Print Friendly and PDF

HİCİV EDEBİYATI ANTOLOJİSİ /HİLMİ YÜCEBAŞ

Bunlarada Bakarsınız


15 NCİ YÜZYILDAN YASSIADA HARAMİLERİNE KADAR, TÜRK
ŞAİRLERİNİN HİCİVLERİ, NÜKTELERİ VE HÂTIRALARI...

HİCİV EDEBİYATIMIZA DAİR

HİLMİ YÜCEBAŞ

Bu kitap, Türk san’at ve edebiyat kütüphanesinde, şimdiye
kadar her nedense edebiyat bilginlerimizse boş bırakılan «Hiciv»
sahasını objektif bir görüşle incelemek. Divan, Tanzimat, Edebiya-
tı Cedide, Fecriâti ve son devirler edebiyatının hicivci şairlerim
toplu bir halde yeni ve müstakbel nesillere sunmak düşüncesiyle
hazırlanmıştır.

Bu eserde her hangi bir İlmî metodun takibi yerine, sadece
uzak ve yakın asırlarda yaşamış, her biri kendi âleminde bize çe-
şitli hicivler bırakmış heccav şairlerimizin hâtıraları, nükteleri
üzerinde durularak eserlerinden örnekler verilmiştir.

Edebiyatımızda oldukça mühim bir yer tutan hiciv ve hezl,
meşrutiyetten sonra genişlemiştir.

Kıymetli Profesör Fuad Köprülü'nün dediği gibi «Devri Ha-
midide, yalnız Şair Eşrefin büyük bir kudretle Hükümetin tazyi-
katına rağmen mahdut bir şekilde yaşattığı bu vâdi, matbuatın
/incirleri kırılınca, tabiî genişleyecekti.»

Kitabın ismi bakımından (Hicv) in Türk edebiyatındaki mev-
kii üzeriride kısaca duralım: Bu kelime Arapçada(Hecv) şeklinde
ise de Türkçeye (Hiciv) olarak girmiştir. Frenkler de (Satire) der
ler.

Hiciv; (Medh) in zıddıdır. (Medhiye) tâbiri altında mütalea
olunabilecek kasideler bir zatı, bir binayı bir yeri, bir vakıayı na-
sıl hakikatin üstüne çıkarak öğerse, (Hicviye) ler de yine gerçeği
bir yana atarak, öylece yerer.

İkisinin de birleşik mümeyyiz vasfı (mübalâğa) dır. Aradaki
fark medhiyelerde mübalâğanın medhedilenin lehine, hicviyelerde
ise (mevsufun) muhatabın aleyhine kullanılmasından ibarettir.

Hiciv, her zaman mevzuunu doğrudan doğruya ele almaz.
Bazen konusu olan şahıs veya şeyin zatında mevcut olan güzel sı-
fatları «Selb ve nefyedip» onları zıddını isnad etmek suretile doğ-
rudan doğruya vâki olmaz da medheder görünerek zemmeder ki
buna eski edebiyat sanatları tâbirlerinden (Te’lddüzzemm bima
yüşbihülmedih) yâni, medhe benzetilerek yermeği pekleştirme de-
nir.

Hüseyin Kâmi’nin bir sadrâzam hakkındaki hicviyesinden
«Kaplan gibi et eki eder
Arslan gibi oynar poker
Endişe! milletle hem...»

Mısralarında görüldüğü gibi...

Medh şeklinde yapılan bir hiciv daha.

Fahr-i âlemsin ve İlkin, fâsı yok
Gevher-i kânsın ve likin râsı yok
Dilerim Hak’tan bunu her rûz-u şeb
Sana bir merkeb vire kim bâsı yok

Hicivci bazen de doğrudan doğruya mevzuu zemmetmez de
onun yüksek sıfatının icap ettirdiği karşılığı, ednâ bir vasfın kar-
şılığı seklinde irad etmekle hicvi tahakkuk ettirir.

Hoca sınıfından, fakat tam mânasiyle fikir hürriyetine sahip
olanlardan meşhur şair Hayret efendiye;

             Efendi Bâlâ olmuş!

Haberi verilince merhumun:

  Besbeter olsun!... cevabı gibi...

O zamanlarda Bâlâ rütbesi Vezirlikten evvelki mertebe idi.

Bu haber karşılığında mutad cevab: «Allah daha âli etsin!»
demek iken, Hocanın hem rütbeyi, hem de ona erişeni bir çırpıda
tepetaklak edip «Besbeter olsun!» demesi de beliğ bir hicivdir.

Şair İbnürrumi’nin iğneli dilinden bıkan hükümet reisi, onu
davet eylediği bir ziyafette zehirletiyor. Zeki Şair zehirlendiğini
anlayınca meclisi terkederken Emir ile aralarında şu konuşma ge-
çiyor:

Böyle birdenbire kalkıp nereye gidiyorsun?

   Gönderdiğin yere...

Bizim pedere selâm söyle...

   Cehenneme uğrayacak değilim!...

Ne ince karşılıklardır. (Ahrct^ demiyor da zehirlendiğini an-
ladığım vasıtalı beyan ile (Gönderdiğin yere) diyor. Ondan sonra
Emîrin (Babam da oradadır. Selâm söyle) siparişine karşı (Baban,
cehennemdedir, ben cennete ulaşıyorum) demeyip de (Cehenneme
uğrayacak değilim) tarzında cevap vermesi hicvin en acı ve en za-
rif şeklidir.

Hiciv, hicivcinin edebiyat sanatını kullanarak mevzuunu kö-
tülüklerle teşhiridir.

Bu gösteriş; hakikatin ifadesi olabileceği gribi, hakikatin zıddı
olarak heccavm infialinden doğan yersiz zemler ve hakaretler dahi
olabilir.                                                                     1

Merhum üstad Tahir Nadi’nin kendisine ait olarak anlattığı
şı fıkralar (Hiciv) bahsinde en güzel açıklamadır:

Diyanbakırda muallim bulunuyor ve oradaki medresenin bir
odasında oturuyordum. Bir kış gecesi nargilemi kurmuş, semaveri
ateşlemiş, demlenmiş çayımı içmeğe hazırlanmış iken ansızın Vali
Arif Paşanın ağası gelip karşıma dikildi.

   Paşa, dedi, seni istiyor!

Keyfim kaçtı. Buram buram kar yağarken rahatımı bozmak,
sıcak odamı bırakmak istemedim.

   Yarın gelirim! dedim. Gitti, bir müddet sonra tekrar geldi.

   Paşa, al gel, gelmezse zorla getir buyurdu.

Deyince, çaresiz giyindim, yola düzüldük ve paşanın huzuru-
na vardık. Paşa ilim ve irfan sahibi bir zat idi. Mektupçusu ise
tam mânasiyle cahil ve kaba, fazla olarak da kendini âlim ve za-
rif sayan bir hanı ervah hödük idi. Odadan içeri girdiğimde orada
memleketin eşrafı, ileri gelenler ve memurların da bulunduklarını
gördüm.

Paşa ayağa kalkınca hepsi birden hürmet göstermekte acele
ettiler. Bana yer gösterildi; oturdum. Paşa:

   Hoca, dedi, seni ne diye çağırttım biliyor musun?

   Hayır, dedim, bilmiyorum!

   (Mektupçuyu göstererek) Bizim mektupçu kendini pek beğe-
nir. Şunu bir güzel hicvet de bu huyundan vazgeçsin. Hadi göreyim
seni!

Vaziyeti kavradım. Şöylece bir etrafıma baktım, herkes sus-
muş, ben nc söyleyeceğim diye dikkat kesilmişlerdi. Sonra mektup-
çuyu süzdüm.

O da hiddetini yenmiş, fakat kıpkırmızı kesilmiş, mağrur ve
sert bakışlarını bana dikmişti. Derhal cevap verdim :

   Emredersiniz paşam! Bu zatı hicvetmek kolaydır.

dedim. Ancak müsaade buyurunuz da önce (hicv) in ne demek ol-
duğunu kısaca arzedeyim. Malûmu devletinizdir

Hiciv; mevzuu olan şahısta maddi ve manevi ne kadar güzel-
likler ve iyilikler varsa onların hepsini de yok ederek, her birinin
aksi olan ne kadar kötülükler ve münasebetsizlikler varsa onları
isnad eylemekten ibarettir,

(Mektupçuyu göstererek) Ben bu zata bütün dikkatimi üzerinde
toplayarak bakıyorum. Onda maddî ve manevî güzellik ve iyilik
namına hiç bir şeyi göremiyorum ki bunları teker teker selbedip de
zıdlan olan çirkinlikleri ona isnad edebileyim.

Oradakiler son derece memnun, mektupçu utancından büzülmiiş ve üzülmüş idiler.

Paşa

—^ Hicvin bundan güzeli olamaz ve mektupçu daha mükemmel
hicvedilemez.

Dedi. Bu fıkraya bir şey ilâvesini gerekli bulmuyorum. Çünkü

(Hicv) in mahiyeti bundan daha güzel anlatılamaz.

Türk edebiyatındaki medhiyeler, hicviyeler manzum olmak
mutattır. Ancak her manzum sözün edebiyattan madut olması ik-
tiza etmeyeceği gibi, her medhiye ve hicviyenin de edebiyat çerçe-
vesi içine sokulması düşünülemez. Hele Divan şairlerimizin bir köş-
kü, ıbir anı veya bir ünlü zatı tasvir eden öyle bir takım kasideleri
vardır ki bunlann olanca kıymetleri Arapça ve Acemce seçkin lü-
gatlerin kulağa hoş gelen terkipler halinde mısralara yerleştiril-
miş bulunmasından ibarettir.

Bunlar, mânaca mübalâğanın kıvamım taşırmış, âdeta hayal
ve vehim hududunu bile aşmış bulundukları için kulaklara nağme
halinde bir tesirleri olsa bile, mâna ve müedda bakımından en kü-
çük bir değer taşımazlar. Renkli çocuk balonlan gibidirler, görü-
nüşleri cazip ve dolgun, fakat içleri kof, yükselir gibi gözükmeleri
câlî ve muvakkat, suikut edip sönmeleri ise serîdir.

Bu kaide hicviyeler hakkında da vârittir. Hicviyelerin edebi-
yattan sayılması için, mümeyyiz vasfı olan (hiciv yani yermek,
biçimsizlikleri açıklamalk) işinin sanat inceliğini) taşıması lâzım
gelir. Eöyle olunca alelâde külhanbeyi küfürlerini, vezinli, kafiyeli
olarak sıralayan nazımlar; hicvlyat değil, miistehcenât nev’inden-
dir. İşte bundan dolayıdır ki Sürurî’nin Hezliyat’ının çoğu. «Hicvi-
yat» sayılmayıp «Müstohcenat» ve «Manzum küfriyat» tan madut-
tur. Yine bu itibarla bir çok ünlü hicivci şairlerin hicviyelerinden
bir kısmım, edebiyatın (Hiciv) nevinin dışına atrtıak mecburiyetin-
deyiz.

Nitekim Nefî’nin, Eşref’in ve benzerleri hiciv üstadlarının pek
sanatlı, çok iğneli, gayet ince hicviyeleri karşısında kaba ve çirkin
manzum söğüntüleri de görülmektedir. Meselâ Eşref’in istibdat
devrini zemmeden şu kıt’ası muhakkak ki çok ince bir hicivdir:
Bize zinciri esaret yakışır ziynet için,

Vatanın mahvına zira ki bütün diş bileriz...

Değil evrakı havadiste kıraat etmek
Levhi mahfuzda hürriyeti görsek sileriz.

Bir de şuna bakalım:

Merhum Tahir Nadi üstadımızın, bir Maarif müntesibi hakkın-

daki;

Humkunuıı ölçüsünü bulmada fen âcizdir,

Cehlinin debdebesi koskoca umman gibidir.

Nazımlan ne hoş, ne güzel hicivlerdir. Ayna üstadın, yine dev-
ri sabık Maarifçilerinden biri hakkındaki:

(.... ) denilen safil-ü pespâyetebâr

Kahbe sistemli teres, Türklük için mucibi âr
Bulamazsın araşan beynini mikroskop ile
İzzeti nefs-ii hamiyyet ile ııamûs-ü vekaar

Nazmında da teres gibi mübtezel bir kelimenin tam yerine
kullanılmasıyla ifadeye kuvvet verdiğini görüyor ve bu ktt’ayı ede-
biyattan saymakta duraklamıyoruz.

Hicivde bayağı ve hasis kelime ve tâbirlerin kullanılması mut-
lak olarak Hasaset ifade etmez. Âdi bir tâbir; yerinde kullanılmak-
la üslûba kıymet verir. Mesele kelime ve tâbirin âdiliğinde değil-
dir, o 'bayağılığın ifadeye şiddet ve değer verecek yerde aşağılat-
masındadır. Bunun ölçüsü sağlam zevktir. Zevki okşamayan, yerin-
de kullanılamamış âdi tâbirler zatlannda mevcut bayağılığı nazmın
bütün mefhumuna sirayet ettirirler.

Nef’inin şiirleri ince mânalan ihtiva etmesine rağmen, birçok
hicviyelerinde kaba, âdi küfürlerin, mübtezel mazmunlann yer al-
dığını görüyor, bunları gerek tasavvur, gerek tasvir bakımından
fersude ve mübtezel saymakta tereddüt etmiyor ve söyleyenin, edib
olduğunda şüphe etmediğimiz kadar, böyle tabiat dışı doğurulmuş
fikir çocuklanm birer «veledi tabiî» ve çeşitlerini edebiyat dışında
saymakta tereddüde düşemiyoruz.

Görülüyor ki, hiciv; mevzuunda ne kadar seçkin güzel, mute-
na vasıflar varsa onların hepsini kaldınp yerine onların zıddı olan
«evsafı zemime» ve «tavsifatı
mekruha» yı koyarak muhatabım kü-
çültmekten, onunla alay etmekten, onda az buçuk da olsa mevcut
kötülükleri şişirip büyütmekten ibarettir. Şartı ise, gerek lâfız, ge-
rek mâna bakımından nükte ve zarafet taşımasıdır. Gerçi mizahın
şartı da budur amma, lâtife ve nükte libasına da bürünülmüş olsa
hicivde zem ve kadh âdeta temel unsurdur. Bazı hicviyelerde (hi-
civ) ile (mizah) unsurlarının ustalıkla kirbirlerine karıştırılmış
bulunduğunu görürüz.

Metin Kutusu: Hilmi YÜCEBAŞBu eserde eksiklerimiz ve hatalarımız görülürse, - girişilen işin
ehemmiyetini düşünerek okuyuculanmızm bizi bağışlıyacaklannı
ümit ederim.

İstanbul: 11 Kasım 1954


HİCİV HÜRRİYETİ

Bernard Shaw, bir gün kızmış, mevcud partilerin oportünist
olduğunu söyleyerek topuna birden sövmüş:

   Bunların arasında hiç bir fark yoktur, hepsi köpektir. Yal-
nız şu var ki muhalif olanları havlar, muvafık olanları kuyıuk sallar,
demiş.

Milliyet 6-3-196»                                            Çetiu ALTAN

 

Kabataş sultanisi fârisi muallimi üstad Tahir Nadi Efendi

Süs mecmuası 29-3-19‘i4


 

MATBUATIN DÜŞÜNCELERİ

Gerçekten de muhtelif üçyüz kudretli kalemden çıkmış hiciv-
leri toplu ve objektif bir tarzda önümüze seren başka bir kitap bu-
lunduğunu hatırlamıyoruz; bulunmadığı da muhakkaktır diyebili-
riz. Bu itibarla YÜCEBAŞ, yeni eseriyle edebiyatımıza hakiki bir
hizmette bulunmuştur; teşekkür ve tebrike lâyıktır.

Vatan gazetesi: 27/12/1954                   Sadun Galip SAVCI

YENİ BİR ESER

Esaslı bir himmet, devamlı bir gayret mahsulü olduğu ilk ba-
kışta anlaşılan «HİCİV EDEBİYATI ANTOLOJİSİ» müellifini teb-
rik ederim. Hilmi YücebaŞ, bu eseriyle Türk edebiyatı tarihine cid-
di bir hizmette bulunmuştur.

Zarif ve göz okşayıcı bir kapak içinde yayınlanan bu eseri
vücude getirmek, tahmin ve takdir ediyorum ki, hiç te kolay olma-
mıştır. Hilmi Yücebaş’ın bunları arayıp bulmaktaki ve bir araya
toplamaktaki sabır ve gayreti karşısında hayran olmamak zordur.
Himmetine ve gayretine teşekkür etmek her fikir adamı için borç-
tur.

Türk Sesi gazetesi: 18/1/1955                  Zeynel Besim SUN

HİCİV EDEBİYATI ANTOLOJİSİ

Son günlerde Hilmi Yücebaş yukarıdaki başlık altında 364
sayfalık bir kitap çıkarmış bulunuyor. Müellif bu kitapta. bizzat
kendisinin de itiraf ettiği gibi ilmî bir metod takip edecek yer-
de, Şeyhi’den Namdar Rahmi, Doğan Nâdi ve Bedii Faik’a kadar
bir çok hiciv şairlerimizin şiir, nükte ve fıkralarını bir araya geti-

rerek değerlendirmek istemiş. Yazdığı mukaddemede, edebiyat bil-
ginlerimizin hiciv sahasını ihmal ettiklerini ileriye sürerek hayıf-
lanıyor. Hakkı var.

Zira gerçekten, hiciv ve mizah, bizim en canlı iki özlü tara-
f imizdir. Bizim zekâmız, miskinliklerden, itibarîliklerden ve zorla-
malardan tiksinen hür bir zekâdır. Biz böyle bir zekâya sahip bu-
lunduğumuz içindir ki «başka» larını olduğu kadar kendi kendi-
mizi de hicvetmeğe, alaya almağa, bayılır, her ışıltılı zekâ oyunun-
dan hoşlanırız. Nükte yapmak endişesiyle en amansız tehlikelere
bile atıldığımız vâıkidir. Sanki bizde, bütün dış tesirlere ve ezici
kuvvetlere meydan okuyan küfürle karışık keskin bir hiciv iptilâsı,
gâh haşin, gâh yumuşak bir nükte zevki var.

İşte Hilmi Yücebaşın da yer yer işaret ettiği gibi, bu antolo
jideki bütün hiciv muharrirlerimizin şiir ve fıkralarına pervasız bir
çeşni, buruk ve sert bir tad kazandıran ıbu hiciv iptilâsı ve nükte
zevkidir. Bunun içindir ki onlar, içinde yaşadıkları devrin aksaklık-
larını deşmeden edemez, kaderimize ilişmeden ferahlıyamazlar.
Her birinin kullandığı söz, şakacı ıbir tavırla vatan topraklarına ser-
pilen ve yeşermek için, fırsat kollayan bir tohumdan farksızdır. Ara-
larındaki büyük nüans farkına rağmen hemen hepsi, daima gelece-
ğe yönelmeyi, tarihe biçim veren taşkın bir kuvvet kesilmeği ve
yaşanmış vak’ayı acı veya alaycı bir dille kurcalamayı derd edinir-
ler: Sanırsınız ki facialı bir dünyanın bütün ağırlığı omuzların-
dadır.

Hepsi de, heyecanla istihza arasmda pervasızlıkla zerafet ara-
sında yuvarlanmayı huy edinirler. Nazarlnnda hiciv, günlük hür-
riyeti şahlandıran yıkıcı bir vasıta, fikrin patlayıcı gücünü dürtük-
leyen dinamik bir unsurdur. Onlar, bu unsur sayesindedir ki her
şeyi ifrata vardıran gazup ve müstehzi bir âlem vücude getirmeğe
çalışırlar. Gayeleri, düşünce hürriyeti hesabına cemiyetin dar kad-
rolarını sarsmak, realiteyi aşın bir tenkide tâbi tutmaktır.

Böylece hiciv şairlerimiz ve genç mizah muharrirlerimiz,
hicvi ve mizahı haksızlığa çevrilen birer silâh halinde kullanmağa
can atar, hayatı, bir an olsun unutmamağa dikkat ederler. Sun’î-
liklerinin gizlediği dramatik taraf, sâdece yaşama azabıdır. Zira on-
lar, eşyanın çevresini «aşkınlaştıran» batılı hiciv şairlerinin ve
mizah muharrirlerinin aksine, plâstik bir realizmi hedef tutarlar.
Başlıca kavgaları, şekil titizliğinin, «muhteva» daki tokluğu yufka-
laştıracağı düşünceyi dermansızı aştırmasıdır.

Bu sebepten bizimkilerde, batılılarda olduğu gibi, ne sonlu bir
dünyanın
heT çeşit belirtilerini azımsayan 'bir üstünlük vehmi, ne


de her çeşit küçüklükleri, yadırgayan bir nezaket ve mükemmellik
kuşkusu var: Onlar, bazan en âdi kelimelere, en açık saçık şaka-
lara, en yaralayıcı nüktelere 'başvurmaktan çekinmezler. Belirtme-
yi diledikleri nokta, siyasî haksızlığın şatafatlı yalanı ve beşerî fa-
cianın saçmalığıdır.

Bu bakımdan hiciv şairlerimizin ve genç mizah muharrirle-
rimizin hiciv ve mizahında, ne kozmik temaşada karar kılan bir
aşkınlık, ne de varlık ve eşyanın kaderine nüfuz eden bir derinlik
var. Hemen hepsi, ya bir rejimi veya bir şahsı yerer, haksızlıkları
teşhir etmeğe yeltenirler. Hemen hepsi de, nükteyi düşünceye yas-
layamamaktan korkarlar. Çünkü emelleri, hicvi âdeta katılaştır-
mak ve Neyzen Tevfik’in dünyamızı farikalandıran «önü zulmet
sonu zulmet» den ibaret iki «sonsuzun» karşısında gözyaşı yerine
çığlığı veya kahkahayı seçmektir.

Bu heyecanla, yazılarını, ya çınlayan bir belâgatle veya tır-
malayıcı bir sâdelikle doldurur, samimî olmaya savaşırlar. Öfkeli
veya alaycı mizaçlarını dolu dizgin koşturarak devrin müstebitle-
rine kafa tutmağa azmederler. Hepsinde, günlük hâdiseleri kova-
lamaktan bıkmayan bir aktualite telâşı var. Hepsi de, övünmelerin
boşluğunu gün ışığına kavuşturmak iştiyakiyle çırpınır, şiddeti se-
ferber ederek zulmü dünya yüzünden silivermek hasretiyle ya-
narlar.

İşte Hilmi Yücebaşın «Hiciv Edebiyatı Antolojisi», kabalıkla
inceliği, çığlıkla tebessümü atbaşı yürüten bütün bu hiciv - şairle-
rimizin, genç mizah muharrirlerimizin realist hiciv ve mizahını
gözlerimizin önüne seren faydalı bir eserdir...

Yeni Sabah: 10/1/1955                                 Nâzım KEMAL

Tl) EK ŞİİRİNDE HİCİV

Masamın üstünde Avrupada basılmış hissini veren bir güzel
kitap duruyor. Boz nakışlı güzel kabın üstünde kartvizit gibi, çer-
çeveli bir kısım ve içinde şu satırlar: «Hiciv Edebiyatı Antolojisi».
Beş yüz sene içinde divan ve halk şairlerinin söylediği hicviyeler-
den ilk akla gelenler bir arada bu kitapta yer almış. Türk edebiya-
tında hicve dair yazılmış çeşitli makaleler ve fıkralar da kitaba ay-
rıca revnak vermiş... Türkiyede çıkan ilk mizah gazetesi Letâif-i
asâr'dır. Mizahı ve hicvi, bir sanat değeri ve fikir kıymeti olduğu
müddetçe hoş görmek, arifliğini gösteren devlet adamları arada
bir çılkmış, ne faydaki ellerinde gazete kapamak ve yazıcı cezalan-
dırmak imkânı olan büyükler, çoğu zaman, mizahın inceliğini, hic-
vin değerini kavramamışlar; bu cins yazıcıları en çok. meşhur ve
müessir yapan şeyin onları mağdur 'mevkiine koymak olduğunu
bir türlü hesaba katamamışlardır...

Rivayet edilir ki: Genç Bayron eski Yunan mitolojisine ve ta-
rihine duyduğu hayranlıkla, bunlarla hiç bir ırk iştiraki olmayan
sadece onların vaktiyle oturduğu topraklara yerleşip dillerini ko-
nuşmakla vâris hale gelen yeni Yunanlıların istiklâl savaşlarına
katılmak için İngiltereden gelmiş, bir ara esir edilerek zamanın
yaşlı ve görgülü Osmanlı paşalarından birinin huzuruna çıkarıl-
mıştı. Maceraperest gençte sevinçten ve şevkten öteye geçen bir
heyecan vardı: «Şimdi ne eziyetler göreceğim, ne işkencelere uğra-
yacağım. Fakat bir kere kurtulup da memleketime döndüm mü
nasıl meşhur olacağım, alnımın teri hakedilmiş büyük bir şöhret!»
Halbuki yaşlı ve görgülü vezir, bu delimsek genç adamın, bu güzel
ve asil oğlanın çenesini okşamış, «Sen bu idin demek, haydi ser-
bestçe git, annene de benden selâm söyle!» diyivermişti. Öteki çır-
pınıp duruyordu: Ben sizin tarafınızdan eziyetleri işkenceleri hak
ettim. Ben Yunan istiklâli taraflısıyım! Hem eli silâhlı bir taraf-
tar...» Vezir, bu sözler üzerine yaptığı hareketin isabetine inan-
mış; daha müsamahalı ve yumuşak davranmakla onu yeniver-
mişti!...

Zaman zaman, Osmanlı saltanatının en dar görüşlü, en oto-
riter, Rabbin ve Devletin hikmetinden sual olunmaz kaidesini ka-
bule yanaşıvermiş kara günlerinde bile, geniş görüşlü adamlar çık-
mıştı. Ne çareki şark bu!... Fikirden, dâvadan ziyade, şahsî garez-
ler, kızgınlıklar, kırgı
nlıklar duruma hâkim! Biz de ilk garp ölçü-
sünde manzum hiciv örneğini veren Ziya Pa^a’mn «Zafer Nâme» si
bile fikirden ziyade, hınca dayanan bir eser! Ne söverken, ne över-
ken umumî efkâra tercüman olamayan zavallı şark şairi!... Şu son
zamanlarda bile aynı berbad örneği bir daha görmedik mi: Sevgili
Orhan Seyfi, çıtır çıtır türkçesiyle bize «gönülden sesler» dinleten
hece şairimiz, millî şef olduğu günlerde onun coşkun bir meddahı
iken, Paşa’ya artık mahalle bakkallarının J>ile pervasız küfür ede-
bildiği bir sırada yetmiş yaşından sonra insanın sidiğini bile tuta-
mayacağını mısraa sokmak şeklinde hem millî zevke, hem millî
terbiyeye, hem de kendi seçkin ve gelişmiş şiir zevkine ihanet eden
hicviyeler yazıvermedi mi? Ne çare, şarkta, zamanında kafa tuta-
bilen. kafa tutuşunu en ince ve değerli hicivlere koyabilen insan o
kadar az ki! «Yok ki!» demeyi millî gururumuza yediremiyoruz da
ondan «az ki» deyip çıkıyoruz... Neyse bu uzun inceleme ve emek
mahsulü kitap, bizi yeniden bu konuda derin derin düşündürebilir-
yor ve birbiri ardına verdiği örneklerle bizi yüz yıllar içinde ibret-
le ve zevkle gezdiriveriyor, Görüyoruz ki «Divan edebiyatında İnsa-
nî ve ahlâkî, zekâya dayanan hakikî hiciv ve tenkid arasak, bu
maksadla bu edebiyatı baştan başa tarasak, elimize noksan, eksik
bir mecmuacık olsun geçer mi dersiniz? Ummuyorum! Bu edebi-
yatta hiciv, tahkir ve terzilden başka bir şey değildir. Vezin ve ka-
fiye ile söylemenin daniskasını biliyor o şairler. Fakat buluşların
hepsi de birbirinden bayağı. Divan şairi, menfaatine yardım edeni
över, kızınca söver, adam âdz duruma düşünce de döver!...»

Halk edebiyatımızdaki hicivler ise şairlerin birbirini sustur-
mak, yıldırmak, hiç değilse sindirmek maksadiyle ellerinde sazlar-
la manzum atışmaları yüzünden meydana gelmiş şeylerdir. Halk
şairleri içinde zaman zaman Allaha bile, sultana bile kafa tutup
güzel ve açık, cesaretli ve sanatlı haykıranları olmuştur:

Şu yalan dünyaya hoş olamadık
Birgün sıra gelip baş olamadık
Şu sıska öküze eş olamadık
Söylemeden âciz dilimiz bizim!

Sen mi sen İstanbul paytahtımız
Açılmıyor ikbalimiz bahtımız
Yaşımız ellidir geçti vaktimiz
Növbetin gözlüyor salimiz bizim

Benim bu gidişe aklım ermiyor
Fukara halini kimse görmüyor
Padişah süksesi selâm vermiyor
Kefensiz kalacak ölümüz bizim!

Bu dörtlükleri birbiri ardından hem bir mitralyöz heybeti,
hem bir dantelâ zarifliği ile dizi diziveren Serdarî’nin daha şair
hemşerisi Ruhsati, bir yandan devlete, bir yandan Allaha kafa tu-
tan bir eda ile hicvin en güzel örneğini verebilmiştir:

Tufanlar estirdin başımda
Halâvet yoktur aşımda
Kızlarımı genç yaşında
Dul eyledin sabr eyledim

Ateşe verdin üstümü
Uzak eyledin dostumu
Kendine soyup postumu
Şal eyledin sabr eyledim

20. Asır: 13/1/1955                           Behçet Kemal ÇAĞLAR

HİCİV EDEBİYATIMIZ VE BİR ANTOLOJİ

Temsilcilerinin davranışları ister dar mânada, ferdiye, ister ge-
niş mânada sosyal’e bağlansın; yalnız kemmiyet bakımından değil,
keyfiyet bakımından da gelişmiş bir Türk hiciv edebiyatı vardır.
Onu kalp gelenekleri içinde fazla sıkışmış, fazla donmuş bulabili-
riz, fakat cevhersiz olduğunu söyliyemeyiz.

Üstad Yahya Kemal hakkında hemen bütün aydınlarımızın,
kendilerinin bile unutulduğunu zannettikleri düşünceleri, hüküm
halindeki davranışlarını, gizlendikleri köşelerden birer birer çıkara-
rak, vesikalar şenliği halinde bir kitapla okuyupulanmızın huzuru-
na çıkarsın Hilmi Yücebaş, bu sefer yine sadece vesikaların de’â-
letiyle Türk hicvinin üzerine eğilmiş.

Oldukça hacimli kitabında Divan, Tanzimat, Edebiyat-ı Cedi-
de, Fecriâti ve son devrin belli başlı ve sosyal bir alâka kazanmış
hiciv üstadlarını eserleriyle bir arada buluyoruz. Yücebaş, Türk hic-
vinin ilmi temellere dayanan bir izahım yapıyor. O, sadece objektif
bir araştırıcıdır. Zengin madenleri bulup çıkaranların sanayiciye
yaptıkları paha biçilmez yardım gibi, o, gelecek izahcıya kronolo-
jik, kıyaslamalar yapmak imkânını sağlıyacak bir ruhlar madeni
hâzinesi vermektedir.

Bizce, Yücebaş, hicviyelerle alâkalı yorucu çalışmasından do-
layı, her türlü methiyeyi haketmiştir.

Son Saat 24/1/1955                                       Vecdi BÜRÜN

TÜRK EDEBİYATINDA HİCİV

Ko Vadis’te, zalim Neron tarafından öldürüleceğini hisseden
Petronius, dostlarını muhteşem bir ziyafet sofrası etrafına toplar,
dilber kölesini de yanma alır, onu âzad eder ve sonra, damarlarını


keserek hayatına son verir. Vefakâr kölesi, âşık olduğu iyi kalpli
efendisini takip eder. Petronius, bileğinden akan kanın tesiriyle
yavaş yavaş ruhlar âlemine, dostlarının gözyaşları arasında, göç
ederken, nükteciliğinden vaz geçmez ve Neron’a sunulmak üzere
dikte ettiği bir mektupta hiciv edebiyatının şaheserlerinden birini
yaratır: Neron’la bir hayli alay ettikten sonra, müstebidi en hassas
noktasından yaralar, onun bam teline basar: «Ne istersen yap, is-
tersen Ronıa’yı değil cihanı yak, fakat san’ata dokunma!» der.

Kendisini dünyanın en büyük artisti sanan Neron, bu satırları
okurken ifrit kesilir!...

Dünya hiciv edebiyatında, Petronius gibi, ölürken bile iğne-
leyici nüktelerini sakınmayan kimseler pek azdır. Zindanda, kelle-
sini cellâda teslim etmek üzere, iken, elindeki kamış kalemden
damlayan simsiyah mürekkebe bakarak, Arap Lalaya:

«Mübarek teriniz damladı.» diyen Şair Nef’i’yi, çoğumuz gibi
ben de biliyordum. Fakat, ölüme giderken, bu ayarda hattâ Pet-
ronius’a bile taş çıkartacak incelikte bir nükte yapıldığını, Hilmi
Yücebaş’ın yayınladığı «Hiciv Edebiyatı Antolojisi» nin daha ilk
sayfalarında öğrendim:

«Şair, İbnürrumî’nin iğneli dilinden bıkan hükümet reisi onu
davet ettiği bir ziyafette zehirletti. Zeki şair zehirlendiğini anla-
yınca meclisi terkederken Emir ile aralaıında şu konuşma geçer:

   Böyle birdenbire kalkıp nereye gidiyorsun?

   Gönderdiğin yere.

   Bizim pedere selâm söyle.

   Cehenneme uğrayacak değilim.»

Hicvin şahikasına ulaşan bu hazırcevap şairin cesaretine hay-
ran olmamak kabil mi?

Hilmi Yüceba^, kitabında hemen hemen bütün satirik edebi-
yatımızın panoramasını vermiş. Biraz daha kalburdan geçirip ele-
miş olsaydı da, bize yalnız balını verseydi, kanaatimce daha iyi
olurdu. Zira, edebiyatın her hangi bir sahasında bir antoloji yapı-
lırken, bu sahada yazı yazanların hepsi, istisnasız, bu derlemeye
girecek diye bir kanaat yoktur. Bu kitapta, öyleleri var ki, foulun-
masalar da olurdu, hattâ daha iyi olurdu. Buna mukabil, Nef’î’nin,
Eşrefin herkes tarafından henüz bilinmeyen bazı hicivlerini öğ.
renmiş oluyoruz.

Bizde hiciv denilince Nefî’den sonra Eşrefin ismi akla gelir.
Eşref, mizah sahasüıda Nasreddin Hoca gibi, hiciv kelimesinin
âdeta müteradifi olmuştur diyebiliriz. Bunun için, onun kalemin-
den veya ağzından çıkan o kadar çok iğneleyici söz vardır ki, bun-
lann bir kısmının şaire sonradan izafe edilmiş olmaları bile müm-
kündür. Türk edebiyatı hiciv bakımından hayli zengindir. Böyle
bir derlemeyi meydana getirdiği için, kendisine teşekkür borçluyuz.

Yazımı, Eşraf’in bu kitaptan iktibas ettiğim bir fıkrası ile bi-
tiriyorum:

«Kâmil Paşanın makamına gelmediği ve mektupçu Hayri Be-
yin Valiye vekâlet ettiği bir gün, Eşref’e gönderilmek üzere bir tah-
rirat yazıldı. Mektupçu, bir muziplik olsun diye tezkerenin başın-
daki «izzetlû efendim» sözünü kırmızı kalemle çizerek şöyle dü-
zeltti: «Rlfatlı efendim». Sonra, imzalıyarak Eşrefin kaymakam
bulunduğu Kırkağaç’a yolladı. Şair, tezkereyi alınca, bu silintiyi
ve ilâveyi gördü. Alt tarafını okumadan, hemen şu mısraı yazı-
verdi:

Geldi duydum sizlere eyyamı id,

Hayri Bey çalsın, sen oyna Kürt Said!

İstanbul Ekspres 31/1/1955                           Cevdet PERİN

HİCİV EDEBİYATI ANTOLOJİSİ

Eserlerinin delâletiyle şahsiyetini tanıdığımız genç ve çalışkan
araştırıcımız Hilmi Yücebaş (Hiciv Edebiyatı Antolojisi) adlı son
eseriyle millî kütüphanemizin önemli bir 'boşluğunu doldurmuş, se-
nelerdenberi hissedilen bir ihtiyacı karşılamak için Kristof Ko-
lomb’un yumurtası gibi apansız ortaya koyduğu bu eserine, bu çe-
şit edebiyatımız için birincilik mevkiini ihraz ettirmiş bulunmak-
tadır.

Milletimiz yüzyıllar boyunca sayısız âlim, mütefekkir, edip ve
şair yetiştirdiği gibi bunlar arasında emsalsiz nüktecilerle heccav-
lar da yetiştirmiştir.

Nasrettin Hoca, İncili Çavuş, Haşmet ve Sururî gibi hazırce-
vaplıkta ölmeyen şöhretler ve halkımızın ruhuna sinmiş sayısız
kıymetlerimiz arasında Nesimi, Nefî, Eşref, Neyzen Tevfik, Üskü-
darlı Talât, Hüseyin Kâmi, Hüseyin Suat, Süleyman Nazif, Feyle-
sof Rıza Tevfik ve hattâ Yahya Kemal gibi yarattıkları şiir ve ede-
biyat nevileri arasında nükte ve hicve de yer ayırarak, ölmez be-
dialar bırakıp geçmiş ve yaşamakta bulunmuş olan sayısız şairle-
rimiz de vardır.

Netekisn büyük şairimiz Yahya Kemal’in dilden dile intikal
eden ağır şakalarından illâllah demiş olan rahmetli Talât Paşa’nın
bir gün Bab-ı âliden çıkarken karşılaştığı şairimize:

   Canım Yahya Kemal Beyciğim, gazetelerin bazılarını kapa-
tabiliyoruz; fakat sizin gazeteyi nasıl kapatacağız? diye düşünüp
duruyoruz.

Dediğini, şairimizin de derhal:

   Kolayı var Paşam; tabancanız yanınızda değil mi?...

Diye cevap vermiş olduğunu iyice hatırlıyorum.

Ancak bu emsalsiz şairlerimizin çoğu hicivlerini kitap halin-
de intişar eden eserlerine almadıklarından her biri birer kıymet
olan ve devirlerinin hususiyetlerini tebarüz ettiren bu dilber par-
çacıklar maalesef özelliklerini koruyamamışlordır. Bu yüzden de
ya kimlere ait oldukları anlaşılamamış, veyahut bunlara bazı kim-
seler tarafından müstehcen ibareler karıştırıldığı için kıymetlerini
ve dolayısiyle meraklıları tarafından ezberlenme şerefini kaybedip
gitmişlerdir.

Bugüne kadar gelmiş ve hayat boyunca gelecek nesillerimize
de intikal kudretini muhafaza etmiş olan hicviyelerini eserlerinde
toplayabilen şairlerimizden ancak rahmetli Eşref, Neyzen Tevfik,
Halil Nihat Boztepe, Fazıl Ahmet ve Namdar Rahmi Karatay gibi
şu anda isimlerini hürmet ve rahmetle anmakta bulunduğumuz
sayısı mahdut kıymetli şairlerimizi hatırlayabiliyoruz.

Öteki şairlerimizin, herbiri ayrı ayrı birer kıymet olan bedia-
lan maalesef ya meraklıların defterlerinde veya gelip geçmiş olan
gazete ve mecmuaların sahifeleri arasında gömülüp kalmışlardır.

Değerli araştırıcımız Hilmi Yücebaş, kıymetli eserinde de
ifade etmiş olduğu gibi - cidden büyük bir emek sarfederek 15. Yüz-
yıldan bu güne kadar Türk hicvini objektif bir görüşle incelemiş
ve 300 şairimizin hicivleıini, nüktelerini ve hâtıralarım ihtiva eden
mükemmel bir eseri meydana getirmekle edebiyatımızın bu kıs.
mma ait binanın ilk temel taşını yerleştirmek başarısını göster-
miştir.

İçi kadar dışı da zarif bir baskı ve kapakla işlenmiş olan bw
değerli eseri büyük bir haz ve istifade ile okudum. Her sımf okur-
larımıza ve bilhassa Edebiyat öğrencilerimize öğünerek tavsiye et
meyi bir vecibe sayıyorum.

Yeni Adana 4/2/1955                        Mehmet Behçet PERİM

F: 2


TÜRKİYEDE ÇIKAN İLK MİZAH GAZETESİ

(LETÂİF-İ ÂSÂR)

Memleketimizde çıkan ilk mizah gazetesi, müstakil bir mizah
gazetesi olmayıp «Terakki» isimli gazetenin ilâve nüshalarıdır.

1868 de Ali Raşit ve Filip efendiler «Terakki» isimli gazeteyi
kurmuşlardı. Arapça olarak çıkan «Elcevaip» isimli 'bir gazetedeki
yazıyı iktibas ettiği için kapatıldı. 1874 senesine kadar bir kaç de-
fa daha kapatılıp açılan günlük Terakki gazetesi, haftada bir de-
fa kadınlara mahsus ilâve sayısı ve bir de yine haftalık bir mizah
ilâvesi çıkarmıştır. Bu ilâve mizah gazetesi ilk Türkçe mizah gaze-
temizdir. Bu mizah gazetesinin ismi «Letaifi Asar» dır.

Selim Nüzhet Gerçek «Türk Gazeteciliği» isimli eserinde «Le-
taifi Âsar» hakkında şunları yazmaktadır:

«İptidaları içinde resim olmadığı gibi, mündcrccatı da olduk-
ça saçmadır. Muharrirleri öteye beriye yaptıkları tarizler, neyi kas
dettikleri pek iyi anlaşılmıyaıı sözlerle epeyce bir müddet gazeteyi
doldurmaya çalıştılar. Fakat muvaffak olamadıklarını kendileri dc
anladıklarından gazetenin gerek başlığında, gerek münderecatıııda
değişiklik yapmıya mecbur oldular. Bunu gazete kendi itiraf edi-
yor: «Vakıa bu âna kadar fena değil idiyse de pek de iyi denecek
derecede değildi. Bu defa külahı çıkarılıp günleri tebdil olundu. Ve
tefevvuku inkâr olunmaz bir hale geldi.»

Bu tefevvuk kâfi derecede değildi. Gazete bir müddet dah\
oldukça sönük bir tarzda neşriyatına devam etti. Bir müddet daha
sonra ise, Letaifi Asarın hacmi büyüdü. Tam bir mizah gazetesi
şeklini aldı. Ve şaka tarzında esaslı tenkidler yapmağa başladı. En
son nüshalarında karikatürler de vardır. Terakki’nin iptidaları «Te-
rakki» sonraları «Letaifi Âsar» ismi altında küçük kıtada intişar
eden bir mizah serisi daha vardır.

Terakki’nin muharrirleri arasında Hayrüddin imzasiyle yazı
yazan Karski isminde bir Lehli vardır. Bu imza sahibinin bütün
yazılan hürriyet telkini ile doludur. Ebüzziya Tevfik, Suphi Paşa
zade Ayetullah bey, Kemal Paşa zade Sait bey ve İsmail efendi is-
minde bir zât da muharrirlik ederlerdi»

Gazetenin tetkik edilen kolleksiyonunda, gazete sahibinin Ali
Raşit yerine sonradan Mustafa Ragıp olduğu görülmüştür.

MİZAH GAZETELERİ DÜŞMANLIĞI

Mizah gazetelerinden hükümetin ürkmesinin bir tarihçesi var-
dı. Teessüslerindenberi 'bunlardan hükümet çekiniyordu. Aşağıya
koyduğumuz iki resmî vesika mizah gazeteleri hakkında, Azizin de,
ne düşündüğünü gayet beliğ şekilde ifade etmesi hasebile mühim
dir. Bu vesikalardan birisi Azizin son günlerinde ve Mahmut Ne
dim Paşanın matbuatı kasıp kavurduğu ikinci sadaretinde neşro.
lunmuştur. Mizah gazetelerine sansür koyan bu tedbirlerin tari-
hinden bir kaç ay sonra da sansürün bütün matbuata teşmil edil-
mek istendiğini evvelce görmüştük.

Vakit gazetesinin 14. II. Kânun 1876 tarihli nüshasından:

«Matbuat İdare-i behiyyesinden Ceride-i Havadis matbaası-
na gönderilen ilân-ı resmîdir:

«Mizah gazetesinin tabı ve neşretmekte oldukları resimlerin
bir takımı hükümetin politikasına ve edyan ve mazahibe (1) ve ef-
radın namus ve haysiyetine ve ekseri âdab-ı umumiyeye dokunur
şeylerden ibaret olduğuna ve gazetelerin her nevi menafi-i âmme
ye hizmet vazifesi ile mükellef bulunup, gazetecilik vezaifini mizah
ve lâtife zemininde ifa etmeleri lâzım gelen mizah gazetelerinin
ifayı vazifeye bedel bu misillû resimlerle tahdiş-i ezhân (2) ve if.
sad-ı ahlâk (3) eylemeleri bu veçhile şayan-ı tecviz (4) olamaya-
cağına binaen fi mabât (5) mizah gazetelerile neşrolunacak resim-
lerin zirlerine (6) tahrir edilecek (7) ibareler ile beraber Mattouat
İdaresine irae olunmadıkça (8) ve idareden üzerlerine «taboluna»
diye işaret edilmedikçe neşrolunmaları taht-ı memnuiyet-i katiy-
yeye (9) alınmış olmağın (10) ilân-ı keyfiyyete iptjdar olunur..

17 Zilhicce 1292.

13 II. 1876.

Diğeri de aşağıdadır. Ve Beşinci Murad’ın ilk günlerine, Mü-
tercim Rüştü Paşanın, dördüncü sadaretinde ipka edildiği zaman-
lara rastlar. Bu da artık hükümetçe mizah gazetesi için imtiyaz
verilmiyeceğini bildirmekle 'beraber mevcutlan da şiddetle tehdit
etmektedir. Mütercim Rüştü Paşanın ıbu hususta Mahmut Nedim’-
den âdeta ders aldığı görülmektedir.

Vakit Gazetesinin 4 Ağustos 1876 - 12 Recep 1293 tarihli nüs.
hasından:

«Bir vakittenberi Hayal Gazetesi, Basiret ve Vakit gazeteleri
sahibi imtiyazları aleyhinde bir takım makalât-ı tezyifiyye (11) der-
cetmesinden dolayı Basiret ve Vakit Gazeteleri müdafaa etmekte
ve Hayal gazetesinin sahibi imtiyazı idareye celbile o misillû ag-
raz-ı şahsiyeye (12) ve mekalât-i kabiha ve müstehcene (13) ile
tesvid-i sahaif (14) etmemesi biddefeat (15) tembih ve ihtar edil-
miş ise de ısga (16) etmiyerek, mezkûr gazetelerin sahibi imtiyaz-
ları aleyhinde muhilli namus ve edep (17) makalât dercine devam
ettiğine ve mezkûr gazeteler tarafından dahi bilmukabele (18) ma-
kalât-ı cevabiye-i tezyifiyye (19) yazıldığına ve bu halât-ı bî ede-
bâneye (20) sebeb-i müstakil (21) Hayal gazetesi olduğuna ve va-
sıta-i intişar-ı edeb-ü irfan (22) olan evrak-ı havadis (23) in böyle
kanunen ve nizamen memnu olan mezemmet-i eşhas (24) ile işti-
gal etmeleri katiyyen caiz olmadığına mebni mezkûr Hayâl gaze-
tesi bilkülliyye (25) fesih ve ilga (26) ve poitikaya mahsus gazete-
ler ise sırf havadis neşrine münhasır olduğundan Zeydü Amri tez-
yif ile namus ve haysiyete dokunur şeyler dercettikleri ve sureti
ifadelerinde zerre kadar ihmal-i elfaz (27) istimal ettikleri halde
derhal ilga edileceği evrak-ı havadis sahibi imtiyazlarına ihtar ve
bundan böyle hezliyat ve mizaha dair varakpare (28) neşrine me-
sag (29) gösterilmeyeceği ilân olunur.»

Bu resmî ilânda dikkate çarpan bir cihet de; politikaya mah-
sus gazetelerin yalnız «havadis neşrine» mezun olmalarıdır.

SERVER İSltİT
«Türkiycdc Matbuat Rejimleri. S. 44»

Terimler

(1) Dinler ve mezhepler, (2) zihinleri bulandırmak, tırmala-
mak; (3) ahlâkı bozmaları; (4) kabul olunabilir; (5) bundan son-
ra; (6) altlarına; (7) yazılacak; (8) gösterilmedikçe; (9) kesin
<rlarak yasak edilmiş; (10) alınmakla; (11) kötüleyici nıakaieleı;
(12) şahsî garazlar. (13) kaba ve müstehcen makaleler. (14) sayfa
karalamak. (15) bir kaç defalar. (16) kulak asıltın yarak; (17) ma-
kaleler yaznuya; (İS) karşılık olarak; (19) cevap olarak verilen
ycricl makaleler; (20) bu edebslzcesine haller; (21) başlıca sebeb;
(22) irfan ve edebin yayılmasına vasıta olan; (23) gazeteler; (24)
şahıs çekiştirmek; (25) tamamen; (26) yoketmek ve kaldırmak
(27) kontrolsuz lâf; (28) gazete; (29) izin.


HİCİV ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

Hiciv, daima hürriyetsizlikten doğmuştur. Bu sebeple daima,
haklı ve kuvvetli, daima keskin ve sert, daima küstah ve küfürbaz
ve daima kısa ve acıdır.

Hiciv kelepçelenemez, zindana atılamaz, öldürülemez.

Hiciv, zâlimin hayasız suratında, istibdatın nâmert alnında
açılmış, derin kırbaç yarasıdır. Seyrinden iğrenme ve iç sıkıntısı
hissedersiniz.

Dünyada hicvedilmeye hak kazanmanın korkunç hacaletini
hiç bir makam ve hiç bir kudret ödeyemez.

Büyük imanlar ve büyük kanaatler üzerinde insanların alay
etmesine, istihza etmesine ne din, ne ahlâk, hatta ne de politika
müsaade eder.

ŞAİR EŞREF, — ki bugün unutulmuşa benziyor — Edebiyatı-
mızın, en büyük, en realist, en yaman hicivcilerinden biridir.

Zakkum: 10-3—951

(TA KA)

HİCİV VE MİZAH

Hicivle mizah arasındaki farkı inceden inceye tayin etmek
belki müşküldür. Fakat nebatla hayvanı birbirinden ayıran geniş
hatlara benzeyen bazı vasıflan çizmek mümkündür.

Hiciv ve mizah bir taraftan bir mizaç meselesi olmakla bera-
ber bu mizacın kökleri bir sosyetenin tarlasındadır. Sosyete tıpkı
toprağa, havaya, suya benzer bir vazife görür. Mizahın ve hicvin
inkişafı her devirde aynı olmamıştır. Her devirde insanlığın haya-
tına tekabül eden bir sanata sahip olmuştur. Fakat her devirde
insan mizah ve hicvi açık, bariz hatlarla kullan anlamıştır.

Mizah zekâsı yaşanan hayatın gülünç taraflan keşfedildikten
sonra ancak faaliyete geçebilir. Yaşanan hayatın gülünç tarafları-
nı görmek için neşeli alaycı bir ferdin doğması kâfi değildir.

Büyük istibdadlar daima cüretlerini insan ruhundaki büyük
imanlara, büyük kanaatlere istinat ettirdikleri içindir ki, sosyete
içinde mizah kulaktan kulağa ve gizli cereyanlar halinde yaşar.

Büyük kanaatlerin, insanların hüküm sürdüğü zamanlarda
sosyete dogmatik bir takım kaidelere gönlünü vermiştir.. Cemiyet
kendinin kaidelerinin harareti sayesinde yaşadığım sanır. Tenkid,
kaidelere, bu kaide ister din, ister ahlâk, ister estetik, ister siya-
set olsun cüretle dil uzatmaktan doğar.

Eğer hararetini kaybeden bir kaide cansızlaştığı anda insan-
ların arasından çıkıp gitse idi mesele yoktu. Derhal eskinin yerini
yeni alırdı. İmanın yerini iman, itikadın yerini itikat kaplardı.

Denizle karalar arasındaki muvazene gibi bir hâdise eğer in-
san ruhlarında hüküm sürseydi.

Bir imanın tenkid örsti altında ezilmesiyle onun bizleri ter-
ketmesi arasında büyük zaman ve mekân farkı vardır.

Bu zaman ve mekân ayrılıkları insan ruhunu türlü, türlü iş-
leyen bir lâboratuvar haline koyar.

Zaman olur ki eskiyen itikatlara karşı hassasiyetimiz âdeta
kaybolur, yerine <le yeni bir hassasiyet, yeni bir hâkim itikat geç-
mez. Her şeyi alaycı ve lâkayt bir gözle seyrederiz. Bu alaycı gö-
zün gördüğü dünya yüzde yüz sevilen, yüzde yüz güzel olan bir dün-
ya değildir. Karikatürdeki güzellik, çirkinlik bu görüşün miyarıdır.
Sevgi yerine alay hâkim olmuştur.

Mizah bu devirlerde inkişaf eder. Yani hassasiyetin, imanın
yerini zekâya terkettiği zamanlarda kuvvetli mizah hükmünü sü-
rer. Mizahta tahribçiliği besleyen bir hamle de vardır.

Bu onun kahraman, yaratıcı ve kâşif cephesidir. Bu itibarla
mizah eğlendirme vasıtası değil bir yaratma işidir.

Hiciv mizahtan daha kuvvetlidir. Hattâ denilebilir ki, hicvin
ve mizahın hududunu ayıran en kuvvetli unsur mizahın sadece ze-
kâ ile işlenmesine mukabil hicvin hem zekâ, hem de imandan kuv-
vet almasıdır. Hicv eden adam san’at hududu içinde kalmak şar.
tiyle bir taraftan zekâsını kullanır. Burada zekâ sadece tahribci
bir rol oynar. Fakat, buna mukabil gizlediği, ortaya koymadığı fa-
kat hissettirdiği bir tarafı da vardır: İman!

Bir şeye inanmıyan adam hiciv yapamaz.

Hiciv yaşanacak bir hayat tasavvuruna dayanarak inkişaf
eder. Mizah sadece zekâyı bir nokta etrafında işaretler. Fakat hi-
civde, olması lâzım gelen hayatı menfi şekilde anlatan bir idealizm
ve zekâ eseri göze çarpar.

Meselâ bizde Ahmed Rasim mizaha, Eşref hicve en güzel mi-
saldir.                                 Fikir ve San’at: 1939 Sadri ERTEM

TENKİT, HİCİV VE DİVAN EDEBİYATI

Divan edebiyatında insan! ve ahlâkî, zekâya müstenit ve ha-
kikî hiciv ve tenkid arasak, bu maksatla bu edebiyatı baştanbaşa
tarasak elimize noksan, eksik ve çok küçük bir mecmuacık geçer
mi dersiniz? Ummuyorum. Bu edebiyatta hiciv, tahkir ve terzilden
başka birşey değildir. Buluş yok değildir. Bu vâdide çok, pek çok
yeni, yakası açılmadık buluşları vardır şairlerimizin. Vezin ve ka-
fiyeli sövmenin daniskasını bilir onlar. Fakat buluşların hepsi de
birbirinden bayağıdır. Bu çeşit buluşlarda adeta ibda kudretini
gösterirler.

Aynı zamanda bu hakaretler, şahisdir de. Şair, en faziletli bir
adamı, her hangi bir vesileyle rezil rüsvay eder. Bu hususta nasıl
bir örnek verelim, şaşırdık doğrusu. Hicvettiğini, hırisityan patri-
ğinin donmuş ve tecessüm etmiş zartasına benzeten şair,

Dehân-u gabgab-u enfinc nlsbet pâktir bat kat
diye başlıyor. İkinci mısraını yazamıyacağız, bilmeyenler bilenlere
sorsunlar!

Divan edebiyatında alay (mizah) da böyledir. Şair söylenmez
bir uzvunun rezilce marifetlerini sayıp döker ve bununla alay etmiş
olur. Bir cemiyetin zevki, bunlarla terbiye edilirse elbette nükte-
leri, belden yukarıya çıkmaz ve şakaları yüz kızartır. Böyle nükte-
ler sarfını âdet edinen bu çeşit şakaları kanıksayan bir topluluk da
elbette menfaatine yardım edeni över, kızınca söver ve âciz kalınca
da döver!

Bu bahsi fazla eşelemiyelim. Sözün kısası öyle över divan şai-
ri, böyle eğlenir ve böyle söver işte.

(Divan edebiyatı beyanındadır, sahife: 67-66 1945).

Abdülbaki GÖLPINARLI

HİCVİYELERE DAİR

Meşrutiyetten sonra Yeni Gazetede şair Eşref, _ Galiba
«râd-ı kaza» başlığı altında kıt’alar yazardı. En büyük kudretini
hiciv yazmakta gösteren bu şairin bu kıt’alan yüzde yüz hiciv miy-
di? bilmiyorum. Ortada en geniş hürriyetlerden biri bulunmasına,
rahmetli Eşrefin de usturuplu ağız bozmakta üstad olmasına rağ-
men bu kıt’alarda kendisine:

   Edeb yahu!

Dedirtecek bir tarafı pek yoktu.

Çünkü hiciv denilen şey, kulaktan kulağa okuncak, pek hu-
susî defterlere kaydedilen neviden olduğu zaman, pek yakın tanı
dıklar arasında dilden dile, defterden deftere dolaşacak bir cazibe
taşıyor.

İzmirde Eşrefin meclislerine devam etmişfe üstadın hizmetin-
de bulunmuş zatlardan birisi hayatta ve İstanbulun basın âlemin-
dedir: Hüseyin Rifat.

Bu zat, Eşref hayatta iken, hattâ oğlu Mustafa Şâtim öteberi
yazarken şiirden hoşlanıyordu belki ama, şiir ve hiciv yaızyor muy-
du? bilemiyorum. Çünkü hiciv, edebi kaidelere, zekâ kurallarına
ve nükte icaplarına uygun olarak ağzı bozmak demektir. Mesleği
icabı, her şeyi en hassas terazilerle tartmağa alışmış olan Hüseyin
Rifat, kimyagerlik ve eczacılık ettiği zaman, öyle sanırım ki,
tdrâk-i maali bu küçük akla gerekmez,

Zira bu terazu bu kadar sıkleti çekmez.

Hikmetini hatırlamış, ölçü dışında hicivler yazmamıştı.

Onun şairliğini geliştiren, ona ilham veren «üzüm kızı» ol.
muştur. Bir zamanlar, bilirsiniz, üstad bu ismi taşıyan bir rakı çı-
karırdı. Onun hakkında yazdığı şu toeyte bakınız:

O kadar sâf-ü elezdlr kİ rakım,

İki zıkkımlanırım, bir satarım.

Bir kaç gündür Hüseyin Rifat, vaktile Eşref’in Yeni Gazetede
yaptığını bir İstanbul gazetesinde yapmağa başladı.

Fakat kulaktan kulağa fısıldanacak, defterden deftere gizlice
geçirilecek kadar cazibeli (!) olmayan bu efendice hicivler neye
yarar?

Onlar öyle kıt’alar olmalı ki yazarken yazanı okurken oku-
yanı kızartmali!

Bu hicivlerdeki efendice üslûp, hiç de o işi göremiyor. Halbu-
ki edebiyattaki kudreti, kimyagerlikte, seyrisefain meclisi idare
âzalığında ve demokratlıktaki kudreti derecesinde yüksek olan
şairin o çeşit hicivleri de kulaktan kulağa dolaşmaktadır.

Ufuk 23-6-946                                          Nurettin ARTAM

   II —

Hiciv iyi bir şey midir, kötü şeyler midir? Bunu bir trafa bı-
rakacağım. Bu türlü yazıların edebî nevilerden birisi olup olmadığı
da bir yanda dursun. Ben, bu fıkramda hiciv yazan ve yapanların
ne karakterde adamlar olduğu noktası üzerinde duracağım

Bizde hiciv vadisinde yazılmış eserlerin en eski ve en meş-


buru Şeyhi’nin Harnamesini hesaba katmıyorum Nef'inin Si.
hâm-ı Kaza’sıdır. Hani bir gün okunurken okunduğu yere yıldırım
düşünce bir şairin:

Gökten nazire indi siham-ı kazası’na

Nef’i diliyle uğradı Hakkın belâsına

Dediği eser. Şair, bu kitabında kendi öz babasına varıncaya
kadar kimleri hicvetmez!

Nihayet ölümüne sebep de Bayram Paşaya karşı gösterdiği ce-
lâdettir ki bir cümlesi tavuk kümesinde boğulmasına sebep olmuş-
tur.

Hiciv denilince hatıra şair Eşref gelmesin olmaz. O da Sultan
Hâmid’le Şeyhülislâm Kapısı ile, daha sonra İttihatçılarla mısra,
mısra dövüşebilmek için ne zaruretleri, ne sefaletleri göze almıştı.
Kahire’de çektirdiği bir resmi bir dostuna hediye ederken bunu
kendine benzetemediğini, başkalarının da benzetemiyeceğini söy-
liyerek zaruret ve sefaletini şu tek mısraa sığdırır:

Giydiğim gömlek emanet fes elin

Nihayet Neyzen Tevfik’e gelelim. Onun da Allaha kadar dil
uzatan hicivleri bedii küfürlerdir ve hepsi kudret ve otorite sahibi
kimseler ve makamlar aleyhindedir.

Bu şairler bunları yazarlarken merdane bir cüret ve cesaret
göstermişler, durumlarının tehlikeye düşmesine, ekmeklerinin el-
lerinden alınmasına, hattâ yerlerinden, yurdlanndan olmıya al
dırmamaçlardır. Ziya Paşanın «Zafemame» si de böyledir.

Hazır hiciv mevzuu açılmışken bunların üç modem örneğin
den de bahsedelim. Bunlar Fazıl Ahmed’in, Hüseyin Kâmi’nin ve
Halil Nihad’ın bazı eserleridir. Hüseyin Kâmi’nin İttihatçılara,
Fazıl Ahmed’in İtilâfçılara, Halil Nihad’ın gene zamanının ileri ge-
lenlerine takılan parçalarına modern hivic demek istiyorum. Fa-
kat bunların çoğunda edebî bir renk, bediî bir değer vardı.

Bu arada beğenmediğim Hüseyin Rıfat’ın kıtalarım bile ce-
saret gösterilerek yazılmış parçalar diye vasıflandırmak mümkün-
dür.

Demek ki hicviye yazanlarda bulunması gereken vasıflar da
vardır. Her hangi bir adam çıkıp dün öptüğü ele bugün tükürme-
ğe kalkarsa, onda bu cesareti göremediğimiz için tiksiniriz. Eski
heccavlar bu kadar düşkünlük göstermediklerinden dolayı.

Metin Kutusu: Ulus 14-1-951Nurettin ARTAM

HİCİV HAKKINDA

Hicvin bu ad altında toplanan benzerlerinin, bir sanat ma-
teryaliyle işlenmiş olmaları, onları edebiyat çeşitleri araşma sok-
muştur. Hiciv ve benzerleriyle komedi, mizah gibi seçkin ve açık
ifade şekli taşıyan ve halk seviyesine inebilen bu edebiyat çeşitlen
hemen herkeste coşkun bir yankı yaratmaktadır. Bunlar her sami-
mî topluluklarda söylenir, okunur ve not edilir. Hakikat böyle iken
bu çeşit edebiyat eserlerinin yayınlandığı pek seyrek oluyor. «Müs-
tehcen», «galiz» ve «perde-birün» hükümleriyle bu gibi eserler an-
cak mahrem defterlerde yer almaktadır. Bu eserlerin kaybolma-
dıklarına ve ölmediklerine bakılacak olursa bunları saklıyan bir
kültür zümresi var demektir.

•+ *

Hiciv edebiyatı, günlük hâdiselere cevap bulmak bakımından
bunalmış kapasiteleri aydınlattığından içsel ve sevilir bir edebiyat
nevidir. Sanatın değerlenmesinde iki kanaat vardır: Birisi, onun
mutlak bir sanat oluşu; diğeri, cemiyete olan faydasıdır. İki ayrı
ekol tefekkürünü kasdeden bu aykırı anlamlarda hiciv edebiyatı
müşterek bir mevki gösteriyor; hem bir sanat ve hem de bir cemi-
yet faydası olduğunu bildiriyor.

Evet, hiciv edebiyatında moral motifler azdır ve ibret süjele-
ri bir kül teşkil etmez ama, onlardaki samimiyete dayanan sanat
ve esprideki incelik onu hakkiyle anlıyanlarca bize birçok şeyler
duyurur ve kıvançla okutturur. Hicivde mevcut bu farikaların ka-
litesi yükseldikçe eserlerin kaba zannedilen tarafları hazlı bir duy-
gu içinde kaybolur, hâfızaya çabuk yerleşir ve sanatın kuvveti onu
hattâ bediî bir hale sokar.

F. UZrN

ALAY, ŞAKA, HİCİV

Politika dedikoduları içine giren bir tenkldci, şakaya, hattâ
öfkeli hicvi hoş görmeğe alışmalıdır. Kendinde tenkid etmek, alay
etmek, şakaya ve hicve almak hakkını bulan, bir başkasına bu
hakkı çok göremez.

Alay, şaka veya hicvin azdıncı değil, usları dinci bir tesiri
vardır. Esneten kuru nasihat hatırdan ne kadar çabuk silinip gi-
derse, dokunaklı bir alay nüktesi insanın içine o kadar işler. Alay,
şaka veya hiciv, ister istemez mübalâğa eder. Mübalâğa «kabalaş-
ma», «galizleşme» demek değildir.

yerinde bir nüktenin, bin yumruktan daha terbiyeci oldu-
ğunu kavrayabilseydik!

Hayat durmadan küplere binmeğe değer mi? Somurtkan su-
rat, öz babanın da olsa çekilir şey mi?

Dünyaya biraz da eğlenmeğe geldik.

Dünya 23-3-952                                       Fallh Rıfkı ATAT

ŞİİRİMİZDE HİCİV

Şiirimiz hicivde bir bakıma fazlasiyle yer bulmuştur. Hicivde
nam salmış birçok şairimiz vardır. Bunların başında Nef’iler, Eş-
refler, Fikretler, Halil Nihatlar ilk akla gelenler arasında sayıla-
bilir. Bu kadar bol hicivci vermemize rağmen, hicivde dar bir şahıs
ve his zaviyesinden görüş, en büyük kusurumuz olarak işaret edi-
lebilir.

Bununla beraber, Fikret ve Halil Nihat şahıslara bağlanan hi
civ ananesini kökünden sarsacak kadar cesaretli hamleler yapmış-
lar ve bunu eserlerinde aksettirebümişlerdir. Fikretin şiirlerinde
bütün devrinin sakatlıklarını, çarp
ıklıklarını olanca aydınlığiyle,
görebilirsiniz. Halil Nihadm aramızdan ayrılmadan önce yayınla-
dığı «Ağaç Kasidesi» nde yaşadığımız devrin inkılâplarımızla içiçe
ifrata kaçan taraflarının iğnelenmesine şahit olursunuz.

Divan edebiyatının en dikkate değer simalarından biri ve hiç-
bir kuvvetten yılmıyacak kadar kudretli bir kelâm kahramanı olan
Nef’i, cesareti ve mücadele mevzuları bir uçtan sosyale bağlı bu-
lunmakla beraber, hicvinin sıklet merkezinde şahsiyattan kurtula-
mamıştır. Vezir Bayram Paşa ile kendi hayatına mal olacak kadar
uğraşması onun bu davranışının açık bir delilidir. Fakat, asıl üze-
rinde durulacak nokta, hattâ aralarına Namık Kemal ve îsmail Sa-
fa’yı da alarak, hiciv yazmış bütün şairlerimizin medenî cesaret-
leridir. Bu medenî cesaret sayesinde yazdıklarını, köşede bucakta
saklamamışlar, her türlü vasıtaya başvurarak onlara geniş bir ya-
yılma sahası kazandırmağa çalışmışlardır. Bu türlü davranışları
kiminin odunluklarda boyunlarının vurdurularak cesetlerinin de-
nize atılmasına, kiminin menfalarda çürümesine, kiminin de ken-
dilerinden en fazla faydalanılacak bir zamanda bir köşeye atılarak
paslanmasına sebep olmuştur.

Aşın bir değersizlendirme hareketi için, hiciv daha evvelki
jaşka duygunun, yani aşın bir değerlendirmenin bir aksülâmeli
şeklinde görülebilir. Bunda fazla yanlışlık olmasa gerektir. Hücum
adilen, eğer anormal duyguların emrinde hareket edilmiyorsa, ya
doğrudan doğruya veya dolayısiyle kendisinden zarar görülen şa-
his veya şeydir. Burada zarar görme hicivcinin yalnız kendi ben;
bakımından mühim değildir. Memleket veya zümre de zarar göre-
bilir ve hicivci de zarara uğrayabilir. Hicivci kendi zararlarını bir
.îosyaltarafa bırakarak topluluğun zararı uğrunda ayaklandığı öl-
çüde sosyal olmak vasfını kazanacaktır. Adlarını saydığımız şair-
lerin hicivlerinde derece derece sosyal hâdiseyi bulabiliriz. Bazıla-
rında sosyal hâdiseye rastlamak yolunda yapılacak izahlar belki
biraz zorlama gibi görülebilir. Ama onların kendi benleri dışında
hiçbir endişeleri bulunmadığı ileri sürülemez.

Son günlerde yayınladığı «Hicivler» adlı kitabıyla hececi şair-
lerden Orhan Seyfi de hicivciler arasına katılînak gayretini gös-
termiş. Kitabının ruhunu, hicvin en iptida! mânada tarif vesaiki,
na uygun bulduğumuzdan üzerinde duruyoruz. Nitekim tamamiyle
politik bir mahiyet taşıyan bu kitap, bir ikisi müstesna muvafık
basında bile kötü karşılanmıştır. Bunun sebebi de meydandadır.
Şair Orhon, kendisini son devreye kadar milletvekili seçi’emediği
ve bundan da onu mes’ul tuttuğu için, ağır bir şekilde hicvetmek-
tedir. Daha altı ay öncesine gelinceye kadar göklere çıkarılan bir
zatın böyle birdenbire yerin dibine geçirilmesi, fizik kusurlarının
ailesine bile teşmil edilerek ortaya konulması, kökleşmiş bir min-
net duygusunun muayyen sebeplerle tersleşivermesinden başka hiç-
bir şey ifade etmez. Şairin, meçhulümüz olmıyan saiklerle kaleme
aldığı «Hicivler», politik temayülü ne olursa olsun, hiciv edebiya-
tımızda şahıs ve ben zaviyesine en fazla yapışık, sosyal vasıftan
an fazla uzak, his köpürüşlerini aşamamış bir nümune diye göste-
rilecektir.

Hafta                                                            Vecdi BÜRÜN

HİCİV Mİ? VOLTA MI?

ZAFER-İ MUSANNA!... VE YENİ HECCAVLAR...

Ra.7.1 ölümler var ki, bir mazhariyet, bir iyi talih eseri sayıla
bilir. Fakat yine, öyle yaşamalar var ki, tamamen bir t
alihsizlik
eseri oluyor. Halkın nefret ve lânetini, en yakın dostlann ihane-
tini ve yüz çevirmesini görmeden ölüp gidivermek gefçekten bü-
yük talih eseri...

Görmeden bugünü vaktlle ölenler gülsün...

Gül gibi hâk-i mezara dökülenler gülsün!...
diyen şair, bu mısraları sanki bugün için söylemiştir. Gül gibi ol-
masa da, hattâ hâke de dökülmek nasip ve müyesser olmasa, yine
de ölmüş olmak bir saadet!...

Politika hayatında, ölmeden evvel ölmek bir facia!... Bunun,
uzaktan seyri bile acı... Hemen Allah kimsenin başına vermesin!..

«Felek göstermesin bir yerde âsâr-ı izmihlâl!...»

C. H. P. nin başına bir izmihlâl felâketi gelince bu mısraın
derin mânâsım gözlerimizle gördük ve hâlâ da görüyoruz. Hem de
nasıl?... En pısırık bendegân bile efendilerine velinimetlerine dil
uzatabiliyor. O derecede ki, düşmanlan bile mebhut eyliyecek ka-
dar...

Bizim krk yıllık hececi başı da heccav olup çıktı.

Bu nasıl olur?... demeyiniz; bu dünyada olmaz olmaz!... İhti-
yaç ve zaruret insanı, durup gururken, heccav da yapabilir... OT-
han Seyfi’ninki de böyle; lüzumuna binaen?...

NEF’İDEN EŞREFE VE NEYZENE KADAR...

Hececi heccav oldu, diyoruz amma, oldu demekle olur mu
hiç!... İkisi de (Hece) ile başlıyor amma sonra tamamen ayn isti-
kametlere gidiyor... Ressam nasıl karikatürist olmazsa, bir şair de
kolay kolay heccav olamaz. Hiciv, şiire benzemez, belâlı bir iştir.

Karikatürist, hapsi göze almış; hicivci de kelleyi koltuğa almış
adamdır. Çünkü hiciv ve karikatür, insanlann maddî ve manevi
varlıklanna zayıf, sakat, sivri taraflanna dokunur, blöfleri ortaya
koyar ve daima sahibi için acı olan gizli hakikatleri açıklar. Hiciv-
de temel: Mazmundur. Hakikî bir heccav, bir mazmun yakaladığı
zaman, onu ne pahasına olura olsun kullanır ve kendisini bu sanat
yolunda, hiç yoktan tehlikelere atar. Bunu Eşref, ne güzel ifade
etmiştir.

«Eylemem hicv-i cdânı eylemekten içtinab

Doğruyu söyler, gezer bir şairim.

Hoşça bir mazmun bulunca Eşref!...             ^

Kendimi hlcveylemezsem kâfirim...»

Hicviyeci için asıl olan menfaat, kin ve nefret değil, sadece
mazmundur. Hakiki bir heccav, bir mazmun yakaladığı zaman onu.

her ne pahasına olursa olsun kullanır ve bunu bilhassa iktidarı
elinde bulunduranlara yöneltir!...

Edebiyat tarihimize baktıkça görürüz ki, hiciv, (Merd-i Su-
hen) lerin kârı olmuştur. Hakikati sevenlerin, hür düşünen ve tok
söyliyen insanların işi olmuştur. Nef’iden tutunuz da, bugünkü
Neyzen Tevfik’e kadar bütün hicivcilerimiz tok sözlü, dik başlı er.
kek adamlardır.

Bilmem ki, Orhan Seyfi’nin düşmüş, zebunlaşmış bir iktidara
yönelttiği ve adına hicviyeler dediği hecelerden kaç tanesi nesille-
rin hâfızalarında Eşref’in kıt’aları ile yanyana kalabilecek!... Te-
menni edelim ki Eşref’in ruhu onun bu teşebbüsünden haberdar
olmasın... Eğer bir duyarsa:

Şuaradan bulunup cy sövüşen mcş'areler,

Terkedin âleme karşı bu çocuk âdetini...

Bir daha böyle sövüp saymanızı duydum mu,

Alimallah       cümlenizin ....... !...

diye bavlıyacağı muhakkak.

YEK VÜCUT VE İKİ O!...

Hececinin (Hicivler) inden Eşref’in henüz haberi yok. Şimdi-
lik kendisine talebe nev’inden bir genç sataşmış... Hem nerede:
C. H. P. nin baş düşmanı olan Kudret’te... Hicivleri, münevverler
ve halk beğenmek şöyle dursun Kudret bile nefretle: «Tû Sana!»
diyiverdi.

Yeni hicivci bir mısra-ı berceste ile cevap verecek yerde ayni
mazmun ile yani «Tû!... Sana oğlum!» diyerek bir cevap verdi ve:
«Mustafa Kemal Paşa, kendisinin Anadolu için zararl» olacağına
kani olduğundan kabul etmedi. Ters geri İstanbula yolladı. Ata-
türk’ün Millî Mücadeleye kabul etmediği Orhan Seyfi!... diye bir
şeyler söylüyorsun amma, o ben değilim. O sırada ben ne Ankara-
ya geldim, ne gelmeye teşebbüs ettim, ne de, tabiî geri gönderil-
dim.» dedi. Yazı sahibi gençle arayı fazla açmamak için, de alttan
alıp: «Türk edebiyatında hiç bu kitap kadar iftirasız, isnadsız, ga-
rezsiz, terbiyeli bir hiciv gördün mü?... Bunlara hiciv bile denmez,
yavrum!» diyip işin içinden sıyrılmağa baktı.

Orhan Seyfi’nin, en doğru sözü bu son cümlesidir!

Fakat asıl söylenmesi gereken şeyi söylemiyor. Ben o değilim,

o başkasıdır, diyip duruyor. O, o, ol... O kim yahu!... Anadolu’dan
geri gelen ikinin biri değil mi? İlâhi Orhan Seyfi, vücudünüzün öteki ba§ı değil mi? Bu kadarcık küçük nüansı bir genç nasıl tef-
rik etsin?

Ha Ali Mehmet, ha Mehmet Ali!... Arada teklif mi var?...
Hafta:                                                        Tozan BOZAN

ŞİİR KURBANLARI, EZA VE CEZA
GÖREN ŞAİRLER

Osmanlı tarihinin edebiyat cephesi de hayli kanlıdır. Bazan
din, bazan siyaset vesile yapılarak, vani dinsiz veya muhalif deni-
lerek zaman zaman şair kafası da kesilmiştir. Şair, güzellikleri te-
neffüs ve terennüm eden sanatkâr demektir. Onlar hurafelerden
.grenirler, haksızlıklardan tiksinirler, hayatı ve kâinatı lekesiz bir
s Ö zellik içinde görmek isterler.

Hakları da yok değil. Çünkü hurafeler, beşerin en yüksek sü-
iünü teşkil eden zekâya sürülmüş çamurlardır. Sezen bir dimağı,
duygulu bir ruhu ancak iğrendirirler. Haksızlıklar, beşerî duygulu
bir ruhu ancak iğrendirirler. Haksızlıklar, beşerî haysiyeti inciten
uğursuz yumruklardır. Hak mefhumuna saygı ve saygı gösterecek
kadar yüksek yaratılmış bir kalbe ancak bulantı verirler. Bu se-
beple şairlerin çirkin ve bâtıl fikirlere, hareketlere karşı feveran
göstermeleri gayet tabiîdir.

Fakat müstebit idareler, çirkinlikten iğrenilmesine, nefret
gösterilmesine de tahammül edemezler. Ondan ötürü hurafeleri
tezyif ve haksızlık yapanları tahkir etmek isteyen şairler her yerde
ve her diyarda asırlarca mücrim sayıldı, şiddetle takip ve tâzip
olundu.

Osmanlılık devrinde hayatı tehlikeye ilk düşen şair «Şeyhi»
dir. O Germeyanlı ti ir hekimdi. İsmi Sinan olup şiirde «Şeyhi» mah-
lasını kullanırdı. Cehlin ilme, riyakârlığın doğru özlülüğe, yabancı-
ların yerlilere tercih edildiğini görünce dayanamadı «Hamame» yi
yazdı. Padişah başta olmak üzere devrinin toütün büyüklerini eşek-
likle itham etti. Fakat bu hicvini bitirir bitirmez savuştu, kellesini
koparılmaktan kurtardı.

«Şeyhi» nin çağdaşı olan Türkmen İmadettin onun kail ar
mesut olamadı. Halepte Kölemen idaresine yakasını kaptırdı. Ne-
simi mahlası ile ün alan bu filozof Türkmen, hayrı ve aşkı telkin

ederdi. Ferdiyeti gösteren insan ruhunun cemiyeti ve külliyeti
temsil eden İlâhi ruh ile denize karışan yağmur taneleri
gibi imtizaç eylemesi lâzım geleceğini söylerdi. Bu telkinler kü- [1]
för sayıldı ve zavallı Nesiminin derisi yüzüldü.

OsmanlI idaresinin ilk astığı şair «Figanı» ddr. O, Kanunî Sul-
tan Süleyman devrinde şöhret bulan sanatkârlardandı. Farsça bir
beyti bir edebî mecliste mânalı surette dile aldığından dolayı Sad-
râzam İbrahim Paşaya hücum etmiş olmakla itham ve bir eşeği;
ters 'bindirilerek İstanbul sokaklarında teşhir olunduktan sonra
idam olundu. (*)

Malûm olduğu üzere Kanunînin veziri İbrahim paşa, Budapeş
teden birkaç tunç heykel getirip İstanbulda yaptırdığı sarayın önü-
ne diktirmişti. Figanlnin o Farisî beyti okuması ve belki teşrih et-
mesi bu münasebetle suç sayılmıştır.

Figanî’nin başına gelen felâket şairleri hayli korkutmuş ola-
cak ki yüz yıl kadar edebiyat sahasında kan döküldüğü görülmü-
yor. Dördüncü Muradın idareyi ele almasile bu sükûn bozuluyor,
şairlik âlemi yine kurbanlar vermeğe başlıyor. O zâlim Hünkârın
öldürttüğü şairlerden biri «Mantıkî» dir. Bu zat, hem şair, hem ka-
dı idi. Bir taraftan şiir, bir taraftan ilâm yazardı. Tıpkı Şeyhi gibi
cehlin ilme hâkim olmasından müteessir oldu. Beraber çalıştığı ve-
zirleri birer birer hicve başladı. O meyanda Şam Valisi bulunan bir
cahili de hırpalamıştı. Vali, şair kadıyı zehirletmek istedi, o da Ha-
lebe kaçtı ve bu ilticasını şu kıt’a ile İstanbula bildirdi:

Şâm’da bilmediler kıymetimi
İltloa ettim Halebüşşehba’ya
Harlerln çifte-i iz'acından
İltica ettim Öküz paşaya.

Halepte öküz lâkabile meşhur Mehmet Paşa vali idi. Bu se-
beple Mantıkî’nin kıt’ası manalı ve hali de harap idi. Çünfcü yağ-
murdan kaçıp doluya tutulmuş bulunuyordu. Nihayet Dördüncü
Murat işe karıştı. Cehlin düşmanı, cahilin düşmanı ve cehli hima-
ye edenlerin düşmanı olan Mantıkî’yi astırdı.

Fakat ölümü bir hâdise teşkil eden şair, meşhur «Neri» d:r

Türk edebiyatının en büyük üstadlarmdan olan bu Erzurumlu
(Hasankale’li) dâhi de yukarıya ve aşağıya ateş püskürmekten,
cahil ve mürtekip devletlilerin sığındıkları altın kalelere manzum
yıldırımlar yağdırmaktan geri kalmıyordu. Dördüncü Murat, uzun
bir müddet onu okşadı, ihsanlarla ağzım kapamak istedi, fakat
zulmün zulmet yarattığı bir devirde de nura gem vurmak mümkün
değildir. Nur, yayılmak ve karanlığı yırtmak ister. Nef’î de padişa-
hın cemilelerini istihkar etti, hak için bağırmaktan geri kalmadı
ve bu uğurda can verdi.

Nef’îyi padişahın iradesile öldüren Sadrâzam Bayram Pa-
şadır. Cellâtlık vazifesini yapan da Boynueğri Mehmet çavuştur.
Bu adam zavallı Nef’îyi yumruklaya yumruklaya kömürlüğe götü-
rüp boğdurmuştur.

Faciayı zamanın dalkavuklan alkışladılar. Bayram Paşayı
tebrik ettiler. Ancak 200 yıl sonradır ki başka bir şair, o şanlı, şöh-
retli Ziya Paşa, zalimle mazlûmun kıymetlerini şu beyitte tesbit
etti:

Bayram gibi bir hâri zemane
Kıydı o yegânei cihane.

Fakat Ziya Paşa bir gün kendine de kıyılacağını menfalarda
süründürüleceğim bilmiyordu!

Tan 13-8-939                                            M. Turhan TAN

SİYASÎ ŞİİRE DAİR

Genç ve mütefekkir muharrir Nâdir Nadi, bir fıkrasında siya-
sı şiirden bahsederken, bunlann az ömürlü şeyler olduğunu, kısa,
baharın güzelliğini, bir karanfilin neşesini tasvir eden bir iki be<-
yitlik şiirleri, uzun uzun yazılan siyasî şiirlere tercih ettiğini söy-
lüyor ve «Ah, Fransız şairleri, keşke öyle kolaç kolaç siyasî şiirler
yazmasaydımz!» diyordu.

Genç muharrir «siyasi şiir» diye hangi kısım manzumeleri
kastediyor?... Vatanî şiirler mi? Yoksa siyasî tarihleri ihtiva eden
manzumeler mi?...

Hangisini de olsa, bunları mânâsız ve faydasız bulmasını doğ-
ru görmüyoruz. Vatanî şiirlerin, bir h
alkı heyecana getirmek bı-
kımından faydaları nasıl inkâr edilebilir? Sonra bunlann, gençle-
rin körpe dimağlarında ve minimini yavrulann üzerinde terbiyeyi

F: 3


tesirleri olduğunu da unutmamak lâzımdır.

Fransayı hürriyete kavuşturmak için, Maraların, Dantonların
ve bütün ihtilâl ricalinin hitabeleri, nutukları, makaleleri kadar,
şairlerin de tesiri olmamış mıdır?

Siyasî tarizleri ihtiva eden şiirlerin de kütle üzerinde büyük
rolleri vardır. Bu tarzdaki eserlerin de faydalan görülmüştür. Baş-
ka milletleri bir tarafa bırakalım, bu kabil yazılar hürriyet ve in-
kılâp mücadelemizde müsmir bir rol oynamıştır.

Bunlar, müstebit padişahlara karşı duyduklan kini, hıncı
muhtelif sebeplerle söyleyip haykıramıyan ağızlarda bir teselli
teranesi, bir de nağmesi halinde dolaşmış âmme vicdanında yeı
bulmuş, halkın dilinden düşmemiştir. Bütün tazyiklere, baskınlara
rağmen Namık Kemalin, bu büyük vatan şairinin (Vatan) kasidesi
ve diğer . haydi değerli meslekdaşımın tâbirile söyliyeyim siyasi
manzumeleri her evde okunur, her talebenin defterinde bulunur-
du. Ellerde, dillerde dolaşırdı.

Ziya Paşanın, Deli Hikmetin, Abdullah Cevdet’in Süleyman
Nazifin şiirleri de böyle değil miydi? Hafızalarımızda yaşadığı ka-
dar, dillerimizde de dolaşmıyor, şurada burada okumuyor muyduk?
İstibdadın düşmanlığını, ikinci Abdülhamidin zulmünü, devlet er-
kânının fenalıklarını bu şiirlerden, bu manzumelerden, yani siyasî
şiirlerden öğrenmedik mi?

Şu mülkün halkını söylet sana fcryad lâzımsa,

Şu halkın mülkünü seyret harab âbâd lâzımsa!

Beytini, istibdatta, saraya karşı ruhan haykıranların sayısı
kabarık bir yekûn tutar.

Sonra toüyük hiciv şairi Eşrefin (Hasbühâl) i ve (Lâzımsa)
adlı uzun şiiri ve benzerleri siyasî şiirlerin en kuvvetlilerindendir
Bunlann, halkımızın üzerindeki tesirlerini nasıl inkâr edebiliriz.
O, uzun süren bir mutlakiyet devri içinde İkinci Abdülhamit ile
ricalini hiciv ve terzil etmekten çekinmemiş, yazıları hafızadan ha-
fızaya, dudaktan dudağa intikal etmiştir. Halk bunları okumakla
müteselli oluyor, müstebidlerden bir nevi intikam alıyordu.

İnkılâbın zarurî olduğunu kafalara ve ruhlara bu şiirlerin aşı-
ladığını inkâr edebilir miyiz? Muhakkak ki, siyasî şiirler kuru bir
tarizden ziyade, terbiyevî ve ikazkâr bir düşünce ile yazılmıştır.
Ve yazılır. Ve bunları faydasız bulmak, - fikrimizce hatalı bir gö-
rüştür.

Ben ne mesihi, ne mesiha demem,

Zevki hakikatte arar âdemim!

Haber 16-11-1941                                                LÂEDRİ

HİCİVLER VE HECCAVLAR

Bu haftanın en mühim hâdisesi «Hicivler» dir. Ziya Paşa ne
güzel söyler:

Çarhdan aldım «Ziya» tiğ-ı zebanla intikam

Rahmet olsun fen-ni nazmın pirine, üstadına!

Haklı değil mi? Hiciv kadar tesirli ne olabilir ki? Dünyada
her şey geçer; güzel söz kalır... Hele dokunaklısı olursa bir anda
dilden dile atlar; yayılır, yerleşir ve yaşar.

C. H. P. şefinin aleyhinde çıkan hicivler de böyle olacak. Bu
kıt’alar şimdiye kadar söylenen sözlerin nazımla ifadesinden iba-
rettir. Fakat itiraf etmeli ki bunlarda ne Neyzenin ne de Hüseyin
Rifatın ürkütücü ve ısırıcı mânası vardır. Herkes şair olur ama
Heccav olamaz. Meselâ Nef’î büyük bir şairdir... Fakat büyük bir
Heccav değildir. Muasırlarından (Kirli Nigâr) la kapıştıkları za-
man kadın Nef’inin en ağır hicivlerine bir beyitle mukabele etmiş
ve şairi habt etmiştir. Edebiyat tarihinin hiciv vâdisinde söylenmiş
en beliğ bir sözü olduğu için bu beyti yazıyorum; Kirli Nigâr şöyle
demiş:

"Bayır turpun diyorlar Nef’î yokdur

0...dıkça çıkan Nef’î değil mi?

Nef’ı idam edileli nice oldu. Kirli Nigârın belki edebiyat tari-
hinde kayda şayan bir divânı bile yoktur. Fakat şu beyit hâlâ ya-
şıyor.

Orhan Seyfinin hicivlerinde bazıları var ki bahsedilmeğe de-
ğer. Meselâ:

Yaş haddini doldurdu dedin «Çakmak» ı atdın

Yaş haddine rağmen «Gedeleç» kaldı yerinde!

Hizmetde, liyâkatde, faziletde değilse!

Anlat bize: Ölçün nedir insan değerinde?

Bir de şu var:

Şu hastahane, şu mekteb, şu köprü, câmi... hep

Sayın seleflerinin vakfıdır. Senin var mı?

Seninki nerde paşam? Halka zorla yaptırılan

Çürük çarık, yan kalmış, harâb okullar mı?!

Hicvin kuvveti hakkında bir fikir vermek için son asrın en
kuvvetli Heccavı olan Eşrefin Sultan İkinci Abdülhamidin attan
düşüp ölen Hazine-i Hassa Nâzın Agop Paşa halikında söylediği
kıt’ayı yazalım:

Atdı at ânı; o da duzaha atdı câııın

Biri duymuşdu bunu; Çikdı dedi memşâdan

Nallan atmak ile (dördü) hesabdan tarh et;

Çıka târih-i vefât ism-i (Agop Paşa) dan

Sadrâzam merhum Kâmil Paşayı veçhen Yahudiye benzetir-
lerdi. Eşref, İzmirde Paşanın çok iltifatını görmüş olmasına rağ-
men onu da hicvetmiştir:

Hazır elbise satan kavm-ı Yahuddan birisi
Bana bir kaşkariko eyledi külllyet ile...

Ben anın ânesini, babasını beller İdim.

Sadıra’zam darılır, gayret-i milliyet ile.

Eşrefin elinden daha doğrusu dilinden kurtulan vükelâ azdır:
Hariciye Nâzın Kürt Sait Paşanın yerine Arnavut Turhan Paşa
için de:

Gerçi sen Dahiliye Nâzınsın
Zurnanın (nâ) sı nâzınn (zırı) sın.

Demiş...

Eşref yine Sadrâzam Kâmil Paşa hakkında şöyle bir hiciv
yazmıştır:

Agop pâşâyı lütfet Padişahım sadr-ı-a’zam yap.

Deninin peyrev-i ikbâli varsın bir deni olsun.

Sadâret mührünü memnu’ ise vermek müslümâna.

Yahûdlden usandık bir zaman da ermeni olsun.

Süleyman Nazif merhum da ateş zeban Heccavlardandı. Sul-
tan İkinci Abdülhamidin istibdadını istihlâf eden İttihat ve Te-
rakkinin memleketi birinci dünya harbine sürüklediği zaman yaz-
dığı şu kıt’a hatırlardadır:

Halt edub durduk siyâset nâmına
Türkü mahvetdik celâdet namına
Mülkü yıkdık aşk-ı millet nâmına
Milleti soyduk hâmiyyet nâmına.

Hele bir şarkısı vardır ki o zamanlar herkesin ağzında gezer-


di. Sultan İkinci Abdülhamide hitaben yazılan şarkı şudur:
Padişahım gelmemişken yâde biz
İşte geldik senden istimdâde biz
Öldürürler başlasak feryade biz

Hasret olduk eski istibdada biz.                     «

Dcmbcdem coşmakda fakr-ü ihtiyaç

Her ocak sönmüş ve susmuş millet de

Memleket matemde; öksüz taht-ü tâc

Hasret olduk eski istibdâde biz.

Eşref kuvvette Heccavlardan biri de Neyzen Tevfiktir. En kuv-
vetli hicivlerinden bazılarını alıyorum:

Hep fırıldak döndürüb saymakda tüccar durmadan
Iztırabmdan bütün efrâd-ı millet inliyor
Çünkü kirli kârlı işler mâverâsmdan hemân
Sırtda bir                        fırlayor.

«Hicivler» müellifi öz Türkçe maskaralığı hakkında şöyle di-
yor:

Soruyorlar bize «Öz türkçe nedir?»

«Yaşayan, anlaşılan dil!» diyoruz.

Oturup bilmeceler uyduruyor,

Sonra «öz türkçe budur bil!» diyoruz.

Fakat bunun en kuvvetlisini Neyzen söylemiştir:

S...dılar her türlü ilmin türkçe ta’birâtına
Pek gülünç sözlerle doldu şimdi «kamus’u terim»

Böyle mantıksız buluşlar ilme bir hidmet İse
Belki yüzlerce (terim) s... dadır her gün gerim ([2])

Hüseyin Rifat da çok velûd bir hiciv şairidir. Saraçoğlu hak-
kında yazdığı şu hicve bakınız:

Başvekil oldu Saraçoğlu. O gün
Verdiği sözleri hep çıkdı yalan.

Babası eşşeğe dikmişti semer
Kendisi blzlere yükletdi palan.

Bu şairin kısmı seçimler hakkında söylenmiş bir hicvi vardır ki
âdeta bir tablodur:

Seçimlerden zaferle çıkdı gûyâ Halkçılar (Rif’at)

Bütün milletle birlikde bu hâle gülmeden bittim

Görünce câmilerde kimsesiz sandıkları tenhâ
Musalla taşlarında bir fakir tâbûtu zan etdim.

Hiciv, sonu gelmiyen bir âlemdir. Fuzulî meşhur Kalem kasi-
desinde:

Alınmış akçen ile bir kulundürür makbul
Basın eğer keseler eylemez firâr kalem.

Der Hiciv de kalemin kendi kendine şahlanmasıdır.

Hicve kızmak olmaz. Ziya Paşanın bir sözü ile başladığımız
bu sohbeti yine onun bir beyti ile bağlıyalım:

İ’tiraz eylerse bir nâdân «Ziyâ» hâmûş olur.

Çünkü bilmez kadr-ı güftârın suhandân olmayan!

Yeni Sabah 14-1-951                           Refiî Cevad ULUNAY

TANZİMAT DEVRİ VE BAZİ
HİCVİYECİ ŞAİRLER

Tanzimat devrinin münekkit şairleri arasında, başta Koniçeli
Kâzım Paşa gelir. Kâzım Paşa Amavuttur. Yanyalı idi. Ta Büyük
Reşit Paşa zamnmdanberi memlekette yapılmakta olan icraat ve
ıslahata aleyhtardır:

«Yarım sağ, yarım sol, yarım sağ ile
Nice bir bahadırlık oldu heba!...

Oyuncağa döndü gaza vü cihat,

Bu hale sebeptir Reşit ü Rıza!...»

Diyerek Tanzimat hattını ilân ettirmiş olan Reşit Paşaya ve
askeri tensikata himmet sarfeylemiş bulunan cihan seraskeri
Rıza Paşaya tarizler eylemiştir.

«Zemaneniri şu tabibi reşidine bak kim,

Revaç vermek için kendi kâr’ü san'atma;

Vücudü naziki devlet rehini sıhhat iken,

Düşürdü reyi sakimi firengi illetine!»

Kıt’ası da onundur.

Kâzım Paşa hicviyelerinin en muzuru ve en çirkini Mithat
Paşa merhum hakkında söylemiş olduğu kıt’adır. Mithat Paşanın
«Kanunu esasiyi» ilân ettirmesine mükâfaten (!) memleketten ih-
raç ve Brindiziye uzaklaştırıldığı gün söylediği ve hemen o akşam
rical ve kibar konaklarına dağıttırdığı kıt’anın son mısraı şudur:
«Soktular dillerini kıçlarına Mithatiyan!»

Bu kıt’anın tamamı şöyle olsa gerek:

«Geldi, girdi kotese keııdi ayağıyla bugün;

Anlasunlar, kim imiş sadrımız, ebnayi zaman!...

Şahı âlem, dek cdüp tuttu kolundan kovdu;

Soktular dillerini kıçlarına Mithatiyan!...

Hatırıma böyle geliyor. Fakat katî surette temin edemem.

Çocukken işitmiştim.

Memlekette can ve mal emniyeti, fikir hürriyeti tesis etmek
için her tehlikeyi göze aldırmış olan Büyük Reşit Paşa gibi, Mit-
hat Paşa gibi büyük kafalara, büyük ruhlara, büyük vatanperver-
lere Kâzım Paşa gibi bilgin, kalem sahibi bir nazımın, bu yolda hü-
cumlarda bulunması ne kadar çirkindir!

Keçecimde İzzet Molla:

«Etmez cihanı keşmekeşi zaliman harab,

Eyler onu müdahenei âliman harab!...

Bir mevsimi baharına geldik ki âlemin,

Bülbül hâmûş, havz tehi, gülistan harab!...»
demekte ne kadar haklıdır!

Kâzım Paşa öldüğü vakit seksen yaşını mütecavizdi. Liva, fe-
rik olmuştu. Babıseraskerî muhasebat dairesi ikinci reisi idi. Sicilli
Osmanî sahibi Süreyya Efendi onun hakkında: «Edip, ateşzeban
bir şairi beliğ olup divanı, şiiri ve bu kadar mizah ve hicviyesi var-
dır» der.

Filhakika nazmına diyecek yoktur. 1297 de Sami Paşazade Ba-
ki Bey ile Hüsameddin Efendi hafidi Mahmut Celâl Beyin tesis et-
tikleri «Hazinei evrak» risalet mevkutesinde, Kâzım Paşanın gü-
zel ve beliğ manzumeleri görünür. Hele kendisine isnat olunan bir
mersiyede:

«Düştü Hüseyin atından sahrayı Kerbelâya,

Cibril! git haber ver Sultanı enbiyaya!...»
beyti ne kadar hoştur.

Hersekli Arif Hikmet Beyin 1293 muharebesinde söylediği, ve
1302 rumî senesine tesadüf eden bir Ramazan gecesinde . Manastır
bidayet mahkemesi hukuk dairesi reisi iken - cehren ve âlenen ez-
berden okuduğu aşağıdaki manzume, o zamanın ruhî temayülleri-
ni ve efkârı umumiyesini gösterir:

«AlmanyalI fesat averdir,

Nemçeli kahbei sahib şerdir.

Rusya zalim yağmakerdir.

İngiliz bunlara nisbet erdir!

B... nisbetle tezek anberdir.


Hiç iinıit eyleme devlette beka,
Münferit sulh olunursa İcra;

Rusya mülkü eder istilâ
İngilizden edelim istihma!

B... nisbetlc tezek anberdir.
Şeyhülislâm zemimülef’al;

Vükelâ ile olup hem ahval;

Ettiler şahı cihanı İğfal,

Bari çıksaydı nolurdu deccal!

B... nisbetlc tezek anberdir.

Böyle bir günde olup sadrnişin,

Deli Corci gibi mürted ve mühin;
Bundaı^ et hali kıyas - ü - tahmin!...
Gerçi server ise de bir bîdin...

B... nisbetlc tezek anberdir.
İrtikâp ile Redif . ü Mahmut,

Ya o Şapur çelebil mahut!

Ettiler devleti mahvü nabut
Saffetin varsa hatası madut...

B... nisbetle tezek anberdir.
Cevdetin hizmeti me’mul ise de;

Cehli var, llmile meşgul ise de!

Kadri her fısk ile mecbul ise de,
Rüştü Paşa dahi mes’ul ise de...

B... nisbetle tezek anberdir.
Sayalım bir dahi matuhini:

Cümleden Kânii bed ayini...
Müsteşarın hele yok temkini
Namıkın var yine sıtk - ü dini
B... nisbetle tezek anberdir.
Nazın maslahatı bahriye,

Millete olsa nola fahriye!

Mahvolup devleti Şapuriye
Bize hükmetse beça Rusiye...

B... nisbetle tezek anberdir.
Lâyık olmaz mı, serapa millet
Hep kumandanlara etse lânet!...

Yine Nadir gibi bir bed haslet
Görünür cümleden ehven elbet...

B... nisbetle tezek anberdir.


Bulamaz kimse sipahilere hata,

Ana marşal Bazen olmaz hempa.

Bi kusur olsa Süleyman faraza.

Edelim biz yine Muhtara dua!...

B... nisbetlc tezek anberdir.

Devletin halin edince teşrih,

Kailiz mahvına ba hükmü sarih,

Ederiz hep vükelâyı takbih...

Mithatı eyleriz amma tercih...

B... nisbetle tezek anberdir.

Hicviye yazdırmak, Abdülhamidin kullandığı silâhlardan biri
idi. Yukarıda nakletiğim Kâzım Paşa kıt’asının, Abdülhamidin
emir ve ilhamı ile yazıldığını katiyetle bilemezsem de, zan ve tah-
min etmek için misaller vardır. Abdülhamit mezkûr kıt’ayı yazdırt-
mamış olsa bile pek hoşuna gitmiş, yazanı mükâfata müstahak
görmüş olduğunda şüphe yoktur.

Koniceli Kâzım Musa Paşayı seksen yaşma kadar memuriyet
başında bulundurmak, babıseraskerî muhasebe dairesi ikinci reis-
liğinde istihdam etmek; bir minnettarlık ve hoşnutsuzluğun kat’î
delilidir. Fakat Abdülhamit kendi adamlarını, yine kendi adamları-
na hicvettirdi. Meselâ Serhafiye namile yadolunan Ahmet Celâled-
din Paşayı Parise gönderdi. Ahmet Rıza Beyi, Ali Kemali, Süley-
man Nazif i Murat Beyi Sami Paşazade Sezai Beyi, İshak Sükûtiyj,
Abdullah Cevdeti memlekete döndürmeğe, veya susturmağa memur
etti. Ahmet Celâleddin Paşanın bunlardan birçoklarım iknaa mu-
vaffak olduğu haberini alınca Lâstik Sait Beyi Yıldıza çağırttı.
Müsahip Singapurlu Mustafa Efendi vasıtasile kendisine havadis
verdirdi:                        '

   Ahmet Celâleddin Paşa Jöntürkleri kandırdı; önüne katıp
birçoklarını İstanbula getiriyor, buna bir hicviye söylesin dedi.

Ertesi gün Sait Bey, aşağıdaki kıt’ayı yazıp, aynı vasıta ile
takdim etti. Kıt’a Abdülhamidin pek hoşuna gitti; pek memnun
oldu. Sait Beye atiye gönderdi ve:

«— Kıt’a her ne kadar güzel yazılmış ise de, pek kısa olmuş.
Bunu 'bir parça daha uzatsınlar!.» dedirtti.

Sait Bey, Abdülhamidin bu iradesini de yerine getirdi. Kıt’a-
yı taştir etti yani satırları arasına satırlar kattı şu surette bü-
yüttü. Kıt’amn metni şudur:

«Bir sürü herzeciler Parise toplanmış idi.

Cümlesi fenni siyasetten idi blbehre

Kasarak başlarını kancaya, kattı önüne...

Girdi Ahmet Paşa bir kaz sürü sile şehire!...»

Kıt’anın taştiri de şu şekildedir:

«Kimi K af kaslı Muradın sözüne kanmış idi.

Kimisi İngilizin vadine aldanmış idi.

Bir sürü herzeciler Parise toplanmış idi,

Cümlesi fenni siyasette idi blbehre.

Ciybi ihsanı hümayunu uzattı önüne,

Jönlerin, arpa gibi, mangırı attı önüne.

Girdi Ahmet Paşa bir kaz sürüsile şehire.»

Birinci kıt’ayı Süleyman Nazif Bey merhumdan, Bursa mek-
tupçuluğu esnasında işitmiştim. Nazif derdi ki:

   Kıt’a 'bize, Parise, İstanbuldan gönderildi. Ben ve daha bir.
kaç arkadaşım Ahmet Celâlettin Paşa ile İstanbula dönüyorduk
(Gare de l’Est) (*) te trene binmek üzere iken, Şûrayı Ümmet ve
Meşveret gazeteleri muharriri Sami Paşa zade Sezai Beyefendi ar-
kadşımız bizi teşyie geldi. Bir gün önce gazete idarehanesine gel-
miş olan bu kıt’ayı getirdi. Ben de irticalen şöyle mukabelede bu-
lundum:

«Bahse değmez ise de kaz sürüsü mazmunu

Yine reddetmeliyiz, köhne eda şairine.

Etti âvanı ile miri Sait İstikbal,

Girdiler it sürüsü, kaz sürüsü birbirine!...»

Meşrutiyet ilân olundu. Kemal Paşazade Sait Bey, Kasideci
Ziya Molla ile beraber dokuz sene geçirdiği San’a kalesi zindanın-
dan İstanbula avdet etti. Akşamlan Haydarpaşa vapurunda bulu-
şur, konuşurduk. Sait Bey Süleyman Nazif Beyin mukabelesinden
haberdar değildi. Nazif’in kıt’asmı okudum. O da kendisinin taşti-
rini okudu. Ben bir cuma ziyaretinde "ve tesadüfen sohbet arasın-
da, kıt’ayı ve taştiri Damat Nureddin Paşaya okudum, Paşa hay.
ret etti.

   Ay! Sait Bey Ahmet .Celâleddin Paşanın, kayınpederim Ab-
dülhamide kaz çobanlığı ettiğini nereden biliyor? dedi ve ilâve
etti:

«Ahmet Celâleddin Paşa bir Çerkeş kölesidir. Kayınpederim
onu şehzadeliğinde satın almıştır. Ahmet Paşa, sekiz dokuz yaşın-
da iken, kayınpederim Kâğıthanede Ihlamur köşkünde onu kazla-
ra çoban olarak kullandı. Zeki, sadık ve akıllı bir köle olduğundan
makama geldikte hizmetinde kullandı.»

<*) Pariste bir şimendifer istasyonudur.

Dedi. Bu söz benim hayretimi mucip oldu. Sait Bey, Ahmet
Celâleddin Paşanın kaz çobanlığından gelme olduğunu bilerek mî1
yoksa bilmiyerek mi mahut kıt’ayı söylemiştir? sualini kendi ken-
dime irat ettim.

"Meseleyi halle koyuldum. Sait Bey o sırada Pangaltıya nakli
mekân etmiş. Harbiye mektebi karşısında oğlu Asım Beyin hane-
sinde misafireten oturmakta bulunmuş idi. Ekseriyetle akşamları
hava almak için caddeye çıkar, belediyenin ağaçlar arasına dizdir
diği yeşil tahta kanepeler üzerine oturarak vakit geçirirdi. Bir ak-
şam yanına gittim ve meseleyi açtım:

   Hayır! Benim, Ahmet Celâleddin Paşanın Ihlamur köşkün-
de Abdülhamide kaz çobanlığı ettiğinden malûmatım yoktur. Şimdi
öğreniyorum. Ve sizden işitiyorum. Ben o kıt’ayı, Abdülhamidin
musahip Mustafa Efendi vasıtasile tebliğ ettiği bir irade üzerine
yazdım. Taştirini de yine Abdülhamidin talebi üzerine yazdım. Me-
ğer intakı hak vaki olmuşmuş.» dedi.

Resimli Ay Aralık 1936                     Abdurrahman Adli EREN

(TÜRK HİCVİ TARİHİ)NDEN ÖRNEKLER

XV. YÜZYIL

ŞEYHİ VE HARNAME

Profesör M. Fuad Köprülü (Divan Edebiyatı Antolojisi adlı ese-
rinde «Şeyhî» hakkında şu satırları yazmaktadır:

«... Germeyan ve Osmanlı saraylarına intisap ederek hüküm-
darlara ve ümeraya kasideler yazan bu şairin hayatı hakkında ki-
taplarda verilen malûmat çok yanlıştır; vefatı 826 değil. 832 der.
sonradır; ve Kütahyamn yakınında Dumlupmar köyünde medfundar.
Muasırlarına nazaran zarif bir lisana, zengin bir hayale, canlı bir
tasvir kabiliyetine malik olan Şeyhî, her mânasile büyük bir şairdir.
İslâm ilimlerine ve Acem edebiyatına esaslı surette vâkıf olduğu,
bazen çok tasannu'lu olan kasidelerinden anlaşılır.

Bir kasidesinde kendini Selman Savacı’ya benzeten Şeyhî, Ha-
fi/ ve Nizami’den ve ideoloji
iti-barile.de Senai, Attâr ve Mevlâna’dan


'.nülhem olmuştur.

Hüsrev ve Şirin mesnevisi, alelâde bir terceme olmaktan ziya-
de, şairin şahsiyetini gösteren değerli bir san’at eseridir. İkinci Mu-
rad’a takdim ettiği Hârname adlı küçük mesnevisi, tertip ve eda,
zarafet ve nezahat itibarile edebiyatımızda hiciv nevinin âdeta bir
şaheseri addolunabilir. Ahmet PaŞa ve Necati devirlerine kadar Os-
manlI edebiyatının şüphesiz haklı olarak en büyük şairi addedüen
ve Ahmet Paşa üzerinde bile mühim tesiri görülen Şeyhî’nin şöh-
reti XV inci asırda kuvvetle devam etmiş, Hüsrev vc Şirin mevzuu
bir çok şairler tarafından yazıldığı halde onların hiç biri Şeyhi’nin
sseri kadar şöhret kazanamamıştır. Hemen bütün mesnevicile..
eserlerinin mukaddemelerinde onu hürmetle yâd ettikleri gibi, Ne-
cati, Hayali gibi büyük şairler de takdire iştirak etmişlerdir.

Mutasavvıflar arasında da onun şöhreti' olduğunu meşhur Ak
Şemsettin’e ait bir rivayetten anlıyoruz. Mısırdaki Memlûk Sultan-
larının ve Emirlerinin saraylarında da Şeyhî büyük bir şair olarak
maruftû. Divanından tefe’ül edilmesi de bu şöhrete bir delildir.»

HARNAME ' den


 


Bir eşek var idi zaifü nizar
Yük elinden kati şikeste vü zâr
Gâh odunda vü gâh suda idi
Dünü gün kahr i!e kısuda idi

Ol kadar çeker idi yükler ağır
Ki teninde tü komamıştı yağır
Ni tü kalmamıştı etü deri
Eydür idi gören bu suretlü
Tan değil mi yürür sügük çatlu
Dudağı sarkmışu düşmüş enek
Yorulur arkasına konsa sinek
Doğranur İdi arpa arpa teni
Gözi görünce bir avuç samanı
Kargalar derneği kulağında
Sineğün seyri gözi yağında
Arkasından alınca palanı
Sanki it artukıydı kalanı
Bir gün ıssı eder hlmayet ana

Ya ni kim gösterir inayet ana
Aldı palanını vü saldı ota
Otlayarak biraz yürüdü öte
Gördi otlukta yürür öküzler
Odlu gözleri gerlü gögüzler
Sümirüp öyle yerler otlağı
Ki kılın çekicek damar yağı
Boynuzu bazısınun ay blgi
Kimlnüıı halka halka yay bigi
Yöğrüşüp çün ururlar avaze
Yanakulanurdı dağu dervaze
Hari miskin eder iken seyran
Kaldı görüp sığırları hayran
Ki yürürler feragatti hoşdil
Gâh yayla vü kışla geh menzil
Ne yular derdi ne gamı palan
Ne yük altında hasta vü nalâıı
Acebe kaluru tefekkür İder

Kendü ahvalini tasavvur ider
Ki biriz bunlarınla hilkatte
Elde ayakta şeklâ surette
Bunların başlarına taç neden
'Bizde bu fakrü ihtiyaç neden
Bizi ger arpa oku yay (1) etti
3unların boynuzun kim ay etti
Dedi bu müşkilümi itmez hal
Meğer ol bir filân hari a’kal
Var idi bir eşek ferasetlu
Hem ulu yollu hem kiyasetlû
Çok geçürmiş zemaneden çağlar
Yükler altında sızırup yağlar
Nuh peygamberin gemisine ol
İblise kuyruğiyle vermiş yol
Dirilirken ölüp Üzeyr eşeği
Uoşnefestür deyu vü ehlâ fasih
Der imiş ben döşedidim döşeği
Hürmet eyler imiş himan Mesih

Ol ulu katına bu miskin har
Vardı yüz sürdü dedi ey server
Sen eşekler içinde kâmilsin
Akilü şeyhü ehlü fazılsın
Anda ıslâh ide tapun şerü şûr
Hari Deccala diyeler kerü kûr
Menzili mü’mlnine rehbersin
Merkebi salihine mazharsın
Nesebindir mesel hatiplere
Nefesin hoş gelir ediplere
Sen eşeksin ne şek hakimi ecel
Müşkilim var keremden itgil hal
Bugün otlukta gördüm öküzler
Gerüben yürür idi gögüzler
Herbirisi semizü kuvvetlü
İçi vü davı yağlu vü etlü
Niçün oldı bulara erzani
Bize blldür ru tacı sultani
Yok mıdur gökte bizim ulduzu-

----------------- muz

(1)    Ok ve yaydır. Nihayetteki
(u) muzaf lâhikası değildir.

K-oImadı (2) yer yüzünde boy-
nuzumuz
Her sığırdan eşek nite ola kem
Çün mesuldür ki der beni âdem
Har eğer hâni bîtemiz oldu
Bârkeşlikte çün biziz faik
Boynuza niçün olmadık lâyık
Böyle verdi cevap pir eşek
K-ey belâ bendine esir eşek
Bu işün aslına İşit İllet
Anla aklında yoğ ise kıllet
Ki öküzü yaratıcak HaKak
Sebebi nzk kıldı ol Rezzak
Dünü gün arpa buğda isterler
Anı otlayup anı dişlerler
Çün bular oldu ol azize sebep
Verdi ol İzzeti bulara Çelep
Tacı devlet konuldı başlarına
Etü yağ doldu içü daşlanna
Bizüm ulu işümüz odundur
Od uran içümüze o dundur
Bize çoktur hakiki buyrukta
Nice boynuz kulağu kuyruk la
Duttu yüz dert ile zaif eşek
Zarü dilhaste vü nahif eşek
Varayın ben de buğda işliyeyin
Anda yaylayup anda kışlayayın
Nice yiyem odun ile letler
Bulayun buğda ile izzetler
Gezerek gördi bir göğermlş ekin
Sanki dutardı ol ekin ile kin
Aşk ile depti girdi işlemeye
Gâh ayaklayu gâh dişlemeye
Arpa gördü göğermlş aç eşek
Buldu can derdine ilâç eşek
Değme kerret kİ şevk ile karvar
Toprağın bile götürür harvar
Eyle yedi gök ekini terle
Ki gören der zehi kara tarta

(2)    ki olmadı.

Teyurek karnı doydu cığnadı
Yuvalandı vü biraz ığnadı
Başladı ırlayup çağırmağa
Anup ağır yükin ağırmağa
Demiş ol âdemi ki hoş demdiir
Negam odlukta binegam çam-

diir

Pek edüp cuş içinde eşvakt
Rast düzdü- nevayı uşşakı
Çeker avazü tîz eder perde
Hoş seragaz eder Muhayyerde
Nice düzmek ki bozar ahengi
Perdesin açtı ol cihan neııgi
Çıkarur har çün enkerül-asvat
Ekin ıssına arzolur arasat
Ağaç elinde azmi ralı eti
Tarlasını göricek ah etti
Daııcden gördi yir pâk olmuş
Gök ekinliği kara hâk olmuş
Yüreği scvumadı sövmek ile
Olamadı eşeği dövmek ile
Bıçağın çekti kodu ayruğuıuı
Kesti kıılâğını vü kuyruğunu
Saçak eşşek acıyarak canı
Dökülüp yaşı yirine kanı
Uğurayu geldi pir eşek naçâh

Sordı halini kıldı dert ile âh
Yürmeru inleyu dedi ey pir
Hari rubah bigi pür tezvir
Batıl ısteyü haktan ayrıldım
Boynuz ûmdum kulaktan ayrıl-
dım

Benim ol gani yükindeki hari

leıık

Gussalar balçığında valihü denk
Ne yüzüm bir nefes giderici var
Ne biraz çekmeğine yancı var
Har geda iken arpaya muhtaç
Gözedürem k-ûrula. başıma taç
İster iken helâlden riızî
Ger donuzlara olmaya buyruk
Ah gitti kulağ ile kuyruk
Hükmi sultan ki ola payende
Çarh çakerdürür felek bende
Kim ola bar bir iki eelâf
K-ide tevkii padişaha hılâf
Şah kahrı ncuzübillâh eğer
Çarh baş çekse ide zîrü zeber
Göklere erdi nâle vü feryat
Dât ey padişahı âdil dât
Şeyhî uzatma nâle vü ahin
Niiktedandur bilür şehenşahııı


 


• •
NESİMİ

Ben Melâmet hırkasını kendim giydim eğnime
Âr ii nâmus şişesini taşa çaldım kime ne

Gâh çıkarım gök yüzüne seyrederim âlemi
Gâh inerim yeryüzüne seyreder âlem beni

Gâh giderim medreseye ders okurum Hak için
Gâh giderim meyhaneye dem çekerini ışk İçin


Sofular haram demişler ışkımın şarabına

Ben doldurur ben İçerim günah benim kime ne

Sofular secde ederler mescidin mihrâbına

Benim ol dost eşiğidir secdegâhım kime ne

Nesimi’ye sordular kim yârin ile hoşmusun

Hoş olam ya olmıyayım ol yar benim kime nc ([3])

15. ASIR ŞAİRLERİNDEN NÜKTELER

On beşinci asır sonlariyle, on altıncı asır taşının büyük şöhret
sahibi şairi Necati Bey, rind adamdı. İçki kuüanırdı, bundan ötürü
de sofumeşreb kimselerin hücumuna uğradı... Bir gün bir dostuna:

  Ne oluyor bu adamlara canım!... dedi... Ve şu beyti, söyledi:

Ben üzümün suyunu severim, Sofi dânesin

Zira kimi kızını sever, kimi anesin!...

Bu mevzuda bir zarif fıkra vardır... Atatürk Beykoz’da ve-
rilen bir ziyafete gitmişti. Bir imam efendinin nüktedanlığından
bahsedildi. Maalesef ismini öğrenemediğimiz imam efendi büyük
adamın sofrasına getirildi. Atatürk rakı verilmesini işaret edince
efendi özür diledi; Atatürk:

   Aman hocam, dedi, üzümü yiyorsun... Bu da onun suyu...

İmam efendi:

Efendim, dedi, ben anasiyle evliyim... Kızına nikâh düşmü-
yor...

               s

Onbeşinci asır sonlarında yaşamış şair Kastamonulu Andelibi'
nin mahkemeye bir işi düşmüştü; fakat kadı efendi mürteşi bir
adamdı, bendegânı tembihli, eli boş gelen iş sahiplerini: «Efendi
uyur!» diye kapıdan geri çevirirlerdi; elinde Ibir hediye gördüler mi


de: «Efendi buyur!...» derlerdi. Andelibî dâvasında haklı olduğu için
eli boş gitmiş ve dört beş sefer de kadı efendi kapısından tersyüzü-
ne dönmüştü. Nihayet bir kelle şeker (o zamanlar toz ve kesme şe-
ker yoktu, şeker iri bir kelle şeklinde kalıplara dökülür ve 4 . 5 okka
gelen bu şekerlere kelle denilirdi), iki balmumu alır, kadının iki gö-
züne basmak için iki altın ayırır ve işini görür. Bir gün bir mecliste
yâr andan biri:

—■ Mahkemede işim vardı... Gittim... Kadı efendi uyuyormuş..
Çok üzüldüm.

Deyince zarif şair tutulacak yolu tarif eder:

Eğer destin tehî varsan Efendiyi uyur derler

Eline zer alub var sen, Efendi gel, buyur derler!...

Şair Serezli Vasfi, 15 inci asrın değerli ve talihsiz bir sanatkâ-
rıydı. Hastalıklı bir adam olduğundan sık sık öldüğü haberi yayıla-
rak yerine bir başkası tayin edilir, bir boş yer çıkıncaya kadar bek-
ler, sıkıntı çekerdi.

Yine böyle bir muzipliğe uğrayan şair Vasfi, düşe kalka İstan-
bula gelmiş ve Şeyhülislâm Efendiye şu kıt'ayı yazıp vermiş:

Vasfii piri nâtüvan için
Öldü diye rivayet etmişler
Gördüler günde bin gez öldüğünü
Binde birin rivayet etmişler...

Bu zarif kıt’a şeyhülislâmı çok müteessir etmiş, kendisini âhir
ömründe geliri dolgun bir kadılığa tayin etmiştir.


XVI. Yüzyıl

FUZULİ

Olsaydı belideki gam Ferhadı müptelâda
Bir ah İle verirdi bin Bisütunu bâda.

Verseydi ahi Mecnun feryadımın sadasın,

Kuş mu karar ederdi başındaki yuvada.

Ferhada zevki suret, Mecnune seyri sahra;

Bir rahat İçre herkes, ancak benem belâda.

Eşkl revanıma 11 cem oldu var ümidim
Kim ola vara vara cemlyyetim ziyade,

Geh gamzen içmek İster kanımı, gâh çeşmin,

Korkum budur ki nageh kanlar ola arada.

Serverlik İster İsen üftadelik şiar et,

Kim düşmedin ayağa, çıkmadı başa bade,

Ger görmemek dilersen resmi cefa Fuzuli,

Olma vefaya talip dünyayı bivefada.

Kalem olsun eli ol kâtibi bedtahririn
Kİ fesadı rakamı surumuzu şureyler
Gâh bir harf sukutlyle kılar nadiri nar,

Gâh bir nokta kusurlyle gözü kûr eyler.

Sadayı ney haram olsun dedin ey sofii salus.

Tele verdin hilâfı şer’ile namusun islâmın;

Bu endam İle vecdiyyattan demurmak İstersin,

İlâhi, ney gibi sûrah sûrah olsun endamın!

Fuzuli'nin Şikâyetnamesi

Vaktile Kanunî Sultan Süleyman devrinde de Devletin mura-
kabe kavrayışsızlığı ve memurun maaşını rüşvet ve irtikâp yolu ile
vatandaşa ödetmek sistemi alıp yürümüştü. Dâhi şair Fuzuli’ye o
günlerde ilim ve san’at alanındaki eşsizliği sebebile bir nevi tekaüd
maaşı tahsis edilmiş ve bu paranın Evkaf İdaresince ödenmesi içil

Nişancı Mehmet Paşa tarafından bir berat, yâni emirname verilmiş-
ti. Fuzulî emir kâğıdını alıp Evkafa koşmuş, fakat rüşvet ve irtikâp-
tan başka şeye kulak asmıyan memurların asık suratlarile karşılaş-
mıştı. Onlardan gördüğü kötü muamele üzerine köşesine çekilip hâ-
misi olan Nişancı Paşaya, işte bu şikâyetname’yi donatmıştır:

Allah için o berat gelince hatırıma bir nevi sevinç yayıldı ki
anlatmak kabil değil. Ve yazının kavramı dışındadır. O devlet ser-
mayesinin ulaştığında kırık kalbime bir coşkunluk yetti ki söylemesi
mümkün değil. Kısaca, ümidim dolunca duramaz oldum. Elimdeki
hükmü sunmak için Evkaf işlerine bakanların huzurlarına koştum.

Selâm verdim, rüşvet değildir diye almadılar. Hüküm göster-
dim, faydasızdır diye iltifat etmediler. Gerçi görünürde iyi yüz gös-
terdiler amma, hal sözü ile bütün sualime karşılık verdiler. Dedim
ey sahiplerimiz bu ne kötü iş ve çatık kaştır. Dediler bu bizim âde -
timizdir. Dedim benim bağlılığımı, hürmetimi isabetli görmüşler ve
bana tekaüd kâğıdı vermişler, ki ondan daima faydalananı ve çeki
lip dua edem. Dediler ey miskin senin günahına girmişler ve ürkün-
tü sermayesi vermişler, ki durmadan ve boşu boşuna uğraşa ve abus
yüzler görüp, sert sözler işidesin. Dedim beratımın içinde yazılanlar
niçin yerine getirilmez? Dediler tahsisat yok. Dedim hiç Evkaf tah-
sisatsız olur mu? Dediler baştakilerden artsa bizden, artar mı?. De-
dim vakıf malını fazla kısmak vebaldir. Dediler paramızla aldık bize
helâldır. Dedim hesap sorarlarsa bu tuttuğunuz yolun kötülüğü bu-
lunur. Dediler o hesap kıyamette alınır. Dedim dünyada da hesap
sorulduğunu işitmişiz. Dediler ondan da korkumuz yoktur, şahitleri
razı etmişiz. Baktım ki sözlerime lâftan gayrı karşılık vermezler. Ve
bu berat ile işimi görmeye yanaşmazlar. Çaresiz mücadeleden vaz-
geçtim, ve elim kolum bağlı, 'boynum bükük köşeciğime çekildim.
Ben beratımdan ihanet gördüğüm için ona kırgın, beratım benden
faydasız azaj gördüğü için dargın. O yalanı çıkarılmış şahit gibi ko-
nuştuğuna pişman, tıen kuru iddiacı gibi gayretkeşlikten perişan. O
suya düşürülmüş âyet gibi işten kalmış, ben maskaraya döndürül-
müşler gibi alçalmış.»

Ben ona fitne o bana âfet       Ben ona sussa, o bana mihnet

Müteneffir ben ondan o benden Müteneffir ben ondan o benden

Şikâyetnamenin -aşağı yukarı- ruhu budur. Bu milletin Fuzulî
gibi nice evlâtları, asırlarca âdetâ Recal Zade Ekremln şu beytini
tekrarladılar:

Devran yine ol devran, âlem yine ol âlem.

* * *


«Doğum tarihi kat’î olarak bilinmemekle beraber, en aşağı ait-
miş beşinden sonra, hem de ecelile değil, vebadan ölen, bu sağlam
yapılı büyük Türkün ne kadar neşeli ve ne kadar hayat dolu oldu-
ğunu anlamak için Ahdilerin şehadetlerine de lüzum yoktur. O ki:
«Selâm verdim, rüşvet değildir deyu almadılar» diyecek kadar istih-
zanın en tiz perdesinden ses veren bir alaycıydı; o ki istihzasının
keskin nişterini kuru sofulara çevirerek onları nükteli nükteli hır-
palayıp duruyordu:

«Vâ’iz evsaf-ı cehennem kılur, ey ehl-i verağ,

Var anın meclisine gör ki cehennem ne imiş!»

İsmail Habib SEVVK

BAK

Alaca karga gibi dil bilürsün (1)

Kara tavuk gibi bülbül olursun
Ylyicek Emri nin ağacın amma
Ağustos böceği gibi solursun

E M R î

Emrî’nin Baki aleyhinde bu kıt’ayı yazmasına vesile olan hâdi-
se. Atayî’nin anlatığına göre şudur:

Bâki, Edirne’de iken bir gün Emri, Mecdî, Dimetokalı Deli Ke-
rim... gibi şairler onun şerefine bir ziyafet tertib etmişler. Yenip içil.,
miş, fakat mütemadiyen Edirneyi medh etmekle Bâki’yi kızdırma-
lar. İçlerinden biri de İstanbullu şaire müftehirâne bir eda ile:
Efendim, şehrimizi nasıl buldunuz?

Diye sormuş, Bâki ise hiç tereddüt etmeden:

  Doğrusu Cennet gibi bir yer, ama içinde Âdem yek.

Cevabım vermiş. Mccliste bulunanların hepsi bu cevaptan fenn
halde kızmışlar ve o günden sonra Bâki’yi hicv etmeğe başlamış-
lar.

Söz yok eğerçi bi bedel ü bi nazirdir

(1) Bâkî’nin lâkabı kargadır.

Kıııri. Mecdi ve Deli Kerlm’ln Bâkî hakkında yazdıkları hicvi-
yeler pek müstehcendir. Mamafi bunlara hiddetlenerek mukabele
etmek zaruretini hisseden Bâki de, -onlar derecesinde olmamakla
beraber- gene çirkin bazı cevaplar vermekten kendini alamamıştır
Onun

Kaldı bucakta eskidi divânın Emriyâ
Söz yok eğerçl bl bedel ü bl n&zîrdlr.

Anı delü musannife bağışla sen heman
Varsun sllsün o da bir fakirdir
Hil’at-1 hecvi Kerlma boyuna biçmişler
Mecdi’nin b, lu,
g, ü tâk-ı giribân olsan
Başın Emri söylemeğe utanırım
çevresi kaftânına kaytân olsun
Emri’nln iken avreti hiç evde oturmaz

Ol bllüp ider hidmetinl kendi eliyle
Oğlancığı yestehleyicek kalkar o miskin
Kendüsl siler b... saçı sakallyle
gibi kıt’alaıı, edebî şahsiyetini gösteren manzumelerden sayılamaz
Bâkî, Atayi’nin rivayetine
göre Emri ile beraber Hayali hakkın,
da da hicviye yazmıştır. Halbuki Âşık Çelebi — hiç şüphe yok ki da-
ha doğru olarak — bu hicviyelerin Gubarî hakkında yazıldığını
söylüyor. Balanız Bâkî divanı. Son tabı, şHr No. 608, .611 T. Ş.

GAZEL

Frnnıuu aşka can iledir İnkıyadımız,

Hükmi kazaya zerre kadar yok İnadımız.

Baş eğmeziz edâniyc dünyayı dûn için,

Allahadır tevekkülümüz, İtimadımız.

Biz müttekâyi zerkeşl câha dayanmazı/.,

Hakkın kemali lûtfunadır istinadımız,

Zühdü salâha eylemeziz iltica hele,

Tuttu cğerçl âlemi kevnl fes âdımız.

Meyden safayi hâtını humdur garaz heman,

Erbabı zâhlr anlıyamazlar muradımız.

Minnet Hudâya. devleti dünya fena bulur,

Baki kalur sahlfei âlemde adınuz.

BAKÎ

ÜÇ FIKRA

Kanuni Sultan Süleyman, Şair Bakî’ye kızmıştı. Şairin, Bur.,
saya sürülmesini şu manzum beyitle emretti:

Baki bed, azli ebcd, nef’l beled, Bursaya red.

Bakî, bu emri alınca, hemen şu cevabı yazdı:

Baki bed, azli ebed, nef’i beled

Oldu isen ey Baki

Cihan mülkü Süleyman'a değil bakî

Şiha,

Azlimde ısrar ve tehevvür eyledin amma
Buna çerh-i kemin derler:

Ne sen baki, ne ben baki...

Kanunî, bu nefîs ve ibret dolu cevap karşısında emrini gfrri
aldı ve koca şairin gönlünü büyük bir ihsan ile tatyip etti. Anlaya-
na sivrisinek hakikaten sazdır...

GL'LÂMIN SUYU

Şair Bâki’nin gulâmı, şarap almış evine dönüyordu. Yolda kı-
yafetini değiştirerek gezen padişaha rastladı. Padişah sorriı>:

   O elindeki nedir?

Padişahı tanıyan zeki gulâm şaşalamadan cevap verdi:

   SU!

   Fakat rengi kırmızı!

   Aslmda su idi. Fakat saadetlû Hünkârın huzuruna çıkınca,
utancından kızardı!

AYNA

Onaltıncı asır şairlerinden ve divan edebiyatımızın kurucula-
rından Zâti «1471 1546» çiçek bozuğu, çopur bir adammış. Devrin
vezirlerinden biri şairin eserlerine ve büyük şöhretine bakarak
kendisile tanışmak istemiş; karşılaşınca da dayanamıyarak:

   Zâti güzel bir zat değilmiş.

Diye nükte yapmağa kalkmış. Şairin verdiği cevap şudur:

   Yiğit yiğitin aynasıdır, paşam.


   54 —

U S U L I

Bo bıı bâzâi’-ı cihâıun kuru dükkânına yuf
Çciıber-i çcrhine vü künbed-t gerdanına yuf
ülısar scyl-i fenadan çü harâb âhlr-i kâr
Kiinbcâ-i kasrına vü çenber-1 eyvânına yuf
Dürülür çüii kamu defterleri tûmâr gibi
Dehr sultanlarının defter ü divânına yuf
Olunaz çüııkü şeblhün-ı ecelden mâni’

II Ay ile hûyuna vü leşker-1 sultânına yuf
Çünki mlhmâmna bir lokmada bin zehr verir
Feleğin kâse-i çinisine vü hânına yuf
Bu cihan be ğl erinin ehl-i kemâle dâim
Kuru tahsinlne vü ettiği Ihsânına yuf
Derdi hccr ile helâk oldu Usûl! miskin
Şimdiden sonra tabibin dahi dermânına yuf

RUHİ-İ BAĞDADİ

i

t

Ey sâhib-i-kudrct! Kani insâfü mürüvvet?
Rindân-i-rney aşâme niçin olmaya şefkat?
Kısmetleri, dersen, ezelî cevr-ü cefâdır;

Cevr ola niçin zcvk-ü sefâ olmaya kısmet?

Dersin ki; bugün eylemeyen yârın eder zevk
Çok mu iki gün bendelerin eylese işret?
Hacetlerimiz kâdir iken kılmağa hasıl
Salmak kereminden bizi ferdâya ne hacet?

Hâlin kime açsan sana der: «Hikmeti vardır»
Öldürdü bizi ah! Bilinmez mi bu hikmet?

Nâ çâr çeker halk bu mihnetleri yoksa.

Âdem kara dağ olsa getirmez bu tâket.

Bihûde dönüb neyler ola bâşımız üzre
Halkın bu felek didiği dolâb-ı meşakket!

Rihıırle yeter (löııdü. hemen terkini kılsa,
Kim aksine devr eylemeden yekdi yıkılsa!

II

Âlemde ki kâmil çeke gam zevk ede câhil
Yerden göğe dek yuf bana ger demez isem yûf
Çün Hak diyeni eylediler zulm ile berdâr
Bâtıl söze âğâz edelim biz dahi nâçâr
Yuf hânna dehrin gülü pürhânna (1) hem yuf
Bir ayş ki mevkuf ola keyfiyyeti hamra
Ayyaşına yuf hamrına hammanna hem yuf
Zikıymet olunca nidelim(2) c&hü celâli
Yuf anı satan duna hıridanna hem yuf
Çün ehli vücudun yeri sahrayı ademdir
Yuf Kafileü kaiilesalârına hem yuf
Âlemde ki bengiler ola vâkıfı esrar
Seyranına yuf. anların esrarına hem yuf
Arif ki ola müdbirü nadan ola mukbil
İkbaline yuf âlemin idbanna hem yuf
Çarbı feleğin sâdınaü nahsına lânet
Kevkeplerinin sabitü seyyarına hem yuf

 

BAĞDATLI RUHİ


 


O DEVİRDE YAŞASALARDI.

 


 

Ben Fazılı âvâreyim.

Attan düşen biçareyim,
Baştan ayağı yâreyim,

Gel gör beni «İş» neyledü.

Çün ola haram ehli haka dünyeü (3) ukba
Cehdeyle ne ukba ola hatırda ne dünya

Ruhi-i Bağdadî’nin meşhur «Yuf» Redlfli terkibine bir iki mıs-
ra da, Türabî’den katalım:

(1) Bazı nüshalarda: Gülü güizanna (2) Nidelim: Ne edetim.
(3) Dünyeü: Dünya ve...

67

BU DEVİRDE YAŞASALARDI

 


 

Şair Nedim
İzn alıp şöyle stadyûma deyu maderden
Bir gün uğıırlıyalım çarhı sitem perverden
Dolaşup isketeye doğru nihan yollardan
Gidelim servi revanim yürü Garden bare!...

«Senin ey kahpe cihan saltanatü şanına yuf
Keremü lûtfuna yuf aksine devrânına yuf»

ÂŞIK ÇELEBİ VE SEVGİLİSİ

16. Yüzyıl ş&irlerinden Bursalı Âşık Çelebi, bir güzele gönül
vermiş. Fakat gönül verdiği dilber, güzelliğine mağrur, biçare
Âşık’m yüzüne bile bakmazdı. Bir gün yâranmdan biri Âşık Çelebi’-

ye


XVII.           Yüzyıl

Büyük Hiciv üstadı Net* i

XV1İ. asır Türk şairlerinin en kuvvetlisi olan Nef’ı İstanbul’e
gelince, çok kıymetli şairlerle karşılaşmış ve büyük istidadı saye-
sinde. bütün bu sayılı şairler arasında hemen sivrilivermiştir. Nef’i,
Divan edebiyatımızda kaside tarzının piri sayılır. Büyük şiir kud-
reti ile, zamanın padişahı Birinci Ahmet, daha sonra Genç Os-
man'ın saltânatı sırasında Saray adamları arasına katılırdı.

Padişahlara ve zamanın ricaline methiyeler, kasideler yazdı.

Asıl büyük şöhretini Dördüncü Murat zamanında yaptı.

Büyük hicivci Nef’î, maalesef gaddar, zalim ve çılgın bir pa-
dişah olan Dördüncü Murad’a kasideler yazmış, hattâ Padişahın
bozuk, kötü şiirlerine ve hattâ atlarına methiyeler kaleme almış-
tır. Mamafih bir san’atkâr eseri, hayatına sıkı sıkıya bağlı olduğu-
na göre, hayatı hakkında pek az şey bildiğimiz Nef’i için kesin bir
hüküm vermek de doğru değildir.

Eserlerinden anlıyoruz ki, Nef’i, hicivleri yüzünden bir çok de-
falar dilinin belâsını çekmiş, üç defa işinden koğulmuş, haşin,
mağrur büyük bir san’atkârdı. En sonunda yine dilinin belâsına
uğnyarak, bu yüzden hayatını da vermiştir.

Nef’înin büyük san’at kudreti etrafında şiddetli kıskançlıklar
kin ve düşmanlıklar yaratmıştı. Onun ateşli hicvine uğrayanlar,
fırsat buldukça Nef’iye kötülük etmekten geri durmamışlardır.

Nef’i, Padişah Dördüncü Muradı bile hicve tövbe ettirmiş.
Nef’î bu tövbeyi şu beyitle anlatıyor:

Bugünden ahdim olsun kimseyi hicvetmeyim amma.

Vereydin ger icazet hlcvederdim baht-ı nâ sâzı.

   Yazık değil mi ki böyle bir vefası yok, cefası çok bir dilber
uğruna kül olursun?

Dedi. Şair

   Sevdiğimde aradığım vefa değil, cefadır!.

Cevabını verdi. Beriki

Ama senin sevgilim dediğin senin yüzüne bile bakmaz!,
deyince de:

Efendi sen cahil ve gafil imişsin I. dedi. Sevgilim yüzüme
fcakmaa değil, aşkımın şâşaası karşısında gözleri kamaşır, bakamaz’.

Yani Padişaha şöyle söylüyor:

(Padişahım, evet bugünden itibaren kimseyi hicvetmemeğ?
yemin ettim ama, eğer izin verseydin şu uygunsuz bahtımı hicve-
derdim.)

Nef’î’nin en mühim hicviyesi (Gürcü Mehmet Paşa)nın aley-
hine yazdığı (SİHAMI KAZÂ) yani (Kaza oku) isimli hicivleridir.

Rivayete göre, Nef’î sarayda Dördüncü Murad’ın huzurunda
(SİHAM-I KAZÂ) yı okurken, saraya bir yıldırım düşmüş. Bu hâ-
dise büyük hicivcinin gözden düşmesine sebep olmuş. Nef'î’yi çe-
kemeyenler bu hâdise üzerine şu beyti söylemişler:

Gökten nazire indi (Siham-ı- kaza) sına

Nef’î diliyle uğradı hakkın belâsına...

Nef’î', kimseyi hicvetmemek için verdiği yemini tutamıyarak.
yine etrafını hicvetmeğe devam etti. Son vazifesi olan Cizye muha-
sebecisi iken, Dördüncü Murad’ın Sadaret Kaymakamı Vezir Bay-
ram Paşayı hicvediyor. Bu hususta iki rivayet var. Şöyle ki:

Zaten rivayete göre; Nef’î, Bayram Paşa için hicviye yazmış.
Bunu haber altın Padişah bir gün Nef’î’ye:

    Yeni hicviyen var mı? diye soruyor.

O da, «Var!» diyerek, Bayram Paşa için yazdığını okuyor. Pa-
dişah memnun oluyor. Fakat Nef’î çıkınca, bu hicviyeyi Bayram
Paşa’ya okuyor ve Nef’î’nin katlini emrediyor.

Naimâ tarihine göre; Bayram Paşa, Nef’î’yi huzuruna çağıra-
rak ağzına geleni söyledikten sonra:

   Kaldırın!... diye emrediyor.

Zavallı Nef’î’yi hemen alıp saray odunluğuna hapsetmişler;
orada boğup, cesedini de denize atmışlardır. Bu işe memur edilen
ve sonradan Paşa da olan (Boynu eğri Mehmet), şairi odunluğa
götürürken:

   Nef’î efendi, gel... odunlukta hicvedilecek birşey var!...

Diye tariz edince, Nef’î de ağzına geleni söylüyor...

Her ne olursa olsun Nef’î bu yüzden sarayın odunluğunda
Bayram Paşa tarafından boğdurulmuştur.

Yine -bir rivayete göre; Nef’î sarayın odunluğunda hapis iken,
katil fermanını kendisine okumak üzere bir Haremağası geliyor.
Fermanın üzerine bir damla siyah mürekkep düşüyor. Son deminde
bile dilini tutamıyan Nef’î, Haremağ asının siyah tenini kastederek,
kâğıda damlayan mürekkep için:

Ağa Hazretleri, fermanın üstüne teriniz damladı! diyor.

Tevfik Fikret’in, Nef’î için yazdığı bir şiirde şöyle demiştir:

Öyle bir nehr-i muazzam gibi cüş etmişsin

Fakat eyvah, çorak yerde akıp gitmişsin!

Aynı asnn büyük şairlerinden Şeyhülislâm Yahya Efendi ile
î'Jef’î sak sık birbirlerile şakalaşırlardı. Bir gün Yahya Efendi, Nef ı
için şî
3 kıt’ayı yazmıştır:

Şimdi hayli sühânverân İçre
Nef’I menendl var mı bir şair,

Sözleri seb’a-i muallâkadır,

Emr-ül Kay s kendisidir kâfir!...

Büyük hicivci Nef’î, aslında bir methiye olan bu kıt’&ıun so-
nundaki (kâfir!) şakasına şu hiciv kıt’ası ile cevap vermişti:

Bana kâfir demiş Müfti Efendi
Tutalım ben diyem ana müselman.

Vardıkta yarın rûzu cezâya
İkimiz de çıkarız anda yalan!... ( + )

Şair Nef'i

Vaktiyle, Hayret efendi, (Ta’lim-i Edebiyat) da Ekrem beyin
Nefi’yi tenkid eden sözlerine kızmış; «Ta’lim-i Edebiyat efendi.
Nef! gibi bir cihangire böyle başıbozuk sözlerle hücum edilemez!»

elemişti.

Nef’î, hangi devirde gelirse gelsin, hangi dili, hangi naznı
tarzını kullanırsa kullansın, misli görülmemiş bir ruh azametine
sahip bir şairdir. Gurur ona yakışıyor:

«Minnet Allaha ki biminnet-1 baht’a İkbal...»

«Ne murat ettim ise verdi Huday-ı müteâl!»
mısralarını söylerken kibrin çirkinliğine ve küçüklüğüne düşmü-
yor. Galiba, Nef’î’yi ölüme kadar sürükleyen de bu gururu olmuş-
ur. Siyasî fikir hürriyei olmayan bir devirde devlet adamlarını hi-
civleriyle o kadar yaralamış ki, nihayet Bayram Paşa, kendisini
hicvettiği için Dördüncü Murad’dan katline izin alıp NefTyi boğ-
durmuştur.

«Bana bidln didi erbâb-ı garaz
İrtikâb eylediler ktzbl heman

Ben dahi anlara dlnd&r didim
Talanın karşılığı oldu yalan.»

Bu büyük san’at soluğunun kısılırı o devirde bir teessür uyan-
dırdı mı, sanırsınız? Tam tersine! Naima şöyle diyor: «Asrın ule-
ması, uzam âsi Nef’î’nin katlinden mesrur olup hususa tâne-i lisa-
nından mecruh olan ekâbir ve âyân bu babda Bayram Paşaya
duay-ı firavan ettiler.» Müverrih bu sözlerine: Nef’î’nin: «Gel şair
efendi, odunlukta hiciv düzecek biri var!» diye tariz eden cellâda:
«Yürü, bildiğinden geri kalma bre mel’un!» diye hakaret ettiğini
de ilâve ediyor.

Gençlere teşekkür etmeliyiz. Nef’î’yi anlayanlarımız çok azal-
mış bile olsa, 320 yıl önce zulmün boğduğu mağrur şairin ölüm, gü-
nünü olsun bize hatırlatmakla büyük bir değerbilirlik ve sanatse-
verlik gösterdiler!

Zafer S0.1.1954                              Orhan Seyfi Orhoa

Nef’inin Heybeti

Ziya Paşa türkçe, arabça, farsça ve çağataycadan seçtiği man-
zumeleri üç büyük cild halinde «Harâbat» ismile neşredince Namık
Kemal bunu eski edebiyatın kuvvetlendirilmesi telâkki ederek ye-
nilik ideali uğruna hiddetlenip o kadar yıl beraber mücahede et-
tikleri arkadaşına karşı Magosa zindanındsn âsabi bir çığlıkla hay-
kırmıştı:

Elvermedi mi Nedim ü Nefi,

Şi’rin bize var mı hiç nef’i?

Fakat hiddeti yatıştıktan sonra aynı Magosa’dan Recaizade
Ekrem Beye yazdığı mektubda: «Nef’î divanını gene okuyorum, ne
büyük şair, ne büyük» diye coşkun coşkun hayranlığını an'attı. Zi-
ya Paşaya aklile hücum etmiş. Ekrem Beye hissile yazmıştı. Fani
olan, aklın o hükmüne karşı, ebedî olan, hissin bu kanaatidir. Nef’i
yalnız büyük değil, işte asırların sesleri meydanda duruyor, onun
büyüklüğünde, kendine mahsus apayrı (bir heybet var.

O ki övünüşlerinde en üst perdeden ses verdi, buna rağmen
samimiliğin de en üst perdesinde bulunuyordu.

Ben sâde-dil, ebnâ-yi zaman İse münafık,

Güçtür bana gayet de müdârâ-yl zem&ne.
derken, sahiden samimiydi. Fahriye
1 erindeki inandırıcı sıcaklık da
zaten bu samimiliğinden geliyor. Bütün sahici klâsik şairlerimitin
hepsi şii’ri en İlâhi bir mazhariyet ve şairi en yaratıcı bir mahlûk


bildiler. Nef'î bu kanaatinde en çok yükselendi. O yarattığı hayai-
leri bir mahlûk gibi gördü. Gıdasını mücerred mefhumlardan alan
bir divan şairinin :bu mahlûkları tabiî bir roman ve bir piyes kah-
ramanı gibi etli canlı olamazdı, o yarattığı mahlûkların bu hayat
âleminde mevcud olmadığını da biliyordu. Bir gelin gibi yarattığı
o hayalî mahlûklar süslenişlerini bu dünyanın telli duvaklı zeynet-
lerile yapmadılar:

Her hayâlim bir aruş-ü nâz pervcrdir benim
Kim bu âlemden değil esbâb-ı zib-ü ziveri
Bu yaratma ne sayesinde oluyor? Onlar buna «ilham» dedi.
İlhamsız söyleyiş kendini zorlayıştır. Öyle sözler şiir olamaz. Nef’î-
nin asıl fahriyesi işte burada:

Mest-i câm-ı aşkım ilhanı olmayınca söylemem
derken ilham denilen o mevhibenîn ancak bir Tanrı vergisi oldu-
ğunu da bilir. O kadar zevki sözler ve o kadar bâkir bir eda ile şair-
lik yapabilmek başka türlü mümkün olur mu?

Taklid ile olmaz bu kadar lezzet-i güftâr,

Bu Ichce-i pâkize bana dâd-i Hudadır

Allahtan bu hidayete eren gerçek şair o kadar heybetli bir
varlıktır ki o artık, sanki radyo devrinde gibi, verici bir radyonun
bir anda bütün dünyayı dolaşmasını tanzir edercesine, şairin kal-
bi ve hayali de oturduğu yerden dünyanın her bucağını tecessüs
edebilir. Öyle bir şaire böyle bir mazhariyeti çok görmemeli:
Devreder şeş ciheti, hem yine merkezde mukim,

Çok değildir bu tecessüs dili çâlâkimdcı?,

Allah da ilham denilen o mazhariyeti şaiıe o kadar bereketi?
ihsan etmiş ki, gelen kervanların bolluğu karşısında onları barın-
dırmaya imkân bulamıyan kervansaraylar ır.isali, işte şiir mâna ik-
liminden kalkıp gönüle hücum eden ilhamları da zaman oluyor ki
şair yerleştirmek için güçlük çekmektedir.

Yer bulunmaz gâh olur milımân saraj -i sinede

Ol kadar uğrar maâni kişverinden varidat.

Nef’î, bütün divan şairleri içinde, şüphesiz nefesi en bol olan
adam. Uzun kasidelerde, aynı kâfiyenin dü.ğümlerile çizilmiş dara
cık, iz üzerinde herkes tıknefes olurken Nef’î en akrobatik zorluk-
ları kuvvetinin acıhğile kolayca yeniveıen bir atlet şevkile sonuna
kadar hiç bir yorgunluk eseri göstermeksizin, hattâ aksine sonlara
yaklaştıkça hızını daha arttırarak kulaçlı adımlarla rahat rahat
yürür gider. Meselâ Sultan Ahmed için yazdığı «İydiye» kasidesin-
de yirmi üç beyittik medhiye kısmını da bitirince artık yorulması
lâzım geleceği sırada bir de bakarız ki yeni kanad darbrljrile yirmi
seyitlik daha şahinler gibi süzülür. Evet avım yakalamadan dön-
mek bilmiyen şahinler gibi. Ona bu kanadlan Allahın inayeti tik-
ti, onun içi durmadan uçabiliyor:

Şâhin-i hayalimdir o zehbâz-ı şikarı
Kim avn-i İlâhi ana bâl-i tayarandır.

İlhamı o kadar hızlı ki şair onu kendine çekmiyor, ilham onu
■sürüklüyor, sanki gem almaz bir küheylândaymış gibi. Sultan Os-
man hakkındaki meşhur kasidesinde hayalinin zorlu koşması yü-
zünden onu zaptedemediğini söyler:             *

Neyleyim zapt İdemem endişe-i zor-âveri
Zaten kendi de atı seven bir şehsuvardı ki edebiyatımızda
’ins atlara aid medhiyeleri en çok ve en çok vecidli o yazdı. «Sa-
ba», «Tayyar», «Saçlı Duru», «Ağa Alcası» gibi küheylânlar onun
bu at meftunluğu sayesindedir ki divan şiirinin ölmez havası için-
de birer şahsiyet gibi, yaşamak pâyesine erdiler. Ata o kadar Aşık
ki eğer Mecnun olanları görse Leylâyı bir daha anmazdı der:

Görse ger bunları Mecnun-u melâmet-dlde
Yadına gelmez idi bir dahi hüsn-ü Leylâ.

Evet at, yalnız dilberler gibi, elemanlar gibi değil, onlardan
da üstün. Onların öyle cilveleri, öyle edaları, öyle bilekleri ve öyle
kâkülleri ,var ki selvi endamlı güzeller onlara imrenip onları meşk
etseler, gerek:

O mevzun pcyker, ol traz-ı hirâm, ol cilve-i nâzik,

O simim sâk, o müşkîn yâl ü bâl, ol kâkül-ü pürkham
Hirâmı dilkeşe mâlik olan ra’nâ sehi-kadler
Görünce husn-ü reftânn olurlar şivede mülzem
Nef’î zaten şairliği de bir şehsuvar haline koyarak eli mızraklı
tunç bir cengâver edasile bir cenk sahası bildiği şiir meydanına at
sürüp muarızlarına meydan okumaktadır. Fakat karşısına kimse
otkamıyor ki:

Bunca demdir da’vi-i sâhlb-kırâni eyleriz:

Bir mübâriz yok mu meydân-i sühan tenha mıdır?

Kimdir bu meydan okuduğu muarızlar? Onlar şairi çekemi-
yenler; onun şairliğindeki erişilmez kudrete hased edenler. O bi-
liyor ki hased edilmek meziyettir, mademki «söz» dediği şiirde öt-
tadlık mertebesine erdi, oraya eremiyenler elbette hased edecek-'
ler:

Üstâd olıcak özde, hasedden kaçılır mı?

Zirâ hüneri reşk ü hased muteber eyler.

İyi ama bu hasudlar da işi azıttılar, büyük şaire dil uzatıyor-
lar, artık onlar bir nevi şakiler gibidir, onlara kılıç çekmekten baç-


ka çare kalmadı. Şairimizi artık sahiden kılıcını çekmiş bir şehsu-
var hey-betile görüyoruz:

Yok tlg-ı zeban çekmeden özge dahi çare
Gayette şaki oldular ebnâ-yi zemâne

Şii’rin lisan kılıcile herkesi yere seren şehsuvarımız felekle bi-
le cenge kalkışır. Felek, yani güneşi, ayı, yıldızlarile gök kubbe de-
diğimiz şu sonsuz âlem. Fakat onunla nasıl cenk edilir. İnsanın eli
onun eteğine yetişmez ki. Evet eteğine yetişmez ama ahinin pen-
çesile yakasından yakalıyabiliriz. Böyle ah vahi da bırak, ya hele
hicvin kılıcını çekerse:

Tutalım ki elim irlgmez imiş dâmenlne
Pençe-i âhıma girmez mİ giribân-ı felek?

Âh dursun, hele şemşir-i zeban çeksem eğer
Ne çeker ben bilirim hep dll-i ters&n-ı felek.

Zaten şairin kendi de şu aylı, güneşli felek gibi başlıbaşım
bir âlem değil mi? Hem bir çarhı felek halinde dönüp duran o mad-
di âlem karşısında şairdeki manevî âlemin dönüşünden kimse in-
cinmediği için bu ondan daha üstündür:

Âlem-1 ma’niyin âzâde-kaza hükmünde
Kimse rencide değil gerdlş-i eflâkimden.

Böyle anlarında şair artık felekle konuşmaya tenezzül e4,miye-
cek kadar kendini üstün görüyor:

Tûti-i mûclze - gûyem ne desem lâf değil.

Çerh ile söylememem âylnesl sâf değil,

Şair daha coşunca daha ileriye gider. Onların devrinde efen-
dilerine karşı elpençe divan duran hizmetçilerin bellenrip hançer
bulunurdu. Feleğin hilâli de aya benzemiyor mu? öyleyse öyle an-
larda o da şaire karşı bir hizmetkâr gibi divan duruyor.

Şâh-ı aşkız her ne emretsek müsehhardır felek
Mâh-ı nevle oldu hlzmetkâr-ı hançerdânmız,

Felekle böyle konuşan şair Sultan Ahmede yazdığı kasidede
şairliğin büyüklüğünü anlatmak için «şairlere iltifat etmesini, pa
d
13ahların hep onların şiirleri sayesinde anıldıklarını» söyliyerek
Kanunî Sultan Süleyman gibi bir padişahın bile Bâklnin şii’ri saye
sinde anılıp durduğunu söyler: Şiir ebedî olduğu için şifre girenler
de ebedileşiyor:

Haşre dek &b-ı hayat-ı sühan-i Bâkldir
Andırıp zinde kılan nâm-ı Süleyman Hânı.

Sadnâzam Mehmed Paşaya yazdığı kasidede dahi öyle caizr.
ve para için şiir yazmadığını anlatırken «mal ve menal denen şe-
yin gözünde hiç olduğunu» söyledikten sonra elindeki şiir kazmrsı

 

Şair Nef’î ve Dördüncü Murad


 

Felekten bir Gece

Nef'î, içki masasını kurmuş, sevgilisini karşısına geçirmiş, fe-
lekten bir gece çalıyordu. Odanın bir köşesinde dört kişilik bir saz
takımı da âhenge devam ediyordu. Nef’î’nin başı şarapla dumanlı,
gönlü aşk ile dolu idi. Akşamdanberi içiyor, bir türlü içkiye kan-
mıyordu. Saat gece yansım geçmişti. Sesini saza uyduran sevgilisi
onun canına can, sevincine sevinç katıyordu. O coşkunlukla aklına
güzel hayaller geliyor, ikide bir şairliği tutuyordu:

sayesinde bulduğu mücevherat madeninin her bir parçası bir ci-
hana değer diye şairliği nasıl gördüğünü haykırdı:

Tişe-1 fikr He bir kân-ı güher buldum ben
Ki değer her gülıeri nice cihan mâl ü menâl.

Evet o işte şiir mazhariyetini böyle gören bir şairdi. Böyle bir
şairi bundan 316 yıl ör.ce, 27 Ocak 1635 de, gene bu yıl olduğu Ribl
Cumartesiye rastlıyan bir günde, Vezir Bayram Paşa, Padişahtan
aldığı izinle konağının odunluğunda onu cellâdlanna boğdurup
cesedini de denize attırdı.

(Cumhuriyet, 27 Ocak 1951)           İsmail Hâblb SEVÜK

F: 5

Hem kadem hem bâdc hem bir şuh sakidir gönül,

Nice zamandanberi böyle neş’elendiği yoktu. Hükümdara ver-
diği kaside makbule geçmiş, kendisine iki kese altın ihsan eylemiş-
ti. Nef’i bu ihsanın bir kesesini bu akşam harcıyordu, ve bundan
dolayı hiç üzüntüde değildi. Çünkü bu gece kendisinde beş kaside
birden yazacak kadar ilham bolluğu seziyordu. Nitekim düşünce-
sinde tek tük mısralar da birikiyordu:

Bir cam sun Allah için, bir kâse de ol mah için...

Birdenbire kapı vuruldu. Bu zaman kim gelebilirdi? Pencere-
den baktı, birdenbire sarhoşluğu dağıldı, aklı başına geldi. Fakat
gözlerine bir türlü inanamıyordu. Sabahleyin kasidesini takdim
ettiği hükümdar, şairi gömüye gelmişti. Bu bir lütuf mu idi, bir
azap mı? Nef’î bunlan düşünmeden sazcılara dağılmalarını söyle-
di, sevgilisini bir yatak dolabına soktu. Kocaman sofrayı kaldır-
makla uğraşıyordu ki Dördüncü Murat İçeriye girdi. Yanında Bay-
ram Paşa vardı. İkisi birden Nef’î’yi süzdüler. Dördüncü Murat,
hiddetli idi. İhsan ettiği altınların saza, içkiye sarfedilmesi canını
sıkıyordu. Bir koltuğa oturarak etrafa bakındı. Yerde bir kanun,
bir tef, bir ud yatıyor, kapının eşiğinde sarhoş bir sazcı mıhlan-
mış gibi duruyor, dolabın aralığından bir sevgili hayali seziliyor-
du... Yüksek sesle:

   Bundan daha münasebetsiz hareket ne olabilir?

Diye homurdandı. Nef’î, hiç sevmediği Bayram Paşanın yanın-
da, böyle bir hücuma uğrayınca dayanamadı. Yarı sarhoşluğun,
yan da keyfini kaçırmanın verdiği cesaretle:

   Daha münasebetsiz hareket mi, hünkârım? Dedi, gece ya-
nsından sonra habersiz bir yere misafir gitmek!

Hem söyledi, hem pişman oldu. Dördüncü Muradın gözleri yu-
vasında bir iki kanlı devir yaptıktan sonra Nef'î’ye dikildi:

-    Yann sabah saraya geleceksin!

Bu hitap: «Yann sabah boynunu vurduracağını!» demekti.
Nef’î bunu biliyordu, fakat bir kere ok yaydan çıkmıştı.

Hükümdar gitti Beş dakika önceki neş'eden hiç bir iz kalma,
mıştı. Nef'î, şimdi tek başına, yarınki akıbetini düşünüyordu. He’ e
Bayram paşa kendisine nasıl hınçla bakmıştı!

Nef’î için tek kurtuluş çâresi, kasideyi bitirmekti. Can korkusu
ile sabaha kadar düşündüğü kasideyi bitirdi, ve uykusuz geceden
sonra emir mucibince saraya gitti. İçeri girer girmez:

   Hünkâr seni divanda bekliyor!

Dediler. Nef’î’de hoşafın yağı kesildi. Demek vezirler de içerde
idi. Baş müsahibe kasideyi uzattı, bunu Dördüncü Murada vermesini
söyledi. Müsahip içeri girdi, çıktı. Nefî:


   Kasideyi okudu mu? Diye sordu.

   Okumadı, bir yana bıraktı, seni istiyor!

Nef’i girerken müsahip önüne geçti:

   Bu kıyafetle giremezsin, emir var, şu postu giyeceksin, vc.
dört ayak üstü huzura varacaksınız!

Kendisine uzatılan muhteşem bir ayı postu idi. Çâresiz, bu pos-
tu giyecekti. Yoksa kendi postu elinden giderdi. Postu giydi, ve
hünkârın emri veçhile dört ayak üstü divana girdi.

Şeyhülislâm Yahya efendi, şair rakibinin bu halini görünce,
hayret etti. Dördüncü Murad’ın orada olduğunu unutarak bağırdı;

   Nef’î efendi, bu ne haldir?

Nef’î, dostunu sesinden tanıdı, ve hemen cevabım-verdi:

   Ne yapayım? Hükümdara kaside takdim ettim, mükâfat
olarak bu kaftanı hediye buyurdular!

Dördüncü Muradın kanlı yüzü bu cevap karşısında gevşedi,
güldü ve Nefi’ye dört kese altın daha ihsan etti.

İSPİNOZ

Nef'inin Feci ölümü Ve Facianın Sebepleri

Nef’î’nin muasırları ve akranı arasında kendisinden şiddetle
nefret etmiyen bir kimse enderdi sanırım. Lâkin -evvelce arzetmış
olduğum gibi- Türkiye idaresinin en menhus bir tezebzüb ve inhi-
tat devrinde İstanbula Anadolunun bir hücra köşesinden gelmiş v:
-düzgün söz söylemede olanca kabiliyetine rağmen- türedileri medh
ve zemmetmeyi kendisine başlıca, meslek ve medarı maişet edinmiş
olan bu atak ve cesur şairin kudreti beyanını beğenmiyen bir kim-
se de yoktu diyebilirim. Hele ondan sonra gelenler, ziyadesile tak-
dir ediyorlar, çünkü onun kinine ve gazabına hedef olmak ihtima-
linden salimdirler. Ölmüş bir engerek yılanı tehlikeli ve korkunç
bir şey değildir. Halbuki sağlığında Nef’î bir vesile buldu inu? Dos-
tu düşmanı esirgemez, her kim olursa çirkefe sokup çıkardıktan
sonra herifi ortaya atıverirdi. Pek tuhaf bir hikâye naklederler ve
doğru olsa gerektir. Nef’înin bildiği kimselerden Tahir efendi
minde ütek yani pek çekingen bir adamcağız varmış; Nef’înin adın-
dan bile korkarmış. Hazır bulunduğu bir mecliste Nef’îden bahso-
lunmuş. Tahir efendi: Aman anmayın şu kelb (yani köpeği) de-
miş. Ahlâksızın biri bunu hemen Nef’îye yetiştirmiş, o da şu zarif
kıtai hicviyye ile mukabele etmiş:

Bize T&hir efeudi kelp demiş...

İltifatı bu sözde zâhlrdir!.

Mâliki mezhebim; benim zirâ
İtikâdımca kelp, t&hirdir.

Bu, çok teıtıiyeli bir hicivdir. Çünkü buradaki nükte cidden
zariftir ve (Tahir) kelimesile yaptığı cinasta o nükte münderiçtir
Tahir, hem bir insan ismidir, hem de Arapçada temiz mânasına ge-
lir bir sıfattır. Nef’î diyor ki, Tahir efendi bana köpek demiş, fakat
bu sözünde bana açıktan açığa iltifat etmiş. Çünkü ben (Mâlikî)
mezhebinden bir sünnî müslümamm. Benim itikadımca köpek te-
miz bir hayvandır. (Onun etini mâlikîler yerleri) zahirî mânası bu!
Fakat gizli mânası; (Köpek, asıl Tahir efendidir) demek olur. Hic-
vin bu türlüsü en nazik ve terbiyeli cemiyetlerde de makbuldür. Lâ-
kin Nef’înin hicviyeleri hep böyle değildir. Asıl idam edi’mesine
bep olan uzun kasidesi o kadar murdar ve iğrenç sözlerle doludur
ki bu sütunlarda ve hattâ ahbap arasında ağza alınır şey değildiı.
Ne kadar yazık ki sahihen kudretli ve beliğ bir şair olan bu adam.
Üç padişahın nedimi olsun da ömrünün mühim bir kısmım kalemi -
le çirkef karıştırmak yolunda heder etmiş bulunsun, ve âkıbet cel-
lâda boğdurulup ölüsü Saraybumundan denize atılmış olsunl

Zavallı Nef’înin idamı faciasını lâyıkile zapt ve kaydeden ve
etrafile anlatan müverrih Naimâ Çelebinin evvelâ rivayetini dinli-
yelim de sonra biz bir hüküm verelim:

Naimâ. tarihinin üçüncü cildinde şu vakayı günile, senesile
naklediyor ki dikkate şayandır; ben onu harfiyen açık Türkçeye çe-
viriyorum:

Hicretin bin otuz dokuzuncu senesi zilkaade ayının on dördün-
cü Salı günü büyük bir fırtına oldu. Yıldırım, yağmur, şimşek hu-
sule geldi. O kadar yıldırım düştü ki göklere korku geldi. Hattâ
(dördüncü) Sultan Murat han, Beşiktaşta (birinci) Sultan Ahmet
han köşkünde oturuyonnuş ve Nef’înin hicve müteallik olan mec-
muası ellerinde imiş ve huzurunda hekimbaşı Emir Çelebi de var-
mış. Meclisi hümayuna büyük bir yıldırım ateşi düşmüş. Enderun
ağalan yüzükoyun yere kapanmış ve meclise büyük bir korku gel-
miş. Padişah hazretleri o hiciv mecmuasını paralayıp Nef’îyi azar-
lamış ve herkes tövbe ve istiğfar ederek birçok sadakalar vermek-
le meşgul olmuşlar. Hattâ asrın zarif şairlerinden biri, padişahın
Nef’îye tekdirini hatırlatmak için şu beyti söylemiş:

Göktetı nazire indi (sihâm i kaza) sına,

Nef’i diliyle uğradı hakkın belâsına.

Bu korkunç fırtına vakasını hikâye eden Naimânın rivayetin-
den pek kolay anlaşılıyor ki Dördüncü Sultan Murat, Nef’înin (Si-
hâin i kazâ) yani (kaza okları) unvanlı hicviye mecmu as mı, saray-
da hususî dairesinde enderûn ağalan huzurunda okuyup eğlenirmiş.
Nef’î de o cemiyette padişahın hekimbaşısile beraber bulunurmuş.
Demek ki böyle şeylerden hazzediyormuş. Birkaç satır aşağıda göre-
ceğiz ki Nnimâ böyle söylüyor. Yıldınmı Allahın gazebkıe hamlettiği
için, padişah o hiciv mecmuasını yırtıp atmış ve Nefîye tövbe ettir.,
diği gibi kendisi de istiğfar etmiş ve birçok sadaka vermiş. Bu va-
kadan sonra Nef’î takriben dört sene daha yaşamış (ve hicve tövbe
etmiş olduğu halde) yine ötekine 'berikine sövüp saymaktan vaz-
geçmemiş olduğu şu beyti le sabittir:

(Hele ben tâib oldum (yani tövbe ettim) hecvile hem harlıkta
(yani eşeklikte) kalırsa yine erzâni (yani lâyıkı odur.)

Bu Veysi o zamanın nesir ve inşada büyük üstadı sayılırdı.
Nef’î onu kıskanır, fakat ona karşı ademi tenezzül gösterirdi. Şu
beyti bunu isbat eder:

Tenezzül eylemem (İnşâ) ya; eylesem, belki
Müsebbihân i felek vird ederdi inşâmı.

Nadmâ yine eserinin üçüncü cildinde, Hicretin bin kırk dört
senesi vukuatına dair haberler verirken (Katli Nefî-i-şair) diye
zikri geçen yıldırım hikâyesinden söze başlı yar ak Nef’î faciasını ta-
mamen ve mufassalan naklediyor. Bu hikâye, tarihinin üçüncü cil_
dinde (222) nci sayfadan başlar. Ben ihtisar ediyorum; yer yok! Me.
rak edenlere o sayfaları okumalarını tavsiye ederim

Evvelâ Naima Nef’înin nereden geldiğini söylüyor: (Aslınd.
Erzurum kurbünde «Hasankalesi» denilen yerden İstanbula gelmiş,
kâtipler zümresine iltihak etmiş ve birinci Sultan Ahmet zamanında
şiir ile şöhret kazanmış padişahlara, vezirlere ve kibarlara lâtif
medhiyeler ve kasideler söyleyip maruf olmuş, nihayet dördüne1)
Sultan Murada çatmıştı. Onun medhinde kasideler yazmış, cirit, pt-
tığı zaman tarihler söylemişti. Lâkin merkum hiciv vadisinde ga-
yet bedbezan (yani dili. fena. Biz ağzı bozuk derizl) olup, asnnda
büyüklere ve ülemayi izama ve büyük vezirlere söz atarak onlann
ırzlarını yıkmağa (yani haysiyetlerini berbat etmeğe!) cesaret et-
tiği için zamanında meşhur adamların pek çoğunu hicvetmiş idi)
diyor ve derhal şu sözleri de ilâve ediyor ki, padişahın bu hususla
ona yalnız müsamaha gösterdiğini değil, yüz verip şımartttığını da
ihsas ediyor. Naimâ’nın bu işareti pek mühimdir. Bakınız:

(Sultan Murat hazretleri, meclisi haslannda, tarhı tekellüf su-
retinde (yani teşrifatı bertaraf ederek!) letâife mail olmağın dâ-
hice Nef’îyi getirip bazı hicviyyatını istima ederdi).

Demek ki hoşlanıyormuş ve cart sıkıldıkça Nef’îyi çağırtıp


(Nef’î efendi taze bir hicvlyyetin var mı?) diye soruyormuş; yine
öyle olmuş!

İstanbullu Bayram Paşa (Hicretin 1022 senesinde) Yeniçeri
ağası nasbedilmişken dördüncü Sultan Muradın kız kardeşile de
evlenip eniştesi olmuştu. Bir aralık padişahın gazabına uğnyarak
Hodosa nefyedilmiş, fakat biraz sonra tekrar İstanbula getirilip ve.
zir olmuştu. Nef’î bu adama bir sebepten dolayı gocunmuş ve padi-
şaha güvenmiş olmalı ki Bayram paşa aleyhine gayet kaba ve mur-
dar sözlerle dolu bir uzun kaside hazırlamış imiş.

Naimâ diyor ki: «Padişah hazretleri bir meclisi hâs sülhüsda,
Nef’î bir taze hicvin yok mudur?...» diye ağzını aramış, o da Bay-
ram Paşaya yazdığı hicviyeyi Padişaha sununca Padişah beğenmiş
gibi görünmüş, sonra Bayram Paşayı çağırıp kasideyi göstermiş.
Bayram Paşa, huzuru hümayunda (Padişahım halk arasında benim
um ve haysiyetim kalmadı, bu habisin katline izin ihsan buyuru-
nuz) diye İsrar edince, Nef’îyi Bayram Paşaya teslim etmiş. O da
şairi fena halde azarlamış ve çavuşbaşı (Boynu iğri Mehmet) e ve-
rip sarayın odunluğunda hapsettikten sonra bu cellât Nef’îyi ipi r;
boğup cesedini Saraytoumundan denize atmış. Naimâ diyor ki, he-
men herkes Nef’ıden müteneffir ve bizâr olduğu için bütün ülema
memnunen ve derhal katline fetva vermişler; bu hususta da s.:
farsca beyit meşhur olup kalmıştır

An şâir-1 hecâgü kİ nâm-1 ûst Nef’t,

Katleş be ç&r mezheb vâclb çu katl-1 ef’i.

Yâni: (Hicviye söyliyen o şair ki ismi Nef’îdir, dört mezhep
hükmüne göre engerek yılanının katli nasıl vacib ise onun katli de
öylece vacibdir) demektir.

Naimâ burada (Main zade Hüseyin beyden) rivayet edip diyor

ki:

(Hüseyin beyden işittim, Bayram Paşa Nef’îyi tevkife ferman
edip de şairi dışan çıkardıkları zaman (Boynu Eğri Mehmet) ça-
vuşbaşı imiş. Türk âdemîsi (yâni adamı) olmakla Nef’înin önüne
düşüp: (Gel Nef’î efendi odunlukta bir hiciv düzecek kişi vardır, gel
gör!) diye Türkvarî târiz etmiş.)

Burada, Türk tâbiri eskiler nazarında kaba ve köylü mânası-
na tahkir için kullanılır bir kelime idi. Muhterem okuyucularıma
bu garibenin sebeplerini -bundan sonraki makalemde tafsilâtile-
anlatacağım, şimdilik Naimâ’nın ve Nef’înin kusuruna bakmama-
larını rica ederim. Yine sözü Naimâ’ya bırakıyorum:

Nef’î, hayatından meyus olup: «Yürü bildiğinden kalma bire
mel’un Türk, demiş ve vezir-ü bâlâya vafir şütum-i galîza etmiş.»
Yâni aşağı yukarı pekçok kabaca sövüp saymış imiş. Zavallı!. Dör.

d üncü Sultan Muradın teveccühüne güvenmiş!. Bu hırçın ve kan
dökmeyi seven padişah, meşhur Kösem Sultan oğlu idi. Bütün er-
kek kardeşlerini tavşan gibi boğdurdu ve nice bin adamlar kestirdi.
Nef’îye merhamet eder miydi?

Şayanı dikkattir ki -tarihimizde bir çok emsali gibi Eğriboyun
Mehmet, âkıbet sadrâzam olmuş ve nihayet o da cellât elinde telef
olmuştur.

Yeni Sabah 17-6-1945                 Feylesof RIZA TEVFİK

Sihamı Kaza'dan

GÜRCÜ MEHMET PAŞA HAKKINDA

Gürci hınziri a samsunı muazzam' a köpek
K ahdesin kande nigehbânii âlem a köpek
Vây ol devlete kim ola mürebbisi anın
Bir senin gibi denî cehli mücessem a köpek
Nc güne kaldı medet Devleti Âli Osman
Hey yazık hey ne musibet bu ne matem a köpek
Ne ihanettir o sadra bu zemanda andan
Olmaya sahibi bir asafı ekrem a köpek
Pâymâl eylediniz saltanatın ırzını hep
Yok yere oldu telef o kadar adem a köpek
Sen kadar düşmeni devlet mi olur a hınzır
Ne durur saltanatın sahibi bilmem a köpek
Addolunsa eğer esbabı nizamı devlet
Seni katleylemedir cümleden akdem a köpek
Ehli dil düşmeni din yohsulu bir mel’unsun
Öldürürlerse eğer can becehennem a köpek
Sende İslâm eseri olsa eğer zerre kadar
Eylemezdin Alamanzadeyi henıdem a köpek
Bu kadar cürm ile sen sağ olasın da yine ben
Vacibiilkati olam ey bahteki azlem a köpek
Hele bu hükme gâvur kadısı olmaz razl
Kande kaldı ki müselmanı müsellem a köpek
Seni hicvetmek İle katle neden istihkak
Sen nesin bilsem eya kâfiri müphem a köpek
Sana şetmeylemek olursa eğer katle sebep
Katli âm eyle hemen durma demadem a köpek
Bigüneh katle rıza var mı şeriatte sorâ?

Göre ne der hazreti miiftii mükerrem a köpek
Tutalım müfti sükût eylese hak söylemede

Yok mu bir dâdğerii a’delü ahkem a köpek
Hak götürdü arabı gitti bele dünyadan
Kim götürse akabince seni bilsem a köpek
File naçar meğer yükledeler tabutun
Çekemez cifye-i murdarını âdem a köpek
Filler de çekemezse ne accp İaşeni kim
Var mı bir sencilcyin dm mücessem a köpek
Çâk çak etmiş iken tiği zebanımla seni
Kande buldun bu kadar yareye merhem a köpek
Ki firarmış edüp ol mertebe zahmın acısın
Kudurup yine ısırdın beni muhkem a köpek
Sonra duydum seni ol fahişe kişklrdiğini
Hak belâsın vere ol fahişeye hem a köpek
Ondan a’lâ bilür olmazdı benim kadrimi hiç
Yalınız ben demezim der bunu âlem a köpek
Garazım cehlini tahkiktir anın yohsa
Sen kadar har olayım kendim öğersem a köpek
Sana nisbetle har ender har İken Veysi’ye
Yaraşır dense harı îsi’l Meryem a köpek
Sen kadar har da olur mu acaba dünyada
Harsın amma hari Deccâl İle tev’em a köpek
Kâfirim ger seni hicvettiğime nadim isem
Hak huzurunda ya senden utan ursam a köpek
Her ki bâ mâ bisitîzed behuda istlzed
Hak elimde ne kadar çerb çalarsam a köpek
İtikadımca gaza eyledim inşâallah
Hak bilür yok yere ben kimseye söğmem a köpek
Men ne ânem ki zebûni keşem ez çarhı felek
Feleği hicvederim çevrini görsem a köpek
Haşredek sağ kalursam da sana şetmederin
Hak sözü söylemeden hiç usanmam a köpek
Hatırı devlet içün ya talebi cennet içün
Terkolur mu bu kadar ma’nü mülhem a köpek
Beni incitmiycceksen yine bu hicvi cedit
Olmamıştı dahi vallahi musammem a köpek

GÜRCÜ MEHMET PAŞA YA

Zehi hüsranı dinü devletü nengi müselmânî
K-ola bir divi hunsa mâliki mühri Süleymanî
Ne div efsân yok bir bârgiri fil-peyker kim
Hari Deceal’a sânî der idim olsaydı palani


Neler etti ne denlû fitne peyda oldu âiemde
Edince ta vücûdiyle mülevves sadrı di yani
Tutalım kim harimi muhteremde perveriş bulmuş
Viicûdl bînazîri kim bulunmaz ana bir sânl
Veziri mülki İslâm olmağa lâyık mıdır andan
Donuz çobam Gürci Ermeni vü Lezgi Çing&ni
Sitemdir cümle Gürcistana ger Gürci olursa bu
Medet göster felek işltmesün bu zulmü bühtanl
Tama
1 bir mertebe zatında, mel’unun kİ hırsından
Yudardı kuyruğundan bulsa ger huki beyaban!
Vezaret kimdedir gör hey Nlzamülmülk hey Asaf
Olurmuş bir acûzeyle nizamı devletin fani
Kani ol sadrıa’zamlar ki fartı behmü danişten
Ararlardı riayet etmeğe bir sahib-lz’anl
Hususâ bir benim gibi cihandide senahâna
Verirlerdi sıla mahsull bahrii hasılı kânl
Üçüncü def’adır bu hak belâsın vere mel’unun
Ki yok yere beni zalettl olmuşken senâhâni
Gelince bu deme her kim veziri a’zam oldiyse
Muradımca bilüp kadrim boyumca etti Ihsani
Bir iki sadna'zam hot kemali lûtfu tab’ından
Ederdi gâhi endişemle güftügûyi rûhâni
Biri hot ta bir aylık yoldan etti caizem İhsan
Ki bir mektub ile gönderdi bir pür şim hemyani
Nice müftii âlişan ki her biri zem anında
Eriştirdi kemale içtihadı fıkhı Nu’mani
Bana ettikleri ta'zimü tekrlmi göreydi ger
Ölünce reşkederdi İbnl Sadrettlni Şirvan!

Ve hâlâ şeyhül İslâmî hakikat-senci hak gûya
Sual eyle ne der hakkımda gör kilkl dürefşani
Vezirii müftiyi ko padişah anı cihanl gör
Ki yoktur gördüğüm ihsanlarının haddü payani
İki sultanı âlişan ki fahreyler vücûdiyle
Gerek taci şehenşâhî gerek tahtı cihanbani
Görürdüm her kaside söyledikçe her birisinden
Hem istihsanü hem ihsanü hem lûtfi firavani
Ne hizmet ettiğim ben hanedanı Âli Osman’a
Bilür hep şahidimdir kudsiyam arşı rahmani
Cihanı tuttu nazmımla seraser şöhreti namı
Eğerçi hutbeden tarkettiler sultanı Osmanl
Hata mı etti hep bunlar ne bok yer bu köpek Gürci
Hata kendindedir kim bilmez asla kadri İnsani

DER HAKK-I GANİ ZÂDE
Ne keder verse gerek klrH Nigânn hicvi
Gerçi derya gibi tab’ım bulanıp cûş etti
Ben de hicv eyledim ol farkı nihayet diyeler
Gevher-i nazmını bir kahbeye menkûşetti.

TARİH İ KATL-İ GÜRCİ MEHMET PAŞA
Ehi-i dil düşmanı har ya’ni köpek Gürci kim
Kati olup ka'r-ı cehennemde mekânın buldu

Haşimi ....................................

Dedi tarihini ânın koca hınzır öldü

1032

DER HAKK-I AZMİ ZÂDE
Bir münafık kaldı hicve müstahak ki etmedim
Âdını derdim eğer gayette mazmum olmasa
sa.nma.ni7. kim ana rahmettim ya cürmün duymadım
Ânı çoktan hicv ederdim hicvi de şûm olmasa
DER HAKK-I NEVİ ZÂDE
Nevi zâde sana mlrâs-ı pederdir yâve
Ömrü zirâ pederin yâve demekle geçmiş
Var kıyâs et ne kadar herze yemiş kim merhum

Yerine sencileyiıı bir .........  mış

DER HAKK-I CÜMHUR
İttifak eylediler hep bizi hicv eylemeğe
Kimi zâhir kimi bâtın bir alay b... yediler
Ne alır var ne satar yâvelerin yerler
Alayı bir pula değmez müteşâir gidiler
DER HAKK-I KÂF ZÂDE
S lüccei güftânna ey «Kâfoğlu»

Vây ol şi’re ki sen ânı tekellüm edesin
Ağzın eş’âra yakışmaz meğer ahbâbına hep

Şi’ri nâsâzmı g ...  terennüm edesin

VE LEHÛ

Ey «Vahdeti» zartan ele darbılmesei oldu
Hakkında düşen darbı meseller gazel oldu
Şimdi geru söz söylemeğe kadir olursan
Tab’ında olan ukde çözüldüğü güzel oldu
VE LEHÛ

Ey «Vahdeti» Bağdâda çekil Rûmu kokuttun
Şimden geri zehr oldu sana bu yerin âşı
Maksûdun eğer mansıp ise hâle münâsip
Ahmet Subaşı oğluna ol zartacı bâşı.


ŞAİR ŞİRAZLI ANKA HAKKINDA
Ayn-ı ibretle bakın çihresinc Anka’nın
Gidinin kaşı da eğri yalınız şaşı değil
Bir gören çlhre-i murdarın anın velhâsıl
Acem’in Çingene'sidir bu kızılbaşı değil
Kahbe hecvine tenezzül mü iderdim amma
Bir kazâ ile bu da tab’ıma yeksan düştü
İktiza eyledi bir kalıbcye bir kıt’a d İdim
Bir alay fâhişeye gayret-i akran düştü
NEFİ HAKKINDA:

Nefî-i rûsiyehln niydüğünü hep bildik
Kendi çingânedir amma babası Kiird-i pelid
Şimdi bildirdi dahi âli Rasul’ün buğzun
Ulema düşmeni hmzîr Yezld ibni Yezid.

                            TIFLI

Ne aceb Nef'i yerin aldı ise mum makası
Bunlara hldmet iden kâtib-i sâdık yaramaz
İstikamette kalem şevkte şem’ olsa kişi
Yine mlkrâs-ı belâdan başını kurtaramaz.

KESBİ

«Bizde iki şair vardır İti, biri sözde, öbürü özde Hayyam’a pek
benzer. Sözde benzeyen Ziya Paşa merhumdur. Değerli şair tefkip
ve tercii bendin kalıbını «Ruhi» den,‘fakat ruhunu Hayyam’dan al-
mıştır.

İkincisi de
Bayram gibi bir har-i zemâne
Kıydı o yegâne-i cihane.

Diye yazdığı Nef’îdir.

O halde koca Nefsinizin yüce ruhuna diyebilirim:

«Ey ırkımın büyük oğlu
Mezarında rahat uyu!

Sen olmadınsa bir Hay yanı;

Bir Türk işte Hayyam oldu.»

Muhiddin RAİF

Muttasıl ben şimdi ruhu Nef’ii üstad ile
Eylerim bervechiâtl bir duai nevzemin:

«Meclisi erbabı dil bir lâhza sensiz olmasın
Hürmetin inkâr eden âlemde hürmet bulmasın»

Abdülbaki FEVZİ


Sümbülizade Vehbi

Biçare sana müftüne mansıp mı verirler
Serraf ile kavi etmiyicek ahz u atâya
Hep rüşvet ile eylediler devleti berbat
B»k şu ulemaya, vükelâya, vüzeraya...

Kabasakal Mehmet
DESTAN

Fukara kulların arz-ı hâl kıldı
Ahvâller (i) ziyâde perişân oldu
Mâsumlar mektepte okumaz oldu
Masumlar duasın alın efendim

Mektebin önünde ahır yapıldı
Hep okuyan sübyan geri çekildi
Etme diyenlerin evi yıkıldı
Bunun ilâcım görün efendim
Yiyiciler akçe ister zaleme
Verilen malimiz gelmez kaleme
Perişanlık şâyi oldu âleme

Kullarına imdat kılın efendim
Akşam olur yiyiciler derilür
Fukara kulların kusurun bulur
Haftada hem üçyüz kuruşun alır
Keyfiyet, (i) hâlimiz bilin efendim
Yetmiş kadar adam mahbus bulundu
Nice bigünahlar zahlmdâr oldu
Mütevelli imam sebebi oldu
Kulların ahvâlin bilin efendim
Yetmiş âdem ile ihzâr olundu
Reâyâ kulların hâli bilindi
Üç kimse üstüne hüccet olundu
Hâlimize merhamet kılın efendim
Kara-molla oğlu araya girdi
Altı kese akçeye ha?âs buldu
Reayaya cebren salyâne oldu
Bize olan zülmü bilin efendim


Otuz kese akçe tecrlm olundu
Beş çiftçi alanuı ikisi kaldı
Akıbet Deveci Osman be'âsm buldu
Sairin hakkından gelin efendim

Reâyâ kulların çektiler gücün
İmam adam gönderdi töhmet içün
Devletli Beyefendimizin başıyçün
Tezkiye edin de sorun efendim.

Kabasakal Mehmet

ir

S u r û r i

Şeyh Galib’in evvelce mahlası «Esad» idi. Sonradan «Galip*
tahallûs etmeğe başlayınca «Hüznî» mahlasını kullanan Süruri şu
kıt’ayı söylemiştir:

Bilmem ey menhus adını Esad mıdır Galip midir?

Zatını tarif kıl kimsin kime mensupsun?

Gerçi dersin şairane ben tegal'üp eyledim
Pişi erbabı şühande galiba mağlûpsun!

Süruri’nin bu kıt’asma şairi belli olmayan şu kıt’a ile cevap ve-
rilmiştir

Mağrurluğun olmada günden güne efzun
Şayeste İdi mahlasın olsaydı gururf
Galip görünen Esada menhus diyorsun
«Hüzni» yi unuttun mu ne yaptın a Sttruri

* * *

Sürûrî’nin Vehbi hakkında bir beyti:

Bir zaman Tophâne’de gürledi Vehbi top gibi
Şimdicik Çömlekçiler’de inliyor boş küp gibi

Beni hicvettin ey çiçekçi (Refii)

Bilmedin mi cevaba kadir idim.

Bahçeler hendeğinde sen o zeman
Oynaşırdın ben eski şair idim.

Kadılıkta koca samson gibi ey Vehbi-i dûn
Dişlemişin bütün eski zağra ademini
Attılar küfrilc nice sözler sana kim
Kudururdu yese herhangi köpek dirhemini


SÜNBÜLZADE VEHBİ HAKKINDA:

Gayri şair gibi sâil değilim ben dersin
Vehblyâ bihûde - güftar değilsin de nesin
Her kasidende sözü cerre edersin müncer
Hey dilenci gidi cerrar değilsin de nesin
Kadınlara fazla düşkün olan Vehbi’yi Sürurî ıbir hezliyle şöyle
teşhir ediyor:

Taze kızlarla şimdi Vehbl-i pir
Sarfedlp ayş u İşrete parasın
Dest ile gâvur gidi döküyor
Ak sakal üstüne papaz karasın.

Dördüncü Murad'ın Cevabı

İranlIlar tarafından zaptedilen Bağdad’ı geri almaılc üzere gi-
den Serdar Hâfız Paşa muvaffak olamamış, Padişah Dördüncü Mu-
rada bir mektup göndererek istimdat etmişti.

Aldı etrafı adüv, İmdada asker yok mudur,

Din yolunda baş verir bir merdi server yok mudur?!,
diye bulayan mektup şu beyitle bitiyordu:

Dergâh! Sultan Murada nâmemiz isâliııe.

Badı sarsar gibi bir çâpik kebuter yok mudur?

Dördüncü Murad, Serdarına aynı vezin ve kafiye ile şu cevabı
göndermişti

Hafıza! Bağdada imdad etmeğe er yok mudur,

Bizden istimdad İdersin, sende asker yok mudur
Düşmeni mat etmeğe ferzâneyim ben der idin,

Hasına karşı şimdi at oynatmağa yer yok mudur?

Gerçi lâf urmakda yokdur sâna hempa bllürüz,

Lik senden düd alur bir dâdkester yok mudur?

Merdlik da’va idersin ya bu muhannlslik neden,

Havfidersln bari yanında dilâver yok mudur?

Râfızilar aldı Bağdadı tekâsül eyledin,

Sana hasmolamaz mı Hazret, Ruzu Mahşer yok mudur?

Blhâııife şehrin ihmalinle viran ettiler,

Sende âyâ gayreti dini Peygamber yok mudur?!

Bihaberken saltanat ihsan eden Perverdlgâr,

Tine Bağdadı ider İhsan mukadder yok mudur?!

Küşvetile rnndi İslâmî perişan eyledin,

Ijidilmez mi sanırsun, bu haberler yok madar?!

Ayni Hakla intikam almağa a’dadan meğer
Bendel din bir veziri dinperver yok mudur,

Bir Ali slyret veziri serdar eyledim

Hızftı Peygamber muin olmaz mı rehber yok mudur.

Şimdi hâlimi kıyas eylerim âyâ âlemi,

Ey Muradı! Padlşahu heft kişver yok mudur?!


Tahammül mülkini yıktın Hülâgû han mısın kâfir
Aman dünyayı yaktın ateşi suzan mısın kâfir
Kjzoğlan nazı nazın şehlevent avazı avazın
Belâsın ben de bilmem kız mısın oğlan mısın kâfir
Ne mana gösterir duşundaki ol ateşin atlas
Kİ yâni şu’lei cansuzi hüsnü an mısın kâfir
Nedir bu gizli gizli ahlar çaki giribanlar
Acep bir şuha sen de aşıkı nalân mısın kâfir
Sana kimisi canım kimi cananım deyu söyler
Nesin sen doğru söyle can mısın canan- mısın kâfir
Şarabı ateşinin keyfi rûyun şu’lelendirmiş
Bu haletle çorağı meclisi mestan mısın kâfir
Niçün sık sık bakarsın böyle mir’atı mücellâya
Meğer sen dahi kendi hüsnüne hayran mısın kâfir
Nedim’i zân bir kâfir esir etmiş işitmiştlm
Sen ol cellâdı din ol düşmeni iman mısın kâfir.

Nedim hakkında İsmail Habib Sevük diyor ki:

O devrin resmen «şairler reisi» olan Tâibzade Osman, âdetâ
■esini bir berat mahiyetindeki kasidesile, o zamanın şairlerini sa-
yarken Nedimin ismini bile anmaz Düşününüz. Nedim gibi «öz
şiir» in bütün sırrına ermiş billür bir dehâmn şair sayılması: O
kadar içli bir adam için yakıcı bir ıstırabdır bu. Devrin resmî b:iş
şairi tarafından yapılan bu acılar acısı haksızlığa karşı zavallı Ne-
tim ancak şu rubaiyi yazdı:

Zâhirde egerçi cümleden ednâyız
Erbâb-ı nazar yanında lik a’lâyız
Saymazsa hesaba nola ahbâb biri
Biz zümre-i şâiranda müstesnayız.


ŞAİRİN CEVABI

Resmi Çelebi adında biri, şair Nedime bir gün gelmiş ve:

   Şairim. Ricali Devletin el yazılarını topluyorum. Siz de rica-
lin ileri gelenlerindensiniz. Bu varakpareye iki satır yazı lütfederse-
niz minnettar olurum.

Nedim, hemen divitine davranmış ve şunu yazmış.

(Mirt azizim Resmi Efendi. El yazısı toplıyacağma pa»a topla,
buna imkân bulamazsan aklını başına topla!)

Şair Nedim'in Hicabı

Her mısraında lâl renkli tül örtüler içinde şuh ve nazende ka-
dınlar rakseden şair Nedim Ahmedi Şalisin yegâne bülbülü ve da-
mat İbrahimin de yegâne şen ve şakrak bir şairiydi...

İstanbul Nedim demekti. Ziynet ve renk içinde parlıyan saray
lar, mum ışıklarında hayal gibi gölgeleşen bahçeler, korular, çıra-
dan] ar, lâleler, helva sohbetleri, gece sefaları, yay gibi ince belli,
şuh endamlı, «serapa hüsnüân, dilistan, nazperver, civanı mihri-
ban» kadınlar, hepsi Nedim idi... Ahmedi Salis saltanatının deb-le-
be ve ihtişamı Nedimin mısralarile dizilmiş bir dî
7.i inciydi. Nedim
ne kadar coşkun ve baygınsa Lâle devri de o kadar mest olmuş,
zevk ve hayale dalmış bir devirdir. Bugün bile Sadabadın harap kö
şelerini dinleseniz, oradan ney ve tanbur iniltilerine karışan bay-
gın ve şuh şarkılar duyarsınız...

Nedim padişahın sadrazamın gözdesi idi... Her gece ve her
gün Nedim bekleniyor, onun kıvrak ve taze mısraları özleniyordu.

O devirde şairin birçok rakipleri vardı. Nedimin yükselişini ve
sıfatını çekemiyenler fırsat ararlar, bir yolunu bulup onu Padişa-
hın ve Sadrazamın gözünden düşürmeye çalışırlardı.

Bu mey anda birkaç şair, Nedimi hicvetmek istemiş, Aymet Şa-
lisin ve Damat İbrahim Paşanın gazûp nazarları altında ezilip k a-
mışlardı.

Nedimin en kuvvetli düşmanı şair Câzimdi. Câzim de zamanın-
da kibar ve edebî mahfillerde aranılacak, Sadabat âlemlerine gire-
cek kadar şuh bir san’atkârdı. Fakat Nedimin parlaklığı. Nedimin
satveti hiçbir zaman sönmemiş ve tükeninemişti.

Şair Câzim, ara sıra saraya sokulur, el altından Ahmedi Salise
ve Damat İbrahim Paşaya Nedim hakikında zemlerde bulunurdu.

Nihayet bir gün Padişahın kulağına şöyle bir havadis gön-
derdi

Nedim şiirlerini hep başkalarına yazdırıyor ve kendisi de
bu suretle geçiniyor.'.

Ahmedi Salis bu haberi alır almaz fena halde canı sıkılmıştı.
Derhal Nedimi çağırtmış ve emretmişti:

Bana kış hakkında hemen bir kaside oku!

Nedim sükûnetle elini cebine attı ve uzunca bir kâğıt çıkardı.
Birkaç dakika düşündü ve gözlerini kâğıda dikerek okumıya baş-
ladı          '

Efendim ah havalar bugün soğuk diyerek
Sokuldu koynuna ol nıahparenin mlcmer

Kaside bitince, Ahmedi Salis kaşlarını çattı

Ne deyu çıkarıp kâğıdına bakarsın?... Sen irticalen okuma-
sını bimez misin?...

Zeki şair, rakiplerinin bir oyun oynadıklarını çoktan anlamış-
tı. Elindeki kâğıdı Ahmedi Salise uzatarak güldü:

   Şevketlü hünkârım... Görüyorsun ki bu kâğıt bembeyazdır,
yazısızdır... Hicabımdan başımı bu beyaz kâğıda iğdim... Yüzümün
kızartısını' göstermemek istedim, öyle okudum...

Nedimin bu çok zarif ve ince nüktesi Ahmedi Salise ve rakip-
lerine karşı idi... Koca şair kendisinden şüphe edilmenin ne büyfık
ahlâksızlık olduğunu gösteriyor ve kıymetini bir kat daha yükselti-
yordu.

F E R Y A D î


 


Varsın şurıla hınlasın
Bize taş atıp ürenler
Eşek olup zınlasın
Bize taş atıp iirenler

Pek nallanmış ata dönsün
Uyuz olmuş ite dönsün
Kilisede puta dönsün
Bize taş atıp ürenler


 


Bir dldllmlş kavuk olsun
Yazı, kışı soğuk elsun
Bir yolunmuş tavuk olsun
Bize taş atıp ürenler

Hayvanlara kuşak olsun
Kalaycıya uşak elsun
FERYADÎ’ye eşek olsun
Bize taş atıp ürenler


 


NOT Zara'nın «Zavallı köyü» nde yaşadığı söylenen Feryadı
nin doğum ve ölüm tarihi bilinememektedir.

F: 6

XVIII.            yüzyıl
OSMANZADE TÂİP

— I —

Sekban seferdlde-i pejmürde kıyafet
itaatlilerin ardındaki oğlanına benzer
Hânendelerin sahte-i nâmus-u vekârı
Çingânelerin şübheli İmânına benzer
Bahri ki bina eylediği çeşme-i blâb
Pinti Hamid’in İttiği ihsanına benzer
Şehr oğlanının yolda sefıhâne edâsı
Sarhoşların âdab He erkânına benzer
Görmek dileyen mâh-ı hilâl-i ramazanı
Devletlûların sofradaki nânına benzer
Küttaplann mahfazası ekseri şimdi
Kassâblann yağluca cüzdanına benzer
Hemşehrilerin tâ o kadar kesreti var kim
Nabi’nln evi şimdi katır hânına benzer.

-    II

İsveç kralı Demirbaş Şarl’ın ilticası sırasında vazife ile Kralın
yanında bulunmuş olan Sâkıp hakkında yazdığı bir hicviye:

Senin ahvâlini Sâkıb gelenlerden sual ittim
Didiler sühre-i bezm-i kralı mülk-i İsveç’dir
Başında âftâbe arkasında câme-i Rûmî
Hemen gûya mücessem sûreti büthâııc-i Bec’dir
Bısât-ı işret-ü âlât-ı tersâyî mchayyâdır
Fakat başında noksanı çellpâ ile bir mecdir.

Emârâtı müselmâniden anda nesne yok ancak
Elinde bir müzahref nesne var nâmı kebikecdir
Yaraşur mu sana fıstân-ı zerrinbâf-ı efrenci
Boyunca hıl'at-i şâyeste ancak köhne berzecdir
Mübâhat eyleyüb mektub- meşhun-ül-uyûbunda
Dimissin ki gıdamız nûşdârû ile emlecdir.

Behey divâne bu bengi hayâldir bilür herkes
Ki efrencim gıdası mâr-ı mâhi ile yengecdir
Veli germi-1 ülfet şöyle telhitmiş dimağın kim
Tezek dahi mezâkında murabbâ-yi helilecdir
Sana yetmez mi bu töhmet kİ yazmışsın kasidende
Bırakmış şâlrlyyet dâ’vi-1 blhûdesin şimdi
Mükellef bir ağadır bindiği har old da kevkecdlr
Aoeb nebekıyâet turfa bir kanbur-ı bedgûdur


Misal-i hat-tı ter ya harf-ı eş'arı kec-ü mecdir
Başında âft&be deyu İsnad ittiğin mahzâ
Miirîd-ı Şeyh-l Aydın Dede’dir şimdi mütevvecdir
Ne hâsıl anı hecvltmekle teşhir İtmeden bicâ
Ki ol bir şâir-i deryâdil-ü hikâyd-ü bilecdlr
Kralım âl-i Klsrâ pûr-ı Rüstem nesl-i İrec’dlr
Düşer mi şanına ümmîd-i devletle frenk olmak
Behey kâfir vücûdun gibi kârın cümle mu’vecdlr
Sana ni’m-el-halef bir şâir-i bedgu zuhur itti
Ki ol dahi acib üs sûre bir ud.hûke kûsecdir
Senin ahvâlini naklittim icmâlin ana bir gün
Didi ana nasihat ba’denizin bihûde bir lecdir
Eğer tecdid-i iman eyleyüp insafe gelmezse
Anı katleylemek mâncnd-i cer-i râze vü hacdır
Kavâra hokkası yer kuklasıdır ism-i meymûnu
Habasette sana gaalib farkda senden ahvecdir.

S A K İ P

OSMANZADE TAİB’E CEVABI

Seııin Osman Efendibade bu orduya gelmekten
Murâd'ın sohbet-1 bezm-i Kral-ı Mülk-i İsveç’dir
Kralın var ise güşeyledin isrâf-ü tebzirln
İnanma ana ol kâfir fakrda senden ahvecdir
Sakın bel bağlama ihsanına İman züğürdüdür
Büyük lûtfu sana zünnârdır gelsen ya bir mecdir
Eğer dirsen gazâdır maksadım dön bu hevesten kim
Sana halkın kulûbun yıkmamak çün rûze vü hacdır
Garaz tar ı bısât ı işret itmekse Stanbul’un
Kemin meyhânesci reşkâver-i meyhâne-i Bec’dir
Heman balyozların tertlb-i bezmln gör kanaat kıl
Bunun da revnak ı sermecllsi mâhi vü yengecdlr
Hele cehl-i mürekkeb olduğun bundan ıyan tıldu
Ki emr-i dinde kangı nüshanın nâmı kebikecdir
Dimağın var ise telheylemiştir hanzal-ı bedkâm
Dimişsin ki tezek reşk i murabbâ-yı helilecdir
Frengi ağız ile kim yedi bu helvâyı
Ki efrencin gıdâsı nûşdârû ile emlecdir
Kadim-i dûnhimmet eskicisin olsa da lûtfun
Pedermande köhen bir kutnu ya bir köhne bereecdir
Meğer Sâkıb gibi devlet ümidi sende muzmerdir
Sana noldu hele ol mu’vecln her kârı mu’vecdir

Bırakmış şâiriyyet dâ’vi-i bihûdesin şimdi
Mükellef bir ağadır bindiği har old da kevkecdir
Aceb nebekıycfet turfa bir kanbur-ı bedgûdnr
Misal-i hat-tı ter ya harf-ı eş’an kec-ü mecdir
Başında âttâbe deyu isnad ettiğin mahzâ
Mürîd-ı Şeyh-i Aydın Dede’dir şimdi müteveccdir
Ne hâsıl anı hecvltmekle teşhir İtmeden bicâ
Ki ol bir şâir-1 deryâdll-ii bilecdlr

NABİ HAKKINDA:

İtmedim bir amel-i hayr deyu
Nabiyâ olma sakın giryekünan
Yâdidüp rûhunu senden sonra
Hayrine çok amel eyler yâran

TARSİ İLE GÜMRÜKZAİDE HAKKINDA:

İbn-i Gümrük ile bizim Tarsi
Hayli eğlence idi yârâne
Hazzı var idi olmasaydı eğer
Biri çengi birisi çingâne

KÜFRİ BAHAİ

I

Zahidin her uc kadar ta'ııı firâvan olsa
Ana gam çekmez idik zerrece irfan olsa
Rafz-ıı ilhâd nedir anlarsa iz’an olsa
Sıdk ile mezheb-i islâmda pâyan olsa
Dahilden dinimize bâri müselman olsa
Ta'nidip zümre-i yârâna güruh-ı hazele
Nâse/a sözler ile bâis olurlar kesele
Ne biliir kadrini erbâb-ı kemâlin cehele
Cümleden geçtik idik her ne belâ ise hele
Bize ıııülhid diyenin kendide iman olsa
Dahilden dinimize bâri müselman olsa
Câhil-ii bâtıl-u bîmezheb iken bir ebter
Kendi cf'âliııi ehl-i dile isnad eyler
Ardımızca ne kadar gıybetimiz eyleseler
Ana vallâhi elem çekmez İdik zerre kadar
Bize mülhld diyenin kendide İman olsa
Dahlidcn dinimize bâri müselman olsa


Gerçi kim nefse u^yup itmedeyüz sehv-ü hatâ
Bilirüz cürnıümüzü itmezüz inkâr aslâ
Gam değil aybımızı söylese dâim a’da
Kaailiiz söze biz gerçi Bahai
amma
Bize mülhid diyenin kendide iman olsa
Dahilden dinimize bâri müselman olsa

   II — '

Küfrı Bahai’ııin, Nef’înin meşhur gazelini tanzir ederek yandı-
ğı hicviye:

Tâvegû zâg-ı siyahını dir isen lâf değil
Tûtiyem dime ki mir’ât-ı dilin sâf değil
Ulemâ düşmeni bir hâin-i bidinsin sen
Ehl-i dildir dinllürse sana inşâh değil
Dehr tutmazsa nela yâvc kelâmın makbul
Beli harmühre pesendide-i sarrâf değil
Girdi miftâh-ı d.er-i geııc-i halâ çün eline
Aleme herzeni bezleylesen İtlaf değil
Doludur nüsha-i hecv ile derûn-ı Nef’i
Tab'-ı yâraıı gibi diikkânçe-i sahhâf değil

Bâğ-ı delirin heıu hazânın, hem bahârın görmüşüz,
Biz neşâtm da, gamın da ruzigârın görmüşüz.

Çok da mağrur olma kim meyhane-i ikbalde,

Biz hezârân m es-ti mağrurun humarın görmüşüz.
Top- âh-ı inkisara pâydar olmaz yine
Kişver-i câhın nice sengin hlsann görmüşüz.

Bir huruşiytle eder bin hane-i ikbali pest,

Ehl-i derdin seyl-i eşk-1 inkisarın görmüşüz.

Bir badeng-i caııgüdaz-ı ahtır sermayesi
Biz bu meydanın nice çâbüksiivann görmüşüz.

Bir gün eyler destbeste pâygâhı câygâh
Biadet mağruri sadr-i itibarın görmüşüz.

Kâse-i dreyuzeye tebdil olur câm-ı murat,

Biz bu bezmin, Nablyâ, çok bâdehânn görmüşüz.

KIT’A

Çok görmüşüz zevalini gaddar olanların,
Hengâmı fırsatında dilâzar olanların,
Zillettedir kararı eğer sağ olursa da;
Kütâh olur hayatı sitemkâr olanların.


NABİ’NİN GAZELLERİ

Bir gün Nabî’yi hapse atmışlar. Koca şair zindanda da şiir oku-
maktan geri kalmazmış. Ve ne zaman ağzından mısralar dökülme-
ye başlasa mahkûmlardan birisi ağlamıya koyulurmuş. Nabî için-
den sevinir, bizim gazeller hapislere bile tesir ediyor; herhalde çu
adamcağız çok içli olacak dermiş. Bir akşam sormuş:

   Baba; ben şiir okumıya başlayınca niye ağlıyorsun?

Ah, hiç sorma; sonra kızarsın.

   Yok a canım, niye kızayım...

   Şey, ben memleketteyken çobandım, benim bir sevgili köse-
men tekem vardı; sen mırıldanırken sakalın titriyor onu da hatır
lıyorum, gözlerim sulanı veriyor; işte kusura bakma, sen yine oku1.

BAYRAM AYI GÖRÜNDÜ

Bir kandil günü, şair Nabi, padişahı ziyarete gitmişti. Bir köle
Nabi’ye bir fincan kahve getirdi. Nabi, (Oruçluyum) diyerek kah-
veyi içmedi. Biraz sonra, padişahın emrile genç ve güzel bir cariye
bir kâse şerbet uzatınca Nabi şerbeti içti. Padişah:

  Hani ya, oruçlu idin?

Diye sordu.

Nabi, cariyeyi göstererek:

Bayram ayı göründü sultanım... Dedi. Artık oruç kalır mı?

Koca Ragıp paşa, Haşmet ve Fıtnat hanım
arasında şakalar

psmanlı şairlerinin en büyüklerinden olan Koca Ragıp Paşa
ile en ünlülerinden Haşmet ve kadın şairlerimizin başında gelen
Fitnaît Hanım arasında bir takım latifeler yapıldığı rivayet olunur
ve halk arasında bu lâtifelerin muhtelif şekilleri tekrarlanır. Bu üç
şair, çağdaş oldukları için aralarında böyle lâtifeler geçmiş olması
pek muhtemeldir. Esasen halk arasında söylenen lâtifeler ne kadar
mübalâğalı ve yanlış olsalar da bir asılları olduğu muhakkaktır.

Üçü de Türk ırkına ve yüksek ailelere mensup ve İstanbullu
olan bu şairlerin edebî değerleri üzerinde duracak değilim. Hikemî
gazelin en büyük üstadı olan ve mısraları darbımesel haline gelen
Râgıp Paşa (1699 1673) şair, bilgin ve devlet adamı olarak pek mü-
hım bir şahsiyettir. Muhtelif resmi vazifelerle Van, Tebriz, Bağdat,
Erzurum, İs akçı, Mısır, Aydın, Rakka ve Halepte bulunmuş, 1744 te
vezir olmuştur. Üçüncü Osman ve Üçüncü Mustafa devirlerinde iki
defa sadrâzam olup devleti barış içinde muvaffakiyetle idare etmiş-
tir. Sultan Mustafamn kız kardeşi Saliha Sultanla evlenmiş olan
Koca Râgıp Paşamn dairesi, sadrâzamlığı zamanında, bilginlerin ve
şairlerin toplandığı yer olmuştu. Anadoluda ve Halepte birçok hay-
tı olduğu gibi İstanbulda, Koskada da, bugün dahi mevcut olan gü-
zel bir kütüphane kurmuştur. Mezarı, kütüphanesinin yanındadır.
Râgıp Paşanın mükemmel bir hattat da olduğunu üstat İbnülemin
Mahmut Kemal Beyin himmetiyle neşrolunan «Tuhfe-i Hattâtin»
den öğreniyoruz.

Haşmet, Kazasker Abbas Efendinin oğludur. Müderrisliklerde
bulunmuştu. Lâtifeciliği hiciv derecesine vardığından 1762 de Bur-
saya sürgün gitti. Sonra Rodosa gönderi’di. 1769 da orada ölerek
meşhur Murat Reisin türbesi yanma gömüldü.

Asıl adı Zütoeyde olan Fitnat Hanım ise Şeyhislâm Mehmet
Esat Efendinin kızı ve ilmiyyeye mensup Derviş Efendinin zevcesi-
dir. 1780 de ölen Fitnat Hanım irticalen şiir söylemeğe kadirdi. Ze-
rafeti dolayısiyle devrin zarif şairi Koca Râgıp Paşa ile karşılıklı
nükteler yapmış olması tabiîdir.

Belki bazı letaif kitaplarında ve başka yerlerde bu üç şairin
aralarında geçen nüktelere dair mevsuk ve tarihî malûmat buluna-
bilir. Ben burada yalnız halk arasında şifahî olarak dolaşan riva-
yetleri kaydedeceğim. Bu rivayetler birbirine karışmış ve hattâ ba-
zılarının varyantları bile teşekkül etmiştir. Bilhassa Koca Râgıp
Paşa ile Haşmet^ halk arasında, tıpkı Nasrettin Hoca, Bekri Musta-
fa, İncili Çavuş ve Bektaşi tipleri gibi mizah kahramanı haline gel-
miştir. Hattâ bazen Bektaşiye isnad olunan hikâyelerin bunlara mal
edildiği de vakidir. Halk bu üç şairi o kadar benimsemiştir ki bazı
rivayetlerde Fitnat Hanım, Koca Râgıp Paşanın zevcesi olarak gös-
terilmektedir.

Şimdiye kadar bu üçü arasında geçen lâtifelere dair yirmi ka-
dar fıkra topladım. Fakat bunların çoğu müstehcendir. Hattâ bazı-
larının müstehcen nüktelerinde, fazla olarak, bu şairlere yakışacak
zekâ eseri de yoktur. Bunların sonradan uydurma isnadlar olduğu
muhakkaktır. Böylelerini bir tarafa bırakarak neşrolunabilecek ma-
hiyette olanlarını aşağıya sıralıyorum:

1)   Boğaziçinin yüksekçe bir yerinde oturan Râgıp Paşa, sıcak
bir yaz günü evine giderken yorulup bir taşa oturmuş. Çok susamış
olduğu için ötede oynıyan çocukların birinden su istemiş. Sekiz do-
kuz yaşlarında bir çocuk (müstakbel Hatmet) paşaya büyücek bir
kâsenin içinde turşu suyu getirmiş. Paşa içtikten sonra: «Oğlum, ben
senden su istemiştim. Neden turşu suyu getirdin» diye sormuş. Ço-
ruk da cevaben: «Annemin yaptığı lâhana turşusuna sıçan düştü de
gelene geçene dağıtıyoruz» deyince paça öfke üe kâseyi yere vurup
kırmış. Çocuk ağlamağa başlamış. Paşa, çocuğun ağladığını görünce,
biraz yumuşıyarak niçin ağladığını sormuş. Çocuk: «Elbette ağlarım
ya. Köpeğimin kâsesini kırdın. Şimdi ben ona neyle su vereceğim»
demiş. Çocuğun zeki ve nükteci olduğunu anlıyan paşa onu yanına
almış. ^

2)   Bir gün hanımı kızdıran Haşmeti, paşa evinden kovmuş.
Haşmet: «Peki amma, ben şimdi ne yapayım» diye sorunca paşa «İt
sürty de para kazan» diye cevap vermiş. Haşmet çıkarak Boğaziçi is-
kelelerinde yedekçiliğe başlamış. Bir gün Râgıp Paşa sedaret kayığı
ile sarayın bulunduğu iskeleye yanaşmış. Yedekçilik sırası Haşmette
olduğu için paşanın kayığım yedeğine alarak sürüp iskeleye bağla-
mış. Paşa, Haşmeti görüp tanıyınca: «Ne o Haşmet? Ne yapıyorsun»
diye sormuş. Haşmet de: «Emriniz mucibince it sürüyorum paşa haz-
retleri» diye cevap vermiş.

3)   Koca Râgıp Paşanın güzel bir halayığı varmış. Haşmet, Râ-
gıp Paşaya misafir geldikçe bu halayık kahve getirir. Haşmet de ona
sulanırmış. Bir gün Haşmet yine Râgıp Paşaya misafir gelmiş. Za-
ten işin farkında olan Râgıp Paşa halayrkı çağırarak yine kahve
götürmesini, fakat çok naz ve işve yaparak Haşmet sulandıkça pa-
rasını, değerli eşyasını ve en sonunda teslim olmak için dinini, ima-
nını istemesini tenbih etmiş. Halayık, paşanın dediği gibi yaparak
Haşmeti bir bir soymuş. Nihayet halayık demiş ki: «Ben sana teslim
olurum amma cahil bir kızını; dinden, imandan haberim yok. Ölür-
sem imansız gitmiyeyim. Bana dinini, imanını ver!» Bunun üzeri-
ne Haşmet heyecanla ayağa kalkarak «Vallahi de yok, bil’âhi de
yok» demiş. Kapıdan dinlemekte olan Râgıp Paşa içeri girerek «Ne
yaptın Haşmet?» diye sorunca Haşmet «Ne yapalım Paşa Hazret-
leri? Var desem onu da alacak. Onun için yok dedim» demiş.

4)   Haşmeti bir şehre kadı göndermişler. Bir müddet sonra dö-
nüp gelmiş. Bir gün 'bir kalabalık bağırıp çağırarak meydana çık-
mışlar. Râgıp Paşa sormuş. Ahali: «Falan şehrin ahalisiyiz. Yolla-
dığınız kadı bizi soyup sovana çevirdi. Şikâyetçiyiz» demişler. Râgıp


Paşa, Haşmete bu nedir diye sorunca Haşmet: «Paşam merak etme,
yalandır. Bu muhakkak beni sevmiyenlerin uydurduğu bir şeydir.
Ben onları öyle bir soyup sovana çevirdim ki İstanbula değil, bir
saatlik yola gidecek halleri kalmadı» demiş.

5)   Rakının yasak olduğu bir devirde Haşmet bir mezarlıkta bir
kafatasıyla rakı içiyormuş. Kılık değiştirerek gezen padişah onu
görüp ne yapıyorsun deyince Haşmet irticalen şu beyti okumuş:

Ezelde câm ı Cemşîdi slfâle saymıyan serler
Felek sâkisi destinde gezer peymânedlr şimdi

Padişah beyti mütemadiyen tekrarlamıya başlayınca Haşmeti
bir korku almış ve belki beni, idam ettirir diye düşünerek padişahın
ayaklarına kapakmış. Padişah: «Şair değil misiniz? Hepiniz korkak
olursunuz. Beyit çok hoşuma gittiği için her tekrarına bir altın ve-
recektim. Kendin bu kadarla iktifa ettin» demiş.

6)   Koca Râgıp Paşa bütün vezirleri, ricali, maiyetindekileri ça-
ğırarak rüşvet almadıklarına dair yemin teklif etmiş. Herkes yemin
etmiş; yalnız Haşmet sesini çıkarmamış. Paşa, niçin yemin etmedi-
ğini sorunca Haşmet: «Paşam, beş dakika bekle. Bunlar çatlamazsa
ben yemin ederim.» Demiş.

7)   Türkiye ile İran arasındaki her türlü rekabet şiir ve edeibi-
yat sahasında da devam ettiği için İran elçilerini şiirle mat etmek
de âdetmiş. Yine bir Acem elçisinin geleceği sırada Râgıp Paşa onu
karşılamak için Fitnat Hanımı ve başka şairleri kayıkçı kılığına sok-
muş. Kendisi de aynı kılığa girmiş. Kayığa güzel bir nargile getir-
miş. İran elçisi Üsküdar tarafından kayığa binmiş. Sandalcılar kü-
rek çekmeğe başlamışlar. Elçi bir yandan İstanbulun güzelliğini
seyreder, bir yandan da muhteşem nargileyi çekiştirilmiş. Manzara
ve nargile hoşuna gittiği için irticalen:

Beni mest eyledi bu reffe (?) den çıkan sayha-i af’af
deyince, sandalcı kılığında olan Râgıp Paşa da derhal:

Bu bir' âb ı musaffâdır sürer gam leşgerin saf saf
diyerek elçiyi hayrette bırakmış.

8)   Fitnat Hanım Kurban Bayramı için kurbanlık bir koyun
alacakmış- Koyunları seyrederken tesadüfen orada bulunan Râgıp
Paşa: «Arzu ederseniz kurbanınız ben olayım» demiş (veya biri va-
sıtası iJe dedirmiş). Fitııat Hanım da: «Teşekkür ederim. Bu yıl
boynuzlu almıyacağım» diye cevap vermiş.

9)   Kapalı çarşıdan Fitnat Hanımla hizmetçisi gidiyor, arkala-
rından da Koca Râgıp Paşa ile uşağı (veya Haşmet) geliyormuş.
Kocakarı soğuğu (berdel’acuz) zamanı olduğu için hava pek soğuk-
muş. Râgıp Paşa, Fitnat Hanıma lâf atmak için: «Bu kocakarı da
ortalığı dondurdu» demiş. Fitnat Hanım arkasına dönmüş. Koca-
karı fırtınasından sonra gelen öküz fırtınasına (sitte-i sevr) telmi-
hen: «Arkasından da öküz geliyor» demiş.

Bu halk rivayetlerinden çıkan netice her üç şairin de pek nük-,
tedan ve şakacı olmalarından ibarettir. Tarihî ve edebî vesikaların
iyi bir incelenmesiyle bu şakalara ait tarihî malûûmatm bulunması
da ihtimal dahilindedir. Üç şakacı şairimizin şakalarının ve nükte-
lerinin daha ziyade aydınlatılmasını kendi de bü^ük bir nüktedan
olan Türk tarihçilerinin reisi, üstat İbnülemin Mahmut Kemal Bey-
den bekleriz.

11                                                                Ağustos 1941. Maltepe     -fa    Nihal ATSIZ

XIX. ve XX. yüzyıllar

KEÇECİZADE

İzzet Molla

KİT'A

Desti kûtahımızı etmemiş Allah resa
Membaı lûtfunu yoksa elimizle kaparız
Biae versin mi Huda abıhayatı tevfik
Hıan bulsak rehi zulmette külâhın kaparız
Yâsinizâde vü Hâ?et badaşup
İkisi milleti bu hâle kodu
Birisi hâlet-i nez'a getirüp
Diğeri üstüne yâsin okudu

İZZET MOLLA ve BİRKAÇ FIKRASI

Aslen Konyalı olan Keçeci zade İzzet Molla, ince ve ateşin ze-
kâsı, heyecanlı, enerjik tabiatı, derin bilgisi ve Türk dilindeki yük-
sek kudreti ile on dokuzuncu asır Türk büyükleri arasında güzide
bir yer almıştır.

Babası Kazasker Salih Efendi öldüğü vakit, genç yaşında büyük
sıkıntıya düşen İzzet Molla, bir gün kendisini denize atmak sure-
tiyle intihara karar vermiş iken, Kuruçeşmedeki yalısının pencere-
sinde oturur ve bu korkunç kararını keşfeden Hançerli Beyin mü-
dahalesi ile intihardan vazgeçmişti. Hançerli Bey Arapça, Türkçe
ve Farsçaya ana dili olan Rumca kadar vâkıf Fenerli Rum zengin-
lerinden ve ekAJ)İrindendi. Yalısında ve konağında haftanın muay-
yen günlerinde ilmî ve edebî toplantılar hazırlar, devrin şairlerin:,
âlimlerini, yüksek simalarını bu toplantılara dâvet ederdi. İzzet
Molla ile tanıştıktan sonra, onu da meclislerinin daimî dâvetliler
arasına koymuştu.

HAKETTİ...

Keçecizade İzzet Molla, Boğaziçinde bir tanıdığının yalısın.'
misafir gitmişti. Yalıda kendisinden başka bir kaç misafir daha var-
dı. Bir ara, denizden, iki kayıkla, Hançerli beyin geçtiğini gördüler
Mecliste hazır bulunan, hoca kılıklı, cehaletiyle tanınmış biri or-
taya bir lâf attı:

   Süphanallah, dedi, şu hristiyan zat Arapça bilirmiş, acemct
bilirmiş,, tefsirden anlarmış, diyorlar. Nasıl oluyor da bunca ilmiyle
müslüman olmuyor?

Dilini tutmasını hiç bilmeyen Keçecizade hemen atıldı:

A efendi, ya siz bu kadar cehlinizle niçin gâvur olmuyorsu-
nuz? diye mukabele etti.

İZZET MOLLA ve KARISI

1800 de süngün olarak gittiği Sivasta ölen İzzet Molla, di var.
edebiyatının son büyük artistlerinden biri idi.

İzzet Molla, çok sevdiği karısı ölüm döşeğinde iken: «Eğer ser.
benden evvel ölürsen konağı yakarım!» diye yemin etmiş. K adine s
ğız ölünce de yemini yerine getirmek için mangala bir tekme vu-
rup ateşleri ortalığa saçmış, evinin eşyasını da hizmetçilerine, uşak-
larına yağma ettirmiş. Fakat on beş gün sonra da yeniden evlen
mişl Bu sefer de eski karısından bahsederken: «Merhume keşke al-
ta ay evvel vefat etseydi!» demeğe başlamış.

Şİ N ASİ

TENASÜH HİKÂYESİ

Yapma bir feylesof-û nameşhur
Kendini zannederdi Fisagur.

İtikadı, tenasüh-i ervah,

İtimadı; tefessüh i eşbah»

Dedi kim Kuyruğu diken hayvan
Bnlur elbette suret-i insan
Dinleyip bir sühanver ol öküzü
Ağzına tıktı ot grbli şu sözü
Nasıl etmem bu mezhebe iman
Sen olurken nümiinc vü biirhan!..

ŞİNASİ MERHUM VE TORUNLARI

Türk gazeteciliğinin babası sayabileceğimiz Şinasi merhum
Tasviri Efkân çıkarırken devrin padişahı Sultan Aziz gazeteye abo-
ne olmak ister ve bir yaverile Şinasiye 500 altın gönderir. Şinasi ile
yaver arasında şöyle bir konuşma geçer:

Bu para nedir?

   Abone ücreti.

Abone ücreti için bu çok fazla.

Böyle gönderdiler.

Hakkım değil alamam.

İhsam şahaneyi red mi ediyorsun sen?

Yaverin sesi tehditkâr bir ton alınca Şinasi merhum boynunu
büker ve altın kesesini alır, fakat on parasına dokunmadan fıkaraya
dağıtır.

Bugünün resmî ilân goygoycularının kulakları çınlasın. !

Abdülhak MOLLA

RIZA PAŞA HAKKINDA

Bu meseldir denilir elveled serabiye
İşte Destan Bcy’in oğlu prodestân oldu
Fâris-i bildi Acem Paris'i gördü k&fir
Oldu şâyeste-i lâ’n âleme destan oldu.


Yusuf Kamil Paşa

İMAMZADE VEHBİ EFENDİ’NİN HACDAN
AVDETİNE DAİR
Kâbeden gelmedi Hacı gibi Vehbi Molla
Arafattan sürülüp hemdem-1 hüsran geliyor
Han-ı ihsan-ı şerifi yemiş içmiş amma
Gözü açtır herifin ni’mete küfran geliyor
Kâ’beye gittiğine oldu peşi man, zemzem
İçmedi, neş’e-i konyak ile sekran geliyor
Atmayıp ban günahı orada artırdı
Vizrü isyanım, âzade-i gufran geliyor
Burnuna sivrisinek sataşıp çöllerde
Baş açık, yalın ayak, elde mekesran geliyor
Geçti germabe-i Fi’ravnu meşakkatle Hele
Bahre gark olmadı müstağrak
-1 buhran geliyor
Cidde’den şehr
-1 Süveyş’e oradan Kahlre’ye
Uğradı kahrolası sersemü hayran geliyor.

Kendi gelsin gelecek çare nedir müşkülü bu
Ta’n-ü teşhir verasmca hezaran geliyor.

Çıkdı muhlisleri karşuda görünce dediler,

O değildir bu gelen, Kadı-ı havran geliyor.

Musa Kâzım Paşa

KIT’ALAR

Rub-u hams-u südüs-ü cümle maaşın kesilip
Şimdi de geldi üçün birini kat’a növbet
İkide birde bu hamyazeyi çekmekten İse
Bari vaktiyle olunsaydı dibinden sünnet
(HOCA TAHSİN HAKKINDA)

Şimdi âsar-ı terakkidi bozuldu eskiler
Mösyö Tahsin namını Fetro’ya tahvil ettiler
Sen de göster kendini baş kaldırıp eyle kıyam
Ey... endazeyi metroya tahvil ettiler.

Münif Paşa

K I T ’ A L A R
SULTAN HAMİD’İN CÜLUSUNA
Halkın muradı Hazret-i Sultan Murad idi
Hakkın muradı Hazret-i Abdülbamid imiş
Her işde mülk-i millet İçin hayr-ı malız olan
Elbette mayürad değil mayiirid imiş


ÇAY HAKKİNDA

Ne keşakeşte kalırdık o kaş-ı yay İle biz,

Düşmesek hançer'l ebrusuna ger rây ile biz...

Bir zaman Rûm'da deryakeş idik ey sâki,

Şimdi İran’da kanaat ederiz çay ile biz.

MANASTIRLI NAİLİ

«Son asır Türk şairleri» ne göre; 1923 de Manastırda doğau
Naili, 1870 da Mısırda ölmüştür. Hicivde ileri giden bu şair zamanı-
.im vükelâsını:

Kalmamıştır içlerinde ehli din
Lânetullahü aleyhim ecmain..
nakaratlı bir manzume ile hicvetmiştir.

Mısırda bulunduğu sırada canını sıktıklarını şu beyitle anlatır"
Herbar olur elbette kişi âhara muhtaç
Mısır ehli ne hikmet serâpâ hâra muhtaç..

İsim tasrih etmeyerek bazı eşhası da hicvettiği vâkidir:

Çün balık baştan kokar, derler meseldir NAİLÎ

Heyeti mecmuaya mlmağzı baş etmek abes
Bir peri peykcriıı aşkı ile çarpıldı Topal
Beni cin tuttu deyu aldatıyor inşânı
Türlii şeytanlık ile âlemi eyler iğva
Cin mi çarpar hiç o oğlan delisi şeytanı

KANLICALI NİHAT BEY

Nüktedan bir şair olan Kaıılıcalı Nilıat Bey, Meclisi Vâlâ âza-
minin tenkihinde şu kıt’ayı söylemiştir:

Mecallste misali lühmi zald
Nice mümsik zevat olmuştu calis
Bih&kkı muktedayi ehli sünnet
Kesildi fazlai âzayı meclis
Ricali mümtazeden birinin -sadaret müsteşarı iken- dört imza
Je verilen bir arzuhalin arkasına «Dört neferi merkumlar» yazdı-
ğını Nihat işitince şu kıt’ayı yazmıştır:

Öyle cahilsin ki eeheller seni techll eder
Hep sana meçhuldür Alemdeki malûmlar
Cümle eshabı mesalihle beraber d&vera
Ananı     senin ol dört neferi merkumlar.

«Son Aeır Türk Şairleri»


    96 —

HARPUTLU HACI HAYRİ

GAZEL


 


Yeter bu safsata vaiz nasihat öyle değil
Tariki hakka tariki delâlet öyle değil
Salâhı halini her bahs içinde söylersin
Bilir ki ehli hakikat, hakikat öyle değil

Demi şebab ile geçdi neşatı âlemi ab
O âlem olsa da şevku şetaret öyle değil
Nedir bu vaz’ı gurur ile kelbi tekdirin
Fakir isek de efendi mürüvvet öyle değil

Beni görünce mi? hatırlıyorsun ey mehru
Rüsumu ahdü vefaya riayet öyle değil
Naziredir gazelim gerçi nazml Naciye
Zemin bir olsa da feyzi tabiat öyle değil.


 


393 Denaadrt


 

 



 

Lefkoçalı İsmail Paşa zade Galip Bey, Mithat Paşanın maiye-
tinde Rusçukta bulunduğu esnada Fazlı Efendiyi, aralıkta ziyaret
eder, müstefid olurmuş. Bir gün Galip Bey arkadaşlariyle bir m es-
reye giderler. Fazlı Efendi, âmirinin mümaneatiyle gidemez. Şid-
detli yağmur yağar, teferrüce gidenler su içinde kalarak avdete
:necbur olurlar.

Bunun üzerine Fazlı Efendi, aşağıdaki kıt’ayı söyler. «Fazlı
Efendi, sizi hicvetti» diye Galip Beyi iğdab ederler. Bundan haberi
olmayan Fazlı, bir akşam bermutad ziyarete gidince Galip Bey, ke_
mali hiddetle kovar. Bir müddet sonra kıt’ayı görüp hakikati anla-
dıktan sonra evvelki gibi, iltifat eder;

Tolu ile o kadar yağdı bir şedit yağmur
Ki halkı sellere döktü misali mürg âbı
Girişti bağda kaz gibi yüzmeğe herkes

kilmiş ördeğe döndü teferrüç erbabı...

Metin Kutusu: Son Asır Türk Şairleri;ftraülemln MAHMUD KEMAL

 

DÜŞENLE


 

 

KALKAN!.



 

NÂZİF SÜRÛRİ

Mutlakiyet devrinde Baba Tahir’in çıkardığı (Malûmat) gaze-
tesinde makaleler yazan Nazif Süruri, istibdat erkânından sayıldığı
için Allyyül Mevlevi müstear adrile yazılarını neşrederdi. Hürriyetin
ilânını müteakip (îkdam) da neşriyatına devam eden Nazif Süruri,
bilgin ye kıymetli hukukçulanmizdandı. Kuvvetli hicivcileri de var-
dır. İki dereceli seçimin aleyhinde olduğu için o zamanlar şu kıt’a-
yı yazmıştı:

Mâverayi perdeden hâtûn kişi pür iztırap
Bir evetle talibi meçhule vermişti cevap,

Müntehipler ümmü dünyayı bu yolda    diler,

Eski tarz-ı izdivaca döndü bifedekl bu intihap!

İŞTE KOCA

Tanzimat; Devri nüktedanla-
rından Fitnat Hanım’ın dul bulun-
duğu yıllarda ahbaplan evlenmesi-
ni tavsiye etmişlerdi. Zarif kadın:

   Evlenmeğe lüzum kalmadı.
Dedi; artık benim bir kedim, bir
papağanım, bir de köpeğim var...

Canım; bunlar kocanın ye-
rini tutar mı?...

Niçin tutmasın? Köpek,
durmadan homurdanır!.. Papağan,
miri, akşama kadar küfreder!.. Ke-
dim de geceleri dışarıda gezer!..

RAGIP PAŞA ve FITNAT

Koca Râgıp paşa ile Şâir Fıtnat bir bahar günü kameriyede
şarap içiycrlarmış. O gün Fıtnat beyaz dibalar giymiş. Şiirden, nük-
teden bahsedilirken, kadehin billûrîn sesi hoşuna gittiği için Fıtnat
meyva bıçağı ile şarap kadehine vurmaya başlamış. Paşa ihtar et-
miş:

Kadeh kırılacak!

Şarap içerken âdetimdir efendim.

Kadeh kırılmış ve kırmızı şarap Fıtnatın beyaz elbisesinin önü-
ne dökülmüş. Paşa:

Fıtnat Hanım, demiş, âdetinizi gördünüzmü?

F : 7


ZİYA PAŞA

ZAFERNAME’DEN

Sıcak halvet İken câriyeter He yeri
Turfagûyalık ederken geceler bendeleri
Bisebep terkederek böyle huzûr-ı hazari
İhtiyar eyledi bu kışta şu miişkiil seferi
Yoksa kim etmiş idi kendisini istiskal.

Kışla-i fikri olup ceyş-i zaferle memlû
Kal’a-i zihnine endişe-i feth etti gulû,

Kılıcın çekti kınından diyerek: Kande adû
Bu ne gayret, ne hamiyyet. ne şecaattir bu!

Hiç görülmüş mü tevarih-1 selefte emsâl.

Ten-i nâzendesi ıie nâzik iken pek de ne kart
Kendine mâni-i azm olmadı Kânûn ile Mart,
Ana nispetle cebandır şüc'an-ı İspart
Askere verdi kumandayı misal-i Bonapart
Gerçi kim gelmedi hiç silsilesinde ceneral!

Yirmi beş kıt'a sefine idi hükmünde fidel
Tuttu bir Rum vapurun bir sene ikdâme bedel,
Hiç Bahriyyeden agâh değilken evvel
Vermedi ablukada şan-ı donanmaya halci
İngiliz dçvletlne olsa sezadır amiral.

Çünkü her kârda tercih olunur şerr-i ahef
Etti hükkâm-ı müsülmana nasarayı halef
Tir-i ta’na bu sebepten olamaz zatı hedef

Vâkıa haylice can, haylice mi oldu telef
Etti amma kİ cezire şerefin istihsal.

Zât-ı hayder-şiyeml azmedeli bû sefere
Baş keserler kılıcı namına cümle kefere,
Vermedi ruhsat-ı tâkib-i adû bir nefere
İktifa eyledi «El affü zekât-üzzafer» c
Etmedi tâife-i bâgiyeyi istlysâl.

Gerçi her ferde müsellemdir, o sadrın zatı
tlm-1 İnşada hususi İle malûmatı,

Başka dâvada bulunmaz diyelim İspatı
Ta o takrir ki tafsil eder İcrââtı
Hüsn-I tâbir-ü belâgatte bulunmaz emsâl.


Öyle takrir ki her bir sözü dürr-i meknûn,
Öyle bir nüsha ki her satrı mezâya-yı füsûn,
Gören ol mülhemeyi ya nice olmaz meftûn.
Serteser şive-i iycaz-ü scrâser mazmûn
Lüfzı pürnükte-vü her nüktesi Iebrîz-i hayâl.

Gösterir kilk-1 füsunkârı günü şep yerine
Arzeder şimşeği kasdeylese kevkep yerine
Saydırır bir deveyi İstese merkep yerine.
Meşrebi mâreke-i rezme olunca meyyal.

Seyrine göz eremez kllk-i hüner-câmesinin
Nur-i mânâ üzerinde dolaşır hâmesinin
Oku bu beytini dikkatle Zafernamesinin
Zülf-i yâre dokunur mes’elede hâmesinin
Târ-i mânâ dökülür pâyına kangal kangal.

Ne yazarsa olur itrasına mecbur cihan
Ne yaparsa eder elbette taaccüp insan
Ya ııasıl olmasın âsarına insan hayran
Yazdığı şeylere Mümtaz-ü Fuad alkışhân
Gördüğü işlere Takvim-ü Ceride tellâl.

Az gelir sıytını târif için her ne desem
Kulunuz Avrupanm halini gerçi bilmem.
Bunu bir diplomat ağzından işittim akdem
Öyle bir şöhrete malik ki mülûk-i âlem
Namını bilse eğer elbet anar bil-ibeâl.

Bir işi yapmağı zihninde eğer peyler ise
Anı icra eder elbet ne eder, neyler İse
Oluyor haric-i imkân sanılan şeyler ise
öyle bir kudrete malik kİ mur&deyler ise
Görünür sûret-i imkânda nice emr-i muhal.

Etti teshir dirayetle şeh-i devrâni
Yaradı kendisine saltanat-ı Osmani

Zatına dense seza Şah-ı clhan-ı sâni
Kendi Sultan değil amma ki nice sultanı
Maksadı üzre eder bende gibi istical.

Şah-1 devran ile yok beynine hâil perde
Yâdolunmaz şu kadar var ki adı menberde
Yoksa ol rütbe yürür hükmü kİ her bir yerde


Padişahın adı vardır yalnız dillerde
Zatıdır taht-ı hükümette hakiki fa’al.

«Zafemame» nin intişarı üzerine Abdülhak Hâmid şu mısra-
larla Ziya PaŞayı takdir etmişti:

«Olanlardan biri sensin müsebbip
Clhan-ı şiirde bir inkılâba
Tamam esbabı şerhetmek ne mucip
Zafernamen muhalled bir kitaba.

^ FAZIL PAŞANIN ZAFERNAMEYE MUKABELESİ

Ziya Paşa'nın, Zafernâme ve Şerhi’ni yazıp İstanbula gönder-

   mesi üzerine, kasidesi kendine isnat edilmiş olan Fazıl Paşa’nın,
(K&zib-i mesfunın hecv-ü hezline karşılık olarak tarafımızdan inşa
ve neşrolunan reddiye manzumesidir) başlığı altında Ziya Paşa için
yazdığı hicviyedir

Bir köpek dişli teres hâin-i din-ü millet
Devletin nân-ü niam azgunudur ol kâfir
Eylemiş nâmıma isnad ile hccvi imlâ
Tir-i kudretle anı recmide Rab-bı kaahir
Eylemiş sirkat ile sehm-i kaza’ya taklid
Kimseye hecvini azvitmedi Nef’i mâhlr
Kul)hımu kendisinin bcdnıcniş iham İtmiş
Beyt-i meşhuru musaddak kim o ltıbti zahir
Divden mâderi rahminde oluptur peyda
Andan i.Mu miitevellid o edebsiz mâklr
Sıfat-u tavrı tulumbacıya benzer tonuznn
lîu asmia aranılsa dahi misli nâdir
Âr-u nâmus-u hayâ cevheri yok zâtında
Şi’r-i çıâyâld gibi tıyneti gayr-i tâhir
Kim l>akar bezi-i rezile o kudurmuş köpeğin
Eziip içsüıı anası südü gibi ol fâcir
İtleyim kûzibi ifşa ki bile halk-ı cihan
Bana söyletti bu nazmı kim o fitne sâhlr
Kimsede görmedim anda görünen kizb-i cebin
Bilür ahvâlini ol bicdcbln her âmir
Ba'zılan hicret iderler Haremeyn-e gerçi

O d mi i milletinin aksine oldu hâcir
Kangı millet ile hern^zm olursa o şaki
Olur âulde o mezheb yoluna ol âblr
Kulağı kim virlr ol savt-ı kerihe eşeğin
Dolaşup lâgai’-ıı aç arar iken bir çayır

ZİYA PAŞA DAN
İsnadı taassup olunur merdi gayyııra,

Dinsizlere tevcihi roviyet yeni çıktı.

İslâm imiş devlete Pabendi terakki,

Evvelyuğidi işbu riayet yeni çıktı.

Milliyeti nisyan ederek her işimizde,

Efkârı Frenge tebaiyet yeni çıktı!

Eyvah, bıı baziçede bizler yine yandık,

'Zira k: ziyan ortada bilmem ne kazandık?

ADANALILARIN HİCVİYESİ

Şair Ziya Paşa. Adanaya Vali tayin edildiği zaman bazı muha-
lif kimseler Ziya Paşanm Adanaya gireceği gün hazırladıkları hic-
viyeyi şehrin göze çarpacak büyük duvarlarına kömürle ve iri harf-
lerle yazmışlardı. Bu hicviyenin son mısraı şöyle bitiyordu
(Ziyası kalmadı mülkün, gelince paşası!)

Ziya Paşanın gözlerine ilişen bu mısra, aynı zamanda şairin
Adanaya gelmesine (ebced) ile düşürülen bir tarihti'

¥                  Taha TOROS

ZİYA PAŞANIN ÖLÜM TARİHİ
Adanalı Yusuf İzzet Kâfoğlu tarafından -biincisi Hicrî, İkincisi
Rumi; 1297 ve 1295 senelerini gösterir- söylenilen tarihler şunlar-
dır:

1       Ziyası gitti vallahi zemanın

2        Ziyası gitti billahi cihanın.

$ * *

F a t i n

Fatin'in Sadaret mektupçuluğu halifeliğine tayin edilen Şerif
Beyzade Rauf Bey lıakkındaki hicviyesi:

Neyîedi nişledi gördün mü bıı çerh-i gayyur
İtti bir şahs-ı denltab’a atâ-yı mevfur
Var iken cild-i sakilinde nice ayb-u kusur
Kalfalık nâmı ile Oda'ya oldu me’mur
Kibri var himmeti yok d.îvmenlş bir kanbur

Yoğ ikeıı zerre kadar ma’rifet-ü iz’ânı
Rütbe-I sâniyeden itme düşer mi anı
Arkasında duruyor subh-u mesâ pâlânı
Yeridir olsa eğer meskeni katır hânı
Eşek ahura gerek çünkü meseldi meşhur


-- 102

NAMIK KEMAL

Namık Kemalin esaslı bir delil gösterilmeden Deli Hik-
mete izafe edilen, kudretlice acı bir hicviyesi

NE UTANMAZ KÖPEKLERİZ


 


Edepsizlikte tekleriz
Kimi görsek etekleriz
Hak’tan da ümld bekleriz
Ne utanmaz köpekleriz.

Biz bakmadan sağ-u sola
Düşman girdi İstanbul’a
Vatan’ı sattık bir pula
Ne utanmaz köpekleriz.

Gitme vatan gavgasına
Yetiş rütbe yağmasına
Daldık dünya salasına
Ne utanmaz köpekleriz.

Dalkavuklukla irtikâp
İşte etti bizi harâp
Sen söyle ey Şevketmeâb
Ne utanmaz köpekleriz.

İnsan mı neyiz seçilmez
Bir zehiriz ki içilmez
Tavrımızdan da geçilmez
Ne utanmaz köpekleriz.

Vatanın girdik kanma
Leke getirdik şanına
Topumuzun b... canına
Ne utanmaz köpekleriz.


 


ALİ SUAVİ ve MADAMI

Mektebi Sultanî müdürü Ali Suavi, Avrupadan peşine taktığı
bir güzel kadını gûya muallimesi sıfatile getirmiş ve onunla mek-
tepte yatıp kalkmak saygısızlığında bulunmuştu. Bu hâdiseye da r
Namık Kemalin (Paris yârânı) hicviyesinden bir kıt’a

Suavi dedikleri o küçük adam
Pariste oturmuş yanında madam
Biz aııı adam sandık o da mı cüdam

Aman yalnız kaldı Mustafa Paşa...

Yoğ iken tab’ı sakimindc kemâlin eseri
Ne revadır ser-i kârâ getüreler o han
N'âbedid itti Kalem’den hele Um-ü hüneri
Nc aceb zünıre-i küttâba olursa zaran
Bu meseldir ısırır gördüğünü kelb-i akur

FATİN

ZAPTI VI! NAZIRI ŞEFİK PAŞA NIN BEKÇİLERE
DÜDÜK VERDİRMESİ ÜZERİNE

Zaptiyede müş'ir olacak nâseza teres,

Çok ehli iffeti yüzüstü sürükledi.

Âfakı tuttu velvele-i sıytü şöhreti,

Bekçileri dahi yola koydu düdükledi.

ALİ PAŞA HAKKINDA
Yağmaya bağladı güz bârânı
Müjdeler teşne - dilan-ı vatana
Ger çıkıp kavl-i etibba sadık
Sadr-ı Ali geberirse bu sene
Dinleyin nutkumu ey varisler
Vermeyin pare mezar-ii kefene
Nâş-ı murdarım seylabe atın
Sürütürler köpeği öldürene.

ABDÜLHAMİD HAKKINDA YAZILMIŞ
BİR HİCVİYEDEN PARÇA
Bünyâıı-ı mülke verdi hakkıyle indirâsı
Abdülhamid Hân'ın kanûn-ı bl esâsı
Mahv oldu din-ü devlet devr-i şeâmetinde
Mülkü bitirdi gitti zulmiyle kahr olası
Sancak kazâ değil bu bir mülktür giden kim
Kendi gazaya gitse mümkün değil kazâsı

HÜRRİYET PERİSİNİN MİLLETE HİTABESİ

(Biiyük edip Namık Kemal’in meşhur Rüyasından bir parça)

«Ey sefalet alışıkları, ey esaret düşkünleri ey kahpelik zilleti-
ne tapınanlar, ey her kötülüğün mürtekipleri, gözlerinizi ancak kı-
yamet sabahında mı açacaksınız? Gerdanınızdaki esaret zincirini
cehennem zebanilerine teslim etmek için mi saklarsınız? Bir daki-
ka sonra bekasına emiri olamadığınız hayatınız için mi, insanlığın
dilinde adınızı ebedî surette nefretle yad ettirecek kadar korkarsınız
Çektiğiniz hakaret yüküne, kıyamet gününün mizanında günahla-
rın ağırlığını göstermek için mi tahammül edersiniz?

Ey gaflet uykusuna dalanlar! Allah size rahmetinin eserlerini
görmek üzere göz vermiştir. Siz ise hakikati görmenin o vasıtasını
bağlıyorsunuz da her şeyi hayalinizle ve kulağınızla görmeğe çalı-
şıyorsunuz. Açlk gözle uyuyorsunuz. Gözlerinizi kapadıkça âdeta ölü
haline geliyorsunuz. İçinizdeki en tecrübeli bir ihtiyarın görüşünde
ve düşüncesinde iki gözü anadan doğma kör bir alil çocuğun rüyası

MEYVALI AĞAÇLAR
Namık Kemal merhum
bir adam hakkında kötü bir
dedikodu duyunca, hemen
o adamı bulup konuşurmuş
Sebebini-soranlara şöyle de-
miş:

Buna emin olunuz ki
hiç bir fazileti olmayan adu
mı, hiç bir kimse çekiştir-
mez.. Zem olunan adamlar,
görüşmeye şayandırlar..

Midilli Eşeği
Namık Kemal Midilli
Adasında Mutasarrıf iken,
bir gün, haber yerdiler:

                                                                              Azledilmişsiniz. İs-
tanbuldan yeni Mutasarrıf
gelecekmiş!..

Namık Kemal hiç oralı olmamış:

   Pek âlâ... Göndersinler eşeği, alsınlar Midilliyi!.

kadar bile hakikate isabet yoktur. Fikirlerinizi uyandımak için göze
aldığınız fedakârlık, çarşaflarınızı yıkatmak için sarfettiğiniz pa-
raya bile karşılık olmaz.

Böyle giderse çok zaman geçmiyecek ki gönlünüz çalışma mey-
danına atılmayı istese de vücudunuzu harekete getiremiyecek, gö-
zünüz açılmak istese de göremiyecek, fikriniz hakikati aramaya
kalkışsa da bir şey anlıyamıyacak. Uyuyunuz, uyuyunuz, hayattaki
gafleti ölümdeki uykuya değişmek için 'bundan kolay yol yoktur. Ey-
sefalete alışık olanlar!. Tanrı herkesi dünyaya ve ahirete ait her
türlü saadete mazhar olmak istidadında yaratmış. Siz kamınızı do-
yurmak için evlâdınızı aç bırakmağa tevekkül namı veriyorsunuz...
Sürününüz, sürününüz, çok sürmez ki siz de süründüğünüz yerler
gibi- toprak olursunuz.

Ey esaretin kayıtlarına kapılıp gidenler! Sizler âdet veya men-
faat namiyle boynunuza takılan esaret zincirine tapınıyorsunuz
Yüzünüzü okşayan temiz elleri ısırmak, başınıza pençe vuran murv
dar ayakları ise yalamak sizce makbul hâssalardan olmuş. Çekiniz,
çekiniz, tâ ki boynunuzdaki ağır yük sizinle meeara kadar gitsin,
çünkü çocuklarınız artik o kayıtlara katlanamıyacaktır! Hapsedil-
mek korkusu ile, baş dediğinizi bir avuç kemik, vicdanınızı gönül
dediğiniz bir parça et, natıkanızı dudak dediğiniz bir kaç damla kan


ZAPTİYE NAZIRI HÜSEYİN HÜSNÜ PAŞAYA

Altındaki gerdune-i râna da     de

Üstündeki kâşane-i ziba da ... de

Hürriyetimi gasp ile selbetmedi kimse;

Ben hür yaşarım, mahpes ü menfa da de

Menfaları tâyin edemezler bu çocuklar,

Kıbrıs da, Rodos da, benim Akkâ da de

i

S....... sı....... sırmalı esvabına gaddar,

Göğsündeki cevherli çellpa da de

Haksız yere câriyken o hunabe-i mazlum
Pişinde dursa seyf-1 mücellâ da de

Gel kadir isen ağzıma sen bir de kilit vur:

Ben söylüyorum, nefy-i Sibirya da de

Namık KEMAL

 

Eski Zaptiye Nâzırlanndan bir tip


 

arasında «esiri zindan» ediyorsunuz. Duvarda gölgenizi görseniı
azan izin her biri bir başka yolda titriyor. Titreyiniz, titreyiniz, uzuv-
larınızın darmadağınık olması için böyle bir eziyete lüzum var.

Ey her türlü mezelleti irtikâb edenler! Derecesine göre küçü-
ğünüz büyüğünüze, o da kendinden bir büyüğe omuzlarım basamak
etmeyi tabiî bir hal sayıyor. Eziliniz, eziliniz vücutlarınızı yerin 4i-
bine geçirmek için öyle bir baskı gerek. Daha ne zaman uyanacak-
sınız, ne zaman saadetinizi düşüneceksiniz, ne zaman iraden ze
kendiniz sahip olacaksınız, ne zaman murada: ereceksiniz, ne zaman
kudretinizi anlıyacaksınız?           '

Öûnya, bir yüce hedefe doğru koşup gidiyor. Siz oturduğunuz
yerleri, adını başkasından sakınan vahşî hayvanlar gibi, dişleriniz-
le, tırnaklarınızla bulunduğu -yerde alakoymıya çalışıyorsunuz. Bu
hakir aczinizle mukadder olan gelişmeyi durdurabileceğinizi mi
zannediyorsunuz?

Bu ne garip haldir ki içinizden kiminle konuşulsa yarı sohbeti
halden şikâyettir. Yine hiç biriniz halinizi muhafazadan başka bir
şey düşünmezsiniz! Zannediyor musunuz ki bu hâdiseler cihanı, si-
zin için hep böyle durgunluk merkezi olup alacak?... Ayağınızın bas-
tığı yeri gözünüz görmüyor...

Düşününüz ki geçmişe bakmak lâzım gelseydi yaratan görme
uzvunu sırtta yaratırdı. Geçmişte aradığınız ne? Kaybettiğiniz biv
hayat mı, heyhat!...

Ecdadınızın mezarlarına gidiniz, arayınız bakalım,, çürümüş
kemikten başka ne bulabilirsiniz? İnsansınız, insan yetiştirmeye
memursunuz, o şöhretleri, o faziletleri, kendinizde, evlâdınızda ya-
ratmıya çalışınız ki siz o yücelerdeki ecdadın haline acizle, miskin-
likle hayran kalacağınıza, onlar bu fâni dünyadaki yüceliklerinize
gökleden bakıp şaşsınlar! Düşünmez misiniz ki siz ne kadar eski
lere bağlı kalırsanız, seleflerinizin kadrini o kadar küçültmüş olur-
sunuz. Bu dünya, bir ilerleme dünyası iken, oğlunu kendinden üstün
yetiştiremiyen baba, değil hayranlığı, hayır ile yâd olunmayı bile
hak edemez!

Niceye dek bu gaflet uykusu? Bu kadar zamandır gözü açık
uyudunuz, gördüğünüz rüyaların hangisi doğru çıktı? Yaşadınız, ya.
şamaktan başka ne kazandınız Dedelerinizin büyük eserleriyle
övünüyorsunuz, ya oğullarınız sizi hangi eserlerinizle ansın Adını-
zı yalnız mezar taşlarında mı bırakacaksınız? Demirya'-ar dağlan
deliyor, maarif bütün tabiat sırlarını ortaya döküyor, telgraf yeri.ı
damarlarım büzüyor Yeni silâhların sesi musallat olduğu devi etki
başına İsrafil sûru hükmündedir Hâlâ mı uyuyacaksınız, yoksa
Mahşer gününde mi uyanacaksınız? Nedir bu sefalet alışkanlığı^


Haydi boyunuz. iki karışken ananızın kucağında oturdun<!iz, şimdi
üç arşın boy attınız, isteyen başınıza çıkıyor. Bastığjjıız topraklar-
dan çıkan otlar boyunuzla bir oluyor, siz hâlâ doğru dürüst durup
da kendinizi boyunuzca göstermeğe muktedir olamadınız!

Sevip beğendiğiniz ecdat, eğilirse Allaha secde etmek, yahut
kılıcı kavramak için eğilirdi.

Sizin ise işiniz gücünüz, hakikatte şeytandan beter saydığınız
bir takım kimselerin, âdet veya menfaat icabı, ayağını öpmek için
secdeye kapanmaktan başka bir şey değil!

Ecdadınız mezarlarında doğru yatıyor; siz, dünyada boynu eğ-
ri geziyorsunuz. Medeniyet, hayvanların ön ayaklanın el yapmıj:,
bellernii düzeltmiye çalışıyor; maymundan insem peyda etmek isti-
yor; siz mevcut olan ellerinizi ayak haline getirmeyi âdet haline ge-
tirip maymunlaşıyorsunuz! Hâlâ böyle eğri büğrü mü gideceksiniz,
başınız bir kere kalkmıyacak mı, gözünüz hep yere mi bakacak? Ak-
imız bir kere olsırn ulvî şeylere meyletmiyecek mi? Ne vakte kadar
esaretin zebunu kalacaksınız? Şu parça parça zincirlere bakın; on
lar benim saçlarımdan ziyade mi gönül çekici? Ne tuhaftır ki bana
bir kere bakmaya tahammül edemiyorsunuz da bu kadar okka de-
miri boynunuzda, elinizde, ayağınızda taşımaya katlanabiliyorsu-
nuz? Zincirin rengi benim yüzümden güzel mi? Yoksa onun acı se-
si kadar benim sesimde letafet mi yok? Beni ruhunuza Allah ver-
miş. zinciri cisminize insan bağlıyor! Bilmem ki kulun zulmünü
Hakkın inayetinden nasıl üstün tutuyorsunuz? Hep vehminizle mi
mukayyet olup kalacaksınız? İstikbalde de mi elinizi, kolunuzu sal-
lıyarak bana doğru koşup gelemiyeceksinin? Neden korkar durursu-
nuz, ölümden mi? Korku ne vakit ebedî hayatı temin edebilmiş.
Eziyete katlanmaktan mı çekiniyorsunuz, dünyada kime esaret zin-
cirinden ağır bir yük yükletilebilmiş? Ne şekilde yaşarsanız yaşayı-
nız, nihayet bir gün ölmiyecek misiniz? Neden iyi bir isim bırakmak
aklınıza gelmiyor?...

Solucan her zaman yerlerde sürünür, hiç birini kaldırıp da ki-
feste besliyeni gördünüz mü? Kimin eteğini öptünüz de ağzınıza
t ad geldi?...

Yaranma ve sızlanma namına ağzınızdan çıkan kör dilenci İlâ-
hilerini kim dinledi? Yalvarma ağlayışı diye gözünüzden döktüğü-
nüz namus cevherleri kaç para etti? Daha ne vakte kadar masum bir
çocuk edesiyle isteğinizi yapamadıkça ağlıyacaksınız? Daha ne vak-
te kadar bunamış ihtiyarlar gibi isteğiniz oldu zannettikçe şükran
secdesine kapanacaksınız?

Toprağa karışmadan zelil olduğunuzu anlamanız kısmet obv.ı-


■yacak mı? Rüzgâr toprağınızı savurana kadar yükselmekten nasibi-
niz olmıyacafc. mı?

Sübhanallah! Meğer ne kadar hakaret görmiye alışkmışsınız!
Mertliği, yiğitliği, şecâati, hamiyeti, fazileti, mürüvveti, zorlukları
•ıiçe sayması, teşebbüs kabiliyeti, tehlikeleri göze alması dillere des-
tan olmuş millet siz misiniz? Bunlar yersiz bir şöhret mi, asılsız bir
iağdağa mı yoksa?...

NAMIK KEMAL'DEN

Sıdk ile tcrkedeliın her emeli her hevesi.

Kıralım hâil ise azmimize ten kafesi;

İnledikçe eleminden vatanın her nefesi,

Gelin imdâda diyor, hak budur Allah sesi!

Bize jrayret yakışır merhamet Allahındır;

Hükmî âti ne fakirin ııe şehlnşâhındır;

Dinle feryadını kim terceme-i âlimdir;

İnledikçe ne diyor bak vataıım her nefesi...

Mahveder kendini bülbül bile hürriyet Içün?
Çekilir mi bu belâ âlcm-i pür mihnet içün?..

Dm içün, devlet içün, can çekişen millet içün
Azme hâil mi olurmuş bu çürük ten, kafesi?.

Memleket bitti, yine bitmedi hâlâ sen, ben
Bize bu hâl ile bizden büyük olmaz düşmen;

Dest-i a’dâdıyız Allah içün, ey ehl-i vatan,

Yetişin terk edelim gayrı hevâ vü hevesi!...

•k

   MAGOSA’DAKİ YERİ HAKKINDA —

Faresi zümre-i küttâp gibi nâmahdut.

Piresi leşker-i kiiffar gibi blpâyau...

 


 

•               A   •

MUALLİM NACİ

ŞATHİYAT

Keşî-i makusunu tevil edemezsin şeyhim
Oldu mağlûp olur elbette muzaffer dediğin
Sen de bul çaresini pare kazan mes’ud ol
Deme menhus yahudide de var zer dediğin
«Beni tasdik edin evlâd» diyorsun amma
Bakalım doğru mu ey söz ebesi her dediğin
Toplanıp ehl-i hava her biri bir saz çalar
Çelebi, böyle olur bizde de konser dediğin
Yedi yüz kerre yanılmak ne demek bir cüzde
Böyle olmaz a benim hafızım ezber dediğin.

BİR MtlTEŞAİRE PAİR

Meal ulur mütevahhiş anın makalinden
Mckaliııin oda agâh değil mealinden
Benimsemiş bizim üç beyti bir neşlde - füruş
Anın tebessüm gelir cihana bu halinden
Benim mi, yoksa değil mi tereddüdünde henüz
Demek ki yok haberi kendi intihalinden
Nasıl sükût ile kat’i cevap vermıyeyim
Lâkırdı anlamıyor anladım sualinden
Çekinme akil isen itiraf-ı noksandan
Emin olan delidir aklının kemalinden.

Ne bu nevzemin bükaJar, nc bu ateşin dualar
Sanırım ziyade üşmüş başına bütün şeyatin,

Sana bir sözüm var amma bilmem olur mu makbul
Bu kadar uzun duaya ne desen denilmez âmin.


 

Yirmi yaşına kadar zeybek kıyafetiyle gezdikten sonra kılık
değiştirip kâtip olmuştu. Bir çok kaymakamlıklarda bulundu. Hazır
cevap, özü sözü doğru bir adam, aym zamanda son derece kudretli
bir hicivci olduğu, padişah İkinci Abdülhamitle de geçinemedi#
için hapislere, sürgünlere gitmiş, sonra Avrupaya kaçmıştı Ancuk
1908 inkılâbından sonra memlekete dönebildi.


İçki yüzünden vücudünü, tok sözlülüğü yüzünden hayatını
mahvetmiş, müstesna zekâlı bir şairdir. 1847 senesinde Kırkağaçın
Gelembe köyünde doğdu. 1911 de yine Kırkağaç’ta öldü.

EŞREF’TEN FIKRALAR
Sadrazam Kâmil Paşa daima çenesini oynatırdı. İzmirde Vali
bulunduğu sırada Gümrük Müdürü olan zatında bir sinir bozukluğu
ile durmadan sağ gözünün üst kapağı oynarmış. Vali ile Müdürün
karşılıkla oturup gümrük işleri hakkında konuştukları bir günde Eş-
ref, Kaymakam bulunduğu Kırkağaç’ın bazı ihtiyaçlarını Valiye
söylemek üzere odaya girer. Fakat hemen geri dönüp kapıdan çıkar
Kapıdakiler sorar:

   Neye çıktınız efendim?

Eşref cevap verir:

   Paşa ile Gümrük Müdürü iskambil oynuyorlar. Biri dağlı,
öteki beykoz işareti veriyor. Hele bir oyunu bitirsinler, yine girerim

EŞREF HAPİSHANEDE
Eşref, Kâmil Paşa hakkında çok saygı ve sevgi gösterir, sıkış-
tığı zamanlar onun himayesine sığınırdı. Paşanın Valiliği zamanın-
da çok rahat yaşadı. Eğer Kâmil Paşa korum as a muhakkak Pizan-
lara sürülür, zindanlarda çürüyüp giderdi. Bununla beraber, koca
şair, bir zamanlar Tevfik Nevzat ve Hafız İsmaille beraber, Abdü!
hamit aleyhtarlığı suçuyla (!) İstanbu’a gönderilerek Yıldızda yar-
gılanmış ve bir sene kadar hapis yatmıştı.

Eşref, hapishaneye girerken şu beyti söylemiştir:

Huda şahit, bir haksız verilmiş hükme kurbanız,

Açıl ey bâbı Mehterhane biz de mlhmanız!

EŞREF VE KÖPRÜ PARASI
Memurların maaşı çıkmadığı zaman bağıran, köprüden geçen
lerden para alınmasının ilk defa aleyhinde bulunan Eşreftir. (Hai-
ti ih al) adlı kitabında köprü parasından şöyle şikâyet ediyor
Ahali köprüden on para vermezse geçirmezler,

Ne feyz ummaktayız böyle dilenci hükümetten?.

Vaktiyle İzmirde Şakir Efendi isminde malûmatı pek noksan
bir belediye tabibi vardı. Eşref bu zat için şu kıt’ayı söylemişti

KIT’A
Gitse bir hastaya doktor Şakir
Kurtulur anî, o saatte alil.

Çıkmadan doktor efendi kapıdan,

Bacadan çünkü girer Azrail!.

Bir gün Eşrefle merhum Nevzat Bey kavga ediyorlardı, bir ar-
kadaşları içeriye girdi. Eşref, bu gelen zata sordu:

   Nevzat neye derler?

   Yeni doğmuş çocuğa!

Bu cevabı alınca, hemen Nevzada döndü:

   Gördün mü, yalnız Nevzat sen değilsin! dedi.

Nevzadın zaten kırmızı yüzü al al olmuştu. Meğer Eşref şu
kıt’ayı söylemiş

Âdemle mukarın oldu Havva
Biz eylemedik bu fiil icat
Sorsam dahi bir cevapx alınmaz.

Kimdir babası biliyor mu Nevzat.

EŞREF VE KÂMİL PAŞA

Kâmil Paşa, İzmirde Valiyken vilâyete bağlı kazaları teftişe
çıkmıştı. Bu arada (Kırkağaç) a da uğradı. Kaza kaymakamı da
şair Eşrefti. İstasyonda Valiyi karşılayan Eşref, bir gece misafir kal-
masını Paşadan rica etti. Kâmil Paşa kabul etmedi:

Eşref, oğlum, dedi. Senin misafirin olmak isterim, fakat
vaktim yok. Teftişi tamamlıyayım, dönüşte kalırım.

Paşa, dönüşte de trenden inmedi. Yorgunluğunu bahane ederek
İzmire dönmek istediğini söyledi.

Trenin kalkmasına bir çeyrek vardı. Bu zamanı geçirmek için.
Kâmil Paşa, kazanın asayişi, idare işleri hakkında Eşrefe bazı şey-
ler sordu. Aldığı cevaplan not etti. Bu arada Kırkağaçtaki nüfus
sayısını da öğrenmek istedi. Ve bunların ne kadarı Türk, ne kadan
hıristiyan olduğunu sorup öğrendikten sonra:

-   Yahudileri unuttun. Dedi. Onlardan ne kadar var?

Paşanın bu suali sormaktan maksadı, Eşrefin vaktiyle söyle-
diği birkaç kıt’ada kendisini Yahudi olarak tasvir ettiği için, şairi
mahcup bir vaziyete sokmaktı.

Eşref tounu anlamakla beraber istifini bozmadı, gayet oiddı ve
soğukkanlı taşı gediğine koydu:

—. Bilmem efendimiz, dedi. Burasının suyundan mı, havasın-
dan mı, yoksa vaktiyle bedduaya uğradığından mı, nedendir, mem-
lekette Yahudi oturamıyor, hemen gelip geçiyor!

Eşrefin Kâmil Paşa hakkında yazdığı kıt’alardan biri şudur: '
i Hazır cevap satıcı kavmı yehuddan
Bana bir kaşkariko oynadı külllyetle.

... çarım ben anın ecdadına amma nİdeyim,

Sadrazam darılır gayreti milliyetle!...


 


 

ŞAİR EŞREF

Senelerce durmadan, dinlenmeden etrafiyle alay eden, etraft
aleme gülünç yapan, zalimlerin hicivden, hırsızları yerin dibine ge-
çiren Eşref göçtüğü zaman bir arkadaşı şöyle demişti:

Baktı dünyayı denlye hicvine lâyık değil,

Akıbet Eşref dahi attı kapağı cennete!

, .

Kabrimi kimse ziyaret etmesin Allah için
Gelmesin reddeylerim blllâlı öz kartlarımı
Gözlerim ebna-yı âdemden o rütbe yıldı kim
İstemem ben fatiha, tek çalmasınlar taşımı.

EŞREF

Bir gün Süleyman Nazif, ben-
den Eşrefin nasıl yazı yazdığını
sormuş. Ben de dalgınlıkla ve fark*
unda olmaksızın :

' — Ben Eşrefin elinde hiç para
kesesini görmedim! demişim.

Mecliste bir kahkahadır kop-
tu. Ben bu gülüşmelerden bir şey
anlayamadığımdan alık alık bakınma-
ya başlayarak onları daha ziyade
güldürmüşüm. Nazif bunun üzerine:

            Biz sana Eşrefin kalemi
ni sorduk; sen ne cevap verdin?
diye sordu.

Görmedim, dedim.

            Fakat kalemini değil, para
kesesini görmedim dedin de ona
güldük.. Cevabını verdi. Bunun üzerine:       Süleyman NAZİF

Vallahi onu da kalemi gibi az gördüm.

Dediğim zaman, bu defa ben de dâhil olduğum halde daha zi-
yade güldüktü.

*                                 HÜSEYİN RİFAT

RÜTBESİZ ŞAİR EŞREF

Mutlakiyet devrinde bir teşrifat, bir rütbe usulü vardı: bâlâ,
ulâ, mütemayiz, saniye, salise ve ilâh gibi rütbe sahiplerine yazılan
resmî tezkerelerle hususî mektuplara -derecelerine göre- elkap kul-
lanırlar, bazılarına devletlû efendim hazretleri, utufetlû beyefendi,
bazılarına da izzetlû efendim ve ilâh diye yazarlardı.

Şair Eşref, mülkiye kaymakamı olduğu halde rütbesi yoktu.
İkinci Abdülhamit onu sevmediği için, bir çok defalar inha edildiği
halde rütbe verilmemişti. İzmir Valisi Kâmil Paşa, rütbesi o1 madiği
halde, şair halkındaki takdirkârlığına müsbet bir şekil vererek, vi-
lâyetten kazaya, yâni Eşrefe yazılacak resmî evrakın elkabmı «izzet-
lü efendim» şeklinde yazmalarını alâkalı kimselere emretmişti. O
tründen itibaren, Eşrefe gönderilecek resmî evraka «izzetlû efendim»
«üye elkap konulmaya başlandı.

Kâmil Paşanın makamına gelmediği ve mektupçu Hayri Beyin
Valiye vekâlet ettiği bir gün, Eşrefe gönderilmek üzere bir tahrirat
yazıldı. Mektupçu mahza bir muziplik olsun diye tezkerenin başın-
daki «izzetlû efendim)) sözünü kırmızı kalemle çizerek şöyle düzelt-
ti: «Rif’atlû efendim!» SonTa İmzalıyarak öylece, Eşrefin Kayma-
kam bulunduğu Kırkağaca yolladı.

F: R

Şair tezkereyi alınca, ilk evvel silinti ve ilâveyi gördü. Alt ta-
rafını okumadan, hemen aşağıdaki kıt’ayı yazdı, evrakı, evvelce
Geldi duydum sîzlere eyyamı İd,

Hayrl bey çalsm, sen oyna Kürt Sait!
beyti ile çingeneliğine telmih ettiği mektupçuya iade etti. Eşrefin
kıt’ası zudur:                        '

Etme izzetlâ efendim suizan,

Sanma ben her fördl, her dem haşlarım!

Sen bana «rlf’atlû!» yazsan ten m em.

Ben sana «İzzetlû» der de başlarım! ([4])

Haber: 23-11-941                                                 LAEDRİ

ABDÜLHAMİD’E HİTABI

Padişahım bir dırahta döndü kim gûya vatan,

Dalma bir baltadan bir şahı hali kalmıyor
Gam değil amma bu milkin böyle elden çıkması,

Gitgide zulmetmeğe elde ahali kalmıyor.

Abdülhamid’in bomba suikasdından kurtulması üzerine:
Muktezâ-yı hükm-ü kanun-u tabiat böyledir
Düşmek üzre yıldırım ekser muallâ tâk arar
Çok mu namerdin felâketten selâmet bulması
Herkese gitmez belâ, erbab-ı istihkak arar

EŞREF VE MEŞRUTİYET İNKILÂBI

Oldu 10 Temmuzda palyaço gibi bir maskara;

Giydirildi çıngıraklı bir külâh hürriyete!

Bizden alâ mı boyar eşşek acep Kayserililer?

Eski İstibdadı soktuk rengi Meşrutiyete!

Hâni sabık ile Sultam zaman beyninde,

Bilmiyorduk, var imiş meslek-ü meşrepte tezat!

Farmason zümresine hasmı anûd idi Hamid,

Câhı fetvayı acep farmasona verdi Reşat?

«HÜRRİYET KASİDESİ» NDEN

Hepsinin âmali mülk-ü millete etmek madik

İsterim her fırkanın menfası olsun Müntefik

Bir muhalif sanma kim millet içinde münhemik

Mesele: onlar da yesin bunlardan artarsa kemik

Ortada yok başka edille, başka dâvanın adı.

EŞREFİN MEZAR TAŞI

Şair Eşrefin mezar taşım çalmışlar...

İhtimal, hırsız, Eşrefin hayranlarından biriydi. Şairin:

«Gözlerim ebnayı cinsimden o rütbe yıldı kim;

«İstemem ben fatiha tek çalmasınlar taşımı!»

Dediğini biliyordu.

Her sözü doğru çıkan Eşrefi öldükten sonra utandırmak, iste-
medi. Baktı ki: Onun dediği gibi hakikaten adım anmıyorlar. Meza
rina gelip de bir fatiha okuyan yok... Mezar taşma ait düşüncesinin
de doğru çıkmasını istedi. Onun için bu taşı çaldı.

İhtimal insaflı bir adamdı. Nefî mezar sız. Baki kimsesiz, Şeyh
Galip unutulmuş, Şinas! bir apartman temeline sıkışmış yatarken
bu taşı ona fazla gördü ve usulcacık oradan kaldırdı.

İhtimal bir âsan atika meraklısıydı! Kimsenin dikkat etmediği
bu kıymetli taşın bir gün büsbütün kaybolacağını düşündü. Ne Mü-
zeler idaresine, ne Evkafa, ne Belediyeye emniyet edemedi. Taşı
kendi alıp sakladı.

İhtimal bir edebiyat okuyucusuydu! Gençlerin tenkidlerini
gördü, yeni, çıkardıkları edebiyat tarihlerini karıştırdı. Nasılsa unu-
tulan Eşrefi rahat bırakmak istedi. Bir gün, bu gençlerden birinin
gözüne rastgelince bu taşın nasıl bir tehlike olacağım düşündü. Şai-
re bir hizmet olmak üzere onu oradan kaldırdı.

Herhalde bu hırsız, Eşrefi bizden çok tanıyan ve çok seven bi-
ridir. O, şairin mezarım arayıp bulmasaydı biz onun nerede yattığı-
nı hâlâ bilmeyecek ve bir mezar taşı olduğunu asla öğrenemiyecek-
tik!...

Akbaba: 22-1-937                                        ORHAN SEYFİ

BİZDE HİCİV VE EŞREF

Hicvi, mizahtan ayırd etmek her zaman kolay değildir. Bilhas
sa eski edebiyatımızda yermek, şiirle birinin ayıplarını saymak an
lamına gelen hicivle lâtife, şaka demek olan mizah, çoğunlukla,


içiçe girmiş gözükür. Bununla beraber Şeyhi gibi hicve kaçmayan
mizahçılarla Nef’i gibi hicivden ayrılmayan şairler de vardır. Divan
edebiyatında övmek de, yermek de mübalâğalıdır, ölçü çok geniş ve
acemanedir. Şair överken göklere uçurmaktan, kötülerken karanlık
kuyulara daldırmaktan çekinmez.

Bizde eski hicivciler arasında Nefl’den sonra en çok şöhret,
kazananlardan (Büyükçe bir kısmı mizahçı olmakla beraber) şua-
ları hemen hatırlayabiliriz:

Emri, Kesbi, Tıfli, Osman zade Taib, Nabi, İzzet Molla, Sürurl,
Havayi, Vehbi... Dikkati çeken noktalardan birisi de Şeyhülislâmlığa
yükselmiş olan Yahya ve Bahayİ gibi zatların da küfre veya hiciv
ve mizaha ara sıra da olsa kendilerini kaptırmış olmalarıdır ki, bu:
Hiciv ve alayın ne kadar yaygınlaştığım da belirtebilir.

Tanzimattan sonra hiciv ve mizah üstadlan da yetişti. Şüp-
hemiz Satirik nev’in en usta adamlarının başında bu devirde Ziya
PaSa, Bıza-yı TâUbani, Fazıl Paşa... gibiler de bu çağda hiciv ve mi-
zah örneklen vermiş olmakla beraber edebi mânada i’k safa geçmiş
değillerdir. İşte eskiden sürüp gelen bu zincirlerin halk alan arasın-
da İzmirli şair Eşrefin kendine has bir yeri, değeri vardır.

O çoğu zaman kendinden evvelkilerin yaptığı gibi yalnız şa-
hıslara yüklenmekle kalmamıştır; yerine göre şahıslara çatarken
sosyal dertlere de dokunmuş, istibdadı kötülemiş, küfür ederken de
sevimli kalmış ve zamanının kollektif şuurundaki ıztıraba da dikkat
etmiş, siyasi ve sosyal yaralan güzelce alaya almasını bilmiştir.

O hiciv sanatının çanklı kurmaylan arasındadır.

Tasvir: 8 Mayıs 1945         *            Dr. Abdülkadlr KARAHAN

Cenâb-ı Eşrefin âdâb-ı hecvlni okudnm
Eİcâle sülc-i te’dîbdir bu aşk olsun
Şu kavm-i mürdede bir ber hayât Eşref imiş
İlahi bin yaşasun ağzı dürr He dolsun

‘                           Damat Mahmud Paşa

MEŞHUR BİR BAŞMUHARRİRİMİZ HAKKINDA:

EIT’A
Ferzend-i bihayâsı Ciball imânımın
Sermâye-1 şenâatl Şcngiil Hamamının
Fâillerinln onbin’i ta’dâd olunmada
Allah bilir lıesâbım artık tamâmının.

A

(Abdullah Cevdet hakkında)

O suretten hayâyı, dest-i Hak tırnakla yolmnştnr.

Süleyman NAZİF

Ibnüiemin Mahmut Kemal İnal

Mahmut Kemal İnal (12) cildlik (Son Asır Türk Şairleri) ve
<Son Sndrıâzartılan adlı eserleriyle şöhret bulmuştur.

KIT'A

   I

ESKİ BİR MÜRTEKİBE

Etme tazyi-i nefse beyhude
Dinlemez demdeme-1 tenzili
Öyle bir mürteklbi nvüthiş kim
Kuyruğundan yutuyor hmziri

   II —

BİR BALODA BİR DANSÖRE

Şu hödük maskaraya sövmez de
Aklına malik olanlar neyler?

Doğru yolda yürümek bilmezken
Matmazellerle gider, danseyler.

HERSEKLİ ÂRİF BEY VE BİZİMKİLER

Bu konuşma bana Herşekli Arif Beyin bir fıkrasını hatırlattı.
Bu Hersekli Arif Bey, edip, nüktedan fevkalâde bir adam imiş.
70 80 sene evvel yaşamıştır. Bir gün adliye memurlarından ve

-     eski tâbirle — muacciz gürühundan yani saygısız ve herkesi ra-
hatsız eder takımdan Halil Efendi adında birisi ziyaretine gelmiş.
Saçma sapan konuşmaya ve kendisinin memuriyetinden nasıl azle-
dildiğini uzun uzadıya anlatmaya başlmış. Mecliste olanlar sıkıtmış -
lar. Adama kaş gözle lâfı kısa kesmesini anlatmak istemişlerse de
beriki vurdum duymaz... Habire traş... Arif Bey de pek sıkılmış, kız.
mış ve hemen şu kıtayı söylemiş:

Cevrü cefâsı dehrİn bitmez Haili efendi
Bu çilleye tahammül etmez Halil efendi
Lûtfeyleyip de bâri burdan Hudâ gidersin!

Kendiliğinden aslaa gitmez Halil efendi.

Ve herifin kolundan tutup:

   Kalık def ol, kerata! diye kapı dışarı etmiş imiş.

Bizim Halil efendiler de böyle oldu..

B. FELEK

Abdülhak Hâmif Tarhan

TELGRAF TELLERİNDE HİCİV

Muallim Naci kadar temiz bir insan örneğinin Kecaizad-ye
«Demdeme» de yazdığı sözler de Midhat Efendinin bastonundan da-
ha ince ve dayağından daha terbiyeli değildi. Burnundan kundu-
rasına kadar beyefendi olan Recaizadenin Naciye yazdığı
şü kıt’ayı
da vezinsiz ve kafiyesiz söylemek, Recai- zade kadar ince bir insan
için en öfkeli zamanında, en son düşmanına karşı bile mümkün de-
ğildi.

Boşdur ol natıka perdâzi-i ahlâk-ı hasen;

«Ehl-i mizan seni bilmez mi, ııe akrepsin sen!

«Hiçsin, hiç fazilette... denâcttc fakat.

«İliş istersen eğer kafiyeye, hepsin sen!»

Tenkidlere, hattâ makul tenkidlere karşı bile, en zeki vaziyeti
takınan şair Abdülhak Hâmid oldu. Hiçbir münekkide cevap verme-
di. Ona münekkitler sövdüler, o rrünekkidlere arkasını çevirdi, ma-
sasına eğildi, eser verdi. Yalnız Lâstik Saidin (Kemal Paşa zade
Said’in) çok fena bir tenkidine kargı, Avrupadan, telgrafla şiir yaz-
dı. Telgraf tellerine ilk ve belki de son giren şiir.

Şiir telgraf şudur

«Mir-1 Said bâhsde nâehl imiş meğer;

«İbn-i Kemâl sandık Ebûcehl imiş meğer.»

Tenkid her zaman kalemle başlıyor, fakat her zaman kalemle
bitmiyordu. Başka neyle mi biter? Diyeceksiniz. Söyliyeyim: Sopa
ile!... Kendisini tenkid eden Lâstik Saidi (Kemal Paşa zade mer-
hum Said Beyi) Ahmed Midhat Efendi, meşhur kalın bastonu ile
Sirkecide, caddede dövmüştü.

Son Posta 2-11-945                          Midhat Cemal KUNTAY

BİR VAİZE MEV’İZE

Ey beşer çehreli hayvan, heyhat

«İbn-i Kemâl sandık Ebülcehl imiş meğer.»

Onu hiç kullanamazsan, nâdân
Neye vermiş sana nutku yezdan?.

İlm-ü irfan iledir zevki hayat
Düşünüp durmak için mİ böyle?

Kimseye falden olmaz şunda
Ya niçin mâiden olsun bunda


Maksadın sürmedeyim azm-i ceuan,
t Ya miçin eylemedin terki cehan?
lVatan-ii milleti bilmem dersin.

Ya niçin kendine âdem dersin
Halk için hubb-ü vatan imandan,
Sence ser î d?£il hubb-ii vatan.

Neye dersin o diğer mânadır
Yâni mazmunu vatan ukbâdır:
Vatanı /ahiri sevmezsen sen
Ne demek hubbu mahall-ü mesken?
Bıuıdâ her şeyi desem şayandır
< Yaradan haksa yapan insandır,
Medeııiyyet ne diyorsun bilmem,
Mrııeniyyet yaşamaktır, sersem!...

DİNLE EY DERVİŞ
Dinle st'l ey rehlevi gaflet refik
Şimdi temeddün yolu eşlem tarik
Bilki inadındaki ısrara hep
Alemi seyretmediğindir sebep
Ferdi kıyas eyler isen devlete
Söylediğim ait olur millete
Milleti teşkil kılan ferddir.

Merd ise o kavmi dahi merddir.
Faidesiz yolda olursa mnsirr
Hem mutazarrırdır o hem bir muzir.

Tekyede can atmadasın hizmete
Yar mı bunun menfaati ümmete
Kendin için var diyelim menfaat
Milletine etmemiş hiç merhamet.
Memlekete savlet ederse adüv
Def’ine kâfil mi olur hay-ü huy
Hizmet ise, milletine hizmet et!...

Şeyhine de söyle, bunu himmet et.

İşte ba yol hem sana gayet müfid
Hem de vatan senden olur mnstefld
Cayi karar eylediğin tekyegâh
Hayriıı için sandın ise vah, vah...
Söylediğim hayrın içindir heman
Bunda delilim benim ancak zaman.

Abdülhak Hâmlt


          180 —
Hasarı Âkif

Söz verip aldatmanın mânası var mı, anlamanı
Merd olan dönmez sözünden böyledir bizde şiar
Erkeğim dersen niçin vâdlnde durmazsın beyim
Tok eğer kancık isen bul kendine bir başka yar.

• • *

Sahibi ilmü hüner, ehli kemal olsa bile
Yeri yoktur bu cihanda, yok ise beş parası
Oenç iken gündüze kat ta geceni durma çalış
Kocayınca oluyor kurd, köpeğin maskarası.

S â b i r

(Tahlr zade Ali Ekber)

Büyük Azerbaycan şairi S&bir, 1861 de Şamahi’de doğmuş, 1913
de ölmüştür. Hicivleriyle devrinin ruhunu büyük bir kudretle ak-
settiren, Sâblr, Bakû’de çıkan «Molla Nasreddln» gazetesinde bir çok
yazılar yazmış, bilâhare bunları Hophopname adı ile yayınlamıştır.

Sanma ezdikçe felek bizlerl viranlık olur!

Un temennâsı ile buğday değirmanlık olur!

Karışıktır he-elik (1) milletin istldâdı
Elenirse safı bir yan, tozu yanlık olur!

Çalkalandıkça bulundukça zaman nehre (2) gibi
Yağı yağ üste çıkar, ayranı ayranlık olur-
Klmki İnsanı sever, Aşık-ı hürriyet olur!

Belli hürriyet olan yerde de insanlık olur!

AMÂLtMİZ NEDİR?...

«Serhaddiimize kal’a bizim hâ.k-1 bedendir»

«Amalimiz efkârımız lkbâl-1 vatandır» Namık KEMAL
Amalimiz, efkârımız ifnâ-yl yetendir.

Kln-ü garez-ü hırs bize ruh-1 bedendir
EFal yok ancak İşimiz lâf-ı dehendir,

Dünyada esaretle bütün kâm alırız biz,

Kafkaslılarız, yol keseriz, n&m alırız biz.

(1)   Helelik «şimdilik»

(2)   Nehre «yayık»

Akrep gibi neşter gücü var tırnağımızda
İslâm, susuz olsa su yok bardağımızda
Her kiinçde min tülkii yatıp çardağımızda

Min hile kurup rütbe-vü ikrâm alınz biz
Kafkaslılanz, yol keseriz, nâm aline biz.

Kafkaslı adı âleme lkr&hı resandır

Kuldur, koçumuz zulmü de meshûr-i cahandır

Kim derse terakki ederiz, mence yalandır

Buklu hesede âdet edip, kâm alınz biz
Kafkaslılanz, yol keseriz, nâm alınz biz.

Biz hoşlamanıh dersi İd, min mektep açılsın,

Ger min de mearlf sözü dünyâya saçılsın
Mektepte ne hürmet ki, o sâmanak açılsın

Meykhanede (votka) vurank, kâm alırız biz
Kafkaslılanz, yol keseriz, nâm alınz biz.

Avrupalı öz milletin ehya eder’ etsin
Şan-ü şeref-1 kavmlnl âlâ eder, etsin,

İnsanlık adın dehre Ibkâ eder etsin.

Gafletde yatup ad batmp nâm aünz biz
Başa yumruk zolladınz, kâm alınz biz

Reşid Âkif Paşa

MUHAMMES

Devri sabıkta neler yaptık adalet namına,

Milleti mazlumeyi soyduk siyanet namına
Hak-i zillette süründürdük adalet namına
Mülkü tahrip eyledik zevk-i riyaset
namın*

Adli yıktık, halkı mahvettik siyaset namına

Zalimi affeyleyip, mazlûmu istintak ile
Uğraşırdık sanki biz bir mürdeyi İntak İle
Mest olurduk iktidann verdiği ezvak ile
Clsm-i hürriyet kefen berduş olup ahlâk ile
Defnolunmuştu mezar ye'se devlet namına.


Mîlkinıizılm çıkmalı evvelce erbabı fesad
Emri kanuna eğer lâzımsa zerre inklyad
Müstebitler olmasın âlemde artık bermurad
Sâl zatî, fikri İstikbal ve ilmü Ittihad
Miinceli olmak gerek bilcümle millet namına.

Eskidir fikrim beuim, zannetmeyin fikri cedit
Ağlatırdı didei vicdanımı devri Hamid
Germ-ü serdi âlemi çekmekte oldum müstefit
Zevk malı, neş’e İkbali çok gördüm (Reşid!)

Cümlesinden geldi istiğna kanaat namına.

Eski Dahiilye Nazın olan Reşid Akif Paşanın Sivasta Vali bu-
lunduğu sıralarçla, onun edebi sohbetlerine devam eden kıymetli
şair Rahmi, Reşid Akif Paşanın yukarıki muhammesine su nazireyi
yazarak samimî bir dille hazin itiraflarda bulunuyor:

Bir düzen icad edip her dem adalet namına;

Âlemi yıktık, harap ettik imaret namına,

En ufak devletlere mağlûp olup harp etmeden,

Başladık teslime bu milkl selâmet namına.

Aklımız mı yektu, biz insan değil miydik ki hep,

Bekledik kaydı esarette itaat namına.

Devri menhusunda hep Abdülhamldl ıneth için,

Bin yalan söylerdik âlemde hakikat namına.

Syei şahanesinde çek hüner kesbeylcdlk.

Cehli etmiştik kabul, ilmü fazilet namına.

Padişahın zulmü de (RAHMİ) adalettir deyu,

İltizamı fısk ederdik şeniyyet namına!

KITA

Devri âlem eylesen de merkezinde sabit ol,

Dönme mevlâııe mukaddem verdiğin İkrardan
Desti gaddarı felekte daire olsan bile,

Ytiz çevirme yırtılınca slllei idbardan.

İzmirli HÂFIZ İSMAİL

KITA
Feleğin Iûtfu cahilü nadan olana:

Yağdırır derdü belâ kâmllü irfan olana.

Anladım zerre kadar rahata rağbet yok imiş.

Br fena âlemi kâşanede mlhman olana.

Kıbnslı KÂMİL HOCA

— 123 —

İSMAİL SAFÂ

SULTAN HAMİDE

Topladın etrafına bir kaç deni ahaddaıı
Anların rcyile lıâli kalmadın bidaddan
Bir nifak âvâzfsi çıkmaktadır efraddaıı
Kardeşi kardeşlen ettin vâlidi evlâddan
Bağrı yandı milletin artık bu istibdaddan.

Miirtekip, cahil, hamiyetsizler ikdâr eyledin
Millete casusluğu semıaye-i kâr eyledin
En büyük âdemleri menfada gamhâr eyledin
En büyük bir zâtın idamında ısrâr eyledin
Ey halife söyle farkın var mıdır cellâddan.

Haksız icrââtı ihbar ettiler aldırmadın
Bendegânm ızrar ettiler aldırmadan
En büyük bir zâtın idamında ısrar ettiler aldırmadın
Dostlar her şeyi ihtar ettiler aldırmadın
Sence evlâ geldi jurnal hutbe-i irşaddan.

Taşra memurini vahşilerle lıemhâlet bugün
Kaldı birkaç hırsıza sermaye-i devlet bugün
Âdeta etti taammünı fakr ile zillet bugün
Memleket viraneler hâlinde aç millet bugün
Fazladır hâlâ sarayın masrafı iraddan.

Aylık almaz her kalemde yan gelir seksen kişi
Birçok crbâb-ı mesâlih toplanır erkek, dişi
Kurtarır evrakını her kim verirse bahşişi
Pâresiz bikeslerin Allaha kalmıştır işi
Zevk alan yok hasbetcnlillâh olan imdaddaıı.

Yirmi yıldır ettiğin elverdi âlemden sıkıl
Ehline terk-i serir et bir saraya var tıkıl
Boyler bir masum kavmin hâline İnsaf kıl
Devleti yıktın behey Allahtan korkmaz yıkıl
Düştüğün
gün halk için mâbâd olur âyaddan.

Bil ki mâtemdir sonu pümeşc-i sûr olma pek
Hep mükedderdir kulub-ı nfts mesrûr olma pek

Ey Siileyman-baht tâc-ü tahta mağrur olma pek
Elhaıer her sıı çıkan vâveylden feryaddan.


ZİYA GÖKALP

ALİ KEMAL’E (*)

Ben Türk’üm diyorsun, sen Türk değHsin!
İslâm’ım diyorsun, değilsin İslâm!

Ben, ne ırkım için senden vesika,

Ne de, dinim için istedim l’lâm...

Türklüğe çalıştım sırf zevkim için,
Ummadım bu işden asla mükâfat!

Bu yüzden bin türlü felâket çektim,

Hiçbir an esefle demedim Heyhât...

Hattâ ben olsaydım : Kürt, arap, çerkes,
İlk gayem olurdu Türk milliyeti!

Çünkü Türk kuvvetli olursa mutlak
Kurtarır her İslâm olan milleti...

Türk olsam, olmasam ben Türk dostuyum,

Türk olsan, olmasan sen Türk düşmanı!
Çünkü benim gayem Türk'ü yaşatmak,
Seninki öldürmek her yaşatanı...

Türklük hem mefkûrem, hem de kanimdir;
Sırtımdan alınmaz, çünkü kürk değil!
Türklük hâdimine Türk değil diyen,

Soyca Türk olsa da, piçtir, Türk değil!

Ziya GÖKALP

(*) Ali Kemal’in mütarekede Gökalp’ın Türk olmadığı hflkkın-
garazkârane neşriyatı üzerine Multa’da yazılmıştır.

DAMAT FERİD’İN ÖLÜMÜ İÇİN
Kendisinde yok idi kayd-i vatan
Onu sıhriyyeti etmişti vezir
Gitti o şah-ı belâhat aradan
Oldu tarihi de «matelhmzir»

ABDÜLKADİR ERDOĞAN


 

Değilken kesmeğe kadir hususa bir tavuk başı
Kesildin herkesin başında bir sahip kıran paşa
Görür bir faide amma çeker yüz bin ziyan paşa
Yakışmaz irtikâp, işin bitmiş, zaman geçmiş utan paşa.

ESKİ BÂBI . ÂLİNİN MEŞHUR SİMALARI

HOCA HAYRET EFENDİ

Devrine yetişmediğim için, kendisini şahsen tanımam. Fakat
Hoca Hayret’i görmüş gibi biliyorum: Nafi bir vücut... Buruşuk bir
alm... Çöp gibi bir boyun... İki bükük kulak... Sırtında daima kirli,
rengi belirsiz bir cübbe... Başında kalıpsız bir fes üzerine geçirilmiş
düzensiz bir sarık... Gözler, hemen hemen körlüğe yakın bir kıpı-
şıklıkda... Konuşması hiç de hoş değil. Hımhım gibi, -burnundan
söyler. Fakat azameti çekilir gibi değil. Sinirli mi sinirli... Aksi mi
aksi... İddialı mı iddialı... Kitaplar içinde yatıp kalktığından üstü-
başı toz toprak içinde... Kimseyi beğenmez. Tanıdıkları içinde hic-
vetmediği yok gibi...

Bütün yeniliklere şiddetle muarız. Meselâ bir gün mikroskopa
kızıp şöyle söylenmiştir:

Keşfeyledln hakayikl de iş mi eyledin?

Dünyayı cahil eyledin,-ey hurdebin, utan!

Meziyetlerinin anlaşılmamış olduğu kanaatinde idi:"

Kimseler farketmese, Hayret, acep mi şiirimi;

Ben garibim, sözlerim de böyle scrtâpa garip!
diye dert yanardı.

Sultan Abdülhamid devrinde uzun yıllar «Teftiş ve muayene
encümeni» âzalığında bulunduğu halde zamane ricali aleyhinde fır-
satı buldukça atıp tutar, bir takım cahiller arasında kaldığından
acı acı şikâyet ederdi.

Bir giin, Hersekli şair Arif Hikmetin yanında fazileti ve ilmi
ile böbürlenmek istemiş, Arif Hikmet, birdenbire parlamış:

   Canım, Hayret Efendi, neye küfrediyorsun? İlmim var der-
sen, senden daha büyük âlimler mevcut...

Malım var dersen, ayağındaki çoraba bak!... Cemalim var der-
sen senin benim gibi heriflerin yüzüne sadaka olarak bakarlar!
Hayret Efendi, yüzüne karşı böyle sözler söyliyebilecek bir adamın
mevcut olabilmesine hayret etmiş gibi, Arif Hikmete, ağzını açıp
tek kelime ile cevap verememiş.

Şiirlerinden birini okuduğu zaman, herkesin camide Kur'an
dinler gibi, huşu içinde başlarını eğerek dinlemelerini ister, hürmet-
te her ne kadar kusur edenleri fena halde haslarmış.

«Yüzü, gözü, özü, sözü, gülüşü, yürüyüşü, yemek yiyişi, hâsılı
her şeyi kendine mahsus olup» başkalarına benzemezmiş. Yani Hay-
ret, tam mân asile «Nev’i şahsına münhasır» denilen bir adammış.

«Teftiş ve muayene encümeni» nde iken, maaşının arttırılması
için Sadrâzama yazdığı dilekçede şöyle diyor:

«Meclis-i Mearif’e reis ve âza olmak için devletçe bir müsaba-
ka imtihanı ıısııl ittihaz buyurulmamış, bir daileri de o İmtihana
gireyim de, şu hâl-i zaruret ve ataletten halâs olarak, hem devlete
hizmet edeyim, hem de refâh-ı hâl nasıl şeymiş ben de göreyim.»

Sorulan şeylere kitaba bakıp cevap verenlere, Hayret, son de-
rece kızarmış.

Hürriyet âşıkı olduğunu, açıkça söylemekten çekinmiyen Hoca
Hayrettin Efendinin muayene edilmek üzere «Kendisine bırakılan
Namık Kemal’in tarihi üzerine «Tab’ı caizdir» yerine «Tab*ı caiz de-
ğil, müstahabdır» İbaresini yazması meşhurdur.

Bir gün. Hayret Efendinin de hazır bulunduğu bir mecliste, gü-
zellerden bahsolunuyormuş. Bir aralık İçlerinden birisinin, «Ben,
namussuz güzelden hoşlanmam» demesi üzerine Hayret hemen atıl-
mış:

   Ben de o kadar namuslusunu sevmemi Bir başka gün de;
«Mersiye» lerin iyisinden; kötüsünden söz açılmış Hayret; demiş
ki

   Ben, ölülere mersiye söyliyenlere şaşarım. Mersiyeyi ölüye
değil; gençlik çağlan geçen güzellere söylemeli, ki söyleyen de; din-
leyen de müteessir olsun!

Hayret, bir aralık Girid vilâyetinde vazife almıştı. Kandiye’de
yapılan bir cami minaresi için yazdığı dört «AUahuefcber» den mü-
rekkep bir tarihi, İstanbula dönünce, Adliye Nâzın Cevdet Paşaya
okumuş. Paşa tarihin bazı noktalanna itiraz edince Hayret Efendi-
nin hiddetle ayağa kalkarak:

   Pasa... Pa§a... Bu tarihi beğenmeyen kâfir olur!

Diye bağırmış.

Hoca Hayret, kadınlardan hoş]anmazmış. Şarabı, adına «Üzüm
kızı» dedikleri için içmediğini iki mısra ile şöyle anlatır:

Sevmem o rütbe zenîeri, hattâ şarab-ı nâbı da,

Nûg eylemem kim ismine blntülineb derler deyu

Bu kanaatte olmakla berabre, ömrünün son yıllarında evlen-
miş, bir de, kendisine hiç benzemeyen güzel bir çocuğu olmuşl?...

Hoca Hayretin, eserlerine karşı ileri sürülecek en küçük itira-
za dahi tahammülü yokmuş, ömrünün son yıllarında tasavvufla uğ-
raşmağa koyulmuş. Bir ara simya ilmi ile de meşgul olarak altın
yapmak sevdasına düşmüş.

Hayret, gençliğinde bir mektebin yatılı kısmında okuyan Bedri
isminde bir çocuğa gönlünü kaptınr. Çocuk, hafta başlarında mek-
tepten çıktıkça, Hayret kapıda bekler; onu uzaktan seyrederek has-
retim giderirmiş.

Bir akşam; sene kapıda beklemiş. Fakat bütün arkadaşları çık


 

            Ankarkya İstida mı yazıyorsan?.

            Hayır, yeni şiirlerden bir tane yazıyorum... O zaman alır-
lar belki...


 

tığı halde, o çocuk görünmemiş, Hayret, merak ederek öğrencilere
sormuş, dört hafta izinsiz olduğunu söylemişler...

Hemen oracıkta, şu iki mısra, dudakları arasından dökülmüş:
Bir ay kala mektep içre bir ay...

Hay bedrine yandığım felek hay...

Hoca Hayret Efendi, bir aralık Vefa semtinde bir konağa mi-
safir olarak orada aylarca yatıp kalkar. Konak sahibinin yetişmiş
oğullan, zamanki terbiye icabı, kendisine hizmet ederler. Fakat Hay-
ret, sanki aylıkla tutulmuş uşakmışlar gibi, bu delikanlıların hizme-

F: 9


tini beğenmez, çocukları ikide bir azarlayıp, kendilerine ağır şeyler
söylermiş!...

Meşrutiyet ilân olununca, neşredilen «İslâm» gazetesinde, 31
Mart ihtilâlini takdir eden bir yazı neşrettiği için örfî idare tarafın-
dan beş yıl müddetle Rodos’ta ikamete memur edilmiştir.

Bu son darbe, Hayret’e pek ağır geldi. Affa uğrayıp İstanbula
dönünce de, büsbütün çöktü. Çok geçmeden de, ahreti boyladı.

Hoca Hayret Efendi, bir zamanlar Babıâlinin en şöhretli sima-
larından biri idi. Hayranları, etrafında öbek öbek toplanırdı. Fakat
Hoca; bunların hiçbirine iltifat etmezdi. Biri söze karışacak olsa,
hemen sust’rurdu.

Hele kendi konuşurken, mecliste hazır bulunanlardan birinin
başka bir işle meşgul olmasına son derece canı sıkılır, bu küstahlığı
yapanın derhal «Terbiyesini» verirdi.

Ölümüne düşürülen tarih, şıjdur:

Şâir-i zî fazilet etti rıhlet,

Vermişti kemali dehre cidden'hayret,

Tabında nümayan idi herdem şiddet,

Sığmazdı cihana, sığdı kabre Hayret...

Yeni Çağ: 24-6-953                              Selâhaddin GÜNGÖR

HOCA HAYRET

Hiciv ve hezlde kudret gösteren Hayret efendi, Damat Mahmut
Paşa’nın oğullarına hocalık etmiş ve her nedense Hayrete kınlan
paşa şaire hitaben şu kıt’ayı yazmıştır:

Seni ödem sanıyordum mütekebbir Hayret
Anladım ben de senin olduğunu kör şeytan
Hakka küfretmek içinmiş yediğin nanü nenıek
Vâkıa meşrebi iblise gerektir küfran.

Damat Mahmut Paşa bu beyti de Hayret için yazmıştır
Hayret olmuş, mayret olmuş lânct olsun istemem
Zühdü barld, şugli fasid ehlini erbabını...

Hoca Hayret’in şiirleri (Eş’arı Hayret) namiyle bir deftere kay-
dolunm’ştur. Beyazıt umumî kütüphanesinde mahfuzdur.

Muallim Cudi Efendi derdi ki

«Hayret mücehhez bir gemi idi. Fakat dümeni olmadığından
nereye gittiğini bilmezdi. Hayatı öyle orsa boca geçti.» (S.T.ŞJ

KIT’A ([5])

Vakti hürriyette, HAYRET, dendi namın (mürteci),

Bir zaman yanımda, istibdada, derken, düşmanım;

Mutlaka bir sehve mebnidlr bu mahkûmiyetin,

Nefye sen lâyık değilsin çünkü isbatın benim!.

HOCA HAYRET EFENDİ

Divan edebiyatı ile Servetifünun arasında sıkışıp kalanlardan
biri de Hoca Hayret efendidir. Bütün kusuru 19 uncu yüz yılda dün-
yaya gelmekten ibaret olan bu zat, çok geniş bir medrese kültürü-
ne sahipti. Zamanında Arap edebiyatını onun kadar bilen olmadığı
söylenir.

Hayret efendi, bir şiirinde ne kadar ilham ile dolu olduğunu
anlatmak için:

Üstüm başım oldu hep maaî
demiştir. Onun şairlik gururunu bilenlere, bu söz pek hoş ve güzel
gelir. Bakınız kendini nasıl medh ediyor:

Bir nükte-tıraz şair olsam,

Endişeyi resme kail olsam!...

Olsam, ne demek a tab'ı çalâk,

Şairliği etmedin mi idrak?

Parlarsa dahi güher, kül olmaz.

Ârif bu kadar tecahül olmaz!.

Siz onun, hececilerden önce bu vezinle şiir yazdığına bilir mi-
siniz? İşte bir kıt’ası:

Ağlayım dinle gönül!

Dinleyim inle gönül!

Gel, beraber yanalım,

Yine seninle gönül!

Tasvir 1/7/1945                                    Orhan Seyfi ORHON

HOCA HAYRET’TEN BİR KIT’A
ALİ RUHİYE
Şair-i ateş zeban filânım ben deyu
Şimdi bir zırlak zuhur etmiş gezer pek lâfzen
Bikri mazmundan dem urmuş bakın divaneye
Bikri mazmun nerde sen nerde behey eşşek...

ADANALI İKİ HİCİV ŞAİRİ ^

Adanalı iki hiciv şairi şunlardır: On dokuzuncu yüz yılın ba-
şında ölen Sürurî Efendi ve yirminci yüzyılın başlarında ölen Hay-
ret Efendi.

Sürurî, hiciv şairi olduğ' kadar vak’alann tarihlerini ebcet he-
sabile yazmak sanatının üstadı olarak tanınır. Meselâ, bir mektebin
tavanının yıkılması üzerine yazdığı bir tarih mısraı «Hezliyyatı Sü-
rûri» ismindeki hicivler kitabının bir çok sayfalarına, laymetçe üs-
tündür.

Mısra şudur

Yıkıldı mektebin sakfi, yapıldı gönlü sıbyâmn

«Sürurî» kelimesi bu şairin ismi değildir, eskiden Adet olduğu
üzere edebiyattaki mahlasıdır ve bu mahlası da, kendisine Adana-
dan İstanbula geldiği zaman, şeyhislâm Tevfik Efendi verdi. Bunu,
bizzat Sürurî, şu kıtasile söyler:

Mukaddem, altı yıl «Hüzni» tahallus eylemiştim ben,

Blhamdillah, meserretyâb kıldı hayy-i bl-enb&z

İşittim bana hâtif didi Jdm: yaz bi-nuhat târih;

Siiruri, sana mahlas verdi Tevfik-ı suhanperdaz.

Şairin bu kıtasından anlıyoruz ki, Sürurî edebiyattaki mahla-
sını evvelâ kendisi kendisine vermiş. Fakat bir hiciv şairinden ziya-
de, Fuzulî gibi bir hicran şairine daha çok yaklaşan bu mahlası, za-
manın zarif şeyhislâmı onun bazan güzel tebessümler bazan çirkin
kahkahalar şeklindeki hicivlerine daha uygun bir mahlasla değiş-
tirmiş.

Sürurînin hicivlerinden bir çoğu, tenhada ve kendi kendimize
bile okuyamıyacağımız kadar pistir. Fakat bu türlü hicivleri istis-
kal etmiyen devrini düşünürsek; ve duvar şairlerinin, nükteyi pis
lâkırdılarla aradıklarını unutmazsak, Sürurî’yi Nef’îlerden Küfrî’-
lerden daha çirkin bulamayız. Fakat şunu da unutmama’ıyız ki, Sü-
rurî, bir tebessüm kadar ince, zarif nüktelerle manzum şakalar da
yazdı. Bu şair bir aralık bir başka şairin Sünbülzade Vehbî.nin ko-
nağında kâhya idi. Ve Vehbi Efendi, Eski Zağra naibi üken, Sürurî
onun maiyetinde bulunuyordu. Eski Zağralılar, bazı sebeplerle, nâib
Vehbi Efendiye kızmışlar ve kâhyası Sürurî ile beraber ikisini hap-
setmişlerdi. Fakat Sürurî, bir müddet sonra hapisten çıkarılmıştı,
Sürurî’nin bu mûzip mısraları, bu vakanın zarif bir hikâyesidir.

Kodular hapse, sizinle beni de ey Vehbî;

Ağlaşırdık, silerek ç esinimizi yağlık ile

Çünkü yoktur günehim, işite vilâyeti! beni,

Geldi kurtarmaya, siz bunda kalın sağlıkla.

Adananın ikinci hiciv şairi Hayret Efendi de, pas hicivler yaz-
makta, bazan Sürurî’ye benzer. Fakat hicivleri, bazan, İçtimaî ten-
kidlerdir ve çok güzel, çok temizdirler. İkinci Sultan Hamid zama-
nında Maarif Nezaretinde «Encümeni Teftiş-ü Muayene» diye bir
sansür heyeti vardı ki, basılacak kitaplar burada incelenir, padi-
şahın vehmine dokunacak satırları ve hattâ sayfalan çıkarılır ve
eserlerin, bbyle, burunları ve kulakları kesilmiş bir halde basılma-
larına izin verilirdi.

AbdSLhamit devrinin fenalıklarım şifahen hicv etmekten kork-
mıyan Adana şairi Hayret Efendi, «hakkı süküt» olarak, bu encüme..

ne âza tayin edilmişti. Fakat bu hicivci şair, bu encümende padişa-
hın arzusuna hürmet edecek yerde, Namık Kemal'in bile eserlerini
müdafaa ediyor, basılmalarına izin veriyordu. Kendisinin bulunma-
dığı bir gün tou encümene şair Halil Edib Beyin şiir mecmuası gel-
miş, birçok yerleri mevcut âzâ tarafından çizilmişti. Hattâ bu hâ-
diseyi, şair Eşref şu kıtasile hicvetmişti:

Çizerler her eserden, bî mühâbâ, bir takım yerler,

Edib’inı sanma kim yalnız senin Divânı çizmişler
Geçen gün encümende yok İken (Hayret) bütün heyet
Arabca bir suhan zan ey’eyip Kur’anı çizmişler!

Eşrefin bu kıtası Adanalı HayTet Efendinin bu sansür heye-
tindeki temiz hüviyetini gösterdiği gibi, bizzat Hayret Efen’inin söy-
lemekten korkmadığı bazı sözler de, bu hiciv şairinin medenî cesa-
retine bir delildir. Ve bir hiciv şaheseridir. Bunlardan biri şudur:
Hayret Efendi eski Darülmualliminde (Öğetmenler okulunda) ede-
biyat hocasıdır ve talebesine, bir gün, edebiyatın «berâatı istihlal»
ini anlatmaktadır. O sırada Maarif Nazırı olan zat Erenköyü taraf-
larındaki köşkünün kapısına, tahnit edilmiş bir yı ölüsünü ayakta
olarak koydurmuştur.

Hayret Efendi talebesine şöyle der:

«Bir şeyden başka bir şeye intikal etmektir. Meselâ, köşkünün
kapısında ayı cesedini görenler, içerde Maarif Nazın Paşanın otur-
duğunu anlarlar.»

Bu sözden birkaç gün sonra, mektebe yine ders vermeye gitti-
ği zaman, Hayret Efendinin eline bir kâğıt veriliyordu: Bu kâğıtta,
muallimlikten azledildiği yazılıydı. Fakat Hayret Efendi bundan
müteessir olmuyordu, bilâkis neşeleniyordu; söylediği hiciv hedefi-
ne varmıştı.

(Son Posta, 25 Ocak 1951)                Midhat Cemal KUNTAY

Üsküdarlı Talât

Divan edebiyatının son temsilcilerinden olan ve birkaç yıl önce
Tanrının rahmetine kavuşan Üsküdalı Talât Beyi eskiler pek iyi ta-
nırlar. Hazret, zarif ve gene eski bir tâbirle refik-i şefik, enis-ü çe-
lişti. Güzel gazel yazardı, iyi bir kalbi vardı. Eski edebiyatı bütün in-
celikleriyle bilirdi. Nükteli konuşur, bulunduğu meclisi tatlı sohbet-
leriyle süsler, şenlendirirdi. Büyük şair Nedim Ahmet Efendinin Ka-
racaahmet’teki mezarı daha çok onun himmetiyle bulundu. Talât
Bey Üsküdar’da otururdu, tabiî bir kira evinde... Zaten bizde şair,
san’atkâr, muharrir maddî sıkıntıdan bunalan, mesâisi de kirala-
nan insan demektir! Rahmetli de bir kira evinde doğru, bir dem-ı


huzur görmeden kira evinde yaşadı ve gene kira evinde öldü. Şu.
kıt’a onundur:

Rahat yüzü görmedim ve görmeni
Bir lâhza bu gamsera evinde,

Varken bu kadar güzide beytim
Kaldım yine bir kira evinde.

R. Necdet EVRİMER

Üsküdarlı Talât, çok velûd bir şair olup, en heyecanlı zaman-
larıuda yazdığı nefis şiirleri ve kütüphanesi eviyle birlikte yanıp kül
olmuştur. Değerli şair, muhteşem evinin yandığına aldırış bile et-
memişse de kıymetli eserlerinin mahvından çok üzülerek şu kıt’ayı
söylemiştir:

O ne âlemler idi ah ne âlemler idi
Eski yurdumda geçen demleri hâlâ anarım
Yalnız uıuhterik olsaydı evim yanmaz İdim
Yandı biti beyti metinim ana 'çok yanarım.

Ramazanda dostlan Üsküdarlı Talât’a; (Üstad oruç tutacak mı-
sın?) diye sorduklarında Jıazır cevap şair şu kıt’ayı söylüyor:

İYIahı Ramazan geldi sebu yok mey yok.

Sarf eyleyecek nukudu peyderpey yok.

Ey ruzc cehennem ola yoksa yerim seni
Evde yiyecek hüda, bilir bir şey yok.

Üsküdarlı Talât 1926 yılında kansere yakalanmış, doktorlann
bütün gayretlerine rağmen hastalık durdurulamamış ve mâneviyatı
çok bozulan şair ümitsizliğe düşerek yeisinden doktorlara şöyle atıp
tutmuştur:

İSTİMDAT tan

Yok mu bir başka ilâcın gayri ey doktor yeter
Altı aydan fazladır aldım gece gündüz eter
Kalbimi bir dinle çarpıntım geçen günden şedit
Nabzıma bir bak bu gün halim geçen günden beter
Doğrusu senden hicabımdan sıkıldım terledim
Aldığın tedbirlerle gelmedi bir damla ter
Vermedi sadra şifa darulann göğsüm yine
İşte öksürdükçe bak sesler verir güm güm öter
Yat seririyatına Talât hakimi mutlâkın
Bak nasıl âcil deva gökten iner yerden biter
Seıı uzat desti şefaet perveri ihsamnı
Bende yok, biçâreyim, dil hastayım, tabi sefer
Kalbi zarımda görüldü matemi şehrülharam
Ey nebiyyi muhterem ey şaflyi yevmi neden».

Ravzai pâki nebiden bir avuç toprak getir
Üstüme ört çeşmi üm'idim seni gözler, süzer
Yaresülallah kabul et reştel müjgânma
(Talât) zarın senin için luluû terler dizer.

Ferit Kam

Eski darülfünun müderrislerinden merhum Ferit Kam’a Dün-
ya, öküzün boynuzunda mı durur? diye sormuşlar. Üstad şu cevabı
yermiş:

Ne taaccüp ediyorsun buna dünya derler
Duyulan herzelere onda nihayet yoktur.

Terin altında öküz yar mı dedi bir meczup
Onu bilmem dedim, fakat üstünde pek çoktur.

KIT’ALÂR \

Ne kadar olsa da eslıab-ı saadetle bekâm
Olamaz kimse bu âlemde elemsiz bir an
Elemim yok diyen erbabı tecellüd yarsa
Ya bu âlemden uzaktır, ya "değildir İnsan

O kadar müşkülpesend olmuş ki ebnâ-yı zaman
Defterinde en büyük bir âlimin 'ünvanı kof
Pâye vermez şahsına tezyif eder âsânnı
Çıksa bugün yerden Volter gibi ,fey!esof

Arkadan dil uzatan İtlere verme kıymet
Yedikleri herzeyi göm toprağın altına
Her havlayan köpeğe bir taş atarsan eğer
Taşın dirhemi çıkar gitgide bin altına.

Bu elem yurdu denl dünyanın
Derdine mihnetine gaayet yok
Bir çürük diş gibidir, bence bu can
Çıkmadan sahibine rahat yok.

Nuri Detnirağa ithaf ettiği rubailerinden:

Yaşadan memleketi köylümüzün gayretidir,

Olmayan var mı onun sa’ylne bilmem muhtay?

İki lâger öküz ilegece gündüz didinip,

Doyurur âlemi biçare fakat kendisi aç!

Ferit KAM

FERİT KAM DAN HÂTIRALAR

Profesör ilstad Ferid Kam hem ilim, hem felsefe, hem de ede-
biyat cephesinde memleketin seyrek yetiştirdiği bir mütefekkirdir.
Aynı zamanda hicviyeleriyle şöhret bulan rahmetli üstaddan bir
kaç hâtıra sunuyoruz.

* * *

Yazılan bazı değersiz «tezler» için «kâfi bir tez» derdi. Ve
«kef» li tez, yani tezek mânasını kasdederdi.

' * * *

Beylerbeyinde ikameti esnasında bir gün camiin önündeki' balı-
çeli kahvede oturuyor ve müshil olarak kullanılan «kara helile» çiğ-
niyormuş. Biri ne yediğini sormuş, kara helüe çiğnediğini öğrenin-
ce, kara helilenin ne hassası vardır, demiş.

Ferid bey de, onu Belediye Çavuşu Osman efendiye sor, demiş.

Osman efendinin halilesi, yani zevcesi siyah olduğu için kara
halilenin, yani siyah zevcenin hassasını o bilir, demek istemiş.

fc * *

Süleymaniye medresesinde kelâm, felsefe ve tasavvuf şubesin-
de bulunduğumuz sırada, arkadaşlarımızdan birisi, tasavvuf hoca-
sına sorduğu bir suale tatmin edici cevap alamadığı için, bir defa da
Ferid beye soralım, dedi. Rahmetli derse girer girmez: «Âyin-i dinî
esnasında tef ve ney gibi çalgıların çalınması caiz midir?» diye sor-
du. Üstad kürsüden indi, baş ve salavat parmağını sağ yeleğinin
cebine götürdü; bir iki defa dershanede dolaştıktan sonra, yazınız,
diyerek şu kıt’ay’ı söyledi:

Sır-ı nây-ü semâi aulamıyan
Kafana dümbelek desem yeridir
Aynı mebhaste şâk İdi sofi
Sana ondan es ek desem yeridir.

Ve «eşek», «şek» kelimesinin Jsm-i taftilidir, şeddelidir diye
ilâve etti.

Şükran EREN

Galiba Mehmet Akifin Küplüce, Havuzbaşı, Çengelköy gibi
Beylerbeyine komşu yerlerde uzunca oturması, yâr-ı cam Ferid’in
Beylerbeyili olmasmdandı.

Mehmet Akif Mısırda iken İstanbulda ölen annesini de Küplü-
ce mezarlığına, yani Beylerbeyi topraklarına gömmüştük, Ferid
bey bu ölüm hâdisesine kadar ihmalcilik etmiş, yakın arkadaşı Aki-
fe hiç mektup yazmamıştı. Fakat bu cenazenin arkasından bir baş-
sağlığını dilemek lâzım gelmiş yazdığı mektuba Mısırdan gelen ce-
vapta nüktedan Mehmet Akif şöyle demişti:


FEYLESOF RIZA TEVFİK

OLUR MU TA?

Gel oğul!, yerinme felâketine; ([6])

Yanmayınca, cevher kâl olur mu ya?.

Acıma boş geçen şu zahmetine.

Çile çekmeyince hâl olur mu ya?.

Bir avuç arpaymış diyetin senin.

Bilinmedi yazık, kıymetin senin.

Ne İşe yaradı niyetin senin?.

Bal dimekle a#ız bal olur mu ya?.

Kemankeş değilsin; ne ok atarsın!.

Yabanî dikensin, göze batarsın.

Ebeedi bilmezsin hikmet satarsın!.

Elif ba, ba cim, cim dal olur mu ya?

Ömrün heder oldu: Kitap okudun!

Bir tutam aklını dolaba kodun!.

İpliğin çürükmüş, ne bez dokudun!.

Paçavra parçası şal olur mu ya?.

Xe umdun küçükten, hattâ büyükten?

Gün doğar mı sandın, odada yükten?.

Çıyanlar yuvası kuru kütükten,

Filiz türeyip te dal olur mu ya?..

Hak!. Dedin, bakmadın dosta, hatıra,

Blsmillâh yazılı, yağlı satıra!.

Böyle bir uğursuz sersem katıra,

Karpuz kabuğundan nal olur mu ya?. HOCA HAYRET EF.

Yahu, sizden ses seda çıkması için bizim evden cenaze çık-
ması mı lâzımdır?

Biz çocukken üstad, Beylerbeyi iskelesine, Küplücede, Havuz-
Ljaşmda ve Çengelköy'ündeki dostlarına ziyarete giderken _ o zaman
F'ord otomobili henüz icat edilmemişti Canlı bir taşıt üzerine bi-
nerdi. Galiba tanıdıklarından bir herifi hicvederken o zavallı canlı
taşıttan ilham almıştı:

Öyle eşşektlr ki hâlâsındaki teşdidinin
ÂIet-1 tlmara benzer Iâyuad dendânı var.

Nureddln ARTAM

Onlar deryaya pösteki sermiş;

Dağ, deniz aşarak murada ermiş.

Yttzme bilmeyenler çayda gebermiş.

Çamaşır teknesi sal olur mu ya?.

Sen Turan ilini engin mi sandın?.

Zaloğlu Rüstemi dengin mi sandın?.

Hey müflis!, kendini zengin mi sandın?

Tatlı mâlihülya mâl olur mu ya?.

Boş yere başını hülyaya salma!.

Abdessiz, ağzına Fatiha alma!.

Dönüp baktığın o kızıl elma,

Güneş görmedikçe al dur mu ya?.

(Küp) ünde pekmezin tortuymuş meğer!.

W çan, turna!) dedin, martıymış meğer!.

(Yarın, bayram!.) dedin, Yortuymuş meğer!.

Böyle çingenece fal olur mu ya?.

Hey Rıza âlemi kasdm, kavurdun.

Saçma düzdün amma hikmet savurdun!..

Kâh çivisine, kâh nalına vurdun.

Yabani katıra nal olur mu ya?.

RIZA TEVFİK BEYE CEVAP
Felâket... gaflettir, gafil gocunsun
İrfan cezasına, âr olur mu ya?

Cahil deyulerc, çok yaptın efsun
Tehlikeli işde, kâr olur ma ya?

Küçüklükten bilirim, aziz oğuldun,

Çok denizler geçtin, çayda boğuldun.
Cennette idin, nereden koğuldun,

Haramzade sana, yâr olur mu ya?

Davulu zurnayı, sen saz mı sandın?

Kargaları yoksa, şahbaz mı sandın?

Bu bepdeki cehli, pek az mı sandın?

Bakkal çırağından, çar olur mu ya?

Sun tantal kilisesinden, tek bade isterim, (1)
Kızıma doğmayacak, şehzade isterim.

Ben ankamı rütbesiz, âzade isterim.

Dağ üstünde lekeli, hiç kar olur mu ya?


Cebeli mübahta, yasak olur mu?

Kâbe yollarında, tuzak olur mu?

Gördüğüm tepeler, uzak olur mu?

Semai kahvesi (bar) olur mu ya?

Dokuduğun bezler, Âyet değil mi?

Bağl angıç saydığın, gayet değil mi?

Paçavra sandığın, râyet değil mi?

Doğrunun yüzünde, zar olur mu ya?

Tılsımlı oklann, hedefi tuttu.

Dağlan artık, ferhad unuttu
Ufacık yılanlar, bir fili yuttu.

Nar olmıyan yerde, âr olur mu ya?

On kantar altın mı, diyetin senin,

Bin kere yüksektir, kıymetin senin,

Vücut bulsaydı, niyetin senin:

Ya nc ğüzel düşeş, zar olurdu ya.

Kahkahalarda güldüm, büyüğe küçüğe,

Güneşleri doldurdum, odamdaki yüke.

Eşek arısı dolu, bu battal kütüğe,

Bal çıkmıyor diye, azar olur mu ya?

Gayri artık doktor, nefes tükendi.

KURl'DERELİ’yi bir, çingene yendi.

Semaini bütün, yâran beğendi.

Şairlere meydan, dar olur mu ya?

Mehmet BAKİ
Edebiyatı Umumiye Mecmuası: 23 Mart/1918

BEN BİR ÇETİN KAYAYIM

Süleyman Nazif Beye ithaf —

Bir çetin kayayım, bu vahşetgehde
Bana çarpan poyraz yelfc kınlır,

-Dizime çıkmadan dağılır gider.

Çirkâbı zilletin seli kınlır.

Beni dişliyeırez yılanlar bile
Sürtünür, kaşınır, geçer hergele
Yumruk, şamar vuran küstahın hele
Demirden olsa da eli kınlır.


Fikrimi sarmadı şlmdiyedeğin
Arsızca sözleri bilmem ne (bey) İn
Bana çifte atan şaşkın eşeğin
Kendi çiftesile beli kırılır.

Bendedir şivesi âşık ağzının
Ona sesi uymaz yaban, kazının
Öyle hödüklerin bozuk sazının
Namım anıldıkça teli kırılır.

Rıza TEVFİK

Feylesof Rıza Tevfik, uzun yıllar yurt dışında kaldıktan sonra
Xudüse, Kıbnsa kadar gelmiş ve orada memlekete ettiği fenalığı
itiraf ederek kendisini şu şiiriyle hicvetmiştir:

Sen en bedbahtısın İnsanların!... Mel’unu menfisin!

Uzak düştün, yazık, Darüsaadet asltanından.

İnad ettin, cüda düştün vatan bağı clnanından,

Delil olmaktı şanın halka İrfanınla, ilminle,

Zelil oldun gururundan, koğuldun hanımanmdan.

Buna karşı bulduğu cevap şudur:

Kusurun varsa: ancak bfr hatayı içtihadldlr.

Vatandaşlar emindlrer hulûsü blgümanından.

RIZA TEVFİK BEYDEN HALİL NİHAD BEYE

Ey oğul, hiddetin vız gelir bana,

Vaktile söyeldim: ben bir kayayım!

Düşmanım arttıkça hız gelir bana,

Kolayca ekşimem, eski mayayım!

Kimseden korkum yok, açıktır işim.

Şimdi tam gidiştir benim gidişim,

Bazı mlster Rıza, baaı dervişim,

Bazı süvariyim, bazı yayayım!

Haydi itiraf ct ey Lâz şairi,

Var mı Rıza gibi bir saz şairi,

Hele bana çatan o kaz şairi
Adam sırasında nasıL sayayım?t...

AYDEDE. 9/Ocak/1922                                          ÇİMDİK

BİR AHLÂK HOCASININ OĞLUNA
Tanırım bir yüce üstadı faziletti Baban,

Sen onun yaptığı mihrabı temelden yıkdm.

Kabri merhuma gidüp gûsunu versen, der kİ:

«Atmadım böyle tohum, hergele nerden çıktın!»

NEME LÂZIM?

(Zenbllll) ye sormuş biri: «Ey müftîl âlim
Eşrat-ı kıyamette nedir en mütekaddlm
Bir şartı mühim?» der kİ çekip hat cevabın:

Allahü taalâ bilir amma, «Neme lâzım!»

16-9-1938                                          Haşan Basrl ÇANTAY

Onlar gibi

SAKALA DAİR

Filozof Rızayım kâinat tanır;

İki bin clld eder İlmi eserim!

Bana dil uzatan çabuk utanır:

Kızarsam kara yel gfbi eserim!

Hem sevap işlerim, hem günahım var,

Hem fesini, hem şapkam, hem külâhım var,

Hem kolumda kuvvet, hem silâhım var,

Boksör Jak Dcmpseyi bile ezerim!

Ne yapsam âleme hemen yayılır,

İsmim Londrada bile sayılır,

Ben sarhoş olurum, gönlüm ayılır,

Geceden yarınki günü sezerim!

Sakalım üç günde nam verdi dehre,

Bak İşte, bayraklar asıldı şehre,

Ne sırıtıyorsun behey blbehre:

İster uzatınm, İster keserim!

Ey oğul» arifsen, önümde eğil,

Geçici rüzgâra ben etmem meyil.

Kimseden korkum yok, sakalsız değil
İstersem bıyıksız bile gezerim!...

Müstensihi: ÇİMDİK

Aydede: 30 Ekim 1922.

MEHMET EMİN YURDAKUL

BİLİNİZ Kİ EY GADDARLAR!...

<10 Temmuz fatihlerinden muhterem Halil Beye)

Şiir yasak!... öyle olsun, varın şiir yazdırtmayın;

Şu millete can verecek bir sahife bastırtmayın;

Vahşet tamam olmak için her mektebi kapattırın;

Buharil şerif gibi Kuranı da toplattırın!...

Eğer bundan âmidiniz fikirleri körletmekse,

Karanlıklar içerisinde korkusuzca zulmetmekse,

Şunu iyi biliniz ki cy gaddarlar,

Bugün sizin karşınızda feryat eden bir millet var.

O millet ki kuru toprak üzerinde zelil, sefil;

Ettiğiniz zulümlerden bir dakika rahat değil;

Arkasında ağır bir yük; yakasında demir pençe;

Zavallıya hayat demek en acıklı bir işkence.

Sorarım ki hangi millet bu hayata katlanmıştır,

Esareti kendisiyçin bir mukaddes hak sanmıştır,

Zulme karşı kahramanca durmamıştır.

Tekmesini kanlı tahtlar üzerine urmamıştır?..

Bu âlemde insanları hür yaratan Cenabı Hak,

Her millete zincirini kırdırtmıştır; kırdırtacak;

Bunun için haksızlıklar cahiller? fikir verir,

Zalimlerin kendileri mazlûmlara yol gösterir.

İşte sizin zulmünüzün kudurduğu şu toprakta,

Bu millet de inkılâp tarihini okumakta;

Her bucakta yanık yanık inildeyen mazlûm sesi,

Onun için en ateşli bir ihtilâl manzumesi!...

(Yaralar ve Sargılar) dan

TÜRKÜCÜ VALİ

Mehmet Emin Yurdakul, vaktiyle Sivas valisi iken şaire hita-
ben, Sivas’ın meşhur şairlerinden Külhaş zade Rahml’nin bir hicvi-
yesi elime geçti. O zamanlar şiir denince akla aruz geldiği İçin, koş-
ma yazanlara türkücü derlerdi. Çünkü halk duyuşlarını türkü ye
koşmalarla anlatır. Mehmet Emin de hece şiirleriyle türküye yakan
bir durum gösterdiği için, şair vali yerine (türkücü vali) adını al-

Toujtır. Sivas’ta aziz şairi bu adla tanırlar. Biraz noksan olan hicvi-
yeyi aynen yazıyorum:

Gelmeden mayıs otuz bir gidiyormuş bu ne hal
Vermeden mi gidecek yoksa hesap türkücümüz

Şuaranın da büyük namını berbadetti,

Bu hususta hele şayanı itab türkücümüz.

Miri mektubinin ibkasını aldıkta haber.

Edecek kaçmağa elbette şitab türkücümüz.

Millete hizmet ise kasdı umuru mülki
Terkedüp örmcli evvelce çorap türkücümüz.

Yıkılıp gitmelidir çünkü yeter çektirdi
Sekiz aydır bu ehaliye azap türkücümüz.

Tercümandır en iyi dostu onunla çevirir
Ümmetin başına her lâhza eurab türkücümüz.

Kilisalarda gidip cam ediyor inliycrek
Müslümanım diye eyler mi hicap türkücümüz.

Bir namaz kıldığını var mı gören mescitte,

Feylesoftur tanımaz din vc kitap türkücümüz.

O kadar çcşml açıktır görürse denizi
Zanneder çölde görünmekte serap türkücümüz

Maksadı yapma iken tecrübesine başlıyarak
Kıldı bir kat daha Sivas’ı harap türkücümüz.

15 Kânunuevvel - 1326                                RAHMİ

Bu parçadan evvelâ üstadın Sivas’ta sekiz ay valilik yaptığını,
yeniliğe olan temayülünü öğreniyoruz. Zaten en zor meslek, idare-
ciliktir. Ne yapsan halkı memnun edemezsin. Hele üstadın valilik
yaptığı zamanlar, bir taraftan softa güruhu, diğer taraftan şehrin
eşraf geçinenleri insanın her türlü icraatına engel teşkil ederlerdi
Marecilerden istenen (idarei maslahat) çılık politikası idi.

Bu hicviyenin de baştan ikinci beyti şairin hececiliğine bir htt-
:um teşkil etmektedir.

Metin Kutusu: '/apı: -6-3-942Vehbi Cem AŞK UN


   144 —

YUSUF ZİYAETTİN (Muallim)

EFENDİLER BİRAZ HAYÂ

Şarab İle rübab İle geçen hayat-ı şûlever
Yalancının mumu gibi sabaha varmadan söner
Şu halinizden olmada garlk-1 şerm Bülbeşer
Efendiler biraz hayâ, biraz hayâ efendiler

Bakın şu Sirkeci istasyonu civarına bakın
Guruba pek yakın iken sokak dolar akın akın
Sizin vazifeniz bu mu? Düşünmeyin hemen çakın
Efendiler biraz hayâ, biraz hayâ efendiler

Adım başında meykede geçilmiyor teraneden
Müdavimin öbek öbek masa önünde şadü şen
Merâsim-1 muayede, sünır-u sûr der gören
Efendiler biraz hayâ, biraz hayâ efendiler

Yetişmiyor mu zemzeme değilmiyiz şlketse bâl?
Nedir görmüyorum cebinizde cin-1 infial
Kızarmıyor mu veçhiniz, nedir akan o hun-1 âl
Efendiler biraz hayâ, biraz hayâ efendiler

Felâketin şu şekline müsadif olmamış idik
Bakın vucüdü milletin nasıl didik didik
Şu kanlı sahne-i vegadan ahz-i ibret etmedik
Efendiler biraz hayâ, biraz hayâ efendiler

Bu mahşer-i hizmetin bulunmuyor mu gayeti
Kapandı mı füadımızdaki vatan cirahati
Gurur saf blldimi damarda yokmu âyeti
Efendiler biraz hayâ, biraz hayâ efendiler

Bakın fezaya ufku kaplıyor zaman zaman duman
Bir inhidam olmasın o sinsi sinsi yaklaşan
Clhatı erbaa diyor bize utan uyan aman
Efendiler biraz hayâ, biraz hayâ efendiler

Cihana karşı biz okur iken neşald-i zafer
Değil idik bu mertebe rezilü pest ü bihaber
Şu ahd-j (*) zillet - âverin hacaletl bize yeter
Efendiler biraz hayâ, biraz hayâ efendiler

<*) Sevr muahedesi.


 


 

TEVFİK FİKRET

TEVFİK FİKRET’TEN HÂTIRALAR

«Servet-i Fünün yıllarında Tevfik Fikretin mizacı başkalaştı.
Titiz ve hırçın oldu. Bunu ben bile farkediyordum. Babamla mat-
baaya ekseriya beraber giderdik, Ben bir köşede, ele geçirdiğim
mecmuaları karıştırırken onlar, ikisi konuşurlardı. Her seferinde
Fikretin bir şikâyeti, bir tezallümü olurdu. Babam da kendisini tes-
kine, teselliye uğraşırdı. Çok defa üstad galebe, eder, tilmizin de
yüzü nihayet güler, mes’ele de kapanırdı.

Lâkin bir defasında kapanmayıverdi. Serveti Fünuncular ikiye
bolündüler. Ayrılıp ta kısmen Baba Tahirin (Malûmat) ına
geçenleri düpedüz istiskal etmişti. Haklı mı idi? Haksız mı? Bu pe-

F: 10

rakende hatıralar bu cihetin münakaşasına müsait değildir. Şu var
ki Tevfik Fikret daha düne kadar arkadaşlık ettiği onları hicvetti.

«Ayn Nâdir hakaret gördü gitti
«Ha Nâzım başka hikmet gördü gitti
«Sezai fazla hörmet gördü gitti
«Hela Tâhlr beyin ahvali malûm:

«O, Tâhirle Karâbet gördü gitti».

Bu hicviye onlarla Tevfik Fikretin arasında tâ Meşrutiyete ka-
dar süren bir dargınlığa sebep oldu.

Servet-i Fünun kapandıktan sonra Fikret Rumelihisarına göç-
müş, babasının yalısında inzivaya çekilmişti. Her biri Abdülhamidin
istibdadım hedef tutan ve birer bomba gibi patlıyan manzumeleri-
nin çoğunu orada yazdı. Hemen hiç kimse ile görüşmüyor, en sık
bize geliyor veyahut babam ona gidiyordu.

Hırçınlığı büsbütün artmıştı. Ayni zankanda pek te alıngan ol-
muştu. Ufacık bir hareketten, bir ihmaldejı, hoşuna gitmiyen bir
sözden o saat rencide oluyor ve bunu belli ediyordu. Nazarında her-
kes az çok şaibeliydi. Ölüler bile...

«Milyonla barındırdığın ecsat arasından,

Kaç nâslye vardır çıkacak pâk ve dlrahşâu?»

Hasta idi, şüphesiz. Şeker hastalığı onun benliğini sinsi sinsi
kemiriyordu. Önce asabı, sonra ciğerleri bu illetin zebunu oldu. O
vakit şeker hastalığının tedavisi perhizden ibaretti.

Fikret perhiz ettikçe zayıfladı. Zayıfladıkça umumî ahvali da-
ha da 'bozuldu. Çok sevdiği Mekteb-i Sultanî den uzaklaştırılması
da maneviyatını ziyadesiyle sarsmıştı. Dünyaya bütün bütün küstü.
«Millette ümit ettiği feyzi» de kendi telâkkisine göre, görememişti.
Meşrutiyet memlekete hürriyeti getirmemiş, bilâkis tamamiyle sel-
betmişti.

Plânlarım bizzat çizdiği ve yapısında bir ırgat gibi çalıştığı
«Aşiyan» mda, o kocaman vücut verem mikroplarının zebunıi ola-
rak 19 Ağustos 1915 te öldü.

19 Ağustos... Bu tarih dikkate şayandır, çünkü Abdülhamidin
cülûs günü de böyle ağustosun on dokuzuna rastlar. Hürriyetin en
büyük âşıkı Tevfik Fikretin, hürriyetin en büyük düşmanı bir pa-
dikahın cülus gününde ölmesi garip bir tesadüf sayılmaz mı?

Ercüment Ekrem TALÛ

FİKRETİN YALISI

Şair Tevfik Fikretin Rumelihisarı’nda bir yalısı,vardı. Yalı bir
aralık uzun müddet kiracısız kalmıştı. Fikret, nadir görülen keyifli
zamanlarının birinde hem yalının kirasını ayda on liradan sekiz li-
raya indirdi, hem de şu kıt’ayı büyük harflerle bir kâğıdın üzerine
yazarak yalının camına astı:

Gel beri varsa cebinde para;

Verilir işbu yalı icara.

Evvel on altın idi, şimdi sekiz
Sahibi bakmıyor artık k&ra!

HÂN-İ YAĞMA

Bu sofracık efendiler-ki iltikama muntazır
Huzurunuzda tltrlyor-şu milletin hayatıdır,

Şu milletin ki muztarip, şu milletin kİ muhtazır;

Fakat sakın çekinmeyin yeyin, yutun hapır hapır.

Yeyin efendiler, yeyin, bu han-ı iştiha sizin,

Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yeyin!

Fek açsınız, efendiler, bu çehrenizde bellidir.

Yeyin, yemezseniz bugün, yarın kalır mı kim bilir?

Şu nadil naam bakın, kudumunuzla müftehir,

Bu hakkıdır gazanızın, evet o hak da elde bir.

Yeyin efendiler, yeyin, bu han-ı iştiha sizin,

Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yeyin!

Bütün şu nazlı beylerin, ne varsa ortalıkta say:

Hasep nesep, şeref şataf, oyun düğün, konak saray
Bütün sizin efendiler, konak, saray, gelin, alay
Bütün sizin, bütün sizin, akın akın, kolay kolay,

Yeyin efendiler, yeyin, bu han-ı iştiha sizin,

Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yeyin!

9

Verir zavallı memleket verir, ne varsa mâlini
Vücudünü, hayatını, ümmldini, hayalini,

Bütün ferağ-ı hâlini, olanca şevk-i bâlini,

Hemen yutun düşünmeyin hârâmını, helâllni


Yeyin efendiler, yeyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yeyin!

Bu harmanın gelir sonu, kapıştırın giderayak;
Yarın bakarsınız söner, bugün çatırdayan ocak,

Bugün ki mideler kavi, bugün kİ çorbalar sıcak;
Atıştırın, tıkıştırın, kapış kapış, çanak çanak!

Yeyin efendiler, yeyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yeyin!


 


Tevfik FİKRET


 


ALİ  SADİ


 

Bizde yok başlıca sermaye riyadan başka
Elimizden ne gelir küflü duadan başka
Belki üç yüz sene yar natıkamızdan bir gün
Cereyan etmedi söz çonü çıradan başka
Arzın üstünde de altında da rahat arama
Yeri yok akiedeııln takı semadan başka
Düşmüşüz bir çukurun ka’nna kurtulmak için
Bilmeyiz başka şey Allaha recadan başka
Ununa tıphanei ccm’iyyetimlzden daru -
Ne ararsan bulumu' Jerde devadan başka

MEHMET ÂKİF

Aşağıdaki parçayı Mehmet Âkif merhum, kendisinin aleyhinde
vaktiyle İstanıbulda verilen bir konferansta, onun hakkında «kör,
beyinsiz, sağır» diye bağrışan bir zümre için yazmıştır. «Sefahat» ın-
da yoktur. Millî Mücahedede Balıkesir milletvekili olan Akif’in va-
tanperver. ve âlim dostu Haşan Basri Çantay tarafından mecmua-
mıza gönderilmişti?. Merhumun «hayâ» kelimesiyle başlayıp «hayâ»
ile biten peygamberâne hitapları neslimize en değerli ders olmalı-
dır. Onun ruhaniyetini fikir ve ahlâk kurumlanmızm başında gör-
mek isterdik.                                       Hareket: 1948
«Ne yapsam, neyi.; kuriarsam şu yatmış inleyen halkı»

Deyip, ezberde olsun, gezdiğin vaki midir şarkı?


He ilim beynim sağır, yahut gözüm körmüş. Peki' lâkin,

Senin görgün yolundaymış da keskinmiş te idrâkin,

Nc gördün söyle evlâdım, ne duydun, lütfen izâh et?

Hayır, hâcet te yok izaha, pek meydanda mâhiyet,

O mâhiyet fakat İğrenç, o mâhiyet fakat çirkin,

«Niçin» dersen, sıkılmak hissi İnsanîsi yok ilkin.

Evet, beynim sağırdır. Kâinatım çünkü hep feryat,

Gözüm görmez, evet zira muhitim hep karanlıktır.

İşitmem başka bir ses milletim eylerken istimdat.

Fakat sinemde îmanım müebbet fecri sadıktır.

Kör olmaz ağlayan gözler, sağırlaşmaz tutuşmuş beyn,

Yaşarmaz gözle yanmaz beyni hilkat addeder bir şeyn.

Geçilmez kahkahadan her taraf yangın içindeyken...

Yanan bir sineden, lâkin ne istersin? Nedir öfken?

Beraber ağlamazsın, sonra kör dersin, sağır dersin.

Bu hissizlikten insanlık hem iğrensin, hem ürpersin.

Ne ibret! yok mu bir bilsen kızarmak bilmeyen çehren?

Bırak tahsili, evlâdım sen İlkin bir hayâ öğren!...

if                 Mehnıed ÂKİF

NEYZEN VE MEHMET ÂKİF
Neyzen Tevfik, asıl hocası Mehmet Âkifi de hicvetmiş; onun
baytar oluşuna telmih ederek şu iki kıt’ayı yazmıştır:

Herkes gibi sen de tosunum s... (safahat) a,

Baytarlığı öğren ameliden, nazariden,

Hayvanlığı teşrihe özen, kaz gibi durma,

Geç esfeli âzaya amudu fıkarlden.

Âşık Ömerl, Dertliyi, Köroğlunu belle,

Al felsefei şiiri müverrih Taberiden
Ruhunda eğer var ise senin millete hizmet,

Hem cinsini kurtar şu vebayı bakarfden!

HASM-I HAKİKÎ
Yıllarca, asırlarca süren uykudan,

Silkin de; muhitindeki zulmetleri yak, yık!

Bir baksana; gökler uyanık, yer uyanıktır;

Dünya uyanıkken uyumak maskaralıktır!

Eyvah! Bu zilletlere sensin yine İllet...

Ey derd-i cehalet, sana düşmekle bu millet,

Bir hale getirdin ki; ne din kaldı, ne namus!

Ey sine-i İslâma çöken kapkara kâbus,

Ey hasm-ı hakiki, seni öldürmeli evvel:

Sensin bize düşmanları üstün çıkaran el!...

KIT A

Kur’anı Kerim’in Türkçeye çevrilmesine karşı kıyamet kopa-
ranlara :

Gölgesinden bile korkup bağıran bir ödlek
Otuz üç yıl bizi korkuttu «Şeriat!» diyerek
Vahdet! muhlisiniz elde aca çıktı herlyf,

Bir alay zabiti kestirdi, sebep «Şer’i şerif!»

ÇOCUKLARIMA

Ne odunmuş babanız, olmadı bir baltaya sap
Ona siz benzemeyin, sonra ateştir yolunuz...

Meşe halinde yaşanmaz, o zamanlar geçti,

Pek te incelmeyiniz, sade biraz yontulunuz...

İSTİBDAT

Otuz milyon ahali üç şakinin böyle mahkûmu
Olup çeksin hükümet namına bir barı meş’umu
Utanmaz mıydınız bir soysalar zalimle mahkûmu
Siz ey insanlık istidadının dünyada mahrumu,

Semalardan da yüksek tuttunuz bir zilli mefhumu.

O birkaç lılmc halkından cihangirâne bir devlet
Çıkarmış bir, zaman dünyayı lerzan eylemiş millet
Zaman gelsin de görsün böyle dünyalar kadar zillet
Otuz üç yıl devam etsin başından gitmesin nikbet
Bu bir ibrettir amma olmayaydık böyle biz ibret

Semapeyma iken rayatımız tuttun zelil ettin
Mefahir bekleyen abadı evlâdı hacll ettin
Ne âli kavm idik hayfa ki sen geldin sefil ettin
Rezil olduk, sen ey kâbur bunu sen rezil ettin

Mehmet ÂKİF


    151 —

AHMET KEMAL AKÜNAL

Ahmet Kemal Akünal, istibdat hükümetine karşı menfi bir
cephe alarak siyaset âlemine atılmış, Ahmet Rıza ve İsmail Safa
gibi hürriyet âşıkı şahsiyetlerle Taşkasaptaki evinde toplantılar ya-
parak tertibat almağa başlamıştı.

Hükümet bunu haber alarak Ahmet Kemali tevkif etmişse de
şair hapishaneden kaçarak bir Fransız vapuru ile Pireye gitmiş ve
oradan Abdülhamide şu telgrafı çekmişti:

«Sayei şahanede salimen Pireye muvasalat ettim.» Bir müddet
sonra Mısıra giden Ahmet Kemal Akünal oradan Padişaha şu man-
zumeyi göndermişti:

Yıkmadık ev, yakmadık can koymadın ey $ahs-ı dun
Memleket viraneler hâlinde şimdi semigûn
Sıklet-i ruhunla meşhedler bile zâr ü zebun
Sen işitmezsen biri bir gün duyar Rabb-i şüuıı
Bir gün Azrâll hakkından gelir ey Fir’avun

Yıktığın ev yaktığın can içtiğin kandır bugün
Hilkatinden Hâlik-i zîşan peşîmandır bugün
Zâtına küfr eylemek ayniyle imandır bugün
Cismini Allah cdc Fir’avun’ı yakmakçün odun
Bir gün Azrâîl hakkından gelir cy Fir’avun

Pâdişâhım eyleme etme yazıktır millete
Bir belâ-yi âsiimânisin bu din ü devlete
Şeyndir nâmın hile târihi insaniyete
Görmemiştir mislini görmez derim hattâ kurûn
Bir gün Azrâil hakkından gelir ey Fir’avun

Bülhüdâ'dır pâdişâh-ı devr sen bir sâyesin
Böyle bir çok eşkıyâ-yı beldeye sermâyesin
Hiç gücenme pâdişâhım doğrusu dun pâyesiıı
Büldahâ’dır İzzet’c Tahsine subbh ü şâm okun
Bir gün Azrâîl hakkından gelir ey Fir’avun

Heykel-i şâıııu dikilsc Bâyezid meydânına
Her geçen bir fiske vursa enf-i vâlâ şânına
Ben de bir kerre tükürsem çehre-i şeytânına

Bir gün Azrâil hakkından gelir ey Fir’avun

Pâdişâhım pür vehâmettir bu gün ahvâlimiz
Devleti te’mlııe ancak münhasır âmâlimiz
Kanlı bir târih teşkil eyler istikbâlimiz
Pâdişâhım sen daha etmez isen terk-1 cünun
Bir yed-i kahhâr hakkından gelir ey Fir’avıın.

KIT’A (*)

Men'edersiıı kahveden, çaydan, tütünden, bâdeden
Ey tabip, hiç lezzet almam ben hayatı sâdeden
Bir kuru ekmekle bir sudan ibaretse hayat
Geçtim artık böyle tahsisatı fcvkal’âded.en.

VEHBİ (Afyonlu)

(«■^Adanalı şair Ziya için yapılan mezara, şairin hayatında
çok sevdiği Vehbi gömülmüş ve Ziya’nın da evvelki mezarından çı-
karılan kemikleri bir torba içinde Vehbi’nin yanma konulmuştur.
Şair bu kıt’ayı hastalığında söylemiştir

TOKADÎ ZÂDE ŞEKİP

DERDE YUF, DERMANA YUF!...

Hakperestiden; faziletten doğan hüsrana yuf
Merdi, namerdana tezlil ettiren devrana yuf

Bin musibet çektirir bir lokma ekmek âdeme
Hilkatin pürcut elinden aldığım ihsana yuf,

Ağlıyor mutlak gören gözler bu matemhanede
Ben demem, ilkin telehhüfler veren Im’ana yuf

Arzı temyizile, kıymetsiz bulur bir zerreden
Der hakikatbin olan virana âbadana yuf.

Nâmurat eıısalımız olmuş bu yüzden berdevam
Keştii marufu garkap etmiyen tufana yuf.

Hastalar İnler, dnrur, sağlar didinmekten biter
Çok mudur nefretle dersem derde yuf dermana yuf

Lânet olsun âbıru dökmekle kaim nimete
Mülki İstiğnaya sultan olmıyan insana yuf.

Aç kalır zillet kabul etmez azlzünnefs olan
Bir kemik gördükçe kuyruk sallıyan dûnana ynf,


Ey olup evhama tâbi, aklı istihfaf eden
Bir biiyük cür’etle tecviz ettiğim küfrana yuf,

Herdem inerken semanın hükmü kahharile sen
Saffetinde yükselen âvazei şükrana yuf,

Hakkıdır erbabı takdirin tabii red, kabul
Reddi, red kastile irad ettiğin bürhana yuf.

Affa lâyıktır diyenler ye’si takatsüz ile:

İlme yuf, irfana yuf, namusa yuf, vicdana yuf.

AH EŞEKLİK!

Haberdar olmıyan yerden, semadan
Kalır âzâdeser elbet ezadan,

Nasibin yoktur cy âkil safadan,

Doğar korkunç teessürler zekâdan,

Felekten kâm alırdın sen de bişek,

Eğer olsaydın eşşeklerden eşşek.

Eşektir en büyük tebrike elyak
Eşeklik lütfü talidir muhakkak
Meseiretslz kalır zannetme ahmak,

Ne nimettir, ne nimet humku - mutlak;

Onun meftunuyum candan yürekten,
Saadetler doğar hissetmemekten.

Eşek bihis bakar yaksan cihanı,

Telâş etmez, düşünmez irin ânı,

Tutuşdursun da hattâ âsümanı,

Şikayetsiz kalır mutlak lisanı;

Eşektir, zevki aşkındır başından,

Ne anlar kâinatın göz yaşından.

Şu eşk âlûdü - matem âşiyanlar,

Verirken kalbe suzişler, figanlar,

Olur ta arşa vasıl «elâman» 1ar,

Fakat merkep kadar mes’ud olanlar;

Telehhüften, tezallümden cüdadır,
Eşeklik lûtfu mahsusu hüdadır.


Eşektir zevki bikaydjye timsal,

O âli zevki bir şey etmez ihlâl,

Taşar endişeden âzâde. hoşhâl,

Onuodur bence en revnaklı İkbal;

Neşat, ümmit, emel, ârâtn onıuıdur,

Onundnr en mübcccel nâm onundur.

Tefekkürlerle olmaz ömrü kûtâh.

Değil zâlim hakikatlerden âgâh,

Bakar ferdaya emniyetle hergâh,

Bulur pek çok hayali lltlcagâh,

Bu matemgâhta kalmaz bir teselli,

Keder bilmez ne parlak bir tecelli.

Uyup İdrâke nevmit olma bir ân
Eğer mümkünse en boş va’de aldan,

Ölümden sonra her nimet, senin san,

Taşarken muztarip, makhurü giryan;

Tarat bir gizli hikmet, müsterih ol,

Bırak şekvayı şükret sen de bol bol.

Şu süfli yerde ben, kalmakla cahil,

Biraz ârâma oldum belki nail,

Bu fikrimden rücuum gayri kablL,

Derim, olsam da bir nlhrlri kâmil;

Değersiz bence insanlık, melekilk,

Eşeklik, ah eşeklik, ah eşeklik.

Tokadi zade ŞEKİP

BU DA ŞİİR

Tesadüfen elime eski bir mecmua geçti ve onda şu iki mısralis.
şiiri pördfrm.

Taştan, mantar tarlası
Çok yaşasın ölüler

Bana bu eksik gibi geldi ve onu şöyle tamamladım.

Şairlik iflâs etti
Şiir yazdı deliler.

Zafer ARIKBAĞ

155 —

Dr. SAMİ MORTAN

Hiciv vâdisinde usta bir kalem olan ve (Çerçöp) namiyle şöh-
ret bulan Sami Mortan, hicivlerini (Çerçöp) adlı eserinde toplamış-
tır. 1870 da Şumlu’da doğan ve 1902 de Tıbbiyeden doktor yüzbaşısı
olarak çıkan Dr. Sami muhtelif hastahanelerde çalışmıştır.

BİR MAHALLE İMAMI İÇİN

Girmem günahına deyemem aklı tamdır
Zeyyi Ebu Haıılfe de bir şerri &mdır.
Durmaz mahallemizde eser h&dl samdır
Sarmak sarık o kelleye billâhi haramdır.
Bilmem bizim İmam nasıl bir imamdır.

Efsûn yapıp nücuma bakıp püflüyor sizi
Arttıkça hubzu tıynetinin artıyor hızı
Eyler nikâh üç ere rüşvetle bir kızı
Dercep eder semaya eli erse yıldızı
Bilmem bizim imam nasıl bir imamdır

Sürter matai fitneyi bey'a pazar, pazar
Eshabı sayi gösterüp ölmüş, çukur kazar
Emvata der; hayatta, ilmühaber yazar.
Sık, sık; cenaze olmazsa hiddetlenir, azar
Bilmem bizim imam nasıl bir imamdır

Şer'i şerif şerri için elde âleti
Mangır dedin mi her işe eyler delâleti
Eflâke çıkmış olsa da fartu rezaleti
Mal eylemez o üstüne asla hacaleti
Bilmem bizim imam nasıl bir imamdır.

Her yazdığında bir sürü imlâ hatası var
Noksan kıraatinde de nâhoş edası var
Eşşek anırdı zarınolunur bir sadası var.
Halkın başında bak ne sarıklı belâsı var
Bilmem bizim İmam nasıl bir imamdır.

TAHİR OLGUN

BOB--STİL ŞAİRE

A çocuk kalmışsın ilimde sıska
Ne ilâç kâr eder sana ne muska
KIT’ALAR

Musa Kâzımın şeyhülislâm olması üzerine
Avdeti’ler ile hükümetimiz
Benzedi devlet-i (Yahuda) ya
Emir-i fetvayı da çıfıtlık edip
Verdiler en nihayet (Musa) ya

İnhisara nasıl duyurmalıdır ki
Petroller yanmıyor alan yanıyor
Bakın gazı yakan yoksul ahali
Kokusundan batum gazı sanıyor.

____________________ A                a

CEMAL NABEDIT

KAZAN KALKARKEN

Yeniçeri ustası söyler, «îstemezük» sözüne bütün yeniçeriler
"büyük velvelelerle iştirak eyler. Bazı canlı kelimeler ve kafiyeler tek
tük akisler uyandırır.

Cihan değişmiş imiş!., biz değişmesin demezük;

O sivri akla baş eğmez, furenge benzemezük.

Bu kelle pirimizin; kestirir, yok eylemezük;

Teceddüt öz canımız olsa dirhem Îstemezük!

Cerihamız var imiş!, olmasın mı hep çeriyiz;

Hudutta olmaz ise., nerde alsa harp eriyiz;

Keser, yarar, yakarız; belki tıpta çok geriyiz;

Budur hekimliğimiz başka merhem istemezük!

Nedir o soytarı kuyruklu pis kızılbaşlık?

Boyunduruk yaka bumbar bacak, çekirge, çarık...

O zübbe cübbe, pabuç giymiş el... ne maskaralık!

Biz öyle hoppa, gâvur çullu âdem Îstemezük!

Zahirimiz Hacı Bektaş yürüttü bir dlvar,

Onun nişanını saklar bu sineler, kollar;

Yürürse kal’a bedenler biitün cihanı yıkar;

"Ne isteriik, demeyin! fazla bilmem istemezük!


Dualıdır bu ocak, ey ocaklılar! yürüyün!

Köpürdü kalktı kızanlar, körükleyin! kürüyün!

Şu iâşe öînrü ip ilmek sürülmeden sürüyün!

Vurun, kınn, tepinin, bağırışın gem istemezük!

Nedir bu dehre çöken kahpelik, bu dert, bu eza;

Kıyamımız bizim azdır bu hale karşı ceza; '

Bizimle bir isen ey Zülcel&I! odur ki seza;

Kopar kıyameti biz böyle âlem istemezük!

3 Mayıs 1918                                             Cemal NİBEDİT

ABDCILHALİM GALİB PAŞA

Müstehcen ile rrıüstekrehin beraber yürüdüğü meşhur Türki di-
vandan bahsetmek istiyorum. Divanın iki kötüyü, kelimeyi bilerek
söylüyorum, bir arada haiz olmasından ötürü olacak, edebiyat fci-
tablan hep meskût geçer dururlar, sanki mutlaka ayıbmış gibi..
Galib Paşanın kendisi de işin farkındadır, şair divanları aöyliyecek-
lerini söylemiştir, bana da böylesi düştü der, kendi kendini mazur
görmeğe çalışır. Doğrusu da budur. Sade bu sütunlsrda değil ahbap
meclislerinde bile, mahcub olunmadan okunabilecek yerleri pek yok-
tur. Türk! divan yalnız açık saçık değildir. Çirkindir. Hayâyı bir ta-
rafa koymadan bir satırı bile okunmıyacak haldedir. O kadar mu-
tena kitabında bile Nihad Sami Banarlı da galiba bir şey söylemem
Evet öyle de olmakla beraber eski edebiyatımızdan hangi gazeli ço-
cuklarımıza ezberletebilir, okutabilir, sıkılmadan izah edebiliriz! Aşk
telâkkilerinin yanlış yollara sevkedilmelerinden birer ağır nümune-
lerinden başka onlarda nelere tesadüf edebiliriz sanki?... Kala kalı
bir Evliya Fuzuli kalıyor, o da evliyadır. Diğerleri baştanbaşa hicabı
davet eder. Oğullarımıza, kız’anmıza tercüme edebileceğimiz nok-
talan bile satırlar, mamalar, telmihler atlamayı içab ettirir Hepii
de, eski bir tabirle, perdebirunlukta yarış halindedirler. Edebiyat
hocaları kürsülerinde ne .güç durumdadırlar, tasavvur bile edilemez.

Türkî divan bütün berbadlıklarının kepazeliklerinin ortasında
bile, fakat gene tektir, bir tanedir, bir büyük sanatkârdır. Bir ruh
haleti, foir manzarayı tasvir eder ki onun derecesine varmak güç-
tür, işte misali:

Gayfelerde garibün haldaşıdır sivrü sinek...

Bir köyden gelip geçmeye mecbur zavallı garib yolcu, yaz sıca-
ğının üstünde yapırdıyan güneşten kaçar, evli evinde, köylü köyün-
dedir. topraklar ateş içinde yana yana, damar gibi atarken, öğle üs-
tü, kahveci bile semaverinin başında uyuklar dururken, garlb, ku-
laklarında vızıldayan sivrisinekle ancak haldaştır. O bitmez, tüken-
mez hüzün, yalnızlık, ayrılık, bu mısrada nasıl yaşıyor... Hangi ro-
mancı bir bu tasvir için ömrünü koymaz...        ’

Sultan Azizin gazabına uğramış mabeyne isi Kastamonuya vaa
diye sürgün gidince bize böyle harikulâde bir sanat eseri vermiş ol-
du. Bir başka dilde bu ayarda şey var mıdır pek bilinmez. Şehnâme-
deki bazı satırları, bir ehline, kendiniz çevirtirseniz, Galib Paşaya
pek diyeceğiniz kalmaz sanırım:

Telâkkilerizden, hele gün geçtikçe, iyice fedakârlık etmemiz
icab edecek galiba...

Yaz geldi, şükür, bak, yine çlllendi Höyükler.

Fır fır ötüşürler, uçuşurlar ibübükler...

At eşşeke, eşşek ata garman garuş oldu.

Gökkubbeyü güinlettiriyor dağda kütükler...

Sesle Bicugez, cangulaguyle ne gıyaktur;

Can koymadu gövdemde davullarla düdükler...

Gar gurduna benzer, rogugu eslemez Emmi:

Gışta otururlar çadur altunda Yürükler...

Ayan çagurınca, hele bi varma da gör bak:

Halka d akarak boynuna İt denlü sürükler...

Gundak buragurda araya ayen aga hep
Yanguncu gibi sonra döner hem de körükler...

Var s un yimesün Niğdelü Galüp gara manca
Ağzın dadunu heç ne bllür öyle hödükler...

Galip Paşanın meşhur Divanından ancak şu gazeli almak mûm
Mm olabildi.

Sıcak bir yaz günü... Köy fırın gibi yanıp tutuşurken yabancı
yolcu nereye gider.? Nerede... vakit geçirir?.. Kahvede, yalnız... çı-
rak bile öğle uykusundadır.

Kayvelerde garibün haldaşıdır sivrü sinek...

Diyen Âbdülhallm Galib Paşa bir küçücük mısrale. dünyanın
en sanatkârane tasvir ve tavsifini yapıyor. Onun bu ustalığı kimse-
nin harcı değildir.

*                F. Celftl GÖKTULGA

GAZEL

Bak. sevdüceğüm Kazban’ın on dört yaşı vardır;

Guagunu siyah benleri, hem de gaşı vardır.

Gerdainluğunu boynuna tahmış, mavu boncuh,

Gan gırmızı bamahta yüzüğün daşı vardur.

Han denlü açuhtur gapusu eyan ağanın,

Dünya yise bitmez, berek&tlu aşı vardır.

ŞAİR HASIRCIZÂDE

Şair Hasırcı zade Hafız Mehmet ağa aslen Gazianteplidir. El-
haç Abdullah ağanın oğludur. 1218 Antepte doğmuş,
1301 yine ora-
da ölmüştür. Yüksek tahsilini Halepte, Şamda en nihayet Mısırda
yaptığı halde kendisine ağa denilmesi münhasıran tevazuundan ile -
ri gelirmiş ve kendisine ağa denilince niçin memnun olduğunu so-
ranlara (efendi ünvanile maruf olup da kendinden İntizar edilen
mesailde aciz gösterip mahcup olmaktansa ağalık ile şöhret bulup
gayri me’mul fazilet ibraz etmekliğin İnsanî bir şeref olduğuna ka-
niim de onun için) cevabını verirmiş.

Ağanın ölümünden yirmi dört saat evvel Gaziantep kaymaka-
mı o zamanki Rüstem Beyin öldüğünü söyledikleri zaman irticalen
şunları söylemiştir:

Veda etti dünya nice erlere
Ne Daraya kalır, ne Rüstemlere
cevabını vermiştir.

Bir gün bir toplantıda ağa da hazır bulunuyormuş. Yeni Müs
lüman olmuş birisine iane toplamyormuş; ağa iki adet o zamanki
altını uzatırken:

Müslüman oldu bir kâfir
Şehit oldu iki gazi,
mısraını söylemiştir.

Ağanın Keçeci zade meşhur Fuat Paşa ile görüşmesi daha hoş
bir surette vâki olmuştur.

Hasırcı zade her hangi bir iş için İstanbula gider ve bir aralık
berayi ziyaret Fuat Paşanın makamına da uğrar, ağa, Fuat paşanın
huzuruna girer girmez:

Haki paye ferşi ru etmek için âmâdeyim
Muktezayı tıynetimdlr ben Hasırcı zadeyim

Beytile kendini takdim edince: ,

Keçeci zade Fuat Paşa — İşittiğime göre zatıâliniz İstanbula ge -
leli kırk gün kadar oluyormuş sizinle gıyabî tanışmaklığımız (öyle
dursun keçe, hasır münasebetile de bir karabetimiz olduğu halde gö-
rüşmekliğimizin bu vakte kadar tehiri caiz midir düşününüz baka-
lım kabahatinizin affolunacak bir ciheti var mıdır? Demesi üzeri-
ne

Heç böyle gonuh dertlüsü yohtur bu şehürde,

Ekmek ylr evünde gatı çoh oynaşı vardır.

Bir top bezi sarmış, goca bi püskül oğarmış,

Galib kirlzin gubbe kadar bir başı vardur.

TÜRK GALİP PA§A


160

ZAMANE GENÇLERİNE

Ey benim, şiveli, postal yavrum,

Benden en doğru sözü al yavrum.

Şimdi dünya «pozitif» dünyadır,

Kendine yapmalıdır mal yavrum.

Her ne suretle nasıl olsa hemen,

Ne kadar kabilse çal yavrum!

Rüzela gel der ise koş, durma.

Sonra git derler ise kal yavrum.

Nerde çirkâb-ı rezalet görsen,

Umku nâpakine dal yavrum.

İncelik tasbyarak B... yersen
Yuttururlar sana kangal yavrum.

İftira menbaına sok elini,

Herkesin çehresine' çal yavrum.

Ya iş et kendine jurnalciliği,

Yahut İşler sana jurnal yavrum.

Böyle ol, yoksa bugün âlemde
Olamazsın bile hammal yavrum.

Ali Ekrem BOLA YIR

Hasırcızade — Allah size çok ömürler versin zatıâliniz keçeyi
sudan çıkardınız. Bendeniz, ise hasın çamurdan kurtaramadığım
için sürünmekten hâlâ kurtulamadım. Bu cihetle zamanın müsaa-
desine nail olmadan ayağınıza yüz sürmeye nasıl cesaret edebilirim
cevabını vermiştir.

O zamanlarda yaz mevsiminde Antepten Halebe kar gönderi-
lirmiş. Antebin kar kuyuları da mezarlığın yanında İmiş. Halepli-
]erden biri ağaya lâtife yollu mezmun furuşluk yapar.

Ağa da — Hiç sorma evlâdım.Bu hususta epeyce de zahmet
çekeriz. Biz kendi karımızı kendimiz bastıktan mada sizin karınızı
da orada basar. Halebe göndeririz, cevabile mukabelede bulunmuş,
tu.

Ferit ÖZALP


İKİ FIKRA

Gaziantepli şair ve nüktedan Hasırcızade Mehmet Ağayı, İkti-
sat Vekillerinden merhum Ali Cenani Beyin babası Antepli Rasim
Paşa günlerden bir sabah kaymak yemeğe davet eder. Tekarrür
eden gün gelir, davetliler Paşanın selâmlığında toplanırlar, Hasır-
cızadeyi biraz beklerler, gelmediğini görünce kaymağı cümbüşleme-
ğe başlarlar. Biraz sonra Hasırcızade görünür, kendisini bekleme-
melerinden son derece münfeil olur; Rasim Paşaya:

Deli mart sanki bahardan sayılır
Mlr-i-Râsim de kibardan sayılır,
der ve çıkar gider.

Hasırcızade Mehmet ağa bir gün Fuat Paşanın yanında iken
Paşanın pırlanta yüzüğüne dikkatle bakmağa başlamış, Fuat Paşa
sormuş:

   Yüzüğüme mi .bakıyorsun?

   Evet Paşam... Taşını merak ettim.

Elmastır...

  Güzel. Fakat faydası nedir?

Ne faydası?

   Yani size ne irat getirir?

Ne getirecek? Hiç...

Yazık. Benim de babadan kalma bir çift taşım var; bana
senede elli altın getirir.

   Amma yaptın ha... Ne taşı bu?

   Değirmen taşı!

KERKÜKLÜ ŞEYH RIZA

Asılları Türk olan ve ana dilleri de Türkçe olan, Bağdad ile
Musul arasında bulunmak. İrana mücavir olmak dolayısiyle Arab
ye Fars dillerine âşinâ olmıyan Kerküklü hemen yoktur. Mektebe
hacet kalmaksızın öğrenilen bu diller herkesi divaaı edebiyatımızla
alâkadar olmak kolaylığını vermiştir. Bize su getiren saka bir gün
elimde Ziya Paşa Divanım görünce Paşanın terci’ bendini bana ez-
her okuduğunu söylersem bu alâkanın derecesi anlaşılır.

İşte Şeyh Rıza bu memleketin edebî kültürünü yapmış, Arab,
Fars lisanlarına hakkı ile vukuf peyda etmiş bir zattı. Fakat hicve
pek meyyal olduğundan ciddî manzumelerinden ziyade, ağızdan
kulağa intişar eden bu nev’i yazılan olmuştur.

F: 11

Bununla beraber, lâyık gördüklerine kasideler, medhiyeler
yazmaktan da fariğ değildir. Meselâ, hakikaten medhe, sitayişe lâ-
yık olan İran Şahı Muzaffereddin Şaha takdim ettiği şu: «Nur-ı
mah ez afitab-ü nur-ı malıra» beyitinden dolayı (Şah-ü mah) (1)
kasidesi İran şairleri arasında Şeyh Rızaya mümtaz toir mevki ver-
mişti.

Kadiri dergâhına mensup olan şairin tekkedeki odasında şöyle
bir Farisî kıt’ası asılı idi:

«Ta Resulullah!... Çi başet çün sek-i Eshab-ı kehf
Dahil-i cennet şevem der zümre-i eshab-ı tü?

O reved der cennet-ü men der cehennem key revast?

O sek-i Eshab-ı Kehf-ü men sek-ü eshab-ı tü. (2)

Abdülâziz devrinde bir aralık İstanbula gelmiş, o devrin vüze-
rasma çatmış, Âli Paşaya takdim ettiği bir kaside ile teveccühünü
kazanmış, Yusuf Kâmil Paşanın en baş nedimi olmuş, fakat bir
türlü kabına sığamıyan şair bir kıt’a ile Âli Paşayı hicvettiğinden
fukara tertibinden beş yüz kuruş maaşla Kerkük’e teb’id edilmiş.

O zamandanberi Kerkük'e gelen memurlardan idaresizlik, ce-
hil, irtikâb gibi bir malûliyeti olanlar Şeyh Rızanın tiş-i hicvinden
kurtulamamışlardır.

Bir tarihte ser derhevâ yaşıyan (Zenge) ismindeki bir aşire-
tin rüesasmı tutmuş hapsetmişler. Kendilerinden bir kız almış ol-
maları dolayısiyle Şeyh Rızaya karabetleri olduğundan, şeyhi ha-
pishaneye davet etmiş ve afları için mutasarrıfa iltimasta bulun-
masını rica etmişler. Hatırlarından çıkamadığı için mutasarrıfa
gitmiş, ricada bulunmuş. Paşa «Şeyh efendi, sen tekkene git, duanı
et, siyasî işlere karışma» İhtan ile Şeyh Rızayı savmış. Fakat ko-
naktan çıkarken kendisini takip eden paşanın kâhyasından «otuz
lira verirsen paşa hapisleri bırakacak» havadisini alınca meseleyi
Zenge’lere söyleyerek aldığı otuz lirayı kâhyaya teslim etmiş. Bir
kaç gün bekledikten sonra Zenge’lerin tahliye edilmediğini görün-
ce tekrar kâhya efendiye müracaatinde «Paşa senin atı da istiyor»
cevabı ile karşılaşınca nâçar Rehvar ismindeki doru atına da ver-
miş. Fakat yine bir ayı mütecaviz bir zaman geçip de tahliyeden
haber çıkmayınca: «Verin bana şu kalemi» diyerek şu manzumeyi
yazmış:

(1)     Beytin tercümesi: Malım ziyası güneştendir, şahın ziyası
kendinden. Hakikatte mah ile Şah arasında çok fark vardır.

(2)     Kıt’anın tercümesi: Yâ Resulullah ne olur Eshaib-ı kehfin
köpeği gibi ben senin eshabının arasında cennete girsem. O cenne-
te gitsin, ben cehenneme, revâ mıdır? O ehab-ı kehfin köpeği ben
senin eshabının köpeğiyim.

«Vâcib oldu edelim derd-i dilin izharı,

Çünkü dil İlletine müncer olnr ızman,

Salıver zengeleri, ya geriver Rehvan,

Badheva veremem ben esb-i sabareftan.

Va’de i tahliye güz mevsimken oldu şlta;

Görmedim böyle tuhaf va’de-i maderbehata;

Atımı aldı, yayan koydn beni, bak!... Hattâ
Seyisin sırtına giydirmedi bir entari.

Kimi yüzü mütecaviz, kimi der ki, yüz İmiş,

Kimi insafı kor elden de der ki dokuz imiş;

Kimse bilmez doğrusun ben bUlrim otuz imiş,

Zenge’lerden alman Uranın miktarı.

Devlet-ü millete billâhi, ziyandır bu teres,

Fitne-i can, belki âşub-ı cihandır bu teres,

Hep bizim kanlarımızı akıtandır bu teres...

Nice kandırdı cenabet, koca bir hünkârı!...»

Bu murabba manzumeden sonra mutasarrıf hem parayı hem
atı iade etmiş, hem de hapisleri tahliye...

Bir tarüıte Kerkük'ü Musuldan ayırarak vilâyet yapmışlar ve
ilk meb’usan meclisinde Haleb meb’usu bulunan Nafi Efendiyi de
Vali göndermişler. Şeyh bu havadisi duyunca şu beyti söylemiş:
«Kerkük velâyet oldu, Nafi efendi vali
Veylün leküm ra’yye, kül başına ehali.» (3)

Filhal şeyhin dediği gibi bu vaziyetin yürümediği bir zaman
sonra anlaşılınca tekrar livaya tahvili ile Musula bağlanmış ve bir
mutasarrıf tâyin etmişler. O devirde azlini düşünen evliya-yı iiıtur
fırsat elde iken beş on para tutmak sevdası ile işbaşına geldiklerin-
den, yeni gelen mutasarrıfı müsait bulafi mahkeme heyeti bazı
mevkuflan bırakarak biraz para almışlar. Bunu duyan Şeyh Rıza
şıı iTv.nzumeyi yazmış:

«Haberin var mı, alındı. Ne alındı? Rüşvet!

Alınan şey ne imiş, alan kim? Heyet.

Heyetin adı nedir? Dairei Adliyye... (4)

Onu icat edenin ruhuna yüz bin Iânet!

(3)   Müellifin notu: Bu toeyît Agâh Sırrı Levfnd’in (Divan Ede-
biyatı) adlı eserinde şöyle göstçjümiştir:

Musul vilâyet oldu Nâfi’ Efendi vâli
Vâveyle-tül-vilâye vâveyle-tül-ahâli

(4)  Bu mısra ile Şeyh Rızanın şer*! mahkemelere taraftar oldu-
ğu görülüyor.


Kaç adet lira alınmış acaba? Yüz elli;

Lira-i halise. Üstünde yazılmış: Duribet.

Belli mi kimler imiş rüşvet alanlar?

Hay hay!... Gidişinden bilinir haln-i mülk-ü millet.

Biri müstantik efendi, biri çingâne reis,

Diğerin söyliyemem... Söyle, babana rahmet.

Hazret-i daver-i Ekrem mutasanf paşa,

Eşeğin başını tut. Hamzaya geldi növbet...

En büyük hisse o aldı, yine hoşnut değil,

Hepsini almadığından çeker an-ı hasret!

Otuzun Ragıp alıp yuttu yirmisin Emin,

Yüzünü, söylediğin zat-i veliyyül-nimet.

Hisse vermek bana da lâzım iken hakkı sükût,

Vermedi, ağzımı zannetti kapatmış zommet. (5)

Adı defterde, özü haib-ü hasır, biri ben,

Bir de Musulda olan vall-i âlîlıimmet.

Söyle mafatı tedarikte bulunsun yoksa
Onu ibret ederim hicvile, amma ibret.

Acaba aldı Komandan dahi bir şey? Hâşâ!...

Var mı dünyada Komandan gibi sab’lffet?

Edebiyat Âlemi 20-10-949                       Kemal Emin BARA

(5)  Gûya (Şeyh Rızanın vergiden zimmeti vardır, onu istemez
isek susar) demişler.

ASAYİŞ BERKEMÂL!

Musul vilâyetinin her tarafında cinayetler vukubulduğu halde
her hafta Vilâyet gazetesinde «Saye-i asayişvaye-i Padişahide vilâ-
yetin her tarafında emn-ü asayiş berkemaldir» yazıldığını gören
Kerküklü Şeyh Rıza şu beyti yazdı:

Katl-ü-nelıbi eşkıyadan millet oldu payımal
Emn-ü asayiş yine elhamdülillâh berkemal!

MEŞHUR HİCİVCİ ŞAİR:

HÜSEYİN KÂMİ’

1878 de Kafkasyada Dağistanda doğan Hüseyin Kâmi birinci
dünya harbinde sürgün edildiği Karamanda, 1912 de ölmüştür. (Son
Asır Türk Şairleri) nde İbn-il Emin Mahmud Kemal İnal diyor ki:
«Babıâlide matbuat kalemine memur edildi. Bilâhare Keraci
şehbenderliğine tayin olundu. Beş altı sene orada kaldı. Yun&n

harbinde Evlâdı Şüheda ianesinde suiistimalde bulundu denilerek
azledildi. İstanbula geldi. Bir müddet sonra Mısıra savuştu. Meşru-
tiyetin ilânında avdet etti. 31 Mart vak’asmda 18 gün tevkif edil-
dikten sonra divanıharpçe beraatine karar verildi. Bebekte Gaffa-
rof’a damat oldu.

Tab’ındaki zarafet ve kalemindeki kudret, manzumelerin her
beytinde görülüyor. Meşrutiyetin evailinde «Sabah-ı Hürriyet» na-
mındaki piyesi, tiyatrolarda oynanarak halkın rağbetine mazhar ol-
muştu.»

«Divançc-i Dehri» adlı hiciv eserinin muharriri bulunan, Hür-
riyet ve İtilâf Fırkası mensuplarından Hüseyin Kâmi o zamanın ik-
tidarı ile mücadele etmiş ve başından geçen vak’alar ibrete değer
bir mahiyet almıştır. Hüseyin Kâmi, (Dehri, Donkişot, Baba, Tır-
nağı Karıncalı, Sudan Geçmez) müstear adlariyle Baba Tevfik’in
çıkardığı (Eşek, Yuha, Kibar ve Malûm) gazetelerinde bir çok hic-
viyeler neşretmiştir.

Kalemini dâvası hizmetinde kullanan hicivcilere karşı o za-
manki iktidar daima şu üç yolu takip etmiştir:

1  — İktidarı tehzil ve hicveden san’atkâra para ve mevki ve-
rerek susturmak,

2  — Bu tecrübe muvaffak olmazsa, tehdit yolu ile, tevkif,
mahkeme, sürgünlerle, işsiz ve aç bırakarak susturmak.

3  — Bunda da muvaffakiyet hasıl olmazsa, o san’atkânn ikti-
dar partisinden para aldığını, hafiyelik ettiğini yayarak, halk na,-
zanndan düşürmek ve kendi mücadele arkadaşlarından ayırmak.

«Alemdar gazetesinde Pertev imzası ile şöyle bir yazı çıkmıştı:

«Azizim Hüseyin Kâmi Bey,

Dün Alemdar’da o zarif manzumenizi okudum. Tebriklerim...
Müsaade ederseniz sizden kafamda üzücü bir şüphe halinde kalan
bir meselenin, artık zamanı geldiği için, hallini rica edeceğim.

Bundan bir zaman evvel, bazı arkadaşlarla konuşurken söz si-
yasete, o vesile ile de umum! ahvalimize geldi. Meselâ «Hak» gaze-
tesinin o pâyansız muharrirrlerinden bahsedilirken, yine bu mesele
üzerinde bazı kiralanmış vicdanlardan da lâf açıldı. «Hak» dan zi-
yade para etrafında el bağladıkları muhakkak olan o nasibsiz zaval.
lı gençler gibi bir çok zevatın da mahut tahsisatı mestûre etrafın-
da yer aldıkları söylendi. Hattâ size de bu şahsiyetler arasında ol-
dukça mühim, fakat dostlarınıza ıztırap veren bir isnat yapıldı.

Doğrusunu söyliyeyim, bu sözler karşısında dondum. Fakat te-
min ederim inanmadım, inanamadım. İşte şimdi sırası geldi, dost-
larınıza karşı o sözlerin mahiyetini, hakikatini gösteriniz, o fena
endişeyi bertaraf ediniz. Bu sâyede tabiatiyle siz zan altında kal-
inaktan kurtulursunuz, dostlarınıza o türlü zanlann verdiği ıztuap-
tan kurtulur. Hürmetler.»

.Bu mektup üzerine Hüseyin Kâmi Bey Divançe-i Dehri isimli
kitabında kendini şöyle müdafaa etmektedir:

«Yedi ay evvel Divançe-i Dehri’yi bastırmak istedim. Fedakâr
bir insan olan Kürdi Zade Ahmet Râmiz, bendenize müracaat ede-
rek, bu teşebbüsün ne kadar hatır kinci olduğunu anlattı. Halbuki
ben; Divançeyi bir hususî fikir üzerine bastırmak istiyordum. Fik-
rim şu idi: Nesir olarak yazılan en parlak makaleler unutulur, fa-
kat nâzım olarak söylenen sözler bilâkis ezberlenir.

Sadareti zamanında, millet fertlerinin tırnakları söküldüğü
halde, adaletten dem vuran zatı şerife karşı yazdığım manzumele-
rim hemen herkes tarafından ezberleniyordu. Halk, gözlerinde bü-
yüttükleri umacılar hakkında böyle şeyler yazılabilir diye şaşıyor-
lardı.

Ahmet Râmiz efendi düşüncemi anladıktan sonra, öyle ise de-
di, ben de vatanıma bu suretle bir hizmette bulunmak için, sizi ara-
dan çıkararak «Divançe-i Dehri» nin neşrinden doğan mesuliyeti
üzerime alırım. Çüıikü sizin vatana lüzumunuz vardır.

«Nefaset matbaası» henüz kitabı basmıştı ki, Polis Müdürlüğü
matbaayı basarak «Neşredilmemiş eserler hakkındaki kanunun
açıiklığına rağmen» kitapları almıştı. Ben ertesi gün tevkif edilince
vak’ayı öğrendim. O zaman anladım ki, «Dağistanlı Dehrî» âdının
bir takma isim olduğunu, hürriyet devrinin hafiyeleri jurnalleriyle
yazmışlar. Divanıharbe gönderildiğim zaman fedakâr Kürdî Zâde
Ahmet Râmiz efendi, benden evvel yetişmiş ve Divançe ile benim
alâkam bulunmadığını ve kitabm kendisinin olduğunu söyliyerek
beni kurtarmış ve kendisini ateşe atmıştı. Bunun üzerine Kürdî Zâ-
de Ahmet Râmiz Kastamonu’ya sürülmüştü.

4  Şubat 328 de «Rehberi İttihadı Osmanî» mektebi menfaatine
verilecek bir müsamerede benim de konferans vereceğim ilân edil-
mişti. Mektep müdürü, müsamere için, polisten izin alacağı sırada,
ismimin silinmesini isterler. Müdür Raif bey (Raif Oğan) bunu ke-
sin olarak reddeder. Meşhur vatanperver Lûtfi Fikri Beye Selânik’te
yaptıkları gibi, konferansımı durdurmak için, tiyatroya bazı rezil-
leri gönderirler. Daha söze başlar başlamaz «Halt etmişsin!» diye
bir tecavüze uğradım. Bütün tiyatro ahalisi, mütecavize karşı «Sen
haltetmişsin, istemiyorsan dışan çık!» diye bağırdılar. Fazla bir şey
yapamiyacaklannı anlıyan mütecavizler, mektebi nasıl mahvedecek-
lerini yanındaki localara işittirecek surette birbirlerine söylemekten
çekinmemişlerdi.»

Bundan sonra Hüseyin Kâmi bey, maili inhidam bahanesiyle
ve polis kuvvetile, mektebi nasıl boşalttıklannı ve bu işe âlet olan

m

Maarif Nezaretinin aynı binada başka bir mektebin açılmasına na-
sıl ses çıkarmadığını uzun uzun anlatmaktadır.

«Benim yüzümden hâsıl olan bu feci cinayetler karşısında vic-
danım pek ziyade muztarip oldu. Kürdî Zâd’nın hesmşerileri biça-
renin kurtulabilmesi için teşebbüste bulunmamda ısrar ediyorlar-
dı. Bazıları Bebek’e gelerek (Muharrir Bebek’te oturmakta idi),
Köprü’de bekliyerek benden medet umuyorlardı. Fakat hafiyeler
beni adım adını takip etmekten geri durmuyorlardı. Her yere yap-
tığım müracaatlar boş çıkmıştı. En sonunda Dahiliye Nezaretine
müracat et, dediler. Mektebin halini, Kürdî Zâde’mn felâketini, ha
fiyelerin rezaletini anlattım. Divamharbe müracaat et, dediler. Ora-
sı da biz hükmederiz; fakat affetmek hükümete aittir. Polis Mü-
dürlüğüne müracaat ediniz, dedi. Nihayet bu rezaletlerin meydana
çıkması için bana üç teklif yaptılar. Bu teklifleri düşünmek için de
onbeş gün mühlet verdiler.

Bu üç teklif şunlardı: Birincisi Talât bey aleyhine yazmış ol-
duğum üç hicviyeyi iptal edici bir methiye yazmak, İkincisi: «İtti-
hat Terakki» ye karşı nesir ve nazım olarak hiç bir şey yazmıyaca-
ğıma dair Kur'anı Kerim ve namusum üzerine yazılı senet vermek,
tîçüncüsü hükümet tarafından bana verilecek maaşı kabul etmek.

«Bu teklifler karşısında şaşırdım. Muazzam bir hükümetin bu
gibi küçüklüklere düşeceğini hi-ç düşünemiyordum. Akşam hasta bir
halde Bebek’e geldim.»

Hüseyin Kâmi Bey kitabında bu teklifleri kendi parti arkadaş-
larına anlatmak için yaptığı teşebbüsleri anlatıyor. Bu arada (öl-
dürülmek tehdidi altında bulunduğumdan ezandan evvel mutlaka
evime girip kapanmak mecburiyetinde idim) diyor. Nihayet parti
ileri gelenleri ve Hüseyin Kâmi beyin arkadaşları, yemin teklifini
reddetmesini fakat 10 Temmuzda (Hürrtyet ilânının doğru yıldönü-
mü) ilân edilecek af listesine Ahmet Râmizi de sokmak için diğer tek-
lifleri kabul etmesini söylüyorlar. Bu suretle Hükümetin Hüseyin
Kâmi Beye vereceği maaşı, sürgünde bulunan ve sıkıntı çekmekte
olan Ahmet Râmiz’e göndermeğe karar veriyorlar.

Hüseyin Kâmi bey diyor ki: «Fakat ben medhiye meselesini
bir türlü hazmedemiyordum. Arkadaşlarım «senin maharetin, diyor-
lardı, işte burada anlaşılacak, öyle bir methiye yaz ki, herifler kim-
senin yanında okuyamasınlar. Bunun üzerine olanı biteni, Kürdî
Zâde Ahmet Râmiz’e bildirdik. Aldığımız cevabın sureti şudur:

«Ya hazreti Dehrî!

Mektubunuzu aldım. Selâmetinize memnun oldum. Mütegalli-
benin yaptığı zulümler bizim gözümüzü yıldıramaz. Asıl beni me-
yus eden hal, zavallı mektebi kış kıyamette sokaklara dökmek cina-


yetini halkın gözleri önünde alenen irtikâp edebilmeleridir. Ben sür-
güne gelir gelmez, bunlar derhal yevmiye vermek istediler (1). Ben
hafiye parası kabul etmem, diyerek, İstanbul gazetelerine telgrafla
protesto ettim. Ben burada kitap ve gazete satarak geçinmeye ça-
lışıyorum. Millet etinden, tırnağından arttırıp vermiş olduğu para-
ları vatan çocuklarına, maarifin ilerlemesi için veriyor. Bu para ba-
na değil, asıl fukara çocuklarını parasız okutan, hattâ elbiselerini
yapan o biçare mektebe verilmeli. Eğer vatan evlâtlarının yaraları-
nı yine vatan evlâtlarına teslim ederseniz, ilerde bu mesele açık-
landığı vakit, büyük milletin size ve bu âcize göstereceği takdirler
bizim için en büyük mükâfat olur.»

Bütün arkadaşlar bu hari-kulâde himaye karşısında baş eğdik.
Yemin ettirmek için ısrar etmediler, fakat methiye için acele edi-
yorlardı. Çağırdılar, ertesi günü gittim.»

Hüseyin Kâmi beye vadettikleri parayı veriyorlar. Hüseyin
Kâmi, gerek bu parayı, gerek bundan sonra aldığı para’an makbuz
karşılığında mektebe vermiş ve makbuzların suretini, de kitabıma
almıştı.                                                                        
* \

«Ertesi ay methiye için beni sıkıştırdıkça sıkıştırıyorlardı. Ta-
nımadığım bir takım simalar yolda nazikâne ihtarlarda bulunuyor-
lardı. Haziran geldi, çağırdılar. Ben artık sinirlenmiştim. Çünkü
benim İttihatçı olduğum bunlar tarafından etrafa yayılıyordu. İt-
tihatçı olmak hiç bir zaman utanılacak bir şey deği’dir. Fakat bu
dedikodunun altında hafiyelik gizli idi ki, İttihatçıların bu gibi hal-
lere tenezzülleri utanç vericidir.

Susma payı ile hafiyelik arasında fark göremem. Meseleyi bil-
miyen arkadaşlarım bugünlerde benim ahlâkım üzerinde hâsıl olan
titizlikten şikâyet ediyorlardı. Küçük bir şey için ağır lâf söylüyor-
dum. Haziranın birinci, üçüncü günleri yapılan davetlere .gitmedim.
Fakat beşinci günü arkadaşlarım: «Senin bu kadar münasebetsiz
olduğunu düşünemiyorduk, sürgüne gönderdiğin biçareyi ve senin
yüzünden kahrolan mektebi düşünmüyor musun?» tarzında çıkış-
mağa başlamaları hissiyatımı altüst etti. Gittim. Bu sefer bin be§-
yüz kuruş verdiler. Ve methiyeyi ne zaman getireceğimi sordular.
Bir kaç gün içinde her halde bitirip takdim edeceğimi söyledim. Er-
tesi günü mektebe giderek paralan teslim ettim.»

Arkadaşlara okudum. Beni o kadar alkışladılar ve takdir etti-
ler ki, burada kaabil değil tasvir edemem. Fakat ben manzumeyi
götürmeğe bir türlü cesaret edemiyordum. Çünkü ben zannediyor-

(1) Abdülhamit II. zamanından Cumhuriyet devrine kadar, si-
yasî sürgünlere geçinmeleri için bir miktar yevmiye verilirdi.

■ium ki, bunun hiciv maksadı ile yazılmış olduğunu anlıyacaklar.
Artık her ne olursa olsun götürmeğe karar verdim ve götürdüm.
Meğerse ben ne kadar boş vehme düşmüşüm, anlamak şöyle dursun,
beni sokak kapılarına kadar teşyi ettiler. Ve ertesi günü mantımın
jki bin beşyüz kuruşa arttırıldığını müjdelediler.» Medhiye şudur:

TALÂT BEYEFENDİ HAZRETLERİNE

Tam geçerken geceden dün gece nısfı evvel
Çaldı birden kapımı hızlıca müthiş bir el
Titredim fcz iîe birdenbire hırsız sandım
Sonradan hatırıma geldi edibi ekmel
Mcsned arayi kemal olduğu günden polise
Kimsenin uykusu hiç olmadı asla muhtel
İhtiyaten yine ben şöyle delikten baktım
Gündüz etmişti şebi sanki semai meşal,

Bir de baktım ki eder ah kapımda lem’an
Mâhı tâbau gibi bir taze civan-ı ecmel
Fethi b&b eyledim ol dilbere derhal heman
Dedi ehlen bike yâ mühtace kalbi faddal
Girdi bin işve ile ah lııraman içeri
Müşteri olduğumu anladı derhal o zuhal
Gözleri bakmayınız, sanki nigâh-ı âhu
Lebleri sormayınız, gonçei gül darbı mesel
Gerdeni sâitji billûri gibi parlak idi
Yürüdükçe titrerdi hem o pâluzei kefel
Nim üryan soyunup mindere bir yan geldi
Rafael görse ederdi onu vallahi model
Gömleğinden görünürdü iki parlak yıldız
Bir de ukd kemeri zer gibi bir nafı emel
Sonra bir manzarai bağı behiştlkl anın
Nurdan sanki meyamnda açılmış cedvel (!)

Fahzı üstündeki ol tâci serini sandım
Mihritâban idi etmiş idi tctvici cebel
Düşünün şimdi benim halimi Allah için
Korkarım aklıma tân olarak belki halel
Tutmasaydım kapıyı ah düşerdim zira
Çarpışırlardı vücudumda lzam-ı mafsal
Dedi birdenbire gel öp beni ol nazlı nlgâı-
Ola ta vahyi İlâhiye lisanın menhel
Şöyle diz çöktüm onun karşısına titreyerek
Tavrı güftarı gelirdi bana vahyi münzel


Sinei bânııı ağiışuma aldıkta tamam

O da eylerdi beni kendine doğra münşel
Konçei faslı baban gibi olduydu küşad
Desti lerzanıma her ukdei mâlâ yenhal
Leblerinden emerek buseler aldım bir çok
Dedi
t ar mı sana bilmem ki hitabette bedel
Şiirinin âşık-ı şûridesi oldum eyvah
Ben tutuldum sana ey şiiri teri damı hiyel
Gûş edince bunu ah eyleyerek arzettim
Var mı senden acaba şimdi bu âlemde güzel
Dedi âlemde güzellik ona derler ki ola
Mir Talât gibi müstahzarı ahlâkı ecel
Durdurur âyine önünde beni çırçıplak der
Yapalım gel seni hürriyete haydi heykel
Yaz bu ahvali çabuk nazra eyle medhiye gibi
Ola her mısraı hercestesi bir reşki gazel
Şensin ol şairi mahir ki eğer atsa şafak
Fecriâti edemez nüktei eş’arını hal
Anladın mı dedi artık bana ol mah tamam
Öperek ben de dua etmeğe kaldırdım el.

Hİ’SEYİN CAHİT YALÇIN HAKKINDA
DER VASF-I HÜNSA

Siyaset mülkünü yıktın Ohannes han mısın kâfir
Bütün ah ran kızdırdın kızıl sultan mısın kâfir

«Kıs oğlan nâzı nâzın şehlevend âvazı avazın*

Acep hünsa gibi, hem kız ve hem oğlan mısın kâfir

Seni gördükçe kürsüde olurlar, gaşy sertaser
Nesin sen dilber-i gannac-ı meb'usan mısın kâfir

Nedir Rumlarla daim böyle cenge hâheşln bilmem
A«eb merdud-u aşk-u duhter-i Yunan mısın kâfir

Ne güna meze olur semler o pek tatlı lisanında
Müzeyyen renkli cild altında bir su’ban mısın kâfir

Fransızlarla daim cenge pek meyyaldir tab'ın
Meğer perverdei sedy-i daye-i Alman mısın kâfir

Neden tarfı cüfunun pek kızarmıştır bu günlerde
Süknt-u fırkayı idrâk ile giryan mısın kâfir


Düşürdün âlemi yekdiğere buğzu beyanınla
Belây-i âsmau mı, fltne-i devran mısın kâfir

Nezaret arzeylcdikçe kabul etmezsin ey fettan
Sen tiyie eğreti ata binen nâdan mısın kâfir

Nedir o pek zehirli handeler gizli hazırlıklar
Yakında hârib-i mülkü frengistan mısın kâfir

Nasıl üç yılda zengin oldun ey müflis muharrircik
Meğer simsar-ı işgalât-ı Hallaçyan mısın kâfir

Sinersin bazı korkundan, çıkarsın bazı satvetle
Ne hilkatsin gehi tilki, gehi aslan mısın kâfir

Cemazllevvelln parlaktı âmenna ve saddakna
Ceoıazilâhlrinde sanki pek bl ân mısın kâfir

Ne nazırsın, ne hâkimsin fakat nâzır ve hâkimsin
Ricalül gaybi cemiyyet ile İhyan mısın kâfir

İdaren bankalardan, her nezaretten daha işlek
Nesin tuğrakeş-i evrakı her divan mısın kâfir

Nedir bu devr-i daim mi c e inal-i ruz-efzûnun
Meğer sen şârihi nuşabei van mısın kâfir

Sana kâzib demek caiz değil, sadık dahi asla
Ne nlyyetle yenirse muz gibi ondan mısın kâfir

(Tanln) in ser sütununda sabah vakti tam üç yıl
Çıkup baykuş gibi ötmeklc pek şâdan mısın kâfir

Tamam üç yıl harabiyi bize gösterdin ıslahat
Sihirbaz ya melek şeklinde bir şeytan mısın kâfir

Bu manzumen senin (DEHRİ) nedendir böyle pek baygın
Meğer sen de onun endamına hayran mısın kâfir.

(Divançe-i Dehri 1330)          +                  Hiispyin KÂMİ

HÜSEYİN KÂM

Bu sıralarda Konya muhitinde yeni bir sima daha zuhur et-
mişti. Gayet mütenasip boy ve bosile, çok mütekâmil, güzel çehresi,
parlak gözleri Vİlhemkâri bıyıklan mağur ve azametli duruşu ve
yürüyüşile zarif ye itinalı giyinişile asîl bir prens gibi derhal göze
çarpan bu adam; Hüseyin Kâmi idi. Meclisine girilip sözü, sohbeti
dinlendikten sonra görülürdü ki onun ruhu ve mânevi yapısı da
ayni tenasübü, ayni tekâmülü aynı vakar ve azameti taşıyordu. Ko-
nuşmasında, dinleyenleri sarhoş eden âhenkli bir musiki vardı.

İttihad ve Terakki hükümeti harbe girdikten sonra İstanbulda
bir muhalefet havası yaratması kütleyi sürüklemesi muhtemel olan
bazı adamları oraya buraya sürgün ederken Aka Gündüz’le Hüseyin
Kâmiyi de Konyaya göndermişti. Fakat bir müddet sonra bunları
da ayırmış. Akayı başka tarafa göndererek Kâmiyi Konyada bırak-
mıştı.

Ben Hüseyin Kâmi ile nasıl ve kimin delâletiyle tanıştığımı
şimdi pek iyi hatırlıyamıyorum. Fakat Ragıp, Naci, Mehmet Nuri
benden evvel tanışmışlar, ben o sıralarda Konyaya yedi, sekiz kilo-
Tnetre mesafede bulunan Sille nahiyesinde idim. Oradan döndüğüm
zaman arkadaşlarımı yeni bir muhite atılmış buldum. Tabiî ben de
onlarla sürüklendim.

O zaman arkadaşlar Hüseyin Kâmi ile birlikte bir Türklük
derneği kurmuşlar, her biri birer Türkçe ad almış, bir nizamname
yapmışlar, filân... Fakat ben bu âlimlere katıldığım sıralarda bu
hareket tavsamış, toplantılar sadece bir hoş sohbet toplantısı ha-
line gelmişti. Kâmi, Konyanın (Gazi âlemşah) mahallesinde basit
bir evde pansiyonerdi. Her gidişimizde bize ayran ikram eder, şark
lisanlariyle, Arapça, Farsça, Türkçe seçme beyitler, gazeller, kasi-
deler okurdu. Kendisi bu üç lisana da manzumeler meydana geti-
recek kadar vâkıf olduğu gibi İngilizce ve Fransızcayı da iyi bilirdi.
Türkçede çok kolaylıkla ve çok hoşa gidecek şekilde nazım yapmak
kabiliyeti vardı.

Hürriyet ve İtilâf Fırkası ilk teşekkül ettiği zaman Londrada
bulunuyormuş, tam açılma töreni yapılacağı gün İstanbula geliyor,
bir söylev yapmak üzere hemen törenin yapıldığı salona götürüyor-
lar. Yolda giderken hazırladığı nutkuna şöyle bir de manzume ilâve
ediyor; aslı Mevlâna Celâleddini Rumînin (mesnevî) sinden alın-
mış olan bu manzume fırkanın prensibini çok iyi ifade ettiği için
pek çok takdire mazhar oluyor:

Üç kişiyiz yola çıktıktı: Urum, Ermeni, Türk!

Anlamazdık üçümüz her ne dlsek yekdlğer
Yola bir yerde oturduk, bir ağaç altında
Yorgun insan yiyecek şöyle biraz şey ister
Bir kuruşcuktan ibaretti bütün servetimiz
İştiha hep de züğürtün başı üstünde
gezer
Ben üzüm istedim almak, Karabet derdi havuç
Istafilya diyerek Kosti de ısrar eyler
' Ben havuç ağzıma almam diye Kostl bağırır


Ben dfe derdim: İkiniz de def olun miskinler
Karabet Kostlye, Kosti bana ben de kızarak
Çektim artık bu iki düşmana birden hançer
Mir efendi koşarak geldi bizim yanımıza
Dedi; yahu, bu ne kavga, ne gürültü, ne haber?

Bize üç dille sorup anladı efkârımızı
Gitti aldı bize bir okka üzüm tâze ve ter
Karabet: (As!) dedi, Rum (afto!) dedi ben dahi (buîn
Üçümüz bllmiyerek ayni şey isterdi meğer
Adını sorduk efendi gidiyorken derhâl
Dedi, OsmanlIların hâdlmi: Antant liberal
Hüseyin Kâminin büyük bir hitabet kabiliyeti vardı. Gerçi ben
onun iri-ç bir hitabetinde bulunmadım, fakat bu, meclislerdeki ko-
nuşmalarından pek iyi istidlal olunabilirdi. Bundan başka Yakup
Kadrilim mütareke yıllarında (İkdam) gazetesinde (Tahlil ve ter-
kip) genel başlığı altında yazdığı yazılardan birinde bunu şu tarz-
da bir anlatışı var:

«Bir zamanlar ortada kâh şairlik, kâh aktörlük, kâh siyasî ga-
zete muharrirliği, kâh hitabet yapan Hüseyin Kâmi adında bir genç
vardı. Bir gün şehrin (İstanbulun) tiyatrolarının birinin geniş sa-
lonunda büyük bir toplantı oldu. Orada tanınmış bazı hatipler par-
lak nutuklar irad ederek coşkun heyecanlar meydana getirdiler.
Daha sonra Hüseyin Kâmi çıktı, ben hayret içinde kalmıştım. O ka-
dar büyük ve tanınmış hatiplerden sonra bunun ne yapabileceğini
düşünüyordum. Fakat netice düşüncemin tamamiyle aksi oldu. O
koca tiyatro salonu sanki yerinden ka ktı, oturdu. Dinleyenler baş-
tanbaşa kendilerinden geçmişler, derin bri vecd haline gelmişlerdi.
Birkaç gün sonra kendisini ziyaret ederek bu muvaffakiyeti nasıl
temin ettiğini sordum:

  Çok basit, dedi, her cemaatin bir heyecan merkezi vardır,
ben ilk onu yoklar, keşfeder, sonra mütemadiyen o merkezi bom-
bardıman ederim.

Filhakika o gün de yaptığı bundan başka bir şey değildi. Bir
takım parlak cümleler söyledikten sonra onları (Kur’an da bera-
ber, Rahman da beraber, Sultan da beraber...) gibi bir takım seci-
lerle bağlıyordu.»

Yakup Kadrinin biraz pejoratif tâbirlerle anlattığı bu şahsiyet
bir parti, bir cemiyet için çok mühim bir kuvvetti. Zaten öyle olma-
sa ittihat ve Terakki Cemiyeti bütün kuvvet ve iktidarı kendisinde
toplamış olmasına rağmen onları merkezden çok uzak yerlere sevk
ve orada ikamete mecbur etmek lüzumunu duyar mıydı?

Nitekim o Konyada da vilâyet erkânını, memleketin münevver

zümresini gençleri birdenbire tılsımlı bir kuvvet gibi kendine bağ-
layıvermişti.

Ben ve arkadaşlarım siyasî cereyanlara ve ihtiraslara tamamiy-
le bigâne olduğumuz için onunla münasebetimiz tamamiyle hasbî
bir sanat ve edebiyat zevkinin tatmini içindi. Biz, onun niçin orada
bulunduğunu bile düşünmeksizin büyük bir heyecanla onun inşat
musukisine koşardık. Yavaş yavaş onun ismini hatırlar gibi olmuş-
tum. Balkan harbinde büyük bir miting yapılmış orada bir şair çok
heyecanlı bir manzume okumuş, milleti coşturmuş, Sultan Reşat da
ona altın saatini hediye etmiş, diye gazetelerde okumuştum. O za-
man biz mektep sıralarında idikk Bu manzumeden iki beyit hatı-
rımda kalmış:

Bulgarları gördümdü emlnol yazılmış
Alnında bütün askerinin nahnülebanız
Biz kullarıyız Hazreti Sultan Reşatın
Şahinşehi devranla dahlhem galeyanız
İşle bu genç şair meğerse (Hüseyin Kâmi) imiş. Kendisi aslen
Dağıstanlı olan Kâminin (Dehri) eğreti adiyle divan edebiyatının
meşhur gazel ve kasidelerini tehzilen ve zamanın siyaset sahasında
at oynatan tanınmış adamlarım Hicv etmek için bir çok manzumeler
yazdığım da öğrendikten sonra onunla daha evvelden aşina çıkmış
oldum. Bu yazıların baş tarafında anlatmıştım. Dayımın oğlu Niya-
zinin İstanbuldan gönderdiği işe yaramayan kitaplar arasında yal-
nız (Divançei Dehri) adındaki bir kitap beni hayli eğ'endirmiş ve
bunun için makbule geçmişti. Bu kitabın başında siyah sakallı, hey-
kel gibi, bektaşi babalarına benzeyen bir resim vardı. İşte o Dehri,
bizim Vilhelmkâr bıyıklı, sakalsız, zarif bir prens biçiminde gördü-
ğümüz Hüseyin Kâmi oldu.

Hüseyin Kâminin bırakmış olduğu yazılar arasında en yükseği
muhakkak Konyadaki dostları arasında bulunan genç bir müfettiş
için yazmış olduğu kasidedir:

H>ün gece uykuda gördüm ki kurulumuş mahşer

Almış ümmetlerini ardına her peygamber

Sağ yanı eyledi işgal, güruhi suleha

Sol yanı fasık olan biz gibi ebnai beşer

Sağ cihet sol cihetin yok idi milyarda biri

Sel cihet ma haşerallahü tealelekber

Az aamanda bakılıp sağ- tarafın işlerine

Açtı ırmaklarını onlara havzı kevser

Kaldı meydan bize baştan başa âvarel zünup

Yani erbabı degâ, mürtekibi her münker

Diye başlıyan uzun 50 - 60 beyittik bu kasidenin divan edebi.

yatı sahasında bir şaheser olduğuna hiç şüphe yoktur. Fakat gerek
şekil, gerek mevzu itibarile bugünkü nesli alâkadar etmez.

Arkadaşlarla birlikte Hüseyin Kâminin odasında geçirdiğimiz
saatlerin müstesna zevki hiç unutulmıyacak zevklerdendir. Sanki
bin bir gece masallarının esrarlı âlemlerine ait bir hayat imiş gibi
hatırımızda izler bırakan bugünleri bir daha tatmak için neler feda
edilebilir? Fakat ne yazık ki ne o günlerin, ne de Kâininin geri gel-
mesine imkân vardır?...

Bize selis ve ahenkli bir eda ile Hafızdan, Saibden, Kaaniden,
Ubeydî Zâkâniden şiirler okuyan, edebiyat âlemlerine ait fıkralar,
hikâyeler nakleden Kâminin, o günler son günleri imiş.

Ben 1915 yılı Eylülünde Afyonkarahisar idadisi tarih ve coğ-
rafya muallimliğine tâyin olundum. Konyadan ayrıldıktan bir müd-
det sonra da bütün arkadaşlar başka başka sebeplerle oradan uzak-
laşıyorlar, tamamiyle hasbî olan o zevk ve sanat cemiyeti ebedî ola-
rak perişan oluyor. Naci Fikret, Ali Ragıp, Mehmet Nuri asker olu-
yorlar, Hüseyin Kâmi de Konyadan Karamana, oradan da Bozkıra
gönderiliyor. Sebep de şu:                   '

Konyada bir askeri misafirhane yapılıyor. Hüseyin Kâmiden
tarihî bir kıt’a istiyorlar, o da yazıyor. Misafrhanenin açılma töreni
yapılırken kendisini de davet ediyorlar. Törende vali ve kumandan
birer söylev yapıyorlar. Kâminin hatiplik daman kabarıyor. O da
birkaç söz söylemek için kumandandan izin istiyor. Minnetle ken-
disine söz veriyorlar. Orada çok heyecanlı sözler söylüyor ve söz ara-
sında bir münasebet getirerek kendisinin gurbet illerinde ikamete
memur edilmesinden de şikâyetle bahsediyor, halkın üzerinde derin
bir teessür bırakıyor. Bunun üzerine kendisinin Konyada kalması
da tehlikeli görülerek Karamana kaldırılıyor. Orada bir hastahaneye
memur ediliyor. O sıralarda memleketin her tarafında (Tifüs) (İs-
panyol nezlesi) gibi h&staılklar korkunç tahribat yapmaktadır. Hü-
seyin Kâmi de tifüsün kurbanı olarak memleket için, sanat ve ede -
biyat için en verimli olduğu bir çağda, hastane köşelerinde bu fâni
hayata veda ediyor.

Naci Fikret, Konyada tesis ederek yıllarca yaşattığı (Yeni Fi-
kir) mecmuasının Eylül 1928 tarihli nüshasında bir münasebetle
1915 de Konyada geçen hayatımızdan bahsederken sözü bu iki şah-
siyete, Rasim Haşmetle Hüseyin Kâmiye naklederek diyor ki

«O vakit bizim için Konyada iki nur ve fikir menbaı vardı: bi-
risi, o vakit Konya lisesinde edebiyat ve felsefe muallimi bulun atı
merhum Rasim Haşmet, diğeri ittihatçıların zulüm ve gadrine uğ-
rayarak Konyaya nefyedilmiş olan merhum Hüseyin Kâmi.


Evvelkinden, fikir, ilim ve felsefe ihtiyacımızı, İkinciden şiir ve
bedayi ihtirasımızı tatmin ederdik. Evvelki burada ciddi, vakur
mantıkî garbî, ikinci şuh ve lakayt, rind ve zevkperest şarkı can-
landırırdı.

Evvelki sade elbisesiyle, sık ve sari cümleleriyle ve ayni tarz-
daki yürüyüşile, müfekkire ve muhayyileye hitap eden sözleriyle
meselâ Fransayı göz önüne getirirse ikinci parlak ve m üş aşa elbise-
siyle, elmas yüzükleriyle, ağır mutannan ve âhenktar cümleliyle ve
daima hissiyat ve muhayyileye hitap eden fıkralariyle bir (Hindü-
sitani pür zehep İranı batarap) idi.

Evvelki Andre Lö Fevr’den, Lötumodan, Tarddan, Dûrkeymden,
Ribodan bahsederse ikinci bize Hafızın, Kaanînin, Ubeydi Zakaînin,
Saibin şiirlerini okurdu. Evvelki gözlerimizi kamaştıran kuvvetli
bir elektrik lâmbası ise ikinci kalplerimizi ısıtan mütebessim bahar
güneşi idi. Evvelkinin kütüphanesinde göze çarpan ilk şey lârus cild-
leri. îkincininkinde müzehhep ve tâlik yazılı divanlardı.

Şimdi her ikisinin de maddî mevcudiyetlerini toprağa inkilâp
etti. Fakat her ikisi de ruhlarımızın amâkında birer necmisabit gi-
bi parlayıp duruyorlaf. Meslekleri başka başka olan bu iki şahsiyet-
te müşterek bri hassa vardır ki bizi asıl cezbeden, prestiz ettiren o
idi: Samimiyet ve aşkı hakikat!

KİTAPLARIMIN HlKÂYESl 1952 Namdar Rahmi KARATAY

CIMBIZLI $İİR

NE ATOM BOMBASI
NE LONDRA

KONFERANSI;
BİR ELİNDE CIMBIZ.

BİR ELİNDE AYNA;
UMURUNDA MI DÜNYA!

ORHAN VELİ

T A H İ R N A D İ

0

Erzurum kıbtiai hörmetlî, fiituvvetll Cevad
Hubs-u tıynette Sabah sahibi Mihran gibidir.

Bir fedai sayılırdı o da öz milletine
Bu hayâsız ise milliyete düşman gibidir.

Mün’akıs tıynetinin' gılzeti bed suretine
Şahsı menfuru hahamhanede derban gibidir.

Bir çiçek bahçesidir dense maarif faraza
İçimizde bu uğursuz ısırgan gibidir.

Dekovil hasıl eder Ankaradan Erzuruma
Yediği lerin âdâdı bir orman gibidir.

İlmi tezyif ederek cehle sehabet edişi
Aslı piç olduğuna höccet-ii burhan gibidir.

¥

Hiciv yazmakta gerçi hadden efzûn şöhretim vardır, 6
Sebebsiz eylemem şâkki şefe ciddiyetim vardır.

Görüp zâhlrde sâkit halimi zannetme gafletten,

Belâgat mülkünü teshire kâfi kudretim vardır.

Vekil olmak ümitsiz, mebus olmak muhtemel amma,

Ne yüksek acz ii cehlim, ne ricale nisbetim vardır.

Semadan hâke düşmüş mlhr-i alemtâb-ı irfanım,

Hecâgû Tahir-i Nadi denen bir töhmetim yardır.

K I T ’ A ([7])

Bir zamanlar mehdi hürriyette aram saz İken
Talii ııâsazım attı şimdilik engür yere
Bir harab enkaz zan eyler temaşa eyliyen
Şehre dahil olduğunda çıldırır birden bire

ir                           Tahfr Nadi

Eşref, hapishanede iken Tahlr Nadi hocaya
Sanma Divrik yalmz sail-i mâhir çıkarır
Kâh olur Tahir Nâdi gibi şair çıkarır,
diye iltifatta bulunmuştu.


TAHİR NADİYE MUZİPLİK

Bazı günler ders aralarında farisî muallimi Tahir Nadi ile
arabî muallimi Maki Efendinin karşılıklı kasidelerini dinlerdik. Ay-
ni zamanda avukat olan bu Meki Eefendi hem sarık, hem kıravat
takan çok şık ve zarif bir adamdı. Tahir Nadi onu çok severdi ve bil-
hassa o günlerde kime yazdı ise onun hakkında yazdığı hicviyeleri-
ni her mısraı üçer kere tekrarlıyarak en ziyade bu dostuna okurdu.

Bir gün bana bazı arkadaşlar

   Yahu, dediler, Tahir Nadi sana gücenmiş, aleyhinde bir hic-
viye yazmış, Sultanahmetteki Küllük’te (meşhur kahvenin son di-
van şairlerince adı) okuyup duruyormuş.

Canım sıkıldı, ertesi gün Tahir Nadiye rastlayınca bunun sebe-
bini sordum. Bana

«— Hakkımda alaylı yazı yazmışsın. Karikatürümü de yaptır-
mışsın!»

Dedi.

Bence mesele anlaşılmıştı. Bizim şair Yusuf Ziya, bilmem han-
gi gazetede böyle bir kıta mı, yazı mı ne yazmış, bir de karikatür
yaptırmıştı!

Bildiğimi söyledim. Tahir Nadi hemen benden mazeret diledi,
Arkasından da iki gün sonra benim için yazdığı hicviyeyi tadil ede-
rek Yusuf Ziyanın aleyhine çevirdi. Bana da bir medih kasidesi
yazdı.

Meğer, Yusuf Ziya, muzipliğinden Tahir Nadiye rastladığı za-
man, kendi yaptırdığı karikatürle yazdığı yazıyı benim üstüme at
mamış mı?!

Bu suretle bir hicviye de iki kişiye yazılmış ve top gitoi birinin
başından ötekinin başına sıçramış oluyordu.

Halit Fahri

KITA

Her biri yekdifrere etmekte bi perva hücum,

Sahn ı matbuat şimdi macera sahrasıdır,

Hatt-ı butlana sezadır eldeki ruznameler,

Her muharrir ihtirasın hâmi-i yektasıdır.

*                                        TAHİR NAIH

(TAHİR NADİ İÇİN)

Yıkamaz çehre-i menhusunu bayramda bile,

Dehre Tahir gibi bir kiril musibet gelmez!.

ABDÜLBÂKİ FEVZİ


YİNE KADININ CAZİBESİ

Bu mes’ele halâ gazetelerde münakaşa ediliyor ve halâ herkes
bir türlü söylüyor. Kadının hangi yaşta daha cazip olduğunu dün
Tahlr Nadi ef. üstadımıza sorduk. Üstat önce bize cevap vermek is-
temedi, fakat bir saat sonra bu mes’eleye dair kaleme almış olduğu
şu uzun şarkıyı getirip mecmuamıza bıraktı:

Anayurt: 21-12-1933

KADININ CAZİBESİ

Kadın denilen mahluk, zannetmeyin, caziptir...

Bence her hatun kişi cazip değil, k&ziptir!

Kim demiş: her erkeğe bir kadın münasiptir?

Bence her hatun kişi cazip değil, kâziptir!

Tevfik Fikret buyurmuş: «Kadın benzer denize!»

Bu fikir pek muvafık geliyor bendenize...

Cennette ters giydirdi külâhı dedenize:

Bence her hatun kişi cazip değil, kâziptir!

Dedemizi cenneti âlâdan attıran o,

Zavallıya firdevsin bir pula sattıran o,

Erkeklere cehennem azabı tattıran o:

Bence her hatun kişi cazip değil, kâziptir!

Yaşı ister kırk olsun, ister kırkın yarısı.

Her kocanın başında harman döğer karısı!

Bir beyazı, penbesl, kişmlrisi, sarısı:

Bence her hattın kişi cazip değil, kâziptir!

Fatması başka çile, Ayşesi başka çile,

Yakamam ben başımı ateşe bile bile!

Evlenirsem sürmeli gözyaşım kimler sile?

Bencc her hatun kişi cazip değil, kâziptir!

Nene gerek ey hoca, senin böyle dırıltı,

Yetmezmi nargilenden çıkan tatlı hırıltı?

Gelin de bir mırıltı, kaynana da zırıltı...

Bence her hatun kişi cazip değil, kâziptir!

TAHİB NADİ
Daktilo eden: QSMAN CEMAL

ÜSTAD REFİ CEVAD’IN ÜÇ FIKRASI :

ı — yaprak dökümü

Şair Bâkı’nn ne giizel hazan ve kış tasvirleri vardır. Meselâ
hazan için

Gülşene altın varaklar zeyıı idüp bâd-ı hazan

Gûyiyâ zerkûblar dükkânı oldu gülistan

Yâni «Hazan rüzgârı gül bahçesine altın varaklru' döşedi. San-
ki Gülistan «altın dökücü dükkânı oldu» der. Kış, için de

Zemine bâd-ı havadan çok akça düştü yine

Piir etdi dâmen-i-sahrayı doldu ciyb-i-cibal

Yani «Yeryüzüne bâd-ı havadan yine çok akçe düştü. Sahra-
nın eteğini, dağların cebini doldurdu» der.

Bizim BaıbıâJi gülistanına da evvelâ bir bâd-ı-saba esdi; bazı
cepleri doldurdu. Arkadan bir de «Gün doğusu» fırtınası patladı.
Öyle bir yaprak dökümü yaptı ki son kalan yapraiklan dahi diLa-
rında tirfcir titriyor.

Gün doğusu deyince «Büyük Doğu» ya bir rahmet okumamak
elden gelmiyor. Dinî bir programla çıkan bu gazetenin sahibi «Kı-
sakürek» olduğu için pek kısa bir müddette kısa bir ihtilâftan son
ra kısalıverdi.

Tek kürekle mehtaba çıkılamaz derler. Kısa kürekle bu hava-
da mehtab safası olur mu?

Zarar eden bir gazetenin havası teneffüs edilir şey değildir.

Ortakların hepsinde surat bir kanş... Bütün kusurlar açılır,
dökülür. İlk zamanlarda «Alı üstadım! Ne idi o makale?!» gibi il_
tifatlann yerine: «Böyle uyku macunu yazılarla gazete satılmaz»
tarizi fırlatılır.

Muaraza, münakaşa, ayrılık, gayrılık başlar. Nihayet ortağın
biri ikisi safra olarak atılır, gazetenin ismi değişir. Hani yaşasın di-
ye bazı çocuklara «Yaşar» adını koyarlar. Onun gibi gazeteye de
ümitli bir isim aranır. Büyük Doğu «Hilâb> olur. Bundan güzel ad
olur rtıu? Hilâl, gün geçtikçe (Bedir) olacak. Nasreddin Hoca: «Ço-
cuğunuzun ismini tosun koymayın, bü yünce öküz olur!» dermiş
ama bu teşbih burada kullanılmaz.

Yalnız şu var ki Hilâlin lûgatta başka mânaları da vardır.
Hattâ teşbih misâli olarak: «Hilâl-i fener, şimdi de söneri» de der-
ler. '

Hilâl de ne Bedir oldu, ne Hilâl... İsli bir fener gibi rüzgârla
söndü gitti.

Şimdi gazetede kaleminden feyiz beklenenler de âvâre kaldı.
«Dimyate pirince giderken evdeki bulgurdan oldular.» Yani
Musa ile aralan açıldı, İsayı darılttılar, Muhammedle de barışama-
dılar. Şimdi köşe kapmacada ebe vaziyetinde bulunuyorlar.

Gazete çıkrmak kolay iş eğildir. Biz bu Bab-ıâlıde:

Ne ahûveş bakışlı gonca temler görmüşüz!

¥

İknci yaprak dökümü «Hakikat» gazetesi oldu. O zavallı da
nihayet hayata gözlerini yumdu. İleride yazılacak mersiyeye mah-
suben şimdilik merhumun mezar taşına yazılmak üzere bir tarih
yazdık.

Bu mücevher tarih şudur:

Dağıldı Şirket-i-yaran «Büyük Doğu» «Hilâl» oldu.

Bitince asl-ı-tahsisat, «Hakikat» bir hayal oldu.

2  — KÖPEĞE DAİR
Haşmetlû İbnis Suûd Hazretlerinin veliahtları Emir Faysal
memleketimizden dört tane çoban köpeği getirtmek istemiş. Hay
vanlar gidecekleri yere tayyare ile nakledileceklermiş. Köpek sa-
dakatine, efendisine olan muhabbetine rağmen, bizde hâkir görü-
len bir hayvandır. Namık Kemal bile:

Küpekdir zevk alan sayyâd-i-bî insâfa hidmetden
Diyor. Hattâ dört mezhepte Şâfiîler, köpeği temas edilmeye-
cek kadar necis telâkki ederler Mâllkî’ler biraz daha müsaadekâr
bulunurlar. Bu i-çtihad farkı Nef’î’yi «Kelb» diye tahkir eden Ta-
bir efendi hakkında şaire şöyle bir kıt’a söyletmiş:

Tâhir Efendi bize «Kelb» demiş
İltifatı bu sözde zâhirdir.

Mâliki mezhebim benim zirâ,

İ’tikadımca kelb Tâhir’dir.

Yine köpek hakkında şair Ebû Deliâme ile halife Mehdî arasın-
da şöyle bir vak’a geçmiştir:

Ebû Deliâme, Abbasî hükümdarına bir kaside takdim eder. Ha-
life kasideyi pek beğenir.

  Sana bu kasiden için ne câize vereyim?

Şair:

   Efendim, der, bendeniz bir av köpelli isterim.

   Bu kadar güzel bir kasidenin caizesi bir av köpeği olur mu?

   Efendim... Kulunuz böyle itiyorum.

Halife Mehdî:

   Peki... der... İstediğin gibi sana bir köpek versinler.

   Fakat efendim. Bendeniz ava neyle gideceğim?.

   Hakkın var. Bir de ât versinler...

- Ata nasıl bineceğim?

Doğru... Oûzel bir eyer takımı da versinler.

   Efendimiz, ata kim bakacak?

   Haklısın. Bir de köle versinler.

   Aman efendim. Ben atı nerede barındıracağım?

   Bir de ahır versinler.

   Köleyi nerede yatırayım?

   Bir ev versinler.

   Eve kim bakacak? Yemeğimizi kim pişirecek?

-- Bir de cariye versinler.

   Bu kadar halkı neyle doyuracağım?

  Bin altın da harçlık versinler...

   Efendim...

Mehdi, şairin sözünü kesmiş:

  Eğer masrafı idare etmeğe bir kethüda, hesapları tutmağa
bir kâtip istersen, köpeği geri alırım ha...

İSTEFENAKİ...

Recai efendi bugün artık tarihe intikal eden İstanbul efendv
lermdendi. Hayatına ait bazı malûmattan gayet titiz hattâ sert bir
karakter sahibi olduğu anlaşılıyor. Mizah çeşitli beyitleri de vardır.
Boğaziçinde oturur, lüfer avına meraklı imiş. Evindeki tiryaki mi-
zaçlılık son zamanda torunu Ercümend Ekrem e de intikal eylemiştir.

Temizlik meraklısı olduğu için, resmi hayatında beraber çalış-
tığı İstafanaki efendinin nezafete itina etmemesine karşı şöyle bir
hiciv söylemiştir:

0   kadar pis kokuyor mendeburun üstü fena ki,

Ne zaman meclise gelse kaçarım İstefenakl!

Ref'i Cevad ULUNAY

MÜELLİFİN NOTU

Bu fıkra «Türklük» mecmuasında şöyle çıkmıştır:

Abdülhak Hâmid’in babası HayruIIah Efendi Tahranda sefir
iken, sefarethaneye Türk tebeasmdan İstefanaki isminde bir halı
tüccarı gelirmiş. Bu halı tüccarı hem zengin, hem de hasis olduğu
için gören dilenci zannedermiş. HayruIIah Efendi, bu pis herif İçin
şu beyti söylemiş:

1    mertebe murdar kokuyor üstü fena ki,

Midem bulanır geldiği gün İstefenakl!

NÜKTELER VE FIKRALAR

YILDIZ BÖCEĞİ

Bir çok Nazırlıklarda bulunmuş olan Münif Paşa 1882 de «Mee-
muai Fûnuna isimli mecmuasını ikinci defa çıkarıyordu. Bir maka-
le yazmasından dolayı (Yıldız Sarayı) nda oturan, ikinci Abdülha-
mid tarafından mecmua kapatılmış ve Münif Paşa sarayda sorguya
çekilmişti.

Köse Raif Paşa Vezir olunca, Münif Paşa şu kıt’ayı söylemiştir:
Üç tuğlu vezir olurmuş evvel,

Üç tüylüsü şimdi oldu peyda
Üç tuğ ile üç tüyü kıyas et
Devlet ne.imiş, ne oldu hâlâ.

(Türk Meşhurlan Ansiklopedisi) nden

Abdülhak Hamid’in ağabeysi ve H amitten evvel ölen Nasuhi
Bey de şair ve zarif bir zattı. Şu beyti Abdülhamid için yazmıştır;

Hükmün sürdükçe böyle hükm-ü keyfe mayeşâ

Mahvolur elbet bu devlet Padişahım çok yaşa.

                                                    _

Nasuhi beyi, babası Elçi bulunduğu Tahrana çağırırmış. İstan-
bulda bulunan annesi de bırakmazmış. Nasuhi bey şöyle yazmış:

Bir taraftan babam kılar davet,

Bir taraftan anam komaz gideyim.

Söyle Yarabbi ben ne haltedeyim?

Şair Adanalı Sürurî, devlet dairelerinden birinde çalışırken,
maaşından fazla olarak elli kuruş almış, geri vermek zorunda k>ıl
mış. Bunun üzerine aşağıdaki kıt’a ile yanık yanık bir tarih düşür-
müştür:

Mansabımdaıı bana zaid alarak elli kuruş,

Geçmiş idi geri -reddolan gerek bes belli.

Şimdiden ferti teessürle dedim tarihin:

Düştü Hayfa Sürurlnin elinden elli!

(1200)

Muallim Naci, kendi adına izafeten bir lügat kitabı hazırlıyor-
du. Fakat tamamlamaya ömrü vefa etmedi. Müstecabî zade İsmet
tamamladı. Büyük hiciv şairi Eşref Muallim Naci’nin bu eseri hak-
kında irticalen şu kıt’ayı söylemişti:

Maksadın hizmetse ger mevcudu ıslah et yeter.

Uğranıp telif ile bahsetme okyanusdan.

Merhamet himmet fütüvvet, atlfet, gayret gibi:

Bir takım elfaz-ı bî manayı sil kamûsdan!

Şairin, bütün serveti, yan, güzellik ve tabiat zenginliğidir. O.
bu zenginlikle yaşar, şairlerden büyük zenginler çıktığını hiç işittiniz
mi? Ticaret yapmak isteyen şairler, yüzlerine, gözlerine bulaştırmış
lardır. Ve şair, her zaman yoksul kalmış bir insandır.

Üsküdar’lı Safi bu durumu ne güzel anlatıyor:

Diyemez adem eyleyüp tayin.

Bu da darım, şu da diyarımdır,

Varsa malik olduğum bir şey:

Yeri meçhul olan mezanmdır.

.

İkinci Abdülhamid, 31 Mart vak asından sonra İstanbuldan Se-
lanik’e götürülmüştü. Selâniğin meşhur zenginlerinden birinin köş-
kü. olan ve adına (ALATİNİ) denilen yer mahlû padişaha, tahsis
edilmişti.

O zamanlar, bu hâdise mizah gazetelerine mevzu,oluyor. Abdül-
hamid’den bahsedilirken Alâtini köşkü de araya sokuluyor, espriler
nükteler yapılıyordu. Aşağıda okuyacağınız kıt’a bunlardan biridir

O günlerin mizah gazetelerinin birinde (ATEŞ) imzasiyle çıkmıştır
Mevsim-1 hac’da Selanik te
11 isen yoksa işin,

Neşvenâk ol, o giizel beldede et keşt-ü güzer,

Alatin köşküne uğrarsa yolun at yedi taş,

Çünkü şeytan yeridir kâbe-1 ahrare civar.

Sadr-ı âzam Hüseyin Paşa istifa etmişti. Yerine Roma Sefiri
Hakkı beyin getirileceği söyleniyordu. Fakat paşalık rütbesi verile-
rek değil, taşıdığı rütbe ile. yani «Bey» ünvaniyle...

Sadr-ı âzamlık ve Şeyhülislâmlık mevkilerine tâyin edilenlerin
sakallı olmalan protokol icabından idi. OsmanlI imparatorluğunda
bu, kökleşmiş bir âdetti, bir an’aneydi. Demek bu âdet bozuluyordu.

Roma sefirinin Paşa olmadan «Rütbe-i haliye» siyle Sadaret
makamına getirileceğini, duyan ve Ebced hesabiyle tarih düşürmek
merakında olan şairin biri aşağıdaki tarih kıt’asım söylemiştir. Ta-
rih, «Sadr-ı âzam bey» cümlesinden çıkmaktadır:

Var ola nimeti müsavatın,

Beyi paşadan eylemiştir yey,

Hakkı Bey sadr-ı âzam oldukda
Oldu tarih (Sadr-ı âzam bey).

(327)


Meşhur Maliye Nazırlarından Agop paşa bir gün aklına esip atn
biner. Bir sokaktan geçerken at önüne çıkan bir köpekten fena
halde ürker ve sırtındaki Agop paşayı yere vurur. Yere düşen paşa
beyni patlayıp ölür. Bu münasebetle devrin şairlerinden birisi şu
beyti yazar:

«Bir kelbini bir kelbine mahvettirir Allah
Lâ havle velâ kuvvete illâ blllâh.»

Giritte bulunan Kalaybkoz Ahmet Faşa İstanbul kaymakamlı-
ğında bulunmuş, avampesendane bazı hareketleri itibarile halkın
sevgisini kazanmış, hakkında «vezir olunca böyle gerek», «Kalaylı
paşa sadra gelmeyince bu devlet nizam bulmaz» gibi sözler söylen-
miye başlanmıştı. Halbuki paşanın İstanbul kaymakamlığında yap-
tığı işler ancak cahil ve mutaassıp kimseleri memnun edecek şey-
lerdi. Bunun içindir ki, sadareti umumî !bir hayreti mucip oldu vc
aşağıdaki hicviye söylenildi:

Nagihan bir gün Kalaylıkoz gelip oldu Vezir
Her gören dedi vezaret ırzım eyler şikest
Ben dedim uslandı zira çarh tedip eyleyip
Terfoiyet kılmak gerektir anı bunca sergüzeşt
Dedi bir danayi kâragâhı sahip tecribe
«Terbiyet naehlira çün girdigân berkünbedest...

XIX. asır vak’anüvislerinden Derviş Mehmet Edib, devrinden
şikâyet yollu bazı şiirler yazmıştır. «Şeyh Müftü oğlu Köse Yahya»
nın mel’anet ve hiyanetlerinden tafsilâtiyle bahseden bir hicviye-
sinde şöyle demiştir:

Gerçi görmemiştik cihan mülkünde bir vafir köse
Görmedik amma bu denlii bihayâ kâfir köse...'

Deli Nüzhet Divan-ı Hümayuna tayin edildiği zaman bir şair
şöyle bir tarih söylemiş:

Şair sözünde haklıdır
Tarihi pek revnaklıdır
Bir eksiği var; aklıdır
Divana geldi, zır deli.

EDEBİYATTA MEDRESE VE TEKKE

Divan Edebiyatı, en çok, üç binadan çıktı. Medreseden, takke-
den. saraydan.

Medreseden çıkan Divan Edebiyatı olgun kültürlü olmaikla be-
raber kurudur. İslâm dini, İranla temas ederek, o milletin mitoloji-
sini almadan evvel, realite dini idi ve bütün realiteler gibi kupku-
ruydu. Eğer, müslüm anlık. İrandan mitolojiler almasaydı ve cami-
lerde kalıp tekkeye girmeseydi Divan Edebiyatının, din! tarafı, bir
şiir güzelliğinin cevherlerinden mâlınım kalırdı. Divan Edebiyatının
en büyük medrese mümessili olan Baki bile «Nakus» deyince daim?.
«Ezan» m zıddmı düşünür, ve:

Nakus yerlerinde okuttun ezanlar,

Der. Halbuki, «Nakus» a bir mutasavvıf gözü ile bakan İran
şairi «Çan» an başka sesle uyar ve:

Bank-i isyan mizend nakus-ı ıstıgar-1 mâ!»

Der. Müslümanlığa tekke girmeseydi. Hüsn-ü aşk şairi çıka
maadı.

«Giydikleri afitâb-i temmuz,

«İldikleri şu’le-1 ciğer-suz,

Diyebilmek için bir Mevlevi tekkesinin manevî külhanında yan-
ma/k lâzımdır. Muhakkak ki medreseler, mazideki kültürümüzü ya-
pan yerlerdir. Fransızların bir çok büyük adamlan _ meselâ Renan
gibi _ seminerlerden çıktığı gibi, bizim T anzimat şairlerimiz dr
medreseden çıkmamışlarsa bile, medrese kültürü olan «cami dersle-
ri» nden yetişmişlerdi. Hattâ, değil şairlerimiz, fikir ve devlet adam-
larımızın müslüman olmayanları arasında bile «cami dersi» ne de
vam etmiş olanlar vardı.

(Burada, antr parantez olarak, bir vak’a anlatacağım. «Namık
Kemal» adındaki eserimin kaynaklarını tetkik ettiğim sırada, Ke-
mal’in bir mektubunda Çamiç Ohannes Efendi ismindeki devlet ada-
mının elinden öptüğünü görmüş ve hiç kimsenin eline eteğine eğil-
meyen âsî inkılâpçının ibu tevazuunu kendi kendime izah edememiş-
tim. Fakat Çamiç Ohannes Efendinin şahsı hakkında, Namık Ker
male izafeten, araştırmalar yaptığım sırada eski Babıâlinin son
mümtaz ricalinden olan Beylikçi Nasır Beyin oğlu Haşim Beyde*
şunu dinledim: İkinci Abdülhamid zamanında maliye işlerini dü-
zeltmek için toplanan bu komisyonda Beylikçi Nasır Beyle Çamiç
Ohannes Efendi de üye olarak bulunmuştur. Mâliyenin varidatını
tetkik ederken, komisyon, «Yemen vilâyetinde kat vergisi» diye bir
kayde rastlamış. Kat ne demek olduğunu birdenbire anlamamış.
Çamiç Ohannes Efendi.

   Nasıl hatırlamazsınız demiş, vaktile cami dersine berabe.
gittiğimiz zaman Muallakatı Seba’nın (Yedi Askı) ııın İkincisinde
«Kat» kelimesi geçer. Bu, Yemende çıkan bir ottur ki, Yemenliler
çiğnerler; ve âdeta tütün gibi mükeyyifattandır.

Bu, hem medresenin nerelere kadar girdiğnii, hem de Çamiç
Obannes’in şahsında Namık Kemal’in hangi kıymetlere Hürmet et-
tiğini gösterir.)

Eski irfan hayatımızda medresenin yeri hiçbir zaman göreme-
mezlikten gelemiyecek kadar meydanda olmakla beraber Şeyh Ge-
lip tasarruf neşvesi içinde yetişen bir şairin payesine medrese mah-
sulü olan bir şairin yetişemiyeceğini anlatmak isterken, kendine
mahsus olması ve hakikatin hacmi kadar kalması icap eden bir fik-
ri kocaman ve umumî bir dava haline koyarak şu beyitle söyler:

«Olmaz hele sohtevât şâir,

«Etmem o güruhü bahse dâir.

Kendisini medrese edebiyatının, belki biraz da haklı olarak en
son şâiri sayan Adanalı Hayret Efendi, Şeyh Galibe, hemen bütün
hücumlar gibi hem güzel olan hem güzel olmıyan şu rübaîleri ya-
zar:

«Geh şevka gelir veed-iL'tarab söylersin;

«Geh rast tutar, gâh da çcp söylersin
»Şâirsin elhasıl, amma gâhl,

«Şehitliğin tatar da acep söylersin.

«Olamaz hele suhtevât şair!» dersin.

«Etmem o güruhu bahse dair!» dersin.

«Hiddetle gözün mü yoksa kararmış bilmem,

«Böyle neye sen subha mesâdır dersin?

«Kıs, kızma demem: fıtratta çünkim var bu;

«Amma kİ ko insafı, büyük bir ar bu;

«Ayin iken ekser size râst âyin,

«Bak eylediğin Iahıic Dede karçıgar bu.

«Cifbbeyse eğer sen dahi gel bir gey Şeyh;

«Gör kisve eder ini zâta tesir ey Şeyh;

«Bak, ney kuru bir kamış, figanı cansûz,

«Hiç ney de mi gûş eylemedin sen hey Şeyh!

«Eflâk-i cihan-i ilme kevkeb: suhte;

«Dershâce-i âlemde muhatâb; suhte;

«Fahr eylediğin, şi’r ise ger, onda dahi
«Piş âmedegân-ı şuarâ heb suhte!

«İn hinde bak ki Feyz-i Hindi suhte;

«Hârzeme çık, Kemal-i Hocendî snhte.

«Hallâk-ı meânt de sözün red eyler,

«Etsin ya nasıl kabul; kendi suhte!

«Gel Ruma, bütün pîşuyan suhte,

«Yahya gibi üstad-ı suhandan suhte!

«Sabit gibi hep nâdire-güyan suhte,

«Baki gibi şairlere sultan, suhte!

«Bunlar hep işte ocağıdır «uhtelerin;

«İnşâ dahi hep bag-u râgıdır suhtelerin;

«Bunlardır şâir, varsa başka tek tük,

«Onlar da bütün çırâğıdır suhtelerin!

«Olmaz hele suhtevât şair» diyelim;

«Etme o güruhu bahse dair» diyelim;

«Ey! bunları biz saymayalım da şair,

«Müştâk ile Esrar’a mı şair diyelim?

«Şâir ki değil suhte, şâir değil o;

«Kuş bapsa da ağzı ile, tâir değil o;

«Tab’ile ilim, kuvvet ile fen gibidir;

«Ger bizde ki fen yok sar’a kadir değil o.

Son medrese şairi Adanalı Hayret Efendi, düşmanlarının b'ie
inkâr edemedikleri medrese kültüründeki kuvvetile Osmanlı edebi-
yatına manzum ve mansur güzel eserler vermiştir.

Fakat bir tekke kadrosuna girmemekle beraber ehemmiyetli
bir tasavvuf terbiyesi aldığı için Osmanlı edebiyatında tekke edebi-
yatının son seğlam şairi olan Hersekli Arif Hikmetin;

«Yok kayd-ı mâsivâ dll-l kudsi cenabda,

«Olmaz hatâ sahlfe-i umm-ül ki t âbda

Beytine benzeyen bir beytin,” Adanalı Hayret Efendi tarafından
söylenebileceğine, bir zevk meselesi olduğu için, ihtimal veremiyo-
rum. Adanalı Hayret daima medresede arar. Ve Kur’anı ezber bilen-
lerin bile hâfızalanndan değil de, yüzünden okumalarındaki medre-
se an'anesinden şiir ilhamı alaraJc şu beyti söyler;

«Ben ey kitâb-ı cemâl ezber eyledim de seni,

«Sevâbı çok diye, gönlüm döner yüzünden okur.

En son tasavvuf şairi olan ve bir tekke kadrosuna girmiş olma-
makla beraber tekkeyi derin bir mizaç hususiyetle tatan Muallim
Cûdi Efendinin şu beytini, medresenin son temsilcisi Adanalı Hay-
ret Efendide bulamayız:

«Per-i uriica tuvansûz olunca berk-ı eclâl,

«Revân-ı pâldmi refref-süvâr-ı âh ederim.

Son Posta: 16-8-945                         Mldhat Cemal KUNTAY


   189 —

TAŞLAMA' LAR

Halk ve saz şairlerimizin, şahıslara, hâdiselere karşı duyduk-
ları nefret ve kini ifade eden, eski devirleri hırpalayıcı manzum hi-
civlerine «Taşlama» adı verilmiştir. İçlerinde ağır ve kaba örnekleri
bulunan ve mânalı bir tâbir olan bu taşlamalardan bir kaç örnek
veriyoruz:

I

Metin Kutusu: Sana bir destan söyliyem
Şaşasın Seyyit efendi
İntizar bilmem ki diyem
Şişesin Seyyit efendi.
Uçtuıı özeni özeni
Bana ettin bu düzeni
Mekânın katran kazanı
Eşesin Seyyit efendi,
Babanı saymam sayıya
Seni benzettim ayıya
Kendi eştiğin kuyuya
Düşesin Seyyit efendi.

RUHSATİ’yc emin kuldutı
Bir kaz buldun iyi yoldun
Şeytanlıkta bir sen kaldın
Yaşasın Seyyit efendi.

RUHSATI

II

Ben senin aslından aldım haberi
Âşıklık bilmezsin, densizlenirsin;

Nafile söyleyip usta eş’arı
Geçip de üst yana şehbazlanırsm.

Bir yerde kurarlar bezmi divanı,

Ararsan görünmez mahbub zamanı,

Kimden ezber ettin sen bu yalanı
Güzeli sevdikçe elfazlanırsm.

Yudabllir misin sen bu lokmayı,

Öğretirler sana ders okutmayı,

İncecik eğinip sık dokutmayı,

Gider kahvelerde kurnazlanırsın.

DERTLİ’YE, gevherden çekme hesabı,

Aşı kın yanında var mı cevabı.

Okuyabilmezsiıı İncil kitabı,

Hemen Aynarozda papazlamrsuı.

*                        DERTLİ

Harabe kul olduk bezmi âlemde
Âbâd olsak ta bir olmasak ta bir
Düştük, çare nedir dâme âlemde,

Azâd olsak ta bir, olmasak ta bir.

Aşk ödüne yanmış ciğer kebabımız,

Hicrlle giryanımız, dide pür âbız,

Tapılmış, yıkılmış, hâne hârabız,

Bünyad olsak ta bir, olmasak ta bir.

Varlık dağların deldik te geçtik,

Bir şirin elinden aşk şarabını içtik,

Hak ile batılı farkeAüp seçtik,

Fehad olsak ta bir, olmasak ta bir.

Ey Derdli, âlemde bir şahı-diliz,

Haktan, hakikatten egâhı-diliz.

Tariki esrara ervahı-diliz,

İrşad olsak ta bir. olmasak ta bir...

DEBDLİ (Bolulu İbrahitr)
(1772 — 1847)

IV

Kaba cahilden eğer beklersen iş.

Nur yerine sana kav çakmak ister.

Binbir diyardan sürülüp de gelmiş,

Bu diyarda herkese çatmak ister.

Bahçelerde olur armut, kayısı,

Bolluk yıllarda sayılmaz sayısı.

Ormandan inen bayınn ayısı,

Şehirde medeniyet satmak İster.

Seyyah olan dolaşır dört köşeyi.

Tas, topraktır onun kaba döşeği
Boyanmamış Kayiseri eşşeği
Kendini Kırklarda boyatmak ister.

Ey (Vahit) sen şaşma hiç bildiğinden,

Söyle en son sözünü en llldnden
Böyle cahillerin tutup ... kinden
Tezekli duvarlara çarpmak İster.

Vahit Lûtfi SALCI


   V —

Toplanıp toplanıp gelmen yanıma
Zati yürek yaralıca güzeller
Hakkı severseniz girmen kanıma
Gam yükümüz kiralıca güzeller.

Bir yanık âşıkım kel hoca sankna
Gönlümüz alçaktır hiç yüce sanma
Adımı duyup da pek (koca) sanma
Dalıa közüm çıralıca güzeller.

Bak yine açılmış yolu bağların
jMisafir alıyor başı dağların
Yeni gelmiş sarılacak sağların
Öpülmemiz sıralıca güzeller.

Ne yapayım, yeşilim yok, alım yok
Sana lâyık şekerim yok, balım yok
(RUHSATI) yim, mangırım yok, pulum yok
Ararsınız paralıca güzeller.

SULHİ’YE DAİR HÂTIRALAR

Balkan Harbinde İstanbulda idik. Bulgar Ordusu Çatalca’ya da-
vanmış istihkâmları zorluyordu. Top sesleri çok yakından işitiliyor-
du. Zayıf kalpliler akşama, sabaha düşman ordusunun İstanbula gi-
receğini bekliyorlardı. Hele bizim asırlarca (raya) lığımızı yapmış
olan Tatavla palikaryaları, c Bizans piçleri Bulgar ordusuna buket-
I-er, ve kumandanı Sayof’a çelenkler hazırlamışlar her gün kâhat*
ne sırtından halâskârları (!) bekliyorlardı.

Biz, Sulhi ile her gün Unkapanı, Balat, Hasköy ve Langa mey-
hanelerinde buluşuyor, hem kendimizi zehirliyor, hem de dertleni-
yorduk. Sulhi’nin imam çok sağlamdı. «Bu gâvur buraya giremiye-
cak!» diyordu. Sebebini sorduğum zaman kalbini gösteriyordu. Ha-
kikaten Sulhi’nin eskiden «hissikablelvuku» dediğimiz «olacağı ön-
ceden sezmek» meziyeti vardı. Onun mademki kalbi şahadet etmi-
yordu; öyleyse Bulgar ordusu da İstanbula giremiyecekti. Hattâ
nun için bir büyük (destan) da yazmıştı. O destan şöyle başlıyordu
İsa’nın değildir yeri burası,

Türkün kâbesine gâvur giremez.

Top sesi değil, köpek uluması,

Köpek sürüleri insan süremez.

Hakikaten de böyle olduğunu herkes bilir.

Vahit Lûtfi SALCI

   vu —

«Sadettin Nüzhet» tarafından (Bektaşi şairleri) nde Edip Ha-
rabi’ye mal edilen bu şiir, Lüleburgazlı şair Salih Sulhi’nin güzel bir
taşlamasıdır:


 


Ey sofi cenabı halikı mutlak
Bu şarabı bize en’am eylemiş.

Çok methetmiş Kur’anında aç ta bak,
Mümin olanlara ikram eylemiş.

Vakti saadette rezalet eden,
Muhammet aliye adavet eden
Evlâdı resule hiyanet eden,

Münkir münafıka haram eylemiş.

Biz içeriz lâkin etmeyiz isyan,

Helâl etti bize anınçün süphan,
Namaz kıldırmıya bize her zaman,

Bir piri mugau imam eylemiş.

Zemzemi terkedüp geçelim deyü,
Haramı helâldan seçelim deyü,
Mukaddes şarabı içelim deyü
Allah bize mahsus selâm eylemiş.

Ey hoca bu slrra değilsin agâh,
Anınçün şaraptan edersin ikrah,

Şu kalbi (Sulhi) ye Hazreti Allah,

Bu doğru sözleri ilham eylemiş.

BİR TAŞLAMA DAN

Metin Kutusu: CESARÎEş’anmızı şair-1 meydan olan anlar
Esrarımızı ehli sühandan olan anlar
Dil mektebi içre okuduk Mantık-ı tayrı
Güftanmızı debre Süleyman olan anlar.

Metin Kutusu: Halk şairlerimiz arasında, şahısları, fikirleri ve hâdiseleri ten-
denlere, Halife ve Padişahlara hak. ar et edenlere, halkın şikt
rini cesur bir dille anlatanlara da tesadüf edilmektedir, iştf
aç ömek:
(SEYRANÎ), eski şer'iye mahkemelerinin fecî berbadlığım şöy
latıyor:
HALK ŞİİRİNDE TENKİDÇİ RUH


I

Mahkeme meclisi icat olduğu
Çcşmci rüşvetin ahmaklığından!

Kaza, belâ ile âlem olduğu
Kazların kadıya uçmaklığından!

Selefin rüşvetle hüccet yazması,

Halefin anlayıp hükmün bozması,

Yıkılan binanın birden tozması
Asıl sermayenin topraklısından!

Asıl sermayei niyabetleri,

Emvali eytamdır ticaretleri!

Daveti rüşvete icabetleri
Sıdkilc gönlünün alçaklığından!

Bülbülün aşkıdır dalda öttüğü,

Çobanın sütedir koyun güttüğü,

Toprağın Hâbili kabul ettiği
Şüphesiz yüzünün yumuşaklığından!

Dünyadan Ahrete gidip gelmemek
Olmasa iktiza eder ölmemek
Balık baştan kokar, bunu bilmemek,

SEYRANI, gafilin ahmaklığından

   II —

Bir vakte erdi ki bizim günümüz
Yiğit belli değil, mert belli değil,

Herkes yarasına derman arıyor
Deva belli değil, dert belli değil.

Fark eyledik âhır vaktin yettiğin
Merhamet, çekilip göğe gittiğin,

Gücü yeten soyar gücü yettiğin,

Papak belli değil, Kürt belli değil.

Adalet kalmadı hep zulüm doldu,

Geçti şu baharın gülleri soldu,

'Dünyanın gidişi acaip oldu»

Koyun belli değil, kurt belli değil.

Başım ayık değil kederden, yastan,

Ah ettikçe duman çıkıyor baştan,

Haraba yüz tuttu bizim giilüstan
Yaylâ belli değil, yurt belli değil!...

RUHSA Xt
F. İS


   III —

KOŞMA
Zulmünden vekili âli Rasulün
Hicabtan sikkenin kızılı çıktı.

Şer’in ahkâmında zevll ukulün
Reylerinden halk usanıp bıktı.

*

Varsa söyle zulmün boyun bükmezin,
Bul ehli irfanın çile çekmesin.

Adalet küpünün dolup pekmezin
Bu zulüm sirkesi küpünü sıktı.

SEYRANI mazlumun malın yiyenin
Mertebem Tanrıdan yüce diyenin
Dünyada Tanrılık tacın giyenin
Hak derya çamurun ağzına tıktı.

   IV —

ZAMANIN HÜKÜMETİNE KARŞI

ŞİKÂYETNAME
Bu nasıl hükümet bu nasıl gidiş
Yanm kıl bütünü soraeak Allah
Semaya çekildi insaf adâlct
Bir dahi hükümet kuracak Allah (1)

Böyle mi gönderdi hükmü Kur'aıu
Böyle mi indirdi emrü fermanı
Böyle mi severler dini imanı
Ne yüz ile sana verecek Allah.

Yaradanı hiç aldın mı zikrine
Devamı varımdır ecap şükrüne
Bir kez de ölümü getir fikrine
Verdiği bu ruhu alacak Allah.

Kul eyledi nefis seni Şeytana
Taptırdı liraya sime divane
Soyunup çıkarsın yann meydana
Bak ne muamele kılacak Allah.

Çıkarırsın ardı gelmez nizayı
Kendine gel tahsil eyle rızayı
Ruhuna verirler türlü ezayı
Adalete hükmü verecek Allah.

(1) Şairin nüfuzu nazarını göstermesi itibariyle bu yazı rok
enteresandır.

Hazır cdüp cehennemi cenneti
Kabul etmez beşibirlik minneti
Âdil kullarına verüp rahmatı
Zalimi Nirane sürecek Allah.

Haram helâl demez seçmezdin yerdin
Ebet kalır şandın mekânın yurdun
Zıılmile bu kadar devlete erdin
Hak Mizan terazi kuracak Allah.

Hele fikret nere varacak halin
Gün begiin dolmakta yakın zevalin
Bir top bezden fazla var mıdır malın
Yarattığın rızkın verecek Allah.

Daim yanar gider Ruhsati şekil
Sıdkile diyvana ihfaye çekil
Her bir umuruma eyledim vekil
Benim dâvalarım görecek Allah.

Trakyanın meşhur folklor üstadı Şair Vahid Lûtfi Salcı’nın son
şiiri 2-2-950 tarihinde Lüleburgaz’ın «Özdllek» gazetesinde (Ey Ko-
ca Yargıç) adı ile çıkmış ve kendisi de 75 yaşında ölarak 3-2-950 ta-
rihinde vefat etmiştir.

Son yıllara kadar acı çeken, sefalete dûçar olan rahmetliyi is-
yanına rağmen Ulu Tânrı «Yüz bir seneye mahkûm» etmediğini
tebliğ eylemiştir.

EY KOCA YARGIÇ

Bana vermiş olduğun mahkûmiyet,

65 yıldır hâlâ bitmedi mi?

Nc kadar acı imiş bu esaret
65 jnldır senu yetmedi mi?

Ne l’lânıı, ne tebliği belli.

Ne karan, ııc de temyizi belli,

Ne ay, nc gün, ne de saati belli,

Hiç (mucibe), tasdika. gitmedi mi?

Şu hapishanede sürünüyorum.

Uçan gölge gibi görünüyorum,

Gece gündüz, ağlayıp inliyorum,

Sağır mı kulağın, işitmedi mİ?


Dün okurken şair Ahmet Haşim’in bir şiirini,

Eyledim gaip tamamen aklı da iz'&nı da!

Bir zamanlar saklıyordum câmı bir cânân için,

Aldı lâkin "şimdi açlık canı da cân&nı da!

Kırk kuruş verdim dün akşam bir kavun aldım, düşün.

Kırk kuruş versem alırdım eskiden bostânı da!

Dinleyen yok, muttasıl söyler durursun ey Nihat,

Sen okursan yazdığın mâniyi de dest&nı da!

!                           AKBABA İÇİN TARİH

Ah idüp derdi maişetle Ziya ve Seyfi
Koşuyorlardı bu kış günleri kısmet peşine
fieldi bir karga şu tarih ile gak gak diyerek
Dediler «Aydede» nln «Akbaba» konmuş leşine.

i                                                                                     Halil Nihat BOZTEPE

Allah rahmet etsin, Halil Nihad Boztepe, Trabzon’da Asken
Rüştiyede Arapça okurken hocasının bir öfkesini anlatırdı: «Kale
Resulullah» sözünü, Peygambere hürmeten «Rasuluilah buyurdu
ki...» diye tercüöıe eden hocafendı, kitapta sıra şaire gelince, ço-
cukların: «Kaleşşair...» i de «şair buyurdu ki...» diye tercüme ediş-
lerine sinirlenmeğe başlamış. Bir, iki sesini çıkarmamış. Ama, bir
başkası daha kalkıp: «şair buyurdu ki...» dediğini duyunca kendini
tutamamış. Kürsüden öfkeyle bağırmış:

  Ulan, dedi de, dedi, de! demiş. Senin şair dediğin peygam-
ber değil! O da senin gibi sersemin biri!...

Orhan Seyfi ORHON

(AĞAÇ KASİDESİ) NDEN
Zayıflamak modadır şimdi kız ne yer ne İçer?

Bir iğnenin deliğinden murad ederse geçer!

Bakınca anlamaz insan güzel mi, çirkin mi?

Bu gölge canlı mı cansız mı-, in mİ, ya cin mi?

Uçardı tüy gibi bir an içinde şüphen mi var?

Ayaklarında eğer olmasaydı karyokalar!

Vücuda nisbetl yoktur, o bir hayalettir!

Fakat neler biliyor, bak, ne der Cemal Nadir:

Kavalyeler lıcp uııun... Çünkü dansı bir san’at!

Eliyîe yaptığı kekte!... Sunarsa iç, bir tat!

Olnr mu baş kuvaförsüz? Ya, olmuyor gerçek!

Nasıl gezer pedikürsiiz ayakla? A, nc demek?

Onun kadar yüzecek varsa bir balıklarmış!

Tütün fena ise bir tek nefeste anlarmış!

Kızın mahareti olmuş mesel oyunlarda.

Durur mu, her gece oynar, büyüğünü oynar da!

Be2iktc bâzı yaparmış ki öyle kombinezon,

Üç elde hasııum olmuş görürsünüz Rüblkon!

Rölansı müthiş imiş, yok pokerde bir dengi!

Çekince resti atarmış rakibinin rengi!

Biriçte bir eşi yok. Öyle deklârasyonlar
Yapar ki şaşmak için... Türlü sürprizleri var!

Merakı hep de Şilcm’dir, Gran değilse Pöti!

Kulüpte herkesi kıskandırır bu marifeti!

Kızın bayıldığı civcivli bir oyun da Frap!

Olur Asist diyenin karşısında hali harap!

Oyun mu istediniz, çok. Fakat şu var ki para,

Kazandıran üç oyundur; Kolon, Koşu, Bakara!

Zamane görmedi, görmez de böyle sanatkâr!

Dilerse kız sırık atlar, dilerse gülle atar!

Bütün bu şeyleri bilsin de varmasın kocaya,

Ve kurmasın yuva hâlâ... Yazık, bu oldu mu ya?

İlâhi, bunca hünerlerle kalsın evde bu kız!

Bu hale yanmalı âlem, yürekler etmeli cız!

Desin zavallıya tekmil mahalle halkı kalık!

Üzüntüden ölecek kızcağız, bakın, ııe yazık:

Başında saçtan eser yok... Ya var mı kaştan eser?

Bıyık denen şeye oğlan da düşman oldu... Keser!

Halil Nlhad BOZTEPE

ESKİ MATBUATTAN HÂTIRALAR

ABDÜLBÂKİ FEVZİ ULUBOY

Eski tarz şiirde, yani Divan edebiyatında çok kudretli bir şau’-
di. En kudretli şiirleri Aydede, Akbaba, Zümrütanka gibi eski siyasî
mizah gazetelerinde çıkmış, okuyucular arasında da bunlarla şöh-
ret yapmıştı.

Bu şiirleri sureta şaka tarzında^ bazı tezyif ve tehzil kılıkjı
olur, ekseriya da bu şaka kıyafeti altında şiddetli tenkidleri ihtiva
ederdi. İnsan bunlara bir taraftan gülüp geçerken, bir taraftan da
düşünmekten kendini alamazdı. Hoş, zarif,- görünüşte yumuşak ve
lâtife yoluydu ama, hakikatte, günün mevzu ve icaplarına göre ol-
dukça şiddetli, hattâ bazı da, mâruf tabiriyle yenip yululamıyacak
şeylerdi. Zaten hoş tarafı da burasında, böyle olmasmdaydı.
'

Onun târizerine, tenkidlerine hedef olanlar kızarlar, fakat kı •
zarken gülmekten de kendilerini alamazlardı. Onun şiirleri, kadif-j
eldiven içindeki demir yumruk gibiydi: görünüşü hoş, zarif, tüylü,
süslü, fakat hedef olmak korkunçtu. Ama, o korkunçluk içinde de
bir letafet, bir zerafet vardı.

Abdüibaki Fevzi merhumun başından bin bir türlü macem
geçmişti. Fakat her zaman ayni sakin ayni efendi adamdı. Kimseye
ne halinden şikâyet eder, ne de gık derdi. Pek yakınlarına mı? Onu
bilmiyorum.

Son zamanlarında, son günleri sayılması lâzım gelen günlerde,
geçen sene, Cağaloğlunda eski Eminönü Halkevinin önünde rast-
ladım.

Nasılsın üstad? dedim.

   Çok şükür, iyiyim! dedi.

Fakat ben bir görüşte hissettim ki, pek de iyi değildi. Elinde
baston, ağır, ağır sallana sallana yürüyordu. Etrafına bakınıyor.
Halkevi önündeki ilânları okur gibi yapıyor, karşı tarafa, merhum
tütüncü ve bayi Niyazinin dükkânına doğru bakıyor, karşıdan ba-
kanlara, yürüyüşünü mecalsizlikten değil de, hani, etrafa bakma
merakından gelme gibi göstermeğe uğraşıyordu; fakat, belliydi ki.
bakmışını yürüyüşüne göre ayarlıyordu.

Edebiyat muallimi idi. Hem de edebiyat ' muallimlerinin en
kudretli ve ehliyetlilerindendi. Maarifteki dosyasmda şerh neydi,
ne kadar taltif, ne kadar takdir kazanmıştı, onu bilmem ama, ben,
sözü geçen, alâkalı bir adam olsaydım, ona taltif nameler, takdirna-
meler vermek değil, dosyasını Güzel Sanatlar Akademisi altın va-
rak hocası Hüseyin Efendiye varaklattırıp yine ayni Akademinin
teclit ve tezhip hocası İsmail Hakkı Beye ciltlettirir. Vekâlet Zat İş-
leri dairesinin en mutena bir yerinde bir köşe ayırtır, merasimle
oraya koydururdum.

Mütevazi, efendi bir adamdı. Sözünde sohbetinde gayet nazik,
gayet efendi, gayet nüktedan, fakat bazı da alaycı ve târizciydi

Galiba mütareke içinde, Sirkecide bir müskirat deposu açmış -
tı. O zaman şimdiki gibi Tekel, mekel yoktu. Rakılar gerçi daha ev -
velden olduğu gibd Sakız adasından filân gelmezdi ama, âmiller ta
rafından yapılan yerli rakılar da epey iyi rakılardı. Kapalı şişe mçc.
ouriyeti de yoktu. Rakılar fıçılardan şişelere doldurulup okka ; e
satılırdı. Abdülbaki Fevzi merhum, deposunda, gelen eşine dostuna
doldurup doldurup ikram ederdi.

Abdülbaki Fevzi merhumun mahlesi (şiirde namı müstear de
mek) Râsıd’dı. Kadîm tarzda şiiri ne kadar tabiî, ne kadar kolay
lıkla kaleme aldığı verilen örneklerden pekâlâ anlaşılır.

Ne yazık ki, dünya işlerine pek akıl erdirememiş olan bu s»
natkâr da, «essiz sedasız, bir kaç ay evvel aramızdan elini eteğini
çekip gitti. Hayatından şekva etmeden... Ama, öyle mi dersiniz?
Kim bilir?

Allah rahmet eylesin!

Hüvel _ Hallâk - el bâki!

Türkiye Haftası 1954                             Hüseyin ŞEHSUVAİK

Divan tarzı söyleyişle, günün olaylarını karikatürize eden bir
başka mizah şairi de Abdülbaki Fevzi’dir. Bu imzanın, mütareke
yıllarındaki mizah mecmualarında Be-tarz-ı Kudemâ başlığı ile ya -
yınladığı manzumelerinde kuvvetli ve zevkli bir söyleyiş görülür.
■Türk Edebiyatı Tarihi)                         Nihad Sami BAN ARLI

BETARZ-I KUDEMÂ

BU MENZİLLERDE KERVAN BULMANIN İMKÂNI YOK ŞİMDİ,
SOĞUK BİR KÂSE AYRAN BULMANIN İMKÂNI YOK ŞİMDİ.

Sadâkat-plşe canan bulmanın imkânı yok şimdi

Garazdan sâlim insan bulmanın imkânı yok şimdi.

Görürler müstahak her çevre efrâd-ı ahâliyi,

Muvafıklarda vicdan bulmanın imkânı yok şimdi.

Suratlar simsiyah olmuş, kızarmaktan müberrâdır,

(Cebîn-i pâk-ü rahşan) bulmanın imkânı yok şimdi.

Etekler bûs edilmekten serâpa salyalanmıştır,

Temiz bir tane dâman bulmanın imkânı yok şimdi.


Temâmen yurdu Iâyüfhemler etmişlerdir istilâ.

Beş, on erbâb-ı iz’an bulmanın imkânı yok şimdi.

Babanlar zevka dalmışlar, müdiran hâb-ı gaflette.
Şikâyet dinler erkân bulmanın imkânı yok şimdi.

Diriğaa! tâ esâsından bozulmuştur bugün âlem,

Nizâm-ı dehre imkân bulmanın imkânı yok şimdi.

Adem âbâda dönmüş memleket, eyvâhlar olsun,

Tehi ev yâ apartman bulmanın imkânı yok şimdi.

Geçim derdiyle her kes tatlı cânmdan usanmıştır,

Velev bir şahs-ı handan bulmanın imkânı yok şimdi.

Bugün yüz binle oynar çerçidir zannettiğin tâcir,

Beş, on binlik bezirgân bulmanın imkânı yok şimdi.

Ne alsan mutlaka eksik çıkar tartınca hânende,

Yazık, bir doğru mizan bulmanın imkânı yok şimdi.

Hemen her kes tarik-1 istlkaametteıı uzaklaşmış,

Kiilâh etmez müsülman bulmanın imkânı yok şimdi.

Emin ol, arkadaş, bir hayli meydan var bu illerde,

Fabat bir tek küheylân bulmanın imkânı yok şimdi.

Sakın bir kimseden - bir nebze olsun - sen hulûs umma,
Jiakihat-perver ihvan bulmanın imkânı yok şimdi.

Nazir-i şûrezâr olmuş edeb gülzârı vâhayfâ,
Teccmmû’gâh-ı irfan bulmanın İmkânı yok şimdi.

Var amma hayli pars, kaplan, çakal, şempâze, kurt, tilki,
Bu ormanlarda aslan bulmanın imkânı yok şimdi.

Nc zannettin, behey câhil, behey gaafll bu (Râsıd) la.

Boy ölçer bir suhandan bulmanın imkânı yok şimdi.

TELEHHÜFÜ FEYLESOFANE

Rıza Tevfik lisanından
Yuf çarhı cefapervere, edvarına hem yuf
Etvarına yuf, meşrebi mişvarına hem yuf
Ayana geçirdiyse de güldürmedi bir gün
Eşvakına yuf, savlet-i ekdarına hem yuf
Giydirmedi asla sana bir sırmalı came
Kaftanına yuf, aslına astarına hem yuf


   2oa —

Yuf hanei himmarına kim badesi semdir
Minasına yuf sagar-ı serşarına hem yuf
Karbon gibi yandırdı edüp kils ile' hembezm
Kimyasına yuf, hâmız-ı tartarına hem yut
Bir saati bir saatinin aynı değildir
Eyyamına, avamına, âsanna hem yuf
Yok anda haridah metaı hünerin hiç
Çarşısına yuf küçe ve pazarına hem yuf
Karpuzları ikbal-i saadetle eder şâd
Mizanına yuf okka ve kantarma hem yuf
Bostanım berbad-ı semum eyledi berbad
Şalgamına yuf lâhna ve pancarına hem yut
Yuf (vakt) ine (akşam) ma (ikdam) ve «saJ>aü» >»

Yuf sahib-i (tevhid) ine efkârına hem yuf
(Dergâh) ına girdim ne güler yüz ne de söz yar
Şairlerinin sazına, eş'anna hem yuf
Çok cezrimi almakta varakpare-i (cezri)

Sahiplerinin dide ve enzanna hem yuf
Bir gün dili şâd eylemeyen (çeşm-i siyah) ın
Bilcümle haridar-ı füruhtanna hem yuf
(Mahfe!) de gezinmek beni iz’aç ediyor pek
Bânisine yuf, sakfına, divanna hem yuf
Daldırdı (Rıza) aklımı derya-i cünuna
(tspenser) e yuf, eşher-i âsarına hem yuf

Abdülbaki FEVZİ

ALİ RAGIP’TaN HÂTIRALAR

Yalvaçlı Ali Ragıp bizden bir yıl sonra Konya idadisinden me-
zun olan bir arkadaştır. Fakat o sınıftaki diğer üç arkadaşiyle bir-
likte onlar kolaylıkla mezun olmamışlardı, tik önce isyana benzer
bir hareketle itham edildikleri için mektepten kovulmuşlar, sonr?.
Maarif Nezareti umumî müfettişlerinden Kâzım Nâmi tahkikata me-
mur olarak gelmiş ve onun çok adilâne, içi ve özü gören kültürlü
görüşü sayesinde tekrar mektebe alınarak diplomalarını elde etmiş-
lerdir. İşte, galiba ben Ali Ragıbı bütün Konyayı işgal eden bu hâ-
dise münasebetiyle tanıdım. İdare basit ve dar bir zihniyetle, sınıf-
larının en seçilmiş talebesi olan dört çocuk için tard karan vermişti.
O zaman bu dört genç bütün zekâlarını, bilgilerini, cerbezelerini
faaliyete geçirerek mücadeleye girişmişlerdi. Ragıp çok kuvvetli ka-
lemiyle kendilerini müdafaa ediyordu. Bu münasebetle yazılmış bir
iki marıZ'jTivesini görmüş, teknik mükemmeliyetine ve lirik kuvveti-
ne karşı hayran kalmıştım. Şekil itibariyle divan edebiyatına meyli
fazla id:.

Ben divan tekniğini ve zevkini Ragıptan aldım. Destan ve Ir.oş
ma şetlinde de o, bana rehberlik yaptı. Ben o zamanlar (Fecriâti)
üslûbunun tesiri altında idim. Belki yenî cereyanlara onu biraz yö-
nelten de ben olmuşumdur. Fakat o, doğuştan şair denilecek kader
coşkun ve kuvvetli idi. O zaman gördüğüm yazılarından bir iki beyit,
hatırımda kalmıştır:

Bir gedayım mesnedi bâlâya etmem serfüru
Levsile mâli olan bir câya etmem serfüru
Şöyle girdabı hazada çarpışub emvac İle,

Gark ol ur da mevcei deryâya etmem serfüru

Sonra" diğer bir beyti:

Lâşei tjmmide değmez tlği pertev bârımız
Korkarız çirkâbden yoksa belâlardan değil
Ragıbm yüksek, hiç bir kaba sığmayan ruhunun taşkınlıklarını
anlamayanlardan birisi gıyabında ona «serseri» demiş o da derhal
Serseri' redifli bir manzume yazıyor:

Ben değil yalnız bütün âlem seraser serseri
Serseriler kim bakıp her şeye derler serseri
Air karanlık hilkatin mevlûdi bi iz'aıuyım
İftira etmez baııa asla diyenler serseri
En basit bir serseridir kim o bazan zanneder
Kendisinden başka her kim varsa ekser serseri
Ben neyim hem âlemin, hem kendimin bazicesi
Ben miyim, âlem midir yahut ki yekser serseri
Görmedim, fevkinde bir idrak ve hikmette eser
An kopuk, Hurşit sersem, neemi hâver serseri
Hangi sersem der ki bu mesut, bu menhustur
Kise nâdaran mı bilmem, yoksa banker serseri.

Serserilik bir müebbet hassa mevcudiyete.

Zihnimi tahrik eden her fikri hoş ter serseri.

Serseriyim, serserilik bir meziyettir bana,

İtiraf etmez bunu zira bugün her serseri...

Metin Kutusu: Namdar Rahmi KARATKYı Kitaplarımın Hikâyesi: 1952)


Namdar Rahmi Karatay

Halk ağzında dolaşan ata sözlerinden birini ele alıp onun üze-
rine bina ettiği beyitlerle cemiyetin -bütün hususiyetlerini ortaye
koyan zarif ve gevrek birşeyler söylüyor zannını uyandırarak hiciv
neşterini yaranın tam ortasına batırmasını bilen usta filozoftu.

Onu, ilk, defa, geriden geriye, Maarif Cemiyetinin Bursa Kız
Lisesinde edebiyat hocası iken tanımıştım. İki hafta sonra almak
üzere verdiği tahrir vazifelerinden kızkardeşrme ait olanı ta Londra-
dan görür, tashih eder ve onun -beğendiği hale sokrdım. Nihayet bir
defasında farketmiş ve bana sitemle birlikte selâm göndermişti. Ara
da bir yazdığı mizahî manzumeler, hafif ve kıvrak edaları altandi-
derin ve usta hicivleriyle herkesin alâkasını çekiyor; hele nakaıe
tında halk mesellerinden birini ele alıp vezne koymuş olması, çok
eski bir şeyi tekrar etmek ve ezberlemek hissi ile ağızdan ağıza do-
lamıyordu. Onları ben de zevkle okuyor, ibretle tekrarlıyordum. Gü-
nün birinde Ankarada karşılaşmamız kısmet oldu. Hemen birbirin:
çoktan görmemiş eski ahbaplar gibi kaynaştık. Düşüncesinin binde
birini bile yazılarına koymuş değildi Bizde müstakil felsefi görüştt
olan üç beş münevverden biri idi. En karışık İlmî meseleleri -bir hi-
kâye sadeliğiyle anlatmasını, içe sindirmesini biliyordu. Neden scn-
ıa, Karacaahmede yakın bir yerde satın aldığı bir ahşap eve sığın-
dığı hastalık zamanında, onu kızkrdeşimle birlikte ziyaret etmiştik.
Dili, ağzının içinde zor dönüyor fakat yine nükteli mazmunlu ko-
nuşmaktan geri kalmıyordu. Şu bu hayranından şu bu talebesinden,
zaman zaman haberini alıyordum; dilinin çözüldüğü, bacaklarının
doğru dürüst kımıldadığı oluyor, fakat ataik ruhu coşup da bu zorla
iyi olmuş sarsak vücudü zorlayınca yeniden eve kapanmaya hatta
yatağa düşmeye mecbur oluyordu. Nihayet geçenlerde o yüce ve
hırçın ruh o sarsak ve bitkin vücudü-bir silkeleyişte yere serip ba-
şını aldı gittiK.. Dünyanın bu boş zahmetlerine yuf borusu çekeır
bir şiirini şimdi kulaklarımıza fısıldar gibidir:

Kırk gün taban ctl bir gün av eti.

^vcılıkla başlar tarihi beşer

Öyleyse durmadan avlanmasıdır  ^

Lâkin bu iş bir az yorulmak ister

Kolay iş değildir çoktur zahmeti
Kırk gün taban eti bir gün av eti.

Canın keklik ister Ördek vurursun
Bıldırcın sanırsın leylek vurursun

Bir sürü içinden bir tek vurursun
Bazı av bulunmaz gezer durursun

Takat sağlam tutmak gerek niyeti
Kırk gün taban eti bir gün av eti.

Bin türlü avcılık olur koruda
Kimisi günlerce yatar pusuda
Kimisi avlanır bulanık suda
Kiminin ömrü de geçer uykuda

Çile dolduranlar bulur himmeti
Kırk gün taban eti bir gün av eti.

Her alanda olur türlü avcılar
Şakşakçılar tuzakçılar tavcılar
Yavru baz taşıyan göz bağıcılar
Gözleri sürmeli nice hacılar

Hepsi de sabırla bekler kısmeti
Kırk gün taban eti bir gün av eti.

Avcılıkta bazan yürünmek gerek
Yerinde bir posta bürünmek gerek
İcabında yerde sürünmek gerek
Bazan da şahlanıp görünmek gerek

Çoktur sürünerek bulan nimeti.

Kırk gün taban eti bir gün av eti.

^

Durur durur bir turnayı vurursun
Bazı ceylân İster ayı vurursun
Fırsat düşer bir kurt dayı vurursun

Şansın varsa arslaıı payı vurursun

si

Hiç bir şeyde yoktur avıni lezzeti
Kırk gün taban eti bir gün av eti.

İnsanda ilk içtimai hayat ve medeniyet alâmetinin avcılık ol-
duğunu. bu suretle başkasının sırtından geçinmek, başkasını yiyeıek
kendi hayatını sağlamak tabiatının ta o zamandan başgösterdiğini
bir basit felsefî hakikat olarak belirtmekle işe başlayıp; cemiyetin
san günlerindeki iltimasa, dalkavukluğa kadar bütün devirelre yer
yer, cımbız cımbız dokunarak geçen bu manzumeyi zevkle bir dana,
okumak arzusunu duymuyor muyuz? çiçeği burnunda yeni şairler-
den bazıları, yakaladıkları bir espriyi evirip çevirip bir kocaman te-
kerleme haline sokmakla gerçek yeni şiire başarılı bir örnek verdik-
lerini zannediyorlar, halbuki mizah her zaman için edebiyatın en
makbul en. revaçta şubelerinden biri kalacaktır. Mizaiıî şiir ayrıdır,
ciddi şiir ayrıdır. İlle ciddî olacak diye saça kar yağmaktan, ciğer?
kan oturmaktan bahsetmek hiç de şart değildir; bütün bunları tek-
rarlaya tekrarlaya dilimizde tüy bitti. Yeni şiirin samimiyetine hay-
ranız fakat lâubaliliğinden de o kadar bezginiz. Neyse, bunlar sözün
gelişi; biz yine Fazıl Ahmetten sonra, şiirimize mizahı getirmekte
eşsiz olan Namdar Rahmiyi anmakta ve tanıtmakta devam edeLim-
Karatay soyadından da belli ki Namdar Rahmi KonyalIdır \ e
Konyanın en şanlı ve san’atlı türbesi Karataydan bu ismi bulmuş
tur. Bu zeki ve hassas Anadolu çocuğunu bakir ve verimli bir top-
rak gibi keşfeden bir Maarif müsteşarı, bir kaç arkadaşiyl-e beraber
felsefe tahsil etmek üzere Fransaya göndermiştir. «Paris mektupla-
rı» isimli kitabında, sessiz sadasız, o günlerini anlatırken, orada
müstesna kürsülerden edindiği bilgilerini, yerli ve derin, bize o de
ğilden nakletmesini çok iyi başarmıştır. En acayip zevklere düşkü a
çağında saatlerinin çoğunu kitaplar arasında geçirmiştir. «Kitapla-
rımın Hikâyesi» isimli eserinde şöyle söyler:

«Ömrümün mühim bir kısmı kitaplar arasında geçti. Bun..:
övünmek için değil, belki dövünmek için söylüyorum. Nitekim hal'c
arasında her nedense pek yayılmış olan bir destanımda bundan b<ah
sederek:              ’

Bilmem kİ nc olmaktı, scniıı gayen, maksadın?

Fare gibi kitaplar arasında yaşadın.

Ne dans ettin, eğlendin; ne de sevdin kız kadın
Kim dedi hey serseri gençliğine kıy diye
Geçti Bor'un pazarı sür eşeği Nlğdeye.

Demiştim. Hakikat de bu! Fransızlar kendini bütün bütün ilme
yererek hayatını kütüphanelerde geçiren adamlara «Kütüphane fa-
resi» derler. Ben bu adamlara hâlâ imrenirim...» Kitaplarının ara-
sında gömülü yaşadığı günlerde cemiyeti ihmal etmez, onun dertle,
riyle dertlenir, oılun seviyesizliklerine yanar, inkılâplarına sevinir
ve söylenir dururdu:

Başta kavak yelleri esdiği günler hani
Umduğumuz neşeler, şerefler, ünler hani?

Beklenilen alaylı, şanlı düşünler hani?

Servi gibi ümitler döndü birer İğdeye
Geeti Bor’un pazarı sür eşeği Nlğdeye.

 


 

Eski şair — Şair Pertev Faşa, bir şiirinde:

«Gelmişiz ölmek üzre vâ hayfâ!» diyor.

Bob-stll şair — Çok güzeeel... Hayfa bombardımanı haklandı*
mı yazmış üstad!...

Haşanın böreğine vaktinde yetişmeli
Hiç durmadan gövdeye atıştırıp şişmeli
Yanıp da kavrulmadan mükemmelen plşmeli
Sonra seni almazlar hiç bir yere çiğ diye
Geçti Bor’un pazarı sür eşeği Nlğdeye.

Bu güzel ve kıvrak söyleyişin öyle nükteleri vardır ki ancak
şîhitİ tarafından ilk ve son defa kullanılmıştır. İşte meselâ, resmi
büro anlamına daire ile, bildiğimiz hendese şekli daire arasında git
ze] bir kelime oyunu:

Sende cevher var imiş herkes onu ne bilsin
Kimler böyle züğürdün huzurunda eğilsin,

Şöyle bir dairede müdür bile değilsin
Ne çıkar öğrenmişsin mesahası piy diye
Oeçti Bor’un pazan sür eşeği Niğdeye!

Nedim, gazellerinden birinde, benim şair tabiatım o kadar coş-
kun ve cömerttir ki, der, bir gül istesem, bana bir gül tarlası verir.
Namdar Rahmi Karat ay'a da yüz yılların mahsulü, gerçek halk gö-
rüşü, bir tekerleme verin, size kocaman bir manzume versin ki için-
de Türk halkının bütün hayat telâkkisi, bugünkü cemiyetin bütün
aksak tarafları, billûr sürahideki su gibi.parıl parıl görünsün:

Eioğlunu bilmezsin o nc hinoğlu hindir
Pamuk gibi görünür granitten çetindir
Arkandan kuyu kazar dibi yoktur derindir
Açılma el oğluna anlamadan soyunu
Karamanın koyunu sonra çıkar oyunu.

Ne dişisine inan ne de erkeğine kan
Dişisi erkeğinden olur bin kat afacan
Yüzüne güle güle damarlarından çeker kaıı
önce koklatır sana gülünü şebboyunu
Karamanın koyunu sonra çıkar oyunu.

Senin aybını arar afcfcabın bir iş gibi
Arkanda dolaşırlar sanki müfettiş gibi
Bırakırlar ortada seni bir ibiş gibi
öğretirler dünyanın körfezini koyunu
Karamanın koyunu sonra çıkar oyunu.

Doğruyu görsen de sen ulu orta anlatma
Bağır çağır nağra at fakat sakın taş atma
Elini uzat amma boyunu hiç uzatma
ölçünü alırsın ha uzatırsan boyunu
Karamanın koyunu sonra çıkar oyunu.

Ne tilkiye eğri bak ne de kurtlarla barış
Nc etlisinden bahset ne de sütlüye kanş
Ne ağzı açık koyarlar sonra seni bir kanş
Nene gerek elin üç keçisi beş koyunu
Karamanın koyunu sonra çıkar oyunu.

Granit, koy gibi kelimeler olmasa; Seyranı gihi, Ruhsatı güvi
bir usta ve hâkim halk şairinin yazdığı destan sanacağız. O kadar
candan, o kadar bizden... Ah ne fayda «Nsmdar Rahmi Karatay’a

F. 14

yüzyılların mahsulü bir tekerleme verin de size kocaman bir man-
zume yaratsın» diyemiyeceğiz artık. Halep burada amma arşın ye-
rin altında... Onun kolay kolay ölçülmez derin bilgisine ve mükem-
mel hicvin© artık sadece hasretiz!

Yirminci Asır: 17-9-953                     Behçet Kemal ÇAGIAR

GEÇTİ BORUN PAZARI
BAŞTA kavak yelleri estiği glinler hani
Umduğumuz neşeler şerefler ünler hani?

Beklenilen alaylı, şanlı düğünler hani?

Servi gibi ümitler döndü birer İğdeye,

Geçti Borun pazan sür eşeği Niğdeyc!

Sende cevher var imiş, onu herkes ne bilsin?

Kimler böyle züğürdün huzurunda eğilsin,

Şöyle bir dairede müdür bile değilsin.

Ne çıkar öğrenmişsin mesahası piy diye,

Geçti Borun pazan sür eşeği Niğdeye!

Bilmem ki, ne olmak di senin gayen, maksadın?

Fare gibi kitaplar arasında yaşadın,

Ne dansettin eğlendin, ne de sevdin kız, kadın,

Kim dedi hey serseri gençliğine kıy diye,

Geçti Borun pazan sür eşeği Niğdeye!

Gönül ne çalgı ister ne eğlence, ne de dans,

Ne güzel kadınların önlerinde reverans,'

Kapandıkça kapandı bunca yıldır kahpe şans,

İhtiyarlık gölgesi perde çekti dideye,

Geçti Borun pazan sür eşeği Niğdeye!

Fırsatı iyi kolla sakın olma dangalak.

Genç iken vur partiyi, durma, ye, keyfine bak,

Sonra İç şampanyalar, viskiler, bardak bardak,
Dokunuyor üç kadeh şimdi bizim mideye,

Geçti Borun pazan sür eşeği Niğdeye!

Haşanın böreğine vaktinde yetişmeli,

Hiç durmadan gövdeye atıştırıp, şişmeli.

Yanıp da kavrulmadan mükemmelen pişnıeli,

Sonra seni almazlar hiç bir yere çly diye.

Geçti Borun pazarı sür eşeği Niğdeye!

1933 — Namdar Rahmi KARATA T

Geçti Bor’un Pazarı

NAMDAR RAHMİ’YE NAZIRI

Gece gündüz demeden, pusulara yatardık;

Bıldırcınlar, keklikler, güvercinler tutardık,

Bazan hapı yutturur, bazan hapı yutardık,

Taş gibi lokmaları çiğnemeden yutardık,

Birden bir hazımsızlık ârız oldu mideye:

Geçti Bor'un pazarı, sür eşeği Nlğdeye.

T az görmeden eridi, dağların karı, buzu,

Uyuz koyuna döndü sürümüzdeki kuzu,

Hiç bir baytar tedavi edemez o uyuzu,

Soframızda daima bulundururken muzu,

Şimdi fitiz bir çürük muşmullaya, iğdeye;

Geçti Bor’un pazarı, sür eşeği Niğd,eye.

Şanssızlıkta blzlerin yer yüzünde yok eşi,

Hepyek, dubara attık, atamadık düşeşi,

Çok gözledik, doğmadı bahtımızın güneşi,

Ancak Milli Piyango söndürür bu ateşi.

Son ümidimiz bağlı kaldı son keşideye;

Geçti Bor’un pazarı, sür eşeği Niğdeye.

Şebabet kisvesine bürünmek istiyoruz;

Genç kızlara karşı genç görünmek istiyoruz,

Ayaklan altında sürünmek istiyoruz.

Bir atımlık barutla öğüıınıek istiyoruz.

Yüzümüze bakan yok artık kartlaştık diye,

Geçti Bor'un pazarı, şiir eşeği Niğdeye.

*                                 NECDET ATILGAN

(Geçti Bor'un pazarı) tâbirinin mânası

Çoğumuzun «artık iş İşten geçti», yahut ta «ne çâre ki fırsatı
kaçırdık. Ba,jka fırsat ara» mânasına kullandığı «Geçti Bor’un pa-
zarı, sür eşeği Niğde’ye..,» tâbiri, sade halk diline değil, Türk ede-
biyatına da mal olmuştur.

Bu tâbirin nereden meydana çıktığı hakkında çeşitli rivayet-
ler ve izahlar vardır. Fakat hemen hepsi de birbirine yakın şeyler-
dir.

Her hafta Pazartesi günleri Bor’da pazar kururlur, civar köy-
lerden gelen halk burada mallan m satar ve mal satın alır. Malla-
rını Bor pazarında satamayanlar, yahut ihtiyaçlarını sağlamıyanla.'
salı günü kurulan Niğde pazarına yetişirler.

Pazar) kurulacağı günün arifesine o bölgede Deri denir. Dert
Türkçede toplantı, müşavere mânasına gelir.

Bir gün eşeğiyle yola çıkan köylü Bor’daki Deriye yetişmek ar-
zusundadır. Fakat son derecede yorgundur. Eşeğini bir ağacın di-
bine bağlıyarak uykuya dalar. O kadar çok uyur ki gözlerini açtığı
zaman günlerden pazartesi olmuştur. Fakat o, bunun farkında de
ğildir. Bor pazarına yetişmek arzusundadır. Pazar yerine geldiği
vakit, toplantının dağıldığuu görür, eli böğründe kalır. O zaman
kendisine üzülmemesini, mallarını satılması için bir imkân daha,
mevcut olduğunu söylerler.

«Geçti Bor'un pazarı,

Sür eşeğini Niğde’ye!...»

derler.

AL KAŞAĞI GİR AHIRA

Ey hakikat, sen ki bana el âlemden yakınsın,

Hiç kimseyle sözüm yok, haksız olan sakınsın,

Ben yazayım doğru bir söz, her mecliste okunsan-..
Niçin seni yolsunlar da eller sorguç takınsın?

Ziilf-ü yâra dokutturmuş, dokunursa dokunsun,

Al kaşağı, gir ahıra, yarası olan gocunsun.

Demokratız gerçi bugün, fakat bundan ne fayda.
Klrnl yaşar kulübede, kimi yaşar sarayda,

Kimi ekmek nafakası kestiriyor urayda.

Kimi ahr oturduğu yerde beşyüz bin ayda,

Hem de vardır İçlerinde aygır, eşek, at tosun^

Al kuşağı, gir ahıra, yarası, olan gocunsun.

Hep paradır her tarafta yaptığımız hak diye,

Bu kuvvetle gösterirler karayı da ak diye,

Emretseler yakacağız Beytııllah’ı yak diye,

Uzatırız boynumuzu, kelepçeyi tak diye.

Hakkı dahi vuracağız, yeter densin, vurulsun,

Al kaşağı, gir ahıra, yarası olan gocunsun,

Jurnalcilik, riyakârlık geçer akça mal gibi,

Namusu da yemişlerdir çoklarımız bal gibi,

Kahbeliği bürünmüşler üstlerine şal gibi.

Bilâperva eğilirler her kuvvete dal gibi,

Sen milletin derdine yan, onlar kına yakınsın,

A] kaşağı, gir ahıra, yarası olan gocunsun.

Boklarında mücevher mi bulunmuş bn itlerin?

Bu milletin ensesinde çullanan ifritlerin,

Bir keyf için boğdurulan, ezilen yiğitlerin,

Vatan, millet bayrağında can veren şehitlerin,

Herkes memnun durumundan bize kimler acısın?

Al kaşağı, gir ahıra, yarası olan gocunsun.

Her çağında böyle midir bu dünyanın düzeni
Eloğlu bak yutturuyor lüfer diye sazanı,

Millet bir gün zora gelip kaldıracak kazanı,

Seyreyleyin siz o zaman devrileni, sızanı.

Ky dünya sen ne maskara, ne dönek bir acunsun?

Al kaşağı, gir ahıra, yarası olan gocunsun.

^                                Bursa — IMS

SİZİNKİ TATLI CAN DA BİZİMKİ PATLICAN MI?

Görmüyoruz sanmayın iç yüzünü işlerin..

O doğru duruşların o iğri gidişlerin..

Neler çiğnediğini hiç durmadan dişlerin..

Ne yolda dolduğunu o yaldızlı fişlerin?

Biliriz yenileni kuzu mudur, tavşan mı?

Sizinki tatlı can da bizimki patlıcan mı?

Maroken koltukların çıkardınız tadını..

Yokladınız güzelin evcilini, yadını,

Şu ince belli kızı, şu fıkırdak kadını.

Ne dediniz olmadı bir yosma mı, civan ıııı?

Sizinki tatlı can da bizimki patlıcan mı?


BESİM ATALAY İBRAHİM ALÂEDDİN GÖVSA ARASINDA

HİCİV DÜELLOSU

3  Ekim 1932 tarihli Son Posta gazetesinde Besim AtaLay'ın
rahmetli İbrahim Alâeddln’in ağzından yazdığı kaside, bazı cinaslı
tarizleri ihtiva ettiğinden İbrahim Alâeddin de kendisine cevap
vermiş ve bu iki edib arasında bir ay devam eden bir
ma.n7.1iTn hiciv
düellosu olmuştur. Bunları karşılıklı olarak aynen naklediyoruz:

MERSİYEİ ALÂÎ
BERAYİ LİSANI OSMANÎ

   İbrahim Alâeddin Bey ağzından — «Şaka»

Ey lisanı üdebayı eşher
Vey beyanı şuarayı eş’ar
Ey nlgân suhanarayı edep
Vey perii çemen istaııı hüner
Habbezâ goncel gülzarı kemal
Habbczâ membaı feyzi ezher
Habbezâ natıkai sihri helâl
Levhaşallahü tealel’ekber
Elveda bülbülü bağı bülega
Elveda tatil şlrü şekker
Elveda aksi heyahayı cenan
Elveda gulgul huldü enver

Ey benim şaaalı, şanlı dilim
Vey, bana sevgili mirası peder
Nice yüz bin üdebayı kudema
Bu dili söyllycrek etti güzer
Nazmü nesrü gazelü methlyye
Hep seninle yazılırdı yer yer
Sen düzelttin dilini etrakin
Sen kİ vermiştin ana revnakü fer
Bilmedi kadrini asla bilemez
Bir alay derbederi ilmü hüner
Sen o hallâkı meanisin kim
Sana eelâf edemez hiç zarar
Bu senin ulviyeti şanındır
Seni Türk anlamıyorsa ne keder
Ruh idrak olunur mu, nitekim
Kiinhii bariyi hiç anlar mı beşer?


Sana yıllarca emekler verdim
Bilmeden aslını ettim ezber
Bu kadar cehdü cidale rağmen
Tine ben anlamadım sertaser.
Sana merbnt bütün irfanım
Sana matuf bütün güsisler.

Seni yıllarca okuttum okudum
Şimdi olsun mu mesaim ebter
Milketl nesre hükümran idim
Vadii şiirde açmıştım per
Sevemem hiç avam lehçesini
Olamaz şivei (Türki) de eser
Hepsi üçyüz kelime Türkçe denen
Kim bulur fikrini takrire zafer
Kini eder şiirde tasviri hayal
Kim açar ufku beyana şehper
Hiç alır mı sokak ağzı âyâ
Gülşeni nazmü nesirde bir yer?
Anladım kİ edeceksin hayfa
Benden evvel öte dünyaya sefer
Belki ben de gelirim arkandan
Bana sensiz çehi zindan her yer
Söyle ukbada bulup ta babamı
Ne ki geçmişse başından yekser
Harf beharf nokta benokta kıldım
Seni kurtarmağa cehdi evfer
Ne yazık dinlemedi zalimler
Seni berbadü harap eylediler
Gûy’ya oldu musallat dilime
Bürci bağdadı yıkan ceyşi Teter
Bunca &sarı güzbıi üdeba
Bir inat uğruna olsun mu heder?

İki ishak gelüptür dehre
Biri nezzamı mesanii dürre
Biri cellâdı izafatı beyan
Kastı kılmak dilimi zirüzeber

O kızıl çehrell türkmanı yaban
Lehçemi cehline kurban eyler
Bir belâdır ki lisana (Atalay)

Sanki tahripte badı sarsar


Savleti kalırı Hulâgûya şebih
Nesil bi şüphe ki Cengizc değ«r,

Bir yörük oğlu, boğon bir softa
Atası bir göçebe kıllı kaçer.

Belki deccalı kıyamettir bu;

Belki pişdarı cünudi asfer
Bir taraftan dahi Mösyö Masaroş
Dilime başkaca bir tarz ister
Almalı hayli Lâtince kelimat
Bozmadan şeklini hemçü efser
Dokunulmazmış anın tek teline
Bu da püsküllü belâyı diğer
İki ceryan da muzırdır dilime
Hepsi birdir; se Iâmem şoz monşer
Kara sırtlan gibi azgın, azılı
Yarıgann o (Nazif) etti güzer
Şimdi (Ekrem) lc benim meftunun
Kalmadı âh o ateş, o serer
Ne onun nuru süyünmüş kafası
Seni bu badireden hıfzeyler
Ne de bu harcı zayıf .kullarımın
Pek yaman saldırır âdâyı eşer
Sen ölürken de dokundu lûtfun
Nankörüm tutmaz isem matem
eğer
İl lügat yaptı ben imza attım
Çektim nçyüz papeli sanki poker.

Ey benim kimsesiz, öksüz lehçem
Sanekallahü anilmüstcd ber
Sen idin bülbülü Sa’dabadııı
Sen idin neş’edili sertaser
Nerde ol devri mutarra nerde?
Esiyor şimdi yerinde yeller.

Ah o demler ki hayali i’şi
Bin cihanı tarbebzaya değer.

Ol zamanlar yaşanırmış bunda
Şevkü şadii bihiştl enver,

Söylenir namı anın dillerde
Devr kıldıkça semavatı kamer
Dinle tasvir edeyim gör ne imiş
Neş’esi cana değen âlemler
Allah Allah o nasıl âlemdi

Göremez gayri anı çeşmü beşer
«Oynaşır havada simin tenler»
«Huru gılmaıı-sunar kevserler»
«Açarak cümlesi de şehperl nur,
«Uçuşur aııda periler yeryer».
«Kimi billur gibi sertapa»

«Kimi fevvarei nura benzer»

«Kimi palûze gibi naimüter»
«Alacak olsa birinden buse»

«Ömri Cavit bulur fâniler»

Kiminin mayei aslı nurdan
Kiminin dayesidir ebriseher
Kimi bir hârel ebri nisyan
Kimi bir hâlei nevvan kamer
Duyulan handei lebrizi tarap
Sürülen zevki leyali muzmer
Görünen man zar ai cennettir
Yaşanan ömrü hayatı ezher.
Çınlatır kubbei minafamı
Lâhııı canbahşi sürürü evfer.
Akseder künkürei eflâke
Nağmci cuşu huruşi dilber
Çağlayanlar dökülür her yerden
Ötüşür şamüseher bülbüller,

Fer verir tarha çlrağanı safa
Sanki yer yer dolaşır bin ahter
Süzülür sakfı zerendeduden
Renk renk şâşâayi dürrii güher.
Her kucak sineye bir büt basmış
Her dudak yepyeni Ur buse emer.
Kılıyor ' herkesi sermesti safa
Neşvei camü humarı kevser
Belki cennet dediğin işte budur?
Belki bu kıt'ai diiıtyai diğer?

Bir zamanlar şuarayı' kudema
Sürdüler böyle Jjayatı ekser
Çöktü birdenbire zulmet edebe
Şimdi biz çekmedeyiz derdü keder.

FAHRİYE
«Bir gazel tarh ede görkim olsun»
«Cevdeti sanihanızdan bir eser»


«Hâklpaylnde kabul olmak için»

«Kudreti harikanı sen göster.»

«Kıldın ihya selefin mesleğini»

«Oldun asrında Nedimden eş'ar!»

«Ki unutmuştu bu tarzı çoktan»

«Ukalâ dümbeleği şairler»

Şiri dc şairi de asrımızın
Dal efrcnce tutulmuştu meğer
Mcnetn ol şairi şirin güftar
Kalemimden dökülür dürrü güher.

Menem agâhı ulûmu şetta.

İbnlsina baııa şaklrtilk eder
Çıksa eslâfı da, ahlâfı da hep
Edemezler bana İzhan hüner
Şarkın irfanına garbin fennin
Kim bulan bencileyin mezce zafer?

Ben de eyvah ki oldum eslâf
Gibi amaçgehl kahrükader.

Bilmedi kadrimi hâlâ bilemez
Hayf kim dehrde ebnayı beşer
«Kim kİ nadanü müralse eğer»

«Yükselir, nahvetl ta arşa erer»

Böyledlr Şarkta teamül ekser
Kırılır nura uçan her şehper
GAZEL

Handei canbahş o mehrunun iepblh&nndadır.

Neşvei dil camının lâ’ll güherbarftıdadır.

Gör ne âfettir kİ bir maltudu müstesna gibi
Misli varsa âşıkın yalnız dili zanndaiır
Hüsnü mlktannca Artarmış güzeller zulmü de
Eu güzel ahu clbalin şahikı tarindadır.

Zevki yoktur vuslatın blml firakı yar İle
Zevki aşkın mihnetile eş ki serşanndadır.

Hayf kim geldi (Besima) hat izar aline
Liyk hâlâ gönlümüz keysıvyü zertanndadır.

Besim ATALAY

ŞAKAYA KARŞILIK!

Besim Atalay Beye -

'Osnıajtılı diline benim ağzımdan
Mersiye yazmışsın Atalay hocam,

Ezgiler dürmüşsün gûya ağzımdan
Bu dostluk ödenmez pek kolay hocam.


Ben eskiyim, özün yenisin aman,

Köpürüp bağır kİ vardır İnanan.

Doğuştan sağucu, ıskatçı olan
Koparır ölüden bile pay hocam.

O dil ne esenin, ue kösenindi,

O dil tekkenindi, medresenindi,

Yâni benim değil, elbet şenindi.

Sorsalar böyle der kurultay hocam.

İbrahim ALÂEDDİN

ALDI ÂŞIK ATALAY!

İbrahim Alâeddin Beye
Şakadan cevap

Değnekten bir ata binerek yine
Şahlanmış, gidiyor haşan çocuk.

Saldınr dört yana, bakmaz dizgine;

Yine put kmyor ııçan çocuk.

Osmanlı dilini öğen sen idin:

«Türk'çe üç yüz lügat!» diyen sen idin;

Bin türhi naneler yiyen sen İdin
Sanma ki nnuttuk bunları çocuk!

Zannetme çaldığın rebap şenindir.

Yalınız perdeü hicab şenindir.

Yüzlerce yanlışlı kitap şenindir.

Beş yüzü bulmuştur tutan çftcuk!

Ben haksız kimseye çatamam oğlum
Ölsem de İmzamı satamam oğlum
Paraya taklalar atamam oğlum
Uslu dur! Yersin ha şaman çocuk

Besim ATALAY
ŞAKAYA KARŞILIK                             '

   2

Besim Atalay Beye

lisanın kâfiri deyişin bana
Softaca şakadır Atalay hocam,

TiLrkçeyi korumak düştüyse sana
Vay bu bahtı kara dile vay hocam.

«Tartüf» lük yaparak etrafı yakma (1)

Sözüne kanamam kusura bakma,

Senin adın bile sonradan takma,

Gümüştür denemez o kalay hocam.

Çömezken «Emsile» çektiğin zaman
«Çocuk şiirleri» bellemiş olsan
Türkçede kalmazdın böyle pek yavan
A'ermezdln bu kadar baııa pay hocam.

Dilimiz tatlıdır, hem dc engindir,

Değerli ellerde giizel, zengindir.

İşin çirkinliği ancak şenindir.

Bulutlar çekilsin doğar ay hocam.

İbrahim ALÂEDDİN

cevaba cevab

VARDI VARAN ÜÇ!

Alâeddin Beye cevap' -
Boş kalmış; «oyuncak oyuncak» diye
-Çırpınır o İmza tüccarı çocuk
Dağıldı derneğin «dah» de Nlğdeye
■Geçti artık Borun pazarı çocuk

Korkulmaz açıkça karşı alandan (2)

Korkulur doğrusu sinsi olandan
İğrenir mert olan adam yalandan
Zıplama aşağı yukarı çocuk

Bilirim çocukça şiirlerini
Bilirim her şeyi; bilirim seni
{-.Yanlışlar kaynağı) gel üzme beni!

Okursun yakında bunları çocuk

Ne lügatin lügat, ne şiirin şiir!

Hepsi de yanlıştır; hepsi de bir
'Bunların topu da iyi bil; gelir
Bilgiden, duygudan dışarı çocuk

<1) Tartuffe, Moliere’in malûm bir kahramanı.
*2) Karşı almak, cephe almak.

Öz türkçe sözlerle alay ederdin;

«Köy dilinde tezek kokuyor» derdiıı
Eski lisan idi bütün gün derdin
Şimdi de öğütme zavarı çocuk (2)

Hocam Besim demiş: ben de Atalay
Dedim Türklüğümü duyunca; bay hay
Duymaz bu duyguyu yavrum şinanay
Yüzün yok isteme astarı çocuk

Besim ATALAY

ŞAKAYA KARŞILIK

3 üncü cevap

Küfredip gene çam devirdin hocanı
Ağzında zem değil, sena bozulur
Şakayı kakaya çevirdin hocam
Sen bezme gelince safa bozular
Şiveni dinlerken eda bozulur
Yanından geçerken hava bozulur

(Besim) in türkçcsi nedir deseler
Sencc (sırıtgan) dır, bence (gülümser)

Mazurum lehçeni sevmezsem eğer
Yeni dil kalırsa sana paslanır
Cemalin vurunca ayna paslanır

(Şiri de, ilmi de fena) demişsin
Elbet bu hükmüne memnunum senin
Bedbahtım beklersem senden aferin
Kendini bilenler şakşak istemez,

Hele Atalaydan taklak istemez.

Mollaydın belki de namaz bilirdin
Derviştin elbette niyaz bilirdin
Köşede bakkaldın piyaz bilirdin
Cübbeyi, külâhı, yağlığı attın
Çatlasan yakışmaz bu işe adın.

Hem (lügat yazmadan imzaladın) der
Hem (yanlışlar senin) diye halleder.

Bana imza tüccarı diyen derbeder

(2) Boş lâf etmek, çene çalmak.

Pul etse kendini çoktan satardı
Para için göbek bile atardı
Marifet diyerek satar (Ebced) i.

Softanın paradır dini, milleti
İşte (Cinci hoca), işte (Vahdeti)

Kıyafet değişir yobazlık değil
O köhne kafayla düzelmez bu dil.

+                 İbrahim ALÂEDIıîK

SON CEVAP VE BİR TEKLİF
Ben usandım ve bıktım saymaktan yanlışını
Sen bıkmadın sövmekten.

Havanda su dövmekten.

O titreyen başım
Saran örümceklerden
Kurtul (Alâeddin) sen!..

•k

Eseri aynasıdır kişinin flkrediııiz
Beş yüz r!li yanlışlı (talebe lügati) nia
Meydanda duruyorken
Susar mıyım bıma ben.

-k

Yirmi bir bin kelime varkeıı o kitabında
«Yirmi beş bin» diyerek yazıyorsun kabında
Bu doğru bir iş midir?

Basa başka şey denir...

•h

Rau-a övünmüştün (çocuk şiirlerinle)

0ün kıydım yirmi beşe yazıktır bile bile
!ih- de ne göreyim ki ne mâna var; ne verin.

Her sayfada bir yanlış. Köyledir her eserin:

Oiı^nmc yavrucuğum, soruyorum ben sana;

Örünmek mi yaraşır böyle kitap yazana?

Vanan eîlcr söylesin buna ne yakışırsa;

Herşey yaiîlır mı ya, söz gerek birar. kısa

H&iünı’ev belli ulur bir adamın değeri
İşte yakılarınız; işte benimkileri!...

Terbiyem bıraksaydı sövüp saysnıya eğer
Neler ildirdin sen; neler duyardın neler
Ç«»k doğru söylüyorsun alaycı arkadaşını
Gün
olur t®* içinde kalmıştır üstüm, başım.


   226

Neyzen Tevfik

Kıtalar

İhtiyarlık ile gençlik diyerek
Şu hayatı ikiye böldürme!...

Ey büyükten de büyük Allahım;

Benden evvel .........     mi öldürme!...

Karşında Koraltan duruyor işte paşam bak.

Halâ o eğilmez başı dini diktir efendim...

Bir ses ver Atam, şanlı izinden sana geldim:

Bir ses duyulur kubbede: (Hass     tir efendim!)...

Kime sordumsa seni doğru cevap vermediler;

Kimi alçak, kimi hırsız, kimi deyyus! dediler...

Künyeni almak için, partiye ettim telefon:

Bizdeki kayda göre, şimdi o mebus dediler!...

Batum’un benzeri oldu midem,

Her nefeste boyuna gaz saçıyor...

Tekelin nerde o gümrükçüleri
Gizlice taşralara mal kaçıyor.

-f

Demokrasinin ilk genlerinde ;

Kim demiş bizde bir demokrat idare yoktur.

Ne demek, olmasa e’bet dışarıdan alırız...

Sırr edip karne usullyle o gümrük malını
Karaborsaya verir, biz bize benzer kalırız.

NEYZEN TEVFİK

Pantolonum ütüsüz, papuçlar boyasızdır.

Parmaklarımda nasır
Yer yer şişer kabarır.

O gün belki ark açtım; beîki tarla suladım
Dalgınlıkla üstümü belki toza buladım
Bunlar kir sanılır mı?.

Bunlar kınanılır mı?.

Hem kazma hem de kalem kullanan bir el beyim.

Tam bu asnn elidir, sana 11e söyliyeyim?

F. 19

        226
İKİ BEYİT

Metelik girdiği anda cebe teu oldu çelik
Doğru meyhaneye gittik kafayı tütsüledik

Kahve buhranı bu gün Avrupayı mâmur etti.

Yarın ol rütbeyi bulmaz mı saman belli değil...

Neyzen TEVFİF.

Üç yıl olmamıştır kİ çok geçmedi arası;

Üç yüz altmış kişilik muallim kongrası
Huzurunda bağırıldın.

Söyliyemem; bilirsin bir kaftan giydin evet:

(Bilgi tarihimiz) de unutulmaz bu elbet.

İşte kir buna denir:

Kişi böyle kirlenir.

İyi bil oğlum bunu;

Bu kirin yok sabunu!...

Sen alay ediyorken Türklüğümle orada
Ben anayı, bacıyı şehit verdim burada
Yeni harf aleyhine yazı yazmış bir adam _

Beni softa diyerek - her gün ediyor reklâm

Benim yüksek dileğim iş haline girmiştir.

Senin eğri düşüncen ölmüştür; gebermiştir,

Sana son bir teklifim vardır, beri gel, dinle!

Binbir çeşit yanlıştı bütün eserlerinle.

Bir (bilgi mahkemesi) önüne biz gidelim:

Her ikimiz davayı orada serdedelim!

Haksız çıkan kalemi kırsın; buna ne dersin?

Namusuna bıraktım; elbet kabul edersin!

Teklifimi kabul et, böylece yaklaşalım:

Yanlış kitapları yak; gel de kucaklaşalım!

Yalnız, sana bir öğüt vereyim e mi oğul
Ev terbiye hocası biraz terbiyeli ol!

Besiıu ATALAR


NEYZEN TEVFİK İÇİN

Neyzen Tevfik, Mutlakıyet idaresinin zulmüne ve istibdadına
isyan ederek Mısıra kaçmış ve orada Şair Eşrefle arkadaşlık etmiş-
ti. Eşref bu satırları Mısırda yazmıştır.

Kimseler (Tevfik) e alnı yere gelmiş diyemez,

Doğduğundan beri g nü dönmedi şeytana bil?.

Çok cevamide, mesacitte dolaştı amma.

Koymadı alnını secdei rahmana bile,

Hacı yatmaz gibidir sanki köpek oğlu köpek.

Ayak üstünde durur dtişşe de mizana bile.

KŞREt

«EŞEĞİN EŞEĞİ» ve NEYZEN
«Eşek» gazetesinde A. Rıfkı «Eşeğin Eşeği» takma adı ile
N«'t -
nen Tevfik hakkında şu kıfayı neşretmiş ti:

Ona çektirmişti kahr-ı musifceti devran
Hâfızın hittai mısr içre lekası soldu...

Çanına ot tıkanıp ötmedi artık düdüğü.

Geldi İstanbula biçare duagû oldu!.

Hüseyin Rifat Işıl

G Ö K A Y ’ A
Hocalık yaptığın yı'larda, hakikat, Gök-ay,

Haylice zır deliyi etti tedavi, tanırım... (!)

Çok sürerse eğer İstanbula Valiliği de
Neredeyse şu fakir lıalkı delirtir sanırım!

Bu kıt’ayı, halk arasında fukara babası diye anılan içki düş-
manı Valimize, tenkidlere karşı müsamahasını hesaba katarak oku
dukj Hazırcevap Vali gülerek:

-                                                                                               Hüseyin Rifat yanılmış, dedi; maalesef herkesi tamamen
tedavi edemediğimi bu kıt’asile isbat ediyor»      •

Mîzah -7-19158

Günün ilhamları :

KIT ALAR

Halk fırkasından olmayan insan sayılmadı;

Bir tehlikeydi millete hürrüm demek bile...

Kurduktu altı ok ile tek fırka sistemi
Mehtaba çıkmışız gibi tek kürek ile...

Seçimlerden zaferle çıktı halkçılar güya RİFAT,

BCtün milletle bu hale gülmeden bittim...

Görünce c&mllerde kimsesiz sandıklan tenha
Masalla taşında bir fakir tâbutu zannettim...

Görmedim âlemde hiç rahat yüzü,

Hep itişmektir köpeklerle işim;

Şöyle dursun hârici düşmanlarım,

Bir belâdır o da, ağzımda dişim.

Her ne öğrendim ise hepsi de alt üst olmuş,

Kara cahil gfbl kaldım bu yaşımda heyhat...

Eskiden altın anahtardı açan her kilidi
Kapıyor her ağzı şimdi de bir deste kâğıt...

Öyle hayretle bakıp ta şaşırıp kalma sakın,

Bir yeşil saha yapılmakta diye her bayıra;

Ekmeğin arkası şayet kesilirse bir gün,

Lütfl Klrdar sürecek bizlerl bir gün çayıra!...

Çünkü valilik İle her gelenîin,

Kimi dağdan kimi kırdan geldi.      Hüseyin RİFAT

Ağız ve çene rotatifiyle basılıp dağıtılmış olan yukarıdaki mıs-
ralarm sahibini herkes Neyzen Tevflk zanneder. Halbuki Hüseyin
Rıfat’tır. İşin garibi, eski İstanbul valisi Lûtfi Klrdar, hiç de ilgi-
lenmesi gerekmiyen bu mısralann Neyzen Tevfik’e ait ve hedefin
kendi şahsı olduğunu kabul edip, biçarenin İstanbul Konservatuva
nndan aldığı 40 lira tahsisatı kestirivermiştir!

Şehirde men olundu gezmesi «şşeklerin amma,

Bunun tatbiki mümkün mü diye her keşte bir şek var.
Kolaydır dört ayaklı cinsi men etmek lâkin,

Ben İnsanım diyenlerden yu la rsıı pek çok eşşek var...

Ellerinde yükselir her şey kadın mahlûkunun,

Göz göre göre İnkâr edenler hep günah altındadır...
Fazladır bence kadından asker almak doğrusu,

Yirmisinde her kadın zaten silâh altındadır.

(Ağralı) verginin ıslahına kalkmış yeniden.

Vergi ıslahı işi, doğrusu eksik gibidir.

Pek kanştırmasın Allah İçin olsun bu işi;

Ele aldıkça büyfir, vergi dahi      gibidir

Sevemem parmak hesabı şiiri,

Lâfz-ı mevzunu ise kıskanırım.

Okudukça o yavan eş’an,

K........... parmak atarlar sanırım.

*

İhtiyaç arzeyledi kırk yılda, bir,

Dâş-u üryanım benim de hırkaya...

Hakka tefviz eyleyip nâmusnmu,

Ben dahi glrsem mi bilmem fırkaya?...

Çıkmadım Darülfünundan, görmedim Oksfordu hiç;
Sanki şâir loncasında ben züğürt bir tâclrim
Hakkı yok irfanımın yükselmesinde kimsenin;

Kendimi kendim yetiştirdim, alaylı şâirim!...

O kadar çöktü züğürtlük başa kim
Ne rakım kaldı evimde ne moze
Şimdiden sonra mekânım elbet
Ya tımarhane ya darülaceze.

SIRAT KÖPRÜSÜ
Üsküdar köprüsünü kurmaya kalktık eyvah,

Sırtımızdan atacakken yaşayış törpüsünü;

Bir cehennem gibi madem kİ «Boğaz» meselesi,
Kuracaklar demek üstünde Sırat Köprüsünü!...

İSTANBULLULARA
Halkı onblr sene çıldırttı yeşil saha diye;

Ali'ye kaç der iken tut dedi -Kırdar- Veli’ye,

Çok şükür hayr-i halef oldu ona Fahreddin,

İntihapta uyalım, uyalım Avrupaya,

Seçelim doğru yolu kendimize:

«Benzeriz biz bize!» dersek hal&,

Benzemez kimse bu dünyada bize!...

GEBERENDİK KATİL

«Türk adliyesinde jüri teşkiline lüzum var mıdır?» anketine ü<-
tad Hüseyin Rıfat şu kıtasile cevap vermiştir:

Düşünün ey jüriyi istemiyen doktorlar
Hiç de mi aklınıza gelmedi Habil, Kabil?

İşletirler adama öyle cinayetler, ki
Öldüren kimse zavallı, geberendir katil!

Necdet A I ı I g a n

«Küçük E§ref» nâmiyle mârui bulunan ünlü hiciv şairi Necdet
hâlen Kasımpaşa nahiyesi müdürüdür.

BASINA KIT’A

Sanki azmış gibi omrondakl yük,

Üstelik bir de gelip çöktü (Baban!)...

Bu ağır sıklete bel vermek güç:

Ey basın! v&lidenln hâil yaman!...

ORHAN SEYFİ ORHON’A
Paşaya, partisine o kadar dil uzatma,

İki gözden olursun ey Orhan Seyfi Orhon!.

Tazyik neticesinde yırtılmamış olsaydı,

Halk partisi malıydı halâ kıçındaki don!.

KITA (•)

Bir cevap vermedi tebrikime, mahzun etti;

Dil-i nâşâdımı, şâd eyleyecekken nstâd...

Hem teessür duyarım, hem onu mâzur görürüm:

Bilirim çün bunu idrâk edeme* (Nevaâd!.)

{*) İstanbul Emniyet müdürü sayın Nevzat Emrealp'ın yılbaşı
tebrikine cevabı geciktirmesi üzerine.

Müslüman olmanın evvelleri beşken şartı,

Koca bektaşiye sordum, dedi; şimdi altı;

İnsanın kendiisnl bilmesi altıncısıdır,

Her kim kendini anlarsa yemez bir haltı.

r~-- —- --

ŞÂİRİ PEDERZÂT FALİH RIFKI ATAY’IN
NEFİS BİR GAZELİNDEN
Bilsin ne kadar varsa muha’if ukalâsı
Hoş geldi bana Londra’nın âbu havâsı;

Baştan başa gezdim ve dolaştım otolarda;

Gördüm ne kadar varsa ahelâ» siyle «melâ» sı
Duş, banyo yapardım sabah erken uyanınca;

Tok burda fakat bildiğimiz «kurna» safâsı.

Aslına mutabıktır.
Hüseyin RIFAT

Kir A <*)

İktidara bağlılığı

Rem amelde, hem niyette...

Top sökemez mevkiini :

Kemâl Aygün (Emniyet) te (!...)

(*) Emniyet Umum Müdürü olması üzerine. (1963)

KITA

Dürüst mebns seçimi bizde bir emr-1 mnhâl
T& kıyamete kadar sürüp gidecek bu hftl...

Her seçimin altından bir (Çapanoğlu) çıkar: (•)
ödemiş hâdisesi buna yeni bir misâl!...

(*) TOmrfcii Vali Cevat Çapanoğlu’nu ödemiş kaymakamı iken
demokratların şikâyeti üzerine yazılmıştır.

RAUF ONURSAL*A

-Sayın İnönü’nü yurd dışı edelim, demesi ûanrine-
Yanar dağ misali ateş saçmakta
Sağına soluna Rauf Onursal!...

Kendisi ne kadar cclâlll İse,

«Şamlı Melek» (*) hanım o kadar uysal!...

(*) Tepecikte oturan Şamlı Melek hanımın Rauf Onursal'a olan
yakınlığını İzmirde bilmeyen yoktur.

BEHÇET KEMAL ÇAÖLAR’A

   I —

Behçet Kemal Çağlar deyüp geçmeyin,

Br dostu bir dosta, satar götürü,..

Bile bile onun ile ülfetim,

Pastırmayı sevdiğimden ötürü...

   II —

Fren'em-mez üstad Behçet Kemal Çağlar’ın
Şairliği, duygulan ve heyecanı...

Ustalıkla bir konuyu ele atanasın:

Mis kokulu bir muz eyler bir patlıcanı...

KFTA (*)

Blrleşlp seçime batılmak olmaz,

Hay&l kırıklığı bu fikrin sonu...
Şüphesiz ya dardır, ya boldur durmaz:
(Ali) nln kıçında, (Veli) nln donu...

(*) 1067 de müşterek liste ile partilerin seçime girmeği arzula
malan üzerine.                   
+

KITA

Başkalarının zevki benim zevkime uymaz;

Hiç şüphe yok ki bunda, şairlik duygum sâik...
Çoklarının işinde hissi hayvani üstün,

Benim İse s....... dc hissi bedii, fftlk!...

KIT’A (*>

Selâm sabahı kesti diye Necnıeddin Kurdcs.

Yüreğimde şüpheler belirdi düğüm düğüm...

Onu tanıyanlardan birine sordum, dedi:

   Kusuruna bakmayın vali oldu düdüğüm!...

(*) Bitlis Valiliğine tayini üzerine çekilen tebrik telgrafına "e-
vap vermemesi üzerine.

V&li Paşa Destanı

FELEK HAYRAN OLDU (!)...

tik önce gösterdi bana boyunu.
Birdenbire değiştirdi huyunu,

İçti nâmerd çeşmesinin suyunu.

Sonra etti malûm olan oyunu...

Kolayca sırtımı getirdi yere.

Felek hayran oldu bay Tetklner’e...

Eremedin), ben bu işin özüne,

Nasıl kandı fâsidlerin sözüne.

Ciğerimi şikâr etti közüne,

Ptre kadar görünmedim gözüne...

Böyle bir gazanfer görmedi küre.
Felek hayran oldu bay Tetklner’e...


Fazıl Ahmet Aykaç

DEHALETNAME!

-     İsmail Hakkı Paşayn
Dediler kİ şimdi yiirck dağlayan
Nafüe yorulur, hem aç kalırmış;
Fakat huzurunda bir el bağlayan
Kem yağ bulabilir, hem gaz alırmış

Şu sebeple sana olup da bende
Deryayı cûduna dalmaya geldim
Yâni dağıtılan erzaktan ben de
Ölmiyecek kadar almaya geldim

Avutuldumsa da hoş yalatıl arla
Akına gitmedim boş plânlarla
Ve bugün bir sürti aç kalanlarla
Blrleşij kapını çalmaya îclfflm!

İşler iyileşti ama gitgide
Nc un bulabildim ııe de bir pide!
Binâenaleyh ben devlethanede
Bikaç ay misâflr kalmaya geldim!
Fazıl Ahmet       Mart 1917

İKİ BEYİT

-  Süleyman Nazif Bey için
Ziybüfcr vermek için devleti Buhtunnasara
Gitti Bağdada fakat bâde harabülbasra!

-  Celâl Muhtar Bey içiu
Güneşin kalbini versen ona kör kandil eder!

Nura boğdurmak için zulmeti iskandil eder!...

Fazıl AHMET

Sürüye saldıran kurtlar misâli.

Yuvamı dağıttı, aldı veb&ll...

Merhamet, mürüvvet kesesi hâli:

Böyle mi olmalıydı bir vâll?.

Yeğitliği destan oldu dillere,

Felek hayran oldu bay Yetklner'e...


Ne nefes kaldı, ne ses can kafesinden bezdim.

Bani ey dest-i ecel b&de-l zehri ezhertn?...

Aksırıp öksürerek geçti canım amma,

Veehİ mnrdanna bir hayli tükürdüm dehrtn.

Emin Hâki

JVleratip ehlini Abdülhamidin etseler tasnif,

Eşek ıriâ, katır balft, öküzdür Miımlrani...

EŞREF

Terk edip küfr-i inadı ihtida etti Ziya,

Hazreti İsa sevindi, hiddet etti Mnstafa...

Zileli Avukat REMZİ

İlm-i irfan paradır, nafile yalvarma baba.

Kim...... er yoksa paran sen gibi divâneleri...

Baba HÜ8Nİ

Şu siyaset denilen arsada at koşturanın,

Sağlam olmak gerekir faytonunun dört tekeri...

Nice bel bağlasın insan ki bu korkunç gidişe,

Uçurumdan tepe taklak atıverdi Peker’H...

Etem KIRKIL

ÜSKÜDARLI TALÂT’TAN

ÜSKÜDARLI SÂFİ’YE

Bir b.... yemedik gitti şu dünyayı denide.

Sen ben ikimiz işte sufuf-u şuaradan...

Sen tab’ı mellnle dem&dem müteessir,

Ben kabzı muaıınldle dil ftzan veradan...

Eskiden verirdi bana pek değer,

Nerde o bildiğim Ethem Yetkiner?.

Sanki bu o değil, bir şahsı diğer:

Bu kadar yanmazdım bilmesem eğer...

Beni yerden yere vurdu hiç yere,

Felek hayran oldu bay Yetkiner’e...

İzmir 1957

1957 seçimleri arifesinde demokratların şikâyeti üzerine Ali
Ağa nahiyesi müdürlüğünden uzaklaştırılan Necdet At'lgan bu del-
tası yazıp Ethıem Yetkiner’e göndermiştir


İKİ KIT’A

Kerbelâ röleninim bence miiraccah, herkes
Küpünü, testisini dolduruyorken dereden
Kendi ibdum olan tali-i menhusumla
Bir musibetzedcyim kurtulamam cendereden

Tevflk Nevzat ÇAÖDAŞ

Hâdisat-ı dehre şöyle bir nazar kılmak yeter,

Dp uzun tasvire h&cet var mı izmlhlâlinl...

Oldu defterdar nihayet çağlayanlardan bile.

Var besab et âsiyab-ı devletin sen h&lini...

Abdullah ÇAĞLAYAN

Şairlere dair

ABDÜLHAK ŞİNASİ’YE

Yar mı şairler içre çıkacak bir nâslye
Meydan okumak İçin Abdülhak Şln asiye!...

Gerçi sazı eline kırkından sonra aldı
Fakat Faruk Nafizden bile mükemmel çaldı!

Bir kere veede gelip şöyle dedi mi: hey, hey(...

Tanında yaya kalır Türk şairi Emin bey!

«İleri» yİ «Yann» ı geldi haraca kesti,

Şair olmak beyimin nerden aklına esti!

Bir meydana çıktı ki, altüst oldu işimiz,

Tay düştü elimizden, kırıldı kirişimiz!

Geçende Nihad ona galiba «rostan» demiş,

Bir küçücük saksıya yanılıp bostan demiş!...

Aydede: 19 Ocak 1922                           KANBEK

KIT’A

Şairim, der de, tufeyli yaşatır gövdesini,

Dayanıp köhne, Nedim artığı bir kaç satıra...

Nice yıldanberidlr aynı sakız, aynı geviş,

Nice yıl var ki, doğursun diye baktık katıra...

İbrahim Alâeddin GÖVSA


Hüseyin Suat Yalçın

MÜSLÜMAN OLANLARA

«İnmemiştir yere Kur’an, bunu hakklie bilin
«Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal açmak İçin.»

MEHMET ÂKtF
Nc kadar doğru bu söz, hey gidi cahillik hey!

Okunup üfleniyor türbeye lıâlâ bir şey.

Okunur mü bilmem bir çürümüş kabre dua?

Ne zaman kahrolunacaktır bu cehalet acaba?

Acaba, hep acaba?... İşte kabahat burada.

Ne fesat kaynayacaktır bn gidişle arada.

Böyle zulmette gidersek yine biz orsa boca.

Bakarız çıkmış uzaktan yeni bir Mehdi Hoca.

Kara Kuvvetten, evet, Mehdi çıkar, Cinci çıkar.

Bu bataktan ne bir elmas, ne de bir inci çıkar.

Okuyup taşlara, din biLmiyen insanlar İçin,

Ne kadar varsa burafat, o mu sermayei din?

Yeter artık yeter, ey ehli İbadet uyanın,

Yanmasın sonra nedametle, nedametle canın.

Türbe yok, tekke de yok, başka tarikat dahi yok,
Müslümanlıkta hidayet yolu zira pek çok.

Vatanın dini bugün, hakka İbadet yalnız.

Bunu öğrenmeliyiz hasılı cahil kalırız.

Ne demiş, bak, koca Âklf, koca dindar şair,

Okudukça okurum, ruhuma bir cezbe gelir.

«İnmemiştir yere Kur’an bunu hakkiie bilin
«Ne mezarlıkta okumak, ne de fal açmak İçin.»

Bizi irşad edecek işte İlâhi bir söz,

Oynatıp durmıyalım perde de artık karagöe.

Diyelim şekil hurafata çekilsin de yekûn.

Arayan kalbi seliminde Hâdayı bulsun.

İşte din, işte hidayet bize, hergün Yasin
Okuyup kamdedellm kıblede, Allah bilsin.

16 MART, OĞLUM SAFFETE

Bugün İstanbula keyfince ezip çiğneyerek
Hurdahaş eyledi bir süngülü küffar alayı
Kimse bir şey demedi vâcib iken hep ölmek
Hepimiz olduk o gün kâfir-i bl&r alayı

Beni affet çocuğum, affını bekler gönlüm
Duymak isterdin o gün sen babanın öldüğünü
Sana bir nam-ı beka bahşedecekti bu ölüm
Scnk-I kabrimde yaşardı bu cihadın da günü

Babanın kabrine ömründe sakın atma adım
Ben bn yevm-i elimin şahidi oldum, yaşadım!

GAZEL

Yatanın boş yeri yok kabr-i kazadan gayri
Kazma bir şey bulamazsın şühedadan gayri

Her köyün her kadını böylece feryad ediyor:
cKitnse açmaz kapımı bâd-1 sabadan gayri»

Sana ey nazlı vatan söyle ne yaptık bizter
Bunea yıl kahır ve belâ, cevr-1 cefadan gayri

Hangi bir mahkeme affeyleyecek cürmümüzii
Ruz-i mahşerdeki eltaf-ı hüdadan gayri

Yurdu kurtar da İlâhi bizi sen ateşe yak
Ne
gelir başka elimden bu duadan gayri
Gâve Destan;: 1923                          Oâve-i Zalim

(Hüseyin Suad YALÇIN'

Adanalı Ziya

İSTİBDADA HİCVİYELER...

Posta yok, gelmez sefine, telgraf asan hiç!

Bir haber varmı deyü, herkes bütün gün lerzede
Ağlanır Bingazinln- elhak şu bahtı şûmune
Yer değil; sanki zcvalb keştll sâhllzede.

Telgrafı, vapuru, postası, yokmuş! Kime ne?

Fikri ummanı hükümet bu; görnnmezki dibi
Bize Bingaziyl tarif ise maksat, nice gün
Yaşadık biz de efendi! Küreden ayn gibi.

İnsan denen şu yırtıcı hâin denilerln
Gördükçe şeyylatını ben, lânet eylerim
Ettim teneffür! Öyleki çirkin o levhadan
Daldıkça şekli hilkatime; nefret eylerim.

Evlilere, bahusus derdi maişet bela
Yüklenemez barını, olsa kişi evliya
Sarfı nefes eyleyüp, pâre kazansa ne var
Şeyhi kerametfüruş, evllmldir? Evli ya.

Çekemem minneti İzzetşikeni yük çekerim
Süfeha dergehine halimi iş’ar etmem
Elmel savml zaruri ile can servem eğer
Lokmel minneti dunan ile iftar etmem.

Bırakıp gayreti, her zevk-ü sefaya daldık.

Şufen-i himmeti derya-yı hevâya saldık;

Cib-i millette ne bulduksa tamamen çaldık.
Akıbet, bak ne yaman hufre içinde kaldık.

İşlden yok, başa püsküllü belâlar aldık...

Yazık eflâki tutan sıytımıza, şanımıza;

«Kâfir ağlar bizim ahval-1 perişanımıza!»
Gündüzün cerr-i menafi, gece, sâkl bol sun!
Kime ne, ehl-1 elem matem edip saç yolsun!
Gül-ü sadberk-1 vatan ister ise hep solsun!
Durmasın tek, kasa, sandık, sepet, anbar, dolsun!
Elimizden ne gelir, çeşml sitem kâr olsun!

Yazık eflâki tutan sıytımıza, şanımıza;

«Kâfir ağlar bizim ahval-i perişanımıza!»


Milkl tahribe koyuldu bir alay btnamus;

Neş’e yok ortada her cana çökmüş kâbûs.

Edilen mel’anete söz bulamaçken kamus.

Bir de asayiş He sözde memalik mahrus,

Hande, asayişe, bu hıfzı belâda, efsus!

Yazık âflâkı tutan sıytımıza, şanımıza!

«Kâfir ağlar, bizim ahvali perişanımıza».

İstiklâl Harbinde Afyonkarahisar’ın işgali esnasında Ziya’da
■3İr çok kimseler gibi şehri terketmek üzereydi. Ordumuz şehre eği-
tince evvelce verilen emrin hilâfına dışarı çıkıldığından bir çok
itimseler meyanında Ziya da hapsedildi. Günler geçiyor, keodilerile
meşgul olunacak vakit bulunamıyordu. D işarda Türk olmı yanların
mallan için komisyonlar teşkil edildiğini haber alan şair mahpeste
şu kıt’ayı yazıyor:

Bir alay eşhası metrûke yatıp durmaktayız
Perperlşan güncü mahpeste soran yok ya ahi!

Bir komisyon bari eylerdi teşekkül blzlere
Heşke emvali metruke olaydık biz dahi...

DEVRİ İSTİBDATTA KANARYA
Kuşcağız sendemi dilteşnei hürriyetsin
O, ufak cüsseye sığmaz, ne bu feryadı medlt
Âdem oğlu seni hoş savtın İçin kor kafese
Sııskl âzâdcllğe susmada var, varsa ümit

Gazel

ADANALI ZtYA’YA NAZİRE


 


Gül soldu ise hazan utansın
Cürmü ne ki bâgbân utansın

Duysun da figanı kalbi zârım
Zâr etmeğe biilbülân utansın

Bir ah teri şu’Iedâr idim ben
Düştüm ye ir âsman utansın

Çiğnenmedeyinı c-üyûşi gamla
Bu halime hâkdân utansın

Oklumsa zelil teessüf etmem
Zillette koyan zaman utansın

Fâş etmez idim bu razı aşkı
Âfâka çıkan figan ntansuı

Feryadım ederse halkı bizâr
Bundan bana ne cihan utansın

Şu haline bak utan diyorlar

Ol afeti bîenıan utansın

Çeşmimden akan slrişki âle
Baksın da sebep olan utansın

Bu şi’rl hazinini Nezlhâ
Duysun yine şairan utansın


 


Metin Kutusu: Yaşar Nezihe BÜKÜLMFZŞimdi siperim belâyı kahra
Bilâneyim âşiyaıı utansın


Aka Gündüz

KAFİYELER
Vâmûs u hamiyyet İle hürriyet-i âlem
Yıllarca sürüklendi, didiklendi, ezildi.

Zahmın yetişir ey kara sîm&lı cehennem!

Korkaklığın, alçaklığın en sonra sezildi
Vicdanları zindanlara, gayyalara attın
En sonra da, lânet! Yine kendin, yere battın.

En sâkin ocaklar bile ;öl;en İle nigâh
Bir mezbaha-i kalb ü fazilet oluyordu.

Gördükçe, düşündükçe ve duydukça da eyvâh
Erler, analar, tâze gelinler soluyordu.

Vicdanları zindanlara, gâyyalara attın.

En sonra da lânet yine kendin yere battın

Binler yaşa gayret, yaşa cem’tyyet ü millet!

En sonra çamurdan bu beyaz ufka çıkıldı
En sonra yine - cy ulu Allah ne adalet!

Millet seni pâbende-i hürriyeti kıldı.

Viçdânlan zindanlara, gayyalara attın.

En sonra da lânet yine kendin yere battın
21 Tenumız 324 _ 1908, Bahçe No. 1

MEHMET ALİ 'ŞAHA
Kâfi., yeter artık, yeter artık kara katil!

Bir millet-i mazlûme kİ, hiirrlyı^' müştak,

İrin kusuyor, kan kusuyor, can 'tusnyor bak..

Gel sahne-1 zulmündeki zuhnetleri hep sl(.

Ey kirli, kızıl nâslye, ey hâkim cellât!

Baykuşlara meva, sana me’kel midir İran?...

Bi şüphe yann devrilerek tac-ı füruaan,

MUIet sana hâkim olacak, sen ona münkart.

Ey pençesi kan, dişleri ct parçalı çılgın!

Her peröe-i tahtın koparıldıkça yazılsın;

Millet ne demek, hak ne ve toprak ne demektir.

Sultanları, kartalları, esnamı yıkan kol,

Elbet vuracaktır sana da sille-1 tedtrlr;

Lâkin o zaman sen de yıkıl, sen de geber, sen d.e harap ol.

K«*dm mecmuası 22 Kânunuevvel 1324

Enis Avnl AKAGÜNDÜZ


   241 —

Mehmet Sıtkı Akozan

(Kacırlyell) ve (Çubukçu zade) Mehmet Sıtkı Akozan 1890 da
doğmuştur.

Meşrutiyet yıllarında. «Hayâl» gazetesinde (Şinaver) müstear
adi ile mizahî manzumeler ve kıt’alar yazmıştır. Bir manzumesinde:
«Düşmedim körpe eriibler gibi şöhret peş’ne,

Kimseden istemedim kartıma parlak unvan
DeAen; diğer bir manzumesinde de:

Dostlar züğürt görüp bana sermaye verdiler,

Şair diye konuklayarak pâye verdiler.»

Diyerek tevazu gösteren Sıtkı Akozan, mizahî manzumelerini
ve hicivlerini 1330 yılın<la basılan (Divançe-i Şinaver) adlı eserinde
toplamıştır.

(DİVANÇE-İ ŞİNAVER) den

SEFAHAT PANORAMASI

Mirasyedilik cilvelerinden

Elde, avuçta... ne varsa, evde miras-ı peder:

Dört dükkân, üç hane, bir meyhane, beş yırtık aba!
Hepsini Beyoğlu uğrunda satıp etmiş heba...

Şimdi «rıhtımda» bizim «bey zade» garsonluk eder!

FIRSAT

Yazıcı zadeye Bayram zade
Dedi: «Var kârlı bir iş, hem sade;

Yağ işinden daha fevkalâde!

Derakap bankaya simsar saldır;

Altı yüz bin lira esham aldır;

Yağa nisbetle bu halis baldır,

Bunu uydurma, yalan söz sanma;

Sen de koş bankaya, al, aldanma;

Hasret-i zerle efendim yanma!

Ey kazanç ehli hemen arş ileri;

Bugün erken tutunuz vezne'eri;

Çünkü bak pirden aldık haberi.

Edebiyatı Umumiye Mec. 25/5/1918       Tahsin NAHİD

F. 16


TUHAF ŞEY

Uzunca saçlarımdan, az buçuk çapkınca tavrımdan:
Geçen gün verdiğim bir konferansımdan usanmışlar
Katıldım gülmeden., akşam biri anlattı lâteşblb:

Beni de fecr-i âtlnnl meğer âzası sanmışlar!...

BABAMIN NASİHATLERİNDEN

Rahmetli babam, der idi, meb’us olursan:

Iskata özenme, sakın oğlum vükelâyı...

Kürsi-1 hitabette yıkıp, kır ukalâyı...

Nazır olamazsın hele mecliste uyursan...

ŞÜUN-U ŞİTA

Almış soğuğu dün gece bir genç belinden (!)

Müşkül düzelir bir kere insan büzülünce:

Pek tutmağa gelmez düşenin yolda elinden:

Kaymak çoğalır kış günü donlar çözülünce...

ESKİLER - YENİLER

Saz çalar, ümml idi eski zaman şairleri;

Sözde etmişler bu suretle cihanda iştihar!...

Muhtasar ilâl ile bir elifi vava kalbedip:

Şimdi şairler okunmuştur Iehülhamd (?) söz çalar!...

YENİ İLTİFATLARDAN (!)

Âlemde cmüı ol ki cesur şair olaydım:

Lâşek seni, ben hâme-i hicvimle döğerdim!

Âlemde emin ol ki eğer şair olaydım!

Emreylerdim tardını ceffelkalem elbet;

Kanun okumaz bey (!) gibi bir nâzır olaydım...

MEMURLUK - MUHARRİRLİK

Ya muharrir veya bir münhale memur olsun...
Dayanan varsa mesaiye boğaz tokluğuna
Yeter ümid-1 terakki ile mesrur olsun;

Kesemiz çoktan alıştı paranın yokluğuna!...

KIRACAK ŞEY BULAMADINIZ MI?

Döğmüş şu kızıl şairi, Bulgaryalı Türkler,

Hâini O’na binlerce milis yoldaşı rarken;

Irkdaşlanmın elleri dert görmesin amma,

Hiç kol kınlır mıydı, o menhus başı varken?...

HÜSNÜ KURUNTU

Bugün Moskof denen bir kel katır mevcut ki âlemde
Sanır pespaye, menhus çiftesinden çok sinenler var!...

Fakat bilmez kİ ahmak, boş ve koftur attığı tekme,

Sinen yok, zırlayan İğrenç sesinden tlksinenler var!...

Eşref-1 ZAMAN

ŞA’İR, ANLAMAYAN MA’ŞERİNE

«Nazım Hikmet»e:

Dinledi vecd İle yalçın kayalar, ummanlar,

Bir sana etmedi te’slr nevayi ’udum;

Yağmurun münkallp oldu acı göz yaşlarına:
ölü bir ufk üzerinde dolaşan bir bulutum.

1                                                                          Temmuz 1929      Dr. Abdullah CEVDET

AKIBETİNİ BİLEN ŞAİR

Kimse baş çevirip te bakmayacak gebersem
Bilmem gönül ne cevap verecek şöyle dersem
Gayen ne bu mânâsız yaşayışta a sersem
Böyle paçavra gibi ömür sürüklenir mi?

1931                                                   Sabahattin ALİ

GEBERSİN KIZIL KÖPEK

Tanımazdı ne Allah, ne Peygamber, ne din:

Şu vatansız kominist, (Marko) cu Sabahattin
öldürülmüş kaçarken... Sanmayın kİ yandım pek.

Acınmaz böyleslne, gebersin kızıl köpek!...

Eskişehir — 12/Ocak/1949                Cemal Ogm ÖCAL

Mevlevi Şeyhi Baki

Darülfünun İlahiyat Fakültesi hocalarından Mevlevi Şeyhi Bâ-
ki 1886 de doğmuş 1943 de ölmüştür.

MUHAMMES

-  Doktor Sami Mortan için
Abu güftanıı kesilmez çeşme-i Horhor musun
Vazu Reftarın tükenmez sahnede aktör musnn
Bu kurumla Türkocağından abınmış kor musun
Şehri İstanbulda Sami garp te ya Victor musun
Söyle ruhum söyle sen şair misin doktor musun?

Kıl ayıpsız ruhi tabanın serin ey mehlika
Tnru Musaya Bedel olmakta enlin ran uma
Veçhl meymunun da dansetmekte asar-ı sefa
Hasta gâmı derdi aşka aksine verdin deva
Söyle ruhum söyle sen şair inisin doktor musun?

Şlri de (Victor Hügo) yahut (Nedim-i nüktedan)

Fenni tıpta zatı pakln İlmi Sinayı zaman
Âşıkı na-çare lûtfu İltifatın rayegân
El aman ey gönlümün varı efend’m el’aman
Söyle ruhum söyle sen şair misin doktor musun?

Bir acalp nesnesin ey ruzi-gânn safderi
Bin hava söyler Seraser zülfünün her te'leri
Görse Petrakl Yuvan der sen gibi ntehpeykeri
Cismi nanıevzunun elbet panayırdır yeri
Söyle ruhum söyle sen şair misin doktor musun?

Fenni tıbba sarfedeydln hoş olurdu varını
Hicve meylettin görüp ayîrede ruhsannı
Pek soğuk tuttun bu vadide fakat rcftannı
Gâh yaktın gâh üşüttün Bakl-1 naçarını
Söyle ruhum söyle sen şair misin doktor musun?

Yusuf Ziya Ortaç

OLUR

Sen iskarpin giyersin; ayağında nal olur,

Ben paçavra giyerim: Hint kumaşı şal olur.

Günde yirmi dört saat talih yüntne gülse


Bizim «Mahmut Tesarl» bile Mahmut Bal olur.
Ne zaman İsmi geçse «Ahmet Emin Yalman» ın
Bay «Nadi» nln gerdanı İbik gibi al olur.
«Muhittin Üstündağ» a Donkişot gibi çatmak
«Ethem İzzet» c sorun acep neye mal olur
«Münir Hayrl» ne yapsa: Beste, güfte, proje
Yüzde doksan dokuzu ancak martaval olur.
Geçende «Necip Fazıl» bir adam yarattı ki
Kaç yüz dile çevrildi : anlatsam masal olur.
Radyoda, tecvit üzre, üstadım «Ömer Rıza»
Karmen operasını söylese maval olur.

Ne gün «İlyas Sami» yİ görsem Tokatlıyanda
Hatırıma ilk gelen Sarıkla sakal olur.

SABIK ARNAVUD KRALI ZOGO’YA
Mesti nazım kim kaçırdı Debreden yaya seni
Kim getirdi ansızın Istanbula âya seni
Emrine tahsis kılmış bay Meteksas bir katar
Eylemiş takip işittim on vagon eşya seni.
Arnavutluk böyle bir endişel hicret ile
Kırk bin isterlinle etmiş çok şükür ihya seni
Söylerim mahzı hakikattir piyazdan yok eser
Beklemiş tâ subhedek üç bin kişi gûya seni
Her gören ağuşu şahanende bir kundak ile
Aldanır sanmış efendim eski bir kâhya seni
Fark otelden, nuş edip bir viski bak enginlere
Neşelendirsin, avutsun, mavi bir rüya seni

FARUK NAFİZ ÇAMLIBEL
ESKİLERE GÖRE YENİLER
Zamane şairleri Yanlye Kânl derler,

İki satır dizince adına mâni derler.

Çaldıkları ıslığa saf şiir derler çoğu.
Çektikleri sıtmaya vahy-i rabbani derler.

Altı saatlik ömrü olmayan şiire bâkl.

Altı asır yaşamış gazele fâni derler!

Nazma yumruk atanlar ya dâhidir, ya şair;
Musiki, renk ve mâna koyana cânl derler.

Eskilerin bir ölmez şiir perisi vardı:

Yeniler böylesini görse zebani derler.


Eskiler İlham İçin gezerlerdi Adada;

Yeniler, ver ellnl mezeci Yâni, derler.

Ayni adam sanırlar bütün sakallıları,

Abdülhak Hâmlde Hamld-i s&nl derler.

Devrin şiirlerinde her kim mâna ararken
Aklını oynatırsa, tesiri âni derler.

EskUer böyle anlar yenilerin şl’rlni.

Yenilere sorarsan, idraki mâni derler.

Çamdevlren sorarsa, kimdir hakiki şair,

Memleket yollarında Veyselkaranl derler.

it                        ÇAMDEVİREN

SON KOZU

—Bana taş atana
İşte meydanı sühan, bak, seni erkekçesine
İki mısrada kırıp yıkmak İçin bekliyorum.

Beş kuruşluk kalemimden sakınan boş kafanı
Koparıp bir deliğe tıkmak için bekliyorum.

İnliyor kahn beyanımla perişan geceler
Dikerek dağlara gerdim bu eğilmez başımı.

K*rkmâdım, korkmuyorum şairim elbette, adamım!...
Tnhh!... desinler ki, görürlerse benim göz yaşımı!...

Çöksün cdbar bütün cllvel devrin bakalım
Nesi vardır, ne yaparlar bu ser?zat kaleme?...

İşte meydan okudum, pişi celâdette yine
Zorlu bir ökçe vurup her kedere, her eleme!...

Şairim, heeeey! Bana vız gelmededir hayfü rica
Yürü, gel karşıma çık, maskeni fırlat kenara.

Son kozun neyse getir, oyna da gör akıbeti
Çıksın artık bu matam da açıktan pazara

Orhan Rahmi GÖKÇf>

KIT’A

Düşman kapıda, biz yine bl kayıd ve mübalât:

Evvelce nasılsak yine ayniyle o meşrep:

Hep «Sen ve ben» avaz-ı haris anesi heyhat!
öldür bizi, kahret bizi, mahvet bizi Yarap...

Süleyman NESİB
(Süleyman Paşa zade Sami
>


KITA

O’nu hayvana teşbih, şüphesiz hayvanı tahkirdir,

O rütbe çünkü zlrnh âlemin menfurudur Nâzım;
Tenezzül saydın amma hicvi sen ey âteşin Heccav,

Uyuz bir İt kapunda lurlayorsa Hüşşt! demek lâznnl...

Eşref-I ZAMAN

HAVAİYAT

BİLMECE

Cühelâdan biri var, armuda benzer suratı
Kulağı kepçe, geniş ağsı hamam kurnasıdır,

Teresin öyle uyuz zırlayışı vardır kİ
Sanki çlngen Haşanın ağzı kırık zurnasıdır,

Üşütür insanı Temmuzda mizahi yazısı
Hele ciddi yazısi çam dalı dondurmasıdır
Meyvelerden neye benzer diye asla sorma
Ahlatın hâlisidir, sanma Mısır hurmasıdır,

Eşeğin erkeği başka, dişisi başka olur
Bu eşek her iki cinsten eşeğin burmasıdır,

İşlemez kendiliğinden içi boştur kafanın
Yediği herze dahi başkasının kurmasıdır,

Gidişi, sırtı hamutiu deve vâri cünban
Duruşu, çifte koşulmuş öküzün durmasıdır,

Herkesi rengü sıfatla yaratır hazreti - hak
Fakat haUâk-ı cihanın bu bir uydurmasıdır...

İgba evsafı bâlâda muharrer adam müsveddesinin Mm oldugıı.
nu bilerek bu bilmeceyi halledene yok canımdan bir öğleyin ziyafsti
borcum olduğu ilân olunur.

İMİ                                                                      LEYLEK

(Zeynel Besim Sun)

KITA

Bilgiden behresi yok, akî-u dirayetten uzak
öyle timsal-i belâhat kİ yaban hergelesi
Hele vicdanı ararsan o da yok cascavlak
Bfel’anct heykelidir sanki o Devran teresi.

1947                                                                 Ekrem Şen OZAN

 


 

Pcyami Safa’ya göre: Nazım Hikmet

GÜNDÜZ: 15-XI~İ038

YtRMİBEŞ KURUŞLUK KOMÜNİZM

Konya Cezaevinde, vaktiyle Bursa. Hapishanesinde bulunmuş
Nâzım Hikmet’i iyi tanıyan mahkûmlardan biri anlatmıştı: Bursa
Cezaevinde mahkûmlardan biri komünizmin ne olduğunun merakı -
na düşer ve N. Hikıret’e gider, ona derdini açar. N. Hikmet:

   Sok elini cebime der.

Mahkûm çekinerek sokar.

   Ne kadar para varsa al... der.

Mahkûm alır. İki yirmi beşer kuruş.

Kızıl şair 25 kuruşun birini ona verip birini kendisi alır

   İşte, der komünizm budur.

Bu hareket, cezalının çok hoşuna gitmiş olacak ki, ben komü -
nist oldum, diye yine bir gün N. Hikmet’in yanına g'der. Cebine
elini sokuverir. Bakar iki elli liralık. Birini Nâzım’a verir, birini ken-


dı almak ister. Fakat Nâzını bu sefer kızar. Herşeyi kemiyyete irca
3dea komünizm ve onun Türkiye başmümessili hiddetlenir, adamı
kovar ve elli lirayı zorla alır.

Bu hikâyeyi dinledikten sonra, meğer dedik, komünizm ne de
ucuzmuş. Olmuşu 25 kuruş ediyor.

ir                  Serdengeçti — 1040

BİR PBOVAKTÖR ÜSTÜNDE
HİCİV DENEMELERİ

Ben sadece söküp

bir-fitnenin otuz İki dişini,
Ve Babıâll kaldırımlarında döküp
geleceğini, geçmişini
Aldım omzuma işte bu teşhir İşini...

Bir düşün ey yetimi Safa,

bir düşün ve hatırla ki, son defa:

O, takma aslan yeleli

Namık Kemal üstadın senin;
abanoz ellerinden

zenci kölesinin
som altın taslarla şarap İçerek
ve «dldarı hürriyet» in dizinde

kendi kendinden geçerek:

«Yüksel kİ yerin bu yer değildir.

Dünyaya geliş hüner değildir!»
demiş...

Sen de yükseldin uyup

onun sesine

«La dam o Kamelya» nın fesli figüranlığında*
Ahmet Haşimin «degiistasyon» dakl iskemlesine...

Bir düşün oğlum,

Bir düşün ey yetimi Safa,

bir düşün ve benden öğTen ki son defa:

FİKİR dediğin

şeyin

Karabet ustanın uduna benzemez suratı.

Metin Kutusu: NftKim HikmetO, ne şapırtılarla çiğnenen bir sakız,
ne «Vatan - Slllstrc» de Abdullah çavuşun tiradı,
ne de «Bir akşamdı» da müteverrim bir bayan ilâcıdır.

Aydabir mecmuası: 1935

«NAZIM HİKMETE» HİTAP EDEN BİR ŞİİRDEN

Bugünlük senin ağzını kullanacağım: Ulan
Yalancı pehlivan!

«ölüleri rahat bırak oğlum»

Dedikten sonra bilmem kime çatmak İçin
Ve bir kaç afi satmak İçin
Bu millete milliyetini duyuran,

Zulmü, istibdadı, tahakkümü kıran
Büyük Ttirke, Namık Kemale sövmek,

İçtiğin Moskof şarabının neş’esinden olsa gerek?

Dünün büyüklerine bngün söven;

Yann da bugünün büyüklerine söver...

Bayım, apaş ağzlyle yalnız kendisini över!

Galiba aynaya baktın kİ
Takma arslan yeleli
Aksini gördün,

Ey yetim i vatan!

O vatan kahramanı sürgünlerde çürürken bile
«Felek ber türlü esbâb ı cefasın toplasın gelsin
Dönersem kahbeyim millet yolunda bir azimetten!»

Derdi

Ve...

Sözünü ispat ederdi!

Sırtlan tabiatlı nebbaş!

Ulaaan

Boynundan yaralı
Kızıllı karalı
Engerek!

1935                                             Abdütbâki Gölpmarlr

HAKKI PAŞANIN BUYRULTUSU

Silivri nâlbi
Şeriat haini
İ’l&mını okudum
Kahkahayla güldüm
Mühr-ü müeyyidemi basarını
Seni mahkeme kapısına
bsarım


BEHÇET KEMAL ÇAĞLAR

Bir inkılâpçılık ruhunun coşkunlu ğule ve halk diliyle özlü şair-
ler yazan Behçet Kemal Çağların, yekin dostlarından başka kimse
hiciv ve mizah cephesini tanımaz.

Behçet Kemal Çağlar’m (ATATÜRK’E RAPORLAR) adı ile
ATATÜRK öldükten sonra her ay bir defa nöbetçi subayın mafev-
kine rapor vermesi gibi bir manzum rapor hazırladığını o zamanlar
duymuştuk. O eserden ve yakınlarından ele geçirdiğimiz bir iki
parça:

Seni anlatmağa ne akıl erer, ne dil
Keramet İzhar ediyormuş Mlster Çörçil
«O daha dünyaya lâzımdı» derken;

Ne vardı gidecek bu kadar erken?

İşte böğrümüzde kaldı elimiz
Nenlesin bizim Büyük delimiz?

Küçük akıllılar para etmiyor!.

İrkilmez, Ata çocuğu İrkilmez,

Zabt edilmez Atam zabtedUmez,

Bh vatken senin kalenin burçları
Bakışlarımız kılıç nçlan...

Bekliyoruz, devrimin! biz;

Çökmeyeceğiz diz!.

İsterse refah kahrolsun,

İsterse hayat zehr olsun,

İsterse kurşun düşsün,

Yanımıza, belimize!.

İsterse yeni velinimetler,

Geçinmek İçin bir dilim kuru ekmek vermesin elimize
Yer sarsılsa yerinden,

Dünya düşse peşimize.

Ne senden vazgeçeriz,

Ne senin eserinden.

Meclis müzakereleri sırasında ikişer satırla çizdiği portreler
de defterden deftere naklolunmuştur. Meselâ şiir okuyuşu hir tu-
haf olan rahmetli İsmail Habib Sevük’ün büyük hayallerle ko-
nuşmasını şöyle tasvir etmişti:

Ne kadar konuşsa şu demek hepsi
H&mldane edâ ve Burhan Tepsi!.

Rasih Kaplan hoca için

Sana ceddinden bir asil kan düştü;

Dikkat hocam; dikkat perukan düştü!.

Konuşmayıp konuşmayıp da bütçe müzakerelerinde sadece
Manisa bağlarında kükürtten bahseden Yaşar bey için
Kitabe! sengi mezar
Der hazretl mir Yaşar
Fikri sâbltinden mürd oldu;

Kükürt derken, kükürt oldu!

Refik Koraltan için

Yirmi yıldanberi öter cırcır o,

Meydanda Finten yok, Davalaclro.

Mebusluktan ayrılmağa v'edanen karar verdiği günlerce yaz-
dığı (İki ses) adlı şiirden beş on satır

Dışarıdan herkes                   Böyle uslu yavaş..

İçimden bir ses                     Savaş, savaş, savaş!.

Dışarıdan herkes                   Görmemiş ol, savuş!

İçimden bir ses                     Konuş, konuş, konuş!

Dışarıdan herkes                   Tıkırında işin,

İçimden bir ses                     Düşün, düşün, düşün!

Dışarıdan herkes                   Bu güne uy, barın;

İçimden bir ses                     Yann, yann, yarın!.

Uzun iboyu, devamlı ihtirası ve ayni zamanda bön görünüşüy-
le bir meşhur merhum siyasinin iki satırla portresi
Yüzünden bönlük akar, içini benlik oyar;

Ey vatan bostanında yetişen seçme hıyar!..

Yanında bir züppe İle bir arkadaşına hıyanet eden Pakize ad-
lı bir kadının ilki satırla hicvi

NATÜRMORT

Bir hıyarla diz dize
Mes’ud armut Pakize!.

BU ŞEHİR

Neleri gördü bu şehir, neleri;

Dâhisi, kurnazı, divanesi!

Kimi bahçe nanesi yedi, kimi yaban nanesi!

Bir tak kurmalı bu şehrin ortasına
Ye yazmalı üstüne;

Börekçi Haşan ustanın İmalâthanesi!

14-4-1961)                                Behçet Kemal ÇAĞLAR

(Kanadlar ve Gagalar)

Onlar asil doğmuşlar, çocuğum bize de asil ölmek kaldı.

Şu kapı altm anahtarlarla kilitlendim, diye öğünnıesln. Yum -
ruklarla, taşlarla, baltalarla kırılacaktır.

Bu uzun gölgeyi boyun mu sandın?

Büyük adamlarla konuşmasını bilmiyor demişsin... Bu, onun
suçu.. Kendini büyük adam bilmek te senin suçun.

Bu İnce ağacı yapıya yaramaz diye bir köşeye bıraktılar; gü-
zel bir bayrak direği olabilirdi.

Tekerlekleri dört köşe bir arabaya bindirdiler bizi. Bir gidiş-
tir gidiyoruz.

Bana al dediler, mor dediler, yeşil dediler... Fakat kendileri
kara’da kaldılar.

Arif Nlhad Asya

*

FELEĞE ARZUHAL

Tamam kırk senedir tuttun yakamdan
Böyle midir sende adalet felek?

Kurtulmadım gitti elemden, gamdan
öldürmek mİ fikrin nihayet felek?

Ne rütbe verdin, ne nişan verdin;

Ne kahve, ne dükkân, ne de han verdin;

Ne fındıklık verdin, ne fidan verdin;

Nedir bu yaptığın rezalet felek?

Toksuzluk içinde niçin solalım?

Kime yalvaralım, kimi bulalım?

Gel seninle muhakeme olalım;

Sende mİ. bende mİ kabahat felek?.

Trabzou Baba SALİM

¥

ŞİİRLER MECMUASI

Yepyeni bir şiir kitabı.

Otuz iki sayfa,
tki yüa yetmiş mısra;
tkl yüz yetmiş mısra ama
Eş mâna?

Nurullah Ataca sormalı!

Hâmit Macit SELEKLER


   264 —

Orhan Veli Kanık

Orhan Veli’nin kendini anlatan bir şiirinden şu parçalan ala-
cağım

Ben Orban Veli,

«Tank olda Süleyman efendiye»

Mısraı meşhurunun mübdll,

Duydum M merak edlyormuşsunuz,

Hususi hayatımı,

Anlatayım

Evvelâ adamım, y&nl
Sirk bayvam falan değilim.

Burnum var, kulağım var;

İspanağı çok severim.

Püf böreğine bele.

Biterim.

Şiiri nasıl buldunuz, hoş değil mi? Evet hoş, hem veciz. Sana-
tına, şöhretine bais olan bir mısralık şaheserini ve husus! hayatını
edebiyat tarihine bu selis ve mufassal tercümesile kendi kalemle-
rile geçirmek lütfunda bulunmuşlar. Mükemmel bir oto biyografi ve,
ve mükemmel bir ispanaklı şiir!

Hazret de galiba İspanağın şiirlerinden daha kıymetli olduğu-
nu anladı ki, okurlarına ancak bununla yutturmak istiyor

ZAPARTA

Son gelen gazetelerin birinde meşhur şair Orhan Veli’nin ay-
nen bir şiirini okudum

TECRÜBEDİDE
Hanginiz bilir benim kadar
Karpuzdan fener yapmasını.

8edefll hançerle üstüne
tiülcemal resmi çizmesini
Beyit düzmesini,

Mektup yazmasını.

Yatmasını,

Kalkmasını,

Bunca yılın Halimeslni
Hanginiz bilir benim kadar
Memnun etmesini.

Değirmende ağartmadık biz bu sakalı!

Orban VELİ

Şairimiz iyi şair, mecmua iyi mecmua ama, buna dinliyen. ar-
kaçlaş dayanamadı da şiire şu İlâveyi yaptı

Bn manzumeyi yazan deli.

Basan deli.

İıma Orhan Veli.

•k

Aman, mahkemelik oinuyatum, şaka bu şaka.

Kar&atâr — İMİ

Orhan Veli’nin

Neler yapmadık bu vatan İçin
Kimimiz öldük.

Kimimiz nutuk söyledik.*

Diye (konuşması, Eşrefi büyülten, hattâ doğrudan doğruya biı
karaktere sembol olan şu beytin tercümesinden başka nedir

«Cihadın fazlını İlân edersin herkese amma,

Kaçarsın ordudan «vız! vız!» edince daneler vâtz!»

Milliyet: 22-6-1953                                 Tank BUĞRA

Kopuk nüktesi

İşittiğime göre büyük tâcirlerden birinin evine bir hırsız gir-
iliş. Yükte hafif pahada ağır ne varsa, cebine indirdikten sonra ev
rahibine bir muziplik yapmak istemiş. Sağa sola bakınırken, ara-
cında bazı politikacıların da bulunduğu bir fotoğraf geçmiş eline

Tutmuş kalemle kimine sakal bıyık, kimine boynuz takmış.

Şaka olduğunu anlatmak için de resmin altuıa şöyle yazmış:

   Hırslı alayı...

Metin Kutusu: 22-12-195*ÇETİN ALTAN


 

 

EŞEK İHRACI KARARI MÜNASEBETİLE
Eşek İhracı hükümetçe tekarrnr etmiş
Haklıyım doğrusu teu buıtdan esef ettimse
Bu kararın hele tatbikine geçsin millet
Korkarım kalmayacaktır ukalâdan kimse.

EŞEK İTHALİ KARARI MÜNASEBETİLE
Eşek İthali de serbest oluvermiş artık
Şimdi dört gözle o mahlûkları herkes bekler
(Kodaman) cinsi dururken bu ne zahmet bizde
Haklıdır doğrusu hem küsse bizim Eşşekler.

Haindi ARALIK


 

GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ...


 

Bİt defa daha hatırlıyorum. Sene 1950. Birinci Menderes Hü-
kümeti pek yeni kurulmuş. Henüz ilk iktidar günleri. Ankara Palas-
ta tesadüfen beni gören Menderes, her zamanki nezaketüe, ertesi
gün için Başvkâlette bir kahve için biraz «lâf atmağa» çağırmıştı.

O gün, odasındaki alçak yuvarlak sigara masasının etrafında
karşı karşıya şundan bundan konuşurken, bir aralık coşmuş, elile
masanın üstündeki camı kıracakmışçasına, vurarak

Biz o sağır gibi burasını tapu ile almadık. Bugün ben varım,
yarın elbette bir başkası gelir. Biz politikayı spor telâkki ederiz.
Onlar gibi hayatımızı sandalyaya bağlamadık.

Demişti. Hey gidi günler hey! Şu devlet koltuğunda, oturmayı
bir merak ediyorum ki sormayın. Ne var bunda ki bir ilişen bir da-
ha kımıldamak bilmiyor, Yârabbi?

Doğan Nadi

Cumhuriyet 5-12-1955

F. 17


Şifre

VE

Metin Kutusu: PÜFFF!...
Rastıklı
Sürmeli
Eğreti benli
Belkls!
Dürüm
Dürüm
Dürmeli
Seni fırına sürmeli
Bir ustaca üfürmeli
Püfff!...
HİCİVNAME-İ ORHON’DAN

Bir göz görüyorum karşımda
Dünı!

Düm!

Düm!

Düzlük içinde

Asılmış kalmışım orta yerimde»
Aşmalı Mescitte,

Güm!

Güm!

Güm!

Gümbürtü içinde!

 

 


Metin Kutusu: HÜRRİYETMAHKUMLAR


 


Metin Kutusu: Ekseriya sabaha karşı
Kurşuna dizilir mahkûmlar
Bir sünger taşına döner
Anne sütünden yapılan
heykel
B&ri şu trampetler çalmasa
İnsan gürültüye gitmese.
Herşey göklere doğru büyür.
Salkım söğütün dallan müstesna

Canımız,

Cânânımız hürriyet!

Sen de büyü
Bizim tarafa.

DÜNYA DÖNDÜKÇE
ÜMİT FAKİRİN EKMEĞİ
YE MEHMET YE!...

Orhan Murat ARIBURNIT

DÜNKÜ BABIÂLİDE HİCİV

Şu setiz on senedenberi meşhur ağızarı ve meşhur kalemlerin
teati ettikleri küfürler yazılsa bir cild kitap olur ve zannederim ki
tenkid namına onların bundan başka eserleri de çıkmaz ve çirkin
sözlerinden bir ikisini hatırlayabildiğimiz kadar hatırlatalım «Ma-
halle piçi», «Lâğım ağızlı», «Şengül hamamının sermayesi», «Ciyfe»,
«Dar pantolonlu kart züppe», «Mektep kaçkını», «Âdet bezi». <tğ-
renç cibilliyet», «Sefil», «Hergele»...

Cumhuriyet 14/7/1028                                   Peyami SAFA

BABIÂLİ KORİDORLARINDA HİCİV
İKİ AHBAP ÇAVUŞLAR!...

BabıâMde iki ahbap çavuşlar vardır ki senelerdemberi dört
yapraklı daracık sütunlar üzerinde Viyana hokkabazlarına taş çı-
kartan bir maharetle orta oyunu oynar, şaklabanlık ederler.

Meşrepleri, mezhepleri, siyasî akideleri kıbti imam gibi karan-
lık, belirsizdir. Apaş tarzını şiirimize ilk aşılamak, külhanbey edası-
nı edebiyat çerçevemiz içine almakla meşhurdurlar.

İlim ve ahlflk koridoru bu zavallılar için zindan dehlizi kadar
karanlık ve oan sıkıcıdır.

Yine bunlar nazarında fazilet, haysiyet, teneke bir oyuncak gi-
bidir, birisi kırılınca diğeri alınır.

Memleket aşkı, inkılâp ülküsü bu biçarelerin ceplerinde esen
havaya tâbidir.

Yıllardanberi her davulun tokmağım vurmuşlar, her sezilen
menfaate fak kurmuşlardır.

Kartala kurşun attıklarını sanırlar. Dağarcıklarında çıkan si-
yah kargadır.

Yağlı kuyruk arkasında koşarken kuru bir kemik parçasına
ferma ederler.

Cemaziyelevvel torbalan babtan mihraba kadar belli olan bu
kaldırım serserileri her serbest düşünüşe muhalefet mânası verirler.

Sarayların, sultanların yıkıldığını düşünmezler de halâ Jurnal-
cilik etmekten utanmazlar.

Yine ne oluyor? Ne var?

Akordu bozuk Lâtama sesile parsaya çıkmış görünüyorlar

Bu terbiyesizlere kim cesaret veriyor? Hiç kimse... Bu cesaret,
fırın delen aç köpeğin kendi hezeyanıdır. Midesi kuruyan, cebi bo-
şalan her serserinin yaptığı işe pek benzeyen bu kuduzluğu biz pek
tabiî görüyoruz ve hayret etmiyoruz. Siz ne dersiniz?

*                                                                        

İKTİDARA ERMEK İÇİN

Koşarsın bir mitingden bir mitinge,

Olup yollarda bir Veyselkaranî!

Görün dersin görün ey İktidarım!

Gelir daim: Cevab-ı Lenterânü...

MEKTEPTE!

Vaktiyle, bizim zamanımızda;

Her türiii nizama baş eğerdik!

«Sevmem bunu ben! Yemem!» denilmez:

Mektepte dayak da olsa yerdik!...

ORHAN SEYFİ ORHON


Aziz Nesin

İtalya’daki Milletlerarası Mizah Yazarları Birliğinin tertip et-
tiği «Dünya Mizah Yarışması» nda «FÜ Hamdl» ve «Kazan Töreni*
adlı hikâyeleriyle 1956 ve 1957 yılında iki defa birincilik kazanan
Aziz Nesin, ayni zamanda şairdir. Kendisinden iiki örnek sunuyomz:

ONLARA

Zannetme kİ daim bitekçesine
Siz her anırdıkça hûû çeker millet
Alkış beklerken siz eşekçesine
Verir hakkınızı yûû çeker millet!

1948

D.F. iktidarının 10 uncu yıldönümünde

10. Yıl Marşı

Girdik açık gözlülükle on yılda her savaşa,

On yılda on beş milyar borç yaptık uçan kuşa!
Ne gelişme yârabbl, partimiz on yaşında.

On yılda on milyoner her sokağın başında...
Devr-1 sâbıkta eğer bir varsa biz yüz ettik,
İkinci Fatih olup İstanbul’u düz ettik!

Pek sayın nutukçular meydanlardan buyurdu:
Vatan cepheleriyle doldurduk baba yurdu...
Dershaneslz, okulsuz, öğretmensiz kitleyiz.

Biz koltuğa alıştık, gitmeyiz de gitmeyiz!...

Çizerek viskilerle kalkınma hartasını,

Bir atlatabllscydlk şu seçim vartasını...

Yine eski ruh olup dağdan dağa esseydik,
Tezveren 'Dede İçin yüz bin kurban kesseydlk!

Biz hesapsız, kitapsız, plânsız bir kitleyiz,
Gitmeyiz de gltmçylz, gitmeyiz de gltmeyfe...

Metin Kutusu: 21-4-196#Gitmeyiz de gitme..
Git... Gitme... Git..

GÜNÜN FIKRASI

BAYAR VE RESMİ

Celâl Bayar, Çankaya'daki Cumhurbaşkanlığı Köşkünde bir
aşağı bir yukarı dolaşıyor. Eli çenesinde. Ara sıra telâşla pencereye
koşup uzaklara bakmaktadır.

İçi, içine sığmadığı belli..'.

Bir ara, duvardaki (kendi resminin önünde duruyor. Fotoğraf
dile geliyor ansızın

   N var, diyor, ne oluyorsun?... Ne titriyorsun?...

Celâl Bayar, boğuk bir sesle soruyor

   Söyle : Ne olacak benim hailim?...

Resim, yaldızlı çerçevesini çatlatan bir kahkaha ile gülüyor
Ne mi olacak? Hiç... Beni indirecekler, seni asacaklar'.

Akbiîfca 23-6-19C0

ÜÇ BÜYÜKLER

Demokrat parti Heri gelenlerinden Refik Koraltan’ın gerek is-
tiklâl Mahkemeleri savcılığı, gerek Halk Partisi Hükümetlerinin va-
lisi olduğu zamanlara ait çok şeyler anlatılır.

Bursa’da sabah akşam, yaz kış, kar yağmur hükümet konağı
önündeki şehir bandosunun İstiklâl Marşı çalması onun icadı imiş!

Memleketimizin ve dünyanın hiç bir yerinde olmayan bu usu-
lü ondan sonra gelenler de korkularından kaldıramamışlar.

Türkiye’de en çok veremli Bursa’da imiş! Bir arkadaş

Elbette Bursa’da olur, sabah akşam sinemizi kara yele ve-
rip, -bando dinliyoruz! demiştir.

Yine Refik Koraltan, Bursa valisi iken en mühim işi Uludağa
çıkıp, erkek kaz yumurtalığından yahni yemekmiş! İnsanların çok
garip huylan oluyor, ne denir!...

Koraltan’a dair son duyduğum fıkra hepsinden baskın çıktı,
yazmadan edemeyeceğim

Vali bulunduğu yerlerde, sık sık ziyafet, eğlence balo vesaire
yapılır, Koraltan’ın kerimeleri hanımefendi de bu toplantılarda çı-
kıp, beybabasının kaleme aldığı bir şiiri inşâd ederlermiş! Bu şiirin
her kıt’ası sonunda şu nakarat varmış

Üç büyüktür memleketi kurtaran

Atatürk, tnöırü, Refik Koraltan!...                   22-6-1959


DEMOKRASİ TÜRKÜSÜ

                                                         Şeyh-ül mason F. Hulûsi'ye itnaf
Tıkıldı gitti baştan biçare demokrasi
Pabuç gibi atıldı kenara demokrasi
Kim demiş ki yakışmaz kel başa şimşir tarak
Bakın ne güzel uymuş baylara demokrasi
Kazıklı Voyvodanın ruhuna rahmet olsnn
Diri diri gömüldü mezara demokrasi
Bir ölmüş eşek gibi söktüler nallarım
Sürüldü nalsız çulsuz pazara demokrasi
Siyaset harmanında öyle bir yel esti ki
Kalbur kalbur ▼erildi rüzgâra demokrasi
Ne cürüm eyledi kİ ismi cismi kalmadan
Kovuldu bir bilinmez diyara demokrasi
Taklid ettiler bir gün Atina sitesini
Duyunca oldu yüzün kapkara demokrasi
Neler çekti insanlık bu hoş teorilerden
Bari gidip Allaha yalvara demokrasi
Farkı kalmadı bugün hocanın eşeğinden
Artık nasıl başlasın inkâra demokrasi
Dübeş düşeş atıldı namına partilerde
Demek kondu aklbet kumara demokrasi
Başım yemek için ramazan sofrasında
Gizli gizli çağırıldı iftara demokrasi
Neler geldi başına onun bu gamhanede
Çakılmış kulağından duvara demokrasi
Şimdi çıkmaz oldu sokağa utancından
Benzedi bir yolunmuş davara demokrasi
Ne hale geldim diye ağlayıp sızlamada
Her halini başladı ikrara demokrasi
Feda etti bu yolda niceleri varım
Kılmadı hiç kimseye mudara demokrasi
Alışmıştı keyfince hoplayıp zıplamaya
Buralarda vuruldu yulara demokrasi
Ne kadar allı pullu yosmacık bir civandı
Oldu baylar elinde maskara demokrasi
Kırk yıl yıkayıp dursa gene de çıkaramaz
Yüzünün karasını Marmara demokrasi
Bir kaç yıldır ağlaya ağlaya çıktı canın
Döndü şehla gözlerin pınara demokrasi
Ey «ZEBANİ» bana bir gazel inşad eyledin
Vakıf oldu şendeki esrara demokrasi
22-4-1952                                              ZEBANİ


   263 —

FATİK HALANIN BEKİR


Biraz. topalcana
Biraz köre ene
Gözleri çapaklıydı
Burnu sümüklü...

Bacağına şalvar giyerdi
Ayağına çarık
Elleri tüm yaralıydı
Yarık ta yarık...

O Bekirin varya o Bekirln
Rüyalarına bile girmiyor artık
O şalvar
O Çarık...

Bekir bir büyüdü, bir büyüdü
Hani bir Bekiri vardı Fatlb Halanın
Ortasından kessen kısalmaz
Ankara’da, İstanbul’da
Ahır sekisini hatırlamaz...

Bekir Palaslar’da geziyor şimdi
Bekir işe girdi memur oldu
Bekir şef oldu, müdür oldu
Bekirin dayısı Demokrat
Bekir milyoner oldu
Aman dostlar sormayın
Bekir de bir surat
Bekir'e bir hâl oldu...

Bekir unuttu düven sürmeyi
Kağnıya binmeyi unuttu
Taksilere biniyor şimdi
Çalgılara gidiyor
Bekir bir para tuttu
Bir gecede üç , beş binliği'

Üç - beş karıyla yiyor...

Fatik halanın topal Bekiri
Kör Bekiri

Bahçeli evde oturuyor
Altında şezlong
Ağzında pipo
Dilinde şarkı

Dönüyor, üğünüyor çarkı       <

VATAN İÇİN

Kalbine girmemişse hissi vatan;
Anı sen kâlo alma bari utaıı,

Kız, köpekler bile vatanperver
Vatanı sevmeyen acep ne sever?

Abdülhâk Hâmlt

DİŞ KİRASI

Samedani değil ifadatı
Sade ismi Samet yetişmez mi
Gençliğinden bu hâli bekleyiniz
Yılların geçmesiyle pişmez mi?

Binâ

Sultanlar gibi hayat sürüyor
Bir gör Bekiri...

O Bekirin varya o Bekirin
Topa] oğlanın
Kör oğlanın

Rüyalarına bile girmiyor artık
O şalvar
O çank...

Ses, Kayseri) 4-9-1959 Siyasi Baba


Sabıkları Savunma

Karşılandık Adada doğrusu mihmancasıııa.

Duygular arzederiz Ordu’ya şükrancasına!

Hep feragatle çalıştık bu fakir memlekete,

Dikilen bir ağaç varsa da... ormancasına!

Lakabı olsa da Berbat yine takdir olunur,

Halka hak verdik adâletle Süleymancasına!

Genç kadınlarla küçük kızlara açtık kucağı.

Babalık ettik ehâliye Koraltancasma!

Ömrümüz geçti bizim taât-ü takvâlarla,

Beş vakit... halvet ederdik te müslümancasma!

Biz çevirdikti evet Partimizi partilere,

Kaldı oem’iyyetimiz şimdi perişancasına!

Nasıl inkâr ediür böyle büyük kalkınma?

Kalkınıp haplar ile biz dahi Lokmancasma!

İndiras maştandır belki bizim Menderes’in
İndiras böyle olur doğrusu umrancasına!

Milletin malları taksim edilirken arada,

Zorlu hayvan alır elbet payı aslancasıua!

İşte işte Maiiyycmizin Şaht’ı... biraz çaldı, fakat
Bütün afabâba da çaldırdı Polatkancasma!

Alnınuz terledi... aldıksa beş ou milyoncuk,

Hâzırız biz de hesap vermeğe Tarhancasma!

Yâr-ı gaar idi bize gitti zavallı Namık,

Yüzü gülmezdi fakat iıoştu (1) somurtkancasına!
Cân-u cânan gibi yekdlğere biz bağlıydık,

Ethem'in her bakışı Adnan’a cânancasına!

Hariclyye bulamaz öyle fatin bir bakanı,

Nato başkanlığı etmişti Taleyrancasına!

Gözü toktu, yetinir erdi bizim valimiz,

Kemal Aygün’le uyuşmuştu o yârancasına!

Şu Lorel-Hardl’mizin yüzleri ay, gün gibi ak,

Biri oldukça kuru diğeri şişmancasına!

Bn vezne girmedi bir türlü sempatik Kalafat,

Ederdi bizleri temsil orangutancasına!

Ne yazık dinlemedik Ahmet Emin üst âdı,

Ne nâsihatler edilmişti kİ Yalmancasına!

(1) Hoş demek lâzım gelir zira ki mevtâdan yana.

Halil NİHAT


Yine pişman değiliz yaptığımız işlerden,

Ömrümüz geçti şükür zevk ile sultancasına!

Olmasaydım ben eğer suçlu, olurdum şâhit.

Doğrudan başka sözüm yok benim Adnancasına!...

Çekilir mİ ipe blzler gibi ipsiz alayı?

Mutlaka lâzım ise ... olmalı üryancasına!

İftira etmeyiniz... işte hesap meydanda,

«Biz bu dünyada günah etmedik insancasına!»

Ekrem Talât AKEV

Onların Gazeli

Sayın Talât Akev’e ithaf —
Harcadık on yılı gafletle perişancasına.

Çiğnedik halkı şakavet ile Mcrvanca'sına!

Parti forsuyla olup her birimiz bir Karun,

Topladık hırs ile milyonları korsancasına!

Kopyalar kopyası Galip Hoca'mız dağlarda
Gezdi dürbünle ve kasketle kumandancasıua!

Zorlu ustaydı komisyonculuk ilminde Fatin.

Yüzde onlar takılırlardı gelip kancasına!

O Koral tan kİ, kor alttan kazığı, sonra fakat
Yedi bizzat... Uluyor şimdi kudurgancasına!

Hilkat âcûbesi, şenpaze-i âlem Kalafat

Har vurup sürdü sefa on sene harmaııcasıııa!

Çekeriz şimdi hoşor yosmaların hasretini,

Gece, gündüz yaşadık aşk İle üryancasına!

«Vatanın bağrına düşman dayamış hançerim»

Ordumuz kükredi bir lâhzada arslancasına!

Gençliğin mahvına her gayreti sarfetti Celâl.

Gerilili attı Aga’m tekmeyi tırpancasına!

İhtilâl aşkı nasıl sardı şu asker'eri ah?

Verdiler ders-1 siyaset bize irfancasına!

Yassı bir sahnenin üstünde bugün toplanarak
Sûzinak’dan okuruz şarkıyı Ongan’casına!

Gardiyanlar gece rüyada gelip giydiriyor
O beyaz nesneyi boydan boya mintancasıııa!

Hicvi İbrahim’in, elbet bilirim, katre gelir.

Size üstadımız Eşref gerek ummancasına!

İbrahim DELİDENİZ

   270

Dr. Asım Neşet Sözmen.

   Demokrat Partinin teessüsü münasebetile —
BETİT

Bia «] himcm hizbi Demokratız ki pür satvet
Clhangirane bir parti çıkardık bir avuç İtten
KIT’A

1954

     D. P. Haysiyet Divanı için —
Hep dürüstler oldu mahkûm, tıktılar ot çanına
Partizanlık böyledir, oymak gerek devranına!

Müstakim olmak hizipleşmek demektir, affı yok,

6......... verenler oldu başkan haysiyet divanına!

BEYİT

1954 Seçimleri mü trnseb etile —
Ehli namus yoklamada düştü meyus oldular
Merkezinden koydnranlar hepsi mebus oldular!

KIT A

C.HJP. müfritl katmerli Demokrat kesilir
Nice eçhelleri gördüm kİ O Sokrat kesilir
Ordinaryüs tatar İstanbula vali olucak
Keçi, manda ne demek mezbahada at kesilir.

K I T * A
Deliler doktoru vali de delirdi bayağı
Yeni bir pavyona ad taktı klakson yasağı
Edip oy birliği güllabı Etlbba dediler
Ordinaryüs hoca mutlak Tımarhane kaçağı
MENDERES!

     28 Nisan 1960 Beyazıt Faciası gecesi —
Fikri hürriyet boğulmaz olsa da zincir kafes,

Susturulmaz yurdu sardı öyle manidar ki ses!

Ateş açtırmak revamı gençliğe gafil teres,

Böyle yapmaz Adnan aslâ, telki Andon Menderes!

Sardı etrafı Celâli, ynrtta asker yok mudur?

Zulmü Hân etmeye merdi hünerver yok mudur?

Ümmeti merhumede pek gözlü, bir er yok mudur?

Böyle yapmaz Adnan aslâ, belki Andon Menderes!

Etti itmam bir kararla ilm ocağının kârım
Seyreder Millet senin de gün gelir idbannı!

Dersi ibrettir temaşa P ların Hünkârım

B6yl( yapmaz Adnan aslâ, belki Andon Menderes!


TEVFİK FİKRET’İN AZİZ RUHUNA İTHAF

                                  27 Mayıs 1960 sabahı —
Yükseldi şehit yavruların arşadek âhı
Türkün yine göklerde o yıldız İle mâhı
Bayram günüdür terk edelim âh ile vâbı
Fikret! Bize Gürsel Paşa gösterdi sabahı!             *

Türk askeri temkin ile çok bekledi durdu,

Koltuktaki gafiller ise fazla kudurdu!

Azmetti o namertleri kansız yere vurdu,

Fikret! Bize Gürsel Paşa gösterdi sabahı!

Asker, sivil hep bir olarak zulmü devirdi,

Eşsiz Atanın açtığı bir nurlu devirdi.

Mağlûp mu olur Ordu? O tarihi çevirdi,

Fikret! Bize Gürsel Paşa gösterdi sabahı!

Ferdaya güvendindl evet işte misâli
Türkün yine hürriyet İle oldu visali
Her anda o yüksekte ve her yerde o âli
Fikret! Bize Gürsel Paşa gösterdi sabahı!

Yassıada'dan Feryat

murabba

Park Otelden ediyorken Boğaza atfı nazar
O geniş manzara hatta geliyordu bana dar
İki üç martıyı görmek veriyor şimdi mesar
Adanın yassısına şükredelim sivrisi var.

Sadrı sabık ohıverdi adım artık ne yazık
Milletin oyları toplandı da etti mi kazık?

Halis havyar yerine bizlere zeytindir azık
Adanın yassısına şükredelim sivrisi var.

İki üç tek rakı olsa coşarım canlanırım
Mest olup kendimi tekrar sadırazam sanırını
Sûzanım aklıma geldikçe yanar sızlanırım
Adanın yassısına şükredelim sivrisi var.

Bu felâkette müsebbib o şâki hırslı Bayar
Ona karşı şu vatan cephesi de etmedi kâr
Katliam İstedi tenkil diye katil canavar
Adanın yassısına şükredelim sivrisi var.

2 Hytûl 1960
Dr. Asını Neşet SSctnen


3     Hiciv edebiyatımız
8, 255 Çetin Altan
18 Letaif-1 Asar
31 Şiir Kurbanları
35 Hicivler, Heccavlar
38 Hicviyeci Şairler

43  Şeyhi ve Hamam®

44  Nesimi

49 Fuzuli 51 Baki, Emri
54 Usuli, Ruhi-i Bafdadi
58 Hiciv üstâdı NEF’İ

78  Sûnbtüi zade Vehbi
77 Sururi, Kabasakal

79  Nedim, 81 Feryadı

82  Osmanzade Taip

83  Satıp, 84-Bahai

85  Nabi

86  Ragıp P§., Hatmet, Fıtnat

0    İzzet Molla

92  Şinasi, Abdülhak Molla

93  Yusuf Kûmil Paşa,

94  Manastırlı Naili

94  Kanlıca!! Nihat Bey

95  Harputlu Hayri, Fazlı

97  Nazif Süruri, Fıtnat

98    Ziya Paşa. 101-Fatin
102 Namık Kemal

109 Muallim Naci
109 Şair Eşref

116  Damat Mahmut Paça

117  İbnülemin M. Kemal

118 Abdülhak Hâmid

120  Haşan Âkif, Sâibir

121  Reşit Âkif Paşa
123 İsmail Safa

125  Yenişehirli Avni

126  Ziya Gökalp

127  Hoca Hayret Efendi
133, 234 Üsküdarlı Talât
135 Ferit Kam

137 Filozof Rıza Tevfik

141  Haşan Basri Çantay

142  Mehmet Emin Yurdakul
144 Yusuf Ziyaettin

146 Tevfik Fikret

148 Ali Şâdi, Mehmet Akif

AYRICA FIKRALAR, NÜKTELER,

151 Ahmet Kemal Akünal

152 Tokadi zade Şekip

155 Dr. Sami Mortan

156 Tahir Olgun

156 Cemal Nâbedit

157 Abdülhalim Galip Paşa

159 Şair Hasırcızâde

160 Ali Ekrem Bolayir

161 Kerküklü Şeyh Rıza
164 Hüseyin Kâmı

177 Tahir Nadl
180 Refi Cevad Ulunay
185 Mithat Cemal
L96 Halil Nihad Boztepe

200 Atdülbâki Fevzi
205 Namdar Rahmi
211’ 230 Necdet Atılgan

214 Celâl Paşa, Deli Hikmet

Î15 Yahya Kemal

225 Neyzen Tevfik

227 Hüseyin Rıfat

233 Fazıl Ahmed

236 Hüseyin Suad Yalçın

238 Adanalı Ziya

239 Yaşar Nezihe

240 Aka Gündüz
>41 M. Sıtkı Akozan
244 Şeyh Bâki

244  Yusuf Ziya Ortaç

245 Faruk Nafiz Çamlıbel

246 Orhan Rahmi Gökçe

247  Zeynel Besim Sun

249    Nâzım Hikmet

250  Abdülbâki Gölpmarh

251  Behçet Kemal Çağlar

253 Arif Nihad Asya

254 Orhan Veli
>56 Hamdi Akalın
257, 264 Doğan Nadi

258 Orhan M. Anburnu

259 Orhan Seyfi Orhön

201 Az:z Nesin

266 Ekrem Talât Akev
267. İbrahim Delideniz

269  Bediî Faik

270 Asım Neşet Sözmen

MÜTEFERRİK HİCİVLER



[1] Figanî’nin dile aldığı Farisî beyit şudur:

Dö İbarhlm amed be deyri cihan
Teki pütşiken, yeki püt-nlşan.

Bu toeyti şu suretle tercüme etmişlerdir:

Bir Hallli evvel gelip etmişti esnamı glkest,

Sen Hal 11 hu şimdi geldin, halkı ettin putperest!

[2] Bu kıt’a Hüseyin Rifat’ındır.

[3] Bu pek meşhur şiiri yazan Nesimi hakkında Abdülfoaki Göi-
pınarlı diyor ki:

«Nesim! mahlasını taşıyan ve heceyle yazılmış bulunan bazı
şiirler var. Nesimî’nin halkçı hüviyeti düşünülürse onun heceyle $ii*
yazmadığı iddia edilemez. Bu şiirin bazı beyitleri aruza da uyuyor.
Her halde dilden dile devrede ede, cönkten cönge yazıla yazıl» çjk
bozulmuş. Kul Nesimi mahlaslı bir başka Bektaşi şairi de var, ihti-
mal Nesîmı mahlâsını kullanan diğer şairler de mevcut. Bu bakım-
dan bu şiirin, bizim NesîmPye aidiyeti şüphelidir.»

[4] Birine kızdığımız ve ona karşı içimizi boşaltmak istediğimiz
zaman: «Senin izzetli» anandan babandan başlarım!» şeklinde bir
tehdit başlangıcı yapmak o devrin kabadayılık icapları, hattâ umu-
mî münsebetsizliklerindendi. Eşref buna telmir. ediyor.

[5] Bu kıt’ayı mabeyn başkâtibi Halid Ziya Beye gönderen Eş-
ref, haksız olarak Rodosa nefyedilen Hayret Efendiyi kurtarmıştı.

[6] Bu manzumesinde üstad, kendi takip etmiş olduğu mesleği,
(Mtta istihdaf ettiği gayeleri tenkid ve istihfaf ediyor.

(1)   Bunlar on üçlüdür.

[7] Selânikten Ankara’ya edebiyat muallimi olarak tayin edil-
diğinde yazmıştır.

F. 12

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar