Print Friendly and PDF

CEMİL MERİÇ’İN “UMRANDAN UYGARLIĞA” KİTABINDAN


YENİ BİR KURBAN DAHA: CEVDET PAŞA

Cevdet Paşa çağdaş Türk nesrinin mimarlarından biri: Dü­rüst, aydınlık, tekellüfsüz bir nesir...
Yalnız Türk nesrinin mi? Bütün bir nesil -bütün bir millet diyecektim- düşünce­nin kanunlarını Miyâr-ı Sedat'dan öğrendi. XIX. asır, fetih­leri, tecessüsleri, arayışları ile iki isimde zirveleşir: Ahmet Midhat, Ahmet Cevdet.
"Cevdet Paşa'nın üslubu, şark dünyasının dışına çıkma­dan muayyen bir dil telakkisinin içinden geçerek süzülmüş­tür" diyor Tanpınar.
"Üslubunda en kuvvetli tesir, eski mü­verrihlerimizden (tarihçiler) gelir. Tabiî halde konuşmaya benzeyen ifa­de şekli onlarındır. Ben gerek devrinde ve gerek ondan çok sonra, Türkçeye bu kadar hakkıyle sahip başka bir üslup tanımıyorum".[1]
Medresenin bu son büyük temsilcisi, Tarih-i Cevdet'in ifa­de selasetini Encümen-i Dâniş'in telkinlerine bağlıyacak ka­dar mahviyetkârdır:
"Bir vakitten beri Bâb-ı Âli'ce evrâk-ı resmiye müsecca yazılmak mültezem olmakla ekseriya kelâmın hakkı veri­lemez ve bazan lâyıkile maksat anlaşılamazdı. Ketebe-i aklâm çok defa bir seci için asıl mânâyı feda ederlerdi. Bu ci­hetle tahrirat-ı resmiye ekseriya belagatten âri olurdu. Re­şit Paşa kelâmda belagati iltizam etti ve Bâb-ı Âli'nin kita­betini tarz-ı tersile (secisiz nesir) döktü. Binâen alâ zâlik Tarih-i Cevdet'in dahi tarz-ı tersil üzere ve lisanımızda zebânzet (söylenir olan) olan ibârât ile yazılması iltizam olundu. Tarih yazma hususunda telâk­ki ettiğim talimat şu idi: Elfâz-ı garibe istimalinden ve tekel-lüfât-ı münşiyâneden sarf-ı nazarla herkesin anlıyacağı tâbirat ile yazılmak.
İşte bunun üzerine Tarih-i Cevdet'in tahririne başladım ve tarik-i tersilde kaba Türkçe ibârât ile tahririni iltizâm eyledim".[2]
Yukardaki parçayı eserine aynen nakleden Ebû'l-ûlâ Mar­din de şöyle der: Cevdet Paşa "herkesi okuryazar bir ha­le getirebilmek için dilin sadeleştirilmesi lüzumuna kail ol­muş, tumturaklı, seçili yazıların yalnız takrizlerde kullanıl­masına tarafdar olarak, diğer yazıların açık Türkçe yazıl­masını ve dilimizde en güç ilmî bahislerin bile yazılabile­ceğini ileri sürerek bu vadide yazdığı yazıları misal olarak göstermiştir".[3]
Filhakika, Paşa, Kavaid-i Osmaniye ile Türkçenin, Belâgat-ı Osmaniye ile Türk belagatinin ilk temel kitaplarını vermek­le kalmamış, tok, berrak, vakur üslubuyla edebiyatımıza dü­şünce nesrinin en güzel örneklerini sunmuştur.
Tarih-i Cevdet'in muhteva olarak değerine gelince... İsma­il Habib'i dinleyelim:
"12 ciltlik Tarih-i Cevdet, yalnız azametli bir faaliyet âbi­desi, yalnız açık ifadesiyle nesir sadeliğinde bir merhale, yalnız temas ettiği mes'eleler ve tetkik ettiği mevzular hakkın­da herkes için en muteber bir mehaz değil... teceddüdü­müzün fikrî tarihinde ehemmiyetli bir mevki kazanmış bir eserdir".[4]
Tanpınar da sitayişlerinde daha az cömert değil: "Cevdet Paşa, Peçevi’ye, Âli'ye, Kâtip Çelebi'ye, hattâ o ka­dar lezzetli ve dikkatli olan Naima ile Şârih'ül Mennarzade'ye rağmen en büyük müverrihimizdir".
"1851’de açılan Encümen-i Dâniş, 1774'den 1826 ya, ya­ni Kaynarca'dan Vak'a-i Hayriye'ye kadar geçen zaman için, Hammer'i tamamlayacak bir tarih yazmak vazifesini ona ver­mişti. Sonradan irâde-i seniyesi de çıkan bu karar, ona otuz senelik bir çalışmanın yolunu açmıştır.
İbn Haldun'un bu son şakirdi, İmparatorluğun tarihi­ni âdeta müesseselerin tarihinde mütalaa eder düşüncesini uyandıracak kadar derin bir perspektifle cemiyetimizi garp­lılaşmağa götüren hadiselerin üzerinde durur".[5]
Son yıllarda garip bir mahlûk türedi Türkiye'mizde. Tek sahife tarih okumadan milletin mazisini keşf, hâlini tasvir, istikbalini tanzim eden bir allame türü... Hafızamızı kaybet­tik. Hafızamızı, yani şuurumuzu...
Sabah gazetesinin Cevdet Tarihi’ni eski harfleri bilme­yen bir neslin tetebbuuna sunması bizi çok sevindirdi. Ger­çekten de vâkıfane şerhler ve zengin bir lügatçe ile aydınla­tılmış bir Tarih-i Cevdet, Millî Kütüphanemiz için baha bi­çilmez bir kazanç olurdu. Böyle bir teşebbüsün tek tehlike­si vardı: Cevdet'i tercümeye kalkışmak. Zira arzettik: Belagat-i Osmaniye yazarı rastgele bir tarihçi değildir. Namık Ke­mal gibi bir üslup üstadıdır. Biz o büyük sanatçılardan yal­nız "vak'a-i tarihiye"yi değil, dilimizi de öğrenmek zorunda­yız. Bir düşünceyi ifade edecek çeşitli kelimeler arasında yal­nız bir tanesi doğru, yalnız bir tanesi güzel, yalnız bir tanesi yerindedir. Üslup demek bu kelimeyi keşfetmek demektir. Büyük müelliflerin imtiyazıdır bu keşif, imtiyazı ve "sıfat-ı kâşife"si. Cevdet Paşa'yı tercüme edilmiş görünce büyük bir hayal kırıklığına uğradık. Hele tercümenin, mübalatsız bir heveskâr'a havale edilmiş olması çok üzdü bizi. Süleymaniye tahrip edilmiş, enkazından sefil bir gecekondu kurulmuş. Bir gazete böyle bir cinayetin mesuliyetini nasıl yüklenebi­lir? Faciayı teşhire geçiyoruz:
"Besmele"yle başlayan ve dua ile biten ilk üçbuçuk sahifenin yalnız Arapça kısımlarını anlayabildik. Bizimle beraber başkalarını da tahammül edilmez bir işkenceye tâbi tutma­mak için tenkid'e "Mehazlar" bölümünden başlıyoruz.
Aslı: "Bin tarihlerine kadar şehnameci ve badehu vak'a-nüvis unvaniyle her asırda ashab-ı maarifden bir zabt-ı vekayie me'mur buyurula gelmiş olmasıyle vekayi-i Devlet-i âliyye bu asırlara dek müselsel ve muttasıl olarak mazbut-u sa-hayif-i eyyam ve mahfuz-u ezhan-ı enam olup kalmıştır.
Sabah Tercümesi'ne aktarılmışı: Bin tarihlerine kadar şeh­nameci ve sonra vak'anüvis adiyle her yüzyılda eshab-ı ma­arifden biri vak'aları zabta memur buyurula gelmiş olduğun­dan Devlet-i âliyye vak'aları bu yüzyıllara kadar birbirleri­ne bağlı ve devamlı olarak günlük tutulan sahifelerde unu­tulup kalmıştır.
Doğrusu: "Her devirde ashab-ı maarifden biri vak'aları zaptetmeğe memur buyurula gelmiş olmasıyla Devlet-i âliy­ye vekayii, zamanımıza kadar arka arkaya ve aralıksız olarak sahayif-i eyyam'a kayıt edilmiş ve halk zihninde hıfz edil­miştir".
Yüzyıl değil, asır, yani: devir, çağ. Bu yüzyıllara kadar de­ğil, zamanımıza kadar. Günlük tutulan sahifelerde değil, günlerin sahifelerinde zaptedilmiş, yani: günü gününe kay­dedilmiş, Mahfuz-u ezhan-ı enam; unutulup kalmış değil, insanların zihninde saklanmıştır. Bir sonraki cümle,
Aslı: (Koçi Bey Risalesi) Göriceli Koçi Bey nâm zât-ı maa-rif-simatm Sultan Murad-ı rabia takdim eylemiş olduğu lâyi­haları cami bir risaledir.
Aktarılmışı: (Koçi Bey Risalesi) Göriceli Koçi Beyin maa­rif isteyen dördüncü Murad'a sunduğu layihaları içinde top­layan bir risaledir.
Doğrusu: (Koçi Bey Risalesi) Göriceli Koçi Bey isminde­ki münevver (maarif-simat) zâtın IV. Sultan Murad'a takdim eylemiş olduğu lâyihaları toplayan bir risaledir. (Uyuyarak mı yazıyorsunuz a sultânım? Biraz dikkat buyursanıza: Ma­arif-simat olan IV. Murad mıdır? Koçi Bey mi? Maarif iste­yen ne demektir? Eskiden çok sık kullanılan bu kelime, Ma­arif, Marifetin cem'i, Marifet: bilgi, ilim, ustalık. Maarif-Si-mat: Bilgili, aydın, hakim diye çevrilebilirdi).
Aslı: "Şânizâde askerin perişanlığı esbabını beyan..." Ak­tarılmışı: "Şânizâde askerin sebeplerini anlatma yolunda." Doğrusu: "Şânizâde askerin perişanlığı sebeplerini".
Kitabiyat faslı bu kadar. Mukaddemeye geçelim:
Aslı: "Tarih-i Cevdet'in mebdei olan bin ikiyüz seksen se­kiz sene-i hicriyesi Devlet-i âliyyece bir hadd-i fasıl gibi olup andan sonra vukuatın rengi tagayyur etmiştir. Bu asrın vu­kuatı ise âsâr-ı sabıkanın ihzar ve tehiyye ettiği ilel ve es-bab-ı müteselsilenin netayic ve müsebbibatı idüğünden ya­zılacak vekayi-i tarihiye ne makule esbabın âsârı idügi bilin­mek lâzım gelür".
Aktarılmışı: "Cevdet Tarihi'nin başlangıcı olan bin ikiyüz seksen sekiz hicrî senesi Devlet-i âliyyece kesinti yeri gibi olup ondan sonra olayların rengi değişmiştir. Bir yüzyılın olayları ise eski yüzyılların öne alman ve boş bırakılan se­bepler, birbirini kovalayan neticeler ve sebeplerin dayanağı olacağından, yazılacak tarih olaylarının ne türlü sebeplerin eserleri olduğunu bilmek lâzımdır."
Doğrusu: "Cevdet Tarihi'nin başlangıcı olan bin ikiyüz seksen sekiz hicrî yılı Osmanlı tarihinde bir nevi sınır gibi olup, ondan sonra vukuatın rengi değişmiştir. Bir asrın vu­kuatı ise geçen asırların geliştirdiği ve hazırladığı zincirleme illet (saik) ve neticeleri ve eserleri olduğundan yazılacak ta­rihî vakaların ne türlü sebeplerin eserleri olduğunu bilmek lâzım gelir".
a)   Tarih-i Cevdet'in mebde-i binikiyüzseksensekiz değil binyüzseksensekizdir. Bir zühul eseri olduğunu çevirenin bilmesi gerekti.
b)  "Devlet-i âliyyece kesinti yeri gibi olup" ne demek? Hadd: sınır, uç. Hadd-ı fasıl: İki bölgeyi veya alanı birbirin­den ayıran sınır. Yazar: "1188 senesi Osmanlı tarihinde bir nevi sınır (dönüm noktası)dır" diyor.
"Bir yüzyılın olaylan ise eski yüzyılların öne alınan ve boş bırakılan sebepler, birbirini kovalayan neticeler..." Bu yave­leri nerden çıkarıyorsunuz bay "çevirmen"?
Birinci bölüme geçelim. İlk cümle:
Aslı: "llm-i tarih efrad-ı nâsa vekayi ve measir-i mâziyeye ve vükela ve havassa hafaya ve serair-i mukteziyeye muttali idüp nef i amme-i âleme âid ve râci olduğundan âmme-i eş­has mütalaasına mecbul ve beynelhavas makbul ve mergub bir fenn-i kesir-ül menafidir."
Aktarılmışı: "Tarih ilmi, herkese, vükela ve devlet adam­larına geçmişteki gizli ve saklı olayları öğretip duyurmak ve bütün dünyaya ait menfaatlere dönük olarak, halkın okuyup değerlendireceği ve yönetici devlet adamlannca da el üstün­de tutulan menfaatleri çok, bir fendir."
Doğrusu: "Tarih ilmi halka (efrad-ı nâsa) mazinin vakala­rını ve eserlerini; devlet adamlarıyla münevverlere bilinme­si gereken sırların içyüzünü öğreten bir ilimdir. Faydası bü­tün insanlara ait olduğundan tarihten halk da hoşlanır seç­kinler de..."
Anlatmağa çalıştığımız şu: Türkçeden Türkçeye tercüme yapılamaz! Yukarıdaki cümleyi ele alalım.
"tlm-i tarih efrad-ı nâsa vekayı ve measir-i mâziyeye..."
Bugünkü dilde "efrad-ı nâs"m karşılığı yoktur. Efrad-ı nâs "halk" değildir. Halk mütecanis bir bütündür. "Vekayi"in türkçesi vekayi'dir. Hem "hadisat"ı, hem "vukuat"ı, hem "vekayf'i, "olay'la karşılamak tercüme değil ihanettir.
"Measir'Te "eser" aynı şey mi? "Vükela" ve "havas" vüke­la ve havastır. "Efrâd-ı nâs"m zıddıdır. Cevdet Paşa cemiye­ti ikiye ayırıyor:
1)  Efrâd-ı nâs
2)  Vükela ve havas
Efrâd-ı nâs: Geniş kalabalık. Vükela ve havas: Güzideler, seçkinler (elite). Fakat o devrin güzideleriyle zamanımızın seçkinleri birbirinden farklı. "Vükela ve havas" mutlu azın­lık değil, bürokrasi değil, intelijansiya değil, belki bunların hepsi.
"Efrâd-ı nâs"ın tarihten beklediği: Vekayi-i mâziye'dir. Ya­ni tarih onun için bir hikâyeler silsilesidir. Vükela ve havas çobandır. Mesuliyet yüklenmiştir. Tarihten içtimaî sırların çözülmesini bekler. Yani tarih herkese hitab eden bir ilim, ama her idrake seslenişi başka başka.
"Hafaya"nın Türkçesi "gizli şeyler". "Serair"in Türkçesi "gizli şeyler". Ama "hafaya" başka, "serair" başka, "sır" başka.
Hafî olmaya ki, malûm ola ki... mânâsındadır: "Sır olmaya ki" denilmez. "Muhtefi": Saklı.
"Mahfice başlayan giderek bi-riyâ içer" mısraındaki "mahfice" belki "gizlice" diye çevrilebilir. "HafV'nin zıddı "celi": Aşikâr, ayan.
"Amme-i âlem": Herkes, bütün dünya. Amme-i eşhas: Halk, eşhasın bütünü.
Devam edelim.
Aslı: "Zira insan medeniyyüttâbı olup ya'ni behaim gibi münferiden yaşamayup mahal be mahal akt-i cem'iyyet ede­rek yekdiğere muavenet etmeğe muhtaç olurlar."
Aktarılmışı: "Zira insan uygar yaşamayı ve hayat seviyesi­ni yüksek tutmayı bilen, yalnız başına yaşamayıp, topluluk­la ilgilenen ve yer yer bir araya gelerek cemiyet kurmağa ve birbirlerine yardım etmeğe muhtaçdırlar".
Görülüyor ki "zira insan uygar yaşamayı ve hayat seviye­sini yüksek tutmayı bilen" mütercimin hezeyanıdır. Cev­det Paşa da Aristo ve İbn Haldun gibi insanın doğuştan me­denî yani "içtimaî" olduğunu kabul ediyor. "Hayat seviyesi­ni yüksek tutmak" ne demek? "Toplulukla ilgilenen" ne de­mek? "İnsan... muhtaçdırlar" ne biçim Türkçe?
Aslı: "Ve bu cemiyet-i beşeriyyenin derecat-ı mütefavitesi olup edna derecesi hayme-nişin olan kabailin cemiyeti­dir ki..."
Aktarılmışı: "Bu insan cemiyetlerinin, derece derece yük­selmiş ve geri kalmışları hattâ çadırda yaşayan kabileler var­dır."
Doğrusu: "Bu insan topluluklarının birbirinden farklı de­receleri olup en aşağı derecesi çadırda oturan kabile toplu­luğudur."
Okuyucudan özür dileyerek devam edelim: Aslı: "Hevayic-i zaruriye-i beşeriyeti tedarik ile şecere-i hayatın semeresi olan tenasül maksadına vusul bulurlar."
Aktarılmışı: "Bunlar günlük yiyecek, giyecek ve yakacak­ları bulurlar".
Doğrusu: "Bu topluluklar yaşamak için zarurî olan eşyayı tedarik ile nesillerini devam ettirirler".

Tekrar ediyoruz. Namık Kemal tercüme edilemez! Cevdet Paşa tercüme edilemez; Belagattaki iktidarını dosta düşmana kabul ettiren bir nesir üstadını musikisiz, donuk, köksüz bir ifadeyle konuşturmak ne büyük hadnâşinaslık. Hele Paşa'yı zaman zaman Ataç tilcikleri ile miyavlatmak, utanmazlığın ta kendisi. Sabah gazetesinden temennimiz, "emanetleri eh­line tevdi" etmesidir. Sh: 316-325

Kaynakça

Cemil MERİÇ hzl: Mahmut Ali MERİÇ Umrandan Uygarlığa [Kitap]. - İstanbul : İletişim, 2010.


ÂLİ PAŞANIN SİYASÎ VASİYETNAMESİ 

İstikbalimizin emniyeti için Avrupa devletler
muvaze­nesinin mâbihil (kendisiyle) hayatı
bizim muhafaza-i istikbalimiz olduğunu dermeyan ediyorsunuz.
Benim şanlı ve saadetli gördüğüm istikbal bu değildir, beyim..
Vaktiy­le kılıcımıza baş eğdirdiğimiz kimselerin
sâye-i lutfunda yaşayıp gideceksek,
yani saadet-i âtiyemiz bundan ibaret kalacaksa ben o saadeti istemem.
Çünkü maksa­dım Avrupa devletler muvazenesini muhafaza değildir;
Osmanlılık şânını muhafaza etmek ve.,
vaktiyle birinci François'nın yazmış olduğu gibi
 istirhamnameler yazıl­dığını (belki hayatım yetmeyeceği cihetle)
 hiç olmazsa mezarımın içinde seyredip orada müftehir olmaktır.
Ya böyle olsun, ya hiç olmasın!
Ahmed Midhat, "Nâmık Kemâl'e cevap"
(Bedir gazetesi, 1872)

La Bruyère, Richelieu'nün siyasî vasiyetnamesini göklere çı­karır. Bu kadar erkekçe, bu kadar sağlam düşünen bir adam elbette ki başarıdan başarıya koşacaktı, der... O çapta biri ya hiç yazmaz, ya da böyle yazar.
Voltaire'e göre bir bayağılıklar sergisidir vasiyetname.
Richelieu'nün kaleminden çıktığı çok şüphelidir. Büyük Frederik de, Voltaire gibi düşünür: "En parlak zekâların ka­rardığı oluyor: Richelieu Vasiyetnameyi yazıyor, Newton Vahiy Kitabı'nı."
Sainte-Beuve, Vasiyetnamenin hayranıdır; üslubunu, yer yer Shakespeare'le, Schiller'le karşılaştırır. Eser, dev­let adamının el kitabıdır, Kardinal'in bütün siyasî tecrübe­sini özetler.
Bir başka araştırıcı, Leon Noel için Vasiyetname "aklın, tecrübenin, realizmin şaheseri... Fransız politika sanatının zirvesi ve bir bakıma mecellesi"dir.
Vasiyetname bir filozofun değil, bir hareket adamının ese­ri. Yazar, hikmet-i hükümete ahlâk cübbesi giydirir. Aris­tokrasiye, derebeylik artıklarına, din savaşlarına düşman­dır. Halka âşık olduğu da söylenemez:
"Avamın okuyup yaz­masına ne lüzum var? Eğitim Fransa'yı boşboğazlarla dol­durur. Hiçbir işe yaramaz bunlar, aileleri felakete sürük­ler, halkın huzurunu bozarlar. Kitap avamın kafasında şüp­heler yaratır". Başka bir yerde:
"Bütün politikacılar bilir ki, der, halk refaha kavuşunca zaptedilmez olur. Katıra benzer avam, yük altında uysaldır, fazla dinlenince azar".[6] Büyük Richelieu'nün 1687'de yayımlanmış olan ölümsüz Vasiyet­namesi böyle hikmetlerle dolu.
Âli Paşa'yı düşünüyorum; Genç Osmanlılar'ın vur abalıya'sı Âli Paşa'yı. Abdülaziz Han'ın vezir-i âzami, Richelieu'den çok daha talihsiz, ama çok daha dürüst, çok daha insan. O büyük devlet adamı, yüzyıl önce (7 Eylül 1871) bütün siyasî hayatını kırk sayfada özetlemiş, padişah-ı cihan'a, ölümün­den sonra izlenmesi gereken yolu göstermişti.

Vasiyetname, "Karşılaştığımız güçlükleri anlatmayaca­ğım" diye başlıyor,
"Onbeş uzun yıl mücadele ettik. Düş­manlarımız zorluydular. Ayakta durmak, bölünmemek, par­çalanmamak lâzımdı. Üstelik kalkınacaktık da. Hatalarımız olmuştur, ama imparatorluk aşağı yukarı hasar görmemiş durumda. Fuat ve ben iktidara geldiğimiz zaman Devlet-i Aliyye uçurumun kenarındaydı.
Waterloo'da sona eren kanlı devreyi uzun barış yılları ta­kip etti. Milletler teşkilâtlandı, kuvvetlendi; ihtirasları geliş­ti. Nüfuzlarını arttırmak, sanayilerine pazar bulmak için ya silaha sarılacak yahut da diplomatik konferanslara başvura­caklardı. Bütün bu barışçı veya savaşçı iştihalar karşısında hemen hemen bakir, âdeta işlenmemiş, aşağı yukarı meçhul kalmış bir ülke olan Türkiye, Eldorado'dan farksızdı. 'Teb'a-i şahane', komşularının fikrî ve maddî ilerlemelerine kıyas­la geri kalmıştı.
Ülkemize göz dikenler anlaşmazlık içindeydiler. Bazıla­rı topraklarımızı ele geçirmek istiyordu, bazıları bizi sömürerek sanayi ve ticaretlerini geliştirmek. Birinciler gizli niye­tini şairane sözlerle maskeliyorlardı: acı çeken insanlığı ra­hata kavuşturacak, din kardeşlerini kurtaracak, ezilen ka­vimlerin zincirlerini kıracaklardı. Bu kutsal emeller uğrun­da ülkemize gireceklerdi. İkinciler, olmaz! Diyorlardı, olmaz ve olmamalıdır! Osmanlı ülkesinin bütünlüğü Avrupa'nın dengesi için şarttır. Aynı ikiyüzlülük. İzleyeceğimiz politika meydandaydı. Bazı devletlerin saldırı gücüne karşı ötekile­rin müdafaa gücünü kullanacaktık.
Bu arada tebaamızın bir kısmı uyuşukluktan kurtuluyordu. Âdetlerde değişiklikler oluyor, yeni ihtiyaçlar çıkıyordu sah­neye. Ama ithal edilen bir medeniyetti bu, ağır ve kaçınıl­maz bir olgunlaşmanın meyvesi değildi. Böyle olduğu için, Avrupa'nın faziletlerinden çok rezaletlerini aldık...
... Elimizdeki imkânlar çok sınırlıydı. Memurlarımız umumiyetle ehliyetsizdi. Askerimiz vardı, ama ordumuz yoktu; memlekette yol olmadığından memurların suiisti­mallerinden, tahrikçilerin fesatlarından zamanında haber­dar olamıyorduk. İdare tarzımız kararsız ve düzensizdi. Ka­nun ve nizamlardan mahrumduk; her memur kendi başına bırakılmıştı; mesuliyetten kaçıyor, aylak yaşıyordu.
Önce dış münasebetlerimizi düzene koymak zorunday­dık. Hayat hakkımızı tanıtmak, Avrupa Konseyine girmek istiyorduk; başardık bunu. Sınırlarımızı tespit ederken ba­zı fedakârlıklara katlanmak gerekti. Bunlar zahirî tavizler­di: Belgrad Kalesi gibi. Fiilî durumları kanunîleştirdik, o ka­dar. Aksini yapıp binlerce insanın kanını mı dökmeliydik? Bu arada Avrupa milletleri neler kaybetmediler. Biz, askerle dövüşmedik, diplomasi yolunu seçtik, diplomatik notaları­mızla başarı kazandık.
Dış meseleleri hal yoluna koyarken iç meseleleri de ihmal edemezdik. Ana davamız halkın arzularını tanımak, ihtiyaç­larını sezmek, fikrî gelişmesini izlemekti. Nankör bir dâvâ. Avrupa bizi bir tuzağa itiyordu; Avrupa, bazı ütopyacılar ve birtakım kısa görüşlü diplomatlar. Bunlara göre, hiçbir ha­zırlıkta bulunmadan hemen Avrupa örf ve âdetlerini mem­lekete sokmak ve Avrupaî bir hükümet kurmak lâzımdı. Bu taleplerden yerinde bulduklarımızı uyguluyorduk, ama iyice ölçüp biçtikten sonra; sarsıntıları önleyerek; önce yurt men­faatlerini düşünüyorduk. Avrupa'nın her istediğini yapar gi­bi görünüyorduk. Bu teklifler umumiyetle caziptiler, ama bizim için değil, kendileri için. Bunların hepsini kabul etsek mahvolurduk; ama bunu Avrupa'ya anlatmak güçtü ve ihti­yatsızlık olurdu.[7]
Ülkenin kalkınması Batı ile olan münasebetlerimize bağlı. Eyaletlerdeki kargaşalıkların kökü dışarda. En büyük dert­lerimizden biri de kapitülasyonlar. Bu bağları gevşetmenin tek yolu Avrupa devletleriyle anlaşmalar yapmaktır. Yaban­cı devletlerle temaslarımızın onda dokuzu iç meselelerimiz­le ilgili.
Yepyeni bir teşkilât kurduk. İltimasla mücadele ettik. An­lattık ki, memurlar herhangi bir ferdin, herhangi bir zümre­nin değil, memleketin emrindedir. Yalnız ehliyetsizliği sabit memurlara yol verdik. Çalışanların istikballerinden emin ol­maları gerekti. Nizamnamelerimizin hepsi uygulanmadıysa bu bizim hatamız değildir... Maaşlar kifayetsiz. Herkes en yüksek makama kadar yükselebilmektedir.
Bizim de kusurlarımız olmuştur. Aydınlatılmağa ihtiyacı­mız vardı. Öğütlere daima kulak verdik. Bizden farklı düşü­nenlere saygı gösterdik. Tenkitlerde iki şey aradık: terbiye ve samimiyet. Âdettir, biz öldükten sonra aleyhimizde bulu­nacaklar. Sağlığımızda da bazı hayalperestlerin saldırılarına uğradık. Birinciler, biz hayatta iken kusurlarımızı söyleme­ğe, fikirlerini belirtmeğe cesaret edemediler, ikincileri ise iş­başına getirmekten korktuk, tecrübesiz ve ataktılar.
Ülkenin birçok bölgelerinde Müslümanlarla Hıristiyan­lar arasında kargaşalıklar çıktı. Bunları yatıştırmak geçici bir tedbirdi. Mesele fethedenlerle fethedilenler arasındaki çatışmayı ortadan kaldırmaktı. Adem-i merkeziyet, gerçek­leştirilmesi düşünülen bir tedbir. Ülkeyi vilayetlere ayırdık.
Devlet şurasını, adalet divanını, istinaf mahkemesini kur­duk. Galatasaray sultanisi, rasathane de bizim eserimizdir... idarenin her kolu için müfettişlikler ihdas etmek istiyorduk. Vergilerin matrahını değiştirmek gerekiyordu. Yeni kanun­lar sayesinde mülkiyetin intikali kolaylaştırıldı. Payitahtla vilayetleri birbirine bağlamağa çalıştık. Birçok imtiyaz kal­dırıldı. Ticarî anlaşmalar yeniden gözden geçirildi. Gümrük resimleri arttırıldı (maalesef istediğimiz kadar değil). Hükü­met mamul ve hammaddelerimizin ihracını kolaylaştırmalı ve yabancı malların yurda girmesini mümkün olduğu kadar önlemelidir. Biz bu yolu açtık.
... Şiddetli hücumlara mâruzduk, kendimizi nasıl koru­yacaktık? Sözle. Haklarımızı nasıl kabul ettirecektik? Dip­lomatik delillerle. Meselâ "Avrupa muvazenesinin (dengesinin) devamı Devlet-i Aliyye'nin yaşamasına bağlıdır" diyecektik, itiraf edelim ki çürük bir temeldi bu; bugün için olmasa bile ya­rın için çürük. Avrupa muvazenesi bizim zararımıza bozula­bilir. Avrupa ile aramızda daha sağlam bağlar yaratmalıydık. Onun maddî menfaatleriyle bizimkiler aynı olmalıydı. An­cak o zaman imparatorluğun tamamiyet-i mülkiyesi bir ger­çek olabilirdi. Türkiye aleyhindeki birçok teşebbüsler Avru­pa sayesinde önlendi. (Rusya'yı kastediyor).
Demiryolları gibi büyük yatırımları kendimiz yapamıyorduk. Yerli sermayeye başvurmak da tehlikeliydi; hemen ne­tice almak isteyen, büyük kârlara alışmış bir sermayeydi bu. Yabancı şirketlere başvurduk".
Sonra Paşa, yerini alacaklara neler yapılması gerektiğini anlatıyor:
"Hiçbir beşerî güç, milliyetler prensibi ve sosyalizmin or­taya çıkardığı olayların gelişmesine engel olamaz.[8] Coğrafî durum bakımından kaderimiz Avrupa'nınkine bağlı. Avru­pa son yıllarda bütün servet kaynaklarını silâhlanma uğrun­da seferber etti. Türkiye ile sınaî ve ticarî münasebetleri es­kisinden farklı. Yirmi yıldan beri durumumuz oldukça dü­zeldi. Bizi sömürmenin o kadar kolay olmadığını anladılar. Avrupa'nın saygısını kazandık. Avrupa Konseyinde hatırı sayılır bir yerimiz var. Sözde mağdur teb'amız olan Hıristiyanlara karşı Avrupa'nın merhametini kışkırtmak geçerli olmaktan çıktı. Düşmanlarımız onları yalancı vaidlerle ayak­landırmıyor artık. Bizimle menfaat birliği yapmak istiyorlar. Ama bu iyi niyetin devam etmesi için gerekli ıslahatı yapmak zorundayız. Ülkemiz için en büyük felaket yerimize ehliyet­siz bir sadrâzamın geçmesi, eserimizi yanlış anlaması ve ta­kip ettiğimiz yolu terk etmesi.[9]
Haşmetmeap, sadaret makamını sık sık yeni ellere tevdi etmeyin. Gelecek zâtın belli bir programı olmalı ve onu uy­gulamalı. Mes'uliyetlerin hudutlandırılması lâzım. Halk zât-ı şahanenizle ve sadrâzamla temas kurabilmeli. Yoksa mem­leketin durumunu kavrayamazsınız. Ecdad-ı izamınız tebdil-i kıyafet ederek teb'anın arasına karışırlardı... İnfirad (tek-ferdi) po­litikasından kaçınınız. Bilinmeyen bir düşman, bilinen on düşmandan daha tehlikelidir. Komşularımızda neler olup bittiğini dikkatle izlemelisiniz. Teb'anız komşu ülkelerdeki halkların yaşayışını kıskanmamalı.
Uzak memleketlerle münasebetiniz ticarî ve sınaî müna­sebetlerdir. Bizi güç duruma sokmak işlerine gelmez. On­ların öğütlerine kulak vermeli, hattâ yardımlarını istemeli­yiz. Kendi çıkarlarını düşünürken bizimkilerini de düşüne­ceklerdir.
... Bazı müesseseler kurduk, bazı tedbirler aldık; bunlar, masrafı muciptir bahanesiyle yıkılmamalı.
Çeşitli teb'alar arasında ırk ve menfaat ayrılıkları var. Bu er geç bizden ayıracak onları. Devlet, eğitim aracılığıyla men­faatleri birleştirmeğe, ülkenin parçalanmasını önlemeğe ça­lışmalıdır. İnsanlar refah ve emniyet peşindedirler, vatan bu iki ihtiyacın sağlandığı yerdir.
... Çeşitli cemaatlerin elde ettiği imtiyazlar, görevler ara­sındaki farklılıktan gelmektedir. Büyük bir mahzur. Müslü­man teb'anın başlıca işi devlet hizmetidir, öteki teb'alar pa­ra kazanmakla meşgul. Bu sayede üstün durumdadırlar. Üs­telik savaşta ölen de yalnız Müslümanlar, bu yüzden Müslü­man ahalinin sayısı gün geçtikçe azalmaktadır. Böyle giderse azınlık haline geleceğiz.
Tarih, mağlupların imtisal ettiği fâ­tihlerin hikâyeleriyle dolu. On yıl kışlalarda ömür tükettik­ten sonra köyüne dönen bir erkek ne işe yarar?
Müslüman­lar da Hıristiyanlar gibi ziraatle, san'atla, ticaretle uğraşma­lı.
Tek devamlı sermaye emektir.
Kurtuluş çalışmakla müm­kündür. Müslümanlar, Hıristiyanların inhisarındaki (tekel) mes­leklere el atmalı, Hıristiyanlar da nüfusları nisbetinde devle­te asker, subay, memur vermelidirler.
... Her iktidara geçen, kendinden önce yapılanları boz­makla işe başlıyor. Maiyetindeki memurları değiştiriyor. Yükselebilen ancak dalkavuklar. Herkes devletin sırtından refah elde etmek peşinde. Emeğin hakkını vermek, memur­ları oradan oraya nakletmemek, halk nazarındaki itibarları­nı yükseltmek lâzım... Ehliyetli memurlar kullanmak sure­tiyle memur sayısını bugünkünün dörtte birine indirebiliriz.
Bütün ağırlık köylünün sırtında. Vergi servetle mütenasip olmalı.
Cibayet (Vergi-gelir) sistemi sakat.
Memleketin kadastrosu yapıl­malı, istatistiğe önem verilmelidir. Bunları başlattık, fakat is­tediğimiz neticeyi alamadık: maaşlar kifayetsiz, ehliyetli in­san az. Demirbaş defteri, yevmiye defteri, kasa defteri olma­yan tüccara benziyoruz.
Mülkiyet hürriyete kavuşmalı, açık ve aydınlık kanunlarla düzenlenmeli. Mülkiyet rejimi sermayedarı ürkütüyor; faiz haddi yüzde yirmiden yüzde elliye kadar çıkmaktadır. Kre­di bulmak imkânsız.
Avrupalı göçmenler Amerika'ya, Avustralya'ya gidecekle­rine bize gelsinler. Memleketimizde boş arazi uçsuz bucak­sız. Alman veya İsviçreli göçmenler Amerika'da nasıl Ame­rikalı olup çıkıyorlarsa, bizde de Osmanlı olup çıkarlar. Av­rupalı birçok memurlarımız bizden çok Osmanlı değil mi?
Köylüyü toprağa bağlamak lâzım, toprağımız geniş ve bere­ketli. Köylüyü tefeciden kurtarmalı, a'şarı kaldırmalıyız. Zi­raat bankaları kurulmalı".
Âli Paşa devlet çiftliklerinin aleyhindedir. Bu çiftlikleri idare edecek olanlar: "İşi ucundan tutacaklardır, öteki mü­esseselerimize benzeyecektir bu çiftlikler. Devlet fabrikala­rından da vazgeçiniz, bunlar çok masraflı ve faydasız, özel teşebbüsü boğmaktadırlar. Oysa yalnız ötel teşebbüs güçle­nip gelişebilir, devlet fabrikaları özel şirketlere devredilmeli­dir. Hükümet sadece hissedar olmalıdır bu fabrikalara.
Taşraya genel komiserler göndermelisiniz; dürüst, tecrü­beli, bilgili komiserler. Memleketin halini onlar inceleyip hükümete arz etmelidirler. Eyalet İstanbul'a ehliyetli temsil­ciler yollayamaz.
... Zırhlılarınız boğaz içinde nazlı nazlı dolaşıyor. Ya­bancı tersanelerde imal ettirilen bu gemiler ticaret filoları­nın yerini almakta, onların gelişmesine engel olmaktadır. Avrupa'nın durumu başka, onun sömürgeleri var. Savunu­lacak uzak menfaatleri söz konusu. Bazı devletler de ma­den sanayilerini geliştirmek için zırhlı yapıyorlar. Savaş­ta asker taşıyacak gemiler ticaret gemileridir. Bize küçük ve sür'atli gemiler lâzım. Devamlı ve büyük bir ordu da lüzum­suz. Stratejik noktalarda istihkâmlar kurmak daha faydalı".
Âli Paşa'nın bizim için en dikkate değer taraflarından biri de basın hürriyetine verdiği önemdir. Kendisini dinleyelim:
"Basın hürriyeti ancak hatalarını düzeltmek istemeyen hükümetler için bir tehlikedir. Sizin hükümetiniz yurdun iyiliğinden başka bir şey düşünmüyor, o halde böyle bir hür­riyet onun için bir nimettir. Bir milletin düşüncesini bas­kı altında tutmak, onu birtakım gizli yollar aramağa zorlar, eninde sonunda bulur bu yolları. Hürriyetsizlik her türlü fe­sadı kolaylaştırır. Devletin güveni tehlikeye girer, zora baş­vurmak gerekir. Basın hürriyeti kötülükle savaşmak ve faydalı olmak isteyen her hükümetin tabii müttefikidir. Bugün­kü idarede basın, Osmanlılar arasında zayıf bir bağ kura­biliyor. Amme menfaati, bilhassa taşrada meçhul; tek kay­gı: özel çıkar. Basına ve genel olarak her nevi yayma geniş bir hürriyet verilmeli ki, Osmanlıları birbirine bağlayan bağ kuvvetlensin. Basın siyasî mes'elelerle uğraşacak, hüküme­tin yaptıklarını değerlendirecek ve ülkenin ihtiyaçlarını be­lirtecek, ihdasını istediğimiz genel komiserlerin işini ko­laylaştıracaktır. Basın, millet meclisi kuruluncaya kadar bu meclisin yerini tutacaktır. Memleketi tanımayanlar boyu­na millet meclisinden söz ediyorlar. Devlet işlerini tartışa­cak, denetleyecekmiş bu meclis. Eyâletlerden, hattâ payitaht ahâlisinden kurulacak böyle bir topluluk çok geçmeden acı­nacak bir acz içine düşer. Acele etmemeliyiz.[10] Yapılacak ilk iş, basını bütün engellerden kurtarmak ve tam bir hürriye­te kavuşturmaktır.
Hükümet de büyük bir gazete kurmalıdır. Bu gazete yerli ve yabancı basının makalelerine cevap vermelidir. Hüküme­tin ve yurdun gerçek menfaatlerini müdafaa etmelidir. Ka­nunları, nizamnameleri, buyrukları yayımlayacak, halka hü­kümetin aldığı tedbirleri izah edecek, gerekçelerini anlata­caktır bu büyük gazete; kötü niyetleri zararsız hale getire­cektir. Gazetenin yöneticileri hiçbir dalkavukluğa tenezzül etmeyecektir. Halk müdaheneden (dalkavukluk) iğrenir. Ona göre müdahene en acı hakikatten daha çirkindir. Bu gazetenin şiarı ha­kikat ve samimiyet olacaktır".[11]
Paşa'nın sözleri burada bitiyor. Vasiyetname Türkiye'de yayınlanmış mı?
Bilen yok. Mehmed Galip, Âli ve Fuat Paşaların vasiyetnamelerinden söz etmekte, fakat bunların ne zaman, hangi dilde yazıldıklarını kaydetmemektedir (Tarih-i Osmânî Encümeni Mecmuası, 1329, s. 70). Tanzimat'ın yü­züncü yıldönümü münasebetiyle yayımlanan Tanzimat ad­lı kitabın 892'nci sahifesinde Vasiyetnamenin adına rastlı­yoruz: Walter Wright, Âli Paşa'nın bir nevi siyasî vasiyetna­me bıraktığını, bunun da Türkçe olarak yayımlandığını söy­lerken, Birge böyle bir eserin basılmamış olduğunu ileri sü­rüyor.[12]
Ben vasiyetnamenin iki nüshasını gördüm, her ikisi de Fransızca. Birinci nüsha yazma: Edebiyat Fakültesi kitaplı­ğına Fransız Sefaretinden gelmiş. Schneider'in bir önsözünü muhtevi ve onun tarafından kaleme alınmış. Bu arada Yıl­dız evrakı arasında rastladığımız bir vesikadan Schneider'in Bianchi'nin kayınbiraderi olduğunu ve Âli Paşa'nın kâtip­liğinden ayrıldıktan sonra Rus casusluğu yaptığını öğreni­yoruz. Bu yazma nüshanın başında şu bilgiler var:
"... VA­SİYETNAME YA ABDÜLAZİZ'E TAKDİM EDİLECEKTİ, YA MATBUATA. PAŞA'NIN ÖLÜMÜNDEN AZ SONRA SCHNEIDER EFENDİ ZAMANIN HÜKÜMETİNDEN VESİKAYI NEŞRETMEMEK EMRİNİ ALDI. BUNUN­LA BERABER 1671 ARALIK'INDA YANİ PAŞA'NIN ÖLÜMÜNDEN ÜÇ AY SONRA SCHNEIDER EFENDİ TARAFINDAN BAZI RİCAL-İ DEVLETE VASİ­YETNAMEDEN BİRÇOK NÜSHALAR TEVDİ EDİLDİ. İKTİDARDAKİ RİCAL VESİKAYI BÜYÜK BİR İHTİMAMLA SAKLADILAR. SCHNEIDER EFENDİ DE TEHDİTLERDEN KORKARAK İZİNİ KAYBETTİ. HALBUKİ RİCAL OKU­SA NE BÜYÜK DERSLER BULACAKTI BU VESİKADA; DEVLET-İ ALİYYE NE BÜYÜK GAİLELERDEN KURTULACAKTI. BİRKAÇ AY ÖNCE VESİKA­NIN ENZAR-I UMUMİYEYE VAZ'I BİZZAT PADİŞAH TARAFINDAN YA­SAK EDİLDİ. BUGÜN, YANİ YAZILIŞINDAN 24 YIL SONRA VASİYETNA­MENİN BÜYÜK EHEMMİYETİ HER TEHLİKEYİ GÖZE ALARAK NEŞRİNİ GEREKTİRİYOR".
İkinci nüshada önsöz yok. Fransızca Revue de Paris tara­fından 1910'da ayrı baskı olarak yayımlanmış. Kırk sayfalık bir risale. Metinler aynı. Bütün bir çağa ışık serpen bu çok değerli vesikanın mevsukiyetinden şüphe etmek için hiçbir ciddî sebep yok.[13]    sh: 32-44

Kaynakça

Cemil MERİÇ hzl: Mahmut Ali MERİÇ Umrandan Uygarlığa [Kitap]. - İstanbul : İletişim, 2010.




[1]Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler, s. 216 vd. 316
[2] Tezakir, Türk Tarih Kurumu basımevi, 4 cilt, Ankara 1953-1967.
[3] Ebül'ula Mardin, Medeni Hukuk Cephesinden Ahmet Cevdet Paşa, İstanbul 1946, s. 36-37.
[4] ismail Habib, Edebî Yeniliğimiz, İkinci Kısım (2. cilt), Devlet Matbaası, İstan­bul 1932, s. 28.
[5] Tanpınar Ahmet Hamdi, XX. Asırda Türk Edebiyatı Tarihi, İbrahim Horoz ba­sımevi, İstanbul 1956.
[6]   Sainte-Beuve, C.A. Causeries du Lumài (Pazartesi Sohbetleri), cilt 7, 3. baskı. Garnier, Paris 1853, ss. 224-265.
[7] Paşa'nın ölümünden dört yıl önce bir Fransız ziyaretçisiyle yaptığı konuşmayı hatırlıyorum:
"Fransa da, İngiltere de seçkin temsilciler yolluyor buraya. Seç­kin ama mütehakkim. Ellerindeki bütün kuvveti düşüncelerinin emrine ve­riyorlar. Ama Paris'in veya Londra'nın düşüncesi Istanbul'dakilerle uyuşamı­yor. Elçileri aydınlatmaya çalışıyoruz, ama boşuna. Ne yapabiliriz? Zaman ka­zanmak zorundayız. Siz buna sözünde durmamak diyorsunuz, biz felaketten kaçmak. Kapitülasyonlar elimizi bağlamış; elçiler memlekete bizden daha faz la hâkim. Banka açmalıymışız, Fransız mektebi, Fransız lisesi kurmalıymışız. Ne işimize yarayacak bütün bu müesseseler? Yabancılara mülkiyet hakkı tanı-malıymışız. İngiltere'den daha liberal olmamız isteniyor.. Bunları kabul etmek, Türkiye'yi parçalamak demek. Tereddüt gösterince suiniyet sahibisiniz diyor­lar. İntihar etmek istemiyoruz, o kadar. Türkiye değişmeli, âmenna... Ama bu değişiklik kendi eserimiz olmalı, ağır ağır gerçekleşmeli. Yürümeliyiz, kabul. Acele etmeliyiz, doğru. Ama süratin de bir hududu var. Kazanları patlatmamalıyız" (Challemel-Lacour, Revue des Deux Mondes, no. 73, 1867).
[8] (Emirnâme-i Sami'nin tarihi: 25 Temmuz 1871, Âli Paşa'nın ölümü 18 Ey­lül 1871)
Tanzimat aydınlarının özellikle Cevdet Paşa'nın ve Yeni Osmanlıların sos­yalizmle ilgili görüşleri için bkz. Cemil Meriç, Mağaradakilar: "Avrupa'daki Hayalet", Ötüken yayınlan, 2. baskı, 1980, s. 256 vd.
[9]   Paşa'ya tevcih edilen en haklı tenkit bir hayr-ül-halef yetiştirmemiş olmasıdır.
[10] Âli Paşa da Fuat Paşa gibi millet meclisi için hazırlıklı olmadığımıza kanidir. Millet Meclisi konusunda Hayrettin Paşa ile Ali Süavi'nin görüşleri için bkz. "En Emin Yol", s. 48-49 ve dipnotu 5, s. 325-326.
[11] Aali Pacha, Testament Politique. Extrait de la Revue de Paris, Nos des 1 er avril et 1 er mai 1910 (Âli Paşa, Siyasî Vasiyetname, Revue de Paris'in 1 Nisan ve 1 Mayıs 1910 tarihli sayılarından ayrı basım), Coulomniers 1910.
[12]   Tanzimat I, Yüzüncü yıldönümü münasebetiyle, Maarif Vekâleti, İstanbul Ma­arif Matbaası 1940, 1026 sayfa.
[13] AKARLI, Engin., Belgelerle Tanzimat, İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, 1978.



KENDİ SEMASINDA TEK YILDIZ


Minerva'nın kuşu, alacakaranlıkta uçar.
Hegel
Mukaddimedeki tarih felsefesi, nevinin en büyük eseri.
Şimdiye kadar, hiçbir ülkede, hiçbir çağda,
hiçbir insan zekâsı böyle bir eser yaratmamıştır.
Toynbee


KALEDEKİ ADAM
Karanlık çöküyor Mağrib'e... İbn Selame kalesinde bir adam... Kulaklarında nal sesleri ve çığlıklar, dudaklarında bozgunların buruk tadı. Yirmi yıldan beri tarihle boğaz bo­ğaza. Çağının her büyük faciasında ya oyuncu olmuş, ya se­yirci. Saraylar, savaşlar, zindanlar. Ve en mağrur beldeleri yerle bir eden Kader.
Şuur uçurumların önünde uyanır. Düşünce, buhranların çocuğu. Adamın bakışları, sisleri deliyor. Kaderin yerine kanu­nu oturtuyor adam, kanunu yani muayyeniyeti. Anlıyor ki, cücelerin muzaffer olduğu bu küçük savaşlarda devlere yer yok. Kılıcı ile fethedemediği ülkeleri kalemiyle fethediyor, ülkeleri ve Ebediyeti.
İbn Haldun (1332-1406), Ortaçağın karanlık gecesinde muhteşem ve münzevî bir yıldız; ne öncüsü var, ne devamcısı. Mukaddime, çağları aydınlatan bir fecir, girdapları, ma­ğaraları, zirveleriyle.

BİR KITANIN CEHALETİ
Şarkiyat, sömürgeciliğin keşif kolu. Mukaddime yazarı, asır­larca kapitalizmin gelişmesini bekler Araf da. Batı irfanına İslâm dünyasını tanıtan ilk eser Doğu Kütüphanesi... ve Do­ğu Kütüphanesinde Mağrib yok... İbn Haldun'suz bir İslâm düşüncesi.
Baron de Slane, 1856'da Berberiler Tarihi’ni çevirir (İm­paratorluk Fransası için mühim olan Mağrib'in mâzisidir), 1862-68'de Mukaddimeyi (içtimaî bir talepten çok ferdî bir tecessüs). Tercüme uzun zaman yankısız kalır. Batı, o bü­yük kaynaktan sık sık faydalanır ama iktibaslarını titizce saklar. Doğu'nun bütün hazineleri gibi, Mukaddime de, her iştihaya açık bir "mirî malı"dır.
Michelet, üstadı Vico'yu tanıtırken "ondan evvel, tarih il­minin tek kelimesi bile söylenmemişti" der. Marx, tarihî maddeciliğin mübeşşirini bir kere bile anmaz. Weber'e gö­re, içtimaî ilimlerin yaratıcısı Avrupa. Sosyoloji tarihçileri de, sosyolojinin kurucusunu dünyaya gelmemiş farz eder­ler. İrfanıyla övünen bir kıtanın, havsalaya sığmaz hayâsız­lığı veya cehaleti.[1]

SIRLARI DÖKÜLEN BİR AYNA
Mukaddime, Osmanlı aydınının XVI. asırdan beri tavaf etti­ği bir âbide: Taşköprülüzade, Kâtip Çelebi, Naima... Fakat bu hürmetkâr aşinalık samimî bir dostluğa inkılab etmez. Tunuslu tarihçi, başka bir iklimin adamıdır; daha sert, da­ha buhranlı, daha ümitsiz bir çağın adamı. XVIII. asrın baş­larında Pirizade, Mukaddimenin üçte ikisini Türkçeleştirir. Dürüst bir tercüme, ama dil girift, ibareler uzun. Geriye ka­lan kısmını Cevdet Paşa çevirir.
Osmanlının cihanşümul tecessüsü her düşünceye açıktır, temessüllerinde şuurlu bir tecessüs; tafrafuruşluğa da tenez­zül etmez.
İnkıraz devri aydınının farikası, hazinelerinden habersiz olmak. Bu aydın bir ışık kaynağı değildir artık, sırları dökül­müş bir aynadır, Batı'yı aksettiren bir ayna. İbn Haldun'u na­sıl ve nereden tanısın? [2] Sonra Cumhuriyet ve zaman zaman beliren kendimize dönüş temayülleri. Bu devrin fikir adam­ları içinde, İbn Haldun'la en çok meşgul olan Ziyaeddin Fah­ri Fındıkoğlu'dur. Tek meşgul olan da diyebilirdik. Hilmi Ziya 1940'da Bouthoul'un İbn Haldun'unu dilimize aktarır; derbeder, derme çatma bir tercüme.[3] Sonra basından üniver­site tezlerine sığınır, üstat; yani unutulur gider.

YENİ BİR TERCÜME
Nasıl unutulmasın? Dil devrimi, genç nesillerin Tunuslu ta­rihçiyle temasını imkânsızlaştırmıştı. İçtimaî ilimlerle uğra­şanlar, İslâm dünyasının -belki de bütün dünyanın- bu en büyük içtimaiyatçısını, De Slane'dan okumak zorundaydı­lar. M.E.B., Mukaddime'yi çevirterek Türk irfanını yüz kızar­tıcı bir mahrumiyetten kurtarmağa çalıştı; çalıştı diyoruz zi­ra yapılan tercüme bir garabetler meşheridir. Başka türlü de olamazdı... Çünkü işin ciddiyetinden Bakanlık da, mütercim de habersizdir.
Mukaddime bir hamlede fethedilmez. Atıfların ve imaların karanlık dehlizinden geçeceksiniz. Tanımadığınız mefhum­lar kesecek yolunuzu.
İbn Haldun, külliyatını tetebbu etmeyenlere sırlarını ifşa etmez eser.
lssawi, "Mukaddime çevrilemez henüz, diyor... önce dün­ya kütüphanelerindeki bütün yazmalar karşılaştırılmalı, bir 'edition critique'i yapılmalı eserin. Sonra bir İbn Haldun söz­lüğü hazırlanmalı ve Haldun'cular bir araya gelerek kullana­cakları ıstılahlar üzerinde anlaşmalı. Şimdilik kitaptan bazı parçalar çevrilebilir..."[4]

İBN HALDUN VE 'BUGÜNÜN SOSYALİZMİ"
Bakanlık tercümesi, kütüphanelerin tozlu raflarında unu­tulurken, Türk solu beklenmedik bir kaynaktan İbn Hal­dun adında bir sosyologun asırlarca evvel Mağrib diyarın­da yaşadığını... haber alır: Garaudy'den yapılan bir derle­me.
Kimdi bu Garaudy?
Şarkiyatçı mı, tarihçi mi?
Ne bi­ri, ne öteki. Fransa Afrika'daki sömürgelerini kaybedince, Fransız solu, istiklallerine yeni kavuşan bu ülkelerin "ile­rici" aydınlarına hoş görünmek istemiş, bu işle Garaudy'yi görevlendirmişti.
Şarka yönelen bu tecessüs, sosyalizmin "Batıcı" üstatları­nı kuşkulandırdı. Ne demekti İslâm düşüncesi? İbn Haldun da kim oluyordu? Türkiye'de konuk olarak bulunan tanın­mış bir "toplumcu" irfanımızı tehdit eden bu tehlikeli tema­yüllerle savaşmak için kemal-i celadetle kaleme sarıldı: "Po­litik doktrinde vahye dayanan devlet düzenini, ideal dev­let düzeni saymaktan kendini kurtaramayan bir düşünürün (İbn Haldun demek istiyor) bugünün sosyalizmine verece­ği bir şey yoktu".
Görülüyor ki, bu sayın bay, iki satırlık bir fermanla ida­mına hükmettiği İbn Haldun'u zerre kadar tanımadığı gi­bi sosyalizmi de ciddiye almamaktadır. Bugünün sosya­lizmi ne demek? Sosyalizm bölünmez bir bütün değil mi? Tefekküre kapılarını kapayan bu bağnaz "izm" olsa olsa "obscurantisme"dir, sosyalizm değil.

AZGELİŞMİŞLİK
Bugün "azgelişmiş" denilen ülkelerden birçoğunun neden azgelişmiş olduğunu Mukaddimeyi okuduktan sonra daha iyi anlıyoruz. Kuzey Afrika tarihini asırlar boyu damgalayan Siyasî, İktisadi ve içtimaî başarısızlıkların sebebi, bu ülke­de içtimâi zümrenin (Batı'daki burjuvaziye benzer bir sı­nıfın) yokluğudur. Çağdaş bir Fransız yazan, Yves Lacoste: Bugünkü azgelişmiş ülkelerin mazisi üç beş kelimeyle hüla­sa edilebilir, diyor... Önce hamleler devri, sonra yavaşlayan, durgunlaşan, gerileyen ekonomik ve sosyal gelişme. Ibn Haldun, bu medd ü cezirlerin içinde yaşamış ve onları anla­mağa çalışmıştır. Buhranı ne Tanrinm iradesiyle izaha kal­kışmıştır ne dış güçlerle. Çöküşün sebebi, kucağında yaşadı­ğı toplumun iç yapısıdır.
Geçen asrın sonlarına kadar hiçbir Avrupalı tarihçi, böy­le bir idrak irtifaına erişememişti. "Anlatımcı tarih" e mah­pus bir tecessüs, yeni ülkeler fethine çıkan o cihangir zekâ­yı, fazla "filozof” buldu. Tanrılarına sadık kaldı Avrupa. Bü­yük yabancı, sükûttan bir çemberle kuşatıldı; anlayışsız, ha­in, karanlık bir sükût.

ÜMRAN
Mukaddime yazan yepyeni bir ilim kurduğunun farkında­dır; konusu "beşerî ümran" olan bir ilim. Tarihi, "insan ilim­lerinin ilmi" yapan bir ihtilâl.
Ümranla asabiyet, yeni ilmin iki anahtarı. Ümran, ge­niş manasıyla medeniyet, yani: bir kavmin yaptıklarının ve yarattıklarının bütünü, içtimaî ve dinî düzen, âdetler ve inançlar.
Ümranın iki merhalesi:
Bedevîlikle Haderîlik.
İki merha­lesi veya iki tezahürü.
Bedevîlik, bâdiye hayatı.
Bâdiye ne çöl, ne köy, ne kır. Belki bunların hepsi, bedevilerin otur­duğu veya dolaştığı her bölge. Bâdiyenin başka dillerde kar­şılığı yok.
Haderiyet de kademe kademe. Her toplumun kaderi, bedeviyetten haderiyete geçmek. Bu inkişafın muharrik kuvveti: Asabiyet.
Labica, 1968'de Cezayir'de basılan İbn Haldun'da Siyaset ve Din adlı eserinde, Mukaddime'nin umumî planını şöyle çi­ziyor:
"1- Ümran, başka bir deyişle medeniyetin umumî sosyo­lojisi, îçtimaîlik, fizikî coğrafya, beşerî coğrafya ve psikososyoloji.
2-  Bâdiye yahut bedeviyetin sosyolojisi. Umumî bir etno­loji (iki insan topluluğu vardır), mukayeseli bir psikoloji (bedevî ve haderî), bir jeopolitik (çöl) ve bir içtimaî (asabi­yetin unsurları) dinamik.
3-  Mülk ve siyasî felsefe. Cismanî (mülk) ve ruhanî (hila­fet) iktidarın şartları. Bir devletler dinamiği ve kültür antro­polojisi (hiç değilse müesseseler nazariyesi).
4- Haderiyet veya şehir sosyolojisi.
5-Maaş veya ekonomi-politik (insanların emek ve gayretlerini harcadıkları faaliyetler).
6- Ulum. İlimlerin topyekûn bilançosunu yapan bir bil­gi sosyolojisi.

Bu mefhumlar arasındaki hiyerarşi bir ağaç şeması ile gös­terilebilir:

Ümran ağacı=
Kök: Bâdiye;
Gövde: Mülk ve Hadara;
Dallar: Maaş;
Yapraklar veya meyveler: Ulum;
Özsuyu: Asabiye.[5]


TARİHTEN SOSYOLOJİYE

Tunuslu devlet adamı, bir hazine-i evrak faresi değildir. Ça­ğını anlamak için eğilir tarihe. Çağını anlamak yani olaylara söz geçirmek. Her tarih eseri, doğrudan doğruya veya dolay­lı olarak, yazarın hayat tecrübesine bağlıdır.
İbn Haldun, bir kavganın içinden geliyordu ve tekrar dö­necekti kavgaya. İbn Selame kalesinde mütareke yıllarını yaşıyordu "yorgun savaşçı". Kale bir halvetgâhdı, inziva bir sesli itikâf ("la soledad sonora"). Önce şuuruyla altetmesi lâzımdı hadiseleri. Konuşturmak istiyordu tarihi, mutlaka konuşturmak istiyordu. Bir kütüphane adamının aylak te­cessüsü değildi bu; bir kavga adamının çağıyla hesaplaşmasıydı, çağıyla ve bütün çağlarla. Basmakalıp bilgilerle yeti­nemezdi. Tarihten sosyolojiye atlamak zorundaydı; sosyo­lojiye atlamak, daha doğrusu sosyolojiyi kurmak. Dün bu­güne, bugün yarma ışık tutar. Tarihin iki görevi var: Mazi­yi aydınlatmak yani nesilden nesile aktarılan ümranı incele­mek ve bugünkü ümranı, millî mirasla münasebetleri için­de aydınlatmak.
Mukaddime, bütünü kucaklamak ister, bütünü yani beşerî ümranı. Kendisini dinleyelim:
"konumuz beşerî ümran yani insanın içtimaî hayatı; ve bu hayatı etkileyen olaylar: yabanî­lik (haderiyet), aile ve kabile tesanüdü (asabiyet), devletle­rin hânedanların kuruluşuna yol açan içtimaî farklılaşmalar, tabakalaşmalar... insanların hayatlarını kazanmak için giriş­tikleri faaliyetler (meslekler, zanaatlar), ilimler, güzel sanat­lar, bir kelimeyle toplum yapısında ortaya çıkan her nevi de­ğişiklik".
Sâti Bey'e göre, Mukaddimenin birinci kitabı umumî sos­yolojiye ayrılmıştır. İkinci ve üçüncü kitaplarda bir siyaset sosyolojisi ile, dördüncü kitapta bir şehir hayatı sosyolojisi ile, beşinci kitapta bir iktisat sosyolojisi ile ve altıncı kitapta bir bilgi sosyolojisi ile karşılaşırız.
Mukaddime yazarının dehasını, bu katı ve kuru şemaya hapsetmek niçin?
İçtimaî fizik veya fizyoloji, temellerini Saint-Simon'un at­tığı bir bilgi dalı. Sosyoloji, Comte'un uydurduğu bir kelime. Sınırları hâlâ meçhul, muhtevası hâlâ müphem. Mukaddime sosyolojiyle kaynaşan bir tarih, bir beşerî ilimler ansiklope­disi. C. Levi-Strauss'un anladığı mânâda bir antropoloji, ya­ni bütün tarih ve coğrafyasıyla İnsanın ilmi.

GÜNEŞ ALTINDA YENİ BİR ŞEY YOK
Evet... İbn Haldun, hem medeniyet tarihinin hem de sosyo­lojinin kurucusu. İçtimaî ilimlerin dayandığı temel prensip­lerden birçoğunu ilk defa olarak ifade eder ve uygular. Me­selâ:
1-  Sosyal olaylar da kanunlara uyarlar. Gerçi bu kanunlar tabiat olaylarını yönetenler kadar mutlak değildirler ama yi­ne de sosyal hadiselerin düzenli ve belirlenmiş örnek ve di­zilere uymasını sağlayacak kadar kesindirler.
2-  Bu kanunlar kitleler için geçerlidir. Teker teker fertler, bu kanunlar üzerinde ciddî bir etki yapamaz. Bozuk bir dü­zeni değiştirmek isteyen ıslahatçıların teşebbüsleri başarısızlığa uğrar. Zira sosyal güçlerin karşı konmaz eğilimi, fer­dî çabaları hükümsüz bırakır.
3-   Bu kanunlar ancak geniş sayıda olayları bir araya ge­tirmek, ortak unsurlan ve zincirlenişleri incelemek suretiy­le bulunabilir.
4-   Aynı içtimaî kanunlar, aynı yapıdaki toplumlar için geçerlidir. Bu toplumların zaman veya mekânca birbirin­den uzak olması, neticeyi değiştirmez. Nitekim İbn Hal­dun, gezginci bedevîler için söylediklerinin, İslâmiyet ön­cesi veya kendi çağdaşı Arap bedevilerine, Berberîlere, Türkmen ve Kürtlere de pekâlâ uygulanabileceğini ısrar­la belirtir.
5-   Toplumlar hep aynı durumda kalmazlar. Yani içtimaî yapılar gelişir ve değişir. Bu değişmenin âmili, kavimler ve­ya sınıflar arasındaki temas ve bu temastan doğan taklit ve kaynaşmalardır.
6-   İçtimaî kanunlar, biyolojik veya maddî âmillere irca edilemez. Evet, toplumların hayatında iklim, gıda gibi fak­törlerin de önemi var, ama asıl üzerinde durulması gereken içtimaî âmillerdir, doğrudan doğruya içtimaî âmiller: tesa­nüt (dayanışma), meslek, servet... gibi. Meselâ, İbn Haldun, Arapların veya Yahudilerin özelliklerini anlatırken, Arapla­rın dikbaşlılığını, Yahudilerin kurnazlığını ırkî menşeleri ile değil yaşayış tarzları ve mazileriyle izah eder.
Taklidin toplum kaderinde oynadığı büyük rolü -Tarde'dan beşyüz yıl önce- vuzuha kavuşturan da o. Mağ­luplar, galiplerin âdet ve müesseselerini taklit eder, Mukad­dime yazarına göre. Bu taklidin sebepleri:
a)     Şuursuz bir hayranlıktır.
b)     Yenilen kavmin, mağlubiyetinin daha aşağı bir moralden veya manevî değerlerden ileri geldiğine inanmak istememesi ve düşmanının zaferini üstün tekniğine, silâhlarına veya müesseselerine atfetmesidir (psikolojik bir tatmin).
c) Mağlupların galiplerin başarı sırrını, onların bazı âdet ve müesseselerinde araması ve bu âdet ve müesseseleri be­nimsedikleri ölçüde kendilerinin de başarıya ulaşacaklarına inanmalarıdır.


ASABİYET
İnsan, daha güçlü hayvanlara karşı kendini koruyamaz tek başına, tek başına ihtiyaçlarını karşılayamaz; demek ki, bir arada yaşamak tabiî ve zarurî. Ama insanlar saldırgandır­lar. Bazı müeyyideler olmadıkça birarada yaşayamazlar. Bu müeyyidelerin kaynağı, ya iradesini kalabalığa kabul ettiren güçlü bir ferttir (İbn Haldun, Hobbes'un öncüsüdür), yahut içtimaî tesanüt (Hobbes'unkinden daha derin bir seziş). Or­tak bir otoriteye duyulan ihtiyaçtan devlet doğar. Şekil mad­de için ne ise, devlet de toplum için odur. Bunlar birbirlerin­den ayrılamaz. İçtimaî tesanüdün (asabiyet) kaynağı akra­balıktır, küçük toplumları o bağlar birbirine. Ama aynı çev­rede, aynı hayatı yaşayan insanlar için bu bağın hiçbir önemi yoktur. Bir arada yaşayış, akrabalık kadar kuvvetli bir te­sanüt yaratabilir.
İçtimaî tesanüt (dayanışma) en çok göçebeler arasında kuvvetlidir.
Zira göçebelerin hayatı her an yardımlaşmalarını gerektirir.
Gö­çebe doğduğu toprağa bağlanmaz, çöl kısırdır.
Her ülke va­tandır göçebeye.
Göçebeler yerleşiklerden daha yiğit, daha dürüst, daha kendine güvenir insanlardır.
Çok daha kalaba­lık ve -görünüşte- kendilerinden çok daha güçlü kavimle­rin ülkelerini ele geçirebilirler.

Devlet, ancak mücadele ile kurulur. Sayının da önemli bir payı var şüphesiz. Ama, za­fer birbiriyle daha iyi kaynaşmış olan tarafındır. Yeni bir din, kuvvetli bir içtimaî tesanüde dayanmadıkça başarıya ulaşa­maz. Ama bir kere yerleştikten sonra, içtimaî tesanüdü bir kat daha sağlamlaştırır. Hattâ insanların irade ve heyecanla­rını müşterek bir gaye etrafında toplayarak, kabile tesanüdünün yerine geçer. Filhakika, bir toprağa yerleşmiş kalabalık topluluklar için en kuvvetli tesanüt kaynağıdır, din; kabile tesanüdüyle birleşince karşı konmaz bir güç sağlar.
Tesanüt olmadan devlet kurulamaz. Bir devletin gücü, temelindeki tesanüde bağlıdır.
Devlet kökleştikten sonra, tesanüt ihtiya­cı azalır.
Otorite kurulmuştur artık, şüphe götürmez ve kar­şı konmaz bir otorite.
Fakat devlet de, diğer içtimaî müesseseler gibi değişme ve gerileme kanunlarına tâbidir.
Başlangıçta birlik ve dost­luk duygularına (asabiyet) dayanır.
Halk, yönetime katılır ve yöneticilerle bölüşür iktidarı.
Bir zaman sonra, yerleşik­lerin ve lüks hayatın çözücü tesirleri yüzünden, yöneticiler iktidarlarını mutlaklaştırmağa çalışır.
Hükümdar, bu ama­ca ulaşmak için şahsına bağlı bir kurena (yakınlar) zümresi teşkil eder, eski silâh arkadaşlarının ve müşavirlerin yerini paralı asker­ler alır.
Metbu ile teba arasındaki mesafe günden güne bü­yür.
Bu devrenin ayırıcı vasıfları: ihtişam ve sefahat, asabiye­tin zayıflaması...
İsraf arttıkça malî sıkıntılar çoğalır.
Vergiler ağırlaşır, maaşlar gecikir.
Devlet, efendi değiştirmeğe ha­zırdır artık Talipler de hiç eksik olmadığından, iç ve dış mü­dahaleler başlar.

Bu bir alınyazısı mı?
Evet... Zeval saati ge­ciktirilebilir Ibn Haldun'a göre...
Temel kanunları ve mües­seseleri baştan başa değiştirmek, yeni bir yaşama fırsatı ve­rebilir devlete. Çöküş uzaklaştırılabilir, ama büsbütün dur­durulamaz.
Osmanlı müverrihleri (tarihçi), acı tecrübelerin ilham ettiği bu insafsız hükümlere elbette ki, itibar etmeyeceklerdi. Bir destanı yaşıyordu onlar. Devlet-i Aliyye, bir devlet-i ebed müddet'di. Bir kıyameti yaşıyordu Ibn Haldun, tahtların bir­biri ardından yıkıldığı bir kıyameti.
Çağımızın medeniyet ta­rihçileri, bir Danilevsky, bir Spengler, bir Toynbee de ondan daha mı az bedbin?
Mukaddime yazarı, muhabbetlerin ve kinlerin dışındadır. Ne över, ne yerer. Müesseselerin gelişme kanunlarını arar, tercihlerini karıştırmaz işe.
Çağdaş bir Arap yazarı: "şaşırtıcı bir hayat, diyor... Önce elli yıl süren ve bütün XIV. asır Mağrib'ini damgalayan faa­liyetleriyle şaşırtıcı, sonra da bilginin çeşitli alanlarında ger­çekleştirdiği devrim, daha doğrusu devrimlerle".
Tunuslu hâkimin en büyük keşfi, kurduğu yeni ilim. Mu­kaddime ise bir beşerî ilimler ansiklopedisi. O ummanda bi­raz daha dolaşalım.

VARLIK VE BİLGİ
Ibn Haldun antolojisi, bir "aşamalar" teorisidir: madde, bit­ki, insan ve melekler. Eski Yunan'dan gelen bu nazariye, hem İslâm hem Hıristiyan skolastiklerince benimsenmiş.
Ama İbn Haldun çağdaş düşünceye çok daha yakın. Bu yara­tıklardan her biri, kendinden bir alttaki veya bir üstteki tü­re dönüşebilir, ona göre. Maymunun bittiği yerde insan baş­lar. Maymun, düşünce merhalesine erişemeyen insan. Hil­katin her merhalesinde insan maymuna veya maymun insa­na istihale edebilir.
Tunuslu filozofun bilgi teorisi, ampirist (deneyci) ve pozitivist (olgucu) bir teori. Bütün bilgilerimizin kaynağı, duyumlar. Cevherler ve illetler üzerinde münakaşa etmek boşuna. İbn Haldun, ima­nın yolunu açmak için felsefeyi bir yana iter. Akim kavra­yamadığı hakikatlere, tasavvuf ve vahiy yolu ile erişilebilir.

COĞRAFYA


Toplumların kaderini çizen âmillerden biri de coğrafya. İn­sanları farklılaşman çevreleridir, çevreleri yani iklim ve gı­da. İklim, toplumlara sürekli vasıflar kazandırır. Soğuk ül­kelerde, zekâ daha hudutlu, sanatlar daha az gelişmiş, mes­ken daha iptidaîdir. Sanatlar, mutedil iklimlerde kemale va­rırlar. Büyük şehirler ve büyük hanedanlar böyle ülkeler­de kurulur. Servetler oralarda teraküm eder. Hakimane ka­nunlar oralarda hazırlanır. Sıcak iklimlerde, hafifmeşreplik ve tedbirsizlik hüküm sürer. Toprak da insana birçok tema­yüller kazandırır. Tesanüt bilhassa çöllerde kuvvetlidir. Zi­ra insan, düşman bir tabiatın ortasında, hemcinsine dayan­mak zorundadır.
İbn Haldun, insan mizacıyla beslenme rejimi arasındaki münasebetlere de dikkati çeker. Fazla yemek, zekâyla vü­cudu uyuşturur. Bedeviler az yedikleri için canlı ve uyanık­tırlar vs.
Ama, içtimaî âmiller coğrafî âmillerden önde gelir, içtimaî âmiller yani yaşayış tarzı.

İKTİSAT
İbn Haldun, devrindeki Hıristiyan yazarların tersine, iktisa­dı ahlâktan ayırır. İktisadın konusu, iktisadî olayların tasvi­ri ve bu olayları idare eden kanunların keşfidir. Zenginliğin kaynağı ticaret değil üretimdir, üretim ve nüfus.
İbn Haldun "popülasyonist"tir.
Nüfus ve refah arasındaki münasebetler girifttir.
Nüfus arttıkça talepler de artar.
Talep istihsali kamçılar.
Yeni yeni zanaatlar doğar.
Zanaatlar geliş­tikçe ihtiyaçlar çoğalır:İnsan yeni hazlar arar, yeni vasıta­lar bulur.
Talep arzı yaratır, arz talebi.
"Şehir ne kadar kalabalıksa, ahali o kadar müreffeh, zanaatlar o kadar itibarda­dır". Şehrin dilencileri bile daha zengindir, diyor İbn Hal­dun.
"Ülkeler arasındaki zenginlik yoksulluk farkı, şehir­ler arasındakiyle aynı sebeplere bağlıdır".
Servet nüfusu, nü­fus serveti arttırır. Ama bir hududa kadar. Sonra zeval baş­lar.
Nüfus arttıkça lüks ihtiyacı çoğalır, devlet ricali sefahata düşer, vergiler artar, zanaatkarlar ezilir.
Toplumların hayatı da fertlerinkine benzer: önce gençtirler, sonra olgunlaşırlar, nihayet ihtiyarlık ve ölüm.
Avrupalı iktisatçılar, İbn Haldun'dan asırlarca sonra ser­veti altınla gümüşe bağlıyorlardı. İbn Haldun'a göre, altınla gümüş birer madendir sadece, demir gibi. İtibarları şuradan gelir: fiyatlarının nisbî istikrarı sayesinde iyi bir mübadele vasıtasıdırlar. Tunuslu, Locke'la Hume'dan asırlarca evvel, devletlerin ihtiyaç duydukları altını dış ticaret yoluyla elde ettiklerini, altın üreten ülkelerin hiç de zengin ülkeler ol­madıklarını ileri sürer. Arz ve talebin, ücretler de dahil, fi­yat üzerindeki tesirini anlamıştır.
Malların değerini tayin eden, onları istihsal için harcanan emektir.
Fiyatlar birbi­rine bağlıdır.
Bir malın fiyatı düşünce veya yükselince, öte­ki malların fiyatları da düşer veya yükselir.
Serbest rekabet­ten yanadır İbn Haldun. Tekelciliği şiddetle mahkûm eder.
Yalnız ticaret değil, hekimlik, hocalık, hanendelik gibi hiz­metler de verimlidirler. Adam Smith'den çok daha anlayış­lıdır bu konuda. Medeniyet ilerledikçe, ziraatın nisbî öne­mi azalır, hizmetlerinki artar diyecek kadar anlayışlı ve ile­ri görüşlü.
İbn Haldun, "teorik iktisat" alanındaki görüşleriyle bir öncüdür şüphesiz, ama onun asıl değerini yapan "sosyal iktisat"la ilgili fikirleri. Siyasî, iktisadî, içtimaî ve demogra­fik âmiller arasındaki bağı birçok modern iktisatçıdan da­ha aydınlık olarak görebilmiştir. İktisat kesimini maliye­den, ordudan ve manevî kültürden ayırmak yanlış... bunla­rın hepsi birbirine bağlı. Devletin verimli çalışması, bu ke­simler arasında kurulacak dengeyle kabil. Sosyologumuz, Durkheim'dan beş asır önce, işbölümünün içtimaî tesanüdü güçlendirdiğini söyler. İktisadî âmil, içtimaî ve siyasî hayatı geniş ölçüde etkiler, İbn Haldun'a göre. Topluluklar arasın­daki fark, meslekler arasındaki farklardan doğar.

EĞİTİM
Üstadın eğitim psikolojisi, kabiliyet veya melekeler mefhu­muna dayanır.
Her hareket yahut düşünce, hareket edenin veya düşünenin zihninde bir iz bırakır.
Demek ki, aynı ha­reketin devamlı olarak tekrarı, bir rüsuh kazandırır kişiye.
Zihin ne kadar bakir, ne kadar işlenmemiş ise, ona herhangi bir meleke kazandırmak o kadar kolay olur.
Daha önce ka­zanılmış bir maharet, yeni bir maharet kazanmağı güçleşti­rir. Meselâ usta bir terzinin aynı zamanda usta bir marangoz veya dülger olması, yahut da bir insanın kendi dilini iyice öğrendikten sonra başka bir dil öğrenmesi nâdirdir. Nâdir­dir ama belli bir rüsuhun kazanılması da zihni biler, düzenli düşünceye alıştırır bizi. Başka bir alana yöneldiğimiz zaman bunun faydasını görürüz.
Bilgi ve zanaat aynı cinsten maharet ve kabiliyetin eseri­dir. Zarurî ihtiyaçlar giderilmeden lüks ihtiyaçları karşılaya­cak sanatlar doğamaz. Bilgi de öyle; o da içtimaî tekâmülün oldukça ileri bir merhalesinde ortaya çıkar, o da diğer zana­atlar gibi, içtimaî bir talebi karşılamak için gelişir ve en çok şehirlerde boy atar, zanaatlar gibi. Ve nesillerce süren fasıla­sız bir geleneğe dayanır.
Mekteplerde okutulacak derslere gelince, İbn Haldun'un yeni bir teklifi yoktur bu konuda. Yalnız, ilk ve orta öğretim­de aritmetik ve geometriye fazla yer verilmesini ister. Ona göre felsefenin tek faydası zihni bilemektir. Dil, mantık, arit­metik gibi bilgiler, kendi kendileri için değil, hukuk, teoloji ve fiziği daha iyi anlamak için öğrenilmelidir.
Bir kelimeyle, okutulan dersleri okutmakta devam edebi­liriz. Mühim olan kullanılacak metot. Bir şeyi öğretmenin en iyi yolu tedriciyet ve tekrar. Basitten mürekkebe gidilmeli­dir. Teferruata geçmeden önce, konuyu toplu olarak ele al­mak gerek. Her engelin karşısında durmamalı, aşıp geçmeli o engeli, sonra daha geniş bir bilginin ışığında ona geri dön­meli.
Yazarın dil öğrenimiyle ilgili görüşleri de çok dikkate lâ­yık. Gramer kaidelerini ezberleyerek hâkim olunamaz bir dile. Konuşmak, okumak, parçaları ezberlemek suretiyle hâ­kim olunur.

ANASIZ DOĞAN ÇOCUK
Mukaddime anasız doğan bir çocuk mu?[6]
Bu coşkun ırmak hangi esrarlı kaynaktan fışkırıyor?
Haldun'cuların tek ba­şarısı, kullanılan malzemenin menşeini tesbitten ibaret. O sefil malzemeden, bu muhteşem terkibi yaratan deha, her izah teşebbüsünü iflasa mahkûm ediyor. Devrin bütün ir­fan hazinesini boşuna tarıyor, Haldun'cular. Önce İslâm ta­rihçilerini yokluyorlar. Görüyorlar ki Tunuslu'nun kendi­lerinden geniş iktibaslar yaptığı bu muhterem zatlar, vakanüvis seviyesini nadiren aşmaktadırlar. Sonra İslâm’ın siya­set yazarları arasında öncüler aranıyor üstada. Ve aynı ba­şarısızlığa uğranılıyor. Nihayet Yunanistan'da karar kılıyor, Haldun'cuların tecessüsü. Ve kolayca fark ediliyor ki Tunus­lu filozofun Yunan düşüncesine hiçbir borcu yok; zira Arap dünyası, Tukidides gibi Yunan tarihçilerini tanımamaktadır. Gerçi Eflatun'un Dev/et'i Arapçaya çevrilmiş, islâm yazarla­rı için (bilhassa Farâbi) bir ilham kaynağı olmuştur ama İbn Haldun Devleti de okumamıştır, Aristo'nun Politika'sını da.
Bir Alman müsteşriki, Gustave von Grunebaum, bakışla­rını tekrar Mağrib'e çeviriyor. Çevrenin düşünce üzerinde­ki tesirini daha önce Sakkaki belirtmişti, diyor. Fakat Sakkaki ile İbn Haldun nasıl mukayese edilebilir? Biri dere, öte­ki umman. Ama müsteşrik mutlaka bir öncü keşfetmek ihtiyacındadır, devam ediyor:
"İbn Haldun'un üzerine eğil­diği temel problem, ondan dört asır önce bir başka müslüman yazar tarafından ele alınmıştı: Mesudi... Ne yazık ki Mesudi'nin meseleye nasıl bir çözüm yolu getirdiğini bile­miyoruz. İbn Haldun Mesudi'nin bu çalışmalarından haber­dar mıydı? Meçhul".
İhtimalleri daha da zorluyor Issawi: "Neden İbn Haldun bazı ispanyol yazarlarından esinlenmiş olmasın? Belki de bu eserler daha sonra Müslümanlar veya Engizisyon tarafından imha edilmiştir".
Kılı kırka yaran bu araştırmaların üzerinde ittifak ettikle­ri hüküm şu: İbn Haldun'un iki kaynağı vardır: islâm tarih­çileri ve kucağında yaşadığı çevre. Malzeme fakir, bina muhteşem. Dehanın kaderi anlaşılmamak değil mi? lssawi, "Beş asır ümmetsiz kalmış bir pey­gamber" diyor. Sonra?
Avrupa, İslâm'ın bu en büyük düşünce fâtihini bir asır­dan beri tanımağa çalışıyor, tanımağa ve temessül etme­ğe. Biz, Âraftaki dâhiyi ehliyetsiz mütercimlerin tasallu­tuna terk ettik. Mukaddime tekrarlarla dolu uzun bir eser. Lüzumsuz teferruattan arınmış, bugünkü nesillerin anla­yabileceği bir Mukaddimeye mutlaka ihtiyacımız var: ön­ce, belli başlıklar etrafında toplanmış bir seçilmiş parça­lara (lssawi'ninki gibi), sonra yedi-sekiz yüz sayfalık bir Mukaddimeye (Davud'unki gibi). Kendimize dönmek, bir mânâda, İbn Haldun'a dönmektir.


POLİTİKACILARIN EN EHLİYETSİZİ: AYDIN
Büyük kitapları anlamak için reşit olmak gerek. İnsanlık, Mukaddime'yi yeni yeni keşfediyor. Tunuslu hakim düşün­düklerimizi altı yüzyıl önce söylemiş, düşündüklerimizi ve düşünmediklerimizi.
Eflatun şair, İbn Haldun sosyolog; biri hayal, öteki hakikat.
 Siteyi filozof yönetmelidir diyen Yunanlı, hükümdarına felse­fe aşılamak için gittiği Siraküza'da canını zor kurtarır. Ütop­yalara iltifat etmez İbn Haldun. Ona göre ilim başkadır siya­set başka. Cevdet Paşa'nın Türkçesiyle: "Sunuf-u beşer için­de, emr-i siyasetten" en uzak insanlar âlimlerdir. Son Fransız mütercimin (Monteil) ifadesi daha sadakatsiz ama daha zarif: "Aydın, politikaya en az ehliyeti olan kimse". Tunuslu, bu zâ­lim hükmün mucip sebeplerini şöyle hülasa eder:
"Ulema ve fukaha, mânâ denizinde yüzmeye alışmış. Bir madde ve bir şahıs ve bir asır ve ümmetin ve nâsdan bir sınıfın hususiyetleriyle uğraşmazlar. Onlar için mühim olan, umumî ve kül­lidir. Maaniyi (mefhumlar) hissedilir dünyadan ayırır ve onları umur-u külliye-yi âmme olarak, zihinde tecrit ve tasav­vur ederler. Sonra bu külli'yi mevadd-ı hariciyeye tatbik eder­ler... "Velhâsıl, kâffe-i hüküm ve nazarlarında enzar-ı fikriyye ve umur-u zihniyye ile me'luf olup başka şey bilmezler" (Cev­det Paşa tercümesi).
Oysa politikacı, bütün dikkatini dış ger­çeklere ve bu gerçeklerle ilgili siyasî şartlara teksif etmek zo­rundadır. Çok girift bir dünyadır politika. Siyasî hadiseler, kı­yas yoluyla "umumî fikir"lere irca edilemez.
İbn Haldun, bu vesileyle, Batı sosyolojisinin henüz farkı­na vardığı bir hakikati ifşa eder: medeniyetler farklıdırlar. Şu veya bu müessese, falan veya filan müesseseye benzeyebi­lir. Ama bu benzeyiş yalnız bir noktadadır, bütünü kucakla­maz. Âlimler kıyas yoluyla hüküm verirler, kıyas ve genelle­me yoluyla. Müşahedelerini zihinlerindeki kalıplara döker­ler. Bu alışkanlık, birçok hataların kaynağıdır, İbn Haldun'a göre.
Bu satırları okurken, "bilim" âşıkı medresecilerimizi ha­tırlamamak kabil mi? Sathî benzerlikleri kanunlaştıran bu keskin zekâlar, Osmanlı İmparatorluğu'nda feodalite tahay­yül eder; tarihimizi sınıf kavgasıyla izaha kalkışırlar.
Buna mukabil, "avamdan tab'-ı selim ve zekâvet-i muta­vassıt olan kimse", gördüklerinin, duyduklarının dışına çık­maz, gerçekler dünyasında kalır, sahilden uzaklaşmayan yü­zücü gibi. "Siyasî davranışlarında ideolojilerin tesiri kalmaz, çünkü insanları tanır, onlara nasıl muamele edileceğini bi­lir" (Monteil tercümesi).
Bir kelimeyle, siyaset âlimlerin işi değildir; ne âlimlerin ne güzidelerin.
İbn Haldun'un bu insafsız gerçekçiliği, fâzıl mütercimi ra­hatsız ediyor. Filhakika, Cevdet Paşa, ilmiyeden vezarete ge­çen bir ikbalperesttir. Baş emeli, makam-ı sadaret. Neden, âlimler ülkelerinin idaresinde söz sahibi olmasınlar. Kendi­sini dinleyelim:
İbn Haldun'un dediği gibi, fikrin üç mertebesi vardır:
Bi­rincisi "yapacağı şeyin esbab-ı mürettebesini tasavvur et­mek";
İkincisi "ebna-yı cinsiyle muaşeretin usul ve rüsum-u lâzimesini bellemek";
Üçüncüsü ise "malûmat-ı zihniyye-den meçhûlat'ı istihsal eylemekdir".Bu üçüncü mertebenin temeli, "hikmet-i nazariye". Her insan zekâ derecesine göre ilerler bu mertebede. Fakat gerçekler dünyasından da uzak­laşır. Bu itibarla, doğruyu yanlıştan ayırmak için "kanun-u mantığa muhtaç olur".
İkinci mertebe tecrübe ile elde edilir; hissedilir dünyadan uzaklaşılmaz. "Tamik-i enzara, tetkik-i efkâre" hacet yoktur; örnek ve tecrübe yeter. Güzideler, ba­kışlarını "meani-yi baide"ye (uzak mânâlara) çevirirler çok defa, ikinci mertebeden uzaklaşırlar. Gerçeği, kendi "kaide-i zihniyetleri"ne uydurmak isterler; tecrübelileri örnek al­maz, "eslâfa ittiba" etmez, yükseklerde uçarlar. Oysa, tecrü­be edileni tecrübe etmeye kalkışmak, hataya sürükler insanı. Ulemaya gelince, bunlar daima üçüncü mertebeden "enzar-ı fikriyye ve kavaid-i külliye" ile uğraşırlar. Hadiseleri hafıza-larmdaki "külliyat"a uydurmağa alışmışlardır. "Umur-u si­yasîye", fikrin harice tatbikini yani ikinci mertebesini gerek­tirir. Âlimlerin politikadaki başarısızlıkları bundandır. Pe­ki ama, üçüncü mertebenin elde edilmesi ikinci mertebenin gerçekleşmesine mâni midir? Hayır. Başka bir tâbirle, "hik­met-i nazariye", "hikmet-i ameliyeyi" nakzetmez. Nitekim, "şarkda İbn Sina ve garbda vezir İbn Bâce ile Kadı Rüşd gi­bi şeyh ve reis-i hükema ve müellif, İbn Haldun ile muası­rı bulunan vezir İbn-el Hatib ve Devlet-i Aliyyede Kemalpa-şazâde ve Idris Bitlisi ve Ebussuud gibi" nice büyük âlimler, devletin "müşir ve müsteşarı" olarak reyleriyle sultanları ay­dınlatmış, hükümet idaresinde onlara yardımcı olmuşlardır. Elbette ki, nazarî ve amelî hikmette maharet sahibi olanla­rın rey ve fikirleri büyük bir değer taşır. Elbette ki, bu çetin tehzibin esas şartlarından biri "muamelat-ı nass"a vukuftur.
Paşa, bu geniş ufuklu fikir ve aksiyon adamlarının son dere­ce nâdir olduğunu kabul eder, nâdir ama mevcut. Evet, İbn Haldun haklıdır: dâhiler için kanun yapılmaz. Ve "meşhud olan, müellifin beyan eylediği kaidenin cereyanı"dır. "Bu misillu kavaidde dahi matlub olan ekseriyettir".
Pareto (1848-1923) da İbn Haldun gibi düşünür bu ko­nuda. Filhakika, İtalya’nın bu tanınmış sosyologuna göre, ilim başkadır aksiyon başka, ilim adamı, şüphecidir, kılı kır­ka yarar, prensiplere iner. Aksiyon sürat ister, iman işidir. Mit'le gerçek birbirinden ayrıdır. Hümanitarizm, demokrasi, sosyalizm birer mit, yani herhangi bir gerçeğe uymayan bi­rer inanç. Bilgi olarak değerleri yok, ama amelî olarak önem­leri büyük. Zira insanları harekete geçiren insiyakları, te­mayülleri, menfaatleri teorileştirmektedirler. Pareto, iman­la ilmi uzlaştırmak isteyenleri yerden yere vurur. "Hakika­ti tanımak için, yalnız mantık ve deneye dayanan ilmin de­ğeri vardır. Hareket etmek için duyguların kılavuzluğu çok daha hayırlı. Pratik insanlar, âlimlerden daha iyi idare eder­ler devleti".[7]   
Sh:139-163

Kaynakça

Cemil MERİÇ hzl: Mahmut Ali MERİÇ Umrandan Uygarlığa [Kitap]. - İstanbul : İletişim, 2010.




[1] La Grande Encydopédié'mn (Büyük Ansiklopedi, 31 cilt, 1885-1892) İbn Hal­dun maddesi bir laubalilik örneği (Tunuslu tarihçi ölümünden yirmi sekiz yıl önce katlettirilir, sonra tekrar diriltilir). Avrupa'nın en büyük felsefe dergisi Revue Philosophique'de (kuruluşu 1876) yalnız bir kere söz edilir üstattan. Ya­zının başlığı şu: "İbn Haldun, XVI. asır Arap Sosyologu", iki asırlık bir hata. Durkheim'in kurduğu Année Sociologique adlı derginin (1896-1964) koleksi­yonunda İbn Haldun'un adı bile geçmez.
İbn Haldun XX. asrın başlarına kadar Batı intelijansiyasının meçhulü. Ken­dini kâinatın merkezi sayan bu gafil intelijansiya'ya, tarih felsefesini kuran ada­mın Tunuslu bir düşünce fatihi olduğunu ilk haykıran Charles Rappoport'dur, tanınmış sosyalist ve sosyolog Charles Rappoport (Bkz. Philosophie de l'Histoire comme une Science de l'Evolution, Bir Evrim Bilimi Olarak Tarih Felsefesi, 1925, 2. baskı). Bu zat hakkında daha fazla bilgi edinmek için Bkz. L'Homme et la So­ciété, No. 24-25, Nisan-Mayıs-Haziran 1972, s. 127.
Cuvillier, Manuel de Sociologie'sinin (Sosyolojinin El Kitabı, 1952) bir dip­notuna misafir eder sosyologumuzu. Sosyoloji Sözlügu'nde (1970) daha insaf­lıdır. Ama yine de Hıristiyanî peşin hükümlerin tasallutundan kurtulamaz, Sa-int-Augustin'in kurduğu tarih felsefesinin müslümanlar arasındaki değerli bir temsilcisidir İbn Haldun... Son şârihi Yves Lacoste'a göre, tarih ilminin yaratı­cısıdır bu zat. İngiliz sosyologu Bottomore da İbn Haldun'u tarihî maddecili­ğin mübeşşiri sayar.
[2] Batılılaşan Türk intelijansiyası hikmet-i tarihin mucidini tesadüfen tanır. Baş­ka bir medeniyetin menşurundan geçen çarpık yani muharref bir İbn Haldun. Yusuf Akçura'nın şahadeti -itirafı diyecektik- ne kadar ibret verici. Millî şahsi­yetlerimizden nasıl uzaklaştığımızı, mektep kitaplannda dahi Batıyı nasıl adım adım ve körü körüne takip ettiğimizi anlatan Yusuf Akçura sözlerini şöyle bağ­lıyor: "Hasan Âli Bey (Yücel), Almanlardan veya Ruslardan istifade ettiği için olacak ki tarihte usulün tekâmülünü gösterirken İbn Haldun'u da zikretmeyi unutmamıştır" (1. Tarih Kongresi).
[3] Bakınız, Eserlerini Nasıl Hazırlıyorlar? Cemil Meriç, Yücel Dergisi, Ağustos 1944.
[4]Bkz. Issawi Charles, ibn Haldun: An Arab Philosopher of History, London, 1950. Gerçi Avrupalı bilginler Issawi'nin ikazına uymamış, Mukaddimeyi dillerine çevirmişlerdir. (Önce Rosenthal'in İngilizce tercümesi, New-York, 1958; sonra UNESCO tarafından yayımlanan Monteü'in Fransızca tercümesi Beyrut, 1967). Ama onlar uzun bir çalışmanın mirascısıdırlar. Konuları ile il­gili bütün yayınları incelemiş, İbn Haldun'un dünya kütüphanelerinde mev­cut çeşitli yazmalarını karşılaştırmış, ömürlerini harcamışlardır bu işe (bil­hassa Rosenthal).
[5]Labica G., Politique et Religion chez ibn Khaldoun (İbn Haldun'da Siyaset ve Din), Alger (Cezayir), 1968.
[6] Montesquieu, Kanunların Ruhu'nu Ovidius'un şu mısraı ile damgalar: "prolem sine ma tre creatam" (anasız doğan çocuk). Yersiz bir gurur. Anasız doğan ço­cuk iltifatı düşünce tarihinde tek esere yaraşır: Mukaddimeye.
[7]Bkz. Kozak I. Erol, İbn Haldun'a göre İnsan-Toplum-İktisat, Pınar Yayınları, İs­tanbul 1984.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar