RUH
Rûh; Anlam ve Mâhiyeti
Rûhu’l-Kudüs; Anlam ve Mâhiyeti
Kur’an-ı Kerim’de Rûh ve Rûhu’l Kudüs
Hadis-i Şeriflerde
Ruh
Rûh; Çok Bilinmeyenli Denklemden Bilebildiğimiz Bazı Özellikler
Ruh; “Allah’ın Emrindendir.” Onun Emri İse
“Ol” Demesidir
Rûha ve Rûhu’l-Kudüs’e Tapılması
Ruhun Varlığının İsbatı
Ruhun Mâhiyet ve Sıfatları
Ruh-Beden İlişkisi
Ruha Ait Kuvvetler
Ben Kavramı; İlham; Vicdan; Güdü
Nefs ve Ruh Aynı Şeyler midir? Ruhla Nefsî
Arzular Arasındaki Dengesizlik
Ruh Göçü (Reenkarnasyon/Tenâsuh); Ruh
Çağırma
Müzik, Ruhun mu Gıdasıdır?
Ruh Çeşmesinden Sızıntılar
“Andolsun Biz Mûsâ’ya Kitab’ı verdik.
Ondan sonra ardarda peygamberler gönderdik. Meryem oğlu İsa’ya da mûcizeler
verdik. Ve onu, Rûhu’l-Kudüs (Cebrâil) ile destekledik. (Ne
var ki) gönlünüzün arzulamadığı şeyleri söyleyen bir elçi geldikçe, ona karşı
büyüklük tasladınız. (Size gelen) peygamberlerden bir kısmını yalanladınız, bir
kısmını da öldürdünüz.“ (2/Bakara, 87)
Rûh; Anlam ve Mâhiyeti
“Ruh” sözlükte; can, nefes, öz, ilham,
vahy, Cebrâil gibi anlamlara gelmektedir. Rûh, insana hayat veren, onu düşünen,
anlayan biri haline getiren manevi ve ölümsüz özün (cevherin) adıdır.
Ruhun ne olduğu konusunda İslâm ve felsefe
tarihinde ortaya çok çeşitli fikirler atılmış, bir çok izahlar ileri
sürülmüştür. Ancak ruhun ne olduğunu tam anlamıyla bilmek mümkün değildir.
Çünkü Kur’an bu konuda şöyle demektedir: “(Ey
Muhammed) Sana ruhtan soruyorlar. De ki: ‘Ruh Rabbimin emrindendir (işlerinden
biridir veya bir emridir). Size ilimden ancak az bir şey verilmiştir.” (17/İsrâ, 85) Buradaki ifade,
ruhun ne olduğunu tam anlamıyla bilmenin mümkün olmadığı şeklindedir. Yoksa,
“ruh konusunda hiç bir şey bilemezsiniz” demek değildir. Zira Kur’an’ın başka
âyetlerinde ruh hakkında çok sınırlı da olsa bilgi verilmektedir.
İslâm âlimleri genel olarak “ruh”a üç
çeşit açıklama getirmişlerdir: Bazılarına
göre ruh, varlıkları harekete geçiren şeydir. Bazılarına göre ruh, hayatın
başlangıcıdır. Bu anlamda ‘ruh, canlılarda hayatı meydana
getiren bir parçadır’ denmiştir.
Kimilerine göre de ruh,
lezzet, sevgi, nefret gibi duygu ve duyuma; düşünme, algı, hayal etme gibi
zihne; irâde gibi üç kuvvete ait merkezdir.
Ruh, çeşitli maddelerden yaratılmış
varlıkların oluş sebebi, onlara varlık kazandıran, ama onlarla bağlı olmayan,
onlar gibi ölümlü olmayan, hareketin, anlamanın, iradenin merkezi; ölümsüz,
Yaratıcının doğrudan kendisine bağladığı özdür. Birtakım kelime ve cümlelerden
meydana gelmiş bir yazıyı düşünelim: Yazının anlamı ve içeriği onun ruhudur. Bu
ruh açıldığı zaman sesler kelimeleri, kelimeler cümleleri, cümleler
paragrafları, paragraflar da yazıyı meydana getirirler. Kâinat da tıpkı geniş
ve canlı bir yazı gibidir. İçerisindeki her bir varlık birer kelimedir. Yazı
içindeki her bir kelime asıl anlamıyla vardır. Evrendeki varlıklar da onlara
varlık kazandıran ruhları ile vardırlar. Yazı silinse veya kelime ortadan
kalksa bile mana kaybolmaz. Tıpkı bunun gibi, varlıklar ölse bile, Allah’ın
onlara kendinden verdiği öz olan ruhları ölmez.
Gördüğümüz maddelere hayat veren, onlara
ait ruhtur. Bizim madde olarak gördüğümüz her şey, aslında ruhun ‘ete kemiğe
bürünmüş’ bir şeklidir. Maddenin ‘ten kafesine bağlı olan’ ruh; duyan, yaşayan,
anlayan, bilen bir fonksiyonu yerine getirir. İrâdenin kötü kullanılması
sonucunda tıpkı nefis gibi kirlenir. Eğer irâde iyi yolda, Allah’ın emri
doğrultusunda çalışırsa; ruh, hep temiz ve parlak kalır. Bu bakımdan melekler
ve muttakî insanlar için “iyi ruhlar” denmiştir. Kirlenmiş, arzularının peşine
takılmış, ölçü tanımayan ruhlar, şehvetin ve hevânın emrine girerler, bütün
bunları insana tavsiye eden şeytanla irtibat kurarlar. Böyle insanlar
yeryüzünde şeytanın yardımcıları olurlar.
İnsan, hayvan, cin ve melekler gibi canlı
varlıkların ruhları vardır. Bitkiler ve hayvanlar için ise, kimilerinin
‘içgüdü’ dedikleri, Allah’ın onlar için tayin ettiği kanun (fıtrat) vardır.
Onlar bu fıtratlarına uygun olarak yaşarlar, şükrederler ve Allah’ı tesbih
ederler. İnsanın ruhu bir taraftan bedene ‘can’ katarken, bir taraftan da,
irâdeyi doğru yolda kullanarak, doğru görüşün, ilmin ve faziletin merkezi olup,
Allah’tan bir ruh olarak gelen vahy ve Kur’an’la ilişki kurar.
Ruh Kelimesinin Türevleri: Kur’an-ı Kerim’de ayrıca ruh kelimesi ile
aynı kökten gelen rîh, ravh, riyah ve reyhan gibi kelimelere de rastlıyoruz; bu
kelimeler, Kur’an’da 36 âyette geçer. “Rîh”, hareket halindeki hava veya
rüzgârdır. Kur’an’da bazen azap olarak gelen rüzgârın yerine kullanılır
(10/Yûnus, 22; 46/Ahkaf, 24). Bir yerde ise koku anlamına gelmektedir
(12/Yusuf, 94). “Rîh” aynı zamanda ‘güç, kuvvet, kudret’ manalarına da gelir: “Allah’a ve Rasûlüne itaat edin;
çekişmeyin, yoksa korkuya kapılırsınız ve rîhınız (rüzgârınız) gider.” (8/Enfâl, 46)
“Ravh”; beklenti, umut, rahatlık, bekleme
demektir. Böylesine bir umut veya rahatlık, ruh gibi görünmeyen, güzel kokular
taşıyarak insanı rahatlatan bir şeydir. “Allah’ın
ravh’ından ümidinizi kesmeyin. Çünkü, kâfirler topluluğundan başkası Allah’ın
ravh’ından ümitsizliğe düşmez.” (12/Yusuf,
87)
“Riyah”, rahmet taşıyan rüzgârdır ve
“ruh”la ilgilidir. “O ki, riyah’ı rahmetinin önünde müjdeci olarak
gönderir.” (7/A’râf, 57;
3/Âl-i İmrân, 164)
Aynı kökten gelen ‘reyhan’, hoş kokusu
olan şey demektir. Reyhan ayrıca, ni’met, rızık, yenilen şey, göz nuru
anlamlarına da gelir. “Çocuklar Allah’ın reyhanındandır” sözü buna işarettir.
Peygamberimiz (s.a.s.) Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin için “Cenette iki reyhandırlar” benzetmesini yapıyor. Kur’an’da şu
şekilde geçmektedir:“Yapraklı taneler ve reyhan (hoş) kokulu bitkiler.” (55/Rahmân, 12) “Ravh, reyhan ve cennet
nimetleri” (56/Vâkıa, 89).
Türkçe’de kullanılan ‘rahat’ ve
‘istirahat’ kelimeleri de aynı kökten gelirler. Bunların manalarının ruh,
rüzgâr, güzel koku, umut ve rahatlık ile ilgilerinin olduğunu hatırlayalım.
İslâm inanışına göre insanların ruhları
bedenle beraber ölmezler. Onlar Kıyamete kadar Allah’ın bildiği bir şekilde
bekleyecekler. Kıyametten sonra yeniden diriliş, ruhlarla beraber olacaktır. (1)
Ruh: Mâhiyet itibariyle beden denen özel
cesede benzemeyen ve gülsuyunun gülde, zeytinyağının zeytin tanesinde yayıldığı
gibi, bedene yayılan ve hayatla bizzat vasıflanan, nûrânî, ulvî, hareket
ettirici, latif ve şeffaf bir cisimden ibarettir. Çözülme
ve parçalara ayrılmayı kabul etmez. Beden ruhla birleşmeye elverişli olduğu
sürece onunla birleşir, ona hayat verir. Bu denge bozulduğu zaman da hayat
kesilir ve ölüm meydana gelir, yani ruh bedeni terk eder.
Ruh, mahlûktur, sonradan yaratılan her
varlık gibi tek Yaratıcı olan Allah tarafından yaratılmıştır. Ruh, bedenden
önce yaratılmıştır. “Sizi
(ruhlarınızı) yarattık, sonra size şekil verdik (cesetlerinizi yarattık), sonra
da meleklere ‘Âdem’e secde edin’ diye emrettik. İblisten başka hepsi secde
ettiler. Fakat o secde edenlerden olmadı.”(7/A’râf, 11)
Allah Teâlâ, Hz. Âdem’le başlayan ve Hz.
Muhammed (s.a.s.) ile son bulan vahiy süreci içerisinde insanoğlunu birçok
gaybî meselede bilgilendirmiştir. Madde dışı âleme dair bilinen bilgilerden
sağlıklı ve güvenilir olanı sadece, Allah’ın peygamberleri aracılığıyla
insanlara ulaştırmış olduğu bilgilerdir. Kur’ân-ı Kerim’de insanı canlı kılan
anlamdaki ruhun mâhiyeti hakkında hemen hemen hiçbir bilgiye yer verilmemiş
olmasından hareketle; ilâhî hikmetin, ruhun hakikatini, Allah’ın insanoğluna
vermiş olduğu ve bütün bilginin yanında çok cüz’î kalan mâlûmatın dışında
tuttuğu söylenebilir.
Rûhu’l-Kudüs; Anlam ve Mâhiyeti
“Rûhu’l-kudüs”, kelime anlamı olarak,
fevkalâde temizlik, nezâhet, bereket rûhu, veya mukaddes ruh demektir.
Kur’an’da ve terim olarak ne anlama geldiği konusunda bazı farklı görüşler
vardır: Bazı âlimlere göre “Allah’ın rûhu” demek olabilir. Bu anlamda Hz.
İsa’ya da Rûhullah denilir. Bazılarına göre, Allah’ın ism-i âzamıdır (en büyük
ismi) ki, Hz. İsa bununla ölüleri Allah’ın izniyle diriltirdi. Kimilerine göre
İncil’dir. 42/Şûrâ sûresi 52. âyetinde Kur’an vahyine de “ruh” denilmiştir.
Tercih edilen görüşe göre ise, Rûhu’l-Kudüs, Cebrâil’dir. Bu görüş, rivâyet ve
görüşlerin en sıhhatlisidir. Peygamber Efendimiz, Hassan bin Sâbit (r.a.)’e: “Kureyş’i hicvet; Rûhu’l-Kudüs
seninledir” buyurduğu gibi,
başka zamanda da: “Ve Cebrâil
(a.s.) seninledir.” diye
buyurmuştur (Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe 157; Ahmed bin Hanbel, IV/298, 301, 303).
Demek ki Rûhu’l-Kudüs Cebrâil (a.s.)’in “Rûhu’l-Emîn” gibi diğer bir ismidir.
Cebrâil’e “Rûhullah” da denilmesi, diğer ilâhî isim olan “Rûhu’l-Kudüs”’ün aynı
manaya geldiğini doğrular.
Kur’an diline ait bu kelimelerin gözönünde
bulundurulması ile Rûhu’l-Kudüs’ün Cebrâil demek olduğu anlaşılır. Akla şöyle
bir soru gelebilir: “Cebrâil, Hz. İsa’dan başka peygamberlere de indiği halde,
burada “Onu Rûhu’l-Kudüs ile
destekledik” (2/Bakara, 87)
ilâhî ifadesinde söz konusu zamire Hz. Mûsâ bile dahil edilmeyerek doğrudan
zamir niye sadece Hz. İsa’ya tahsis edilmiştir? Bu ifadeden Rûhu’l-Kudüs’ün
Cebrâil’den başka bir özel ruh olduğu anlaşılmaz mı?”
Tefsircilerin açıklamasına göre, cevap;
“hayır!” Bu tahsisin anlamı şudur: Cebrâil’in Hz. İsa’yla başka türlü bir
ilişkisi vardır ki, diğer peygamberlerde bunun benzeri yoktur. Hz. Meryem’e
onun doğumunu müjdeleyen Cebrâil’dir. Hz. İsa onun nefhi (üflemesi) ile doğmuş,
onun terbiye ve desteğiyle büyümüş, her nereye gittiyse beraberinde gitmiştir.
Nitekim Kur’an’da “Ona
rûhumuzu gönderdik, o ruh ona beşer şeklinde şekillenip göründü.” (19/Meryem, 17) buyurulmuştur.
Âyette geçen“Rûhanâ”, “Rûhullah”,
“Rûhu’l-Kudüs” Cebrâil’dir.
Bunun dışında, bilindiği gibi
İsrâiloğullarının Hz. İsa ve annesi Meryem hakkında iffet ve ismete, onların
kudsiyetlerine aykırı sözler söylemiş olmaları ve âyette esas muhâtap olan da
yahûdiler olduğundan, Hz. İsa hakkındaki bu âyet, tahsis için değil; fakat
özellikle yahûdilerin isnat ve iftiralarına karşı Hz. İsa’yı tenzih etmek için
bu te’yid, özellikle sözkonusu edilmiştir. İşte bundan dolayıdır ki, tahâret ve
temizlik anlamına gelen “Rûhu’l-Kudüs” ismi tercih edilmiştir. Hz. İsa,
Rûhu’l-Kudüs ile te’yid edilmiştir, fakat, bilinmelidir ki, Rûhu’l-Kudüs ile
te’yid edilen yalnızca Hz. İsa değildir: “De
ki, Rûhu’l-Kudüs, onu (Kur’ân’ı) Rabbinden hak olarak indirmiştir.”(16/Nahl,
102) buyrulduğu şekilde Peygamber Efendimiz’e Kur’ân-ı Kerim’i indiren de
Rûhu’l-Kudüs’tür. Oysa Kur’ân’ı ona indirenin Cebrâil olduğu bilinen bir
gerçektir. Demek ki, Rûhu’l-Kudüs Cebrâil’dir. Güç ve kuvvet açısından Cibrîl
veya Cebrâil, ismet ve nezâhet açısından da Rûhu’l-Kudüs’tür. (2)
Kur’ân-ı Kerim’de Ruh ve Rûhu’l-Kudüs
Kur’ân-ı Kerim’de “ruh” kelimesi 21 yerde;
“Ruhu’l-Kudüs” 4 yerde, ruh kelimesi ile aynı kökü paylaşan kelimeler de toplam
olarak 57 yerde geçer. Bir âyette Kur’an’ın bizzat kendisinin bir “ruh” olduğu
hatırlatılmaktadır (42/Şûrâ, 52). Kur’an, her şeyden önce bir şifâdır, nurdur
ve ruhtur. Hasta ve ölü kalpleri diriltir. Topraktan yaratılan beşer, Allah’ın
üflediği ruhla canlı hale gelen insan (15/Hıcr, 29), Kur’an’la mânevî olarak
dirilir, hayat bulur. İsrâ sûresi 85. âyetinde geçen ‘ruh’un ‘vahy’ olduğu da
söylenmiştir. Bu anlamda Allah’ın insanlara gönderdiği vahy, insanların
kalplerini, tıpkı yağmurun yeri dirilttiği gibi diriltir ve onlara ‘can’
getirir. Nitekim Kur’an Hz. Muhammed (s.a.s.)’in dâvetini “insanı dirilten şey”
olarak nitelemektedir (8/Enfâl, 24).
Kur’an’da ruh, “kalplere hayat veren vahiy
ve Allah’ın öğrettiği hikmet” (40/Mü’min, 15; 42/Şûrâ, 52); “kuvvet, sebat,
dayanma gücü” (58/Mücâdele, 22); “Hz. Meryem’e çocuk üflemek üzere gönderilen
melek (26/Şuarâ, 193), Allah’ın emir âleminden olduğu bildirilen ve mâhiyeti
tümüyle kavranamayan şey (17/İsrâ, 85) ve Allah’ın melek aracılığıyla üflediği
hayat soluğu (21/Enbiyâ, 91) gibi anlamlara gelmektedir. Ama, her şeyden önce,
Kur’an’da ruh, “ilâhî emir” anlamına gelir (17/İsrâ, 85).
“Ruh” kelimesi ayrıca “Rûhu’l Kuds” veya
“Rûhu’l Emîn”’ şeklinde Cebrâil (a.s.)’in yerine de kullanılmaktadır (2/Bakara,
87, 253; 26/Şuarâ, 193-195). Kadir Gecesinde melekler ve “Ruh” bir iş için
yeryüzüne inerler (97/Kadr, 4). Pek çok tefsirciye göre buradaki Ruhtan maksat
Cebrail (a.s.)’dir. Çünkü Kur’an, Cebrail’e Rûhu’l-Emîn demektedir (26/Şuarâ,
193).
Yine Mahşer günü melekler ve Ruh saf
halinde dururlar ve Allah’ın izin verdiğinin dışında kimse bir şey konuşamaz (78/Nebe’,
38). Şüphesiz ki “ruh”, Rabbimizin emrine bağlı bir şeydir. O’nun ne olduğunu,
nasıl bir fonksiyonu bulunduğunu, neye işaret ettiğini en iyi Rabbimiz bilir
(17/İsrâ, 85; 16/Nahl, 2; 40/Mü’min, 15; 42/Şûrâ, 52). Âyet ve hadislerde,
öldükten sonra ruh; çıkma, inme, alınma, dönme, gök kapılarının kendisine
açılması gibi fiillerle nitelendirilmektedir. O yüzden bu nasslar, ruhun bir
kişiliğe sahip olduğuna işaret etmektedir. (Bkz. 6/En’âm, 93; 89/Fecr, 27-30).
Yine bir âyet-i kerîmede “Nefse
ve onu şekillendirene and olsun!” (91/Şems, 97) buyrularak, nefsin
düzenlenerek bir şekle sokulduğu ortaya konmaktadır.
“Sana ruhtan soruyorlar” (17/İsrâ,
85) âyetinde geçen Ruh’un
Cebrâil olabileceği de söylenmiştir. Nitekim yukarıda geçtiği gibi bir çok
âyette Cebrail “ruh” diye nitelendirilmiştir. Böyle olunca insanlar bu Ruh’un
ne olduğunu, O’nun getirdiği vahyïn özünü ve şeklini tam bilemezler. Onlara
düşen az bir ilimle, gelen vahye teslim olmaktır.
Rabbimiz ilk insanı yarattığı zaman ona
kendi Ruh’undan üflemiş ve onu bir canlı insan haline getirmiştir (15/Hicr,
29). “Sonra onu tesviye etti
(düzene koydu), ona Kendi Ruhundan üfledi ve sizin için kulak, gözler ve
gönüller var etti.” (32/Secde,
9) Buradan da anlaşılıyor ki ruh, bir yönüyle insana hayat veren, onu harekete
geçiren candır ve Allah’ın kendisine bağlı kıldığı bir özdür (cevher). İnsanın
bedeninin topraktan veya topraktan çıkan gıdalardan meydana gelmesi, onun
nefsine verilen günah işleme isteğine, bunun sonucu olarak düşeceği alçak
seviyeye; Allah’ın ona kendi ruhundan üflemesi de, insana verilen iyi
duygulara, itaate, kulluğa, fazilete olan meyle ve kazanacağı yüce dereceye
işaret etmektedir. Bunu böyle anlamak da mümkündür.
Kur’an, Hz. İsa (a.s.) için de “Hz. Meryem’e
üflenen bir ruh” demektedir. Bu ifade Hz. İsa’nın babasız yaratıldığını, tıpkı
Hz. Âdem’in yaratılışındaki gibi O’na ruh üflenmek suretiyle canlı bir insan
haline getirildiğini ortaya koymaktadır. Bununla beraber Hz. İsa, bir mucize
olarak çamurdan kuş heykellerine üflüyordu ve onlar da canlı bir kuş oluyor ve
uçuyorlardı. İnsanın hayat vermek üzere kuş heykeline ruh üflemesi, Hz. İsa’nın
“üflenen bir ruh” olması ile O’nun bu mûcizesi arasında ilginç bir bağ
görülmektedir. Hz. İsa (a.s.)’ya ‘Ruhullah’ yani Allah’ın (üflediği) ruhu’ denildiğini
hatırlayalım.
Ölüm ânında rûhun bedenle ilgisi tamamen
kesilir. Uykuda rûhun bedenden ayrılışı, zâhirî bir ayrılıştır. Ölüm veya uyku
halinde rûhun bedenden hakikaten ve zâhiren ayrılışı, Allah’ın öldürmeye ve
yaşatmaya kadir olduğuna ve ölümden sonra tekrar diriltmeye gücünün yeteceğine
delildir. “Allah, ölenin ölüm
zamanı gelince ölmeyenin de uykusunda nefisleri/ruhları alır. Bu sûretle
hakkında ölümle hükmettiği (rûhu) tutar, ötekini muayyen bir vakte kadar
(bedene) salıverir. Şüphe yok ki bunda, iyi düşünecek bir kavim için kesin
ibretler vardır.” (39/Zümer,
42)
“Sana ruhtan soruyorlar. De ki: ‘Ruh,
Rabbimin emrindendir (işlerindendir). Size, ancak az bir bilgi verilmiştir.” (17/İsrâ,
85) Bu âyette belirtildiği gibi Kur’an’da ruhla, ruhun mâhiyetiyle ilgili
teferruatlı bilgi verilmemiştir. Bunun sebebi, Kur’an’da, bir konu hakkında
bilgi vermenin esprisinin insanların maddî ve mânevî tekâmülüne sebep
olmasıdır. Bilgi vermenin hedefi, insanların çoğunluğudur. Ruhun varlığı ve
mâhiyeti çok derin konulardandır. İnsanların ancak binde birinin anlayabileceği
bir meseledir. Eğer Kur’an, binde dokuz yüz doksan dokuz yerine binde biri
tercih etseydi, âdil bir hitap olmayacağı gibi, aynı zamanda da bu binde dokuz
yüz doksan dokuzun aklını karıştırmış olurdu. Kur’an’ın maksadı bu değildir.
Fahreddin Râzî gibi İslâm âlim ve düşünürleri ruh konusuyla uğraşmanın dinî
emirlere aykırı olduğu iddiasını reddederek tam aksini savunmuşlardır.
“Meryem oğlu İsa’ya da mûcizeler verdik.
Ve onu, Rûhu’l-Kudüs (Cebrâil) ile destekledik.” (2/Bakara, 87)
“De ki: ‘Kur’an’ı, Rûhu’l-Kudüs (Cebrâil),
Rabbimin katından hak olarak indirdi.” (2/Bakara, 253)
“Ölüm sarhoşluğu içinde bulunan zâlimler,
meleklerin ellerini uzatmış; ‘nefislerinizi (ruhlarınızı) çıkarın’ (derlerken)
onların halini görsen!” (6/En’âm, 93)
“Uyarıcılardan olasın diye, bu Kur’an’ı
açık bir Arapça lisanıyla senin kalbine, Rûhu’l-Emîn (Cebrâil) indirmiştir.” (26/Şuarâ, 193-195)
“Irzını koruyan Meryem’i de hatırla. Biz
ona rûhumuzdan üfledik.” (21/Enbiyâ, 91)
“Her şeyi
en güzel şekilde yaratan, insanı önce balçıktan var eden, sonra insan soyunu
âdi bir suyun özünden yaratan, sonra şekil verip düzelten, ona kendi ruhundan
üfleyen... O’dur.” (32/Secde, 7-9)
“Hani bir zaman Rabbin meleklere: ‘Ben
balçıktan bir insan yaratacağım, şeklini tamamlayıp rûhumdan üflediğim zaman
hemen ona secde edin’ demişti.”(38/Sa’d, 71-72)
“Allah, öldükleri sırada nefisleri
(ruhları) alır, ölmeyenleri de uykularında (bedenlerinden alıp kendinden
geçirir); sonra ölümüne hükmettiğini yanında tutar, ötekilerini de belli bir
süreye kadar (bedenlerine) gönderir.” (39/Zümer, 42)
“Ey mutmain olan nefis! Râzı olmuş ve râzı
olunmuş olarak Rabbine dön, kullarımın arasına katıl, gir Cennetime!” (89/Fecr, 27-30)
Hadis-i Şeriflerde
Ruh
“Ruhlar toplu cemaatlerdir. Onlardan
birbiriyle tanışanlar kaynaşır, tanışmayanlar da ayrılırlar.” (Buhârî, Enbiyâ, 1; Müslim, Birr 159)
“Şüphesiz sizden birinizin oluşumu,
annesinin karnında kırk günde toplanır. Sonra orada o kadar bir müddette (yani
kırk günde) aleka (yapışkan madde) haline gelir. Sonra, o kadar bir zamanda
mudğa (bir parça et) olur. Sanra Allah ona bir melek gönderir. Meleğe;
‘amelini, ecelini, rızkını, şakî ve saîd olacağını’ yazması şeklinde dört
kelime emrolunur. Sonra da ona ruh üfürülür.” (Buhârî, Enbiyâ 1, Kader 1, Tevhîd 28;
Müslim, Kader 1; Ebû Dâvud Sünnet 16; Tirmizî, Kader 4; İbn Mâce, Mukaddime 10; Ahmed bin
Hanbel, I/382)
“Mü’minin ruhu çıktığı zaman, onu iki
melek karşılar, yukarıya çıkarırlar. Gök ehli; ‘Yer tarafından güzel bir ruh geldi.
Allah sana ve yaşattığın cesede salât (duâ) etsin’ derler. Peşinden onu Rabbine
götürürler. Sonra, ‘bunu sınırın ötesine (sidretü’l müntehâ’ya) kadar götürün’
diye buyurulur. Kâfirin ruhu çıktığı zaman gök ehli; ‘Yer tarafından pis bir
ruh geldi’ derler ve ‘bunu sınırın sonuna (Cehennem’e) kadar götürün’ diye
söylenir.” (Müslim, Cennet 75, hadis no: 2872,
4/2202)
Читайте также:
X
Brought
By iWebar
“Biriniz öldüğü zaman sabah akşam ona
oturacağı yer gösterilir. Eğer cennet halkından ise cennet halkındandır (orası
cennettir); eğer cehennem halkından ise cehennem halkındandır (o makamı
cehennemdir). Ona: ‘İşte Allah seni kıyâmet günü tekrar diriltinceye kadar
oturacağın yer burasıdır’ denilir.” (Tirmizî, Cenâiz 70)
Bedir savaşında Kureyş ölüleri, bir kuyuya
dolduruldu. Allah’ın Rasûlü, kuyunun içindeki ölülere hitap ederek: “Ey falan oğlu falan ve ey filân
oğlu filân, Allah ve Rasûlü’nün size vaad ettiklerini gerçek buldunuz mu? Ben,
Allah’ın bana vaad ettiğini gerçekleşmiş buldum” dedi. Hz. Ömer: ‘Ey Allah’ın
Rasûlü, ruhsuz cesetlere nasıl hitap ediyorsun?’ diye sordu. Rasûlullah: “Benim söylediklerimi, siz onlardan
daha iyi duyamazsınız. Fakat onlar cevap veremezler” buyurdu. (Müslim, Cennet 76-77;
Buhârî, Cenâiz Bâbu Mâ câe fî azâbi’l-kabr)
“Kişi kabre konulup arkadaşları yanından
ayrıldıklarında, onların ayak seslerini duyar. İki melek gelip onu oturtur, ‘bu
adam, yani Muhammed (s.a.s.) hakkında ne diyorsun?’ derler. Mü’min: ‘Ben onun,
Allah’ın kulu ve elçisi olduğuna tanıklık ederim’ der. Ona: ‘Cehennemdeki
yerine bak, Allah onu cennete çevirdi’ denilir. O kimse her iki makamı da
görür. Münâfık ve kâfir ise bu soru karşısında: ‘Bilmiyorum, insanların onun
hakkında söylediklerini söylüyorum’ der. Ona: ‘Sen anlamadın ve okumadın (ne
kendin gerçeği anladın, ne de bilginlerden sorup öğrendin)’ denilir. Ve
demirden coplarla ona vurulur. Adam öyle bağırır ki, cinlerden ve insanlardan
başka herkes onun sesini işitir.” (Buhârî, Cenâiz Bâbu Mâ câe fî
azâbi’l-kabr; Ahmed bin Hanbel, III/26)
Allah’ın Rasûlü, ümmetine, bir
kabristandan geçerken: “Esselâmu
aleyküm dâre kavmin mü’minîn (Selâm size ey mü’minler yurdunun sâkinleri)” şeklinde selâm vermeyi emretmiştir
(Müslim, Cenâiz 102; Ebû Dâvud, Cenâiz 79; Nesâî, Tahâret 109; İbn Mâce, Cenâiz 36)
Rûh; Çok Bilinmeyenli Denklemden
Bilebildiğimiz Bazı Özellikler
Nassların kesin olarak ortaya koyduğu gibi
ruh, cesedin ölümünden sonra yaşamaya devam etmekte, ceza ve mükâfat ile
muhatap olmaktadır. Allah Kur’an’da: “Allah
yolunda öldürülenlere ölüler demeyin; bilakis onlar diridirler; fakat siz
farkında değilsiniz.” (2/Bakara,
154) buyurmaktadır. Rasûlullah (s.a.s.): “Allah’ın
peygamberleri ölmezler. Onlar bir dünyadan ötekine nakledilirler.” ve “Kabir, ya Cennet bahçelerinden bir
bahçedir ya da Cehennem çukurlarından bir çukurdur” buyurmaktadır. Bu ifadeler, insan
olarak isimlendirilen varlığın, cesedin ölümünden sonra da yaşamaya devam eden
rûh olduğuna delâlet etmektedir. Yani insan bu ceset ve kalıptan başka bir
şeydir.
Kur’ân-ı Kerim’de: “Rabbın, Âdemoğlunun sülblerinden
zürriyetlerini çıkarmış, onları kendi nefislerine şahit tutarak; ‘Ben sizin
Rabbiniz değil miyim?’ demiş, onlar da; ‘Evet şâhidiz, Sen bizim Rabbimizsin’
diye cevap vermişlerdi. Bu, kıyâmet gününde, ‘Bizim bundan haberimiz yoktu’
dememeniz içindir.” (7/A’râf,
172) meâlindeki âyetin tefsirinde âlimler çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir.
Bu görüşler hakkındaki farklılıklar, Allah Teâlâ’nın, insanlara; bu soruyu
sormasının ne zaman, insanın yaratılışı ve gelişiminin hangi aşamasında ve ne
şekilde olduğu gibi konular çerçevesinde ortaya çıkmıştır. Tirmizî’nin
naklettiği bir hadiste Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır: “Allah Teâlâ, Âdem’i yarattığında
onun sırtını sıvazlamış ve kıyâmet gününe kadar Allah Teâlâ’nın onun
zürriyetinden yaratacağı her insan onun sırtından düşmüştür.” (İbn Kesir, Hadislerle K.K.
Tefsiri, 7/3135). Başka bir hadiste de şöyle denilmektedir: “Allah Teâlâ Âdem’in sülbünden
Nu’man yani Arafat’ta ahit almıştır. Onun sülbünden yarattığı her zürriyeti
çıkarmış, önünde yaymış, seçmiş, onlarla doğrudan konuşup; ‘Ben sizin Rabbiniz
değil miyim?’ demişti. Onlar şöyle cevap vermişlerdi: ‘Evet, biz buna şâhidiz.” (7/A’râf, 172; İbn Kesir, Hadislerle K.K. Tefsiri,
7/3133).
Müfessirler bu konuda deliller
çerçevesinde değişik görüşler ileri sürmüşlerse de, insanların Âdem (a.s.)’in
yaratılışından sonra topluca yaratılmış oldukları, dolayısıyla‘Ben sizin
Rabbınız değil miyim?’ sorusuyla,
ruhların muhatap olduğu sonucu da çıkarılabilir. Nitekim Ubey bin Kâ’b’dan
gelen bir rivâyette o; “Rabbin
Âdemoğullarının sülblerinden zürriyetlerini çıkardı” (7/A’râf, 172) âyeti hakkında
şöyle demiştir: “Allah Teâlâ, kıyâmet gününe kadar ondan olacakların tamamını o
gün huzurunda toplamış, önce onları ruh haline getirmiş, sonra onlara şekil
vermiş, sonra da onları kendi nefisleri üzerine şahit tutarak ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’diye
sormuştu.” (İbn Kesir, 7/3136-3147). Bu rivâyetten açıkça anlaşıldığı gibi,
ruhların, anlayan, idrâk eden ve kelâma muhatap olup cevap verebilen kişilik
kazanmış yapıda yaratılmış oldukları kabul edilmektedir. Ebû Hüreyre (r.a.) de
bu konuda şöyle demiştir: “İlim erbâbı, ruhların bedenlerden önce olduğu ve
Allah’ın onları konuşturup şahit kıldığı hususunda ittifak etmişlerdir. (A.g.e.
7/3145).
Rasûlullah’tan nakledilen “Ruhlar toplu cemaatlerdir.
Onlardan birbiriyle tanışanlar kaynaşır, tanışmayanlar da ayrılırlar.” (Buhârî, Enbiyâ, 1; Müslim, Birr
159) hadis-i şerifi de ruhların
bedenlerden önce yaratılmış olduğuna işarettir. Ruhların bedenlerden önce toplu
olarak bir defada yaratıldıkları ve sonra da cesetlere dağıtıldıkları, Allah
Teâlâ’nın “Ben sizin Rabbınız
değil miyim?” (7/A’râf, 172)
sorusuna muhâtap oldukları ve sonra da ana rahminde yaratılmasıyla cesetlere
nefhedildikleri âlimlerce ifade edilmektedir.
Ruhun anne karnındaki cenine nefhedilmesi
(üfürülmesi), insanın rahimde oluşumu ve gelişimi hadis-i şerifte şu şekilde
ifade edilmiştir: “Şüphesiz
sizden birinizin oluşumu, annesinin karnında kırk günde toplanır. Sonra orada o
kadar bir müddette bir parça et haline gelir. Sonra, Allah ona bir melek
gönderir. Meleğe; ‘amelini, ecelini, rızkını, şakî ve saîd olacağını’ yazması
şeklinde dört kelime emrolunur. Sonra da ona ruh üfürülür.” (Buhârî, Enbiyâ 1) Abdullah bin
Mes’ud (r.a.)’dan rivâyet edilen bu hadis, Müslim tarafından ruhun üfürülmesi,
dört emirden önce zikredilerek rivâyet edilmektedir (Müslim, Kader 1).
Ruhun ölümlülüğü ve ölümsüzlüğü üzerinde
de tartışmalar yapılmıştır. Ruh, ölümden sonra nerede kalmaktadır? Her insanın
ömrü, Allah tarafından takdir edilmiş olup bir artma ve bir eksilmeye tâbi
tutulmaz. Allah’ın takdir etmiş olduğu zaman dolunca, ya bir sebep çerçevesinde
veya sebepsiz olarak insan ölür. Yani, ölüm meleği Azrâil tarafından ruh
kabzolunur, bedenden geri alınır. Ölümden sonra ruhun kıyâmet gününe kadar
geçici olarak kalacağı âleme “Berzah âlemi” denir. Berzah âlemi, dünya ile
âhiret arasında bir geçiş yeridir ve bu iki âlemden de farklı olup, mâhiyetini
ancak Allah Teâlâ bilmektedir. Ancak, Berzah âleminde ceza ve mükâfatın ruhlar
üzerinde etkili olacağını hadis-i şerif bildirmektedir: “Kabir, ya Cennet bahçelerinden bir
bahçe veya Cehennem çukurlarından bir çukurdur.” (Tirmizî, Kıyâmet 26).
Âlimlerin çoğunluğuna göre (ki doğru olan
görüş budur), ruhlar beka (süreklilik) için yaratılmışlardır. Ezelî
değillerdir; ancak, ebedîdirler; ölen, insanın cesedidir. Ruhun bedenden
ayrıldıktan sonra, kıyâmete gününde tekrar bedenine dönünceye kadar, Allah’ın
nimet veya azabına muhâtap olacağı bir gerçektir. Şehitlerle ilgili âyet
(2/Bakara, 184) buna delâlet etmektedir. Yine Allah Teâlâ; “Her nefis ölümü tadacaktır.” (3/Âl-i İmran, 185) buyurmaktadır. Nefsin
ölümü tatması, bedenin ölümü esnasında ölüm acısını hissetmesi, bedenden
ayrılırken acı duymasıdır. Tatmak için diri ve duyarlı olmak gerekmektedir.
Nefsin ölümü, ruhun bedenden ayrılmasıdır. Bedenden ayrılan ruh, içinde
kazandığı şekli bedensiz olarak sürdürür.
Ölüm, mutlak yokluk değil; bir halden
diğer bir hale geçmektir. Şehitlerin Allah indinde diri ve rızıklandırılmakta
olmaları, kendilerinee verilen nimetten ötürü sevinmeleri de bunu gösterir.
Şehitler diri olduklarına göre peygamberler de diri olmalıdırlar. Nitekim
Peygamber (s.a.s.), Mirac gecesinde, Mescid-i Aksâ’da ve göklerde
peygamberlerin ruhlarıyla karşılaşmış, onlarla görüşmüştür. Öte taraftan Hz.
Peygamber (s.a.s.), kendisine salât u selâm veren herkese selâmını iâde
edeceğini haber vererek, bedeninin ölümüyle, ruhunun ölmediğini ve verilen
selâm ve salâtların kendisine ulaşacağını bildirmektedir.
Sûra üflendiği zaman, henüz dünyada
bulunan bütün canlılar derhal ölürler. Fakat, daha önce ölümü tatmış ve
bedeninden ayrılmış olan ruhlar ise Sûr’un dehşetinden düşüp bayılırlar.
Ruhların içinde Hz. Mûsâ’dan sonra ilk ayılacak olan Hz. Peygamberimiz
olacaktır (Buhârî, Tefsir 9; Müslim, Fedâil 10, 161, 162)
Ruh, muhtemelen, bedene girmeden önce
belirli bir şekle sahip değildir
ve o durumu hakkında insanoğlunun hiçbir bilgisi yoktur. Anne karnında oluşan
insan bedenine üflendikten sonra bir kişiliğe sahip olur. Ancak, ruh bedenle birlikte gelişir,
olgunlaşır ve bir kişilik kazanır. Zaman, bedeni yıpratır; fakat ruh, zamanın
yıpratıcılığından etkilenmez. Kişinin iyi işleri, ibâdetleri ruhu
güzelleştirir, kuvvetlendirir ve olgunlaştırır. Kötü ameller ise ruhu
çirkinleştirir. İbn Kayyım
el-Cevziyye şöyle demektedir: Yüce Allah, bedeni ruha kalıp olarak
düzenlemiştir. Beden, ruhun kalıbıdır. Ruh bedeninden bir şekil alır ve onunla
diğerlerinden ayrılır. Ruhun taşıdığı özellikler ve kabiliyetler bedene tesir
eder. Bundan dolayı beden, ruhun iyilik veya kötülüğünden etkilenir. Dünyada
bedenle ruh kadar birbirine sıkı sıkıya bağlı olan ve birbirini etkileyen başka
iki şey yoktur. Bundan dolayı ruh, bedenden ayrılınca, iyi bedende olan ruha:
“Ey mutmain nefis, çık!” denilir. Kötü bedende olan ruha da: “Ey habis nefis,
çık!” denilir. Yüce Allah; “Allah,
öldükleri sırada nefisleri (ruhları) alır, ölmeyenleri de uykularında
(bedenlerinden alıp kendinden geçirir); sonra ölümüne hükmettiğini yanında
tutar, ötekilerini de belli bir süreye kadar (bedenlerine) gönderir.” (39/Zümer, 42) âyetiyle nefislerin
alındığını, sonra bazılarının bırakıldığını bildirmiştir. Tutulup bırakılmak,
bir ferdiyeti gerektirir. Hz. Peygamber (s.a.s.) de “Ölenin gözü, alınan ruhun
ardından bakakalır” demiş;
meleğin kabzolunan ruhun elinden tuttuğunu, bu sırada yeryüzünde benzeri hiç
görülmemiş bir koku meydana getirdiğini haber vermiştir. Eğer ruh, bir ârazdan
ibaret olsaydı, kokusu olmazdı. Çünkü ârazın kokusu olmaz, elinden de tutulmaz.
Kendisinden koku gelmesi, elinden tutulması, onun insan şeklini koruduğunu
gösterir. (3 )
Hadislere göre kabzolunan ruhlar göklere
çıkarılmakta, orada melekler iyi ruhları selâmlamakta, nihayet Rabbin huzuruna
sokulmaktadırlar: “Mü’minin ruhu
çıktığı vakit, onu iki melek karşılar, yukarıya çıkarırlar. Semâ ehli: ‘Güzel
bir ruh yer tarafından geldi. Allah sana ve yaşattığın cesede salât eylesin’
derler. Peşinden onu Rabbine götürürler. Sonra ‘bunu hududun sonuna kadar
götürün’ buyurur. Kâfirin ruhu çıktığı vakit, semâ ehli; Pis bir ruh yer
tarafından geldi’ derler ve ‘bunu hududun sonuna kadar götürün’ denilir. (Müslim, Cennet 17)
İyi amelle beslenmiş ruh, dünyadaki
şeklinden daha mükemmel, daha parlak, daha nurlu olmakta, ibâdeti vücuduna ruh
olarak yansımaktadır. Günahlarla bulanmış ruh ise dünyadaki şekline benzemekle
beraber çirkin bir hal almaktadır. Yine hadislerden öğrendiğimize göre iyi
ruhlar, yeşil kuşlar haline girip Cennetin ağaçlarına konmaktadır. Bu, ruhların
başka şekillere de girebileceğini gösterir. Fakat her durumda ruhlar,
birbirinden ayırdedilir. Ve kendi kişiliklerini muhâfaza ederler.
İbn Kayyim el-Cevziyye ise, ruhların
bedenlerden daha net olarak birbirinden ayırdedilebileceğini söylemektedir.
Bedenlerin birbirine benzemesi, ruhların benzemesinden fazladır. Ruhun,
kendisini diğer ruhlardan ayırdedecek özellikleri ve sıfatları, bedenin
ayırdedici özellik ve sıfatlarından daha çoktur. Mü’min ve kâfirin bedenleri
birbirine benzer ama, ruhları asla benzemez. Düşünce ve davranışları çok
farklıdır. Bu iki ruh, bedenlerinden çıkınca, ayrılmaları gayet açık biçimde
ortaya çıkar. (Bkz. İbn Kayyim, Kitabu’r-Ruh).
Akaid kitapları genellikle ruhun, kabirde
cesedine döneceğini bildirir. Bu inanç şu hadise isnat etmektedir: “Gerçekten ölü, kabrine konulduğu
vakit, kendisini getirenlerin oradan ayrılırken ayakkabılarının seslerini
pekâlâ işitir.” (Müslim,
Cennet 17) Bu konuda âlimlerin görüşleri üçe ayrılır: a) Ruh, kabirde cesede
girecektir. b) Cesetten ayrılan ruh, kabirde değil; ancak kıyâmette bedene
girecektir. c) Cesetten ayrılan ruh, artık hiçbir zaman cesede girmeyecektir.
İbn Kayyim el-Cevziyye, ruhların kabirlerde cesetlerine döneceğini bildiren
bazı hadislere dayanarak, öldükten sonra ruhun kabirde cesede döneceğini, fakat
bu dönüşün, dünyadaki bedene hayat vermesi şeklinde olmayacağını söylemektedir.
Ona göre ruhun, bedenle beş türlü ilişkisi vardır. Kabirde ruhun cesetle
irtibatı, uykuda bedenle irtibatına benzer. Kabirde ruhun bedene dönmesi,
bedenle bizim fark edemeyeceğimiz biçimde irtibat kurmasıdır. (4 )
“Sana ruhtan soruyorlar. De ki: ‘Ruh,
Rabbimin emrindendir (işlerindendir). Size, ancak az bir bilgi verilmiştir.” (17/İsrâ,
85) Bu âyet-i kerîmede Yüce Allah, rûhun Rabbımızın emrinden/işlerinden bir şey
olduğunu ve insan olarak bizim bilgimizin Allah’ın bilgisi ile
karşılaştırıldığında çok az olduğunu, bize sınırlı bilgi yeteneği ve bilgi
verildiğini ifade ediyor. Âyetteki ifadeye dikkat edilince görüleceği gibi, ruh
konusunda veya genel alanlarda insanların hiç bilgisi olmadığını ve bize hiç
bilgi verilmediği söylenmiyor. Felsefede her şeye şüphe ile yaklaşmanın,
insanın hiçbir şey bilmediğinin, eşyanın hakikatini algılamaktan uzak
olduğumuzun ve daha ileri giderek her şeyin birer hayal ve yanılsamalardan
ibaret olduğunun ileri sürüldüğü görüşün yanlış olduğunu görüyoruz. Aynı
zamanda, materyalizm ve hümanizm gibi maddî eşyayı veya insanı putlaştıran
anlayışların yanlışlığını da değerlendirebiliyoruz. İnsan olarak yeteneğimiz,
kapasitemiz ve bilgimizin çok sınırlı ve az olduğu, Allah’ın sonsuz ilmi ile
karşılaştırıldığında okyanusta bir damla gibi olduğunu da anlıyoruz. Bu
yeteneğin sınırlı oluşu ve bilgiden az şeye sahip olunması, sadece ruh konusuna
ait değil; bütün mâlumatımız için geçerlidir. Dolayısıyla bu âyetten mesaj
çıkararak anlıyoruz ki, ilimde ilerlemenin sonu yoktur ve insan için az olan
ilmi artırma gayreti olmalı, fakat, ne seviyeye çıkarsa çıksın beşer olarak
bilgimizin bilmediğimize oranla ve hele de Allah’ın ilmi ile mukayese
edildiğinde çok çok az olduğunu anlayıp ilimle övünüp gururlanmamamız gerekir.
Âyette “ruh”la ilgili temel özellik olarak
ifade edilen, “Rabbın emri” konusunu irdelememiz gerekir. Kur’an’ın en sağlam
ve birinci tefsiri yine Kur’an’la olacağından, bu âyette geçen “Rabbın emri”
ifadesini Kur’an bütünlüğünden öğrenelim: “Onun
(Allah’ın) emri, bir şeyin olmasını murad edince, ona sadece ‘ol!’ demektir, o
hemen oluverir.” (36/Yâsin,
82) “Bizim emrimiz de ancak,
göz açıp kapama gibidir (âni bir irâdeyle, kolaylıkla hemen oluverir).” (54/Kamer, 50) Ruhun Allah’ın
emrinden olması, Allah’ın “ol!” emriyle hemen ortaya çıkan başka hiçbir şeye
ihtiyaç duyulmadan yaratılan ilâhî sanat eseri olmasıdır.
Ruh; “Allah’ın Emrindendir.” Onun Emri İse
“Ol” Demesidir
Gözlerimizle şâhit olduğumuz mevcut eşya, kendi
irâdeleriyle, kendi kudretleriyle mi yokluktan kurtulup varlık âlemine
geldiler; yoksa bir emirle, bir kudretle mi? Hiç kimse birinci şıkka “evet”
diyemeyeceğine göre, ikinci şık doğru oluyor. Bu emrin mâhiyetine gelince:
Tefsir-i Kebir sahibi Fahreddin Râzi, “ol!” emri hakkındaki değişik görüş ve
te’villeri sıralar ve en kuvvetli te’vil ve tefsir olarak şunu kaydeder:
“Cenâb-ı Hakk’ın “ol!”demesinden
maksat, eşyanın yaratılmasında ilâhî kudretin sür’atle nüfuz ettiğini
göstermektir. Bir de bu, Hak Teâlâ’nın eşyayı düşünmeksizin, denemeksizin
yarattığını gösterir.” Risâle-i Nur müellifi Said Nursî de: “Eşya fenâ ve
zevâle (fâni olmaya ve yok olmaya) gitmiyor; dâire-i kudretten dâire-i ilme
geçiyor” diyor. Gözümüzden kaybolan eşyanın yokluğa gitmeyip Allah’ın ilminde
bâkî kaldığını belirtiyor. Yaratılmadan önce her şey, Allah’ın ilim dairesinde
mevcut. Bu şeylerden hangisinin yaratılmasını irâde buyurursa, onu ilim
dairesinden kudret dairesine geçiriyor; yani var ediyor. İşte “ol!” emri, ilim dairesinde mevcut olan
bu eşyaya veriliyor. Yani, Allah’ın onları yaratmayı irâde etmesi ve onların da
böylece varlık sahasına çıkışları sanki bir emirle oluyor. O halde “kün (ol)!” emri, bir temsildir. “İlim
dairesinden kudret dairesinegeç” mânâsını ifade eder. “Kün (ol)!” emriyle ilgili âyet-i kerîmelerden
iki örnek verelim: “Göklerin
ve yerin mübdiidir (onları önceden hiçbir örneği bulunmaksızın yaratandır). Bir
şeyin olmasını isteyince ona sadece ‘ol!’ der, o da oluverir.” (2/Bakara, 117)
Burada “ol!” emri, kudretin hemen faâliyete
geçmesi manasına geliyor. Tıpkı “herşeyin
melekûtu, O’nun elindedir” âyetindeki “el” tâbirini âlimler, “kudret” olarak
tefsir ettikleri gibi, bu “ol!” emrini de yine kudret ve irâde
olarak tefsir etmişler. Ve bundan murat, “Allah’ın dilediği şeyin hiçbir engel
olmaksızın hemen meydana gelmesidir” demişlerdir.
Diğer bir âyet-i kerîme: “Doğrusu Allah indinde İsa’nın
misali, Adem örneği gibidir. Onu topraktan yarattı, sonra ‘ol!’ dedi, o da
oluverdi.” (3/Âl-i İmrân, 59) Bu âyet-i kerîmede geçen “ol!” emrinin manasına bir derece
yaklaşmak için, eşya hakkındaki şu sınıflandırmayı dikkate almak gerek.
Bilindiği gibi eşya iki âleme ayrılıyor. Birisi “halk âlemi”, diğeri ise, “emir
âlemi.” Beden, halk âleminden, ruh ise emir âleminden. Halk âlemi bu hikmet
dünyasında safha safha meydana gelmekte. Tedrîcen, yani kademeli olarak
yaratılmakta. Emir âlemi için ise, bu tarz bir yaratılış sözkonusu değil. O
âlemde her şey bir anda vücut buluyor. Ruh, değişik safhalardan geçip de
sonunda o hali almış değil. Doğrudan ruh olarak yaratılmış. İnsan bedeninde
vazife görmeğe başlaması da yine bir anda. Önce topraktan yaratılan Âdem
babamıza, daha sonra “ol!” emrinin verilmesiyle oluvermesi,
ruhun üflenişine işarettir. Bunun, emir âleminden olduğunu gösterir. Önceden
bedenin yaratılışı gibi bir madde ve müddete ihtiyaç kalmadığını ifade eder.
Bu âyetler, akla engin bir ufuk açıyor.
Önce topraktan Hz. Âdem (a.s.) yaratılıyor ve sonra ona “ol!” emri veriliyor. Bu emirle Hz. Âdem
(a.s.)’in topraktan inşâ edilen cesedi ruha, hayata kavuşuyor. Nitekim bu “ol!” emrini büyük müfessir Elmalılı,
“canlı bir mahluk kesil” şeklinde tefsir etmekte. Zira, zaten var olan bir
nesneye yeniden“ol!” emri
verilmesi, onun yeni bir şekle
girmesi demek olmalı, aksi halde bu emre bir anlam vermek mümkün olmaz. Buna
göre “insan bir anda yaratılıyor” diyebiliriz. Ama, elbisesi dokuz ayda inşâ
ediliyor. Diğer varlıklar da öyle. Çekirdeklerdeki ilâhî şifrenin oluşumu, yarı
canlılık gibi özellikler de ruh gibi bir anda, daha doğrusu zamansız yaratılır,
ama çekirdeğin ağaç olması yıllar sürer.
Şimdi bu âyetin penceresinden
etrafımızdaki sonsuz faâliyetlere bir göz atalım ve “ol!” emrini onlarda görelim, okuyalım.
Hidrojen ve oksijen bir “ol!” emriyle su oluvermişlerdir. İki
zıt kutup bir emirle birleşmiş ve bambaşka bir şey olmuşlardır. Yenilen gıda
bir süre sonra insan tohumu olur, yine “ol!” emriyle. Bu emir olmasa, yani
ilâhî kudret yaratmasa, gıdayı insanın yapması mümkün mü? Ve rahimde nutfeye
yeni bir emir gelir: “Aleka ol!” Bu emir ve benzerleri aralıksız tekrarlanır.
İlâhî kudret ve irâde o tohumu halden hale çevirir ve sonunda insan, vücut
bulur. Demek ki nutfeye “insan ol!” denmemiş, sadece “aleka ol!” denmiştir.
Eğer “insan ol!” emri verilseydi rahimde o an bebek teşekkül ederdi. Dünya,
hikmet âlemi olduğu için, yaratılış sebepler tahtında ve kademeli olarak icrâ
edilmekte. Ve bu safha safha yaratılışla nice sanatlar sergilenmekte.
Bir anda insan yapmak, Allah'a ait bir
sanat. Aynı şekilde nutfe yaratmak, onu halden hale çevirmek ve devamlı yaratma
fiilini göstererek sonunda insan haline sokmak da ayrı birer ilâhî sanat. Bu
hikmet dünyasında bu ilâhî sanatların sergilenmesi için “ol!” emri, “son şeklini al!” şeklinde değil de; “bir
sonraki tavrına gir!” tarzında verilmiş oluyor. Emdiğimiz havaya gırtlakta,
ağız boşluğunda ve dudakta ayrı emirler veriliyor ve böylece değişik harfler
dökülüyor ağzımızdan. Demek ki havaya bir emir var, “ses ol!” diye. Hem de
değişik şekillerde. Allah, ağız fabrikasında havadan ses yaratıyor; yine “ol!” emriyle. O ses, mübârek bir kelime
ise, Rahmânî bir hakikat terennüm ediyorsa, yeni bir emir alıyor: “Melek ol.
Okunan tesbihlerden, tekbirlerden, hamdlerden, yani bütün mukaddes kelimelerden
melek yaratılıyor. Havaya “ses ol” diyen, sese de “melek ol” diyebilir. Bu
emre, bu irâdeye karşı çıkacak kimdir?
Güneşte her an nice emirler... Nâra emir
veriliyor, “nûr ol!” , “enerji ol!” Göz fabrikasına giren ışık da benzer bir
emir alıyor: “Göz nuru ol!” Güzel bir cümle işitiyoruz. O söz aklımızda bilgi
oluyor, yine “kün/ol!” emriyle. Kalp o sözden hoşlandımı,
yeni bir emir geliyor : “feyz ol”, “huşû ol”, “sevgi ol!” diye... Kısacası
kâinat “kün!”emrinin
tecellîleriyle dolu. Toprağa “çiçek ol” deniliyor; buluta “yağmur”... Çekirdeğe
“ağaç ol!” emri geliyor, yumurtaya “civciv”...
Yediğimiz gıda, bedenimizde nice emirler
almakta: Et ol, ilik ol, kan ol, kemik ol, sinir ol, saç ol, tırnak ol... gibi.
Bir zamanlar maddeleri bir olan güneş sistemi de benzer emirler almıştı. Dünya
ol, Merkür ol, Ay ol... gibi. “Kün!” emrine akıl erdiremeyenlerin
hayatları bu emrin cilveleriyle kaynaşmada, ama gaflet bunu görmelerini
engelliyor. Bu kadar tecellînin içinde “ol!” emrinden gâfil olarak yaşayanlar,
ömürlerinin sonunda “öl!” emrini alırlar. Bu emirle birlikte dünyada akıl
erdiremedikleri nice hakikatleri anlar hale gelirler; ama artık iş işten geçmiş
olur. (5)
Rûha ve Rûhu’l-Kudüs’e Tapılması
İnsanlık tarihinin belki de ilk
dönemlerine kadar uzanan ve insanları üzerinde düşündürmeye sevk eden ruh
kavramının doğuşunu ilk insanın Allah’tan vahiy alan bir peygamber olmasıyla
izah etmek mümkündür. Ruh, insanların vahiy çizgisinden sapmalar gösterip,
putperest yönelişlere meyletmeleriyle birlikte, değişik anlamları içeren ve
tapınma, korku, ümit gibi hisleri harekete geçiren bir doğa üstü varlık haline
geldi. İlkel puta tapıcılık dinlerinde, cansız, donuk cisimlerden yapılan şekil
verilmiş putlar veya kutsal sayılan diğer cansız varlıklar, hareketsiz
oldukları ve yerlerinden kımıldamaya güç yetiremeyecekleri bilindiği halde
onlara tapınılır ve onlardan isteklerde bulunulurdu. Bu, çağdaş putperest
toplumlarda devam eden bir davranış şekli olarak varlığını sürdürmektedir.
İnsanların böyle bir yola sapmalarının sebebi, tapındıkları bu cisimlerde rûhî
bir kuvvetin ve yaptırım gücünün var olduğuna inanılmasıdır.
Hıristiyanlıktaki ruh anlayışı da şirk
ögeleri taşır. Hıristiyanlıkta ruh, antik batının
putperest etkisiyle vahiy gerçeğinden farklı bir platforma oturtulmuştur.
Meselâ, Allah bir rûh olarak telakki edilir ve Ruhu’l-Kudüs (Cebrâil), teslis
inancının bir unsuru olarak Allah’a şirk koşulur. Öte taraftan, insanlara ait
ruhlar konusunda da birtakım gerçek dışı ve mesnetsiz iddialar ortaya
atılmıştır. Meselâ, muharref İncil’de şöyle denir: “Ruh, rüzgâr gibi, istediği
yere eser. Rab ile birleşen onunla bir ruh olur.”
Ruhu inkâr eden materyalist Batı kültürü,
yine kendi içinden, karşıt yanlışı olan spritualizmi/ruhçuluğu ortaya çıkararak
ruhu ve onun etkinliğini abartılı bir şekilde insana sunarak, şirk unsuru
haline getirmiştir. Hollywood filmleriyle herkesin evine rahatça giren ve
insanımızı etkileyen Batı, kötü ruh ve onun egemenliğini, insanı ve evreni ele
geçirme mücadelesini, şeytan ve satanizmi bazen câzip ve bazen abartılı olumsuz
etkinliğini korku motifleriyle insan ruhuna kazıyor.
Animizm (Ruhlara Tapma İnancı): Animizm, insan değer yargısı açısından
gizemciliği ön plana alan bir şirk anlayışıdır; Ataların ruhlarına tapma
esasına dayanan politeist bir inançtır. “Animizm” terimi, latince “anima”dan
gelmektedir ki, batı dillerinde hayvan anlamını veren “animal” kelimesi de bu
kökten gelir. Temelde hayvan veya animal, “canlı” demektir. Dolayısıyla
canlılığın kaynağı olan ruha tapınmaya bu ilgiyle “animizm” denilmiştir.
Tevhid dinlerinin tahrif edilip
yozlaştırılmasındaki faktörlerin başında animist yaklaşımlar gelir. Yani, vahiy
denen ilâhî mesajlar doğrultusunda yaşayan insanlar, başta yalnız Allah'a
ibâdet ederlerken çeşitli sebeplerin etkisi altında bazı şahsiyetleri
yüceltmeye ve onlara bir zaman sonra mitolojik birtakım kimlikler mal etmeye
çalışırlar. Bu yüceltilmiş insanlar ölünce, ruhları şâd olsun diye ilk başlarda
düzenlenen mâsum törenler zaman içinde farklı içerikler kazanarak onlara
tapınma törenlerine dönüşür.
Kur’ân-ı Kerim, bu konuda örnekler verir.
Nuh kavminin şirki anlatılırken, kendilerine tapılan Vedd, Suvâ, Yeğûs, Yeûk ve
Nesr isimleri geçmektetedir. (Bkz. 71/Nuh, 23). Bu adların, vaktiyle Nuh
peygamberin kavminden mü’min ve sâlih kimseler olduğu, ölümlerinden sonra
tanrılaştırıldığı belirtilir. Onlar ölünce, şeytan onların kavmine, onların
daha önce oturmuş oldukları yerlere anıtlar (ensâb) dikmelerini ve bunlara
onların adlarını vermeleri telkin etti, onlar da böyle yaptılar. Bunu yapanlar
ölünceye kadar onlara tapılmadı. Fakat onlar ölüp de buna dair ilim kalkınca onlara
taptılar (Buhârî, Tefsir, Nûh Sûresi, 6/73; Suad Yıldırım, Kur’an’da Ulûhiyet,
s. 372). Arap müşriklerin de aslında taş ve benzeri maddelerden yapılmış
putlara değil; onların temsil ettiği ruhlara taptığı bazı kaynaklarda ifade
edilir.
Henüz tazeliğini koruyan Kurân-ı Kerim’in
içinde en ufak bir değişiklik sözkonusu olmamasına rağmen, İslâm dünyasının
mensupları arasında da animist eğilimler hızla yayıldığına göre, eski dinlerin
türlü türlü yorumlarla ne hale gelmiş olabileceklerini tahmin etmek hiç de güç
değildir. Bugün İslâmımsı dünyanın her yerinde geçerli bir din modeli olarak
benimsenmiş bulunan “istimdatçı” mistik inanışlar bu gerçeği çok çarpıcı bir
şekilde kanıtlamaktadır. İstimdat, uluların, erenlerin, yani velilerin
ruhlarından, rûhâniyetlerin rûhâniyetlerinden medet ve bereket dilemektir. Bazı
türbeleri, kabirleri, anıt mezarları animizmin mâbetleri/tapınakları olarak
işlev görmektedir. Binlerce türbede yatan insanların hiç birinin “ben öldükten
sonra üzerime türbe yapın” dediği asla kanıtlanmadığı halde, bu yapıların
İslâm’a rağmen gerçekleştirilmesi ve hergün yüz binlerce insan tarafından
ziyaret edilerek buralarda çeşitli dileklerde bulunulması, animist inancın
nasıl yerleşip kemikleştiğini çok açık şekilde ortaya koymaktadır.
Animist bir temele dayanan inanışlar, her
toplumun, zaman içinde geleneklerinin, dünya görüşünün, tarihî gerçeklerinin ve
genel kültürünün etkisi altında farklı biçimler aldığını göstermektedir.
Meselâ, İslâm’ı kabul etmiş toplumlardan bazıları âlimlere veya âlim kisvesinde
gördükleri şeyhlere, kahramanlara ve ozanlara kutsal kimlikler mal etmiş,
onlara, öldükten sonra “evliyâ” diye bir sıfat takarak olağanüstü yüceltmeye
çalışmışlardır.
Animizm, çok açık bir şirktir. Geçmişlere
saygı olarak açıklanması mümkün değildir. Hâlâ, nice insan, memleketini
kurtaran, koruyan ve kollayanların (hoş, kimden ve ne kadar koruyup kurtardığı
tartışılır ya), kutsallaştırılan bazı ruhlar ve rûhâniyetler olduğuna inanır.
“Onlar olmasa, biz çoktan düşman esâretine düşmüş veya helâk olmuştuk” der.
Mü’min ataları sevmek ve saymak; ancak
onları rahmetle anmakla, Allah’ın merhametine her zaman muhtaç olduklarına,
ölmüş ve Rableriyle artık başbaşa kalmış bulunduklarına, bu insanların hepsinin
de -çoğunluğun zannettiği gibi- istisnasız kurtulmuş, cennetlik evliyâlar
olmayabileceklerine, herkes gibi onların da Allah'a hesap vereceğine, belki
çoğunun cennete bile giremeyeceğine, durumlarının tamamen meçhulümüz olduğuna,
hatta onların soyundan gelip gelmediğimizi bile kesinlikle bilemediğimize, onun
için sadece onlara değil; bütün müslüman ölüleri hayır ve duâ ile anmamız,
günahlarının affolması için Allah'a yalvarmamız gerektiğine inanmakla olur.
Onlara gerçek saygı ve sevgi ancak böyle olur; onları putlaştırarak, şirke âlet
ederek değil!
Üzerlerine koca koca kubbeler, kale gibi anıtlar Firavunlar gibi
anıtkabirler dikerek, sandukalar yaparak şebekelerine çaput bağlayıp yüz
sürerek, anılarına görkemli törenler düzenleyip Firavunlara yapıldığı gibi
huzurlarında saygı duruşunda bulunularak, onlardan himmet ve bereket
bekleyerek, bizi muradımıza erdirmeyi isteyerek, sorunlarımızın çözümlenmesinde
bize yardımcı ya da ilham kaynağı olmalarını dileyerek, onlara yazılı
dilekçeler ve hediyeler sunarak, hele savaşlarda ordunun ön saflarında düşmana
karşı çarpıştıklarına inanarak (ki ordu, böyle bir şeye asla inanmaz), onlara
saygı göstermek, tevhid dini İslâm’ı yalanlamaktan farksızdır. Gerçek animizm
budur. (6)
Cinciler, cinciler, medyumlar, ruh çağırdığını iddia edenler
aracılığıyla ruhu, olması gerekenden çok farklı yerlere çıkaran sömürücü
sahtekârlar da ruh konusuna büyük çapta şirk ögeleri katmaktadır. Tevhid dini
İslâm’ın mücadele ettiklerinin başında gelmesine rağmen, halk arasında çok
yaygın şekilde hükmünü sürdüren, kapı ve duvarlara asılan nazar boncuğu, at
nalı, öküz gözü, muska ve levhaların, binaya veya arabaya gelecek kaza ve
belâları def edeceğine inanılan kurbanın(!) alna sürülen kanı gibi, örneklerin
çoğaltılabileceği endâd ve ensâb, temsil ettiği simgeler veya koruyucu(!) ruhî
güç anlayışı, ruha tapmanın bulaşıcı mikroplarının ne denli salgın itikadî
hastalıklara yol açtığını göstermektedir. Totem anlayışına benzer motifler
taşıyan bazı parti, spor klübü, ırk, ulus sembollerinin de temsil ettiğine
inanılan simgesel özellikleri, onlarda var sayılan ruhsal özelliklerle
ilişkilendirilebilir.
Ruhun Varlığının İsbatı
Çağımızdaki psikoloji ilmi, ruha, beyin fonksiyonlarının bir gölge
hâdisesi olarak bakar. Bu tanıma göre ruh, beynin faâliyetleri ile
tezâhürleridir. Dolayısıyla insan bir makine ya da sibernetik bir sistemdir.
Görüldüğü gibi bu tanımda, ayrı bir varlığı olan bir ruh yoktur. Ruh, sadece
maddî beynin davranış biçimidir. Yani beynin davranışlarının adıdır.
Dolayısıyla, duyularıyla müşâhede edemediği her şeyi inkâra kalkışan materyalist
anlayış, mânevî özellikleri ve bunların kaynağı olan ruhu kabul etmeme
basitliğine düşebilmektedir.
Ruh, maddesel bir varlık olmadığından, onun varlığının niteliği ve
niceliği, algılarımıza ve aklımıza pek hitap etmemektedir. Ancak, insan aklı,
varlığına ve özelliğine ait birçok delili rahatlıkla kavrayabilir.
Ruhun tanımı; çoğu hakikati bilinmeyen, fakat sıfat ve özellikleri
ile mâhiyeti, varlığı kavranabilen mevcutların tanımlarına benzer şekilde
yapılabilir. Esasen, biz gözle gördüğümüz nesnelerin dahi hakikatini bilmiyoruz
ki, ruhun hakikatini bilebilelim. Bir şey hakkında bildiklerimiz,
bilmediklerimiz yanında ihmal edilebilecek kadar azdır. Örneğin, elimize
aldığımız ve en çok bildiğimizi sandığımız bir taş, toprak vb. ile alâkalı
bildiğimiz, ağırlığı ve hacmi olduğu, bitkilere analık ettiği gibi o nesneye
ait bazı sıfatlardır. Ancak, o nesnenin atomlardan oluştuğunu bilmemiz bilim
tarihi gözönüne alındığında sadece bir yüzyıl gibi kısa bir süre önce
oluşmuştur. Ayrıca bir maddenin atomlarına inmemiz, onun hakikatini de
bildiğimizi göstermez. Atomdan sonra karşımıza, kuant denilen enerji titreşimi
çıkar ve en çok algılarımıza hitap eden maddenin de enerjiden ibaret olduğunu
görürürüz.
Demek ki; mâhiyetini bildiğimizi zannetiğimiz çoğu şey hakkında
çok az şey biliyoruz. İnsanın maddesel kısmı olan bedeni, varlık ve yokluk
arasında mütereddit enerji obitlerinden ibarettir. Yani, en çok hakikatini
anladığımız madde dahi, daha çok madde sıfat ve özelliklerini taşımayan, meçhul
bir mâhiyettedir. Hakikatini bildiğimizi sandığımız maddenin mâhiyeti meçhul
olursa; ruh gibi algılarımıza hitap etmeyen bir varlığın hakikakitinin ve
yapısının ne kadar meçhul olduğu daha iyi anlaşılır. Ancak, yapısının
hakikatini bilmemek, inkâr etmeyi gerektirmez.
İnsanoğlunun evrende görebildiği, göremediği yanında çok
sınırlıdır, çok azdır. Dolayısıyla insan, göremediğine “yoktur” deyip geçemez.
Nice şeyler vardır ki, varlığını bildiğimiz halde onları hiç göremiyoruz.
Örneğin; elektrik, çekme ve itme kuvveti ve virüsler gözle görülmez. Ancak,
varlığı hakkında hiç şüphemiz yoktur. Demek ki; bir şeyi görmemek, yokluğuna
sebep teşkil etmez. Bir şeyi görmemize engel olan birçok neden olabilir.
Bunlar, görme algımızın o nesneyi görmemize yeterli olmaması, o nesnenin
göremeyeceğimiz kadar küçük olması, gözün görme sınırları dışındaki ışık
spektrumunda olması, ortamda ışık olmaması, gözün sağlıklı olmaması gibi
sebepler olabilir.
Çok önemli bir görememe nedeni de, varlıkların, “varlıklarının
şiddeti”nden dolayı görülememesidir. Örneğin, aşırı ve yüksek şiddetteki ışığa
biz ne bakabilir, ne de onu görebiliriz. İşte ağırlık, hacim ve diğer maddesel
özelliklerinden kısmen soyutlanan ışık, ışın, elektrik, kuvvet ve ısı gibi yarı
maddî varlıkların varlıklarının şiddetlenmesi sebebiyle, onların mâhiyetini
sınırlayamayacağımızdan dolayı algılayamamaktayız. Bir şeyi algılayamamamızın
diğer bir nedeni “zıddının olmayışı”dır. Zıddı olmayan varlıkları insanoğlu
algılayamaz. Bir şeyin nicelik ve niteliğini bizim algılamamıza takdim eden
şey, ona zıddının müdâhalesidir. Karanlığın derecesi ve şiddeti aydınlığa
bağlıdır. Tek başına aydınlık ve karanlık, bir mana ifade etmez.
Tüm yukarıda zikredilenler gösteriyor ki; bir şeyi hissedip
görmemek, beş dış duyumuzla algılayamamak, onun olmadığına kanıt değildir.
Ayrıca bir varlığı bizim görüp bilmemiz, onun var olma nedenlerinden biri
değildir. Yani varlıkların var olması, mâlumat ve bilgimize bağlı değildir.
Öyle anlaşılıyor ki, bizim görmediklerimiz ve bilmediklerimiz; gördüklerimiz ve
bildiklerimizden çok çok fazladır.
Bilgisayarın düğmesine basan olmayınca o bilgisayar hiçbir zaman
çalışmayacaktır. Diyelim ki yürümemiz gerekiyor. Bu emri nörona kim veriyor da,
ondan sonra fizyolojik ve biyokimyasal olaylar devreye giriyor? İşte, beynin ve
tüm bedenin çalıştırılmasını sağlayan, bedeni bir piyano ya da robot gibi
kullanan varlığın ruh olduğuna inanıyoruz. Ruhun varlığı, fiillerinden daha
kesindir. İnsanda ruh gibi bir mâhiyete yüklenebilecek birçok fiil/eylem
olduğuna göre ruha ait fiiller de vardır. Dolayısıyla ruha ait fiiller
sayısınca kanıtlar vardır.
Ruhu Kabul Etmeyenler: Ruhun kabulü, aslında enerji, elektrik gibi maddesel olarak
algılarımıza hitap etmeyen varlıkların kabul edilmesiyle aynı şey olduğu halde,
bazı insanlar, neden ruhun varlığını kabul etmezler? Bunun sebebi aslında
basittir. Ruhun kabul edilmesi demek, daima etki altında kalan maddenin ve onun
felsefesi olan materyalizmin yıkılması demektir. Böylece evrendeki varlıkların
anlamı değişecek, herşeyin bir anlamı olacak, evren ve içindekilerin yaratılması
tesadüfî patlamalara bağlanamayacaktır. Tesadüf ki, kâinatta kesinlikle yeri
olmayan bir kavramdır. Ancak tesadüf; kural, ilim ve düzen gibi kavramları
açıklamaya yarayan, bunların zıddı bir kavram olarak bir işleve sahiptir. Onun
dışında, bir şeyin çözülemediğinin bir kanıtı olarak, kendimizi aldatmak ya da
rahatlatmak için kullandığımız bir kelimedir. Ilmin en büyük düşmanıdır. Çünkü,
bir şeye tesadüf denildimi o konuya dikkat azalır, ilmîlikten çıkar. İlim,
kurallar zinciri; tesadüf, kuralsızlıktır. Kâinatta tesadüfün yeri ve karşılığı
yoktur.
Böylece kâinattaki akıl almaz düzeni “doğa” ya da “kendi kendine”
kavramıyla çözdüğünü sanan düşünce de iflas edecektir. Çünkü doğa denen şey,
bir bilimsel kanunlar tüzüğüdür. Hiç kanun, tek başına bir şey yapmayı
isteyebilir ve bir şeyi yapma gücünü kendinde bulabilir mi? Herhangi bir
ülkenin anayasa veya kanunları, onu uygulayan ve koruyanlar olmadan ne işe
yarar? Bir katili bir ceza kanununun kendi başına cezalandırdığı görülmüş
müdür? Burada egonun inkâr mekanizmasını kullanarak, tabiattaki bu ilâhî
kanunları (sünnetullah’ı) koyanı, onları idare edeni inkâr için bazı olayları
bir kavram içinde toplayıp (doğa, tesadüf, kendi kendine olma gibi) gerçeğe
gözünü kapamasından başka bir şey yoktur. Ancak, gözün kapanması ile gece
olmaz. Sadece o insan kendi âleminin ışıklarını söndürüp ışıktan hoşlanmayan
yarasalar gibi gerçeğe karşı kapılarını kapamış olur. İşte, ruhu kabul etmek
istemeyen materyalistlerin bu inkârlarının altında, önce Allah’ı gönüllü kabul
etmemek yatmaktadır. Ruh kabul edilmeksizin insan davranışlarının açıklanması,
bir bilgisayarın insan olmadan işlem yapması ve bir otomobilin sürücüsüz
hareket etmesine benzer. Çünkü beyin ve beden cihazını kullanan yapı ruhtur.
Ruhun Mâhiyet ve Sıfatları
Madde, ilk şekli
bozulmadan başka şekle giremez. Misal olarak, biz metal 25 bin liralık paranın
şeklini bozmadan, elli bin liralık para haline getiremeyiz. Ancak, ruh, aynı
anda sayısız eşyanın plan, şekil, program, desen ve nakışlarının en küçük
ayrıntılarını kendi hüviyetinde yerleştirebilir. Onun mâhiyetinde herhangi bir
sıkışma ve yer darlığı yoktur. İnsan, hiç görmediği ve bilmediği şeyler
hakkında fikir yürütebilir. İnsan beyni aynı anda birçok şeyin görüntü ve
planınna kaynaklık etmiş gibi görülebilir. Hatta bazen olur ki, aynı anda hem
ağlar, hem güler. Biz, bir şeyi yaparken hiçbir zaman sadece tek bir şey
yapmaz; aynı anda birçok şey yaparız. Esasen insanoğlu her an birbirine zıt ve
benzer birçok eğilimi içinde taşır. Beyinle olabildiğini sandığımız bu işlem,
esasen ruh sayesinde mümkün olabilmektedir.
Maddede ve maddî şeylerde,
maddesel nitelikler arttıkça yer darlığı ve sıkışma artmakta; ancak,
antimadde/mânevî varlıklara geçtikçe yer darlığı ve sıkışmadan
uzaklaşılmaktadır. Aynanın karşısındaki görüntüleri almada, ayna için bir
darlık ve sıkışma sözkonusu değildir. Hatta ayna içindeki görüntüler, şuurlu,
nuranî olup ve kendilerine kaynaklık eden cisimlerden ayrılabilseler, her biri
müstakilen, esas cismin özelliklerini taşıyabilir. Bunun en iyi örneği;
görüntüdeki lambanın aydınlatmasıdır. İşte beyin de ruhun bir aynası gibidir.
Ruhun binlerce birbirine zıt fiiline kaynaklık eder, darlık ve sıkışma olmaz.
İşte insan denen, tüm ilimlerden süzülmüş bir ilim ve kudretin
sonucu olan organizmada, bir diğerine engel olmadan, meselâ yazı yazarken,
beyni düşünürken, mide bağırsak sisteminde çalışan yüz binlerce enzim ve bunun
gibi nice fonksiyon aynı anda çalışıyor. Bunlardan kişinin haberi bile
olmayabiliyor. Bu da gösteriyor ki, madde dışı bir varlık, bu işlere aracılık
ediyor. Onda ne sıkışma ve ne de yer darlığı vardır. Bir fiil diğer bir eyleme
veya duygulara engel olmaz.
Maddî varlıklarda ilim elde etme, tabiatı anlama ve hatta kendini
anlama hırsı hiç görülmez. Yine insanoğlunun bir eseri olan bilgisayarlar
maddenin en gelişmiş şekilleri olarak kabul edilebilir. Ancak en gelişmiş bir
bilgisayar, bir insan hücresi kadar mârifetli değildir. Ne anlama kabiliyeti,
ne de anlatma özelliği vardır. İnsan, gerektiği zaman düğmesine basar ve onu
kullanır. Bu ilim yapma gayreti ve hırsı madde sıfatlarını taşıyan bedenin bir
sıfatı değil; farklı mâhiyetteki bir varlığa ait bir özelliktir. İşte bu
varlığa biz ruh diyoruz.
İnsan beyni, onun icat ettiği beyinlerden (bilgisayar) farklı
olarak, ne kadar çok mâlûmat edinirse, mâlûmat edinmeye karşı o kadar çok arzu
ve yetenek artışı olur. Beyin ne kadar bilgi ve veri elde etmişse o nisbette
bilgiye ihtiyacı ve yeteneği artar. Bir bilgisayar ise, hard diskindeki bilgi
arttıkça yavaşlar ve daha çabuk yorulur. Yani bilgi muhâfaza etme kapasitesi
gittikçe azalır. Ancak, insan beynindeki durum, bu durumun tam tersinedir. İşte
bu farkın nedeni, beynin maddî yapısıyla ilgisi olmayan bir mâhiyettir. Çünkü
beynin yapısı ve bilgisayarın yapısı maddîdir. Maddede yer darlığı ve daralması
vardır. Bu daralmanın sebebi ise, maddedeki hacim sıfatının varlığıdır. Ancak,
beyne bu özelliği veren, madde dışı mâhiyeti olan ruhtur. Ruh, mânevî varlık
olduğundan, onda, maddenin özelliği olan hacim sıfatı yoktur.
Beynin ilgili bölgeleri uyarılarak vücutta bazı davranış ve
hareketlere sebep olunabilir. Meselâ, frontal bölgedeki el bölgesiyle ilgili
merkez uyarılırsa el hareket eder. Bu deney, açıkça şunu gösterir: Beyin kendi
dışında bir etkenle harekete geçirilir. Buna biz ruh diyoruz. Otomobilin hareketi
nasıl direksiyona, değişik çarklara ve tekerlere verilemezse, aynen insanın
davranış ve hareketleri beyne verilemez. Zira, bunlar harekete aracılık eden,
kuvveti aktaran düzeneklerdir. Otomobile hareket veren gerçek şey olan kuvvet,
benzinin yanması sonucu açığa çıkan enerjidir. Enerji ise ruh gibi maddesel
sıfatları barındırmayan bir varlıktır.
İnsan, kendinden bahsederken, “ben iki gözü, iki kulağı olan
hârika bir varlığım.” “Benim şöyle bir beynim, aklım var; ben böyleyim” gibi
daima gizli bir “ben”den bahseder. Bu “ben”, ne gözdür, ne kulak, ne ayaktır.
Hepsinin dışında bir şeydir. Yani, insan kendinden bahsederken, daima ne etten,
ne kemikten bahseder. Burada bahsi geçen ve daima altı çizilen, ruha bağlı bir
duygu olan benliktir. Beden ise, ruhun konakladığı yerdir. Sultansız saray
düşünülemediği gibi, ruhsuz insan vücudu da düşünülemez. Şâir, “Bir ben vardır,
bende; benden içeru” derken bu gerçeği anlatmaktadır.
İnsan, hayal âleminde, düşünce ufkunda kendine tepeden bir baksın,
bakan ruhtur. Acı ve lezzet alan ruhtur. Namus, hayâ, iffet, iman, sevgi,
nefret... hep rûha ait özelliklerdir. Birini sevdiğimizden bahsederken, seven
aslında ruhtur. Sadece et kemik yığınından, maddî elementlerden ibaret olan
ceset, ruh kendinden ayrıldığında; düşünen, hareket eden bir canlı olmadığı
gibi; sevilecek, hatta tahammül edilecek biri de değildir.
Ruh, müşâhede âleminde varlıkları algılamak için, her zaman
vücuttaki organları kullanmaya muhtaç değildir. Meselâ; insan rüyada, göz
olmadan görür, kulak olmadan işitir, el olmadan tutar, ayaksız yürür, hatta
kanatları olmadan uçar, hiç görmediği insanlarla konuşur. Maddeyi ve maddenin
özelliklerini algılayan beyinde ise, aracısız algılama yoktur. Hatta beynin
kendisi bir aracıdır; ancak ruh her zaman bu aracıyı kullanmamaktadır. Ruh, her
zaman beyinde depo halindeki verileri kullanmaz. Şöyle ki; hayal atına binen
ruh, hiç görmediği bir ülkeyi gezer, oralarda güzel ve çirkin anılar yaşar.
Bir saray, onu meydana getiren taş, tuğla, demir, boya, şekil,
tezyinat vb. için yapılmaz. İçinde ikamet edecek bir konuk ya da sultan için
yapılır. İnsan da, bedenindeki hücreler ve organlar için yaratılmamıştır.
Ancak, beden içindeki ruh dediğimiz bir varlığa konut olsun, çevreyi
değerlendirmek için alıcı ve verici fonksiyonu görsün diye göz, kulak vb.
yaratılmıştır. Düşünen her insan, vücut organlarının bizzat kendileri için,
yani gözün göz için yaratılmadığını; aksine bunların başka bir varlığa hizmet
etmek maksadıyla yaratıldıklarını kolayca anlayabilir.
Ruh, maddî ölçülere girmeyen ve daha çok, kanunların, ilmî
kuralların hâkim olduğu âlemin ve sistemin bir ferdidir. Kanunlardan farkı
şuurlu, yani kendi varlığının farkında olmasıdır. Kanunlar âleminde olduğunu,
insan vücudunda değişik fizyolojik ve biyokimyasal kuralları hiç aksatmadan,
intizamı bozmadan işletmesi gösterilebilir. Ancak bu işleyiş maddesel
işleyişlere benzemeyip orduda emir-komuta zincirindeki bir emirle tüm ordunun
yatıp kalkması örneğine benzer. Ve emir, bir kanun olduğundan, bir kanun
koyucuyu gösterir.
Ruhun canlılardaki tesirine hayat diyoruz. Madde, maddî
özelliklerinden soyutlandığı zaman etkilerinin çeşitliliği artar. Meselâ,
elektriğin birçok etkisi vardır. Isı, ışık, hareket gibi, tesirli olduğu yere
göre fonksiyonları değişir. Ruhun etkisi de zekâ olur, hareket olur, hayat
olur, görmek ve işitmek... olur. Hayat, ruhun en önemli bir davranış biçimidir.
Bu davranış biçimi ile ruhun etkileri çeşitlenir.
İnsanın ihtiyacı olan protein, karbonhidrat ve yağ, maddî
yapısının ihtiyaçları değildir. Çünkü maddenin bir şeye ihtiyacı olduğunu hiç
müşâhede etmiyoruz. İnsanın sınırsız ihtiyaçları, bütünüyle ruhun
ihtiyaçlarıdır. Elem, yani acı duyma da maddenin elemi değildir. Hiç ağlayan
tepe, deniz görülmüş müdür? Oysa ki insanda olan tüm maddeler dağda, tepede
vardır. Hiç maddenin lezzet aldığı söz konusu olabilir mi? Bir madde ile
üzülme, zevk alma gibi duygusal durumların ilişkili olduğu şeklinde
algılanmasına rağmen işin aslı şudur: Beden, ruhun konuk olduğu yerdir. Veya
beden bir bilgisayar, ruh onun tuşlarına basan varlıktır. Evi tahrip olan bir
insanın rahatsızlandığı gibi, klavyesi, faresi, ekranı ve özellikle de hard
diski bozulan bir bilgisayar, kullanıcısının işini bozmaz ve bu bilgisayarı
kullanan üzülmez mi?
Her sanatkârın sadece bazı büyük ve meşhur eserleri tam olarak,
onun sanat sıfatını yansıttığı gibi, ruh da, Yaratıcının sıfat ve isimlerine
tam ayna olabilen hârika ve ilginç bir varlıktır. Öyle sanıyoruz ki; Allah’ın
yarattıkları sadece maddeden ibaret olup ruhu yaratmamış olsaydı, o durumda
sanatını tam olarak icrâ etmiş olmayacak ve biz O’nun sıfat ve isimlerini
anlamaya yol bulamayacaktık. İşte ruhun bu mâhiyette bir varlığı vardır.
Bir şeyi görmek için
göze ihtiyacımız vardır. Ancak, sadece maddesiyle gözün varlığı, görmemiz için
yeterli değildir. Görmek için aynı zamanda beyin fonksiyonları aralıksız devam
etmelidir. Zaten görme, sadece göze has olan bir özellik de değildir. İnsan
rüyada gözsüz görür. Göz âdeta bir pencere, görme de beyne ait bir
fonksiyondur. Beyin için de durum bundan farklı değildir. O da kendisinde
bulunan merkezleri çalıştırmak için, merkezî bir idare kuvvetine ve devamlı
surette kumandayı elinde tutan bir kumandana muhtaçtır. Bu kumandan ise ruhtur.
Ruh vücuttan ayrılıp seyahat edebilir ve aynı anda birkaç değişik
yerde belirip görülebilir. Mekanizması tam olarak açıklanmamış olsa da bir
kanaat olarak, ifade edebiliriz ki; hipnozda ve uykuda ruh bedenden
uzaklaşabilmektedir. Hipnozla hipnozitörün telkini altında ruh gezintiye
çıkmaktadır. Hipnoz, insanda bedenden ayrı bir hakikati, bedene bağlı olmayan
bir varlığı, yani ruhu açıkça göstermekle birlikte; ruhun vücuttan ayrılıp
gezebildiğini de gösteriyor.
Ruhun diğer bir özelliği de, bede sürekli değiştiği halde (altı
ay, bir yıl içinde), ruhun değişmemesidir. Bu nedenle bedeni değişmeden önce
suç işleyen bir katil, “Bu adamı bir yıl önceki bedenimle işledim, şu andaki
bedenim mâsumdur” diyemez. Ancak maddeyi esas alıp mânâyı ve ruhu kabul
etmeseydik, durum çok karışacaktı. Ne bir yaşındaki çocuk bizim şu andaki
bedenimizin çocukluğu, ne de meselâ bir yıl önceki nikâhlandığımız eşimiz, o
eşimiz olurdu. Sosyal hayat, hukuk ve ahlâk diye hiçbir mefhum kalmazdı. Demek
ki; ruhu kabul etmeyenler, esasen maddeye de hiç önem vermiyorlar demektir.
Buradan şöyle bir sonuç çıkarmak da mümkündür: Yapısal materyalizme inanan bir
insan, bu inancıyla hiçbir sorunu çözemez. Esasen bu inancında ciddi de olamaz.
Ayrıca vücuttaki bütün fizyolojik ve biyokimyasal faâliyetler
benzer olmasına rağmen, insanlar arasında akıl, irâde, şuur, düşünce ve fikir
farklılıkları olmaktadır. Eğer bu fizyolojik ve biyokimyasal mekanizmaların bir
idarecisi ruh kabul edilmezse; bu mekanizmalar sonucu benzer fabrikasyon usulü
akıl, irâde, şuur, düşünce ve fikirler çıkması gerekirdi; aynen bilgisayarda
olduğu gibi. Aynı şartlarda
çalışan ve aynı hammeddeyi dokuyan tezgâhlardan aynı mallar çıkar. Kumaş
fabrikasından çimento elde edilmez. Kimya laboratuarında ekmek pişirilemez.
İnsan vücudundaki bu garip çelişki; insanın akıl, irâde, şuur gibi yeteneklerin
kaynağının beden değil; ruh olmasıyla ilişkilidir. Beden değiştiğinde,
değişmeyen şeyin ruh olduğunu biliyoruz. Ruh, mürekkep/birleşik olmayıp basit
olmasından dolayı, değişmez, tahrif olmaz ve dağılmaz. Beden ise terkiptir;
değişmeye ve dağılmaya mahkûmdur.
Ruh; hayat sahibi, şuurlu,
nuranî, parlak ve kesif olmayan, fiilî bir varlığı olan ve maddî bir vücut
giymiş, evrende hüküm süren tüm sıfat ve çeşitliliklerle ilişkili ve onların
kendinde örneklerini barındıran tüm bu sıfatlarla vasıfalanma kabiliyeti olan,
emir ve görüntülenmeye benzer şeylerle/yansımayla icraatlarını yapabilen şuurlu
bir kanundur.
Ruhun yapı ve hakikatini, çoğu şeyde olduğu gibi tam olarak
anlayamayız. Biz elle tutulan, gözle görülen ve beş duyumuza hitap eden
maddenin dahi hakikatini bilemediğimize göre, ruhun yapısının anlaşılması için
dünyanın ömrü yetmeyecek ve bu, Yaratanın ilminde gizli bir hazine olarak
kalacaktır. Biz ruhun sadece bazı yapısıyla ilgili sıfat ve özelliklerini
anlayabilmekteyiz. (7)
Ruh-Beden İlişkisi
Ruh, emir âleminden olup, beden ülkesini idare etmesi için
kendisine müstakil bir varlık verilen bir kanundur. Beden olmayınca da
varlığını devam ettirebilen lâtif bir cisimdir. Rûhun kendi mâhiyetini bilmede
de aczi vardır ki, bu âcizlik, nice hakikatlere pencereler açıyor. Ruhla beden
arasındaki ilgi, gerçekten, çok mükemmel. Beden hizmetçi, ruh ise efendi.
Hizmetçi efendiye tâbi. Gözden akan yaş, üzüntüden haber veriyor. Üzülen ne
göz, ne de onun takılı olduğu beden makinesi. Zira bedenin kederle bir ilgisi
yok. Ruhtaki üzüntü, gözden yaş olarak dökülmekte.
Ters yönden giden bir arkadaşımıza, “Dur! Geri dön!” diye
sesleniriz. Bu seslenişte muhâtabımız, ne onun kulak zarı, ne de ayaklarıdır.
Kulak sadece bir âhizedir, ayaklar ise doğru veya yanlış yoldan anlamazlar. Bedenin ruh namına hareket etmesi, gayb âleminin şu şehâdet
âlemine hâkimiyetini temsil ediyor. Ayaklar diledikleri yöne gitmedikleri gibi,
şu dünya da kendi keyfince dönmüyor. Göz, kendi arzusuyla bakmadığı gibi, güneş
de ışığını kendi irâdesiyle vermiyor. Beden şu âlemdeki birçok olayın etkisinde
kalır. Ama ruhun bedene tesiri bunların hepsinin üstündedir. Aşırı soğuk da
sinir sistemi üzerinde olumsuz etki yapar; ama bu tesir, hiçbir zaman bir
ihânetin, bir zulmün, bir vefâsızlığın tesiriyle kıyaslanamaz. Bazı gıdalar da
tansiyonu yükseltici etkiye sahip; fakat bu yükseltme, üzüntünün, heyecanın
etkileri yanında küçük kalır.
Ruh ile beden arasındaki ilgi, bir bakıma, sesle anlam arasındaki
ilgiye benzer. Ses, mananın bedeni, mana ise sesin ruhudur. Bu ruh o bedenin ne sağındadır, ne solunda; ne içindedir, ne
dışında. Mana, hayatiyetini devam ettirmek için sese muhtaç değildir. O,
hâfızada sessizce durur, dimağda gürültüsüz meydana gelir, kalpte kelimesi
bulunur. Ancak, görünmek ve bilinmek istedimi, işte o zaman, sese görev düşer.
Ses, muhâtabın kulağına varınca ömrünü tamamlar. Mana ise ondan sonra da
varlığını sürdürür. Mana, sesten önce de vardı, sesle birlikte göründü, sesten
sonra da varlığını devam ettirmede.
Ruh, Allah’ın kanunu, beden O’nun mahlûku. Bu bedeni, o kanunla
tanzim ve idare ediyor. Allah’ın mahlûkata benzemekten münezzeh olduğundan
gaflet etmemek şartıyla, insan kendi ruhunda, birçok Rabbânî hakikatlere
işaretler bulabilir. Bu işaretleri hakikate tatbik ederken, çok dikkatli olmak
gerek. İşaretle asıl arasında bir benzerlik kurma gafletine düşülmemeli.
Haritadaki bir nokta, bir şehre işaret eder, ama o nokta ile şehir arasında bir
benzerlik kurmak cehâlettir. Bir yazı, kâtibini gösterir, onun sanatına delil
olur; fakat, kâtibi yazıya benzetmek veya yazının özelliklerinde yazarın
sıfatlarını aramak anlamsızlıktır. Meseleye bu şuurla nazar ettiğimizde,
ruhumuzda bazı hakikatlere işaretler bulabiliriz:
Ruh, beden ülkesinin yegâne sultanıdır. Ruh, bedenin hiçbir cüz’üne, hiçbir organına benzemez. Ruhun zâtı,
bedenin zâtına benzemediği gibi, sıfatları da bedenin sıfatlarına benzemez.
Ruhun bir meseleyi tefekkür etmesiyle, midenin bir lokmayı yoğurması arasında
benzerlik düşünülemez. Ruh, doğmaz, doğurmaz, bedende mekân tutmaz. Bunlar, hep
bedenin, maddenin özellikleridir.
Ruhu, mâhiyetiyle kavramak mümkün değildir. Bir bedende iki ruh
bulunsa, beden fesâda gider. Bedenin eliyle ne alınırsa alınsın, şükür daima
ruha yapılmalıdır. Ruhun bedendeki icraatı, güneşin gezegenlerini döndürmesi
gibi, dokunmaksızın, temassız yapılır. Bir hücreyi idare etmekle, bütün
hücreleri idare etmek arasında, ruh için bir fark düşünülemez; birincisi ona
daha hafif, ikincisi daha zor değildir.
Bir başka açıdan: Bedeni
kafese, ruhu ise kuşa benzetirler. Bu güzel teşbihten alacağımız çok ders var.
Bunlardan birkaçı: Beden ruh içindir, ruh beden için değil. Kafesin
boyanmasıyla kuş güzelleşmez. Beden sıhhati de ruhun olgunluğuna delil olamaz.
Kafesi büyütmekle kuşu geliştirmiş olamazsınız. Onun büyüme yolu daha başkadır.
Kuş, kafesten dışarıyı seyreder, ama gören kafes değildir. Kuşsuz kafesi kimse
evinde barındırmaz. En yakınımızı bile ölümünden sonra kaç gün misafir
ediyoruz? Kuş, kafesten önce de vardı, kafesten uçtuktan sonra da varlığını
devam ettirir. Şu koca kâinat sarayı, ruh için bir oda gibi. Beden ise kafes.
Ruh kafesten uçtuğu gibi, saraydan da çıkar gider, daha geniş âlemlere kavuşmak
üzere. Kafeste boğulmayan, odaya aldanmayan, kendini unutmayan ruhlara müjdeler
olsun! (8)
“Ruh, nasıl bir şey?” diye soranlara, doğru cevap: “Bilmiyorum!”
olmalı. Ya da, en doğrusu ve en güzeli olan, Kur’an üslûbunu ölçü alarak, “çok
az şey biliyoruz” denilmeli. Böyle demekle sorunun gerçek cevabı verilmiş
olmakla kalınmaz, insan kendini ve haddini de bilmiş olur. Mâhiyeti bilinmezler hakkında en ileri ilim, “bilmiyorum”
kelimesinde ifadesini bulur. Böyle demeyip de, onun hakkında birtakım
tahminlerde bulunulsa, “uzundur” veya “kısadır” denilse, “bedenin şurasında
veya burasındadır”, “şu veya bu renktedir” gibi lâflar edilse, kişi aldanmış ve
aldatmış olur. Çünkü ruh, beden cinsinden değil. Biri ev, diğeri misafir; biri
tezgâh, beriki usta.
Beden ve evren. Her ikisi de kesif ve maddî. Ruh ise latîf ve
nûranî. O halde ne beden, ne de şu
âlem bize ruhun mâhiyeti hakkında bir bilgi vermez. Onlara dayanarak
yapacağımız bütün tahminler, yanıltıcı olmaya mahkûm. Toprağa bakıp yer çekimi
hakkında tahminler yürütmek gibi bir şey. Ruh, zâtıyla bedene benzemediği gibi,
onun gördüğü işler ve yaptığı icraatlar da bedeninkiyle karşılaştırılamaz.
Penceremizin perdesini elimizle açıp kaparız; göz kapaklarımızı ise elsiz açar
kapatırız; ama nasıl? Konuşurken ses tellerimizi dokunmaksızın titreştiririz;
ama nasıl? Yere düşen kalemimizi elimizle tutup kaldırırız; kolumuzu ise bir
yerinden tutmaksızın kaldırırız; ama nasıl?
Bu soruların cevabı, ruhun tarif cümlesinde geçen “Rabbın emri”, kanun-ı emrî ifadesinde saklı.
Emir âlemine ait bir kanun. Tâbiri câizse, idare edenler âlemine “emir âlemi”,
idare edilenlere ise “halk âlemi” diyoruz. Toprak, halk âlemindendir, yer çekimi
ise emir âleminden. Güneşin cirmi halk âleminden, câzibesi ise emir âleminden.
Halk âlemi, en mükemmel şeklini insan bedeninde bulduğu gibi, o bedenin
idarecisi de en mükemmel bir kanun olacaktır; o ise ruhtan başkası değil.
Med-cezir olayında Ay, denize dokunmaksızın dalgaları kaldırır ve
indirir. Dünya da Ay’ı yine dokunmaksızın etrafında döndürür. Atom
çekirdeklerinin elektronlardaki tasarrufu da bunun bir başka örneği. İşte bu
sayısız örneklerin en mükemmeli, ruhun bedendeki icraatı ve tasarruflarıdır.
Ölüm kanunu ile bedenden göç eden ruh, aslî fonksiyonlarını çok
daha mükemmel olarak yerine getiriyor. Uyanıkken karşımızdaki apartmanın arka
tarafını göremediğimiz halde, rüyada kıtalar ötesini görebilmemiz bunun ilk
işareti değil mi?
Daha önce verdiğimiz örnekle ifade edersek, kafesle kuş, ayrı
birer varlık. Kafesi sökmekle kuşu parçalamış olamazsınız. Can kuşu denilen ruh
ile beden kafesi arasında da benzer bir ilgi mevcut. “Ceset ruh ile kaimdir.
Ruh onunla kaim değildir. Ruh, kendiliğinden kaim ve hâkim olduğundan, ceset
istediği gibi dağılıp toplansın, ruhun bağımsızlığına zarar vermez.” İnsanoğlu
“ben”, “ben” der durur. Yaptım, ettim, gittim, geldim gibi laflar eder. O “ben”
derken bilerek veya bilmeyerek ruhunu kasdetmektedir. Dolayısıyla ağzından
çıkanı kulağı işiten bir insan ruhu inkâr edemez.
Birisinin koştuğunu görsek, “acelesi var” deriz; “ayaklarının
acelesi var” demeyiz. Ağlayan birisinin kederli olduğundan söz ederiz;
gözlerinin üzüntülü olduğunu söylemeyiz. Öfkeli bir şekilde el kol hareketleri
yapan kimse için de, “kollarının âsâbı bozulmuş” demeyiz. Aynı şekilde, “şu
koku burnumun çok hoşuna gitti”, yahut “şu manzarayı gözüm çok sevdi” de
demeyiz. Heyecandan kalbin çarpmasını, korkudan ellerin titremesini, üzüntüden
rengin kaçmasını ifade ederken de bedeni değil; ruhu ön plana geçiririz. Bütün
bu tür konuşmalarımızda bedeni; mahkûm, irâdesiz, ilimsiz, sevgisiz,
korkusuz... olarak tanır, bütün bu ve benzeri fonksiyonların o bedende misafir
olan ruha ait olduğunu çok iyi bilir ve kelimelerimizi ona göre seçeriz. Ruha
inanmayanların, konuşma düzenlerini de bu inançsızlık istikametinde
ayarlamaları gerekir. Böyle yaptıklarında saçmalamış olacaklarını çok iyi bilir
ve bu yola girmezler. Ama bu hal, ruhu inkâr etmek kadar gülünç olmaz.
Ruh, zâtında hayat ve şuur sahibi; girdiği cismi de hayata
kavuşturan özelliktir. Cahil bedene şuurlu işler yaptırır. Yol, iz tanımayan
ayakları diyar diyar gezdirir. Akılsız beyin hücrelerinden bilgi fışkırtır. Bir
şey bilmeyen dudaklardan ilim ve hikmet akıtır. Gerçeği böylece tespit eden
ruhlar, varlık âlemini çepeçevre kuşatan ve akıllara durgunluk veren rahmet,
kudret ve hikmet tecellîlerini ibretle seyrederler. Bunu başaramayanlar ise,
bedende kaybolur, tabiatta boğulur ve mahvolurlar. Bir cenazenin kabre konulmasından
sonra, böcekler bedene ilişinceye kadar, hısım akraba da tâziyelerini hemen
hemen bitirmiş oluyorlar. Daha sonra, mirasçılar mal bölüşme görüşmelerine,
böcekler de bedeni parçalamaya koyuluyorlar. Her iki faâliyet de bir bakıma,
birlikte yürütülüyor. Beden tüketiliyor, servet dağıtılıyor. Bu hali hayretle
seyreden ruh, birçok yaptıklarına şimdi pişman olarak elini dizine vurmak
istiyor, ama ortada artık ne el kalmıştır, ne de diz! (9)
Ruh ile beden arasındaki ilişki, elektrikle mükemmel bir fabrika
arasındaki ilişkiye benzer. Ruh-beden ilişkisinin konumunu düşündüğümüzde,
ruhun bedene dahil olmadığı gibi, hariç de olmadığını görürüz. Bir şeye dahil ve
hariç olma, cisim ve maddenin özelliğidir. Ruh ise, maddenin sıfat ve
özelliklerinden soyulmuş bir varlıktır. Dahil ve hariç meselesini bir örnekle
açıklayabiliriz: Bilindiği gibi, elektrik, ışığa dönüştüğü avizeye dahil
olmadığı gibi hariç de değildir. Çünkü, elektriğin ışığı onda ortaya
çıkmaktadır. Dahil de değildir. Çünkü kırıldığında, onun parçalarında elktrik
bulunmaz. Buna başka bir örnek: Bir fabrikadaki bütün çarkları çalıştıran
elektriktir. Elektrik kesilince, faaliyetin duracağı muhakkaktır. Elektrik, o
fabrikaya vücut veren maddelere dahil değildir. Zira, aynı fabrikanın
çarklarında elektrik yoktur. Ancak, fabrikayı çalıştıran o olduğundan, elektrik
o âlet ve çarkların dışında da değildir. Çünkü, fabrikaya hareket veren odur.
Ruh, aynen elektrik gibi, bazen gördüren, bazen işittiren, bazen
kimyasal ve bazen fizik bir enerjidir. Elektrik de ruh gibi bazen ısı, bazen ışık ve bazen hareket
enerjisidir. Hayat, ruhun canlılardaki tesiridir.
Ruhun madde ve bedenle ilişkisi, kanunidir. Yani, çoğa-aza,
büyüğe-küçüğe bir bakar, farklı bakmaz. Meselâ, yerçekimi, en küçük bir çakıl taşını nasıl çekiyorsa, en
büyük dağı da öyle etkilemektedir. Çünkü yerçekimi bir kanundur. Ruh bir piyanisttir; beyin ise bir
piyanodur. Vücut ruhun
emirlerine, piyanonun piyanistin komutlarına uyması gibi kolaylıkla uyar ve
itiraz etmez.
Davranışlarımızın ortaya çıkması açısından ruh ile biyolojik yapı
arasındaki ilişkiler şöyle anlaşılmalıdır: Biyolojik yapının enerjisi ruhtur,
onu çalıştırır ve kullanır. Ancak davranışlarımızın kaynaklarının tam karşılığı
biyolojik yapı değildir. Bu, aynen şuna benzer: Bir sürücünün davranışını
etkileyen otomobilinin bazı özellikleri vardır. Hızı, yakıtı ve konfor gibi
özellikleri. Ancak, sürücünün her hareketini bu otomobil düzenlemez. Bazen
otomobilsiz de sürücü hareket eder. Bu örnekteki sürücü ruhtur. Misal olarak;
rüyada ruh, beden verilerinden etkilenir. Ancak, yalnız da hareket edebilir.
Bedenin karşılamadığı, görmediği insanlarla konuşur. Maddî bedenin kullandığı
zamanı pek kullanmaz. Hareketlerinde yer ve zaman darlığı ve zahmeti yoktur.
Yeme, içme ve istirahat gibi ihtiyaçları yoktur.
Ancak onu rahatlatan, Allah'a kulluk ve itaat, nizam ve intizam,
sâlih amel, insanlık yararına yapılan şeyler, fedâkârlık ve sükûn gibi moral
değerlerdir. Bunu hissetmemiz zor değildir. İhtiyacı olan bir insana,
karşılıksız bir yardım elini uzatın. Kötü olarak bilinen bir alışkanlığı
yapmayın. Ne hissedeceksiniz? Sebebini anlayamadığınız bir mutluluk. Acaba, çok
zor durumda kaldığınız zaman, yalan söylemediğinizde organik yapınız ve
maddeniz için ne yapmış oldunuz? Bir mazluma infak olarak yardım elinizi
uzatın. Bedeniniz ne kazandı? Allah yolunda kurşuna hedef oldunuz. Maddeniz ne
kazandı? Aldığınız haz neye aittir?
Bugüne kadar insan davranışını açıklayan sayısız model vardır.
Öğrenme, davranışçı, sosyal, mekanik, biyolojik ve mistik. Bunların hepsi de
eksiktir. Her model, insanın bir kuvvetini alıp diğer sıfatlarını inkâr eden
modeldir. Modern psikiyatrinin “biyopsikososyal” kavramıyla bütünleştirip
topladığı model kavramsal olarak, mükemmeldir. Ancak, vahyi reddeden anlayışların
tümünde neyin biyolojik, neyin psikolojik ve neyin sosyal faktör olduğu belli
değildir. Herhangi bir tek modelle insan davranışlarını anlamak mümkün
görünmemektedir. Bu olay, körlerin bir fili tanımlamalarına benzer. Filin
hortumunu tutan biri filin bir borudan ibaret olduğunu, kuyruğunu tutan biri
filin uzun kıllardan ibaret olduğunu ve Freud gibi filin cinsel organanından
tutan biri de filin sadece cinsel organdan ibaret olduğunu ve filin diğer
yapılarının bu organa hizmet ettiğini iddia etmesi gibi bir şeydir.
Ruha Ait Kuvvetler
Ruhun temel özelliği olarak üç ayrı görünüşten bahsedilir. Bunlar
da, hareket, hayat ve idraktir. Bunların tümü, evrendeki yaratıklar içinde
detaylı olarak insanda vardır. Bitkilerde,
kendilerine gerekli olan gıdayı almak, büyümek ve tohum saçarak üreme özelliği
olarak en basit şekilde ruhun eseri/kuvveti görülür. Hayvanlarda bunlara ek
olarak canlı özelliğinin biraz daha gelişmişi olan serbestçe hareket edip bir
yere bağlı kalmama, neslini devam ettirmek için cinsî zevk alma ve kısmî ve
basit şekilde de olsa şuur. Bu özelliklerin en gelişmiş şekliyle insan ruhunda
teşekkül ettiğini görüyoruz. İrâde, şuur, akıl yürütme, faydasını zararını
idrak edebilme, Yaratanı ve sayısız nimetler vericisini tanıyıp şükredebilme,
Allah'a irâdesiyle ibâdet edebilme/kulluk özellikleri... Acı duyma, tad alma,
hoşlanma, nefret etme gibi duyusal
kuvvetler; idrak, düşünce, tasarı ve tasavvurlar gibi zihinsel ve aklî kuvvetler; istek ve irâde
gibi harekete geçirici
kuvvetler olmak üzere ruhun
üç ana kuvvenin kaynağı olduğu bilinmektedir. İnsan ruhu denilirken, bağlı
bulunduğu bedeni ve kendi
kendini hareket ettirebilme,
canlılık ve idrâk gibi
özelliklerin üçü birden gözönünde bulundurulmalıdır. Ruha ait bu temel
görünümlerden farklı olarak ruhun bazı kuvvetlerinden bahsedilir.
Devamlı değişimlere, dağılmaya, hastalıklara ve felâketlere mâruz,
birçok ihtiyacı olan ruhun yaşayabilmesi için bedeni ve ruhu yaratan Yaratıcı,
bedene bazı kural ve kuvvetler koymuştur. Bu kuvvetler “ben”e (“ego”ya) bağlı
kuvvetlerdir. Yani, ben’in üç önemli sıfatı ve kuvveti vardır. Ben, sosyal,
kültürel ve mistik çevreyle ve başka yapılarla olan ilişkilerini bu kuvvetlerle
sürdürür. Ayrıca biyolojik yapı ile ben’in ilişkisi ve etkileşimi bu kuvvetler
yoluyla olur.
Birinci Kuvvet: İnsanı maddî ve manevî menfaati
elde etmeye yönelten kuvvettir. Kâinatta öyle bir düzen ve Yaratıcının öyle
bir ikramı var ki; her canlı, yaşamının devamını sağlamak zorunluğunu duymakla, Allah’ın ruha bahşettiği bu özellik
sayesinde, kendine olan görevinde büyük bir lezzet alır. Öyle ki bir varlığın
kendine hizmetinin mükâfatı, hizmetin içine konulmuştur. Yaptığı fonksiyon ve icraatın
kendisi âdeta ücret ve hazdır. İşte bu sır nedeniyle, canlılar, hatta cansız
nesnelerin dahi, tâbi oldukları kanunlara uymaları, o kuralı tatbik etmeleri,
ileri ve gelişmiş bir şevk ve bir çeşit lezzettir. Arıdan, sinekten, tavuktan
tutun da güneş ve aya kadar her şey, ileri bir lezzetle vazifelerine çalışıyor.
Demek ki hizmetlerinde bir haz var ki, akılları olmadığından, sonuç ve
neticeleri düşünmeden, mükemmel bir şekilde görevlerini yerine getiriyorlar.
Görevin haz verdiğine bir delil de; horoz veya yavrulu tavuk gibi
hayvanların vazifelerinde gösterdikleri fedâkârane tutumlarıdır. Horoz aç
olduğu halde, tavukları kendine tercih edip bulduğu rızka onları çağırır,
kendisi yemez, onlara yedirir. Bir haz ve gururla o vazifeyi görür. Demek ki o
hizmette, yemekten daha fazla bir lezzet bulmaktadır. Küçük yavrularına
çobanlık eden tavuk da, yavrularının hatırı için ruhunu feda etmeye hazırdır;
yavrularına zarar vereceğini zannettiği kendinden çok güçlü olanlara bile
saldırır. Kendini aç bırakıp yavrularını doyurur. Demek ki bu hizmetten öyle
bir lezzet almaktadır ki, açlık acısına ve ölmek elemine bu hazzı tercih
etmektedir.
Anne hayvanlar, yavrularını küçükken, vazifeleri bulunduğundan
lezzetle himayeye çalışır. Büyüdükten sonra görev kalkar, lezzet de gider.
Yavrularını bazen dövdükleri, elinden yiyeceği aldıkları görülür. Ancak,
insanoğlunun annelerinin görevleri bir derece devam eder. Çünkü; insanlarda,
zaaf ve acziyet itibariyle, daima bir çeşit çocukluk vardır. İnsan, her
yaşında, her zaman şefkate muhtaçtır. İşte tüm hayvanların annelerine
baktığımızda, onların kendi hesabına ve kendi menfaatlerinden dolayı o vazifeyi
yapmadıklarını görürüz. Görevleri; onları o vazife ile görevlendiren ve o
hizmetlerde rahmetiyle bir lezzet koyan, nimetleri ikram eden Razzak, Rab ve
Rahman olan Yaratıcıları namına, nesillerini devam ve koruma için yapıyorlar.
Bu görevleri yaparken tarif olunmaz bir haz alıyorlar.
Hizmetin kendisinde ücret bulunduğuna bir delil de şudur ki;
bitkiler ve ağaçların dağıttıkları kokular, müşterileri olan hayvan ve
insanların arzularını kamçılayacak ziynetlerle süslenmeleri ve sümbülleri,
meyveleri çürüyünceye kadar kendilerini fedâ eder pozisyonlar takınmaları,
onların kendilerine verilen görevden lezzet aldıklarını gösterir. Çünkü
akıllları yok ki, neticeleri düşünsünler. Meselâ, hindistan cevizi ve incir
gibi meyveler, süt gibi bir gıdayı alır, meyvelerine yedirir. Ağacın kendisi
çamur yer. Demek ki bundan büyük bir lezzet alır.
Kâinattaki her nesnede görülen bu kanunun sırrındandır ki, işsiz,
tembel, istirahatte yaşayan ve rahat döşeğinde uzananlar, genellikle
çalışanlardan daha çok zahmet ve sıkıntı çekerler. Çünkü daima işsizler
hayatından şikâyet eder, eğlence ile ömürlerinin çabuk geçmesini isterler.
Sonra da dikkatleri kendi bedenlerine döner, kendini koruma dürtüsüyle değişik
ruhsal bozukluklara yol açılır. Sonuçta o rahat ve istirahat döşeğinde yatamaz
ve o kanuna mecburen uyma yoluna şifa arama davranışıyla girer. Sonuç değişmez,
onlar da kâinatın diğer fertlerinin devamlı uydukları kurallara uyacaklardır.
Bu sebepledir ki; psikiyatride meşguliyet,
çok önemli bir tedavi şeklidir. Gayret eden ve çalışan ise, genelde halinden
memnundur. Ömrünün geçmesini
istemez. Bundan dolayı da “İnsanın rahatı zahmette; zahmeti rahattadır”
ifadesi, bu gerçeği vurgulayan önemli bir sözdür. Tabii, zahmetler, gayret ve
çalışmalar ne kadar meşrû ve Allah için, O’nun razâsı doğrultusunda olursa;
ruhun tatmini, haz ve lezzeti o derece büyük olur.
Evet, kâinatta hayat sahiplerinin ödev ve fonksiyonlarını
yapmaları, onlara verilen değişik vazifeleri sonunda alacakları lezzet ve
ihtiyaç çeşitleriyle yazılan pusulaya bağlıdır. O pusula ile Yaratan, bir nevi
emirleri hükmünde olan kanunlarla ilgili program ve hizmet listesini onlara
vermiştir. Dikkat edilecek olursa, Yaratan, kendi ilim kitabından, meselâ
arının vazifesine ait miktarını bu emir pusulasında yazmış ve arının beynindeki
hâfızaya koymuş, yani arıya vahyetmiştir. (Bkz. 16/Nahl, 68). Arının
belleğindeki bilgilerin anahtarı, arıya has bir lezzettir. Belki de arının
yönlenişi tamamen zevke meyletme ve uyarılma derecesiyle ilgili olabilir.
Hayvanlardaki bu vaziyeti “içgüdü” şeklinde bir kavram uydurarak çözdüğümüzü
sanmamız, düşünme ve araştırma yapmaya kapıları kapamak olduğu gibi,
kolaycılığa kaçmaktır da. Neden acaba arı durup dururken içgüdüsünü
çalıştırıyor; Uygun çiçeklere yöneliyor, çok uzaklaşsa da kovanını
bulabiliyor?! Bazen de bu içgüdü sayesinde arı kendini fedâ eder. Acaba tavuğa
yavruları için köpeğe atlayıp onun pençeleri altında hayatını kaybettiren
içgüdü, vazifesinin icrâsındaki haz ve lezzet dışında, neyle ifade edilebilir?
Bu içgüdü denen bilgi fihristleri ve reçetelerini kim, neden koymuştur? Her
bilgiyi bir hayvan neden takip eder, ona uyar? Ayrıca bu hayvanlar bu
görevlerini icrâ ederlerken, evrendeki düzene katkıları olan ödevlerini nasıl
düşünebiliyorlar? Tüm bunlar, haz ve lezzetin kâinatta çok esaslı bir gerçek
olduğunu gösteriyor. İnsan davranışlarının da bu gerçeğin dışında kalmayacağı
açıktır. Haz ve lezzet, evrende canlı ve cansızların davranış ve
hareketlerinden sorumlu olduğunu, haz ve lezzetin sadece cinsel nitelikli
olmadığını görüyoruz. Cansızlarda bile neticesi bilinmeden yapılan baş
döndürücü hareketin temelinde Yaratıcının eşyaya koyduğu kurallara uymanın
verdiği lezzetten bahsetmek gerekir.
Eşyanın kendi mâhiyetindeki ilâhî emirler olan kanunlara şevk ve
lezzetle uyduğunu müşâhede ediyoruz. Atomdaki esrarengiz, çok karmaşık, insanı
çıldırtan faâliyet ve yıldızlardaki mistik danslar, hep bu lezzetin
ipuçlarıdır. Aksi halde, akılsız güneş bu kadar vazifesini nasıl düşünsün, inek
insanı düşünerek nasıl süt versin? Hepsi bebek gibi olan insanoğlunun ihtiyaçlarına
niçin titresinler? Bütün bunlar, Yaratıcı’nın eşyaya koyduğu kanun ve emirler
sâyesinde olmakta ve arzın efendisinin, yeryüzünün halifesinin insan olduğunu,
diğer yaratıkların ona hizmet ettiğini göstermektedir. İnsanın da âfaktaki ve
enfüsdeki tüm hârika düzeni görmesi ve Yaratanına şükretmesi gerekmektedir.
İnsanın, davranışları sayısınca haz ve lezzet çeşidinden bahsetmek
mümkündür. Ruhu koruyan diğer iki kuvvette de olduğu gibi, bu kuvvetin üç
mertebesi vardır: Aşırı oluşu, vasat/orta oluşu ve yetersiz oluşu. Bu
kuvvetlerin her çeşidinde bu dereceler sözkonusudur. Aşırısı ve yetersiz oluşu
patolojik, orta derecesi sağlıklı olanıdır. Her davranışını zevk ve haz almaya
göre şekillendiren insan, bu kuvveti fazla kullanmaktadır, böylece aşırılığın
getirdiği anormallik ve problemlere yuvarlanmaktadır. Meselâ, yeme zevkinin aşırısı, birçok yönden zararlıdır. Beden
ağırlaşarak hareket kabiliyeti azalır. İnsanı, bedenî hastalıklara açık hale
getirir. Yenmeyecek şeylere iştah şeklinde artış olursa, örneğin, bağımlılık
yapan maddeleri hele aşırı şekilde tüketirse hem organik ve hem de ruhsal
sağlığı bozulacaktır. Yeme, içme ve diğer zevklerin yetersizliği ise organik
sağlığın ve bunun sonucunda da ruhsal sağlığın bozulması demektir. Sağlıklı
olan, mubah ve doğru olan ise, orta derecedir. Gereksinimler vücut için zararlı
olmayacak ve yeterli derecede, toplum ve insan haysiyetini ortadan
kaldırmayacak kadar mûtedil tarzda karşılanmalıdır. Aslında insan davranışlarında
hazzın nedeni, ihtiyacın giderilmesidir. İnsanoğlunun davranışlarını,
ihtiyaçlarının türü belirler. İhtiyacın hissedilmemesi sosyal ve doğal çevre
ile alışverişin sonlanması ve ilişkinin bitmesi ve dolayısıyla uyumun sona
ermesi demektir.
İkinci Kuvvet: Ruhu koruyan insan
davranışlarının ikinci kaynağı, öfke kuvvetidir. İnsanın bedensel ve ruhsal
bütünlüğüne karşı yönelen tehditleri ortadan kaldırmaya yönelik bir kuvvettir. Öfke, genel olarak negatif yönleriyle
anılan bir davranıştır. Ama gerçekte böyle değildir. Öfke, saldırganlık ve
şiddet kuvvetinin hiç bulunmaması ve yetersizliği, uyumu bozar, patolojiktir. Öfkenin yetersizliği durumunda,
çaresizlik ortaya çıkar. Bunun
sonucunda fobi denen, korkulmaması gereken korkma hastalıkları görülür.
Hastalık hastalığında da esas bozukluk, agresif/öfkeye dayalı kuvvet
yetersizliğidir. Kişi, bu hastalıkta, mantıksız şekilde hasta olmaktan korkar.
Normali ise, sağlığına dikkat etmek, temiz olmaktır. Aşırı derecede artmış saldırganlık
kuvveti de bozukluktur, dengesizliktir.
Üçüncü Kuvvet: Ruhu koruyan bir
diğer özellik de “akıl”dır.
Akıl; maddî olan ile maddî olmayanı idrak eden, anlayan bir kuvvettir. Akıl;
tasavvurları, düşünceleri ve arzuları seçip mantık kurallarına göre eşya ve
olaylar arasındaki müşterek noktaları bulup tahlil ve tesbit ederek bir sonuca
varır. Böylece mevhumlarla dıştaki varlıklar arasında mutabakat temin eder.
Kıyas ve karşılaştırma yoluyla, bildikleri yardımıyla bilmediklerini öğrenir.
Hem basitten komplekse, hem kopleksten basite doğru düşünüp neticeler çıkarır.
Aklın algılayıcı fonksiyonları beş dış ve beş iç olmak üzere
ayrılırsa, anlaşılması kolaylaşabilir. Ayrıca beyin, vücudun otonomik
fonksiyonlarının icrâsını ve hareketi de gerçekleştirir. Akıl kuvvetinin
kaynağı ruh (Kur’an, buna “kalp” der) ve beyindir. Şöyle ifade etmek daha
doğrudur: Ruh, aklî eylemlerini beyin yoluyla gerçekleştirir. Beş dış kuvvet;
görme, işitme, dokunma, tatma ve koku gibi dış duyulardır. Bu algılar yoluyla
beyne çevreden bilgiler taşınır. Fakat dış algılar, bir aynanın önüne geleni
gördüğü gibi görür ve algılar. Aynadaki görüntüyü etkileyen birçok sebep
vardır. Aynanın cinsi, rengi, büyüklüğü ve ışık durumu gibi. Ayna, önündeki her
şeyi alıp değerlendirdiği ve birçok dış ve iç nedenin, gerçeği değiştirdiği
gibi, beyne ulaşan bilgiyi birçok durum değiştirir. Beş duyudan herhangi
birinin tıbbî hastalığı, algılamayı engeller. Ruhsal hastalıklarda da algılanma
engellenmese bile bozulur ve değişir; illüzyon ve hallüsinasyonlar şeklinde,
olmayan nesnelerin algılanması gibi anormallikler ortaya çıkabilir. (10)
Ben Kavramı
“Ben” (ego), ruhun bir sıfatıdır. Kendine has bir varlığı yoktur. Nasıl ki, sıfat ve isimlerin, vasıflandırdıkları ve
isimlendirdikleri varlık ve şahıslardan ayrı vücutları yoktur. Aynen bunun
gibi, ruhtan ayrı ben’in vücudu da yoktur. Yine, vicdanın (süperego) da ruhtan ayrı
bir vücudu yoktur. Ruhun sıfatı veya bazı özellikleri bu isimler altında
toplanmıştır.
Ben, insanın farklı yapılarını birbirine bağlayıp tek bir mâhiyet
içinde toplayan bir bağdır. Böyle olmasaydı; insan kendinden bahsederken;
hücre, doku ve organlarına sahibiyet duyamayacaktı. Ancak, burada derin bir
aldatmaca vardır. Bir şeye sahip olmak için, onu yapmasını bilecek ilim,
yapmayı tercih edecek irâde, yapımına lâzım olacak maddeye de yine bu
yönleriyle sahip olma ve bu maddeleri bir araya getirme güç ve kudreti
kendisinde bulunmalıdır. Söz gelimi, 50 yaşındaki bir insanın, 50 sene önce var
olmayan ben’i, nasıl oluyor da, birçok ihtimaller içinde; kendi ruhuna uygun
(tabii ki, ruhun varlığı ve onun yaratılması için de aynı şeyler geçerli) bir
vücut, doku, organ, cinsiyet ve niceliğe sahip olduğunu düşündüğümüz varlığı
yapmaya karar vermiş, sınırsız ihtimaller içinde, şu andaki en uygun bedeni
seçmiş olsun, bunu yapmasını bilebilsin, yapısı için gerekli maddeye sahip
olsun ve yapma kudretinde olsun ve yapsın ki, kendisinin sahibi olsun? Bunlar
“benim” desin!
Sahip olması için bunlar da yetmiyor. Vücudunda, her cihaz tüm
evrenle ilgilidir. Gözünün güneşle ve onun ışınlarıyla, dolayısıyla ozon
tabakasının yapısıyla, diğer cihazlarının da her şeyle ilgisi vardır. Vücudunun
kendi dışındaki en küçük bir olumsuzlukta dahi varlığını devam
ettiremeyeceğinden, çevreye de hâkim olması gerekiyor. Olabilir mi? Varlık
sahnesinde meselâ 50 sene önce hiç olmayan biri, bunlara nasıl sahip olabilir?
Demek ki, egonun bu sahipliği, bir çeşit ön kabuldür; gerçekle alâkası yoktur.
Bir çeşit sahip olmaya bir niyet ya da bir çeşit hayalî bir sahip olmaktır.
Ben’in bu hayalî sahipliği, başkasının “verme” fiiline bağlı olduğundan, bir
çeşit hürriyettir. Hürriyet başkasına bağlı ve başkası tarafından verilen bir
sıfattır.
Ego, ruhun kendine bir vücut ve kıymet verme sıfatıdır. Ego, bir
ölçü âleti gibi kendi sınırlarını çizerek varlığının farkında olur. Çünkü
sınırları çizilemeyen bir şeyin özellikleri tam anlaşılamaz. Ego, kendi
dışındaki varlıkları anlayacak çok özel bir ölçü âletidir. Yani ego, kendinde
olmayanı farazî kendinde olma durumuyla ölçer. Diğer ölçü âletleri, var olan
bir maddeyi ölçmek için, ego ise kendinde olmayanı ölçmek için vardır. Böylece
gereksinimlerinin farkında olur. İhtiyaçlara gücünün yetmediğini de, ölçtüğünün
kendinde olmadığını anlarsa, bir teşekkür âletidir. Bir şeyi ölçme özellikle
var-yok şeklinde ise, egonun tercih fonksiyonu vardır.
Ego; kâinatın her tarafında kendini gösteren kanunları, eşya ve
evrenin anlamını açan bir anahtardır. Ancak, egonun kendi anlam ve özellikleri
de çok gizli olan birer tılsımlardır. O, egonun gerçek anlamının bilinmesiyle,
o garip muammâ, o enteresan tılsım açılır ve evrenin tılsımını ve evrenin niçin
var edildiğini kavratan hikmetli Yaratıcı, insana emanet olarak, Rab’lığının
sıfatlarını ve işlerinin anlamlarını gösterecek, ayrıca diğer insanlarla
ilişkilerinin devamı için tanıttıracak, işaret ve örnekleri içine alan bir
benlik vermiştir. Böylece benlik, karşılaştırmalarla ölçen bir ölçü âleti gibi,
ölçeği, anlayacağı ve varlığının amacı olan; kendini yoktan var edenin
yaratıcılığını ve O’nun işlerini bilir. Egonun yapısı; sınırsız bir ilmi,
varlığı, sınırsız bir kuvvet ve irâdeyi anlamaya uygundur. “Ben” dünyayı yutsa
doymaz bir sahiplik duygusuna sahiptir. Varlığı sonradandır. Öyleyse kendi
dışında biri tarafından yaratılmıştır. Yaratanın yarattığı eşyada bir maksadı
vardır. O yüzden, egonun sıfatı olan ruhun yaratılmaktan amacı, Cenâb-ı Hakk’ın
hakkıyla bilinmesidir.
Mükemmel bir sanat eseri olan insana yaratıcının, egoyu vermesinin
anlamı şu olmalıdır: Tüm tercihlerini eksiksiz ve sınırsız hikmete uygun yapan
yaratıcı, bu yaratma sıfat, ilim, irâde ve kudretini ve işlerini bilecek bir cihaz
olarak, insanın ruhuna benlik diye bir sıfat verdi. Zira sanatkârlık sıfatının
en önemli gereği, sanatın sergilenip gösterilmesidir. Yaratıcının tüm bu
sınırsız ilim, irâde ve kudretini göstereceği ve bunu tartıp anlayabilecek bir
varlık yaratması, yaratma sıfatının gereğidir. İnsan ve kâinat çok ince ve her
basit noktada sınırsız bir faydaya cevap verecek şekilde yaratıldığına göre,
bunların yaratılmasındaki maksat, Yaratıcının kendisini onlara bildirmektir.
Bu sınırsızlığın anlaşılmasının gereği de, ona en azından hayalî
bir sınırlama getirmektir. Çünkü, sınırsız ilim, irâde ve kudreti, ego
anlayamaz. İşte bu hayalî sınırlamayı yapıp kendisini yaratanın ilim, irâde ve
kudretini anlayan egodur. Yoksa insan bir robottan farksız olacaktı. “Ben”
diyemeyecekti. Ben dese de sahiplik hissetmeyecekti. Öncelikle de, kendilik
sınırları olmadan ilim yapamayacaktı. Müşâhede edeceği, inceleyeceği objeleri
kendi varlık sınırlarından ayıramayacaktı. Kendine bir sınır çizemediğinden,
diğer insanlara da bir sınır çizemeyecek, toplumsal iş bölümü, paylaşma ve
sınır tanıma diye bir şey olmayacak, dolayısıyla sosyal hayat olmayacaktı.
Egonun varlığı, kendinden değildir; çünkü bu bir sıfattır; insan ve kâinatın
varlığı kendinden olmadığı gibi.
Öyleyse, kendinin sahip olduğunu sandığı ilim, vücut, irâde ve
yapma fiili de gerçekte kendine ait değildir. Bu, geçici bir kabul sıfatıdır.
Ego, aslında hiçbir şeye gerçek anlamıyla sahip değildir. Ben dediği vücudundan
başlayalım. Acaba, ben dediği vücudunun hangi hücre zarını, çekirdeğini vb. o
düşünüp karar verip yapmıştır? Her maddî varlığın yapıtaşı olan atomu, o mu
kurmuştur? O zaman insan neye sahiptir? Demek ki ben’in de iddiası hayalîdir,
ancak çok yararlı bir hayal, çok faydalı bir tasavvurdur.
Gerçeği değerlendirme yetisinin en kapsamlı tanımı da budur. Yani,
ben sahibim derken de sahip olamadığımızı bilmek, sınırlarımızı doğru çizmek.
Eğer böyle anlamazsak, hayalde düşündüğümüze sahip olduğumuzu zannedersek (hiç
sahip olsak verir miydik kendimizi basit toprağa), ilimde olanla kudrette olanı
karıştırırsak benlik sınırlarımız kaybolmuş demektir. Bu da, tam olarak ruhun
dengesinin bozulup hastalanması demektir. Biz, insan olarak hepimiz sahip
olmadığımız halde, sahip olduğumuza inanan mecnunlarız. Tüm varlıklara
kendimize göre hatlar çiziyor, bizim olmayanı esas sahibinin râzı olmayacağı
şekilde değerlendiriyor, kullanıyoruz.
Egonun Özellikleri:
1- Ego, kâinat ve insanda görülen sıfat, isim ve fiilleri tartan
ve ölçen bir ölçüm cihazıdır. Egonun en önemli
özelliği budur. Bir örnekle bu özelliği özetleyelim: Sınırsız ve her şeyi
kuşatan bir güzelliği, seyredenlerin kavrayabilmeleri için, ya o güzelliğin
zıddı ile mukayese edecek (ki, bu gerçekte bir sınırlamadır; demek, o
güzelliğin dışında kalanlar var), ya da kendisinde o güzellikten bir numune
olacak ki; şöyledesin: “benim güzelliğim buraya kadar, bundan sonraki onundur.”
İşte ego, her ikisini de yapar. Önce kendisinde bir sahiplik farz eder. Onunla
kendi dışındakileri karşılaştırarak kendi sınırını anlar. Diğer taraftan kendi
kusurlarını görerek, kendi dışındakilerin isim, sıfat ve kudretini anlar. Kendi
sınırlılığını, noksanlığını fark ederek hem kendi türündeki insanları, hem
diğer varlıkları ve hem de sınırsız olan Yaratıcıyı kavrar. Bu nedenle Allah’ı
bilmenin esas şartı, kendini bilmektir.
Kendini bilemeyecek kadar benlik sınırları belirsiz bir kişi,
Allah’ı bilemediği gibi, eski Yunan filozofları gibi, benliği şişen bir insan
da, diğer insanlarla, canlılarla ve tüm evren içinde ne varsa onlarla herhangi
bir uyum geliştiremez. Kendini onların sahibi sanır. Biraz daha ileri giderek,
ilâh/tanrı yerine koyar tüm âcizliğiyle birlikte kendini.“Kendi hevâsını
(kötü duygularını) ilâh/tanrı edinen ve Allah’ın bir bilgiye göre saptırdığı,
kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün
mü? Şimdi onu Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ ibret
almayacak mısınız?” (45/Câsiye,
23)
Benliğin bu yapısı nedeniyle, sınırsız ve mutlak olan bir varlığı
anlamak için var olduğu anlaşılır. İlk çağlardan beri, insanoğlunun bir şeye
muhakkak inanması ve bu inanma gereksiniminin kaynağı işte buradadır. Kâinatta,
nesnelerin algılanma şartlarından biri, zıddının olmasıdır. Ya da zıt
sıfatların birbirine müdahalesidir. Nisbiyet (rölavitive) Einstein tarafından fark
edilen en önemli fizik kuralıdır. Gerçekten eşyanın kendini fark ettirmesinin
en önemli şartı nisbiyettir. Ego, bu yönüyle ruhun bir nisbiyet cihazı gibidir.
Nisbîliğin tersi mutlaklıktır ve sınırsızlıktır. Öyleyse egonun esas var oluş
nedeni mutlak olan Allah’ı bilmektir.
İnsanoğlunun müşâhedeleri göstermiştir ki, kâinatta her şeyin
zıddı vardır; nisbîliğin de zıddı vardır, o da mutlaktır. Mutlak olan, madde
olamaz; öyleyse mutlak ve sınırsız varlık Allah’tır. Nisbiyet, eşyalar
arasındaki bağlardır. Yani, iki eşya arasındaki nisbîlik, bir nesnenin diğerine
karşı kendi kuralının dışına çıkmasıdır. Ona karşı durum almasıdır. Bu nedenle,
evrendeki kurallar kadar da nisbiyet kuralları sözkonusudur. Bu nisbiyet
kuralılıyla ego, insanları anlar, onların varlığını fark eder, diğer insanlarla
ilişkilerini sağlar. Böylece insanlar arası sosyal bir sistem oluşur. Ego, aynı
zamanda gerçeği değerlendirme ve ölçme cihazıdır.
2- Ego, kendini dünyada ebedî/sonsuz zanneder. Başkalarının başına gelen birçok ölüm olayının kendi başına
gelebileceğini kendiliğinden düşünemez. Bunun sebebi, dikkatsizken ve ortalık
sisliyken kendi sınırlarını aşırı genişletmesidir. Ancak, ruhun koruyucu
kuvveti olan akıl, dikkatli bir incelemeyle bunun kavrar. Bu duruma ego itiraz
edemez.
İnsan hayatına dikkat edildiğinde şöyle bir gerçekle karşılaşılır:
Âdeta insan 60-70 yaşlarında hükmü infaz edilecek olan, müebbet hapisteki bir
idam mahkûmu gibidir. Bu idam ve ölüm kanununun dışına hiç kimse çıkamadı,
çıkamaz. Bilimsel gelişmelerle -olması kesinlikle mümkün değildir ya- farz-ı
muhal dünyada ölümsüzlüğün yolu bulunsa, o zaman da dünyanın zenginlikleri o
nüfusa karşılık vermeyecek ve bazıları azla tatmin olmayacaktır. O yüzden,
insanlar arasında çıkacak büyük savaşlarla yine hüküm aynı olacaktır. İnsan,
akıl ve mantığıyla konuya dikkat ettiğinde, bu gerçeği kavrar. Ancak egonun
rengiyle konuya bakıldığında, ego kendini ebedî sanır. Sonuçta bir çelişki
doğar. Buna temel çatışma denir. Bu temel çatışma, birkaç yoldan çözülebilir,
ya da kişinin inanç durumuna göre hiç çözülemez. Sonuçta, çözülemeyen bu
çatışma, insanlarda temel bir mutsuzluğun nedenidir. Çatışmanın birinci ve en
sağlam çözüm şekli, biyolojik ölümün gerçekte bir ölüm olmadığını kabul edip
âhirete yakînî bir şekilde iman etmektir. İslâm, bu temel çatışmayı âhiret
inancıyla tamamen çözmüştür.
Egonun kendini ebedî/sonsuz sanmasıyla, akıl kuvvetinin aksini
(ölümü) kavraması sonucu doğan temel çatışmanın ikinci çözümü, akıl kuvvetini
yok sayma yoludur. Bu ise, zevk ve eğlence ile ölümü hatırlamak istemeyip
unutmak, alkol gibi sahte keyif veren ve bağımlılık yapan maddelerle aklı
ortadan kaldırmakla yapılabilir. Zaten insanların bir kısmı da böyle
yapmaktadır. Ancak, bu yol, maksadın aksine, azap ve elemlerle doludur. Çözmek
için çabaladığı çatışma, çok daha kompleks hale gelip başka çatışmaları
doğurur. En huzurlu ve doğru yol, egonun şu itirafıdır: “Ben, sonsuz ve ebedî
değilim, başkasının varlık vermesiyle hayattayım. O, benim varlığımın ebedî
olmasını isterse ancak o zaman sonsuz olurum. O, dünyada duyu ve algılarla
koyduğu gereksinimlerimin hemen tamamanı karşıladığı gibi; içimdeki ebed
arzusunu da âhirette karşılayacaktır.” İşte bu inanç ve itiraf, temel
çatışmanın tek gerçek çözümüdür.
3- Egonun diğer bir özelliği; ego haz ve lezzetin kaynağıdır. Ego, yani bir şeye
sahip olmayı ölçen cihaz olmasaydı; lezzet ve haz sadece bir bilgi olarak
kalırdı. Bu haz bilgisi, lezzet alana ait olmazdı. Eğer insan, gereksinimi olan
bir şeyi, tek Yaratıcı’dan bilmezse, hem ihtiyaçlarının kendine ulaşmasında
cimrilik, yavaşlık, düzensizlik, zorluk, pahalılık ve karmaşa olacağı
düşüncesini yaşayacaktır; hem de ihtiyaç maddelerini rahat kullanamayacaktır.
Meselâ; bir meyve, insan teknolojisiyle yapılsaydı, siz onu zevk ve haz alarak
yiyebilir miydiniz? Bunun imkânsız olduğunu, vitamin haplarından rahatlıkla
anlayabiliriz. Bundan daha büyük haz, kalbin huzur ve mutluluğudur, o da
Yaratıcı’nın kabulü ve O’na itaat edilmesiyle gerçekleşecektir. Ego, mutlak tek
Yaratıcı’yı kabul ederek, sınırsız sayıda sahte tanrıya kul ve köle olmaktan
kurtulup, huzur-ı kalbe ulaşır, gerçek mutluluğu yakalar. Ego, tek Allah’a
inanmadan fıtratının istediği gerçek saâdeti yakalayamaz.
4- Egonun bir özelliği de, ödül gördüğü zaman “keşke ben de öyle
yapsaydım, böyle olsaydım” demesidir. Ego, bu düşünceyle de yetinmeyip biraz daha ileri giderek o ödüle
sahip çıkar. Hizmet ve ceza ile muhâtap olduğu zaman ise, hiç üzerine almaz,
görmezlikten gelip “bana ne” deyip hizmetten kaçmak ister, cezayı üstüne almaz.
Ödül dağıtılağında hemen hazır olduğu halde, hizmet zamanı yoktur. Ego, bu
özelliğiyle sorumluluktan kaçar. Hem sorumlu olmasın; hem de bazı değer ve
ödüllere sahip olsun ister. Yani ego, bencil ve benmerkezcidir. Egoya göre,
başkaları hizmet için, kendisi ücret için vardır. Ego, iman ve akılla
dizginlenmezse, onun şu istekleriyle yer fesada uğrayacaktır: “Ben tok olayım,
başkası açlıktan ölse bana ne?”, “Sen çalış, ben yiyeyim.”
5- Egonun kendine özel ve çok geniş bir dünyası vardır. Bu
dünyanın esasını arzu ve emelleri, ümitleri, yakın çevresi ve ihtiyaçları
oluşturur. İnsanın
ihtiyaçlarının bitmesi demek, hayat ve dünya ilişkilerinin kesilmesi demektir.
Her insanın hayalî dünyası kendine özeldir.
6- Ego, içte olanın hükümleriyle dışta olanın hükümlerini
karıştırır. Egonun bu sıfatı, insanı haktan, gerçeklerden uzaklaştırır. Böylece hayalde olan ya da olduğu farz edilen ile dıştaki olaylar
sübjektif şekilde bencillikle yorumlanmaya çalışılır ve hata edilir.
7- Ego, sabırsız ve acelecidir. Her şeyin ânında vukua gelmesini
ister. Yer-zaman sınırlarını tanımaz.
8- Ego, kendine hiçbir yararı olmayan işlerle uğraşmayı sever. Bu
nedenle de esas sorumluluklarına zaman bulamaz. Ego, yetenek yönünden tüm hayvanlardan üstün olduğu halde,
gereksinimlerini karşılama yönünden en küçük bir kuştan dahi geridir. Çünkü
kuşun ihtiyaç ve arzuları sınırlıdır. İnsanınki ise, sınırsızdır. İnsanoğlu,
hayvanlardan farklı olarak terakki etmek, öğrenmek, olgunlaşmak zorundadır.
9- Ego, kendi zaafları yüzünden, gerçekleri kavramak istemez.
İstemediğine ve işine gelmeyen doğrulara karşı kör ve sağırdır.
10- Ego, zayıf, âciz, fakir ve tembeldir. Ego, menfaatin
kaynağıdır.
Ego, tasavvuf geleneğinin ve halkın “nefis” dediği, ruhun bir alt
sıfatlar kümesi olarak tanımlanmaktadır. Egonun, bütün bu çelişki ve çatışmalardan kurtulması, yanlışlardan
kaçınıp neticede kendisinin zarar göreceği hususlardan sakınması için; ilim,
irâde ve kudreti sonsuz olan Allah’a inanıp güvenmesi ve O’nu sevmesi,
sevdiğini göstermesi ve O’nun kendisini sevdiğini, merhametiyle davrandığını kabul
etmesiyle mümkündür. Bu, ruhun bir görevidir. Nasıl ki, beyin, beş dış algı
verilerini toplar; bunları işler ve bütünleştirir. Sonuçta net bir
değerlendirme ortaya konulur. Burda, görme ya da işitme duyusunun bütünleyici,
birleştirici ve uyum sağlayıcı rolünden bahsetmek mümkün olmaz.
Ego da içten ve dıştan verileri alır. Hatta bunları, çoğu zaman
kendi zaafları istikametinde çarpıtarak ve ruhun gerçeği görmesini gölgeleyerek
yapar. Bu veriler ruhun kendisinde toplanır. Fıtratının sağlamlığı veya bozulması
ve imanı oranında ruh bu verileri değerlendirir; İnsanın mutluluğu ya da
elemleri, ruhun tercihi doğrultusunda gerçekleşir. Nefis veya benlik de
dediğimiz “ego”, ruhsal uyumları temsil eden bir özellikler bütünü değildir. Bu
uyuma yarayan cevapları toplayıp dengeleyen ve faydalı bir âhenk meydana
getiren, ruhun kendisidir. Ruh, bir taraftan ego kavramı altındaki sıfatları
toplarken; diğer taraftan, fıtrat, vicdan ve iman kavramı altındaki özellikleri
değerlendirir ve tümünden bir sonuca ulaşır. Şuur ve irâdesiyle davranışa hazır
hale gelir. Bu analiz ve değerlendirme sonunda beyindeki davranış tuşlarına
basılır: Böylece konuşulur, yürünür, uyunur, saldırılır, ya da kaçılır. Yani
Allah’a teslim olmuş ve O’na her an kulluk içinde huzurlu bir hayat yaşanır veya
egonun kulu veya egonun arzu ve seçimiyle başkasının kulu ve kölesi olunur. (11)
Hayat: Yer ve gökteki yaratıklar, direkt veya dolaylı olarak insana
hizmet etmekte. Ama insanın fâni maddesine değildir bu hizmet. Madde, asıl amaç
değildir ki, varlık ona hizmet etsin ve ona tâbi olsun. Eğer öyle olsaydı, ölü
ve meselâ
Evrenin en önemli neticesi ve yaratılış hikmeti hayattır. Elbette
bu hakikat, geçici, kısa, noksan, elemli dünya hayatına münhasır değildir. Olsa
olsa, bu hayat ağacının gâyesi, neticesi ve o ağacın büyüklüğüne lâyık meyvesi,
ebedî hayattır. Yoksa, bu önemli cihazlarla techiz edilen hayat ağacı ve şuur
sahibi insan; meyvesiz ve faydasız bir şekilde yokluğa karışacak ve belki
mutluluk yönüyle bir serçeden daha aşağı olacak, zelîl ve bîçare yaşayıp yok
olup gidecek. Halbuki insan, cihaz ve sermaye yönünden yeryüzünün
halifesi/efendisi makamındadır. İşte bu dünyada başlayıp esas şekliyle âhirette
yaşanacak hayat, ruhun bir çeşit görünümüdür.
Varlığın mükemmelliği hayat iledir. Esasen varlığın hakiki varlığı
hayat iledir. Hayat, varlığın nurudur. Şuur, hayatın ışığıdır. Hayat, her şeyin
başıdır ve esasıdır. Hayat, her şeyi bir hayat sahibi olan şeye mal eder. Bir
şeyi bütün eşyaya mülk ve sahip hükmüne geçirir. “Ey iman edenler! Sizi kendinize
hayat verecek şeylere dâvet
ettiği zaman Allah'a ve Rasûlü’ne icâbet edin ve bilin ki Allah, gerçekten kişi
ile kalbinin arasını açar ve siz O’na haşrolunacaksınız.” (8/Enfâl, 24)
Ruh, hayat kaynağı olduğu gibi, vahy/Kur’an da insanı ihyâ eden,
mânen ölü durumundaki canlı cesetleri dirilten hayat menbaıdır.
Güdü: Eskiden “sevk-i tabiî” , yani sevk eden doğal kuvvet denilen güdü
veya içgüdü, mekanik ve maddesel olmayan gereksinimlere doğru yönelen davranış
demektir. İnsanın daima mazluma acıması, güvendiği ortama doğru meyletmesi ve
haklıya sahip çıkma eğilimi, güdüye örnek verilebilir. Bu sebeple haklı
olanlar, ümitli olmalıdırlar. Hal-i hazırda insanlar onu desteklemeseler, onu
rencide etseler ve ona bir zâlim gibi davranıp zindanlarda dolaştırsalar da,
bir zaman gelip insanlardaki doğruya ve hakka olan güdüleri nedeniyle onun
saflarına geçeceklerdir.
Bu gerçeği bilen ve insanın fıtratını iyi tanıyan insanlığın
zirveleri, hiçbir zaman ümitsizliğe düşmemişlerdir. Dıştan onu gözleyen
insanları da onların bu halleri şaşırtmıştır. O hal-i hazırda tektir, fakirdir,
âcizdir ve tüm dünya onun karşısındadır. Ancak o şöyle söylemektedir:
“Gecelerimiz çok karardı ve karanlık gecelerin sabaları pek yakın olur.”
Güdü, nice zamanlar, bulunduğumuz durum itibarıyla, farkında
olmadan, esasen aksini istememiz gerekmesine rağmen, farklı tercihler
yapmamızdır. Ancak, bu tercihlerin belki yıllar sonra en uygun yönelimler
olduğunu kavrarız. Şöyle deriz: “Neden böyle yaptığımı bilmiyorum. Ancak, en
güzelini yapmışım. Daha doğrusu bana yaptırıldı.”
Doğada itme ve çekme kanununun olmaması durumunda, hayat nasıl
mümkün değilse, insanda da vicdana ait fiiller olmazsa, sosyal ve ferdî hayat
mümkün değildir. Demek, davranışlarımızın en önemli kaynaklarından biri de,
doğada olan itme ve çekme kanunlarının karşılığı olan sevme, sevdirme ve aşk
gibi duygulardır. Vicdanda dört ana unsur vardır: İrâde, zihin (beyin
aktivitelerini içermeyen), his ve latifeler, duyular üstü idrâk. Vicdan bu dört
öge ile mutlak mutluluk olan mutlak gerçeği arar.
Vicdan
Vicdan, hangi ırktan,
hangi din ve mezhepten, hatta inançlı ya da inançsız, kadın-erkek, yaşlı ve
küçük, hangi sosyoekonomik ve kültürel gruptan olursa olsun, insanlar
arasındaki ortak değerlerin temsilcisidir. Eğer sosyokültürel çevreyle bağlantılı olsaydı, farklı çevrelerde
birbirinden tümüyle farklı vicdanî değerler gelişecekti. Ancak vicdan, sosyal
değerlerle şekillenmeyen ortak insanlık değerlerine neden olur. Vicdan, ayrı bir zatî varlığı olan
bir yapı değildir. Ruhun mutlak gerçekliğe, Allah’a dönük sıfatlar
manzûmesidir. Fıtratın sesidir. Sevgi,
insan hakları ve haksızlığa tahammülsüzlük, mazluma acıma gibi değerlerde
insanlar arasında fazla bir fark yoktur. Bunlar ruhun vicdan kavramı altında
toplanan özellikleridir. Sosyokültürel ve biyolojik farklılıklardan
etkilenmeden, hakka/mutlak doğruya yönelen vicdanın, ya da bu kavram altındaki
sıfatların, vardığı sonuçlarda sebeplere ve verilere ihtiyacının olmadığı
görülür. Vicdanın tüm insanlarda ortak değerleri doğuran bir özellik olması,
tüm insanların yaratacısının tek olduğunu gösterir. Esasen, insanda sosyal
hayatın kurulmasına öncülük eden de vicdandır. Çünkü bu, insanlar için ortak
değer manzûmesidir.
Biz yokken, ya da dünyaya yeni geldiğimiz anda bir şeye karar
vermemiz ve tercih etmemiz imkân dışı iken, yaratılmamıza karar veren
Yaratıcıyı, vicdandaki dayanak ve medet noktası olarak belirtilen özellikler
nedeniyle (yani fıtratla) bilmekte ve unutmamaktayız. Bu da Yaratıcının
yaratılana danışmadan koyduğu, bir ressamın sanatı altındaki imzasına benzer
şekilde bir imzadır. O ister istemez, O’nu gösterecektir. Zira, arzu ve
gereksinimleri sonsuz olan insan için gerçek dayanak ve medet noktası, kudreti
sonsuz bir Yaratıcıdır. İnsanoğlunun tüm arayışları vicdanın bu iki özelliğinin
sonucudur. Sağlam, güvenilir, ezelî ve ebedî bir kurtarıcı bulmak. Çünkü insan
ilmi, sanatı, siyaseti, hukuk ve adâleti... hep sınırsız ihtiyaçlarını
karşılamak için yapmaktadır. İhtiyacın karşılığı ise, sonunda mutlak bir
dayanak ve ihtiyaçlarının giderildiği bir hâcet kapısıdır. Acz ve yoksulluğu
ise, her zaman ve her yerde karşısındadır. Vicdan, âdeta delil ve verilere
ihtiyaç görmeden anlayabilen ve sezebilen biliş üstü bir bilinç ve şuurdur. (12)
“Nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de fücur ve takvâyı
(kötülüklerini ve iyiliklerini) ilham edene yemin olsun ki, nefsini kötülüklerden
arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir.” (91/Şems, 7-10). Kur’an’ın
bildirdiğine göre nefsin iki ayrı yönü olduğunu, bir kısmının “hevâ”dan, yani
insanı Allah’ın yolundan alıkoyan bencil tutku ve hırslardan oluştuğunu
biliyoruz. Nefsin öteki kısmı ise, insanı Allah’a ve dinin içerdiği doğrulara
yöneltir, nefsin içindeki “fücur”dan sakınmasını sağlar. Nefsin bu kısmı,
vicdandır. Vicdan, insana Allah tarafından üflenmiş ruhtan kaynak bulur.
Kur’an’da Allah’ın insana kendi ruhundan “üflediği” haber verilir: “O, yarattığı her şeyi en güzel
yapan ve insanı yaratmaya çamurdan başlayandır. Sonra onun soyunu bir sülâleden
(özden), bayağı bir sudan yapmıştır. Sonra onu düzeltip bir biçime soktu ve ona
ruhundan üfledi.” (32/Secde,
7-9)
İşte insanın sahip olduğu tüm güzel vasıflar, Allah’ın kendisine
üflemiş olduğu ruhtan kaynaklanmaktadır. İnsan, eğer nefsin fücuruna (hevâsına)
saplanarak bu ruhu örtmezse, Allah’ın bazı sıfatlarını üstünde taşımaya,
Peygamberimiz’in ifadesiyle “Allah’ın
ahlâkıyla ahlâklanmaya” başlar.
Allah, sonsuz akıl sahibidir; O’na kulluk eden bir mü’min de üstün bir akla
sahip olur. İnsan Allah’a ne kadar yakınlaşır, O’na ne kadar teslim olursa,
O’nun ahlâkıyla daha çok ahlâklanır ve “yaratılmışların
en hayırlısı” (98/Beyyine, 7)
olur.
Ruh, insanı vicdana yöneltir. Nefsin içinde, insanı daima kötülüğe
çağıran hevâya karşın, onu daima iyiliğe çağıran bu vicdan da vardır.
Dolayısıyla insan, içinde, kendisini sürekli olarak doğruya çağıran şaşmaz bir
pusulaya, yani vicdana sahiptir. Allah, insana nefsinin fücurundan sakınmayı
ilham etmektedir. Bu ilham, vicdandır. Dolayısıyla vicdan, bir anlamda Allah’ın
sesidir. İnsan sürekli
olarak bu sese kulak verdiği ve Kur’an’ın gösterdiği temel prensipleri tam
olarak özümsediği takdirde, sürekli olarak doğru yolda ilerleyecektir. “Hayır, zulmedenler, hiçbir bilgiye
dayanmaksızın kendi hevâ (istek ve tutku)larına uymuşlardır. Allah’ın
saptırdığını kim hidâyete erdirebilir? Onların hiçbir yardımcıları yoktur.
Öyleyse sen yüzünü hanîf (Allah’ı birleyen) olarak dine, Allah’ın o fıtratına
çevir; ki insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah’ın yaratışı için hiçbir
değiştirme yoktur. İşte dimdik ayakta duran din (budur). Ancak, insanların çoğu
bilmez.” (30/Rûm, 29-30)
Âyetlere göre, inkâr edenler nefislerinin fücuruna, yani
hevâlarına uyarak sapmışlardır. Buna karşın mü’minlerin yapması gereken,
Allah’ın insanlara vahiy yoluyla ulaştırdığı dine uymaktır. Ve bu din, Allah’ın
insanları yarattığı fıtrata (yaratılışa), yani Allah’tan kendilerine üflenmiş
olan ruha, vicdana uygun düşmektedir. Mü’min, günlük hayatta sürekli olarak birkaç seçenek arasında
tercih yapmak durumunda kalır. Karşılaştığı alternatifler içinde, Allah’ın
rızâsına en uygun olanını, dinine en yararlı olanını seçmekle yükümlüdür. Bu
seçimi yaparken önce Kur’an’ın, sonra da vicdanının hakemliğine başvurmalıdır.
Çoğunlukla, muhâtap olduğu seçenekler karşısında vicdanı ilk olarak devreye
girer ve hangi seçeneğin Allah’ın rızâsına daha uygun olacağını ona söyler.
Ancak, ikinci aşamada hevâsı da devreye girecek ve onu diğer alternatiflere
yöneltmeye çalışacaktır. Bunun için de genellikle insana mâzeretler (daha
doğrusu bahaneler) fısıldar. Mü’min, nefsinin kendisine fısıldadığı şeytânî
vesveselere, bahanelere kulaklarını tıkamalı ve vicdanının kendisine gösterdiği
ilk doğruyu uygulamalıdır.
Nefsini arındırıp temizleyen, yani nefsinin fücurunu kabul edip
Allah’ın ilhamına uyarak ondan sakınanlar kurtulacaklardır. Bu, ebedî ve gerçek
kurtuluştur, yani Allah’ın rızâsını, rahmet ve cennetini kazanmak... Buna
karşılık, nefsini örten, yani onun fücurunu, pisliğini dışarı atıp
temizlemeyen, içinde saklı tutan kişi ise yıkıma uğrayacaktır. Yıkım da
Allah’ın lâneti ve cehennem azâbı demektir. Herkesin nefsinde mutlaka kötülük
vardır. Bir insanın, nefsindeki kötülükten temizlenmesinin tek yolu ise, bu
kötülüğün varlığını kabul etmesi ve Allah’ın gösterdiği biçimde ondan
sakınmasıdır.
İşte mü’minlerle kâfirler arasındaki önemli farklardan biri, bu
noktada ortaya çıkmaktadır. İnsan, ancak İslâm’ın verdiği bilgi ve terbiye
sonucunda nefsinin içinde kötülük bulunduğunu ve ondan sakınması gerektiğini
öğrenir ve kabul eder. İnkârcılar, nefislerindeki kötülüğe teslim olurlar ve bu
nedenle nefislerine/hevâlarına aykırı gelen şeyleri kendilerine tavsiye eden
hak dini ve o dini tebliğ edenleri yalanlarlar.
Âyette (91/Şems, 10) ifade edildiği gibi, nefsini örter ve onun
fücuruna esir olur. Bu, bilinçten yoksunluk, nefislerdeki kötülüğe teslimiyet,
bir tür içgüdüsel yaşamdır. İnsana verilen akıl ve şuuru, iman ve takvâ
fıtratını kullanmayıp içgüdülerine göre hayatlarını düzenleyenleri Kur’an’ın
“hayvan”a benzetme hikmetlerinden biri budur. Bu yolun sonu, nefsi
putlaştırmaya, hevâ ve arzuları ilâhlaştırmaya, insanın kendi nefsinin kulu
haline gelmesine çıkar (25/Furkan, 43; 45/Câsiye, 23). (Ayrıca bkz. 5/Mâide,
48-49; 6/En’âm, 56, 119; 23/Mü’minûn, 71; 30/Rum, 29; 47/Muhammed, 16).
Nefse, aynı zamanda fücurdan sakınmasını sağlayan bir kabiliyet
(takvâ) de ilham edilmiştir. İnsanı Allah'a ve dinin bildirdiği doğrulara,
hayırlara yönelten, iyiyi kötüyü ayırdetmesini sağlayan nefsin/ruhun bu yönü,
halk arasında “vicdan” olarak tanımlanır. (13) Halk arasında nefis, sadece
olumsuzlukların, yani hevânın temsilcisi sayılması, yanlış, daha doğrusu eksik
bir tanımlamadır. Kur’an’ın açık beyanına göre nefsin içindeki, insanı daima
kötülüğe çağıran hevâya karşı; onu daima iyiliğe çağıran vicdan da vardır.
Dolayısıyla, insan, içinde, kendisini sürekli doğruya, mutlak hakikate çağıran
şaşmaz bir pusulaya da sahiptir. Nefsin/ruhun sahip olduğu bu ses fıtratın,
ilham edilen takvânın sesidir; Allah’ın üflediği ruhun ilâhî tecellîye ayna
olmasıdır.
Nefs ve Ruh Aynı Şeyler midir?
“Nefs”: Öncelikli olarak bir kimsenin kendisi veya özü anlamına
gelir. Açık ve gizli, dünyaya ve ahirete bakan duyuları, maddî ve mânevî
becerileri, arzu, heves ve ihtiyaçları, canı, ruhu, hayatı ve istekleriyle
kişinin bizzat kendisi, benlik demektir. “Nefs”, ruh ve kalp manasında da
kullanılmıştır. Klâsik dinî literatürde ise, şehvet (cinsî ve her türlü aşırı
istek) ve kızgınlığın başlangıcı olan, insanın içindeki mânevî güce nefs
denilmiştir.
Nefs kelimesi, zaman içerisinde bir çok anlam kazanmıştır ki,
bunların bazıları şunlardır: Can, kalp, benlik, kan, iç, kimse, beden, izzet,
görüş, kötü göz, arzu, yücelik, bir şeyin özü gibi. Nefs kelimesi, Kur’ân-ı
Kerim’de, ‘kendiniz, kendileri, kendin, kendim’ gibi ifadelerle tek tek kişi ve
çoğul olarak kişiler hakkında kullanılmaktadır. Yine Kur’an-ı Kerim’de, can
(6/En’âm, 93), kişinin iç dünyası (2/Bakara, 235) anlamındadır. 3/Âl-i İmrân
61. âyetinde Hz. Muhammed (s.a.s.) ve Hz. İsa (a.s.) anlamında, bir kaç âyette
Allah (c.c.)’ı (5/Mâide, 116), bir âyette sahte ilâhları (25/Furkan, 3), bir
âyette de insan ve cin topluluklarını işaret etmek için kullanılmıştır
(6/En’âm, 130).
Nefs, tek tek her varlığa işaret ettiği gibi, bu varlıklara yön
kazandıran mânevî güce de verilen addır. Bu anlamda nefs, maddî hayatın
kaynağıdır, yani isteklerin merkezidir. İnsan; şekil/madde, yani cisim ve
mânevî cephe sayılan ruhtan meydana gelir. İnsanın ruhu onun nefsidir de
denmiştir. Hayatın devamı için bedenin bazı şeylere ihtiyacı vardır. Nefs bu
ihtiyaçların şekillendiği ve çıktığı yerdir. Nefsin istekleri hayatın devamı
için gereklidir. Ancak, nefs başıboş bırakıldığı zaman, aşırı istekler gündeme
gelir ve insan o noktada hataya düşer. Kişinin yeme içme, soluk alıp verme,
barınma, uyuma, sahip olma arzuları nefsin normal istekleridir. Ancak bu
istekler başıboş bırakıldığında, kişi cahil, cimri, hasetçi, gözü doymaz, azgın,
sapıtmış, gurura kapılmış bir varlık haline gelebilir. Çünkü nefsin yapısı buna
uygundur.
İşte dünya hayatının anlamı nefsin bu istekleriyle mücadele etmede
şekilleniyor. İslâm, bir başka deyişle Allah’ın dâveti, kişiye bu mücadeleyi
öğretmektedir. İslâm’ın getirdiği ölçüler nefsin isteklerini olumlu bir şekilde
yönlendirmeyi sağlar.
Nefs kökünden türeyen ‘nefes’ solunan hava, sevinç ve rahatlık
getiren rüzgâr demektir. Yine aynı kökten gelen ‘nifas’ kadının doğum yapması,
‘teneffüs’ ırmağın veya sabahın ortaya çıkması ferahlanma (rahatlama), ‘nefis’
çok hoş, kendisine tutkun olunan şey anlamında kullanılmaktadır. (14)
Dikkat edilirse, nefs ve bazı türevlerinin anlamı “ruh” kelimesi
ve türevlerinin anlamıyla çok yakındır. Her iki kavram arasında büyük bir
yakınlık, hatta bazı kullanımlar için aynılık vardır. “Ruh” ile “nefs” terimlerinin aynı mı,
yoksa farklı şeyler mi olduğu, üzerinde tartışılan konulardan biridir. “Nefs”
ile “ruh”u İslâm âlimlerinin çoğu aynı kabul eder. Nefs ile ruhun birbirinden
ayrı şeyler olduğunu söyleyenler, bu farklılığı hep sıfatlar yönünden
açıklayabilmektedirler. Öyleyse nef ile ruh arasındaki fark, zâtla ilgili
olmayıp, sadece sıfat ve özellikler yönündendir. Aslında nefis ile ruh aynı
varlıklar olduğu halde, klâsik İslâm geleneğinde nefs, mânevî varlığımızın daha
dünyevî, hayvanî ve menfî yönünü; ruh ise daha ulvî, mânevî ve müsbet yönünü
ifade eder. Kur’an, insandan söz ederken iki ifade kullanmaktadır: İnsan,
topraktan yaratılmıştır ve insan Allah’tan bir nefha (üfleme) taşımaktadır.
Sûfîlerin nefs anlayışlarıyla Kur’an’ın bu insan anlayışını birlikte
düşünürsek; ruha, insanın Allah’tan kaynaklanan yönlerinin bütünü, nefse de
toprak kaynaklı vasıflarının tümü demek mümkün olur.
Nefs ve ruh arasındaki ayrımın zât, mâhiyet ve hakikat açısından
değil; sadece sıfat ve özellikler yönünden yapıldığı anlaşılmaktadır. Yani nefs
ile ruh aynı cevherdir. Ancak, ruh güzel ve övülmüş vasıfların yeri; nefs de
kötü huy, davranış ve özelliklerin kaynağı kabul edilmiştir. Bu itibarla, ruh
terbiye edilmiş nefs, nefs ise terbiye edilmemiş ruhtur denilebilir.
Ruhla Nefsî Arzular Arasındaki Dengesizlik
İnsandaki rûhî bunalımların, akıl hastalıklarının nedenleri
arasında, ruhla, bazılarının nefis dediği hevâ (kötü duygu ve aşırı istekler)
arasındaki dengesizlik ve ilişki bozukluğu gösterilir. İnsanı hayvandan ayıran
vee metafizik âlemle ilişki kurmasını sağlayan üstün ruh hali ile, yine ondaki
içgüdüsel eğilimler arasında bir dengenin sağlanması zorunludur. Eğer bu denge
bozulur, ruhun ihtiyaçları karşılanmazsa insan bunalıma düşer. İnsanı ele alan
gayr-i müslim psikologlarda görüldüğü gibi, nefsin bir yönü ön plana
çıkarılmış, insan ruhuna nüfuz edilmemiş ve onun ihtiyaçları bir bütünlük
içerisinde ele alınmamış olur. Halbuki Kur’an, bedenin istek ve ihtiyaçlarını
karşılamanın, nefsin isteklerini helâl yolla ve ölçülü tarzda tatmin etmenin
meşrûluğu yanında; insanın Allah'a olan ruhî gereksiniminin de bir bütünlük
içinde değerlendirilmesini öngörür. (Bkz. 3/Âl-i İmrân, 14). İçgüdü ve arzular,
dünya hayatının gereklerini sağlamak ve Allah'a giden yolda vasıta olmak için
verilmiş nimetlerdir. Bu eğilim ve arzulara aşırı ilgi göstermek, Allah’ı ve
âhireti unutmak; âhiret saâdeti yanında, dünya mutluluğu için de zararı büyük
yanlış tutumlardır.
Ruhun Yüce Allah ile olan ilişkisini kesmek, insanı sadece doymak
bilmeyen içgüdüsel arzuların kucağına teslim etmek, sıkıntı ve bunalımların
vücudun bütün hücrelerine yayılmasına yol açar. Hayat, o kimse için bir azap ve
endişelerle dolu bir açmaz halini alır. Sebepsiz, gayesiz, sahipsiz gördüğü bu
âlem, onun için musibet, belâ ve cehennem kesilir. Din gidince fazilet anlayışı
da kaybolur, yüksek duygular adına kalpte ne varsa hepsi silinir gider, kalp
bomboş kalır. Yerini bir kaos, sonu olmayan bir uçurum kaplar. Bu zindanda
müthiş bir belirsizlik içinde olan insan, olaylar ve insanlar tarafından
bilinçsizce sürüklenip gider.
Haram arzulara olan tutkunluğun ağır basmasıyla Yaratıcısıyla olan
bağlarını zayıflatan insan, hayvanlar seviyesine düşer. Benliğini hissî bir
katılık kaplar, mânevî duyarlılığını kaybeder. Şehvet ve arzularını ne kadar
doyurursa doyursun, ruhu sürekli açlık çeker. (15)
İlham
Gerek sanat, gerek bilim alanında; duyu organları, beyin ve hâfıza
kartları dışında âni bir zekâ esprisi vardır ki buna ilham denir. Bildiğimizin,
belleğimizin bittiği yerde, iç dünyamızdan bir güç gelir ve aklımıza sınırsız
fonksiyon yaptırır. Bize, ilgi alanımıza göre şiir sunar, bilim kapısını
aralar. İlham, bazen mecalsiz hastalara güç ve şifa verir. Bu akıl almaz,
hesaba girmez olay, ruhun bedene direkt müdahalesidir.
İlham olayını, sadece çok büyük sanat olaylarında, bilimsel
keşiflerde aramaya lüzum yoktur. Herkesin günlük hayatında nasiplendiği pekçok
ölçülü ilhamlar vardır. “İçimden geldi, böyle yaptım” dediğimiz nice
teşebbüslerimiz gözden kaçan ilhamlardır. İlham, bazen nefs çizgisinden saparak
yansır. Ruhtan gelen güç, nefs laboratuarında şer görünümlere bürünür,
ihtiraslar ve kavgalara yataklık eder. İlham, özellikle ruh varlığının çok açık
belirtisidir. Mekânı yoktur, zamana eğilmez ve insan kompleks bütününde ruh
yönetiminin hârika bir tecellîsidir.
İlhamı inkâr etmek; medeniyeti, sanatı inkâr etmek demektir. Mekân
ve zaman çizgisi üzerinde beyin, duyu organları ve tüm sinir sistemi
fizyolojisi dışında bir mânâ olayıdır ilham. Tertemiz bir gönül ışığında ilâhî
sanatın ruh koordinatlarından yansımasıdır.
Ruh konusunda bilimsel gerçekler sayılamayacak kadar çoktur. Zaten
hayatın, bilimin, sanat ve edebiyatın kaynağı, ruhun beyin kompütürüne verdiği
güç, yansıttığı hayal enerjisinde doğmuştur. (16)
Ruh Göçü (Reenkarnasyon/Tenâsuh)
Ölen insanların ruhunun bir hayvan ya da bir insan bedenine
girmesi inancına tenâsuh, batı dillerinde reenkarnasyon denir. Reenkarnasyon,
şahsiyetin temelini oluşturan anlamda bir ruhun bedenden bedene geçmesi
fikridir. Burada ruh, bazen bir hayvan, bazen bir bitki gövdesinde yeniden
doğar. Tekâmülünü tamamlayıp daha üst bir ruhanî varlık oluncaya kadar bu
seyahat devam eder. Eski Mısır’da reenkarnasyon inancı, sadece Firavunlara
özgüydü ve zaman geldiğinde, yarı tanrı kabul edilen Firavun, tekrar dirilip
yeryüzüne dönecekti. Piramitlerin inşası altında yatan düşünce bu idi. Bu
yüzden de o akıl almaz anıt kabirleri, piramitleri inşâ etmişlerdi ve hayata
döndüğünde Firavun aç kalmasın diye, ehramların içlerine gıda yerleştirirlerdi.
Tenâsuh inancı, Hindistan’da Hinduizm’den doğmuş ve buradan Hint
adaları, Tibet, Çin, Kore, Japonya ve eski Yunan’a yayılmıştır. Bu inanç,
Hinduizm (Brahmanizm) ile beraber, Budizm, Taoizm, Caynizm, Maniheizm gibi
Asyanın eski dinlerinde de görülür. Tenâsuh inancında manevî mükâfat veya ceza,
yaptığı kötülük ya da iyiliklerin karşılığı olarak ruhunun bir hayvan veya bir
insan cesedine girerek alçalması ya da yükselmesidir. Hinduizmde ruhların bir bedenden
diğer bedene göçünün başlangıcı belli değildir. Ruh, daha önce bir bedendeki
durumuna göre bir hayvan veya bir insan, yahut bir tanrı olarak dünyaya
gelebilir. Hindulara göre tenâsuh, yalnızca insana mahsus değildir; tanrılar da
ölür ve yeniden başka bir kalıpta doğabilir.
Tenâsuh inancı Hinduizm’in esasıdır. Ruhun kalıptan kalıba
dolaşması insanı kemale erdirebilir. İnsan ruhu, hayvan veya beşer bedenlerine
girerek çok sayıda varoluşlar yaşadıktan sonra saflaşırsa bu dünyadan giderek
saadete ulaşır ve tanrı Brahma’ya veya kâinatın ruhuna ulaşabilir. Budizme
göre, bir ruh intikali en küçük böcekten insana varıncaya kadar bütün canlılara
şâmil olur. Nirvana adı verilen kurtuluş, insan varlığı safhasında ruhun bütün
arzularını yenerek dünya ile alâkasını kesince meydana gelir.
Tenâsuh inancı, eski Yunan’da, Kelt ve İskandinav dinlerinde ve
yahudiliğin bazı bâtınî mezheplerinde de görülür.
Bize göre tenâsuh inancı kesinlikle bâtıldır. Tenâsuh ehli,
yeniden dirilmeyi, cennet ve cehennemi inkâr ederler. Tenâsuha inanmak, imanla
ve özellikle âhiret inancıyla bağdaşmaz. Bir insan, bu dünyada yaptıklarından
sorumludur. Sorumlulukta ruhun bedeninin de payı vardır. Bir insanın ruhu,
sadece kendisine ait tek bir beden ve bedenin canı ile iyi vasıflar veya kötü
özellikler kazanır. Tenâsuha inanılmakla tek bir insan, ayrı ayrı pek çok
sayıda hayvan ve insan olarak kabul edilmiş olunur ki, bu imkânsızdır. Bu
inanca göre bir insan ruhunun yüzlerce bedeni olmuş olur. Ceza ve ödülü bu
bedenlerden hangisi alacaktır? Halbuki âhirette her bir insanın bedeni
diriltilecek ve ruhu buna iâde edilecektir. Meselâ, bir insan ruhu yüz tane
insan cesedine girmiş olsa, gerçekte bu cesetlerin tek bir ruhu bulunur,
diğerleri ruhsuz kalmış oldukları için diriltilmez. Hepsi diriltilse, biri
ruhlu olarak diğerleri ruhsuz olarak diriltilmiş olur. Ruhsuz beden ise insan
değildir. Hem ruhun hem de cesetlerin/bedenlerin sorumluluktan payı vardır.
İnsan ruhu, ne bir başka insan bedenine ve ne de bir hayvan bedenine
nakledilemez. (17)
Ruh göçü anlayışı, insanın ölümle birlikte yok olup gitmekten
duyduğu korku ve tedirginliği ortadan kaldırma hayalinden kaynaklanmaktadır.
Reenkarnasyona akılcı bir yaklaşım kazandırabilmek için iyi kimselere ait
ruhların yüce şahsiyetlere, kötü kimselere ait ruhlarınsa hayvanlara intikal
edeceği şeklinde bir yakıştırma yapılmıştır. Esasen, başta vahiy olmak üzere,
varlığın evrensel akışı da, insanın sonsuza dek yaşama özlemini karşılamak
bakımından İslâm’daki âhiret hayatını bir gerçek olarak ortaya koymaktadır. Dolayısıyla
insan, reenkarnasyon gibi bâtıl bir inanışa iltifat etmeden, vahye ve âhirete
yakînen iman eder, İslâm’a tâbi olursa, hakikati, ölümsüzlüğü, yani âhirette
sonsuz yaşayışı kavramış ve iknâ olmuş olur. (18)
Tenâsuh inancı, mantığa da terstir. Tenâsuh gerçek olmuş olsaydı,
dünyadaki hayvan ve insan nüfusunun artmaması gerekirdi. Çünkü ruhların sayısı
sâbit olacak, bir insan öldüğünde, başka bir bedende onun ruhu hayat bulacaktı.
Böylece sâbit sayıda canlılar mevcut olacak, ruhlar, sınırlı olduğundan, ölü
ile yeni doğumların sayısı hep aynı kalacaktı. Hayvan ve insan nüfusu, hep
belirli sayıda donmuş olacaktı. Kur’an’da nice âyetler, tenâsuh anlayışını
reddeder:
“Onlardan her birine (insana) ölüm gelip çatınca şöyle diyecektir:
‘Rabbım, beni dünyaya geri gönder. Tâ ki ben kaybettiğim ömrüm karşılığında
sâlih/iyi amelde bulunayım.’ Hayır, asla! (artık dünyaya dönülmez). Onun
söylediği bu söz, şüphesiz faydasız/boş sözden ibarettir. Önlerinde ise
diriltilip kaldıralacakları güne kadar (dünyaya döndürülmelerine) bir
engel/berzah vardır.” (23/Mü’minûn,
99-100)
“İnkâr edenlere de cehennem ateşi vardır. Öldürülmezler ki
ölsünler, cehennem azâbı da onlara biraz olsun hafifletilmez. İşte Biz, küfürde
ileri giden her nankörü böyle cezalandırırız. Onlar orada: ‘Rabbımız! Bizi
çıkar, (önce) yaptığımızın yerine sâlih amel/iyi işler yapalım!’ diye feryat
ederler. Size düşünecek kimsenin düşünebileği kadar bir ömür vermedik mi? Size
uyarıcı da gelmedi mi? (Niçin inanmadınız?) Şimdi tadın (azabı)! Zâlimlerin
yardımcısı yoktur.” (35/Fâtır, 36-37)
“(Fakat onlar), Onun te’vilinden başka bir şey beklemiyorlar.
Te’vili geldiği (haber verdiği şeyler ortaya çıktığı) gün, önceden onu unutmuş
olanlar derler ki: ‘Doğrusu Rabbımızın elçileri gerçeği getirmişler. Şimdi
bizim şefaatçılarımız var mı ki, bize şefaat etsinler veya (dünyaya) geri
döndürülmemiz mümkün mü ki, yapmış olduğumuz amellerden başkasını yapalım?
Onlar cidden kendilerine yazık ettiler ve uydurdukları şeyler (putlar) de
kendilerinden kaybolup gitti.” (7/A’râf, 53)
“Kim hidâyet yolunu seçerse, bunu ancak kendi iyiliği için seçmiş
olur; kim de doğruluktan saparsa, kendi zararına sapmış olur. Hiçbir günahkâr,
başkasının günah yükünü üstlenmez.” (17/İsrâ, 15)
“Onların ateşin karşısında durdurulup ‘ah, keşke dünyaya geri gönderilsek
de bir daha Rabbımızın âyetlerini yalanlamasak ve mü’minlerden olsak!’
dediklerini bir görsen! Hayır! Daha önce gizlemekte oldukları şeyler (günahlar)
kendilerine göründü. Eğer (dünyaya) geri gönderilseler, yine kendilerine yasak
edilen şeylere döneceklerdir. Zira onlar gerçekten yalancıdırlar. Onlar, ‘hayat
ancak bu dünyadaki ihayatımızdan ibarettir; biz, bir daha diriltilecek değiliz’
demişlerdi.”(6/En’âm, 27-29)
“Size âyetlerim okunurdu da, siz onları yalanlardınız, değil mi?
Derler: ‘Rabbımız! Azgınlığımız bize üstün geldi; biz bir sapıklar topluluğu
idik. Rabbımız! Bizi buradan çıkar. Eğer bir daha (ettiklerimize) dönersek,
artık belli ki biz zâlim insanlarız.’ Buyurur ki: ‘Alçaldıkça alçalın orada!
Bana karşı konuşmayın artık!”(23/Mü’minûn, 105-108)
(ve bkz. devamı.)
Ruh Çağırma
Ruhun varlığını kabul eden, fakat hakkında sapık ve gerçek dışı
bir anlayışa sahip olan bazı kimseler, ölmüş insanların ruhlarıyla irtibat
kurulabileceğini ve böylece gayb âleminden bilgi alınabileceğini ileri sürmüşlerdir.
Bu kimseler düzenlemiş oldukları ruh çağırma seanslarıyla insanları kandırmakta
ve onların cehâletlerinden istifade ederek menfaat elde etmektedirler. Ruh,
Allah Teâlâ’nın emrinde ve denetiminde olan bir varlıktır. Onun insanlar
tarafından çağrılıp bazı istekleri yerine getirmesinin mümkün olduğuna
inanmanın hiçbir dayanağı yoktur. Ruh çağırma seanslarında cin, ruh kimliğinde
insanlara çoğu yanlış ve uydurma şeyler söylemektedir.
Müzik Ruhun mu Gıdasıdır?
Sabah-akşam müzikle iç içe yaşayanların kendilerini savunmak için
dört elle sarıldıkları bir söz vardır: “Müzik ruhun gıdasıdır.” Konfüçyüs’e ait
olan bu söz bir nass gibi; tartışılmaz, kesin doğru kabul edilir. Rejimler
okullarda müzik dersi verir. Her yıl Eurovizyon müzik yarışmalarına iddialarla,
devlet bütçesinden yardımla ve aylarca süren telaş sonrası katılınır. Bazı
tv.ler ve radyolar, günde yirmi beş saat müzik yayını sunar. Kasetçalarlar,
olmadı volkmenler, o da yetmedi müzik setleri, plaklar demode olduysa gelsin
CD.ler, daha neler neler. Dolmuşlarda ha bire çalınan kasetler, konserler, FM
radyolar... Hepsinin tek amacı vardır: Ruhlara gıda vermek! Evler bile
meyhaneye, sinemaya, gazinoya dönüştü; mescide hiç benzemiyor.
Bunca uğraşa rağmen, ruhların tatmin olmadığını görüyoruz. Rûhî
özellikler yok olmuş, sevgiler tükenmiş, gönüller harâbeye dönmüş, mânevî
özellikler gıdasızlıktan ölümcülleşmiş. Öyleyse bir yanlışlık var. Ruha bu
kadar gıda verilecek, ama rûhî özellikler gittikçe kaybolacak. Kur’an’ın ve
sahih hadisin dışında her söz eleştirilir. Doğru da olabilir, yanlış da.
Konfüçyüs’ün sözünü incelerken ruh ve nefsi tanımak gerekir.
İnsanın iç dünyası çok zengin. Böyle olduğu halde, bir elini
okyanusların dibine, diğerini de uzayın esrârengizliğine uzatan insanoğlu,
kendini tanımaya uğraşmıyor. Onun için de mutluluğu yakalayamıyor. Zaten
kendini tanısa, yeri ve göğü daha iyi bilecek, aralarındaki irtibatı görecek.
Kendini tanısa Rabbını tanımış olacak... İnsanın iç benliğinde yerleştirilmiş
iyi vasıfların, iyi ahlâkın ve güzelliklerin merkezi ruh; kötü vasıfların yeri
de nefis olarak bilinir. Sanat, rûha hitabettiği, gönlü coşturabildiği oranda
sanat olur. Nefse hitabettiği müddetçe de şeytanî vesvese ve oltanın ucundaki
yem.
Rûhî yönümüzle yükseklere kanatlanabilir, melekleri geçebiliriz.
Nefsi ön plana aldığımızda ise dört ayaklıların tabanlarını seyrederiz. İnsan
irâdesi (nefsi), istekte sınır tanımamaktadır. İnsan, sonsuz oranda istekten
ibarettir. İnsan, nefisle, hoşuna giden herşeyi kendine maletmek, zevklenmek
ister. İçimizde devamlı fışkırıp duran bu istek kaynağının arzuları mutlak
surette verildikçe, o, sırnaşık insan gibi daha da arsızlaşır. Verdikçe azar,
daha da ister. Nefsin midesi yoktur, doymak bilmez. Doysa bile az sonra yine
acıkır. Sahibini de yemeye ve yenmeye başlar. Nefsi taşkınlıktan (tuğyan)
korumak için hudûdullah’a riâyet şarttır. Nefsi, aklın ve ruhun, daha doğrusu
imanın emrine vermeden insanın mutlu, başkalarının ondan memnun ve Rabbının
râzı olması mümkün değildir.
Kur’ân-ı Kerim, ruhun gıdasının müziğin dışında başka şeyler
olduğunu söylüyor, ama müziksever, Konfüçyüs’ün sözü kadar itibar etmiyor,
doğruluğunu kabul etmiyorsa din tercihini yapmış demektir. Artık müziksever
değil; müzikperesttir. Ruha, gönle “zikir” gıdası verilmediği, gıda yerine
“zehir” verildiği için şikâyet, sıkıntı, bunalım, stres, intihar gibi
problemler gittikçe artıyor. Tatmin olmayan ruh sıkılıyor. Nefsin de doyacağı
yok. Yedikçe azıyor, azdıkça gıdalanıyor. Daha değişik zevk ve gıdalar arıyor,
sahibini felâkete ve helâke sürüklüyor.
İnsanlar zevk almak için eğlenceye, müziğe çokça yer ayırırlar.
Halbuki maddî zevk, hiçbir zaman hakiki zevkin yerini tutmaz. Hakiki zevk kısa
süreli değildir, maddî zevk ise saman alevidir; bir varmış bir yokmuş gibidir.
Aynı zamanda zevkten kısa bir müddet sonra hazzın yerini yorgunluk, acı,
maddî-mânevî kayıp, rahatsızlık gibi problemler alır. Meşrû olmayan maddî
zevklerin peşinden gelecek gam ve kederler bir yana, yine vicdanı rahatsız
etmesi ve Allah katındaki sorumluluk. Bütün bunlara değecek bir getirisinin
olmadığından zevk bile sayılmaz maddî zevkler.
Rûhî zevklerinse sonunda böyle problemler yoktur. Rûhî zevklerle
ruh, sağlığını korur, gıdasını almış olur. Stres gibi çağdaş problemler, çağdaş
insanın çağdaş zevkleri ve tercihleriyle ilgilidir. Gerçek zevk (rûhî zevk) en
çok üç şeyde bulunur:
Her çeşit ibâdette, özellikle
namaz ve Kur’an okumada; yani zikirde.
İlim tahsil etmekte,
öğrendiklerini yaymakta; yani tebliğ ve cihadda.
Âciz ve sayıflara yardımda;
yani ihsanda.
Bunların dışındaki zevkler geçicidir. Devamı olmayan bir kuruntu
ve aldanmadan ibarettir. Altın kadeh içindeki zehirdir.
Bugün tûbâ ile zakkum farkedilmez olmuş, sanatla sahtesi birbirine
karıştırılmış. Nefis ruhun yerini almış. Rûhî özellikler yok gibi; yaşayan
ölüler, yani ruhsuzlar topluluğu halinde cahilî toplumlar. Müzik ilâhları ve
tanrıçaları, kullarının müzikhollerde, gazinolarda âyin ve ibâdetleriyle
yetinmiyor; stadyumlar, açıkalanlar gibi daha büyük mâbedlere toplanmalarını
istiyor artık. Nefis, bu tapınma ve kendinden geçerek mest olmayla da tatmin
olmuyor. Günlük ve saatlik âyinler de emrediyor: Radyolar, müzik setleri,
tv.ler kalabalıkların neredeyse her dakikasını ibâdet vecdi içinde kaplıyor.
İşyerinde müzik, arabada müzik, evde müzik, okulda derste müzik, filmde müzik.
Hz. İsa, ruha önem
verilmeyen bir topluma rûhî özellikleri yeniden ihyâ etme yönüyle çeşitli
mûcizelerle geldi: Ölüleri diriltme, hastaları iyileştirme, körlerin gözlerini
açma, dilsizi konuşturma gibi. İşte günümüz toplumunda da bu rûhî özellikleri
ihyâ eden İsa nefesli insanlara ihtiyaç var. Böylece yahûdilerin katı
kapitalist etkileriyle ruhları, rûhî özellikleri bombardıman edilen insanların
ölümcül kalpleri ve ruhları dirilsin, ruh maddenin önüne çıksın, böylece tatmin
olsun. Hasta kalpler ve ruh hastalıkları iyileşsin. Hakkı göremeyen gözler
açılsın, basîret ve ferâset sahibi olan insanlar eşyaya Allah’ın nuruyla
bakabilsin. Sadece görünenleri değil; perdenin arkasındakileri de görebilsin.
Hakka kilitli dilleri açılsın, bülbül gibi şakısın. Bunların yerine gelmesi
için Hz. İsa’nın gökten inmesini beklemeye lüzum yok. Hz. İsa’nın nefesine, Hz.
Mûsâ’nın asasına, Hz. Muhammed’in Haktan getirdiği mesaja mirasçı sensin.
Kurtuluş istiyorsan kurtarıcı beklemekten vazgeç; vazifeni yap. Hem sen kurtul,
hem toplum kurtulsun ey İsa nefesli müslüman! (19)
Ruh Çeşmesinden Sızıntılar
İnsan, ruhuyla birini sever. Ve sevdiğinin ruhunu sever. Ruhun
şekli olmadığından bu sevgisini kalp resmiyle simgelediği olur. Madde, ruhsuz
sevilmez. Hâtıranın değeri, o yüzden büyüktür. Ruhsuz maddeye değer verilmesi,
ya ona atfedilen ruhsal özelliklerden dolayıdır veya sevenin ruhundaki ona
duyduğu meyille ilgilidir.
Rüya, nazar, hipnotizma, insanı etkileme gücü, keşif, ilham, duâ
ve bedduânın etkisi, buğzun kötülüğü değiştirme gücü, aşkın zincirleri kıran
büyüsü, candan sevmenin fedâkârlığa sevki, insanın kullanabildiği ve
kullanmasını bilmediği olumlu ve olumsuz enerjisi... hep ruhla ilgili, Allah
tarafından üflenen ruhun gücüne bağlı muhteşem imkânlardır. Göz, rûhun
esrârengizliğinin aynasıdır; Söz, rûhun enginliğinin yansıması. Öz ise,
nazargâh-ı ilâhî.
İnsanla ilgili esrârengiz tüm özellikler, ruhuyla ilgilidir; hep
ruhun sırlarından kaynaklanır. Altıncı his, ruhlar âleminde birbiriyle kaynaşan
ruhların birbirini sevmesi, evlât için büyük fedâkârlık, karşı cinste sükûnete
kavuşma ve her şeyin başı ibâdet ihtiyacı ve zevki... Ruh olmasa, bütün bunlar
da olmayacak, güzellikten ve sanatın anlamından bahsedilmeyecekti. Zaten
güzelliğin zirvesinde, keşfedilemeyen bir gizlilik, izah edilemeyen ama
etkileyen bir câzibe yok mudur? Ruh tümüyle keşfedilemeyeceğinden, insanın
anlaşılamayan sırları da olacak, esrârengizlikler insanın hayret düğmesine
basmaya devam edecektir.
Utanma, öfke, sevinç, hüzün, mutluluk, tabii ki iman... hep ruhun
halleridir. Vücut, bunları belli eder; çünkü beden ruhun emrindedir. Ruhu
bedenin ve hevânın hizmetine vermek, ruha en büyük zulümdür.
Seven, sevdiğini herşeyiyle sever. Allah’a tevekkül edip teslim
olan bir müslüman için zenginlik de birdir, fakirlik de; Hakkın kahrı da
hoştur, lütfu da. Güncel hayatın ve dünya sınavının zorluklarıyla yaralanan
ruhlar, iman ve teslimiyet gıdalarıyla yeterli beslenmeyen ruhlardır. Allah’a
kulluğun zevkini tadamayan ruhlar, kendisini esir alacak efendiler peşinde
koşturup duracaktır. Bu, ruhun intiharıdır; zaten inançlı insan hiç intihar
eder mi? Peygamberler kutsal ruhla kuvvetlendirilmiştir (bkz. 2/Bakara, 87).
Insan da güçlenmek istiyorsa, vahiyle -ki bir adı ruhtur- aküsünü şarz etmeli,
ruhunu ruhla takviye etmelidir. Beden için ruh/can ne ise, mânevî hayat için de
vahiy odur, hatta ondan da ötedir: “Ey
iman edenler! Hayat verecek şeylere
sizi çağırdığı zaman, Allah ve Rasûlüne uyun. Ve bilin ki, Allah kişi ile onun
kalbi arasına girer ve siz mutlaka O’nun huzurunda toplanacaksınız.” (8/Enfâl, 24) Ve vahy, öncelikle ruh için şifadır, rahmettir, ışıktır/nurdur,
kılavuzluktur/hidâyettir.
Ruhun huzur ve tatmini, meşgûliyette, zahmet ve gayrettedir. Ama
hayırlı bir yönde değilse bunlar, ruh değil; ego/nefis beslenmiş olacaktır. Allah’a
kulluk ve itaatte, ibâdette ve Allah yolunda Allah için çalışmadadır ruhun
huzuru. Gece gündüz, gizli açık ibâdet ve Allah için gayretten ayrılmayan
peygamberlerin ruhları onun için daha çok arınmıştır, mutmaindir. İşleyen demir
ışıldar, tembel demir pas tutar. Ruh da törpülendikçe keskinleşir. İnsanın
rahatı zahmettedir. Tembel ya da gereksiz işle meşgul olan kişi, mutsuzdur,
huzursuzdur. Başkasına faydası olmayan, kendine/ruhuna da zarar verir.
Zahmetsiz rahmet olmaz. Arı bal yapmaktan zevk alır, bal yapmanın ve eserini
başkasına ikram etmenin lezzetini tadan arı, bal yemekten daha tatlı gelen bu
uğraştan ölünceye dek vazgeçmez. Vermenin tadını alan, ibâdetin hazzını duyan
kimse, tembellikte değil; cihadda bulur huzuru.
Ruhu, maddeyle tatmin etmeye kalkmak, atı etle beslemeye çalışmak
demektir. Kalp/ruh, vahyin nurundan ışığını almadıysa, karanlıklar içinde
bocalayıp duracak, ışıksız yerdeki ayna gibi, hiçbir şeyi göstermeyecektir.
Çarpıtılmış fıtrat ve sindirilmiş vicdan lambalarının sızdırdığı cılız ışıkla,
aydınlık çehreleri bile bulanık, sisli ve karanlık gösterecektir o ruh aynası.
Esas körlük budur işte; bedendeki gözlerin görmemesi değil, ruh ekranının
kararması. Vericiler sağlam olduğu halde, yansıtıcıların, alıcıların bozukluğu.
Ekranın olması yetmiyor; bu araç, elektrikle/enerjiyle irtibatı olmazsa hiçbir
işe yaramayacaktır.
Ruhun arındırılması/tezkiye edilmesi lâzımdır; ibâdetlerle
cilâlandırıp parlatılması gerekir. Yoksa, çevrenin pislikleri ruh aynasını
işlevsiz hale getirecektir. Aynanın sırları dökülünce, çevreden yayılan
pislikler aynanın parlaklığını kaybettirince, tertemiz nesnelerin de
görüntüleri câzip olmayacaktır. Problem, doğuştan tertemiz verilen aynayı
kirletmekte, onun temizliği için gayret sarfetmemekte düğümleniyor.
Net ve doğru gösterebilmesi için aynanın düz (sırâtı-ı müstakîm
üzere hidâyette) olması da şarttır. Bâtıl düzen ve inkârcıların ezip
çukurlaştırdığı ya da şişirip kamburlaştırdığı aynalar da, nesneleri olduğundan
çok farklı gösterir; aynasına göre bazıları cüce, bazıları dev görülecektir.
Vahy ölçeğiyle doğruluğunun sağlaması yapılmayan, o teraziyle ayarlanmayan
ayna, olduğundan çok farklı gösterecektir her şeyi. Yıpratıcı, tahrip edici
araçlarla çizilen, kırılan aynalar da herşeyi çizik ve kırık gösterir. Ayna,
düzelmeden sağlıklı görüntü yansımayacaktır.
“Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Onların
gözlerine de bir çeşit perde gerilmiştir ve onlar için (dünya ve âhirette)
büyük bir azap vardır.”(2/Bakara, 7) “Onların kalplerinde/ruhlarında
hastalık vardır.” (2/Bakara,
10) Gözlerinde perde olan, ruh aynası kararmış insanlar; kara vicdanlı,
karanlık zihniyetli insanlardır; taktıkları şirk gözlükleri kara olduğu için,
güneşi bile kara görürler onlar.
Gözdeki şaşılık veya
uzağı görememe gibi hastalık düzeltilmeden, böyle göze sahip insan, nasıl
herşeyi farklı görür veya uzağındakileri göremezse, görüntülerin
değerlendirildiği ruhun/kalbin hastalığı, görülmesi gerekenleri, uzak saydığı
âhireti göremeyecek, hastalığının şiddetine göre sanal görüntüler, rüya, serap,
hayal, illüzyon, hallüsinasyonları gördüğü kadar hakkı göremeyecek, doğruyu
eğri görecektir.
Günümüz insanı, sadece Kur’ânî kavramları değil; dünyevî
kavramları bile çarpıtıyor. Beyinlerinde hastalık olanlara “ruh hastası” diyor;
ruhun varlığını kabul etmeyen anlayışla ruh hastalığı ele alınıyor. Eski ismi
“ilmü’n-nefs” olan bilgi dalına “ruh bilim” anlamına gelen “psikoloji” adı
veriyor. Ruh konusunun gündeme hiç getirilmediği “psikoloji”ye, bugünkü
içeriğiyle “karakter bilimi” gibi bir isim verilmesi daha uygun olacaktır. Ama
müşriklerin âdetidir bu; kavramların içini boşaltıp çarpıtarak kendi görüşleri
doğrultusunda doldurmak. “Sözlerini
bozmaları sebebiyle onları lânetledik ve kalplerini katılaştırdık. Onlar
kelimelerin yerlerini değiştirirler, tahrif ederler.” (5/Mâide, 13) Ruhu inkâr eden
Batılı, “ruhun bilgisini” okuyor, okutuyor!
Bunun yanında, tabii ki, ruhu hasta olanlar var. Mânevî hayatı,
ümit, güven, korku gibi duyguları dengede tutamayan, onlara doğru hedefler
gösterip istikamet veremeyen kişinin ruhu hastadır. Zaten kendi psikolojik/rûhî
durumunu, kısmen de olsa hasta görüp şikâyetçi olmayan, depresyon, bunalım,
doyumsuzluk/tatminsizlik, can sıkıntısı, iç daralması, stres içinde olmayan
çağdaş insan pek bulunmaz. “Kim
Benim zikrimden (Kur’an’ımdan, Beni hatırlamak ve anmaktan, namazdan) yüz
çevirirse, şüphesiz onun sıkıntılı/sıkıcı bir hayatı olacak ve Biz onu kıyâmet
günü kör olarak haşredeceğiz.” (20/Tâhâ,
124) Ve çözüm: “...Bunlar,
iman edenler ve gönülleri Allah’ın zikriyle sükûnete erenlerdir. Bilin ki,
kalpler/ruhlar ancak Allah’ı zikirle (O’nu hatırlayıp anmakla, Kur’an okumakla,
namazla, ibâdet ve tâatla) huzur bulur.” (13/Ra’d,
28).
Ruh, terbiye edilmeye muhtaçtır; onun da gıdaya ihtiyacı vardır.
Ruh, mânevî bir varlık olduğundan onun terbiyesi de, gıdası da mânevî
olacaktır. Onu doyuracak Razzâk’ın ve eğitip yönlendirecek Rabb’ın vahyi ile
ihtiyaçlarını gidermezse, ruh tatminsizlik içinde çırpınıp duracaktır. Tek
kanatlı kuş uçar mı? İnsanın da sadece madde tarafı tıka basa doyurulmaya
çalışıldığı halde, ruh tarafı mânâ cephesi gıdasızlıktan ölümcül hasta.
Gideceği yere tek kanadıyla uçup gidebilir mi dersiniz? İşte, yükseleceğim
derken devamlı tökezleyip yere çakılması ve bunun ha bire tekrarı, kanadın
birinin durumu, içler acısıdır.
“Hayat varsa ruh da vardır.”
“Gören, duyan yalnız ruhtur; geri kalan her şey sessiz ve
sağırdır.”
“İnsan ruha bakmalı. Güzel bir vücutta güzel bir ruh olmazsa neye
yarar?”
“Ruhun da vücut gibi ihtiyaçları vardır.
“Ruh ve ceset, bu âlemde iki ortaktır. Bunun için, âhirette insan,
hem ruhuyla hem de cesediyle ödül veya ceza görür.”
“Ceset, ruhun evi ve elbisesidir.”
“Ceset, ruha dayanarak ayakta kalır. Ruh ise kendi başına kaimdir.
Ceset harap olursa ruh daha çok serbest olur, melek gibi göğe uçar.”
“Ceset, ruhla zevk alır, mutlu olur; Ruh ise vicdanla.”
“Ruh, yaşlı doğar, fakat gençleşir; hayatın komedisi bu. Vücut da
genç doğar, gitgide yaşlanır; bu da hayatın trajedisi.”
“Ruhun büyüklüğü, büyük yerlerde değil; gösterişsiz yerlerde çıkar
ortaya.”
“Büyük ruhlar, ıstıraplarına
sessizce katlanırlar.”
“Başkalarının ruhu, karanlık bir ormana benzer.”
“Bizi şartlardan
çok, ruh yapımız mutlu kılar.”
“Mutlu olmak istiyorsak, hayatın cisimde değil; ruhta olduğuna
inanmalıyız.”
“Ruhlar, bölüklere ayrılan askerler gibidir. (Ruhlar âleminde)
birbirleriyle tanışmış olanlar, dünyada da uyuşurlar, anlaşırlar. Tanışmayanlar
da anlaşamazlar, sevişemezler.” (Hadis-i Şerif)
“İnsanın gıdaya ihtiyacı olduğu gibi zevke de ihtiyacı vardır.
Nefis ve hevâ yönünden tatmin edilmezse, ruh tarafından zevkini arayacaktır.”
“Şuur, ruhun ziyâsıdır.”
“İnsanın ruh gücüne sınır çizilmemiştir. Enâniyet/bencillik ile
öyle aşağı düşer ki toz kadar kalır. Allah'a kulluk ile o kadar yükseğe çıkar
ki Hz. Muhammed (s.a.s.) gibi iki cihanın güneşi olur.”
“Ruh, zamana mahkûm değil. İnsan duyguları ruh seviyesine çıkınca,
yaşanılan zaman genişler. Başkalarına nisbetle mâzi ve istikbal olan vakitler,
ona şimdiki zaman hükmüne geçer.”
“Bu elem yurdu denî dünyanın; Derdine, mihnetine gâyet yok.
Bir çürük diş gibidir bence bu can, Çıkmadan sahibine râhat yok.” (Ferit Kam)
“Kim demiş, ‘sağlam kafa sağlam vücutta bulunur’ diye? Doğrusu
şöyle olmalı: ‘Sağlam iş, sağlam ruh sahibinden çıkar.”
“Ruh sağlıklı ve doğruysa, bütün beden doğru olur, güzel iş yapar;
Ruh hasta ise, bütün beden ve tüm davranış da bozuk olur.”
“Cânânsız can, hayvanda da var.”
“Ruh kuştur; beden kafes.”
“Ruh misafirdir; beden ev/konut.”
“Ruh kanundur, sultandır; beden de ülke.”
“Ruh âmirdir; bedense memur.”
“Ruh anlamdır; beden söz/kelime.”
“Ruh ustadır; beden tezgâh.”
“Ruh enerjidir/elektriktir; beden fabrika.”
“Ruh sürücüdür/şofördür; beden araba/otomobil.”
“Tuğyân eden/azana ve dünya hayatını âhirete tercih edene,
şüphesiz cehennem tek barınaktır. Rabbının makamından korkan ve nefsini kötü
arzulardan uzaklaştıran için ise şüphesiz cennet yegâne barınaktır." (79/Nâziât, 40-41) “Ey
huzura kavuşmuş nefs/ruh! Sen O’ndan hoşnut, O da senden râzı olarak Rabbine
dön. (Seçkin) kullarım arasına katıl ve cennetime gir.!” (89/Fecr, 27-30)
Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 543
Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini
Kur’an Dili, Azim Y. c. 1, s. 343-344
İbn Kayyim el-Cevziyye,
Kitabu’r-Ruh, s. 46-47
Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c.
5, s. 272 vd.
Alâaddin Başar, Nurdan
Kelimeler, s. 45 vd.
Ferit Aydın, İslâm’da İnanç
Sistemi, s. 133-135
Ramazan Özcankaya, Ruh, s. 17
vd.
Alâaddin Başar, a.g.e. s. 161
vd.
A.g.e. c. 2, s. 9-13
Ramazan Özcankaya, a.g.e. s. 43
vd.
A.g.e. s. 87 vd.
A.g.e. s. 131 vd.
Cavit Yalçın, Kur’an’da Temel
Kavramlar, s. 47-48
Hüseyin K. Ece, a.g.e. s.
Abdurrahman Kasapoğlu,
Kur’an’da İman Psikolojisi, s. 227-228
Halûk Nurbaki, İnsan Bilinmezi, s. 87
Şâmil İslâm Ansiklopedisi,
6/180-182
Ferit Aydın, İslâm’da İnanç
Sistemi, s. 321
Ahmed Kalkan, Sanat Bilinci, s.
50-54
Ruh Konusuyla İlgili
Bazı Âyet-i Kerimeler
Ruh Allah’ın Emrindedir: 17/İsrâ, 85.
Ruh Bilgisi İnsanlara
Az Verilmiştir: 17/İsrâ, 85.
Ruhlar Âleminde “Elestü bi Rabbiküm” Hitabı: 7/A’râf, 172;
57/Hadîd, 8.
Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı
Hamdi Yazır, Eser Neşriyat c. 1, s. 406-413; c. 4, s. 3197-3205
Tefhimu’l Kur’an, Mevdudi, İnsan Y. c. 3, s. 121
Hadislerle Kur'an-ı Kerim
Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 411-413
El-Câmaiu li-Ahkâmi’l Kur’an, İmam Kurtubî, Burûc Y. c. 2, s.
210-212
Kur’an Mesajı, Muhammed Esed,
İşaret Y. c. 1, s. 24
Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri,
Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s . 187
Mefatihu’l-Gayb (Tefsir-i
Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 3, s. 204-206
Kur’an Mesajı, Muhammed Esed,
İşaret Y. c. 2, s. 527
Dâvetçinin Tefsiri, Seyfuddin
el-Muvahhid, Hak Y. c. 1, s. 181-183
Şâmil İslâm Ansiklopedisi,
Şâmil Y. c. 5, s. 271-275; 278-279
Sosyal Bilimler Ansiklopedisi,
Risâle Y. c. 3, s. 320-325
İslâm Ansiklopedisi, M. E. B.
Y. (E.E. Calverley), c. 9, s. 179-183
Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali
Ünal, Kırkambar Y. s. 201-205
İslâm’ın Temel Kavramları,
Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 543-546
Kur’an’da Temel Kavramlar,
Cavit Yalçın, Vural Y. s. 47-50
İnanç ve Amelde Kur’anî
Kavramlar, Muhammed el-Behiy, Yöneliş Y. s. 117-119
Kur’an’da Nefs Kavramı, Ahmet
Ögke, İnsan Y. s. 25-28
Kur’an ve İnsan, Celal Kırca, Mârifet Y. s.
169-178
Kur’an’da İman Psikolojisi, Abdurrahman
Kasapoğlu, Yalnızkurt Y. s. 227-229
Nurdan Kelimeler, Alâaddin
Başar, Zafer Y. c. 1. s. 161-165; c. 2, s. 9-14
İnsan ve İnsanüstü, Ruh, Melek,
Cin, İnsan; Süleyman Ateş, Dergâh Y. s. 15-20; 51-187
Reenkarnasyon Var mı? Sevim
Asımgil, Gonca Y. s. 45-88
İnsan Bilinmezi, Haluk Nurbaki,
Hilâl Y. s. 74-113
Kur’an ve Sünnete Kalbî Hayat,
Adem Ergül, Altınoluk Y. s. 114-123
İslâm’da İnanç Sistemi, Ferit
Aydın, Kahraman Y. s. 133-135, 319-321
Kur’an’da Ulûhiyet, Suad
Yıldırım, Kayıhan Y. s. 372-373
Sanat Bilinci, Ahmed Kalkan,
Denge Y. s. 50-54
Ruhî Bunalımlar ve İslâm
Rûhiyâtı, Mehmed Tevfik, Bedir Y.
Ruhî Çöküntü, Hamdi Gülal,
Bahar Y.
Ruhsal Yozlaşma Toplumsal
Çürüme, Sadık Kılıç, Akçağ Y.
Ruh’un Özü Kudsi Sırlar, Fatma
Temir, Furkan Kitabevi Y.
Kitâbu’r-Rûh, İbn Kayyim Cevziyye, İz Y.
Ruh, İçimizdeki Biz, Ramazan Özcankaya,
Hayat Y.
Ruh Çağırma, Ömer Sevinçgül,
Zafer y.
Ruh Gerçeği ve Reenkarnasyon,
Ömer Sevinçgül, Zafer Y.
Ruh Dosyası, Ahmed Ersöz, Nil
A.Ş. Y.
Ruh Nedir? Mehmet Kırkıncı,
Zafer Y.
Ruh Üzerine, Alaaddin Başar,
Zafer Y.
Ruh-İnsan-Cin, Ahmed Hulûsi,
Kitsan Kitap Kırtasiye
Ruhlar ve Ötesi, Safvet Senih,
Nil A.Ş. Y.
İtikad, İbâdet ve Ruh
Terbiyesi, Ebu’l-Hasan Nedvî, Risâle Y.
Ruh Terbiyemiz, Said Havva,
Kayıhan Y. /Petek Y.
Ruh Âleminde Bir Seyahat, Kemal
Osmanbay, Kitsan Kitap Kırtasiye
Ruhlar Alemi, İslâm’da Vasiyet ve Iskat Meselesi,
Ali Rıza Karabulut, Kalem Y.
Sihirbaz, Büyücü ve Ruh Çağıran
Ehl-i Bid’ata Reddiye, Seyyid Ali Göleli, Şühedâ Y.
Çağdaş Ruhçuluğun Maske ve
Yüzleri, Julias Evola, İnsan Y.
Ölümden Sonraki Hayat, Süleyman
Toprak, Konya
Felsefî Doktrinler Sözlüğü,
Süleyman Hayri Bolay, Akçağ Y.
Hüvel Baki, Mustafa Özdamar,
Kırk Kandil Y.
Mezar Notları, Muammer Özkan,
İnsan Dergisi Y.
İslâm’a Göre Ruh Çağırma, H. H.
Muhammed, Pamuk Y.
Ruh Sağlığı, G. Kozacıoğlu,
Alfa Basım Yayım
Ruh Sağlığımız ve Davranış
Bozuklukları, Aydın Ankay, Turhan Kit. Y.
Ruhsal Çatışmalarımız, Karen
Horney, Öteki Y.
Reenkarnasyon, Arif Arslan,
Adese Y.
Ruhbilim Sözlüğü, Orhan
Hançerlioğlu, Remzi Kitabevi Y.
Sihirbaz, Büyücü ve Ruh Çağıran
Ehl-i Bid’at’a Reddiye, Seyyid Ali Göleli, Şüheda Y.
Parapsikoloji Dersleri, Paul
Krafchik, Ruh ve Madde Y.
Psikiyatrinin ABC’si, Cengiz Güleç, Simavi Y.
Ruhsal Deneyleri Uygulama Kitabı, Sheila Ostrander, Ruh ve Madde Y.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar