Print Friendly and PDF

[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] YÜZ BEŞİNCİ KISMI

 




Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla

YÜZ ELLİ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Beşerî Velîlik Makamı ve Sırlarının Bilinmesi

Hakk’ın yardımına O’nun suretinden erdik Artık harpte atılganız biz   .

Dünyada gerçek hilafet bizim

Ebedilik cennetlerinde onun hükümleri yok

Biz cennetlerde daima yarım üzereyiz Kesib’e ayağımız basmayacak

O kemaldir, bizi toplayan zâtın kemali Sevincimiz orada, üzüntü yok onda

Senin dünya hayatın hastalık ve afiyettir Emirlere isyan edilir orada! O, en iyi bilendir

Yap der, sözü dinlenmez

Sözü tutulmadı diye ceza verdiği görülmez

Bu nedenle biz dedik, sözümüz dinlenmedi Onda Allah Teâlâ için kesinleştirme ve yapma vardır


Birisi yaratıcısının niteliğiyle ‘ol’ deseydi Gözüne ruhlar ve cisimler görünürdü

Bu nedenle lafızlardan ‘ol’ sözü tahsis edildi Varlık ona aittir, oluşta yok etmek bulunmaz

Beşeri velîlik ‘Allah Teâlâ’ya yardım ederseniz611 ayetinde ve emrederek ‘Allah Teâlâ’nın yardımcısı olun612 ayetinde işaret edilen husustur. Bu emirden şu­nu öğrendik: Hakk’ın varlığına ve varlığının zorunluluğuna karşı koyan biri vardır. Bu karşı koyan, kendi otoritesi altına girelim ve mülkü ola­lım diye, Hakk’ın varlığına karşı bizden yardım istemektedir. Böyle ol­masaydı, Allah Teâlâ bize şöyle demezdi: Bu karşı koyan ve direnene karşı ‘Allah Teâlâ’ya yardımcı olunuz.’613 Bu karşı koyma, akledilir karşıdıkla bilinir. Hakk Teala, varlık niteliğinin ve kendisine ait varlık zorunluluğunun sa­hibidir. Ona karşı koyan ise mutlak yokluktur. Ona ait nitelik, imkânsız denilen şeydir. Varlık hiçbir zaman bu niteliği kabul etmez. Öyleyse onun varlıkta bir payı olmadığı gibi kendine ait varlık zorunluluğunun da yoklukta bir payı yoktur. Hal böyleyse, biz orta mertebede bulun­duk: Özümüz gereği varlığı kabul ederken özümüz gereği yokluğu ka­bul ederiz. Hangisini kabul edersek, onun gereğine göre, (varlık veya yokluk) bizde hüküm sahibi olur ve onun mülkü haline geliriz, onun otoritesi bizde ortaya çıkar.

İmkânsız yokluk, mülkü olalım diye bizi talep ederken özü gereği varlığı zorunlu olan Hakk da -O’nun mülkü olalım diyebizi talep eder, bizde otoritesinin ortaya çıkmasını ister. Biz ise, her iki niteliği de kabul eden bir durumdayız. Bu yönüyle biz, varlıktan ziyade yokluğa yakınız. Çünkü biz madumuz (yok), fakat imkânsız özelliğiyle nitelenmeyen madum! Bu esnada niteliğimiz, imkândır (olması ve olmaması eşit olan şey). Bu ise, varlık veya yolduğu kendimizden uzaklaştıramamamız de­mektir. Fakat bizim birbirinden ayrışmış sabit hakikatlerimiz vardır. Her iki yönden hitap, onlara dönüktür. Yokluk bize ‘Bulunduğunuz yokluk halinde kalın’ der. Çünkü der, ‘Benim mertebemde olmanız mümkün değil.’ Hakk ise mümkünlerin hakikatlerinden her birine ‘ol’ diyerek var olmayı emreder. Mümkün ise şöyle der: ‘Biz yokluktayız. Onu bildik ve tattık. Bu arada özü gereği varlığı zorunlu olanın ‘var olma’ emri geldi bize. Var olmayı bilmiyoruz ve bu konuda bir tecrü­bemiz yoktur. Geliniz! Bu imkânsız yokluğa karşı varlığa yardım ede­lim ki, onu zevk yoluyla öğrenelim.’ Bunun üzerine ‘kün (ol)’ sözü nezdinde bulunurlar. Onun otoritesi altına girdiklerinde ise, bir daha yokluğa dönmezler. Bunun nedeni, varlık hazzını tatmış olmalarıdır. Onlar görüşlerini över, mutlak yokluğa karşı Allah Teâlâ’ya yardım etmelerinin bereketini görürler.

Öyleyse, cevheri yönünden âlem Allah Teâlâ’nın yardımcısıdır. Binaena­leyh âlem, her zaman yardım görür. Arazlar gelmiş, varlığı kabul etmiş­lerdir. Onu zevk yoluyla tanıyıp öğrendiklerinde, yokluk onları kendine çağırarak şöyle der: ‘Bana dönün, çünkü siz arazsınız. Varlıkta sürekli­liğiniz yoktur. Çünkü araz demek, baki olmayan şey demektir. Benim emrimle bana dönün!’ Bu nedenle akıl, arazın özü gereği yok olacağını söyler. Çünkü fail, yokluğu yapmaz. Yokluk, bir hükümdür, mevcut bir şey değildir. Arazlar bu nedenle var olduktan sonraki ikinci anda yok olur ve imkânsız yokluğun otoritesine girerler. Artık bir daha varlığa dönmezler. Bunun yerine Allah Teâlâ, onların benzerlerini var eder. Bu ben­zerler ise, hem tanımda hem de hakikatte onlara benzer. Yoksa onlar, var olup yok olmuş arazların kendileri değildir. Bunun nedeni, ilahi ge­nişliktir.

Allah Teâlâ’nın dışındaki şeylerin yardımı ve veliliği bu demektir. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ’nın dışındaki şeylerin Allah Teâlâ’ya yardımı bu anlama gelir. Bu ise, beşeri veliliğin sırlarındandır. Onun algılanması güç iken kendi­sini bilmek, bilinenlerin mertebelerini bilmeye bağlıdır.

Bunu anlayınca bilmelisin ki: Beşeri velilik iki kısma ayrılır; özel ve genel. Özel velilikte insanlar birbirlerine yardım eder. Bunun nedeni, âlemde bilinen yararları sağlama gücü taşımalarıdır. Dolayısıyla insan­lar, birbirlerine hizmet eder. Üstte olan aşağıdakine, aşağıdaki üsttekine amadedir. Bunu, hiçbir akıllı inkâr edemez ve gerçekleşen bir şeydir bu. Mertebelerin en üstünü, hükümdarın mertebesidir. Hükümdar ise rea­ya ve halkının yararları için çalışır ve onlara hizmet ederken reaya ve halk da hükümdara hizmet eder. Hükümdarın halka hizmet etmesi, on­ların emrinden kaynaklanmazken bunu ‘yönetici olmanın’ gerektirdiği maslahat ve yarar icbar eder. Başka bir ifadeyle hükümdar, dolaylı ola­rak halka yarar sağlar ve halk bu hizmetin birincil hedefi değildir. Rea­yanın hükümdara hizmeti ise iki şekildedir: Birincisinde hükümdara or­taktırlar. Bu ortaklığın nedeni, onları hizmete yönelten şeyin kendileri­ne dönecek yararı talep etmektir. Nitekim hükümdarın yaptığı da böyleydi. ikinci hizmet ise, onların güçlükte, kolaylıkta ve sevdikleri ve sevmedikleri işlerde hükümdarın emrini kabul ederek ona boyun eğme­leridir. Bu sayede hükümdarların hizmetinden ayrışırlar. Dolayısıyla halk, her zaman zelildir ve başları kalkmaz. Bununla birlikte hükümdar­lar onlara muhtaçtır. İşte bu genel kısımdır.

Özel velîlik -ki yardım demektirkısmı ise, diğer ilahi isimlere karşı bazı ilahi isimlerin hükümlerini kabulde salt davranışlarıyla gerçekleşen yardımdır. Meselenin ikinci yönü ise, isimlerin etkilerini kabul edici olmaları bakımından kendilerinde ortaya çıkan şeyle (ilahi isimlere) yardımcı olmalarıdır. Bu velîlik ile de ilahi hakikatlerin konumlarına inerler. Bu durumda onlara ait hüküm, bulundukları istidadara göre, ilahi isimlere ait hüküm gibidir.

Bu velîlik, hal sahiplerindeki sıradan insanlarda makam sahiplerin­de olduğundan daha baskın bir şekilde ortaya çıkar. Makam sahiplerin­de ise, seçkinlerde hal sahiplerinde olduğundan daha güçlü bir şekilde ortaya çıkar. Fakat bunun anlaşılması zordur. Makam sahibi, daima adet üzere hareket ederek her nefeste halden Hakk girer. O, her nefeste ilahi bir şe’n içindedir ve herkes onu bilemez. Bununla birlikte, farkında olmadan, kendisiyle var olur. Dolayısıyla övülmez. Seçkin ise, övülür. Hal sahibi âdeti aşar, bu nedenle gözler ona döner, gönüller ona yöne­lir. Hal sahibi, uzun bir süre, tek hal üzere bulunur ve bu halin onun üzerinde başkalaşması fark edilmez. Onu bu başkalaşmayı bilmekten perdeleyen şey, halin verdiği otoritedir. Öyleyse hal sahibinin durumu, makam sahibininkinin zıddıdır. Hal sahibi mertebesindeki eksikliğinin farkına varsaydı, hali arzulamazdı. Bu ise, onun bilgisizliğine kanıttır.

Bu makam sahibinin türlü halleri vardır. Bunların arasında emanet, yaklaşma, yakınlık, keşf, lütuf, kuvvet, hamaset, yumuşaklık, hoşnuduk, temizlik ve edep halini zikredebiliriz. Saltanat makamında görünse, razı olur ve hakkında ‘sultan’ denilir. Celalde tecelli ettiğinde, edepli davra­nır ve ‘edip’ olur. Cemalde görünürse, temizdir. Azamette tecelli etti­ğinde, arınmış, temiz ve mukaddestir. Hoş kokuda tecelli ettiğinde, gü­zel kokar ve güzel koku yayar. Heybetteki tecelli onu efendi yapar. Lütufta tecelli ettiğinde ise, onu eritir. Güzelde tecelli edince onu âşık ya­par ve rahadatır.

Velîler (bir işten) ayrılma ve (diğerine) yönelme özelliğine sahiptir. Örtü ve perdeler onlarındır. Hakk onları kendine yaklaştırınca, onları gizler, örter ve böylelikle tanınmazlar. Cezalandırdığında -ki nebi değil­lerdirharika olayları onların üzerinde gösterir ve böylece tanınırlar. Tanındıklarında ise yaratıkları Allah Teâlâ’dan perdelerler. Halbuki onlara em­redilen şey, insanları Hakk’a davet etmekti! Hakk velîlerden makam sa­hipleri karşısında itaatkâr ve söz dinleyendir. Bütün makam ve haller onlarındır. Onlar, ricalin (adamlar) erkekleridir ve bir eksiklik ilişmez onlara. Bulundukları durumda bir kuşku bulunmaz onlarda. Ahiret -Allah Teâlâ’ya ait olduğu tarzdasaf bir halde onlara ait iken dünya -efendileri için olduğu gibikarışık bir halde onlarındır. Onlar, Hakk’ın nitelikle­riyle zuhur edenlerdir ve bu nedenle de tanınmazlar.

YÜZ ELLİ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Melekî Velîlik Makamının Bilinmesi

Velîlik habere dayanır Güçlü meleklerde ve insanlarda

Hizmet meleklerinde onu izhar eder Zarar ve yarar nedeniyle, kulların Rabb’i

Güçlü meleklere gelirsek, rivayette geldiği gibi Velilikte bir nasipleri yoktur

Sevgisinden kendilerinden geçmiş ve sarhoştur Onlar ne bir varlık ne eser bilirler

Allah Teâlâ onlara kerem gösterdi, onları yaklaştırdı Allah Teâlâ onlara yüce bir müşahede tahsis etti ,

Ben her olaydan onları feda ettim Onu duymak ve görmekle bilmezler

Bilmelisin ki, melekler üç sınıftır: Birincisi, müheyyem (kendile­rinden geçmiş) meleklerdir. Allah Teâlâ, kendilerini yarattığında onlara elCemil ismiyle tecelli etmiş, onları kendilerinden geçirmiş ve fâni kılmış­tır. Dolayısıyla onlar, kendilerini ya da sayesinde kendilerinden geçtik­leri kimseyi veya neyin onları kendilerinden geçirdiğini bilemezler. On­lar, hayret içinde sarhoştur. Bunlar, Allah Teâlâ’nın üzerinde ve altında hava bulunmayan Amâ mekânında var ettiği kimselerdir. Onlar ve bütün melekler, Allah Teâlâ’nın tıpkı diğer melekler gibi, nur heykellerinde yarattığı ruhlardır. Bu meleklerin velilikten payı, mümkünlerin veliliği gibidir. Onu ‘Allah Teâlâ’ya yardım ederseniz614 ayetini açıklarken izah etmiştik.

ikinci sınıf, amade lalınmış meleklerdir. Başkanları Yüce Kalem’dir ki İlk Akıl demektir. O, tedvin ve yazı âleminin sultanıdır. Bu kısımdaki melekler de kendilerinden geçmiş birinci kısımla birlikte var olmuştur. Fakat Allah Teâlâ, onları ehlini kendisinden geçirten bu tecelliden perdeledi. Bunun nedeni, bu amade kılınmış sınıfa ihsan etmek istediği ‘âlemde önderlik’ görevidir. Bu sınıfın da kendine ve teshir (amade kılınmış) meleklerine özgü bir veliliği vardır.

Üçüncü sınıf, yönetici meleklerdir. Onlar, bütün cisimleri yöneten ruhlardır. Bunlar nurani, doğal, hebaî, felekî, unsurî ve bütün âlemin cisimleridir. Bu kısmın da kendine özgü bir veliliği vardır.

Teshir (amade kılınmış) meleklerine gelirsek, onların velilikleri -yani yardımlarımüminlere dönüktür. Müminler günah işlediklerinde cezalandırma isimleri kendilerine yönelir. Bunların karşılığında ise, af, bağış ve günahların silinmesiyle ilgili ilahi isimler de onlara yönelir. Melekler bu durumda Allah Teâlâ’nın kendilerinden bildirdiği şu sözü söyler­ler: ‘Onlar iman edenler için bağışlanma dilerler.’615 Meleklerin bağışlanma sözleri ‘Rabbimiz! Sen her şeyi rahmetin ve bilginle kuşattın616 ayetinde dile getirilir. Tövbekârda durum farklı olmakla birlikte, günahkâr mümin hakkında bu ifadeye başka bir şey eklemezler. Bunun nedeni, bu sözde­ki maksadarı hakkında Allah Teâlâ’nın bilgisine güvenmeleri ve Allah Teâlâ karşısın­daki saygılarıdır. Çünkü Allah Teâlâ’nın mertebesi, kendisinden dolayı gayret göstermesini Allah Teâlâ ehlinden bekler. Bunun yanı sıra, Allah Teâlâ’ya karşı gelip emrini ve şanına yaraşan şeyleri yerine getirmeyenlere karşı bedduayı gerektirir. Melekler Allah Teâlâ karşısında edep sahibi varlıklardır. Bu nedenle ‘Rabb’imiz! Her şeyi rahmet bakımından kuşattın’ derler. Çünkü Allah Teâlâ ‘Rahmetim her şeyi kuşattı*17 buyurdu. Günahkârlar da ‘her şey5 ve ‘bilgi bakımından’ sözünün kapsamına girer. Ayette ‘Her şeyi bilgi bakımından ihata etti*'* buyrulur. Bu ifade Allah Teâlâ’nın bize ‘Onlara azap edersen, onlar senin kullarındır, bağışlarsan sen aziz ve hakimsin*19 ifadesinde bildirdiği salih kulun sözüne benzer. Hz. İsa, kavmi Allah Teâlâ’ya asi olup tövbe etme­diklerinde söylediği bu sözünde Allah Teâlâ karşısında saygılı davranmıştı. Allah Teâlâ, Hz. İsa’nın O’nun karşısında saygılı olduğunu ve ‘rahmeti gaza­bını geçtiği’ için (kavmi adına) bağışlanma ricasında bulunduğunu bilir. Meleklerin nefesi, saygıda daha güçlüdür. Çünkü onlar, Allah Teâlâ’yı bu kul­dan daha iyi bildikleri gibi Allah Teâlâ’nın şanına yaraşan şeyi de daha iyi bilir­ler. Bu nedenle melekler ‘onları bağışlarsan*20 dememiş, ‘Sen her şeyi rahmet ve bilgi bakımından kuşattın’621 demiştir. Bu ise, Hakk’ın (kulları karşısında) bu konumda olduğu hakkında bir dikkat çekme diye isim­lendirilir. Nitekim Allah Teâlâ kendinden böyle bildirmiştir. Melekler ‘rah­met’ diyerek rahmeti öncelemişlerdir. Çünkü Allah Teâlâ da, kulu Hızır’ı zik­rederken rahmeti öncelemiş ve ‘ona nezdimizden rahmet verdik*22 demiş­tir. Bu ise, kendisine verdiği şeyi zikretmezden öncedir. Bundan sonra ise, rahmetiyle ona verdiği şeyi zikrederek, ‘katımızdan ona bilgi öğret­tik*23 buyurdu. Bu nedenle melekler, önce rahmeti zikrederek, duala­rında günahkârları zikretmekten sarf-ı nazar etmiştir. Öyleyse, düşünen ve basirede meseleye bakan kimse için, Hz. İsa’nın kavmi hakkındaki sözüyle meleklerin günahkâr kullar hakkındaki sözleri arasında büyük bir saygı farla vardır.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Onlara azap edersen, onlar senin kullarındır* aye­tiyle tam bir gece süren namaz kıldı ve güneş doğana kadar ayeti tekrar­ladı. Çünkü bu, bir gayret ifadesiydi. Böylelikle bir anlatım olarak onu tekrarlamış, bu konudaki maksadıysa malumdu. Nitekim bir deyimde şöyle denilir:

‘Kızım sana söylüyorum, gelinim sen işit.’

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, meleklerin sözünün geçtiği ayeti okuyarak bir ge­ceyi namazla geçirmedi. Çünkü onun Hz. İsa ile ilişkisi daha yakın iliş­kiydi. Hz. İsa’nın ise, meleklerle ilişkisi daha yakındı. Çünkü Cebrail onu annesi Meryem’e ‘yakışıldı bir erkek olarak meydana getirmek üze­re’ yönelmişti. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem ise, kavmi için bağışlanma dilerken, bu ikisinin arasında bir yol izlemişti.

Meleklerin günahkâr müminler hakkında Allah Teâlâ’ya yardım etmeleri bu demektir. Tövbekâr müminlere dua ederek yardım etmeleri ise, ‘Rabb’imiz! Tövbe edenleri ve senin yoluna uyanları bağışla, onları acı azap­tan koru625 ayetinde dile getirildi. Böylelikle onları açıkça zikretmişler­dir. Bunun nedeni, söz konusu insanların tövbe ederek ilahi yakınlık makamında bulunmalarıdır. Onlar, Allah Teâlâ’ya dönerken ilahi mertebenin kapısını çalmışlardır. Melekler ise, Hakk’ın perdedarlarıdır. Bu nedenle tövbe etmiş bu insanların bağışlanmalarını dilemişlerdir ki, bu da say­gının gereğidir. Öte yandan, melekler cennet ve cehennem arasında or­ta bir yer olduğunu bilir. Burası Araf tır ve orada olan, ne ateşte ne de cennettedir. Allah Teâlâ’nın kullarına lütfü gereği, dua edenin duasına karşılık verdiğini de bilirler. Bu nedenle melekler ardından ‘Onları acı azaptan koru626 demişlerdir. ‘Rabb’imiz! Onları vaad ettiğin Adn cennetlerine yer­leştir*27 Onları Arafa sokma, cennete yerleştir. ‘Kim iyi olursa.:62" Bura­da bağlaç beraberlik anlamı taşır. Yani, salih olanları da (onlara kat). ‘Babalarından, eşlerinden ve zürriyetlerinden... Sen, aziz ve hakîmsin:629 Nitekim salih kul (Hz. İsa) da, ‘Onları bağışlarsan, seti Aziz ve Hakim­sin630 demiş, Gafur ve Rahim’sin dememişti. Bu durum, her İlcisinin de ilahi mertebe karşısındaki saygısından kaynaklanır. Böylelikle onlar, Allah Teâlâ karşısındaki saygı mertebesinde bu iki ismi zikretmede birleşmişler­dir.

Melekler, Ademoğullarının kalpleriyle -ilham sahiplerigörevli me­leklere yardım ederken (bu sözlerine) ilavede bulunmuştur. Onlara düşmanları olan şeytanlara beddua ederek yardım ederler. Şeytanlar kulların kalplerine musallat olarak meleklerin Âdemoğullarının kalple­rine verdiği ilhamlara karşı ilham veren şeytanlardır. Şöyle derler: ‘On­ları günahlardan koru.’63' Bu ifade şeytanlara karşı meleklere bir yardım­dır. Ardından isteklerinde lütuf göstererek ‘Kim günahtan korunursa, sen ona merhamet etmişsindir632 demişlerdir.

Meleklerin mümin olup olmamayı gözetmeden yeryüzündeki her­kese yardımları şu ayette dile getirildi: ‘Melekler Rabblerinin övgüsünü tespih eder ve yeryüzünde bulunanlar için bağışlanma dilerler.’633 Burada, Allah Teâlâ karşısındaki saygının gereği olarak, herhangi bir tahsis olmaksızın genel anlamda bağışlanma kastedilmiştir. Yeryüzü toplayıcıdır ve mü­min olan-olmayan herkes bu bağışlanma talebine girer. Allah Teâlâ ‘Dikkat ediniz! Allah Teâlâ, merhamet eden ve bağışlayandır’6U ayetiyle yeryüzü ahalisini meleklerin onlar hakkındaki bağışlanma talebinin kabul edildiğiyle müjdelemiştir. Halbuki ‘dilediğini yapandır’ dememiştir. Bu nedenle şöyle deriz: Allah Teâlâ’nın bütün kulları sonuçta rahmete ulaşır. Ateşte kalsa­lar bile, kendilerinden başkasının bilmediği bir rahmet vardır orada. Belki de4>u rahmet, onlara öyle bir haz verir ki, cennet kokularını koklasalardı ondan zarar görürlerdi. Nitekim bazı mizaçlara gül kokusu ve güzel koku zarar verir. Bütün bunlar, meleklerin yardımlarının tezahür­leridir. Böylelikle -Allah Teâlâ’ya hamdolsun!meleklerin velilikleri ve yardım­ları genelleşmiştir. Onlar bizim için ne güzel kardeştir!

Meleklerin savaşta düşmanlara karşı müminlere yardımlarına gelir­sek, onlar, dualarla yardımcı olarak inerler. Bedir savaşında özel anlam­da savaşçılar olarak da inmişlerdir. Sayıları beş bin idi ve bunda bir yo­rum vardır. Çünkü ‘Allah Teâlâ onu sizin için bir rahatlık yapmıştır635 ayetinde bu belirtilmemiştir. Bu inenler, melekler olabileceği gibi özellikle Âdem hakkında ‘yeryüzünde bozgunculuk yapacak veya kan akıtacak birini mi ya­ratacaksın?’636 diyen melekler de olabilir. Allah Teâlâ onları ‘Bedir günü’ in­dirmiş, Âdem’i ‘kan akıtıcı’ olmakla ayıpladıkları gibi onlar da kan dökmüş, fakat Allah Teâlâ’nın emrinin dışına çıkmamışlardır. ‘Kalplerimiz onunla tatmin olsun diye...’637 İnsan, kalabalıkla dinginlik bulur. Bedir savaşçıları az, müşrikler çok idi. Sayıları beş bin olan melekleri gördük­lerinde ise -ki kendi sayıları üç yüz, müşrikler ise bin kişi idisavaşan kendileri olsa bile, sayının çokluğuyla mutmain olmuşlardı. Öyleyse on­ların itminana kavuşmalarının bir nedeni (melekleri) görmeleriydi ve kalplerinde öyle bir güven duygusu gerçekleşmişti ki ‘uyuyabilmişlerdi.’ Korkan insan, uyumaz.

Kuran-ı Kerim, çoklukta beş binden fazlasını zikretmemiştir. Çün­kü beş sayısı, kendini ve başka sayıları korur. Diğer sayılar, bu özelliğe sahip değildir. Allah Teâlâ dinini ve mümin kullarını da ‘meleklerden beş bin işaredi melekle’ korumuştur. Yani, melek olduklarını gösteren alamet taşıyan melekler ile veya hakkımızda ‘kan dökücü’ diyen melekler ile ko­rumuştur. Allah Teâlâ, bunu kendilerine emrettiğinde, insanı ayıpladıkları davranışla düşmanlara karşı bize yardım etmişlerdi.

Meleklerin veliliğinin (yardım) farklı yön ve bağlamları vardır, fa­kat biz, Allah Teâlâ’nın dikkat çektiği mertebeleri özetle zikrettik. Bu bağlam­da melekler, Allah Teâlâ’nın isimlerine yardım ederler -ki bu makamların en üstünüdür. Bunun yanı sıra, ilham meleklerine, müminlere, tövbekarla­ra ve yeryüzünde bulunanlara da yardım ederler. Bu sınıflardan gayri, meleklerin yardımını isteyen başka bir şey yoktur. O halde yardım (ve velilik) mertebeleri bu kadarla sınırlanmıştır.

Allah Teâlâ, işin başmda Allah Teâlâ’nın mertebesini yeğlemeleri nedeniyle, me­lekleri ‘Rablerinin övgüsünü tespih ederler’ diye övdü. Ardından ise ‘bağışlanma dilerler.’ Allah Teâlâ’nın mertebesini öne almak, onlara yaraşan şeydir. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, insanlara hutbe okumak üzere aya­ğa kalkınca, önce Allah Teâlâ’ya hamd ve sena ederdi. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Allah Teâlâ’ya hamd veya Allah Teâlâ’yı zikirle başlamayan her iş noksandır’ buyurdu. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ’dan uzaktır. Bir iş Allah Teâlâ’dan uzak ise, Allah Teâlâ dilerse onu kabul eder, dilerse kabul etmez. Bir işe Allah Teâlâ’yı zikretmeyle başlandığın­da ise, iş O’na bağlanmış ve kesilmemiş, yani kopmamıştır. Allah Teâlâ’nın zik­ri, makbul olduğuna göre ona ulaşan her şey de hiç kuşkusuz makbul­dür. Meleklerin bilgisi bu hallerde sadece ‘Rablerinin övgüsünü’ tespih etmiş olmakla sınırlıydı. Rab ıslah eden demektir ve ıslah ise ancak bo­zulmadan sonra gelir. Allah Teâlâ onların bundan başka isimlerle övdüklerini belirtmedi. Çünkü Allah Teâlâ ‘Hamd Allah Teâlâ’ya aittir. Alemlerin Rabb’ine638 de­miş, melekler de âleme yönelen ismin Rab ismi olduğunu anlamıştır. Çünkü yeryüzüne hakim hal, heva (arzu gücü) otoritesidir ve bozgun­culuğun kaynağı da odur. Nitekim Adem için melekler ‘Orada bozgun­culuk yapacak birini mi yaratacaksın?’639 demişti. Melekler (varlıkların) hakikatlerini bildikleri için, gerçekleşecek şeyi de bilmiş, iş de söyledik­leri gibi olmuştu.

Onlarm yanılgısı, Allah Teâlâ’nın bu davranışındaki hikmetinin mahiyetini bilmeden, aceleyle bu yargıyı vermeleriydi. Bu acele yaratılışlarında bu­lunan ‘Allah Teâlâ’nın mertebesi hakkmda gayret5 özelliğinden kaynaklanmıştı. Çünkü birbirini iten zıtlardan oluşan bir varlığın ‘kavgacı’ olması kaçı­nılmazdır. Özellikle unsurlardan meydana gelen bir şey böyledir. Çün­kü o bir ana ve bir babadan doğmuştur. Başka bir ifadeyle felek rük­nünden, burçtan, doğadan, nefsten doğdu. Esas kaynak ise, karşıt an­lamlı ilahi isimlerdir. Bu nedenle âleme karşıtlık yayıldı. Biz derecelerin sonuncusundayız. Dolayısıyla, bütünüyle bundan yoksun kalmasalar bi­le, unsurlardan doğan şeylerin mertebesinden yüksekte olanlarda di­dişme daha azdır. Bakınız! Yüce topluluk (Mele-i a’lâ) nasıl da hasımlaşır. Allah Teâlâ bunu kendisine bildirmeseydi, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem yüce melekle­rin didiştiğini bilemeyecekti. Bunun nedeni, yaratılışlarının ilkesinin (ilahi isimler) bunu gerektirmesidir. Onların üzerinde yaratıldıkları bu hakikat nedeniyle ‘Orada bozgunculuk çıkaracak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?’640 demişti. Halbuki bu ifade, gayret ve yüceltme perdesi­nin ardından Rabliğe karşı gizli bir didişmedir.

Didişme ve birbirini itmenin esası, ilahi isimler hakkında zikretti­ğimiz karşıdıktır. isimler arasındaki bu karşıtlığa örnek olarak el-Muhyi (hayat veren), el-Mümit (öldüren), ed-Dâr (zarar veren), en-Nâfı (ya­rar veren) vb. isimlerini verebiliriz. İlah, ancak bu isimlere sahip kimse olabilir. Bir imkânsızlık bildiren ‘ise’ edatıyla sınırlanan meşiyet ve ira­desi ise, kendisine izafe edilir. Burada Allah Teâlâ’nın bilgisine ulaşanların bile­bileceği gizli bir sır vardır. Bunu öğrenince, Allah Teâlâ nezdinde âlemin (ya­ratılmışların) mazeretini bulmuş olursun. Bu nedenle melekler, yardım ve duaya Rablerini överek ve böyle isimlerle O’nu yücelterek başlarlar. Bu durum, onların ‘Allah Teâlâ’nın saptırdığına kimse hidayet edemez5641 anla­mındaki ayete dair aslî bilgi üzerinde durduklarını ima eder. Başka bir ifadeyle her şey Allah Teâlâ’nın yedcisindedir. Böyle iken melekler, Allah Teâlâ nez­dinde mazeretlerini ifade etmek üzere, yaratıklar için ‘bağışlanma diler­ler.’ Binaenaleyh ‘Her şey O’na döner.’ Alemdeki her bilgi, Allah Teâlâ’nın bil­gisinden çıkartılmıştır. Öyleyse bu bilgi, genel bilgi olduğu gibi onu ancak bir peygamber, melek ya da insan gibi Hakk’a yakın seçkin bir velî bilebilir. Aklî düşünce ise, fikriyle ve bağımsız kanıdardaki araştır­masıyla bu bilgiye hiçbir zaman ulaşamaz.

Böylelikle meleklere özgü yardımın bazı yönlerini göstermiş olduk. Bunun üzerinde ise onların vahyi indirme ve âleme ait yararlarda kulla­nılması kalmıştır. Bu yararlara örnek olarak rüzgârların estirilmesi, buludarın hareket ettirilmesi ve yağmur yağdırılması gibi olayları verebili­riz. Bunlarla ilgili melekler Kuran’da ‘saf tutanlar, zorlayanlar, okuyan­lar’642, ‘gönderenler, yayanlar, ayıranlar, ilham verenler*643, ‘çekip alanlar, sevinenler, tespih edenler, öne geçenler, tedbir edenler5644 ve ‘taksim eden­ler645 gibi ifadelerle zikredilir. Bütün bunlar, amade kılınmış melekler­dir. Her sınıfın yardımı, kendisinde bulunduğu mertebeye göre gerçek­leşir.

Yönetici meleklere gelirsek -ki onlar bileşik âlemin cisimlerini yö­neten ruhlardır-, tedbir eden melekler, düşünen nefslerdir (natık nefs). Bu meleklerin yardımı, yönetmekle memur oldukları bedenin ve kendi muduluklarının bulunduğu şeyi elde etmede Allah Teâlâ için yardım etmele­ridir. Bu bağlamda bir doğa gelir ve amacına ulaşmak ister. Akıl, ilahi şeriatın bu amaçtaki hükmünün ne olduğunu inceler: Allah Teâlâ nezdinde övülen bir iş olduğunu görürse, onu uygular; kınanmış olduğunu gö­rürse, nefsi uyarır ve bu kötü amacı kırmak için ondan yardım ister. Nefs de iyiyi kabul ederek akla yardımcı olur. Bunun amacı, ‘Allah Teâlâ’nın meşru kelimesinin’ kâfirlerde bulunan süflî kelimesine ‘karşı üstün gel­mesidir.’

Sadaka dilencinin eline düşer -ki bu el alttadır. Dilenci ‘Allah Teâlâ’ya borç veriniz646 ayetinde belirtilen şeydir. Sadaka dilencinin eline düşmezden Rahman’ın eline düşer. Başka bir ifadeyle dilenci, dilenmeyi belirten harfleri telaffuz eden kimsedir. Nafakayı veren üstün el ise nafakayı is­teyen aşağıdaki elden hayırlıdır. Mal ise zengin olan Allah Teâlâ’ya aittir. Gök­lerde ve yerdeki her şey O’na aittir. Biz ise malda O’nun halifeleriyiz. Hatta biz, bu malın hazinedarlarıyız.

Bu bölümde ima ettiğim şeyi iyice öğren! Çünkü bu, son derece yararlıdır ve büyük bir bilgisizliği ortadan kaldırır. Bu bölümdeki bilgi, Hakk karşısında saygı kazandırır. Bu bölümde bunu öğrenen ve ona gö­re davranan kimse için sonsuz muduluk vardır.

YÜZ ELLİ BEŞİNCİ BÖLÜM

Nebilik Makamı ve Sırlarının Bilinmesi

Velilik ve nebilik arasında bir berzah var Nebilik ordadır, sırrı bilinmez

İyice incelersen, iki kısımdır o -

Birinci kısım yasa koyucu nebilik, herkes bilir onu

Başka bir kısım daha var ki                                                          .

Bu kısım yasa getirmez,

İlkinden daha aşağıdır o bu dünyada

Bize göre ise diğeri ortaya çıkar

Varlık şeriatı ve hükmü silinir                             ,

Buradan anlaşılır ki, en üstün olan buymuş

Ve o daha geneldir, çünkü asildir ve Allah Teâlâ’ya aittir

Çünkü Allah Teâlâ, bizim için en yetkin velîdir

Nebilik (bildirmek, haber vermek), ilahi bir özelliktir. Onu ilahi mertebede tutan isim es-Semi’dir (Duyan). Hükmünü sabit kılan ise, duadaki emir kipi ve kendisinden istenilen şeye Hakk’ın olumliı karşılık vermesidir. Çünkü (zahirde kuldan ortaya çıkan) bu talep de, Allah Teâlâ’nın kullarına söylediği ‘yap’ ya da ‘yapma’ şeklindeki bir isteğidir. Biz ‘duy­duk ve uyduk’ deriz, Allah Teâlâ ise ‘duydum ve karşılık verdim’ der. Çünkü Allah Teâlâ, ‘Bana dua ettiğinde, dua edenin duasına karşılık veririm647 buyurdu. Kulun talepteki emir niteliği ‘bize mağfiret et, bize merhamet et’, ‘bizi af­fet’, ‘bize yardım et*4*, ‘bize hidayet et’649, ‘bize rızık ver’650 gibi ifadelerdir. Yasaklama kipi ise, ‘kalplerimizi saptırma’651, ‘bizi zalim kavmin oyuncağı yapma*52, ‘kıyamet günü bizi başarısız kılma*53, ‘diriltme günü beni mahzun etme*54 gibi ifadelerdir.

Nebilik, zikrettiğimiz bu hususa ilave bir anlam değildir. Ne var ki Allah Teâlâ, kendisine bundan bir isim vermemiştir. Halbuki ‘velilik’ kelime­sinden kendisine bir isim vererek el-Velî diye isimlenmiştir. ‘Bize bil­dirdi’, ‘duamızı duydu’ (gibi ifadeler geçerli olsa bile), Allah Teâlâ kendisini ‘nebi’ adıyla isimlendirmedi. Öyleyse o, her iki yönden de bu konum­dadır. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Resullük ve nebilik kesilmiştir5 der. Bunlar, özel bir yönden kesilmiştir. Başka bir ifadeyle, nebi ve resul denilenler kesilmiştir. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Benden sonra resul ve nebi gelmez’ der. Ardından, resullükten doğru rüyaları geride bıraktığı gibi, müçtehitlerin hükmünü de ‘nebilikten geri kalan şey’ diye nitele­miştir. Başka bir ifadeyle müçtehitlerden (nebi ve resul) adını kaldırmış, hükmünü geride bırakmış, ilahi hüküm hakkında bilgisi olmayan kim­seye de (Allah Teâlâ) ‘zikir ehline sormayı’ emretmiştir. Böylelikle -şeriatların farklı olması gibikendileri de görüş ayrılığına düşmüş olsalar bile, müçtehider kendilerine fetva soran kimseye kanıtın götürdüğü hükme göre fetva verir. ‘Her biriniz için bir şeriat ve yol belirledik.’655 Aynı şekil­de, her müçtehit için de bir hüküm ve yöntem belirlemiştir. Söz konusu olan şey, bir hükmü kanıdarken yararlandığı ve yüz çevirmesinin müm­kün olmadığı kanıtıdır. İlahi şeriat bütün bunları onaylamıştır. Söz ge­lişi Şafii, (Ebu) Hanife’nin haram saydığı bir hükmü helal sayarken Ahmed b. Hanbel, Malik’in yasakladığı bir şeyi caiz görür. Birinin caiz görmediğini diğeri caiz görmüş, bazı hususlarda görüş birliğine var­mışken bazı hususlarda görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Hepsi, bu üm­met için dinen geçerlidir ve Allah Teâlâ nezdinde bizim adımıza onaylanmış­tır. Bununla birlikte biliriz ki, müçtehiderin mertebeleri, Allah Teâlâ nezdinden kendilerine vahyedilen resullerden daha düşüktür.

Öyleyse resullük ve nebilik, bizatihi ve hükümleri yönünden orta­dan kalkmamıştır. Kesilen şey, meleğin kulağına veya kalbine inmesiyle getirdiği resul ve nebiye özgü vahiydir. Bu nedenle de nebi ve resul is­minin kullanımı kesilmiştir. Artık bir müçtehide nebi veya resul denil­mez. Nitekim Allah Teâlâ’nın şeriat yaptığı hususlarda da nebilerin içtihatta bulunması yasaktır. Müçtehit, kanıt ve içtihadının kendisini yönlendir­diği görüşe göre insanları irşat eder. Bu isim, nebi ve resullere özgüdür, Allah Teâlâ’ya ve velîlere bu isim verilmez. Bu isim, saf kulluğa tahsis edilmiş bir isimdir. Söz konusu kulluk (kölelik), Efendiye yakınlığın ta kendisi­dir ve rütbesinde efendiyle didişmemek demektir. Velilik böyle değil­dir, çünkü kul, el-Velî isminde Allah Teâlâ ile didişir (bu isme ortak olur). Bu nedenle ilahi isimlerde bulunmayan ve kulluğa özgü niteliklerden olma­sı nedeniyle ihlâslı kullara, nebi ve resul adının kesilmesi ağır geldi.

Nebilik, hükümleri bakımından ilahi bir nitelik olduğu gibi Hakk kendisine vacip kıldığı şeyleri de ondan dolayı vacip laldı. Çünkü zo­runlu kılmak, şeriata ait bir yetkidir, yoksa şeriatm dışındaki şeylere ait değildir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Rabbiniz kendisine rahmeti yazdı.’656 Bu, şeria­tın hükmüdür. Bunu öğren ve zikrettiğimiz hususta dirençli ol! Çünkü bilgiye ulaşmak kolay, ondan düşmemek zordur. Bu bölümü yazarken bana gösterilen bir vakıada durumu böyle gördüm. Öyleyse bu bölüm­de söylediklerimiz, vakıada gördüklerimizdir. Orada nebi ve resul ismi­nin sağımda asılı olduğunu gördüm. Üzerinde insanların yürüdüğü caddeye çıkan bir merdiven vardı. Ben kapıdaydım. Hakk’ın beni dur­duğu bu makamın üzerinde ldmseye ait bir makam yoktu. Ancak, son derece sağlam bir şekilde kapatılmış kapının içerisinde (makamı olan­lar) vardır. Kapı kapalı olsa bile, içindekiler bana gizli değildi. Şu var ki, keşf olmaksızın, kimsenin oraya girmesi mümkün değildir. Bir şahıs bana doğru geldi. Kısa sürede ulaşıp onu görünce, iniş güçleşti, adam hayrete düştü ve orada durmaya güç yetiremedi. Beni bıraktı ve o yere geldiğim yola doğru yöneldi, yürüdü, geri dönerek beni bıraktı. Bu halde uyandım ve bu bölümde yazdıklarımı yazdım.

O gece rüyamda Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’i gördüm. Cenazelerin mescide sokulmasını nahoş karşılıyordu. Bunun yanı sıra erkek ölülere kefen üzerine elbise örtülmesini de kerih görmüş, üzerinden çıkartılmasını ve kefeninde öylece bırakılmasını ve kesinlikle bir tabut içinde örtülmemesini emretmişti. Ayrıca, hava soğuk olduğunda gusül abdesti almam için suyu ısıtmamı ve cenabet sabahlamamamı emretmişti. Onun cinsel ilişkiyi övdüğünü ve yapanı adına bu davranışı beğendiğini gördüm. Bütün bunları gece gördüm. O gece Ahmed b. Hanbcl’i de rüyamda gördüm. Ona Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in gusül abdesti almak için suyu ısıtmamı emrettiğini söyledim. O da Buhari’nin Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’i rüyasında gör­düğünü ve bunu kendisine emrettiğini aktardı. el-Ferberi de Buhari’yi rüyasında görmüş ve Buhari bunu kendisine emretmiş. (Ahmed dedi Ki) Ferberi beni rüyasında gördü -ki ben de kendisini rüyamda gördü­ğümde, onun beni rüyasında gördüğünü anladımve bana Buhari’nin kendisine böyle söylediğini aktardı. Ben de ondan bunu öğrendim. Şimdi de sana söyledim, sen de ona göre davran.’ Uyandım ve aileme benim için su ısıtmalarını söyledim. Fecirle birlikte gusül abdesti aldım. Bütün bunlar, doğru rüyalardır.

Nebiliğe gelirsek -ki hemzeli (nübüvv) olmayandırbu anlamıyla nebilik, yükseldik demektir. Allah Teâlâ’ya buradan da bir isim verilmedi. Allah Teâlâ’nın bu anlamdaki ismi, Refıii’d-derecât (Dereceleri yükselten), Zü’larş (Arş sahibi) ve ‘Ruhu dilediği kullarına aktarır’ gibi isimlerdir. Bu­nun yanı sıra el-Alî, el-A’lâ isimleri de bu anlamla ilgilidir. Bu, hemzeli nebiliktir (nebiie şeklindeki mastar). Bu nebilik, yükseklik anlamındaki nebilikten doğmuştur. Kısaltma asıl, uzatma ilavedir. Araplar, şiir ge­rektiriyorsa, uzun olanın kısaltılmasını caiz sayarlar. Çünkü kısaltma as­la dönmektir. Kısa olanın uzatılması ise caiz değildir. Çünkü o, asıldan çıkmaktır.

(Bu anlamıyla nebilikte aracı) Ruh, Allah Teâlâ ile dilediği kullar arasm­da müjdeci ve korkutucu olarak bulunur. Veliler, daha önce de belirtti­ğimiz gibi, bu nebilikten büyük ölçüde tatmışlardır. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Kur’an hafızı için, “Nebilik onun iki yanının arasına girmiştir’ der. Çünkü nebilik onun adına gayb iken peygamber adına görünendir.

Nebi ve velî arasındaki nebilik farkı budur. Ona nebi denilirken velîye varis denilir. Varislik, ilahi bir niteliktir. Çünkü Allah Teâlâ, kendinden söz ederken, ‘O varis olanların en hayırlısıdır657 buyurdu. Öyleyse velî bir peygamberden nebiliği, Hakk kendisini tevarüs ettikten sonra alabi­lir. Bundan sonra onu, hakkında daha yetkin olsun diye velîye aktarır. Bu durumda velî, bu noktada başkasına değil, Allah Teâlâ’ya nispet edilir. Bazı velîler, nebiliği peygamberden tevarüs ederek alır. Onlar, kendisini gö­ren sahabe ve uykusunda peygamberi görenlerdir. Şekilci bilginler ise, haleften selefe, kıyamete varıncaya kadar onu alır. Böylelikle, aradaki bağ uzaklaşır. Velîler nebiliği ‘ona varis olması ve onlara ihsan etmesi’ yönünden Allah Teâlâ’dan alır. Onlar, tıpkı korunmuş bu ‘yüce bağ’ gibi, peygamberlerin uyanlarıdır. Bâtıl o bağa önünden ya da ardından gi­remez. O, Hakim ve Hamid tarafından indirildi.

Ebu Yezid şöyle der: ‘Siz bilgilerinizi ölümlüden ölümlüye (aktar­maylaalıyorsunuz. Biz ise ölümsüz Diri’den alıyoruz.’ Allah Teâlâ böyle bir makamda peygamberleri zikrettikten sonra -En’am suresindepeygam­berine şöyle hitap eder: ‘Onlar Allah Teâlâ’nın hidayet ettiği kimselerdir ve onla­rm hidayetlerine uy.’658 Söz konusu peygamberler ölmüş, Allah Teâlâ onlara varis olmuştur. ‘Allah Teâlâ varislerin en hayırlısıdır.’ Sonra Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme onları ulaştırdığı bu hidayeti getirerek onların hidayetine uydurmuştur. Ulaştıran Allah Teâlâ’dır. O ne güzel bağ, ne güzel mevla, ne güzel yardımcı­dır. Bu, günümüzdeki velîlerin bilgisinin Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ve pey­gamberlerin hidayetine (uyması gerektiği) hakkındaki sözümüzün ta kendisidir: Onlar, bu hidayeti Allah Teâlâ’dan almıştır. Allah Teâlâ, bu bilgiyi ka­tından bir rahmet ve Rablerinin nezdinde haklarında takdir edilmiş rehberlik olarak onların gönüllerine aktardı. Allah Teâlâ kulu Hızır hakkında şöyle der: ‘Ona katımızdan bir rahmet ve bilgi verdik.’659

Bu anlamıyla nebilik canlılara yayılır. Allah Teâlâ, ‘Rabb’ih arıya vahyetti660 buyurur. Bütün hayvanlar bu konumdadır. Allah Teâlâ bir insana kuşların dilini, bitkilerin ve donukların tespihini, yaratılmışlardan her birinin namaz ve tespihini öğretirse, o kişi nebiliğin bütün varlıklara yayıldığını da öğrenir. Keşf ve vecd ehli bunu bilir. Fakat bundan dola­yı nebi ve resul adı, resullerin seçkinleri olan meleklerin dışında kimseye verilmez. Onlar, melekler diye isimlendirilenlerdir. Resullük vermeyen her ruh, sadece ruhtur ve ona ‘melek’ denilmez. Örnek olarak Allah Teâlâ’yı zikreden müminlerin nefeslerinden yaratılan ruhları verebiliriz. Allah Teâlâ onların nefeslerinden zikir sahibi adına kıyamete kadar bağışlanma dile­yecek ruhlar yaratır. Aynı şekilde, nefeslerinin bulunduğu bütün iyi davranışlarından da ruhlar yaratır.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’i doğru bir rüyada gördüm. Kâbe’yi işaret ederek şöyle diyordu: ‘Ey bu evin sakini! Bu evi tavaf ederek, gece gündüz di­lediği vakitte namaz kılanı engellemeyiniz! Çünkü Allah Teâlâ onun davranı­şından kendisi için kıyamete kadar bağışlanma dileyecek bir melek yara­tır.’ Bunlar, temiz ruhlardır ve bunlardan herhangi bir görevle gönderi­lenler, ‘melek’ diye adlandırılır.        . .

YÜZ ELLİ ALTINCI BÖLÜM

Beşeri Nebilik ve Sırlarının Bilinmesi

Nebilik ruhlardan haber vermektir Ruhlar ve bedenlerle sınırlanmış olanlardan

Köşkleri vardır, her geldiklerinde Her yönden şeriatı getiriler

Bazen şeriat getirmeden sadece haber verirler Korkutucu ve sevindirici haberler getirirler

Bilmelisin ki, beşeri nebilik iki kısma ayrılır: Birincisi, Allah Teâlâ ile ku­lu arasında melek vasıta olmaksızın gerçekleşir. Bu kısım, insanın gayb kaynaklı olarak içinde bulduğu ya da helal veya haram yapmayla ilgili olmayan bir takım haberler vermektir. Başka bir ifadeyle bu anlamıyla nebilik, ilahi bir bildirim ve Allah Teâlâ hakkında bilginin artışı ya da dince belirlenmiş ve gönderildiği peygambere Allah Teâlâ tarafından gönderildiği kesinleşmiş bir hükmün doğruluğunun bildirilmesidir. Ya da bu bildi­rim, şekilci bilginler nezdinde nakil yoluyla sabit bir hükmün bozuklu­ğunu bildirebilir. Bu makamdaki velî, nakil zayıf yollarla bulunmakla birlikte, neyin doğru ve neyin yanlış olduğunu (Allah Teâlâ’nın bildirmesiyle) öğrenir. Bazen de nakilcilere göre yanlış olan bir şeyin doğruluğunu ya da onlarda doğru olan bir şeyin yanlışlığını öğrenir. Bazen bildirilen şey, amellerin sonuçlarını, muduluk vesilelerini, zahir ve bâtındaki yü­kümlülük hükmünü, bu konuda (hükmün ruhu anlamındaki) had ve (hükmün kaynağı anlamındaki) mada’ın öğrenilmesini sağlar. Bütün bunları kul, Allah Teâlâ’dan bir kanıt, kendinden Hakk kaynaklı güvenilir bir tanık vasıtasıyla öğrenir. Fakat kul, kendisine gönderilmiş ve uymakla memur olduğu peygamber ve resulün getirdiği şeriata aykırı şahsına münhasır bir şeriata ulaşamaz. Binaenaleyh, doğru bir bilgi ve Allah Teâlâ nezdinde sabit doğru bir zevk ile peygamberine uyar.

Bu makam sahibi, bazı vakiderde gayblerin bilgisine ulaşırken bazı vakiderde bu konuda bilgisi olmaz. Fakat bunun böyle olabilmesi, alemde sebeplerin konuluşunu bilmek şartına bağlıdır. Bu bağlamda bazı insanlar (sebepleri koyana) saygı gereği onları benimserken bir kısmı ise onlara itimat ederek sebepleri benimser. Bütün bunları bu makam sahibi bilir ve (peygambere) uyma derecesindedir. Böyle bir velî, -uyulan değiluyan; hüküm veren değil, hükme konu olan kişidir. Bu kişi, (takip ettiği) yolunda peygamberinin ayağını önünde görmeli­dir. Kesib’e varıncaya kadar bu ayak ondan gizlenmez. Bütün bunlar, önceki ümmetlerde vardı. Muhammed ümmetinde ise, onların hükmü söylediğimiz gibi olmakla beraber bir de ilave vardır. Bu ilave, pey­gamberleri Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in şeriatının hükmüyle, bir helali haram yapmayan veya bir haramı helal yapmayan ‘güzel âdeti’ ortaya koymuş olmalarıdır. Ancak bu âdetin şeriatta bir dayanağı olmalıdır. Velînin bu âdeti ortaya koyması, makamının kendisine verdiği durumdur. Şeriat bu hükmü vermiş ve ‘iyi adet ortaya koyan’ sözüyle bunu onaylamıştır. Örnek olarak, ezandan sonra iki rekatta Bilal’in durumunu verebiliriz. Her abdest bozulmasında abdestin yenilenmesini ve her abdestten son­ra iki rekat namaz kılmayı, abdestli oturmayı, yemekten sonra iki rekât namaz kılmayı, adet edinildiği üzere, özel bir şekilde sadaka vermeyi verebiliriz. Şari’nin belirlemediği her güzel davranış bu kısma girer. Bu ümmet, onu adet haline getirme hakkına sahiptir. Bu âdeti ortaya ko­yanlar ise, onu işleyenlerin sevabını alır. Onlar -daha önce de söyledi­ğimiz gibihelali haram yapmadıkları gibi haramı da helal yapmazlar veya yeni bir hüküm getirmezler. Onlar, dünya ve ahirette kendilerine eşlik edecek olan genel nebiliğin (yükseldik anlamındaki nebilik) sahip­leridir.

Beşeri nebiliğin ikinci kısmı, meleğin önünde öğrenci gibi olan kimselere ait (nebiliktir). Ruh-ı emin onlara Allah Teâlâ nezdinden bir şeriat getirir. Onlar, kendilerine özgü bu şeriata göre ibadet eder, şeriat dile­diklerini onlara helal yaparken dilediklerini yasaklar. Söz konusu kimse­lerin (şeriat getiren) peygamberlere uyması zorunlu değildir. Bütün bunlar, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin gelişinden önceydi. Günümüzde bu makamın bir izi kalmamıştır. Şeriatın onaylamasıyla, müçtehitler için geçerli içti­hat, bunun dışındadır. Müçtehitler, kanıtların verisiyle başka bir müçtehidin helal saydığını haram sayar. Fakat bu, vahiyle gerçekleşmediği gibi keşf ile de gerçekleşmez.

Bu ümmette keşf sahibine ait Hakk, Muhammedi şeriatın tashihidir, yoksa o içtihat yetkisine sahip değildir. Günümüzde, bu makama ulaşan kimseler adına müçtehitlerin ecri gerçekleşmediği gibi hüküm koyma mertebesinde de değillerdir. Çünkü indirilmiş şeriatta işin kendiliğin­deki durumunu bilmek, onları bundan engeller. Müçtehit nezdinde bu makama ulaşan (keşf) sahibi için gerçekleşen bilgi gerçekleşseydi, içti­hadı geçersiz, (helal şeklinde) verdiği hüküm haram olurdu. Bu nedenle müçtehit, olayların gerçekleşmesi esnasında -Şâri’ye ait olan takdir edil­mesi esnasında değilonlar hakkında içtihat yapabilir. Bunun nedeni, müçtehidin gerçekleşmesi takdir edilen hadise gerçekleştiğinde içtiha­dından vazgeçebilme ihtimalidir. Bu nedenle bilginler, taklit ederek fet­va vermeyi haram saymıştır. Belki fetva verenin taklit ettiği müçtehit aynı dönemde yaşasaydı, verdiği fetvanın aksine bir fetva verecek, ver­diği hükümden başka bir hükme dönecekti. Dolayısıyla Allah Teâlâ’nın dini hakkında bir müçtehit fetva verebileceği gibi Kitap veya Sünnet’i sözü­ne göre fetva verilebilir, yoksa kanıtı bilinmeyen bir imamın sözüne gö­re fetva verilemez.   .

Durum belirttiğimiz gibi olunca, bu Muhammed ümmetinde (yasa koyuculuk anlamındaki) teşri nebiliği olmamıştır. Bu konuda sözü uzatmaya gerek yoktur. Allah Teâlâ izin verirse, beşeri risalet bölümünde, müçtehiderin hükümlerinin geçerliliğinden ve -Allah Teâlâ’nın eşyadaki hük­münün bilinmediği durumlardaonlarm dileklerine bağlı ilahi emri açıklarken daha çok konuşacağız.

Yüz beşinci kısım sona erdi, onu ‘Melekî Nebilik’ hakkındaki yüz elli yedinci bölüm ile yüz altıncı kısım, takip edecektir.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar