Print Friendly and PDF

HÜMORSUZ SİYASETÇİLER


 

ALINTI

Hümor: Memnun etmek, hoşuna gitmek, suyuna gitmek, ayak uydurmak, alttan almak

 

Türkçede karşılığı olmayan bu kelime ile kendimizdeki, etrafımızdaki ve cemiyetteki tuhaf ve eğlendirici şeyleri görebilme yeteneği anlatılır. Hümor hissine sahip bir insan, hayatın karanlık ve ümitsiz görü­nen anlarında dahi, onun komik ve ümitli taraflarına ba­kabilecek cesarete sahip biridir. Hümor hissine sahip bir kimse, diğerlerinin, kendisinin acayip hallerini ve aptal­lıklarını nükte konusu yapmalarına alınıp kızmadığı gi­bi, aleyhinde söylenen nükte ve anekdotları, yine kendisi —hem de zevkle—anlatmasını bilir.

Bununla beraber, hümor hissine sahip bir insan sade­ce, hayatın ve kendisinin trajik ve komik taraflarını se­zinleyen biri değildir.

Hümor hissine sahip insanlar bil­diklerini zarafetle taşımasını da bilirler. Gerçekte, hümor hissinden mahrum kültürlü bir insan tasavvur edilemez. Bildiklerini önemsememek, bildikleri arasındakilerin ap­talca ve eğlendirici olanlarıyla ciddî ve öğretici olanların­dan da aynı hislerle bahsedebilmek, hümor hissine sahip bir insanın başlıca vasıflarından biridir.

Hümor hissine sahip olmak, eşyanın tuhaf ve eğlendirici taraflarını göre­bilmekten, yani mizah hissine sahip olmaktan çok daha fazla bir vasıf. Bir filozof hümor hissini şöyle tarif eder:

"Hümor hissi, insandaki bütün melekelerin tam bir dengesidir; beşerî varlığın iniş ve çıkışlarını akıllı bir sabırlılıkla karşılamamıza yarıyan bir vasıta, bilgili olmaktan mütevellit gurura karşı en iyi bir emniyet süpobu."

Hümor'a giden yolun ilk adımı gülebilme ile başlar. Biz ise, gelgelelim, gülmesini pek bilemeyen insanlarız. Bura­da benden ayrılıyorsanız, geçen akşam ailenizle birlikte sofrada yemek yerken—şayet yemek sırasında ailenin fertleri biribirleriyle konuştuysa—neler konuştuklarınızı, yemekten sonra ziyaretinize gelen dostunuzla sohbet mevzularını veya bugün öğle yemeğini birlikte yediğiniz iş ve mesai arkadaşlarınızla konuştuklarınızı hatırlayınız. Güle konuşa yemek yediniz, biribirlerinize neşeli fıkralar anlattınız mı?

Çevrenizdekilere bir göz atınız: dolmuşta, otobüste, trende, vapurda sabah akşam beraber yolculuk yaptığınız vatandaşlarınıza bakınız, muhaverelerine ku­lak kabartınız; şen şakrak kaç kişi görüyorsunuz?

Seçim sıralarında işittiğiniz nutukları hatırlayınız!

Nükteli ko­nuşan, hitabelerini anekdotlarla süsleyen, tuzlayan kaç po­litikacı vardı?

Zaman zaman konferanslara gidiyor, "isim" yapmış hatipleri dinliyorsunuz. Şu kimse "nüktedan" diye birini gösterebilir misiniz?

Bir Amerikalı arkadaşım vardı. Yedi sekiz yıl önce Tür­kiye'yi görmeğe gelmiş; İstanbul, Bursa, Konya, İzmir, ve Antalya'yı görmüştü. Türkiye izlenimlerini sorduğum va­kit, bir an düşündükten sonra, "Gücenme, ama senin va­tandaşların oldukça garip insanlar," dedi. "Altı hafta kal­dım, inanır mısın, güleç bir tek Türke rastlamadım." Ar­kadaşım, bu sözlerinden sonra biraz duraklamış ve şunla­rı ilâve etmişti: "Bazılarının gülümsemelerinde bile usta bir pokercinin düşünüşünü hatırlatan esrarlı bir hava var."

Küfretmekle, lanet okumakla, işin işinden çıkamayız. Ger­çek bu: bizler—pek çok yerleri görmüş, dolaşmış biri ola söylüyorum—yeryüzünün en az gülen insanları ara­sında her halde pekiyi derece alırız. Bir müddet önce tele­vizyonda Tayland'la ilgili filmi zannederim seyrettiniz. Film, şu sözlerle takdim edilmişti: "Güler yüzlü insanların ülke­si." Türkiye'yi böyle tanıtmak mümkün mü? Gerçekten, yedisinden yetmişine kadar milyonlarca insanın, "öldüm," "verem oldum," "sarhoş olamıyorum," "bir ihtimal daha var, o da ölmek mi dersin," nevinden şarkılarla mest olup kendilerinden geçtikleri bir ülkede güleç ve nüktedan in­sanlar bulmak Veliefendi'de altılı ganyanı tutturmak ka­dar güç.

Aramızda gülmeyi, neşelenmeyi hafiflik, ayıp ve hattâ soytarılık sayanlar hiç de küçümsenecek sayıda değil. Bay­ram sofrasında bile—gülmek, neşelenmek bir yana—sessiz sedasız, zaman zaman bir tek kelime dahi lâf etmeksizin yemek yiyen insanlarız. Bir Çin atasözü, "Gülmesini bil­meyen dükkân açmamalı," der. Türkiye'de ise... Evet, Tür­kiye'de ise, satın aldığınız herhangi bir eşyayı tebessümle teşekkür ederek uzatan kaç satıcı, tezgâhtar biliyorsunuz? Amerika'da herhangi bir yere girdiğiniz zaman karşınıza çıkan genç kız, gönülleri okşayan sesiyle, "Size yardım ede­bilir miyim?" diye sorar. Bizde ise—bu tür bir hitaptan vazgeçtim—iş yerlerinde, resmi dairelerde, bankalarda veya lokantalarda gülümseyerek hizmet edenleri hiç gördünüz mü? Hattâ ve hattâ, zaman zaman, Ticaret Müsteşarı Dr. Agâh Oktay Güner'in dediği gibi, "Mağazalarda tezgâhtar­dan dayak yemediğin için şükrediyorsunuz." (Orta Doğu, 13 Temmuz, 1975).

Dış ülkelerde televizyon spikerleri en sempatik, gülümse­mesini bilen insanlar arasından seçilir. Bizimkiler ise, ilâ­maşallah, tıpkı bizler gibi. Tevekkeli, biz bize benzeriz de­memişler! Haberlerini okurken veya bir şarkıcıyı tanıtır­ken, suratından düşen bin parça olacak dedirtmeyen birini tanıyor musunuz? Mübareklerin çoğu soğukluk müsabaka­sına hazırlanan cansız ve ruhsuz şeyler sanki. Mağazaların vitrinlerindeki mankenler—vallahi—onlardan çok daha cana yakın.

Niye gülmüyoruz?

Gülmesini bilmesek bile, her şeye kulp takmakta elimize su dökecek bulunmadığı için, cevap ha­zır:

geçim sıkıntısından gülmeye vakit mi kalır? (Aynı in­sanlara, bizler niçin dünyanın en az okuyan insanlarıyız, diye sorduğum vakit, körün değneğini bellemesi gibi, aynı  basma, kalıp cevap: geçim sıkıntısından kimin okumaya vakti var ki.) Ama onların yaşayışlarına bakıyorum: hiç de ipin iki ucunu bir araya getirmekte sıkıntı çeken in­sanlar değiller. Çoğunun altlarında birer otomobil. Senelik izinlerini başka başka yerlerde, hattâ Avrupa'da geçiriyor, rahat ve konforlu apartman dairelerinde yaşıyorlar.

Geçim sıkıntısı!

Türkiye, kafalarındaki ürkütücü boşluk­ları da, yüzlerinde okunan haşinlik ve sertliği de, "geçim sıkıntısı"na yükleyen milyonların ülkesi.

Geçim sıkıntısıymış!

Ankara'daki temsilcileriniz de mi akşam yemeğinin nereden geleceğini düşünen insanlar?

Seçim sırasında—ve seçimi kazandıktan sonra.—elinizdeki gazetede karşınıza çıkan yüzlerce politikacının fotoğraflarına bakarak kaç ta­nesi için "ne sempatik insan" diyebiliyordunuz? Gazeteler, bilmem hangi meyhanede söylediği beş altı popüler şarkı­larla milyonlar kazanan "sanatçı"ların, bir çoklarımızın ha­yatımız boyunca göremeyeceğimiz parayı bir transferde ceplerine indiren "yıldız" futbolculara kadar hepinizin ta­nıdığı, pek çocuğumuzun hayranlık beslediği insanların resimleriyle dolu. Allah aşkına söyleyin: kaç tanesi gülüyor? Yoksa onlar da mı yarınlarına endişe içinde bakan talih­siz insanlar?

Hayır, bizler, gülmesini bilmiyoruz. Bakınız, yazımızın başında da belirttiğimiz gibi, "hümor" kelimesinin dilimiz­de karşılığı bile yok. Kim bilir, belki de, hümor hissinden mahrum insanlar olduğumuz için, kimse bu iyi kelimeye Türkçe bir karşılık bulmak lüzumunu hissetmemiş.

Millî Kütüphane Genel Müdürlüğünün hazırladığı Türk Atasözleri ve Deyimleri kitabında 10,730; Feridun Fazıl Tülbentçi'nin Türk Atasözleri kitabında da 15,080 atasözü ve deyim var. Bu binlerce atasözümüz arasında "gülme" ile başlayanlar sadece şunlar:

Güldükçe güller açılır;

Güle güle de gerçek söylenebilir;

Gülenler gülsün, dost bizim olsun;

Gülme eşine, gelir başına;

Gülme ile ağlama bir çı­kın içinde.

Hepsi bu kadar! Hümor sahasının geniş kap­samı içinde, "şaka" konusunda, "şakanın sonuna kaka" dan başka bir tek atasözümüz yok.

….

Mebusan Meclisindeki bu "nükteli" konuşmalar üzerin­de duran Cem haftalık dergisinde (2 Aralık, 1910), biribirine tamamen zıd iki kişi, "Ak" ve "Kara," devrin mebus­larının ağzı ile biribirine sövüyor, sayıyor.

Dergideki karikatürlerden biri de şöyle: Sedirin köşesin­de oturan kadın çorap yamıyor. Semt politikacısı olan ko­cası da ayakta, jestlerle mimiklerle, bağıra çağıra küfre­diyor, Kocasının, isim zikretmeden bazılarına küfrettiğini duyan hanımı sorar:

"Ayol, efendi, kime kızdın da böyle fena sözler söylüyorsun?"

Adam söylenmeye devam eder:

"Ah, alçaklar, mürteci­ler, namussuzlar, hamiyetsizler!"

Kadın şaşırmış, tekrar sorar:

"Elâleme neden hakaret ediyorsun? Kim bunlar?"

Politikacı karısına cevap verir:

"Senin aklın ermez... Baş­kalarına böyle demezsem, kendimin hamiyetli olduğunu herkes nereden bilecek?

 

HÜMORUN, BİLHASSA SİYASÎ HÜMORUN EN FAZLA GELİŞTİĞİ YER­LER, ELBETTE DEMOKRATİK REJİMLERİN YERLEŞİP KÖKLEŞTİĞİ ÜLKE­LER.

DİKTATORYALARDA HÜMOR HİSSİ OLAMAZ.

BİR DESPOT, ALT KADEMELERDE YER ALANLAR HAKKINDA ŞU VEYA BU ŞEKİLDE NÜK­TELİ SÖZLER SÖYLEYEBİLİR, FIKRALAR ANLATABİLİR. FAKAT, BU NÜK­TE VE FIKRALARA KONU OLANLAR, LİDERLERİNE, AYNI ŞEKİLDE CEVAP VEREBİLMEYİ ANCAK RÜYALARINDA DÜŞÜNEBİLİRLER.

 

Cumhurbaşkanı Kennedy anlatırdı:       

Khruschev'in bir zamanlar, Kremlin koridorlarında,

"Khruschev aptalın biridir!" diye bağırarak koşuşan bir Sovyet vatandaşından bahsettiği söylenir.

Rus lideri, o vatandaşının yirmi üç yıl hapse mahkûm edildiğini söyledi:

"Üç sene, Komünist Partisi Genel Sekreterine hakaret ettiğinden ve yirmi yıl da, devlet sırrını açığa vurduğu için!"                                

 

Hümorun Garp kültüründe hakikaten büyük bir yeri var. Gerçekte, kadîm Yunan ve Roma dünyalarında da hümo­run rol oynadığını görüyoruz. O çağların büyük hatibi Demostes, General Phocia'ya dedi ki: "Atinalılar bir gün ga­zaba gelecek ve seni öldürecek."

Tarih generalin şu cevabı verdiğini kaydediyor:

"Ve akılları başlarına geldiği zaman da seni."

 

Hümor hissinin, insanlarımız arasında yerleşmemesinin sebebini yine kendimizde aramak gerek. Ezkaza, birisi bi­ze kendisinin aptalca bir hareketinden bahsedecek olsa, hemen "estağfurullah" ı yapıştırıveriyoruz.  Bu yazar, aptalca pek çok hareketler yaptı, ve Allah bilir, hâlâ da ya­pıyor. Her hangi bir sohbet sırasında bu aptallıklarımdan bahsedecek olsam derhal karşıma aynı kelime ile çıkılı­yor: estağfurullah.

Anlamıyorum: niye?

Şayet ben kendi yaptıklarımı "aptalca," buluyorsam, niçin, adeta,

"hayır, efendim, ne münasebet, bilâkis çok iyi etmişsiniz," derce sine, aptalca hareketlerimin, belirtilmesine müsaade edil­miyor?

Sebebini, biraz da, benim aptalca hareketler yapa­cağıma inanmayanların, kendilerinin de aptalca hareket yapamayacaklarına inanmalarında aramak doğru olmaz mı?

Ve, şahsından hiç bir aptalca hareket sâdır olamaya­cağına inanan biri için de, "hümor sahibi" insan nasıl di­yebiliriz?

Çeşitli insan topluluklarının dillerindeki atasöleri ve deyimler onların hayat anlayışları ve yaşayış tarzları, hak­kında çok şeyler söyleyebilir. İki sene önce Japonya'nın İs­tanbul konsolosluğunda görevli olan ve Türkçe de bilen Hirânao Matsunati adlı genç bir Japon diplomatı Türk Japon Dilleri Arasında Bir Karşılaştırma adlı küçük kita­bında Türkçedeki "kız almak," "kız vermek" gibi sözlerin "pederşahi" cemiyet tipinin belirtileri olduğunu söyler.

Dili­mizde diğer dillerde olmayan "emredersiniz," "bir emriniz mi var?" gibi sözlerin, bence, Batı anlayışında hümor hissinin yerleşmemesinde rolü oluyor.

"Bir isteğiniz mi var?" veya "Bir arzunuz mu var?" yerine "Bir emriniz mi var?" diyen insanların, ben, hümor hissine sahip olabileceklerine pek inanamıyorum.

Tekrar hümor ve politika konusuna dönelim.

BİZİM PO­LİTİKACILAR KENDİLERİNİ VAZGEÇİLMEZ, "GAYRİ KABİLİ ELZEM" GÖ­RÜR, KENDİLERİ MEYDANI TERK ETTİKLERİ TAKDİRDE TÜRKİYE'NİN BATACAĞINI SANIRLAR.

İSİM YAPMIŞ BAZI POLİTİKACILARIMIZIN BİLHASSA MUHALEFETTE İKEN, ZAMAN ZAMAN "ÂDİ" HATTA "PES­PAYE" DENECEK HIRÇINLIKLAR GÖSTERMELERİNİN SEBEBİ BU: YA BEN YA HİÇ.

 

Akla, bir Amerikan mezarlığının girişinde ya­zılı olduğu söylenen kelimeler geliyor:

"Bu mezarlık, ha­yatta iken, dünyanın, ancak dümende kendileri bulunduğu müddetçe yürüyeceğine inanan insanlarla dolu. Onlar bu dünyayı çoktan terk ettiler, fakat dünya hâlâ yürümekte devam ediyor."

 

Batılı, bilhassa bir Anglo-Amerikan politikacısı kendini hiç de vazgeçilmez bir insan olarak görmez. (Gerçekte, politikacıdaki bu his, politika merdiveninde tırmandıkça artar.) Bir insanın kendini vazgeçilmez görmesinin ilk işa­reti kibirdir ki, Batılının tahammül edemeyeceği insanla­rın başında da kibirli politikacılar gelir.

Cumhurbaşkanı Kennedy, hayatı ve mevkiini gayet cid­diye almasına rağmen, kendisini, hiç de vazgeçilmez bir insan olarak görmedi. Onu yakından tanıyanlar, Cumhur­başkanının, banyosundaki küvetin köpüklü suyu içine gö­mülü iken dahi zaman zaman resmî yazıları okuduğunu ve müşavirleri ile muhavere ettiğini de yazdılar. Bir gün bir arkadaşı Cumhurbaşkanını görmeğe geldiği vakit, yi­ne küvette idi, sıcak köpüklü suda da oğlu John-John'ın plastik ördekleri... Kennedy, başını kaldırarak arkadaşına -baktıktan sonra yanındaki oyuncak Ördeklere bir göz attı ve gülümseyerek dedi ki:

"Halk, Amerika Cumhurbaşka­nını, banyosunda, bu ördeklerle beraber görse acaba ne
düşünürdü?"    

Evet, nükte ve mizah bizim cemiyetimizde daha dün di­yebileceğimiz kısa bir zaman öncesine kadar "hafiflik" ad­dedildi. Yukarıda belirttiğimiz gibi, mizah, medresenin sert ve kuru hükmü ile şathiyyat yani "manasız, âfâki sözler" sayılıyordu. Bu düşünce, zamanla, devleti idare edenlere de hâkim olmuş, ve hükümet bir ara Osmanlı İmparatorluğu sınırlan dâhilinde mizanı ortadan kaldır­mak için kanun dahi getirmek istemişti.

 

 

Necat MUALLİMOĞLU, Politikada NÜKTE [Kitap]. - İstanbul : [s.n.], 1976.,s.10-20

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar