Şifâ bi-Ta‘rîfi Hukûkı’l-Mustafa Her Şeye Şifadır
"Ayinedir bu âlem,
her şey Hakk ile kaim
Mir'at-ı Muhammed'den Allah görünür daim."
اللهم إني أسألك بحق محمد وال محمد
عليك أن تنجيني
(Allâhümme
innî eselüke bi hakkı Muhammedin ve âli Muhammedin aleyke En tüncînî.)
“Ey Allahım Efendimin ve âlinin
hakkı için Senden sıkıntımın gitmesini ve dileğimi istiyorum”
Buradan anlaşıldı ki “bi hürmet-i
Muhammed” “Efendimin hürmetine”demek câiz olduğu gibi “bi hakki Muhammed”
“Efendimin hakkı için” dileğimi bana ver demek câizdir.[salla'llâhü aleyhi ve
sellem]
İsmail Hakkı
Bursevi “Kitâbu’l-Fazl ve’n-Nevâl”
***************
Kadı Iyaz (1083-1149 M./ 476-544 H.), Cebel-i Târık’ın Afrika kıyısındaki Sebte kentinde doğmuş, Endülüs’ün Gırnata kenti ve Sebte’de kadılıklar yapmış, ve (Fas’ın) Merakeş kadısı iken vefat etmiştir. Kadı Iyaz’ın yazdığı kitaplar içinde en meşhur olanı ve Hz. Peygamber salla'llâhü aleyhi ve selleme saygı gösterme hakkında kaleme aldığı Şifâ bi-Ta‘rîfi Hukûkı’l-Mustafa adlı eseridir. Bu eser bütün İslâm âleminde bin yıldır meşhur olmuş ve her nesilde okunmuş bir kitapdır.
Osmanlı döneminde, bir çok defa Türkçe’ye tercüme edilen Şifâ’nın, son olarak Hanîf İbrâhim Efendi tarafından yapılan tercümesi, Cumhuriyetten önce Osmanlıca harflerle, İstanbul’da basılmıştır. Biz bu yazıda Şifa’nın 1992 yılında Suat Cebeci tarafından yapılan çevirisi bulunmaktadır. 1992 yılındaki bu tercümenin “sunuş”unda, yayınevi tarafından, kitap şu ifadelerle tanıtılmaktadır:
“..Sonunda bu eser, sadece Endülüs sultanlarının değil, Fâtih Sultan Mehmet’ten Kânûnî Sultan Süleyman’a ve Sultan II. Abdülhamit’e kadar tüm pâdişâh fermanlarında yer alarak, halka okunması ve okutulması tavsiye edilmiştir.
Sultan II.
Abdülhamit Han bir keresinde ağır bir hastalığa yakalanıyor. Tabiplerden bir sonuç alınamayınca,
âlimlerden bir grup pâdişâha gelerek: “huzurunuzda Şifâ-i Şerîf hatmi yapalım, Allah’ın izniyle hiçbir
şeyiniz kalmaz” diyorlar. Sultan II. Abdülhamid’in başucunda Şifâ-i
Şerîf günlerce okunuyor ve kitabın
okunması bittiğinde, pâdişâhın gerçekten şifaya kavuştuğu gözlemleniyor.
Bunun
üzerine Abdülhamit Han: “Meğer bu Şifâ kitabı her şeye şifaymış” sözünü
sarf ediyor. Gerçekten Osmanlı âlimleri arasında bu söz adeta atasözü olmuştur.
Ve “Şifâ, şifâdır” sözü
neredeyse tevâtür derecesine ulaşmıştır.”
“Kitabın önemini vurgulamak için, şu târihî
bilgiyi aktarmayı da zorunlu bulduk. Endülüs sultanlarından başlayarak, Osmanlı
sultanları bu kitabın alenî olarak camilerde camaatlere okutulmasını ferman
buyurdukları için, yıllarca camilerde Şifâhân adı altında Şifâ-i
Şerîf okutucuları bulunmuş ve
bunlar da Şer‘iye ve Evkaf Vekâleti(Şerîat Ve Vakıflar Bakanlığı)’nin kadrolu
personellerinden olarak asırlar boyu Şifâ-i
Şerîf okuma hizmeti
vermişlerdir..1926’da Şifâhânlık resmen kaldırılmış olsa da, yıllarca Ali
Haydar Efendi, sonra Hacı Hüsrev Efendi ve sonra da Emin Saraç, Şifâ-i Şerîf’i hiç ücret almaksızın
okutmaya devam etmişlerdir.” (Kadı Iyaz, 1992, 1-4)
Şifâ’nın İslâm
Dünyasındaki Yeri:
eş-Şifâ yazıldığı
tarihten itibaren İslâm dünyasında büyük ilgi görmüş, üzerinde şerh, hâşiye,
ihtisar ve tercüme şeklinde pek çok çalışma yapılmış, medreselerde öğrencilere,
camilerde halka okutulmuştur. Özellikle Kuzey Afrika ülkelerinde düşman
tehlikesine ve hastalıklara
karşı okunması gelenek halini almış, Muhammed b. Ca‘fer el-Kettânî’nin
belirttiğine göre amansız hastalıklardan ve
âfetlerden korunmak için evlerde
eş-Şifâ bulundurulmuştur. Bu âdetin diğer İslâm
ülkelerinde de mevcut olup, meselâ Sultan Abdülhamid’in sürgünde bulunduğu
günlerde Çanakkale savaşlarında zafer kazanılması için eş-Şifâ okuduğu
kaydedilmektedir (Metin Hülagü, Sultan
Abdülhamid’in Sürgün Günleri, İstanbul 2003, s. 243).
Eserin
Mağrib’de kolayca okunabilmesi için mushaf cüzleri gibi
otuz cüz halinde yayımlandığı ve Cezayir’de askerlik
görevini yapacak olanların Sahîh-i Buhârî ile eş-Şifâ üzerine
yemin etme âdetinin günümüzde sürdüğü belirtilmektedir
(Beşir Türâbî, Kâdî Iyaz, Beyrut 1418/1997, s. 327). Eser hakkında takdirkâr sözler
söylenmiş, öncelikle Kadı Iyaz eser tamamlandığı
zaman, şeytanın hasedinden çatlayacağını, müminin kalbinin
aydınlanıp içinin rahatlayacağını ve aklı olan herkesin Hz. Peygamber’in
kıymetini daha iyi anlayacağını kaydetmiştir (eş-Şifâ, nşr. Abduh Ali Kûşek, Beyrut-Dımeşk 1420/2000, s. 51, 52).
İbn Ferhûn,
Kādî İyâz’ın eş-Şifâ ile benzersiz bir
eser meydana getirdiğini, aynı görüşte olan Taşköprizâde de vebaya karşı
eş-Şifâ okumanın faydalı olduğunu “meşâyihten” duyduğunu söylemiş, eş-Şifâ
şerhlerinin en güzelini kaleme alan Ali el-Kârî de bu eserin sahasında
yazılan bütün kitapları içine aldığını (Şerhu’ş-Şifâ,
I, 2), Kâtib Çelebi eserin son derece yararlı olduğunu ve İslâm dünyasında bir
benzerine rastlanmadığını belirtmiş (Keşfü’z-Zunûn,
II, 1053), eş-Şifâ’nın en önemli
şârihlerinden olan Şehâbeddin el-Hafâcî eserin aynı zamanda Kadı Iyaz’ın
değerini ortaya koyduğunu vurgulamıştır. Hintli âlim Seyyid Süleyman Nedvî’nin
kaydettiğine göre Fransa’da bulunduğu sırada şarkiyatçı Massignon kendisine,
Avrupalılar’a Hz. Muhammed’in üstünlüğünü anlatmak için eş-Şifâ’nın Avrupa dillerinden birine çevrilmesinin yeterli
olacağını söylemiştir.”
(Ayşe
(Aishe) Bewley Şifâ’yı neredeyse yirmi beş sene evvel, 1991’de
İngilizce’ye çevirmiş, bu çevirinin 2006 yılında da yedinci baskısı yapılmıştır.
Şifâ
ayrıca, Abdurraûf Hibâ tarafından da 2006’da İngilizce’ye çevrilip
yayınlanmıştır. Ama hemen hiçbir faydası olmamıştır! Kitabın İngilizce tanıtımında şu cümle de yer
almaktadır: “..it is said: "If Ash-Shifa is found in a house, this house will not
suffer any harm..” ( “..Eğer bir evde Şifâ (kitabı)
bulunursa, o eve hiçbir zarar gelmez..”)
“Başbakanlık
Osmanlı Arşivi’ndeki pek çok belgede kaydedildiği üzere Osmanlı ülkesinde Şifâ-i Şerîf adıyla bilinen esere, hem devlet hem halk
tarafından büyük ilgi gösterilmiş, Şifâhân (Şifâ-i
Şerîf mukarriri) adıyla müderrisler
tayin edilmiş, ayrıca devletin ve vakıfların desteğiyle “asâkir-i şâhâne”nin ve
“donanma-yı hümâyun”un selâmeti için Ravza-i Mutahhara başta olmak üzere Bâb-ı
Seraskerî, Bâb-ı Fetvâ, Fâtih Camii, Kastamonu Nasrullah Paşa Camii, Tarsus Nur
Camii gibi pek çok camide Şifâ-i Şerîf okunup hatimler yapılmıştır.
Hatta eşkıya
ile karşılaşan Osman Paşa’nın
zafer elde etmesi
için bazı dergâhlarda
kelime-i tevhid yanında Şifâ-i Şerîf okutulmuş, bunun Enderun’da da yapılmasına
karar verilmiştir.”
Gerek veba ve gerekse diğer bütün hastalıklara karşı ve düşmana karşı Kurân okumak ve Hz. Peygamber’in sahîh hadîslerde bildirilen duâları okumak, elbette faydalıdır.
Bunu inkar edenlerinde akıbetlerindeki sıkıntı halihazırda meydandadır.
Basmasa
mübârek kademin rûy-i zemîne,
Pâk
etmez idi kimseyi hâk ile teyemmüm.
Kazasker
Mustafa İzzet
Şifâ’dan Alıntılar
“Sureye b.
Yunus’un şöyle dediği nakledilmiştir: “Allah Teâlâ’nın gezici melekleri
vardır. Onlar Rasûlullah’a hürmeten, içerisinde Ahmed veya Muhammed adında
kimselerin bulunduğu her evi ziyaret ederler.””
**
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Mi‘râç gecesi
ğöğe çıkarıldığımda bir de baktım ki, Arş’ın üzerinde “Lâ ilâhe İllallâh
Muhammedun Rasûlullâh Eyyedtuhû bi-Aliyyin” “Allah’tan başka İlah yoktur,
Muhammed Allah’ın elçisidir. Onu (Muhammed’i), Ali ile güçlendirdim” yazılmış.”
**
“Kurân’ı
Kerîm’in Kehf sûresinde Hz. Mûsâ ile Hızır’ın birlikte gezileri anlatılırken,
yıkılmakta olan duvarı Hızır’ın düzeltmesindeki hikmeti ifade eden “altında iki
yetim çocuğa ait bir hazine vardı (Kehf, 82) anlamındaki âyetin tefsîrinde İbn
Abbâs şöyle demiştir: “Duvarın altında altın bir levha vardı ve üzerinde şunlar
yazılı idi: kadere yakînen inanan kimsenin, rızık için kendini nasıl
yorduğuna şaşılır. Cehennemin varlığına inanan kimsenin nasıl güldüğüne
şaşılır. Dünyayı ve ondaki değişmeleri gören kimsenin, ona nasıl bel bağladığına
şaşılır. Ben, Ben’den başka ilâh olmayan Allah’ım. Muhammed kulum ve
Rasûlümdür.”
**
“Üzerinde
“Muhammed muttekîdir, mesîhtir, seyyiddir, emîndir” yazılı, çok eski zamanlara âit bir
taş bulunduğu anlatılır. Semerkandî, Horasan beldelerinin birinde, bir yanında
“Lâ ilâhe illallâh” diğer yanında ise “Muhammedun Rasûlullâh” yazılı bir
çocuğun doğduğuna şahit olduğunu anlatmaktadır.”
**
“Târihçiler
Hint ülkesinde üzerinde beyaz harflerle
“Lâ ilâhe
illallâh Muhammedun Rasûlullâh” yazılı kırmızı bir gül bulunduğunu yazarlar.”
**
“Ca‘fer b. Muhammed, babasından naklediyor:
“Kıyamet
günü olunca, bir münâdî şöyle bağırır: adı Muhammed olan her kim varsa şöyle
dursun, Rasûlullâh’ın hürmetine cennete girsin.”
**
“İmâm
Mâlik’in şöyle dediği rivâyet edilir: “Mekkelilerin şöyle dediklerini
işittim: Muhammed adının bulunduğu ev bereketlenir, evdekiler ve komşuları o
ismin bereketinden istifade ederler.”
**
“Bir hadîs-i
şerîfte Rasûlullâh Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Birinizin evinde bir
Muhammed, iki veya üç Muhammed olmasının zararı olmaz”
**
“Nakkaş,
Efendimiz’in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
“Benim
Kurân’da geçen yedi ismim vardır: Muhammed, Ahmed, Yasin, Taha, Müddessir,
Müzzemmil ve Abdullah”
**
“Hadîste
anlatıldığına göre Allah Teâlâ, Peygamber salla'llâhü aleyhi ve selleme şöyle
buyurmuştur:
“Sana yeni bir Tevrat indiriyorum. Onunla kör
olan gözleri, sağır olan kulakları ve kapalı kalpleri açarsın. Onda ilmin
kaynağı, hikmetin bilgisi ve kalplerin esrârı vardır.”
**
“Amr b.
Şuayb anlatıyor: “Ebû Talib devsinin terkine Peygamber’i bindirmiş, Zu’l-Mecâz
denilen yerde giderken “Çok susadım. Yanımda da hiç su yok; ne yapacağız?”
deyince, Peygamber deveden inip, ayağını yere vurdu. Yerden su çıktı. Ebû
Tâlib’e “haydi iç” dedi.”
**
“İbn İshak diyor ki: “Rasûlüllah salla'llâhü
aleyhi ve sellem bir ağaç hakkında buna
benzer bir mucizeyi de Rukane’ye gösterdi. Ağacı çağırdı ve ağaç gelip onun
huzurunda durdu. Sonra ona “yerine dön” dedi ve ağaç dönüp yerine gitti.”
El-Hasan(
radiya'llâhü anh)’dan rivayete edildiğine göre, Hz. Rasûlüllah salla'llâhü
aleyhi ve sellem toplumundan ve onların kendisini korkuttuğundan Rabbine
şikayette bulundu ve Rabb’inden kendisine bir mucize göstermesini istedi ki,
korkmasına gerek olmadığını anlasın. Bunun üzerine kendisine şöyle vahyedildi:
“Şu vadiye git. Orada bir ağaç var, ondan bir
dal çağır sana gelecektir”
O da öyle
yaptı. Dal yeri çizerek geldi ve Hz. Peygamber salla'llâhü aleyhi ve sellemin
huzurunda dikildi. Allah’ın dilediği kadar dalı orada tuttuktan sonra “geldiğin
gibi geri git” dedi ve dal da yerine gitti. Bunun üzerine “Ya Rabbî korkmama
gerek olmadığını anladım” dedi.
Aynı hadîs
Hz. Ömer’den de rivayet edildi ve Hz. Ömer radiya'llâhü anh de:
“Hz. Peygamber’in “Yâ Rabbî bana bir mucize
göster kalbim rahat etsin. Ondan sonra toplumumun yalanlamasına aldırmam” dediğini anlatmıştır.
**
Abdullah b.
Abbas’tan rivayet edilmiştir:
“Hz.
Peygamber, bir bedeviye: “Ne dersin, şu hurmalıktan bir hurma dalı çağırsam da
bana gelse, benim Allah’ın Elçisi olduğuma tanıklık eder misin?” dedi. Bedevi
de “evet” dedi. Hz. Peygamber çağırdı ve bir dal sıçramaya başladı ve Hz.
Peygamber’in huzuruna kadar geldi. Sonra Hz. Peygamber ona “dön yerine”
buyurdu. O da dönüp yerine gitti.”
**
“Rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber’i Kureyşliler aradığı zaman, Mina’daki Sebir dağı “İn Yâ Rasûlellâh! Seni benim üzerimde öldürürler de o yüzden Allah bana azap eder diye korkuyorum” demiş, Hira dağı da “bana gel Yâ Rasûlellâh” demiştir.”
**
“Abdullah b. Ömer rivayet ediyor: “Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem minberde (hutbede) “Allah’ı O’nun şanına yaraşır bir şekilde takdir edemediler (En‘âm: 91)” âyetini okuduktan sonra:“Allah kendi yüceliğini bildirerek “Ben Cebbârım, Ben Cebbârım, Ben Mütekebbirim, Yüceyim” buyuruyor” deyince minber sallandı ve Peygamberimizin düşeceğini zannettik”
**
“Hz. Ömer’den rivayet edilmiştir. Hz. Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem sahâbîleri ile bir toplantıda idi. Kertenkele
avlamış bir bedevî çıkageldi ve “kimdir bu adam” diye sordu. Oradakiler: “O
Allah’ın peygamberidir” dediler. Bedevî elindeki kertenkeleyi Peygamber
salla'llâhü aleyhi ve sellemin önüne atarak: “Lât ve Uzzâ’ya yemin ederim ki,
bu kertenkele sana îmân etmezse, ben de sana îmân etmem” dedi. Bunun üzerine
Hz. Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem:
“Ey
kertenkele” dedi. Kertenkele açık bir dille ve herkesin duyacağı şekilde
“buyur, emrini yerini getirmeye hazırım, ey kıyamet ehlinin şereflisi” dedi.
Hz. Rasûlüllah
salla'llâhü aleyhi ve sellem: “sen kime tapıyorsun?” diye sordu. Kertenkele:
“Semûdda arşı, yeryüzünde saltanatı, denizde yolu, cennette rahmeti ve
cehennemde cezası olana tapıyorum” dedi. Hz. Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve
sellem: “ben kimim?” diye sordu. Kertenkele şöyle cevap verdi: “sen
âlemlerin Rabb’inin elçisi ve peygamberlerin sonuncususun. Seni tasdîk eden
kurtuluşa ermiş, yalanlayan hüsrâna uğramıştır.” Bunun üzerine bedevi
Müslüman oldu.”
**
“Ebû Sa‘îd Hudrî’den nakledilen meşhur kurdun
konuşması olayı vardır:
“Bir çoban
koyunlarını otlatırken, bir kurt sürüden bir koyunun önüne çıkarak, onu
yakalar. Çoban gelip, kurdun elinden koyunu kurtarır. Kurt da ayaklarını dikip
oturarak çobana:
“Allah’tan
korkmaz mısın, rızkımı tutup, elimden aldın?” der. Çoban:
“hayret, kurt
insan gibi konuşuyor” der. Kurt şöyle der: “sana
bundan daha şaşırtıcısını haber vereyim mi? Allah’ın Elçisi, Medîne’deki iki
tepe arasında durmuş, insanlara geçmiş milletlerin haberlerini anlatıyor.
Çoban, Medîne’ye Hz. Peygamber’e gelerek olayı anlatır. Hz. Rasûlüllah
salla'llâhü aleyhi ve sellem de: “kalk ve insanlara bunu anlat” buyurdu ve
sonra da “doğru söylüyor” dedi.
**
Kurt olayı
Ebû Hüreyre’den de anlatılmıştır “Kurt
çobana dedi ki: “Sen daha çok şaşırtıcısın. Peygamber’i bırakmış da, gelip
koyunlarının başında duruyorsun. Allah katında bu peygamberden kadri daha yüce
olan bir peygamber gönderilmemiştir. Cennet kapıları ona açılmıştır. Melekler
onun yanında toplumuna karşı savaşa girmiştir. Seninle onun arasında sadece şu
vâdî var. Ona gidersen, Allah’ın ordusuna katılmış olursun. Çoban: “Benim
koyunlarıma kim bakacak?” dedi. Kurt: “Sen dönünceye kadar, ben onlara bakarım”
dedi. Çoban koyunlarını
kurda teslim edip
gitti. Bundan sonra Ebû Hüreyre, onun Müslüman oluşunu ve
Peygamber’i savaşırken bulduğunu, katılmak istediğini ve Hz. Rasûlüllah
salla’llâhü aleyhi ve sellem’in: “Koyunlarının yanına dön. Onları tastamam
bulursun” buyurduğunu anlattı. Çoban geri döndüğünde, koyunlarını aynen
bırahtığı gibi buldu ve bir
koyun kesip kurda
ikrâm etti.”
**
: Abdullah
b. Vehb şöyle anlatmıştır: “Abdullah bir gün Ebû Sufyân ile Safvan b. Umeyye’ye
rastlamıştı. Onlar Mekke’de bir kurdun bir geyiği kovaladığını görmüşler. Geyik
canını kurtarmak için Mescid-i Harâm’a girince, kurt kovalamaktan vazgeçip,
geri dönmüş. Ebû Sufyân ile Safvan kurdun bu şekilde Kâbe’nin bahçesine
girmeyişine hayret etmişler. Kurt onlara şöyle demiş: “Bundan daha şaşırtıcı
olanı sizin durumunuz. Medine’deki Muhammed Mustafa (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) sizi cennete davet ediyor, siz ise onu cehenneme davet ediyorsunuz.”
Bunun üzerine Ebû Sufyân şöyle demiş: “Lât ve Uzzâ’ya yemin ederim ki, bu olayı
Mekke duyarsa, boşalır (hepsi Müslüman olup, Medîne’ye giderler).”
**
“Abbas b. Mirdâs’tan rivayet edilir ki, bu zat
o zaman tapındığı Dımar ismindeki putunun konuştuğunu ve Hz. Rasûlüllah
salla’llâhü aleyhi ve sellem’den bahseden bir şiir söylediğini duymuş ve
hayrete düşmüş. O sırada bir kuş gelip: “Ey Abbas! Dımar’ın konuşmasına
şaşırıyorsun da, kendi durumuna şaşırmıyorsun” demiş. Bu olay Abbas’ın
Müslüman olmasına sebep olmuştur.”
**
“Enes
anlatıyor: “Hz. Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem bir gün, Hz. Ebûbekir,
Hz. Ömer ve Ensâr’dan bir sahâbî ile beraber, yine Ensâr’dan birinin bahçesine
girdiler. Bahçede bulunan bir koyun Hz. Peygamber’e secde etti. Bu durum
üzerine Hz. Ebû Bekir: “Biz sana secde etmeye, koyundan daha layıkız” dedi. ..”
**
Ebû
Hüreyre’den rivayet edilen bir hadîste de “Hz. Peygamber bir bahçeye girdi. Bir
deve gelip kendisine secde etti” denildikten sonra..Aynı hadîsi Salebe b.
Mâlik, Câbir b. Abdillâh, Ya‘le b. Murre ve Abdullah b. Ca‘fer deve hakkında
anlatarak, şöyle demişlerdir: “Bahçeye kim girerse bu deve ona saldırır,
bahçeye sokmak istemezdi. Hz. Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem girince,
deveyi çağırdı. Deve dudağını yere koyup, Hz. Peygamber’in önünde diz çöktü..”
**
Ümmü Seleme
anlatıyor: “Hz. Peygamber salla'llâhü aleyhi ve sellem çölde idi. Bir geyik:
“Ey Allah’ın Elçisi” diye bağırdı. Hz. Peygamber de: “Ne istiyorsun?” dedi.
Geyik: “Be bedevî beni avladı. Benim ise şu dağda iki yavrum var. Beni salıver,
gidip onları emzirip döneyim” dedi. Hz.
Peygamber: “Bunu yapar mısın?” dedi. Geyik de: “Evet” dedi. Hz. Peygamber
geyiği salıverdi. O da gidip yavrularını emzirip, bir müddet sonra geri döndü.
Hz. Peygamber onu tekrar bağladı. Durumu gören bedevî: “Ey Allah’ın Elçisi,
senin bu geyiğe ihtiyacın var mı?” dedi. Hz. Peygamber de: “Evet, onu
salıvermeni istiyorum” dedi. Bedevî geyiği salıverdi. Geyik sahrada koşarken “Eşhedu
en lâ ilâhe illallâh ve Eşhedu enneke Rasûlullâh” diyordu.”
**
“Yolda
karşısına çıkan bir aslanın, Hz. Peygamber salla'llâhü aleyhi ve sellemin
azatlısı (hürriyetine kavuşturduğu eski kölesi) Sefine’ye itaat etmesiyle
ilgili nakledilen olay da şöyledir: Hz. Peygamber, Sefine’yi bir mektupla
Yemen’de bulunan Muaz b. Cebel’e göndermişti. Yolda bir aslan önüne çıktı.
Sefine aslana “Kendisinin Hz. Peygamber’in azatlısı olduğunu, yanında O’nun bir
mektubunu taşıdığını” söyleyerek tanıtmış, bunun üzerine aslan mırıldanarak
yoldan çekilmiştir. Sefine, aynı olayın, Yemen’den dönüşünde de meydana
geldiğini anlatmıştır.”
**
“Bir gün Hz.
Peygamber, Abdulkays kabîlesinden bir aileye ait bir koyunun kulağını iki
parmağının arasına alarak tuttu ve sonra bıraktı. Koyunun kulağında
parmaklarının izi damga olarak kaldı ve bu iz koyunun yavrularında da devam
etti.”
**
“İbrahim b. Hammad’dan nakledilen de, Hz.
Peygamber salla'llâhü aleyhi ve sellemin, Hayber’in fethi sırasında bulduğu bir
eşeğin onunla konuşmasıdır. Eşek, Hz. Peygamber’e, “Benim adım Yezîd b.
Şihâb’tır” dedi. Hz. Peygamber de ona “Ya‘fûr” adını verdi. Hz. Peygamber bu
eşeği, sahâbîlerinin evlerine gönderirdi. Eşek de gider, başı ile kapıyı çalar
ve onları çağırırdı. Hz. Peygamber’in eşeği kapıyı çalınca, sahâbîler, Hz.
Peygamber’in kendilerini çağırdığını anlarlardı. Hz. Peygamber vefat edince, bu
hayvan üzüntüsünden kendini bir kuyuya attı ve öldü.”
**
“Bu konudaki
mucizelerden biri de, bir devenin Hz. Peygamber’e şahitlik yapması olayıdır.
Sahibinin onu çaldığını iddia etmişlerdi de, deve çalınmadığını söylemiş
ve o adamın kendisinin gerçek
sahibi olduğuna Hz.
Peygamber’in yanında tanıklık
yapmıştı.”
**
“Fehd b.
Atıyye’den nakledilmiştir: Hz. Peygamber’e büyüyüp delikanlılık çağına geldiği
halde hiç konuşmamış bir çocuk getirildi. Hz. Peygamber ona: “Ben kimim?” diye
sordu. O da: “Allah’ın Elçisi’sin” diyerek, konuştu. Muarrıd b. Munâkıb’in de
şöyle dediği nakledilmiştir: Hz. Peygamber’in acâip bir olayına şâhit oldum.
Bir bebek doğduğu gün Hz. Peygamber’e getirilmişti. Ona “Ben kimim?” diye
sordu. Bebek: “Sen Allah’ın Elçisi’sin” dedi. Bu çocuk Mubâreku’l-Yemâme idi.
Hadîs râvîsinin adı ile Şâsûne hadîsi olarak bilinmektedir. Çocuk sorusuna bu
şekilde cevap verince, Hz. Peygamber: “Doğru söyledin, Allah seni mübarek
kılsın” demiştir. Bundan sonra bu bebek konuşma çağına gelinceye kadar, bir
daha konuşmamıştır. Bu olay Mekke’de Vedâ haccı sırasında meydana gelmiştir.”
**
“Enes
anlatıyor: Ensâr’dan bir genç vefat etti. Onun iki gözü de görmeyen yaşlı bir
annesi vardı. Gencin üzerini örttükten sonra, annesini tesellî ediyorduk. Kadın
“oğlum öldü mü?” dedi. Biz de “evet” dedik. Kadın şöyle devam etti: “Allahım
biliyorsun ki, her sıkıntıda bize yardım etmeni umarak sana ve Peygamberi’ne
hicret ederek buraya geldik. Bu musîbetin ağırlığını üzerime yükleme.” Biz daha
yerimizden kıpırdamadan, genç dirilip yüzündeki perdeyi açtı, sonra yemek
getirildi de beraber yedik.”
**
“Abdullah b.
Ubeydullah el-Ensârî şöyle demiştir: Sâbit b. Kays b. Şemmâs’ı defnedenlerin
arasındaydım. Bu zat Yemâme’de şehîd olmuştu. Onu kabre koyarken bir ses geldi
ve “Muhammed Rasûlullâh, Ebû Bekir Sıddîk, Ömer eş-Şehîd, Osman
el-Berru’r-Rahîm” dediğini duyduk. Kefeni açıp baktığımızda cansız idi.”
**
“Nûmân b.
Beşîr anlatıyor: Zeyd b. Hârice, Medîne sokaklarının birinde düşüp ölmüştü.
Kaldırılıp üzeri örtüldü. Etrafında kadınlar ağlıyorlardı. Akşamla yatsı arası,
ölünün: “susunuz, susunuz” dediğini duydular. Yüzünden perdeyi kaldırdıklarında:
“Muhammed Allah’ın Elçisi’dir; ümmî peygamberdir; peygamberlerin sonuncusudur;
bunlar da Levh-i Mahfûz’da yazılıdır” dedi. Sonra: “O doğru söyledi, O doğru
söyledi” dedi. Ve Hz. Ebu Bekir’i, Hz. Ömer’i ve Hz. Osman’ı andıktan sonra “Esselâmu
Aleyke Yâ Rasûlellâh ve Rahmetullâhi ve Berakêtuhû” dedi ve tekrar ölü haline
döndü.”
**
“İbn Abbas diyor ki: bir kadın aklî dengesi
yerinde olmayan oğlunu alıp, Hz. Peygamber’e getirdi. Hz. Peygamber, çocuğun
göğsünü eli ile mesh etti. Çocuk kustu ve karnından yırtıcı köpek yavrusuna
benzer bir şey çıktı ve çocuk sağlığına kavuştu.”
**
“Hz. Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem,
Abdurrahman b. Avf’ın bereketi için dua etmişti. Abdurrahman diyor ki: “bir
taş kaldıracak olsam altında altın bulacağımı ümit ederdim. Allah Teâlâ, ona
hazînelerini açtı. Öldüğünde miras bıraktığı araziden kazmalarla altın
çıkarıldı. Öyle ki, kazmaktan elleri şişmişti..”
**
“Yine Peygamber Efendimiz, Muaviye b. Ebî Sufyân’ın ülkelere hükmetmesi için dua etmişti. Muaviye, halîfe olup büyük İslâm devletinin başına geçti.”(s. 251) İşin doğrusu, Muaviye âsî bir adamdır. Hırs sahibi bir kişi olarak, Ali Efendimiz’e isyan etmiş, sahâbî öldürmüş, Hasan Basrî’nin saydığı gibi pek çok yanlışa imza atmış bir kişidir. Peygamberimiz’in ona dua ettiği yalanını, kendi akrabaları olan Emevîler uydurmuşlardır.
**
“Bedir savaşında Ukkâşe’nin kılıcı kırılınca,
Hz. Peygamber ona bir odun parçası verdi ve “bununla vur” buyurdu. Bu odun,
Ukkâşe’nin elinde beyaz keskin uzun ve sağlam bir kılıç haline geldi. Onunla
savaştı. Sonra da bu kılıcı mürtedlerle savaşırken şehit oluncaya kadar,
katıldığı bütün savaşlarda yanından ayırmadı. Bu kılıca “avn” (yardım) adı
verildi. Katâde’nin de savaşa giderken elinde bulunan ağaç parçası, döndüğünde
kılıç olmuştu.”
**
“Utbe b. Ferhad’ın, kadınların kokularını bile
bastıran güzel bir kokusu vardı. Bunun sebebi de, Hz. Peygamber’in onun sırtını
ve karnını eli ile mesh etmiş olmasıydı.”
**
“Hz.
Peygamber salla'llâhü aleyhi ve sellem, Kays b. Zeyd el-Cüzamî’nin başını okşayıp,
ona dua etmişti. Uzun yıllar sonra Kays yüz yaşında vefat ettiği zaman bile,
Kays’ın saç ve sakalları bembeyaz olmuş, fakat Hz. Peygamber’in elini sürdüğü
yerler öylece simsiyah duruyordu. Buna benzer bir olay da, Amr b. Salebe
el-Cühenî hakkında anlatılır. Hz. Peygamber, bir başkasının yüzüne de elini
sürmüş ve o kişinin yüzünde de devamlı bir nur oluşmuştu. Katâde’nin yüzüne
elini sürmüştü ki onun yüzünde de aynı şekilde bir parıltı meydana gelmişti ve
aynaya bakılır gibi yüzüne bakılıyordu. Hz. Peygamber bir gün elini Hanzala b.
Hizyem’in başına koymuş ve ona dua etmişti. Sonraki yıllarda Hanzala’ya yüzü
şişmiş bir adam ve memesi şişmiş bir kadın getirildi. Hanzala şişliklerin
üzerine Hz. Peygamber’in elinin dokunduğu yeri koydu ve şişlikler kayboldu.”
**
“Peygamberimiz
salla'llâhü aleyhi ve sellem bir hadîsinde buyurdu ki: “Bu ümmetin içinden
Velîd adında bir adam ortaya çıkacak ve bu ümmet için, Firavun’un kendi
toplumuna yaptığından daha çok kötülük yapacaktır.”
**
“Peygamberimiz
bir hadîsinde buyurdu: “Dicle ile Duceyl, Kutrubul ile Fırat arasında bir şehir
kurulacak ve yeryüzünün hazineleri oraya sevk edilecektir. Sonra o hazîneler
ile birlikte târumâr olacaktır.” Hz. Peygamber, bu sözleri ile Bağdat’ı
kastetmiştir.”
**
“Vâkıdî’nin anlattığına göre, Hâlid b. Velîd,
Uzzâ adındaki putu parçalarken, dağınık saçlı simsiyah çıplak bir şey gözüne
görünmüş, Hâlid de kılıcı ile onu ikiye bölmüştür. Durumu Hz. Peygamber’e
anlattığında, “İşte, o gördüğün, şeytandır” buyurmuştur.”
**
“Hz. Peygamber salla'llâhü aleyhi ve sellem başı yukarıda ve gözleri semâya doğru dikilmiş olarak dünyaya geldi. Peygamber’in doğduğu sırada Osman b. Ebi’l-Âs’ın annesi gökteki yıldızların aşağı doğru sarkıp etrafı aydınlattığını görmüştür. Abdurrahman b. Avf’ın annesi Şifâ Hâtûn da şöyle demiştir: Hz. Peygamber annesinden doğduğu ve ellerime düşüp ağladığı zaman birisi “Allah sana rahmet etsin” diyordu. Hz. Peygamber’in nûru etrafı öyle aydınlattı ki, Rûm köşklerini görebilirdim. Hz. Peygamber’in doğduğu gece Kisrâ’nın sarayları yerinden sarsılmış, balkonları yıkılmıştır. Şam’daki Taberî gölü taşmış, Mecûsîlerin bin yıldan beri hiç sönmeyen ateşleri sönmüştür.”
**
“Hz.
Peygamber’in vefatından sonra, Hızır aleyhisselâmın ve meleklerin Ehl-i
Beyt’ine (âilesine) tâziyede bulunmaları da, Hz. Peygamber’in
mucizelerindendir.”
**
“Halbuki Araplar ince anlayışlı, keskin zekâlı
ve çok akıllı bir millet olduklarından, Kurân onların anlayışlarına göre inmiş
ve onlar da bunun bir mucize olduğunu anlamışlardır. İsrâil Oğulları ve Kıptîler
böyle değildi, aksine anlayışları kıt ve ahmak insanlar oldukları için, Firavun
onlara kendisinin onların tanrısı olduğunu kabul ettirmiş, Sâmirî onları Hz.
Mûsâ’ya inanmaktan vazgeçirip, buzağıya taptırmıştır.”
**
“Abdullah b.
el-Mubârek anlatıyor: Bir gün (İmam) Mâlik’in yanındaydım. Bize hadîs
öğretiyordu. O sırada bir akrep kendisini on altı defa soktu. Acıdan renkten
renge giriyor, sapsarı kesiliyordu, fakat o hadîsi yarıda kesmedi. Ders bitip,
(hadîs) meclis(i) dağılınca, kendisine: “sende bugün bir acâiplik gördüm”
dedim. Şöyle karşılık verdi: “Evet, ama ben Hz. Peygamber’in hadîsine hürmeten
katlandım”
**
İbnu’l-Mehdî
anlatıyor: Bir gün İmam Mâlik’le (Medîne’nin) Akîk denilen yerine kadar
yürüdüm. Yolda kendisine bir hadîs sordum. Beni uyararak: “Sen benim gözümde,
Peygamber’in hadîsini yolda öğrenmek istemeyecek kadar değerlisin” dedi. Cerîr
b. Abdilhamîd el-Kâdî de İmam Mâlik’e ayaküstü bir hadîs sordu. Bunun üzerine
İmam Mâlik onun hapsedilmesini emretti. Cerîr’in kadı olduğu söylenilince de, “Kadının
edebe uygun hareket etmesi daha uygundur” dedi.
Yine anlatılır ki Hişam b. el-Gâzî ayaküstü
İmam Mâlik’e bir hadîs sormuş, İmam da ona yirmi kamçı vurdurtmuş. Sonra da ona
acıyarak yirmi hadîs öğretmiş. Bunun üzerine Cerîr, “keşke daha çok kamçı vurdurup
da, daha çok hadîs öğretseydi” demiş.”
**
“Hz. Peygamber salla'llâhü aleyhi ve sellemin
Mekke ve Medîne’de oturduğu, konup göçtüğü ve ibadet ettiği yerler, dokunduğu
şeylere, Peygamber olduğundan ötürü saygı göstermek, ona saygı ve sevginin
ifadesidir.”
**
“Ebû
Mahzûra’nin başının ön tarafında perçemi vardı. Oturduğunda salıverince ucu
yere dokunurdu. Kendisine perçemini niçin kısaltmadığı sorulunca dedi ki: “Hz.
Peygamber’in eli dokunmuştur, onu kesecek değilim.”
**
“Hâlid b.
Velîd’in takkesinde, Hz. Peygamber salla'llâhü aleyhi ve sellemin saçından bir
kıl vardı. Bir savaş sırasında, takkesi başından düştü. Onu yerden alabilmek
için, şiddetle vuruşmak zorunda kaldı ve bu arada bir çok insan öldü. Sahâbîler
bir takke için bu kadar vurup adam öldürmeyi yadırgadılar da, bunun üzerine
Halid b. Velid şunu söyledi: “Ben bunu takke için yapmadım. Hz. Peygamber’in
saçının teline hürmeten yaptım. Onun bereketinden mahrum kalmayı ve o saç
telinin müşriklerin eline geçmesini istemedim.”
**
“Abdullah b.
Ömer’in, Hz. Peygamber’in minberde (hutbe verdiği yer) oturduğu yere elini
sürüp, yüzüne sürdüğü görülmüştür.”
**
İmam Mâlik
de, Medîne’de hayvana binmez ve şöyle derdi: Hz. Peygamber salla'llâhü aleyhi
ve sellemin içinde bulunduğu toprağı hayvanla çiğnemeye, Allah’tan utanırım. **
Yine İmam
Mâlik’in çok sayıda atını Şâfiî’ye hediye ettiği rivâyet edilir. Şâfiî
kendisine, “atlardan hiç olmazsa birini yanında kendisi binmek için
alıkoymasını” söyleyince, ona da aynı cevabı vermiştir..Dervişlerden birisi
Hacc’a yürüyerek gitmiş. Niçin bir hayvana binmediği sorulunca şöyle demiş:
“Efendisinden kaçan köle, tekrar onun evine binek üzerinde mi gelir? Eğer
(Hacc’a) kafamın üzerinde gidebilseydim, öyle yapar, ayaklarımla yürüyüp de
gelmezdim.”
Medîne-i
Münevvere, vahiy ve Kurân ile mâmûr olmaya, Cebrâîl ve Mîkâîl’in gidip
gelmelerine, meleklerin ve peygamber rûhlarının yükselmesine layık olmuş bir
yerdir. Elbette bu şehir, hürmet edilmeye, havası teneffüs edilmeye, evleri ve
evlerinin duvarları öpülmeye lâyıktır.”
**
“İbn Şâbân ise, Hz. Fâtımâ aleyhisselâmın
rivâyet ettiği bir hadîsi kanıt göstererek, yukarıda belirttiği şekilde,
mescide girerken, Hz. Peygamber’e salât-u selâm, rahmet ve bereket dilenmesini
savunmaktadır.”
**
Hz.
Peygamber salla'llâhü aleyhi ve sellem “mescide
girdiğinizde, bana salât-u selâm getirin” rivayeti vardır.
**
“Rasûlûllâh
salla'llâhü aleyhi ve sellem Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Birisi bir
kitapta bana salât-u selâm yazarsa, benim ismim o kitapta yazılı olduğu sürece,
melekler bunu yazan kimseye af dilerler.”
**
“Cabir (Radıyallâhu Anh)’den: Bir yerde toplanıp da Peygamber’e salât-u
selâm getirmeden dağılanlar, leş kokusundan daha çirkin bir koku ile
dağılırlar.”
**
“Ebû Sa‘îd-i Hudrî’den: Bir grup insan, bir yerde
toplanıp oturur da, Peygamber salla'llâhü aleyhi ve selleme salât-u selâm
getirmezlerse, onlar işledikleri sevaplar yüzünden cennete girseler de, bu
(salât-u selâm getirmedikleri) toplantıdan dolayı bir mahrûmiyet içinde
olurlar.”
**
“Peygamberimiz: salla'llâhü aleyhi ve sellem “Kabrimi
kim ziyaret ederse, ona şefâatim vâcip olur” buyurmuştur.
**
“Vefatımdan sonra beni ziyarete eden,
hayatımda ziyaret etmiş gibidir”
**
“İbn Ebî
Fudeyk diyor ki: “Aynı asırda yaşadığım âlimlerden şöyle dediklerini işittim:
Bize ulaşan bir hadîste, kim Peygamber’in kabrinin yanında durup, “İnnellâhe ve
Melâiketehû Yusallûne ‘ale-n-Nebîy Yâ Eyyuhe’l-lezîne êmenû Sallû aleyhi ve
Sellîmû Teslîmê” (Allah ve Melekleri, bu Peygamber’e (Hz. Muhammed’e), salât
ederler; Ey îmân edenler siz de O Peygamber’e salât-u selâm ediniz) (Ahzâb:
56) âyetini okur ve arkasından yetmiş
defa “Sallallâhu Aleyke Yâ Muhammed” derse, bir melek de ona: “Allah sana salât
ediyor ey filân” diye adıyla hitap eder. Onun hiçbir isteği de geri çevrilmez.”
**
“İbn Kusayt
anlatıyor: “(Medîne’deki) Mescid-i Nebî boşalıp, içeride kimse kalmadığı zaman
sahâbîler içeriye girerler ve minberin Peygamber’in kabrine taraf kısmını, sağ
elleri ile mesheder, sonra Kıble’ye dönerek duâ ederlerdi”
**
“(Medîne’deki) Mescid-i Nebî’de kılınan (bir) namaz, Mescid-i Haram’dan (Kâbe’den) başka, diğer mescitlerde kılınan namazdan bin kat daha faziletlidir.
**
“Mescid-i Haram’da kılınan bir namaz, diğer
mescitlerde kılınan namazdan yüz kat faziletlidir.”
**
“Mescid-i
Nebî’de kılınan namaz, diğer mescitlerde kılınandan bin kat faziletli olduğuna
göre, arada dokuz yüz katlık bir fark var demektir. Bu da Medîne’nin Mekke’den
daha faziletli olmasından kaynaklanmaktadır. İmam Mâlik’le beraber Hz. Ömer ve
Medîneli âlimlerin çoğunun görüşü, Medine’nin Mekke’ den üstün olduğu
yönündedir. Mekkeli ve Kûfeli âlimlerle, İmam Mâlik’in talebelerinden (Mekkeli)
Atâ, İbn Vehb ve İbn Habîb ise Mekke’nin üstün olduğu görüşündedirler. Bunlar
da yukarıdaki hadîste Mescid-i Haram’ın istisna edilmesini, kanıt kabul etmişlerdir...
**
Bununla
beraber, Peygamberimiz’in kabrinin (yani Medîne’nin) yeryüzünün en faziletli
parçası olduğunda şüphe yoktur.”
**
“Peygamberimiz Medîne hakkında şöyle
buyurmuştur: “Hac veya Umre yaparken Mekke’de veya Medîne’de ölen kimseyi,
Allah Teâlâ kıyamet gününde hesabı ve azabı olmayarak diriltir.”
Bu hadîsin
başka bir rivâyetinde de “kıyamet gününde emniyette olarak diriltir”
denilmiştir.
**
Yine şöyle
buyurulmuştur: “Medîne’de ölmeye gücü yeten Medîne’de ölsün. Çünkü ben
Medîne’de ölenlere şefâat ederim”
“Peygamberimiz bir hadîsinde şöyle
buyurmuştur: “Bir kimse Haceru’l-Esved köşesinde duâ ederse, duâsı mutlaka
kabûl olunur.” Altın oluğun
altında duâ etmek de
böyledir..
**
“Bu
Mültezem’de (Haceru’l-Esved ile Kâbe kapısı arasında kalan kısım) duâ edip de,
duâsı kabul olunmayan yoktur.
İbn Abbas
diyor ki, bu hadîs-i Peygamberî’yi duyduktan sonra, ne zaman Mültezem’de duâ
ettiysem, mutlaka kabul olmuştur.
**
Amr b. Dînâr
da diyor ki: bu hadîsi İbn Abbas’tan duyduktan beri Mültezem’de ne için duâ
ettim ise kabûl olundu.
**
Sufyan b.
Uyeyne ise, bu hadîsi Amr b. Dînâr’dan duyduktan beri, burada ne için duâ
ettimse kabûl oldu, diyor.”
**
Hz. Peygamber’in çocukluğunda râhip Bahira ile karşılaştığı hikâyesi Şifâ’da da yer almaktadır: Peygamberimiz’in amcası Ebû Tâlip ile Şam seferinde iken râhip Bahira ile karşılaşılması olayında anlatılan bir sözü de, “Hz. Peygamber’in putlara karşı tavrını belirliyor” denildikten sonra şu (uydurma) bilgi aktarılıyor:
“O sırada çocuk
yaşta bulunan Peygamber’e, râhip Bahira, Lât ve Uzzâ adına yemin ettirerek,
O’nun peygamber olup olmadığını denemek istemişti. Çünkü onda peygamberlik
alâmeti görmüştü. Eğer gerçekten peygamber ise, Lât ve Uzzâ putları adına yemin
etmeyecekti. Peygamber ona şu cevabı vermişti: “Bana o putlardan bahsetme.
Allah’a yemin ederim ki, onlardan daha çok nefret edip öfkelendiğim hiçbir şey
yoktur. Bunun üzerine Bahira: “Sana Allah adına soruyorum. Sorduğum şeyi bana
haber ver” deyince, Hz. Peygamber de “Hatırına ne geliyorsa, sor” buyurdu.”
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar