[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] YÜZ SEKİZİNCİ KISMI
Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın
Adıyla
YÜZ ALTMIŞ YEDİNCİ BÖLÜM
Kimya-yı Saadetin (Mutluluk Kimyası)
Bilinmesi
İksirler bir delildir ki
gösterir Varlıktaki başkalaşma ve değişimi
İnayet iksiri üzerine
atıldığında Belli bir ölçüye göre, bir düşman
Ansızın düşmanlığından
sıyrılır Hüküm ve kadere göre dost haline gelir
Ölçüyü düzelt, mizan bizim şeriatımızdır Sana açıkladım,
tetikte ol!
Kimya belirli ölçülerdir
Çünkü nicelik yüce
suretlerdeki bir sayıdır
Bunu dikkatle incele,
‘nazar’ sahibiysen Arzun seni nazar etmekten geri çevirmesin
Temiz
meleklerin mertebesine katılırsın ,
Ve beşer âleminden merteben
yükselir
Kimya, duyulur ve akledilir mana ve
cisimlerden ölçülebilir ve tartılabilir olanlardaki ölçü ve tartılarla ilgili
bir bilgidir. Otoritesi, başkalaşmalarda ortaya çıkar. Başka bir ifadeyle, tek
bir hakikat üzerinde gerçekleşen başkalaşmalarda ortaya çıkar. Öyleyse kimya,
doğal, ruhani ve ilahi bir ilimdir. Burada ‘ilahi’ demenin nedeni, istiva,
inmek, beraberlik gibi fiillerin anlamlarının farklılığıyla birlikte, tek
isimlendirilen üzerinde ilahi isimlerin çoğalmasıdır.
İş ya dürülmüştür ya da
yayılmıştır Tıpkı ölçülerdeki nasıl ve ne kadar halleri gibi
Bineklerimiz basit unsurları
üzerinde hayrete düşer Ezilmemiş bir sırla, ayrışma şaşkınlığıdır o
Vahiy, şeriat yaptığı
hükümleri indirir Hüküm, ya yasaktır ya da emir
Kimya ilmi, iksiri bilmek demektir.
Bu ise -yani yapımıiki kısma ayrılır. Birincisi, altın madeni gibi, başlangıçta
bir zatı inşa etmektir. İkincisi ise, itidali aramak üzere bir hastalık ve
illeti gidermektir. Örnek olarak, madeni altına eklenen yapma (sınaî) altını
veya dünya ve ahiret yaratılışını verebiliriz.
Bilmelisin ki, bütün madenler tek bir
köke ve asla döner. Bu asıl da özü gereği kemal derecesine katılmak ister ki
kemal, ‘altın olmaktır.’ Bu durum farklı hükümleri olan ilahi isimlerin
etkilerinden meydana gelen doğal bir durum olduğu için, bu yolda kendisine bir
takım hastalık ve illerier bulaşır. Bunlar, zamanların farklılığından ve
mekânların doğalarından kaynaklanır. Örnek olarak yazın sıcaklığını, kışın
soğukluğunu, sonbaharın kuruluğunu ve ilkbaharın yaşlığını verebiliriz. Başka
bir neden ise, madenin sıcaklık ve soğukluğu gibi, yerle ilgili sorunlardır.
Kısaca, hastalıklar çoktur. Yolculuk süresince bir tavırdan bir tavra taşınırken,
bir devrin hükmünden başka bir devrin hükmüne geçerken bu hastalıklardan biri
madene baskın gelir ve yerin otoritesi onda hüküm sahibi olursa, onda bir suret
ortaya çıkar. Bu suret onun cevherini kendi hakikatine taşır. İşte bu, kükürt
ya da civa diye isimlendirilir. Bu ikisi, iki babadır (ebeveyn). Bunların
karışımından ve bir araya gelişlerinden çocuğa ilişen bir takım hastalıklar
ortaya çıkar. Bu ikisi, yaratılışı tam ve saygın bir cevherin ortaya çıkması
için bir araya gelir ve kaynaşırlar. Meydana gelecek şey, ‘altın’ diye
isimlendirilir ve anne-baba onunla şereflenir. Bu derece, cevherleri
bakımından hem anne hem de baba tarafından istenir. Bu asıl, metafizik
(ilahiyat) konusunda nefs iken doğada buhardır. Fakat anne-baba, emir ve doğadır.
Burada ‘bu iş cevherleri bakımından
ana-babadan her biri tarafından istenilir’ dedik, bunun nedeni şudur: Maddî
(heyulanî) cevherde hüküm suretlere aittir. İlişen hastalık madene yerleşip onu
kükürt ve civaya çevirdiğinde şunu öğrendik: Doğanın itidal hükmünün dışına
çıkartacak ve yollarından saptıracak bir hastalık bu iki madene ilişmediği
sürece, onların gücü, aralarında ortaya çıkan çocuğu -ki varlıkları bu çocuğa
dönüşürkemal derecesine katabilir. Söz konusu kemal derecesi, başlangıçta her
ikinin talep ettiği altındır. Bu ikisi, özel bir madende kaynaşıp özel madenin
doğasının hükmü ve zamanın doğasının etkisini kabul etmek hükmüyle bir araya
gelir. Bunlardan doğan, tıpkı fıtrat gibi doğru yol üzerindedir. Bu, ‘Allah
Teâlâ’nın insanları üzerinde yarattığı fıtrattır. Anne-babası ise onu yahudi,
hristiyan veya mecusi yapar.’ Aynı şekilde, bir babanın niceliği onda artabilir
ve bu sayede doğalardan biri kardeşlerine baskın gelebilir. Böylelikle bu unsur
artarak berekedenir ve diğerleri, bu baskın olana karşı koyamayacak şekilde
eksilir. Bu durumda baskın olan şey, cevher üzerinde hüküm sahibi olur ve onu
o doğanın hakikatinin gerektirdiği şeye çevirir, onu itidal yolundan uzaklaştırır.
Bu itidal yolu, seni erdemli, kâmil ve altın şehre ulaştıracak olan varış
yeridir. Kim oraya ulaşırsa, artık eksiğe dönüşmeyi kabul etmez. Bu doğa
kendisine hakim olduğunda, hakikati değişir ve demir, bakır, metal, ya da
kurşun veya gümüş vb. -onun üzerinde nasıl hüküm sahibi olursa ona görebir
maden ortaya çıkar. Buradan ‘uzuvları görünen ve görünmeyen
(muhaüak ve gayr-i muhallak)’71 ayetinin tasavvufî yorumunu
öğrenirsin. Kastedilen, tam yaratılıştır ki, altın demektir. Yaratılışı tam
olmayan ise, diğer madenlerdir.
Bu esnada yedi hareketli gezegenden
birinin ruhaniliği onun (idaresini) üsdenir. Kastedilen, feleğinde yüzerken bu
yıldızla birlikte hareket eden göğün meleklerinden biridir. Çünkü meleği, söz
konusu cevherin varlığını gerçekleştirmek üzere Yaratıcısının emriyle bir
gayeye yönlendiren Allah Teâlâ’dır. Böylelikle demirin suretini, bineği yedinci
gökteki (feleğinde) yüzen bu yıldız olan melek üsdendiği gibi kurşun suretini
de o üsdenir. Böylece her madenî sureti bir melek üsdenir. Onun bineği de
kendi göğündeki ve Rabbinin kendisini yönlendirdiği ona özgü felekte yüzen
gezegendir. Tedbiri bilen ârif geldiğinde, kendisine en kolay gelen işe bakar:
Ona kolay gelen iş, hastalığı bedenden uzaklaştırıp daha önce saptığı mutedil
doğal mecraya çevirmek ise, bu, en uygun olandır. Çünkü (feleğinde) yüzen gezegeni,
gözlemci bazen bizzat kendi menzilinde görürken bazen -onun üzerinde ya da
altındaoradan uzaklaşmış ve sapmış olarak görür. Böylelikle ârif insan, onu
demire ya da herhangi bir madene çeviren sebebe itimat eder. Bilir ki bu
doğanın toplama galip gelmesinin nedeni, içerdiği niceliktir. Böylelikle
fazladan eksiltir, eksiği ise artırır. İşte bu, tiptir. Onu uygulayan ve bilen
de doktordur. Bu davranışıyla, -söz gelişidemir ya da kendisinde bulunan
herhangi bir sureti izale eder. Onu kendi yoluna döndürdüğünde ise, bu kez
sağlığını sürdürmesini ve korumasını sağlar. Çünkü hastalığından iyileşmiş
olsa bile, nazik bir haldedir ve hakkında (tekrar hastalanır diye) korkulur.
Bunun için doktor, gıdalar vererek ve sapmalardan koruyarak, ona yardımcı olur
ve bu cevher altın suretini kazanıncaya kadar onu doğru yol üzerinde
yönlendirir. Altın olduğunda ise, doktorun hükmü altından çıkar ve hastalığın
tekrar nüksetmesi endişesinden kurtulur. Çünkü böyle bir kemalden sonra
eksiklik derecesine inmeyeceği gibi onu kabul de etmez. Doktor bile istese bunu
yapamaz. Çünkü hakimin (kadı) elinde bu konuda bir nas yoktur ki, düşüncesine
göre ona karşı hüküm versin. Bunun nedeni gerçekte şudur: (Doktor yerine başka
bir örnek olarak) Kadı, adildir ve ancak doğru yoldan çıkanlara karşı hüküm
verebilir. Altın ise doğru yoldadır ve dolayısıyla onun aleyhine hüküm veremez,
çünkü (kadının hükmünün kaynağı olarak) hasmın onun üzerinde bir hakkı yoktur.
Meselenin gerçek sebebi budur.
Her kim Hakkın yoluna bağlanırsa,
(eşyanın) ona hakim olmasından sıyrılarak eşyaya hâkim Hakk gelir.
Hastalıkları ortadan kaldırmanın yöntemi budur. Bu konuyu bilene rasdamadığım
gibi bu bölümün ya da bizim sözlerimizin dışında buna dikkat çeken ya da işaret
eden veya bunu keşf eden birini de görmedim. Bu sanatkâr, ‘iksir’ denilen bir
varlığı meydana getirip onu dilediği madeni cisimlerin üzerine taşımak isteyebilir.
Böylelikle iksir kendisini kabul eden madeni bedeni değiştirir. Bu durumda ilaç
birdir ve o da iksirdir. Bazı cesetleri iksir kendi hükmüne çevirir ve söz
konusu maden artık iksirin yaptığını yapar. Bu du
rumda yeni maden, (iksir için) ‘vekil’ diye isimlendirilir. Vekil diğer madeni
bedenlerde etkili olur ve hükmünü uygular. Söz gelişi insan, iksirden bir
dirhem ya da herhangi bir miktar alıp dilediği madenlerden bin birimlik birinin
üzerine uygulayabilir. Söz konusu madde demir veya kurşun ise, iksir ona gümüş
sureti kazandırırken bakır ya da siyah kurşun ya da gümüş ise, altın sureti
kazandırır. Maden civa ise, gücünü ona vererek, madenler arasında kendi hükmünü
uygulayan bir ‘vekil’ olarak bırakır. Fakat vekil bu diğer madenlerin
ölçüsünden farklı bir ölçüye -ki iksirden bir dirhemin ölçüsüdür göre bulunur.
Onu hikmetin gereğiyle özel olarak madenin üzerine atar ve bütünüyle iksire
çevirir. Bu vekilden (iksir haline gelmiş civa) ise kalan madenlerden bin ölçü
üzerine tıpkı iksir gibi döker. İşte inşanın tarzı böyledir. Daha uygunu,
hastalığı giderme sanatıdır.
Rab yoktur!
FASIL İÇİNDE VASILv
Maksat Olan Kemal Halifeliktir
Bilmelisin Ki,
Allah Teâlâ’nın uğruna insanı yarattığı istenilen kemal, halifeliktir.
Hz Âdem onu ilahi inayetin hükmüyle almıştır. Halifelik, re
sullerde risaletin özel bir makamıdır, çünkü her resul halife değildir. Çünkü
risalet derecesi özel anlamda tebliğdir. ‘Senin
görevin tebliğdir’72 buyurur Allah Teâlâ. Resul, emrine
itaat etmeyende otorite sahibi değildir. Onun görevi, Allah Teâlâ’dan aldığı
hükmü yasa yapmak veya özel olarak Allah Teâlâ’nın kendisine gösterdiği şeyi
şeriat edinmektir. Allah Teâlâ’nın resule kendilerine gönderildiği kimseler
üzerinde hükümranlık yetkisi vermesi, ‘halife yapmak’ ve ‘halifelik’ demektir.
Bu durumda resul, halifedir. Öyleyse gönderilen herkes, hükmetme yetkisine
sahip değildir. Bir de kendisine kılıç verilir ve fiilini uygularsa, bu
durumda kemal ona aittir ve ilahi isimlerin otoritesiyle ortaya çıkar. Bu durumda
verir, engeller, aziz kılar, hor eder, öldürür, diriltir, zarar ve fayda verir.
Bu kişi, birbirine zıt isimlerle ortaya çıkar. Fakat zorunlu olarak nebilikle
birlikte gerçekleşir. -Nebilik olmaksızınyönetici olarak ortaya çıkarsa, böyle
biri, halife değilhükümdardır (melik). Öyleyse sadece Hakkın kullan üzerine
halife atadığı kimse halife olabilir, İnsanların kendisini görevlendirip biat
ettikleri ve kendiliklerinden başlarına geçirdikleri kimse halife değildir.
İşte kemal derecesi budur.
Nefsler, kemal makamına meşru bir
yolla çalışarak ulaşabilirler. Hâlbuki nebiliği kendi imkânlarıyla elde
edemezler. Öyleyse halifelik bazen kazanılmış olabilirken nebilik kazanıma
bağlı değildir. Bazı insanlar, ona ulaştıran yolun açık olduğunu, Allah
Teâlâ’nın dilediğini ona ulaştırabileceğini görmüşlerdir. Bu kişiler,
nebiliğin kazanılmış olduğunu zannetmiştir ki, bu bir hatadır. Hiç kuşkusuz ki,
yol kazanılır. İnsan kapıya vardığında ise, kendisi için ne takdir edilmiş ise,
ona göre orada bulunur. Bu kapıda ilahi tahsis vardır. İnsanların bir kısmı
için velilik takdir edilmiş iken, bir kısmı için takdir nebilik ve risalet, bir
kısmı için risalet ve halifelik şeklinde gerçekleşir. Bir kısmı adına takdir,
sadece hilafet şeklinde tezahür eder. Bunu gören insanlar ise, söz konusu
takdirin kendileri adına fiil, söz ve hallerle kapıya sülük ettikten sonra gerçekleştiğine
dikkat etmiş, bu durumda ise, bütün bunların kul adına bir ‘kazanım’ olduğunu
zannederek yanılmışlardır.
Bilmelisin ki, nefs, zatı bakımından
ilahi takdirlerin ortaya çıkarttığı şeyleri kabul istidadına sahiptir. Bir
kısmı için özellikle velilik takdirini (kabul edecek) istidat gerçekleşmiştir
ve ona bir şey eklemezler. Bir kısmı adma ise, bütün zikrettiğimiz makamlar
veya bir kısmını (kabul edecek) istidat gerçekleşmiştir. Bunun nedeni nefslerin
tek bir madenden yaratılmış olmasıdır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Sizi tek bir
nefsten yarattı.’73 Bedenin
yaratılış istidadından sonra ise şöyle demiştir: ‘Ona ruhumdan
üfledim.’74 Tek bir
ruhtan üflenilen şeye üflenen sır gerçekleşir ki, bu nefestir. ‘Allah
Teâlâ dilediği şekilde onu tesviye etti’75 ayetinde istidatlar kastedilir.
Böylelikle ilahi emri kabulde istidadın hükmüne göre bulunur. Tikel nefsler
babaları yönünden esasta temizdir ve onlarm varlığı bu doğal bedenin var
olmasından sonra gerçekleşebilir. Bu durumda doğa, ikinci baba haline gelir ve
karışık bir halde ortaya çıkar. Bu nedenle maddelerden soyut saf ışığın
aydınlığı onda gözükmediği gibi doğanın hükmünden ibaret olan bu nihai karanlık
da ortaya çıkmadı. Doğa madene benzerken tümel nefs -etki özelliğine
sahipfeleklere benzer. Onlarm hareketinden unsurlarda edilgenlik gerçekleşir.
Madende oluşan beden ise insanm cismi konumundadır. Madenî cesedin ruhu olan
özellik ise insanm cismine ait tikel nefse benzer ki bu da üflenen ruhtur.
Madenî ceseder, dış varlıklarının ortaya çıkmasını sağlayan kemal derecesini
istemekle birlikte, oluşum halinde kendilerine bulaşan hastalıklar nedeniyle
mertebe mertebe oldukları gibi kemal nedeniyle yaratılmış olan insanı da
kemalden ancak kendisine ilişen hastalık ve illetler uzaklaştırabilir. Bu
hastalıklar ya zadarma ya da arızi bir takım nedenlerden dolayı kendilerine
ilişir. Bunu bilmelisin.
Bu bölüme uygun konuyla başlayalım: Allah
Teâlâ tikel nefslere bedeni yönetme görevini vermiş, onları beden üzerinde
halife yapmış ve bedende halife olduklarım onlara açıklamıştır. Bunu
açıklamasının nedeni, kendilerini yaratan ve halife olarak atayan bir
Yaratıcılarının olduğunun farkına varmalarını sağlamaktır. Bu durumda
kendilerini halife atayanı tanımak, onlarm yükümlülüğü olur: Acaba o, kendi
cinslerinden midir? Yoksa onlara -herhangi bir benzeşme tarzındabenzeyen biri
midir, yoksa onlara benzemez mi? Böylece, O’nu tanımak üzere içlerinden gelen
saikler çoğalmıştır. Onlar, Yaratanlarına ulaştıran yolu ararken, bir şahıs
varlıkta tikel nefslerin önüne geçer. Onlar, aradaki benzerlik nedeniyle,
onunla ünsiyet ederek şöyle derler: ‘Sen burada önümüze geçtin. Bizim aklımıza
gelen şey senin de aklına geldi mi?’ ‘Sizin aklınıza ne geldi ki?’ dediğinde
‘Bizi bu bedende halife atayanı tanımak istiyoruz’ derler. O da şöyle cevap
vermiş: ‘Bu konuda bende doğru bir bilgi vardır. Ben o bilgiyi sizi halife
atayandan getirdim. O, beni hemcinslerime elçi olarak gönderdi. Onların
muduluklarının bağlı olduğu Yaratanlarına ulaştıran yolu kendilerine
açıklayacağım.’ İçlerinden biri şöyle demiş: ‘Ben sadece o yolu öğrenmek
isterim. Bana o yolu söyle ki, o yolda gideyim.’ Başka biri ise şöyle der:
‘Benimle senin aranda bir fark yok, ben O’nun bilgisine ulaştıracak yolu
kendimden bulup çıkartacağım. Bu konuda seni taklit etmem. Sahip olduğun
bilgiyi kendin elde etmişsen ve getirdiğini benim aklıma gelen düşünceye göre
getirmişsen, niçin benim himmetim eksik olsun ve seni neden taklit edeyim ki?
Senin için gerçekleşen bilginin var olmamış iken varlığı bize tahsis ettiği
gibi O’nun bir tahsisiyle gerçekleştiğini iddia edersen, bu, delilsiz bir
iddiadır.’
Bu ikinci kişi, (elçi olduğunu iddia
eden) insanın sözüne bakmaz, düşünmeye, aklıyla incelemeye başlar. Bu kişi,
bilgiyi teorik gücüne dayalı akli kanıtlardan alan kimse mesabesindedir. İlk
insanın durumu ise peygambere uyan ve Yaratıcılarını bilmeyle ilgili verdikleri
haberde kendisini taklit edenlerdir. Bu iki şahsın kendisine uymada farklı davrandığı
kimse ise, ‘öğretmen peygamber’in örneğidir. Bu öğretmen, kemale ve muduluk
derecesine ulaştıran yolu açıklamaya başlar. Bu açıklamayı ise, bu öğretmenin
durumu hakkında görüş belirten iki şahıstan birisinin -ki o peygambere uymayandır
(akılcı)düşüncesine göre yapar. Peygambere uymayan bu kişi, tabiî durumun
gereği olan bazı hallerde ise peygambere uyar. Buna örnek olarak doğaya
muhalefet etmeyi verebiliriz. ‘Doğaya muhalefet’ ancak belli bir ölçü ve
belirli bir miktara göre gerçekleşir. İşte bu ilim, ölçü ve tartı altına
girdiği için ‘kimya’ diye isimlendirildi rfYrraasTnf kendi imkânlarıyla tanımak
isteyen) Akılcı bu durumu görünce, (peygamberi) taklit etmeksizin, kendi
başına öğrenme imkânı nedeniyle sevinir ve peygamberi taklit eden arkadaşına
karşı üstünlüğü olduğunu düşünüp gururlanır. Taklitçi ise, muallimi taklitteki
durumunu korurken taklitçi olmayana göre ilave bir kazanım elde eder. ^Taklitçi
olmayan, söz konusu peygambere uymayı önemsemeyen ve kendTdüşuncesiyle hareket
eden kişidir.
Bu iki adam ya da iki kadın -ya da
biri kadın diğeri erkek-, (kendilerini yaracılarını tanımaya götürecek) yolda
sülûke başlarlar. Birincisi teorik hükme göre, diğeri ise taklide göre hareket
eder. Önce riyazete başlarlar. Bu, ahlâkın güzelleştirilmesi ve mücahededir.
Bunlar, açlık ve bedensel ibadeder gibi, bedenle yapılan zorlu ve meşakkadi
ibadederdir. Örnek olarak namazda uzun süre ayakta durmak, bunu alışkanlık
haline getirmek, oruç tutmak, hac ve seyahat gibi ibadetleri verebiliriz. Birisi
teorik gücüyle, diğeri ise pirinin ya da Şâri’ denilen öğretmeninin
belirlemesine göre bunları yerine getirir. Bu sayede unsurdan oluşan doğanın
esaretinden kurtulmaya çalışırlar. Her biri, doğanın ihtiyaç duyduğu şeylerden
sadece bedenin varlığını koruyan zorunlu miktarı alır ki onun varlığı, itidali
ve bekasıyla ise bu tikel nefsin -özellikle kendişini halife atayan Allah Teâlâ’yı
bilmekten ibaret olanmaksadı gerçekleşir.
Unsurdan oluşan doğal arzuların
etkisinden kurtulduklarında, onlara yakın semanın kapısı açılır. Taklitçi
(peygambere uyan), burada Adem ile karşılaşarak sevinir, Âdem de onu yanına
oturtur. Akılcı ise Ay’ın ruhaniliğiyle karşılaşır ve ruhanilik onu yanına
oturtur. Bağımsız akıl gücüyle hareket eden bu insan, konuğu olduğu Ay’ın ruhaniliğinin
Âdem’in hizmetinde olduğunu görür. Aym ruhaniliği Âdem’in karşısında onun
veziri gibidir ve Hakk kendisini Âdem’e amade kılmıştır. Akılcı, Ayın
ruhaniliğindeki bütün bilgilerinin altındaki küreleri aşamadığını ve
üzerindekiler hakkında bilgisinin olmadığını görür. Ayın bilgileri, bulunduğu
yerin altında etkilidir. Akılcı görür ki, Âdem’de üzerindeki ve altındaki
yerlerin bilgisi vardır. Âdem, sahip olduğu bilgilerden Ay’ın bilemeyeceği
şeyleri konuğuna aktarır. Akılcı söz konusu taklitçiyi Âdem’e konuk yapanın
öğretmenin -ki peygamberdirinayeti olduğunu öğrenir, kederlenir ve peygamberin
yolunu takip etmediğine ve ona inanmadığına pişman olur. Geri dönünce,
peygambere uyacağına ve ondan dolayı yeni bir yolculuğa çıkacağına karar verir.
Âdem konuğu olan bu taklitçi oğluna ilahi
isimlerden onun mizacının taşıyabileceğini gördüğü kadarını öğretir. Çünkü
unsurdan oluşan cisimsel yaratılışın tikel nefslerde bir etkisi vardır.
Dolayısıyla onların hepsi kabulde bir derecede olmadığı gibi bir kısmı
diğerinin taşıyamayacağını kabul edebilir. Göğün girişinde Âdem’in bilgisinden
varlıkların (Allah Teâlâ ile aralarındaki) özel vechi (yön, yüz) öğrenir. Bu
bilgi, insanı sebep ve illetle sınırlanmaktan uzaklaştırır. Akılcının bu özel
yön hakkında bilgisi yoktur. Bu ‘özel yönü bilmek,’ doğal kimyada ‘iksiri bilmek’
demektir. İşte bu, ariflerin iksiridir ve kendimden başka buna dikkat çekieni
görmedim. Bu ümmete, hatta Allah Teâlâ’nın kullarına nasihat etmekle memur
olmasaydım, ben de onu zikretmezdim. Böylelikle her biri, bu feleğe ait hükmü
öğrenir. Allah Teâlâ onu bu dört rükün ve onlardan türeyenlerde
görevlendirmiştir. Ayrıca onlar Allah Teâlâ’nın bu göğe özel olarak vahyettiği
emri de öğrenir. Bu durum ‘Her göğe emrini vahyetti’76 ayetinde dile getirilir.
Ayın konuğu olan akılcı ise, buradan
bedendeki tesirler, unsurîdoğadakı bileşik cisimlerde meydana gelen
başkalaşmalar hakkında bilgi edinir. Taklitçi ise, tikel nefsler için
gerçekleşen ilahi bilgiyi buradan alır. Bunlar, özel olarak bu feleğe aittir.
Hakkın varlığının bu gök ile ilişkisini, bunlarda O’na ait suretleri öğrenir.
Bu beşeri yaratılış adına, özellikle halifeliği nasla sabit olan bu göğün
sahibi Âdem’e halifeliğin nereden verildiğini öğrenir. Böylelikle taklitçi,
‘halife atanma’nın ilahi bilgideki tarzını öğrenir. Akılcı ise bedenleri
yönetmede unsur kaynaklı (bedenlere ait) halifeliği, artışın nedenlerini ve
bunu kabul eden cisimlerde gelişme ve eksilmenin nedenlerini öğrenir. Akılcı
adına gerçekleşen her bilgi taklitçi adına da gerçekleşirken taklitçi için
gerçekleşen her bilgi akılcı adına gerçekleşmez. Bu durumda akılcının sadece
gamı artar ve katmerleşir. Yolculuğu bitip de bedenine döndüğünde, (peygambere
uyacağıyla ilgili taahhüdünde ise) doğru söylemez. Çünkü onlar, bu yolculukta
tıpkı rüyasında rüya gören kişi gibidir. Hâlbuki o uykuda olduğunu bilir.
Dolayısıyla uyandığında yeni bir amele başlayacağı ve gamından kurtulacağı
iddiası doğru değildir. Akılcı, sadece yolculukta can vereceği hakkındaki
(inancı nedeniyle), korkarak sıkılır. Artık yükselme onun adına mümkün
değildir ve onu daraltan sebep budur. Taklitçi böyle değildir. O, (her
varlıktaki) bu özel yönden yükselmenin kendisine eşlik ettiğini görür. Söz
konusu yönü (vech-i has), sadece sahibi bilebilir.
Akılcı ve taklitçi, Allah Teâlâ’nın
dilediği bir müddet bu gökte kalıp tekrar yolculupTçlEriâyinazırlandıklarında
her biri ev sahibiyle vedalaşır ve ruhların miracında yükselerek ikinci göğe
ulaşırlar. Bu ilk semada bulunan ise, yedinci vekildir. O, beşeri yaratılışın ortaya
çıktığı rahimlerde oluşan nutfeden sorumludur ve nutfenin düşmesinden sonraki
yedinci ayda onunla ilgilenir. Bu esnada çocuk, ayın artışına göre annesinin
karnında gelişen ve büyüyen bir cenindir. Anne karnındaki hareketi de ayın
eksilmesine göre eksilir ki onun alameti budur. Bu ayda doğan çocuk, altıncı
ayda doğduğu kadar güce sahip değildir.
ikinci göğün kapısını çaldıklarında
kapı açılır ve oraya yükselirler. Taklitçi orada yanında halaoğlu Yahya’nın da
bulunduğu İsa’nın konuğu olur. Akılcı ise, Kâtib’in yanında konaklar. Katip
onu ‘hoş geldin’ diyerek konuk edindiğinde, mazeret belirterek şöyle der: ‘Beni
geciktirme, çünkü ben İsa ve Yahya’ya hizmet edeceğim, arkadaşın onlara konuk
gelmiştir. Onların yanında bulunup konuklarıyla ilgili emirlerini yerine
getirmem gerekir. İş bittiğinde, sana dönerim.’ Akılcı, daha da kederlenir ve
pişmanlığı artar. Bu pişmanlık, arkadaşının yolunu takip etmeyişi ve onun
yolundan gitmeyişiyle ilgilidir. Taklitçi ise, iki halaoğlunun yanında Allah
Teâlâ’nın dilediği bir süre kalır. Onlar, Kur’an’ın aciz bırakan özelliğiyle, Allah
Teâlâ’nın peygamberinin peygamberliğinin doğruluğunu ona gösterirler. Çünkü
onun icazı, ölçü ve hitabetin mertebesi, sözün kullanım yerinin güzelliği,
işlerin karışması ve pek çok surette tek bir anlamın ortaya çıkmasıdır.
Böylelikle taklitçi, ‘alışkanlıkları aşma’ mertebesinde ayrımı öğrenir.
Bu mertebeden taklitçi, harfleri
kullanmaya ve isimlere bağlı -yoksa buharlara, kan vb. şeyleri (kullanmaya
bağlı olanı) değilsimya ilmini öğrenir. Bunun yanı sıra kelimelerin şerefini,
cevamiü’l-kelim’i ve ‘kün (oiy77 sözünün
hakikatini öğrenir. Bu sözün, geçmiş veya gelecek ya da şimdiki zamana değil
de, niçin emir kipine tahsis edildiğini öğrenir. Bu kişi, üç harften bileşik
olmasına rağmen, niçin bu kelimede iki harfin gözüktüğünü, Kef ile Nun arasında
ara harf olan üçüncü harfin niçin düştüğünü öğrenir. Söz konusu harf, dış
varlığı kaybolsa bile, mülkün meydana gelen şeye olan etkisini veren ruhanilik
Vav’ıdır. Ayrıca, bu gökte yaratmanın (tekvin) sırrını, İsa’nın ölüleri
diriltmesini, kuş sureti yapmasını ve ona üflemesini, Allah Teâlâ’nın izniyle
meydana gelen şeyin kuşun uçması mı, yoksa İsa’nın kuşun suretini yapması mı
olduğunu da öğrenir. Lafzî fiillerden hangisinin ‘benim iznim ile’ ifadesine
bağlı olduğunu öğrenir. ‘Allah Teâlâ’nın izni ile’78
ifadesindeki amil, ‘olur’ kelimesi mi, yoksa ‘üfler’ kelimesi midir? Allah
Teâlâ ehli nezdinde, buradaki amil, ‘olur’ kelimesidir. Sebepleri kabul
edenlerde ve hal sahiplerinde amil, ‘üfler’ kelimesidir.
Bu göğe girip İsa ve Yahya ile bir
araya gelen kimse, zorunlu olarak bu konuyu öğrenir. Bu bilgi, akılcı adına
gerçekleşmez. Daha doğrusu bu bilgi onun âdına ‘zevk’ yoluyla gerçekleşmez.
İsa Allah Teâlâ’nın ruhu olduğu gibi Yahya da hayat sahibidir. Ruh ve hayat
birbirinden ayrılmadığı gibi bu iki nebi, yani İsa ve Yahya da taşıdıkları bu
sır nedeniyle birbirinden ayrılmaz. Çünkü Isa kimya ilminin iki yolunu da
biliyordu:
Birincisi ‘inşa etmektir’ ki,
çamurdan kuş sureti yapması ve ona üflemesi bunu gösterir. Böylelikle iki elle
(yapılmış) suretler ortaya çıkmıştır. İşte bu, bölümün başında dile
getirdiğimiz kimya ilmindeki birinci yöntemdir. İkincisi ise ortaya çıkan (ve
kemale ulaşmaya engel olan) hastalıkların izalesidir. İsa’da bu yöntem, şaşıları
iyileştirmek ve körlerin gözlerinin açılması şeklinde tezahür etmişti. Körlük
ve şaşılık, rahimde -ki tekvinin vazifesindendirkendilerine ilişen
hastalıklardır. Burada taklitçi miktar bilgisi ile doğal ve ruhani ölçü
bilgisini öğrenir. Bunun nedeni, İsa’nın her iki durumu bir araya getirmesidir.
Bu gökten, taklitçinin nefsi adına kalplerin kendisiyle hayat bulduğu ‘İlmî
hayat’ gerçekleşir. Bu durum ‘ölü iken
hayat verdiğimiz’79 ayetinde
dile getirildi. Burası, her şeyi toplayan bir mertebedir. Altıncı ayda
nutfeyle yükümlü olan melek, bu mertebededir. Bu mertebeden -şairlere
değilhatif ve katiplere yardım edilir.
Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve
sellem’e cevamiü’l-kelim verildiği için, bu mertebeden hitap almış ve kendisine
şöyle denilmiştir: ‘Biz ona şiir öğretmedik m Çünkü
peygamber, açıklayıcı ve tafsil edici olarak gönderildi. Şiir, ‘şuur’ kökünden
gelir ve -tafsil ve açıklamayla değil icmal ve özetlemeyle ilgilidir. İcmal
ise açıklamanın zıddıdır. Buradan işlerin başkalaşması öğrenildiği gibi
sahiplerine hallerin verilmesi yine buradan öğrenilir. Unsur âleminde isimlere
ait eserler her ne zaman ortaya çıkarsa, bu gökten çıkar. Feleklerin etkisi
ise, başka bir mertebeden meydana gelir. Fakat var olduklarında, onların
ruhları -ruhlarını taşıyan suretlerin varlıkları değilbu mertebeden var olur.
Bu varlıkların bilgisi gerçekleştiğinde, var olanlar ve onlardaki hızlı hayat
verme öğrenilir. Çünkü bu bilgi de, söz konusu feleğe ya da yıldızının yüzüşüne
vahyedilen emirden değil, İsa’nın bilgisinden öğrenilir. Bu bilgi, özel bir
dizilişle konulan nispî tertibin gerektirdiği doğa ilminde alışılagelmiş yolun
dışında gerçekleşen ilahi-özel yönden öğrenilir. (Doğa ilmindeki sebeplilik
ile özel yön arasındaki ilişki anlamında) Bu konu, anlaşılması güç bir konudur.
Çünkü muhakkik âlim de sebebi kabul eder, çünkü sebebin bulunması
kaçınılmazdır. Fakat sebeplerdeki bu özel sıralamayı kabul etmez. Bu bilgiye
sahip olanların geneli ise ya hepsini reddeder veya hepsini kabul eder. Onların
arasında zamansal tertibi reddetmekle birlikte, sebebi kabul edenini görmedim.
Çünkü bu bilgi, güç bir bilgidir ve ancak bu gökten öğrenilir. Uzun bir sürede
sebepten meydana gelen şey, burada aynı sebepten göz açıp kapatmak veya daha
kısa bir sürede gerçekleşir. Bu durum, rivayete göre, İsa’nın yaratılışında
olduğu kadar onun kuş yaratmasında ya da kıyamet gününde türeyenleri ortaya
çıkartırken yeryüzünün ‘hayız vakti’ gelmezden önce kabrinden ölüyü
diriltirken ortaya çıkar. Kıyamet günü, yeryüzünün doğurma günüdür. Aklını buraya
ver ve kalbini açık tut, bil ki Rabbin seni en doğru yola ulaştırır. Allah Teâlâ’nın
gece ibadeti hakkında ‘sağlam bir kırata daha elvrişlidir,sl ifadesi
bu gökten gelir.
Taklitçi bu ilimleri elde ederken
Katip konuğuna döner, ona bakar ve istidadının gereğine göre mecrasına
bırakılmış bilgilerden ona verir. Kâtip’teki bilgi, altındaki unsur kaynaklı
âlemde bulunan cisimlerde ruhlarından değilhüküm sahibidir. Kemale erdiğinde
ise oradan ayrılmak ister. Arkadaşı taklitçinin yanına gelir ve birlikte üçüncü
göğe çıkmak için yola çıkarlar. Akılcı taklitçinin önünde tıpkı efendinin
önündeki hizmetkâr gibi durur. Artık onun kadrini, öğretmeninin mertebesini,
bu öğretmenin takipçilerinin kendisine gösterdiği ilgiyi öğrenmiştir.
Üçüncü göğün kapısını çaldıklarında
kapı açılır ve oraya yükselirler. Burada taklitçi (tâbi, uyan), Yusuf ile;
akılcı ise Zühre ile karşılaşır. Zühre onu konuk eder ve daha önce amade
kılınmış yıldızların söylediğinin benzerini söyler. Bu söz akılcının tasasına
tasa katar. Zühre yıldızı, yanında konuğu olan taklitçinin bulunduğu Yusufun
yanına gelir. Yusuf ona Allah Teâlâ’nın kendisine tahsis ettiği -ki Yusuf,
tabir ilmindeki imamlardan biridirmisal ve hayal suretleriyle ilgili bilgiler
aktarır. Allah Teâlâ onun önüne Adem’in toprağının kalıntısından yarattığı
toprağı (hayal) getirir. Cennet çarşısını ona getirttiği gibi nur ve ateş
kaynaklı ruhları, ulvi manaları da getirir. Bunların ölçü ve tartılarının
oranlarını ona bildirir. Ona inek suretlerindeki seneleri, ekinlerin başaklarındaki
bolluğu ve kıtlığı, bütün bunların ölçülerini, miktarlarını ve oranları tek'
tek
gösterir. Bilgiyi süt suretinde,
dinde sebat etmeyi ise kayıt suretinde
t
gösterir. Yusuf, manaların ve
nispetlerin duyuda ve duyulurda bedenlenişini konuğuna öğretmeyi sürdürür.
Bütün bunların tevilini öğretir, çünkü burası tam bir tasvir ve nizam göğüdür.
Şairlere yardım, nazımlı ve sağlam
ifadeler bu gökten geldiği gibi cisimlerdeki geometrik şekiller ve onların
nefsteki tasviri de, yükseldikleri bu gökten ortaya çıkar. Sağlam yapmanın,
pekiştirmenin ve hikmetin varlığını içeren güzelliğin anlamı buradan
öğrenildiği gibi özel bir mizaca yatkın olmaktan kaynaklanan amaca bağlı
güzellik de buradan öğrenilir. Bu gökte, rahimde beşinci aydaki nutfenin
yönetimini ele alan vekil (melek) bulunur.
Allah Teâlâ’nın bu göğe vahyettiği
emirden, Ay feleğinin alanda bulunan unsurların tertibi ve sıralaması
gerçekleşir. Böylelikle hava unsuru ateş ile su araşma yerleştirilirken, su
unsuru hava ile toprak araşma yerleştirilir. Bu sıralama olmasaydı, unsurların
birbirine dönüşmesi mümkün olamayacağı gibi onlardan oluşan türeyenler de
meydana gelemeyecek veya türeyenlerde meydana gelen başkalaşmalar ortaya
çıkmayacaktı. Nutfe kendi kendine ete, kana, kemiğe, deriye ve sinire nasıl dönüşebilir
ki? Allah Teâlâ bu gökten bu cisimsel yaratılıştaki dört karışımı en güzel ve
sağlam şekilde düzenlemiştir. Böylelikle yönetici nefsin bakışma göre, önce
sarı acıyı yarattı. Onu kan, onu balgam, onu kara acı takip eder ki bu ise
ölümün doğasıdır. Karışımlardaki bu garip sıralama olmasaydı, doktor, bedende
gerçekleşen hastalıkları iyileştirme veya bedenin sağlığını korumak için
önlemler alma imkânı bulamazdı.
Dört asıl -ki şiirin evi kendilerine
dayanırbu gökten ortaya çıktı. Beden de dört karışıma dayanır. Bu ikisi, iki
sebep ve iki direktir: Hafif sebep ve ağır sebep. Direklerden biri ayrık diğeri
bileşiktir. Ayrık direk, tahlili verirken bileşik olan terkibi verir. Hafif
sebep ruhu verirken ağırı bedeni verir. Hepsinin toplamıyla da insan meydana
gelir. Büyüğü ve küçüğüyle bu âlemin varlığının ne kadar sağlam olduğuna
balanız! Bu iki şahıs bu ilimleri öğrenmişken taklitçi akılcıya göre ‘özel
yön’ün sağladığı Allah Teâlâ hakkmdaki bilgiyi de fazladan elde eder. Aynı
şekilde, her ikisi için de her gökte bir intikal gerçekleşir. Onlar, bütün
göklerin kalbi olan orta göğe yükselmek isterler. Oraya girdiklerinde ise,
taklitçi İdris ile karşılaşırken akılcı güneş yıldızıyla karşılaşır. Bu esnada
akılcı, daha önce karşılaştığı hadisenin bir benzeriyle karşılaşır, bu nedenle
gamı katmerlenir. Taklitçi, İdris’in konuğu olduğunda, İdris ona ilahi işlerin
değişmesini ve Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şu sözünün anlamını
öğretir: ‘Kalp, Rahman’ın iki parmağı arasındadır.’ Taklitçi bu iki parmağın
kalbi niçin çevirdiğini öğrenir. Bu gökte gecenin gündüzü ve gündüzün geceyi
örtmesini, her birinin diğeri için bir vakit erkek bir vakit dişi oluşunun
keyfiyetini öğrenir. Gece ile gündüz arasmda gerçekleşen birleşme ve
kaynaşmanın sırrını, gece ve gündüzde meydana gelen türeyenleri öğrenir. Gece
evlatları ile gündüz evladarı arasındaki farkı da buradan öğrenir. Binaenaleyh
gece ve gündüz, birbirlerinden meydana gelen şeylerin anne ve babasıdır.
Taklitçi bu gökte gaybı, şehadeti, örtmeyi ve tecelliyi öğrendiği gibi ölümü,
hayatı, şaşırmayı, karıştırmayı, durağanlığı, sevgiyi ve rahmeti de öğrenir.
Bunun yanı sıra, özel yönden ez-Zâhir isminden bâtını mahzarlarda ortaya çıkan
şeyleri, el-Bâtın isminden ise mahzarların istidadına göre ez-Zâhir’de ortaya
çıkan şeyleri öğrenir. Böylelikle, zuhur edenin isimleri (zuhur ettiği)
varlıkların farklılaşması nedeniyle farklılaşır.
Beşinci göğe yükselmek üzere yola
çıkarlar. Taklitçi orada Harun’un konuğu olurken akılcı Merih’in konuğudur.
Merih (Harun’a konuk gelen) arkadaşı nedeniyle konuğuna mazeret belirterek
Harun’a konuk geldiğini ve bundan dolayı onunla ilgilenmek üzere bir müddet
ayrılacağını söyler. Merih Harun’un yanında konuğunu bulur ve Harun’un ona
güler yüzlü davrandığını görür. Bundan dolayı şaşırır, Harun’a sorar ve Harun
da şöyle der: ‘Burası heybet, korku, güçlük ve ümitsizlik göğüdür. Bunlar,
kabzı (daralma) gerektirir. Yanımdaki ise, Peygamber’in ümmetinden gelen ve
ağırlanması gereken bir konuktur. Bilgi öğrenmek ve ilahi hükmü aramak üzere gelmiştir.
O hükümle, kendisi için belirlediği hususlarda efendisinin sınırlarını aşmaktan
korkarak, düşünce düşmanlarına karşı yardım ister. Ben de ona meselenin iç
yüzünü açıklayacağım ve rahatlık göstereceğim ki, aradığı şeyi arınmış bir ruh
ve açık bir gönülle kabul edebilsin. Sonra yüzünü konuğuna çevirerek şöyle der:
‘Burası beşer halifeliği göğüdür. Onun imamının hükmü zayıflamıştır. Aslı ise,
binaların en sağlamı ve güçlüsüydü. Taşkın zorbalara yumuşak davranmayı
emretmiş ve bize şöyle denilmişti: ‘Ona yumuşak
söz söyleyin.™ Yumuşak söz söylemek, gönderildiğinden daha güçlü
olan ve daha şiddetle cezalandırabilecek kimseye emredilebilir. Hakk, büyüklük
ve ceberutun mazharı olan her kalbi mühürlediğini, bu kalplerin gerçekte
zelillerin zelili olduğunu bilir. Bu nedenle Allah Teâlâ, Musa ve Harun’a
Firavun’a karşı merhametli ve yumuşak davranmayı emretti. Burada Allah Teâlâ
onun içini dikkate almış ve onun dışını ceberut ve büyüklüğünden temizlemeyi
hedeflemiştir. ‘Belki öğüt alır ve korkar.™ ‘Belki’ ve
‘umulur ki’, Allah Teâlâ yönünden zorunluluk bildiren iki edattır. Böylelikle
Firavun, dışı ve içi aynı seviyede olsun diye, karşılaştığı yumuşaklık ve
nezaket sayesinde gerçekte bulunduğu durumu hatırlar. Bu karışım onun içinde
etkin olmayı sürdürür ve bu maya, gerçekleşmesi zorunlu olan Hakk’ın
takdiriyle birlikte bâtınında etkin olur. Bu umudun hükmü ise, kendisine
uyanlardan umudunu kesinceye ve boğulma anına kadar güçlenir. Bu esnada ise,
içindeki gizli horluk ve yoksunluğa sığınır ki iman edenlerde Allah Teâlâ’dan
umut edilen şey gerçekleşsin. Bu esnada Firavun şöyle der: ‘İsrailoğullarının
iman ettiğine ben de inandım.’ Firavun, bu sözüyle içindeki durumunu ve
kalbinde Allah Teâlâ hakkındaki doğru bilgiyi izhar eder. ‘Israiloğullarının
inandığına inandım’, belirsizliği gidermek üzere söylenmiştir. Nitekim
sihirbazlar da iman ettiklerinde ‘Alemlerin Rabbine iman ettik, Musa ve
Harun’un Rabbine,,S4 -yani onların çağırdığı
Rabb’e‘inandık’ demiştir. Bunu ise, belirsizliği gidermek amacıyla söylemişlerdi.
Firavun’un ‘Ben Müslümanlardanım’85 sözü ise, kendisini duyduğunu ve
gördüğünü bildiği için Hakk’a söylenmiştir. Allah Teâlâ ise onu azarlamak üzere
‘şimdi mi bildiğini izhar ettin’ sözünü duyurdu. ‘Daha
önce asi ve bozgunculardandın.’86 Kastedilen, kendisine uyanlara
karşı yaptığı bozgunculuktur. Hâlbuki ona ‘sen bozgunculardansın’ demedi.
Öyleyse bu, Firavun’a dönük bir müjdedir. Bize de taşkınlığımıza ve
günahkârlığımıza rağmen rahmetini umalım diye bunu bildirdi. Sonra şöyle dedi: ‘Bugün
seni kurtaracağım.’87 Böylelikle canını almazdan önce onu
müjdeledi. ‘Bedeninle, ardvndakilere ibret (ayet) ol diye.’88 Yani, bu kurtuluş senden sonra
gelenler için de bir ayet ve alamet olsun. Yani, senin söylediğini
söylediğinde, senin için olduğu gibi onun için de kurtuluş gerçekleşir. Bu
ayette ahiret azabının kalkmadığı ya da imanının geçerli olmadığı
zikredilmemiştir. Ayette yer alan şey, ölümü gördüğünde iman edenden dünya
üzüntüsünün kalkmayacağıdır. Bunun tek istisnası, Yunus’un kavmidir. ‘Bugün
seni bedeninle kurtaracağız’89 ise, azabın bedeninle
ilgili olması demektir. İnsanlara azaptan kurtuluşunu gösterdim. Böylelikle
boğulmanın başlangıcı azap iken onda ölüm, günahın sızamadığı saf şehadet
haline gelmiştir. Böylelikle Firavun, en faziledi amel olan ‘imanı telaffuz’
ederek ölmüştür. Bütün bunlar, hiç kimsenin Allah Teâlâ’nın rahmetinden ümit
kesmemesi için (ayette zikredilmiştir). Ameller, son Hakk göre değerlendirilir.
Allah Teâlâ’ya iman, onun içinde dolaşır durur. Kuşkusuz insanların (kalplerinin
üzerine vurulmuş) ilahi mühür, büyüklük duygusu ile insanların hakikatleri
(latife) arasında engel teşkil eder.
(Bu görüşümüze karşı kanıt olarak
ileri sürülebilecek) ‘Azabımızı gördüklerinde imanları
onlara fayda vermedi590 ayetine
gelirsek, bu ayet, son derece belirli ve açıktır, çünkü fayda veren, Allah Teâlâ’dır.
Öyleyse onlara sadece Allah Teâlâ fayda verir. ‘Kullarımda
yerleşik olan Allah Teâlâ’nın sünnetidir bu591
ayetinde ise, alışık olunmayan azap görüldüğündeki iman kastedilir. Allah Teâlâ,
‘Göklerde ve yerdeki herkes dileyerek veya zorla Allah
Teâlâ’ya secde eder592 buyurur, imanın son noktası, zorla
olmasıdır. Kuşkusuz Hakk, onu kendisine izafe etmiştir. Zorlamanın yeri kalp
olduğu gibi imanın yeri de kalptir. Allah Teâlâ kulu kendisine güç gelen
amellere göre cezalandırmaz. Bunun yerine, böyle amellerde onun sevabını
artırır. Boğulma anında ise Firavun’dan meşakkat uzaktır. Hatta o, gönüllü
olarak iman etmiştir. Bundan sonra ise, denizde boğulma tehlikesi yaşayan
insan hakkında söylediği gibi, ‘Ondan başka taptıkları yok olur593 (inancına
sahip) bir halde yaşamıştır. Bu halde Allah Teâlâ onları kurtarmıştır. Allah
Teâlâ onların canını kurtarırken alsaydı, hiç kuşkusuz, birleyen olarak ölür,
bu durumda onlar adına kurtuluş gerçekleşirdi. Firavun’un canını almış, iman
edince -tekrar iddiaya dönmesin diyeecelini ertelememiştir.
Allah Teâlâ hikâyeyi tamamlamak üzere
şöyle der: ‘İnsanların çoğu ayetlerimizden gafildir.’94 Kuşkusuz senin kurtuluşunu bir ayet
olarak ortaya koydum. Yani, kurtuluşun gerçekleştiği hakkında bir alamet yaptım.
İnsanların çoğu ise, bu ayetten habersiz kalmış, bir mümin hakkında bedbahtlık
hükmü vermişlerdir. ‘Onları ateşe sunar395 ayetine gelirsek,
burada Firavun’un onlarla birlikte ateşe gireceğine dair açık ifade yoktur.
Aksine Allah Teâlâ ‘Firavun’un yakınları, girin’96 demiş, ‘Firavun ve yakınları’
dememiştir. Allah Teâlâ’nın rahmeti, zorda kalan birinin imanını kabul
edebilecek kadar geniştir. Hangi zorda kalma boğulma anında Firavun’un
imanından daha çetin olabilir ki? Allah Teâlâ şöyle der: ‘Kendisine
dua ettiğinde, zorda kalana olumlu karşılık verir ve onun sıkıntısını giderir.’97 Burada Allah Teâlâ dua ettiğinde
zorda kalan kişi adına duanın kabulünü ve kötülüğün ondan uzaklaştırılmasını
birleştirmiştir. Zorda kalan kişi, halisane bir şekilde iman eder. Bu kişi,
dünya hayatında daha çok kalmak üzere, hastalıklardan korkarak dua etmediği
gibi bu esnada ihlasıyla arasına engel olacak bir halde değildi. Böylelikle
imanı telaffuz ederek, Allah Teâlâ’ya kavuşmaya yönelmeyi yeğlemiştir. Allah
Teâlâ da bu boğulmayı ahiretin ve dünyanın cezası yapmıştır. Öyleyse onun
azabı, tuzlu suyun (vereceği) gamdan çok değildi. Canını ise, en iyi
nitelikteyken almıştı.
Lafzın zahirinin verdiği anlam budur.
‘Bunda korkan için ibret vardır™ ayetinin
anlamı budur. Yani dünya ve ahiretin cezasmı almada ibret vardır. Burada ahiret
önce gelmiş, dünya sonra zikredilmiştir. Bunun nedeni, boğulma cezasının ahiret
azabı olmasıdır. Bu nedenle onu dünya azabından önce zikretmiştir ki, bu,
büyük bir ihsandır.
Dostum! Yumuşak sözle konuşmanın ne
kadar etkili olduğuna ve verdiği neticeye bak! Ey tabi! Bütün işlerde
yumuşaklıkla davranmalısın. Dirençli nefsler, yumuşaklığa boyun eğer.
Harun, konuğuna arkadaşı olan
akılcıya yumuşak davranmasını emreder. Bu emir Harun tarafından verilmiştir,
çünkü Musa saçından kendisini sürüklediğinde Harun onu ‘zevk’ olarak tecrübe
etmişti. Musa başından tutarak onu horlamış ve aşağılamış, Harun ise bu
davranışa karşı anne-baba şefkatiyle Musa’ya hitap ederek şöyle demişti: ‘Kardeşim!
Saçımdan ve sakalımdan tutma599 ‘düşmanları
bize güldürme.’100 Musa ona
karşı ezici davranmış, Harun da yaratıkların horluğunu ve ezikliğini tecrübe
etmişti. Bununla birlikte aşağılandığı konuda masumdu. Horlanması artarken
Harun merhametle kardeşine hitap etmişti. Harun’un konuğuna öyle tavsiyede
bulunmasının nedeni buydu. Musa levhaları atmamış olmasaydı, kardeşinin saçını
çekmeyecekti. Çünkü levhalarda ‘hidayet, merhamet ve Musa’ya öğüt vardı.’
Böylelikle kardeşine merhamet duyarak acıyacak ve kavmiyle sorununu hidayet
eşliğinde çözecekti. Öfkesi dinince, levhaları almış, gözleri levhalarda
yazılı hidayet ve rahmeti gördüğünde şöyle demişti: ‘Beni
ve kardeşimi bağışla, sen rahmet edenlerin en merhametlisisin.’10' Sonra ona
(akıl anlamındaki) göğünün gerektirdiği kurbanların kanını akıtmayı emretti.
Bunun amacı, hayvanları insanların derecesine katmaktır, çünkü emanette kemal
onlara aitti. Sonra yanından konuğu için bir hediye çıkarttı. O da arkadaşının
elini tutarak elde ettiği mârifederi ona verdi. Bunlar, sadece bu dönüşteki
hükmün gerektirdiği mârifederdir.
O ikisi altıncı göğe yönelmiş, orada
yanında veziri Bercis’in de bulunduğu Musa ile karşılaşmışlar. Akılcı, Musa’yı
tanımamış. Bercis onu almış ve konuk etmiş, taklitçi de Musa’nın yanında konuk
olmuştu. Musa ona ilahi ilim hakkında on iki bin bilgi vermiştir. Bunlar, dönme
ve kürelerin ilimlerinden verdiklerinin dışındaydı. Musa taklitçiye ilahi
tecellinin inanç suretlerinde ve ihtiyaçlarda ortaya çıktığını öğretmiş, o da
bunu aklında tutmuş. Sonra, ailesi için ateş aradığını söylemiş. Allah Teâlâ da
kendisine ateşte tecelli etmiştir. Çünkü ateş ihtiyaç duyduğu şeydi.
Dolayısıyla Allah Teâlâ, ancak muhtaçlıkta görülebilir. Talep eden herkes zorunlu
olarak talep ettiği şeye muhtaçtır. Musa ona bu gökte suretlerin cevherlerden
soyutlanmasını ve başka suretler giymesini öğretti. Bunun amacı, dış
varlıkların, yani suretlerin varlıklarının (a’yan) başkalaşmayacağını ona
öğretmektir. Böyle olsaydı, bu durum hakikatlerin de başkalaşmasına yol
açardı. İdrakler, kuşku taşımayacak şekilde doğru haldeki idrak ecülenlere
ilişir. Hakikatler hakkında bilgisiz olan kimse, hakikatlerin başkalaştığını
zanneder, hâlbuki başkalaşmazlar. Buradan Hakkın kıyamette insanların
kaçınacakları bir surette tecelli edeceği de öğrenilir. Onlar, Hakkı böyle bir
suretten tenzih ederek kendisinden Allah Teâlâ’ya sığınırlar. Kaçındıkları
ise, bir başkası değil, Hakkın ta kendisidir. Bu, onların gözündedir. Çünkü Hakk,
başkalaşma ve değişmeye konu olmaktan münezzehtir.
Alim el-Esved, Kabe’deki sütunlardan
birine eliyle vurduğunda, bir adam onu altın olarak görmüş. Ardından kendisine
şöyle demiş: ‘Be Edam! Hakikatler başkalaşmaz. Rabbin karşısındaki hakikatin
nedeniyle sen onu böyle gördün.’ Burada Alim, Hakkın kıyamet günündeki tecellisine
ve görenin gözünde halden Hakk girmesine işaret eder.
Bu gökten insanların pek azının
bildiği -ki çoğunluğun onu bilmemesi daha yerindedirgarip bir bilgi de
öğrenilir. Bu, Allah Teâlâ’nın Hz. Musa’ya söylediği ve sadece Musa ile Allah
Teâlâ’nın bu bilgiyi tahsis ettiği kullarının bilebildiği bir husustur. Allah
Teâlâ şöyle der: ‘Elinde ne var ey Musa? O, benim
asamdır.’102 Zorunlu
olarak bilinen bir şeyin sorulması kapalı bir sır içerir. Sonra, onun asa
olduğunu tam olarak ifade etmek üzere şöyle demiştir: ‘Ona
dayanırım, koyunlarımı onunla güderim, başka pek çok yararım da vardır.,m Bütün
bunlar, onun asa oluşu bakımından (elde edilen yararlardır). Acaba burada
Musa’nın Hakk’a O’nun nezdinde bilinmeyen bir bilgiyi verdiğini mi
düşünürsünüz? Musa’nın verdiği cevap, zorunlu olarak algılanan bir bilinen
hakkındaki soruya verilmiş zorunlu bilgiydi. Allah Teâlâ da ‘Ey
Musa, at onu’104 demiş.
Yani, asa olduğundan emin iken, onu elinden at! ‘Onu
attı:105 -Musa‘Asa
-yani o asabir anda hızla sürünen bir yılana dönüştü.’106 Allah Teâlâ asaya, yani cevherine
‘yılanlık sureti’ giydirince, yılanlık onun ayrılmaz özelliği oldu ki, bu
özellik sürünmek idi. Sürünmek ile asanın yılan olduğu açıkça göründü.
Musa’nın asadan korkması, insanların yılanlardan korkmasının benzeri olmasaydı,
şöyle derdik: ‘Allah Teâlâ asada yılanı yarattı.’ Asa yılanda yılan haline
gelmiş, yılan olduğu için de karnı üstü yürümüştür. Çünkü onun kendisiyle
koşacağı bir ayağı yoktur. Böylelikle dış görüntüsü de, asanın şekli nedeniyle
yılan şeklinde oldu.
Musa gördüğü şekil nedeniyle
korktuğunda Allah Teâlâ kendisine şöyle demiştir: ‘Onu ilk
haline döndüreceğiz.’107 Bu, ansızın gerçekleşen bir
korkudur. Sonra şöyle demiştir: ‘Dedi ki, onu al ve korkma. Onu ilk
görünüşüne çevireceğiz.’10* Zamir, asaya gider. Eşyanın
cevherleri birbirlerine benzerken suret ve arazlar nedeniyle farklılaşırlar.
Cevher ise tektir. Yani, asa zatında olduğu gibi eski haline döner. Gözün
görüşünde ise, zatındaki gibi yılandır. Böylelikle Musa kimin gördüğünü, neyi
ve kim ile gördüğünü öğrenir. İşte bu Musa’ya ve bize dönük ilahi bir uyarıdır.
Allah Teâlâ’nın Musa’ya söylediği ile Alim el-Esved’in yukarıda aktardığımız
‘hakikatler başkalaşmaz’ sözü aynı anlama gelir. Asa yılan olmadığı gibi yılan
da asa olmamıştı. Fakat asa suretini kabul eden cevher, yılan suretini (de)
kabul etmiştir. Bu suretler, dilediğinde yaratan ve güç yetiren Hakkın bir
cevherden çıkarttığı suretlerdir. Sonra aynı cevhere başka suretler giydirir.
Akıllı isen, varlıkların suretlerinde gördüğün şeyin bilgisine dikkatini
çektik. Sen ise, gördüğün şeylerde kendisini inkâr edemeyeceğin için, zorunlu
olduğu hükmünü verirsin. Başkalaşmaların imkânsız olduğunu sana açıkladık. Allah
Teâlâ’nın bazı kullarında bulunan gözleri vardır. Onlar, bu gözler vasıtasıyla
asayı asa iken yılan olarak görür. Bu ise (gerçekte) ilahi bir idrak iken,
bizde hayalidir. Bütün varlıklarda durum birdir. Bakınız! Duyunun gücü
olmasaydı, ‘şu donuktur, hissedemez, konuşamaz ve onda hayat yoktur; şu
bitkidir, şu hayvandır, hisseder ve idrak eder, şu insandır, akleder’
diyemezdin. Bütün bunları, teorik aklın verir. Başka bir şahıs gelir, yanında
durur ve donukların, bitkilerin ve hayvanın teslim oluşunu görür ve duyar. Her
iki durum da, doğrudur. Burada birinin söylediğini inkâr etmek için delil
olarak kullandığın güç (söz gelişi duyu gücü), bizzat otelcinin delil olarak
getirdiği güçtür. Başka bir ifadeyle, bu iki şahıstan her birinin delili,
ötekinin deliliyle birdir, fakat verdikleri hüküm başkadır. Allah Teâlâ’ya
yemin olsun ki! Musa’nın asası yılan olmayı sürdürdüğü gibi asa da ortadan
kalkmamıştır. Bütün bunlar, gerçekte bulundukları durumu yitirmemiştir. Biz
bunu gözümüzle gördük ve tecrübe ettik. Öyleyse Allah Teâlâ Ilk’tir ve aynı
hakikatten Son’dur. O, bir tecellide ilk, bir tecellide Son’dur. Artık ister
İlah, ister Alim, ister Sen, ister Ben, ister O de! Hepsi zamirler
mertebesinde kalmayı sürdürür. Zeyd senin hakkında ‘o’ der, Ömer ‘sen’, kendin
‘ben’ diye söz edersin. Ben, sen ve o’nun aynıyım. (Başka bir yönden ise) Ben
sen’in ve o’nun aynı değilim. Böylelikle, nispetler değişmiştir. Burada dipsiz
ve sahilsiz büyük denizler vardır. Rabbimin izzeti üzerine yemin olsun ki! Bu
satırlarda dile getirdiğim hususları anlasaydınız, ebedi bir sevinç ile sevinir
ve kimsenin emniyet duygusunun eşlik etmeyeceği bir korkuya kapılırdınız. Bu
korku [Musa Rabbini görmek istediğinde] dağı parça parça eder. Musa’nın
ayılması bayılmanın ta kendisiydi.
Her hadisede O’nun yüzüne
bak
Varlıklarda; kimse bilemez O’nu •
Ey Muhammedî tabi! Dikkatini çektiğim
husustan gafil olma ve her surette O’na bakmayı sürdür! Çünkü tecelli eden çok
açıktır.
Sonra, Bercis onun elini tutmuş ve
akılcının yanma getirmiş. Akılcıya ona layık ve taklitçinin Musa’nm bilgisinden
öğrendiği bazı bilgileri öğretmiş. Bunlar, feleklerin hareketlerinin
unsurların yaratılışındaki etkileriyle ilgiliydi.
Ardından onun yanından ayrılırlar.
Muhammedî (taklitçi ya da tabi), inayet Refrefine, akılcı düşünce Burağma
biner. Yedinci gök kendilerine açılır. Burası, gerçekte birinci göktür.
Taklitçiyi Halil İbrahim karşılarken akılcıyı Keyvan yıldızı karşılar. Onu
karanlık, ürkütücü bir eve yerleştirerek kendisine şöyle der: ‘Burası
kardeşinin -yani kendisininevidir. Sana gelene kadar burada belde! Çünkü ben,
ev sahibi nedeniyle Muhammedî tabinin hizmetinde bulunacağım. Onun konuk
olduğu kimse, Allah Teâlâ’nın dostudur.’ Ona gelir ve kendisini sırtını mamur
bir eve dayamış halde bulur. Tabi ise, onun huzurunda, bir babanın önündeki
evlat gibi oturuyordu. Halil İbrahim kendisine şöyle ediyordu: TSfe iyi
çocuksun sen!’
Tabi, İbrahim’e üç ışığın anlamını
sorunca İbrahim şöyle dedi: ‘Bunlar, kavmime karşı kanıdarımdı. Allah Teâlâ
bana olan ilgisi nedeniyle onları bana verdi. Yoksa ben, onları (Allah Teâlâ’ya)
ortak koşmak amacıyla söylemedim. Onları kavmimin akıllılarından yoldan
çıkanları kendileriyle avlayacağım bir ip yaptım.’ Sonra şöyle der: ‘Ey tabi!
Mertebeleri temyiz et, mezhepleri öğren! İşinde Rabbinden bir kanıta sahip ol,
sözünü ihmal etme. Çünkü sen, ihmal edilmiş değilsin ve boş verilmiş değilsin.
Hakk karşısında kalbini her zaman -huzur sahibi olarakbu mamur ev gibi tut. Bil
ki, Hakk’ı, gördüğün şeyler arasında sadece müminin kalbi sığdırabilir ki, o da
sensin.’
Akılcı bu hitabı duyunca şöyle der: 1Allah
Teâlâ’nın nezdinde kaçırdığım şeylere karşı yazık bana! Ben hüsrana
uğrayanlardanım.’109 Akılcı,
peygambere iman ve onun sünnetine uyarak kaçırdığı şeyleri burada öğrenerek
şöyle der: ‘Keşke aklımı delil edinmeseydim ve onunla fikir yoluna
yönelmeseydim.’ Her iki şahıs da, nefslerinin temizliğine ve nefsi doğanın
esaretinden kurtarma ölçülerine göre, yüce ruhanilerin verdiği şeyleri ve
Mele-i a’lânın yaptığı tespihleri idrak ederler. Her birinin nefsine âlemdeki
her şey nakşedilir. Artık zadarının aynasında gördükleri şeyi haber verirler.
a ^
(Alemdeki her şeyin bir aynada
görülmesini anlatan) Meşhur bir hikâyede hakim, hükümdara bu makamı göstermek
istemiş: Güzel resim yapabilen bir ressam, resimleri en güzel şekilde ve ustalıkla
çizmeyle ilgilenirken hakim, araya kalın bir perdenin çekili olduğu resimlerin
karşısındaki duvarı cilalamakla ilgilenmiş. Her biri işini bitirip kendi
yöntemine göre sanatını tamamladığında, hükümdar gelmiş ve ressamın yaptığı
resimlerin önünde durmuş, resimlerin akılları hayrete düşürecek kadar güzel ve
özgün bir tarzda çizilmiş olduklarını görmüş. Ardından o güzel sanattaki
renklere, onların güzel hallerine bakmış. Sonra diğerinin resimlerin karşısında
cilaladığı yüzeye bakmış. Bir şey göremeyince, hakim hükümdara şöyle demiş:
‘Hükümdarım! Benim sanatım onunkinden daha ince, benim hikmetim onun
hikmetinden daha kapalıdır. Aramızdaki örtüyü kaldırırsan aynı anda benim ve
onun sanatını göreceksin.’ Örtü kaldırılmış. Ressamın çizdiği bütün resimler
kendiliğinde olduğu haldeki en latif suretiyle cilalanmış duvara yansıyınca
hükümdar şaşırmış. Sonra, kendisinin ve duvarı cilalayan hakimin görüntüsünü
duvarda görmüş, hayrete düşerek şöyle demiş: ‘Nasıl olur bu!’ Adam şöyle demiş:
‘Hükümdarım! Sana âlemin karşısındaki yerin ile ilgili bir örnek verdim. Nefs
aynasını riyazet ve mücahedeyle parlattığında, nefs arınır ve doğanın pası
onun üzerinden silinir. Zatının aynasını âlemin suretlerinin karşısına
tutunca, âlemdeki her şey aynaya yansır.’
Teorik aklıyla hareket eden ile
peygamberlere uyan, bu noktaya kadar ulaşır. Burası, ikisini bir araya getiren
mertebedir. Tabi ise akılcıya göre fazladan bir takım şeyleri öğrenir. Bunlar,
(Allah Teâlâ ile yaratıkları arasında bulunan) ‘özel yön’den âleme genel olarak
nakşedilmemiş şeylerdir. Bunlar, sınırlanmaz, düşünülemez ve kayıt altına
alınamaz. Bu bilgi sayesinde tâbi akılcıdan farklılaşır.
Bilinmeyen istidrac, farkına
varılmayan gizli tuzak, sağlam tuzak, perde ve işlerdeki sebat ve ağırbaşlılık
bu gökten öğrenilir. ‘Göklerin ve yerin
yaratılışı insanların yaratılışından daha büyüktür’110 ayetinin anlamı da buradan
öğrenilir. Çünkü o ikisi insanlar için baba gibidir ve kesinlikle onlara
katılmazlar. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bana ve anne-babana
şükretmen için. ..’111 İnsan ve cinlerin dışındaki her şeyin
mutlu olup uhrevi bedbahtlığa maruz kalmayacakları da buradan öğrenilir. İnsan
ve cinlerin ise bir kısmı mutluyken bir kısmı bedbahttır. Bedbaht, belli bir
süreye kadar bedbahdar içindedir, çünkü rahmet gazabı geçmiştir. Mutlu ise, bir
süreyle sınırlanmadan (mudulukta) kalır, insanın yaratılışının üstünlüğü ve
iki elin bütün yaratıkların arasından sadece Adem’in yaratılışına yönelmesinin
anlamı da buradan öğrenilir. Tabi, yaratılmış olanlardan her bir cinsin tek bir
yaratılış tarzı olduğunu öğrenir. Yaratıkların sınıfları bu yaratılış tarzında
birdir. Fakat insanda yaratılış tür türdür. Bu bağlamda hepsi insan olmakla
birlikte, Adem’in yaratılışı Havva’nınkinden, onunki İsa’nın yaratılışından,
İsa’nınki ise diğer insanların yaratılışından farklıdır. İnsanın kötü ameli
buradan kendisine süslenir ve onu iyi olarak görür. Bu süslemenin ortaya
çıkışında tabi, böyle kötü bir amelden kurtulduğu için Allah Teâlâ’ya şükreder.
Akılcı ise sadece kötü ameline güzellik
veren bu tecellide kurtuluş bulabilir. Hâlbuki bu, (akılcı için) ilahi bir
tuzaktır. Bu feleğin altından özellikle yeryüzüne kadar (uzayan) suretlerin
varlıkları bir cevherde buradan sabit olur. ‘İbrahim dini’nin güçlük
bulunmayan müsamahalı din olduğu buradan öğrenilir. Bu anlamlar öğrenilip de
İslam’ın babalığını tanıyınca, akılcı ona yaklaşmak isteyince İbrahim tabiye
şöyle sorar: ‘Yanındaki yabancı kimdir?’ ‘Kardeşimdir1 diye cevap
verince, İbrahim ‘sütkardeşin mi, kan kardeşin mi?’ diye sorunca, tabi ‘sudan
olan kardeşim’ diye yanıt verir. İbrahim şöyle demiş: ‘Doğru söyledin, çünkü
ben onu tanımıyorum. Sen sütkardeşinle arkadaşlık et. Ben de senin sütbabanım.
Çünkü muduluk mertebesi, sadece sütkardeşliğini, sütbabalığını ve sütanneliğini
kabul edebilir. Bunlar, Allah Teâlâ nezdinde yardımcıdır. Bakınız! Bilgi, bu
emzirme nedeniyle, hayal mertebesinde süt şeklinde gözükür.’ İbrahim ile
arasındaki nesep bağı ortadan kalkınca, akılcının beli kırılır.
Sonra, tabiye Beyt-i mamur’a girmesi
emredilir. Arkadaşı olmaksızın tabi o eve girer. Arkadaşının ise boynu
büküktür. Sonra, girdiği kapıdan dışarı çıkar, meleklerin kapısından çıkmaz.
Burası, bir özellik nedeniyle ikinci kapıdır: Oradan çıkan kişi, bir daha
içeri girmez.
Sonra, yükselmek arzusuyla oradan
ayrılır. Arkadaşı akılcı ise orada tutulur ve ona şöyle denilir: ‘Arkadaşın
dönene kadar bekle! Çünkü senin buraya girme hakkın yok! Burası (akla işaret
eden) dumanın bittiği yerdir.’ O da şöyle der: ‘Kabul ediyorum ve arkadaşımın
hükmü altına girdiği kimsenin hükmü altına ben de giriyorum.’ Ona şöyle
denilir: ‘Burası teslimiyetin kabul edileceği yer değil. Arkadaşınla birlikte
buraya geldiğiniz vatanınıza dönünce kabul eder, iman eder ve -Allah Teâlâ’nın
vahyini tebliğ eden resuller gibiAllah Teâlâ’ya yönelenlerin yoluna uyarsan,
arkadaşın kabul edildiği gibi sen de kabul edilirsin.’
Akılcı orada kalırken, tabi yürümeyi
sürdürür. Onu Sidre-i münteha’ya ulaştırırlar. Orada peygamberlerin ve onlara
uyanların amellerinin suretlerini görür. Kendi amelini de onların arasında
bulur. Bunun üzerine, muallim peygambere uymayı nasip ettiği için Allah
Teâlâ’ya şükreder. Burada, dört nehir görür: Birincisi, büyük bir nehirdir.
Ondan çıkan küçük kolları vardır. Bu büyük nehirden üç büyük nehir daha doğuyordu.
Tabi bunları sorunca şöyle denilmiş: ‘Bu, senin için verilen bir örnektir.
Büyük nehir Kur’an’dır. Üç nehir ise üç kitaptır. Bunlar, Tevrat, Zebur ve
İncil’dir. Büyük nehirden çıkan kollar ise, peygamberlere indirilen
sahifelerdir. Kim bu nehirlerden ya da kollardan herhangi birinden içerse,
içtiği şeyden (peygambere) varis olur. Hepsi de haktır, çünkü her biri Allah
Teâlâ’nın kelamıdır. Alimler, bu nehir ve kollardan içtikleri ölçüde
peygamberlerin varisleridir. Sen de Kur’an nehrinden içmeye başla ki, muduluk
yoluna ulaşabilesin. Çünkü Kur’an, ‘Adem henüz toprak ve su arasındayken’ nebi
olmuş olan Muhammed’in nehridir.
Ona cevâmiu’l-kelim verilmiş, o bütün
insanlığa gönderilmiştir. Fer’i hükümler onunla neshedilmişken başka biri
nedeniyle Hz Muhammed’in herhangi bir hükmü geçersiz yapılmamıştır.
Tabi, Sidre’yi kaplayan nurun
güzelliğine bakmış: Sidre’yi kaplayan nurun kendisini de kapladığını görmüş.
Hiç kimse bu nurani perdeyi betimlemeye güç yetiremezdi. Nurani perde öyle bir
haldeydi ki, gözler ona nüfuz edemez, fakat o gözleri idrak edebilirdi. Sonra
ona şöyle denilmiş: ‘Bu, Hakkın razı olduğu şeylerin bulunduğu temizlik
ağacıdır.’ Bu nedenle -Allah Teâlâ’ya kavuşmak üzereölünün yıkanışında Sedir
ağacının kullanımı emredildi. Âdemoğullarmın iyi amelleri buraya ulaşır ve
yargı gününe kadar saklanır. Burası mutluların ilk ayak basacağı yerdir. Arkadaşının
durduğu yedinci gök ise, dumanın bittiği yerdir. Onun ve altındaki şeylerin
gerçekte bulundukları suretlere ya da benzerlerine gök var edilmezden önce
dönüşmeleri gerekir.
Sonra tabi’ye ‘yüksel!’ denilir. O da
menziller feleğine kadar yükselir. Oradan kendisini melek ve gezegenlerin
ruhlarından binden fazla kişi karşılar. Onlarca mertebeye bu ruhlar onu
yerleştirir. Burada, Allah Teâlâ’ya meşru ameller ile yürüyenlerin menzillerini
görür. Herevî, Menâzilü’ssâirîn diye
isimlendirdiği eserinde bunların bir kısmını aktarmıştır. Eser, her biri on
makam -menziliçeren yüz makam içerir. Biz bu menzillerden Menâhicü’l-irtika diye
isimlendirdiğimiz eserimizde her biri on menzil içeren üç yüz makamı zikrettik.
Böylece kitapta üç bin menzil vardır. Tabi, tıpkı yedi yıldızın kendilerini kat
ettiği gibi, sahip olduğu ‘yedi hakikat’ vasıtasıyla bunları menzil menzil
aşar. Fakat bu aşma, kısa bir sürede gerçekleşir ve hepsinin hakikatlerini
öğrenir. Daha önce İdris bunu ona tavsiye etmişti. Her bir menzili gördüğünde,
onları ve içerdikleri yıldızların üzerlerindeki başka bir feleği kat
ettiklerini görür. Allah Teâlâ’nın onlara yerleştirdiği kudret ve bilgisini
gösteren ayet ve sırları öğrenmek üzere oraya yükselmek ister. Yüzeyine
ulaşınca, sıradan (insanların girdiği) cennete ulaşır. Orada Allah Teâlâ’nın
kitabında nitelediği cennetin özelliklerini, derece ve odalarını görür.
Ayrıca, Allah Teâlâ’nın cennet ehline orada hazırladığı şeyleri ve kendine
özgü cenneti gördüğü gibi miras cennederini, ihtisas cennederini ve amel
cennederini öğrenir.
Tabi, cennetteki her nimeti o yerin
zevkinin verisine göre tadar. Güveni son haddine ulaştığında, en parlak istiva
yerine ve en yüce örtüye yükselir. Orada Âdem’in ve Mutlu oğullarının suretlerini
perde ardından görür, anlamlarını öğrenir. Allah Teâlâ’nın onlara
yerleştirdiği hikmeti, onlarm sahip olduğu ve Âdemoğullarının giydiği
hil’atieri öğrenir. Bu suretler ona selam verir. Tabi, kendi suretini de onlarm
içinde bulur. Suret kendisine sarılırken o da onunla kucaklaşır. Onunla
birlikte ‘yakınlık mertebesine’ doğru ayrılırlar. Burçlar feleğine girer. Allah
Teâlâ bu burçlar hakkmda yeminle şöyle demiştir: ‘Burçlar
sahibi göğe yemin olsun ki...’"2 Cennederde
meydana gelen işlerin feleğin hareketinden gerçekleştiğini öğrenir. Bu feleğin
zamansa! âlemde günlük bir hareketi vardır. Aynı şekilde gece ve gündüzün
hareketi de güneşin cisminin bulunduğu felekte gerçekleşir. Cehennemdeki
hareket ve oluşumlar ise yıldızlar feleğinden meydana gelir. Bu, onun çatısıdır
-feleğin dibini kastediyorum.Yüzeyi ise, cennetin toprağıdır. Yıldızlardan
kayan ve aydınlığı dağılanlar karanlıkta kalır. Ona bırakılan fiil ise,
bakidir. Bütün bunlar, cehennemde gerçekleşen değişmenin nedenidir: ‘Derileri
olgunlaştığında, derilerini başka derilerle değiştiririz.,U3 Bütün bunlar, eşyanın mertebelerini
düzenleyen Allah Teâlâ’nın bilgisiyle gerçekleşir. Nitekim güneş Koç burcuna
girdiğinde ilkbahar gelir, yeryüzünün süsü ortaya çıkar, ağaçlar çiçek açıp
yapraklanır, ‘her çeşit iç açıcı bitki yeşerir.’114 Oğlak burcuna girdiğinde ise, bunun
zıddı gerçekleşir. Kabiliyetler, sahip oldukları mizaca göre kabul eder.
Mizaçları değiştiğinde de Allah Teâlâ’nın bu feleklerin hareketleri nezdinde
meydana getirdiği şeye göre (etkileri) kabul ederler. Cennederde de her an bir
yaratılış ve yeni bir nimet gerçekleşir ki bıkma olmasın! Doğal bir varlığa
-herhangi bir değişme olmaksızınbir şey art arda geldiğinde, bıkma
gerçekleşir. Çünkü bıkkınlık, insanm zâti özelliğidir. Allah Teâlâ nimetin
sürmesi için her an onu yenilemeseydi insan bıkardı. Bu bağlamda cennedikler
cennetteki mülklerine her baktıklarında, daha önce hiç görmedikleri bir suret
ve durum görür, onun meydana gelişiyle nimedenirler. Yedikleri ve içtikleri her
şeyde daha önce bulmadıkları yeni bir tat ve haz bulurlar. Bu nimetten
nimedenirler ve arzulan artar. Bu hızlı değişimin ve sürekliliğin sebebi ise,
asim bu durumda olmasıdır. Böylelikle oluşa, mertebesinin hakikatinin
gerektirdiği şeyi vermiştir ki, kendisi sürekli yaratan ve âlem daima muhtaç Hakk
gelir. Bütün varlık, dünya ve ahirette sürekli harekedidir. Çünkü yaratma, bir
durağanlıktan meydana gelmez. Allah Teâlâ’dan gelen sürekli teveccühler ve
tükenmeyen kelimeler vardır. Bu durum ‘Allah
Teâlâ’nın nezdindeki bakidir’115 ayetinde dile getirilir. Allah Teâlâ
nezdinde teveccüh vardır. Bu ise ‘Onu irade ettiğinde’116 ayetinde dile getirilir. Mertebenin
kelimesi, dilediği her şeye ‘ol’117 dediği sözüdür. Bu ise, şanına layık
bir anlamda söylenmiştir. ‘Kün’, varlık bildiren bir kelimedir. Dolayısıyla
ondan varlık meydana gelebilir, yokluk meydana gelmez. Çünkü yokluk, meydana
gelmez, çünkü oluş, varlıktır.
Bu teveccüh ve kelimeler, varlık kabul
eden her şeye ait olarak cömertlik hazinelerindedir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Her
şeyin hâzineleri nezdimizdedir.’11# Başka bir ayette
ise, ‘Onu belli bir ölçüyle indiririz5119 buyrulur.
Bu indirme, el-Hakîm isminden kaynaklanır ve hikmet bu indirmenin otoritesi
olduğu gibi eşyayı bu hâzinelerden dış varlığa çıkartmak demektir. Bu ise
kitabın girişinde söylediğimiz ‘eşyayı yokluktan ve yokluğun yokluğundan var
eden Allah Teâlâ’ya hamd olsun’ sözümüzün anlamıdır. Öyleyse bu, eşyanın bu
hâzinelerde korunmuş ve Allah Teâlâ bakımından sabit bulunmaları demektir.
Yoksa onlar, kendileri bakımından mevcut değildir. Dış varlıklarına göre ise
yokluktan mevcut olmuşlardır. Allah Teâlâ nezdinde hâzinelerde bulunmaları
balonundan ise, ‘yokluğun yokluğu’ndan var olmuşlardır ki bu varlık demektir.
Dilersen, onların hâzinelerdeki oluş yönünü dikkate alarak şöyle dersin: ‘Allah
Teâlâ eşyayı hâzinelerdeki varlıklarından dıştaki varlıklarında meydana
getirdi. Bunun amacı ise, onlarla nimetlendirmek veya başka bir şeydir.’ Dilersen
‘eşyayı bir yolduktan var etti’ dersin. Fakat bunu söylemek, daha önce
zikrettiğimiz hususu öğrendikten sonra mümkün olabilir. Artık dilediğini söyle!
Her durumda eşyanın kendileri için var olduğu mertebede onları yaratan Allah Teâlâ’dır.
‘Sizin yanınızdaki
tükenir’120 ayetine
gelirsek, bu, bilgide geçerli bir husustur. Hitap, cevhere yöneliktir. Bir
şeyde, yani her varlığın cevherinde bulunan ise, Allah Teâlâ’nın her varlığın
yerinde yarattığı nitelik, araz ve durumlardır. Bunlar, var olduktan sonraki
-veya varlık halindeikinci anda veya durumda bizim nezdimizden yok olur. Bu,
‘sizin yanınızdaki tükenir’121 ayetinin anlamıdır. Allah Teâlâ, bu
hâzineden sürekli bir cevher için benzerler ya da zıtlar meydana getirir. İşte
bu, kelamcıların ‘Araz iki anda kalmaz’ sözlerinin anlamıdır ve bu, herhangi
bir kuşku taşımayan doğru bir cümledir. Çünkü mümkünlerin bulundukları kesin
durum budur. Bir cevherde bu durum yenilenir, onun kendisi ise Allah Teâlâ’nın
dilediği bir süre kalır. Allah Teâlâ onun yok olmamasını dilemiş, dolayısıyla
onun geride kalması zorunludur.
Tabi bu mertebeden cennetteki
oluşları ve bütün bu söylediklerimizi öğrenir. Tabinin arkadaşı olan akılcı
ise bütün bunlar hakkında bilgiye sahip değildir, çünkü bunlar, teorik akılla değil,
nebevi bir ikazla (öğrenilir). Akılcı ise fikrinin otoritesi altında
bağlanmıştır. Fikrin sadece kendine özgü bir alanda otoritesi olabilir bu ise
meydanlar arasmda bellidir. Çünkü insandaki her gücün dolaşacağı ve kendisini
aşamayacağı bir alanı vardır. Bir güç kendi alanını aşarsa hata eder ve
yanılgıya düşerek doğru yoldan sapmayla nitelenir. Göz keşfi, akla dayalı
kanıtların öğrendiğini öğrenmiştir. Bunun nedeni, onun kendi özelliğinin dışına
çıkmasıdır. Sapmayla nitelenen akılları ise, fikirleri saptırır. Onların
fikirleri de yerlerinin dışında kullanıldıkları için sapmıştır. Fikirler, kendi
alanlarının dışındaki bir alanda tasarrufta bulunmuş, başka bir meydanda
dolaşmıştır. Bunun amacı ise insanların bir kısmının diğerlerine karşı üstünlüğünü
göstermektir. Alemde üstünlük ortaya çıkmıştır ki, Hakkın bazı kullarına dönük
inayeti öğrenilsin. Öte yandan Allah Teâlâ bazı kullarını başarısız kılar ki
mümkünün imkân halinden çıkmadığı ve onu tercih edenin bu güçlerden diledikleri
için özel bir bakışı olduğu öğrenilir. O, Alîm ve Kadirdir.
Tabi, kendisini taşıyanla birlikte
Kürsü’ye çıkarılır. Orada bu makama ulaşmazdan önce ‘birlik’ özelliğine sahip
olan kelimenin bölünüşünü, oraya sarkan iki ayağı görür, o an onları öpmek
için öne atılır. Ayaklardan biri, cennetliklerin cennederinde sürekli
kalmalarını sağlar ki bu ayak, doğruluk ayağıdır. Diğeri ise, cehennemliklerin Allah
Teâlâ’nın dilediği bir halde cehennemde kalmalarını sağlar, bu da ceberut
ayağıdır. Bu nedenle cennedikler hakkında ‘sınırsız ihsan’ diyerek onu
kesilmeyle nitelememiştir. Bedbaht cehennemlikler hakkında ise -ceberut ayağın
hükmü nedeniyleşöyle demiştir: ‘Rabb’irı dilediğini yapandır.’122 Hâlbuki cehennemliklerin halinin
-mudularda olduğu gibikesilmeyeceğini söylememiştir. Böyle bir şeyi engelleyen
ise, ‘Rahmetim her şeyi kuşattı’123 ayetidir. Başka bir ifadeyle,
‘Rahmetim gazabımı geçti’ der. Bu ise dünya yaratılışındadır, çünkü varlık,
bütün var olanlar için bir rahmettir. Bir kısmı diğerleri nedeniyle azap çekse
bile, nimette kalışları kesintiye uğramaz. İntikam cezasında kalışları ise bir
iradeye bağlıdır. Onlardan alınmak istenilen intikam, bazen kendilerine azap
olarak dönebilir ve intikam kalkar. Bu nedenle, bazı yerlerde onu ‘acı veren
elem’ diye yorumlamış, ‘elim azap’124 demiştir: ‘Bu,
elim bir azaptır,’125 Bazı yerlerde ise azabı, ‘elim’
özelliğiyle sınırlamadan genel zikretmiş ve ‘Azapları
hafifletilmez!126 demiştir.
Yani, acı ve elem kalksa bile hafifletilmez. Cehennem azabını ise ‘elim’ diye
nitelemeden şöyle demiştir: ‘Onlardan geri kalmaz.’127 Bu, azap olmak bakımından azaptır. ‘Onlar
azaptadır, karıştırmış bir halde.’12* Yani, bu
diyardaki geçici mutluluktan uzaklaştırılmış bir halde azaptadırlar. Çünkü
karıştırma, uzaklıklarında cehennemliklere özgü bir sözdür. Bu nedenle
‘karıştırma’ kelimesi getirilmiştir. Bu söz, kullanıldığı yerde ehli tarafından
anlaşılır. Çünkü cehennemliklerin cennet ehlinden farklı bir dili vardır ve
‘karıştırma’ da o dilden bir sözcüktür.
Tabi bu
makamdan her diyara ait olan (dili) öğrenir. Sonra, buradan ayrılarak onu en
büyük nura ulaştırırlar. Orada vecd kendisine hakim olur. Bu nur, hükümleri
beşeri şahıslarda ortaya çıkan hallerin mertebesidir. Bu haller onlarda en çok
‘güzel sesleri duyma’ halinde ortaya çıkar. Çünkü bunlar, onların üzerine
indiğinde feleklere uğrarlar. Feleklerin hareketlerinin kulakların haz aldığı
-tıpkı bir dolabın nağmeleri gibigüzel sesleri vardır. Bu sesler, halleri
giyinir ve onları sema’ mecüslerinde hayvani nefslere indirir. Nefs bir
cariyeyi veya oğlanı veya Allah Teâlâ ehlinden birini sevmek gibi bir halde
ise, onun ilahi güzelliği sevmeye ilişmesi, hayalidir. Kişi bu hayali, sahih
bir hadiste belirtildiği gibi, Peygamber’in sözlerinden elde etmiştir. Sahih
hadiste, ‘Allah Teâlâ güzeldir, güzeli sever’ buyrulur. İhsan hakkında ise
şöyle denilir: ‘Sanki onu görür gibi Allah Teâlâ’ya ibadet etmektir.’
Böylelikle, hayaline göre vecd insanı tutar. Bir kısmını hal, tahayyül
mertebesinden olmaksızın kaplar. Aksine bu durumda insan kendinde, nitelemeyeceği
veya sınırlama ve nicelik altına girmeyen bir hal bulur. Bir kısmına ise,
vecdi gerektiren bu hallerden bir takım esintiler gelir. Bunlar, -genel
olmaksızıntikel bir bağla âşık olan nefslere gelir. Böylelikle ona ‘tevâcüd’
denilen bir etki bırakır. j
Sonra bu nurdan çıkarak, her şeyi
kuşatan genel rahmet yerine ulaşır. Ulaşılan yer, ‘arş’ diye ifade edilir.
Burada meleklerin hakikatlerinden İsrafil, Mikail, Rıdvan ve Malik’i bulur.
Beşeri meleklerin hakikatlerinden ise, Âdem, Muhammed ve İbrahim’i bulur. Âdem
ve İsrafil’in yanında âlemde ortaya çıkan ve cisimler, cesetler, heykeller diye
isimlendirilen -nurani olan veya olmayansuretlerin ilmini bulur. Cebrail ve
Muhammed’in yanında ise, Adem’in ve İsrafil’in nezdinde bulunan suretlere
üflenen ruhların ilmini bulur. Bunların hepsinin anlamını öğrenir, ruhların o suretlerle
ilişkisini ve onları yönetişini görür. Bunun yanı sıra, bu ruhlarda -tek bir
kökten ve asıldan gelseler biledereceli üstünlüğün nasıl gerçekleştiğini
öğrenir. Bu mertebeden bütün bunları öğrenir. İçerdiği ruhla bedenlerin suretlerini
değiştiren iksirlerin ilmini öğrenir. Mikail ve İbrahim’e bakar: Onların
yanında rızıkları, suretlerin ve ruhların beslenmesini sağlayan şeyleri ve
bekalarının bağlı olduğu unsurları öğrenir. İksirin bu beden için özel bir
gıda olduğunu öğrenir. İksir, daha önce demir veya balar iken onu altına ve
gümüşe çevirir. Bu çevirme, cismin sağlık hali olduğu gibi maden iken kendisine
bulaşan hastalığın izalesidir. Bu hastalık madene girince, onu (altın olması gerekirken)
demire veya başka bir şeye çevirir. Tabi bütün bunları bu mertebeden öğrenir.
Sonra, Rıdvan’a ve Malik’e bakar!
Onlarda muduluğu, bedbahdığı, cennet ve derecelerini, cehennem ve derekelerini
öğrenir. Söz konusu ilim, tehdit ve vaatteki mertebelerin bilgisidir. Her
birinin verdiği hakikati öğrenir. Bütün bunları öğrenince, Arş’ı, onu
taşıyanları ve ihatasının altında bulunanları öğrenir. Burası cisimlerin
bittiği yerdir. Onun altında şekil ve miktar sahibi bileşik bir cisim yoktur.
Bütün bunları öğrendiğinde ise, miktarlar mertebesine doğru -tahayyül edilen
bir surette olmaksızınbaşka bir manevi miraç ile yükselir. Burada, cisimsel
eşyanın niceliklerini ve ölçülerini, kuşatıcı (Arş’tan) toprağa varıncaya
kadar olan ölçülebilir cisimlerde öğrenir. Bunun yanı sıra onlarda ve onların
arasında bulunan âlemin sınıflarını öğrenir. Onlar, bu mekânların imar
edenleridir. Sonra tümel karanlık cevheri öğrenir. Bu cevherde parça olmadığı
gibi bir suret de bulunmaz. Bu, âlemin maverasındaki her şeyden gizlidir.
Oradan, cisimler âlemine nurlar ve aydınlıklar çıkar. Bunlar, bu cevherden
soyudanmış bileşik ruhlardır. Böylelikle gündüz geceden çıkartılıp karanlık
ortaya çıktığı gibi bu cevher de karanlık kalır. O, âlemdeki karanlığın aslı
olduğu gibi aklî hükümlerde âlemin aslı da odur.
Sonra tabi, bu makamdan basit doğa
mertebesine geçer. Burada, cisimlerin bileşiklik ve hallerinin farklılığıyla
sınırlanmaksızın, cisimlerdeki hükmünü öğrenir. Bunun yanı sıra, hükümlerini
bilmede yanılgıya düşen bazı doğa bilimcilerin hatasmm kaynağını da öğrenir. Bu
hata, onun zatını bilmeyişlerinden kaynaklanır. Keşf sahibi ise bütün bunları
bilir. Sonra, Levh-i mahfiız’u müşahedeye geçer. O, Kalem’den (sudur tarzında)
ortaya çıkan varlıktır ve Allah Teâlâ âlemde (var etmeyi) dilediği varlıkları
ona yazar. Böylelikle tabi, Levha’daki iki gücün bilgisini öğrenir: Bunlar,
bilginin bilgisi ve amelin bilgisidir. Bunun yanı sıra (bu bilgilerden) ortaya
çıkan sonuçları öğrenir. Bu ruhim bir ‘levha’ olması bakımından, onu levha diye
isimlendirenin (Hakk) yüce kalem ile kendisine yazdıklarını öğrenir. Hakkın
kaleme yazdırdıklarını kalem levha’ya yazar. Kalem’in levhadaki yazısı,
bilhassa, Allah Teâlâ’nın kıyamete kadar dünya hayatında yaratacağı
bilinenlerin suretlerinin nakşıdır. Bunlar, levhalarda yazılmış olan harfler
ve kitaplarda yazılan ve kelimeler diye isimlendirilen şeyler gibi, sınırlı ve
yazılı bilgilerin suretleridir. Onların ana türlerinin sayısı, feleğin
derecelerinin kendi misliyle çarpılması kadardır ki bir artışın veya eksikliğin
olması durumu değiştirmez. Buradan Allah Teâlâ, yüzüşleriyle feleklerin
katettiği üç yüz altmış dereceyi felekte yaratmıştır. Bu felekte, dünya
hayatında sene, güneş ve ayın (feleklerinde) yüzmesiyle sınırlı olmuştur. Allah
Teâlâ şöyle der: ‘Güneş ve ay bir hesap iledir:129 İlk var oluşlarından itibaren
seneler tekrarlanır ki gerçekte bir tekrar değildir o. Uç yüz altmışın kendi
misliyle çarpıldığında ortaya çıkan sayı sona erdiğinde, dünya âleminin ömrü
tamamlanır. Sonra Allah Teâlâ (bu levha’ya), başka bir şey ve bir takım ilimler
daha yazdırır. Bunlar, kıyamete ve iki diyarda ayrışan belli bir ömre kadar
terazilere özgüdür. Bu süre, özellikle bedbahtlık diyarındakilerden intikam
alma süresinin sona ermesidir. Sonra, orada bu hayatta azap yazımı yeniden
başlar. Bununla birlikte, ehilleri için iki diyarda da kalmak süreklidir. Şu
var ki sonsuz şeylerin varlığa gelmesi mümkün olmadığı için, yazımın her ne
olursa olsun belli bir süreye kadar olması gerekir.
Tabi, bu makamdan yüce kalem’i
görmeye doğru yer değiştirir. Bu müşahedede velilik ilmini öğrenir. Halifelik
ve nâiblik mertebesi buradan başlar. Yine buradan divanlar düzenlenir,
el-Müdebbir ve elMufassil isimlerinin otoritesi ortayı çıkar. Bu durum, ‘işi
tedbir eder, ayetlerini tafsil eder’130 ayetlerinde dile getirilir. İşte bu,
Kalem’in ilmidir. Tabi, sağ elin manevi ve latif bir hareket ile onu hareket
ettirişini görür. Nereden yardım aldığını ve zatından kaynaklanan icmal ve
tafsil bilgisinin ona ait olduğunu görür. Tafsil, yazıyla ortaya çıkar ki o
(yazılanların) zatlarının aynıdır. Öyleyse Kalem’in Yaratıcısından başka
yardım isteyeceği bir muallime ihtiyacı yoktur. Kalem’in yazışı, bir nakış ve
işlemedir, bu nedenle de silinmeyecek şekilde sabittir. Yazdığı yerin ‘korunmuş’,
yani silinmekten ‘korunmuş levha’ diye isimlendirilmesinin nedeni de budur. Bu
aklın yazısı, mürekkep ile yazılan yazl gibi olsaydı silinirdi. Nitekim oluş
âleminde bu âleme özgü bir kalem ile -ki Rahman’ın iki parmağı
arasındadıryazılan yazı levhadan silinebilir. Böylelikle tabi, bu müşahede
yerinde kalemler, levhalar ve yazı türleri arasındaki farkları öğrendiği gibi
hükümler arasındaki farkı da öğrenir. Burada, imkânda Allah Teâlâ’ya delil
olmak üzere kalması gereken şeyin delil olarak ortaya çıktığını görür. Deliller
çok olsa bile, özellikle delil oluştaki yetkinlik onları bir araya getirir.
Sonra tabi, bu müşahede mertebesinin
sağından bakar ve ihtişam âlemini görür. Orası Amâ’dan yaratılmış âlemdir.
Sonra Amâ’ya doğru intikal eder. Burası -Arş Rahman’ın istiva ettiği yer olduğu
gibiRab isminin istiva ettiği yerdir. Amâ ise mekânların ilkidir. Mekânsal zarf
ve mertebeler, mekânı kabul etmeyip de mertebeyi (mekânet) kabul eden kimse
hakkında Amâ’dan ortaya çıkar. Cismani anlamlar için duyusal veya hayali
manaları kabul eden imkânsız ondan ortaya çıkmıştır. Amâ, şerefli bir varlıktır
ve manası Haktır. Burada ‘Hakk’, Allah Teâlâ’nın dışındaki her şeyin kendisi
vasıtasıyla yaratıldığı (yaratmadaki vasıta olan) ‘Haktır.’ O, mümkünlerin hakikatlerinin
kendisinde sabit ve yerleşik olduğu manadır. Amâ, ‘nerede’nin hakikatini,
zarfını, mertebenin rütbesini ve yer adını kabul eder. Yeryüzünden Amâ’ya kadar
Allah Teâlâ’nın isimlerinden özellikle fiil isimleri vardır. Başka bir ismin
akledilir ve duyulur âlemdeki bir varlıkta etkisi yoktur. Şu var ki arkadaşı
tarafından yedinci kat gökte bırakılan akılcıdan -arkadaşı yanından
ayrıldığındatabinin miracından başka bir şekilde ince bir bağ uzanır. Bu bağ,
tabi için mükevkeb feleğinde ortaya çıkmış ve onu cennette kaybetmiştir. Sonra
burçlar feleğinde gözükmüş, onu tekrar Kürsü ve Arş’ta kaybetmiştir. Sonra
miktarlar ve karanlık cevher mertebesinde ortaya çıkmış, doğada onu
yitirmiştir. Sonra -Levha olması yönünden değilnefs olması yönünden nefste
ortaya çıkmıştır-. Sonra kalem olması yönünden değil, akıl olması yönünden
yaratıcı akılda ortaya çıkmış, bundan sonra ondan ayrılmış ve bir daha onun
varlığını görememiştir.
Amâ’dan sonra tenzih isimlerinde
miraç ve yükselişe başlar. En sonunda, tenzihin O’nu sınırlayıp O’na işaret
ettiğini, onu kayıt altına aldığını gördüğü mertebeye ulaşır. Buradan manevi,
cisimsel ve ruhani bütün âlemi müşahede eder. Artık bu müşahedede, zuhur ettiği
şeyden O’nu tenzih edeceği bir şey bulamaz. O’nunla irtibatının mertebenin
sahibiyle irtibatı gibi olduğunu görür. Dolayısıyla tahayyül ettiği tenzih
O’nun adına mümkün olamayacağı gibi tenzih de mümkün değildir. O şu haldedir:
Sadece Allah Teâlâ var, yok
bir başkası
Artık, sadece birlerin
birliği var
Fiil isimlerinden ayrılınca, tenzih
isimleri kendisini teslim alır. Bu esnada arkadaşı olan akılcının tenzih ve
teşbih kabul etmeyen mertebeye ulaşana kadar ona eşlik ettiğini görür. Burada
tenzihi olumsuzlayarak sınırdan ve teşbihi olumsuzlayarak da nicelikten
uzaklaşır. Arkadaşı olan akılcıyı ise orada yitirir. Sonra ayrılır ve çıktığı
yeri arar. Hakk onu ilkinden başka bir yoldan yürütür. Bu, söylenmesi mümkün
olmayan ve sadece zevk yoluyla kendisini görenin bilebileceği bir yoldur.
Arkadaşı ise geri döner, çünkü o, (peygambere) tâbi değildi. Böylece bedenine
ulaşır ve arkadaşıyla bir araya gelir. Bu esnada akılcı -hayatta isepeygambere
koşar; hayatta değilse, varisine koşarak ‘rıdvan biati’ ile Rabbinden kesin
bir kanıt ve ayete sahip olarak peygamber varisine biat eder. Onu kendinden bir
şahit takip eder ki bu tâbidir. Böylelikle, kendi delili yönünden değil, imanı
emreden şeriatı yönünden Allah Teâlâ’ya inanır. Böylelikle kendinde ve kalbinde
daha önce olmayan bir nur bulur. Tek bir anda mekânında olduğu halde bu nur
vasıtasıyla tabi ile birlikte ilk miracında gördüğü her şeyi görür. Artık
durmaz, Amâ’ya ve nihai gayeye ulaşana kadar tabiyle birlikte yükselir. Bir
şeyi eşyada görür. Fikriyle ve aklıyla imkânsız saydığı bir şeyin, zorunlu
olduğunu görür ve bu esnada bulunduğu yerden ayrılmamıştır. Ona yaratılış
(tekvin) iksiri verilir. Bedenlerin hükmü değişerek -fakat devir
değişmeksizinbir halden bir Hakk haışredildiğini görür. Bu esnada şekiller
başkalaşır, haller değişir. Bütün bu söylediklerimizi şu şekilde görür:
Gök
yarılınca
Tasavvur
edilen bir gerçek gibi
Saçılırken
talep eder
Yalçın
dağların yürütülmesini
Cehennem ateşi tutuşturulmuş
Cennet
ise yaklaştırılmış
Sordum,
ne istersin?
Dedi ki,
vahşiler toplansın
Kimdir
onun için onunla olan ve ona ait
Yıldızlar
saçılınca
Yürütülüşlerine
bakarsın
Ateşin
alevi tutuşturulmuştur
Bir grup
girer ateşe
Kabirlerinden
çıkartılmış bir halde
O zaman
görecektir nefsim
Ne
yaptığını ve neyi ihmal ettiğini!
Akılcı teslim olup iman ettiğinde,
bulunduğu yerden ayrılmazdan yaptığı miracıyla tabinin gördüğü her şeyi göz
görmesiyle görür. Bu esnada günahkârların makamını görmek ister. Onlar,
cehennemi Hakk ederek oraya girenlerdir. Öğrenir ki bilgi en üstün kıyafet,
bilgisizlik en çirkin süstür. Bunun yanı sıra cehennem herhangi bir iyiliğin
bulunacağı yer olamayacağı gibi cennet de kötülüğün bulunacağı bir yer değildir.
Bu kişi, imanın Allah Teâlâ’nın şanına yaraşan özellikleri bilmeyen birinin
kalbinde bulunduğunu gördüğü gibi buna karşın O’nun celalini ve O’na yaraşan
şeyleri bilmek iman bulunmayan bir kalbe yerleşmiştir. Bu bilgin, imanı
olmadığı için, bedbahtlık diyarı olan cehennemi Hakk etmiştir. Cahil-mümin
ise, imanıyla mutluluk diyarını ve -cehennem derekelerinin karşılığındacennet
derecelerini Hakk etmiştir. Bedbahdığı Hakk eden bilgin, bilgisini bırakır.
Sanki onu hiç öğrenmemiş veya hiçbir şey öğrenmemiş gibidir. Bilgisizliğiyle
tattığı azap, duyusal olarak çektiği azaptan daha da şiddetlidir ve bu ona
daha ağır gelir. Onun bu bilgisi, imanıyla cennete giren cahil mümine
giydirilir. Mümin, cehenneme girmeyi Hakk eden bu adamdan kazandığı bilgi
vasıtasıyla bilginin gerektirdiği dereceleri elde eder. Böylelikle hem nefsiyle
hem cismiyle hem de Kesib’teki görme esnasında nimedenir. Cahil müminin
bilgisizliği ise kâfire verilir ve bu bilgisizlik nedeniyle cehennem
derekelerini elde eder. Bu ise ona gelen en acı haldir. Mümin olmayan bilgin,
sahip olduğu bilgiyi hatırlar. Şimdi ise cahildir ve o bilginin kaybolduğunu
görmüştür. Allah Teâlâ onun gözünü açtığında, bilginin yerinin cennet olduğunu
görür. Onun bilgi elbisesi, kendisini elde edişte yorulmayan ve bir şey
öğrenmek istese bile buna güç yetiremeyecek başka birine giydirilmiştir. Mümin
de bakar ve cehennemi görür: Bilgisizliğin kötülüğünün mümin olmayan bilginin
üzerinde bulunduğunu görür. Böylelikle nimet ve sevinci artar. Bu sevinç, onun
üzüntüsünden daha çoktur.
Bu meselede bir sırla karşılaştım:
Filozoflardan biri, benim bu sözümü duyunca muhtemelen içinden bunu imkânsız
saymış veya bu konuda benim aidimi hafif görmüştü. Allah Teâlâ bunu ona içinde
kuşku duymayacak şekilde göstermiştir. O da gerçeğin tam da söylediğimiz gibi
olduğunu görmüştür. Bunun üzerine, haline ve ihmalkârlığına ağlayarak yanıma
geldi. Onunla arkadaşlığımız vardı. Durumu bana anlattı, tövbe etti ve kaçırdıklarına
ulaşmaya çabaladı. İman edip bana dedi ki: Daha büyük bir üzüntü görmedim. ‘Ben
size cahillerden olmayın diye öğüt veriyorum’'3', ‘cahillerden
olma’'32 ayetini
tam olarak öğrendi. O kişi, yumuşak ve nazik hitap ile öfkeli ve sert hitabı
bir araya getirmişti. Çünkü (ayette hitap edilenlerden) biri yaşlı idi, ona
nazik konuşmuştu; diğeri gençti, ona sert hitap etmişti. Allah Teâlâ, bizi
bilgiyle yararlandırsın ve kendi ehlinden yapsın! Allah Teâlâ, bizi başkasının
hakkında iyilik yaparak koşanlardan etsin!
Yüz sekizinci kısım sona erdi.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar