BEŞİNCİ SİFR FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN YİRMİ DOKUZUNCU KISMI
Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla
ALTMIŞ
BEŞİNCİ BÖLÜM
Cennet, Menzilleri, Dereceleri ve Bu Konuyla İlgili Hususlar
Duyulur cennetin
mertebeleri, bazı ah menzillere Bölünmüştür; ameller de onları ister.
, Bütün amel sahiplerini binekleri taşır
O menzillere; Allah
Teâlâ’nın elçileri onları perdeler
ihtisas cennetlerinden ise,
ikrama mazhar olanlara Miras cennetleri bahş edildi. Onları takip eder
Kılavuz edindiğimiz
yıldızların nuru.
Bizim nurumuzun yıldızı ise,
bugün Adn [cennetindedir].
Şeriat yolundan başka bir şey bineğimiz olsaydı Şeriat geldiğinde artık binek olma imkânını kaybederdi. Artık dince belirlenmiş salih amel onu ortaya çıkarır , bir nur olarak. Kendi zatından ise, ona bir heybet giydirir. Allah Teâlâ bizi ve sizi desteklesin, bilmelisin ki, iki cennet vardır: Duyulur cennet ve manevî cennet. Akıl, her ikisini birden bilir. Alem de ikiye ayrılır: Latif âlem ve yoğun âlem. Buna, gayb âlemi ve görünür âlem de diyebiliriz. [Allah Teâlâ’nın emirlerinden] Sorumlu ve muhatap olan düşünen nefsin taşıdığı bilgi ve marifetleri nedeniyle bir nimeti olduğu gibi hayvanı nefs vasıtasıyla duyulardan elde ettiği haz ve arzuları bakımından da bir nimeti vardır. Düşünen nefs söz konusu bilgi ve marifetleri, araştırma, tefekkür ve aklî, kanıtlarla ulaşmış olduğu sonuçlarla elde etmiştir. Bu bağlamda hayvani nefs vasıtasıyla ulaşılan hazlara ve arzulara örnek olarak ise, yemek yemek, içmek, cinsel ilişkiye girmek, giyinmek, hoş kokular, kulakların duyduğu melodiler, sevilen-güzel kadın suretindeki -ki göz onu göğüsleri tomurcuklanmış kızlarda görürduyusal güzellik, güzel erkeklerin yüzleri, türlü renkler, ağaçlar ve nehirleri verebiliriz.
Bütün bunları duyular düşünen nefse
(nefs-i nâtıka) ulaştırır. Düşünen nefs de, doğası bakimından onlardan haz
alır. Düşünen nefs değil de, hayvanî-duyumsayan nefs söz konusu şeylerden haz
alsaydı, hayvan da güzel-alımlı bir kadının yüzünden veya yakışıklı bir
delikanlının yüzünden, renklerden, melodilerden haz alabilirdi. Bir hayvanın
bunlardan haz aldığını görmediğimize göre, duyusal gücün verileriyle haz alan
şeyin düşünen nefs olduğunu kesin olarak öğrendik. Söz konusu şeylerin bir
kısmını algılamada hayvanlar da ortak iken bir kısmını algılamada ortak
değildir.
, Bilmelisin ki, Allah Teâlâ bu duyulur cenneti Aslanın doğum yerinde yarattı -ki o İldîd’dir-. Onun burcu ise, aslandır. Manevi cennet ise -ki o [beden mesabesindeki] bu duyulur cennetin ruhudurHakkın neşesinden, yetkinlik, sevinç ve muduluk özelliklerinden yaratıldı. Böylece duyulur cennet beden, âkledilir cennet ise, ruh ve onun güçleri mesabesinde oldu. Bu nedenle Hakk Teala onu hayatının (ebedîliği) nedeniyle, hayat diyarı diye isimlendirdi. Oraya girenler de, duyusal olduğu gibi insanm hakikati [latife-i insaniyye] olan manalarıyla da manevi olarak nimetleııirler. Cennetin kendisine girenleri nimedendirme [özelliği çok güçlüdür. Bu nedenle, sâkinleriyle dolmak ister. (Nebi Aleyhisselam’dan) Şöyle bir hadis aktarılır: ‘Cennet Bilal, Ali, Ammar ve Selman’ı özler.’ Böylece Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, özleminin anlamına göre, cenneti söz konusu kişilere özlem duymakla nitelemiştir. Bu isimler arasındaki uyum ne güzeldir! Özlemin içerdiği kavuşma arzusu, sahibine bir çeşit acı verir. Bilal ismi, insanın ‘hastalığından bıkması ve usanması’ deyişinden türetilmiştir. ‘Adam hastalığından usandı (belle)? denilir. Bilal’in anlamı budur. Selman ise, acı ve hastalıklardan esenliğe çıkmak [deyişinden]: türetilmiştir. Arnmar [imar eden] ise, kendisine yerleşecek kimseler tarafından doldurulmasıyla acının kaybolmasına işaret eder. Çünkü Allah Teâlâ kullarına orada tecelli edier. Ali ismi ise, bu tecclli sayesinde cennetin durumunun ateşe -ki kardeşidirkarşı yükselmesine işaret eder. Çünkü cennet, tecelli ve görme derecesine mazhar olmuşken ateş perdelenme yeridir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kendisini bu dört sahabeye özlem duymakla nitelerken, dört ismin cennetin durumuyla olan karşılıklı uyumuna bakınız!
Bu meselede insanlar dört mertebede
bulunur: Bir kısmı, isteyen'istenilenlerdir. Onlar; peygamber, nebi ve kâmil
veli gibi Allah Teâlâ adamlarının büyüktendir.. Birkısmı
istenilen-istemeyendir. Onlar, manevi yönleri duyularına baskın gelmiş, Allah
Teâlâ’nın heybetinde kendilerinden geçmiş Allah Teâlâ adamlarından hal ehli
olan kimselerdir. Bunlar, hal ehli oldukları için birinci tabakadan aşağıdadır.
Bir kısmı ise, ister-istenilmez. Bunlar günahkâr müminlerdir. Bir kısmı ise, ne
[cennet tarafından]: istenen ne de [onu] isteyenlerdir. Onlar, kıyamet gününü
yalanlayan ve duyulur cenneti reddeden kimselerdir. Bu dört sınıfın beşincisi
yoktur.
Bilmelisin ki, üç cennet vardır. Birincisi
ilâhi-ihtisas cennetidir. Burası, sorumluluk çağına ermeden; ölen çocukların
gireceği cennettir. Onlar, doğdukları andan altıncı senenin tamamlanmasına
kadarki dönemde yaşayan çocuklardır. Bununla birlikte Allah Teâlâ, dilediği
kullarına dilediği ihtisas cennetlerini verir. Bu cennetlere gireceklerden bir
sınıf da akılsız delilerdir. Başka bir grup ise, bilgiyle tevhide ulaşan
kimselerdir. İhtisas cennetlerine gireceklerden bin sınıf da, fetret ehli ile
bir peygamberin davetinin ulaşmadığı insanlardır.
ikinci cennet, miras cennetidir.
Zikrettiğimiz kimselerden ve müminlerden cennete giren herkes bu cennete
girer. Miras cenneti, oraya girecek olurlarsa cehennemliklere: hazırlanmış
mekânlardır.
Üçüncü cennet, amel cennetidir. Burası,
insanların amelleri karşılığında girecekleri cennettir. Bir insan herhangi bir
üstünlük bakımından başkasından daha üstün ise, onun amel cennetinden payı da
daha çoktur. Bu yönde üstün olan insan, üstün olduğu kimseden [başka bir
yönde] daha aşağıda bulunabilir. Ancak, söz konusu yönde ve durumuyla diğerini
geçmiştir. Buna göre, her bir amelin bir cenneti olması gibi amel sahipleri
arasında da hallerinin gerektirdiği tarzda amelde bir derecelenme gerçekleşir.
Sahih bir hadiste Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’in Bilal’e şöyle söylediği rivayet edilir: Bilal! Beni
cennette hangi amelinle geçtin? Cennetten nereye gitsem, hışırtını önümde
duydum.’ Bilal de şöyle demiş: ‘Ey Allah Teâlâ’nın peygamberi! Abdestsiz
kesinlikle bir şey söylemem. Abdest aldığımda ise mudaka iki rekat namaz
kılarım.’ Bunun üzerine Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem: ‘İşte bu
ikisiyle!’ demiş. Böylece sözü edilen cennetin bu amele özgü cennetler
olduğunu anladık.
Bu rivayette Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem âdeta Bilal’e şöyle der: ‘Beni perdeleyecek şekilde, hangi
ibadetinle önümde bulunabildin? Bu mertebeye nasıl ulaşabildin?’ Bilal ise
yaptıklarını söyleyince, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘işte
o iki
ibadetle geçmişsin’ demiştir. Öyleyse, farz veya nafile bir ibadeti ya da bir
iyiliği yapmanın ya da mekruh ve.haram bir şeyi terk etmenin mudaka özel bir
cenneti olduğu gibi o cennete girecek insanın elde edeceği bir nimeti de
vardır.
Üstünlük, derece derecedir: Bu bağlamda
üstünlük, yaştan kaynaklanabilir. Fakat kastedilen, müslümanlık ve ibadet
yaşıdır. Amelleri eşit iki insandan yaşlı olan yaşı nedeniyle küçükten daha
üstündür. Çünkü yaşlı insan, dindarlıkta küçüğü geçmiş demektir. Amel, zaman
bakımından da diğerinden üstün olabilir. Çünkü Ramazan ayındaki veya Cuma
günündeki veya Kadir Gecesindeki veya Hac ayının onundaki veya Aşura’daki amel,
diğer zamanlarda yapılan amelden daha değerlidir. Aynı şey, Şari Teala’mn
belirlediği bütün zamanlar için söz konsudur. Ameldeki üstünlük, mekândan da
kaynaklanabilir. Örneğin, Mescid-i Haram’da namaz kılmak Medine mescidinde
namaz kılmaktan, Medine mescidinde namaz kılmak, Mescid-i Alcsa’da namaz kılmaktan
daha üstün olduğu gibi Mescid-i Aksa’da namaz kılmak da başka mesciderde namaz
kılmaktan daha üstündür.
Ameller [yapılış] halleri bakımından da
birbirlerinden üstün olurlar. Farz namazı cemaatle kılmak, kişinin yalnız
kıldığı namazdan üstündür. Bu gibi örnekler çoğaltılabilir. İnsanlar, amelleri
nedeniyle de birbirinden üstün olabilir. Örneğin namaz kılmak, geçenlere
sıkıntı veren bir şeyi yoldan kaldırmaktan daha üstün bir ameldir. Allah Teâlâ,
bazı amelleri diğerlerinden üstün yapmıştır. İnsanlar aynı amelde de
birbirlerinden üstün olabilir. Yakın akrabasına sadaka veren bir insan, hem
sadaka ve hem de yakın akrabasını gözeten biri haline gelir. Yakını olmayan
birine sadaka veren ise, birinci kişiden daha az sevap alır. Ehl-i Beyt’teh bir
şerife hediye veren, iyilik yapan ya da cömertlikte bulunan bir insan şerîf
olmayan birine hediye verenden daha çok sevap alır. Dinde [insanlar ya da
davranışlar arasındaki] üstünlük yönleri, sınırlı olsa bile, pek çoktur. Fakat
sadece bir kaç örneği göstererek, ‘üstünlük’ derken neyi kastettiğimizi
anlamanı istedim.
Peygamberlerin cennette başkalarından
üstünlükleri de, ihtisas cennetleri sayesinde ortaya çıkar. Amele bağlı
üstünlüğe gelince; peygamberler de, daha önce belirttiğimiz gibi, amel
cennederinde [amellerin yapıldığı] hallere göre derecelenir. Aynı makamda
bulunmadığı başka birinden üştün olan herkes, amel cennetinde değil, ihtisas
cennetinde üstündür.
Bazı insanlar, tek bir zamana pek çok
ameli sığdırır : Söz gelişi, gözünü kendisine yaraşan işe çevirmişken kulağını
dinlemesi uygun işe vermiş ve elini kendisine yaraşır işe tahsis etmiştir;
oruçluyken namazını kılar, [iyi bir işi] yapmaya ve [kötü bir fiili] terke
niyetlenmişken zikrini yapar. Böylece aynı anda pek çok bakımdan
ödüllendirildiği gibi bu sayede aynı durumda olmayan insandan da üstün olur. Bu
nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, hangisinden istenirse ondan
içeri girileceği cennetin sekiz kapısını zikrederken, Ebu Bekir şöyle demiştir:
‘İnsanın sekiz kapıdan birden girmesi için ne yapması gerekir?’ Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ise, şöyle karşılık vermiştir: ‘Ey Ebu Bekir!
Umarım, onlardan biri olursun.’ Ebu Bekir, bu sözüyle zikrettiğimiz durumu
söylemek istemiştir. Başka bir ifadeyle insan, cennetin bütün kapılarına özgü
amelleri içeren pek çok ameli tek bir zamanda yapabilir.
Ahiret yaratılışı da, buradan anlaşılır.
Cennet, eş adlı olsalar bile tüm hallerinde dünyaya benzemediği gibi insanın:
ahiretteki yaratılışı da -isimlerde ve surette ortak olsalar büedünyadaki
yaratılışına benzemez. Çünkü ahiret yaratılışında ruhanilik, cisimlikten
baskındır. Nitekim biz, bu yaratılışın kesifliğine rağmen, bu durumu
[ruhaniliğin cisimliğe baskın olmasını] bu dünya hayatında tecrübe ettik. Bu
sayede insan, pek çok mekânda bulunabilir, ihsanların geneli ise, bunu ancak
uykuda algılar.
Ben kendimle ilgili böyle bir rüya görmüş
ve onu Allah Teâlâsan gelen bir müjde saymıştım. Gördüğüm rüya, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’den rivayet edilen bir hadisle örtüşmekteydi. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem, kendisinin peygamberler arasındaki yerini
göstermek için şöyle buyurdu: ‘Peygamberler içindeki durumum, bir duvar yapıp
bir tuğla eksik bırakan adamın durumuna benzer. İşte O eksik tuğla benim.
Artık, benden sonra ne bir resul ne de bir nebi vardır.’ Böylelikle
peygamberlik duvara, peygamberler ise duvarı ayakta tutan tuğlaya benzetildi
ki bu nefis bir benzetmedir. Çünkü hadiste ‘duvar’ diye işaret edilen şey,
ancak tuğlayla yapılabilir. Dolayısıyla Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem,
peygamberlerin sonuncusu oldu.
[Benim rüyama gelince] 599’da
Mekke’deydim. Rüyamda, Kâbe’yi altın ve gümüş kerpiçlerden yapılı gördüm: Bir
kısmı altın bir kısmı gümüştü. Kâbe’nin binası tamamlanmış ve hiçbir şey eksik
kalmamıştı. Ben de, ona ve güzelliğine bakıyordum. O esnada, Rükn-i Yemânî ile
Rükn-i Şâmî arasındaki bir tarafa yöneldim. Baktığım yön, Rükn-i Şamî’ye daha
yalcın idi. Duvarın iki sırasında, iki kerpicin, yani bir altın ve bir de gümüş
kerpicin eksik olduğunu gördüm. Üst sırada altın, alt sırada ise, gümüş kerpiç,
eksikti. Bir anda kendimi o iki kerpicin yerine yerleşmiş gördüm. Artık ben, o
iki kerpicin aynıydım. Duvar tamamlandı, Kâbe’de eksik bir şey kalmadı. Ben
durup bakıyordum: Durduğumun farkında olduğum gibi kendimin iki kerpiç onların
da benim zatimin aynısı olduğunu biliyordum. Bu konuda da, herhangi bir tereddüdüm
yoktu. Uyandım ve hemen Allah Teâlâ’ya şükrettim.
Rüyayı kendi kendime şöyle tabir ettim:
Kendi sınıfımın [veliler] örnek almasında ben, peygamberler içinde Allah Teâlâ’nın
peygamberi gibiyim. Umarım ki, Allattın kendisiyle veliliği bitirdiği kimse
ben olurum. ‘Bu Allah Teâlâ için güç bir iş değildir.’ Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’in peygamberliği duvara benzetip kendisinin de o eksik kerpiç
olduğunu belirttiği hadisi hatırladım. Archndan rüyamı, Mekke’de konuyu bilen
Tevzer’li birine anlattım. O da, rüyayı tabir ederken benim içimden
geçirdiklerimi bana söyledi. Gerçi rüyayı kimin gördüğünü kendisine
söylememiştim. Engin cömertliğiyle [bu rüyanın gereğini] benim adıma
tamamlamasını Allah Teâlâ’dan dilerim! Çünkü İlâhi ihtisas, engellenme ya da
karşılığında bir fiil veya amel kabul etmediği gibi o sadece Allah Teâlâ’nın
bir ihsanıdır. ‘Allah Teâlâ rahmetini dilediğine tahsis eder. Allah Teâlâ büyük
iyilik sahibidir.’
Bilmelisin ki amel cennetleri yüz
derecedir. Nitekim ateş de, yüz derekedir (basamak). Her derece, bir takım alt
menzillere ayrılır. Önce bu Muhammed ümmetine ait olup diğer ümmetlerden üstün
olmalarını sağlayan menzilleri zikredelim. Muhammed ümmeti, Allah Teâlâ’nın
Kur’an-ı Kerim’de tanıklığı ve bildirmesiyle, ‘insanlar için çıkarılmış en
hayırlı ümmettir.’ Bu yüz derece, sekiz cennietin her birinde bulunan ve
tarzları ise, cennet içinde cennet şeklinde olan derecelerdir.
En üstün cennet, Adn cennetidir. Adn,
cennetin başkenti olduğu gibi insanların Allah Teâlâ’yı görmek için toplanacağı
Kesib de oradadır. Adn, cennetler içinde en yüksek cennettir. Bu yönüyle ö,
cennetler içinde hükümdarın sarayına benzer. Sarayın etrafını sekiz sur
çevreler. Her iki sur arasında ise, bir cennet vardır. Adn Cennetinden sonra
ise, Firdevs cenneti gelir. Firdevs, Adn cennetinin altındaki cennetlerin
ortancası ve en üstünüdür. Sonra Huld cenneti, ardından Naim cenneti, Meva cenneti,
sonra Selam diyarı (Darusselâm), sonra Mukame diyarı gelir.
Vesile cenneti ise, Adn cennetindeki en
üstün derecedir. Bu cennet, ümmetinin duası sayesinde Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem adına gerçekleşmiştir ve ona aittir. Allah Teâlâ, bilgisini
gizlediği bir hikmet nedeniyle böyle yaptı. Çünkü biz, peygamber sebebiyle Allah
Teâlâ katındaki mutluluğa ulaştık ve ‘İnsanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet5
olduk. Allah Teâlâ onun vasıtasıyla bizi son ümmet yaptığı gibi ‘onunla da
peygamberliği bitirmiştir.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, kendisine
söylemesi emredildiği gibi ‘bir insandır.’ Bizim Allah Teâlâ’ya dönük bir
yönümüz vardır. Bu yönden Allah Teâlâ’ya yakardığımız gibi Allah Teâlâ da bize
oradan karşılık verir. Yaratılmış her varlığın Rabbine dönük özel bir yönü
vardır. Peygamber de, Allah Teâlâ’nın emriyle, onun ‘Vesile’ cennetine
ulaşması için dua etmemizi emretti. Böylece Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem ümmetinin duasıyla o cennete ulaşır ve yerleşir. Bu yüce değeri anla!
Anlarsan, bu meselenin İlâhi gayret konusuna girdiğini [Öğrenirsin] . Allah
Teâlâ bu Peygamber’i ve bu ümmeti şerefli kılmıştır.
Cennet dereceleri, kendisindeki
derecelerle birlikte, beşbin yüzbeş dereceyi içerir. Gerçi cennet dereceleri bu
sayıdan fazla olabilir. Fakat biz, keşif ehlinin görüş birliğine vardığı
kısımları zikretmekle yetindik. Bunlar, cinsler karşısında türlerin yerini
alır.
Diğer ümmetlere değil de sadece Muhammed
ümmetine tahsis edilmiş dereceler on iki tanedir. Hiçbir ümmet bunlara ortak
değildir. [Tıpkı ümmeti gibi] Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de,
ahirette Vesile cenneti ve şefaat kapısını açmakla diğer peygamberlerden üstün
olduğu gibi dünyada ise, sahih bir hadiste belirtildiği gibi, önceki hiçbir
peygambere verilmemiş altı özellikle üstündür. Bu hadis, Müslim b. Haccac’ın
esSahih’inde geçer. Hadiste şunlar zikredilmiştir: Peygamberliğinin genelliği,
savaş ganimetlerinin helal kılınması, [düşmanların kalplerine] korku salmakla
yardım alması, bütün yeryüzünün kendisine mescit kılınması, yeryüzü toprağının
onun adına temiz sayılması ve yeryüzünün hâzinelerinin anahtarlarının kendisine
verilmesi.
Cennete girenler, dört sınıftır: Nebi olan
Resulller, veliler -onlar Rablerinden gelen bir basiret ve kanıta göre
peygambere uyanlardır-, müminler -onlar peygamberleri doğrulayanlardırve aklî
kamdarla Allah Teâlâ’dan başka ilâh olmadığını bilen bilginler. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ‘Allah Teâlâ,
melekler ve bilgi sahipleri, Allah Teâlâ’dan başka ilâh olmadığına tanıklık
etti." Söz konusu
kimseler, bilginler derken kastettiklerimizdir. Allah Teâlâ onlar hakkında
şöyle der: ‘Allah Teâlâ
aranızdan iman edenleri ve kendilerine bilgi verilenleri derecelere yükseltir.’2
Allah Teâlâ’yı bilmeye üçüncüsü olmayan iki
yoldan ulaşılabilir. Bu iki yolun dışında başka bir yolla Allah Teâlâ’yı
birleyen kimse taklitçidir. Birincisi, keşif yoludur. Bu bilgi, keşif esnasmda
gerçekleşen ve insanın kendisinde bulduğu zorunlu bir bilgidir. İnsan kendinde
bulduğu bu bilgiye karşı bir kuşku taşımadığı gibi onu kendisinden
uzaklaştırmayı da başaramaz. Kendisinde bulduğundan başka, bu bilgide
dayanabileceği bir kanıt da bilmez. Bunun bir istisnası, keşfinde delil ve
delillinin [birlikte] verildiğini söyleyen bir ariftir. [Onun iddiasına göre]
Bir şey ancak delil maharetiyle bilinebiliyorsa, söz konusu şeyin [bilinmesinin
de] delilden ortaya çıkması [keşf] gerekir. Bu sözü, arkadaşımız Faslı Ebu
Abdullah el-Kettânî söylerdi. Ben bu sözü ondan duydum. O, kendi durumunu
bildirmiş ve doğru söylemiştir. Ancak, işin her zaman böyle olduğunu söylemekle
de yanılmıştır: Çünkü başka biri, bir delilden ortaya çıkmaksızın, gerçeği
kendi nefsinde zevk olarak öğrenebilir. Ya da bilgi, insan için gerçekleşen
İlâhi tecelliden meydana gelebilir. Bu gibi insanlar, peygamberler, nebiler ve
bazı velilerdir.
1 '
ikinci yol ise, aklî kanıtlarla tümevarım
ve düşünme yoludur. Bu ikinci yol, ilkinden daha aşağıdadır. Çünkü kanıtı
inceleyen kimse, kanıta zarar veren kuşkulara maruz kalabilir. Böyle bir durumda
insan, kuşkuyu ortaya çıkarmada ve öğrenilmek istenen şeydeki doğru yönü araştırmada
zorlanır. Üçüncü bir yol ise, yoktur.
İşte bunlar, Allah Teâlâ’nın birliğine
tanıklık eden [ayette zikredilen] bilgi sahipleridir. Allah Teâlâ’nın birliğini
kanıt ve inceleme bakımından bilen bu sınıfın üstadarı, birlemeye, yani zatı
birlemeye kesin kanıtlara dayanan bilgiyi de eklemişlerdir. Söz konusu kanıdar
bütün keşif sahiplerine verilmemiş, belki bir kısmına verilmiş olabilecek
kanıüardır.
Bu dört sınıf, Adn cennederinde bulunan
Beyaz Kesîb’te Rablerini görürken ayrışır. Orada dört makamda bulunurlar: Bir
grup, minberlerdedir. Bunlar, en üst grup olan resuller ve nebilerdir. İkinci
grup ise, velilerdir. Onlar söz, davranış ve hâl bakımından nebilerin varisleridir.
Söz konusu insanlar, Rablerinden bir kanıta sahiptir. Onlar, döşeklerde ve
tahdarda oturur. Üçüncü tabaka ise, aklî-kesin kanıt bakımından Allah Teâlâ’yı
bilenlerdir. Onlar ise, kürsülerde oturur. Dördüncü tabaka ise, Allah Teâlâ’yı
birlerken taklitçi olan müminlerdir. Onlarm mertebeleri vardır: Bu bağlamda
toplanma yerinde taklitçi müminler aklî düşünce sahiplerinin önündeyken beyaz
Kesib’te Hakkı görürken akıl vasıtasıyla Alllah’ın birliğini bilenler
taklitçilerin önündedir.
Allah Teâlâ, genel ziyarette kullarına
görünmek isteyince, biri bütün cennederde şöyle bağırır: ‘Cennederdekiler! En
büyük ihsana, en yakın mertebeye ve en yüce manzaraya koşunuz! Adn cennetinde
Rabbinizi ziyarete buyurunuz!’ Onlar da, Adn cennetine koşar ve oraya girerler.
Her grup, kendi mertebe ve menzilini öğrendiği için herkes kendi yerine
oturur.
Sonra sofraların getirilmesi emredilir.
Konukların önüne özel sofralar konulur. Onlar, dünya hayatında ya da cennette,
amel cennederinde bu sofraların benzerini ne görmüş ne de tahayyül etmişti. Aym
şey, sofradaki yemekler için geçerlidir. Kendi cennederinde o yemeğin benzerini
yememişlerdi. Aynı şey, içecekleri için de geçerlidir. Ayrılırken, daha önce
benzerini hiç giymedikleri elbiseler kendilerine giydirilir. Bu anlatılanın
doğruluk ölçütü, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in cennet hakkındaki şu
ifadesidir: ‘Orada ne gözlerin gördüğü ne kulakların işittiği ne de
herhangi bir insan kalbinin düşündüğü
şeyler bulunur.’ Sofradan kalkınca, beyaz miskten olan Kesib’e giderler.
Oradaki yerlerine, amelleri ölçüşünce değil, Allah Teâlâ’yı bilmeleri ölçüşünce
yerleşirler. Çünkü amel, Rahman’ı müşahede etmeyle ilgili değil, cennet
nimederine özgüdür.
Bu haldeyken onlara bir nur parıldar!
Hepsi secdeye kapanır. Bu nur, dıştaki gözlerine, içten ise iç gözlerine
yayıldığı gibi bedenlerinin tüm organlarına ve nefislerinin latif kısımlarına
nüfuz eder. Böylece her bir şahıs, bütünüyle göz, bütünüyle kulak haline döner.
Artık her şeyi zatıyla görür ve kendisini yönler sınırlayamaz. Ve her şeyi
zatıyla duyar. Nitekim Hz. Musa, Rabbinin sözünü bütün yönlerden ve bütün uzuvlarıyla
birlikte duymuştu. Bu nurun yayılması, onlara bu imkânı vermiştir.
Binaenaleyh, söz konusu nur sayesinde [Hakkı] müşahede etmeye ve görmeye güç
yetirirler. Görmek, müşâhededen daha yetkindir.
Allah Teâlâ’dan bir elçi gelir ve onlara
şöyle der: ‘Rabbinizi görmek için, hazırlık yapınız! Rabbiniz tecelli edecek!’
Onlar saygı, duruşuna geçerler. Hakk da kendilerine tecelli eder. Bu esnada Hakk
ile kulları arasında üç perde vardır: İzzet perdesi, büyüklük perdesi, azamet
perdesi. Yaratıklar, o perdelere bakmaya güç yetiremezler. Allah Teâlâ,
nezdindeki en büyük teşrifatçıya emreder: ‘Kullarım ile aramdaki perdeleri
kaldırınız ki, beni görebilsinler.’ Bunun üzerine perdeler kaldırılır.
Allah Teâlâ tek bir perdenin ardından
el-Cemîl ve el-Latîf isimlerinde kullarına görünür. [Bu esnada] Hepsi, tek bir
gözdür. Üzerlerine zadarına yayılan bir nur saçılır. O nur sayesinde bütünüyle
kulak haline gelirler. Kuşkusuz Rabbin güzelliği onları kendilerinden
geçirmiş, zadarı da bu en mukaddes nurun güzelliğiyle aydınlanmıştır.
Kıyametin duraklarıyla ilgili Ebu Bekir
en-Nakkaş’tan aktarılan ve tamamım zikredeceğimiz bir hadiste Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ şöyle der: Kullarım
selam olsun size! Merhaba! Allah Teâlâ size hayat versin! Rahman ve Rahim’den,
el-Hay ve el-Kayyum’dan size selam ol-, sun! ‘Ne güzel davranışlarda bulundunuz! Sonsuza
değin giriniz cennete i” Cennet size helal-i hoş olsun. Siz de,
ebedi nimet, el-Kerim’in ödülü ve sürekli kalmayla nefislerinizi hoş tutunuz.
Siz, iman etmiş [ve eman almış] müminlersiniz! Ben de, el-Mümin ve el-Müheymin
olan Allah Teâlâ’m. İsimlerimden birine sizi ortak ettim. Size hiçbir korku
olmadığı gibi siz
mahzun da olmayacaksınız. Sizler benim
dosdarım, komşularım, seçtiklerim, özel adamlarım ve sevdiklerimsiniz. Evimde,
size selam olsun!’
‘Ey benim müslüman kullarım! Siz müslüman,
ben ise esSelâm’ım! Evim ise, selâm evidir [darü’s-selâm, esenlik evi]. Sözümü
duyduğunuz gibi, yüzümü de göstereceğim sisse. Size tecelli edip yüzümden
perdeleri kaldırdığımda, bana hamd ediniz! Benden perdelenmeksizin, esenlikle
ve güvenle evime giriniz! Bana dpğru gelip etrafımda oturunuz ki bana
bakasınız ve beni yakından göresiniz! Ben de size hediyeler vereyim, sizi
ödüllerle ödüllendireyim, size nurumu tahsis edeyim, güzelliğimle sizi
kuşatayım, size mülkümden vereyim. Gülmemle neşelenin, sizi ellerimle sarayım
ve size kokumu duyurayım.’
‘Ben, beni görmediğiniz halde taptığınız,
sevdiğiniz ve korktuğunuz Rabbinizim! İzzetim, celâlim, yüceliğim, büyüklüğüm,
güzelliğim ve nezihliğime yemin olsun ki, hepinizden höşnutum ve hepinizi sevdiğim
gibi sevdiklerinizi de seviyorum. Benim katımda, canlarınızın çektiği ve gözlerinizin
haz aldığı şeyler vardır. Peşinden gittiğiniz ve arzuladığınız her şey, benim
nezdimdedir. Siz neyi isterseniz, ben de onu isterim. Artık benden isteyiniz!
Korkmayın ve utanmayınız! Çekinmeyiniz! Kuşkusuz Ben cömert, bol bol veren,
sözünde vefalı (sözüne sadik) ve doğru sözlü Allah Teâlâ’m!’
‘İşte sizi evime yerleştirdim, cennetimi
size helâl kıldım, size kendi nefsimi gösterdim. İşte cömert ve koruyucu elim
açıktır ve size uzatılmıştır, onu sizden çekmeyeceğim. Size bakıyorum, gözümü
sizden ayırmam. Artık, neyi dilerseniz ve arzularsanız benden isteyiniz. Kuşkusuz
size yakınlık gösterdim. Ben sizinle oturuyor ve size yoldaş oluyorum. Artık,
ebediyen ne bir ihtiyaç ne bir yoksunluk ne bir ümitsizlik ne bir yoksulluk ne
bir çaresizlik ne bir yaşlılık ne bir öfke ne bir güçlük ve ne de hallerin
değişmesi vardır.’
‘Nimetiniz, ebedidir. Siz, güvenli bir
şekilde [cennete] yerleşenler, [beni görmeyi] bekleyenler, ikrama mazhar
olanlar ve nimedenenlersiniz. Bana itaat etmiş ve yasaklarımdan kaçınmış
şerefli-efendilersiniz. Artık, ihtiyaçlarınızı bana bildiriniz ki, onları sizin
için benden bir cömertlik ve nimet olarak karşılayayım.’
‘Onlar şöyle derler: ‘Rabbimiz! Ne böyle
bir şey ummuş ne de beklemiştik. Fakat tek dileğimiz, sonsuza değin senin saygın
yüzüne bakmak ve senin bizden razı olmandır.’ Yücelerin Yücesi, Mülkün Sahibi,
Cömertlerin Cömerdi Allah Teâlâ da şöyle buyurur: ‘İşte yüzüm! Ebediyen ve
sonsuza kadar size görünecektir. Ona bakınız ve sevininiz! Çünkü ben sizden
razıyım. Artık nimedeniniz! Eşlerinize gidin, birbirinize sarılın ve birleşin.
Evladanızla Mutlu olun. Odalaramza girin, bahçelerinizde gezinin!
Bineklerinize binin! Döşeklerinize uzanın! Cennetlerdeki cariye ve
odalıklarınıza alışın! Rabbinizden size gelen hediyelerinizi kabul edin!
Elbiselerinizi giyin! Meclislerinize gidin ve sohbet edin!’
‘Sonra, bir süre istirahat edin (kaylûle)!
Bu istirahat esnasında ne uyuklama ne kendinden geçme söz konusudur. İstirahat,
gölge sahibinin gölgesinde, dinlendirenin sağladığı güvenlikte ve el-Celîl’in
yakınlığında dinlenmeden ibarettir. Sonra, kevser nehrine, kafura, temizleyici
suya, serinlik verene, içilmesi serbest ve serin suya gidiniz! Orada yıkanınız
ve nimetlenin. Ne Mutlu size! Sonunuz ne güzeldir! Sonra dinleniniz. ‘Yeşil koltuklara
uzanınız! Uzatılmış gölgede yükseltilmiş döşeklerde ve serin suda ve bol
meyveler içinde dinleniniz. Bunlar ne biter ne de onlardan engellenirsiniz.
Ardından Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şu âyeti okudu: ‘Cennetlikler o gün iyi bir meşguliyet içindedir.
Onlar
ve eşleri kanepeler,
sedir üzerinde uzanmıştır Sonra da şu âyeti
ekledi: ‘Cennet ehli o gün
en iyi yerde ve en güzel dinlenme y erindedirler.’5
Ebu Bekir en-Nakkaş’ın hadisi burada sona
ermiştir. Bu hadisin senet kayıdarını daha önce kıyamet bölümünde duraklar
bahsinde vermiştik.
Allah Teâlâ bu hitaptan sonra perdeyi
kaldırır ve kullarına tecelli eder. Bu tecelliyle birlikte hepsi secdeye
kapanır. Allah Teâlâ onlara şöyle der: ‘Başlarınızı kaldırınız! Burası secde
yeri değildir! Kullarım! Sizi, beni görmekle nimedendirmek için davet ettim.’ Allah
Teâlâ dilediği bir süre onları tutar ve ardından şöyle der: ‘Başka bir
dileğiniz kaldı mı?’ Kullar karşılık verir: ‘Rabbimiz! Daha ne kalmış olabilir
ki? Bizi ateşten kurtardın, hoşnutluk mekânına soktun, yakınına yerleştirdin,
cömerdiğinin nişanı olan elbiseler giydirdin, yüzünü gösterdin.’ Hakk şöyle
der: ‘Kalmıştır!’ Kullar cevap verir: ‘Rabbimiz! Ne kaldı ki?’ Alah şöyle der:
‘Sizden hoşnutluğumun sürmesi. Ben de, hiçbir zaman size öfkelenmeyeceğim.’
Bundan daha hoş bir kelime ve daha tadı
bir müjde olabilir mi? Allah Teâlâ bizi yaratmaya söz ile başlayıp coP
demiştir. Bizim adımıza ilk meydana gelen şey ise, [ol sözünü ve emrini]
işitmekti. Allah Teâlâ, başladığı şeyle bitirdi ve bü sözü söyledi, duymakla
sona erdi. Duyulan şey ise, bu müjdeydi. İnsanlar Hakkı görmede derece derece
olacağı gibi bu görmede de bilgilerine göre farklılaşırlar. Herkes kendi bilgi
derecesine göre Hakkı görür.
Sonra Allah Teâlâ, meleklerine şöyle der: ‘Onları
köşklerine götürünüz.’ Çünkü [bu müşahede sonrasında] kullar, iki nedenle
yollarını bulamazlar: Birincisi, kendilerini etkisi altına alan görme
sarhoşluğu iken diğer neden, yolda karşılaştıkları iyiliklerdeki artıştır. Bu
nedenle köşklerini tanıyamazlar. Melekler göstermeseydi konakladıkları yerleri
bilemeyeceklerdi. Yerlerine ulaştıklarında ise, oradaki huriler ve odalıklar
kendilerini karşılar. Sahip oldukları her şeyin yüzlerinden bir güzellik,
sevinç ve ışık kazandığını görürler. Bu ışığı, bizzat kendileri sahip oldukları
şeylere yaymıştır. Onlara şöyle derler: ‘Işığınız, parlaklığınız ve güzelliğiniz
artmış! Sizi böyle bırakmamıştık!’ Köşklerinde bulunanlar şöyle karşılık verir:
‘Siz de öyle! Sizin de güzelliğiniz ve parlaklığınız artmış. Bizden ayrılırken
böyle değildiniz.’ Böylece hepsi birbirlerinden nimetlenir.
Bilmelisin ki, rahatlık ve rahmet,
cennetteki herkesi kuşatır. Gerçi rahmet, [dışta] var olan bir şey değildir.
Rahmet, rahmete kavuşan şeyin haz almasını ve nimedenmesini sağlayan bir
[kendisi değil, etkisi var olan bir] şeydir. Var olan ise, [rahmetle
nimetlenen] bu şeydir. Cennette bulunan herkes nimedenen olduğu gibi oradaki
her şey de bir nimettir. Onların cennetteki hareketleri yorgunluk vermediği
gibi amelleri de bitkinlik vermez. Şu var ki, onlarda uyku rahatlığı yoktur.
Çünkü onlar uyumaz. Dolayısıyla onlarda herhangi bir şekilde uyku rahadığı
bulunmaz. Uyku, özellikle cehennemliklerin mazhar olduğu bir nimettir.
Binaenaleyh uyku rahadığının bulunduğu yer, [cennet değil] cehennemdir.
Allah Teâlâ’nın azap günlerinde
cehennemliklere olan rahmetinin bir yönü, onlar için ateşi soğutmasıdır.
Ardından ateş tekrar tutuşturulur Böylece ateş söndüğü ölçüde, üzerlerindeki
azabın acıları hafifler. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Her söndüğünde, ateşi artırırız.56 Bu durum,
tereddütsüz bir şekilde, ateşin duyulur bir şey olduğunu gösterir. Çünkü ateşin
böyle bir özelliğe sahip olması, cisimlerle bilfiil varlık kazanmasından kaynaklanmıştır.
Çünkü kendiliğinde ateş, böyle bir özelliği ya da artmayı ve eksilmeyi kabul
etmez. Bu niteliği kabul eden şey, ateşle tutuşan cisimdir. Başka bir
ifadeyle, ateşle tutuşan şey o cisimdir.
Bu âyeti başka bir şekilde yorumlarsak
şöyle deriz: Onların bedenlerine musallat olan ateş ‘her söndüğünde, onları
ateş olarak artırırız.’ Burada ‘onları’ zamirini azap çekenlere irca ettik.
Çünkü Allah Teâlâ ‘ateşi artırırız [dişi-tekil zamir]’ demedi. Bunun anlamı,
azabın onların içlerine geçeceğidir ki, en büyük azap odur. İşte bu en büyük
duyulur azap, onları manevi azaptan habersiz yapar. Dışlarındaki ateş
söndürülüp duyusal olarak rahatı bulduklarında, bu kez Allah Teâlâ, daha önce
ihmal ettikleri şeylerin düşüncesini onların içlerine musallat eder. Söz konusu
şeyleri yapsalardı, hiç kuşkusuz, mutluluğa ermiş olacaklardı. Bütün otoritesiyle
vehim gücü, kendilerine musallat olur. Böylece, içinde bulundukları azaptan
daha büyüğüne düştüklerini zannederler. Nefislerindeki bu vehimle birlikte
duydukları azap, duyulur ateşin bedenlerine musallat olmasına bitişik azabın
kendilerine yerleşmesinden daha şiddeüi olur. Vehim gücünün onlara verdiği bu
ateş, ‘kalplere ulaşan ateştir.’ Bu azap, hakkında şu mısraları söyledik:
Ateş iki türlüdür: Birincisi bütünü alev olan ateş
Diğeri ise, ruhlara ulaşan bir anlam olan ateştir ;
İkincisi, ne alevi ve ne dumanı olan ateştir Fakat
onun kalbe kazınmış bir acısı vardır
Cennediklerin durumu da böyledir. Allah
Teâlâ, onlara sahip oldukları nimetten daha fazlasını mevhum bir nimet ve umut
olarak verir. Bu nimet şöyle gerçekleşir: Cennetteki bir insan bir nimeti
vehmeder ya da temenni eder. Ardından, vehmine göre, o nimetin içinde bulunur.
Nimeti manevi bir şey olarak temenni etmişse mana olarak, duyusal bir şey
olarak temenni etmişse duyulur olarak o nimete ulaşır. Temenninin manevi veya
duyulur olması eşittir. Söz konusu nimet, ihtisas cenneti ve onların nimetinden
meydana gelen bir nimettir. Böyle bir nimet, dünyadaki bir temenni ve
tevehhümün karşılığıdır. Bu temenni ve tevehhüm insanın bir an bile Allah
Teâlâ’ya isyan etmeyip O’nun itaatkâr ve
salih kulları arasına katılmasıyla
ilgilidir. Fakat İlâhi yardım^ dünyada ona bu imkânı vermemiştir. Bunun üzerine
bu temenni[nin karşılığı] cennette verilir ve kişinin temenni ve tevehhüm
ettiği şey orada gerçek-
1
leşir. Allah Teâlâ onu dünyada bu
meşakkatli amellerin zahmetinden kurtarır. Ahirette ise, yüksek derecelere
sahip olan söz konusu meşakkatli amellerin sahiplerine katılır.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
şöyle bir adam hakkında söylediği bir hadis aktarılır: Biçare ve yoksul bir
adam, zengin ve Hakkın inayetine mazhar olmuş birinin sadaka verdiğini, malını
köle azat etmek için harcadığını, insanlara cömertlik yaptığını, akrabalarını
gözettiğini, mescirier yaptığını ve ancak zengin insanların yerine
getirebileceği ameller yaptığını görür. Bunun yanı sıra, kendisinin yerine
getirme gücüne sahip olmadığı ibadederi daha iyi bir şekilde yerine
getirenleri görür ve arkadaşı gibi parası ve gücü olsaydı, onun yaptığını
yapabilmeyi temenni eder. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, böyle bir
insan hakkmda şöyle demiştir: ‘Bu iki insan, sevapta eşittir.’
Bunun anlamı, [dünyada temenni ettiği]
amellerin meydana getirdiği bir nimet olarak, böyle bir temenninin cennette
kendisine verileceğidir. Böylece yoksulun [cennette] temenni ettiği şey onun
adma gerçekleşir. Bu temenni nimeti, kişi kendisini cennette temenni etmeden
önce bulacağı nimetten daha haz vericidir. Dolayısıyla nimet kulun temennisinin
sonucu [edilgeni] olduğunda, ondan nimetlenmek daha üstün olur.
Öyleyse ihitisas cennederinin bir yönü de,
Allah Teâlâ’nın kulun himmet ve temennisinden yaratacağı şeylerdir. Binaenaleyh
o nimet, dünyada bir ürünü var olmamış akledilir, mevhum ve temenni edilen bir
amelden [meydana gelmiş] bir tahsistir. Aşağıdaki mısralarımızda ‘ihtisas’
derken kastettiğimiz şey budur.
Cennet
mertebeleri bölünmüştür
Ameller ve ihtisas mertebeleri diye. .
Ey akıl
sahipleri! Yarışınız
Amel
binekleriniz üzerinde, kaçış yok!
Kuşkusuz
[Elest âleminde evet ikrarı anlamında] belâ çocuklarımıza Ihlastan başka,
âmellerin bir sonucunu vermedi.
Çünkü fıtrattaki (elest) kabul, onlar için bir şeriat
değildi. •
Öyleyse o, bir eksikliğin bulunmadığı bir ihtisastır
İkinci ‘ihtisas’ ile, temenni veya
vehimden meydana gelmeyen şeyi kastetmişken ilkiyle temenni ve vehimden olanı
kastettik. Söz konusu ihtisas, dünyadaki temenni ve tevehhümün karşılığıdır. Bu
bağlamda kötü kuruntulara gelince, onlar bir ürünü olmayan, fakat kuruntu esnasında
sahibine haz veren şeylerdir. Bir mısrada şöyle denilir:
Kuruntular gerçekleşseydi, temennilerin en güzeli
olurdu Yoksa, onlarla tasasız bir hayat geçirmiş oluruz.
Fakat bu gibi kuruntular, gelecekte
pişmanlığa yol açar. Allah Teâlâ kötü kuruntular hakkında şöyle der: ‘Allah Teâlâ’nın emri gelinceye kadar
kuruntular onları oyaladı.” Başka bir âyette ise, ‘Cennetlikler o gün daha iyi yerde ve daha
iyi bir dinlenme yerindedir. ’8 diye buyrulur. Çünkü iyilik
ile kötülük, hiçbir şekilde mukayese edilemez. Cennetliklerin iyiliğinin daha
üstün ve daha güzel olmasının yegâne nedeni, buradaki iyiliğin gerçekleşmiş,
mevcut ve duyulur olmasıdır. Böyle bir iyilik, kâfirin dünyada vehmettiği ve
bilgisizliği nedeniyle düşüncesiyle kendisine ulaşabileceğini zannettiği
iyilikten daha üstündür. Bu nedenle Allah Teâlâ, cennediklerin iyiliği hakkında
şöyle demiştir: ‘Daha hayırlı ve daha güzel.’ Böylece Allah Teâlâ, burada bir
şeyin diğerinden üstün olmasını ifade eden kalıbı zikretmiştir ki, bu kalıp
‘efalu’ kalıbıdır. Bunu anla! ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğruya
ulaştırır.*
ALTMIŞ
ALTINCI BÖLÜM
Şeriatın Zahirî ve
Bâtınî Sırrının ve Onu Var Eden İlâhî İsmin Hangisi Olduğunun Bilinmesi
Yüce,
Yüce’den celalini [göstermesini] istedi.
Yüce ise,
yüceliğini göstermede ısrar etti.
llah’ın
izzeti ve cömertliğini gördüğünde
llâh’ıh
kuluna eşlik eden şey haddi aşma halidir
Kul
gururlu ve kendinden emin bir haldedir
Zorbalaşarak,
büyüklük taslayarak ve böbürlenerek.
Korunmuş bir şeriatı ona göndermiş. _
Şeriatın
otoritesi kulu büsbütün zelil etmiş.
Kulcağız
muhtaçlık ve yoksunlukla nida etmiş:
Ey şanı
mübarek ve aşkın olan!
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Yeryüzünde yürüyenler mutmain melekler olsaydı,
onlara gökten elçi olarak melek gönderirdik.’10 Başka bir âyette ise şöyle buyurur: ‘Peygamber gönderinceye kadar azap etmeyiz.’11
Bilmelisin ki, ilahi isimler, hakikatlerin
verisi olan hal dilidir. Duyacağın şeye akimı ver! [İsimler nedeniyle] Ortada
bir çokluk bulunduğunu veya [isimlerdeki birliğin] vücûdî bir toplam olduğunu
sanma! Bu bölümde akledilir hakîkaderin sıralanışını zikredeceğim. Onlar, dıştaki
varlıkları bakımından değil, nispeder bakımından çoktur. Çünkü Hakkın zatı, zat
olmak bakımından tektir. Kendi varlığımız, yoksunluğumuz ve mümkün varlık
oluşumuzdan, kendisine dayanacağımız bir tercih edicinin gerektiğini biliyoruz.
Bunun yanı sıra varlığımız, kendisine dayandığımız şeyden farklı nispetler
talep etmek zorundadır. Şari, o nispederi güzel isimler diye ifade etti.
Böylelikle Şari Teala, İlâhi varlığının zorunluluğu mertebesinde konuşan
[mütekellim] olması bakımından kendisini bu isimlerle isimlendirdi. O
mertebeye, başkasının ortak olması mümkün değildir. Çünkü O, tek ilâhtır,
O’ndan başka ilâh yoktur.
Konu başındaki bu saptama, tesir ve mümkün
âlemdeki tercihle ilgili açıklamalardan sonra derim ki: isimler isimlenenin
mertebesinde toplanıp hakikat ve anlamlarına baktı. Böylelikle, kendi
ürünleriyle [eser] varlıkları birbirinden ayrışsın diye, hükümlerinin
gözükmesini istemişlerdir. Çünkü Yaratan -ki o takdir edendir-, Bilen,
Yöneten, Ayrıştıran, Var eden, Suret veren, Rızıklandıran, Canlandıran,
Öldüren, Varis eden [olan], Şükredilen, kısaca bütün İlâhi isimler, kendi
zadarına bakmış ve yaratılan, yönetilen, ayrışürılan, rızıklanan kimseleri
görmemiş, bunun üzerine şöyle demişlerdir: Hükümlerimizin kendilerinde ortaya
çıkıp otoritemizin görünmesini sağlayacak dış varlıklar var oluncaya kadar
nasıl edcin olabiliriz ki?
Böylece dış varlığı zuhur edince âlemin
kimi hakikatlerinin kendilerini talep ettiği İlâhi isimler, el-Bari ismine
yönelmiş ve şöyle demişlerdir: ‘Umulur ki, hükümlerimizin ortaya çıkması ve
otoritemezin gerçekleşmesi için bu dış varlıkları yaratırsın. Çünkü bizim
bulunduğumuz mertebe, bizim tesirimize konu olınaz.’ Bunun üzerine el-Bari
şöyle der: ‘Bu talep, el-Kadir ismine yönelmelidir. Çünkü ben de, onun kapsamı
altındayım.’
Meselenin aslı şuydu: Yokluk halindeki
mümkünler, horluk ve muhtaçlık halinin diliyle ilahi isimlerden şunu talep eder
ve şöyle derler: Yokluk, birbirimizi görmekten ve üzerimizde bulunan size ait
zorunlu hakları anlamaktan köreltti. Dış varlığımızı ortaya çıkarıp bize varlık
elbisesi giydirirseniz, bizi böylece nimedendirmiş olursunuz. Biz de, size
yaraşan saygı ve hürmeti yerine getiririz. Sizin de, bizim bilfiil ortaya
çıkmamızla otoriteniz gerçekleşmiş olur. Şimdi, bilkuvve ve uygunluk bakımından
bizde otorite sahibisiniz. Öyleyse sizden istediğimiz şey, bizimkinden daha çok
sizin için geçerli bir istektir.’ Bunun üzerine isimler şöyle der: ‘Mümkünlerin
söylediği doğrudur.’ Ardından o dileği yerine getirmek için harekete geçerler.
İlahi isimler, [el-Bari isminin
tasviyesiyle] kendisine yönelince elKadir ismi şöyle der: ‘Ben el-Mürîd isminin
ihatası altındayım. Dolayısıyla o belirlemeden, herhangi birinizi ortaya
çıkaramam. Bir mümkün, Râbbinden kendisine bir emir gelmedikçe beni bir şeye
zorlayamaz. Allah Teâlâ olmasını emrederek kendisine ‘ol’ dediğinde ise, mümkün
kendiliğinden beni zorlar. Ben de onu var etmeye yönelir ve o esnada onu yaratırım.
Gidiniz, el-Mürîd ismine başvurunuz! Belki o tercih eder ve varlık yönünü
yokluk yönüne tahsis eder. Bu durumda ben, emreden ve konuşan bir araya geliriz
ve sizi var ederiz. ’
isimler el-Mürîd ismine başvurur ve şöyle
derler: el-Kadir isminden dış varlıklarımızı yaratmasını istedik. O da,
isteğimizi sana havale etti. Sen ne dersin? el-Mürîd ismi şöyle der: ‘el-Kadir
doğru söylemiş! Fakat, el-Alim isminin sizin hakkınızdaki hükmü hakkında bilgim
yoktur: Acaba onun bilgisi, sizi dışta var etmeyle mi ilgilidir ki, biz de o
bilgiye göre [varlık yönünüzü yokluğa] tercih edelim; yoksa bunu takdir etmemiş
midir? Ben, el-Alim isminin hükmü altındayım. Ona gidiniz ve talebinizi ona
bildiriniz.’
Bunun üzerine el-Alim ismine gidip
el-Mürîd isminin söylediğini iletirler. el-Alim, onlara şöyle der: ‘el-Mürîd
doğru söylemiş! Benim bilgim, sizin dışta var olmanızı belirlemiştir. Fakat
edebe uymak lazım! Çünkü bize egemen olan bir mertebemiz vardır. O da Allah
Teâlâ ismidir. Dolayısıyla O’nun katında toplanmamız gerekir. Çünkü orası,
toplanma mertebesidir.’
Böylece bütün İlâhi isimler Allah Teâlâ
mertebesinde toplanır. Allah Teâlâ ismi şöyle der: ‘Nedir bu haliniz?’ Onlar da
durumu Allah Teâlâ ismine bildirir. Allah Teâlâ ismi ise onlara şöyle der:
‘Ben, hepinizin hakikatlerini bir arada bulunduran bir isim olduğum gibi
isimlenene de delil olan benim. İsimlenen ise kemal ve tenzih niteliklerine
sahip olan mukaddes zattır. Ben delili olduğum mukaddes zatın huzuruna
girinceye kadar bekleyiniz!’ Ardından, delili olduğu zatın huzuruna girer ve
mümkünlerin söyleyip isimlerin hakkında konuştukları şeyi bildirir. Bunun
üzerine mukaddes zat şöyle der: ‘Çık ve her bir isme şunu söyle! Her isim,
hakikatinin mümkünlerde gerektirdiği şeyle ilgilenibilir [ona yönelebilir].
Ben, kendim bakımından, özü gereği Bir’im. Mümkünler, [mutlaklığını bakımından
beni değil] sadece benim mertebemi talep ettiği gibi onları talep eden de [ben
değil] benim mertebemdir. İlâhi isimler bana değil, mertebeye aittir. Bir tek
el-Vahid [Bir] ismi bunun dışındadır, el-Vahid sadece bana aittir. Ne bir isim
ne bir mertebe ve ne de bir mümkün, hiçbir bakımdan o ismin hakikatinde bana
ortak olamaz.
Allah Teâlâ ismi, yanında söylediklerini
mümkünlere aktaran elMütekellim [söyleyen, konuşan] ismi olduğu halde,
[mukaddes zât’ın yanından] çıkmış ve isimlendirilen zâtın söylediğini onlara
bildirmiş. Ardından el-Alim, el-Mürîd, el-Kail, el-Kadir isimleri [Allah Teâlâ
isminin emrini yerine getirmek için] harekete geçmiştir. Böylece ilk mümkün,
el-Mürîd isminin belirlemesi ve el-Alim isminin hükmü ile ortaya çıktı.
Varlıklar ve [İlâhi isimlerin] eserleri
dışta ortaya çıkmış (felemmâ?), ardından dayandıkları isimlerin [gücüne] göre
birbirlerine musallat olmaya ve bir kısmı diğerlerini ezmeye başlamış. Bu
durum, bir çatışma ve tartışmaya yol açınca, şöyle demişler: ‘Biz, [bilfiil
varlığımızı mümkün lalan] düzenimizin bozulup daha önce bulunduğumuz yokluğa
düşmekten endişeliyiz.’ Böylece mümkünler, el-Alim ve elMüdebbir isimlerinin
kendilerine aktardığı bilgiyle, [dayandıkları] isimleri uyarmış ve şöyle
demişler: ‘Siz, ey isimler! [Hakkımızdaki] hükmünüz, kendisine dayandığınız
bir önder [isim] sayesinde, belli bir ölçüt ve [hükümlerinizin girişikliğini
engelleyecek] belirlenmiş bir sınır olsaydı, hem bizim hem de sizin için daha
uygun olurdu. Söz konusu önder, [çatışmayla tehlikeye giren] bizim varlığımızı
koruyacağı gibi sizin de üzerimizdeki etkilerinizin sürekliliğini
sağlayabilir. Allah Teâlâ ismine başvurun! Belki size katında duracağınız sınır
çizecek birini takdim eder. Yoksa, biz yok olurdurk, siz de işlevsiz
kalırdınız.’ [Mümkünler bunu söyleyince] isimler karşılık vermiş: ‘Çok doğru
bir fikir! Hepimizin yararı buna bağlı!’ Bunun üzerine, bunu yapmışlar ve
şöyle konuşmuşlar: ‘el-Müdebbir ismi! Bu işi ancak o halleder!’ el-Müdebbir
ismine başvururlar, o da şöyle der: ‘Bu işi ben hallederim!’
el-Müdebbir ismi [Allah Teâlâ’nın
mertebesine] girmiş ve Hakkın emriyle er-Rab ismine çıkıp şöyle demiş:
‘Mümkünlerin dış varlıklarının sürekliliğini sağlamada maslahatın gereğini
yerine getir.’ Er-Rab ismi de, yapması emredilmiş işte kendisine yardım edecek
iki vezir edinir. Birincisi el-Müdebbir, diğeri ise el-Mufassıl ismidir. Allah
Teâlâ şöyle buyurur: ‘İşi yönetir [tedbir], âyetlerini
ayrıştırır [tafsil]. Umulur ki Rabbinize kavuşmaya inanırsınız.,‘2 Rabbiniz, [çatışmanızı engelleyecek]
önder isimdir.
Allah Teâlâ’nın kelamının ne kadar
hikmetli olduğuna dikkat ediniz! Burada lafız, işin kendiliğinde olması
gereken duruma uygun olarak gelmiştir.
er-Rab, diğer isimler için bir takım
sınırlar belirlemiş, âlemi ıslah etmeleri ve ‘hangisinin daha iyi amel
edeceğini sınamak için’ bir takım prensipler saptamıştır. Allah Teâlâ bunu iki
kısma ayırdı: Biri, ‘hikmet kaynaklı siyaset5 diye isimlendirilen
kısımdır. Allah Teâlâ, onu insanların büyüklerinin yaratılışına aktardı. Bu
sayede onlar, kendilerinde buldukları bir güç vasıtasıyla, her şehir, bölge ve
iklimin mizaç ve doğalarının gereğine göre sınırlar belirlemiş ve yasalar
saptamışlardır. Çünkü söz konusu insanlar, hikmetin gereğini bilirler. Bu
yasalarla insanların malları, canları, aileleri, ırzları ve nesepleri korunur.
Onlar, bu yasaları nevâmis [namusun (yasa) çoğulu] diye isimlendirdi. Anlamı
ise, iyiliği [sağlayan] sebepler demektir. Çünkü namus, terimsel olarak,
iyiliği getiren şey demektir. [Bunun karşıtı] Casus ise, kötülüğün kaynağı
hakkında kullanılır.
Bunlar hikmete dayanan yasalardır, Akıllı
insanlar, indirilmiş İlâhi bir şeriatm bulunmadığı hususlarda, bu yasaları
-farkında olmadıkları bir yöndenAllah Teâlâ’dan gelen bir ilhamla âlemin
maslahatı, düzeni ve irtibatı için ortaya koymuştur. Yasaları koyanlar, bu
yasaların Allah Teâlâ’ya yaklaştırıcı olup olmadığı ya da cennete veya
cehenneme ya da ahiretle ilgili bir yere ulaştırıp ulaştırmayacağı hakkında
bir bilgiye sahip değildi. Onlar, ahiret diye bir şey olduğunu, ölümden sonra
doğal cisimlerde bedensel bir dirilişin gerçekleşeceğini; yemenin, içmenin,
giyinmenin, cinsel ilişkinin ve sevincin bulunduğu bir yer ya da azap ve
acıların bulunduğu bir yer olduğunu da bilmiyorlardı. Çünkü [onlara göre]
böyle bir şeyin varlığı ve yokluğu mümkün olduğu gibi onlar iki mümkünden
birini tercih ettirecek kanıta sahip değildi. Onlar, sadece ‘bir ruhbanlık icat
etmişti:’ Binaenaleyh onların koyduğu yasalar, sadece bu dünyada iyiliği
sürdürmek esasına dayanıyordu.
Sonra, bazı bireyler, Allah Teâlâ’yı
birlemek ve O’nun celaline yaraşan saygı, yüceltme ve Allah Teâlâ’nın tenzih
nitelikleri, benzer ve örneğinin olmayışı hakkında bazı İlâhi bilgiler
öğrendi. Bu konuyu öğrenenler ve algılayanlar, bilmeyenlerin dikkatini çekmiş,
insanları sahih düşünceye teşvik ederek onlara şunu öğretmişlerdir: Akılların,
fikir gücü bakımından, kendisinde durup aşamadıkları bir sınırları olduğu gibi Allah
Teâlâ’nın da bazı kullarının kalplerine yönelik İlâhi bir feyzi vardır. Bu
feyizde Allah Teâlâ, onlara kendi katından bilgi öğretir. Bu durum, onlar
tarafından uzak [bir ihtimal olarak] görülmez. Ayrıca Allah Teâlâ, yüce âleme
bir takım şeyler tevdi etmiştir. Söz konusu bilginler, unsurlar âlemindeki
etkilerinin varlığıyla yüce âleme tevdi edilmiş şeylerin varlığını çıkarırlar.
Bu durum şu âyette ifade edilir:‘Her göğe emrini vahyetti.’'3
Onlar, beden öldüğünde organlarından
herhangi bir şeyin eksilmediğini görünce nefislerinin hakikatini
araştırmışlardır. Bu araştırma sonucunda, algılayan ve bedeni hareket ettiren
şeyin bedenden başka ve ona ilave bir şey olduğunu anlamışlardır. Bu kez bu
başka şeyi araştırmaya koyulmuş, böylece nefislerini [varlığını ve hakikatini]
öğrenmişlerdir. Sonra, nefsin daha önce bilgisiz iken bilgilendiğini
görmüşlerdir. Böylece, bedenlerinden daha üstün olsa bile nefislerinin de
yoksun ve muhtaç olduğunu anlamışlardır. Ardından teorik incelemeyle bir şeyden
diğerine yükselmeye başlamış, ulaştıkları her şeyin başka bir şeye muhtaç
olduğunu görmüşlerdir. En sonunda teorik araştırma, onları hiçbir şeye muhtaç
olmayan bir şeye ulaştırmıştır. Hiçbir şey onun benzeri olmadığı gibi o da
hiçbir şeye benzemiyordu. Bunun üzerine, o sınırda durup şöyle derler: ‘İşte
bu İliç’tir [el-Evvel]. O’nun, zatı bakımından özü gereği Bir olması gerekir.
Onun ilk olması, İkincinin [varlığını] kabul etmeyeceği gibi mutlak birliği de
bunu kabul etmez [Başka bir ifadeyle O, İkincisi olan bir dizinin ilki
değildir]. Çünkü O’nun benzeri olmadığı gibi [hiçbir şey O’nunla] karşılıklı
bir ilişki içinde değildir. Böylece, varlığını birlemek [tevhid-i vücûd]
anlamında, O’nu birlerler. Sonra, mümkünlerin özü gereği [varlık yönlerini
yokluğa] tercih imkânına sahip olmadıklarını görünce, o Bir’in mümkünlere
varlık verdiğini de anlarlar. Böylelikle mümkünler, O’na muhtaç olmuş, kendilerinin
nitelendiği bütün nitelikleri O’ndan uzaklaştırmakla O’nu yüceltmişlerdir. İşte
aklın [Allah Teâlâ hakkında] bilebileceği şey budur.
Onlar bu haldeyken, hemcinsleri olan bir
insan ayağa kalkmış. Onların nezdinde bu insan, doğru bir düşünce ve isabetli
değerlendirme sahibi olduğuna inanmalarını sağlayacak şekilde, biligide bir
dereceye sahip değildi. Onlara şöyle der: ‘Ben Allah Teâlâ’nın size gönderdiği
peygamberiyim.’ Onlar, şöyle karşılık verir: ‘insafla hareket etmek gerek!
İddiasını bir inceleyelim: Mümkün bir şey mi iddia etmiş, yoksa imkânsız bir
iddiada mı bulunmuştur?’ Sonra şöyle derler: ‘Akıl, Allah Teâlâ’nın bir feyzi
olduğunu ve onu dilediğine ihsan edebileceğini kanıtlamıştır. Nitekim onu
feleklerin ruhlarına ve bu akıllara yaymıştır. Bütün bunlar ve akıllar, bu
[feyzi kabul etme] imkânında ortaktır. Mümkün bir konuda bazı mümkünler
diğerlerinden öncelikli değildir. Öyleyse [peygamber olduğunu iddia eden] bu
iddia sahibinin doğru ya da yalan söylediğini araştırmaktan başka yapacağımız
bir şey yoktur. Kanıtsız, bu iki yargıdan birini öne geçirmemeliyiz. Çünkü
böyle bir davranış, bilgimize karşı saygısızlık olur.’
Ardından [peygamber olduğunu iddia eden
insana] şöyle derler: ‘İddia ettiğin şeyin doğruluğu hakkında bir kanıtın var
mıdır?’ Bunun üzerine o, bir takım kanıtlar getirmiş, insanlar da bu şahsın
getirdiği kanıdari ve bu kanıdarın [geçerli] delil [olup olmadrğını]
incelemişlerdir. Ve bakmışlar ki, [peygamber olduğunu iddia eden] bu şahıs, düşüncelerin
ürettiği bilgilerden haberdar değildir ve [bunları bildiği hakkında da] ondan
bir şey öğrenilmemiştir. Böylece ‘her göğe emrini vahyedenin’ [göklere]
bildirdiği hususlardan birinin de o şahsın ve getirdiği şeyin varlığı olduğunu
anlarlar. Ona inanmak ve doğrulamak için kendisine koşarlar; Allah Teâlâ’nın
yüce âleme bırakuğı ve düşünce gücünün ulaşamadığı bilgilere onu ulaştırdığını
ve [akılla ulaşamadıkları için] kendilerinin sahip olmadığı Allah Teâlâ
hakkmdaki bilgiyi ona verdiğini anlarlar.
Onlar, peygamberin Allah Teâlâ’ya dair
bilgilerde zayıf-düşünceli sıradan insanların [seviyesine] olduğu gibi
üstün-akıHı ve doğru-düşünceli insanların seviyesine de inebildiğim görür. Bu
bağlamda, herkese kendi aklına uygun bilgileri verir. Böylece, o adamın aklın
yeteneğinin ardında ve İlâhi feyizden gelen bilgilere sahip olduğunu anlarlar.
Bilirler ki Allah Teâlâ, diğer insanlara vermediği kendisi hakkındaki bilgileri
ve onu [algılama] gücünü bu insana vermiştir. Bunun üzerine, o insanın
faziletini, kendilerinden üstün olduğunu kabul edip ona inanır, kendisini doğrular
ve ona uyarlar. Peygamber de, onlar için Allah Teâlâ’ya yaklaştıran davranışları
belirler. Gerçekleşip gerçekleşmeyeceği hakkında yargıya varamadıkları
olabilir işlerde Allah Teâlâ’nın yarattığı ve Allah Teâlâ katuıdan kendileri
için istikbalde meydana gelecek şeyleri bildirir. Onlara yeniden diriliş,
kabirden kalkma, toplanma, cennet ve cehennemin bilgisini getirir.
Zaman ve şartların değişmesiyle, ard arda
peygamberler gelir. Her peygamber, arkadaşını doğrular. Bu bağlamda hükümler
değişse bile peygamberler, dayandıkları ve dile getirdikleri ilkelerde
kesinlikle görüş ayrılığına düşmemiştir. Böylelikle şeriatlar inmiş ve hükümler
gelmiştir. İnen hüküm, zaman ve Hakk göreydi. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur:
‘Herkes için bir
yöntem ve şeriat belirledik.’14 Böylelikle, herhangi bir konuda görüş
ayrılığı olmaksızın, peygamberlerin ilkeleri bir olmuştur.
İnsanlar, Allah Teâlâ tarafından
belirlenmiş ve peygamberlerce bildirilmiş bu yönetimle teorik düşüncenin
gereğine göre filozofların [hükema] saptadığı hikmetli yönetimi ayırt etmiştir.
[Peygamberin bildirdiği şeylerde], durumun daha mükemmel ve dolayısıyla
peygamberin getirdiği yasanın kesinlikle Allah Teâlâ katından olduğunu
anlamışlardır. Böylece, peygamberin bildirdiği bilinmezleri kabul etmiş,
onlara inanmışlardır. Kendi bilgisinde samimi olmayan ve arzusuna uymayanlardan
başka kimse, [bunları kabul etmede] direnç göstermemiştir. Arzusuna uyan ise,
hemcinslerine başkan olmak istemiş, nefsini ve onun değerini bilmemiş,
[dolayısıyla] Rabbini de bilememiş kişidir.
Öyleyse âlemde bir yasa koymanın ilkesi ve
sebebi, âlemin iyiliğini istemek ve aldın düşünme yeteneği halamından kabul
edemeyeceği Allah Teâlâ hakkında bilgileri öğretmektir. Başka bir ifadeyle
akıl, salt düşünme yetisi bakımından bu bilgiyi öğrenemez, indirilmiş kitaplar
bu bilgiyi getirmiş, [şeriat getiren ve getirmeyen] peygamberler onları dile
getirmiştir. Böylece akıllılar, bu süreçte, Allah Teâlâ hakkında bilmedikleri
bir takım şeylerin bulunduğunu ve onları ancak peygamberlerin tamamladığını
öğrenmiştir.
‘Akıllılar’ derken günümüzde hikmetten söz
edenleri kastetmiyorum. Akıllılar derken kastettiğim İçimseler, peygamberlerin
yolundan gidenlerdir. Bu yöntem, nefisle ilgilenmek, riyazede nefsi eğitmek,
yalnız kalmak, duruluğu halinde yüce göklere bildirilmiş yüce âlemden
kalplerine gelecek bilgileri kabul etmek için hazırlanmaktır. Biz, akılcılar
derken bunları kastetmekteyiz. Çünkü düşüncelerini öncekilerden ortaya çıkan
lafızları anlamada harcayıp, onları söyleyenlerin lafızlardan çıkardığı
gerçekten bihaber olan vesveseli, cedelci ve konuşkan insanların bize göre
günümüzde tüm akıl sahipleri içinde herhangi bir kıymeti yoktur. Çünkü onlar,
dinle alay eder, Allah Teâlâ’nın kullarını hafife alır. Onlar, kendi
yöntemlerine göre kendileriyle beraber olan insanlardan başka kimseyi
önemsemez. Kalplerini dünya sevgisi, makam ve başkanlık sevdası kaplamıştır.
Onlar bilgiyi zelil ettiği gibi Allah Teâlâ da kendilerini hor ve zelil etmiş,
onları değersizleştirmiş, küçültmüş, cahil vali ve hükümdarların kapısına
muhtaç etmiş, bu kez hükümdar ve valiler de onları hor ve zelil etmiştir.
Böyle insanların sözleri dikkate alınmaz.
Onların kalplerine ‘Allah Teâlâ mühür vurmuş’, ‘kulaklarını sağır etmiş,
gözlerini köreltmiştir.’ Bununla birlikte, içlerinde âlemin en erdemli
insanları oldukları hakkında kocaman bir iddiayı taşırlar. Binaenaleyh Allah
Teâlâ’nın dini hakkında fetva veren fakih, kuşkulu şeylerden kaçınma duygusu
az olsa bile, her yönden bu insanlardan daha iyi durumdadır. Çünkü mümin,
inancını taklit ederek alsa bile, kendi zanlarınca akıllı olan bu insanlardan
daha iyi durumdadır. Zaten akıllı insan böyle bir durumda olabilir mi?!
[Kastettiğimiz anlamıyla] akıllı
insanların yolunu takip eden birkaç kişiye yetiştik. Yetiştiğimiz kişiler,
peygamberin değerini en iyi bilen, onun sünnetlerine en çok uyan, sünnetini
korumaya karşı en tavizsiz insanlar, Hakk’ın celaline yaraşan yüceltmeyi bilen
insanlardı. Onlar, Allah Teâlâ’nın peygamberlerine ve onlara uyan veli
kullarına öğretim ve çalışma gibi alışılagelen öğrenim yolunun dışında
özel-ilâhi feyiz yönünden tahsis ettiği bilginin farkında olan kimselerdir.
Akıl, Allah Teâlâ hakkındaki bu bilgiyi düşünce gücü bakımından elde edemez.
Onların büyüklerinden birini duymuştum
[İbn Rüşd]. O, Allah Teâlâ’nın kendisini bilmeyle ilgili bana açtığı bilgiye
tanık olmuştu. Bu bilgiler, bir araştırma ve olcuma olmaksızın, Allah Teâlâ ile
yalnız kalmam sayesinde bana açılmıştı. Üstelik o esnada [bilgi] araştıran biri
değildim. Bunun üzerine [İbn Rüşd] şöyle demişti: ‘Allah Teâlâ’nın kendi
katından rahmet verdiği ve bilgi öğrettiği birini gördüğüm bir zamanda
bulunduğum için Allah Teâlâ’ya hamd olsun.’
Allah Teâlâ dilediklerine rahmetini tahsis
eder. O, büyük iyilik sahibidir.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğruya ulaştırır. ’15
ALTMIŞ
YEDİNCİ BÖLÜM
'Allah Teâlâ’dan Başka İlâh yoktur
ve Muhammed Allah Teâlâ’nın peygamberidir' Cümlesinin
Bilinmesi
Ezeli olan Allah
Teâlâ ezelde tanıklık etti: •
Kendisinden başka ilâh yoktur. Allah Teâlâ!
Sonra, melekleri buna tanıklık etti:
Allah Teâlâ’dan başka ilâh yoktur: Allah Teâlâ!
Bütün bilgi sahipleri tanıklık etti ki:
Allah Teâlâ’dan başka ilâh yoktur: Allah Teâlâ
Peygamber dedi ki: Benimle beraber söyleyiniz Allah
Teâlâ’dan başka ilâh yoktur: Allah Teâlâ
Benim ve benden öncekilerin söylediği en üstün cümle:
Allah Teâlâ’dan başka ilâh yoktur: Allah Teâlâ
insandan başka herkes tanıklık etti ki:
Allah Teâlâ’dan başka ilâh yoktur: Allah Teâlâ
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ, melekleri ve adaleti yerine
getiren ilim sahipleri Allah Teâlâ’dan başka ilâh olmadığına tanıklık etti. O
aziz ve hakimdir,’16
Ardından şöyle buyurdu: ‘Allah Teâlâ katında din Islâm’dır.’171 Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
ise, şöyle buyurdu: İslâm, Allah Teâlâ’dan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in
onun elçisi olduğuna tanıklık etmendir.’ Allah Teâlâ, âyette ‘ilim saipleri’
demiş, ‘iman sahipleri’ dememiştir. Çünkü Allah Teâlâ’nın birliğine tanıklığı,
bir haberden kaynaklanmaz ki iman olsun. Bu nedenle bir konuda tanıklık, ancak
bilgiden meydana gelebilir. Aksi halde, tanıklık geçerli olmazdı.
, Ardından Allah Teâlâ, melekleri ve bilgi
sahiplerini ‘ve’ edatıyla kendisine atfetmiştir. ‘Ve’, [ilgili olduğu hususta]
ortaklık gerektiren bir edattır.
Burada ise, kesin tanıklıkta ortaklık söz
konusudur. Sonra, onları da imana değil, bilgiye izafe etti. Buradan, [Haktan
gelen] bildirim yolundan değil, nazarî veya zorunlu bilgi yolundan tevhidin
[bilgisini] elde edenleri kastettiğini öğrendik. Adeta Allah Teâlâ şöyle
demiştir: Melekler, tecelliden doğan zorunlu bilgiyle benim birliğime tanıklık
etmiştir. Bu tecelli, onlara bilgi vermiş ve onlar için kanıtlardaki doğru
düşüncenin yerine yerleşmiştir. Böylece benim birliğime tanıklık etmişlerdir.
Nitekim ben de tanıklık ettiğim gibi bilgi sahipleri de kullarıma
yerleştirdiğim aklı düşünceyle [birliğime] tanıklık etmiştir.
Allah Teâlâ imanı ise, bilginlerin
ardından ikinci mertebede bilginin ardından getirdi. İman, muduluğa ulaşmada
zorunlu unsurdur. Çünkü Allah Teâlâ, bize inanmayı emrettiği gibi kendisini
bildiren Allah Teâlâ olduğu için biz de onu ‘ilim’ diye isimlendirdik. Allah
Teâlâ, şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ’dan başka ilâh olmadığını
bil.,,s Başka bir âyette
ise şöyle buyurur: ‘O'nun tek ilâh olduğunu biliniz-,‘9 Bu âyet, İbrahim suresinin sonunda
mertebeleri taksim eden bir âyettir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de,
sahih bir hadiste şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ’dan başka ilâh olmadığını
bildiği halde ölen insan cennete girmiştir.’ Hadiste ‘iman ettiği halde’
denilmedi. Çünkü iman habere bağlıdır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Peygamber göndermedikçe azap etmeyiz’20
Allah Teâlâ’nın ‘fetret’ dönemlerinde
yaşamış ve bilgi yoluyla Allah Teâlâ’yı birlemiş kimi kullarının olduğununu
öğrendik. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden önce peygamberlerin daveti
genel olmadığı için, bütün zamanlarda yaşayan insanlar inanmak zorunda değildi.
Bu ifadeyle ise âyet, ister mümin olsun ister olmasın Allah Teâlâ’nın
birliğini bilen herkesi içermiştir. Burada mümin, habere inanması bakımından
değil, kesin bilgi ifade eden bir doğru haber olması yönünden Allah Teâlâ’nın
birliğini bilmeyenlerdir.
Binaenaleyh inanmak, ancak peygamber
geldikten sonra zorunlu olabilir. Peygamberlik ise, bir ilâhın bulunduğu ve bu
ilâhın tek olduğu teorik araştırmayla öğrenilmeksizin sabit olmaz. Bu durum,
kaçınılmaz olarak böyledir. Çünkü peygamber, hemcinslerine gönderilir. Aynı
cins içinden diğerleri değil de, belli birinin peygamberlik görevine tahsis
edilmesi, [Tanrı’nın bu iradesine] karşı koyan olmadığında mümkün olabilir.
Karşı koyan ise, ortak demektir. Binaenaleyh peygamber gönderilen kişinin,
kendisini gönderen Allah Teâlâ’nın birliğini bilen birisi olması gerekir.
Bundan önce ise, bu ilâhın özel bir nispet -ki o nispet ilâhın zatı
değildirnedeniyle peygamber gönderecek özellikte olduğunu bilmek gerekir. Ancak
o zaman, böyle bir şey mümkün olduğu için, bu insanın Allah Teâlâ katından
gönderilmiş bir peygamber olduğu iddiasının doğruluğuna bakılabilir.
Bunlar, bir kısmının bilinmesinin
diğerlerine dayandığı bilgideki akledilir çeşidi mertebelerdir. Bunların hepsi
mümin tarafından bilinmez. Çünkü imanın mertebesi -ki iman, o insanın Allah
Teâlâ katından gelen peygamber olduğunu tasdik etmektirbelirttiğimiz konuyla
ilgiü bu bilginin gerçekleşmesinden sonra gelir. Peygamber gönderenin birliği
hakkında değil, Allah Teâlâ’nın peygamberi olduğu iddiasının doğruluğunu
gösteren kanıdar geldiğinde, akıl, hoşgörü ve ince düşünce sahipleri, onun
peygamberliği hususunda ifade ettiği şeyleri [kabul etmek için] hazırlanırlar.
Bu bağlamda peygamberin söylediği ilk şey, ‘Beni gönderen Allah Teâlâ, ‘Allah
Teâlâ’dan başka ilâh olmadığını’ söyleyiniz buyurdu’ der.
Böylece ince düşünce sahipleri, Allah
Teâlâ’nın birliğini bilenin onu telaffuz etmek zorunda olmadığını anlar.
Peygamberden bu birliği telaffuz etme emrini duyup bunu söylemenin Allah
Teâlâ’nın birliğini bilmenin gereği olmadığını anlayınca, Allah Teâlâ’yı
birleyen bilgin, peygamberi doğrulayarak ve ona inanarak bunu söyler. Allah
Teâlâ’nın birliğini bilen insan, peygamber ‘Allah Teâlâ’nın emri nedeniyle Allah
Teâlâ’dan başka ilâh yoktur de’ dediği için, ‘Allah Teâlâ’dan başka ilâh
yoktur’ dediğinde, mümin diye isimlendirilir. Çünkü peygamber, ona bu sözü
söylemeyi farz kılmıştır. Daha önce ise, kendi içinden Allah Teâlâ’nın
birliğini biliyordu ve onu telaffuz edip etmemede serbestti. Delil bakımından Allah
Teâlâ’nın birliğini bilen kimsenin mertebesi budur.
Allah Teâlâ’dan başka ilâh olmadığını
bildiği halde ölen kimse, kuşkusuz ve tereddütsüz cennete girer ve mudulardan
olur. Söz konusu insan fetret döneminde yaşamışsa, tıpkı Kus b. Saade gibi,
tek bir ümmet olarak diriltilir. Böyle bir insan kimseye uymadığı gibi -çünkü
mümin değiİdiuyulan biri de değildir. Çünkü o, Allah Teâlâ katından gönderilmiş
bir peygamber değildi. O, Allah Teâlâ’yı bildiği gibi herhangi bir şekilde
âlemde gerçekleşecek olayları da bilen bir insandı. Allah Teâlâ izin vermediği
sürece, bir yaratılmışın şeriat koyması veya Allah Teâlâ’nın bir vahyi ve
bildirimi olmaksızın kanıtta aksi mümkün bir şeyi [peygamber olmak gibi] Allah
Teâlâ’ya yaklaştırmak tarzında gayb âleminden zorunlu kılması mümkün değildir.
Burada, kalp ve ince zeka sahipleri için ‘Allah Teâlâ her göğe emrini vahyetti’21 âyetine ait sırlar vardır.
Bunun yanı sıra Allah Teâlâ, kıyamet gününe kadar yaratıklarında uygulayacağı
şeyleri korunmuş Levha’ya yazmıştır. Allah Teâlâ’nın göklerine bırakıp
Levha’sına yerleştirdiği hususlardan biri, peygamber göndermesidir. Bu bilgi,
Levha’dan keşif ve [Hakkın] bildirme yoluyla, gökten ise ‘nazar [teorik
inceleme]’ ve ‘bilgi edinme (ihtibar)’ yoluyla alınır. İnsanların peygamberler
gönderileceğini bilmeleri, aynı zamanda onların Allah Teâlâ’ya yaklaştıran
şeyleri getireceğini, onların zamanlarını, mekânlarını, özelliklerini;
insanların ölümden sonraki hallerini, diriliş Ve toplanma gününde karşılaşacakları şeyleri,
insanların cennet ve cehennemden ibaret olan müduluk ve bedbahdığa varmalarını
bilmeleri demektir.
Allah Teâlâ, feleğin burçlarını,
menzillerini ve yıldızların yüzmesini, Allah Teâlâ’nın doğal, unsursal âlemde
uygulayacağı hükümler için bir kanıt yaptı. Söz konusu hüküm, sıcakta,
soğukta, yaşta ve kuruda sıcaklık, soğukluk, kuruluk ve ıslaklıktır. Bunların
bir kısmı, cisimlerin varlığının belli hareketlerde olmasını gerektirir. Bir
kısmı, ruhların varlığını, bir kısmı ise, göklerin sürekliliğini gerektirir.
Bu, Ebu Talib el-Mekki’nin ‘Felek, âlemin nefesleriyle döner’ sözüyle işaret
ettiği bilgidir. Söz konusu insanlar, bütün bunları görmelde birlikte, bu
bilgide derece derecedir ve bir kısmı diğerinden daha üstündür. Bu bağlamda
bazı bilginler, gerçeği araştıran ve inceleyen yetkin âlim iken bir kısmı
bilgideki üstünlüğüne göre diğerinin derecesinden daha aşağıda bulunur.
‘Remi çizgisi’ uzmanı (remmal, kumdaki
çizgilerden gaybı bilen kişi), feleklerin hareketlerinin ölçülerini,
feleklerdeki yıldızların hareketini, bitişmelerini, ölçülerini, yıldızların
kavuşumlarının hesaplanmasını ve Allah Teâlâ’nın bu vesileyle yaratıklarında
meydana getirdiği hükmü bilen bir grup görmüştük. [Feleklerin yaratıklarda gerçekleşek
şeyler için sebep yapılması anlamında] Bu durum, herkesin bildiği ve kabul
edenin de tekfir edilmediği alışılagelen sebeplere benzer. Bunlar da, meseleyi
bilenlere göre, alışılagelen şeylerdir. Çünkü doğalarının bir araya gelmesiyle
yddızlar, başkasıyla birleşmediği bir durumda verdiklerinden farklı bir hüküm
verir. Böylelikle konunun uzmanları, bildirdikleri tarzda gerçekleşen tikel
durumları haber verir. Bununla birlikte söz konusu olay, kendiliğinde bir
bilgi olsa bile, bilgine göre tesadüfen gerçekleşir. Çünkü onu gözleyen kişi
-içinden kesin kanaate sahip olsa bileişin kapalılığı nedeniyle kesin bir
kanaate sahip değildir. Öyleyse, insafla hareket edildiğinde, [feleklerle
ilgili] araştırmasında bir gözlemcinin herhangi bir sırrı kaçırmadığı ya da Allah
Teâlâ’dan haber veren bir peygamberden başka, kendisine bu yöntemi hazırlayan
kimselerin -çünkü sonradan gelen, öncekinin hesaplama yöntemine
dayanırkaçırmadığı şeklinde kesin bir inanca sahip olamaz.
Bu durumu görünce, Allah Teâlâ’nın
yaratıklarında bir takım sırlarının bulunduğunu anladık. Peygamberlerin ve
peygamberin Allah Teâlâ katından getirdiği şeylere inanma hususunda hiç kimse,
ilgide bu dereceye ulaşan kimseden daha güçlü bir inanca sahip olamaz. Bunun
tek istisnası, peygamber ve ona uyanlar gibi Allah Teâlâ’ya basirede davet
edenlerdir. Biz burada [felekleri gözleyen] bu insanlar ile [inancında]
taklidi esas alan müminlerin arasındaki üstünlükten söz ediyoruz. Yoksa,
öğretim işlerini Allah Teâlâ’nın üstlendiği ve ‘katından bir rahmet verip bilgi
öğrettiği’ peygamberler ve Allah Teâlâ’nın veli ve seçkinleriyle söz konusu
insanlar arasındaki üstünlükten söz etmiyoruz. Peygamberler ve varisleri, bilgilerinde
zanna değil, kesin bilgiye sahiptir.
. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
‘çizgi ilmi’ hakkında şöyle der: ‘Allah Teâlâ’nın bir peygamberi onunla
gönderildi.’ Rivayete göre kastedilen İdris Aleyhisselam’dı. Allah Teâlâ, başka
peygamberler için [vahyi getiren] melek mesabesine yerleştirdiği bu şekillerle
İdris’e vahyetmiştir. Melek, gelmesine dönük peygamberin bir iradesi
olmaksızın geldiği gibi çizgi şekli de, çizgiyi vuranın, yani çizenin kastı
olmaksızın sahibine gelir. Bu durum, bilhassa ana [kontlarda böyledir]. Sonra
ona yan hususları [zikretmesini] farz kıldı. Bu kısım, Peygamber’in âleme
yerleştirmek istediği ve aslı vahiy olan sünnettir. Çizgi çizenin ana
[çizgilerden] ürettiği çocuklar ve çocukların çoculdarı da böyledir. Bu şekiller,
bulunduğu Hakk göre öğrenmek istediği şeyi çizgi sahibine bildirir. Ondaki
zamir, ameldeki niyete benzer. Dolayısıyla asla yanılmaz.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
çizgiyle amel eden bilginler hakkında şöyle der: ‘Çizgisi uygun düşen kimse.’ Kastedilen
peygamberin çizgisidir. ‘İşte (peygamberin çizgisi) odur.’ Başka bir ifadeyle,
söz konusu kişi doğruyu tutturmuştur. Bu durum, peygambere uyan kimselerden
basiretle Allah Teâlâ’ya dua edenin haline benzer. ‘Uygun düşen’ ifadesine
gelince, Peygamber çizgi ilmini sahibinde kesin bir bilgi saymamıştır.
Gerçekte bir ilim olsa bile onunla kesin hüküm verilmez. İşte, [çizgiyi
yorumlayan] insanlar ile basirede ve ‘Rabbinden bir açıklık üzerinde bulunan’
ve Allah Teâlâ’ya çağıran insanlar arasındaki fark budur.
Meleklerden sonra Allah Teâlâ’yı en iyi
bilenler, Allah Teâlâ’nın elçileri ve velileridir. Ardından, kanıtlarla [Allah
Teâlâ’yı] bilenler, sonra daha aşağı mertebede bulunanlar gelir, iman sahibi
kendiliğindeki bilgiye uygun düşerse, bu durumda o, içinde bulduğu tereddüt
nedeniyle, kendiliğinde bilen sayılmaz. O, Allah Teâlâ’nın kitabında gelen
şeylere ve özede -ayrıntılı değilpeygamberin getirdiklerine tam olarak
inanmıştır. Şu var ki, bundan kendisi için tevatür olarak gerçekleşenler bunun
dışındadır. Bu nedenle müminler hakkında şöyle denildi: ‘Allah Teâlâ’ya ve
peygamberine iman ediniz.’ Böylelikle, yaratılmışlar m Allah Teâlâ’yı
bilmedeki mertebelerini açıklamış olduk.
Peygamber gelip önünde Allah Teâlâ’yı
bilenleri ve bilmeyenleri bulduğunda hepsine birden şöyle der: ‘Allah
Teâlâ’dan başka ilâh olmadığını söyleyiniz.’ Buradan peygamberin Allah
Teâlâ’nın birliği hakkında bilgi sahibi olmayan müşrikler için de bir öğretmen
olduğunu öğrendiğimiz gibi bu söz ile peygamberin Allah Teâlâ’yı [varlığını] ve
O’nun birliğini bilenler için bu bilgiyi telaffuzun zorunlu olduğunu, bu
telaffuzun onların kanlarını dökülmekten, mallarına el konulmaktan ve
zürriyetlerini esaretten kurtaracağını öğreten olduğunu öğrendik. Bu nedenle Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘İnsanlarla ‘Allah Teâlâ’dan başka
ilâh yoktur’ deyinceye kadar savaşmakla emrolundum. Bunu söyleyince, İslâm’ın
hakkının dışında, benden kanlarını ve mallarını kurtarırlar. Hesapları ise Allah
Teâlâ’ya kalmıştır.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘öğreninceye kadar5
demedi. Çünkü onların içinde zaten bunu bilenler vardı.
Dünyada hüküm bilgiye değil söze aittir.
‘Sırların ortaya çıkarılacağı günde hüküm ise’ söze değil bilgiye ait
olacaktır. [Kelime-i tevhit] Bu ifadeyi dünyada bilen, inanan, iki yüzlü -ki ne
mümindir ne de bilensöyler. Bu ifadeyi söyleyince, dünya ve ahirette
üzerlerinde bulunan hakların dışmda, kanlarını ve mallarını kurtarmış olurlar.
Ahirette ise, ‘hesapları Allah Teâlâ’ya kalır.’ Bunun nedeni, onların içinde
ikiyüzlülerin ve üzerinde kul hakkı olan kimselerin bulunmasıdır. Dünyada ise,
saptanmış cezalar nedeniyle hesapları Allah Teâlâ’ya kalmıştır. Çünkü ‘Allah
Teâlâ’dan başka ilâh yoktur’ demek, dünyada ve ahirette bu hakları düşürmez.
Hesaplarının Allah Teâlâ’ya kalması ise ahirettedir. ‘O gün Allah Teâlâ peygamberleri toplar ve
kendilerine der: Size nasıl karşılık verildi?’22 Peygamberler, hal deliliyle, sorulan
şeyin kalplerle verilen cevapla ilgili bir soru olduğunu anlar. ‘Bizim bir bilgimiz yoktur, derler.’23 Başka bir ifadeyle, biz kalpleri bilemeyiz.
‘Sen bilinmeyenleri
en iyi bilensin.’24 Bu ifade, söylediğimiz durumu destekleyen
ve pekiştiren bir kanıttır.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
el-Melik isminden [hareketle] şöyle buyurur: ‘İslâm beş şey üzerine
kuruludur.’ Böylece İslâm’ı bir yapıya dönüştürmüştür. ‘Allah Teâlâ’dan başka
ilâh olmadığına tanıklık etmek.’ İşin kalbi budur. ‘Muhammed'in O'nun
peygamberi olduğuna tanıklık etmek’ kapının teşrifatçısı, ‘namaz kılmak’ sağ
yön, ‘zekât vermek’ sol yön, ‘onıç tutmak’ ön taraf ve ‘hacca gitmek’ arka
taraftır.
. Belki de, ön taraf [oruç değil]
namazdır. Çünkü namaz, nurdur. Namaz, hükümdarı perdeler. Bir rivayette şöyle
bildirilmiştir: ‘Allah Teâlâ’nın perdesi nurdur.’ Zekât ise, sağ taraf olur.
Çünkü zekât, sahip olunan mülkü elden çıkarmak için güce ihtiyaç duyan bir
harcamadır. Hac ise, sol taraftır. Çünkü hacda infak ve verme ameli vardır.
Böylece hac, sadaka ve hediye olmada zekâtla birleşir. İkisi de mülkiyet
amelidir. Oruç ise, arkada bulunur. Çünkü arka, önün zıddıdir. Oruç bir
aydınlıktır. Çünkü sabır aydınlıktır. Aydınlık ise, nurdur. Öyleyse dengeyi
sağlamak için orucun arkada bulunması daha uygundur. Çünkü sonradan gelen,
öncekinin izinden yürür.
Kıyamet günü Hakkın ‘gelmesi’ de böyle
olacaktır. İman, kıyamet günü hükümdar suretinde bu nitelikte gelir. ‘Allah
Teâlâ’dan başka ilâh yoktur’ diyenler kalpte, namaz kılanlar önde, zekât
verenler -ki sadaka demektirsağda, hacca gidenler solda, oruç tutanlar ise
arkada bulunur. Allah Teâlâ bizi evinin yapısını bu esaslara göre kuran
kimselerden eylesin! Allah Teâlâ’nın evi imandır. Bu evin sınırı kıble
tarafından (yani güneyden) namaz, kuzeyden oruç, batıdan gizli verilen sadaka,
doğudan ise hacdır. Böyle bir evin oturanı ise, hiç kuşkusuz mududur!
‘Allah Teâlâ’dan başka ilâh yoktur’, bir
olumsuzlama ve olumlama ifadesi olduğu gibi peygamberlerin söylediği en üstün
cümle de budur. Hz.
Peygamber şöyle buyurur: ‘Duaların en
faziletlisi, Arefe günü yapılan duadır.’ Burada Allah Teâlâ’yı bilenlerin
duasına bir işaret vardır. ‘Ben ve benden önceki peygamberlerin söylediği en
faziletli cümle ise ‘Allah Teâlâ’dan başka ilâh yoktur’ cümlesidir.’ Hadis,
anlam ve rivayet zinciri bakımından sahih bir hadistir.
Olumsuzlamanın sabit (var olan) bir şey
hakkında olup onu olumsuzlaması gerekir. Sabit olmayan -ki olumsuz demektirbir
şey hakkında olumsuzlama, onu olumlar. Çünkü olumsuzun olumsuzlanması,
olumlama demektir. Nitekim [bkz. kitabın giriş cümlesi olan] yokluğun yolduğu
varlıktır. Öyleyse ‘La-ilahe, ilah yoktur’ derken kişi neyi olumsuzlar? Size
sorduk, bize cevabını söyleyiniz? Öte yandan, olumlanan şeyin hükmü de
olumsuzlanan şeyin hükmüyle bir midir? Başka bir ifadeyle, ancak olumsuzlanan
şey mi sabit olabilir? Yoksa olumlanan şeyin hükmü, olumsuzluğun hükmünden
ayrışmasını sağlayacak şekilde, başka bir şey midir? Acaba, olumsuzlayan neyi
olumsuzlamıştır, olumlayan neyi olumlamıştır? Allah Teâlâ’nın izniyle, bütün
bunların araştırılması gerekir.
[Kelime-i tevhitteki] Olumsuzlama,
ilahlıkla nitelenip kendilerine ilahlık nispet edilerek ‘ilahlar’ denilen bazı
yaratıkların dış varlıkları hakkında gelmiştir. Bundan dolayı Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem kendilerini tek ilâh Allah Teâlâ’ya davet
ettiğinde, müşrilderden şaşıranlar olmuştur. Allah Teâlâ, böyle bir müşriğin
şöyle konuştuğunu bildirir: ‘İlahları tek bir ilâh mı yapacak? Tuhaf
bir iş!’25 Çünkü onlar, söz konusu şeyleri icat
etmiş ve böyle bir niteliğe sahip olmadıkları halde onları ilâhlar diye
isimlendirmişti. Öyleyse olumsuzlama, gerçekte öyle olmasa da, insanların
inancına göre [ilah sayılan] bu şeylerle ilişkilendirilen ilahlığa yöneliktir,
yoksa burada ilahlığın olumsuzlanması söz konusu değildir.
Çünkü Şari Teala, olmayan bir şeyi
olumsuzlasaydı, hiç kuşkusuz bu durum, müşriğin zannettiği şeyin olumlanması
anlamına gelirdi. Halbuki Şari Teala, müşriğe şöyle der: ‘Söylediğin bu hüküm,
doğru değildir.’ Başka bir ifadeyle gerçek, zannettiğin gibi değildir. Bir
ilâhm olması ise, zorunludur. Kuşkusuz [müşriklerin var saydığı] ilahlardaki
çokluk, olumlama edatıyla reddedilmiştir. Bu edat, ‘illa’ ifadesidir. Onlar,
olumlama edatından sonra zikredilen şey hakkında bu nispeti olumlamışlardır.
Zikredilen ise, Allah Teâlâ diye isimlendirilendir. Böylece şunu demişlerdir:
‘[Müşriklerin ilahlık nispet ettiği] İlah yoktur, ancak Allah Teâlâ vardır.’ Allah
Teâlâ’ya ilahlık nispeti, bunu olumlayanın fiiliyle gerçekleşmez. Allah Teâlâ,
kendisi nedeniyle ilâhtır. Böylelikle olumlayan kişi, ‘Ancak Allah Teâlâ
vardır’ derken ilahlık niteliğine tek başına haiz olduğuna inanmayan müşriğin
nefsinde bu durumu ispat etmiştir. İspatın ispatı imkânsız iken olumsuzluğun
olumsuzlanması ise imkânsız değildir [Kısaca, mutlak yokluk imkânsız iken
varhk imkânsız değildir].
Gerçekte ise, müşrik Allah Teâlâ’dan başka
bir şeye ibadet etmedi. Fakat o, ibadeti ait olmayan kimseyle ilişkilendirmede
yanılmışur. Bir müşrik ortak koştuğu şeyde ilahlık bulunduğuna inanmasa,
kendisine ibadet etmezdi. ‘Rabbin kendisinden başkasına ibadet
etmemezine hükmetti.*16 Bu nedenle Hakk, bu nitelik hakkında
kıskanç olmuş, kendisine gerekli saygıyı göstermediklerinde dünyada onları
cezalandırmıştır. Buna karşın kendi zanlarında, ilâhlarına dua ettiklerinde
bile onları rızıklandırmış, dualarını işitmiş, kendilerine karşılık vermiştir.
Çünkü Allah Teâlâ, nispette yanılsalar bile, onların gerçekte bu mertebeye
[ilahlık] yöneldiklerini bilir. Bununla birlikte onlar, ahirette sonsuza kadar
bedbaht olacaktır. Çünkü peygamber, ilahlık nispetinin kendisine ait olması
zorunlu olanın birliği hakkında onları uyarmıştı. Onlar ise, uyarıya bakmamış
ve samimi davranmamışlardı. Bu nedenle, kesin kanıt ortaya çıkıp ‘yetkin delil Allah
Teâlâ’ya ait olsun’ diye, her peygamberin rehberliği yaşadığı dönemdeki
insanlara hâkim olan özelliğe göre olmuştur.
Bu cümle, varhk ve yokluk mertebesini
kuşatır. Binaenaleyh olumsuzluk ve olumlu altına girmeyen hiçbir mertebe
olmadığı gibi kuşatıcılık bunlara aittir. Bu bağlamda bazıları nefsiyle ‘Allah
Teâlâ’dan başka ilâh yoktur5 derken, kimi sıfatıyla ‘Allah Teâlâ’dan
başka ilâh yoktur’ der, kimi Rabbiyle ‘Allah Teâlâ’dan başka ilâh yoktur’ der,
kimi Rabbinin niteliğiyle ‘Allah Teâlâ’dan başka ilâh yoktur’ der, kimi haliyle
‘Allah Teâlâ’dan başka ilâh yoktur1 der, kimi hükmüyle ‘Allah
Teâlâ’dan başka ilâh yoktur’ der. Bu kişi, özellikle [taklit ederek] mümin
olandır. Kalan beş kişinin ise, bu anlamdaki imanda bir payları yoktur.
Nefsiyle ‘Allah Teâlâ’dan başka ilâh
yoktur5 diyen kişi, Hakkın kendisine olan tecellisinden bunu
söyleyendir. Bu tecelliyle o, varlığını başkasından kazandığını görür.
Kendisini görmesi ona şöyle söylemeyi verir: ‘Allah Teâlâ’dan başka ilâh
yoktur.’ Burada söz konusu olan, muhakkiklerden bir grubun işaret ettikleri
‘zat tevhidi’dir.
Niteliğiyle ‘Allah Teâlâ’dan başka ilâh
yoktur’ diyen ise, bilgisiyle Hakkı birleyendir. Çünkü onun niteliği, Allah Teâlâ’yı
birlemeyi ve mutlak birliğini bilmektir. Bilgisi bu insanı konuşturdu. Bu
kişiyle önceki arasındaki fark, şudur: Birincisi müşâhededen söylediğini
söyler, ikinci ise vecdden [vücûd] bunu söyler. Vecd ise, bazen müşahedeye
dayanır, bazen dayanmaz.
Rabbiyle ‘Allah Teâlâ’dan başka ilâh
yoktur’ diyen, Hakkın -başka bir şey değilvarlığın aynısı olduğunu gören
kimsedir. Mümkünlerin varlık ile nitelenmesi ise, Hakkın kendisi nedeniyle
onların dış varlıklarıyla zuhûr etmesi demektir. Şöyle ki, onların varlıklarını
Allah Teâlâ’dan kazanmaları, O’nun varlık olması bakımındandır. Çünkü
kazanılmış varlık -ki o zuhur edendirbu dış varlıklar hakkında hüküm vermenin
ta kendisidir. Bu nedenle Rabbiyle ‘Allah Teâlâ’dan başka ilâh yoktur’ der.
Rabbinin niteliğiyle ‘Allah Teâlâ’dan
başka ilâh yoktur’ diyen, Hakkın mutlak birliği ve zatı bakımından ‘Allah Teâlâ’
ve ‘Rab’ diye isimlendirilen olmadığını gören kişidir. Çünkü O, izafet kabul
etmez. Ayrıca bu tevhidi benimseyenler, Rab diye isimlendirilen şeyin bir
merbub [rabbi olan, terbiye edilen], Allah Teâlâ diye isimlendirilenin ise,
meluh [ilahı olan] gerektirdiğini görür. O’nun hakkında Rab isminin sabit
olmasının ise, kendisinden varlık kazanmalarıyla gerçekleştiğini bilirler.
Çünkü Rab, merbubunu talep eder. Öyleyse merbub, er-Rab isminin sabit olmasının
ilkesidir. Hakkın varlığı ise, mümkünlerin varlığı için asildir. Böylece Idşi,
‘Allah Teâlâ’dan başka ilâh yoktur1 ifadesinin zat’ın bir gereği
olmadığını görür. Bunun üzerine, merbubun (rabbm kulu, rablı) Rabbi nitelediği
özellikle ‘Allah Teâlâ’dan başka ilâh olmadığını’ görür. Kendimizi bilmek,
Rabbi bilmemizin ilkesidir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der:
‘Nefsini bilen Rabbini bilir.’ O halde varlığımız O’nun varlığına bağlı iken
O’nu bilmek kendimizi bilmeye bağlıdır. Başka bir ifadeyle Hakk bir açıdan asıl
olduğu gibi biz de başka bir açıdan asiliz?
Haliyle ‘Allah Teâlâ’dan başka ilâh
yoktur’ diyen ise, işlerinde Allah Teâlâ’dan başkasına dayanan kimsedir. Elde
etmek istediği şeyi kendisine dayandığı kimseden elde edemez ve kapılar bütün
yönlerden yüzüne kapatılırsa, zorunlu olarak Allah Teâlâ’ya döner ve haliyle
şöyle der: ‘Allah Teâlâ’dan başka ilâh yoktur.’
Bütün bu sınıflar, iman ile nitelenmez.
Çünkü onların içinde bu kelimeyi taklit ederek söyleyen kimse bulunmaz. Kendi
hükmüyle ‘Allah Teâlâ’dan başka ilâh yoktur’ diyen ise, onu Şari’nin sözü
olması nedeniyle söyleyen kimsedir. Çünkü Şari, bunu söylemeyi kendisine farz
kılmış ve onu söylemesine hükmetmiştir. Bu hüküm olmasaydı, Allah Teâlâ’ya
yaklaşmak maksadıyla onu söylemeyecekti. Hatta söylese bile, öğreten ve öğrenen
biri olarak söyleyecekti.
Şeyhimiz Ulya’lı Ebu’l-Abbas el-Ureybi’nin
huzuruna girmiştim. Şeyh, Allah Teâlâ isminin zikriyle kendinden geçmiş, ona
başka bir şey eklemiyordu. Bunun üzerine şöyle dedim: ‘Efendim! Niçin ‘Allah
Teâlâ’dan başka ilâh yoktur’ demiyorsun.’ Şöyle dedi: ‘Evladım! Nefesler Allah
Teâlâ’nın elindedir, benim elimde değiller ki! Ben de Allah Teâlâ ‘yoktur’
veya ‘ilâh yoktur’ derken canımı alır diye korkuyorum. Bu durumda
olumsuzlamanın vahşetinde (yalnızlık ve korku hali) canım alınır.’ Başka bir
şeyhe bunu sordum. Şöyle dedi: ‘Allah Teâlâ’dan başka ‘Ben Allah Teâlâ’m’ diyen
birini ne gördüm ne duydum. Dolayısıyla yok sayacağım kimse görmedim ki, senin
duyduğun [şeyh] gibi ‘Allah Teâlâ, Allah Teâlâ’ diyeyim.’
Bu ismi Allah Teâlâ’yı birleme ibadetini
yerine getirirken kullandık. Çünkü Allah Teâlâ ismi, bütün İlâhi isimlerle
nitelenmiş toplayıcı isimdir. [Allah Teâlâ’dan başka] Tapınılan herhangi bir
şeyin bu isimde bir ortaklığının olduğu aktarılmamıştır. İlâh ve benzeri gibi
diğer isimler ise, böyle değildir. İşte bu kadar bir sözle, Şari söylemeyi
emrettiği için söylendiğinde, iman gerçekleşir. Şari ‘Allah Teâlâ’dan başka
ilâh yoktur’ deyinceye kadar demiş, ‘Muhammed Allah Teâlâ’nın elçisidir’
deyinceye kadar dememiştir. Bunun nedeni, tevhide dair bu tanıklığın
peygamberlik hakkındaki tanıklığı da içermesidir. ‘Allah Teâlâ’dan başka ilâh
yoktur’ diyen kimse, onu ancak Allah Teâlâ’nın peygamberinin (sav.) sözü
olduğu için söylediğinde mümin olabilir. Allah Teâlâ’nın peygamberinin sözü
olduğu için söylediğinde ise, bu davranış, peygamberin peygamberliğini
onaylamanın ta kendisidir.
Bu özel ifade peygamberliğe tanıklığı da
içerdiği için, Şari şöyle demedi: ‘Muhammed Allah Teâlâ’nın peygamberidir’
deyinceye kadar [onlarla savaşmakla emrolundum]. Başka bir yerde ise, onu
söylemiştir ki, kastettiğimiz imandır [hadisidir], İman, duyuyla algılanan bir
şey değil, bir anlamdır. Söz konuşu hadiste Peygambere ve onun -Allah Teâlâ’dan
bir aktarım olmaksızınkendi nezdinden yasa yapıp getirdiği şeylere [sünnet] inanmak Allah Teâlâ’ya inanmaya bitiştirilmiştir. Allah Teâlâ’ya iman
etmek, namaz kılmak, zekât vermek, haccetmek ve oruç tutmak zikredildiğinde -ki
bütün bunlar Allah Teâlâ katından olan şeylerdirİbn Ömer hadisinde şöyle ekler:
‘Allah Teâlâ’dan başka ilâh olmadığına iman edip bana ve getirdiğime inanıncaya
kadar insanlarla savaşmakla emrolundum.’ Burada iman denilmesinin nedeni,
taklitçi münafıkların varlığının dikkate alınmasıdır. Çünkü bu münafık, bunu
kalbiyle inanmaksızın söyler. İnkarcı münafık ise, bunu ne peygamberin sözü
olduğundan -ki o Allah Teâlâ’nın kitabından onun Allah Teâlâ’nın peygamberi
olduğunu bilirne de akıl delilinden söyler.
Tevhit tanıklığına bitişmiş
peygemberliğe tanıklığı telaffuz etmede bize Allah Teâlâ’nın öğrettiği ilahi
bir sır vardır. Bu sır şudur: Şari’nin bildirdiği ve nitelediği tek ilâh aklın
algıladığı birlenen ilâh değildir. Çünkü aklın tevhit anlayışı, Allah Teâlâ’nın
birliğine tanıklığa peygamberliğe tanıklığı da bitiştirmeyi kabul etmez.
Dolayısıyla Şari’nin kendisini bilmesi bakımından tevhit, teorik aklın kabul
ettiği tevhidin aynı değildir. Şeriatın kendisine ibadet etmeye ve birlemeye
çağırdığı ilâh, zatında değil, ilâh olduğu mertebedeki ilâhtır. Bunun için,
O’nun kendisini nitelediği inmek, istiva etmek, beraberlik, tereddüt etmek,
düşünmek vb. gibi şeriattan soyutlanmış sırf aklın tevhid anlayışının kabul
edemeyeceği özelliklerle nitelememiz geçerli olabilmiştir.
İşte [şeriatın bildirdiği] bu ilah,
kendisini gönderenin birliğine tanıklığına peygamberin kendi peygamberliğine
tanıklığını bitiştirmeyi gerektiren bir mabuddur [ibadet edilen]. Bu nedenle
peygamberliğe tanıklık Allah Teâlâ’nın birliğine tanıklığa eklenir ve her gün
beş vakit namazın ezan ve kametlerinde otuz kere şöyle denilir: ‘Allah
Teâlâ’dan başka ilâh olmadığına tanıklık ederim. Muhammed’in Allah Teâlâ’nın
peygamberi olduğuna tanıklık ederim.’ Peygamberlikle ilgili bu tanıklığı
telaffuz edenlerdeki bu ayrıştırma, tevhidin tanıklığındaki ayrıştırma
gibidir. Öyleyse, [bütün] mertebelerde bu üsluba göre yürümelisin!
Allah Teâlâ’ya ve peygamberine iman
etmek, peygamberin Allah Teâlâ katından ve kendi katından getirip sünnet ve
şeriat olarak ortaya koyduğu her şeye inanmayı içerir. Onun sünnet yaptığı
şeylere inanmak ise, iyi bir adet ortaya koyan kimsenin sünnetine imanı içerir.
Böylece [bir yandan] şeriat ve [öte yandan] sabit hükmü geçersizleştirmeyen
teşvik edilmiş ibadetin ortaya çıkışı, kıyamet gününe kadar sürer.
Bu hüküm, bu ümmete özgüdür. Hüküm
derken, bu ümmeti şereflendirmek için ortaya konulan şeyin sünnet diye
isimlendirilişini kastetmekteyim. Daha önceki ümmetlerde ise, ruhbanlık diye
isimlendirilirdi. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onların
icat ettiği ruhbanlık,’27 Bu ümmetin yaptıkları
hakkında Şari’nin ‘sünnet’ diye isimlendirdiği şeye ‘bidat’ diyen kimse,
sünnete uymamıştır. Bunun bilgisinin ulaşmadığı kimse ise farklıdır. [Sünnete]
uymak bir şey üretmekten daha iyidir. Uymak ile bir şey üretmek arasındaki fark
bilinir. Bu nedenle Şari onu ‘bidat’ diye isimlendirmemiş, ‘sünnet’ diye
isimlendirme eğiliminde olmuştur. Bir şey üretmek, aslı olan bir örneği
olmaksızın bir şeyi ortaya çıkarmak demektir. Allah Teâlâ kendisini şöyle
niteler: ‘Gökleri ve yeri örneksiz yaratandır.’ Yani Allah Teâlâ, önceki bir
örnek olmaksızın onları var edendir.
İnsan şeriatta aslı olmayan bir adet
uydurmuş olsaydı, yaptığı bidat olacağı gibi onu kabul etmemiz de doğru
olmazdı. Bu nedenle Şari, uydurmak-üretmek lafzı yerine sünnet lafzını
kullandı. Çünkü sünnet meşrudur. Nitekim Allah Teâlâ Hz. Muhammed sallallâhü
aleyhi ve sellem’e peygamberlerin [kendilerine değil] rehberliğine uymayı
emretti. ‘Allah hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır:28
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar