Print Friendly and PDF

RUH

Bunlarada Bakarsınız


Rûh; Anlam ve Mâhiyeti

Rûhu’l-Kudüs; Anlam ve Mâhiyeti

Kur’an-ı Kerim’de Rûh ve Rûhu’l Kudüs

Hadis-i Şeriflerde Ruh

Rûh; Çok Bilinmeyenli Denklemden Bilebildiğimiz Bazı Özellikler

Ruh; “Allah’ın Emrindendir.” Onun Emri İse “Ol” Demesidir

Rûha ve Rûhu’l-Kudüs’e Tapılması

Ruhun Varlığının İsbatı

Ruhun Mâhiyet ve Sıfatları

Ruh-Beden İlişkisi

Ruha Ait Kuvvetler

Ben Kavramı; İlham; Vicdan; Güdü

Nefs ve Ruh Aynı Şeyler midir? Ruhla Nefsî Arzular Arasındaki Dengesizlik

Ruh Göçü (Reenkarnasyon/Tenâsuh); Ruh Çağırma

Müzik, Ruhun mu Gıdasıdır?

Ruh Çeşmesinden Sızıntılar

 

 

“Andolsun Biz Mûsâ’ya Kitab’ı verdik. Ondan sonra ardarda peygamberler gönderdik. Meryem oğlu İsa’ya da mûcizeler verdik. Ve onu, Rûhu’l-Kudüs (Cebrâil) ile destekledik. (Ne var ki) gönlünüzün arzulamadığı şeyleri söyleyen bir elçi geldikçe, ona karşı büyüklük tasladınız. (Size gelen) peygamberlerden bir kısmını yalanladınız, bir kısmını da öldürdünüz.“ (2/Bakara, 87)

 

 

Rûh; Anlam ve Mâhiyeti

“Ruh” sözlükte; can, nefes, öz, ilham, vahy, Cebrâil gibi anlamlara gelmektedir. Rûh, insana hayat veren, onu düşünen, anlayan biri haline getiren manevi ve ölümsüz özün (cevherin) adıdır.

Ruhun ne olduğu konusunda İslâm ve felsefe tarihinde ortaya çok çeşitli fikirler atılmış, bir çok izahlar ileri sürülmüştür. Ancak ruhun ne olduğunu tam anlamıyla bilmek mümkün değildir. Çünkü Kur’an bu konuda şöyle demektedir: “(Ey Muhammed) Sana ruhtan soruyorlar. De ki: ‘Ruh Rabbimin emrindendir (işlerinden biridir veya bir emridir). Size ilimden ancak az bir şey verilmiştir.” (17/İsrâ, 85) Buradaki ifade, ruhun ne olduğunu tam anlamıyla bilmenin mümkün olmadığı şeklindedir. Yoksa, “ruh konusunda hiç bir şey bilemezsiniz” demek değildir. Zira Kur’an’ın başka âyetlerinde ruh hakkında çok sınırlı da olsa bilgi verilmektedir.

İslâm âlimleri genel olarak “ruh”a üç çeşit açıklama getirmişlerdir: Bazılarına göre ruh, varlıkları harekete geçiren şeydir. Bazılarına göre ruh, hayatın başlangıcıdır. Bu anlamda ‘ruh, canlılarda hayatı meydana getiren bir parçadır’ denmiştir. Kimilerine göre de ruh, lezzet, sevgi, nefret gibi duygu ve duyuma; düşünme, algı, hayal etme gibi zihne; irâde gibi üç kuvvete ait merkezdir.

Ruh, çeşitli maddelerden yaratılmış varlıkların oluş sebebi, onlara varlık kazandıran, ama onlarla bağlı olmayan, onlar gibi ölümlü olmayan, hareketin, anlamanın, iradenin merkezi; ölümsüz, Yaratıcının doğrudan kendisine bağladığı özdür. Birtakım kelime ve cümlelerden meydana gelmiş bir yazıyı düşünelim: Yazının anlamı ve içeriği onun ruhudur. Bu ruh açıldığı zaman sesler kelimeleri, kelimeler cümleleri, cümleler paragrafları, paragraflar da yazıyı meydana getirirler. Kâinat da tıpkı geniş ve canlı bir yazı gibidir. İçerisindeki her bir varlık birer kelimedir. Yazı içindeki her bir kelime asıl anlamıyla vardır. Evrendeki varlıklar da onlara varlık kazandıran ruhları ile vardırlar. Yazı silinse veya kelime ortadan kalksa bile mana kaybolmaz. Tıpkı bunun gibi, varlıklar ölse bile, Allah’ın onlara kendinden verdiği öz olan ruhları ölmez.

Gördüğümüz maddelere hayat veren, onlara ait ruhtur. Bizim madde olarak gördüğümüz her şey, aslında ruhun ‘ete kemiğe bürünmüş’ bir şeklidir. Maddenin ‘ten kafesine bağlı olan’ ruh; duyan, yaşayan, anlayan, bilen bir fonksiyonu yerine getirir. İrâdenin kötü kullanılması sonucunda tıpkı nefis gibi kirlenir. Eğer irâde iyi yolda, Allah’ın emri doğrultusunda çalışırsa; ruh, hep temiz ve parlak kalır. Bu bakımdan melekler ve muttakî insanlar için “iyi ruhlar” denmiştir. Kirlenmiş, arzularının peşine takılmış, ölçü tanımayan ruhlar, şehvetin ve hevânın emrine girerler, bütün bunları insana tavsiye eden şeytanla irtibat kurarlar. Böyle insanlar yeryüzünde şeytanın yardımcıları olurlar.

İnsan, hayvan, cin ve melekler gibi canlı varlıkların ruhları vardır. Bitkiler ve hayvanlar için ise, kimilerinin ‘içgüdü’ dedikleri, Allah’ın onlar için tayin ettiği kanun (fıtrat) vardır. Onlar bu fıtratlarına uygun olarak yaşarlar, şükrederler ve Allah’ı tesbih ederler. İnsanın ruhu bir taraftan bedene ‘can’ katarken, bir taraftan da, irâdeyi doğru yolda kullanarak, doğru görüşün, ilmin ve faziletin merkezi olup, Allah’tan bir ruh olarak gelen vahy ve Kur’an’la ilişki kurar.

Ruh Kelimesinin Türevleri: Kur’an-ı Kerim’de ayrıca ruh kelimesi ile aynı kökten gelen rîh, ravh, riyah ve reyhan gibi kelimelere de rastlıyoruz; bu kelimeler, Kur’an’da 36 âyette geçer. “Rîh”, hareket halindeki hava veya rüzgârdır. Kur’an’da bazen azap olarak gelen rüzgârın yerine kullanılır (10/Yûnus, 22; 46/Ahkaf, 24). Bir yerde ise koku anlamına gelmektedir (12/Yusuf, 94). “Rîh” aynı zamanda ‘güç, kuvvet, kudret’ manalarına da gelir: “Allah’a ve Rasûlüne itaat edin; çekişmeyin, yoksa korkuya kapılırsınız ve rîhınız (rüzgârınız) gider.” (8/Enfâl, 46)

“Ravh”; beklenti, umut, rahatlık, bekleme demektir. Böylesine bir umut veya rahatlık, ruh gibi görünmeyen, güzel kokular taşıyarak insanı rahatlatan bir şeydir. “Allah’ın ravh’ından ümidinizi kesmeyin. Çünkü, kâfirler topluluğundan başkası Allah’ın ravh’ından ümitsizliğe düşmez.” (12/Yusuf, 87)

“Riyah”, rahmet taşıyan rüzgârdır ve “ruh”la ilgilidir. “O ki, riyah’ı rahmetinin önünde müjdeci olarak gönderir.” (7/A’râf, 57; 3/Âl-i İmrân, 164)

Aynı kökten gelen ‘reyhan’, hoş kokusu olan şey demektir. Reyhan ayrıca, ni’met, rızık, yenilen şey, göz nuru anlamlarına da gelir. “Çocuklar Allah’ın reyhanındandır” sözü buna işarettir. Peygamberimiz (s.a.s.) Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin için “Cenette iki reyhandırlar” benzetmesini yapıyor. Kur’an’da şu şekilde geçmektedir:“Yapraklı taneler ve reyhan (hoş) kokulu bitkiler.” (55/Rahmân, 12) “Ravh, reyhan ve cennet nimetleri” (56/Vâkıa, 89).

Türkçe’de kullanılan ‘rahat’ ve ‘istirahat’ kelimeleri de aynı kökten gelirler. Bunların manalarının ruh, rüzgâr, güzel koku, umut ve rahatlık ile ilgilerinin olduğunu hatırlayalım.

İslâm inanışına göre insanların ruhları bedenle beraber ölmezler. Onlar Kıyamete kadar Allah’ın bildiği bir şekilde bekleyecekler. Kıyametten sonra yeniden diriliş, ruhlarla beraber olacaktır. (1)

Ruh: Mâhiyet itibariyle beden denen özel cesede benzemeyen ve gülsuyunun gülde, zeytinyağının zeytin tanesinde yayıldığı gibi, bedene yayılan ve hayatla bizzat vasıflanan, nûrânî, ulvî, hareket ettirici, latif ve şeffaf bir cisimden ibarettir. Çözülme ve parçalara ayrılmayı kabul etmez. Beden ruhla birleşmeye elverişli olduğu sürece onunla birleşir, ona hayat verir. Bu denge bozulduğu zaman da hayat kesilir ve ölüm meydana gelir, yani ruh bedeni terk eder.

Ruh, mahlûktur, sonradan yaratılan her varlık gibi tek Yaratıcı olan Allah tarafından yaratılmıştır. Ruh, bedenden önce yaratılmıştır. “Sizi (ruhlarınızı) yarattık, sonra size şekil verdik (cesetlerinizi yarattık), sonra da meleklere ‘Âdem’e secde edin’ diye emrettik. İblisten başka hepsi secde ettiler. Fakat o secde edenlerden olmadı.”(7/A’râf, 11)

Allah Teâlâ, Hz. Âdem’le başlayan ve Hz. Muhammed (s.a.s.) ile son bulan vahiy süreci içerisinde insanoğlunu birçok gaybî meselede bilgilendirmiştir. Madde dışı âleme dair bilinen bilgilerden sağlıklı ve güvenilir olanı sadece, Allah’ın peygamberleri aracılığıyla insanlara ulaştırmış olduğu bilgilerdir. Kur’ân-ı Kerim’de insanı canlı kılan anlamdaki ruhun mâhiyeti hakkında hemen hemen hiçbir bilgiye yer verilmemiş olmasından hareketle; ilâhî hikmetin, ruhun hakikatini, Allah’ın insanoğluna vermiş olduğu ve bütün bilginin yanında çok cüz’î kalan mâlûmatın dışında tuttuğu söylenebilir.

 

 

 

 

Rûhu’l-Kudüs; Anlam ve Mâhiyeti

“Rûhu’l-kudüs”, kelime anlamı olarak, fevkalâde temizlik, nezâhet, bereket rûhu, veya mukaddes ruh demektir. Kur’an’da ve terim olarak ne anlama geldiği konusunda bazı farklı görüşler vardır: Bazı âlimlere göre “Allah’ın rûhu” demek olabilir. Bu anlamda Hz. İsa’ya da Rûhullah denilir. Bazılarına göre, Allah’ın ism-i âzamıdır (en büyük ismi) ki, Hz. İsa bununla ölüleri Allah’ın izniyle diriltirdi. Kimilerine göre İncil’dir. 42/Şûrâ sûresi 52. âyetinde Kur’an vahyine de “ruh” denilmiştir. Tercih edilen görüşe göre ise, Rûhu’l-Kudüs, Cebrâil’dir. Bu görüş, rivâyet ve görüşlerin en sıhhatlisidir. Peygamber Efendimiz, Hassan bin Sâbit (r.a.)’e: “Kureyş’i hicvet; Rûhu’l-Kudüs seninledir” buyurduğu gibi, başka zamanda da: “Ve Cebrâil (a.s.) seninledir.” diye buyurmuştur (Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe 157; Ahmed bin Hanbel, IV/298, 301, 303). Demek ki Rûhu’l-Kudüs Cebrâil (a.s.)’in “Rûhu’l-Emîn” gibi diğer bir ismidir. Cebrâil’e “Rûhullah” da denilmesi, diğer ilâhî isim olan “Rûhu’l-Kudüs”’ün aynı manaya geldiğini doğrular.

Kur’an diline ait bu kelimelerin gözönünde bulundurulması ile Rûhu’l-Kudüs’ün Cebrâil demek olduğu anlaşılır. Akla şöyle bir soru gelebilir: “Cebrâil, Hz. İsa’dan başka peygamberlere de indiği halde, burada “Onu Rûhu’l-Kudüs ile destekledik” (2/Bakara, 87) ilâhî ifadesinde söz konusu zamire Hz. Mûsâ bile dahil edilmeyerek doğrudan zamir niye sadece Hz. İsa’ya tahsis edilmiştir? Bu ifadeden Rûhu’l-Kudüs’ün Cebrâil’den başka bir özel ruh olduğu anlaşılmaz mı?”

Tefsircilerin açıklamasına göre, cevap; “hayır!” Bu tahsisin anlamı şudur: Cebrâil’in Hz. İsa’yla başka türlü bir ilişkisi vardır ki, diğer peygamberlerde bunun benzeri yoktur. Hz. Meryem’e onun doğumunu müjdeleyen Cebrâil’dir. Hz. İsa onun nefhi (üflemesi) ile doğmuş, onun terbiye ve desteğiyle büyümüş, her nereye gittiyse beraberinde gitmiştir. Nitekim Kur’an’da “Ona rûhumuzu gönderdik, o ruh ona beşer şeklinde şekillenip göründü.” (19/Meryem, 17) buyurulmuştur. Âyette geçen“Rûhanâ”, “Rûhullah”, “Rûhu’l-Kudüs” Cebrâil’dir.

Bunun dışında, bilindiği gibi İsrâiloğullarının Hz. İsa ve annesi Meryem hakkında iffet ve ismete, onların kudsiyetlerine aykırı sözler söylemiş olmaları ve âyette esas muhâtap olan da yahûdiler olduğundan, Hz. İsa hakkındaki bu âyet, tahsis için değil; fakat özellikle yahûdilerin isnat ve iftiralarına karşı Hz. İsa’yı tenzih etmek için bu te’yid, özellikle sözkonusu edilmiştir. İşte bundan dolayıdır ki, tahâret ve temizlik anlamına gelen “Rûhu’l-Kudüs” ismi tercih edilmiştir. Hz. İsa, Rûhu’l-Kudüs ile te’yid edilmiştir, fakat, bilinmelidir ki, Rûhu’l-Kudüs ile te’yid edilen yalnızca Hz. İsa değildir: “De ki, Rûhu’l-Kudüs, onu (Kur’ân’ı) Rabbinden hak olarak indirmiştir.”(16/Nahl, 102) buyrulduğu şekilde Peygamber Efendimiz’e Kur’ân-ı Kerim’i indiren de Rûhu’l-Kudüs’tür. Oysa Kur’ân’ı ona indirenin Cebrâil olduğu bilinen bir gerçektir. Demek ki, Rûhu’l-Kudüs Cebrâil’dir. Güç ve kuvvet açısından Cibrîl veya Cebrâil, ismet ve nezâhet açısından da Rûhu’l-Kudüs’tür. (2)

 

 

 

 

Kur’ân-ı Kerim’de Ruh ve Rûhu’l-Kudüs

Kur’ân-ı Kerim’de “ruh” kelimesi 21 yerde; “Ruhu’l-Kudüs” 4 yerde, ruh kelimesi ile aynı kökü paylaşan kelimeler de toplam olarak 57 yerde geçer. Bir âyette Kur’an’ın bizzat kendisinin bir “ruh” olduğu hatırlatılmaktadır (42/Şûrâ, 52). Kur’an, her şeyden önce bir şifâdır, nurdur ve ruhtur. Hasta ve ölü kalpleri diriltir. Topraktan yaratılan beşer, Allah’ın üflediği ruhla canlı hale gelen insan (15/Hıcr, 29), Kur’an’la mânevî olarak dirilir, hayat bulur. İsrâ sûresi 85. âyetinde geçen ‘ruh’un ‘vahy’ olduğu da söylenmiştir. Bu anlamda Allah’ın insanlara gönderdiği vahy, insanların kalplerini, tıpkı yağmurun yeri dirilttiği gibi diriltir ve onlara ‘can’ getirir. Nitekim Kur’an Hz. Muhammed (s.a.s.)’in dâvetini “insanı dirilten şey” olarak nitelemektedir (8/Enfâl, 24).

Kur’an’da ruh, “kalplere hayat veren vahiy ve Allah’ın öğrettiği hikmet” (40/Mü’min, 15; 42/Şûrâ, 52); “kuvvet, sebat, dayanma gücü” (58/Mücâdele, 22); “Hz. Meryem’e çocuk üflemek üzere gönderilen melek (26/Şuarâ, 193), Allah’ın emir âleminden olduğu bildirilen ve mâhiyeti tümüyle kavranamayan şey (17/İsrâ, 85) ve Allah’ın melek aracılığıyla üflediği hayat soluğu (21/Enbiyâ, 91) gibi anlamlara gelmektedir. Ama, her şeyden önce, Kur’an’da ruh, “ilâhî emir” anlamına gelir (17/İsrâ, 85).

“Ruh” kelimesi ayrıca “Rûhu’l Kuds” veya “Rûhu’l Emîn”’ şeklinde Cebrâil (a.s.)’in yerine de kullanılmaktadır (2/Bakara, 87, 253; 26/Şuarâ, 193-195). Kadir Gecesinde melekler ve “Ruh” bir iş için yeryüzüne inerler (97/Kadr, 4). Pek çok tefsirciye göre buradaki Ruhtan maksat Cebrail (a.s.)’dir. Çünkü Kur’an, Cebrail’e Rûhu’l-Emîn demektedir (26/Şuarâ, 193).

Yine Mahşer günü melekler ve Ruh saf halinde dururlar ve Allah’ın izin verdiğinin dışında kimse bir şey konuşamaz (78/Nebe’, 38). Şüphesiz ki “ruh”, Rabbimizin emrine bağlı bir şeydir. O’nun ne olduğunu, nasıl bir fonksiyonu bulunduğunu, neye işaret ettiğini en iyi Rabbimiz bilir (17/İsrâ, 85; 16/Nahl, 2; 40/Mü’min, 15; 42/Şûrâ, 52). Âyet ve hadislerde, öldükten sonra ruh; çıkma, inme, alınma, dönme, gök kapılarının kendisine açılması gibi fiillerle nitelendirilmektedir. O yüzden bu nasslar, ruhun bir kişiliğe sahip olduğuna işaret etmektedir. (Bkz. 6/En’âm, 93; 89/Fecr, 27-30). Yine bir âyet-i kerîmede “Nefse ve onu şekillendirene and olsun!” (91/Şems, 97) buyrularak, nefsin düzenlenerek bir şekle sokulduğu ortaya konmaktadır.

“Sana ruhtan soruyorlar” (17/İsrâ, 85) âyetinde geçen Ruh’un Cebrâil olabileceği de söylenmiştir. Nitekim yukarıda geçtiği gibi bir çok âyette Cebrail “ruh” diye nitelendirilmiştir. Böyle olunca insanlar bu Ruh’un ne olduğunu, O’nun getirdiği vahyïn özünü ve şeklini tam bilemezler. Onlara düşen az bir ilimle, gelen vahye teslim olmaktır.

Rabbimiz ilk insanı yarattığı zaman ona kendi Ruh’undan üflemiş ve onu bir canlı insan haline getirmiştir (15/Hicr, 29). “Sonra onu tesviye etti (düzene koydu), ona Kendi Ruhundan üfledi ve sizin için kulak, gözler ve gönüller var etti.” (32/Secde, 9) Buradan da anlaşılıyor ki ruh, bir yönüyle insana hayat veren, onu harekete geçiren candır ve Allah’ın kendisine bağlı kıldığı bir özdür (cevher). İnsanın bedeninin topraktan veya topraktan çıkan gıdalardan meydana gelmesi, onun nefsine verilen günah işleme isteğine, bunun sonucu olarak düşeceği alçak seviyeye; Allah’ın ona kendi ruhundan üflemesi de, insana verilen iyi duygulara, itaate, kulluğa, fazilete olan meyle ve kazanacağı yüce dereceye işaret etmektedir. Bunu böyle anlamak da mümkündür.

Kur’an, Hz. İsa (a.s.) için de “Hz. Meryem’e üflenen bir ruh” demektedir. Bu ifade Hz. İsa’nın babasız yaratıldığını, tıpkı Hz. Âdem’in yaratılışındaki gibi O’na ruh üflenmek suretiyle canlı bir insan haline getirildiğini ortaya koymaktadır. Bununla beraber Hz. İsa, bir mucize olarak çamurdan kuş heykellerine üflüyordu ve onlar da canlı bir kuş oluyor ve uçuyorlardı. İnsanın hayat vermek üzere kuş heykeline ruh üflemesi, Hz. İsa’nın “üflenen bir ruh” olması ile O’nun bu mûcizesi arasında ilginç bir bağ görülmektedir. Hz. İsa (a.s.)’ya ‘Ruhullah’ yani Allah’ın (üflediği) ruhu’ denildiğini hatırlayalım.

Ölüm ânında rûhun bedenle ilgisi tamamen kesilir. Uykuda rûhun bedenden ayrılışı, zâhirî bir ayrılıştır. Ölüm veya uyku halinde rûhun bedenden hakikaten ve zâhiren ayrılışı, Allah’ın öldürmeye ve yaşatmaya kadir olduğuna ve ölümden sonra tekrar diriltmeye gücünün yeteceğine delildir. “Allah, ölenin ölüm zamanı gelince ölmeyenin de uykusunda nefisleri/ruhları alır. Bu sûretle hakkında ölümle hükmettiği (rûhu) tutar, ötekini muayyen bir vakte kadar (bedene) salıverir. Şüphe yok ki bunda, iyi düşünecek bir kavim için kesin ibretler vardır.” (39/Zümer, 42)

“Sana ruhtan soruyorlar. De ki: ‘Ruh, Rabbimin emrindendir (işlerindendir). Size, ancak az bir bilgi verilmiştir.” (17/İsrâ, 85) Bu âyette belirtildiği gibi Kur’an’da ruhla, ruhun mâhiyetiyle ilgili teferruatlı bilgi verilmemiştir. Bunun sebebi, Kur’an’da, bir konu hakkında bilgi vermenin esprisinin insanların maddî ve mânevî tekâmülüne sebep olmasıdır. Bilgi vermenin hedefi, insanların çoğunluğudur. Ruhun varlığı ve mâhiyeti çok derin konulardandır. İnsanların ancak binde birinin anlayabileceği bir meseledir. Eğer Kur’an, binde dokuz yüz doksan dokuz yerine binde biri tercih etseydi, âdil bir hitap olmayacağı gibi, aynı zamanda da bu binde dokuz yüz doksan dokuzun aklını karıştırmış olurdu. Kur’an’ın maksadı bu değildir. Fahreddin Râzî gibi İslâm âlim ve düşünürleri ruh konusuyla uğraşmanın dinî emirlere aykırı olduğu iddiasını reddederek tam aksini savunmuşlardır.

 

“Meryem oğlu İsa’ya da mûcizeler verdik. Ve onu, Rûhu’l-Kudüs (Cebrâil) ile destekledik.” (2/Bakara, 87)

“De ki: ‘Kur’an’ı, Rûhu’l-Kudüs (Cebrâil), Rabbimin katından hak olarak indirdi.” (2/Bakara, 253)

“Ölüm sarhoşluğu içinde bulunan zâlimler, meleklerin ellerini uzatmış; ‘nefislerinizi (ruhlarınızı) çıkarın’ (derlerken) onların halini görsen!” (6/En’âm, 93)

“Uyarıcılardan olasın diye, bu Kur’an’ı açık bir Arapça lisanıyla senin kalbine, Rûhu’l-Emîn (Cebrâil) indirmiştir.” (26/Şuarâ, 193-195)

“Irzını koruyan Meryem’i de hatırla. Biz ona rûhumuzdan üfledik.” (21/Enbiyâ, 91)

“Her şeyi en güzel şekilde yaratan, insanı önce balçıktan var eden, sonra insan soyunu âdi bir suyun özünden yaratan, sonra şekil verip düzelten, ona kendi ruhundan üfleyen... O’dur.” (32/Secde, 7-9)

“Hani bir zaman Rabbin meleklere: ‘Ben balçıktan bir insan yaratacağım, şeklini tamamlayıp rûhumdan üflediğim zaman hemen ona secde edin’ demişti.”(38/Sa’d, 71-72)

“Allah, öldükleri sırada nefisleri (ruhları) alır, ölmeyenleri de uykularında (bedenlerinden alıp kendinden geçirir); sonra ölümüne hükmettiğini yanında tutar, ötekilerini de belli bir süreye kadar (bedenlerine) gönderir.” (39/Zümer, 42)

“Ey mutmain olan nefis! Râzı olmuş ve râzı olunmuş olarak Rabbine dön, kullarımın arasına katıl, gir Cennetime!” (89/Fecr, 27-30)

 

 

 

 

Hadis-i Şeriflerde Ruh

“Ruhlar toplu cemaatlerdir. Onlardan birbiriyle tanışanlar kaynaşır, tanışmayanlar da ayrılırlar.” (Buhârî, Enbiyâ, 1; Müslim, Birr 159)

“Şüphesiz sizden birinizin oluşumu, annesinin karnında kırk günde toplanır. Sonra orada o kadar bir müddette (yani kırk günde) aleka (yapışkan madde) haline gelir. Sonra, o kadar bir zamanda mudğa (bir parça et) olur. Sanra Allah ona bir melek gönderir. Meleğe; ‘amelini, ecelini, rızkını, şakî ve saîd olacağını’ yazması şeklinde dört kelime emrolunur. Sonra da ona ruh üfürülür.” (Buhârî, Enbiyâ 1, Kader 1, Tevhîd 28; Müslim, Kader 1; Ebû Dâvud Sünnet 16; Tirmizî, Kader 4; İbn Mâce, Mukaddime 10; Ahmed bin Hanbel, I/382)

“Mü’minin ruhu çıktığı zaman, onu iki melek karşılar, yukarıya çıkarırlar. Gök ehli; ‘Yer tarafından güzel bir ruh geldi. Allah sana ve yaşattığın cesede salât (duâ) etsin’ derler. Peşinden onu Rabbine götürürler. Sonra, ‘bunu sınırın ötesine (sidretü’l müntehâ’ya) kadar götürün’ diye buyurulur. Kâfirin ruhu çıktığı zaman gök ehli; ‘Yer tarafından pis bir ruh geldi’ derler ve ‘bunu sınırın sonuna (Cehennem’e) kadar götürün’ diye söylenir.” (Müslim, Cennet 75, hadis no: 2872, 4/2202)

Читайте также:

X

Brought By iWebar

“Biriniz öldüğü zaman sabah akşam ona oturacağı yer gösterilir. Eğer cennet halkından ise cennet halkındandır (orası cennettir); eğer cehennem halkından ise cehennem halkındandır (o makamı cehennemdir). Ona: ‘İşte Allah seni kıyâmet günü tekrar diriltinceye kadar oturacağın yer burasıdır’ denilir.” (Tirmizî, Cenâiz 70)

Bedir savaşında Kureyş ölüleri, bir kuyuya dolduruldu. Allah’ın Rasûlü, kuyunun içindeki ölülere hitap ederek: “Ey falan oğlu falan ve ey filân oğlu filân, Allah ve Rasûlü’nün size vaad ettiklerini gerçek buldunuz mu? Ben, Allah’ın bana vaad ettiğini gerçekleşmiş buldum” dedi. Hz. Ömer: ‘Ey Allah’ın Rasûlü, ruhsuz cesetlere nasıl hitap ediyorsun?’ diye sordu. Rasûlullah: “Benim söylediklerimi, siz onlardan daha iyi duyamazsınız. Fakat onlar cevap veremezler” buyurdu. (Müslim, Cennet 76-77; Buhârî, Cenâiz Bâbu Mâ câe fî azâbi’l-kabr)

“Kişi kabre konulup arkadaşları yanından ayrıldıklarında, onların ayak seslerini duyar. İki melek gelip onu oturtur, ‘bu adam, yani Muhammed (s.a.s.) hakkında ne diyorsun?’ derler. Mü’min: ‘Ben onun, Allah’ın kulu ve elçisi olduğuna tanıklık ederim’ der. Ona: ‘Cehennemdeki yerine bak, Allah onu cennete çevirdi’ denilir. O kimse her iki makamı da görür. Münâfık ve kâfir ise bu soru karşısında: ‘Bilmiyorum, insanların onun hakkında söylediklerini söylüyorum’ der. Ona: ‘Sen anlamadın ve okumadın (ne kendin gerçeği anladın, ne de bilginlerden sorup öğrendin)’ denilir. Ve demirden coplarla ona vurulur. Adam öyle bağırır ki, cinlerden ve insanlardan başka herkes onun sesini işitir.” (Buhârî, Cenâiz Bâbu Mâ câe fî azâbi’l-kabr; Ahmed bin Hanbel, III/26)

Allah’ın Rasûlü, ümmetine, bir kabristandan geçerken: “Esselâmu aleyküm dâre kavmin mü’minîn (Selâm size ey mü’minler yurdunun sâkinleri)” şeklinde selâm vermeyi emretmiştir (Müslim, Cenâiz 102; Ebû Dâvud, Cenâiz 79; Nesâî, Tahâret 109; İbn Mâce, Cenâiz 36)

 

 

 

Rûh; Çok Bilinmeyenli Denklemden Bilebildiğimiz Bazı Özellikler

Nassların kesin olarak ortaya koyduğu gibi ruh, cesedin ölümünden sonra yaşamaya devam etmekte, ceza ve mükâfat ile muhatap olmaktadır. Allah Kur’an’da: “Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin; bilakis onlar diridirler; fakat siz farkında değilsiniz.” (2/Bakara, 154) buyurmaktadır. Rasûlullah (s.a.s.): “Allah’ın peygamberleri ölmezler. Onlar bir dünyadan ötekine nakledilirler.” ve “Kabir, ya Cennet bahçelerinden bir bahçedir ya da Cehennem çukurlarından bir çukurdur” buyurmaktadır. Bu ifadeler, insan olarak isimlendirilen varlığın, cesedin ölümünden sonra da yaşamaya devam eden rûh olduğuna delâlet etmektedir. Yani insan bu ceset ve kalıptan başka bir şeydir.

Kur’ân-ı Kerim’de: “Rabbın, Âdemoğlunun sülblerinden zürriyetlerini çıkarmış, onları kendi nefislerine şahit tutarak; ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ demiş, onlar da; ‘Evet şâhidiz, Sen bizim Rabbimizsin’ diye cevap vermişlerdi. Bu, kıyâmet gününde, ‘Bizim bundan haberimiz yoktu’ dememeniz içindir.” (7/A’râf, 172) meâlindeki âyetin tefsirinde âlimler çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu görüşler hakkındaki farklılıklar, Allah Teâlâ’nın, insanlara; bu soruyu sormasının ne zaman, insanın yaratılışı ve gelişiminin hangi aşamasında ve ne şekilde olduğu gibi konular çerçevesinde ortaya çıkmıştır. Tirmizî’nin naklettiği bir hadiste Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır: “Allah Teâlâ, Âdem’i yarattığında onun sırtını sıvazlamış ve kıyâmet gününe kadar Allah Teâlâ’nın onun zürriyetinden yaratacağı her insan onun sırtından düşmüştür.” (İbn Kesir, Hadislerle K.K. Tefsiri, 7/3135). Başka bir hadiste de şöyle denilmektedir: “Allah Teâlâ Âdem’in sülbünden Nu’man yani Arafat’ta ahit almıştır. Onun sülbünden yarattığı her zürriyeti çıkarmış, önünde yaymış, seçmiş, onlarla doğrudan konuşup; ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ demişti. Onlar şöyle cevap vermişlerdi: ‘Evet, biz buna şâhidiz.” (7/A’râf, 172; İbn Kesir, Hadislerle K.K. Tefsiri, 7/3133).

Müfessirler bu konuda deliller çerçevesinde değişik görüşler ileri sürmüşlerse de, insanların Âdem (a.s.)’in yaratılışından sonra topluca yaratılmış oldukları, dolayısıyla‘Ben sizin Rabbınız değil miyim?’ sorusuyla, ruhların muhatap olduğu sonucu da çıkarılabilir. Nitekim Ubey bin Kâ’b’dan gelen bir rivâyette o; “Rabbin Âdemoğullarının sülblerinden zürriyetlerini çıkardı” (7/A’râf, 172) âyeti hakkında şöyle demiştir: “Allah Teâlâ, kıyâmet gününe kadar ondan olacakların tamamını o gün huzurunda toplamış, önce onları ruh haline getirmiş, sonra onlara şekil vermiş, sonra da onları kendi nefisleri üzerine şahit tutarak ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’diye sormuştu.” (İbn Kesir, 7/3136-3147). Bu rivâyetten açıkça anlaşıldığı gibi, ruhların, anlayan, idrâk eden ve kelâma muhatap olup cevap verebilen kişilik kazanmış yapıda yaratılmış oldukları kabul edilmektedir. Ebû Hüreyre (r.a.) de bu konuda şöyle demiştir: “İlim erbâbı, ruhların bedenlerden önce olduğu ve Allah’ın onları konuşturup şahit kıldığı hususunda ittifak etmişlerdir. (A.g.e. 7/3145).

Rasûlullah’tan nakledilen “Ruhlar toplu cemaatlerdir. Onlardan birbiriyle tanışanlar kaynaşır, tanışmayanlar da ayrılırlar.” (Buhârî, Enbiyâ, 1; Müslim, Birr 159) hadis-i şerifi de ruhların bedenlerden önce yaratılmış olduğuna işarettir. Ruhların bedenlerden önce toplu olarak bir defada yaratıldıkları ve sonra da cesetlere dağıtıldıkları, Allah Teâlâ’nın “Ben sizin Rabbınız değil miyim?” (7/A’râf, 172) sorusuna muhâtap oldukları ve sonra da ana rahminde yaratılmasıyla cesetlere nefhedildikleri âlimlerce ifade edilmektedir.

Ruhun anne karnındaki cenine nefhedilmesi (üfürülmesi), insanın rahimde oluşumu ve gelişimi hadis-i şerifte şu şekilde ifade edilmiştir: “Şüphesiz sizden birinizin oluşumu, annesinin karnında kırk günde toplanır. Sonra orada o kadar bir müddette bir parça et haline gelir. Sonra, Allah ona bir melek gönderir. Meleğe; ‘amelini, ecelini, rızkını, şakî ve saîd olacağını’ yazması şeklinde dört kelime emrolunur. Sonra da ona ruh üfürülür.” (Buhârî, Enbiyâ 1) Abdullah bin Mes’ud (r.a.)’dan rivâyet edilen bu hadis, Müslim tarafından ruhun üfürülmesi, dört emirden önce zikredilerek rivâyet edilmektedir (Müslim, Kader 1).

Ruhun ölümlülüğü ve ölümsüzlüğü üzerinde de tartışmalar yapılmıştır. Ruh, ölümden sonra nerede kalmaktadır? Her insanın ömrü, Allah tarafından takdir edilmiş olup bir artma ve bir eksilmeye tâbi tutulmaz. Allah’ın takdir etmiş olduğu zaman dolunca, ya bir sebep çerçevesinde veya sebepsiz olarak insan ölür. Yani, ölüm meleği Azrâil tarafından ruh kabzolunur, bedenden geri alınır. Ölümden sonra ruhun kıyâmet gününe kadar geçici olarak kalacağı âleme “Berzah âlemi” denir. Berzah âlemi, dünya ile âhiret arasında bir geçiş yeridir ve bu iki âlemden de farklı olup, mâhiyetini ancak Allah Teâlâ bilmektedir. Ancak, Berzah âleminde ceza ve mükâfatın ruhlar üzerinde etkili olacağını hadis-i şerif bildirmektedir: “Kabir, ya Cennet bahçelerinden bir bahçe veya Cehennem çukurlarından bir çukurdur.” (Tirmizî, Kıyâmet 26).

Âlimlerin çoğunluğuna göre (ki doğru olan görüş budur), ruhlar beka (süreklilik) için yaratılmışlardır. Ezelî değillerdir; ancak, ebedîdirler; ölen, insanın cesedidir. Ruhun bedenden ayrıldıktan sonra, kıyâmete gününde tekrar bedenine dönünceye kadar, Allah’ın nimet veya azabına muhâtap olacağı bir gerçektir. Şehitlerle ilgili âyet (2/Bakara, 184) buna delâlet etmektedir. Yine Allah Teâlâ; “Her nefis ölümü tadacaktır.” (3/Âl-i İmran, 185) buyurmaktadır. Nefsin ölümü tatması, bedenin ölümü esnasında ölüm acısını hissetmesi, bedenden ayrılırken acı duymasıdır. Tatmak için diri ve duyarlı olmak gerekmektedir. Nefsin ölümü, ruhun bedenden ayrılmasıdır. Bedenden ayrılan ruh, içinde kazandığı şekli bedensiz olarak sürdürür.

Ölüm, mutlak yokluk değil; bir halden diğer bir hale geçmektir. Şehitlerin Allah indinde diri ve rızıklandırılmakta olmaları, kendilerinee verilen nimetten ötürü sevinmeleri de bunu gösterir. Şehitler diri olduklarına göre peygamberler de diri olmalıdırlar. Nitekim Peygamber (s.a.s.), Mirac gecesinde, Mescid-i Aksâ’da ve göklerde peygamberlerin ruhlarıyla karşılaşmış, onlarla görüşmüştür. Öte taraftan Hz. Peygamber (s.a.s.), kendisine salât u selâm veren herkese selâmını iâde edeceğini haber vererek, bedeninin ölümüyle, ruhunun ölmediğini ve verilen selâm ve salâtların kendisine ulaşacağını bildirmektedir.

Sûra üflendiği zaman, henüz dünyada bulunan bütün canlılar derhal ölürler. Fakat, daha önce ölümü tatmış ve bedeninden ayrılmış olan ruhlar ise Sûr’un dehşetinden düşüp bayılırlar. Ruhların içinde Hz. Mûsâ’dan sonra ilk ayılacak olan Hz. Peygamberimiz olacaktır (Buhârî, Tefsir 9; Müslim, Fedâil 10, 161, 162)

Ruh, muhtemelen, bedene girmeden önce belirli bir şekle sahip değildir ve o durumu hakkında insanoğlunun hiçbir bilgisi yoktur. Anne karnında oluşan insan bedenine üflendikten sonra bir kişiliğe sahip olur. Ancak, ruh bedenle birlikte gelişir, olgunlaşır ve bir kişilik kazanır. Zaman, bedeni yıpratır; fakat ruh, zamanın yıpratıcılığından etkilenmez. Kişinin iyi işleri, ibâdetleri ruhu güzelleştirir, kuvvetlendirir ve olgunlaştırır. Kötü ameller ise ruhu çirkinleştirir. İbn Kayyım el-Cevziyye şöyle demektedir: Yüce Allah, bedeni ruha kalıp olarak düzenlemiştir. Beden, ruhun kalıbıdır. Ruh bedeninden bir şekil alır ve onunla diğerlerinden ayrılır. Ruhun taşıdığı özellikler ve kabiliyetler bedene tesir eder. Bundan dolayı beden, ruhun iyilik veya kötülüğünden etkilenir. Dünyada bedenle ruh kadar birbirine sıkı sıkıya bağlı olan ve birbirini etkileyen başka iki şey yoktur. Bundan dolayı ruh, bedenden ayrılınca, iyi bedende olan ruha: “Ey mutmain nefis, çık!” denilir. Kötü bedende olan ruha da: “Ey habis nefis, çık!” denilir. Yüce Allah; “Allah, öldükleri sırada nefisleri (ruhları) alır, ölmeyenleri de uykularında (bedenlerinden alıp kendinden geçirir); sonra ölümüne hükmettiğini yanında tutar, ötekilerini de belli bir süreye kadar (bedenlerine) gönderir.” (39/Zümer, 42) âyetiyle nefislerin alındığını, sonra bazılarının bırakıldığını bildirmiştir. Tutulup bırakılmak, bir ferdiyeti gerektirir. Hz. Peygamber (s.a.s.) de “Ölenin gözü, alınan ruhun ardından bakakalır” demiş; meleğin kabzolunan ruhun elinden tuttuğunu, bu sırada yeryüzünde benzeri hiç görülmemiş bir koku meydana getirdiğini haber vermiştir. Eğer ruh, bir ârazdan ibaret olsaydı, kokusu olmazdı. Çünkü ârazın kokusu olmaz, elinden de tutulmaz. Kendisinden koku gelmesi, elinden tutulması, onun insan şeklini koruduğunu gösterir. (3 )

Hadislere göre kabzolunan ruhlar göklere çıkarılmakta, orada melekler iyi ruhları selâmlamakta, nihayet Rabbin huzuruna sokulmaktadırlar: “Mü’minin ruhu çıktığı vakit, onu iki melek karşılar, yukarıya çıkarırlar. Semâ ehli: ‘Güzel bir ruh yer tarafından geldi. Allah sana ve yaşattığın cesede salât eylesin’ derler. Peşinden onu Rabbine götürürler. Sonra ‘bunu hududun sonuna kadar götürün’ buyurur. Kâfirin ruhu çıktığı vakit, semâ ehli; Pis bir ruh yer tarafından geldi’ derler ve ‘bunu hududun sonuna kadar götürün’ denilir. (Müslim, Cennet 17)

İyi amelle beslenmiş ruh, dünyadaki şeklinden daha mükemmel, daha parlak, daha nurlu olmakta, ibâdeti vücuduna ruh olarak yansımaktadır. Günahlarla bulanmış ruh ise dünyadaki şekline benzemekle beraber çirkin bir hal almaktadır. Yine hadislerden öğrendiğimize göre iyi ruhlar, yeşil kuşlar haline girip Cennetin ağaçlarına konmaktadır. Bu, ruhların başka şekillere de girebileceğini gösterir. Fakat her durumda ruhlar, birbirinden ayırdedilir. Ve kendi kişiliklerini muhâfaza ederler.

İbn Kayyim el-Cevziyye ise, ruhların bedenlerden daha net olarak birbirinden ayırdedilebileceğini söylemektedir. Bedenlerin birbirine benzemesi, ruhların benzemesinden fazladır. Ruhun, kendisini diğer ruhlardan ayırdedecek özellikleri ve sıfatları, bedenin ayırdedici özellik ve sıfatlarından daha çoktur. Mü’min ve kâfirin bedenleri birbirine benzer ama, ruhları asla benzemez. Düşünce ve davranışları çok farklıdır. Bu iki ruh, bedenlerinden çıkınca, ayrılmaları gayet açık biçimde ortaya çıkar. (Bkz. İbn Kayyim, Kitabu’r-Ruh).

Akaid kitapları genellikle ruhun, kabirde cesedine döneceğini bildirir. Bu inanç şu hadise isnat etmektedir: “Gerçekten ölü, kabrine konulduğu vakit, kendisini getirenlerin oradan ayrılırken ayakkabılarının seslerini pekâlâ işitir.” (Müslim, Cennet 17) Bu konuda âlimlerin görüşleri üçe ayrılır: a) Ruh, kabirde cesede girecektir. b) Cesetten ayrılan ruh, kabirde değil; ancak kıyâmette bedene girecektir. c) Cesetten ayrılan ruh, artık hiçbir zaman cesede girmeyecektir. İbn Kayyim el-Cevziyye, ruhların kabirlerde cesetlerine döneceğini bildiren bazı hadislere dayanarak, öldükten sonra ruhun kabirde cesede döneceğini, fakat bu dönüşün, dünyadaki bedene hayat vermesi şeklinde olmayacağını söylemektedir. Ona göre ruhun, bedenle beş türlü ilişkisi vardır. Kabirde ruhun cesetle irtibatı, uykuda bedenle irtibatına benzer. Kabirde ruhun bedene dönmesi, bedenle bizim fark edemeyeceğimiz biçimde irtibat kurmasıdır. (4 )

“Sana ruhtan soruyorlar. De ki: ‘Ruh, Rabbimin emrindendir (işlerindendir). Size, ancak az bir bilgi verilmiştir.” (17/İsrâ, 85) Bu âyet-i kerîmede Yüce Allah, rûhun Rabbımızın emrinden/işlerinden bir şey olduğunu ve insan olarak bizim bilgimizin Allah’ın bilgisi ile karşılaştırıldığında çok az olduğunu, bize sınırlı bilgi yeteneği ve bilgi verildiğini ifade ediyor. Âyetteki ifadeye dikkat edilince görüleceği gibi, ruh konusunda veya genel alanlarda insanların hiç bilgisi olmadığını ve bize hiç bilgi verilmediği söylenmiyor. Felsefede her şeye şüphe ile yaklaşmanın, insanın hiçbir şey bilmediğinin, eşyanın hakikatini algılamaktan uzak olduğumuzun ve daha ileri giderek her şeyin birer hayal ve yanılsamalardan ibaret olduğunun ileri sürüldüğü görüşün yanlış olduğunu görüyoruz. Aynı zamanda, materyalizm ve hümanizm gibi maddî eşyayı veya insanı putlaştıran anlayışların yanlışlığını da değerlendirebiliyoruz. İnsan olarak yeteneğimiz, kapasitemiz ve bilgimizin çok sınırlı ve az olduğu, Allah’ın sonsuz ilmi ile karşılaştırıldığında okyanusta bir damla gibi olduğunu da anlıyoruz. Bu yeteneğin sınırlı oluşu ve bilgiden az şeye sahip olunması, sadece ruh konusuna ait değil; bütün mâlumatımız için geçerlidir. Dolayısıyla bu âyetten mesaj çıkararak anlıyoruz ki, ilimde ilerlemenin sonu yoktur ve insan için az olan ilmi artırma gayreti olmalı, fakat, ne seviyeye çıkarsa çıksın beşer olarak bilgimizin bilmediğimize oranla ve hele de Allah’ın ilmi ile mukayese edildiğinde çok çok az olduğunu anlayıp ilimle övünüp gururlanmamamız gerekir.

Âyette “ruh”la ilgili temel özellik olarak ifade edilen, “Rabbın emri” konusunu irdelememiz gerekir. Kur’an’ın en sağlam ve birinci tefsiri yine Kur’an’la olacağından, bu âyette geçen “Rabbın emri” ifadesini Kur’an bütünlüğünden öğrenelim: “Onun (Allah’ın) emri, bir şeyin olmasını murad edince, ona sadece ‘ol!’ demektir, o hemen oluverir.” (36/Yâsin, 82) “Bizim emrimiz de ancak, göz açıp kapama gibidir (âni bir irâdeyle, kolaylıkla hemen oluverir).” (54/Kamer, 50) Ruhun Allah’ın emrinden olması, Allah’ın “ol!” emriyle hemen ortaya çıkan başka hiçbir şeye ihtiyaç duyulmadan yaratılan ilâhî sanat eseri olmasıdır.

 

 

 

 

Ruh; “Allah’ın Emrindendir.” Onun Emri İse “Ol” Demesidir

Gözlerimizle şâhit olduğumuz mevcut eşya, kendi irâdeleriyle, kendi kudretleriyle mi yokluktan kurtulup varlık âlemine geldiler; yoksa bir emirle, bir kudretle mi? Hiç kimse birinci şıkka “evet” diyemeyeceğine göre, ikinci şık doğru oluyor. Bu emrin mâhiyetine gelince:

Tefsir-i Kebir sahibi Fahreddin Râzi, “ol!” emri hakkındaki değişik görüş ve te’villeri sıralar ve en kuvvetli te’vil ve tefsir olarak şunu kaydeder: “Cenâb-ı Hakk’ın “ol!”demesinden maksat, eşyanın yaratılmasında ilâhî kudretin sür’atle nüfuz ettiğini göstermektir. Bir de bu, Hak Teâlâ’nın eşyayı düşünmeksizin, denemeksizin yarattığını gösterir.” Risâle-i Nur müellifi Said Nursî de: “Eşya fenâ ve zevâle (fâni olmaya ve yok olmaya) gitmiyor; dâire-i kudretten dâire-i ilme geçiyor” diyor. Gözümüzden kaybolan eşyanın yokluğa gitmeyip Allah’ın ilminde bâkî kaldığını belirtiyor. Yaratılmadan önce her şey, Allah’ın ilim dairesinde mevcut. Bu şeylerden hangisinin yaratılmasını irâde buyurursa, onu ilim dairesinden kudret dairesine geçiriyor; yani var ediyor. İşte “ol!” emri, ilim dairesinde mevcut olan bu eşyaya veriliyor. Yani, Allah’ın onları yaratmayı irâde etmesi ve onların da böylece varlık sahasına çıkışları sanki bir emirle oluyor. O halde “kün (ol)!” emri, bir temsildir. “İlim dairesinden kudret dairesinegeç” mânâsını ifade eder. “Kün (ol)!” emriyle ilgili âyet-i kerîmelerden iki örnek verelim: “Göklerin ve yerin mübdiidir (onları önceden hiçbir örneği bulunmaksızın yaratandır). Bir şeyin olmasını isteyince ona sadece ‘ol!’ der, o da oluverir.” (2/Bakara, 117)

Burada “ol!” emri, kudretin hemen faâliyete geçmesi manasına geliyor. Tıpkı “herşeyin melekûtu, O’nun elindedir” âyetindeki “el” tâbirini âlimler, “kudret” olarak tefsir ettikleri gibi, bu “ol!” emrini de yine kudret ve irâde olarak tefsir etmişler. Ve bundan murat, “Allah’ın dilediği şeyin hiçbir engel olmaksızın hemen meydana gelmesidir” demişlerdir.

Diğer bir âyet-i kerîme: “Doğrusu Allah indinde İsa’nın misali, Adem örneği gibidir. Onu topraktan yarattı, sonra ‘ol!’ dedi, o da oluverdi.” (3/Âl-i İmrân, 59) Bu âyet-i kerîmede geçen “ol!” emrinin manasına bir derece yaklaşmak için, eşya hakkındaki şu sınıflandırmayı dikkate almak gerek. Bilindiği gibi eşya iki âleme ayrılıyor. Birisi “halk âlemi”, diğeri ise, “emir âlemi.” Beden, halk âleminden, ruh ise emir âleminden. Halk âlemi bu hikmet dünyasında safha safha meydana gelmekte. Tedrîcen, yani kademeli olarak yaratılmakta. Emir âlemi için ise, bu tarz bir yaratılış sözkonusu değil. O âlemde her şey bir anda vücut buluyor. Ruh, değişik safhalardan geçip de sonunda o hali almış değil. Doğrudan ruh olarak yaratılmış. İnsan bedeninde vazife görmeğe başlaması da yine bir anda. Önce topraktan yaratılan Âdem babamıza, daha sonra “ol!” emrinin verilmesiyle oluvermesi, ruhun üflenişine işarettir. Bunun, emir âleminden olduğunu gösterir. Önceden bedenin yaratılışı gibi bir madde ve müddete ihtiyaç kalmadığını ifade eder.

Bu âyetler, akla engin bir ufuk açıyor. Önce topraktan Hz. Âdem (a.s.) yaratılıyor ve sonra ona “ol!” emri veriliyor. Bu emirle Hz. Âdem (a.s.)’in topraktan inşâ edilen cesedi ruha, hayata kavuşuyor. Nitekim bu “ol!” emrini büyük müfessir Elmalılı, “canlı bir mahluk kesil” şeklinde tefsir etmekte. Zira, zaten var olan bir nesneye yeniden“ol!” emri verilmesi, onun yeni bir şekle girmesi demek olmalı, aksi halde bu emre bir anlam vermek mümkün olmaz. Buna göre “insan bir anda yaratılıyor” diyebiliriz. Ama, elbisesi dokuz ayda inşâ ediliyor. Diğer varlıklar da öyle. Çekirdeklerdeki ilâhî şifrenin oluşumu, yarı canlılık gibi özellikler de ruh gibi bir anda, daha doğrusu zamansız yaratılır, ama çekirdeğin ağaç olması yıllar sürer.

Şimdi bu âyetin penceresinden etrafımızdaki sonsuz faâliyetlere bir göz atalım ve “ol!” emrini onlarda görelim, okuyalım. Hidrojen ve oksijen bir “ol!” emriyle su oluvermişlerdir. İki zıt kutup bir emirle birleşmiş ve bambaşka bir şey olmuşlardır. Yenilen gıda bir süre sonra insan tohumu olur, yine “ol!” emriyle. Bu emir olmasa, yani ilâhî kudret yaratmasa, gıdayı insanın yapması mümkün mü? Ve rahimde nutfeye yeni bir emir gelir: “Aleka ol!” Bu emir ve benzerleri aralıksız tekrarlanır. İlâhî kudret ve irâde o tohumu halden hale çevirir ve sonunda insan, vücut bulur. Demek ki nutfeye “insan ol!” denmemiş, sadece “aleka ol!” denmiştir. Eğer “insan ol!” emri verilseydi rahimde o an bebek teşekkül ederdi. Dünya, hikmet âlemi olduğu için, yaratılış sebepler tahtında ve kademeli olarak icrâ edilmekte. Ve bu safha safha yaratılışla nice sanatlar sergilenmekte.

Bir anda insan yapmak, Allah'a ait bir sanat. Aynı şekilde nutfe yaratmak, onu halden hale çevirmek ve devamlı yaratma fiilini göstererek sonunda insan haline sokmak da ayrı birer ilâhî sanat. Bu hikmet dünyasında bu ilâhî sanatların sergilenmesi için “ol!” emri, “son şeklini al!” şeklinde değil de; “bir sonraki tavrına gir!” tarzında verilmiş oluyor. Emdiğimiz havaya gırtlakta, ağız boşluğunda ve dudakta ayrı emirler veriliyor ve böylece değişik harfler dökülüyor ağzımızdan. Demek ki havaya bir emir var, “ses ol!” diye. Hem de değişik şekillerde. Allah, ağız fabrikasında havadan ses yaratıyor; yine “ol!” emriyle. O ses, mübârek bir kelime ise, Rahmânî bir hakikat terennüm ediyorsa, yeni bir emir alıyor: “Melek ol. Okunan tesbihlerden, tekbirlerden, hamdlerden, yani bütün mukaddes kelimelerden melek yaratılıyor. Havaya “ses ol” diyen, sese de “melek ol” diyebilir. Bu emre, bu irâdeye karşı çıkacak kimdir?

Güneşte her an nice emirler... Nâra emir veriliyor, “nûr ol!” , “enerji ol!” Göz fabrikasına giren ışık da benzer bir emir alıyor: “Göz nuru ol!” Güzel bir cümle işitiyoruz. O söz aklımızda bilgi oluyor, yine “kün/ol!” emriyle. Kalp o sözden hoşlandımı, yeni bir emir geliyor : “feyz ol”, “huşû ol”, “sevgi ol!” diye... Kısacası kâinat “kün!”emrinin tecellîleriyle dolu. Toprağa “çiçek ol” deniliyor; buluta “yağmur”... Çekirdeğe “ağaç ol!” emri geliyor, yumurtaya “civciv”...

Yediğimiz gıda, bedenimizde nice emirler almakta: Et ol, ilik ol, kan ol, kemik ol, sinir ol, saç ol, tırnak ol... gibi. Bir zamanlar maddeleri bir olan güneş sistemi de benzer emirler almıştı. Dünya ol, Merkür ol, Ay ol... gibi. “Kün!” emrine akıl erdiremeyenlerin hayatları bu emrin cilveleriyle kaynaşmada, ama gaflet bunu görmelerini engelliyor. Bu kadar tecellînin içinde “ol!” emrinden gâfil olarak yaşayanlar, ömürlerinin sonunda “öl!” emrini alırlar. Bu emirle birlikte dünyada akıl erdiremedikleri nice hakikatleri anlar hale gelirler; ama artık iş işten geçmiş olur. (5)

 

 

Rûha ve Rûhu’l-Kudüs’e Tapılması

İnsanlık tarihinin belki de ilk dönemlerine kadar uzanan ve insanları üzerinde düşündürmeye sevk eden ruh kavramının doğuşunu ilk insanın Allah’tan vahiy alan bir peygamber olmasıyla izah etmek mümkündür. Ruh, insanların vahiy çizgisinden sapmalar gösterip, putperest yönelişlere meyletmeleriyle birlikte, değişik anlamları içeren ve tapınma, korku, ümit gibi hisleri harekete geçiren bir doğa üstü varlık haline geldi. İlkel puta tapıcılık dinlerinde, cansız, donuk cisimlerden yapılan şekil verilmiş putlar veya kutsal sayılan diğer cansız varlıklar, hareketsiz oldukları ve yerlerinden kımıldamaya güç yetiremeyecekleri bilindiği halde onlara tapınılır ve onlardan isteklerde bulunulurdu. Bu, çağdaş putperest toplumlarda devam eden bir davranış şekli olarak varlığını sürdürmektedir. İnsanların böyle bir yola sapmalarının sebebi, tapındıkları bu cisimlerde rûhî bir kuvvetin ve yaptırım gücünün var olduğuna inanılmasıdır.

Hıristiyanlıktaki ruh anlayışı da şirk ögeleri taşır. Hıristiyanlıkta ruh, antik batının putperest etkisiyle vahiy gerçeğinden farklı bir platforma oturtulmuştur. Meselâ, Allah bir rûh olarak telakki edilir ve Ruhu’l-Kudüs (Cebrâil), teslis inancının bir unsuru olarak Allah’a şirk koşulur. Öte taraftan, insanlara ait ruhlar konusunda da birtakım gerçek dışı ve mesnetsiz iddialar ortaya atılmıştır. Meselâ, muharref İncil’de şöyle denir: “Ruh, rüzgâr gibi, istediği yere eser. Rab ile birleşen onunla bir ruh olur.”

Ruhu inkâr eden materyalist Batı kültürü, yine kendi içinden, karşıt yanlışı olan spritualizmi/ruhçuluğu ortaya çıkararak ruhu ve onun etkinliğini abartılı bir şekilde insana sunarak, şirk unsuru haline getirmiştir. Hollywood filmleriyle herkesin evine rahatça giren ve insanımızı etkileyen Batı, kötü ruh ve onun egemenliğini, insanı ve evreni ele geçirme mücadelesini, şeytan ve satanizmi bazen câzip ve bazen abartılı olumsuz etkinliğini korku motifleriyle insan ruhuna kazıyor.

Animizm (Ruhlara Tapma İnancı): Animizm, insan değer yargısı açısından gizemciliği ön plana alan bir şirk anlayışıdır; Ataların ruhlarına tapma esasına dayanan politeist bir inançtır. “Animizm” terimi, latince “anima”dan gelmektedir ki, batı dillerinde hayvan anlamını veren “animal” kelimesi de bu kökten gelir. Temelde hayvan veya animal, “canlı” demektir. Dolayısıyla canlılığın kaynağı olan ruha tapınmaya bu ilgiyle “animizm” denilmiştir.

Tevhid dinlerinin tahrif edilip yozlaştırılmasındaki faktörlerin başında animist yaklaşımlar gelir. Yani, vahiy denen ilâhî mesajlar doğrultusunda yaşayan insanlar, başta yalnız Allah'a ibâdet ederlerken çeşitli sebeplerin etkisi altında bazı şahsiyetleri yüceltmeye ve onlara bir zaman sonra mitolojik birtakım kimlikler mal etmeye çalışırlar. Bu yüceltilmiş insanlar ölünce, ruhları şâd olsun diye ilk başlarda düzenlenen mâsum törenler zaman içinde farklı içerikler kazanarak onlara tapınma törenlerine dönüşür.

Kur’ân-ı Kerim, bu konuda örnekler verir. Nuh kavminin şirki anlatılırken, kendilerine tapılan Vedd, Suvâ, Yeğûs, Yeûk ve Nesr isimleri geçmektetedir. (Bkz. 71/Nuh, 23). Bu adların, vaktiyle Nuh peygamberin kavminden mü’min ve sâlih kimseler olduğu, ölümlerinden sonra tanrılaştırıldığı belirtilir. Onlar ölünce, şeytan onların kavmine, onların daha önce oturmuş oldukları yerlere anıtlar (ensâb) dikmelerini ve bunlara onların adlarını vermeleri telkin etti, onlar da böyle yaptılar. Bunu yapanlar ölünceye kadar onlara tapılmadı. Fakat onlar ölüp de buna dair ilim kalkınca onlara taptılar (Buhârî, Tefsir, Nûh Sûresi, 6/73; Suad Yıldırım, Kur’an’da Ulûhiyet, s. 372). Arap müşriklerin de aslında taş ve benzeri maddelerden yapılmış putlara değil; onların temsil ettiği ruhlara taptığı bazı kaynaklarda ifade edilir.

Henüz tazeliğini koruyan Kurân-ı Kerim’in içinde en ufak bir değişiklik sözkonusu olmamasına rağmen, İslâm dünyasının mensupları arasında da animist eğilimler hızla yayıldığına göre, eski dinlerin türlü türlü yorumlarla ne hale gelmiş olabileceklerini tahmin etmek hiç de güç değildir. Bugün İslâmımsı dünyanın her yerinde geçerli bir din modeli olarak benimsenmiş bulunan “istimdatçı” mistik inanışlar bu gerçeği çok çarpıcı bir şekilde kanıtlamaktadır. İstimdat, uluların, erenlerin, yani velilerin ruhlarından, rûhâniyetlerin rûhâniyetlerinden medet ve bereket dilemektir. Bazı türbeleri, kabirleri, anıt mezarları animizmin mâbetleri/tapınakları olarak işlev görmektedir. Binlerce türbede yatan insanların hiç birinin “ben öldükten sonra üzerime türbe yapın” dediği asla kanıtlanmadığı halde, bu yapıların İslâm’a rağmen gerçekleştirilmesi ve hergün yüz binlerce insan tarafından ziyaret edilerek buralarda çeşitli dileklerde bulunulması, animist inancın nasıl yerleşip kemikleştiğini çok açık şekilde ortaya koymaktadır.

Animist bir temele dayanan inanışlar, her toplumun, zaman içinde geleneklerinin, dünya görüşünün, tarihî gerçeklerinin ve genel kültürünün etkisi altında farklı biçimler aldığını göstermektedir. Meselâ, İslâm’ı kabul etmiş toplumlardan bazıları âlimlere veya âlim kisvesinde gördükleri şeyhlere, kahramanlara ve ozanlara kutsal kimlikler mal etmiş, onlara, öldükten sonra “evliyâ” diye bir sıfat takarak olağanüstü yüceltmeye çalışmışlardır.

Animizm, çok açık bir şirktir. Geçmişlere saygı olarak açıklanması mümkün değildir. Hâlâ, nice insan, memleketini kurtaran, koruyan ve kollayanların (hoş, kimden ve ne kadar koruyup kurtardığı tartışılır ya), kutsallaştırılan bazı ruhlar ve rûhâniyetler olduğuna inanır. “Onlar olmasa, biz çoktan düşman esâretine düşmüş veya helâk olmuştuk” der.

Mü’min ataları sevmek ve saymak; ancak onları rahmetle anmakla, Allah’ın merhametine her zaman muhtaç olduklarına, ölmüş ve Rableriyle artık başbaşa kalmış bulunduklarına, bu insanların hepsinin de -çoğunluğun zannettiği gibi- istisnasız kurtulmuş, cennetlik evliyâlar olmayabileceklerine, herkes gibi onların da Allah'a hesap vereceğine, belki çoğunun cennete bile giremeyeceğine, durumlarının tamamen meçhulümüz olduğuna, hatta onların soyundan gelip gelmediğimizi bile kesinlikle bilemediğimize, onun için sadece onlara değil; bütün müslüman ölüleri hayır ve duâ ile anmamız, günahlarının affolması için Allah'a yalvarmamız gerektiğine inanmakla olur. Onlara gerçek saygı ve sevgi ancak böyle olur; onları putlaştırarak, şirke âlet ederek değil!

Üzerlerine koca koca kubbeler, kale gibi anıtlar Firavunlar gibi anıtkabirler dikerek, sandukalar yaparak şebekelerine çaput bağlayıp yüz sürerek, anılarına görkemli törenler düzenleyip Firavunlara yapıldığı gibi huzurlarında saygı duruşunda bulunularak, onlardan himmet ve bereket bekleyerek, bizi muradımıza erdirmeyi isteyerek, sorunlarımızın çözümlenmesinde bize yardımcı ya da ilham kaynağı olmalarını dileyerek, onlara yazılı dilekçeler ve hediyeler sunarak, hele savaşlarda ordunun ön saflarında düşmana karşı çarpıştıklarına inanarak (ki ordu, böyle bir şeye asla inanmaz), onlara saygı göstermek, tevhid dini İslâm’ı yalanlamaktan farksızdır. Gerçek animizm budur. (6)

Cinciler, cinciler, medyumlar, ruh çağırdığını iddia edenler aracılığıyla ruhu, olması gerekenden çok farklı yerlere çıkaran sömürücü sahtekârlar da ruh konusuna büyük çapta şirk ögeleri katmaktadır. Tevhid dini İslâm’ın mücadele ettiklerinin başında gelmesine rağmen, halk arasında çok yaygın şekilde hükmünü sürdüren, kapı ve duvarlara asılan nazar boncuğu, at nalı, öküz gözü, muska ve levhaların, binaya veya arabaya gelecek kaza ve belâları def edeceğine inanılan kurbanın(!) alna sürülen kanı gibi, örneklerin çoğaltılabileceği endâd ve ensâb, temsil ettiği simgeler veya koruyucu(!) ruhî güç anlayışı, ruha tapmanın bulaşıcı mikroplarının ne denli salgın itikadî hastalıklara yol açtığını göstermektedir. Totem anlayışına benzer motifler taşıyan bazı parti, spor klübü, ırk, ulus sembollerinin de temsil ettiğine inanılan simgesel özellikleri, onlarda var sayılan ruhsal özelliklerle ilişkilendirilebilir.

 

 

 

 

Ruhun Varlığının İsbatı

Çağımızdaki psikoloji ilmi, ruha, beyin fonksiyonlarının bir gölge hâdisesi olarak bakar. Bu tanıma göre ruh, beynin faâliyetleri ile tezâhürleridir. Dolayısıyla insan bir makine ya da sibernetik bir sistemdir. Görüldüğü gibi bu tanımda, ayrı bir varlığı olan bir ruh yoktur. Ruh, sadece maddî beynin davranış biçimidir. Yani beynin davranışlarının adıdır. Dolayısıyla, duyularıyla müşâhede edemediği her şeyi inkâra kalkışan materyalist anlayış, mânevî özellikleri ve bunların kaynağı olan ruhu kabul etmeme basitliğine düşebilmektedir.

Ruh, maddesel bir varlık olmadığından, onun varlığının niteliği ve niceliği, algılarımıza ve aklımıza pek hitap etmemektedir. Ancak, insan aklı, varlığına ve özelliğine ait birçok delili rahatlıkla kavrayabilir.

Ruhun tanımı; çoğu hakikati bilinmeyen, fakat sıfat ve özellikleri ile mâhiyeti, varlığı kavranabilen mevcutların tanımlarına benzer şekilde yapılabilir. Esasen, biz gözle gördüğümüz nesnelerin dahi hakikatini bilmiyoruz ki, ruhun hakikatini bilebilelim. Bir şey hakkında bildiklerimiz, bilmediklerimiz yanında ihmal edilebilecek kadar azdır. Örneğin, elimize aldığımız ve en çok bildiğimizi sandığımız bir taş, toprak vb. ile alâkalı bildiğimiz, ağırlığı ve hacmi olduğu, bitkilere analık ettiği gibi o nesneye ait bazı sıfatlardır. Ancak, o nesnenin atomlardan oluştuğunu bilmemiz bilim tarihi gözönüne alındığında sadece bir yüzyıl gibi kısa bir süre önce oluşmuştur. Ayrıca bir maddenin atomlarına inmemiz, onun hakikatini de bildiğimizi göstermez. Atomdan sonra karşımıza, kuant denilen enerji titreşimi çıkar ve en çok algılarımıza hitap eden maddenin de enerjiden ibaret olduğunu görürürüz.

Demek ki; mâhiyetini bildiğimizi zannetiğimiz çoğu şey hakkında çok az şey biliyoruz. İnsanın maddesel kısmı olan bedeni, varlık ve yokluk arasında mütereddit enerji obitlerinden ibarettir. Yani, en çok hakikatini anladığımız madde dahi, daha çok madde sıfat ve özelliklerini taşımayan, meçhul bir mâhiyettedir. Hakikatini bildiğimizi sandığımız maddenin mâhiyeti meçhul olursa; ruh gibi algılarımıza hitap etmeyen bir varlığın hakikakitinin ve yapısının ne kadar meçhul olduğu daha iyi anlaşılır. Ancak, yapısının hakikatini bilmemek, inkâr etmeyi gerektirmez.

İnsanoğlunun evrende görebildiği, göremediği yanında çok sınırlıdır, çok azdır. Dolayısıyla insan, göremediğine “yoktur” deyip geçemez. Nice şeyler vardır ki, varlığını bildiğimiz halde onları hiç göremiyoruz. Örneğin; elektrik, çekme ve itme kuvveti ve virüsler gözle görülmez. Ancak, varlığı hakkında hiç şüphemiz yoktur. Demek ki; bir şeyi görmemek, yokluğuna sebep teşkil etmez. Bir şeyi görmemize engel olan birçok neden olabilir. Bunlar, görme algımızın o nesneyi görmemize yeterli olmaması, o nesnenin göremeyeceğimiz kadar küçük olması, gözün görme sınırları dışındaki ışık spektrumunda olması, ortamda ışık olmaması, gözün sağlıklı olmaması gibi sebepler olabilir.

Çok önemli bir görememe nedeni de, varlıkların, “varlıklarının şiddeti”nden dolayı görülememesidir. Örneğin, aşırı ve yüksek şiddetteki ışığa biz ne bakabilir, ne de onu görebiliriz. İşte ağırlık, hacim ve diğer maddesel özelliklerinden kısmen soyutlanan ışık, ışın, elektrik, kuvvet ve ısı gibi yarı maddî varlıkların varlıklarının şiddetlenmesi sebebiyle, onların mâhiyetini sınırlayamayacağımızdan dolayı algılayamamaktayız. Bir şeyi algılayamamamızın diğer bir nedeni “zıddının olmayışı”dır. Zıddı olmayan varlıkları insanoğlu algılayamaz. Bir şeyin nicelik ve niteliğini bizim algılamamıza takdim eden şey, ona zıddının müdâhalesidir. Karanlığın derecesi ve şiddeti aydınlığa bağlıdır. Tek başına aydınlık ve karanlık, bir mana ifade etmez.

Tüm yukarıda zikredilenler gösteriyor ki; bir şeyi hissedip görmemek, beş dış duyumuzla algılayamamak, onun olmadığına kanıt değildir. Ayrıca bir varlığı bizim görüp bilmemiz, onun var olma nedenlerinden biri değildir. Yani varlıkların var olması, mâlumat ve bilgimize bağlı değildir. Öyle anlaşılıyor ki, bizim görmediklerimiz ve bilmediklerimiz; gördüklerimiz ve bildiklerimizden çok çok fazladır.

Bilgisayarın düğmesine basan olmayınca o bilgisayar hiçbir zaman çalışmayacaktır. Diyelim ki yürümemiz gerekiyor. Bu emri nörona kim veriyor da, ondan sonra fizyolojik ve biyokimyasal olaylar devreye giriyor? İşte, beynin ve tüm bedenin çalıştırılmasını sağlayan, bedeni bir piyano ya da robot gibi kullanan varlığın ruh olduğuna inanıyoruz. Ruhun varlığı, fiillerinden daha kesindir. İnsanda ruh gibi bir mâhiyete yüklenebilecek birçok fiil/eylem olduğuna göre ruha ait fiiller de vardır. Dolayısıyla ruha ait fiiller sayısınca kanıtlar vardır.

Ruhu Kabul Etmeyenler: Ruhun kabulü, aslında enerji, elektrik gibi maddesel olarak algılarımıza hitap etmeyen varlıkların kabul edilmesiyle aynı şey olduğu halde, bazı insanlar, neden ruhun varlığını kabul etmezler? Bunun sebebi aslında basittir. Ruhun kabul edilmesi demek, daima etki altında kalan maddenin ve onun felsefesi olan materyalizmin yıkılması demektir. Böylece evrendeki varlıkların anlamı değişecek, herşeyin bir anlamı olacak, evren ve içindekilerin yaratılması tesadüfî patlamalara bağlanamayacaktır. Tesadüf ki, kâinatta kesinlikle yeri olmayan bir kavramdır. Ancak tesadüf; kural, ilim ve düzen gibi kavramları açıklamaya yarayan, bunların zıddı bir kavram olarak bir işleve sahiptir. Onun dışında, bir şeyin çözülemediğinin bir kanıtı olarak, kendimizi aldatmak ya da rahatlatmak için kullandığımız bir kelimedir. Ilmin en büyük düşmanıdır. Çünkü, bir şeye tesadüf denildimi o konuya dikkat azalır, ilmîlikten çıkar. İlim, kurallar zinciri; tesadüf, kuralsızlıktır. Kâinatta tesadüfün yeri ve karşılığı yoktur.

Böylece kâinattaki akıl almaz düzeni “doğa” ya da “kendi kendine” kavramıyla çözdüğünü sanan düşünce de iflas edecektir. Çünkü doğa denen şey, bir bilimsel kanunlar tüzüğüdür. Hiç kanun, tek başına bir şey yapmayı isteyebilir ve bir şeyi yapma gücünü kendinde bulabilir mi? Herhangi bir ülkenin anayasa veya kanunları, onu uygulayan ve koruyanlar olmadan ne işe yarar? Bir katili bir ceza kanununun kendi başına cezalandırdığı görülmüş müdür? Burada egonun inkâr mekanizmasını kullanarak, tabiattaki bu ilâhî kanunları (sünnetullah’ı) koyanı, onları idare edeni inkâr için bazı olayları bir kavram içinde toplayıp (doğa, tesadüf, kendi kendine olma gibi) gerçeğe gözünü kapamasından başka bir şey yoktur. Ancak, gözün kapanması ile gece olmaz. Sadece o insan kendi âleminin ışıklarını söndürüp ışıktan hoşlanmayan yarasalar gibi gerçeğe karşı kapılarını kapamış olur. İşte, ruhu kabul etmek istemeyen materyalistlerin bu inkârlarının altında, önce Allah’ı gönüllü kabul etmemek yatmaktadır. Ruh kabul edilmeksizin insan davranışlarının açıklanması, bir bilgisayarın insan olmadan işlem yapması ve bir otomobilin sürücüsüz hareket etmesine benzer. Çünkü beyin ve beden cihazını kullanan yapı ruhtur.

 

 

Ruhun Mâhiyet ve Sıfatları

Madde, ilk şekli bozulmadan başka şekle giremez. Misal olarak, biz metal 25 bin liralık paranın şeklini bozmadan, elli bin liralık para haline getiremeyiz. Ancak, ruh, aynı anda sayısız eşyanın plan, şekil, program, desen ve nakışlarının en küçük ayrıntılarını kendi hüviyetinde yerleştirebilir. Onun mâhiyetinde herhangi bir sıkışma ve yer darlığı yoktur. İnsan, hiç görmediği ve bilmediği şeyler hakkında fikir yürütebilir. İnsan beyni aynı anda birçok şeyin görüntü ve planınna kaynaklık etmiş gibi görülebilir. Hatta bazen olur ki, aynı anda hem ağlar, hem güler. Biz, bir şeyi yaparken hiçbir zaman sadece tek bir şey yapmaz; aynı anda birçok şey yaparız. Esasen insanoğlu her an birbirine zıt ve benzer birçok eğilimi içinde taşır. Beyinle olabildiğini sandığımız bu işlem, esasen ruh sayesinde mümkün olabilmektedir.

Maddede ve maddî şeylerde, maddesel nitelikler arttıkça yer darlığı ve sıkışma artmakta; ancak, antimadde/mânevî varlıklara geçtikçe yer darlığı ve sıkışmadan uzaklaşılmaktadır. Aynanın karşısındaki görüntüleri almada, ayna için bir darlık ve sıkışma sözkonusu değildir. Hatta ayna içindeki görüntüler, şuurlu, nuranî olup ve kendilerine kaynaklık eden cisimlerden ayrılabilseler, her biri müstakilen, esas cismin özelliklerini taşıyabilir. Bunun en iyi örneği; görüntüdeki lambanın aydınlatmasıdır. İşte beyin de ruhun bir aynası gibidir. Ruhun binlerce birbirine zıt fiiline kaynaklık eder, darlık ve sıkışma olmaz.

İşte insan denen, tüm ilimlerden süzülmüş bir ilim ve kudretin sonucu olan organizmada, bir diğerine engel olmadan, meselâ yazı yazarken, beyni düşünürken, mide bağırsak sisteminde çalışan yüz binlerce enzim ve bunun gibi nice fonksiyon aynı anda çalışıyor. Bunlardan kişinin haberi bile olmayabiliyor. Bu da gösteriyor ki, madde dışı bir varlık, bu işlere aracılık ediyor. Onda ne sıkışma ve ne de yer darlığı vardır. Bir fiil diğer bir eyleme veya duygulara engel olmaz.

Maddî varlıklarda ilim elde etme, tabiatı anlama ve hatta kendini anlama hırsı hiç görülmez. Yine insanoğlunun bir eseri olan bilgisayarlar maddenin en gelişmiş şekilleri olarak kabul edilebilir. Ancak en gelişmiş bir bilgisayar, bir insan hücresi kadar mârifetli değildir. Ne anlama kabiliyeti, ne de anlatma özelliği vardır. İnsan, gerektiği zaman düğmesine basar ve onu kullanır. Bu ilim yapma gayreti ve hırsı madde sıfatlarını taşıyan bedenin bir sıfatı değil; farklı mâhiyetteki bir varlığa ait bir özelliktir. İşte bu varlığa biz ruh diyoruz.

İnsan beyni, onun icat ettiği beyinlerden (bilgisayar) farklı olarak, ne kadar çok mâlûmat edinirse, mâlûmat edinmeye karşı o kadar çok arzu ve yetenek artışı olur. Beyin ne kadar bilgi ve veri elde etmişse o nisbette bilgiye ihtiyacı ve yeteneği artar. Bir bilgisayar ise, hard diskindeki bilgi arttıkça yavaşlar ve daha çabuk yorulur. Yani bilgi muhâfaza etme kapasitesi gittikçe azalır. Ancak, insan beynindeki durum, bu durumun tam tersinedir. İşte bu farkın nedeni, beynin maddî yapısıyla ilgisi olmayan bir mâhiyettir. Çünkü beynin yapısı ve bilgisayarın yapısı maddîdir. Maddede yer darlığı ve daralması vardır. Bu daralmanın sebebi ise, maddedeki hacim sıfatının varlığıdır. Ancak, beyne bu özelliği veren, madde dışı mâhiyeti olan ruhtur. Ruh, mânevî varlık olduğundan, onda, maddenin özelliği olan hacim sıfatı yoktur.

Beynin ilgili bölgeleri uyarılarak vücutta bazı davranış ve hareketlere sebep olunabilir. Meselâ, frontal bölgedeki el bölgesiyle ilgili merkez uyarılırsa el hareket eder. Bu deney, açıkça şunu gösterir: Beyin kendi dışında bir etkenle harekete geçirilir. Buna biz ruh diyoruz. Otomobilin hareketi nasıl direksiyona, değişik çarklara ve tekerlere verilemezse, aynen insanın davranış ve hareketleri beyne verilemez. Zira, bunlar harekete aracılık eden, kuvveti aktaran düzeneklerdir. Otomobile hareket veren gerçek şey olan kuvvet, benzinin yanması sonucu açığa çıkan enerjidir. Enerji ise ruh gibi maddesel sıfatları barındırmayan bir varlıktır.

İnsan, kendinden bahsederken, “ben iki gözü, iki kulağı olan hârika bir varlığım.” “Benim şöyle bir beynim, aklım var; ben böyleyim” gibi daima gizli bir “ben”den bahseder. Bu “ben”, ne gözdür, ne kulak, ne ayaktır. Hepsinin dışında bir şeydir. Yani, insan kendinden bahsederken, daima ne etten, ne kemikten bahseder. Burada bahsi geçen ve daima altı çizilen, ruha bağlı bir duygu olan benliktir. Beden ise, ruhun konakladığı yerdir. Sultansız saray düşünülemediği gibi, ruhsuz insan vücudu da düşünülemez. Şâir, “Bir ben vardır, bende; benden içeru” derken bu gerçeği anlatmaktadır.

İnsan, hayal âleminde, düşünce ufkunda kendine tepeden bir baksın, bakan ruhtur. Acı ve lezzet alan ruhtur. Namus, hayâ, iffet, iman, sevgi, nefret... hep rûha ait özelliklerdir. Birini sevdiğimizden bahsederken, seven aslında ruhtur. Sadece et kemik yığınından, maddî elementlerden ibaret olan ceset, ruh kendinden ayrıldığında; düşünen, hareket eden bir canlı olmadığı gibi; sevilecek, hatta tahammül edilecek biri de değildir.

Ruh, müşâhede âleminde varlıkları algılamak için, her zaman vücuttaki organları kullanmaya muhtaç değildir. Meselâ; insan rüyada, göz olmadan görür, kulak olmadan işitir, el olmadan tutar, ayaksız yürür, hatta kanatları olmadan uçar, hiç görmediği insanlarla konuşur. Maddeyi ve maddenin özelliklerini algılayan beyinde ise, aracısız algılama yoktur. Hatta beynin kendisi bir aracıdır; ancak ruh her zaman bu aracıyı kullanmamaktadır. Ruh, her zaman beyinde depo halindeki verileri kullanmaz. Şöyle ki; hayal atına binen ruh, hiç görmediği bir ülkeyi gezer, oralarda güzel ve çirkin anılar yaşar.

Bir saray, onu meydana getiren taş, tuğla, demir, boya, şekil, tezyinat vb. için yapılmaz. İçinde ikamet edecek bir konuk ya da sultan için yapılır. İnsan da, bedenindeki hücreler ve organlar için yaratılmamıştır. Ancak, beden içindeki ruh dediğimiz bir varlığa konut olsun, çevreyi değerlendirmek için alıcı ve verici fonksiyonu görsün diye göz, kulak vb. yaratılmıştır. Düşünen her insan, vücut organlarının bizzat kendileri için, yani gözün göz için yaratılmadığını; aksine bunların başka bir varlığa hizmet etmek maksadıyla yaratıldıklarını kolayca anlayabilir.

Ruh, maddî ölçülere girmeyen ve daha çok, kanunların, ilmî kuralların hâkim olduğu âlemin ve sistemin bir ferdidir. Kanunlardan farkı şuurlu, yani kendi varlığının farkında olmasıdır. Kanunlar âleminde olduğunu, insan vücudunda değişik fizyolojik ve biyokimyasal kuralları hiç aksatmadan, intizamı bozmadan işletmesi gösterilebilir. Ancak bu işleyiş maddesel işleyişlere benzemeyip orduda emir-komuta zincirindeki bir emirle tüm ordunun yatıp kalkması örneğine benzer. Ve emir, bir kanun olduğundan, bir kanun koyucuyu gösterir.

Ruhun canlılardaki tesirine hayat diyoruz. Madde, maddî özelliklerinden soyutlandığı zaman etkilerinin çeşitliliği artar. Meselâ, elektriğin birçok etkisi vardır. Isı, ışık, hareket gibi, tesirli olduğu yere göre fonksiyonları değişir. Ruhun etkisi de zekâ olur, hareket olur, hayat olur, görmek ve işitmek... olur. Hayat, ruhun en önemli bir davranış biçimidir. Bu davranış biçimi ile ruhun etkileri çeşitlenir.

İnsanın ihtiyacı olan protein, karbonhidrat ve yağ, maddî yapısının ihtiyaçları değildir. Çünkü maddenin bir şeye ihtiyacı olduğunu hiç müşâhede etmiyoruz. İnsanın sınırsız ihtiyaçları, bütünüyle ruhun ihtiyaçlarıdır. Elem, yani acı duyma da maddenin elemi değildir. Hiç ağlayan tepe, deniz görülmüş müdür? Oysa ki insanda olan tüm maddeler dağda, tepede vardır. Hiç maddenin lezzet aldığı söz konusu olabilir mi? Bir madde ile üzülme, zevk alma gibi duygusal durumların ilişkili olduğu şeklinde algılanmasına rağmen işin aslı şudur: Beden, ruhun konuk olduğu yerdir. Veya beden bir bilgisayar, ruh onun tuşlarına basan varlıktır. Evi tahrip olan bir insanın rahatsızlandığı gibi, klavyesi, faresi, ekranı ve özellikle de hard diski bozulan bir bilgisayar, kullanıcısının işini bozmaz ve bu bilgisayarı kullanan üzülmez mi?

Her sanatkârın sadece bazı büyük ve meşhur eserleri tam olarak, onun sanat sıfatını yansıttığı gibi, ruh da, Yaratıcının sıfat ve isimlerine tam ayna olabilen hârika ve ilginç bir varlıktır. Öyle sanıyoruz ki; Allah’ın yarattıkları sadece maddeden ibaret olup ruhu yaratmamış olsaydı, o durumda sanatını tam olarak icrâ etmiş olmayacak ve biz O’nun sıfat ve isimlerini anlamaya yol bulamayacaktık. İşte ruhun bu mâhiyette bir varlığı vardır.

Bir şeyi görmek için göze ihtiyacımız vardır. Ancak, sadece maddesiyle gözün varlığı, görmemiz için yeterli değildir. Görmek için aynı zamanda beyin fonksiyonları aralıksız devam etmelidir. Zaten görme, sadece göze has olan bir özellik de değildir. İnsan rüyada gözsüz görür. Göz âdeta bir pencere, görme de beyne ait bir fonksiyondur. Beyin için de durum bundan farklı değildir. O da kendisinde bulunan merkezleri çalıştırmak için, merkezî bir idare kuvvetine ve devamlı surette kumandayı elinde tutan bir kumandana muhtaçtır. Bu kumandan ise ruhtur.

Ruh vücuttan ayrılıp seyahat edebilir ve aynı anda birkaç değişik yerde belirip görülebilir. Mekanizması tam olarak açıklanmamış olsa da bir kanaat olarak, ifade edebiliriz ki; hipnozda ve uykuda ruh bedenden uzaklaşabilmektedir. Hipnozla hipnozitörün telkini altında ruh gezintiye çıkmaktadır. Hipnoz, insanda bedenden ayrı bir hakikati, bedene bağlı olmayan bir varlığı, yani ruhu açıkça göstermekle birlikte; ruhun vücuttan ayrılıp gezebildiğini de gösteriyor.

Ruhun diğer bir özelliği de, bede sürekli değiştiği halde (altı ay, bir yıl içinde), ruhun değişmemesidir. Bu nedenle bedeni değişmeden önce suç işleyen bir katil, “Bu adamı bir yıl önceki bedenimle işledim, şu andaki bedenim mâsumdur” diyemez. Ancak maddeyi esas alıp mânâyı ve ruhu kabul etmeseydik, durum çok karışacaktı. Ne bir yaşındaki çocuk bizim şu andaki bedenimizin çocukluğu, ne de meselâ bir yıl önceki nikâhlandığımız eşimiz, o eşimiz olurdu. Sosyal hayat, hukuk ve ahlâk diye hiçbir mefhum kalmazdı. Demek ki; ruhu kabul etmeyenler, esasen maddeye de hiç önem vermiyorlar demektir. Buradan şöyle bir sonuç çıkarmak da mümkündür: Yapısal materyalizme inanan bir insan, bu inancıyla hiçbir sorunu çözemez. Esasen bu inancında ciddi de olamaz.

Ayrıca vücuttaki bütün fizyolojik ve biyokimyasal faâliyetler benzer olmasına rağmen, insanlar arasında akıl, irâde, şuur, düşünce ve fikir farklılıkları olmaktadır. Eğer bu fizyolojik ve biyokimyasal mekanizmaların bir idarecisi ruh kabul edilmezse; bu mekanizmalar sonucu benzer fabrikasyon usulü akıl, irâde, şuur, düşünce ve fikirler çıkması gerekirdi; aynen bilgisayarda olduğu gibi. Aynı şartlarda çalışan ve aynı hammeddeyi dokuyan tezgâhlardan aynı mallar çıkar. Kumaş fabrikasından çimento elde edilmez. Kimya laboratuarında ekmek pişirilemez. İnsan vücudundaki bu garip çelişki; insanın akıl, irâde, şuur gibi yeteneklerin kaynağının beden değil; ruh olmasıyla ilişkilidir. Beden değiştiğinde, değişmeyen şeyin ruh olduğunu biliyoruz. Ruh, mürekkep/birleşik olmayıp basit olmasından dolayı, değişmez, tahrif olmaz ve dağılmaz. Beden ise terkiptir; değişmeye ve dağılmaya mahkûmdur.

Ruh; hayat sahibi, şuurlu, nuranî, parlak ve kesif olmayan, fiilî bir varlığı olan ve maddî bir vücut giymiş, evrende hüküm süren tüm sıfat ve çeşitliliklerle ilişkili ve onların kendinde örneklerini barındıran tüm bu sıfatlarla vasıfalanma kabiliyeti olan, emir ve görüntülenmeye benzer şeylerle/yansımayla icraatlarını yapabilen şuurlu bir kanundur.

Ruhun yapı ve hakikatini, çoğu şeyde olduğu gibi tam olarak anlayamayız. Biz elle tutulan, gözle görülen ve beş duyumuza hitap eden maddenin dahi hakikatini bilemediğimize göre, ruhun yapısının anlaşılması için dünyanın ömrü yetmeyecek ve bu, Yaratanın ilminde gizli bir hazine olarak kalacaktır. Biz ruhun sadece bazı yapısıyla ilgili sıfat ve özelliklerini anlayabilmekteyiz. (7)

 

 

 

 

Ruh-Beden İlişkisi

Ruh, emir âleminden olup, beden ülkesini idare etmesi için kendisine müstakil bir varlık verilen bir kanundur. Beden olmayınca da varlığını devam ettirebilen lâtif bir cisimdir. Rûhun kendi mâhiyetini bilmede de aczi vardır ki, bu âcizlik, nice hakikatlere pencereler açıyor. Ruhla beden arasındaki ilgi, gerçekten, çok mükemmel. Beden hizmetçi, ruh ise efendi. Hizmetçi efendiye tâbi. Gözden akan yaş, üzüntüden haber veriyor. Üzülen ne göz, ne de onun takılı olduğu beden makinesi. Zira bedenin kederle bir ilgisi yok. Ruhtaki üzüntü, gözden yaş olarak dökülmekte.

Ters yönden giden bir arkadaşımıza, “Dur! Geri dön!” diye sesleniriz. Bu seslenişte muhâtabımız, ne onun kulak zarı, ne de ayaklarıdır. Kulak sadece bir âhizedir, ayaklar ise doğru veya yanlış yoldan anlamazlar. Bedenin ruh namına hareket etmesi, gayb âleminin şu şehâdet âlemine hâkimiyetini temsil ediyor. Ayaklar diledikleri yöne gitmedikleri gibi, şu dünya da kendi keyfince dönmüyor. Göz, kendi arzusuyla bakmadığı gibi, güneş de ışığını kendi irâdesiyle vermiyor. Beden şu âlemdeki birçok olayın etkisinde kalır. Ama ruhun bedene tesiri bunların hepsinin üstündedir. Aşırı soğuk da sinir sistemi üzerinde olumsuz etki yapar; ama bu tesir, hiçbir zaman bir ihânetin, bir zulmün, bir vefâsızlığın tesiriyle kıyaslanamaz. Bazı gıdalar da tansiyonu yükseltici etkiye sahip; fakat bu yükseltme, üzüntünün, heyecanın etkileri yanında küçük kalır.

Ruh ile beden arasındaki ilgi, bir bakıma, sesle anlam arasındaki ilgiye benzer. Ses, mananın bedeni, mana ise sesin ruhudur. Bu ruh o bedenin ne sağındadır, ne solunda; ne içindedir, ne dışında. Mana, hayatiyetini devam ettirmek için sese muhtaç değildir. O, hâfızada sessizce durur, dimağda gürültüsüz meydana gelir, kalpte kelimesi bulunur. Ancak, görünmek ve bilinmek istedimi, işte o zaman, sese görev düşer. Ses, muhâtabın kulağına varınca ömrünü tamamlar. Mana ise ondan sonra da varlığını sürdürür. Mana, sesten önce de vardı, sesle birlikte göründü, sesten sonra da varlığını devam ettirmede.

Ruh, Allah’ın kanunu, beden O’nun mahlûku. Bu bedeni, o kanunla tanzim ve idare ediyor. Allah’ın mahlûkata benzemekten münezzeh olduğundan gaflet etmemek şartıyla, insan kendi ruhunda, birçok Rabbânî hakikatlere işaretler bulabilir. Bu işaretleri hakikate tatbik ederken, çok dikkatli olmak gerek. İşaretle asıl arasında bir benzerlik kurma gafletine düşülmemeli. Haritadaki bir nokta, bir şehre işaret eder, ama o nokta ile şehir arasında bir benzerlik kurmak cehâlettir. Bir yazı, kâtibini gösterir, onun sanatına delil olur; fakat, kâtibi yazıya benzetmek veya yazının özelliklerinde yazarın sıfatlarını aramak anlamsızlıktır. Meseleye bu şuurla nazar ettiğimizde, ruhumuzda bazı hakikatlere işaretler bulabiliriz:

Ruh, beden ülkesinin yegâne sultanıdır. Ruh, bedenin hiçbir cüz’üne, hiçbir organına benzemez. Ruhun zâtı, bedenin zâtına benzemediği gibi, sıfatları da bedenin sıfatlarına benzemez. Ruhun bir meseleyi tefekkür etmesiyle, midenin bir lokmayı yoğurması arasında benzerlik düşünülemez. Ruh, doğmaz, doğurmaz, bedende mekân tutmaz. Bunlar, hep bedenin, maddenin özellikleridir.

Ruhu, mâhiyetiyle kavramak mümkün değildir. Bir bedende iki ruh bulunsa, beden fesâda gider. Bedenin eliyle ne alınırsa alınsın, şükür daima ruha yapılmalıdır. Ruhun bedendeki icraatı, güneşin gezegenlerini döndürmesi gibi, dokunmaksızın, temassız yapılır. Bir hücreyi idare etmekle, bütün hücreleri idare etmek arasında, ruh için bir fark düşünülemez; birincisi ona daha hafif, ikincisi daha zor değildir.

Bir başka açıdan: Bedeni kafese, ruhu ise kuşa benzetirler. Bu güzel teşbihten alacağımız çok ders var. Bunlardan birkaçı: Beden ruh içindir, ruh beden için değil. Kafesin boyanmasıyla kuş güzelleşmez. Beden sıhhati de ruhun olgunluğuna delil olamaz. Kafesi büyütmekle kuşu geliştirmiş olamazsınız. Onun büyüme yolu daha başkadır. Kuş, kafesten dışarıyı seyreder, ama gören kafes değildir. Kuşsuz kafesi kimse evinde barındırmaz. En yakınımızı bile ölümünden sonra kaç gün misafir ediyoruz? Kuş, kafesten önce de vardı, kafesten uçtuktan sonra da varlığını devam ettirir. Şu koca kâinat sarayı, ruh için bir oda gibi. Beden ise kafes. Ruh kafesten uçtuğu gibi, saraydan da çıkar gider, daha geniş âlemlere kavuşmak üzere. Kafeste boğulmayan, odaya aldanmayan, kendini unutmayan ruhlara müjdeler olsun! (8)

“Ruh, nasıl bir şey?” diye soranlara, doğru cevap: “Bilmiyorum!” olmalı. Ya da, en doğrusu ve en güzeli olan, Kur’an üslûbunu ölçü alarak, “çok az şey biliyoruz” denilmeli. Böyle demekle sorunun gerçek cevabı verilmiş olmakla kalınmaz, insan kendini ve haddini de bilmiş olur. Mâhiyeti bilinmezler hakkında en ileri ilim, “bilmiyorum” kelimesinde ifadesini bulur. Böyle demeyip de, onun hakkında birtakım tahminlerde bulunulsa, “uzundur” veya “kısadır” denilse, “bedenin şurasında veya burasındadır”, “şu veya bu renktedir” gibi lâflar edilse, kişi aldanmış ve aldatmış olur. Çünkü ruh, beden cinsinden değil. Biri ev, diğeri misafir; biri tezgâh, beriki usta.

Beden ve evren. Her ikisi de kesif ve maddî. Ruh ise latîf ve nûranî. O halde ne beden, ne de şu âlem bize ruhun mâhiyeti hakkında bir bilgi vermez. Onlara dayanarak yapacağımız bütün tahminler, yanıltıcı olmaya mahkûm. Toprağa bakıp yer çekimi hakkında tahminler yürütmek gibi bir şey. Ruh, zâtıyla bedene benzemediği gibi, onun gördüğü işler ve yaptığı icraatlar da bedeninkiyle karşılaştırılamaz. Penceremizin perdesini elimizle açıp kaparız; göz kapaklarımızı ise elsiz açar kapatırız; ama nasıl? Konuşurken ses tellerimizi dokunmaksızın titreştiririz; ama nasıl? Yere düşen kalemimizi elimizle tutup kaldırırız; kolumuzu ise bir yerinden tutmaksızın kaldırırız; ama nasıl?

Bu soruların cevabı, ruhun tarif cümlesinde geçen “Rabbın emri”, kanun-ı emrî ifadesinde saklı. Emir âlemine ait bir kanun. Tâbiri câizse, idare edenler âlemine “emir âlemi”, idare edilenlere ise “halk âlemi” diyoruz. Toprak, halk âlemindendir, yer çekimi ise emir âleminden. Güneşin cirmi halk âleminden, câzibesi ise emir âleminden. Halk âlemi, en mükemmel şeklini insan bedeninde bulduğu gibi, o bedenin idarecisi de en mükemmel bir kanun olacaktır; o ise ruhtan başkası değil.

Med-cezir olayında Ay, denize dokunmaksızın dalgaları kaldırır ve indirir. Dünya da Ay’ı yine dokunmaksızın etrafında döndürür. Atom çekirdeklerinin elektronlardaki tasarrufu da bunun bir başka örneği. İşte bu sayısız örneklerin en mükemmeli, ruhun bedendeki icraatı ve tasarruflarıdır.

Ölüm kanunu ile bedenden göç eden ruh, aslî fonksiyonlarını çok daha mükemmel olarak yerine getiriyor. Uyanıkken karşımızdaki apartmanın arka tarafını göremediğimiz halde, rüyada kıtalar ötesini görebilmemiz bunun ilk işareti değil mi?

Daha önce verdiğimiz örnekle ifade edersek, kafesle kuş, ayrı birer varlık. Kafesi sökmekle kuşu parçalamış olamazsınız. Can kuşu denilen ruh ile beden kafesi arasında da benzer bir ilgi mevcut. “Ceset ruh ile kaimdir. Ruh onunla kaim değildir. Ruh, kendiliğinden kaim ve hâkim olduğundan, ceset istediği gibi dağılıp toplansın, ruhun bağımsızlığına zarar vermez.” İnsanoğlu “ben”, “ben” der durur. Yaptım, ettim, gittim, geldim gibi laflar eder. O “ben” derken bilerek veya bilmeyerek ruhunu kasdetmektedir. Dolayısıyla ağzından çıkanı kulağı işiten bir insan ruhu inkâr edemez.

Birisinin koştuğunu görsek, “acelesi var” deriz; “ayaklarının acelesi var” demeyiz. Ağlayan birisinin kederli olduğundan söz ederiz; gözlerinin üzüntülü olduğunu söylemeyiz. Öfkeli bir şekilde el kol hareketleri yapan kimse için de, “kollarının âsâbı bozulmuş” demeyiz. Aynı şekilde, “şu koku burnumun çok hoşuna gitti”, yahut “şu manzarayı gözüm çok sevdi” de demeyiz. Heyecandan kalbin çarpmasını, korkudan ellerin titremesini, üzüntüden rengin kaçmasını ifade ederken de bedeni değil; ruhu ön plana geçiririz. Bütün bu tür konuşmalarımızda bedeni; mahkûm, irâdesiz, ilimsiz, sevgisiz, korkusuz... olarak tanır, bütün bu ve benzeri fonksiyonların o bedende misafir olan ruha ait olduğunu çok iyi bilir ve kelimelerimizi ona göre seçeriz. Ruha inanmayanların, konuşma düzenlerini de bu inançsızlık istikametinde ayarlamaları gerekir. Böyle yaptıklarında saçmalamış olacaklarını çok iyi bilir ve bu yola girmezler. Ama bu hal, ruhu inkâr etmek kadar gülünç olmaz.

Ruh, zâtında hayat ve şuur sahibi; girdiği cismi de hayata kavuşturan özelliktir. Cahil bedene şuurlu işler yaptırır. Yol, iz tanımayan ayakları diyar diyar gezdirir. Akılsız beyin hücrelerinden bilgi fışkırtır. Bir şey bilmeyen dudaklardan ilim ve hikmet akıtır. Gerçeği böylece tespit eden ruhlar, varlık âlemini çepeçevre kuşatan ve akıllara durgunluk veren rahmet, kudret ve hikmet tecellîlerini ibretle seyrederler. Bunu başaramayanlar ise, bedende kaybolur, tabiatta boğulur ve mahvolurlar. Bir cenazenin kabre konulmasından sonra, böcekler bedene ilişinceye kadar, hısım akraba da tâziyelerini hemen hemen bitirmiş oluyorlar. Daha sonra, mirasçılar mal bölüşme görüşmelerine, böcekler de bedeni parçalamaya koyuluyorlar. Her iki faâliyet de bir bakıma, birlikte yürütülüyor. Beden tüketiliyor, servet dağıtılıyor. Bu hali hayretle seyreden ruh, birçok yaptıklarına şimdi pişman olarak elini dizine vurmak istiyor, ama ortada artık ne el kalmıştır, ne de diz! (9)

Ruh ile beden arasındaki ilişki, elektrikle mükemmel bir fabrika arasındaki ilişkiye benzer. Ruh-beden ilişkisinin konumunu düşündüğümüzde, ruhun bedene dahil olmadığı gibi, hariç de olmadığını görürüz. Bir şeye dahil ve hariç olma, cisim ve maddenin özelliğidir. Ruh ise, maddenin sıfat ve özelliklerinden soyulmuş bir varlıktır. Dahil ve hariç meselesini bir örnekle açıklayabiliriz: Bilindiği gibi, elektrik, ışığa dönüştüğü avizeye dahil olmadığı gibi hariç de değildir. Çünkü, elektriğin ışığı onda ortaya çıkmaktadır. Dahil de değildir. Çünkü kırıldığında, onun parçalarında elktrik bulunmaz. Buna başka bir örnek: Bir fabrikadaki bütün çarkları çalıştıran elektriktir. Elektrik kesilince, faaliyetin duracağı muhakkaktır. Elektrik, o fabrikaya vücut veren maddelere dahil değildir. Zira, aynı fabrikanın çarklarında elektrik yoktur. Ancak, fabrikayı çalıştıran o olduğundan, elektrik o âlet ve çarkların dışında da değildir. Çünkü, fabrikaya hareket veren odur.

Ruh, aynen elektrik gibi, bazen gördüren, bazen işittiren, bazen kimyasal ve bazen fizik bir enerjidir. Elektrik de ruh gibi bazen ısı, bazen ışık ve bazen hareket enerjisidir. Hayat, ruhun canlılardaki tesiridir.

Ruhun madde ve bedenle ilişkisi, kanunidir. Yani, çoğa-aza, büyüğe-küçüğe bir bakar, farklı bakmaz. Meselâ, yerçekimi, en küçük bir çakıl taşını nasıl çekiyorsa, en büyük dağı da öyle etkilemektedir. Çünkü yerçekimi bir kanundur. Ruh bir piyanisttir; beyin ise bir piyanodur. Vücut ruhun emirlerine, piyanonun piyanistin komutlarına uyması gibi kolaylıkla uyar ve itiraz etmez.

Davranışlarımızın ortaya çıkması açısından ruh ile biyolojik yapı arasındaki ilişkiler şöyle anlaşılmalıdır: Biyolojik yapının enerjisi ruhtur, onu çalıştırır ve kullanır. Ancak davranışlarımızın kaynaklarının tam karşılığı biyolojik yapı değildir. Bu, aynen şuna benzer: Bir sürücünün davranışını etkileyen otomobilinin bazı özellikleri vardır. Hızı, yakıtı ve konfor gibi özellikleri. Ancak, sürücünün her hareketini bu otomobil düzenlemez. Bazen otomobilsiz de sürücü hareket eder. Bu örnekteki sürücü ruhtur. Misal olarak; rüyada ruh, beden verilerinden etkilenir. Ancak, yalnız da hareket edebilir. Bedenin karşılamadığı, görmediği insanlarla konuşur. Maddî bedenin kullandığı zamanı pek kullanmaz. Hareketlerinde yer ve zaman darlığı ve zahmeti yoktur. Yeme, içme ve istirahat gibi ihtiyaçları yoktur.

Ancak onu rahatlatan, Allah'a kulluk ve itaat, nizam ve intizam, sâlih amel, insanlık yararına yapılan şeyler, fedâkârlık ve sükûn gibi moral değerlerdir. Bunu hissetmemiz zor değildir. İhtiyacı olan bir insana, karşılıksız bir yardım elini uzatın. Kötü olarak bilinen bir alışkanlığı yapmayın. Ne hissedeceksiniz? Sebebini anlayamadığınız bir mutluluk. Acaba, çok zor durumda kaldığınız zaman, yalan söylemediğinizde organik yapınız ve maddeniz için ne yapmış oldunuz? Bir mazluma infak olarak yardım elinizi uzatın. Bedeniniz ne kazandı? Allah yolunda kurşuna hedef oldunuz. Maddeniz ne kazandı? Aldığınız haz neye aittir?

Bugüne kadar insan davranışını açıklayan sayısız model vardır. Öğrenme, davranışçı, sosyal, mekanik, biyolojik ve mistik. Bunların hepsi de eksiktir. Her model, insanın bir kuvvetini alıp diğer sıfatlarını inkâr eden modeldir. Modern psikiyatrinin “biyopsikososyal” kavramıyla bütünleştirip topladığı model kavramsal olarak, mükemmeldir. Ancak, vahyi reddeden anlayışların tümünde neyin biyolojik, neyin psikolojik ve neyin sosyal faktör olduğu belli değildir. Herhangi bir tek modelle insan davranışlarını anlamak mümkün görünmemektedir. Bu olay, körlerin bir fili tanımlamalarına benzer. Filin hortumunu tutan biri filin bir borudan ibaret olduğunu, kuyruğunu tutan biri filin uzun kıllardan ibaret olduğunu ve Freud gibi filin cinsel organanından tutan biri de filin sadece cinsel organdan ibaret olduğunu ve filin diğer yapılarının bu organa hizmet ettiğini iddia etmesi gibi bir şeydir.

 

 

Ruha Ait Kuvvetler

Ruhun temel özelliği olarak üç ayrı görünüşten bahsedilir. Bunlar da, hareket, hayat ve idraktir. Bunların tümü, evrendeki yaratıklar içinde detaylı olarak insanda vardır. Bitkilerde, kendilerine gerekli olan gıdayı almak, büyümek ve tohum saçarak üreme özelliği olarak en basit şekilde ruhun eseri/kuvveti görülür. Hayvanlarda bunlara ek olarak canlı özelliğinin biraz daha gelişmişi olan serbestçe hareket edip bir yere bağlı kalmama, neslini devam ettirmek için cinsî zevk alma ve kısmî ve basit şekilde de olsa şuur. Bu özelliklerin en gelişmiş şekliyle insan ruhunda teşekkül ettiğini görüyoruz. İrâde, şuur, akıl yürütme, faydasını zararını idrak edebilme, Yaratanı ve sayısız nimetler vericisini tanıyıp şükredebilme, Allah'a irâdesiyle ibâdet edebilme/kulluk özellikleri... Acı duyma, tad alma, hoşlanma, nefret etme gibi duyusal kuvvetler; idrak, düşünce, tasarı ve tasavvurlar gibi zihinsel ve aklî kuvvetler; istek ve irâde gibi harekete geçirici kuvvetler olmak üzere ruhun üç ana kuvvenin kaynağı olduğu bilinmektedir. İnsan ruhu denilirken, bağlı bulunduğu bedeni ve kendi kendini hareket ettirebilme, canlılık ve idrâk gibi özelliklerin üçü birden gözönünde bulundurulmalıdır. Ruha ait bu temel görünümlerden farklı olarak ruhun bazı kuvvetlerinden bahsedilir.

Devamlı değişimlere, dağılmaya, hastalıklara ve felâketlere mâruz, birçok ihtiyacı olan ruhun yaşayabilmesi için bedeni ve ruhu yaratan Yaratıcı, bedene bazı kural ve kuvvetler koymuştur. Bu kuvvetler “ben”e (“ego”ya) bağlı kuvvetlerdir. Yani, ben’in üç önemli sıfatı ve kuvveti vardır. Ben, sosyal, kültürel ve mistik çevreyle ve başka yapılarla olan ilişkilerini bu kuvvetlerle sürdürür. Ayrıca biyolojik yapı ile ben’in ilişkisi ve etkileşimi bu kuvvetler yoluyla olur.

Birinci Kuvvet: İnsanı maddî ve manevî menfaati elde etmeye yönelten kuvvettir. Kâinatta öyle bir düzen ve Yaratıcının öyle bir ikramı var ki; her canlı, yaşamının devamını sağlamak zorunluğunu duymakla, Allah’ın ruha bahşettiği bu özellik sayesinde, kendine olan görevinde büyük bir lezzet alır. Öyle ki bir varlığın kendine hizmetinin mükâfatı, hizmetin içine konulmuştur. Yaptığı fonksiyon ve icraatın kendisi âdeta ücret ve hazdır. İşte bu sır nedeniyle, canlılar, hatta cansız nesnelerin dahi, tâbi oldukları kanunlara uymaları, o kuralı tatbik etmeleri, ileri ve gelişmiş bir şevk ve bir çeşit lezzettir. Arıdan, sinekten, tavuktan tutun da güneş ve aya kadar her şey, ileri bir lezzetle vazifelerine çalışıyor. Demek ki hizmetlerinde bir haz var ki, akılları olmadığından, sonuç ve neticeleri düşünmeden, mükemmel bir şekilde görevlerini yerine getiriyorlar.

Görevin haz verdiğine bir delil de; horoz veya yavrulu tavuk gibi hayvanların vazifelerinde gösterdikleri fedâkârane tutumlarıdır. Horoz aç olduğu halde, tavukları kendine tercih edip bulduğu rızka onları çağırır, kendisi yemez, onlara yedirir. Bir haz ve gururla o vazifeyi görür. Demek ki o hizmette, yemekten daha fazla bir lezzet bulmaktadır. Küçük yavrularına çobanlık eden tavuk da, yavrularının hatırı için ruhunu feda etmeye hazırdır; yavrularına zarar vereceğini zannettiği kendinden çok güçlü olanlara bile saldırır. Kendini aç bırakıp yavrularını doyurur. Demek ki bu hizmetten öyle bir lezzet almaktadır ki, açlık acısına ve ölmek elemine bu hazzı tercih etmektedir.

Anne hayvanlar, yavrularını küçükken, vazifeleri bulunduğundan lezzetle himayeye çalışır. Büyüdükten sonra görev kalkar, lezzet de gider. Yavrularını bazen dövdükleri, elinden yiyeceği aldıkları görülür. Ancak, insanoğlunun annelerinin görevleri bir derece devam eder. Çünkü; insanlarda, zaaf ve acziyet itibariyle, daima bir çeşit çocukluk vardır. İnsan, her yaşında, her zaman şefkate muhtaçtır. İşte tüm hayvanların annelerine baktığımızda, onların kendi hesabına ve kendi menfaatlerinden dolayı o vazifeyi yapmadıklarını görürüz. Görevleri; onları o vazife ile görevlendiren ve o hizmetlerde rahmetiyle bir lezzet koyan, nimetleri ikram eden Razzak, Rab ve Rahman olan Yaratıcıları namına, nesillerini devam ve koruma için yapıyorlar. Bu görevleri yaparken tarif olunmaz bir haz alıyorlar.

Hizmetin kendisinde ücret bulunduğuna bir delil de şudur ki; bitkiler ve ağaçların dağıttıkları kokular, müşterileri olan hayvan ve insanların arzularını kamçılayacak ziynetlerle süslenmeleri ve sümbülleri, meyveleri çürüyünceye kadar kendilerini fedâ eder pozisyonlar takınmaları, onların kendilerine verilen görevden lezzet aldıklarını gösterir. Çünkü akıllları yok ki, neticeleri düşünsünler. Meselâ, hindistan cevizi ve incir gibi meyveler, süt gibi bir gıdayı alır, meyvelerine yedirir. Ağacın kendisi çamur yer. Demek ki bundan büyük bir lezzet alır.

Kâinattaki her nesnede görülen bu kanunun sırrındandır ki, işsiz, tembel, istirahatte yaşayan ve rahat döşeğinde uzananlar, genellikle çalışanlardan daha çok zahmet ve sıkıntı çekerler. Çünkü daima işsizler hayatından şikâyet eder, eğlence ile ömürlerinin çabuk geçmesini isterler. Sonra da dikkatleri kendi bedenlerine döner, kendini koruma dürtüsüyle değişik ruhsal bozukluklara yol açılır. Sonuçta o rahat ve istirahat döşeğinde yatamaz ve o kanuna mecburen uyma yoluna şifa arama davranışıyla girer. Sonuç değişmez, onlar da kâinatın diğer fertlerinin devamlı uydukları kurallara uyacaklardır. Bu sebepledir ki; psikiyatride meşguliyet, çok önemli bir tedavi şeklidir. Gayret eden ve çalışan ise, genelde halinden memnundur. Ömrünün geçmesini istemez. Bundan dolayı da “İnsanın rahatı zahmette; zahmeti rahattadır” ifadesi, bu gerçeği vurgulayan önemli bir sözdür. Tabii, zahmetler, gayret ve çalışmalar ne kadar meşrû ve Allah için, O’nun razâsı doğrultusunda olursa; ruhun tatmini, haz ve lezzeti o derece büyük olur.

Evet, kâinatta hayat sahiplerinin ödev ve fonksiyonlarını yapmaları, onlara verilen değişik vazifeleri sonunda alacakları lezzet ve ihtiyaç çeşitleriyle yazılan pusulaya bağlıdır. O pusula ile Yaratan, bir nevi emirleri hükmünde olan kanunlarla ilgili program ve hizmet listesini onlara vermiştir. Dikkat edilecek olursa, Yaratan, kendi ilim kitabından, meselâ arının vazifesine ait miktarını bu emir pusulasında yazmış ve arının beynindeki hâfızaya koymuş, yani arıya vahyetmiştir. (Bkz. 16/Nahl, 68). Arının belleğindeki bilgilerin anahtarı, arıya has bir lezzettir. Belki de arının yönlenişi tamamen zevke meyletme ve uyarılma derecesiyle ilgili olabilir. Hayvanlardaki bu vaziyeti “içgüdü” şeklinde bir kavram uydurarak çözdüğümüzü sanmamız, düşünme ve araştırma yapmaya kapıları kapamak olduğu gibi, kolaycılığa kaçmaktır da. Neden acaba arı durup dururken içgüdüsünü çalıştırıyor; Uygun çiçeklere yöneliyor, çok uzaklaşsa da kovanını bulabiliyor?! Bazen de bu içgüdü sayesinde arı kendini fedâ eder. Acaba tavuğa yavruları için köpeğe atlayıp onun pençeleri altında hayatını kaybettiren içgüdü, vazifesinin icrâsındaki haz ve lezzet dışında, neyle ifade edilebilir? Bu içgüdü denen bilgi fihristleri ve reçetelerini kim, neden koymuştur? Her bilgiyi bir hayvan neden takip eder, ona uyar? Ayrıca bu hayvanlar bu görevlerini icrâ ederlerken, evrendeki düzene katkıları olan ödevlerini nasıl düşünebiliyorlar? Tüm bunlar, haz ve lezzetin kâinatta çok esaslı bir gerçek olduğunu gösteriyor. İnsan davranışlarının da bu gerçeğin dışında kalmayacağı açıktır. Haz ve lezzet, evrende canlı ve cansızların davranış ve hareketlerinden sorumlu olduğunu, haz ve lezzetin sadece cinsel nitelikli olmadığını görüyoruz. Cansızlarda bile neticesi bilinmeden yapılan baş döndürücü hareketin temelinde Yaratıcının eşyaya koyduğu kurallara uymanın verdiği lezzetten bahsetmek gerekir.

Eşyanın kendi mâhiyetindeki ilâhî emirler olan kanunlara şevk ve lezzetle uyduğunu müşâhede ediyoruz. Atomdaki esrarengiz, çok karmaşık, insanı çıldırtan faâliyet ve yıldızlardaki mistik danslar, hep bu lezzetin ipuçlarıdır. Aksi halde, akılsız güneş bu kadar vazifesini nasıl düşünsün, inek insanı düşünerek nasıl süt versin? Hepsi bebek gibi olan insanoğlunun ihtiyaçlarına niçin titresinler? Bütün bunlar, Yaratıcı’nın eşyaya koyduğu kanun ve emirler sâyesinde olmakta ve arzın efendisinin, yeryüzünün halifesinin insan olduğunu, diğer yaratıkların ona hizmet ettiğini göstermektedir. İnsanın da âfaktaki ve enfüsdeki tüm hârika düzeni görmesi ve Yaratanına şükretmesi gerekmektedir.

İnsanın, davranışları sayısınca haz ve lezzet çeşidinden bahsetmek mümkündür. Ruhu koruyan diğer iki kuvvette de olduğu gibi, bu kuvvetin üç mertebesi vardır: Aşırı oluşu, vasat/orta oluşu ve yetersiz oluşu. Bu kuvvetlerin her çeşidinde bu dereceler sözkonusudur. Aşırısı ve yetersiz oluşu patolojik, orta derecesi sağlıklı olanıdır. Her davranışını zevk ve haz almaya göre şekillendiren insan, bu kuvveti fazla kullanmaktadır, böylece aşırılığın getirdiği anormallik ve problemlere yuvarlanmaktadır. Meselâ, yeme zevkinin aşırısı, birçok yönden zararlıdır. Beden ağırlaşarak hareket kabiliyeti azalır. İnsanı, bedenî hastalıklara açık hale getirir. Yenmeyecek şeylere iştah şeklinde artış olursa, örneğin, bağımlılık yapan maddeleri hele aşırı şekilde tüketirse hem organik ve hem de ruhsal sağlığı bozulacaktır. Yeme, içme ve diğer zevklerin yetersizliği ise organik sağlığın ve bunun sonucunda da ruhsal sağlığın bozulması demektir. Sağlıklı olan, mubah ve doğru olan ise, orta derecedir. Gereksinimler vücut için zararlı olmayacak ve yeterli derecede, toplum ve insan haysiyetini ortadan kaldırmayacak kadar mûtedil tarzda karşılanmalıdır. Aslında insan davranışlarında hazzın nedeni, ihtiyacın giderilmesidir. İnsanoğlunun davranışlarını, ihtiyaçlarının türü belirler. İhtiyacın hissedilmemesi sosyal ve doğal çevre ile alışverişin sonlanması ve ilişkinin bitmesi ve dolayısıyla uyumun sona ermesi demektir.

 

İkinci Kuvvet: Ruhu koruyan insan davranışlarının ikinci kaynağı, öfke kuvvetidir. İnsanın bedensel ve ruhsal bütünlüğüne karşı yönelen tehditleri ortadan kaldırmaya yönelik bir kuvvettir. Öfke, genel olarak negatif yönleriyle anılan bir davranıştır. Ama gerçekte böyle değildir. Öfke, saldırganlık ve şiddet kuvvetinin hiç bulunmaması ve yetersizliği, uyumu bozar, patolojiktir. Öfkenin yetersizliği durumunda, çaresizlik ortaya çıkar. Bunun sonucunda fobi denen, korkulmaması gereken korkma hastalıkları görülür. Hastalık hastalığında da esas bozukluk, agresif/öfkeye dayalı kuvvet yetersizliğidir. Kişi, bu hastalıkta, mantıksız şekilde hasta olmaktan korkar. Normali ise, sağlığına dikkat etmek, temiz olmaktır. Aşırı derecede artmış saldırganlık kuvveti de bozukluktur, dengesizliktir.

 

Üçüncü Kuvvet: Ruhu koruyan bir diğer özellik de “akıl”dır. Akıl; maddî olan ile maddî olmayanı idrak eden, anlayan bir kuvvettir. Akıl; tasavvurları, düşünceleri ve arzuları seçip mantık kurallarına göre eşya ve olaylar arasındaki müşterek noktaları bulup tahlil ve tesbit ederek bir sonuca varır. Böylece mevhumlarla dıştaki varlıklar arasında mutabakat temin eder. Kıyas ve karşılaştırma yoluyla, bildikleri yardımıyla bilmediklerini öğrenir. Hem basitten komplekse, hem kopleksten basite doğru düşünüp neticeler çıkarır.

Aklın algılayıcı fonksiyonları beş dış ve beş iç olmak üzere ayrılırsa, anlaşılması kolaylaşabilir. Ayrıca beyin, vücudun otonomik fonksiyonlarının icrâsını ve hareketi de gerçekleştirir. Akıl kuvvetinin kaynağı ruh (Kur’an, buna “kalp” der) ve beyindir. Şöyle ifade etmek daha doğrudur: Ruh, aklî eylemlerini beyin yoluyla gerçekleştirir. Beş dış kuvvet; görme, işitme, dokunma, tatma ve koku gibi dış duyulardır. Bu algılar yoluyla beyne çevreden bilgiler taşınır. Fakat dış algılar, bir aynanın önüne geleni gördüğü gibi görür ve algılar. Aynadaki görüntüyü etkileyen birçok sebep vardır. Aynanın cinsi, rengi, büyüklüğü ve ışık durumu gibi. Ayna, önündeki her şeyi alıp değerlendirdiği ve birçok dış ve iç nedenin, gerçeği değiştirdiği gibi, beyne ulaşan bilgiyi birçok durum değiştirir. Beş duyudan herhangi birinin tıbbî hastalığı, algılamayı engeller. Ruhsal hastalıklarda da algılanma engellenmese bile bozulur ve değişir; illüzyon ve hallüsinasyonlar şeklinde, olmayan nesnelerin algılanması gibi anormallikler ortaya çıkabilir. (10)

 

 

 

 

Ben Kavramı

“Ben” (ego), ruhun bir sıfatıdır. Kendine has bir varlığı yoktur. Nasıl ki, sıfat ve isimlerin, vasıflandırdıkları ve isimlendirdikleri varlık ve şahıslardan ayrı vücutları yoktur. Aynen bunun gibi, ruhtan ayrı ben’in vücudu da yoktur. Yine, vicdanın (süperego) da ruhtan ayrı bir vücudu yoktur. Ruhun sıfatı veya bazı özellikleri bu isimler altında toplanmıştır.

Ben, insanın farklı yapılarını birbirine bağlayıp tek bir mâhiyet içinde toplayan bir bağdır. Böyle olmasaydı; insan kendinden bahsederken; hücre, doku ve organlarına sahibiyet duyamayacaktı. Ancak, burada derin bir aldatmaca vardır. Bir şeye sahip olmak için, onu yapmasını bilecek ilim, yapmayı tercih edecek irâde, yapımına lâzım olacak maddeye de yine bu yönleriyle sahip olma ve bu maddeleri bir araya getirme güç ve kudreti kendisinde bulunmalıdır. Söz gelimi, 50 yaşındaki bir insanın, 50 sene önce var olmayan ben’i, nasıl oluyor da, birçok ihtimaller içinde; kendi ruhuna uygun (tabii ki, ruhun varlığı ve onun yaratılması için de aynı şeyler geçerli) bir vücut, doku, organ, cinsiyet ve niceliğe sahip olduğunu düşündüğümüz varlığı yapmaya karar vermiş, sınırsız ihtimaller içinde, şu andaki en uygun bedeni seçmiş olsun, bunu yapmasını bilebilsin, yapısı için gerekli maddeye sahip olsun ve yapma kudretinde olsun ve yapsın ki, kendisinin sahibi olsun? Bunlar “benim” desin!

Sahip olması için bunlar da yetmiyor. Vücudunda, her cihaz tüm evrenle ilgilidir. Gözünün güneşle ve onun ışınlarıyla, dolayısıyla ozon tabakasının yapısıyla, diğer cihazlarının da her şeyle ilgisi vardır. Vücudunun kendi dışındaki en küçük bir olumsuzlukta dahi varlığını devam ettiremeyeceğinden, çevreye de hâkim olması gerekiyor. Olabilir mi? Varlık sahnesinde meselâ 50 sene önce hiç olmayan biri, bunlara nasıl sahip olabilir? Demek ki, egonun bu sahipliği, bir çeşit ön kabuldür; gerçekle alâkası yoktur. Bir çeşit sahip olmaya bir niyet ya da bir çeşit hayalî bir sahip olmaktır. Ben’in bu hayalî sahipliği, başkasının “verme” fiiline bağlı olduğundan, bir çeşit hürriyettir. Hürriyet başkasına bağlı ve başkası tarafından verilen bir sıfattır.

Ego, ruhun kendine bir vücut ve kıymet verme sıfatıdır. Ego, bir ölçü âleti gibi kendi sınırlarını çizerek varlığının farkında olur. Çünkü sınırları çizilemeyen bir şeyin özellikleri tam anlaşılamaz. Ego, kendi dışındaki varlıkları anlayacak çok özel bir ölçü âletidir. Yani ego, kendinde olmayanı farazî kendinde olma durumuyla ölçer. Diğer ölçü âletleri, var olan bir maddeyi ölçmek için, ego ise kendinde olmayanı ölçmek için vardır. Böylece gereksinimlerinin farkında olur. İhtiyaçlara gücünün yetmediğini de, ölçtüğünün kendinde olmadığını anlarsa, bir teşekkür âletidir. Bir şeyi ölçme özellikle var-yok şeklinde ise, egonun tercih fonksiyonu vardır.

Ego; kâinatın her tarafında kendini gösteren kanunları, eşya ve evrenin anlamını açan bir anahtardır. Ancak, egonun kendi anlam ve özellikleri de çok gizli olan birer tılsımlardır. O, egonun gerçek anlamının bilinmesiyle, o garip muammâ, o enteresan tılsım açılır ve evrenin tılsımını ve evrenin niçin var edildiğini kavratan hikmetli Yaratıcı, insana emanet olarak, Rab’lığının sıfatlarını ve işlerinin anlamlarını gösterecek, ayrıca diğer insanlarla ilişkilerinin devamı için tanıttıracak, işaret ve örnekleri içine alan bir benlik vermiştir. Böylece benlik, karşılaştırmalarla ölçen bir ölçü âleti gibi, ölçeği, anlayacağı ve varlığının amacı olan; kendini yoktan var edenin yaratıcılığını ve O’nun işlerini bilir. Egonun yapısı; sınırsız bir ilmi, varlığı, sınırsız bir kuvvet ve irâdeyi anlamaya uygundur. “Ben” dünyayı yutsa doymaz bir sahiplik duygusuna sahiptir. Varlığı sonradandır. Öyleyse kendi dışında biri tarafından yaratılmıştır. Yaratanın yarattığı eşyada bir maksadı vardır. O yüzden, egonun sıfatı olan ruhun yaratılmaktan amacı, Cenâb-ı Hakk’ın hakkıyla bilinmesidir.

Mükemmel bir sanat eseri olan insana yaratıcının, egoyu vermesinin anlamı şu olmalıdır: Tüm tercihlerini eksiksiz ve sınırsız hikmete uygun yapan yaratıcı, bu yaratma sıfat, ilim, irâde ve kudretini ve işlerini bilecek bir cihaz olarak, insanın ruhuna benlik diye bir sıfat verdi. Zira sanatkârlık sıfatının en önemli gereği, sanatın sergilenip gösterilmesidir. Yaratıcının tüm bu sınırsız ilim, irâde ve kudretini göstereceği ve bunu tartıp anlayabilecek bir varlık yaratması, yaratma sıfatının gereğidir. İnsan ve kâinat çok ince ve her basit noktada sınırsız bir faydaya cevap verecek şekilde yaratıldığına göre, bunların yaratılmasındaki maksat, Yaratıcının kendisini onlara bildirmektir.

Bu sınırsızlığın anlaşılmasının gereği de, ona en azından hayalî bir sınırlama getirmektir. Çünkü, sınırsız ilim, irâde ve kudreti, ego anlayamaz. İşte bu hayalî sınırlamayı yapıp kendisini yaratanın ilim, irâde ve kudretini anlayan egodur. Yoksa insan bir robottan farksız olacaktı. “Ben” diyemeyecekti. Ben dese de sahiplik hissetmeyecekti. Öncelikle de, kendilik sınırları olmadan ilim yapamayacaktı. Müşâhede edeceği, inceleyeceği objeleri kendi varlık sınırlarından ayıramayacaktı. Kendine bir sınır çizemediğinden, diğer insanlara da bir sınır çizemeyecek, toplumsal iş bölümü, paylaşma ve sınır tanıma diye bir şey olmayacak, dolayısıyla sosyal hayat olmayacaktı. Egonun varlığı, kendinden değildir; çünkü bu bir sıfattır; insan ve kâinatın varlığı kendinden olmadığı gibi.

Öyleyse, kendinin sahip olduğunu sandığı ilim, vücut, irâde ve yapma fiili de gerçekte kendine ait değildir. Bu, geçici bir kabul sıfatıdır. Ego, aslında hiçbir şeye gerçek anlamıyla sahip değildir. Ben dediği vücudundan başlayalım. Acaba, ben dediği vücudunun hangi hücre zarını, çekirdeğini vb. o düşünüp karar verip yapmıştır? Her maddî varlığın yapıtaşı olan atomu, o mu kurmuştur? O zaman insan neye sahiptir? Demek ki ben’in de iddiası hayalîdir, ancak çok yararlı bir hayal, çok faydalı bir tasavvurdur.

Gerçeği değerlendirme yetisinin en kapsamlı tanımı da budur. Yani, ben sahibim derken de sahip olamadığımızı bilmek, sınırlarımızı doğru çizmek. Eğer böyle anlamazsak, hayalde düşündüğümüze sahip olduğumuzu zannedersek (hiç sahip olsak verir miydik kendimizi basit toprağa), ilimde olanla kudrette olanı karıştırırsak benlik sınırlarımız kaybolmuş demektir. Bu da, tam olarak ruhun dengesinin bozulup hastalanması demektir. Biz, insan olarak hepimiz sahip olmadığımız halde, sahip olduğumuza inanan mecnunlarız. Tüm varlıklara kendimize göre hatlar çiziyor, bizim olmayanı esas sahibinin râzı olmayacağı şekilde değerlendiriyor, kullanıyoruz.

 

Egonun Özellikleri:

1- Ego, kâinat ve insanda görülen sıfat, isim ve fiilleri tartan ve ölçen bir ölçüm cihazıdır. Egonun en önemli özelliği budur. Bir örnekle bu özelliği özetleyelim: Sınırsız ve her şeyi kuşatan bir güzelliği, seyredenlerin kavrayabilmeleri için, ya o güzelliğin zıddı ile mukayese edecek (ki, bu gerçekte bir sınırlamadır; demek, o güzelliğin dışında kalanlar var), ya da kendisinde o güzellikten bir numune olacak ki; şöyledesin: “benim güzelliğim buraya kadar, bundan sonraki onundur.” İşte ego, her ikisini de yapar. Önce kendisinde bir sahiplik farz eder. Onunla kendi dışındakileri karşılaştırarak kendi sınırını anlar. Diğer taraftan kendi kusurlarını görerek, kendi dışındakilerin isim, sıfat ve kudretini anlar. Kendi sınırlılığını, noksanlığını fark ederek hem kendi türündeki insanları, hem diğer varlıkları ve hem de sınırsız olan Yaratıcıyı kavrar. Bu nedenle Allah’ı bilmenin esas şartı, kendini bilmektir.

Kendini bilemeyecek kadar benlik sınırları belirsiz bir kişi, Allah’ı bilemediği gibi, eski Yunan filozofları gibi, benliği şişen bir insan da, diğer insanlarla, canlılarla ve tüm evren içinde ne varsa onlarla herhangi bir uyum geliştiremez. Kendini onların sahibi sanır. Biraz daha ileri giderek, ilâh/tanrı yerine koyar tüm âcizliğiyle birlikte kendini.“Kendi hevâsını (kötü duygularını) ilâh/tanrı edinen ve Allah’ın bir bilgiye göre saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ ibret almayacak mısınız?” (45/Câsiye, 23)

Benliğin bu yapısı nedeniyle, sınırsız ve mutlak olan bir varlığı anlamak için var olduğu anlaşılır. İlk çağlardan beri, insanoğlunun bir şeye muhakkak inanması ve bu inanma gereksiniminin kaynağı işte buradadır. Kâinatta, nesnelerin algılanma şartlarından biri, zıddının olmasıdır. Ya da zıt sıfatların birbirine müdahalesidir. Nisbiyet (rölavitive) Einstein tarafından fark edilen en önemli fizik kuralıdır. Gerçekten eşyanın kendini fark ettirmesinin en önemli şartı nisbiyettir. Ego, bu yönüyle ruhun bir nisbiyet cihazı gibidir. Nisbîliğin tersi mutlaklıktır ve sınırsızlıktır. Öyleyse egonun esas var oluş nedeni mutlak olan Allah’ı bilmektir.

İnsanoğlunun müşâhedeleri göstermiştir ki, kâinatta her şeyin zıddı vardır; nisbîliğin de zıddı vardır, o da mutlaktır. Mutlak olan, madde olamaz; öyleyse mutlak ve sınırsız varlık Allah’tır. Nisbiyet, eşyalar arasındaki bağlardır. Yani, iki eşya arasındaki nisbîlik, bir nesnenin diğerine karşı kendi kuralının dışına çıkmasıdır. Ona karşı durum almasıdır. Bu nedenle, evrendeki kurallar kadar da nisbiyet kuralları sözkonusudur. Bu nisbiyet kuralılıyla ego, insanları anlar, onların varlığını fark eder, diğer insanlarla ilişkilerini sağlar. Böylece insanlar arası sosyal bir sistem oluşur. Ego, aynı zamanda gerçeği değerlendirme ve ölçme cihazıdır.

2- Ego, kendini dünyada ebedî/sonsuz zanneder. Başkalarının başına gelen birçok ölüm olayının kendi başına gelebileceğini kendiliğinden düşünemez. Bunun sebebi, dikkatsizken ve ortalık sisliyken kendi sınırlarını aşırı genişletmesidir. Ancak, ruhun koruyucu kuvveti olan akıl, dikkatli bir incelemeyle bunun kavrar. Bu duruma ego itiraz edemez.

İnsan hayatına dikkat edildiğinde şöyle bir gerçekle karşılaşılır: Âdeta insan 60-70 yaşlarında hükmü infaz edilecek olan, müebbet hapisteki bir idam mahkûmu gibidir. Bu idam ve ölüm kanununun dışına hiç kimse çıkamadı, çıkamaz. Bilimsel gelişmelerle -olması kesinlikle mümkün değildir ya- farz-ı muhal dünyada ölümsüzlüğün yolu bulunsa, o zaman da dünyanın zenginlikleri o nüfusa karşılık vermeyecek ve bazıları azla tatmin olmayacaktır. O yüzden, insanlar arasında çıkacak büyük savaşlarla yine hüküm aynı olacaktır. İnsan, akıl ve mantığıyla konuya dikkat ettiğinde, bu gerçeği kavrar. Ancak egonun rengiyle konuya bakıldığında, ego kendini ebedî sanır. Sonuçta bir çelişki doğar. Buna temel çatışma denir. Bu temel çatışma, birkaç yoldan çözülebilir, ya da kişinin inanç durumuna göre hiç çözülemez. Sonuçta, çözülemeyen bu çatışma, insanlarda temel bir mutsuzluğun nedenidir. Çatışmanın birinci ve en sağlam çözüm şekli, biyolojik ölümün gerçekte bir ölüm olmadığını kabul edip âhirete yakînî bir şekilde iman etmektir. İslâm, bu temel çatışmayı âhiret inancıyla tamamen çözmüştür.

Egonun kendini ebedî/sonsuz sanmasıyla, akıl kuvvetinin aksini (ölümü) kavraması sonucu doğan temel çatışmanın ikinci çözümü, akıl kuvvetini yok sayma yoludur. Bu ise, zevk ve eğlence ile ölümü hatırlamak istemeyip unutmak, alkol gibi sahte keyif veren ve bağımlılık yapan maddelerle aklı ortadan kaldırmakla yapılabilir. Zaten insanların bir kısmı da böyle yapmaktadır. Ancak, bu yol, maksadın aksine, azap ve elemlerle doludur. Çözmek için çabaladığı çatışma, çok daha kompleks hale gelip başka çatışmaları doğurur. En huzurlu ve doğru yol, egonun şu itirafıdır: “Ben, sonsuz ve ebedî değilim, başkasının varlık vermesiyle hayattayım. O, benim varlığımın ebedî olmasını isterse ancak o zaman sonsuz olurum. O, dünyada duyu ve algılarla koyduğu gereksinimlerimin hemen tamamanı karşıladığı gibi; içimdeki ebed arzusunu da âhirette karşılayacaktır.” İşte bu inanç ve itiraf, temel çatışmanın tek gerçek çözümüdür.

3- Egonun diğer bir özelliği; ego haz ve lezzetin kaynağıdır. Ego, yani bir şeye sahip olmayı ölçen cihaz olmasaydı; lezzet ve haz sadece bir bilgi olarak kalırdı. Bu haz bilgisi, lezzet alana ait olmazdı. Eğer insan, gereksinimi olan bir şeyi, tek Yaratıcı’dan bilmezse, hem ihtiyaçlarının kendine ulaşmasında cimrilik, yavaşlık, düzensizlik, zorluk, pahalılık ve karmaşa olacağı düşüncesini yaşayacaktır; hem de ihtiyaç maddelerini rahat kullanamayacaktır. Meselâ; bir meyve, insan teknolojisiyle yapılsaydı, siz onu zevk ve haz alarak yiyebilir miydiniz? Bunun imkânsız olduğunu, vitamin haplarından rahatlıkla anlayabiliriz. Bundan daha büyük haz, kalbin huzur ve mutluluğudur, o da Yaratıcı’nın kabulü ve O’na itaat edilmesiyle gerçekleşecektir. Ego, mutlak tek Yaratıcı’yı kabul ederek, sınırsız sayıda sahte tanrıya kul ve köle olmaktan kurtulup, huzur-ı kalbe ulaşır, gerçek mutluluğu yakalar. Ego, tek Allah’a inanmadan fıtratının istediği gerçek saâdeti yakalayamaz.

4- Egonun bir özelliği de, ödül gördüğü zaman “keşke ben de öyle yapsaydım, böyle olsaydım” demesidir. Ego, bu düşünceyle de yetinmeyip biraz daha ileri giderek o ödüle sahip çıkar. Hizmet ve ceza ile muhâtap olduğu zaman ise, hiç üzerine almaz, görmezlikten gelip “bana ne” deyip hizmetten kaçmak ister, cezayı üstüne almaz. Ödül dağıtılağında hemen hazır olduğu halde, hizmet zamanı yoktur. Ego, bu özelliğiyle sorumluluktan kaçar. Hem sorumlu olmasın; hem de bazı değer ve ödüllere sahip olsun ister. Yani ego, bencil ve benmerkezcidir. Egoya göre, başkaları hizmet için, kendisi ücret için vardır. Ego, iman ve akılla dizginlenmezse, onun şu istekleriyle yer fesada uğrayacaktır: “Ben tok olayım, başkası açlıktan ölse bana ne?”, “Sen çalış, ben yiyeyim.”

5- Egonun kendine özel ve çok geniş bir dünyası vardır. Bu dünyanın esasını arzu ve emelleri, ümitleri, yakın çevresi ve ihtiyaçları oluşturur. İnsanın ihtiyaçlarının bitmesi demek, hayat ve dünya ilişkilerinin kesilmesi demektir. Her insanın hayalî dünyası kendine özeldir.

6- Ego, içte olanın hükümleriyle dışta olanın hükümlerini karıştırır. Egonun bu sıfatı, insanı haktan, gerçeklerden uzaklaştırır. Böylece hayalde olan ya da olduğu farz edilen ile dıştaki olaylar sübjektif şekilde bencillikle yorumlanmaya çalışılır ve hata edilir.

7- Ego, sabırsız ve acelecidir. Her şeyin ânında vukua gelmesini ister. Yer-zaman sınırlarını tanımaz.

8- Ego, kendine hiçbir yararı olmayan işlerle uğraşmayı sever. Bu nedenle de esas sorumluluklarına zaman bulamaz. Ego, yetenek yönünden tüm hayvanlardan üstün olduğu halde, gereksinimlerini karşılama yönünden en küçük bir kuştan dahi geridir. Çünkü kuşun ihtiyaç ve arzuları sınırlıdır. İnsanınki ise, sınırsızdır. İnsanoğlu, hayvanlardan farklı olarak terakki etmek, öğrenmek, olgunlaşmak zorundadır.

9- Ego, kendi zaafları yüzünden, gerçekleri kavramak istemez. İstemediğine ve işine gelmeyen doğrulara karşı kör ve sağırdır.

10- Ego, zayıf, âciz, fakir ve tembeldir. Ego, menfaatin kaynağıdır.

Ego, tasavvuf geleneğinin ve halkın “nefis” dediği, ruhun bir alt sıfatlar kümesi olarak tanımlanmaktadır. Egonun, bütün bu çelişki ve çatışmalardan kurtulması, yanlışlardan kaçınıp neticede kendisinin zarar göreceği hususlardan sakınması için; ilim, irâde ve kudreti sonsuz olan Allah’a inanıp güvenmesi ve O’nu sevmesi, sevdiğini göstermesi ve O’nun kendisini sevdiğini, merhametiyle davrandığını kabul etmesiyle mümkündür. Bu, ruhun bir görevidir. Nasıl ki, beyin, beş dış algı verilerini toplar; bunları işler ve bütünleştirir. Sonuçta net bir değerlendirme ortaya konulur. Burda, görme ya da işitme duyusunun bütünleyici, birleştirici ve uyum sağlayıcı rolünden bahsetmek mümkün olmaz.

Ego da içten ve dıştan verileri alır. Hatta bunları, çoğu zaman kendi zaafları istikametinde çarpıtarak ve ruhun gerçeği görmesini gölgeleyerek yapar. Bu veriler ruhun kendisinde toplanır. Fıtratının sağlamlığı veya bozulması ve imanı oranında ruh bu verileri değerlendirir; İnsanın mutluluğu ya da elemleri, ruhun tercihi doğrultusunda gerçekleşir. Nefis veya benlik de dediğimiz “ego”, ruhsal uyumları temsil eden bir özellikler bütünü değildir. Bu uyuma yarayan cevapları toplayıp dengeleyen ve faydalı bir âhenk meydana getiren, ruhun kendisidir. Ruh, bir taraftan ego kavramı altındaki sıfatları toplarken; diğer taraftan, fıtrat, vicdan ve iman kavramı altındaki özellikleri değerlendirir ve tümünden bir sonuca ulaşır. Şuur ve irâdesiyle davranışa hazır hale gelir. Bu analiz ve değerlendirme sonunda beyindeki davranış tuşlarına basılır: Böylece konuşulur, yürünür, uyunur, saldırılır, ya da kaçılır. Yani Allah’a teslim olmuş ve O’na her an kulluk içinde huzurlu bir hayat yaşanır veya egonun kulu veya egonun arzu ve seçimiyle başkasının kulu ve kölesi olunur. (11)

 

Hayat: Yer ve gökteki yaratıklar, direkt veya dolaylı olarak insana hizmet etmekte. Ama insanın fâni maddesine değildir bu hizmet. Madde, asıl amaç değildir ki, varlık ona hizmet etsin ve ona tâbi olsun. Eğer öyle olsaydı, ölü ve meselâ 80 kg. olan insanın cesedi, 3 kg. olan bebekten daha önemli olurdu. Ama gerçek böyle değildir. Biz o cesedin önemli olmadığını, onu bir an önce toprağa vererek insanlık tarihi boyunca fiilen göstermekteyiz. Bu örnek, bize maddenin mânâya hizmet ettiğini, o mânânın da ruh ve ruhun ışığı olan hayat ve hayatın nuru olan şuur olduğunu; hayatı, ruhu, şuuru ve aklı olanlara açıkça gösteriyor. Madde, hayat ve ruhun gösterdiği yönde hareket eder.

Evrenin en önemli neticesi ve yaratılış hikmeti hayattır. Elbette bu hakikat, geçici, kısa, noksan, elemli dünya hayatına münhasır değildir. Olsa olsa, bu hayat ağacının gâyesi, neticesi ve o ağacın büyüklüğüne lâyık meyvesi, ebedî hayattır. Yoksa, bu önemli cihazlarla techiz edilen hayat ağacı ve şuur sahibi insan; meyvesiz ve faydasız bir şekilde yokluğa karışacak ve belki mutluluk yönüyle bir serçeden daha aşağı olacak, zelîl ve bîçare yaşayıp yok olup gidecek. Halbuki insan, cihaz ve sermaye yönünden yeryüzünün halifesi/efendisi makamındadır. İşte bu dünyada başlayıp esas şekliyle âhirette yaşanacak hayat, ruhun bir çeşit görünümüdür.

Varlığın mükemmelliği hayat iledir. Esasen varlığın hakiki varlığı hayat iledir. Hayat, varlığın nurudur. Şuur, hayatın ışığıdır. Hayat, her şeyin başıdır ve esasıdır. Hayat, her şeyi bir hayat sahibi olan şeye mal eder. Bir şeyi bütün eşyaya mülk ve sahip hükmüne geçirir. “Ey iman edenler! Sizi kendinize hayat verecek şeylere dâvet ettiği zaman Allah'a ve Rasûlü’ne icâbet edin ve bilin ki Allah, gerçekten kişi ile kalbinin arasını açar ve siz O’na haşrolunacaksınız.” (8/Enfâl, 24)

Ruh, hayat kaynağı olduğu gibi, vahy/Kur’an da insanı ihyâ eden, mânen ölü durumundaki canlı cesetleri dirilten hayat menbaıdır.

 

Güdü: Eskiden “sevk-i tabiî” , yani sevk eden doğal kuvvet denilen güdü veya içgüdü, mekanik ve maddesel olmayan gereksinimlere doğru yönelen davranış demektir. İnsanın daima mazluma acıması, güvendiği ortama doğru meyletmesi ve haklıya sahip çıkma eğilimi, güdüye örnek verilebilir. Bu sebeple haklı olanlar, ümitli olmalıdırlar. Hal-i hazırda insanlar onu desteklemeseler, onu rencide etseler ve ona bir zâlim gibi davranıp zindanlarda dolaştırsalar da, bir zaman gelip insanlardaki doğruya ve hakka olan güdüleri nedeniyle onun saflarına geçeceklerdir.

Bu gerçeği bilen ve insanın fıtratını iyi tanıyan insanlığın zirveleri, hiçbir zaman ümitsizliğe düşmemişlerdir. Dıştan onu gözleyen insanları da onların bu halleri şaşırtmıştır. O hal-i hazırda tektir, fakirdir, âcizdir ve tüm dünya onun karşısındadır. Ancak o şöyle söylemektedir: “Gecelerimiz çok karardı ve karanlık gecelerin sabaları pek yakın olur.”

Güdü, nice zamanlar, bulunduğumuz durum itibarıyla, farkında olmadan, esasen aksini istememiz gerekmesine rağmen, farklı tercihler yapmamızdır. Ancak, bu tercihlerin belki yıllar sonra en uygun yönelimler olduğunu kavrarız. Şöyle deriz: “Neden böyle yaptığımı bilmiyorum. Ancak, en güzelini yapmışım. Daha doğrusu bana yaptırıldı.”

Doğada itme ve çekme kanununun olmaması durumunda, hayat nasıl mümkün değilse, insanda da vicdana ait fiiller olmazsa, sosyal ve ferdî hayat mümkün değildir. Demek, davranışlarımızın en önemli kaynaklarından biri de, doğada olan itme ve çekme kanunlarının karşılığı olan sevme, sevdirme ve aşk gibi duygulardır. Vicdanda dört ana unsur vardır: İrâde, zihin (beyin aktivitelerini içermeyen), his ve latifeler, duyular üstü idrâk. Vicdan bu dört öge ile mutlak mutluluk olan mutlak gerçeği arar.

 

 

 

 

Vicdan

Vicdan, hangi ırktan, hangi din ve mezhepten, hatta inançlı ya da inançsız, kadın-erkek, yaşlı ve küçük, hangi sosyoekonomik ve kültürel gruptan olursa olsun, insanlar arasındaki ortak değerlerin temsilcisidir. Eğer sosyokültürel çevreyle bağlantılı olsaydı, farklı çevrelerde birbirinden tümüyle farklı vicdanî değerler gelişecekti. Ancak vicdan, sosyal değerlerle şekillenmeyen ortak insanlık değerlerine neden olur. Vicdan, ayrı bir zatî varlığı olan bir yapı değildir. Ruhun mutlak gerçekliğe, Allah’a dönük sıfatlar manzûmesidir. Fıtratın sesidir. Sevgi, insan hakları ve haksızlığa tahammülsüzlük, mazluma acıma gibi değerlerde insanlar arasında fazla bir fark yoktur. Bunlar ruhun vicdan kavramı altında toplanan özellikleridir. Sosyokültürel ve biyolojik farklılıklardan etkilenmeden, hakka/mutlak doğruya yönelen vicdanın, ya da bu kavram altındaki sıfatların, vardığı sonuçlarda sebeplere ve verilere ihtiyacının olmadığı görülür. Vicdanın tüm insanlarda ortak değerleri doğuran bir özellik olması, tüm insanların yaratacısının tek olduğunu gösterir. Esasen, insanda sosyal hayatın kurulmasına öncülük eden de vicdandır. Çünkü bu, insanlar için ortak değer manzûmesidir.

Biz yokken, ya da dünyaya yeni geldiğimiz anda bir şeye karar vermemiz ve tercih etmemiz imkân dışı iken, yaratılmamıza karar veren Yaratıcıyı, vicdandaki dayanak ve medet noktası olarak belirtilen özellikler nedeniyle (yani fıtratla) bilmekte ve unutmamaktayız. Bu da Yaratıcının yaratılana danışmadan koyduğu, bir ressamın sanatı altındaki imzasına benzer şekilde bir imzadır. O ister istemez, O’nu gösterecektir. Zira, arzu ve gereksinimleri sonsuz olan insan için gerçek dayanak ve medet noktası, kudreti sonsuz bir Yaratıcıdır. İnsanoğlunun tüm arayışları vicdanın bu iki özelliğinin sonucudur. Sağlam, güvenilir, ezelî ve ebedî bir kurtarıcı bulmak. Çünkü insan ilmi, sanatı, siyaseti, hukuk ve adâleti... hep sınırsız ihtiyaçlarını karşılamak için yapmaktadır. İhtiyacın karşılığı ise, sonunda mutlak bir dayanak ve ihtiyaçlarının giderildiği bir hâcet kapısıdır. Acz ve yoksulluğu ise, her zaman ve her yerde karşısındadır. Vicdan, âdeta delil ve verilere ihtiyaç görmeden anlayabilen ve sezebilen biliş üstü bir bilinç ve şuurdur. (12)

“Nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de fücur ve takvâyı (kötülüklerini ve iyiliklerini) ilham edene yemin olsun ki, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir.” (91/Şems, 7-10). Kur’an’ın bildirdiğine göre nefsin iki ayrı yönü olduğunu, bir kısmının “hevâ”dan, yani insanı Allah’ın yolundan alıkoyan bencil tutku ve hırslardan oluştuğunu biliyoruz. Nefsin öteki kısmı ise, insanı Allah’a ve dinin içerdiği doğrulara yöneltir, nefsin içindeki “fücur”dan sakınmasını sağlar. Nefsin bu kısmı, vicdandır. Vicdan, insana Allah tarafından üflenmiş ruhtan kaynak bulur. Kur’an’da Allah’ın insana kendi ruhundan “üflediği” haber verilir: “O, yarattığı her şeyi en güzel yapan ve insanı yaratmaya çamurdan başlayandır. Sonra onun soyunu bir sülâleden (özden), bayağı bir sudan yapmıştır. Sonra onu düzeltip bir biçime soktu ve ona ruhundan üfledi.” (32/Secde, 7-9)

İşte insanın sahip olduğu tüm güzel vasıflar, Allah’ın kendisine üflemiş olduğu ruhtan kaynaklanmaktadır. İnsan, eğer nefsin fücuruna (hevâsına) saplanarak bu ruhu örtmezse, Allah’ın bazı sıfatlarını üstünde taşımaya, Peygamberimiz’in ifadesiyle “Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmaya” başlar. Allah, sonsuz akıl sahibidir; O’na kulluk eden bir mü’min de üstün bir akla sahip olur. İnsan Allah’a ne kadar yakınlaşır, O’na ne kadar teslim olursa, O’nun ahlâkıyla daha çok ahlâklanır ve “yaratılmışların en hayırlısı” (98/Beyyine, 7) olur.

Ruh, insanı vicdana yöneltir. Nefsin içinde, insanı daima kötülüğe çağıran hevâya karşın, onu daima iyiliğe çağıran bu vicdan da vardır. Dolayısıyla insan, içinde, kendisini sürekli olarak doğruya çağıran şaşmaz bir pusulaya, yani vicdana sahiptir. Allah, insana nefsinin fücurundan sakınmayı ilham etmektedir. Bu ilham, vicdandır. Dolayısıyla vicdan, bir anlamda Allah’ın sesidir. İnsan sürekli olarak bu sese kulak verdiği ve Kur’an’ın gösterdiği temel prensipleri tam olarak özümsediği takdirde, sürekli olarak doğru yolda ilerleyecektir. “Hayır, zulmedenler, hiçbir bilgiye dayanmaksızın kendi hevâ (istek ve tutku)larına uymuşlardır. Allah’ın saptırdığını kim hidâyete erdirebilir? Onların hiçbir yardımcıları yoktur. Öyleyse sen yüzünü hanîf (Allah’ı birleyen) olarak dine, Allah’ın o fıtratına çevir; ki insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah’ın yaratışı için hiçbir değiştirme yoktur. İşte dimdik ayakta duran din (budur). Ancak, insanların çoğu bilmez.” (30/Rûm, 29-30)

Âyetlere göre, inkâr edenler nefislerinin fücuruna, yani hevâlarına uyarak sapmışlardır. Buna karşın mü’minlerin yapması gereken, Allah’ın insanlara vahiy yoluyla ulaştırdığı dine uymaktır. Ve bu din, Allah’ın insanları yarattığı fıtrata (yaratılışa), yani Allah’tan kendilerine üflenmiş olan ruha, vicdana uygun düşmektedir. Mü’min, günlük hayatta sürekli olarak birkaç seçenek arasında tercih yapmak durumunda kalır. Karşılaştığı alternatifler içinde, Allah’ın rızâsına en uygun olanını, dinine en yararlı olanını seçmekle yükümlüdür. Bu seçimi yaparken önce Kur’an’ın, sonra da vicdanının hakemliğine başvurmalıdır. Çoğunlukla, muhâtap olduğu seçenekler karşısında vicdanı ilk olarak devreye girer ve hangi seçeneğin Allah’ın rızâsına daha uygun olacağını ona söyler. Ancak, ikinci aşamada hevâsı da devreye girecek ve onu diğer alternatiflere yöneltmeye çalışacaktır. Bunun için de genellikle insana mâzeretler (daha doğrusu bahaneler) fısıldar. Mü’min, nefsinin kendisine fısıldadığı şeytânî vesveselere, bahanelere kulaklarını tıkamalı ve vicdanının kendisine gösterdiği ilk doğruyu uygulamalıdır.

Nefsini arındırıp temizleyen, yani nefsinin fücurunu kabul edip Allah’ın ilhamına uyarak ondan sakınanlar kurtulacaklardır. Bu, ebedî ve gerçek kurtuluştur, yani Allah’ın rızâsını, rahmet ve cennetini kazanmak... Buna karşılık, nefsini örten, yani onun fücurunu, pisliğini dışarı atıp temizlemeyen, içinde saklı tutan kişi ise yıkıma uğrayacaktır. Yıkım da Allah’ın lâneti ve cehennem azâbı demektir. Herkesin nefsinde mutlaka kötülük vardır. Bir insanın, nefsindeki kötülükten temizlenmesinin tek yolu ise, bu kötülüğün varlığını kabul etmesi ve Allah’ın gösterdiği biçimde ondan sakınmasıdır.

İşte mü’minlerle kâfirler arasındaki önemli farklardan biri, bu noktada ortaya çıkmaktadır. İnsan, ancak İslâm’ın verdiği bilgi ve terbiye sonucunda nefsinin içinde kötülük bulunduğunu ve ondan sakınması gerektiğini öğrenir ve kabul eder. İnkârcılar, nefislerindeki kötülüğe teslim olurlar ve bu nedenle nefislerine/hevâlarına aykırı gelen şeyleri kendilerine tavsiye eden hak dini ve o dini tebliğ edenleri yalanlarlar.

Âyette (91/Şems, 10) ifade edildiği gibi, nefsini örter ve onun fücuruna esir olur. Bu, bilinçten yoksunluk, nefislerdeki kötülüğe teslimiyet, bir tür içgüdüsel yaşamdır. İnsana verilen akıl ve şuuru, iman ve takvâ fıtratını kullanmayıp içgüdülerine göre hayatlarını düzenleyenleri Kur’an’ın “hayvan”a benzetme hikmetlerinden biri budur. Bu yolun sonu, nefsi putlaştırmaya, hevâ ve arzuları ilâhlaştırmaya, insanın kendi nefsinin kulu haline gelmesine çıkar (25/Furkan, 43; 45/Câsiye, 23). (Ayrıca bkz. 5/Mâide, 48-49; 6/En’âm, 56, 119; 23/Mü’minûn, 71; 30/Rum, 29; 47/Muhammed, 16).

Nefse, aynı zamanda fücurdan sakınmasını sağlayan bir kabiliyet (takvâ) de ilham edilmiştir. İnsanı Allah'a ve dinin bildirdiği doğrulara, hayırlara yönelten, iyiyi kötüyü ayırdetmesini sağlayan nefsin/ruhun bu yönü, halk arasında “vicdan” olarak tanımlanır. (13) Halk arasında nefis, sadece olumsuzlukların, yani hevânın temsilcisi sayılması, yanlış, daha doğrusu eksik bir tanımlamadır. Kur’an’ın açık beyanına göre nefsin içindeki, insanı daima kötülüğe çağıran hevâya karşı; onu daima iyiliğe çağıran vicdan da vardır. Dolayısıyla, insan, içinde, kendisini sürekli doğruya, mutlak hakikate çağıran şaşmaz bir pusulaya da sahiptir. Nefsin/ruhun sahip olduğu bu ses fıtratın, ilham edilen takvânın sesidir; Allah’ın üflediği ruhun ilâhî tecellîye ayna olmasıdır.

 

 

Nefs ve Ruh Aynı Şeyler midir?

“Nefs”: Öncelikli olarak bir kimsenin kendisi veya özü anlamına gelir. Açık ve gizli, dünyaya ve ahirete bakan duyuları, maddî ve mânevî becerileri, arzu, heves ve ihtiyaçları, canı, ruhu, hayatı ve istekleriyle kişinin bizzat kendisi, benlik demektir. “Nefs”, ruh ve kalp manasında da kullanılmıştır. Klâsik dinî literatürde ise, şehvet (cinsî ve her türlü aşırı istek) ve kızgınlığın başlangıcı olan, insanın içindeki mânevî güce nefs denilmiştir.

Nefs kelimesi, zaman içerisinde bir çok anlam kazanmıştır ki, bunların bazıları şunlardır: Can, kalp, benlik, kan, iç, kimse, beden, izzet, görüş, kötü göz, arzu, yücelik, bir şeyin özü gibi. Nefs kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de, ‘kendiniz, kendileri, kendin, kendim’ gibi ifadelerle tek tek kişi ve çoğul olarak kişiler hakkında kullanılmaktadır. Yine Kur’an-ı Kerim’de, can (6/En’âm, 93), kişinin iç dünyası (2/Bakara, 235) anlamındadır. 3/Âl-i İmrân 61. âyetinde Hz. Muhammed (s.a.s.) ve Hz. İsa (a.s.) anlamında, bir kaç âyette Allah (c.c.)’ı (5/Mâide, 116), bir âyette sahte ilâhları (25/Furkan, 3), bir âyette de insan ve cin topluluklarını işaret etmek için kullanılmıştır (6/En’âm, 130).

Nefs, tek tek her varlığa işaret ettiği gibi, bu varlıklara yön kazandıran mânevî güce de verilen addır. Bu anlamda nefs, maddî hayatın kaynağıdır, yani isteklerin merkezidir. İnsan; şekil/madde, yani cisim ve mânevî cephe sayılan ruhtan meydana gelir. İnsanın ruhu onun nefsidir de denmiştir. Hayatın devamı için bedenin bazı şeylere ihtiyacı vardır. Nefs bu ihtiyaçların şekillendiği ve çıktığı yerdir. Nefsin istekleri hayatın devamı için gereklidir. Ancak, nefs başıboş bırakıldığı zaman, aşırı istekler gündeme gelir ve insan o noktada hataya düşer. Kişinin yeme içme, soluk alıp verme, barınma, uyuma, sahip olma arzuları nefsin normal istekleridir. Ancak bu istekler başıboş bırakıldığında, kişi cahil, cimri, hasetçi, gözü doymaz, azgın, sapıtmış, gurura kapılmış bir varlık haline gelebilir. Çünkü nefsin yapısı buna uygundur.

İşte dünya hayatının anlamı nefsin bu istekleriyle mücadele etmede şekilleniyor. İslâm, bir başka deyişle Allah’ın dâveti, kişiye bu mücadeleyi öğretmektedir. İslâm’ın getirdiği ölçüler nefsin isteklerini olumlu bir şekilde yönlendirmeyi sağlar.

Nefs kökünden türeyen ‘nefes’ solunan hava, sevinç ve rahatlık getiren rüzgâr demektir. Yine aynı kökten gelen ‘nifas’ kadının doğum yapması, ‘teneffüs’ ırmağın veya sabahın ortaya çıkması ferahlanma (rahatlama), ‘nefis’ çok hoş, kendisine tutkun olunan şey anlamında kullanılmaktadır. (14)

Dikkat edilirse, nefs ve bazı türevlerinin anlamı “ruh” kelimesi ve türevlerinin anlamıyla çok yakındır. Her iki kavram arasında büyük bir yakınlık, hatta bazı kullanımlar için aynılık vardır. “Ruh” ile “nefs” terimlerinin aynı mı, yoksa farklı şeyler mi olduğu, üzerinde tartışılan konulardan biridir. “Nefs” ile “ruh”u İslâm âlimlerinin çoğu aynı kabul eder. Nefs ile ruhun birbirinden ayrı şeyler olduğunu söyleyenler, bu farklılığı hep sıfatlar yönünden açıklayabilmektedirler. Öyleyse nef ile ruh arasındaki fark, zâtla ilgili olmayıp, sadece sıfat ve özellikler yönündendir. Aslında nefis ile ruh aynı varlıklar olduğu halde, klâsik İslâm geleneğinde nefs, mânevî varlığımızın daha dünyevî, hayvanî ve menfî yönünü; ruh ise daha ulvî, mânevî ve müsbet yönünü ifade eder. Kur’an, insandan söz ederken iki ifade kullanmaktadır: İnsan, topraktan yaratılmıştır ve insan Allah’tan bir nefha (üfleme) taşımaktadır. Sûfîlerin nefs anlayışlarıyla Kur’an’ın bu insan anlayışını birlikte düşünürsek; ruha, insanın Allah’tan kaynaklanan yönlerinin bütünü, nefse de toprak kaynaklı vasıflarının tümü demek mümkün olur.

Nefs ve ruh arasındaki ayrımın zât, mâhiyet ve hakikat açısından değil; sadece sıfat ve özellikler yönünden yapıldığı anlaşılmaktadır. Yani nefs ile ruh aynı cevherdir. Ancak, ruh güzel ve övülmüş vasıfların yeri; nefs de kötü huy, davranış ve özelliklerin kaynağı kabul edilmiştir. Bu itibarla, ruh terbiye edilmiş nefs, nefs ise terbiye edilmemiş ruhtur denilebilir.

 

 

 

 

Ruhla Nefsî Arzular Arasındaki Dengesizlik

İnsandaki rûhî bunalımların, akıl hastalıklarının nedenleri arasında, ruhla, bazılarının nefis dediği hevâ (kötü duygu ve aşırı istekler) arasındaki dengesizlik ve ilişki bozukluğu gösterilir. İnsanı hayvandan ayıran vee metafizik âlemle ilişki kurmasını sağlayan üstün ruh hali ile, yine ondaki içgüdüsel eğilimler arasında bir dengenin sağlanması zorunludur. Eğer bu denge bozulur, ruhun ihtiyaçları karşılanmazsa insan bunalıma düşer. İnsanı ele alan gayr-i müslim psikologlarda görüldüğü gibi, nefsin bir yönü ön plana çıkarılmış, insan ruhuna nüfuz edilmemiş ve onun ihtiyaçları bir bütünlük içerisinde ele alınmamış olur. Halbuki Kur’an, bedenin istek ve ihtiyaçlarını karşılamanın, nefsin isteklerini helâl yolla ve ölçülü tarzda tatmin etmenin meşrûluğu yanında; insanın Allah'a olan ruhî gereksiniminin de bir bütünlük içinde değerlendirilmesini öngörür. (Bkz. 3/Âl-i İmrân, 14). İçgüdü ve arzular, dünya hayatının gereklerini sağlamak ve Allah'a giden yolda vasıta olmak için verilmiş nimetlerdir. Bu eğilim ve arzulara aşırı ilgi göstermek, Allah’ı ve âhireti unutmak; âhiret saâdeti yanında, dünya mutluluğu için de zararı büyük yanlış tutumlardır.

Ruhun Yüce Allah ile olan ilişkisini kesmek, insanı sadece doymak bilmeyen içgüdüsel arzuların kucağına teslim etmek, sıkıntı ve bunalımların vücudun bütün hücrelerine yayılmasına yol açar. Hayat, o kimse için bir azap ve endişelerle dolu bir açmaz halini alır. Sebepsiz, gayesiz, sahipsiz gördüğü bu âlem, onun için musibet, belâ ve cehennem kesilir. Din gidince fazilet anlayışı da kaybolur, yüksek duygular adına kalpte ne varsa hepsi silinir gider, kalp bomboş kalır. Yerini bir kaos, sonu olmayan bir uçurum kaplar. Bu zindanda müthiş bir belirsizlik içinde olan insan, olaylar ve insanlar tarafından bilinçsizce sürüklenip gider.

Haram arzulara olan tutkunluğun ağır basmasıyla Yaratıcısıyla olan bağlarını zayıflatan insan, hayvanlar seviyesine düşer. Benliğini hissî bir katılık kaplar, mânevî duyarlılığını kaybeder. Şehvet ve arzularını ne kadar doyurursa doyursun, ruhu sürekli açlık çeker. (15)

 

 

 

İlham

Gerek sanat, gerek bilim alanında; duyu organları, beyin ve hâfıza kartları dışında âni bir zekâ esprisi vardır ki buna ilham denir. Bildiğimizin, belleğimizin bittiği yerde, iç dünyamızdan bir güç gelir ve aklımıza sınırsız fonksiyon yaptırır. Bize, ilgi alanımıza göre şiir sunar, bilim kapısını aralar. İlham, bazen mecalsiz hastalara güç ve şifa verir. Bu akıl almaz, hesaba girmez olay, ruhun bedene direkt müdahalesidir.

İlham olayını, sadece çok büyük sanat olaylarında, bilimsel keşiflerde aramaya lüzum yoktur. Herkesin günlük hayatında nasiplendiği pekçok ölçülü ilhamlar vardır. “İçimden geldi, böyle yaptım” dediğimiz nice teşebbüslerimiz gözden kaçan ilhamlardır. İlham, bazen nefs çizgisinden saparak yansır. Ruhtan gelen güç, nefs laboratuarında şer görünümlere bürünür, ihtiraslar ve kavgalara yataklık eder. İlham, özellikle ruh varlığının çok açık belirtisidir. Mekânı yoktur, zamana eğilmez ve insan kompleks bütününde ruh yönetiminin hârika bir tecellîsidir.

İlhamı inkâr etmek; medeniyeti, sanatı inkâr etmek demektir. Mekân ve zaman çizgisi üzerinde beyin, duyu organları ve tüm sinir sistemi fizyolojisi dışında bir mânâ olayıdır ilham. Tertemiz bir gönül ışığında ilâhî sanatın ruh koordinatlarından yansımasıdır.

Ruh konusunda bilimsel gerçekler sayılamayacak kadar çoktur. Zaten hayatın, bilimin, sanat ve edebiyatın kaynağı, ruhun beyin kompütürüne verdiği güç, yansıttığı hayal enerjisinde doğmuştur. (16)

 

 

 

Ruh Göçü (Reenkarnasyon/Tenâsuh)

Ölen insanların ruhunun bir hayvan ya da bir insan bedenine girmesi inancına tenâsuh, batı dillerinde reenkarnasyon denir. Reenkarnasyon, şahsiyetin temelini oluşturan anlamda bir ruhun bedenden bedene geçmesi fikridir. Burada ruh, bazen bir hayvan, bazen bir bitki gövdesinde yeniden doğar. Tekâmülünü tamamlayıp daha üst bir ruhanî varlık oluncaya kadar bu seyahat devam eder. Eski Mısır’da reenkarnasyon inancı, sadece Firavunlara özgüydü ve zaman geldiğinde, yarı tanrı kabul edilen Firavun, tekrar dirilip yeryüzüne dönecekti. Piramitlerin inşası altında yatan düşünce bu idi. Bu yüzden de o akıl almaz anıt kabirleri, piramitleri inşâ etmişlerdi ve hayata döndüğünde Firavun aç kalmasın diye, ehramların içlerine gıda yerleştirirlerdi.

Tenâsuh inancı, Hindistan’da Hinduizm’den doğmuş ve buradan Hint adaları, Tibet, Çin, Kore, Japonya ve eski Yunan’a yayılmıştır. Bu inanç, Hinduizm (Brahmanizm) ile beraber, Budizm, Taoizm, Caynizm, Maniheizm gibi Asyanın eski dinlerinde de görülür. Tenâsuh inancında manevî mükâfat veya ceza, yaptığı kötülük ya da iyiliklerin karşılığı olarak ruhunun bir hayvan veya bir insan cesedine girerek alçalması ya da yükselmesidir. Hinduizmde ruhların bir bedenden diğer bedene göçünün başlangıcı belli değildir. Ruh, daha önce bir bedendeki durumuna göre bir hayvan veya bir insan, yahut bir tanrı olarak dünyaya gelebilir. Hindulara göre tenâsuh, yalnızca insana mahsus değildir; tanrılar da ölür ve yeniden başka bir kalıpta doğabilir.

Tenâsuh inancı Hinduizm’in esasıdır. Ruhun kalıptan kalıba dolaşması insanı kemale erdirebilir. İnsan ruhu, hayvan veya beşer bedenlerine girerek çok sayıda varoluşlar yaşadıktan sonra saflaşırsa bu dünyadan giderek saadete ulaşır ve tanrı Brahma’ya veya kâinatın ruhuna ulaşabilir. Budizme göre, bir ruh intikali en küçük böcekten insana varıncaya kadar bütün canlılara şâmil olur. Nirvana adı verilen kurtuluş, insan varlığı safhasında ruhun bütün arzularını yenerek dünya ile alâkasını kesince meydana gelir.

Tenâsuh inancı, eski Yunan’da, Kelt ve İskandinav dinlerinde ve yahudiliğin bazı bâtınî mezheplerinde de görülür.

Bize göre tenâsuh inancı kesinlikle bâtıldır. Tenâsuh ehli, yeniden dirilmeyi, cennet ve cehennemi inkâr ederler. Tenâsuha inanmak, imanla ve özellikle âhiret inancıyla bağdaşmaz. Bir insan, bu dünyada yaptıklarından sorumludur. Sorumlulukta ruhun bedeninin de payı vardır. Bir insanın ruhu, sadece kendisine ait tek bir beden ve bedenin canı ile iyi vasıflar veya kötü özellikler kazanır. Tenâsuha inanılmakla tek bir insan, ayrı ayrı pek çok sayıda hayvan ve insan olarak kabul edilmiş olunur ki, bu imkânsızdır. Bu inanca göre bir insan ruhunun yüzlerce bedeni olmuş olur. Ceza ve ödülü bu bedenlerden hangisi alacaktır? Halbuki âhirette her bir insanın bedeni diriltilecek ve ruhu buna iâde edilecektir. Meselâ, bir insan ruhu yüz tane insan cesedine girmiş olsa, gerçekte bu cesetlerin tek bir ruhu bulunur, diğerleri ruhsuz kalmış oldukları için diriltilmez. Hepsi diriltilse, biri ruhlu olarak diğerleri ruhsuz olarak diriltilmiş olur. Ruhsuz beden ise insan değildir. Hem ruhun hem de cesetlerin/bedenlerin sorumluluktan payı vardır. İnsan ruhu, ne bir başka insan bedenine ve ne de bir hayvan bedenine nakledilemez. (17)

Ruh göçü anlayışı, insanın ölümle birlikte yok olup gitmekten duyduğu korku ve tedirginliği ortadan kaldırma hayalinden kaynaklanmaktadır. Reenkarnasyona akılcı bir yaklaşım kazandırabilmek için iyi kimselere ait ruhların yüce şahsiyetlere, kötü kimselere ait ruhlarınsa hayvanlara intikal edeceği şeklinde bir yakıştırma yapılmıştır. Esasen, başta vahiy olmak üzere, varlığın evrensel akışı da, insanın sonsuza dek yaşama özlemini karşılamak bakımından İslâm’daki âhiret hayatını bir gerçek olarak ortaya koymaktadır. Dolayısıyla insan, reenkarnasyon gibi bâtıl bir inanışa iltifat etmeden, vahye ve âhirete yakînen iman eder, İslâm’a tâbi olursa, hakikati, ölümsüzlüğü, yani âhirette sonsuz yaşayışı kavramış ve iknâ olmuş olur. (18)

Tenâsuh inancı, mantığa da terstir. Tenâsuh gerçek olmuş olsaydı, dünyadaki hayvan ve insan nüfusunun artmaması gerekirdi. Çünkü ruhların sayısı sâbit olacak, bir insan öldüğünde, başka bir bedende onun ruhu hayat bulacaktı. Böylece sâbit sayıda canlılar mevcut olacak, ruhlar, sınırlı olduğundan, ölü ile yeni doğumların sayısı hep aynı kalacaktı. Hayvan ve insan nüfusu, hep belirli sayıda donmuş olacaktı. Kur’an’da nice âyetler, tenâsuh anlayışını reddeder:

“Onlardan her birine (insana) ölüm gelip çatınca şöyle diyecektir: ‘Rabbım, beni dünyaya geri gönder. Tâ ki ben kaybettiğim ömrüm karşılığında sâlih/iyi amelde bulunayım.’ Hayır, asla! (artık dünyaya dönülmez). Onun söylediği bu söz, şüphesiz faydasız/boş sözden ibarettir. Önlerinde ise diriltilip kaldıralacakları güne kadar (dünyaya döndürülmelerine) bir engel/berzah vardır.” (23/Mü’minûn, 99-100)

“İnkâr edenlere de cehennem ateşi vardır. Öldürülmezler ki ölsünler, cehennem azâbı da onlara biraz olsun hafifletilmez. İşte Biz, küfürde ileri giden her nankörü böyle cezalandırırız. Onlar orada: ‘Rabbımız! Bizi çıkar, (önce) yaptığımızın yerine sâlih amel/iyi işler yapalım!’ diye feryat ederler. Size düşünecek kimsenin düşünebileği kadar bir ömür vermedik mi? Size uyarıcı da gelmedi mi? (Niçin inanmadınız?) Şimdi tadın (azabı)! Zâlimlerin yardımcısı yoktur.” (35/Fâtır, 36-37)

“(Fakat onlar), Onun te’vilinden başka bir şey beklemiyorlar. Te’vili geldiği (haber verdiği şeyler ortaya çıktığı) gün, önceden onu unutmuş olanlar derler ki: ‘Doğrusu Rabbımızın elçileri gerçeği getirmişler. Şimdi bizim şefaatçılarımız var mı ki, bize şefaat etsinler veya (dünyaya) geri döndürülmemiz mümkün mü ki, yapmış olduğumuz amellerden başkasını yapalım? Onlar cidden kendilerine yazık ettiler ve uydurdukları şeyler (putlar) de kendilerinden kaybolup gitti.” (7/A’râf, 53)

“Kim hidâyet yolunu seçerse, bunu ancak kendi iyiliği için seçmiş olur; kim de doğruluktan saparsa, kendi zararına sapmış olur. Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü üstlenmez.” (17/İsrâ, 15)

“Onların ateşin karşısında durdurulup ‘ah, keşke dünyaya geri gönderilsek de bir daha Rabbımızın âyetlerini yalanlamasak ve mü’minlerden olsak!’ dediklerini bir görsen! Hayır! Daha önce gizlemekte oldukları şeyler (günahlar) kendilerine göründü. Eğer (dünyaya) geri gönderilseler, yine kendilerine yasak edilen şeylere döneceklerdir. Zira onlar gerçekten yalancıdırlar. Onlar, ‘hayat ancak bu dünyadaki ihayatımızdan ibarettir; biz, bir daha diriltilecek değiliz’ demişlerdi.”(6/En’âm, 27-29)

“Size âyetlerim okunurdu da, siz onları yalanlardınız, değil mi? Derler: ‘Rabbımız! Azgınlığımız bize üstün geldi; biz bir sapıklar topluluğu idik. Rabbımız! Bizi buradan çıkar. Eğer bir daha (ettiklerimize) dönersek, artık belli ki biz zâlim insanlarız.’ Buyurur ki: ‘Alçaldıkça alçalın orada! Bana karşı konuşmayın artık!”(23/Mü’minûn, 105-108) (ve bkz. devamı.)

 

 

 

Ruh Çağırma

Ruhun varlığını kabul eden, fakat hakkında sapık ve gerçek dışı bir anlayışa sahip olan bazı kimseler, ölmüş insanların ruhlarıyla irtibat kurulabileceğini ve böylece gayb âleminden bilgi alınabileceğini ileri sürmüşlerdir. Bu kimseler düzenlemiş oldukları ruh çağırma seanslarıyla insanları kandırmakta ve onların cehâletlerinden istifade ederek menfaat elde etmektedirler. Ruh, Allah Teâlâ’nın emrinde ve denetiminde olan bir varlıktır. Onun insanlar tarafından çağrılıp bazı istekleri yerine getirmesinin mümkün olduğuna inanmanın hiçbir dayanağı yoktur. Ruh çağırma seanslarında cin, ruh kimliğinde insanlara çoğu yanlış ve uydurma şeyler söylemektedir.

 

 

 

 

Müzik Ruhun mu Gıdasıdır?

Sabah-akşam müzikle iç içe yaşayanların kendilerini savunmak için dört elle sarıldıkları bir söz vardır: “Müzik ruhun gıdasıdır.” Konfüçyüs’e ait olan bu söz bir nass gibi; tartışılmaz, kesin doğru kabul edilir. Rejimler okullarda müzik dersi verir. Her yıl Eurovizyon müzik yarışmalarına iddialarla, devlet bütçesinden yardımla ve aylarca süren telaş sonrası katılınır. Bazı tv.ler ve radyolar, günde yirmi beş saat müzik yayını sunar. Kasetçalarlar, olmadı volkmenler, o da yetmedi müzik setleri, plaklar demode olduysa gelsin CD.ler, daha neler neler. Dolmuşlarda ha bire çalınan kasetler, konserler, FM radyolar... Hepsinin tek amacı vardır: Ruhlara gıda vermek! Evler bile meyhaneye, sinemaya, gazinoya dönüştü; mescide hiç benzemiyor.

Bunca uğraşa rağmen, ruhların tatmin olmadığını görüyoruz. Rûhî özellikler yok olmuş, sevgiler tükenmiş, gönüller harâbeye dönmüş, mânevî özellikler gıdasızlıktan ölümcülleşmiş. Öyleyse bir yanlışlık var. Ruha bu kadar gıda verilecek, ama rûhî özellikler gittikçe kaybolacak. Kur’an’ın ve sahih hadisin dışında her söz eleştirilir. Doğru da olabilir, yanlış da. Konfüçyüs’ün sözünü incelerken ruh ve nefsi tanımak gerekir.

İnsanın iç dünyası çok zengin. Böyle olduğu halde, bir elini okyanusların dibine, diğerini de uzayın esrârengizliğine uzatan insanoğlu, kendini tanımaya uğraşmıyor. Onun için de mutluluğu yakalayamıyor. Zaten kendini tanısa, yeri ve göğü daha iyi bilecek, aralarındaki irtibatı görecek. Kendini tanısa Rabbını tanımış olacak... İnsanın iç benliğinde yerleştirilmiş iyi vasıfların, iyi ahlâkın ve güzelliklerin merkezi ruh; kötü vasıfların yeri de nefis olarak bilinir. Sanat, rûha hitabettiği, gönlü coşturabildiği oranda sanat olur. Nefse hitabettiği müddetçe de şeytanî vesvese ve oltanın ucundaki yem.

Rûhî yönümüzle yükseklere kanatlanabilir, melekleri geçebiliriz. Nefsi ön plana aldığımızda ise dört ayaklıların tabanlarını seyrederiz. İnsan irâdesi (nefsi), istekte sınır tanımamaktadır. İnsan, sonsuz oranda istekten ibarettir. İnsan, nefisle, hoşuna giden herşeyi kendine maletmek, zevklenmek ister. İçimizde devamlı fışkırıp duran bu istek kaynağının arzuları mutlak surette verildikçe, o, sırnaşık insan gibi daha da arsızlaşır. Verdikçe azar, daha da ister. Nefsin midesi yoktur, doymak bilmez. Doysa bile az sonra yine acıkır. Sahibini de yemeye ve yenmeye başlar. Nefsi taşkınlıktan (tuğyan) korumak için hudûdullah’a riâyet şarttır. Nefsi, aklın ve ruhun, daha doğrusu imanın emrine vermeden insanın mutlu, başkalarının ondan memnun ve Rabbının râzı olması mümkün değildir.

Kur’ân-ı Kerim, ruhun gıdasının müziğin dışında başka şeyler olduğunu söylüyor, ama müziksever, Konfüçyüs’ün sözü kadar itibar etmiyor, doğruluğunu kabul etmiyorsa din tercihini yapmış demektir. Artık müziksever değil; müzikperesttir. Ruha, gönle “zikir” gıdası verilmediği, gıda yerine “zehir” verildiği için şikâyet, sıkıntı, bunalım, stres, intihar gibi problemler gittikçe artıyor. Tatmin olmayan ruh sıkılıyor. Nefsin de doyacağı yok. Yedikçe azıyor, azdıkça gıdalanıyor. Daha değişik zevk ve gıdalar arıyor, sahibini felâkete ve helâke sürüklüyor.

İnsanlar zevk almak için eğlenceye, müziğe çokça yer ayırırlar. Halbuki maddî zevk, hiçbir zaman hakiki zevkin yerini tutmaz. Hakiki zevk kısa süreli değildir, maddî zevk ise saman alevidir; bir varmış bir yokmuş gibidir. Aynı zamanda zevkten kısa bir müddet sonra hazzın yerini yorgunluk, acı, maddî-mânevî kayıp, rahatsızlık gibi problemler alır. Meşrû olmayan maddî zevklerin peşinden gelecek gam ve kederler bir yana, yine vicdanı rahatsız etmesi ve Allah katındaki sorumluluk. Bütün bunlara değecek bir getirisinin olmadığından zevk bile sayılmaz maddî zevkler.

Rûhî zevklerinse sonunda böyle problemler yoktur. Rûhî zevklerle ruh, sağlığını korur, gıdasını almış olur. Stres gibi çağdaş problemler, çağdaş insanın çağdaş zevkleri ve tercihleriyle ilgilidir. Gerçek zevk (rûhî zevk) en çok üç şeyde bulunur:

Her çeşit ibâdette, özellikle namaz ve Kur’an okumada; yani zikirde.

İlim tahsil etmekte, öğrendiklerini yaymakta; yani tebliğ ve cihadda.

Âciz ve sayıflara yardımda; yani ihsanda.

Bunların dışındaki zevkler geçicidir. Devamı olmayan bir kuruntu ve aldanmadan ibarettir. Altın kadeh içindeki zehirdir.

Bugün tûbâ ile zakkum farkedilmez olmuş, sanatla sahtesi birbirine karıştırılmış. Nefis ruhun yerini almış. Rûhî özellikler yok gibi; yaşayan ölüler, yani ruhsuzlar topluluğu halinde cahilî toplumlar. Müzik ilâhları ve tanrıçaları, kullarının müzikhollerde, gazinolarda âyin ve ibâdetleriyle yetinmiyor; stadyumlar, açıkalanlar gibi daha büyük mâbedlere toplanmalarını istiyor artık. Nefis, bu tapınma ve kendinden geçerek mest olmayla da tatmin olmuyor. Günlük ve saatlik âyinler de emrediyor: Radyolar, müzik setleri, tv.ler kalabalıkların neredeyse her dakikasını ibâdet vecdi içinde kaplıyor. İşyerinde müzik, arabada müzik, evde müzik, okulda derste müzik, filmde müzik.

Hz. İsa, ruha önem verilmeyen bir topluma rûhî özellikleri yeniden ihyâ etme yönüyle çeşitli mûcizelerle geldi: Ölüleri diriltme, hastaları iyileştirme, körlerin gözlerini açma, dilsizi konuşturma gibi. İşte günümüz toplumunda da bu rûhî özellikleri ihyâ eden İsa nefesli insanlara ihtiyaç var. Böylece yahûdilerin katı kapitalist etkileriyle ruhları, rûhî özellikleri bombardıman edilen insanların ölümcül kalpleri ve ruhları dirilsin, ruh maddenin önüne çıksın, böylece tatmin olsun. Hasta kalpler ve ruh hastalıkları iyileşsin. Hakkı göremeyen gözler açılsın, basîret ve ferâset sahibi olan insanlar eşyaya Allah’ın nuruyla bakabilsin. Sadece görünenleri değil; perdenin arkasındakileri de görebilsin. Hakka kilitli dilleri açılsın, bülbül gibi şakısın. Bunların yerine gelmesi için Hz. İsa’nın gökten inmesini beklemeye lüzum yok. Hz. İsa’nın nefesine, Hz. Mûsâ’nın asasına, Hz. Muhammed’in Haktan getirdiği mesaja mirasçı sensin. Kurtuluş istiyorsan kurtarıcı beklemekten vazgeç; vazifeni yap. Hem sen kurtul, hem toplum kurtulsun ey İsa nefesli müslüman! (19)

 

Ruh Çeşmesinden Sızıntılar

İnsan, ruhuyla birini sever. Ve sevdiğinin ruhunu sever. Ruhun şekli olmadığından bu sevgisini kalp resmiyle simgelediği olur. Madde, ruhsuz sevilmez. Hâtıranın değeri, o yüzden büyüktür. Ruhsuz maddeye değer verilmesi, ya ona atfedilen ruhsal özelliklerden dolayıdır veya sevenin ruhundaki ona duyduğu meyille ilgilidir.

Rüya, nazar, hipnotizma, insanı etkileme gücü, keşif, ilham, duâ ve bedduânın etkisi, buğzun kötülüğü değiştirme gücü, aşkın zincirleri kıran büyüsü, candan sevmenin fedâkârlığa sevki, insanın kullanabildiği ve kullanmasını bilmediği olumlu ve olumsuz enerjisi... hep ruhla ilgili, Allah tarafından üflenen ruhun gücüne bağlı muhteşem imkânlardır. Göz, rûhun esrârengizliğinin aynasıdır; Söz, rûhun enginliğinin yansıması. Öz ise, nazargâh-ı ilâhî.

İnsanla ilgili esrârengiz tüm özellikler, ruhuyla ilgilidir; hep ruhun sırlarından kaynaklanır. Altıncı his, ruhlar âleminde birbiriyle kaynaşan ruhların birbirini sevmesi, evlât için büyük fedâkârlık, karşı cinste sükûnete kavuşma ve her şeyin başı ibâdet ihtiyacı ve zevki... Ruh olmasa, bütün bunlar da olmayacak, güzellikten ve sanatın anlamından bahsedilmeyecekti. Zaten güzelliğin zirvesinde, keşfedilemeyen bir gizlilik, izah edilemeyen ama etkileyen bir câzibe yok mudur? Ruh tümüyle keşfedilemeyeceğinden, insanın anlaşılamayan sırları da olacak, esrârengizlikler insanın hayret düğmesine basmaya devam edecektir.

Utanma, öfke, sevinç, hüzün, mutluluk, tabii ki iman... hep ruhun halleridir. Vücut, bunları belli eder; çünkü beden ruhun emrindedir. Ruhu bedenin ve hevânın hizmetine vermek, ruha en büyük zulümdür.

Seven, sevdiğini herşeyiyle sever. Allah’a tevekkül edip teslim olan bir müslüman için zenginlik de birdir, fakirlik de; Hakkın kahrı da hoştur, lütfu da. Güncel hayatın ve dünya sınavının zorluklarıyla yaralanan ruhlar, iman ve teslimiyet gıdalarıyla yeterli beslenmeyen ruhlardır. Allah’a kulluğun zevkini tadamayan ruhlar, kendisini esir alacak efendiler peşinde koşturup duracaktır. Bu, ruhun intiharıdır; zaten inançlı insan hiç intihar eder mi? Peygamberler kutsal ruhla kuvvetlendirilmiştir (bkz. 2/Bakara, 87). Insan da güçlenmek istiyorsa, vahiyle -ki bir adı ruhtur- aküsünü şarz etmeli, ruhunu ruhla takviye etmelidir. Beden için ruh/can ne ise, mânevî hayat için de vahiy odur, hatta ondan da ötedir: “Ey iman edenler! Hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah ve Rasûlüne uyun. Ve bilin ki, Allah kişi ile onun kalbi arasına girer ve siz mutlaka O’nun huzurunda toplanacaksınız.” (8/Enfâl, 24) Ve vahy, öncelikle ruh için şifadır, rahmettir, ışıktır/nurdur, kılavuzluktur/hidâyettir.

Ruhun huzur ve tatmini, meşgûliyette, zahmet ve gayrettedir. Ama hayırlı bir yönde değilse bunlar, ruh değil; ego/nefis beslenmiş olacaktır. Allah’a kulluk ve itaatte, ibâdette ve Allah yolunda Allah için çalışmadadır ruhun huzuru. Gece gündüz, gizli açık ibâdet ve Allah için gayretten ayrılmayan peygamberlerin ruhları onun için daha çok arınmıştır, mutmaindir. İşleyen demir ışıldar, tembel demir pas tutar. Ruh da törpülendikçe keskinleşir. İnsanın rahatı zahmettedir. Tembel ya da gereksiz işle meşgul olan kişi, mutsuzdur, huzursuzdur. Başkasına faydası olmayan, kendine/ruhuna da zarar verir. Zahmetsiz rahmet olmaz. Arı bal yapmaktan zevk alır, bal yapmanın ve eserini başkasına ikram etmenin lezzetini tadan arı, bal yemekten daha tatlı gelen bu uğraştan ölünceye dek vazgeçmez. Vermenin tadını alan, ibâdetin hazzını duyan kimse, tembellikte değil; cihadda bulur huzuru.

Ruhu, maddeyle tatmin etmeye kalkmak, atı etle beslemeye çalışmak demektir. Kalp/ruh, vahyin nurundan ışığını almadıysa, karanlıklar içinde bocalayıp duracak, ışıksız yerdeki ayna gibi, hiçbir şeyi göstermeyecektir. Çarpıtılmış fıtrat ve sindirilmiş vicdan lambalarının sızdırdığı cılız ışıkla, aydınlık çehreleri bile bulanık, sisli ve karanlık gösterecektir o ruh aynası. Esas körlük budur işte; bedendeki gözlerin görmemesi değil, ruh ekranının kararması. Vericiler sağlam olduğu halde, yansıtıcıların, alıcıların bozukluğu. Ekranın olması yetmiyor; bu araç, elektrikle/enerjiyle irtibatı olmazsa hiçbir işe yaramayacaktır.

Ruhun arındırılması/tezkiye edilmesi lâzımdır; ibâdetlerle cilâlandırıp parlatılması gerekir. Yoksa, çevrenin pislikleri ruh aynasını işlevsiz hale getirecektir. Aynanın sırları dökülünce, çevreden yayılan pislikler aynanın parlaklığını kaybettirince, tertemiz nesnelerin de görüntüleri câzip olmayacaktır. Problem, doğuştan tertemiz verilen aynayı kirletmekte, onun temizliği için gayret sarfetmemekte düğümleniyor.

Net ve doğru gösterebilmesi için aynanın düz (sırâtı-ı müstakîm üzere hidâyette) olması da şarttır. Bâtıl düzen ve inkârcıların ezip çukurlaştırdığı ya da şişirip kamburlaştırdığı aynalar da, nesneleri olduğundan çok farklı gösterir; aynasına göre bazıları cüce, bazıları dev görülecektir. Vahy ölçeğiyle doğruluğunun sağlaması yapılmayan, o teraziyle ayarlanmayan ayna, olduğundan çok farklı gösterecektir her şeyi. Yıpratıcı, tahrip edici araçlarla çizilen, kırılan aynalar da herşeyi çizik ve kırık gösterir. Ayna, düzelmeden sağlıklı görüntü yansımayacaktır.

“Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Onların gözlerine de bir çeşit perde gerilmiştir ve onlar için (dünya ve âhirette) büyük bir azap vardır.”(2/Bakara, 7) “Onların kalplerinde/ruhlarında hastalık vardır.” (2/Bakara, 10) Gözlerinde perde olan, ruh aynası kararmış insanlar; kara vicdanlı, karanlık zihniyetli insanlardır; taktıkları şirk gözlükleri kara olduğu için, güneşi bile kara görürler onlar.

Gözdeki şaşılık veya uzağı görememe gibi hastalık düzeltilmeden, böyle göze sahip insan, nasıl herşeyi farklı görür veya uzağındakileri göremezse, görüntülerin değerlendirildiği ruhun/kalbin hastalığı, görülmesi gerekenleri, uzak saydığı âhireti göremeyecek, hastalığının şiddetine göre sanal görüntüler, rüya, serap, hayal, illüzyon, hallüsinasyonları gördüğü kadar hakkı göremeyecek, doğruyu eğri görecektir.

Günümüz insanı, sadece Kur’ânî kavramları değil; dünyevî kavramları bile çarpıtıyor. Beyinlerinde hastalık olanlara “ruh hastası” diyor; ruhun varlığını kabul etmeyen anlayışla ruh hastalığı ele alınıyor. Eski ismi “ilmü’n-nefs” olan bilgi dalına “ruh bilim” anlamına gelen “psikoloji” adı veriyor. Ruh konusunun gündeme hiç getirilmediği “psikoloji”ye, bugünkü içeriğiyle “karakter bilimi” gibi bir isim verilmesi daha uygun olacaktır. Ama müşriklerin âdetidir bu; kavramların içini boşaltıp çarpıtarak kendi görüşleri doğrultusunda doldurmak. “Sözlerini bozmaları sebebiyle onları lânetledik ve kalplerini katılaştırdık. Onlar kelimelerin yerlerini değiştirirler, tahrif ederler.” (5/Mâide, 13) Ruhu inkâr eden Batılı, “ruhun bilgisini” okuyor, okutuyor!

Bunun yanında, tabii ki, ruhu hasta olanlar var. Mânevî hayatı, ümit, güven, korku gibi duyguları dengede tutamayan, onlara doğru hedefler gösterip istikamet veremeyen kişinin ruhu hastadır. Zaten kendi psikolojik/rûhî durumunu, kısmen de olsa hasta görüp şikâyetçi olmayan, depresyon, bunalım, doyumsuzluk/tatminsizlik, can sıkıntısı, iç daralması, stres içinde olmayan çağdaş insan pek bulunmaz. “Kim Benim zikrimden (Kur’an’ımdan, Beni hatırlamak ve anmaktan, namazdan) yüz çevirirse, şüphesiz onun sıkıntılı/sıkıcı bir hayatı olacak ve Biz onu kıyâmet günü kör olarak haşredeceğiz.” (20/Tâhâ, 124) Ve çözüm: “...Bunlar, iman edenler ve gönülleri Allah’ın zikriyle sükûnete erenlerdir. Bilin ki, kalpler/ruhlar ancak Allah’ı zikirle (O’nu hatırlayıp anmakla, Kur’an okumakla, namazla, ibâdet ve tâatla) huzur bulur.” (13/Ra’d, 28).

Ruh, terbiye edilmeye muhtaçtır; onun da gıdaya ihtiyacı vardır. Ruh, mânevî bir varlık olduğundan onun terbiyesi de, gıdası da mânevî olacaktır. Onu doyuracak Razzâk’ın ve eğitip yönlendirecek Rabb’ın vahyi ile ihtiyaçlarını gidermezse, ruh tatminsizlik içinde çırpınıp duracaktır. Tek kanatlı kuş uçar mı? İnsanın da sadece madde tarafı tıka basa doyurulmaya çalışıldığı halde, ruh tarafı mânâ cephesi gıdasızlıktan ölümcül hasta. Gideceği yere tek kanadıyla uçup gidebilir mi dersiniz? İşte, yükseleceğim derken devamlı tökezleyip yere çakılması ve bunun ha bire tekrarı, kanadın birinin durumu, içler acısıdır.

“Hayat varsa ruh da vardır.”

“Gören, duyan yalnız ruhtur; geri kalan her şey sessiz ve sağırdır.”

“İnsan ruha bakmalı. Güzel bir vücutta güzel bir ruh olmazsa neye yarar?”

“Ruhun da vücut gibi ihtiyaçları vardır.

“Ruh ve ceset, bu âlemde iki ortaktır. Bunun için, âhirette insan, hem ruhuyla hem de cesediyle ödül veya ceza görür.”

“Ceset, ruhun evi ve elbisesidir.”

“Ceset, ruha dayanarak ayakta kalır. Ruh ise kendi başına kaimdir. Ceset harap olursa ruh daha çok serbest olur, melek gibi göğe uçar.”

“Ceset, ruhla zevk alır, mutlu olur; Ruh ise vicdanla.”

“Ruh, yaşlı doğar, fakat gençleşir; hayatın komedisi bu. Vücut da genç doğar, gitgide yaşlanır; bu da hayatın trajedisi.”

“Ruhun büyüklüğü, büyük yerlerde değil; gösterişsiz yerlerde çıkar ortaya.”

“Büyük ruhlar, ıstıraplarına sessizce katlanırlar.”

“Başkalarının ruhu, karanlık bir ormana benzer.”

“Bizi şartlardan çok, ruh yapımız mutlu kılar.”

“Mutlu olmak istiyorsak, hayatın cisimde değil; ruhta olduğuna inanmalıyız.”

“Ruhlar, bölüklere ayrılan askerler gibidir. (Ruhlar âleminde) birbirleriyle tanışmış olanlar, dünyada da uyuşurlar, anlaşırlar. Tanışmayanlar da anlaşamazlar, sevişemezler.” (Hadis-i Şerif)

“İnsanın gıdaya ihtiyacı olduğu gibi zevke de ihtiyacı vardır. Nefis ve hevâ yönünden tatmin edilmezse, ruh tarafından zevkini arayacaktır.”

“Şuur, ruhun ziyâsıdır.”

“İnsanın ruh gücüne sınır çizilmemiştir. Enâniyet/bencillik ile öyle aşağı düşer ki toz kadar kalır. Allah'a kulluk ile o kadar yükseğe çıkar ki Hz. Muhammed (s.a.s.) gibi iki cihanın güneşi olur.”

“Ruh, zamana mahkûm değil. İnsan duyguları ruh seviyesine çıkınca, yaşanılan zaman genişler. Başkalarına nisbetle mâzi ve istikbal olan vakitler, ona şimdiki zaman hükmüne geçer.”

“Bu elem yurdu denî dünyanın; Derdine, mihnetine gâyet yok.

Bir çürük diş gibidir bence bu can, Çıkmadan sahibine râhat yok.” (Ferit Kam)

“Kim demiş, ‘sağlam kafa sağlam vücutta bulunur’ diye? Doğrusu şöyle olmalı: ‘Sağlam iş, sağlam ruh sahibinden çıkar.”

“Ruh sağlıklı ve doğruysa, bütün beden doğru olur, güzel iş yapar; Ruh hasta ise, bütün beden ve tüm davranış da bozuk olur.”

“Cânânsız can, hayvanda da var.”

“Ruh kuştur; beden kafes.”

“Ruh misafirdir; beden ev/konut.”

“Ruh kanundur, sultandır; beden de ülke.”

“Ruh âmirdir; bedense memur.”

“Ruh anlamdır; beden söz/kelime.”

“Ruh ustadır; beden tezgâh.”

“Ruh enerjidir/elektriktir; beden fabrika.”

“Ruh sürücüdür/şofördür; beden araba/otomobil.”

“Tuğyân eden/azana ve dünya hayatını âhirete tercih edene, şüphesiz cehennem tek barınaktır. Rabbının makamından korkan ve nefsini kötü arzulardan uzaklaştıran için ise şüphesiz cennet yegâne barınaktır." (79/Nâziât, 40-41) “Ey huzura kavuşmuş nefs/ruh! Sen O’ndan hoşnut, O da senden râzı olarak Rabbine dön. (Seçkin) kullarım arasına katıl ve cennetime gir.!” (89/Fecr, 27-30)

 

 

 

 

Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 543

Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Y. c. 1, s. 343-344

İbn Kayyim el-Cevziyye, Kitabu’r-Ruh, s. 46-47

Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 272 vd.

Alâaddin Başar, Nurdan Kelimeler, s. 45 vd.

Ferit Aydın, İslâm’da İnanç Sistemi, s. 133-135

Ramazan Özcankaya, Ruh, s. 17 vd.

Alâaddin Başar, a.g.e. s. 161 vd.

A.g.e. c. 2, s. 9-13

Ramazan Özcankaya, a.g.e. s. 43 vd.

A.g.e. s. 87 vd.

A.g.e. s. 131 vd.

Cavit Yalçın, Kur’an’da Temel Kavramlar, s. 47-48

Hüseyin K. Ece, a.g.e. s.

Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da İman Psikolojisi, s. 227-228

Halûk Nurbaki, İnsan Bilinmezi, s. 87

Şâmil İslâm Ansiklopedisi, 6/180-182

Ferit Aydın, İslâm’da İnanç Sistemi, s. 321

Ahmed Kalkan, Sanat Bilinci, s. 50-54

 

 

 

 

Ruh Konusuyla İlgili Bazı Âyet-i Kerimeler

Ruh Allah’ın Emrindedir: 17/İsrâ, 85.

Ruh Bilgisi İnsanlara Az Verilmiştir: 17/İsrâ, 85.

Ruhlar Âleminde “Elestü bi Rabbiküm” Hitabı: 7/A’râf, 172; 57/Hadîd, 8.

 

 

 

 

Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar

Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Eser Neşriyat c. 1, s. 406-413; c. 4, s. 3197-3205

Tefhimu’l Kur’an, Mevdudi, İnsan Y. c. 3, s. 121

Hadislerle Kur'an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 411-413

El-Câmaiu li-Ahkâmi’l Kur’an, İmam Kurtubî, Burûc Y. c. 2, s. 210-212

Kur’an Mesajı, Muhammed Esed, İşaret Y. c. 1, s. 24

Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s . 187

Mefatihu’l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 3, s. 204-206

Kur’an Mesajı, Muhammed Esed, İşaret Y. c. 2, s. 527

Dâvetçinin Tefsiri, Seyfuddin el-Muvahhid, Hak Y. c. 1, s. 181-183

Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 5, s. 271-275; 278-279

Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risâle Y. c. 3, s. 320-325

İslâm Ansiklopedisi, M. E. B. Y. (E.E. Calverley), c. 9, s. 179-183

Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 201-205

İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 543-546

Kur’an’da Temel Kavramlar, Cavit Yalçın, Vural Y. s. 47-50

İnanç ve Amelde Kur’anî Kavramlar, Muhammed el-Behiy, Yöneliş Y. s. 117-119

Kur’an’da Nefs Kavramı, Ahmet Ögke, İnsan Y. s. 25-28

Kur’an ve İnsan, Celal Kırca, Mârifet Y. s. 169-178

Kur’an’da İman Psikolojisi, Abdurrahman Kasapoğlu, Yalnızkurt Y. s. 227-229

Nurdan Kelimeler, Alâaddin Başar, Zafer Y. c. 1. s. 161-165; c. 2, s. 9-14

İnsan ve İnsanüstü, Ruh, Melek, Cin, İnsan; Süleyman Ateş, Dergâh Y. s. 15-20; 51-187

Reenkarnasyon Var mı? Sevim Asımgil, Gonca Y. s. 45-88

İnsan Bilinmezi, Haluk Nurbaki, Hilâl Y. s. 74-113

Kur’an ve Sünnete Kalbî Hayat, Adem Ergül, Altınoluk Y. s. 114-123

İslâm’da İnanç Sistemi, Ferit Aydın, Kahraman Y. s. 133-135, 319-321

Kur’an’da Ulûhiyet, Suad Yıldırım, Kayıhan Y. s. 372-373

Sanat Bilinci, Ahmed Kalkan, Denge Y. s. 50-54

Ruhî Bunalımlar ve İslâm Rûhiyâtı, Mehmed Tevfik, Bedir Y.

Ruhî Çöküntü, Hamdi Gülal, Bahar Y.

Ruhsal Yozlaşma Toplumsal Çürüme, Sadık Kılıç, Akçağ Y.

Ruh’un Özü Kudsi Sırlar, Fatma Temir, Furkan Kitabevi Y.

Kitâbu’r-Rûh, İbn Kayyim Cevziyye, İz Y.

Ruh, İçimizdeki Biz, Ramazan Özcankaya, Hayat Y.

Ruh Çağırma, Ömer Sevinçgül, Zafer y.

Ruh Gerçeği ve Reenkarnasyon, Ömer Sevinçgül, Zafer Y.

Ruh Dosyası, Ahmed Ersöz, Nil A.Ş. Y.

Ruh Nedir? Mehmet Kırkıncı, Zafer Y.

Ruh Üzerine, Alaaddin Başar, Zafer Y.

Ruh-İnsan-Cin, Ahmed Hulûsi, Kitsan Kitap Kırtasiye

Ruhlar ve Ötesi, Safvet Senih, Nil A.Ş. Y.

İtikad, İbâdet ve Ruh Terbiyesi, Ebu’l-Hasan Nedvî, Risâle Y.

Ruh Terbiyemiz, Said Havva, Kayıhan Y. /Petek Y.

Ruh Âleminde Bir Seyahat, Kemal Osmanbay, Kitsan Kitap Kırtasiye

Ruhlar Alemi, İslâm’da Vasiyet ve Iskat Meselesi, Ali Rıza Karabulut, Kalem Y.

Sihirbaz, Büyücü ve Ruh Çağıran Ehl-i Bid’ata Reddiye, Seyyid Ali Göleli, Şühedâ Y.

Çağdaş Ruhçuluğun Maske ve Yüzleri, Julias Evola, İnsan Y.

Ölümden Sonraki Hayat, Süleyman Toprak, Konya

Felsefî Doktrinler Sözlüğü, Süleyman Hayri Bolay, Akçağ Y.

Hüvel Baki, Mustafa Özdamar, Kırk Kandil Y.

Mezar Notları, Muammer Özkan, İnsan Dergisi Y.

İslâm’a Göre Ruh Çağırma, H. H. Muhammed, Pamuk Y.

Ruh Sağlığı, G. Kozacıoğlu, Alfa Basım Yayım

Ruh Sağlığımız ve Davranış Bozuklukları, Aydın Ankay, Turhan Kit. Y.

Ruhsal Çatışmalarımız, Karen Horney, Öteki Y.

Reenkarnasyon, Arif Arslan, Adese Y.

Ruhbilim Sözlüğü, Orhan Hançerlioğlu, Remzi Kitabevi Y.

Sihirbaz, Büyücü ve Ruh Çağıran Ehl-i Bid’at’a Reddiye, Seyyid Ali Göleli, Şüheda Y.

Parapsikoloji Dersleri, Paul Krafchik, Ruh ve Madde Y.

Psikiyatrinin ABC’si, Cengiz Güleç, Simavi Y.

Ruhsal Deneyleri Uygulama Kitabı, Sheila Ostrander, Ruh ve Madde Y.

  

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar