarda bulunmaz.
Akıllı vücutlarda hükümetler, dostlar, aileler, cemaatlar ve mu­harebe zamanlarında muahedeler, mütarekeler vardır. Daha mükem­mel vücutlarda ise her ne kadar yıldızlardaki gibi ayrılık olsa da, gene bir nevi birlik vardır. İşte böylece alâ bir şekle itilâ ve uruç, ayrılışta bile bir imtizaç husule getirmeye muktedirdir [[8]].
Şimdi vaki olan şeylere bak; zira yalnız akıllı insanlar mütekabil alâka ve münasebeti, meyil ve inhimâki kaybetmişlerdir, ittihat yal­nız bunlarda görünmüyor. Fakat istedikleri kadar kaçsınlar; tutulur­lar, zira tabiat onlara hâkimdir. İyice dikkat edersen, bu söylediğimi göreceksin. Bütün topraktan ayrılmış küçük bir parça toprağı şüphe­siz daha kolaylıkla bulabileceksin, fakat tamamıyla beşeriyetten tecrit edilmiş bir insan vücudu bulamayacaksın. (IX — 9)
3.          Eflâtunun sözü ne güzeldir: İnsandan bahsetmek isteyen, arzda mevcut şeyleri yüksek bir yerden bakar gibi görmelidir. O va­kit bu kimse altında insan kalabalıkları, kırda sürüler, çiftçiler, ev­lenmeler, boşanmalar, doğumlar, ölümler, parlak muhakemeler, gayri meskûn ülkeler, her neviden vahşi kavimler, bayramlar, matemler, içtimalar ve bütün bunların ihtilâfını, bütün bu zıtları tevhit eden âle­mi bir intizam görecektir. (VII — 48)
IX
Daima her şeyin bir tahavvülden doğduğunu düşün ve aklın şu keşfine de alış ki, tabiatı küllün en hoşuna giden şey, mevcut olanı gene kendine benzer şeyler yapmak için değiştirmektir; zira mevcut olan, doğacak olanın tohumu gibidir. Fakat sen, bu tohum kelime­sinden yalnız yere atılan ve rahme konulan şeyi anlarsın; bu anlayış ise pek basittir. (IV — 36)
2.          Tabiatı kül, küllün cevherile bugün bir beygir, sonra yarın onu bozup gene ayni maddeyi kullanarak küçük bir ağaç, sonra âciz bir insan vücudu, daha sonra başka bir şey yapar ve bunların her biri az imtidat eder. Fakat bir sandığın yapılışında olduğu gibi, tah­rip edilişinde de bir felâket yoktur. (VII — 23)
3.          Bir değişikliğin neticesi olmakta bir fenalık olmadığı gibi, bir değişikliğe tâbi olmakta da bir fenalık mütesavver değildir. (IV —42)
4.   Küllün cevheri mülâyimdir ve elle tutulabilir, bunu idare e­den aklın ise kötü yapması için hiç bir sebep yoktur; çünkü onun hiç fena bir şeyi yoktur, hiç bir şeyi fenalıkla yapmaz ve hiç bir şey on­dan zarar görmez. Demek oluyor ki her şey ondan doğar, sonra ik­mâl ve itmam olunur. (VI — 1)
X
Her şey tahavvüldedir, sen de daima tahavvüldesin, bir cihetten de inhilâldesin; bütün kozmos ta böyledir. (IX — 19)
Hayatın zıyaı bir tahavvülden başka bir şey değildir. İşte mevcu­datı lâzım olduğu gibi yaratan tabiatı kül bundan zevk duyuyor ve bunu ezeldenberi böyle yaptığı gibi, namütenahi bir surette de aynını yapmakta devam edecektir. Bakalım sen ne diyorsun?
Her şey fe­na olmuş ve fena olacak, bu kadar mabutlar içinde hiçbir kuvvet bu­na bir intizam vermeye muktedir olmamış, kozmos yekdiğerini velyeden fasılasız fenalıklarla zincirlenmeye mahkûmdur, mu diyorsun? (IX-35)
3.          Yoksa intizamla tertip olunmuş bir kozmos veyahut gene koz­mos olmak üzere müşevveş bir heyulâ mı vardır? Sen küllün bir cüz’ü olduğun halde böyle bir kozmosun vücudunu nasıl kabul edebilirsin, ve eşya her ne kadar ayrılmış ve dağılmış ise de gene aralarında samimî surette müttehit oldukları halde, bunlarda nasıl bir intizamsız­lık farz edebilirsin? (IV — 27)
4.          Küllün parçaları, yani kozmos içinde ne varsa hepsi şüphesiz fena bulacak; yâni değişecektir. Eğer bu parçalar hakkında bu hal ta­biat tarafından vücuda getirilmiş bir kötülük ve ayni zamanda bir lü­zum ise, o halde bunlar bin türlü vasıtalarla ifna edilmek için husule getirilmiş olduğundan, her şey fena bir surette tanzim edil­miş demektir. Yahut filhakika tabiat bizzat kendi parçalarına, bunları sade fenaya tâbi etmekle değil, zarurî olarak fenalığa düşürmekle fe­nalık etmeyi iltizam etmiş demektir. Veyahut ta bütün bunlar kendi­nin haberi olmaksızın vücude gelmiş olacaktır ki, her ikisi de doğru değildir.
Şimdi biri gelip te tabiatı bir tarafa bırakarak, bu hal mevcudatın aslî teşekkülü icabatındandır derse, o vakit küllün parçaları tahavvül etmek için yapılmışlardır, demek gülünç olacağı gibi, ayni zamanda tabiata mugayir bir hadise imiş gibi buna taaccüp etmek veya incinmek lâzım gelecekti ve bahusus bu hal, vücutların inhilâli onları teşkil eden anasıra müncer olduğu vakit, daha bariz olmuş olacaktı. Filhakika ölüm ya beni teşkil eden anasırın dağılmasıdır yahut bir cismi sulbun toprağa ve nefesin havaya avdetidir; her şey gibi bizzat anâsır da gerek mukannen ve muayyen bir devirde mahv u fâni olmak suretile ol­sun, gerek ebedî tahavvüllerle tecdit olunmak suretile olsun, yemlen­mektedir [[9]].
Fakat bu sulp cismin ve nefesin senin çocukluğundaki cisim ve nefesin olduğunu tasavvur etme; zira bunların hepsi düne ve evvelki güne aittir, aldığın gıdalardan ve teneffüs ettiğin havadandır. Demek oluyor ki tahavvül eden bu menbadan husule gelenidir, yoksa annenin doğurduğundan, yani senin şahsiyetinden değildir [[10]]. Hatta sen bun­lara kendi zatî olan şahsiyetinle sıkı bir surette merbut olduğunu da farzetsen gene bu şimdi söylediğim şey değişmez. (X — 7)
XI
Tabiat her halde bir gaye takip eder. Nihayetinde olduğu gibi başlangıcında ve devamı müddetince de böyledir. Bir topu fırlatıp atan da böyledir. Fırlatılmış bir topun ne yükselmesinde bir iyilik ve ne de inmesinde hatta düşmesinde bir fenalık vardır. Bir su habbesi­nin ne teşekkül etmesinde bir iyilik ve ne patlamasında bir fenalık vardır. Bir kandil hakkında da böyledir. (VIII — 20)
Yere atılan bir taşın düşmesinde bir fenalık olmadığı gibi, yük­selmesinde de bir fenalık yoktur. (IX— 17)
2. "Salatalık acıdır” — Onu at. ”Yolda zararlı şeyler var.” — Onlardan sakın, kâfi. Bunlar kozmosun içinde neden bulunuyor, deme. Bir marangoza atölyesinde yonga ve talaş gördüğün için itiraz etti­ğin vakit onu nasıl güldüreceksen, tabiatı tanıyan bir adamı da böylece güldürmüş olacaksın. Halbuki bu adamların bunları atmak için, bir yeri vardır. Tabiatın ise kendinden hariç bir şeyi yoktur. Fakat ta­biatın sanatında şayanı hayret olan şey; bozulmuş, ihtiyarlamış, fayda­sız görünen ne varsa hepsini değiştirmek üzere alması ve gene bun­lardan yenilerini yapmasıdır. Böylece onun ne hariçten ariyet olarak alınmış bir maddeye ihtiyacı vardır, ne de fazla olan kısımları atacak bir köşesi vardır. Ona kendi yeri, malik olduğu madde ve zatına mah­sus sanatı kâfi gelir. (VIII — 50)
3. Umumî hayrın tabiatı, bir lüzum üzerine bunu böylece yapmak mecburiyetindedir [[11]]. (IV — 9)
Gördüğün her şeyi, hâkim olan tabiat bir anda değiştirecektir. Onun cevherinden başka şeyler yapacak, bunların cevherlerinden de daha başka şeyler vücuda getirecek ve bu suretle kozmos daima genç­liğini muhafaza edecektir. (VII — 25)
XII
İlâhlar her şeyi beşeriyet için muhabbetle ve muvafık olduğu su­rette tanzim ettikten sonra [[12]], yüksek bir fazilete malik olan ve ha­yatlarında ulûhiyetle sıkı bir ittihatta bulunan ve güzel işleri ve fe­dakârlıkları yüzünden Allah’la tamamen ünsiyet etmiş olan insanların ölümlerinden sonra avdet etmemesi ve hayatlarının büsbütün sönmüş olması mes’elesini nasıl olur da bir tarafa bırakmış olurlar, bu kabil midir? Eğer işler böyle ise, iyi bil ki, bunların başka tür­lü olması lâzım geleydi, mabutlar onları o suretle ihzar ederler­di; zira eğer bu doğru olsaydı ayni zamanda mümkün de olurdu ve eğer bu tabiata muvafık olaydı, tabiat bunu kendisile beraber husule getirirdi. Fakat emin ol ki, böyle olmamakla — ki böyle değildir — bu tarzda olmaması lâzımgeliyormuş.
Zira iyice görüyorsun ki, bu ahmakça suali sormakla sen de ulûhiyete itiraz etmiş oluyorsun. Eğer ilâhlar çok iyi ve çok âdil olmasaydılar, sen onlarla böyle münakaşa edebilir midin? Mademki onlar çok iyi ve adildir, böyle bir şeyi haksız ve akılsızca kozmosun intizamı ha­ricinde bırakmak kayıtsızlığında bulunmayacakları bu suretle âşikâr olumuş olur [x]. (XII — 5)
2.           idare edici akıl maksadının ne olduğunu, ne yaptığını ve ne sebep üzerine hareket ettiğini bilir [[13]]. (VI — 5)
3.           Eğer ruhlar tekrar hayata geliyorlarsa, hava bütün ebediyette bunları nasıl ihtiva edebilir? Dersen, toprak nasıl bu kadar asırlardan beri kendisine defnolunmuş vücutları ihtiva ediyor? Topraktaki ci­simler muayyen bir müddet sonra başka cisimlere yerlerini bırakarak tahavvül ve inhilâl ettikleri gibi, ruhlar da havayı aktara geçerler, bir müddet te orada bulunduktan sonra değişirler, incelirler, ve kozmo­sun nutfî sebebine dâhil olmak için telehhüp ederler, ve bu suretle teakup eden ruhlara yer bırakırlar, işte ruhların yaşaması nazariyesi hakkında verilebilecek cevap budur.
Sade defnedilmiş olan cisimlerin çokluğunu değil, hayvanlarınkini de nazarı dikkate almalıdır. Filhakika, tegaddi eden kimselerin ci­simlerinde ne kadar canlı vücutlar istihlâk edilerek kayboluyor. Maamafih bunlar orada yer buluyorlar, çünkü kana tahavvül ediyorlar ve buhara yahut ateşe münkalip oluyorlar.
4.          Burada hakikat yolu nedir? Cevhere ve kat’î gayeye ayrıl­mak. (IV — 21)
Kat’î gaye ve madde benim vücudumu teşkil eder; bunlardan ne bu, ne de o âdemde mahvolmayacaktır, nasıl ki hiç biri de ademden husule gelmemiştir. Fakat benim vücudumun her parçası tahavvülden sonra kozmosun bazı akşamına geçecektir. Bu da sırasile kozmosun, diğer bir kısmına tahavvül edecek ve bu veçhile bir nihayetsizliğe doğru devam edecektir. Ben de, ebeevynim de böylece diğer nihayet­sizliğe yükselerek buna benzer bir tahavvülle doğduk. Mademki koz­mos ta muayyen devirlerle idare ediliyor, onun hakkında da böyle söylemekte bir mâni yoktur. (V — 13)
I
Ben zaif bir vücut ve düşünücü bir ruhtan teşekkül etmişim. Cisme göre her şey birdir, zira onun hiçbir şeyi fark ve temyiz etmeye iktidarı yoktur. Fakat düşünce yalnız kendinin faaliyetine dahil olmayan şeyler hakkında kayıtsızdır, çünkü ancak kendinin faaliyeti da­hilinde olan şeyler iktidarı dahilindedir.
Onun indinde müstakbel veya geçmiş faaliyetlerinin hali hazır için ehemmeyeti yoktur. Çünkü o içinde bulunduğumuz hali anlar. (VI —32)
2.          Kendi kendini görmek, kendi kendini tahlil etmek, kendini olmak istediği gibi yapmak, düşünücü ruhun hassalarıdır. Bahçeler­de ve sair yerlerdeki yemişler başkaları tarafından toplandığı halde, o hamil olduğu yemişleri kendi kendine toplar. Hayatının hududu ne olursa olsun, o daima sonunu düşünür.
O bir balet, bir komedi veya buna benzer bir oyun oynayan kim­se gibi değildir, balet veya komedi oynayan kimsenin vücudunda bir yarası ve kusuru olsa oyununda muvaffak olamaz. Fakat ruh, haya­tın herhangi bir sinninde olursa olsun ve ölüm ona nerede çatarsa çat­sın, kast ve niyet ettiği şeylerden tamamlanmış ve ikmal edilmiş bir kül hasıl etmiştir ve kendi kendine: "Ben ecr ü mükâfatımı aldım” diyebilmiştir. Bununla beraber o ruh, bütün kâinatı ve onu ihata eden boşluğu kucaklar, ondan kendi plânım çizer ve nazarı, zaman­ların nihayetsizliğine kadar uzanır; küllün devrî bir surette taze ha­yat buluşunu anlar, ve bunları düşünmekle beraber bizden evvel ge­lenlerin bizden fazla bir şey görmediklerini ve ayni zamanda bizden sonra geleceklerin de yeni bir şey görmeyeceklerini, biraz akıl sahibi olmak şartile kırk yaşında bir adamın o âna kadar olanı ve ilerde olacağı nev’ama gördüğünü teyakkun eder; çünkü her şey hep ayni su­retle vukua gelmektedir.
Düşünücü ruhun bir hassası da, kendi yakinini, doğruluğu, edep ve hayâyı sevmesi ve hiç bir şeyi kendi fevkine çıkarmamasıdır ki, kanunun da hassası budur.
İşte bu veçhile müstakim bir akıl, âdil akıldan hiçbir suretle ay­rılmaz[[14]]. (XI —1)
3.          Okun hareketi başkadır, düşüncenin hareketi gene başkadır; maamafih düşünce iyice ihtiyat ettiği ve eşyayı tetkik için atıldığı vakit doğru ve gayet doğru gitmekte oktan aşağı kalmaz. (VIII — 69)
II
Bizatihi mahsus olan şeyler ruha hiçbir cihetten temas etmez, on­lardan ruha yol yoktur, onlar ruhu ne tebdil ederler, ne de harekete getirirler. Ruh yalnız kendi tebeddül eder ve kendi hareket eder, ru­hun eşya hakkında yürüttüğünü zannettiği muhakemeler bunlardır. Eşya onun nazarında işte böyledir. (V — 19)
2.           Bir noktai nazara göre kendisine iyilik ve ihtiram gösterdik­çe bize daha yakından temas eden, insandır. Fakat bazıları da; benim hareketime muarız olunca, o vakit insan benim için güneş, rüzgâr ve­yahut vahşî hayvan gibi bir şey olmuş olur, bunlar benim yapacağım işlerin birkaçını tevkif edebilir; fakat benim isteğim ve-derimi isti­dadım mânia tanımaz, çünkü ben ihtiyatla hareket edebilirim ve te­sadüflere uyabilirim, der. Filhakika onun takip ettiği gayeye ermesi için faaliyetine mâni olan her şey, düşünce ile tahvil olunmuş veya is­tikameti değiştirilmiştir. Bu veçhile benim filime mâni olan şey bir fiil ve bu da bizzat yolumu şeddeden bir yol oluyor [[15]]. (V — 20)
3.          Tabiatı kül her düşünücü kimseye kendinin hemen bü­tün diğer hassalarını verdiği gibi, biz bunu da ondan aldık. O mukavemet ve mücadele eden her şeyi nasıl kaderin intizamına sok­mak için kendisine uyduruyor ve onu kendinin parçalarından bir par­ça yapıyorsa, düşünücü bir vücut ta ayni suretle kendisine hail olan şeylerin içinde kendinin zatî faaliyeti için, ve ilk tasavvuru ne ise ona göre onu kullanmak için vesile bulur [[16]]. (VIII — 35)
4.           Bizde hâkim olan hassa tabiata uygun olursa, hadiseleri, kendi için mümkün ve müsait olanlarını tercih etmek zahmetine katlanmaksızın, kabul eder. Çünkü o muayyen bir işi tercih etmez, fakat azim ve niyet ettiği şeye ihtiyatla teveccüh eder ve tesadüf ettiği maniadan, kendi işinin vesilesini düzer. Kendine anlan şeylere hâkim olduğu va­kit ateş gibidir, evvelâ atılan şeyden onun küçük bir alevi söner gi­bi görünse de, derhal şiddetli bir ateş onun üzerine yığılan şeyleri ça­bucak kavrayacak, derhal ifna edecek ve onlarla beraber daha ziyade yükselecektir. (IV — 1)
Hissî şeyler bizim civarımızda yekdiğeri üzerinde kendilerini ta­nımaksızın ve hiç bir şey söylemeyerek kalırlar. O halde bunlar hak­kında söz söyleyen kimdir? Sevk edici fikir, yani irade. (IX—15)
2.           İrade! Bizde kendi kendine tenebbüh ve teharrük eden ve ol­duğu gibi ve olmak istediği gibi kendi kendini kemale erdiren, ken­dine gelen her şeyin arzu ettiği gibi olmasını isteyen bir kuvvettir [[17]]
(VI-8)
3.           Fazilet ilahi bir şey olup anlaşılması güç bir yoldan gider ve emin bir hatve ile ilerler. (VI — 17)
IV
"Mutlak iradenin hırsızı doğmamıştır.’’ Bu, (Epiket) in bir sözüdür. (XI — 36)
2.           O derdi ki: Vukuata muvafakat ve rıza göstermek sıfatını ka­zanmak lâzımdır [[18]]. Niyetlerimize gelince, bunları umumun menfaati­ne tevfik ve kıymetlerine göre ölçmek için çok dikkatli bulunmak lâ­zımdır. Arzularımıza da gelince, bir cihetten bunların önünü almak diğer cihetten de bize ait olmayan şeyleri de menetmekten sakınmak lâzımdır. (XI — 37)
3.          O derdi ki: Bu mücadelede nazarı dikkata alınacak şey, her hangi bir iş değil, deli olup olmamak mes’elesidir. (XI — 38)
V
Kozmos içinde beygir, asma, ve saire gibi her şey bir maksat için vücuda gelmiştir, buna niçin taaccüp etmelisin? Helios deyecek ki, 26
ben bir vazifeyi ikmal etmek için halkolundum, diğer ilâhlar da ay­ni şeyi söyleyecekler. Ya sen niçin doğdun, eğlenmek için mi? id­rakin, tertip ve tanzim edilmiş bir dünya hakkında bunu kabul eder mi? (VIII — 19)
2.          Biz hepimiz tek ve ayni eseri işlemekte müşterekiz; bazı­ları bunu bilerek ve tamamen şuurlu olarak, diğerleri ise bilmeyerek işler. Hatta Heraclite: "uyuyanlar bile kozmosun büyük eserine iş­tirak etmiş amelelerdir” diyor [[19]], Biri bu esere şu suretle, diğeri baş­ka bir suretle iştirâk ediyor ve diğer itiraz eden, olanı kaldırmaya ça­lışan ise muzaaf olarak çalışıyor [[20]]. Çünkü kozmosa ait olan nizamın böyle bir muavine de ihtiyacı vardı. Şimdi sana bu ameleler arasında hangi sırada olduğunu bilmek kalıyor; zira, ister istemez herşeyi idare eden kuvvet seni işine geldiği gibi kullanacak ve kendi çalışıcılarının ve müşterek işçilerinin her hangi bir zümresine koyacak­tır. Fakat sen dramda Crysippe in bahsettiği gülünç şiirler içinde mevki alma [[21]]. (VI —42)
3.        Güneş yağmurun rolünü oynamak ister mi? (Asklepiyos) ta ha­satlar ilâhesinin vazifesini yapmak ister mi? Bu suali bütün seyyarelere de teşmil edemez miyiz? Bunların hepsi de ayni maksada hizmet et­mekte oldukları halde, başka başka değil midirler? (VI — 43)
VI
İlâhlarla yaşamak! Kendi halinden daima razı ve memnun bir ruh taşıyan ve Zeus’ün kendinden ayırıp rehber ve şef olarak verdiği perii müekkelin istediğini yapan kimse ilâhlarla yaşar. Bu peri ve melek her ferdin zekâ ve aklıdır [[22]]. (V — 27)
2.          Seni bir işe teşebbüs ettiren, senin içinde olan, seni konuş­turan, yaşatan, hâsılı söylemeye lüzüm var mı, seni bir adam yapanı unutma. Bu kudreti, kendisini ihata eden cismanî zarfla ve ona ait olan âzalarla karıştırma, zira bunlar ikiyüzlü baltadır ve sana tabiat tara­fından bu farkla verilmişlerdir; çünkü çulhasız mekik, yazıcısız kalem, arabacısız kamçı olmadığı gibi, bunlar da kendilerini tahrik eden ve ya tutan sebep olmaksızın sana hizmet edemezler. (X — 38)
3.          Ey cisim, sen esir halkolunmuşsun, sana söz düşmez.
(XI — 30)
VII
Mademki basiret gözlerile bakabiliyorsun, hakimane bak ve muhakeme et. (VIII — 38)
2.          Başkalarının iradelerini nazarı itibare alma, sen doğruca kendi önüne bak, senin başına gelen hadisata, kendi tabiatına, tabiatı küllün seni sevkettiği yere bak. Çünkü böyle yapmıya mecbursun. Her kesin yapacağı şey kendi cibilleti tarafından gösterilmiştir. Binaenaleyh bü­tün diğer mevcutlar akıllı kimseler için yaratılmıştır. Demek oluyor ki hilkati beşerin birinci noktası istinas ve muaşeret imiş.
İkinci derecede, cismin sevk ve ikalarına mukavemet iktidarı gelir. Zira aklî hareketin hassasası kendi kendine hudut tayin etmek ve kendini ne hislerin ve ne de ihtirasların hareketlerile alçaltmamaktır. Bunların her ikisi de hakikaten tamamıyla hayvanî hareketlerdir. Zekânın hareketi tefevvuk talep ve iltimas eder, kendine tefevvuk edilmesini istemez ki bu da doğrudur. Çünkü kendisi bunları istih­dam etmek için tab’an böyle yaratılmıştır.
Üçüncüsü, akıllı bir vücudun kendini kaptırmamak ve aldanma­mak cibilleti iktizasındandır, irade bu üç noktaya merbut olur ve yo­lunu doğruca takip ederse, kendisine ait olan her şeye temellük eder. (VII —55)
3.           İyi yola giden her tabiat kendinden memnundur. Tabiatler ne vakit zulmete razı olmaz, inhimakini cemeyete faydalı fiillere sevkeder. Arzularını ve istikrahlarını yalnız kendi iktidarı dâhilinde olan şey­lere hasreder ve tabiatı âmmeden kendisine gelen her şeyi iyi karşılarsa, iyi yolu takip etmiş olur. Çünkü yaprağın tabiatı nebatın -tabiatının bir cüz’ü olduğu gibi onun kendisi de tabiatın bir cüz’üdür: Yalnız aralarında şu fark vardır ki, yaprağın tabiatı kendine istirkak [Köle edinme, bir kimseyi kendine köle olarak alma ] olunabilecek şuurdan âri, hissiz bir tabiatın cüz’üdür. İnsanın tabiatı ise, asla hail ve mânia tanımayan bir tabiatın cüz’üdür, âkil ve doğru­dur, zira o her kese zamandan, maddeden, kudretten ve hadiseden hissesini istihkakına göre hakkaniyet üzere dağıtır. Fakat bu hakikat­ten mutmain olmak için bir kimsenin hayatının bir kısmı diğer biri­nin hayatının mecmuuna müsavi olduğuna bakmamalısın, belki bunu, birinin diğerinin mecmuundan aldığı kısımla mukayese etmelisin [[23]]. (VIII — 7)
VIII
İnsan için nebatlar gibi teneffüs etmek, ehlî ve vahşi hayvanlar gibi havayı alıp vermek, eşyadan müteessir olmak, bir kukla gibi ar­zuları tarafından çekilmiş olmak, sürü halinde yaşamak, semizlemek marifet değildir. Zira bunların hepsi gıda rüsubunun tabiat tarafından ret ve ihracı cümlesindendir.
O halde itibar ve hürmete lâyık olan nedir?
Kendine el çırptır­mak mı?
Hayır. Kendi lehinde dilleri çırptırmak mı? Zira insanların medihleri lisanların çırpılmasıdır. Zavallı şan ve şerefi de bir tarafa bırak. O halde itibara lâyık ne kalır? Benim fikrimce kendi fa­aliyet ve sükûnetini, kendi cibilletinin gösterdiği tarzda tanzim et­mek ve bütün mütalâa ve san’atların vardığı yere varmaktır. Her işçi çalıştığı işin yapmak istediği şeye tatbik edilmiş olmasına dik­kat eder; bağım eken bağcı, beygirlerini zapteden, köpeklerini yetiş­tiren insanların hepsi de bu gayeye teveccüh eder. Terbiye ve marife­tin gayesi de budur, kıymeti olan nokta da budur. Buna tamamıyla ka­ni oldun mu başka bir şey elde etmeye lüzum görmezsin. Eğer bun­dan başka daha bir çok şeylere kıymet verirsen, o vakit ne hür olur, ne kendine kifayet edecek iktidarda bulunur ve ne de ihtiraslardan azade olursun; zira o vakit pek tabiî olarak imrenecek, kıskanacaksın ve bu şeyleri senden refetmeye muktedir olanlar hakkında şüpheye dü­şeceksin. Kendince büyük bir kıymeti olduğuna hükmettiğin şeylere, malik olanlar için tuzaklar kuracaksın; elbette bundan mahru­meyet seni şaşırtacak ve bu suretle ilâhların kendilerine bile itirazlar­da bulunmaktan münkati olmayacaksın. Bunun aksine, kendi fikirle­rini tebcil ve takdir edersen, o vakit kendi kendini seveceksin, insan­larla tam bir mutabakat halinde ve ilâhlarla hemahenk olarak yaşayacaksın. Yani onların tertip ve tanzim ettikleri ve emrettikleri her şeyi hoş göreceksin. (VI — 16)
2.           ilâhlar benim başıma gelecek şey hakkında her ne kararlaştır­mışlarsa, bu kararı hakîmane vermişlerdir. Çünkü hikmetsiz bir ilâh kabul etmek kolay bir şey değildir. Hem bana fenalık yapmak için on­ları hangi sebep teşvik edecek? Bundan onlara, yahut kendilerinin asıl endişesi olan külle ne fayda hâsıl olacak? Eğer bu faydayı hu­susî surette benim hakkımda kararlaştırmamışlarsa, hiç olmazsa umum hakkında kararlaştırmışlardır ya. Bana vaki olan hadiseler de onla­rın kararlarından ileri geldiği için bu hadiselere hüsnü kabul göster­meliyim ve onlardan memnun olmalıyım. Eğer ilâhlar bunları sebep­siz kararlaştırmışlarsa ki bu adalete zıt bir faraziyedirdir o halde kur­banlara, fedakârlıklara, töbelere, dualara hasılı ne yapıyorsak bütün bunlara ne hacet aklır ? Fakat hakikaten ilâhlar bize ait hiç bir şey üze­rine karar vermiyorlarsa, o halde kendi hareketime karar vermek ve faydalı olanı aramak bana düşer. Bir kimse için faydalı olan şey, o kim­senin tabiat ve bünyesine muvafık olan şeydir. Benim tab’ım ise akıllr ve muaşerete kabiliyetli olan bir vücudun tab’ıdır; demek oluyor ki Antonin namile benim beldem ve vatanım Roma ise de insan namile vatanım kâinattır. Binaenaleyh bu iki beldeye faydalı olan şeyler be­nim için en faydalı şeyler olacaktır. (VI — 44)
3.          Ferde faydalı olan külle de faydalıdır, bu sana kâfi gelebilir.
Fakat herşeye esasından bakacak olursan, göreceksin ki, bir adama faydalı olan şey, hemen daima diğer insanlara da faydalıdır. (Fay­dalı) kelimesi burada âmayane manasında alınmıştır ki, iyi ile kötü bey­ninde olan her şeye hep birden tatbik olunan şey, demektir. (VI — 45)
IX
En güzel hayat, ruhun kendi iktidarı dahilindedir. Elverir ki, o ehemmeyetsiz şeylere ehemmeyet vermesin. Bu da neyle olur? Her şeyi kendi heyeti mecmuası ve eczası içinde nazarı itibara almak, bir kimse hakkındaki zannımızda o kimsenin bizi zorlıyamayacağını, o kim­seden bu cüzülerin bize kadar gelmeyip hareket etmeksizin kaldığını ve onlara ait muhakemelerimizi bizzat kendimiz teşkil ettiğimizi, sanki bunları kendimize tesbit ettiğimizi, tesbit edip etmemek, arzumuz hilâfına olduğu surette derhal silmek ve imha etmek te gene bizim iktidarımız dahilinde olduğunu; nihayet böyle bir nezaret için pek az bir zaman kâfi olduğunu, hayatın geri kalan kısmının ise asu­de geçirileceğini teemmül etmekle olur.
Esasen bunları niçin neş’esiz karşılamalı? Eğer beşerin ta­biatına uygun ise mahzuz ol ve bunlar seni mes’ut etsin; eğer mu­vafık değilse, o vakit bu tabiata uygun olanı ara ve eğer bunu beklemekte bir fayda yoksa ona doğru koş, zira her kesin kendisine hasolan hayrı aramaya hakkı vardır. (XI — 16)
2.           Eğer hayatta adaletten, hakikatten, itidalden, cesaretten, hü­lâsa aklı müstakimden, ve hareketinin muvafık olduğunu gördüğü vakit kendisinden memnun olan ve kendi iktidarı dahilinde olmayıp mukadderatı tarafından takdir olunan şey için kendi taliinden mem­nun olan fikirden daha iyi bir şey görürsen, bütün ruhunla bucihete dön ve bu bulduğun güzide menfaatten mahzuz ol. Fakat eğer sende kendi inhimaklerine hâkim ve ef’aline nazır olan ve Socrate’m dediği gibi, hislerinin sarsıntılarından kurtulup ilâhlara tabi olan ve insanlara hayrı dokunan hasisei zatiyenin fevkinde bir şey yoksa, ve eğer ona nazaran her şey sana küçük ve kıymetsiz görünüyorsa, bun­dan başka hiç bir şeye mevki verme; zira bir kere sürüklenip sapıt­tın mı, sana mahsus, senin olan menfaatlarından terketmedikçe bir da­ha ona bağlanamazsın. Çünkü hiç bir şeyin akıl ve beldenin menfaa­tine muhalif olmaya hakkı yoktur, halkın medihleri, mansıp ve çalı­ları, servet, zevk ve mahzuziyetleri kadar onun aslına zıt bir şey yoktur. Bütün bunları hatta az bir müddet bile olsa onunla mutabık bulun­durursan, onu derhal esir ve idlâl ederler.
Sen, dediğim gibi, sadece ve serbestçe senin için en alâ neyse onu intihap et ve ona merbut ol: "fakat en iyi olan, faydalı olandır.” tet­kikini aldanmaksızın yapmış olmak için, kararını kendi kendine ver ve muhakemelerini kibrin düşmanlarından koru. (III — 6)
3.          Senin iktidarın haricinde iyi veya kötü diye telâkki ettiğin şey ne olursa olsun, meselâ ne vakit sana bir fenalık gelse veya senden bir iyilik fevt olsa, ilâhlara karşı mırıldanırsın, ve felâket ve zararına sebep olduklarını zannettiğin için insanlardan nefret edersin; işte bir çok haksızlıklar da bundan ileri geliyor ya! Fakat eğer iyilik ve kö­tülüğün sırf bize ait olan şeylerden, yani bizden olduğuna hükmeder­sek, o vakit Allahı muahezeye ve insana kabahat bulmaya hiçbir sebep kalmaz. (VI — 41)
X
Kozmosta en ziyade kudretli olanı tebcil ve tevkir et: her şeyi kullanan ve her şeyi idare eden odur. Bu böyle olduğu gibi kendinde de en kudretli olan şeye tazim et, çünkü bu kudret diğer kudret ile ayni asıldandır, sende bütün diğer kudretleri kullanan ve senin haya­tını tanzim eden budur. (V — 21)
2.         Halkın sevdiği şeylerin çoğu, taşlar, ormanlar, incir ağaçları, asmalar, zeytin ağaçları gibi en âdi şeyler zümresine dahil olanlardır. Bunlar kendi bünye veya fıtratlarına göre yaşarlar. Halk­tan biraz daha yüksekçe olanlar hayvanı bir ruha sahip olan sığır, bey­gir, katır ve merkep gibi hayvanatı severler; yüksek kimseler ise sa­nayide veya her hangi bir hüner ve marifette insanı mahir yapan veya sadece birçok esirler elde etmeye muktedir olan fikir sahibi kimseleri takdir ederler. Fakat, umumî ve medenî ‘düşünceleri olan bir ruhu tevkir edenler, kendi ruhlarını düşünücü ve medenî faaliyet ve kabiliyetile muhafaza etmek hususunda başka bir tesire kapılmaz ve ken­di hemcinslerinin de böyle olmasına yardım ederler. (VI -— 14)
3.         Düşünücü ve medenî hassanın takdir ettiği ise, ne akıllı ve ne de munis olmaktır, çünkü o bunu, haklı olarak kendinden daha aşağı görür. (VII — 72)
XI
Muhakeme etmek hassasım tevkir et [[24]]. Dikkat et ki niyetin hiçbir vakit tabiata mugayir ve akıllı bir kimsenin mizacına muha­lif olmasın, işte bu muhakeme insanın kendisiyle istişare etmesini, insanlarla vifak ve hüsnü münasebette bulunmasını ve ilâhlara itaat etmesini istilzam eder. (III — 9)
2.           Bundan maadasını at ve yalnız şu birkaç noktayı nazarı iti­bara al. Şunu da hatırla ki, her kes yalnız pek kısa olan zamanı ha­lini yaşamaktadır; ondan ötesi ya yaşanmıştır, yahut muzlim bir is­tikbale kalmıştır. Demek oluyor ki, her kesin yaşadığı zaman az bir şeydir, yaşadığı toprak köşesi de küçüktür. Hatta vefatından sonra kalan şan ve şeref, en süreklisi de olsa, gene az bir şeydir. Esasen bu şeref te yakında ölecek olan âciz insanların taakubüne bağlıdır, halbu­ki onlar kendilerini bile tanımaktan acizdirler, nerede kaldı ki çoktan beri gideni tanısınlar. (III — 10)
İmanına karşı olan sadakatim bir gün sana nakz ve bir kimse hakkında seni ondan, nefret, şüphe, lânet, ve muvazaaya sevkedecek, duvarların veya hicapların arkasında olabilecek şeylerin arzusunu sana verecek her ne olursa olsun, onları kendine faydalı bularak tevkir etme. Aklını, ferasetini ve faziletinin esrarengiz yolunu her şey üzerine tercih eden kimse hailebaz olmaz, ah ü enin [acı ve sızıdan inleyiş. ] etmez. İnzivayı da, kalabalığı da aramaz, bunun fevkinde olarak, hırssız ve korkusuz yaşar. Ruhu­nun cisminde bulunacağı zaman, ister kısa, ister uzun olsun, asla onunla meşgul olma. Zira o, şimdiden şeref ve edebe muvafık diğer bir işi yapmaya gider gibi kendi hüsnü rıza ve muvafakatile gitmeye hazırdır. Onun düşüncesi, ancak şuurlu ve ünsiyete kabiliyetli yaratılmış bir kimse hakkında aykırı, yabancı bir meyli olmak kor­kusudur. (III — 7)
Tabiatı kül nedir ve benim tabiatım nedir; bununla onun bey­nindeki münasebet nedir? Hangi küllün hangi cüzundendir? Bunu daima hatırlamalısın; ve hiç bir şey seni cüz’ünden olduğun tabiata muvafık olanı yapmaktan ve söylemekten menedememelidir. (II—9)
2.           Daima Heraclite’in bu sözünü hatırına getirmelisin: "ar­zın ölümü suya meydan vermekle, havaninki ateşe meydan vermekle, ve mütekabilen ateşinki de havaya meydan vermekledir. ”
"Yo­lunun kendisini nereye sevkedeceğini hiç bilmeyen seyyah” da hatır­da tutulmalıdır ki, insanların çoğu, bağlandıkları daimî rabıtalara rağ­men her şeyi idare eden akıl ile mutabakatta değildir; bunların çoğu her gün tesadüf ettikleri şeyleri kendilerine yabancı olarak muhake­me ediyorlar. Ne uyur gibi hareket etmeli ne de söz söylemelidir, zi­ra uykuda da hareket ediyor ve söylüyor gözüküyoruz; nihayet dudak­larında yalnız: "ebeveynimiz böyle yapardı” hükmü bulunan çocuk­lara benezmemeliyiz. (IV — 46)
3.          Kozmos içinde ne bulunduğunu tanımayan kimse ona ne ka­dar yabancı ise, orada ne vuku bulmakta olduğunu tanımayan kimse de o kadar yabancıdır [[25]].
İçtimaî akıldan gizlenen kimse, sürgüne gönderilmiş demektir [[26]] Akla karşı gözlerini kapayan, da, kördür; başkasına ihtiyacı olan ve ha­yatının sevk ve idaresi için lâzım olan şeye malik olmayan kimse, di­lencidir; tabiatı âmmenin esbabı hakkında başka türlü düşünen ve hadisata karşı isyan etmekle kendini ondan hariç bırakan kimse, komzosun çıbanıdır. Çünkü o hadisatı husule getiren, seni vücuda getirendir. Akıllı vücutların bir tek olan ruhundan kendini hariç bırakan kimse, beldenin tortusudur. (IV—29)
I
Mahsus olan hiç bir şeyin kıymeti ve hassası üzerinde aldanma, onun içine bak. (VI — 3)
Hâdisatı, eşyayı, madde, sebep, ve nihayetlerine göre tahlil ede­rek, bunların asıllarında ne olduklarını gör. (XII —10)
3.          Her biri nereden geliyor, hangi unsurdan mürekkeptir; neye tahavvül edecek ve kendisine ne suretle hiçbir fenalık gelmeyecek. (XI 7 1)
4.          Bize ölüm geldiği vakit, cismanî cihetten olduğu gibi, ruhanî cihetten de nasıl olmak lâzım geldiğini ve hayatın kısalığını, geçmiş ve gelecek zamanların payansızlığını, her maddenin bakımsızlığını, de­vamsızlığını gör. (XII — 8)
II
Bir şeyi olduğu gibi yaratan sebebin aslına kadar çık [[27]]. Onu maddeden tecrit ederek dikkatle mülâhaza et, ve sonra da bu suretle mevsuf olan bir şeyin azamî ne kadar zaman dayanabileceğini tayin et. (IX—25)
2.          Kışırlarından mücerret olarak kat’î sebepleri, ef’âlin sonu­nu, zevk ve sürürün, ölümün, sıyt ü şöhretin ne olduğunu ve insanın, kendi amelinin cezasına kendi sebep olduğunu; ve hiç bir şeye bir kimsenin hail olmadığını, her şeyin fikirden ibaret olduğunu dik­katle mülâhaza etmelidir. (XII — 8)
3.           Her şeyin bir fikir neticesi olduğu Cynique Monimos’un ifadesile vazıh olarak isbat olunmuştur. Hakikat nokta i nazarından C. Monimos’un söylediğinin faideden hali olmadığı aşikârdır. [[28]]
işte halkın iyilik telâkki ettiği şeyi sana anlatacak mülâhaza. Eğer biri tedbir, itidal, cesaret gibi hakikî iyilikler hakkında istihzalı bir söz söylese hayır hakkında edindiğin fikre nazaran bunu kabul etmezsin; bunun aksi olarak, halkın hayır diye telâkki et­tiği bir şeye ait olunca muthik kelimesinin yerinde kullanıldığını ka­bul edersin. Esasen avam bu farkı kendisinin de hissettiğini göstermiş oluyor. Eğer böyle olmasaydı kendisinin de istihzadan incinmiş ol­ması lâzım gelirdi. Halbuki o, lüks ve mağrur bir hayat bahşeden zenginliği ve bunları makul ve tamamıyla muvafık diye kabul eder. (Onda o kadar servet var ki, tagavvut edecek bir yeri bile yok) söz­lerini söyletecek olan bu iyilikleri tevkir etmek mi etmemek mi lâ­zım geldiğini kendine sor. (V—12)
2.           Nedamet, faydalı bir şeyi bıraktığı için insanın kendi kendine karşı yaptığı muahezedir. O halde servet, güzel ve iyi bir insanın me­saisine müfit ve lâyık bir şey olmalıdır. Fakat hiç bir faziletli ve iyi adam bir haz ve telezzüzü terkettiğinden dolayı nedamet etmeyecektir. Bu böyle olunca demek oluyor ki, haz ne faydalı bir şeydir, ne de bir hayırdır. (VIII — 10)
3.           Bu telezzüz, bu haz, bizatihi, esasında nedir? Cevheri ve mad­desi nedir? Sebebi nedir? Kozmos içinde ne vazife görüyor? Ne ka­dar devam ediyor? (VIII — 2)
Et yemekleri nasıl balık, kuş veya domuz leşlerine ve yahut (Talerne) şarabı azıcık üzüm usaresine, ve işlemeli beyaz elbise bir ka­kaonun kanma batırılmış koyun yününe, cinsî ve tenasülî alışveriş te bir barsağın sürtmesine, ve nutfeyi dışarı çıkarma (imna) da bir nevi teşennüçle [Buruşuk olma, buruşma. * Adalelerin gerilip büzülmesi, kasılması. * Korkmak. * Titremek ] karışık bir az yumurta akına benzetilirse, şu ve bu tasvir­lerle de eşyanın künhüne giderek, hakikî kıymetlerini görmek için, onlara nüfuz etmelidir. Bu suretle bütün hayatta çok itimada şayan görülen şeylerin tasvirinde, onları soyarak, küçüklüklerine nüfuz etmeli ve onları icazlarınden tecrit etmelidir. Zira kibir tehlikeli bir aldatıcıdır ve sen en ziyade gayretine lâyık zannettiğin şeylere müptelâ olduğun vakit seni daha çok aldatır. Bak Krates, Ksenokrat hak­kında ne söyleyor [[29]]. (VI — 13)
2.          Teganninin, dansın, yarışın letafeti nedir? Eğer ahenktar se­si, onu teşkil eden ayrı ayrı seslere dağıtsan o vakit bunların her biri hakkında (benim bu kadar hoşuma giden bu muydu?) deyecek ve bu itiraftan kızaracaksın, işte ayni surette dans için de böyle yap. Onu her bir hareketine dağıt. Yarış için de böyle yap. O vakit bunlara hiç bir kıymet vermeyeceksin. Hülâsa fazilet veyahut faziletin eseri olmayan her şeyi bütün kendi cüzülerinde görmeye alışırsan [[30]] onla­ra hiç bir kıymet vermemeye varacaksın. Bu usulü bütün hayata tat­bik et. (XI — 2)
3.          Lüksün vahi olan zevki: tiyatroda dramlar, anfiteatrlarda küçük büyük hayvanların resmi geçitlerini seyretmek, gladyatörlerin müsaraalarını görmek, tıpkı, bir kemik için hırlaşan köpekleri, ekmek kırıntılarına atılan balıkları, yüklerini çekmekten yorulan karıncaları, şaşırıp öteye beriye koşuşan fareleri, iplerle oynatılan kuklaları gör­mek gibidir. Böyle olmakla beraber bu temaşalara istikrah ve nefret gözile bakmayıp hüsnü zanla nazar etmelidir. Fakat bunu da bilme­li ki, her kesin kıymeti, meclup olduğu şeylerin kıymetile ölçülür. (VII-3)      
Yalnız yiyen, uyuyan, çifleşen, defihacet eden kimselere mi in­san denir? Mühim tavırlar takınan, azamet satan, hiddet eden ve di­ğer kimselere yüksekten muamele edenler de bu meyanda değil midir ? Bunlar az zaman içinde ne kadar şeylere ve ne gibi sebeplerle esir ol­dular, ve gene az zamanda daha nelere esir olacaklardır. (X — 19)
2.          İşte yekdiğerinden istikrah eden birbirlerine iltifatlar eden yekdiğerinin yerini kapmaya çalışan ve biribirlerini tezlil eden bu gibi kimselerdir. (XI —14)
3.          Haydutlar, baba ve ana katilleri, zalimler de hangi zevklere nail olmamışlardı ki! (VI — 34)
4.          Bir örümcek bir sineği, bir adam bir tavşan yavrusunu, bir diğeri gümüş balığını, bir başkası ayı, bir diğeri (Sarmate) avla­dığından dolayı mağrurdur. Bunlara rehber olan prensipleri ta­mik edecek olursan, bunlar da sana haydut görünmeyecekler mi?
Bir çok kimseler bu gibilere ne kadar bayağı menfaatlerle yaran­mak isterler. Halbuki zaman bunların hepsini ne kadar çabuk silecek­tir, hatta daha şimdiden nicelerini silmiştir. (VI — 59)
2.          Onların müptelâ oldukları, sevdikleri ve tevkir ettikleri şey­ler için arzularını gör. Onların küçük ruhlarını çıplak olarak görmeye alış. Onlar sana zemleri veya medihlerile zarar yahut ta menfaat vereceklerini ne kadar kuvvetli olarak zannederler, (IX — 34)
3.          "Bu sırada benim aziz kalbim, içinden bana güldü” (IX— 31)
4.          "İşte acı sözlerle faziletten bahsedecek kimseler de bun­lardır.” (XII —32)
Bu sayısız halka, bu sayısız bayramlara, denizin sükûnu veya fır­tınaları içinde her nevi derya seferlerine, bu doğan, birlikte yaşayan ve ölen mevcudatın tenevvüüne yüksekten bak. Başkalarının başka bir
zamanda yaşadıkları hayatı da düşün, o hayatı şimdi bir çokları ya­bancı kavimlerde yaşıyorlar. Ne kadarları senin ismini bilmez; ve ta­nıyanların da ne kadarı az zaman içinde onu unutacak; seni bu­gün methedenlerin ne kadarı yarın zemmedecek; şöhretin, zaferin ve diğer şeylerin kıymeti olmadığını düşün. (IX — 30)
2.          Methedenin de, metholunanın da, müverrihin de, tarihi yazı­lanın da ömürleri kısadır. Bütün bunlar bu arzın bir köşesinde yapı­lıyor; o köşede kim varsa biribirile ve hatta her fert kendi kendisile bile mutabık kalmıyor. Halbuki bütün arz da bir noktadan ibarettir. (VIII —21 B)
3.          Asya, Avrupa, Kosmosun küçük köşeleridir; bütün deniz* Kosmostan bir su damlası; (Atos) dağı Kosmosun küçük bir toprak yığını; hasılı bütün hali hazır ebediyette bir noktadır. Her şey küçük, mütehavvil, ve fanidir. (VI — 36 A)
4.          Hep mahsus olan şeyler, yakında tahavvül edecektir. Basit ecsam tebahhur edecek; atomlardan teşekkül edenler ise dağılacaktır. (VI.-.4)
Zamanın ebediyetini ve maddenin payansızlığını hatırına getir. Her şey buna nisbetle bir darı tanesi ve ezmineye nisbetle devamı bir burgunun dönmesi gibidir. (X—17)
2.          Her gün bunlardan bazısı doğar, bazısı da ölür. Bazıları da kendinden bir cüzü nabedit olduğu halde, zahir olur. Zamanın münkati olmayan seyri daima yeni ömürlerin nihayetsizliğini husule getirdiği gibi, seyelânlar, tahavvüller de daima kozmosu tecdit ederler. Koşarak geçen ve tevakkufa müsaadesi olmayan bu eşya nehrinde han­gi şeye yapışmak? Bu, tıpkı uçup geçen kuşlara gönül vermek gibi olmaz mı? Halbuki bunlar gözlerden uzaklaşmış ve nabedit olmuş­tur. İşte, bizim her birimizin hayatı da böyledir, kanın buharına ve teneffüs edilen havaya müşabihtir; çünkü her an yaptığımız gibi; ha­vayı derhal geri vermek üzre içeri çekmek, dün ve yahut tevvellüt anın­da aldığını büsbütün iade etmek gibidir. (VI — 15)
Sebebi umumî, bir seldir, her şeyi alıp götürür (IX — 29 a)
3.   Zeytin yağı, ter, pislik, tuzlu su, hasılı her nahoş şey le ıslanırtak senin hoşuna gitmediği gibi hayatın ve eşyanın akşamı da böyledir. (VIII — 24)
4.          Nasıl anfiteatro ve buna benzer sair yerlerde aynı şeyin te­kerrürü ve görülmesi sana tokluk verdiği için temaşası hoşuna git­miyorsa hayan da bir ucundan diğer ucuna kadar nazarı itibara al­dığın vakit ayni duyguları hissedeceksin. Zira her şey yukarıdan aşa­ğı ayni şeydir, ve ayni sebeplerden husule gelmiştir. Bu ne vakte ka­dar devam edecektir, orası malûm değil. (VI — 46)
Senin önüne çıkan her vücudun inhilâl, tahavvül ve tefessüh etmek üzere olduğunu ve tabiatı iktizası olarak ölmek için yapılmış bulunduğunu düşün. (X—18)
2.         Tefessüh; suyun, enkazın, kemiklerin, pis ve ağır ko­kunun, arzın nasırlanmasından husule gelen mermerlerin, depolardan çıkarılan altın ve gümüşlerin, kıldan yapılan elbiselerin, erguvan rengi kanın hasılı her şeyin ve her ferdin madde i asliyesini teşkil eder. Bir vücuttan diğer birine geçen ruhu hayvanı de bundan başka bir şey değildir [[31]]. (IX—36)
3.         Epiktet’in dediği gibi, sen bir cife taşıyan küçük bir ruhsun. (IV — 41)
4.          Onun ihtiyarlıkta, hastalıkta ve işü işrette ne hale geldiğini tet­kik et. (VIII —21 a)
X
Zaman, her tevvellüt edenin çabuk akıcı bir nehridir. Her hangi bir şey zahir olur olmaz, daha o anda o nehre sürüklenmiş demektir; onun yerine bir başkası zahir olur, o da ayni suretle sürüklenir gi­der (IV—43)
2.          işte bir selde olduğu gibi, umumî madde içinde de bütün ci­simler kül ile bir olarak sürüklenir ve bizim azamız nasıl bir eser için birlikte çalışıyorlarsa, onlar da böylece müşterek çalışırlar. Zaman şimdiye kadar ne kadar (Crysippe) ler, ne kadar (Sokrat) lar, ne kadar (Epiktet) 1er yutmuştur. Bütün insanlarla eşya hakkında da böyle düşün. (VII— 19)
3.           (Satyryron) u görmekle Sokrat’a mensup (Eutyhes) yahut (Hymen) i; (Euphrates) i görmekle (Eutyion) u yahut (Sylvanus) u; (Alciphron) u görerek (Tropaeophorus) ü; (Severus) ü görmekle (Criton) u yahut (Xenophon) u; kendini görmekle de (Cesar) lardan birini gözünün önüne getir, ve her şey için böyle kendi müşabihile onun akibetini gözünün önüne getir. Sonra da şunu düşün. "Şim­di bunlar nerede? Hiç bir yerde değil, ve yahut nerede olursa olsun­lar” de. İşte eğer böyle düşünürsen, beşerî işlerde duman ve âdemden başka bir şey göremeyeceksin; bilhassa bir kere değişenin nihayetsiz zaman içinde bir daha görünmeyeceğini de ayni zamanda hatırına ge­tir. Niçin kendini sıkıyorsun? Bu kısa meydanı lâzım olduğu veçhile geçmek sana kifayet etmez mi ? Ne mühim bir düşünce mevzuu kaçırıyorsun. Filhakika hayata ait şeyleri tabiat ilmine göre ve dikkatle mu­ayene eden bir akıl için bunların hepsi nedir? Bir jimnastikten başka bir şey midir? Verilen her şeye alışan sağlam bir mide, kendine atılan her şeyden alev ve zıya çıkaran şiddetli bir ateş gibi, sen de bütün bu hakikatlere alışmaya kadar sebat et. (X — 31)
Her türlü şerefe kendini yabancı tutmak için, bütün hayatın olmasa bile, hiç olmazsa gençliğinden beri geçen zamanın bir fey­lesof hayatı olmalıdır. Zira çok kimseler gibi senin de felsefeden uzak olduğun pek aşikâr idi. işte şimdi şaşırdın; filvaki artık senin için bir feylesof itibarı kazanmak kolay bir şey değildir, çünkü ya­şayış tarzın bile ona muhaliftir. Eğer sen hakikatin nerede bulun­duğunu gördünse, gösteriş kaygusunu bir tarafa bırak, sana cibilletinin istediği gibi yaşamak kâfi gelsin. Onun istediğini anla ve başka bir şey seni bundan alıkoymasın. Zira sen bunu ne kadar şey­lere koşmakla tecrübe ettin; ne mantıkin inceliklerinde, ne zen­ginlikte, ne şerefte, ne diğer zevklerde hulâsa hiç bir yerde saadet bul­madın. O halde bu saadet nerededir? insanın tabiatının istediği işte­dir Öyle ise ne yapmalı? Arzularını ve ef’alini tevlit eden prensiplere sahip olmalı. Ne gibi prensipler ? Bunlar bize iyiyi, kötüyü tanıtan ve insanı hür, cessur, doğru, kanaatkar ve perhizkâr yapan şeyin haricin­de bir hayır olmadığını, bu faziletlerin aksini hasd edenden baş ka da bir kötülük olmadığım ifade eden prensiplerdir. (VIII — 1)
2.           Her şeyi hemen hayatı bırakacakmış gibi yapmalı, söyleme­li, düşünmelidir. İnsanları terketmek tehlikeli bir şey değildir. Eğer İlâhlar mevcutsa o vakit insanlar seni fenalığa atamazlar; mevcut değil­lerse ve yahut beşere müteallik olan şeyleri düşünmiyorlarsa, kudretten ve ilâhlardan hâli bir kozmosta yaşamaktan ne çıkar ? Halbuki bunlar mevcuttur ve beşere ait şeylerle alâkadardır; insanın hakikî kötülüğe düşmemesi için de ona kudret vermişlerdir ve eğer onun için bir fena­lık olsa idi, ihtiyatlı davranması için bunu da evvelden derpiş etmiş olurlardı. Öyle ise insanı daha fena yapmayan, insanın hayatını nasıl daha fena yapmış olur [[32]] ? Tabiatı kül bunları, bilmemek, yahut ih­tar veya tashih etmeye muktedir olmaksızın tanımak için kendi haline bırakmış değildir; zira o vakit tabiat gerek ihtiyatsızlığından ve gerek avam indinde iyilik, kötülük tabir olunan hasenat ve mesaviye karşı lâkaydane hareket etmiş olmasından dolayı çok aldanmış olacaktı. Ölüm ve hayat, şeref ve rezilet, keder ve sürür, zenginlik ve fakirlik haddi zatında ne güzel ve ne de çirkin olmadıkları gibi, aynı zamanda iyi ve kötü kimselerde vaki olmasına nazaran, ne ha­senattan ve ne de seyyiattandır. (II — 2)
3.           İnsan beşerî tesmeye olundukça bunların hiç biri insana ait olamaz. Hiç biri tabiat tarafından insana vadolunmadığı ve ondan istenmediği gibi insanın tabiatım tekâmül ettirmeye kabiliyetleri de yoktur. İnsanın asıl gayesi ve bu gayenin tekâmülü demek olan hayır da şüphesiz bunda değildir £[33]].
Eğer bunlardan biri insana ait olsaydı ve bunlar hayırdan madut bulunsaydı, insanın ondan nefret ve ihtiraz etmesi muvafık olmayacağı gibi bunlardan vazgeçeni methetmek münasip olmayacak ve bazılarım hayatında atan kimsenin de iyi bir insan olmuş olması lâzım gelmeyecek idi. Bilâkis insan bu ve buna benziyen şeylerden halâs oldukça yahut bunları kaybetmeye razı oldukça daha iyi olmuş oluyor. (V—13)
Bütün şeyler o kadar muzlim bir zarf ile ihata olunmuşlardır ki, yalnız küçük feylosoflar değil bir çokları, bunların anlaşılmaz olduk­larına hükmetmemişlerdir; Revakîler bile onların anlaşılmasını müşkül telâkki ediyorlar. Esasen bizim hükmümüz daima tebeddüle maruzdur, zira asla tagayyür pezir [değişmeyi kabul etmeyen]olmayan şey yoktur. Şimdi de eşyanın kendi­lerine geç, onların devamları ne kadar kısadır, kıymetleri ne kadar azdır. Bir sefihin, bir rezilin, bir haydudun eline düşmeye mahkûm­durlar. Sonra da en ziyade arasında yaşadığın kimselerin âdetlerini na­zarı dikkate al, bunların en hoşlarına bile ancak tahammül edilebilir.
Böyle karanlıkların, bu madde ve zamanın, hareketin ve epkem eşyanın bu büyük cereyanı içinde ihtiyatsız bir düşünce ve merbutiyet kimin için iyi olabilir? Ben böyle bir kimseyi görmiyorum. Bilâkis teahhürden sabırsızlanmayarak ve yalnız atideki hakikatlere iptina ederek hahişle (arzu) inhilâli tabiîyi beklemek lâzımdır. Bu hakikat­lerden biri, tabiatı külle muhalif hiç bir şey olmayacağı; diğeri de Al­lahıma ve perii müekkelime karşı isyan etmemek benim iktidarım dahilinde olduğudur. Filhakika bunlara karşı itaatsızlığa beni kimse sevkedemez. (V —10)
2.                     Kosmosun müstedir hareketleri, yukarıdan aşağı ve her asırda ay­ni hareketlerdir. Ya aklı kül her fert için harekete gelir ve o vakit aklın gösterdiği hareketi kabul eder; yahut o birden harekete gelmiş­tir, mütebakisi de avakibi umur tarikini takip eder, ve her hâdise bu tek sevk ve ikanın neticesidir; o halde zihnini neden teşviş edi­yorsun? Her şey atom ve taksime gelmeyen cüzülerden ibarettir. Hulâsa, eğer bir Allah varsa, her şey yolunda gider; eğer tesadüf var­sa, hiç olmazsa sen tesadüfî olarak hareket etme [[34]].
Yakında toprak hepimizi örtecektir; sonra kendisi de başka şeye tahavvül edecektir. Bu başka şey de nihayetsiz olarak böylece de­ğişecek, değişecektir. İşte bunlar gibi süratle taakup eden bu tahavvülât ve tagayyüratı nazarı itibara aldıkça, her fanî olan şeye karşı kayıtsızlık göstereceksin. (IX — 28)
3.           Hayatı beşerin devamı fezada bir noktadır maddesi değişici­dir. Ihsasatı muzlimdir. Vücudu kütlesi tagayyüre, bozulmıya mah­kûm bir yığın; ruhu bir kasırgadır [[35]]; kaderi bir muammadır; şöhreti, şüphelidir. Hülâsa cisminin her şeyi akıcı sudan baş­ka bir şey değildir. Ruhuna ait her şey rüya ve dumandır; ha­yat, bir mücadele ve yabancı bir menzilde tevakkuf, ölümden sonra kalan zafer ve şan ise, bir nisyandır. O halde seyahatta bize kim rehber olabilir? Yalnız, bir şey, tek bir şey ki, o da felsefedir. Bu felse­fe de hiç bir şeyi tesadüfî olarak ve sahtelikle, hile ile yapmıyarak, ve başkalarının bunu yapıp yapmadıklarına lâkayıt kalarak, hasisei zatiyeyi bulaşıklardan, zarar ve halelden, sürür ve kederlerden daha ziyade mu­hafaza etmektir. Bununla beraber hadisatın ve kaderin kendinin çıktığı ayni menbadan geldiğini kabul etmek ve bahusus ölüme kemali sü­kûnetle intizar etmek, ve onda her vücudün müteşekkil olduğu ayni -anasırın dağılmasından başka bir şey görmemek te lâzım gelir, ana­sırın yekdiğeri içinde daima tahavvül etmesinde tehlike olmadığı halde heyeti umumîyenin birden tahavvül ve inhilâlinden niçin kork­malı? Bu tabiata muvafıktır; tabiata muvafık olanda ise hiç bir fe­nalık yoktur. Bunlar, (Pannosanie) nin bir şehri olan "Carnunt” ta yazılıdır. (II — 17)

I
Marifet bir hayır adamının ne olacağım münakaşa etmek değil, hayır adamı olmaktır. (X—16)
2.           İçtimaî ve akıllı bir kimse için, iyilik ve kötülük kanaatta de­ğil, fiildedir; fazilet ve rezilet te böyledir. (IX—16)
3.           Şerefi seven bir kimse kendi hayatım diğerlerinin ef’ali içine, kendi sürürünü seven bunu hassasiyeti içine, mütefekkir bir kimse ise düşüncelerini kendi amellerine talik eder. (VI — 51)
4.           Cisim, ruh, fikir... ihsaslar cisme, arzular ruha, prensipler de fikre aittir. Eşyanın tezahüratından müteessir olmak hayvanatı ehliyede de vardır; bir kukla gibi arzular tarafından sürüklenmek vah­şî hayvanlarda, kadınlaşmış erkeklerde, bir (Phalaris) te bir (Neron) da da vardır. Fikri saikı zahirî şeylere sevketmek ilâhlara itikat etmeyenlerde, vatanlarına ihanet edenlerde ve kapılar kapalı iken her şeyi yapmaktan içtinap etmeyenlerde de vardır.
Eğer bunların hepsi benim demin bahsettiğim adamlara âm ise, o halde hayır, kaderimizin argaçını teşkil eden hadisatı sevmek ve hüs­nü kabul etmek ve bununla beraber bizim âmakımızda bulunan ha­sisei zatiyemizi bulandırmamak ve bir çok tezahüratla onu teşviş et­memek, hakikata karşı bir şey söylemeyerek ve adalete muhalif bir şey yapamayarak, zevkle ve mütevaziane bir surette hakkın emrine tâbi olmaktır. Buna inanmayan kimseler mutmain olmak için saf, ve mütevazi olurlar, ve bahusus kalp hoşnutluğu ile kimseden incinmez ve hayatın nihayetine kadar saf, sâkin, serbest olarak tam bir vifak içinde takip edilmesi lâzım gelen yoldan ayrılmazlarsa dediğimizi an­cak o vakit anlarlar. (III — 16)
Ne yapmak lâzım geldiğini görebildiğin halde kendini zanniyat ve faraziyata kaptırmıya ne lüzum var? Eğer onu görüyorsan, hiç bir şey tarafından menedilmeye meydan vermeksizin o tarafa neşe ile teveccüh et. Eğer onu göremiyorsan, tevakkuf et ve hakimane nasihatlardan istimdat et. Eğer yolda bir maniaya tesadüf edersen, zu­hur eden hal ve tesadüfleri düşün, ve kendine doğru görünene bağ­lanarak yürü; zira ona vusul en büyük iyilik ve hayır olduğu gibi ona erememek te kötülüklerin ve şerin en büyüğüdür. İşe hazır olmakla beraber atılmamak, neşeli olmakla beraber temkinli ve' vıkarlar olmak her şeyde aklı takip eden kimsenin halidir. (X—12)
2.          Hazır bulunman lâzım gelen iki şey vardır: biri insanların kal­binde hükmeden ve onların hayrına kanun yapan aklın sana ilham ettiğini yapmak; diğeri, eğer seni irşat edecek ve fikirlerinden vazgeçirecek biri bulunursa hattı hareketini onun irşadına göre değiştirmek.. Fakat bu hareket tebdili daima adalete veya umumî menafie merbut ol­mak gibi kat’î bir mazmundan dolayı olmalı, yoksa ondan bir haz ve yahut şeref beklemek için olmamalıdır. (IV — 12)
3.          Eğer bir kimse benim muhakememin ve yahut hareketimin doğru olmadığına beni ikna ve onu bana isbat ederse, onu değiştir­mekten zevk alırım; çünkü ben hiç bir vakit kimseyi incitmemiş olan doğruluğu arıyorum. Hatasında ve cehaletinde İsrar eden kimse ren­cide ve mecruh olur. (VI — 21)
Hiç öteye beriye dolaşma; zira ne yazdığın notları, ne eski Romalı­ların ve Yunanlıların maceralarını ve ne de ihtiyarlığında okumak için bir tarafa bıraktığın müelliflerin asarını görmeye vaktin yok. Öy­le ise gayeye doğru istical et. Eğer kendinle alâkan varsa, bu beyhude ümitlerden geçerek, fırsat elde iken kendine yardım et. (III — 14)
2.           Prensiplerin tatbikinde, yumruk pehlivanlarına benzemek lâ­zımdır, glâdyatörlere değil. Zira gladiyatörün elinden kılıç düşerse onu öldürürler. Diğerinin ise bilâkis yumruğuna gene sahip olması için tekrar ayağa kalkması kifayet eder. (XII — 9)
3.          Fikrine gelen her bir şey için daima ve mümkün olduğu ka­dar onun tabiatını, ahlâkî karekterini ve hakikattan ihtiva ettiği kıs­mı nazarı dikkata al. (VIII—13)
4.           Şimdiye kadar söylenmiş vesayaya bir tane daha ilâve ede­lim. Her gün hatıra gelen ve tasavvur edilen şeyin bir târif ve tav­sifini yapmalı, bu tasvir onun aslını ve cevherini tamamıyla ve her cephesile çıplak görecek, ismini ve onu teşkil eden unsurların isimlerini ve hangi anasırda eriyeceğini söyleyebilecek tarzda olmalı. Hakikaten hayatta tesadüf olunan her şeyi asıl ve hakikatile tetkik etmek kadar ruha büyüklük veren bir şey yoktur. Yani bu şeyin her gün kozmos içinde ne mevki işgal ettiğini ve ne faydası olduğunu, külle nisbet­le ve diğer memleketler kendisine nisbetle evleri mesabesinde olan bu muazzam memleketin vatandaşı bulunan beşere göre kıymeti ne ol­duğunu görebilmelisin; benim bu anda hatırıma getirdiğim şeyin ne olduğunu hangi unsurlardan mürekkep bulunduğunu ve ne kadar devam edebileceğini; ona nazaran mülâyemet, cesaret, sı­dık, itimat, saffet ve saire gibi faziletlerden hangisine ihtiyacım ol­duğunu bilmeliyim.
İnsan kendine gelen her hadise hakkında, bu bana Allahtan geldi; bu, mukadderat tarafından dokunmuş -eşya argaçında hadisatın teselsülünden biri geliyor, demelidir. Bunun böyle olduğunu bilmeyen kimse ise, bu bana bir vatandaş bir akraba, bir arkadaşın arzusile geliyor, der. Fakat ben, bunun nereden geldiğini bildiğim için, ehemmeyetsiz şeyler hakkında kendi kıymetlerine göre muamele et­tiğim gibi, buna karşı da müşterek menfaatların tabiî kanunu üzerine, yani hayırhahlık ve adalet üzerine muamele ederim. (III — 2)
Seni bir kimse tahkir mi etti ? Çobucak kâinatın, kendinin ve bu adamın ruhunu düşün: Kendi ruhunu düşünmen ona adalet ilka etmen, kâinatın senin kimin cüzü olduğunu’ hatırlaman, o adamın kini de bunu cehaletinden mi yoksa isteyerek mi yaptığını bilmen içindir. Aynı zamanda, insan olmak hasebile onun da senin kardeşin olduğu­nu nazarı itibare al. (IX — 22)
2.                         Niçin yaratıldığını sormak iradene kâfi gelmediği için binlerce zararlar ve acılar gördün. Fakat artık yeter. (IX — 26)
3.                         Kendini hâdisatın kasırgası tarafından sürüklenmeye bırak. Fakat her teşvik ve meyelânı [Bir tarafa eğilmiş olma ]doğru bir işle hallet ve her hadisede mu­hakeme hassasım hatadan kurtar. (IV — 22)
4.                         Sana zahir olan şey üzerine yürüteceğin muhakemeye ve onun sana yaptıracağı işe, sana söyleteceği sözlere dikkat et. İşte sen, asıl bunlardan zarar görüyorsun ıztırap çekiyorsun, zira bu gün iyi olacağına yarın iyi olmasını istiyorsun. (VIII — 22)
Her şeyden evvel kendini bulandırmamaya çalış; bil ki, her şey tabiatı küllün iradesine göre hasıl olur, ve sen az zaman içinde (Hadrien) ve (Auguste) gibi hiç olacaksın. Sonra da gözlerin hakikata te­veccüh ettiği halde o hakikati olduğu gibi gör ve iyi bir adam ol­man lâzım geldiğini, tabiatın insandan ne beklediğini tahattür et, bundan hiç inhiraf etme ve sana en doğru görüneni söyle ve dikkat et ki bu, hayırhahane, mütevazıane ve hürriyetle olsun. (VIII — 5)
2.                         Kâinatın vazifesi, buradakini oraya ve oradan da alıp başka yere götürmektir. Her şey, korkulacak bir ciheti olmaksızın, yeniden tekâmül eder, Her şey alelâdedir; fakat haklı nisbetlerle tevzi olun­muştur. (VIII — 6)
3.                         Hasılı ya her şeyin neş’et ettiği bir tek menbaı aklî varda ki, bu suretle küllün menfaati için yapılan şeylerden cüz’üri müşteki olması lâzım gelmez ve yahut her şey atomlardan ibarettir ki bu da bir toplanma ve ya dağılmadan başka bir şey değildir. Öyle ise niçin sakınmalı, niçin şaşırmalı? Sen aklına de ki: "sen göründüğün gibi değilsin. Sen ölüm ve bozulma için yapılmış ham ve kaba bir şey­sin; komedya oynuyorsun, sürüdensin, ve otluyorsun.” (IX — 39)

Her şeyin daima bu günkü gibi olduğunu ve istikbalde de hep böyle olacağını nazarı dikkate al. Bu hususta kendi zatî tecrübeni, ya­hut tarihte gördüğün biribirine müşabih bütün komedyaları ve bütün sahneleri de nazarı dikkate al.
(Adrien) in, (Philippe) in (İskender) in’ (Cresus) ün salta­natlarını gözünün önüne getir; göreceksin ki bunların hepsi de şim­dikilere müşabihtir, yalnız aralarındaki fark, bunların başka şahıslar tarafından temsil olunmasıdır. (IX — 27)
2.          Evvelce geçen hadisatı, hükümetlerin bir çok tebeddül­lerini gözden geçir. Bu sana ilerde gelecek hadisatı evvelden görmek imkânım verecektir. Çünkü onlar tamamıyla şimdikilere müşabih ol­makla beraber ayni ahenkten harice çıkmazlar. Bunun için hayatı be­şeri kırk sene görmekle on bin sene görmek müsavidir. Esasen faz­la ne göreceksin ? (VII — 49)
3.           Meselâ (Vespasien) lerin zamanım; evlenen ve çocuk yetiştiren, hasta düşen, ölen, muharebe eden, düğün bayram yapan, ti­caret eden, çift süren kimseleri; dalkavukları mütekebbirleri, müvesvisleri, ve diğerlerinin ölümünü isteyen antirikacıları, kendini aşka kaptıranları düşün. Görüyorsun ki şimdi bunların hiç birisi ya­şamıyor. Şimdi de (Trajan) ların vaktine geç; bunlar da tıpkı böyledir ve şimdi hepsi de ölmüş bulunuyor.
Bütün akvamın tarihlerini düşün ve ne kadar kimselerin bir çok zahmetler çektikten sonra çabucak düştüklerini ve anasır içinde eri­diklerini mülâhaza et. Bahusus senin tanıdıkların içinde hırs peşinde koşarak, beşer için lâzım olanı ifa etmiyi ve buna merbut olmayı ih­mal edenleri düşün. Evet, bu suretle her şeye edilen ihtimamın o şeyin kıymetile mütenasip olması lâzım geldiğini tahattür et; işte o vakit süfiî şeyler için lüzumundan fazla zaman sarf etmediğine tees­süf etmezsin. (IV — 32)
Şer nedir? Bu, senin çok def’alar gördüğün bir şeydir. Bunun gibi, her vaki olan şey hakkında da şunu düşün ki, bu da senin ekseriyetle gördüğün şeydir. Şimdi şehirlerin ve kırların mâli oldukları eski zaman tarihlerinde ne buluyorsan, hali hazır ve şimdiki tarihlerde de yukarıdan aşağıya ayni şeyleri bulacaksın; hepsi alelâde ve kısa süren şeylerdir. (VI — 1)
2.          Siyah hasletler: kadına benziyen, katı, vahşî, tıflane karakter­lerle, alçaklık, hile, müdahane, hırs, zulüm sıfatlarıdır. (IV — 28)
3.          İtiyat ile ülfet edilen bütün bu şeyler zamanla madde ile be­raber fena bulur. Bu, toprağa gömdüklerimizin vaktinde böyle olduğu gibi, bu gün de böyledir. (IX — 14)
4.         Çocuk kavgaları, komedyalar, "cife taşıyan küçük ruhlar” bu (Nekuia) yi [[36]] ne kadar iyi anlatır. (IX — 14)
Bütün hayatını hatırına getirerek müteheyyiç olma. Mu­hakkak surette başına gelecek bir sürü sıkıntıları düşünme, ve her sıkıntının zuhurunda kendi kendine: "tahammül ve ya müsamaha edilmeyecek bir şey var mı?” de. Göreceksin ki, bu itiraftan mah­cup olacaksın. Sonra gene de ki: "Bu seni ezen ne istikbaldir ne ma­zidir, yalnız haldir.” Binaenaleyh eğer bu kadar hafif bir yük altın­da duramadığı için ruhunu utandırırsın, zamanı hal sana pek ehemmeyetsir görünür. (VIII — 36)
2.          Eğer sana muzır görünen şeyler için fikrini yormazsan, sağ­lam bir zemin üzerinde yerleşmiş olursun. Sence kendi mevcudi­yetin nedir ? Akıl değil mi ? Fakat, ben sade akıldan ibaret değilim, deyeceksin. Senin dediğin gibi olsun, fakat o halde akıl kendine fenalık yapmasın ve senin akşamından bir başkası da fenalık hissedecek o­lursa o da bunun üzerine fikrini yürütsün ve fenalık yapmamaya ça­lışsın. (VIII —46)
3.           Akıl kendiliğinden bulanmaz; yani, kendine kendinden ne korku ne de arzu yaratmaz. Eğer başkası onu tehdit ve taciz edebilirse etsin. Çünkü bu gibi hallere o kendi ihtiyarile düşmez. Cisim eğer muktedirse, hiç sıkıntı çekmemek için hazırlansın ve eğer muztarip olursa ıztırabmı göstersin; fakat korkftıak hassasına malik olan ve muhakeme etmek yalnız kendisine ait bulunan ruh muztarip olmayacaktır; çünkü onun tab’ı böyle bir muhakeme yürütmeye onu mecbur etmez.
Akıl, akıl olarak kaldıkça bir şeye ihtiyacı yoktur; binaenaleyh, o, sakin ve hür kalır, elverir ki kendi kendini bulandırmasın ve sektedar etmesin (VII — 16)
Gelecek hadisattan endişe etme; zira onları icap ederse hali ha­zırda şimdiki şeyler için seni tenvir eden aklın yardimile aşacaksın. (VII _ 8)
2.           Bütün vukua gelen şeyler, gülün ilk baharda, hasadın yaz mevsiminde olması kadar tabiîdir; hastalık, ölüm, iftira, riyakârlık ve bütün ahmakları sevindiren yahut mükedder eden her ne varsa, hep böyledir. (IV—44)
3.           Hayatta her neden olursa olsun taaccüp eden kimse ne ka­dar gülünç ve acemidir. (XII — 13)
4.           Hali hazırı gören, şimdiye kadar ne olmuşsa ve daima ne olacaksa hepsini görmüş demektir. Çünkü bunların hepsi ayni soydan olduğu gibi, biribirine benziyen şeylerdir. (VI — 37)
X
Hislerinin ilk görüşlerinden başka kendi kendine bir şey ilâve et­me. Sana senin hakkında birinin gıybet ettiğini yetiştiriyorlar; fakat sana ancak bunu yetiştirdiler, ondan rencide olmam söylemediler ki! Görüyorum ki çocuğun hastadır, işte benim gördüğüm bu. Fa­kat onun tehlikeli olduğunu görmüyorum. İşte daima böylece ilk görüşünde kal, bunlara kendinden bir şey ilâve etme; eğer ilâve edecek­sen kozmosta her şeyin olabileceğini bilen bir İnsan gibi ilâve et. (VIII — 49)
2.                       Saadet güzel biri jeni yahut hoş bir dilektir. Ey hayalim orada ne yapıyorsun? Geldiğin gibi git, çünkü sana ihtiyacım yok. Eski itiyadın sebebile geldin, ben seni istemiyorum, yalnız buradan git. (VII —17)
3.                       Bugün beni şaşırtan her şeyin içinden çıktım; yahut daha doğrusu demek istiyorum ki, her televvünden geçtim, zira bu televvün benim dışımda değil içimde, zanlarımda idi. (IX—13)
Sende olmayan şeylerin, malik olduğun şeylerden daha güzel ol­duklarım mülâhaza etme; fakat malik olduğun şeylerin en iyi ola­nına bak, ve bir gün gelip te bunlar senden zayi olacak olursa bun­lara tekrar malik olabilmek için ne kadar zahmet çekmek lâ­zım geleceğini düşün. Bunun gibi sevindiğin ve ferahlandığın bir şeyi de onu sonra kaybedeceğin vakit, şaşıracak surette yükseltmemeye dikkat et.. (VII — 27)
2.                       Şehir ve kır farelerini ve bunların korku ve perişanlığı hi­kâyesini hatırla. (XI — 22)
3.                       (Socrate) in, (Perduccas) in davetine gitmemesini mazur gös­termek için verdiği cevabı da hatırla: (davete icabet etmediğinin se­bebi, ölümlerin en dehşetlisile ölmemek içindir.) demişti. Sokrat’ın bundan maksadı: mukabele edemeyeceği bir iyiliği kabul edemeyeceğini söylemekti [[37]]. (XI — 25)
Kuruntuyu sil, arzuyu idare et, ihtirası boğ, aklı saikını olduğu gibi muhafaza et. (IX — 22)

3.           Sana daima zahir olsun ki, bir şehir tıpkı bir kır gibidir, ve burada ne olursa, dağlarda, deniz kenarlarında, yahut başka yerlerde de o olur. Sen dosdoğru (Eflatun) un şu sözüne geleceksin, "dağ üzerinde bir ağılda kapanarak ve koyunlarından süt sağarak....” [[38]](X —23)
4.           Setresi olmayan, kitabı olmayan kimse gibi feylosofça yaşar; evvelki yan çıplak olarak der ki, benim ekmeğim yoktur, fakat akla sadıkım. Öteki de der ki: benim ilim gıdam yoktur, fakat ben de ona sadıkım. (IV — 30)
I
Saffet ve adalet:
Milyonlarca sene ömrün varmış gibi hareket etme, çünkü ihti­razı mümkün olmayan ölüm elbette sana da gelecektir; yaşadığın ve iktidarın olduğu müddetçe iyi ol (IV — 17)
2.               Kalbinde inşiraha malik olmak istersen denildiği gibi ”az şey yap.” İçtimaî bir hayat için yaratılmış bir mahlûkun kendisine yakışacak surette lâzım olanı yapması daha iyi değil midir? Zira bu sade iyi bir işin yapılmış olmasından husule gelen sürurla kalmaz, fakat az bir şey yapmış olmak hazzını da verir. Bizim işlerimizin, ve sözlerimizin çoğu şüphesiz lüzumsuzdur, bunlardan bazısını haz­fedecek olursan daha hâli ve daha az gürültülü bir vakit kazanmış olur­sun. Binaenaleyh bunların her biri hakkında: acaba bu, lüzumsuz olanlar kısmından mıdır, diye kendi kendine sormalıdır. Hazfedile­cek olan yalnız lüzumsuz ef’al değil lüzumsuz tasavvurların da atılması lâzımdır; işte bu suretle sende lüzumsuz fazla bir şey bulunmamış olacaktır. (IV — 24)
3.                İnsanın sevinci, insana hasolanı yapmakladır; insana hasolan ise hemcinsine karşı hayırhahlık, hislere kapılmamak, makul tasavvur­ları fark u temyiz, tabiatı külle ve onun kanunlarına vukuf ve yakin peyda etmektir. (VIII — 26)
Küllün kendisine bahşettiği hisseden memnun olan ve adaletle hareket ederek ruhunun hayrıhahlık istidadını göstermekle kendini memnun eden adamın hayatı nasıl muvaffakiyetle geçtiğini tecrübe et. (IV —25)
2.               Senin aklın var mı?—var.—Onu niçin kullanmıyorsun? Eğer o kendi vaifesini yaparsa daha ne istersin? (IV —13)
3.                İdrâk ve muhakeme etmek san’atı, insanın kendisine ve ken­disine has olan ameliyelere kifayet edecek hasiyettedir. Doğru yolu takip ettiklerini göstermek için bu ef’ale (Cathorthoses) namı veril­miştir. [[39]], (V—14)
Daima en kısa yoldan git, en kısa yol da tabiata muvafık olanıdır ki, bu da en nezih bir şekilde hareket etmek ve konuşmak demektir. Bu tarzda hareket seni kederlerden, muhasamalardan, bütün sun’î muamelelerden ve hilekârlıktan esirgeyecektir. (IV—51)
2.           Tabiata muvafık olan her söz ve amelin kendine lâyık oldu­ğuna hükmet. Sana yapılacak hareketler ve başkalarının senin aley­hinde söyledikleri sözler sebebile geri dönme. Ancak yapacağın şe­yin eğer yapılması veya söylenmesi iyi olmayacaksa bunun sana lâyık ol­madığına hükmet. O kimselerin kendilerine göre arzu ve istekleri var­dır, sen kendi etrafına bakma, yalnız kendi tabiatına ve tabiatı müşterekeye itaat ederek kendi yolunu doğruca takip et; zira her ikisi­nin de yolları birdir. (V — 3)
3.           Fikirle mücehhez olan bir kimse için tabiata muvafık olan her bir iş, akla da muvafıktır. [[40]], (VII—11)
Fazilet ve rezilet arasında bulunan her şey için ruhunu sadelik* edep ve kayıtsızlıkla güzelleştir; insanların dostu ol, hakkın ira­desini takip et. Allah diyor ki, her şey, içinde ilâhlar ve yahut yal­nız atomlar bulunan kanunlarla ifa olunur. O halde her şeyin bir kanun tarafından tanzim edilmiş olduğunu tahattur etmek kâ­fidir ki, bu da pek kolay bir şeydir.. (VII — 31)
2.           Eğer sen kendin istersen, karışık yollardan vasıl olmak iste­diğin ve aradığın şeylere daha şimdiden malik olabilmen güç değildir. Adalet ve nezahate müstait olmak için maziyi bırakmak ve istikbal için kendini kudreti ilâhiyeye teslim etmek ve yalnız hali hazırla meş­gul olmak lâzımdır. Nezahate istidat demek, sana tefviz ve ihale olu­nan (insan san’atı) m sevmektir; çünkü o san’at senin için ve sen de onun için yaratıldınız. Doğruluğa istidat: doğruyu serbestçe ve hi­lesiz söylemek, kanuna ve eşyanın kıymetlerine göre hareket etmek­tir. Ne fenalıktan, ne zandan, ne başkalarının sözlerinden, ne seni ihata eden bu zaif vücudun ihtisaslarından dolayı kendini geri bırakma; zira bunların ancak ıztırap çeken cüz için ehemmeyeti vardır. Avdet ânı ne olursa olsun, eğer yalnız ruhunu ve sen­de olan İlâhî şeyi şereflendirmek için geride kalanları ihmâl ettin ve eğer hayatının nihayet bulmasından değil, asla tabiata göre yaşamadığından endişe ettinse, o vakit seni vücude getiren (Koz­mos) a lâyık olacak ve vatanında bir yabancı olmaktan ve her gün vaki olan gayrimuntazır şeylere hayret etmekten ve ya bu şeyin esi­ri olmatkan kurtulacaksın [[41]]. (XII — 1)
3.              Atomlar olsun, tabiat olsun bunun ne ehemmeyeti var, her şeyden evvel benim mülâhazaya mecbur olduğum şey, bütün bir tabi­atı idare edenin bir cüz u olmaklığımdır. Sonra da ben kendi nev’im­den olan ecza ile bir nevi akrabayım; işte bunu hatırıma getir­mekle umumdan bana isabet eden şeylere isyan etmeyeceğim; zira umuma faydalı olan bir şey cüz’e de zarar vermez [[42]].
Ve küllün içinde hiç bir şey yoktur ki kendine faydalı olmasın. Bütün tabayi bunda müşterektir, yalnız kozmosunki fazla olarak ken­disi için fena olacak hiç bir haricî sebeple muazzep olmaz. Böyle bir küllün bir cüz’ü olduğumu hatıra getirmekle bütün bana vaki ola­cak şeylerin hepsini hüsnü kabul etmiş olurum ve benimle ayni cins­ten olan şeylere bir alâka ile bağlı oldukça, cem’iyete zararlı olabile­cek hiç bir şey yapmış olmam; bilâkis bütün faaliyetimi umumun istifadesi olan cihete sevkedecek ve onu bu cem’iyetin hilâfına olan şeyden döndüreceğim. Bu hal devam ettikçe, bütün zamanım vatan­daşlarına faydalı şeylere tahsis eden ve beldenin kendisine vereceği hisseyi hüsnü rizasile kabul ettiği farz olunan kimse gibi, benim de hayatım tabiî olarak mes’ut geçecektir. (X — 6)
V
Bir nefes, et ve bir irade; işte ben buyum. Kitapları bir tarafa bırak, kendini dağıtma, buna asla mezun değilsin: şimdi öle­cekmiş gibi gayri saf bir kandan, kemik yığınından, nahif ensiceden, evride ve şerayin şebekelerinden başka bir şey olmayan bu etten is­tikrah et. Senin her vakit alıp verdiğin bu nefesi de tedkik et. Üçüncüye yani iradeye gelince, orada kal, onun üzerine nezaret et, artık ihtiyarladın, bu iradenin esir olmasına ve hey’eti umumeyeye muhalif ilcaatla bir kukla gibi sürüklenmesine müsaade etme. (II — 2)
2.              Senin mutadın olan ef’alin, harekâtın ne ise, düşüncen de öyle olur; zira ruh, bu ef’al ve harekâtla meşbu olur; öyle ise ruhunu bu şeylerle işba et, ve şöyle söyle: yaşanılabilen yerde iyi de yaşanıla­bilir ; sarayda yaşanabilir, bu halde sarayda iyi de yaşanılabilir. Ve bun­dan başka her mahlûk, mecbul olduğu gayeye teveccüh eder. Onun teveccüh ettiği gaye isterse onun nihayeti olsun, ve yahut nihayet orada bulunsun, her vücudun hayrı ve faydası da oradadır. Müdrik kimsenin hayrı cemeyettedir. Zira bizim cemeyette yaşamak için doğ­duğumuz keyfiyeti, çoktan isbat olunmuş bir hakikattir. Dun olan şey­lerin, alâ olanlar için ve âlâların da yekdiğeri için halk olundukları bedihi değil midir? Binaenaleyh canlı mahlûklar cansızlara ve tem­yiz sahibi olanlar da diğer canlı vücutlara faiktir. (V — 16)
3.           Bu üç şeyi daima hatırda bulundurmak lâzımdır: birincisi, her yaptığın şey için kendi kendine niyetsiz hareket edip etmediğini ve yahut onu doğruluğun icap ettiği surette yapıp yapmadığını sor­man lâzımdır. Sana hariçten gelen şeyler için kendi kendine bu, ba­na kaderden ve ya kudreti rabbaniyeden gelmiştir, demen ve ne ta­liden ne de kudreti rabbaniyeden şikâyet etmemen lâzım gelir. İkincisi: bizden her birimizin, rahimden itibaren bir ruha ma­lik oluncaya kadar, ve bir ruha malik olduktan onu iade edinciye kadar ne olduğumuzu ve vücudumuzun unsurlardan müteşekkil oldu­ğunu ve hangi maddelerle inhilâl edeceğini düşünmektir.
Üçüncüsü: eğer birdenbire sen havaya kaldırılmış olup ta oradan beşeriyete ve eşyanın tenevvu üne ihata naazrile bakmış olaydın, ha­vanın ve esirin nihayetsiz boşluğunu ve onda sâkin olan hesapsız mahlûkatı bir nazarla deraguş etmekle tamamıyla istihfaf etmiş [[43]] ve böylece yükseldikçe, aynı şeylerin yeknesaklığını görmüş olurdun. işte bize gurur veren şeyler bunlar imiş! (XII — 24)
Sen iştirâk ettiğin madde mecmuunun küçük bir cüz’ü oldu­ğunu ve müddet mecmuundan da sana pek edna ve kısa bir kısım verildiğini ve kaza ve kaderden sana düşen hissenin pek küçük ol­duğunu tahattür et. (V — 24)
2.          Hudutsuz olan zamandan her birimize ne kadar edna bir his­se verilmiştir! Hakikaten bu kısım az zamanda ebediyet içinde kay­bolacaktır. Bütün madedden de sana ne küçük bir kısım, ruhu külden ne az bir kısım verilmiştir [[44]]. Süründüğün bütün bu topraktan ne küçük bir parça verilmiştir. Bütün bunları naazrı dikdikate al da, tab’ımn sana emretiğini yapmaktan ve tabiatı umumîyenin işlediğini kabulden büyük bir şey olmadığını kendi kendine söyle. (XII —32)
3.          İrade kendi kendini nasıl kullanıyor, bunu bilmeli, çünkü her şey bundandır. Bundan ötesini ister bil ister bilme, bir cife ve duman­dan başka bir şey değildir. (XII — 33)
Sana kalan hayatı menfaati umumeye haricinde diğerlerinin ahva­lini tecessüs veya onlar hakkında zanlarda bulunmakla sarfetme. Çün­kü, hiç şüphe yok ki, senin yapacağın başka şey var, ve sen, başkasının ne yaptığı ne yapmadığı ve niçin yaptığı, ne söylediği, ne düşündüğü yahut neye teşebbüs ettiğile ve daha buna müşabih şeylerle meşgul ol­makla bu vazifede kusur ediyorsun. Bunlar kendi iradeni gözetmiyi sa­na ihmâl ettirecek şeylerdir. Binaenaleyh tasavvurların silsilesin­den intizamsızlığı, değersizliği, ve daha ziyade tecessüsü, fenalığı atma­lısın, ve ruhunda öyle tasavvurata malik olmaya alışmalısın ki, birden­bire sana: "ne düşünüyorsun?” denildiği vakit, derhal ve açıkça, şunu veya bunu düşünüyorum, diyebilmelisin ki, bu suretle o anda sende her şeyin vaıh, doğru, basit ve iyi olduğunu görebilsinler. Hazlarda, sırf şehvet engiz olan asılsız ve esassız şeylerde tevakkuf etmedi­ğini, kin, gibet, şüphe, ve saire gibi medenî bir adamda bulunma­ması lâzım gelen ve seni utandıracak her hangi bir hissin sende bulunmadığım görsünler.
Çünkü böyle olan ve çok intizara lüzum görmeden kendini âlâ dereceye isal için sayü gayreti ihmâl etmeyen bir adam, kendinde mevcut olan ilâhın rengile boyanmış bir reisi ruhanisi ve nazırı gi­bidir ki, ilâhlar onu huzuzatın bulaşıklığından ve her türlü keder­lerin isabetinden, cevrücefa ve tahkirlerin zararlarından, her türlü fena duygulardan muhafaza eder. Nefsin huzuzatına galip olup, doğruluğa derinden ittiba ve kendi kaderinin icabı olan hadiseleri hüsnü kabul eden ve başkasının söylediğini, yaptığını veya düşündü­ğünü menfaati umumeye için nadiren ve bir lüzumu âcil olduğu va­kit hatırlayan kimse mücadelelerin en asilini yapmış olur. Çünkü bu kimse fikirlerini yalnız kendi faaliyetine sevk ve külden kendi­sine vaki olan hadisatın teselsülünü teemmül eder. O, bu hadiselerin hayır olduğuna mutmaindir; zira her kesin kaderi, umumî ka­der içine dahil olup, sırasında onu zimethal eder.
Aynı zamanda her müdrik adam kendinin akrabası olduğu, ve insanlar için çalışmak, tabiatı beşeriyenin icabatından olduğu için her kesin fikrine değil ancak tabiata muvafık bir surette yaşayanların fikirlerine merbut olmak lâzım geldiğini tehattur eder. Tabiata muvafık olmayarak yaşayanlara gelince, o, bunların gece gündüz, evlerinde ve dışarıda ne olduklarını ve ne gibi refiklerle kendilerini bulaştırdıklarını unutmaz. Kendilerile bile sulhta olmayı bilmeyen bu kimselerin medihlerile de alâkadar olmaz. (III — 4)
2.            Eşyanın etrafında toprağın barsaklarını karıştırırcasına dönen ve zannu ihtimallerle diğerlerinin ruhunu araştıran ve kendi içinde olan hisisei zatiye ile temasta bulunmanın kendisine kâfi ol­duğunu bilmeyen ve onu ciddî bir ibadetle şereflendirmeyen adam ka­dar sefil ve zelil kimse yoktur. Bu ibadetten maksat, onu ihtiraslardan gururdan beri bulundurmak ve bize ilâhlardan ve insanlardan gelen her şeyi neş’e ile karşılamaktır. İlâhlardan gelen şeylere, bunları büyük hikmetle yapdıkları için hürmet, [[45]] insanlardan gelen herşeyi on­larla olan akrabalığımız cihetile dostça hatta bazan da iyi ve kötüyü fark ve temyizde âciz oldukları için, bir nevi şefkatle kabul etmeliyiz. Bizim için beyazı siyahtan fark etmeye mâni olan körlük gibi büyük bir körlük olur mu? (II — 13)
3.           Komşusunun dediğine, düşündüğüne, yaptığına bakmayıp, yalnız kendi yaptığı şeyin temiz olmasına dikkat eden kimse, ne kadar çok vakit kazanmış olur. Diğerlerinin meşrep­lerini, âdetlerini nazari itibara almayarak, hiç bir tarafa sapmadan dos­doğru yürümek ne iyi şeydir. (IV — 18)
Doğru yolu takip edebilir, fikir ve amellerini güzelce tanzim edebilirsen, daima mes’ut bir hayat geçirebilirsin. Bunun için hem Allahın ruhuna hem beşerin ve her şuurî olan vücudun ruhuna âm olmak üzere iki şey vardır; biri, hareketinde kendinden başka bir kimse tarafından tevkif edilmemek iktidarıdır; diğeri de, iyiliği  doğruluğun duygu ve tecrübesi ile mezcederek arzularını tahdit et­mektir. (V — 34)
2.                                       El ve ayak kendi vazifelerini ifa ettikçe bunlar için hiç bir vakit iztırap olamaz. İnsan için de insanlık vazifesini yaptıkça bir iztırap olmaz. Bu vazife tabiata muhalif olmadıkça, o kimse için hiç bir fenalık musavver değildir. (VI — 33)
3.                                        İlâhlara ve insanlara âm olan şuur dahilinde bir eser yapıldıkça korkulacak bir şey yoktur; binaenaleyh sen faali yetini cibilletin tarafından tayin olunan iyi yola sevkedip faydalı bir gayeye vasıl olabildiğin vakit hiç bir zarardan korkmamalısın. (VII-3)
Tesadüfi olarak, ve filini kemâle vardıracak san’at kaidelerinin haricinde bir şey yapma. (IV — 2)
2.                           Görmüyor musun? En sade san’atkârlar bile mütehassıs olmayan kimseleri bir derece dinleseler de, gene kendi sanatlarının ka­idelerine merbut kalırlar ve ondan ayrılmak istemezler. Mimarlar ve hekimler kendi san’atlarına hasolan kaidelere ihtiram ettikleri hal­de, insanların ilâhlarla müşterek olan kendi san’atlarına hürmetkâr olmamaları şayanı hayret değil midir? (VI — 35)
3.                          San’atlar tabiatı taklit ettikleri için bunların aşağı cinsi yok­tur. Binaenaleyh, bunların en mükemmeli, hepsini birden câmi olanıdır. Bütün san’atlarda dun şeyler ulvî şeylere nazaran yapıldığı gibi, tabiat ta böyle hareket eder; işte bütün diğer faziletlerin esas ve asılları olan adalet te bunun içindedir; eğer ehemmeyetsiz şeylere kendimizi kaptırırsak, yahut kendimizi hayalâta ve bir şeyin tahki­kinden evvel leh ve aleyhinde hasıl olan fikir ve zehaba ve televvüne bırakırsak, hakikati görmüş olmayız. (XI — 10)
4.           Daima bir tek ve ayni‘gayesi olmayan kimse bütün hayatın­da tek ve ve ayni insan olarak kalamaz, eğer bu gayenin ne olmak lâzım geldiğini sen kendin bu sözlere ilâve etmezsen, söylenilmiş olan şey sana kifayet etmez. Esasen bütün insanlar avamın iyilik tabir ettikleri bu şeylerin yalnız cemeyete faydalı olan bir kaçı hakkında aynı fikirde olup diğerleri hakkında aynı fikirde değildir. Takip olunan ga­ye de cemeyetin ve beldenin menfaatine salih olmalıdır. Zira o vakit bütün arzularını bu gayeye doğru sevkeden bütün ef’alini de öy­le yapmış olacak ve bu hal daima böyle devam edip gidecektir. (XI —21) '
X
Hayatı her işte tanzim etmeli ve eğer her bir fiil ondan bek­lenen gayeyi mümkün mertebe hasıl ediyorsa, memnun olmalıdır; binaenaleyh o filin semere vermesi için çalışmaktan seni kimse menedemez. Eğer bana haricî bir şey mâni olacak dersen, hiç bir şey yok­tur ki adalete itidale, hazm ü ihtiyata karşı koyabilsin. Benim faali­yetim başka noktalar üzerinde tevkif olunabilir dersen, o vakit maniin kendisile uyuş ve açık kalple mümkün olan şeye ve fili hazıra dön. O vakit benim bahsettiğim hayat kaidesile uygun yeni bir fiil ıstibdal etmiş olursun. (VIII — 32)
2.            Eğer bir kimse sana: (Antonin) in ismi nasıl yazılır, diye sorsaydı, bütün harfleri müteheyyiç olarak mı telâffuz edecektin? Ne demek, eğer bir kimse hiddetlense sen de hiddetlenmek mi isteyeceksin? Sen her harfi müsterihane sıralamakta devam etmeyecek midin? Öyle ise, bu dünyada her vazifenin, bazı mecburiyetlerin neticesi ol­duğunu düşün. Bu mecburiyetle bulanmıyarak, can sıkıcı şeylere neş’esiz cevap vermeyip, gayeye sevkeden yolu takip suretile riayet etmek lâzımdır. (VI—)
3.            Bu hal içinde yapacak ve söyleyecek bundan daha salim ne olabilir? Zira ne olursa olsun, onu söylemek ve icra etmek sana ait­tir. Bahane olarak bundan menedildiğini ileri sürme. (Sana her va­ki olan şeyde, veya tesadüf ettiğin ahvalde şehvetperestler için şefıvetengiz ve gayretsiz bir hayat ne ise, cibilleti beşere muvafık olan amellerin ifası da senin için böyle olduğunu hissettiğin gün inlemekten kendini alamayacaksın.) Kendi tabiatını takip ederek inkişaf etmek imkânım veren her faaliyeti bir mazhariyet gibi telâkki etmelidir.
Üstüvaneye kendi hareketile taharrük etmek hassası verilme­miştir, su, ateş ve sade bir tabiat tarafından idare olunan ve yahut şuursuz bir ruha malik olan diğer cisimler de böyledir; çünkü bun­lar için bir çok mâni ve hailler vardır. Sâkin akıl ve zekâ kendi mecbuliyetleri iktizası olarak, istedikleri yolu, müşkülât içinde de katederler.
Yükselen ateş, düşen taş, ve bir meyilde yuvarlanan üstüvane* gibi, şuurun da her yere kolaylıkla gidebileceğini gözlerinin önüne ge­tir. Diğer mevâni ise cisim için bir kadavradır; fikir müdahalesini ke­sip akıl kendisini gevşetmedikçe bunlar ruhu mecruh etmediği gibi bir fenalık ta yapamazlar. Eğer fikir müdahale etmez, akıl da kendini gevşetirse bizzat bunun sahibi fena olacaktır [[46]]. Sair taazüvlerde va­ki olan her meş’um hadise, bunların kıymetlerini düşürür. Bilâkis insan burada -tesadüf ettiği müşkülâtı hüsnü istimâl ettiği takdirde, tabir caizse, daha âlâ olur. Hülâsa hatırla ki, umumî beldeye zarar vermeyen hiç bir şey tabiatına, vatandaşına zarar vermez, ve kanuna zarar vermeyen hiç bir şey de beldeye zarar vermez, öyle ise bizim felâketimiz de, mademki bunlara böyle isim vermişler böy di­yelim, kanuna zarar vermez [[47]],
Demek oluyor ki, kanuna zararı dokunmayan, ne beldeye ne de vatandaşa zarar vermez. (X — 33)
Eğer sen sağlam bir akılla, gayret, cesaret ve neş’eyle, ve hiç bir tali şey tarafından geri döndürülmeksizin, kendi hasisei şahsiyeni hemen o anda iade edecekmişsin gibi muhafaza ederek hiç bir şey­den korkmıyarak ve bir şey için arzu ve heves duymıyarak, yalnız bu­na bağlanırsan halihazırdaki vazifeni ikmâl ettiğinden memnun oJacaksın, sözlerine ve sedana kahramanca bir hakikat koyacak, mes’­ut olacaksın. Bunu yapmaktan seni menedebilecek hiç bir şey yok­tur. (III —12)
2.           Kendi tabiatının kanununa göre yaşamaktan seni kimse menedemeyeceği gibi, tabiatı müşterekenin kanununa mugayir olarak ta sana hiç bir şey vaki olmayacaktır. (VI — 58)
3.           Her yerde ve her vakit hadisatı hazırayı mütevekkilâne bir surette kabul etmek, insanlarla adalete muvafık rabıtaları haiz ol­mak, ve hiç bir fena fikrin zuhur etmemesi için icraatını dikkatli bir imtihana tâbi tutmak senin elindedir [[48]]. (VII — 54)
Daima kendi kendine: "Şimdi ruhumdan her kötü ahlâkı, her emeli, hasılı beni bulandıran her şeyi silmek benim elimdedir” di­yerek kendinden hayalât fikirlerini sil, ve her şeyi olduğu gibi görüp kıymetine göre hükmet. Tabiatın sana verdiği bu iktidarı hatırla. (VIII — 29)
2.           Hangi mevkide olursan ol, mes’ut bir adam olabilirsin. Mes’ut kimse ise kendi kendine iyi bir nasip veren kimsedir. İyi bir nasip te, ruhun hayırhahane niyetleri, güzel emelleri, güzel amelle­ridir. (V—36)
3.           İnsan, Allah, kozmos, her şey semere verir, ve her şey bu semereyi zamanında hasıl eder [[49]].
Bu yemiş ismini tabiî yalnız üzüm ve buna mümasil şeylere vermek mutat ise de zararı yok, şuurun da her şey için müşterek ve her şeye has semeresi vardır. Ayni tabiattan olmak üzere ondan da di­ğerleri zuhur eder. (IX — 10)
4.          Eğer eşyayı dikkatle nazardan geçirirsen her vaki olanın doğ­ru olduğunu anlıyacaksın; sana yalnız her şeyin kurulmuş düzen üze­re olduğunu söylemiyorum, tazminat nasıl liyakata göre veriliyorsa, her şeyin de böyle adalet üzere olduğunu söylüyorum. Öyle bir şeye baş­ladığın vakit iyi dikkat et, her ne yapıyorsan iyi olmak arzusile hare­ket et ve kelimenin bütün manasile iyi olmaya çalış. Bunu her işin­de böyle yap. (IV — 10)
I
Sabahleyin erken uykudan uyanmak sana zahmetli geliyorsa ken­di kendine de ki: "sen insanlık vazifesini yapmak için uyanıyorsun.” Öyle ise kendisi için yaratılmış olduğum vazifeye karşı neş’esiz mi gitmeliyim? Yahut, ben yorganlarım altında ısınmak için mi halkolundum ? Fakat bu bana daha iyi geliyor dersen, sen zevk için mi, yoksa mutavaat veya çalışmak için mi doğdun? Gör­müyor musun? Nebatat, serçeler, karıncalar, örümcekler, arılar hep­si kendilerine hasolan işi görüyorlar, ve iktidarlarına göre kozmosun
intizamı için müsabaka ediyorlar. Sonra sen, kendi İnsanî vazifeni yapmak istemiyorsun. Sen tabiatına muvafık olana koşmuyorsun. "Fakat istirahat lâzım.” dersen, bunu ben de kabul ediyorum, lâkin tabiat yemek, içmek hususunda olduğu gibi bu ihtiyaçlara da hudut­lar tayin etmiştir. Halbuki sen bu hudutları tecavüz ediyor, ve lü­zumundan fazlaya gidiyorsun. Ama işe gelince, böyle değil, yapa­bileceğin şeyden geri kalıyorsun. Bu, kendi kendini sevmemek de­mektir. Eğer böyle olmayaydı, sen tabiatı ve onun arzusunu sevmiş olurdun. Kendi san’atlarını sevenler, saiyleri içinde hamama gitmek ve hatta gıda almaktan bile mahrum olacak kadar bunalıp kalıyorlar; sen ise kendi tabiatını, oymacının nakşı, rakkasın raksı, tamakârın pa­rayı, hariscahın cah ve şöhreti sevdiğinden daha az seviyorsun. Bunlar hissiyatlarına kapıldıkları vakit kendilerini tahriş eden eserin icra­sına vakfı nefsetmek için ne yemek, ne uyku düşünmiyorlar. Ya senin için cemaata faydalı olan işler bunlardan daha aşağı ve da­ha az saye mi lâyıktır? (V— 1)
2.          Senin için yalnız bir zevk, bir istirahat vardır ki o da Al­lahı hatırlayarak cemaatin faydalı bir işinden gene cemaatin diğer bir faydalı işine geçmekten ibarettir. (VI — 7)
insan hiç bir iş yapmadığı vakit nasıl haksız olursa, yal­nız bir kaç iş yapmakla kaldığı vakit te ekseriya böyledir. (IX — 5)
Yataktan kalkmak istemediğin vakit, cem’iyete faydalı ef’alde bu­lunman kendi hilkatin ve tabiati beşeriyen iktizasından olduğunu ve uykunun seninle gayri müdrik vücutlar beyninde müşterek bir şey olduğunu unutma. Binaenaleyh her vücudun tabiatına göre olan bir şey o vücut için de en âlâ, en hoş ve yapılması en kolay şeydir. (VIII—12)
2.          Kimse kendine faydalı olan şeyden yorulmaz; bu halde fay­dalı olan şey tabiata muvafık olan şey demektir, öyle ise başkalarına faydalı olmakla kendine faydalı olmaktan yorulma. (VII — 74)
3.          Arı sürüsüne faydalı olmayan, arı için de faydalı olamaz. (VI — 34)
4.   Yakinine faydalı olacak bir şey yaptın mı; kendi kendine hizmet etmiş oldun demektir. İşte bu daima ve her yerde senin zih­ninde olsun ve bundan asla ayrılma. (XI — 4)
Her vakit vazifei haziranı, bir Romalı, bir erkek gibi muhabbet ve doğrulukla, vicdanî, sade bir surette, pervasızca yapmıya ve kendi­ni bütün gösterişlerden kurtarmıya alış.
Kendi ef’alinin her birini, sanki ömrünün sonu imiş gibi, yapar ve seni aklın hükmünden çevirecek ihtirastan ve her türlü hafiflikten, ri­yakârlıktan, hodbinlikten, ve kadere itiraz etmekten içtinap edersen bunlardan kurtulursun. Mesut ve dindar yaşaman için sende “bulun­ması lâzım gelen şeylerin ne kadar az olduklarım görüyorsun ya [[50]]. Zira ilâhlar, bunlara dikkat edenlerden, fazla bir şey talebinde bulunmazlar. (II — 5)
2.               Ne bir bedbaht gibi, ne de kendinden şikâyet ettirmek ve ya­hut kendini methettirmek istermiş gibi çalışma. Yalnız medenî ak­lın istediği gibi irade ile hareket et [[51]]. (IX— 12)
3.               Evvelâ ne tesadüfî olarak ve ne de gayesiz; saniyen, umumun menfaatinden başka bir maksada malik olma. (XII — 20)
4.              İdrâki olmayan hayvanlara nezaket ve muafiyetle ve alelumum her şeye idrake malik olan bir kimsenin idrâki olmayan şey­ler hakkında nasıl hareket etmesi lâzım gelirse, öyle muamele et. Cüz’î akla malik olan insanlara, onlar da cemeyeti beşeriyeden imiş gibi muamele et. Her hususta ilâhlardan istimdat et. Ve bu suretle hareket etmek için zamanın imtidadmdan endişe etme zira bu tarz­da geçmiş üç saat kâfidir. (VI — 23)
Fena kalple hareket etme, gayri munis bir adam gibi azamet ve gafletle hareket etme. Hiç bir sahte tavur ve hareket zihnini çelmesin, ne gözlerinde, ne işlerinde itnaba varma, tâki sende olan Allah, yaş­ta kemale gelmiş böyle bir erin, bir vatandaşın, bir Romalının, ken­dini ıslah etmiş bir reisin, hareket emrini bekleyen bir asker gibi mu­ti ve kimsenin şahadet ve yeminine ihtiyaç göstermeyen böyle bir kim­senin hamisi olsun.
İşte bu suretle yabancı bir yardıma ve başkalarının temin ede­ceği rahat ve huzura muhtaç olmadan, kendi kendine kâfi olan derunî inşirahı iktisap edeceksin. Bunun için, doğru olmak, başkası ta­rafından doğrultulmıya muhtaç olmamak lâzımdır. (III — 5)
2.          Sen nasıl uzviyetini ikmâl ediyorsan, bütün hareketlerin de öylece İçtimaî hayatın bir tamamlayıcısı olsun. Zira eğer amalinden biri yakından olsun, uzaktan olsun, umumî hayata uygun olmazsa bu fiil cemaat içinde ya bir tefrika yahut bir fesat olmuş olur. Bu kimse bütün kuvvetile kanunî birleşmeden ayrılan bir kimse gibi it­tihadı boğmuş olur. (IX — 23)
3.          Taifeler pilotlarına, hastalar hekimlerine karşı hiddet te gös­termiş olsalar, gene pilotun gemidekileri, hekimin hastalarını kur­tarmak için çalışmaktan başka bir maksadı olmayacağı tabiî değil­imdir? (VI —55)
V
Bir şey sana müşkül görünmekle bunun beşer için gayri müm­kün olduğunu zannetme, beşer için mümkün ve muvafık olan bir şeyin senin için yapılması kabil olduğunu da kendine söyle.. (V—19)
2.          Seni meyus eden şeylere bile alış; alışık olmadığı her hangi bir şey için beceriksiz olan sol el, sağ elden daha kuvvetli olarak gem­leri tutar; çünkü ona alışıktır. (XII — 6)
3.          Benim düşüncem bu hususta kâfi midir, değil midir, eğer kâ­fi ise ben sâyimi tabiatı kül tarafından verilmiş bir alet gibi kulla­nırım, eğer düşüncem kâfi değilse o işi ikmâl için benden daha ka­biliyetli bir kimsenin karşısında ne at ederim. Elverir ki, benden baş­ka birinin onu yapması muvafık olsun. O vakit hali hazırda ce­maata uygun ve faydalı olan şeyi icra etmek için kendime irademin idaresi altında çalışabilecek bir muavin tayin ederek istediğim gibi hareket ederim. Zira yalnızca ve ya başka birile beraber yaptığım şey, umumun fayda ve ahengini korumalıdır. (VII — 5)
4.           Başkasının yardımından asla utanma, çünkü senin gayen hü­cuma hazır bir asker gibi sana düşen vaizfeyi yapmaktır. Ayağın mec­ruh olunca bu vazifeyi bir başkasının yardimile yapabilmen lâzım geldiği vakit ne yapacaksın? (VII — 7)
Şehadetlerini almak istediğin kimselerin kendilerini ve ruhla­rını daima imtihan et: zira onların fikir ve inhimaklerinin esasına varırken cehille bir iş işlemiş olduklarım görürsen levemtmez, yal­nız hizmetlerinden vazgeçersin. (VII — 62)
2.               Söylenen şeye bütün dikkatini, vermek ve fikren hadise ve sebeplere nüfuz etmek lâzımdır. (VII — 30)
3.                Telauges’un fıtrî istidadının, Sokrat’ın istidadından daha de­ğerli olmadığı nasıl bilinir? Zira Sokrat’ın daha şanlı ölmüş olma­sı, daha parlak surette Sofistlerle münakaşa etmesi, geceleri soğua daha cesaretle tahammül göstermesi ve Salaminien’in tevkifi için al­dığı emirde ruh büyüklüğü göstermesi, hasılı sokaklarda başı yukar­da yürümesi kifayet etmez, nazarı itibare alınacak şey diğerlerinin fenalıklarından incinmemek, kimsenin cehaletine esir olmamak ve küllün tahmil ettiği şeyleri kendine yabancı ve tahammül olunmaz bir yük gibi kabul etmemek ve nihayet nefsi emmarenin sarsıntıla­rına meyil ve muhabbet etmemek [[52]}, insanlara karşı doğru ve ilâhlara karşı dindar olmakla iktifa etmiyi bilmek hususunda Sokrat’m nasıl bir ruha malik olduğudur. (VII — 66)
Başkalarının sözlerini dikkatle dinlemek ve mümkün olduğu ka­dar söyleyenin ruhuna nüfuz etmek itiyadım edin. (VI — 33)
2.           Hitabelerde sözlere ve fiillerde azme ehemmeyet vermen lâ­zımdır. Ef’alde işin ne gayeye müteveccih olduğunu derhal görmeli, hitabelerde de kelimelerin manasına dikkat etmelidir. (VII — 4)
3.           Hırsızlık etmek, tohum ekmek, satın almak, boş kalmak, ya­pılması lâzım geleni görmek, kelimelerindeki mâna bu gözlerle de­ğil, bam başka bir nazarla bilinir. (III — 15)
4.          Ne işler içinde sürüklenmeli, ne cemeyetler' içinde bunalmalı, ne hayalât içinde kaybolmak, ne büsbütün ruh içinde temerküz et­meli, ne hariçte dağılmalı, ne de hayatta bir çok şeylerle meşgul ol­malıdır. (VIII —51)
Senatoda ve rasgele bir kimse ile konuşurken sade ve açık bir surette, salim bir lisanla söz söylemelidir (VIII — 30)
2.          Her kesin iradesine nüfuz etmeli, fakat başkalarının da se­nin iradene girmesine müsaade etmeli. (VIII — 6)
3.          Sana karşı açıkça hareket etmeye karar verdim; diyen adam ne kadar çirkin ve aldatıcıdır. Ey adam, ne yapıyorsun? İnsanın sö­züne bu tarzda başlamasına lüzum yok; iş, kendi kendini gösterir. İki sevgiliden aşık bir nazarla maşukasının kalbinin derinliklerine nüfuz ettiği gibi söylenecek söz de hemen alına yazılmalı ve doğru­dan doğruya gözler içinde görünmelidir. Hülâsa saf ve iyi bir adam hususî bir koku neşreden bir insan gibi olmalıdır ki, ona yaklaşan kiminle işi olduğunu hissetmelidir. Saffet gösterişi, gizli bir hançer gibidir. Bir kurdun dostluğu kadar utandırıcı bir şey yoktur; her şe­yin fevkinde böyle bir kimseden sakın. İyi ve saf olan kimse yüzünden tanınır ve kimse bunda aldanmaz [[53]]. (X—15)
Kendini büsbütün hayalâta kaptırma, fakat gücün yettiği kadar başkalarının liyakatine göre yardımına koş, eğer onlar ehemmeyet­siz şeyler için bir zarar da vermiş olsalar, senin bunu hakikî bir za­rar telâkki etmememen lâzımdır. Çünkü bu, fena bir huydur.
Sen de yolda giderken talebesinin fırıldağım—bunun bir fırıldak­tan başka bir şey olmadığını bildiği halde— metheden ihtiyar pe­dagog gibi hareket et.
Ey adam! şimdi kendini kürsünün üzerinde şan ve şöhretle söz söyleyor görsen bile, hakikatte ne olduğunu unuttun mu ? "Hayır, fakat ahali bunu tehalükle arıyor ve istiyor” dersen bu senin de deli olman için bir sebep teşkil eder mi? (V — 33 b)
2.           Bu biçare adamlar ne kadar safdildirler ki, amelî işleri fel­sefe ile tâkip edebileceklerini tahayyül ediyorlar. Ey biçare tecrübesiz, insan, nihayet ne istiyorsun? Şimdi tabiatın senden istediğini yap, eğer müktedirsen, onun bilgisine zihnini saplamadan ileri git. Ef­lâtunun (cümhuriyet) ini tesis etmiyi ümit etme; fakat en küçük bir terakkiden memnun ol, ve bunu az bir şey telâkki etme. Eğer prensip­leri değiştirmezlerse, inleyen esirlerden ve mürailerden başka neye sa­hip olacaklar? Devam et, ve bana şimdi Alexandre’dan, Philippe’ten Demetrius’ten, ve Pbalere’ den bahset.[54]
Eğer onlar tabiati müşterekenin arzularını tanımışlar, onun mek­tebine girmişlerse, o vakit ben onları takip ederim. Yok, eğer tra­jedi kahramanlığından başka bir şey yapmadılarsa, onları taklide beni hiç kimse mecbur edemez. Felsefe sade ve mütevazı olmaktır,be­ni kibre tahrik etme. (IX — 29 b)
3.          Ne trajediyenlik, ne de zanilik yapmamalı. (V — 28 b)
X
Dikkat et müstebit olma, fikrini gaddarlıkla doldurma. Saf, İyi, namuslu, doğru, ciddî, dindar, hayırhah, rahim, vazifenin ikmalinde metin ve sabit ol. İlâhları tâzim et, insanların yar­dımına koş. Hayat kısadır, toprağa mensup vücudun yegâne meyvası, musaffa bir ruha malikiyet ve cemeyete hizmettir. Akıl daire­sinde hareket etmek arzuyu sabiti, mizacın her hususta değişmeyen ayniyeti, saffet, sükûnet, mülâyimet, mağrur olandan nefret, doğ­ruluğu aramak hususunda germeyet, bunların hepsi (Antonin) in evsafındandı. O, çalışmayı ne kadar severdi, ve ne kadar sebatlı idi.
Kendi mutat saatlerinin haricinde teselli edilmeye ihtiyaç gösterme­den kanaati sayesinde vazifesinde akşama kadar kalırdı. İşte bu su­retle o tam bir takayyütle tedkik etmediği ve iyice anlamadığı hiç bir şey bırakmazdı. Evinde yatağı, elbisesi, sofrası ve hizmeti için azla ka­naat ederdi. Haksız hareketlere cevap vermeden tahammül ederdi. Bütın hükümlerinde tehalüklerden sakınırdı, casusluğu menederdi, Kendi karakterine ve amellerine ehemmeyetle dikkat ederdi, bu­nunla beraber onda ne hakaretamiz kelimeler, ne cebanet, ne itimat­sızlık, ne de cahilâne malûmat furuşluk yoktu. Ya dosluğunun sağlamlığına, sebat ve devamına, kendi düşünüş tarzına yapılan açık muhalefetlere kolayca tahammül göstermesine, bir kimse kendisine hisse alacak iyi bir fırsat gösterdiği zamanki sevincine, merhameti­ne deyecek yoktu. Onun gibi ol ki, neticede son saatlerin seni de, onun gibi selâmeti vicdan içinde bulsun (VI — 30)
2.           Taki aklı selim yolunda sana hail olanlar salim bir surette hareket etmene mani olmasın ve kendilerine karşı hayırhahlık yap­maktan seni menedemesin, fakat bu iki şeyi kendinde ihtimamla mu­hafaza et. Kararında ve işlerinde sarsılmaz bir metanet, bir de sa­na hail olmak isteyenlere ve yahut sana başka zahmetler verenlere karşı sarsılmaz bir lütüf ve mülâyemet göster. Zira bunu yapanlardan incinmek şüphesiz bir zaiflık olmakla beraber, aynı zamanda düşman korkusile işten vaz geçmek yahut tabiatın sana kardeş ve dost olarak verdiği kimselerle ihtilâfta bulunmak suretile yaşamak demek ola­cağından aynen eskeri hizmetten kaçmak demektir. (XI — 9)
3.           Güneş aydınlıkta erir gibi görünüyor ve hakikaten de her tara­fa yayılıyor, fakat tükenmiyor. Binaenaleyh bir şuaın ne olduğunu ka­ranlık bir yerin küçük bir deliğinden giren güneşin ziyasına baktığın vakit görürsün. Bu müstakim bir çizgi halinde uzanır, ve sanki tesadüf ettiği sulp cisim üzerine ittikâ eder; diğer tarafta olan havayi tevkif eder; işte burada akmadan ve düşmeden kalır.
Ruhunun izharı ve açılması da böyle olmak lâzım gelir; o dağılmamalı, fakat tesadüf ettiği haillerde şiddetsiz, hiddetsiz uzan­malı; dayanmalı düşmemeli, doğru kalmalı ve ziyalarını ahzedeni tenvir etmeli. Buna nüfuz etmeyen, kabiliyetsiz kalpler ise ziyadan kendi kendini menetmiş olur. (VIII — 57)

Vazifenden çıktığın vakit yaşamayı nasıl düşünüyorsan burada da öyle yaşayabilirsin [[55]] eğer onlar müsaade etmeyip, seni öldü­rürler ve sustururlarsa bunda fenalık görmeyen bir kimse gibi hayattan çık. Ev tütüyor ben gidiyorum bu sana büyük bir iş gibi mi görünüyor? Fakat böyle bir şey beni kovmadıkça, ben hürüm ve kimse benim istediğimi yapmama mâni olamaz; öyle ise İçtimaî ve akıllı bir kimsenin tabiatına muvafık olan şeyi isterim (V — 29)
2.                          Ben tabiat yolunda yoruluncıya kadar, son nefesimi verip istirahat edinciye kadar, babamın bana hayat veren tohumu istihsâl ettiği, anamın bana beni teşkil eden kam ve beni tagdiye eden sü­tü verdiği, beni bu kadar sene beslemiş ve iskân etmiş ve çok defa lar sui istimâl ettiğim ayaklarımı taşımış olan bu toprağa düşünciye kadar her gün teneffüs ettiğim bu hava içinde yürürüm. (V — 4)
3.                          Benim yapacak bir vazifem var mı? Ben onu insanın saade­tine sevkederek işlerim; başıma bir şey mi geldi? Onu ilâhlara ve her şeyin sıkı bir ittihat içinde aktığı menbaa isnat ederek kabul ederim. (VIII — 23)
4.                          Ben mükellef olduğum vazifeyi yapıyorum; beni başkaları bundan çeviremez, çünkü onlar cansız, akılsız ve yahut yollarım şa­şırmış vücutlardır. (VI — 22)
Onları iknaa çalış; fakat doğruluk mefhumu seni sevkettiği yere onların hilâfında da olsa icap ettiği gibi hareket et. Eğer sana cebirle, şiddetle mukavemet olunursa, sen sükûnet ve tevekkülde kendine bir melce ara, ve başka bir fazilete erişmek için bu arızadan istifade et. Ruhunun ihtiyatla sayü gayrette bulunmuş ol­duğunu ve senin muhal olanı istemediğini hatırla. Sen ne istiyor­dun? Sâyini lâalettayin bir cihete sevketmek değil mi? O halde her ne kadar senin teveccüh ettiğin netice tahakkuk etmemiş olsa bile [[56]], sen maksadına vardın, demektir. (VI — 50)
2.             "Öldürseler, parçalasalar, lânet etseler” Bu, senin fikrinin, saf, mâkul ve doğru olmasına mani olur mu? Bu, sanki, suyu ber­rak ve tatlı olan bir çeşmenin yanında durup ona taş atan, küfürbazlık eden bir kimsenin haline benzer. Bu çeşme bunun bu hare­keti le akmasını kesmez ve suyunu kurutmaz ve eğer onun içine ça­mur ve süprüntü de atılsa çarçabuk onları eritecek ve onlardan te­mizlenerek zerre kadar kir tutmayacaktır. Ya sen kendini her an hür, hayırhah, sâde ve mütevazı tuttuğun halde müteaffin bir kuyu olupta tükenmez bir çeşme olmaman kabil mi? (VIII —51 b)
3.           Bundan sonra beni zem ve gıybet etsinler, bütün istediklerini yapsınlar, hüsnü hareket ve doğruluk benimle olduktan sonra, bun­lar benim hakkımda onlara karşı muharip olacaklardır. (VII — 42)
I
Uykudan uyanır uyanmaz derhal kendi kendine, yapacağın doğ­ru ve güzel işleri bir kimsenin takbih veya sitayişlerinin senin için ehemmeyeti olur mu? demelisin, göreceksin ki, bunun ehemmeyeti yok­tur. Kendi zem ve tahkirlerinde ve sitayişlerinde bu kadar nahvet gös­teren bu kimselerin, yataklarında, sofralarında nasıl bulunduklarım ve onlardan kaçan ve onları tâkip edenlerden ellerile, ayaklarile de­ğil fakat onların hayâ, doğruluk, kanun, îman gibi en kıymetli şeyle­rinden nasıl çalıp gasbettiklerini unuttun mu? (X—13)
2.          Onların iradelerine nüfuz ettiğin vakit ne gibi hâkimlerden korkmuş olduğunu bunların da kendileri hakkında ne biçim hâkiftıler olduğunu göreceksin. (IX—18)
3.          Kendini saatte üç def’a levmeden bir kimse tarafından met­hedilmem ister misin? Kendinden memnun olmayan bir kimsenin hoşuna gitmek ister misin? öyle ya, hemen her yaptığından neda­met eden bir kimse nasıl kendinden memnun olabilir? (VIII — 53)
4.          Ekseriya kendi kendime taaccüple sorarım: bir insan kendi hakkındaki fikrine başkalarının kendi üzerine olan fikrinden daha az kıymet verdiği halde, nasıl olur da kendisini başkalarından da­ha fazla sevebilir? Eğer bir hâmi, ilâh, yahut akıllı bir mürebbi bir kimseye yüksek sesle söyleyemeyeceği bir şeyi asla düşünmemesini emredecek olsa, o buna bir gün bile tahammül edemez. Hatta ken­di hakkımızda olan kendi fikirlerimize, başkalarının bizim hakkı­mızda olan fikirlerinden daha ziyade riayet ettiğimiz doğru olduğu halde bile      (XII — 4)
Hali hazırı kendin için faydalı bir hale koymıya bak, müstakbel şöhreti takip etmiyi tercih edenler düşünmiyorlar ki istikbalde olacak şeyler şimdiki halde olanlara benzer, ve bunlar da fanî olacaktır. O halde, bunların bugün işittiğin sayhalara mümasil sayhalar etmelerin­den ve yahut senin hakkında böyle zanlarda bulunmalarından sana ne ? (VIII _ 44)
2.          Kim ki evlât ve ahfat yetiştirmekle meşhur olmak fikrinde bulunursa, kendini hatırlayacak olanların da her birini aynı suretle ankarip öleceğini hatırlasın). Hasılı onu, tâkip eden de bütün hatı­ralar silininciye kadar müteakiben parlak ve sönük hayatlar geçir­dikten sonra sırası gelince nabut olacaktır. Farzet ki, seni tahattür eden ler lâyemut olsunlar, ve senin hatıran da ebedî olsun, bundan sa­na ne fayda hasıl olacak? Ben bunu yalnız ölüler hakkında söymiyorum; hayatta olanlar için de söyleyorum. Şöhret ne ye yarar? Eğer bundan bazı pratik faydalar hasıl olabilirse ona deyecek yok.
Şöhret için akıldan başka şeylere bağlanıyorsun ve bu suretle tabia­tın bahşettiği ihsanı ihmâl ediyorsun. [[57]]. (IV—19)
3.          Her ne suretle olursa olsun güzel olan, kendiliğinden gü­zeldir o, kendi akibetini kendi taşır; kendisinde sitayişten husule gelmiş hiç bir şey yoktur. Demek oluyor ki, methü sitayiş olunan kimse, ne daha âlâ olur, ve ne daha fena olur. Hatta ben bun­ları maddî eşya ve san’at eserleri gibi alelumum güzel tesmeye olu­nan şeyler hakkında da söyleyorum. Öyle ise hakikaten kendisi gü­zel olan bir şeyin, hiç bir şeye hatta kanuna da, hakikate de, iyiliğe de, terbiyeye de, ihtiyacı olmaz. Bunlardan sitayişle güzel olan, ve yahut zem ve takbih ile çirkin olan hangisidir? Zümrüt metholunmadığı için güzelliğinden kaybeder mi ? Altın, fil dişi, erguvan, rükap, kılıç, çiçek bir ağaç ta böyle değil mi ? (IV — 20)
4.          İnsanların ne garip hali vardır! Kendi aralarında yaşayan muasırlarım methetmezler de, kurunu atiyede hiç görülmemiş ve asla görülmeyecek olan kimselerin medihlerine büyük bir kıymet verirler. Bu hemen sanki senden evvel yaşamış olanların seni, methetmedikle­rinden müteessir olmana benziyor. (VI—18)
Kendini ölmüş ve son nefesini vermiş gibi farzet. Sana kalan günleri, hakkında lûtf bilerek tabiata muvafık olarak yaşaman lâzım gelir. [[58]]. (VII—56)
2.              Bunun için şu anda prensiplerinin doğruluğuna nüfuz etmiş ve yalnız cem’iyete faydalı ef’alile meşgul olmuş ve sebebi hariciden sana gelebilecek her hangi bir şeyi riza ile kabule müsait olmuşsan, senin için bu kâfidir, memnun ol. (IX — 6)
3.   Üç şeyle münasebetim vardır ki biri beni ihata eden muhit; digeri bütütn mahlûka vaki olan şeylerin zuhur ettiği İlâhi sebep, üçüncüsü de: benimle yaşayanlarla olan münasebettir. (VIII — 27)
Mülâhaza et ki, tabiat senden, yalnız sade bir tabiat ile idare olunuyormuşsun gibi olmam ister; öyle ise böyle hareket et bunu kabul et. Elverir ki, tabiati hayvaniyen ondan muztarip olmasın. Sonra da ta­biatı hayvaniyenin talep ettiği şeyi mülâhaza et ve icraatım reddet­me. Elverir ki, sen şuurî bir vücut oldukça tabiatın tahavvüle maruz kalmasın. Binaenaleyh ben müdrik bir vücudum diyen kimse ayni za­manda ünsiyet ve muaşerete de kabiliyetli olduğunu söylemiş oluyor. Şaşmadan bu hareketleri tatbik et ve başka hiç bir şey aramak zah­metine katlanma. (X — 2)
2.          Adalete mugayir bir fazileti, şuur sahibi bir kimsenin cibilletinde görmüyorum; fakat zevka karşı itidal görüyorum ki, bu da: riyazat ve imsâktır. (VIII — 99)
3.           Bedenin de vaziyeti sabit olmalı ve ne harekâtında, ne de evzaında intizamsız hiç bir şey olmamalıdır. Güzel bir ruhun sima­ya neşrettiği ağırlık ve edep ifadesinin bütün vücuda aksetemsi lâ­zım gelir. Fakat, her türlü gösterişten ihtiraz olunmalıdır. (VII—60)
4.           Nagihânî ve beklenilmeyen hadisat ve tehlikelere karşı se­bat ile mukavemete daima hazır bulunulması lâzım geldiği cihetle ha­yat san’atinin raks san’atından daha ziyade cüdal san’atile münasebeti vardır. (VII — 61)
V
Ruhunun esası kısmı ki, idare edici ve hâkim kısmıdır, nefsin yumuşak ve ya sert harekâtı karşısında metin ve kavî olsun. Kendini nefsi emmareye karıştıracağına, kendi salâhiyeti dairesinde tayini hu­dut etsin, ve nefsin sarsıntıarmı, nefytesin. Eğer kendine ait olmayan bir sebepten dolayı ruhun cisimle ittihadından tevellüt edea bir imtizaç hasebile bu sarsılmalar fikre kadar gelirse o vakit tabiî bir nizamla husule gelmiş olan bu hislerle mücadele lâzımgelmeîv
Yalnız, iraden bunu bir iyilik veya fenalık olarak telâkki etmekten içtinap etmelidir. [[59]]. (V — 26)
2.           ihsas için olan bir mania, tabiatı hayvaniyeye bir zayandır. Şevki tabiiye ve arzuya karşı olan bir mania da, gene tabiatı hayva­niyeye fenalıktır. Zümrei nebatide tenebbüt için olan mania nebata zarar olduğu gibi zekâ için olan bir mani de, tabiatı akliye için bir ziyandır. Bütün bu mülahazaları kendine tatbik et. Sana bir sürür ve ya keder mi geldi ? Bu hislerin işidir. Arzularının husulü için bir ma­nia mı var? Eğer bunları şartsız veya ihtiyatsız sen teşkil etmiş­sen akıllı bir kimse oldukça, bu senin için bir fenalıktır. Eğer bu manii bir umumî hal gibi telâkki edersen, bundan münkesir ve mec­ruh olmazsın. Filhakika fikrin kendine hâsolan vazifesini, ifa et­mesine, senden başkası mani olmamıştır. Ne ateş, ne demir, ne zulum, ne hareket, her ne olursa olsun bunu yapamaz. O kendisi içinde toplandı mı sathı değişmez bir daire gibi olur. (VIII — 41)
3.             Kendi kendime fenalık yapmaklığım doğru değildir; zi­ra ihtiyarımla şimdiye kadar kimseye bir fenalık yapmadım. (VIII — 42)
Maruz kaldığın bütün kederlerde, kendine de ki bunda senin için hacaleti mucip olacak ve seni idare eden ruhu zillete düşürecek ve zihnini dolaştıracak bir şey yoktur. Sen müdrik ve ünsiyetle yaşamaya müsait oldukça, keder ruhunu ifsat etmez. Her muztarip olduğun hal için Epicure’ün (kederler ne gayrikabili tahammül, ne de ebe­dîdirler.) sözlerini de imdadına çağır; elverir ki onların hududu ol­duğunu tahattur edesin, ve bunlara kendi hayalinden hiç bir şey ilâ­ve etmeyesin. Bunu da düşün ki, bizde uyku ihtiyacı, ziyade sıcak, iştiha noksanı gibi gizli teheyyüce sebebiyet veren bir çok müellim ve kedere müşabih şeyler de vardır. Eğer bu şeylerin birinden şikâ­yet edecek olursan, o halde kederin mağlubu olduğunu itiraf et. (VII _ 64)
2.               Maruz kaldığın şeyler, ya tabiatın sana verdiği kuvvetlerle tahammül edebileceğin şeylerdir, ve yahut kendinin tabiî kuvvetle­rinle, tahammül edemeyeceğin şeylerdir. Eğer sana tabiî surette ta­hammül edebileceğin bir şey gelirse gücenme, fakat ona ta biatin sana verdiği kuvvetlerle tahammül edebilmeye çalış. Eğer bu tahammülünün üstünde ise, gene gücenme sabret, çünkü her müp­telâ olduğun şey seni telef etmekle mahvolacaktır. Bununla beraber tahattür et ki, kendi kanaatinin kabili tahammül olarak hükmettiği şeylere, bunda kendi menfaatin ve ya bu vazifen olduğu mülâhazasile tahammül edebilirsin. (X — 3)
3.               Bir kimse tabiî olarak tahammül edemeyeceği bir şeye ma­ruz kalmaz. Ayni şeyler gerek ruh büyüklüğü göstermek için olsun ve yahut ehemmeyet vermemezlikten olsun, gayret ve sebat gösteren sü­kûn ve itidâl sahibi bir başka kimseye de gelir. Hamakat ve nahvetin hikmetten daha ziyade mukavemet göstermesi şayanı istiğrap değil midir? (V—18)
Iztırap, ya vücut için bir fenalıktır ki şikâyet etmek ona düşer, yahut ruh için bir fenalıktır. Fakat ruha düşen, kendine hasolan sükûnet ve tatlılığı muhafaza etmek ve bunun kendi için fena olduğuna hükmetmektir. Çünkü her hüküm, her talep, her arzu, her nefret ve istikrah tekmil içimizdedir; hiç bir fenalık oraya kadar yükselemez. (VIII — 28)
2.           Senin şer ve zararın ne başkasının iradesi içinde ve ne de senin maddî kalıbının değişmeleri içinde gizlidir. Öyleyse o nere­dedir ? Senin seyyiat üzerine beyanı mütâlea eden cüz’ün içindedir. Bu hususta o, rey beyan etmezse her şey yolunda gider. Bu cüz’e en yakın olan cisim bu cüz’ün rahat durmasile mi kesil­miş yanmış, yaralarla istilâ olunmuş ve çürümüş olur, yoksa aynı zamanda iyi ve ya kötü bir kimseye vaki olabilecek bir şeyin iyi ve ya kötü olduğuna hükmetmez ve mütalea yürütmezse mi, her şey yolunda gitmiş olur? Çünkü tabiata muvafık ve ya gayrı muvafık suretle yaşayan bir kimseye de, aynı suretle vaki olan şey, ne tabi­ata muvafıktır, ne de gayri muvafıktır. (IV — 39)
3.            (Epikür) diyor ki: "hastalığım esnasında sefil vücudumun is­tirahatı hakkında müsahabe etmezdim; beni görmeye gelenlere asla hastalıktan bahsetmezdim. Fakat bunlara evvelce olduğu gibi tabiatın en mühim meseleleri hakkında münakaşa etmeyerek cis­min harekâtına iştirâk eden ruhun, nefsi emmarenin sademelerine kar­şı ve kendisine hasolan hayırda nasıl sebat edebildiğini göstermeye çalışırdım. Hatta doktorlara bir şey yapmıya muvaffak olacakmış gibi böbürlenmek fırsatını bile vermezdim; fakat hayat bende mes’udane ve lâyıkı olduğu veçhile devam ederdi.” İşte sen de gerek hastalığında ve gerek hayatında vukua gelebilecek bütün hadisatta onu taklit et. Zira her ne vaki olursa olsun, felsefeyi ihmâl etmemek ve tabiatın kanununa vakıf olmayan bir cahil âminin vâhı sözlerini dinlememek lâzımdır. Her meslekte kaide budur. Kendini ancak hali hazırda olan işe ve onu vücude getiren alete terketmek her felsefî zümre için müşterek bir mecburiyettir.. (IX — 41)
Sen vazifeni yaptığın vakit, üşüyor musun, yoksa sıcak mı geli­yor, uykun mu var, yoksa kâfi derecede uyudun mu, seni zem mi yoksa metih mi ediyorlar, ölüm tehlikesinde misin yoksa başka bir tehlike içinde misin? Bunları düşünme, ölmek te hayatın ef’alinden birini ifa etmek demektir, bunun için asıl iş hali hazırını iyi istimâl etmektir [[60]]. (VI — 2)
2.               Ölümü istihkar etmek için en âmî ve fakat pratik bir yardım, çok ömür süren ihtiyarların genç ölenlerden fazla ne fazilete mazhar olduklarını düşünmektir. Bir çoklarım idam ettirdikten sonra kendileri de o akibete duçar olan Cesidianus’iet, Fabius’let, ]ulianus’\tt ve Lepidus’letin ve emsalinin belki ancak bir yerde mağaraları bulunabilir. Hasılı, zaman farkı çok ehemmeyetsizdir; bu zamanı ne gibi hadiseler ve kimlerle ve ne vücutlar arasında geçirmek lâzım geldiğine ehem­meyet verme, arkanda müddetin uçurumunu ve önünde de diğer bir lâyetenahiliği gör. Bu lâyetenahilik içinde, üç gün yaşayanla Nestor'dan üç kere daha yaşlı olanın ne farkı vardır? (IV — 59)
3.               ölümü istihfaf etmeye insanı en kuvvetli olarak teşvik eden şey, zevki bir hayır ve kederi bir şer bilen Epikürien’lerin bile ölü­mü istihfaf ettiklerini düşünmektir. (XII — 34)
Sokrat kendini muhakeme eden hâkimlere diyor ki, eğer bir kimse bu gün içinde bulunduğum ölüm tehlikesindeki yaşayış tarzı­nı intihap ettiğimden dolayı beni tâyip etseydi, ona doğruca şu ke­limelerle cevap verecektim: "ey beşerî, eğer sen bir adamın her türlü harekâtında haklı, mı haksız mı, iyi bir adam gibi mi, fena bir adam gibi mi hareket ettiğini mülâhaza etmeyip, ehemmeyetli işlerde bile olsa, hayat ve ölümün tehlikelerini hesap etmesi lâzım geldiğini dü­şünüyorsan, icap ettiği gibi konuşmuyorsun.” (VII — 44)
2.           "Zira, ey Atinalılar bir adam kendisi için en iyi olduğuna hükmedilerek seçilen ve yahut şefleri tarafından kendisine tahsis edilen mevki ne olursa olsun, benim fikrimce her şeye rağmen ve hatta ölüm ve namussuzluktan başka hiç bir şeyi nazarı itibara al­madan, orada kalması lâzım gelir.” (VII — 45)
3.           "Fakat, ey zengin, dikkat et ki, namuskârlık ve hayır diğer­lerinin selâmetile beraber kendi selâmetimize nezaret etmekten başka bir şey olmasın; zira hakikî bir insan ne yaşıyacağı hayatla evvelden meşgul olur, ne de hayata bağlanır, Allaha mütevekkil olur, ve ka­dınların söyledikleri (insan kaderinden kaçmaz) sözüne itikat ederek, hayatını mümkün olduğu kadar alâ surette yaşamak ister.” (VII—46)
X
Her kes senin üzerine tahkirler yağdırsa, ve hatta vahşi hay­vanlar seni ihata eden bu vücudun zaif azâsım parçalasa bile, sen gene en derin sulh ve sükûn içinde sıkıntısız yaşayabilirsin. Çünkü bütün bunların içinde, fikrinin kendi kendisine iltica ve sana vaki olan şeyler hakkında salim bir düşünce taşıyarak, sana engel olan şey­leri savaba makrun bir surette kabul ederek derin bir sükûnet mu­hafaza etmesine kim mâni olur?
Bunu o suretle yapmalı ki, senin muhakemen sana vaki olan şeyler hakkında: "her ne kadar zannın seni başka bir surette göstermiş isede bak hakikatinde sen ne imişsin” dediği vakit senin menfaatim da ona "ben seni arıyordum” diyebilmeli. Zira hali hazır müdrik ve İçtimaî bir adamın faziletini mevkii file koydurmak, hülâsa insana ve Allaha yarayacak sanatı ifa ettirmek için bir fırsattır. Filhakika ba­na vaki olan bütün şeyler beni daha samimeyetle Allaha ve insaniyete bağlıyor, bunlar ne yenidir ne de kullanılması güçtür. Belki tanın­mış ve mevkii file konması kolay şeylerdir. (VII — 68)
2.           Beni ister al, ister nereye arzu edersen at; çünkü ben her yerde hasiseyi şahsiyemi kendi zatında ve faaliyetinde, kendi tab’ının muktezasını takip etmek şartile, müsait, yani memnun ve şat ola­rak muhafaza edeceğim. Bana vaki olan şey, ruhumun fenalaşması, daha zelil olması, küçülmesi, bulanması, arzu ve korkularla dolması zahmetine değer mi? (VIII — 45)
3.           Hiç bir adama, insana mahsus bir hadiseden başka bir şey gelmediği gibi; bir ineğe, ineğe mahsus olandan, bir asmaya mahsus hatta bir taşada taşa mahsus olandan başka hiç bir şey vaki olmaz. Görülüyor ki, her kese ancak mutat ve tabiî şey vaki oluyor, o halde niçin teessüf etmelisin? Tabiatı müştereke senin tahammül edemeyeceğin hiç bir şeyi sana yapmaz. (VIII — 46)
4.           Hariçten gelen bir şey için mükedder olduğun vakitte, sana azap veren bu şey değil, belki onun hakkında verdiğin hükümdür. Binaenaleyh, bu hükmü sür’atle silmek, senin iktidarın dahilinde­dir. Demek oluyor ki senin elemin senin derunî mizacından geli­yormuş, o halde bu eleme delâlet eden prensipin tashihinden seni kim meneder? Eğer senin elemin sana mâkul görünen bir fiili yap­mamaktan geliyorsa, mükedder olacağına, onu yapıver.
"Fakat, benden daha kuvvetli bir şey, beni ondan menediyor.’' dersen mademki seni hareketten meneden sebep, senin iktidarın dahalinde değildir, o halde artık mükedder olmaya da lüzum kalır mı ya!
"Lâkin, bunu yaparsam, hayat yaşamak zahmetine değmez bir hacalet demek olur.” dersen, o halde yapmak istediğin şeye muvaffak ol­duğun vakit hayattan nasıl çıkacak idisen ölürken de hayattan öyle acısız ve sana şiddet ve fenalık yapanları affedici olarak çık [[61]]. (VIII — 47)
Her ne için olursa olsun, muztarip ve müteheyyiç olan kimselerle her türlü saadet ve felâktelerin, adavet ve güzel tâlilerin en yüksek derecesine malik olan kimseleri daima hatırına getir, ve sonra da böyle de: "bütün bu kimseler şimdi nerededirler?” Bunlar duman, kül, ma­sal, yahut, masal bile olmamışlar. Ayni zamanda, Fabius Catullinus’ü sayfiyesinde, Lucius Lupus’ü bahçelerinde, Stertinus'ü Baies’de, Tibere’i Capree’de, Virginius Rufus’ü Alsium’de, hasılı gururun bu nevinden bütün şekillerini ve kendi kendine bütün bu sayü emellerin ne ço­cukça ve beyhude olduklarım, düşün; ve: doğru, mutedil ve ilâhlara riyasız muti olmak için bize verilmiş olan cevheri kullanmak daha hakimane olmuş olmaz mıydı? de. zira, tezellül altında gizlenmiş olan gurur, her şeyden daha tahammülfersadır. (XII — 27)
2.           Sana vaki olan her şey için, bu tarzdaki şeylere kederlenen, taaccüp eden, hiddetlenen kimseleri gözlerinin önüne getir. "Şimdi onlar nerededirler?”—Nabut oldular.—O halde sen de onlar gibi mi hareket etmek istiyorsun ? Bu münasebetsizlikleri ahlâk bozan ve ahlâkı bozulmuş kimselere bırakıp hadisattan bile istifade etmek için olan­ca sayini toplaman daha iyi değil midir ? Şüphe yok ki bundan istifade edebilecek ve faziletini icraya vesile bulabileceksin. Yalnız dik­katli, ve her şeyde iyi olmak iradesine malik ol! Bu iki şeyi de hatırla: filimizin şekli ehemmeyetsizdir, fakat filimiz öyle değil­dir. (VII —58)
3.           Tabiatı külden her ferde gelen şey, her fert için faydalıdır; ve hatta bu vaki olan şey, vaki olduğu zamanda bile faydalıdır. (X — 20)
XII
Benim vücudumun azasına ıztırap vermek isteyen şey, hariçten gelir. Zira, muztarip olan kısımlar eğer ellerinde olsa şikâyet ede­ceklerdir; fakat ben eğer bana vaki olana bir fenalık nazarile bak­mazsam, ondan müteessir olmam ve ona böyle bakmamak ta elim­dedir. (VII —14)
2.           Ne yaparlarsa yapsınlar, ne derlerse desinler, bana iyi ol­mak düşer; altın, yakut, zümrütün daima demek istedikleri şudur: "ne yapılırsa yapılsın, ve ne denirse densin, benim zümrüt kalmam ve parlaklığımı muhafaza etmem icap eder. (VII—15)
3.           Dalgaların üzerinde kırıldığı burun gibi olmak lâzımdır; o, daima doğru durur ve onun kıyıları bütün emvacın tehevvürünü tes­kin eder. ”Bu bana gelen ne felâkettir.” dememeli, fakat "Bu bana vaki olan şey hakkında yese düşmeden, istikbalden korkmadan, ke­dersiz kalmam ne saadettir.” demelidir. Çünkü bana olan bu şey baş­kalarına da olabilirdi, fakat onların hiç biri elemsiz kalmazdı. O halde bu şeylerde neden saadet görmeyip felâket görmeli? Beşerin cibilletine hail olmayan şeyi sen beşer için felâket mi telâkki edi­yorsun? Onun cibilletinin iradesine muhalif olmayan şeyi beşerin cibilleti için bir mania mı addediyorsun? O halde ne istiyorsun, sen bu iradeyi tanımaz değilsin ki. Sana vaki olan şey seni âdil, alicenap, mutedil düşünceli, tedbirli, samimî, ciddî, hür olmaktan ve beşere hasolan saadeti temin eden diğer faziletlere malik olmaktan men mi ediyor [[62]], (IV —49)
4.           Hatırla ki, sana rehber alan akıl yalnız kendini dinler ve hatta kâzip bir ısrarla da olsa istediğinden başka bir şey yapmaz ise mağlûp olmaz, ya her şeye akıl dairesinde ve derin tetkikattan sonra hükmet­tiği vakit ne olması lâzım geleceğini düşün. İşte hür bir fikrin bir hi­sar olması ve beşerin hiç bir zaman fetholunmamak suretile iltica ve ikamet edeceği en emin bir istihkâm olması bundan ileri gelir. Bu­nu görmemiş olan bir cahil, buraya iltica etmeyefı kimse ise, bir bedbahttır. (VIII —48)
I
Sefil hayat, şikâyetler ve maymunluklar artık elverir. Seni teş­viş eden nedir? Sana vaki olan şeyde yeni olarak ne vardır? Senin ce­saretini kıran nedir ? Suret mi ? Madde mi ? Onları kendiliklerile gör. Binaenaleyh kendini ilâhlara daha saf ve liyakatli göster. Bütün bun­ları yüz sene görmüş olmakla, üç yüz sene görmüş olmanın da bir farkı yoktur. (IX — 37)
2.           Hatta üç bin sene ve daha o kadar on bin kerre yaşamaya mecbur olsan, yaşanılan hayattan başkasının terkedilmeyeceğini ve terkedilenden başkasının yaşanılamayacağım hatırla. Bu halde tahattür et ki, hiç kimse kendi yaşadığı hayattan başkasını kaybetmez ve kay­bettiğinden başkasını da yaşamaz. Hayatın en uzunu da en kısası da ay­ni şeye rücu eder. Bu halde en uzun hayatla en kısa hayat aynı şey ol­muş olur. Mazi değilse bile hali hazır her kes için müsavidir. Bu suretle sarar nihayetsiz surette küçük görünür. Filhakika, hiç kimse, ne maziyi, ne de istikbali kaybedemez. Çünkü tasarruf edilmeyen şey, nasıl zayi edilebilir? Binaenaleyh şu iki hakikati hatırlaman lâ­zımdır; biri her şeyin bütün ebediyetçe aynı surette olup aynı daire­de döndüğü cihetle ayni şeyleri iki yüz sene veya bütün ebediyetçe görmekten ne çıkar! Diğeri de, en uzun yaşamış olanla birden bire ölen kimse, kendilerinden başka bir şey kaybetmediklerine ve temel­lük olunmayan bir şeyin de kaybedilmeyeceğine nazaran, bunların her ikisi de aynı suretle zamanı halden soyunmuş olurlar. (II —14)
3.           Bir çok günlük taneleri aynı mihrapta buhurdanlık içinde ya­nar :Biri daha evvel, diğeri daha geç yanar. Aralarında fark yoktur. (IV-15)
Eğer düşüncenle bütün kozmosu ihata eder, zamanın ebediyetini düşünür ve her hissolunan şey akşamının seri tahavvüllerini teem­mül edersen, onların doğmalarından inhilâllerine kadar geçen za­manın ne kadar kısa olduğunu, tevellütlerine takaddüm eden zama­nın ne asırlar uçurumu olduğunu, onların inhilalinden sonra da gene pek derin asırlar uçurumu olduğunu düşünürsen, seni müteessir eden faydasız şeylerle muhayyilende mevcut şeyleri izale edebilir ve kendine sür’atle geniş bir saha açmış olursun. (IX — 32)
2.          Gördüğün her şey yakında mahvolacak ve bu imha ve fenayı görenler de yakında mahvolacaklar. Bu halde çok ihtiyar olarak ölen kimse ile vakitsiz ölen kimse müsavi olacaktır. (IX — 33)
3.          Her maddî olan şey pek çabuk küllün cevheri içinde nabut olur; esbap ta kâinatın iptidaî idrakine pek sür’atle avdet eder; bütün hafıza ise zamanla bir kabre gömülmüş gibi olur. (VII — 10)
4.          Makedonyalı (İskender) ve onun katırcısı öldükten sonra ay­nı hale duçar oldular; yahut aynı noktada kozmosun esbabı nutfiyesi içine alındılar. Yahut ta mütesaviyen atomlara dağıldılar. (VI — 24)
Yıldızların hareketini, gûya onlarla berabermişsin gibi mülâha­za et, onların arasında anasırın mütemadî tahavvüllerini düşün; zi­ra böyle tasavvurlar hayatın[[63]] kirlerini temizler. (VII — 47)
X. Fisagoriyen’ler, daima ayni kanunlara göre ayni suretle va­zifelerine devam eden bu vücutların intizam ve safiyetlerini, sadelik­lerini hatırlamamız için şafak vaktinden itibaren gözleri semaya kaldırmayı tavsiye ederler. Çünkü bu yıldızlar için perde yoktur. (XI — 27)
3.          Senden: "ilâhları nerede gördün? Ve böyle onlara tazim etmek için mevcut olduklarım nereden istintaç ediyorsun?” diye so­rarlarsa şöyle cevap ver: "Evvelâ onların mevcudiyeti gözlere çarpar ben ruhumuda görmedim. Maamafih ona rivayet ediyorum. Bu  keyfiyet ilâhlar için de böyledir: Onların kudretinin daimî delille­rinden mevcut olduklarım istintaç ediyor ve onlara hürmet ve riayet ediyorum.” (XII — 28)
Yalnız bizi ihata eden havayla birleşmemeli fakat her şeyi iha­ta eden kudreti manevile daha şimdiden birleşmelidir. (VIII — 54)
2.                       İlâhların ya kudreti vardır, ya yoktur. Eğer onların kud­reti yoksa, niçin onlara dua ediyorsun? Ve eğer kudretleri varsa, seni haricî şeylerin korkusundan, arzusundan, kederinden halâs et­mesi için ve sana bunu ve ya şunu bahşetmesi için neden dua etmi­yorsun? Eğer ilâhlar beşerîlerin imdatlarına gelebiliyorlarsa, elbette bunları da yapabilirler. "Fakat, ihtimâl sen, ilâhlar bu kudreti bana verdiler, onlardan istemeye lüzum yok.” deyeceksin, pek âlâ öy­le olsun, o halde, iktidarın dahilinde bulunan şeyi serbesçe kullan­mak, iktidarın dahilinde olmayan şeye karşı esaret ve alçaklıkla hare­ket etmekten iyi değil mi?
Ya, bizim iktidarımızda bulunan şeylerde de ilâhların bize mu­avenet etmediklerini sana kim söyledi? Bunun için onlara duaya baş­la, o zaman sözümün hakikatini anlarsın. Biri: "Bu kadına nasıl malik olacağım?” diye dua ediyor. Sen ise: ”Bu kadına temellük etmek arzusunu nasıl bırakacağım?” diye dua et. Bir diğeri: "Bundan nasıl kurtulacağım?” diyor. Sen: "Bundan kurtulmak arzusundan nasıl vazgeçeceğim?” de. Bir başkası da: "Çocuğumu kaybetmemek için ne yapıyım?” diyor. Sen "Onu kaybetmekten korkmamak için ne yapıyım?” diye dua et. Hulâsa dualarını bu tarzda edersen o va­kit ne olur görürsün [[64]]. (IX — 40)
3.                       Atinalıların duası böyledir: "Ey aziz Zeus, bütün Atinalıların mezruatı ve çayırları üzerine yağmur yağdır, yağdır!” İşte ya böyle bir sadelikle, ve açık, mert kalple dua etmeli, yahut ta hiç etmemeli. (V — 7)
[1]                        Burada Dacier'nin dediği gibi, Allahın bize imdat etmesi asla bizim hüriyetimizi bozmaz, çünkü o bize kendi iradesini tatbik etmeden daima intihap hürriyetini kendimize bırakarak, bizim filimizi intaç eden müessir ilhamlarile ve tatlılıkla bu imdatta bulunur.
[2]                        Yalnız başına gelen ve kaderinin argaçını teşkil eden şeyi sev. Zira ondan daha iyi tanzim ve tertip edilmiş ne olabilir? (VII — 57)
2.          Senin başına gelen her hangi bir şey, ezelden beri senin içint hazırlanmıştır ve esbabın kombinezonu, senin mevcudiyetini ve bu vak’anın zuhurunu aynı argaç içinde dokumuştur. (X — 5)
3.          Hatta açıkça: "Eskülap bu adama binicilik, soğuk banyolar yahut çıplak ayakla yürümeyi emretti.” denildiği gibi, tabiatı kül de bu adama hastalık, sakatlık, bir zıya, yahut buna benzer başka bit imtihan tertip etti denilebilir. Filhakika birinci halde "emretti” sö­zü, evvelâ şuna delâlet eder: Hekim bu ilâçları bu adamın sıhhati­ni temin etmek üzere tertip etti demektir. İkinci halde: Bir kimseye va­ki olan şey, kaderine uygun bir surette tertip edilmiştir demektir. Hatta işçiler nasıl duvarların ve ehramların yontulmuş taşlarım muayyen yere yerleştirip te, biribirine uyduruyorlarsa biz de hayatımızda bu gibi uy­gunluklar olduğunu söylemiyor muyuz? Çünkü nihayet tek bir ahenk vardır. Ve nasıl ki kozmos, bu payansız vücut, bütün vücutlar­dan teşekkül ediyorsa, bu yegâne sebep olan kader de bütün es­baplardan teşekkül eder [[65]]. Burada ileriye sürdüğüm fikir, yalnız cahillerin anlayabileceği bir fikirdir. Çünkü onlar derler ki: "Bunu o kimsenin başına getiren kaderdir.” Evet, bu onun başına geldi* amma onun hayatına bu uygundu da onun için geldi. Bu tedavi emir­leri içinde bir çok nahoş şeyler olduğu halde, Eskülap’in emirlerini sıhhat ümidile nasıl meserretle kabul ediyorsak [[66]] tabiatı müşterekeye uygun görülen şeylerin icra ve ikmâli de böylece senin sıhhatin için tertip olunmuş devalar gibidir; senin başına gelen şeyler her ne kadar sana pek ağır görünürse de, onları meserretle kabul et, çünkü bunlar kozmosun selâmetine, mes’ut yola ve Zeus’ün arzularının tatmini­ne isâl edicidirler. Bunlar o kimselere lâzım olmasaydı ve aynı zaman­da umuma taalluk etmeseydi kader bunları yapmazdı. Hakikatte onun idare ettiği mevcuda uygun olmayacak surette hiç bir şey vaki olmaz. Binaenaleyh sana vaki olacak şeyi iki sebepten dolayı sevmelisin: Biri, senin için yapıldığı, senin için emrolunduğu, senin hayatına muvafık olduğu, senin mevcudiyetin argaçından ezelden çok eski sebeplerden dolayı dokunmuş bulunduğu cihetle sevmelisin. Diğer se­bep te her kesin başına gelen şeylerin o kimseyi saadet ve tekâmüle isal etmeye saik olan hususî sebepler olmasıdır. Bu sebepler Zeus namı­na her şeyi idare edenin deymumetine saidir. Binaenaleyh onun teselsü­lünü bozmak ve cüzülerinde olduğu gibi sebeplerinde de velev bir noktasından olsun onu sakatlamak, her şeyi hurdehaş etmek demek­tir. işte bunun içindir ki başına gelen şeyden şikâyet ettiğin vakit elinden geldiği kadar onu sakatlıyor ve bir cihetle imha ediyorsun
Bütün kendi isteyeceği vak’alarla senin kaderin argaçının dokun­masını Clotho’ya (Allaha) bırakarak, kendini isteğinle ona teslim et. (IV—34)
2.           Her neden dolayı olursa olsun müteessir olan yahut hiddet­lenen kimsenin, kurban etmeye götürülürken çırpınan ve yahut hay­kıran domuz gibi ve yatak içinde bizi bağlayan bağlar içinde sessiz­ce şikâyet eden kimse gibi olduğunu, yalnız müdrik vücudun istek­le vakaiye itaat etmek iktidarını haiz bulunduğunu, ve bu itaatin da bütün vücutların menafi i iktizasından bulunduğunu hatırına getir. (X —28)
3.          Efendisinden kaçan kimse, bir asker kaçağıdır; binaenaleyh kanun efendi, ona tecavüz eden ise bir asker kaçağıdır. Ayni za­manda müteessir olan, hiddetlenen, korkan, vaki olan ve yahut vaki olması iktiza eden bir şeyi istemeyen kimse de böyledir. Ben burada, her şeyi idare eden İlâhî kudret tarafından tertip olunmuş şeylerin birinden bahsediyorum, yani her kese nasibini veren kanundan bah­sediyorum. Demek oluyor ki, korkan, müteellim olan, yahut hiddetle­nen kimse, bir kaçaktır. (X — 25)
Senin vücudun hayattaki vaizfesine razı olduğu halde, ruhunun kendi vazifesini yapmaması ayıptır, bir şindir. (VI — 29)
2.         Senin uzviyetine dahil olan hava ve ateş akşamının her ne kadar havai nesimeye yükselmeye karşı tabiî bir temayülleri varsa da küllün umumî emrine itaat edip, mevkilerinde kalıyorlar. Sende hâkî ve maî ne varsa, hepsi zemine meyyal iken, gene bu suretle kendileri için tabiî olmayan bir mevkide duruyorlar. Demek oluyor ki anasır umu­mî kanuna tabi oluyor kendisini tahrik ve ona aynı kanun tarafından inhilâl işareti verilinciye kadar kudretin kendilerini yerleştirdiği mevkide sarfı makderet ediyor.
Binaenaleyh, yalnız şendeki aklî kısmın itaatsizlik etmesi ve kendisine verilen mevkiden hoşlanmaması garip değil midir? [[67]] Ma­amafih tabiatına uygun olan şeyden başka kendisine hiç bir şey verilmediği için, bu aklî kısım hiç bir gadre ve zulme mazhar olmamıştır. O ise bunu kabul edeceği yerde kendine zıt olana temayül ediyor, Kendini adaletsizliğe, perhizsizliğe, hiddete, kedere, korkuya sevketmek, şüphesiz tabiata karşı isyandan başka bir şey değildir, iş­te bu suretle irade de her hangi bir vak’aya karşı isyan etse, mevki­ini terketmiş olur. Zira o yalnız adalet için değil, ayni zamanda tak­va ve velâyet için halk olunmuştur. Filhakika bu faziletler küllî mü­şareketin terakkisine medar olmakla beraber aynı zamanda adaletin tat­bikinden de daha eskidirler. (XI — 20)
3.                   Haksızlık, ahlâka mugayirdir, küfüramizdir. Çünkü küllün, tabiatı şuurlu mevcutları, kıymetlerine göre yekdiğerine yardım et­mek ve biri birine karşı hatada bulunmamak için halketmiştir. Ken­di iradesini tecavüz eden kimse, ulûhiyetlerin en muazzamına karşı aşikâr bir kâfir olmuş olur. Yalancı da aynı ulûhiyete karşı küfürde bulunmuş olur. Tabiatı kül, bütün hakikati ihata ettiği için her vücut ta, bütün hakikatin akrabasıdır. Ona hakikat namı verilme­si de bütün hakikatların mübdii olmasındandır. Binaenaleyh, ihti­yarî olarak yalan söyleyen bir kimse, şu manâda kâfirdir ki, aldat­mak demek, bir haksızlık irtikâp etmektir; gayri ihtiyarî surette ya­lan söyleyen kimse ise, kendini küllün tabiatı ile ihtilâf ve nifakta bıraktığı için kâfirdir; binaenaleyh o, kozmosun tabiatı ile mücade­leye girdiğinden bir ihtilâf unsuru sayılır. Demek oluyor ki, gayri ihtiyarî bile olsa, hakikata karşı gelen kimse küllün tabiatına karşı muharip olmuş olur. Okimse yalanı hakikattan temyiz etmek için ta­biatın bütün vasıtalarına sahip olmuşken, onları unutmakla bu hu­susta istidatsızlık göstermiş demektir [[68]].
Zevkleri hakikî hayır olmak üzere tâkip eden ve elemlerden hakikî fenalıkmış gibi kaçan kimse de kâfirdir. Çünkü böyle bir kimse, ekseriyetle fenalar zevk ve sefa içnde yaşadıkları ve bu zevk ve sefaya sebep olan şeylere malik oldukları halde, bilâkis iyiler an-
cak elem ve keder içinde bulunup bunların sebeplerine malik olduk­larına nazaran, iyilere ve kötülere vaki olan taksimde kıymet gözetilmeyerek ihsanda bulunulduğundan tabiatı küllü bu suretle muaheze edecektir.
Elemden korkan kimse bir gün kozmosta zarurî olarak kendi­ne vaki olacak bazı şeylerden korkacaktır ki, bu da bir küfürdür. Bu böyle olduğu gibi zevklere tabi olan kimse de haksızlık yapmak­tan çekinmeyecektir ki, bu hal de hiç şüphe yok, aşikâr bir küfürdür.
Bunun için tabiatın rizasında olmak isteyenler tabiatın yaptığı her şeyi farksız ve hoş görmelidir. Zira bu yapılanlar, tabiatın nokta­yı nazarınca tamamıyla müsavi olmayaydı bunları böyle yapmış olmazdı.
Binaenaleyh elem ve haz, ölüm ve hayat şeref ve namussuzluk gibi tabiatı küllün iyilere de, kötülere de farksız olarak verdiği bütün bu şeyler hakkında tabiatın aldığı vaziyeti almayan kimse de şüphesiz kâfirdir, çünkü bunlar teakup ve tevellüt eden bütün vü­cutlara kudreti rabbaniyenin bir nevi ezelî sevk ve ikasının mantıkî neticesi olmak üzere vaki olur. İşte intizamı umumîyi tasavvur et­miş ve bu tasavvurdan vücutların tahavvüllerini ve bu nevi hadisatın teakubunun tevellüt edeceği esbap ve illeti çıkarmış ve kuvayı müessireyi tâyin etmiş olan bu ilk meylü ilcadır. (IX—1)
Talihin lütüflerini gurursuz kabul ve kedersiz kaybetmelidir. (VIII — 33)
2.          Sen bazan cisimden kesilmiş bir el veya ayak, kopmuş bir baş görürsün; işte hadisatı olduğu gibi kabul etmeyen, cemeyetten harice çıkan yahut ona karşı böyle bir harekette bulunan kimse de kendini ayni vaziyete düşürmüş olur. Böyle bir kimse küllün cüz’ünden olmak üzere doğmuş olduğu tabiatın arzu ettiği ittihattan ken­dini dışarı atmış ve böylece kendi kendini budamış oluyor. Fakat ho­şa giden bir şey varsa, o da bu kimsenin kendiliğinden gene birliğe girmek iktidarını haiz olmasıdır. Cenabıhak, bir kere harice çıkıp ta tekrar külle ulaşmak iktidarını insandan başka hiç bir cüz’e vermemiş­tir. Düşün ki, Allah insanı külden ayrılmayacak surette ne kadar lütüf ve bahşayişle yükseltip vücuda getimiştir. Yâni eğer insan külden ayrılmış olsa bile, gene oraya avdet edebilmek, onunla ittihat etmek ve orada uzvu müştereklik mevkiini almak iktidarını haiz bulunmuşoluyor. (VIII — 34)
3.          Allahın razı olduğu şeyden başka hiçbir şey yapmamak ve Allahın kendisine bütün gönderdiğini kabul etmek hususunda hür bırakılmış olan insana ne büyük kudret verilmiştir. (XII — 2)
1.             "Hadisata karşı hiddetlenmemelidir, çünkü onlar bundan endi­şe etmezler.” (VII — 38)
2.             "Hayat bir başak gibidir, bazan olgunlaştığı bazan da henüz olmadığı halde hasat olunur.” (VII — 40)
3.             "Eğer ben ve çocuklarım ilâhlar tarafından terkedilmişsek elbette bunun da bir hikmeti vardır.” (VII — 41)
4.             "Kimseden feryat etmemeli, şiddetli heyecana kapılmamalıdır.’*[[69]] (VII-43)
Kışın bir ağacın üzerinde bir incir aramak, mecnun olmak demek­tir. İşte çocuğuna malikiyet hakkı alınan bir kimsenin de onu talep etmesi böyledir (XI. 33) :
2.           Epiktet diyor ki: insan çocuğunu deraguş ederken kendi ken­dine: "çocuğum, belki yarın öleceksin:” demelidir.
          Bu uğursuz bir söz değil mi ?'
          Hayır bu uğursuz bir söz değildir. Tabiatın bir ameliyesinin tabiridir. Yoksa, o halde buğdayların hasadından bahstemenin de uğursuz olması lâzımgelirdi diyor. (XI — 34)
3.           Koruk, üzüm, kuru üzüm, bunların hepsi bir tahavvülden başka bir şey değildir. (XI — 35)
Hakikî prensiplerden muazzep olan kimseye bütün keder ve korkusunu defetmek için, şu atideki en kısa ve amayane kelimeler ki­fayet eder: "insanların tenasülleri rüzgârın koparıp topraklar üzerine yatırdığı yapraklar gibidir” [[70]]. işte senin çocukların da küçük yap­raklardır; seni alkışlayan ve ciddî surette methedenler, yahut bilâkis seni itapları, hicivlerile gizlice gıybet edenler de küçük yapraklardır. Sen öldükten sonra, hatıram nakledecek olanlar da küçük yap­raklardır. Bunların hepsi ilkbahar mevsiminde doğar, sonra rüzgâr bunları düşürür, ve orman onların yerine başkalarını tevlit eder. Az imtidat etmek, her şeyin müşterek nasibidir; fakat sen onlardan da­ima devam edecekmiş gibi kaçıyor ve yahut onları arıyorsun. Bir az sonra sen de gözlerini kapıyacaksın, ve yakında seni mezara göme­ne de ağlıyacaklardır. (X — 34)
2.           Sâlim göz her görülebilen şeyi görmelidir, ve: "ben yeşil isterim.” dememelidir. Çünkü bu, malul gözün işidir. Sâlim olan samia ve şâmme her işidilebilecek ve ya hissedilebilecek şeyi işidebilmeli ve duymalıdır. Sâlim mide, bünyesinin müsait olduğu her şeyi öğüten bir değirmen gibi her nevi gıdaları ahze müheyya olmalıdır.
Bunun gibi, sâlim fikir de her türlü hadisata hazır olmalıdır. Benim çocuklarım yaşasın, yahut benim yaptığım şeyi her kes methetsin, di­yen, bir fikir, hep yeşil isteyen bir göz, yahut çiğnemek için yumuşak şey isteyen dişler gibidir. (X — 35)
3.           Bu dünyada ya zarureti cebriye ve lâyetagayyer bir emir, ya­hut ta şefik bir kudreti rabbaniye ve ya tesadüf tarafından istikametsiz husule getirilmiş müşevveş bir halita vardır [[71]].
Eğer her şey bu lâyetegayyer zarurete itaat ediyorsa o halde ne­den mücadele etmeli?
Eğer duayı kabul edici bir kudreti İlâhiye mevcutsa, ulûhiyetin imdadına lâyık ol. Eğer bu, başsız müşevveş bir halita ise, ken­dini kullanmak için muharrik dalgalar içinde, İlâhî bir ruha, ak­la malikiyetinden dolayı mesrur ol.
Eğer dalgalar seni alıp götürüyor ise, senin sefil cismini, nefsi hayvanini ve saireyi alıp götürür, ruhunu götüremez. (XII — 14)
Münevver ve mütevazı olan bir kimse her şeyi veren ve tekrar alan tabiata der ki: "Bana istediğini ver, benden istediğini al.” O' bunu babayeğitliğinden söylemez. Belki itaatından ve aşkından söy­ler. (X—14)
2.           Gaia, yağmuru aşk ve şevkle sever; kâinatın muazzam ruhu­nun, Kozmosta doğacak şeyi yapmayı da böyle sever. Öyle ise ben kozmosa diyorum ki: Ben senin sevdiğini seviyorum [[72]]. (X-21)          
3.           Ey Kozmos, senin için ahenk sayılan her şey benim için de ahenktir. Bence ne ilk turfanda, ne son turfanda olan hiç bir şey yoktur. Ey tabiat, senin mevsimlerinin bana getirdiği her şey olmuş bir yemiştir. Her şey senden gelir, her şey şendedir ve her şey gene sana döner. Biri ona "Ey Kekrops’un aziz beldesi!” demiş. Ya sen: "Ey Zeus’un aziz beldesi” demeyecek misin? (IV—23)
I
İlâhlar için lâyemut, bizim için de neş’e ve sürür ol! (VII — 39)
2.           Kaderin sana tahsis ettiği şeylere kendini alıştır. Kader ica­bı olarak beraber yaşıyacağın insanları sev, fakat onları cidden sev. (VI —39)
3.           Kâinattaki idrâk sahibi mahlûkların mevkii ayrı ayrı vücut­lara ait olmalarına rağmen, bir fertteki uzuvların mevkii gibidir. Zi­ra bunların cümlesi aynı müşterek sayi ifa için vücut bulmuşlardır. Eğer sen ekseriya kendi nefsine hitap ile, idrâk sahibi mahlûkat uz­viyetinin bir âzası olduğunu söylersen, bu hususta daha ziyade ka­naat getirmiş olursun. Fakat nefsine hitabında, bu uzviyetin bir aza5i değil, bir cüz’ü olduğunu söylersen, bu insanları henüz kalpten sevmediğini, onlara iyilik etmekteki derunî zevki hissetmediğini ve bu iyiliği âdet yerini bulsun diye yaparak kendine ait bir iyilik gi­bi yapmış olmadığını göstermiş olursun. (VII — 13)
insan şefakta nefsine karşı öyle bir hitapta bulunmalıdır: Ben muacciz, nankör, kaba bir kimseye, bir hasut ve hudendişe tesadüf edeceğim. Bunların bütün kusurları, hayır ve şer hakkındaki cehaletlerinden doğar. Fakat hayrın tabiatı güzellik, şerrin tabiatı çirkinlik olduğunu, ve hatta yolunu şaşıran kimsenin bile ay­nı kan, aynı cevherden olmak itibarile değilse de, fikir ve ülûhiyete iştirak: itibarile benim yakinim olduğunu onlardan hiç biri beni çir­kinlik levsine atamayacağı için kendilerinden bana zarar gelmeyeceğini anlamış olan ben, ne bir yakine karşı hiddet göstermeliyim, ne de ondan yüz çevirmeliyim; zira biz, ayaklar, eller, göz kapaklan, alt ve üst dişler gibi müşterek işi birlikte ifa için dünyaya gelmi­şiz Binaenaleyh, biribirinin aleyhine hareket etmek, tabiata karşı muhalefet olduğu gibi, onlara karşı infial göstermek ve onlardan uzaklaşmak ta böyle bir harekettir. (II — 1)
2.           Her kime tesadüf edersen et, hemen kendine şöyle bir hi­tapta bulun: "Bu kimsenin hayır ve şer hakkındaki prensipleri ne­dir?” Zira bu kimse haz ve elem ve bunları tevlit eden şeref ve denaet, hayat ve ölüm hakkında şu ve ya bu prensiplere sahip ol­duğuna göre şöyle veya böyle hareket edişinde taaccüp edecek hiç bir şey görmeyeceğim; pek tabiî olarak bu suretle hareket etmesi icap edeceğini hatırlayacağım. (VIII — 14)
3.           Sarılık hastalığına tutulmuş olanlara bal acı gelir; kuduza tutulanlar sudan nefret ederler, küçük çocuklar topu güzel bulur. Binaenaleyh ne diye hiddet ediyorsun? Hatanın kuvvetini, safranın sarılıktaki, Virüs’ün kuduzdaki kuvvetinden daha mı az zannediyor­sun? (VI —57)
1.          İnsana hasolan, kendini rencide edenleri bile sevmektir. Eğer sen bu kimselerin seninle aynı aileden olduklarım, cehalet yü­zünden hata ettiklerini ve yakında onların da, senin de burada kalmayacağınızı, ve bilhassa iradeni olduğundan daha fena bir hâle ge­tiremediklerinden sana bir fenalık yapamadıklarını göz önüne geti­rirsen buna muvaffak olursun. (VII — 22)
2.           "O beni rencide etti” düşüncesini bırakırsan şikâyeti de bı­rakmış olursun. "O beni yaraladı” şikâyetini bırakırsan, yarayı da kaldırmış olursun. (IV — 7)
3.           İnsanı olduğundan daha fena bir hale koymayan, onun ha­yatını da fena bir hale koymuş olmaz; ve kendisini ne dahilden ne hariçten yaralamış olmaz. (IV — 8)
4.           Beldenin umumuna zarar vermeyen şey, beldeye de zarar ver­mez. Zulüm gördüğünü tasavvur ettiğin vakit, daima şu esasa müra­caat et: Eğer belde zulüm görmediyse, ben de zulüm görmedim. Eğer belde zulüm gördü ise, zulmü irtikâp edene karşı infial gösterme­meli, belki o kimseye nerede hata ettiği gösterilmelidir. (V — 22)
İnsanlar biribirleri için yaratılmışlardır. Binaenaleyh ya onları talim et yahut tahammül göster. (VIII — 59)
2.           Bir dal, merbut olduğu daldan ayrılınca bütün ağaçtan ay­rılmış demektir. Bunun gibi tek bir insanla olan rabıtasını kesen kim­se de kendini cemeyetin umumuna bağlayan rabıtayı kesmiş demektir. Dal, şüphe yok ki bir başkası tarafından koparılmıştır, halbuki insan, diğer bir hemcinsinden kin ve ya düşmanlık yüzünden kendi ken­dine ayrılır, ve bunu yaparken umumun dahil olduğu beldî uzviyete kendisini bağlayan rabıtaları kırdığının farkında olmaz. Maamafih ce­meyetin nazımı olan Zeus, bize hem nevimizle tekrar rabıta tesis etmek ve küllün mükevven bir cüz’ü olabilmek lûtfunu bahşetmiştir. Şukadar ki, bu ayrılık çok defa tekerrür ederse, ayrılan kısım için tekrar birlik dairesine rücu etmek, eski mevki ve şeraitini yeniden kazanmak müşkil olur. Velhasıl bahçevanlar ne derlerse desinler, doğduğundan be­ri diğerlerile birlikte tenebbüt ve teneffüs etmekte devam eden bir dal ile, diğerlerinden ayrıldıktan sonra yeniden onların arasına gi­ren bir dal arasında fark vardır. Ayni prensiplere malik olmayarak aynı gövdede bitmelidir. (XI — 8)
3.           Lacedemonien’ler büyük şenliklerinde misafirlere gölge yer­leri verirler, kendileri lâalettayin bir yerde otururlardı. (XI — 24)
V
Bir kimsenin zevk şeref bahusus para ve buna mü masil şeyleri hayır telâkki etmek nevinden irtikâp ettiği bir hata ile karşılaştığın vakit, kendi harekât ve sekenatını göz önü ne getir ve yaptığın hemen hemen buna benzer hataları dü şün. Bu düşünce derhal hiddetini izale edecek ve eğer aynı zaman­da kendi kendine o kimsenin bunu yapmakta muztar olduğunu da söylersen bu netice daha çabuk husule gelecektir. Eğer elinden gelirse, o kimseyi bu mecburiyetten kurtar. (X — 30)
2.          Lâyemut olan ilâhlar, adedi çok olan bu kabil "fenalar”a o kadar uzun müddet tahammül mecburiyetinde kaldıkları halde hid­det etmek şöyle dursun onlar hakkında her suretle ihtimam göster­mektedirler [[73]].
Sen bu fenalardan biri olduğun ve hayatını bitirmek üzere bu­lunduğun halde bunu yapmaktan yoruluyorsun. (VII — 70)
3.          Kendi günahından kaçınmak mümkün iken kaçınmamak tu­haf ve gülünçtür; fakat güç olan, diğerlerinin günahından sakınmaktır ki bu imkânsızdır. (VII — 71)
1.          Senin sarayı kıralide sürülen hayattan şikâyet ettiğini kimse duymasın, hatta sen kendin de işitme (VII — 9)
2.          insanların kendilerine muvafık ve ya faideli gördükleri şey­leri yapmalarına müsaade etmemek bir nevi insaniyetsilizk olmuş olur. İşte senin bunların hatalarından infial etmen bunlara bu mü­saadeyi vermemen gibi oluyor; zira onlar daima bu hataları, muva­fık, ve ya faideli gördükleri şeyler için yaparlar. Fakat onlar aldanı­yorlar mı? O halde kızma, onları tenvir et, irşat et. (VI — 27)
3.          Zira sen çatlasan da onlar hata yapmaktan fariğ olmayacaklardır. (VIII —4)

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar