Print Friendly and PDF

Osmanlı Araplara Ne Yaptı da Bu Kadar Nankör Oldular

Not: Cevabı hazır… Emperyalist İngilizler gibi zorla Türkçeyi kullanmaya mecbur etmediği için.

XIX. yüzyıl, Arap topraklarında diğer bir çok sahada olduğu gibi edebiyat ve düşünce sahasında da uyanış ve yeniden doğuşun yaşandığı bir yüzyıldır. Bazı yazarlarca Napolyon’un Mısır’ı işgaliyle başladığı kabul edilen edebi ve fikri uyanış dönemi esnasında, günümüzde bağımsız olan Arap ülkelerinin tamamına yakını Osmanlı Devleti’nin yönetimi altındaydı.

Bilâdü’ş-Şâm adı verilen Lübnân-Filistin ve Suriye ile Kuzey Afrika’nın önemli ülkesi Mısır ve Tunus’ta Osmanlı yönetimi siyasi, kültürel bir çok problem yaşamıştır.

1789’da Mısır Fransa’nın işgaline girmiş, Suriye’yi almak isteyen Napolyon ordusu Akka önünde yenilgiye uğramış, nispi özerklik içindeki Lübnân’da Marunî-Dürzî çatışmaları yaşanmış, Mehmet Ali ve oğulları Mısır’da askeriekonomik ve kültürel değişimler gerçekleştirmiş, Tunus’ta beylik yönetimi üzerindeki Avrupa’nın etkisi daha da artmıştır.

Bütün bu topraklarda yaşanan gelişme ve değişimlerin olumlu sonuçlarını öven bazı Arap yazarlar, bu bölgelerin içinde bulunduğu siyasal-ekonomik ve kültürel gerilemenin suçlusunun Osmanlı Devleti olduğunu iddia etmişlerdir. Mesela 1840-1860 Lübnân olaylarını değerlendiren bazı Arap yazarlar-özellikle hıristiyan olanlar-Dürzîlerle Maruniler arasındaki çatışmaların suç ve sorumluluğunu Osmanlı Devletine yüklerler. Türkiye’nin bölgeyi karıştırdığını, halkın arasına fitne soktuğunu, saçtığı zehirlerle dinî ayrılık yaratarak barış içinde ve birlikte yaşayan Dürzî ve Marunileri çarpıştırdığını iddia ederler. Osmanlı Devleti’nin Dürzîlere de silah ve maddi yardım yaptığını belirten bu yazarlar bu bölgedeki Avrupa’nın sömürgeci tutumuna ya çok az yer verirler veya onların olaylardaki sorumluluk ve suçluluğunu görmezler.  O yıllardaki tarihi belgelerin incelenmesiyle bu iddiaların gerçek dışı olduğu anlaşılmaktadır. Bu konuda yazılan Türkçe eserlerde de, bölgedeki çatışmaların en önemli sorumlusunun Avrupa devletleri ve onların çıkar çatışması olduğu ortaya konmaktadır

Osmanlı Devleti, XIX. asra gelindiğinde yönetim merkezi İstanbul başta olmak üzere Anadolu ve yönetimi altındaki bütün topraklarda, eğitim, kültür, tarım, teknoloji, savunma, silahlanma ve benzeri bir çok konuda bir hayli geri kalmıştır. Ülkenin içinde bulunduğu bu olumsuzluklar, gerek Türk gerekse diğer unsurlara mensup aydınlar tarafından kıyasıya eleştirilmiş, bu durumdan yönetimde bulunanları sorumlu tutmuşlardır. Hatta içlerinde meşhur edebiyatçıların da bulunduğu bazı Arap yazarları Türklere karşı İngilizlerin desteklenmesini söyleyecek kadar ileri gitmiş, Avrupalıları kendilerine en yakın dostlar kabul etmiştir. Bunlardan biri olan Iraklı meşhur şair Cemil Sıdkî ez-Zehâvî bir şiirinde şöyle demektedir:

“Ey Araplar gözünüzü dört açın ve yaramaz Türklerin dostluğunu bırakın Sözleri ve eylemleri doğru olan adalet sahihi İngilizlere dost olun “ 

Arap araştırmacılarının bir kısmının,

“Arap ülkelerinde cehalet yaygınlaştığı, açlık ve sefalet alıp yürüdüğü, anarşi, başıbozukluk ve iş kargaşanın, düzen ve hukukun yerini aldığı, sağlık hizmetlerinin durduğu ve hastalıkların kol gezer olduğu”  şeklindeki iddialarının gerçeği yansıttığı söylenemez.

‘Osmanlı Devleti’nin Arap ülkelerini kasıtlı geri bıraktırdığı, bu ülkelerdeki imkanları yönetim merkezine aktararak açlık, sefalet ve gerilemeye sebep olduğu, Arap dili yerine Türkçe’yi mecbur tutup, eğitim, kültür ve fikir hayatına darbeler vurarak çökerttiği’ iddiaları birtakım milliyetçi Arap yazarlar tarafından sürekli dile getirilmektedir.

[Yalan çünkü Araplar arasında Türkçenin yaygınlığını iddia etmek en büyük iftiradır. Günümüze bakınca anlarız. İstatistik veriler bunu gösteriyor.]

Onlara göre Osmanlı Devleti her türlü eğitim ve kültürü halkın büyük çoğunluğundan esirgemiş, bu hak sadece aristokrat kesim için sağlamıştır.  Ancak Arap vilayetlerinde yaşanan durumu Osmanlı’nın genel gerileme ve çöküş sürecinden ayrı ele alarak bağımsız olarak değerlendirmek pek sağlıklı değildir. Zira o yıllarda Osmanlı Devleti’nin tamamında bu tür sıkıntılar yaşanmıştır. Bu sebeple bu tür iddialar pek objektif sayılmamaktadır.

Bazı ırkçı yazarlar da,

“Osmanlı yönetiminin batı medeniyetinin Arap vilayetlerine geçişine izin vermediği, batı ile doğu arasındaki iletişimi engellediği ve Arap halkını batı medeniyetinin gerisinde bıraktığını” iddia etmektedirler. Onlara göre

“Osmanlılar, Arap vilayetlerini aşılmaz engellerle kuşatmış, Batı medeniyetinin bu bölgelere ulaşmasını engelleyerek, buraların geri kalmasına sebep olmuştur.” 

Ancak tarihi gerçekler bu iddiaların asılsız ve ispat edilemeyeceğini ortaya koymuştur. Bu iddiaların aksine, Osmanlı yönetimi ülkesinin kapılarını Avrupa’dan gelenlere tamamen açmış, onlara topraklarında seyahat ve ikamet izni vermiştir.  Osmanlıların bu serbest tutumu karşısında Avrupalılar her vilayete girebilmiş, istediği ticari, siyasi ve kültürel her faaliyeti, hiç bir engellemeyle karşılaşmadan yapmışlardır. Osmanlı yönetimi Avrupa ile ilişkinin mecburi sonucu, çeşitli mallarının mübadelesi için Arap dünyasını da uluslar arası ticaret ağma dahil etmişlerdir.

 “Arapların da içinde bulunduğu İslam Dünyasının batıyla etkilenmeden önce derin bir uykuda olduğu” iddiasının W. Barthold gibi bazı batılı bilim adamlarınca dahi realiteye uymayan abartılı bir görüş olduğu ifade edilmektedir. Avrupalı araştırmacılardan Gibb ve Bowen

“Osmanlı imparatorluğuyla birleşmek tüm Arap vilayetleri içinde en çok Suriye ve Filistin ’e yaramıştı. Bu suretle kurulan ticari bağlantılar sayesinde Suriye ’nin gittikçe gelişen bir sosyal ve ekonomik yaşamı vardı. ”  diyerek Arapların Osmanlı yönetiminden büyük yararlar elde ettiğini ortaya koymuşlardır. Bu iddia ve söylentileri dikkate alanların, bütün dünyayı dini, felsefi, iktisadi ve ideolojik yönden hegomanyası altına alan Batı dünyasını gerçek yüzüyle, aktivitesiyle ve değişimiyle tanımayanlar olduğu söylenebilir. Zira XIX. yüzyıldan başlayarak Oryantalizm mantığı çerçevesinde, kendi dışındakilere yüksekten bakmaya alışmış batılı devletler, Osmanlının akıbetini olumsuz yönde etkilemekle kalmamış, aynı zamanda İslam dünyasının geleceğinin belirlenmesinde önemli oranda rol oynamıştır.

Çağdaş bazı Arap yazarları, Osmanlınm Arapları sadece bu yönlerden değil sanat açısından da tahrip ederek geri bıraktığını söylerler. Örneğin Sûad Mâhir,

‘Mısır’ın Osmanlılar tarafından fethedilmesiyle, burada üç yüzyıl boyunca gelişmiş İslam medeniyetine vurulan darbenin Moğolların Abbasi medeniyetine vurduğu darbeden daha ağır olduğu’ şeklinde, tarihi gerçeklerle bağdaşmayan bir iddia ortaya atar. Mahir, Türklerin fethinin Mısır’da gelişen üç yüzyıllık medeniyet nurunun söndürülmesi için gerçekleştirildiğini, bu durumdan köklü bir ilim kurumu olan Ezher’in de pek ağır bir şekilde nasibini aldığını, belirtmektedir.  Ancak bunları ortaya atan Mâhir aynı kitabında, Osmanlı döneminde Ezher’de yapılan imar çalışmalarını övgüyle anlatarak bu iddialarıyla çelişir konuma düşmüştür.

Arap yazarların bazı örneklerini verdiğimiz bu iddialarını burada tek tek sıralayıp cevaplamak yerine konunun sınırlarını aşmadan bir takım açıklamalar yapmak uygun olacaktır: Her şeyden önce Osmanlı’nın Arap ülkelerini kasıtlı olarak geri bıraktığı ve bu ülkelerin imkanlarını İstanbul’a ve Anadolu’ya taşıdığı iddiaları tarihi gerçeklerle çelişmektedir. Bir Arap bilim adamının verdiği örnek ne kadar anlamlıdır ve konuyu açıklamaya yardımcı olacaktır:

“Osmanlılar, Latin Amerika ’yı işgal ederek Inka ve Aztek medeniyetini tamamen ortadan kaldıran Avrupalı emperyalistler gibi yapabilir Arap medeniyetini bütünüyle izole edebilir, kendi medeniyetlerini fethettikleri ülkelere zorla empoze edebilirlerdi. Fakat onlar Arap medeniyeti üzerinde hegomanyacı bir siyaset izlememiş, Arap kimliğini değiştirmeye teşebbüs etmemişlerdir. ”

Osmanlıda başlayan gerileme ve çöküş sürecini o yıllarda Osmanlı topraklarını gezen birçok Avrupalı gezginlerde hatıralarında belirtmektedir. Ancak Arap yazarlar bu gezginlerin Arap ülkelerinde gördükleri olumsuzlukları dikkate almışlar, ülkenin yaşadığı genel gerileme ve çöküşten ayrı değerlendirme temayülü göstermişlerdir. Bu eserlerdeki olumsuzlukları dikkate almışlardır. Mesela bu gezginlerden biri olan Follini “Mısır ve Şam ’da Üç Yıl” adını verdiği eserinde bölgeyi şöyle tasvir etmektedir:

“Cehalet, Mısır ve Türkiye ’de olduğu gibi Suriye ’de de çok yaygındır. Bu durumları kınayarak olumlu yönde bir çalışma yapmak isteyen insanların gayretleri de akamete uğradı. Müslümanların ilimde öncü oldukları ve alim yetiştirdikleri dönemler sona erdi. Artık Müslümanların ne matematik, ne astronomi, ne tıp ve ne de musikide hiçbir alimi bulunmamaktadır.”

Bu ifadeler de Osmanlı’nın Arap topraklarını kasıtlı geri bıraktıklarından bahsedilmeyip, genel gerileme ele alınmışken, Arap yazarların sadece Araplarla ilgili bölümü almalarında ırkçı duygularının izlerini görmek mümkündür.

Irkçı Arap yazarlarının, “Osmanlılar Arapça ’yı baskı altına alarak yerine Türkçe ’yi mecbur tuttu “ şeklindeki iddialarının da tarihi gerçeklerle ilgisi yoktur. Zira İttihat ve Terakki dönemi hariç tutulursa, Osmanlı Devleti hiçbir dönemde böyle bir uygulamaya girişmemiş aksine İlmî terminolojinin tamamına yakım Arapça ile oluşturmuştur. Bu durum Arap dilinin Türk ulemâsının davranış ve zihniyetine derin bir şekilde nasıl yansıdığına bir örnektir ve Osmanlıların Kur’an dili Arapça’yı takdirlerinin bir göstergesidir. Osmanlı devlet idaresinde özellikle yargı, ifta ye adalet sahasında görev alabilmek için asgari şartlarından birinin de “Arapça’ya vakıf olması , bu hususu daha da desteklemektedir. Bernard Levvıs ıon Khaldoun in Turkey” adlı makalesinde ifadeleri de konuya biraz daha açıklık kazandıracak niteliktedir:

“Osmanlı aydın tabakası, Arapça’yı kullanması sayesinde Batıya İbn Haldun ’u tanıtmıştır. İbn Haldun ’u okuyup etkilenen Osmanlı alimler tercüme yoluyla İbn Haldun ’un önünü açmış, onun epistemolojik dehasını keşfetmişlerdir. Bu da Hammer ’in İbn Haldun ’u Arapların Monteesquie ’si olarak tanıtmasına sebep olmuştur,”

Ayrıca Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde bir çok alimin yüksek tahsillerini o dönemin ilim merkezleri olan Mısır ve Suriye’de yapmaları Türklerin bu dile verdiği önemi gösteren başka bir hadisedir. XIII yüzyıla kadar başta Selçuklular olmak üzere Anadolu’da bir çok devlet ve beyliğin resmi dilinin Arapça oluşu bu durumu güçlendirmektedir. Binlerce Arapça temel kaynağın Türkiye kütüphanelerinde varlığı da bizlere, Osmanlının bu dile hizmetlerinin -tartışmanın ötesinde-inkar edilemeyecek tarihi bir hakikat olduğunu göstermektedir.

Türkçe’nin Arapça yerine ikame edilmeye çalışıldığı şeklindeki gerçek dışı iddianın aksine Türk dili büyük oranda Arapça’nın etkisinde kalmıştır. Türkçe tıp sözlüğünde Arapça’dan alınan ve türetilen otuz bin kelimenin olduğunu belirten batılı Hammer ile Osmanlı dilcisi Şemseddin Sami’nin Kamus-i Türkî ’sinde 13 bin Arapça asıllı kelimenin bulunuşu, Ali Nâimâ ve Reşad’m 1901’de yayınlanan sözlüğünde 18 bin Arapça kelimeye rastlanılması bu tezin kanıtıdır. Emel Doğramacı “Türkiye Cumhuriyeti ve Arap Dilinin Yeri” başlıklı makalesinde 1952’de yayımlanan Mustafa Nihat Özon’un sözlüğünde 40 bin kelime arasında 19 bin kelimenin Arapça asıllı olmasını, Ferit Develıoğlu’nun 50 bin kelimelik Osmanlıca-Türkçe Sözlük’ünde 20 bin Arapça asıllı kelimenin varlığını bu durumu desteklediğine işaret eder.

Arap vilayetlerindeki mahalli yönetimler kamu kurumlarında Arapça kullanmışlardır. Öte yandan Osmanlı merkezi idaresi de ne Ezher, ne de Zeytûna gibi köklü ilim merkezlerinde Türkçe’yi mecbur tutmuştur.  Yine Ezher Şeyhliğine bir Türkü asla tayin etmemişler ve yıllarca bu makam Mısırlılar tarafından doldurmuştur. Osmanlı yönetimi ilim adamlarına yüksek bir siyasi ve sosyo-ekonomik statü tanıyarak, bütün topraklarında diledikleri gibi hareket izni vermesiyle, her yerde binlerce medrese açılmış ve Arapça tedrisat yapmışlardır. Türklerin Arapça’nın eğitim ve öğretimine engel olduğu iddialarının gerçek olmadığına, Osmanlıların uzun yıllar yöneticilik yaptığı el-Ezher Üniversitesinde Arap dil ve edebiyatının gelişmesine imkan tanımaları’ da başka bir örnek olarak verilebilir. Kahire Üniversitesi hocalarından Salih Abdülfettâh Aşûr, “Ana dileri Türkçe olmasına rağmen Osmanlı yöneticilerin dönemlerinde el-Ezher, Arap dil ve edebiyatının korunmasında kayda değer rol oynamıştır-diyerek bir Arap bilim adamı olarak bu durumu tescil etmektedir.

Mekâtib-i İdâdiye’nin müfredat programında Arapça’nın ikinci sırada geldiğini gösteren tarihi bir vesika da,  ‘Osmanlı Devleti’nin Arap dili ile öğretim yerine Türkçe ile öğretimi mecbur tuttuğu’ görüşünü geçersiz kılmaktadır. Osmanlı topraklarında ders programlan hakkında, Halid Ziya Uşaklıgil ifadeleri dikkate değerdir. Bu okullarda öğrenim gören Uşaklıgil, burada Arapça’ya çok önem verildiğini ifade etmektedir

 

Kaynak: Yakup Civelek, Ahmed Faris Eş-Şidyâk  Edebî Şahsiyeti Ve Cevâib Gazetesi, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Doğu Dilleri Ve Edebiyatları Ana Bilim Dalı(Doktora Tezi) 1997 - Erzurum

 

 

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar