Abdurrahim Reyhan Erzincanî Hazretlerinin Sözleri
“Aşkın sonu mahviyettir” sözü gönüller sultanı
efendimin bu konuda sunacağımız sohbetlerinin açılış cümlesidir. Kâinatın
yaratılış gayesi, insanın tekâmül serüveni ve nihayetinde sonsuz seyir hali bu
iki sihirli kelime ile açıklanabilir: Aşk ve Mahviyet. Bu kelimelerde bir
sıralama olduğu aşikârdır. Önce “çok sevmek” olan aşk’a duçar olmanın
hikmetinin, Cenabı Hakk’ın kâinatı yaratma sebebi olarak Peygamber Efendimize
“Sana olan muhabbetimden tüm âlemleri yarattım.” demesi gösterilebilir. Bununla
kelimeyi tevhitte bulunan “Muhammedin Resullullah” lafzının neticeye ulaşmada
Aşk’ın bir başlangıç olduğuna işaret etmektedir. Mahviyet ise yine kelimeyi
tevhidin “Lailahe illallah” lafzının zuhura gelmesi için gereken bir kemalat
hali, sonucudur. Bu halin makam olması durumunda insanın gönlünde ve
yaşantısında yaratandan başka hiçbir ilah kalmamış olacaktır. Hâsılı Peygamberi
sevmeden, onun varislerini sevmeden, aşık olmadan, yanmadan Allah’ı tek ilah
olarak zuhura getiren hiçlik haliyle kulluk makamına ulaşılması mümkün
değildir. Bu nedenle kelimeyi tevhide “Aşk ve Mahviyet” yönüyle bakmak insana
gizli hazinenin keşfi ve nihai hedefe ulaşmasında bir yol gösterecektir.
Kâinatın yaratılmasından
günümüze kadar tüm zamanlarda ve özellikle lafız ve dış kalıp olarak da olsa
İslam’ın yaşanmadığı ve maddiyatın insanları hayvani sıfatlara dönüştürdüğü
günümüzde tasavvuf! yaşam, insanlığın tek kurtuluş yolu olmaktadır. Bu yolların
nasipli yolcularının seyri sülûkunda “Aşk ve Mahviyet” başlıca ana kilometre
taşlarıdır. Nakşibendîlik kutlu yolunun başlangıcının “Muhalefetül Heva” yerine
“Muhabbetül Mevla” olması hedefe ulaşmadaki hızını ve gücünü göstermektedir.
Bu yolun
başlangıcında müride bir muhabbet/aşk verilmektedir, varisi enbiyaya olan bu
muhabbet muhafaza edilerek artırılmasıyla mürit kabiliyetine göre terakki
ederek fani/yok olmakta, nihayetinde Mahviyete ve bekaya ulaşmaktadır. Sonuç
olarak bu yolda talibin dünya hayatında Allah’tan gelen ruhunun Allah’a
ulaşmasıyla, kelimeyi tevhidin hakikatini yaşamış olmaktadır. Dolayısıyla bu
makam ile kelimeyi şahadetteki “Eşhedüen lailahe illallah ve eşhedü enne
Muhammeden abduhu ve resülühü” sözündeki şahitliği de kendi üzerinde yaşayarak
ispatlamış olmaktadır.
Bu eserde Gönüller Sultanı
Abdurrahim Reyhan Erzincanî Efendim hazretlerinin Gülden Bülbüllere 1-2-3-4 ve
Teveccüh Sohbetleri kitaplarında bulunan mübarek sohbetleri arasında “Aşk ve
Mahviyet” konusu üzerine ikram buyurduğu kelamların derlemesi yapılmıştır.
Konu
bütünlüklerinde olan noksanlarımızı tamam eyleyeceklerini umut eder,
dualarınızı bekleriz.
M.Ali Demirci
Ocak 2015
Allah arzunuza ulaştırsın. Allah
niyetinizi halis etsin, niyetinizin neticesine ulaştırsın, ameller niyete
bağlıdır. Allah'ın emirleri insanlara amel oluyor. İşte Allah'ın emri:
"Allah
için birbirinizi sevin, Allah için bir araya gelin."
Kelâm-ı
kibârda şöyle geçer:
Gelin ey
yâr-ı sâdıklar
Bu
meydân-ı muhabbettir
Bütün cem
olsun âşıklar
Bu
meydân-ı muhabbettir
Şefimiz
Muhammed'dir
"Her
kim ki düşmedi ayağa, çıkmadı başa."
Her kim ki ayaklar altında
çiğnenmedi, başa tac olamaz; bu da tarikatın tevazu sıfatıdır. Cenabı Hak
buyuruyor ki:
"Her kim
ki Allah için alçalırsa, biz onu yükseltiriz."
Alçalmaktan maksat, tevazu.
İnsanların türap olması lâzım. Ayaklar altında çiğnenmesi lâzım. Her kim ki
düşmedi ayağa, her kim ki ayaklar altında çiğnenmedi, başa tac olamaz.
“Payine
yüy süremedim ne çare”
Bir de bir kelâm daha:
‘Her kim
ki payine yüy sürdü, etti sebatı, ol buldu necatı. ”
Yüzümüz meşâyihimizin ayağının
altında. Aslında bütün insanların ayağının altında olması lâzım, derviş olmak
için. Dervişlik büyük bir makamdır. Derviş olmak için bütün insanlara yüzünü
çiğnetmesi lâzım. Gerçekten çiğnetecek değil. Yani herkesten kendisini aşağı görsün.
Yüzünü herkesin ayağının altına koysun, dervişlik sıfatı buymuş.
Dervişlik sıfatı şuymuş ki:
Yüzüne silleyi vuranla ağzına şekeri veren bir olacak. Seni birisi sevdi,
okşadı, ağzına tatlı bir şey verdi. Birisi de geldi vurdu. İkisi de bir olacak.
Böyle olursa ki derviş olabilesin. Öbürü beni sevdi diye ona iyi diyeceksin,
ama diğeri dövdü diye ona kötü demeyeceksin.
Gelin
dergâha dervişler
Kılalım
zevk ü cünbüşler
Huda'nındır
kamû işler
Bu
meydan-ı muhabbettir
Şefîimig
Muhammed'dir
Mürit daha müptedi âleminde.
Varlığından kurtulamamış. Varlığından kurtulsa zaten müritlikten meşâyihliğe
geçiyor. Zaten biliyorum demekle ne oluyor insanların ilmi, ameli ne oluyor?
Perdeliyor.
Kelam-ı
kibarda geçer :
Bu gaflet
uykusundan kalk kamu bildiklerin bırak
Cihana bir
güzelce bak g„elen durmag gideryâ Hu
Senin bildiklerini bırak. Ne
kadar olsa mürit irâde sahibi. Yani daha kendi varlığında. Bildiklerini
unutamamış atamamış. Veliler atmışlardır. Bilgilerini atmışlardır. Çünkü
onların bilgisi Hak'tan oluyor. Kendilerinden değil, kendi bilgilerini
atmışlar. Cenabı Hakk’ın bilgisi tecelli etmiş. Demiyor mu Cenabı Hak:
"Konuşan
dili biz oluruz."
Ledünni ilmi budur, kalp ilmi
budur. Tasavvuf ilmi budur. Dervişlik büyük bir sıfattır. Yüzüne silleyi
vuranla ağzına helvayı veren bir olmuşsa derviştir. Dervişlik bir elenmiş
topraktır. İnce elenmiş toprak. Buna biraz da su ilave edince, o kadar güzel
yumuşak bir toprak olur ki ona basan ayak incinmez. Ayağına toz da konmaz.
Dervişliğin bir sıfatı da bu.
Evet ama nasıl derviş olur
insan?
Oldum
vatanımdan cüda
Görün beni
aşk neyledi
Yaktı bigi
aşk-ı Hüda
Görün beni
aşk neyledi
Âhiri
derviş eyledi
Demek ki aşk-ı ilahi bir insanı
yakıyorsa varlığından kurtuluyorsa derviş olabiliyor. Bizde aşk var ama,
bizdeki aşk cüz'idir. Aşk bizde kemâle ulaşmamış. Aşkın henüz hakikatine
ulaşmamışız. Aşkın daha mecazındayız. Ne için mecazındayız? Ne zaman ki aşk
bizi ihata ederse, yediğimizden haberimiz olmaz, içtiğimizden haberimiz olmaz,
nerede olduğumuzu bilmeyiz, o zaman hakikatine ulaşırız.
İlâhi bir
aşk ver bana
Kandalığım
bilmeyeyim
Ya Rabbi öyle bir aşk ver bana
ki ben nerede olduğumu bilmeyeyim. Kim olduğumu bilmeyeyim, ama bu aşkla
insanlar mecazdan hakikate geçiyor. Mecaz olan aşk büyüte büyüte hakikate
ulaştırıyor. Bütün aşkı elde ediyor. Böyle söylerken yanlış anlaşılmasın. Aşkın
bütünü Allah'tır. Sonra Resulullah'a, sonra insanlara paylaştırılmıştır. İnsan
Allah'ı ne kadar severse sevsin Hz. Resulullah kadar sevemez. Allah da
Resulullah'ı çok sevmiş. Demek ki Allah'ın Resulullah'ı sevdiği kadar da
Resulullah Allah'ı sevemez. Neden? Çünkü Habibim: "Ben seni muhabbetimden,
sevdiğimden yarattım" buyuruyor. Cenabı Hak, sevgisinden, muhabbetinden
yaratmışsa demek ki Allah'ta olan muhabbet, Resulullah'ta olan muhabbetten daha
çok. Onun için buyuruyor:
Muhabbetten
yarattı Ol Habibi Hagret-i Mennân
Değil kim
OlMuhammed Hagret-i Mevlâ'da yangın var
Bu yangın, muhabbet yangını.
Yoksa Allah'ta yangın olur mu? Haşa estağfirullah. Hz. Allah'ta bir sevgi var.
Sevgi var ki evvela sevmiş istemiş ve kendi muhabbetinden Habibini yaratmış.
Bütün mevcudatı da Peygamber Efendimizin nurundan yaratmış. Bizde de bir
muhabbet var. Cüz'isi var, küllisi var. Hz. Resulün muhabbeti mi bizde
oluşacak? Olmaz. Allah'ın muhabbeti mi bizde oluşacak? Olmaz. Allah'ın ilmimi bizde
tecelli edecek? Etmez. Resulullah'ın ilmi mi bizde olacak? Olmaz. Hz. Allah'ın
adaleti mi? Hayır. Cenabı Hak ne vermiştir insanlara? Cüz'iyi vermiştir. Ama
insanlar cüz'iden külliye ulaşabiliyorlar mı? Ulaşıyorlar. İşte insanların
kalbinde olan cüz'i muhabbet, cüz'i ilim, cüz'i akıl. Bunlar ne oluyor?
Büyüyor, çoğalıyor. İnsanların sa’yı gayreti ile büyüyor, çoğalıyorlar.
Kalbinde olan bir cüz'i muhabbet. Baş parmağın kalınlığında olan feyz-i ilahi
müridin kalbine geliyor. Nerden geliyor? Şeyh Efendisinin iki kaşının
ortasından geliyor. Buna inanın. Zaten Cenabı Hak ne buyuruyor?
"Kulum
beni sev, sevdiklerimi sev."
Bu bunu ifade ediyor ve buna
işarettir. Bir Evliyaullah'ı seviyoruz. Bu sevgi bize görünüyor mu? Görünmüyor.
Nerede bu sevgi? Kalbimizde. Ama bunun da bir cismi var. Onun da bir vücudu
var. Cismi olmayan şey asla söylenmez. Akla gelmez.
Maddiyat:
Zâhirde cisim gösteren şeyler.
Maneviyat:
Cisim göstermeyen varlıklar.
Bizim de cesedimiz maddiyattır.
Cisim gösterdiği için cesedimizde olan gözlerimiz, kulaklarımız, dilimiz, birer
maddiyattır. Bunlar mecazdır.
Bunların hakikati var mı? Var.
Nerede bunların hakikati? İnsanların kalbinde. Hakikate ulaşınca, insanların
kalbindeki hakikat gözü açılıyor. Her şeyin hakikati insanların kalbinde.
Hakikate ulaşınca kalbindeki kalp dili de açılıyor, manevî dil de açılıyor.
Manevî kulağı da açılıyor. Manevî göz, manevî kulak, manevî akıl, manevî el.
Bunlar var ama görünmüyor. Bunlar nerede? İnsanların kalbindedir.
Hakikatsiz
andelibin zârına
Goncasını
seven bakmaz bârına
Yandır bu
Salih'i aşkın nârına
O narın
nurundan abad et meni
İşte burada
bir hakikat var. Ne dedi orada:
Hakikatsiz
andelibin zârına
Andelip: Bülbül.
Bülbülün güle karşı bir ahu zarı
var ya onu tenkit ediyor âşık. Niye? Eğer bülbülün güle karşı ahu zarı hakiki
olsaydı. Gül nerede bitiyor? Bir çalıda bitiyor. Yıl boyunca o çalıyı beklerdi.
Niye gülün açtığı zamanda geliyor da bağırıp çağırıyor ve gül solduğu zaman yüz
çevirip gidiyor? Bunu gören âşık, onu tenkit ediyor.
Yandır bu
Salih'i aşkın nârına.
Salih: Amel işleyen. Bütün
tasavvuf ehline söylenmiş.
Aşkın nârına denilince: Aşk da
yakıcı bir maddedir. Ama insanların cesedini yakmaz.
Ateş neyi yakar? Cisimleri
yakar. Bizim de kalbimizde cisimler var. Kalbimizdeki cisimleri yakar.
Kalbimizi yakmaz ama. Kalbimizdeki cisimleri yakınca ne yapar? Nimetimize malik
oluruz. Ayrılıktan kurtuluruz. Dertlerimizden kurtuluruz, noksan sıfatımızdan
kurtuluruz. Niye? Bizi rencide eden varlığımızdır, benliğimizdir.
Yandır bu
Salih'i aşkın nârına
O nârın
nurunda abad et meni
Burada neyi ifade etmek istiyor?
Bak, İbrahim Aleyhisselamı Cenabı Hak ateşe attırdı, ama ateşin nârından
kurtardı. Niye yakmadı? O kendisini Allah'a teslim etti. Biz teslim edemiyoruz.
Bu, sözle olmaz.
Yüzü
nakş-ı hayal imiş
Özü başka
bir hâl imiş
Bilen ehli kemâl imiş
Yüzü
nakş-ı hayal imiş
Râbıtayı hayal ediyor. Neyini?
Yüzünü, zâhirdeki cesedini. Zâhir yüzünü hayal ediyor, zâhirdeki yüzüne râbıta
yapıyor. İşte nefsi ancak bu râbıta ıslah ediyor. Bu ıslahla anasır-ı zıddıyet
değişiyor. Ruhu da nefsin esaretinden kurtulmuş oluyor. Yani diyelim ki bir
mazlum çocuk var. Yetim bir çocuk var. Buna birisi zulmediyor, eziyor. Buna
acıyan birisi ne yapıyor? Bu çocuğu sen niye eziyorsun diyor. Eğer bunu
yedirmek, giydirmek, beslemek zor geliyorsa ver de götüreyim, büyüteyim diyor.
İyilikle veya zorla o çocuğu
onun elinden alıyor. Ona göstermeden o çocuğu büyütüyor. İşte senin düşmanın
hadi git, git kozunu onunla pay et! O zaman ruh güçlendi. Nefse gücü yetiyor
artık. Bu ne ile oluyor? Evliyaullah'ın manevî gücü, manevî kuvveti ile oluyor.
Evliyaullah'ın zâhiri, müridin zâhirini ihata etmiş. Nefsini ihata etmiş. Zâhir
râbıta nuru taşıyor. Evliyaullah'ın velayet nuru var. Bâtını var, müridini
ihata etmiş. Zâhiri ile nefsi terbiye ediyor, maneviyatı ile ruha eğitim
yaptırıyor. Ruhu besliyor, büyütüyor, tahsil yaptırıyor. Ne zaman ki ruh nefsi
yenmeye bir güç sahibi olursa, o zaman inkılâp yapıyor.
Ama bu inkılâp nerede olur? Ne
zaman olur? İnsanlarda 79 ahlâkı zemime var. 79 ahlâkı hamide var. Ahlâkı
zemime kötü huylardır. Bunlar vücuttan gitmedikten sonra, 79 ahlâkı hamide
bunların yerine gelemez. Bunların her birisi bir teşkilâttır. 79 ahlâkı
hamideler ahlâkı zemimelerin altında. Her bir ahlâkı zemime gidince, ahlâkı
hamide çıkıyor. Mesela diyelim ki teyp kara bir cisim. Bunun altında ne var?
Beyaz bir cisim. Teyp alınınca beyaz bir cisim ortaya çıkıyor. Bunu da Cenabı
Hak öyle halk etmiş. Noksan sıfatımızı ikmâl etmek, şeriatla, tarikatla oluyor.
Şeriatla hayvanî sıfattan beşeri sıfata geçiyor, Tarikatla da beşerî sıfattan
melekî sıfata geçiyoruz.
İnsan ne zaman bu 79 ahlâkı
zemimelerin hepsini atarsa altında 79 ahlâkı hamideler çıkıyor. Güzel ahlâklar
çıkıyor meydana. O zaman insan beşerî sıfata geçer. Ama bir insan hayvanî
sıfattan beşerî sıfata geçmiş. Onda ahlâkı zemime de vardır. Ahlâkı hamide de
vardır. Ahlâkı zemimelerin hepsini atmamış, ahlâkı hamidelerin hepsini elde
etmemiş. Ama her şey ekseriyete tâbidir. Bir insanda onun için, nefs-i emmare,
nefs-i levvame, nefs-i mülhime, nefs-i mutmainne var.
Nefs-i emmarede bütün ahlâkı
zemimeler var. Hiçbir ahlâkı hamide yok orada. Küfür sıfatı nefsi emmare.
Hayvan sıfatı. İşte nefs-i emmareden geçmek için, küfür sıfatından kurtulmak
için, şeriatımız olacak, ibadetlerimiz olacak. Namazı, abdesti, her ibadeti olacak.
Allah'ın emirleri işlenecek. Günah-ı kebairlerden kurtulacak ki nefs-i
emmarelerden kurtulmuş olsun.
Nefs-i emmarelerde zaten cihat
yoktur. Cihad zaten levvamede başlıyor. Bir insan içki içiyor, kumar oynuyor,
hırsızlık yapıyor, adam öldürüyor. İbadet yok. Günah, sevap bilmiyor. Haram,
helal bilmiyor. Bunda cihad var mı? Yok. Cihad levvamededir. Levvameye geçer
ama levvame ile emmarenin bir merbudiyeti var. Diyelim ki bir müslüman, bir
gayri müslim ile komşu olmuş. Bitişik komşularda komşuluğun çok iyi olması
lâzım ki, o gayri müslim olana ondan bir şey bulaşsın, o küfürden uzaklaşsın.
Levvameye geçmiş ama levvamede cihad da çok büyüktür. Müridin en çetin hali
levvamede, en çetin cihadı levvamededir. Çünkü küfüre yakınlığı var. Emmareye
yakınlığı vardır, levvameden mülhimeye doğru küfürden uzaklaşıyor. Fakat
mülhimede tamamen noksan sıfatından kurtulamamıştır. Beraat etmemiştir. Ta ki
nefsi mutmainneliğe geçinceye kadar.
İnsanlar meşâyihsiz tarikatsız
nefsi mutmainneliğe geçemez.
Nefs-i emmâre: Nefs-i emmarede
79 ahlakı zemime dolu. Nefs-i levvâmeye geçince yarıya düştü. Ahlâkı
zemimelerin bir kısmını atmış oluyor, ahlâkı zemimeleri azaltmış oluyor. Her
bir ahlâkı zemime gidince yerine ahlâkı hamide, her bir çirkin ahlâk gidince
yerine güzel ahlâk geliyor. Ne zaman ki 40 tane ahlâkı hamide oluyorsa, yarıdan
bir fazla ekseriyet bir tarafa geçiyor. O zaman ruh inkılâp yapabiliyor. Nefsi
aşağılanıyormuş. O zaman ne oluyor? Yine nefis ölmez. Ancak 79 ahlâkı hamideyi
elde eden bir insan yani bu cesedi nefisten kurtarıp ruha teslim etmek için
inkılâp yapan insan ne oluyor o zaman?
"Mûtû kable entemûtû"
sırrına mazhar oluyor ki noksan sıfatlardan beraat ediyor. Noksan sıfatlardan,
kemâl sıfatlara geçiyor. Zaten noksan sıfatlardan kemal sıfatlara geçiyorsa o
zaman "Mûtû kable entemûtû" sırrına mazhar oluyor. Halbuki nefis
ölmez. Bir peygamberin de nefsi vardır. O da beşer, o da bir kul. Yemesi var.
Peygamberler yerlermiş, içerlermiş, uyurlarmış, hasta olurlarmış. Velilerde de
bu var, insanlarda da bu var. Demek ki nefis ölmüyor.
Onların nefisleri ne olmuş?
Islah olmuş. Nefisleri ıslah olmuş. Nefis anasır-ı zıddiyettir. Anasır-ı
zıddıyet değişmiş. Ceset var ya, dört maddeden yapılan ceset. Su, ateş, toprak,
hava bunlar değişiyor. Bunların hammaddeleri has maddeye dönüşüyor.
Hammaddeden, has maddeye dönmek için şeriat, tarîkat, hakikat var. Şeriatsız,
tarîkatsız bir insan hakikate geçemez. Tarîkattan hakikate geçince bir insan,
bu hammaddeleri atıyor, veyahutda bu hammaddeleri, çeviriyor has maddeye.
Bakın:
Bilinmez
âlemin sırrı nihândır
Dört şâhın
hükmüyle döner cihandır
Ârif
olanlara özge seyrândır
Kâmile her
eşya olmuş bir evrâd
Evrat: Zikir. Bu kelâm buyrulmuş
"Bilinmez alemin sırrı nihandır." Nedir bu? Vücudumuzun sırrına
aklımız ermiyor. Ruhumuzu bilemiyoruz. Ruhumuz var. İnkâr edebilir miyiz?
İnsanın hayatı ruhtadır. İnsanın hayatı gidiyor. Hayat demek: Bu dünyadaki
beşeriyeti, yaşantısı. Bu gidiyor. Anasır-ı zıddıyet değişiyor.
Nedir anasır-ı zıddıyet?
Vücudumuzdaki dört madde.
Anasır-ı zıddıyet değişmediği müddetçe, bunların çok büyük zararları var.
Ateş: Bizi kavgaya, nizaya
sevkediyor, onun zararı bu.
Su: Bizi, sürüklüyor. Yani bir
sebat yok. Yok o tarafa, yok bu tarafa kayıyor. Halbuki insanlara sebat lâzım.
Her kim ki
pâyına yüz sürdü etti sebatı, ol buldu necâtı.
Bu ancak meşâyihe intisapla
olur, demek ki su bizi kaydırıyor. Zâhirde de böyle. Bir kimse senin aleyhinde
bir şey konuşsun, hemen onunla dostluğun bozulur. Bu defa düşman olursun.
Hava: Senin vücudunda olan hava
sana benlik getiriyor. Kendini dağlardan yüksek görüyorsun.
Toprak: Senin vücudunda bir de
toprak var. O da sana tembellik veriyor. Amelini işleyemiyorsun. Bunların
görevleri budur. Nasıl ki dabak ham deriyi aldığı zaman, hem de pis hayvanın
derisini, affedersiniz merkebin, ayının, kurdun, tilkinin... Ne kadar pis
hayvan derisi varsa hepsini alır, kabul eder. Temiz hale getirir. Onu
bırakalım. Herhangi bir hayvanın dabak görmemiş derisinde bir sertlik vardır.
Onda bir çirkinlik vardır değil mi ? Kötü bir rengi de var. Hem çirkin, hem
sert. Hem de pis. Ama dabağa girince ne oluyor? Pisliği de gidiyor, sertliği de
gidiyor. Çirkinliği de gidiyor. Sonra kullanılır hale geliyor. Ama bu deri
dabak görmeseydi nasıldı? Pis bir deriydi. Yahutda çirkin bir şeydi. Ne oldu
burada? İnsanların anasır-ı zıddıyeti değişince dabak görmüş deri gibi olur.
Onun pisliği gider. Sertliği gider. Çirkinliği gider.
Ama bu dört anasır herkeste
vardır. Bazı insanın ateşi daha galipse o hükmünü yürütüyor. Yani bir insan hem
kavgacı, hem teşvikçi, hem de benlikli olamaz. Ama bir insanda bu dört maddenin
hangisi galipse mesela ateşi daha galipse, o hükmünü yürütüyor. Kavgacı oluyor,
cinayet işliyor, adam öldürüyor. Ötekinin suyu galipse teşvikçi oluyor. Kim ne
derse onun sözüne kayıyor. Ama hak, ama batıl, evet ondan ekseri batıla gider.
Havası galipse onda da benlik vardır. O da hiç kimseyi beğenmez. Kendisini
herkesten yüksek görür. Kimisinin de toprağı galip olur. Tembel olur, battal.
Kur'an-ı Kerim'de geçiyor. Cenabı Hak battalları sevmiyor. Bu tembellik maddi
tembellik değil. Çok iş görür. Çok çalışır ama ameli olmaz. Bu, o tembelliktir.
Onun tembelliği galiptir. Amel tembelliği var. Ama bunlar değişince ne oluyor?
Bunlar olunca
hayvani sıfattan beşerî sıfata geçilir.
Dört şahın
hükmüyle döner cihandır
İnsanlar bir cihandır. İnsanlar
bir varlıktır. İnsanlarda kalp âlemi vardır. İnsanlarda o kalp âlemi var ya, o
kalp âlemi dünyalardan, göklerden, yerlerden büyük.
Orada neler var? Kainatta Cenabı
Hak ne halk etmişse hepsi orada var. Bu nedir? Dört şahın hükmüyle edille-i
şeriye olursa, seni hayvanî sıfattan beşerî sıfata dönderir. Olmazsa hayvanî
sıfatta kalıyorsun.
Bir de tarîkatta bu dört şahtan
murat: O da seni beşerî sıfattan melekî sıfata çevirecek, bu da nedir?
Bu da: Muhabbet, ihlas, âdap,
teslimiyet. Bunlar olunca, beşerî sıfattan da geçince ne oluyor? Ârif
oluyorsun. Ondan sonra kâmil oluyorsun.
Ârif
olanlara özge seyrândır
Kamile her
eşya olmuş bir evrâd
Ariflerin de bu eşyayı ayrı bir
görüşü var. Bizim görüşümüz gibi değil. Burada nasıl bir şey var? Biat
etmişler. Cenabı Hakkın varlığını seyrediyorlar. Niye?
Çünkü kendi noksanlarını ikmal
etmişler. Bizim noksanımızdır bu eşyayı bize noksan gösteren. İnsanlar demek ki
ârif sınıfına geçince (Ârif: Ayık demek) her eşyanın hakikatine mâlik oluyor.
Mahiyetine mâlik oluyorlar.
İşte ârifler eşyayı ne
yapıyorlar? Özge seyran ise eşya onlar için bir mir'at olmuş, ayna olmuş; ama
onlar önce kendilerini arındırmışlar ki eşya da onlar için ayna olmuş, eşyayı
ayna edinmişler. Tasavvuf öyledir. Büyükler ne demiş:
Kâmil odur ki: Onlar bütün
eşyayı mir'at eder. Allah'ın varlığını onda müşahede ederler. Allah'ın zatının
varlığında bütün eşyanın yokluğunu müşahede eder.
İşte böyle
bakın:
Kamu varım
sen oldun.
Yunus Emre ne
diyor?
Dağlar ile
taşlar ile çağırayım Mevlâm seni
Havadaki
kuşlar ile çağırayım Mevlâm seni
O niye öyle söylüyor? Bakmış ki
dağlarda, taşlarda, nebatlarda, bitkilerde, kuşlarda her ne varsa Allah diyor.
Zikrediyor.
Kâmile her
eşya olmuş bir evrâd.
Kâmil insanda öyle olmuş ki her
şey ruh olmuş. Cisim gidiyor. Her eşya zikrediyor. Lâ ilâhe illallah.
"Lâ"yı
iskât eyleyenler dâim illâ "Hû"çeker
...
"İllâ"yageçir
bırakma bigi mengil-i "lâ" da
Hicrân
oduna yakma şahım eyle keremi
Burada bir mürit, tasavvuf ehli
râbıtaya müracaat ediyor. "İllâya geçir bizi." Bırakma menzil-i
"lâ"da. Hicranın daha büyük. Kerem eyle. Bize iyilik et, kerem et de
ayrılıkta bırakma. Ayrılık büyük bir ateştir. Lâ'da bırakma bizi. Evvel Allah,
zâhir O, bâtın O. Zâhir de olsa biz O'nu göremiyoruz. Bizim varlığımız
perdelemiş O'nu. Biz varlığımızdan kurtulacağız ki O görünsün.
Onun için illâ'ya geçir bizi
bırakma lâ’da. "Lâ" hâşâ Estağfirullah, var olan Allah'ın yokluğudur.
Bu arada Allah'ı göstermeyen ne oluyor? Bu eşya, senin benim varlığım. Sen ben
varlığından geçince eşyanın varlığından da geçiyorsun. Sen de bir aynasın. Eşya
da bir ayna. Neyi gösterir? Cisimleri gösterir. Kendini gösterir.
Bu bergâh
âlemin geç gör neler var
Eriş nûra
ki sende kalmaya nâr
Olursun
âlem-i ruhtan haberdar
Burada bize zarar veren
benliğimizdir. Anasır-ı zıddıyetimizdir. Noksan sıfatlarımızdır. Nur ise
ruhumuzu makamına ulaştırmak. Bunun esası da şeriat, tarîkat, hakikat,
mârifettir.
Bir
Yusuf-i cemal server-i hûbân
Hazret-i
Şeyhimden gösterir nişan
Kabil mi
vasfını söylesin lisân
Yandırır
büsbütün dünyayı zülfün
Hûblar
meydânında Yusuf-î sani
Haraca
bağlamış hep Gürcistânı
Al yanak
üstünde eyler seyrânı
Gözetirgonca-yı
hamrayı zülfün
...
Yanağında
feryad eyler andelib
Rakipler
dermesin güllerimizi
Server-i hûban : Çok güzel,
güzelliği her şeyi yok ediyor demek.
Salih Baba'nın divanında vardır
ki:
Şeyhim
güneştir ben onun zerresiyem
Bir de
buyuruyor ki:
Bu girye-i
nalanıma kıl merhamet ey şah
Pek güç
bulunur sen gibi bir ârif-i billah
Övmüş de
yaratmış seni Ol Haçrel-ı Allah
Görün nice
mahbub-u Hüda var bu beşerde
Sevdim
seni seyda-yı cihan hayır ve şerde
Allah'ın güzel insanları var.
Nerede? Bu beşer insanların içerisinde övmüş de yaratmış diyor.
Girye-i nalan ne? Yani onun ruhu
Evliyaullah'ın maneviyâtını görmüş. Onun güzelliğini görmüş.
Girye-i nalan: Ağlamak, giryan
çok yanarak, çok feryat ederek ağlamak. Niye? Evliyaullah’ın maneviyatını
hissetmiş. Maneviyatını görmüş. Ruhu yanaraktan onu arıyor, istiyor. Ağlaması,
yanması ona. Âşıkların ciğeri yanarmış, pişermiş. Sen ben görebiliyor muyuz
onu? Ama yanarmış. Bunu gören var mı? Biz bilemiyoruz. Göremiyoruz. Gören,
bilen var mıdır? Vardır. Senin ciğerinin yanmasını biz bilemeyiz ama onu erbabı
bilir. Evliyaullah bilir. Zaten O yakıyor. Yakan O. Niye yakıyor? Seni
varlığından kurtarıyor. Seni cânâna ulaştırıyor. Senin varlığın bir benliktir.
Ayrılıktır. Allah'tan ayrılığın senin varlığındır. Senin varlığın, Allah'tan
ayrılık. Varlığından kurtulsan Allah'a ulaşırsın. Varlığından nasıl
kurtulacaksın? Parça, parça etsen yok olmaz. Ateşe atsan yok olur.
İşte bu cisim nerede? Bizim
varlığımızda. Evlat, makam, rütbe, ilim hepsi bizim varlığımız. Bilgimiz
mârifetimiz. Hepsi cisim. Cisimleri ateşe atıp yakarsak yok olur. Kalpteki
cisimleri ne yakar? Allah ateşi yakar. Resulullah aşkı yakar. Meşâyih aşkı
yakar. Onun için diyor:
Ciğer
yandı kebap oldu yürek kanı şarap oldu
Gönül
şehri harap oldu seni arayı arayı
Bir başka Kelâm-ı kibâr:
Aşık
olanın ciğeri yanar da pişer de
Sevdim
seni seydâ-yı cihan hayır ve şerde
Görün nice
mahbub-u Hüda var bu beterde
Sevdim
seni seydâ-yı cihan hayır ve şerde
Ama bunu kimse bilmez. Erbabı
bilir. Nasıl ki Peygamber Efendimize şikayet ettiler.
Neyi şikayet ettiler?
Mekke'den Medine'ye hicret
etmişler. Medine küçük bir yer. Mekke'ye karşı çok küçük. Orada kalabalık
olunca kıtlık oldu. Yemek, yiyecek yetişmedi. Hz. Ebubekir Efendimizin
kapısından geçenler et, kebap kokusu alıyor. Herkes ekmek bulamıyor, aç. Onun
kapısından geçen kebap kokusu alıyor. Resulullah Efendimiz'e şikayet ediyorlar.
—Ya Resulullah senin sâdık
arkadaşın her gün et pişiriyor. Biz ekmek bulamıyoruz. O et yiyor, diyorlar.
Resulullah inanmıyor.
— Bunda bir yanlışlık var,
diyor.
Israr ediyorlar:
—Her gün kokusu geliyor. Dumanı
görüyoruz, diyorlar.
—
Haydi gidelim beraber,
diyor.
O şikayet edenleri alıp beraber
geliyorlar. Kapıdan sesleniyorlar.
Sünnettir. Kapıdan seslenmeden
Peygamber Efendimiz içeri girmezdi. Kimin kapısı olursa olsun kapısını çalmadan
içeri girmezdi.
Bir de şu vardır: Kardeşin,
teyzen, halan, kızkardeşin hariç nikâh düşen bir hanımın evine erkeği olmadan girilmez.
Bu da yasak.
Neyse Ebu Bekir Efendimiz çok
seviniyor. Resulullah'ı içeri alıyorlar. Hepsi birden oturuyorken Peygamber
Efendimiz soruyor :
—
Hani ne ateş var,ne et
var,ne de kebap, diyor.
Ama koku geliyor.
—
Haydi Ebu Bekir'in vücudunu
koklayın, diyor.
Kokluyorlar ki koku oradan
geliyor.
Diyor ki:
—
Ebu Bekir'in ciğerleri
Allah aşkı, Resulullah aşkı ile yanıyor.
İşte bu da Peygamber Efendimize
aşikâr olmuş. Diğerlerine aşikâr olmamış. Bir müridin de yandığını meşâyihi
bilir, ama başkası bilemez.
Kıyamazsan
başa cana ırak dur girme meydana
Niye yakıyor? Meşâyih neyi
yakıyor? Muhalifleri yakıyor. Kalbinde mekan tutmuş olan cisimleri yakıyor
orada. Allah'tan başka bir şey bırakmıyor. Sevginin, muhabbetin sonu
mahviyettir. İşte muhabbet kalbinde her şeyi yakar atarsa, kendi varlığını da
yok ederse o zaman ne olur? Mahviyet olur. Yok olur. Kendi yok oldu, eşya yok
oldu. Kim var? Allah.
"Ölmeden
evvel ölün!"
Ölmeden evvel ölmek, varlığından
kurtulmak. Varlığından kurtulursa kâmil oluyor. Kâmile her eşya evrat. Her
cisim, canlı, cansız, taş, ağaç, kuş bakar ki her cisim tevhit çekiyor.
"Lâ ilahe illallah." Başka bir şey yok.
"Lâ"yı
ıskat eyleyenler daim illa "Hu"çeker
Sen kendini yok ettinse, eşya da
yok oldu. Sen yok olmakla bu mülkün sahibi de mi yok olacak? Evvel de O. Âhir
de O. Bâtın da O. Zâhir olan şey nedir? Allah'ın varlığı. Ama niye göstermiyor?
Senin varlığın perde olmuş. Onun için göstermiyor. Evet senin varlığın kalkarsa
ortadan, o zaman ne olur? Vâcib-ül vücud olan Yüce Zatın varlığı çıkar meydana.
Bunlar haktır, hakikattir. Hakikate ulaşanlar içindir bu nimetler.
Ulaşamayanlar için değil. Ama hakikate nasıl ulaşılır? Tarikatla.
Şeriat, tarikat, hakikat,
mârifet.
Şeriat cesetle. Şeriat, cesedi
hayvani sıfattan beşeri sıfata geçirir.
Tarikat beşeri sıfattan meleki
sıfata geçirir. Beşeri sıfat yine noksan sıfattır.
Ateş-i
aşkınla yandır Salih'i
Şarâb-ı
lebinle kandır Salih'i
Leb: Dudak. Allah aşkına
düşenler sarhoş olurlar. Mest olurlar.
Şarâb-ı
lâççezâlîden içenlere hımar olmaz.
Hımar: İnsanları sarhoş eden her
şeye denir.
Birde Allah aşkı da insanları
sarhoş ediyor. Bu da aşk şarabı oluyor. Aşk badesi oluyor.
Senin sevgin bende öyle çoğalsın
ki, tamamen bu sevgi beni ihata etsin. Her şeyimi yok etsin. Bu yok olma
cesedin yok oluşu değil. Manevî cismimi yok etsin. İnsanların derununda,
gönlünde neler varsa, Allah aşkı hepsini yok eder. Yanmak budur işte.
Senin dudaklarından çıkan
kelamlar da insanı sarhoş eder. Mest eder.
Yunus Emre cenneti istemezmiş.
Niçin? O âşık olmuş. Allah'a âşık olmuş. Allah'ı nasıl göreceğini, nasıl
bulacağını aramış. Cennet arzusu çıkmış ondan. Çünkü cennet de bir arzudur. Onu
arzu ederse oraya gider insan. Ama cennet arzusu olmaz da sırf Allah rızası
için, Allah aşkı için kulluğunu yaparsa aşkı kazanır. Burada ehl-i dünya, ehl-i
ahiret, ehl-i huzur var.
Kullar üç şey için ibadet yapar:
2.
Cehennemden kurtulmak için.
Bunların üçü de haktır. Aşık olanların yüreği yanar, ciğeri
pişer.
Hadis-i Şerif:
Cenabı Hz. Allah cehenneme diyor
ki:
—
Sen isyan edersen sana azap
ederim.
Cehennem de diyor ki:
—
Yarabbi sen bana ne ile
azap edersin.
—
Ehl-i aşkın ateşi ile sana
azap ederim, buyuruyor.
Onun için kelam-ı kibarlar
boşuna söylenmemiş.
Gâh olur
ehl-i cehennem yakarım bu alemi
• ••
Bir sayha
eylersen tutuşur eflâk
Sayha: Aşkla beraber gelen nârâ,
seda. Hey! Hu! Hay! Allah!
Eflâk: Gökler, ay, yıldız. Bütün
varlıklar.
Buradaki esrar şudur ki: İnsan
her şeyin büyüğüdür. Feleklerin, her şeyin büyüğü. Allah'ın zatından sonra
büyük olan insandır. Allah'ın zatından sonra güzel olan insandır.
Bir de hıfz-ı nisbet var.
Gördüğün bir şeyi söylemeyeceksin. Veyahut başkaları sende görse "Seni
şöyle gördüm. Sen şöylesin." dememelidir. Niye? Varlık gelir. Veya
başkaları duysa şöhret olur. Şöhretten kaçınmışlar. Varlıktan korkmuşlar. Bizim
tarikatımız böyle. Hepsi de böyle tarikatların ama en fazla bizim tarikatımız
böyle. En fazla bizim tarikatımız nazenin, azizan, kibar tarikat. Bizim
tarikatta şöhrete hiç kapılmazlar. Makam, mevki, rütbeye yer vermemişler. Çünkü
bütün bunlar gayedir. Arzudur bunlar. Yar’dan, Allah'tan ayrı koyar. Eğer
kalbinde başka bir şey varsa Allah yoktur.
Celali Baba buyurmuş ki :
Metaımdan
alan gelsin derin deryadan almışam
Bugün
aşkın pagandır veren Mevlâ'dan almışam
Rabıta: Meşayihini düşünmek.
O'nu karşısına almak.
Tefekkür: Peygamber Efendimizi
düşünmek. Onu hatırlamak. Ona sevgi duymak.
Huzur: Allah'ı düşünmek.
Allah'ın zatına mekan sıfatı tayin edilemez. Ondan bahis olunmaz.
Meta: Satılacak mal. Herkesin
pazara çıkardığı mal. Yeme, giyme maddesi. "Benim metaımın müşterisi var?
Alacak olan gelsin" diyor.
Derin derya: Kalp ilmi. Allah
aşkı.
Kimin kalbinde Allah aşkı var ?
Onun da bir satıcısı var. Meşayihtir. Meşayihin kalbinden alınır.
Allah görünür, bilinir de bahis
olunmaz. Niçin?
Kendini yoklar kendini bulamaz
Gördüğü nedir bilemez
Bir insan Allah'ın zat nurunu
görüyorsa, kendisi bir kere cisminden geçiyor. İsminden de geçiyor. Ondan sonra
zat nuruna ulaşıyor. Gören kim? Görünen kim? Gören de o. Görünen de o. O zaman
bundan bahis olunur mu? Tarikatın en büyük nimeti budur. Buna ulaşamayan
nimetine ulaşmış olamaz. Bu ne ile olacak?
Bilmem
kangı dağdan aşar
O
Leyla’nın yolu derviş
Bu bilmeyenler için. Bir de
diyor ki:
İki kaşı
arasından azmeder Mevlâ'ya hat.
Niye iki kaşın arasından
yaptırıyorlar rabıtayı? Çünkü iki kaşın arasından gider Allah'a yol. İki kaşın
birisi Resulullah, biri Allah.
Arş-ı
muazzam başıdır hem "Gabe Gavseyn" kaşıdır
Evliyaullah'ın
kaşları gabe gavseyndir.
Mevlana demiş ki müritlerine:
—Cezbe gelip de benim yerden
ayaklarım kesildiği zaman bir tabağa veya tepsiye vurun ki ben onunla
şuğullanayım da semâya çıkmayayım.
Niye? Şöhret olmasın diye. Her
sema yaptığında artık çalmaya başlamışlar. Onu da değiştirmişler. Bid'at olmuş.
Teflerle tamburlarla. Şayet Mevlana'nın dediği gibi olsaydı. Bid'at olmazdı.
Onun dediğini değiştirmişler.
Cezbe var! Ama biraz gözlerinizi
açıp etrafa bakın. Sohbet devam etsin. Aşk nedir? Allah sevgisi, Resulullah
sevgisi, meşayih sevgisi. Çok tatlıdır. Buna doyum olmaz. Ama sabrını isteyin.
Sabrı ile beraber olsun. Bu aşka muhabbete tahammül ederlerse, cezbeyi
tutarlarsa, daha da ilerliyorlar. Daha da süratli yol alıyorlar.
Mürşidimizi Erzincan'dan
Ankara'ya yolcu ediyorduk. Ankara'ya gidince bir yıl gelmeyecek diye
düşünüyorduk. Biz de köy hayatı yaşıyoruz. Dokuz ay çalışıyoruz. Annem, babam,
kardeşimiz var? İçimiz müteessir. Elini öpeceğimiz zaman elimi tuttu,
bırakmadı:
—Benim Efendim Niçin bu kadar
üzülüyorsun? Niye bu kadar kendini yiyorsun? Dedi.
Bir müritte muhabbet ile ayrılık
birleşirse avını yakalayan karakuşa benzermiş. Avını bulunca “vur” diye ses
çıkarırmış. Fakat bu aşkı, muhabbeti muhafaza edeceğiz. Tarikatımızın şerefini,
mürşidimizin şerefini muhafaza edeceğiz. Zahirdeki hareketlerini tenkit ettirmeden
Hıfz-ı nisbet etmek lazım.
Şeriat: Zahir. Tarikat: Sır.
Tarikatın her hali sır. Herhali gizli.
Tarikatın her nimeti gizlidir.
Sen, ben ruhumuzu bilebiliyor muyuz? Tarikat ruh ile olan bir yol. Bunu gören
demez. Diyen bilmez. Bilen bilir. Bilen demez. Çünkü bakın :
Ehl-i
aşkın halini sorman muhaddisten müderristen
Meşayihsiz aşk, aşk-ı mecazdır.
Aşk-ı mecaz esma nuruna, sıfat nuruna ulaştırır. Ama aşk-ı mecazın hepsi değil,
aşk-ı mecaz Allah tarafından verilmişse. Bir de vardır ki: Allah korusun
nefsinden, şehvetinden dolayı âşık olur. Hayır, böyle değil.
Bir genç varmış. Birine gönül
vermiş. Hiç sevdiğini bildirmiyor ona. Bin bir meşakkatle para kazanıyormuş.
Kazanmış olduğu parayı getirip sevdiğinin yolunun üzerine bırakıyormuş. Kendisi
de pusuya girip gizleniyor, parayı gözlüyor. Başkası almasın diye. Başkası
alırsa müdahale edecek. Ama o alırsa müdahale yok. Böyle yapıyormuş.
Arkadaşlarından bir tanesi farkına varmış.
— Senin yaptığın da iş midir?
Bunca zahmetle kazandığın parayı sevdiğinin yolunun üzerine bırakıyorsun. O da
paranın nereden geldiğini bilmiyor, senden olduğunu bildir ona.
—Hayır, benden olduğunu
bildirirsem mahcup olur. Mahcup olmasını istemiyorum demiş.
Bu sevgi Allah'tan. Allah onu o
kadar sevdirmiş ki... O parayı alarak sevgilisinin sevinmesini istiyor.
Kendisini göstermekten de kaçınıyor ki o utanmasın mahcuplanmasın diye.
Allah'ın sıfatları var. Zatı
var. Bin bir ismi var. Sekiz sıfatı var. Ama zatı birdir.
İnsanlar aklıyla, okumakla
Allah'ın isimlerini bulurlar. Sıfatlarını bilirler. Sıfat nuruna ulaşırlar. Ama
zat nuruna ulaşmak mümkün değil. Zikir, fikir, ibadetle de varılmaz.
İşte meşayihe teslim olmaktan
maksat Allah'ın zatını anlamaktır. Allah'ın zatının nuruna insanlar ne ile
ulaşırlar? Aşk ile ulaşırlar. Aşk-ı muhabbeti nerden alırlar? Evliyaullahtan.
Aşk-ı
muhabbet anesi
Âlem anın
divânesi
Hep cümle
hüsnün anesi
Bir insan zengin olur. Onun
evinde çok giyecek ve yiyecek eşyası olur. Çıplaklar gelsin buradan yiyeceğini,
giyeceğini götürsün. Öyle ise bu muhabbetin de bir dağılan yeri var. Neresi bu?
Evliyaullahın kalbi.
Zahirde görünen: İhvanlar
evliyaullahın dergahına geliyorlar. Geliyor, ders alıyor. Hizmetini görüyor.
Bir muhabbeti var. Nereden aldı? Muhabbeti sana herhangi bir cisim olarak
vermedi. Nereden verdi? Kalbinden.
Bütün güzelliklerin anesi diyor.
Evliyaullah Allah'ın sıfatları ile sıfatlandığı için, güzelliklerin güzelidir.
Çok çektim
ise iftirak
Kalmadı
gönlümde merak
Aşkın bana
oldu Burak
Görün beni
aşk n’eyledi
Âhiri
derviş eyledi
Aşk insanları derviş yapıyor.
Dervişin anlamı nedir? Allah'tan başka düşüncesi olmayan. Dünyadaki arzulardan
da geçmiş, ahiretteki arzularından da geçmiş. Her şeyden geçmiş. Sadece
kalbinde Allah kalmış.
Ama bunu böyle aşk yapıyor.
Allah olursa... Görünmeyen şeyleri, bilinmeyen şeyleri insan tarikatla elde
ediyor.
Firak: Ruhlarımızın ayrılışı.
Ayrılıktan kurtulursa azaptan kurtuluyor. Ayrılıktan ne ile kurtuluyoruz?
Aşkım bana
oldu burak
Burak'tan mana Miraçtır.
Peygamber Efendimiz Burak ile Miraç yaptı. Hak talibinin de Miraç vasıtası
nedir? Miraç yapmak Allah'a vasıl olmaktır. Peki, bu ne ile oluyor? Aşk ile
oluyor. İnsanı Allah'a götüren, Allah'a ulaştıran en güçlü vasıta aşktır.
Al
benliğimizi gitsin irade
Arg eyle
cemalin irgür murâde
• •••
Bugünkü
ihsanı koyma yarine
Düşürme
Efendim ferdâya bigi
Ferda: Ayrılık. Allah'a kim
bağlar? Evliyaullah bağlar. Evliyaullah bir vasıtadır arada. Kulu Allah'a
bağlar. Kendisi çıkar aradan. Onu biz anlayamayız. Bilemeyiz. Bilen bilir.
İnsanlar fenafişşeyh olurlar. Fenafirresul olurlar. Allah'ta fani olunca
insanlar. Şeyhi aradan çıkıyor. O makama ulaşır da şeyhine hizmet etmezse,
şeyhini sevmezse ruhunu indirirler.
Allah'a şükür bizim cemaatimizin
Allah'a bir itikatı var ki Cenabı Hak hidayet etmiş. Velilerini, sevdiklerini
sevdirmiş. Allah'ın bize en büyük lütfü, ihsanı râbıtamızdır. Meşâyihimizi
sevmek, meşâyihimize inanmaktır.
Çünkü niçin:
Gönlüme
nakşoldu hubb-u cemâli
Meşâyihimin yüzünün sevgisi,
gönlüme işlendi diyor.
Terk
eyledim cümle hep kîl u kâli
İnsanların ne varsa kalbinde
var. Kalbine gelen diline geliyor. Kalbine gelenin icraatına geçiyor.
Kîl ü kâl: Dünya arzuları
Bunları terk etmiş. Neden terk
etmiş? Evliyaüllah'ın sevgisi onun gönlünde. Bu sevgi gönlünde tecelli etmiş.
Her şeyi gönlünden atmış.
Dünya-perestlerin
çok ise malı
Bizim de
İmam-ı zamanımız var
İmam-ı zaman: Meşâyih.
Dünyaperestlerin malı, mülkü çok
ama benim de mürşidim var.
Hak ile
sevdiğimin var mı vebali
Allah için sevilen bir şeyin
vebali olmaz. Nefs için sevilen ne olursa olsun ağyardır. Fitnedir. Allah için
sevilen bir şeyi Allah size nasip etmiş. Bu sevgiyi muhafaza etmek lâzım. Bu
muhabbettir. Nerden geliyor. Şeyh Efendimizin iki kaşının arasından gelen ilahi
feyiz, Allah sevgisidir, nûrdur. Başparmağımız kalınlığında. Ama insan bu
sevgiyi büyütebiliyor. Kocaman ağaç bir çekirdekten meydana geliyor. Çekirdek
ufacık bir şey ama büyüye büyüye ulu ağaç oluyor. Bizim kalbimizdeki cüzî
muhabbet de büyür büyür. Kalpte büyür. O çekirdekten büyüyen ağacın çekirdeğini
bir diken var. İnsanlardaki cüzî muhabbet büyüye büyüye küllî muhabbete
ulaşıyor. Cüzî muhabbet bir katredir. Küllî muhabbet deryâdır. Kara
topraklarından kaynayan sular, nehirle birleşirler. Denize ulaşmak isterler.
Nehre karışmayan su deryâya ulaşamaz. Deryadan mânâ Cenabı Hakk’ın zatı.
Nehirden mânâ Evliyaullahtır. Kaynak suları insanlar. Evliyaullahı tanıyanlar
deryâya ulaşırlar. Parmağımız kalınlığında olan su nehre karışırsa deryâyı
buluyor da daha kalın akan su nehre karışmadığı için deryâyı bulamıyor.
İlminden, amelinden geçemeyenler teslim olamıyorlar.
Alâ'yı, ednâyı seçmek mürşidi
kâmil'in kârı değildir.
Alâ: İyi demek Ednâ: Kötü demek
Sen iyisin, sen kötüsün demezler
meşâyihler. Senin gördüğün ayıbı veliler setrederler.
Onlar sen şöylesin sen böylesin
derler mi? Demezler. Biz niye diyelim? Öyle ise onu delil edeceksek, biz de
demeyelim Râbıtamızın önemi bu. Bizde "Hayal-i râbıta" var.
"Nakş-i cemâl" bilahare. Gösterirler veya göstermezler. Nakş-i cemâli
görsen de görmesen de nakş-i hayalle nimetine malik oluyorsun. Nakş-i cemâl
zamanında olurmuş, şimdi yok. Niçin? Nakş-i cemâl olanlar bir gün, üç gün
yemeden içmekten dûr oluyorlar. Baygın değil, uykulu değil. Ama hareket de
yoktur. Yemesinden, içmesinden, konuşmasından her şeyden dûr olmuş. Parmağını
bile kıpırdatamaz.
Ama şimdi bu zamanda
göstermezler. Bu zamanda bunlar anlaşılmıyor, taşınamıyor. Böyle bir kimse olsa
ne yaparlar. Nitekim olduğu da oluyor. Tamamen değil de kısmen belirtileri
görünüyor. Böyle bir hâl tecelli ediyor. Tamamen evlattan, aileden, yemeden,
içmeden, her şeyden vazgeçiyor. Bir aşk onu ihata ediyor. Ama ne ailesi onu
güdebiliyor. Ne ihvan hâlden anlıyor. Doktora götürüyorlar, doktor anlamıyor.
Hocaya götürüyorlar, çaresini bulamıyor.
Aşktan mütevellid bir hâl.
Râbıtayı Nakş-ı Hayal değil de Râbıtayı Nakş-ı Cemâl'den mütevellid bir şey
aksetmiştir de o onu taşıyamıyor. Demek ki bize ne lâzım? İrade lâzım. İrade
farz kılınmıştır. Namaz gibi oruç gibi. Helalindan çalışacağız. Görevine göre
hizmetimizi yapmak. Hep irade ile oluyor, iradesi olmayanların ameli de
olmuyor. Delilerin iradeleri yok. Onlara amelde yok. Bir de aşktan mütevellid
olur ki bu da iradesiz olur. Bu da makbul değil. İrade ile terakki etmek daha
makbul.
Çünkü niçin? Namaz şeriatımızda
da tarikatımızda da ibadetin başı. Birisi cezbeye kapılmış da namazını
kılmıyor. İnanın onun cezbesi onun için hiçbir şey değil. O terakki edemez.
Kaybeder. Kazanayım derken kaybediyor. O cezbe ile o aşk ile beraber ibadeti de
yapıyorsa işte o gider. Sizler de bu muhabbetinizle beraber ticaretinizi,
işinizi yaparsanız, hem dünyanıza hem ahiretinize bu muhabbetinizle
çalışırsanız terakki edersiniz. Çocuklarınıza, işinize, ibadetinize
bakacaksınız.
Yusuf Hemedanî Hazretlerinin beş
tane halifesinden Hasan Efendi varmış, onu bir aşk sarmış. İbadetini yapıyor.
Ama çalışmıyor. Dünyaya çalışmıyor. Şeyh Efendisi bunu sıkıştırmış.
—Çalışacaksın. Çocukların sana
emanettir. Çalışmak Allah'ın emridir. Bunları ihtiyaçlı bırakma demiş. O da
demiş ki:
—Çalışacaksın, demiş. Fakat
Cenabı Hak Yusuf Hemedanî'ye bizzat buyurmuş.
—Ya Yusuf! Sana biz akıl gözünün
görmekliğini verdik. Hasan'a hem akıl gözünün hem gönül gözünün görmekliğini
verdik. Onu dünyada sıkıştırma.
Ama binlerce müridin içerisinde
bir tanesine. Asırlar boyunca bütün tarîkatlar içerisinde bir tek o. Başka
görülmemiş. Bizimde başımıza geldi. Bir ara ben de çalışmak istemiyordum.
İnanın ki bir tek oğlumuz var. Beş yaşında. Başka diğerleri yoktu. Herkes onu
seviyordu. O bile gönlümden çıktı. Ne iş, ne ev, hiçbir şey. Kayınpederim Şeyh
Efendime şikâyet etmiş. Bize ne yaptı biliyor musunuz? Bize öyle şiddetli bir
emir verdi ki:
—Sen çalışmıyormuşsun.
Hakikaten bir sene boş durdum.
Çalışmadım. Hazır da bitiyor. Her ne kadar köy hayatı yaşıyoruz. Ektiğimizi
biçiyoruz. Ama bir senenin artığı bir seneye yeter. Sonraki sene ne olacak? Bu
arada Şeyh Efendimizin tekkesine gidiyoruz geliyoruz. Bir daha gidiyoruz. Neyse
gittim elini öptüm.
—Sen çalışmıyormuşsun. Niçin
çalışmıyorsun? Senin deden Mürşidi Sakaleyn (inlerin, cinlerin de mürşidi) idi.
Şimdi veliler Mürşidi Sakaleyn
olamıyorlar. Her asırda bir tane olurmuş. Cinlerden de müritleri varmış. Onlara
özel sohbeti varmış. 24 saatin bir saatini onlara ayırmış. Onları içeri alınca,
hanımı Aliye'yi
bile evden gönderirmiş. Ama
pencereden sohbeti duyulurmuş. İçerde kimse yok. Papuçlukta ayakkabı yok. Ama
sohbet ediyor. Duyuluyor. Herkes biliyor.
Mübarek Şeyh Efendimiz de
cinlerle görüşürmüş. Neyse...
—Senin deden böyle bir mürşit
olduğu hâlde boş zamanlarında, keserle, testere ile uğraşıyordu. Sen ondan daha
mı büyük oldun? Dedi.
—Baban 27 sene medrese ilmi
okumuş, Müderris. Büyük bir âlim. On iki nüfusu keserle besliyordu. Sen ondan
daha mı bilgili oldun? Dedi bana. Parmağını kaldırdı.
—Beni büyük biliyorsan emir
veriyorum çalışacaksın. Derslerin kazaya kalsın. Namazın kazaya kalsın. İşin
kazaya kalmasın. Eğer beni büyük bilmiyorsan peşimde dolanma. Peşimden gelme.
Ondan sonra bir sene ben sanki
cehennem hayatı yaşadım. Çalışmaya gönlüm yok. Fakat baskı var. Emir. O emir
öyle bir emirdi ki sanki çalışmazsam, imanımda gidecek. Yok olacağım. Diye
korku içerisinde istemeyerek çalıştım.
Şimdi o da geçti. Allah'a şükür.
Şimdi de boş zamanım olduğu zaman istiyorum ki topraklarla uğraşayım. Cenabı
Hak buyuruyor ki: "Benim öyle kullarım vardır ki, onların ticaretleri
zikirlerine mani değildir." Demek ki efdâl olanda buymuş. Kelam-ı kibarda
nasıl geçiyor:
Kesretten
erip vahdete mirat olmuştur Hapret'e
Mirat: Ayna Hazret: Allah
Allah'a ayna olmuş, yani
Evliyaullah kesrette, halk içerisinde, çalışmada, yemesinde, içmesinde, teşriki
mesaisinde Allah'a ulaşmış.
Demek burada makbul olan nedir?
Muhabbetinizle beraber ahiretinizi de dünyanızı da geri bırakmayın.
Kesretten
erip vahdete mirat olmuştur Hapret'e
Muhabbeti olmayanların
ibadetleri gönüllerinde varlık oluyor. Muhabbet olunca atıyor gönlünden.
Namazı kılar fakat atar
gönlünden. Hâlbuki namazı kıl, namazını kılmayanlara acı. Onları hor görme.
Onda ibadet aşkı yok ki namazını kılsın. Veya bugün kılmazsa yarın kılar. Veya
namaza başlarsa bu benden iyi olur diye düşüneceğiz. Kimsede eksik
görmeyeceğiz.
Muhabbetinle beraber amelin
olursa amel varlığı olmaz sende. Amelin gözüne görünmez. Ameline dayanmazsın.
Niçin? Muhabbeti olanlar da namazını kılar. Lâyıkı ile kılamadım, diye düşünür.
Korkusunu çeker Allah'a sığınır. "Yarabbi ben sana lâyık kul
olmadım." der. "Lâyıkı ile orucumu tutamadım." diye mahviyet
içerisinde olur. Niçin? İçerisindeki aşktan, muhabbetten dolayı. Amel göze
görünürse, kalbe gelirse varlık olur. Hâlbuki kalbe hiç bir şey koymamak lâzım.
Ameli yok etmek için.
Amel varlığı olmayınca mahviyet
olur. Ahlâk da mahviyettedir. Tevazusu olmayanda ahlâk da olmaz. Tevazusu
olmayan, insanlardan kendisini yüksek görür. O zaman Cenabı Hakk’ın emrinin
tersini işlemiş oluyor. Allah ne buyuruyor? “Her kim ki Allah için alçalırsa,
biz onu yükseltiriz.”
Bir insan ibadetine güvenirse
tevazu sahibi olamaz. İnsanlardan kendisini aşağı göremez.
Sen namaz kılıyorsan, namaz seni
alçaltacak. Allah seni yükseltecek. Namaz kılmayan için de şöyle düşüneceksin.
Evet, bu namaz kılmıyor ama kalbi benden temizdir. Sendeki olan kusur onun
namaz kılmamasından daha büyük. Hiç olmazsa öyle gör. Öyle bil. Ve şöyle
düşüneceksin: "Bugün namaz kılmıyor. Ama maddemiz bir, Rabbimiz bir, babamız
bir. Allah onda da bir ceset ve ruh hâlk etmiş. Bende de ceset var, rûh var.
Rûhu Allah üflemiş. Cesedi Allah topraktan halk etmiş. Hepimizin babası Hz.
Adem. Belki Allah onun kalbinde de bir iman cevheri halketmiş olabilir.
Bilen Allah'tır. Ben ne bilirim,
diye düşüneceğiz. Veliler bilirler ama onlar da aşikâr etmezler. Bir gün olur
ki o bir namaza başlarsa benden üstün olur. Ahlâkı hamide sahibi olmak lâzım.
Bunu Peygamber Efendimiz çok buyurmuş. O kadar hadis vardır ki...
"Benim
ümmetimin en hayırlısı ahlâkı güzel olanlar."
"Benim
ümmetimin en şerlisi de ahlâkı çirkin olanlar."
Ahlâkı güzel olanlar hiç kimseyi
incitmez. Çirkin olanlar insanları incitir.
"Ahlâkı
güzel olanlar aydınlık gündüzler gibidir.
Ahlâkı çirkin
olanlar karanlık geceler gibidir."
Allah da Resulullah da
meşâyihler de hepsi bize ahlâkı tavsiye ediyorlar. Amel ve ibadet ahlâkla
kıymetli oluyor. Ahlâksız olursa, ameli makbul olmuyor. Kendimize güzel ahlâkı
örnek alacağız.
Peygamber Efendimiz güzel ahlakı
tamam etmek için dünya alemine geldi. Dünya alemine ahlâkı ile örnek oldu.
Ahlâk düzgünlüğü getirdi. Ahlakı tamamladı. Biz de onun ümmeti olmak için onun
ahlâkı ile ahlâklaşacağız. Evliyaullahlar, veliler Resulullah'ın ahlâkı ile
ahlâklaşıyorlar. Veliler Resulullah'ın sıfatı ile sıfatlaşıyorlar da veli
oluyorlar.
Kâbe
inşâ-yı Halîldir şendedir beyt-i celil.
Sensin
Allah’ın delili rûh-ısultan el-meded.
Diyor ki Kabe'yi İbrahim
Aleyhisselam yaptı. Ora Halil'in evi. Ama sende Celîl' in evi var. Kimde var
Celîl' in evi? Hepimizde var. Ancak yapılırsa, yapılmazsa Allah'ın evi
değildir. Allah'ın evi olması, her şey ortaklıktan çıkacak. Evliyaullah her
şeyden geçmiş. Dünyadan geçmiş. Dünyadan geçmiş bir velinin tekkesi var. Hânesi
var. O hâne de yiyenler, içenler, ibadet yapanlar var. Evliyaullah' ın
dünyalığı var. Maddiyatı var. Ama maddiyatını Allah yolunda harcıyor. Öyle ise
ne yapmış? Gönlünden dünya sevgisini çıkartmış. Daha sonra âhiret sevgisini
çıkartmış. Daha sonra cesedinin, cisminin sevgisini çıkartmış. Bizim için cismimiz
o kadar kıymetli ki... Bir parmağımızı vermeyiz meselâ. Bir kolumuzu vermeyiz.
Ankara'yı bize verseler bir gözümüzü vermeyiz. Kelâm-ı kibarda:
Kıyamazsan
başa cana
İrak dur
girme meydâna
Bu
meydanda nice başlar
Kesilir
hiç soran olmaz.
Dünyayı insanlar ne için terk
eder? Ahiret için. Dünyayı terk edelim ki ahireti kazanalım. Ameli ne için
yapıyoruz? Ahiret için. Bunu her inanan yapabilir. Her Müslüman yapabilir. Ama
ahiretten geçmek kolay değil. Bunu idrak etmek kolay değil. Ahirette cennet
var. Cennet sevgisi de bir arzudur. Bunu da atıyor. Bir de cesedini, cismini
çok seviyor. Onu da atıyor. Sanki eskimiş eşya gibi cesedi de atıyor.
Canlarından da geçmişler. Canı da canâna terk etmişler. Dünya settir. Dünyayı
geçince ahireti kazandı. Ahiretten de geçti. Bunlar Allah'ın Zatı'na perdedir.
Onu geçiyor. Geçtiğinden de geçecek.
Onlar dört şeyden geçiyorlar.
"Mûtû kable entemûtû" sırrına mazhar oluyorlar. Cenabı Hak öyle
buyuruyor "Mûtû kable entemûtû" "Ölmeden önce ölün." Terk-i
can oluyorlar. Onların kalplerin de daha bir şey yok.
Nakşibendi Efendimiz,
halifelerinden Muhammed Parisâ Hazretlerini çok seviyordu. Çok da makamı ilerde
ama o istiğrak hâlinden geçememiş. Geçemeyince halka çok yararlı olamamış. Alâeddin
Hazretleri şuurlu imiş. Muhabbet, cezbe gelince kendisini muhafaza ediyormuş.
Kendisini kaybetmiyormuş. Halka sohbet ediyormuş. Cezbeli olanlar kendisini
sıksınlar. Allah'a şükür. Çok şükür. Bizim tarikatımız cezbe tarîkatı.
"Nefy ü isbat" vardır. "Şuğul-u bâtın" vardır. Hepsinde bu
olamaz. Başka tarikatlar şuğul-u batını hiç kabul etmez. Küfür sayarlar.
Şuğul-u bâtın ikidir?
1-
Bir vardır ki: İnsan
isteyerek gelir.
2-
Bir de vardır: İstemiyor
geliyor.
Onu atmak istiyor gönlünden.
Allah'a sığınıyor. Havf duyuyor veya onu atsa da başka birisi geliyor. Ondan da
kurtulmak için çalışıyor. İşte burada bir terakki var. İsteyerek gelen şuğul-u
bâtın ise gaflete düşürür insanı. İstemeyerek olunca Allah'a sığınıyor.
Bilmecem
kimden kime şekvâ edem bu gönlümü
Lâ'yı gördüm,
firkat-ı Mevlâya düştüm gel yetiş.
Bu gönlüm senin mülkün, kime
şikayet edeceğim. Bu gönül senin ben buna sahip olamıyorum. Ben buna gelen
muhalefetleri atamıyorum. Bu mülk senindir. Sen bu mülke sahip ol, diyor.
Allah'a teslim ediyor. Bizde cezbe ile ne kadar terakki ediliyorsa, şuğul-u
bâtın ile de aynı şekilde terakki ediliyor.
Bir de "nefy ü isbat"
var. Fazla zikir yapmak. Ne kadar zikir yaparsa o kadar terakki ediyor. Cezbe
sahibinde zikir yok. Cezbe sahibine sen zikir yapma bile derler. Zikirden mana
Allah'ı unutmamak. Cezbe sahibinde Allah sevgisi var. Allah sevgisinden meydana
geliyor. Gönlü zikir dolu. Cezbe nereden geliyor? Aşktan, muhabbetten. Aşkın
sonu mahviyet. Cezbeden de geçecek. Cezbeden geçmezse mahviyete düşmez.
Mahviyete düşmeyince yetişmiş, erişmiş olamaz. Neye yetişecek neye erişecek?
Allah'ın zatına.
Bir meşâyihi insan severse, ona
tamamen inanır teslim olursa, hizmetini görürse onun gönlüne girerse Hz.
Allah'ı görür. Her şey aslına rücu edecek. Ceset topraktan halk edildiği için toprak
olacak. Ruh niye gitmesin? Allah'ı sevmek, Evliyaullah'ı sevmektir.
Gel
Habibim sana aşık olmuşam
Cümle
halkı sana bende kılmışam
Gece gündüz yemedin, içmedin
bana gelmek istiyordun. Ne olur cemâlini göreyim diyordun. İşte ben de seni
davet ettim. Cebrail vasıtası ile getirdim. Ama bu cismin miracıdır. Cesedi ile
yükselmesine Cebrail vasıta oldu. O'nun rûhunun vasıtası Allah aşkı, Allah'a
olan sevgisi. Allah'a ancak aşk ile ulaşılıyor. İlimsiz, amelsiz de olmaz
tabii. İlim, amel ancak meşâyihi tanımaktır. Meşâyihi bilmektir.
İlmi arz üzerinde en büyük olan
Mevlânâ'yı Şems irşad etmiştir. Şems onun ilmini elinden almış, bir çocuk gibi
yapmış onu. Onu yatırmış, kaldırmış, çok sevdikleri Mevlânâ'yı halk sevmez
olmuş.
—Dinden çıktı, imandan çıktı.
Nereden geldi bu soytarı da, bizim hocamızı dinsiz imansız yaptı, dediler.
İlim de varlıktır. İnsanlar da
ilimden geçemezse irşad olamıyorlar. İşte aşk insanları ilminden, amelinden
geçirir.
Aşka
ermektir muradım.
Nam ü
nişân istemem
Allah'a ulaşmak için aşk lâzım.
O aşkı nerden alacağız. Evliyaullahtan, meşâyihten alacağız.
Aşkım bana
oldu Burak.
Burak'tan mânâ: Miraç. Allah'a
olan sevgimdir benim miracım.
Çok çektim
ise iftirak.
Firak: Rûhun Allah'tan ayrılıp
gelmesidir. Burada ilmim, amelim bana oldu Burak demiyor; aşkım bana oldu Burak
diyor.
Cenabı Hak buyuruyor: "Biz
insanların, boyuna, güzelliğine, zenginliğine, asaletine bakmayız. Ancak
kalplerine bakarız."
İnsanlar birbirinin kalbini
bilmez. Evliyaullah bilir, o da aşikâr etmez. Tasavvuf ehlinde gurur, kibir
olmaz. Tevazu vardır. Tevazu tarîkat ehlinin büyük amelidir.
Bütün kapanmış kapıları,
kilitlenmiş kapıları tevazu açar. Tarîkatımızın büyük ameli tevazudur.
Tarîkatımızda kemalat, takva olmaktır, havfdır.
Mahviyet: Yokluk. Yokluktan
mahviyete düşmüşse yetişmiş oldu. Kâmil, kemâl sahibi oldu.
Her gördüğünü Hıgır bil Demek,
tevazu ehli ol.
Her geceyi
Kadir bil.
Her geceyi Kadir gecesi gibi
ihya et. İşte bizim her gece kıldığımız teheccüd namazımız çok makbul.
Fırsatı
ganimet bil.
Hıgır
mürşid-i kâmildir o zulmet kalb-i cahildir.
Cevahirler
şeriattır öğün kurtar cehâletten.
Hızır: Mürşid-i Kâmildir. Senin mürşidin senin
Hızırındır.
Cevahirlerde şeriattır.
Zulmettekiler, câhildir.
Zamanın
Hıgrını iste semânın bedrini iste.
Bedir: Parlak, çok aydınlık bir
semâ.
Bir vardır ki: Bulutlarla kaplı
semâ. Veya karanlık bir semâ. Onlar amelsiz ibadetsiz olan kişileri temsil
ediyor.
Ama bedir, semâ: Allah'ı hiç
unutmayan kalbi temsil ediyor. Biz şimdi zifiri karanlık, siyah bulutlarla
kaplanmış semayı yaşamıyoruz. Onlar Allah'ı, Peygamberi tanımayanlar içindir.
Biz o bedir semâda da değiliz.
Bedir semâda olmak için yerken Allah'ı unutmayacağız. İçerken Allah'ı
unutmayacağız. Alırken Allah'ı unutmayacağız. Verirken Allah'ı unutmayacağız.
24 saat içerisinde bir nefes dahi Allah'ı unutmayacağız ki bedir semâda
yaşayalım. Öyle ise biz şimdi parçalı bulutlu semâdayız. Onu büsbütün karanlık
semâ yapmayalım. Aydınlatalım. Onu da ibadetimizle, fikrimizle, tarikatın ve
şeriatın şartları ile yapalım.
Köpürüp
kapağın taşma derviş
Kabında
pişip kemale eriş
Cezbe haktır. Ama cezbeden de
geçmek lâzım. Cezbe çok kıymetlidir. Niçin 70 bin evrat çeken bir talible
beraber cezbe sahibi terakki ediyor. Halbuki hiç dersi yok. "Sen ders
çekme demişler" cezbe var. Zikirden manâ kalpten Allah'ı unutmamak. Kalpte
Allah'ın sevgisini taşımak. Zaten onun kalbinde bir yol bulmuş. Bir aşk tecelli
etmiş. Cezbe bundan ileri geliyor. O kalbini doldurmuş taşıyor. Onu taşırmamak
lâzım. Taşırmazsa daha çok terakki edecek. Zikirle de bir noktaya kadar terakki
ediyor.
Şuğul-u bâtın da fazla zikir
yapanla beraber terakki eder. Cezbeyle beraber terakki eder. Ama bir noktada
üçü de durur. Cezbesi olan cezbesinden geçecek. Şuğul-u batını olan da ondan
kurtulacak. Fazla zikir yapan da ondan kurtulacak. Bunların hepsi bir varlık
oluyor. Bunlardan da geçecek insan. Çünkü bunlar varlık oluyor. Kemâlât
mahviyette; zikir sahibi zikrinden geçecek, cezbe sahibi cezbesinden geçecek.
Şuğul-u batında şuğulundan geçecek. Kalbini sahibine teslim edecek.
İşte hıfz-ı nisbeti
taşırmayacaksın. Cezbeyi tutmazsan zararı var.
Bilmeyenler anlamayanlar inkâr
ediyorlar. Onların günahına sebep oluyorsun. Cezbe haktır. İnkâr edilmez. Ama
tutmak lâzım.
Mademki tarîkata girdiysek,
ahlâkımız güzel olacak, tarîkat bu işte. Merhametli, şefkatli olacağız,
insanlara acıyacağız. Onlara iyilikte bulunacağız. Kim olursa olsun kimseyi
incitmeyeceğiz. Sadece akrabamız, komşumuz değil, gayrimüslim de olsa, incitmek
yok. Haset, gurur, kibir yok.
Tarîkattan insan hakikate
ulaşır. Hakikate ulaşmak için bunlardan, hepsinden geçecek. Hırsından,
tamahından, gadabından geçecek. Tevazu ehli olacak, büyüklere saygılı,
küçüklere şefkatli olacak. Fakirlere acıyacak. Eğer bunlar olmazsa yerimizde
sayarız. Tarîkatı anlayamamış oluruz. Yaşamamış oluruz. Tarîkattan maksat
hakikate ulaşmak. Ahlâkı hamîde sahibi olacağız.
Kelâm-ı
kibarda buyuruyor:
Erit
cismin çıkar zuhurlarını
Sedef ol
lû’lû mercâna gel gel.
Dil ile
gög kulak kapılarını
Kapayıp
sohhet-i Cânân'agelgel.
Sohbet-i Cânân işte burası.
Burada çok faydamız, çok yararımız var. Bilelim veya bilmeyelim. Bu sohbetler,
hatmelerimiz, amellerimiz bizi ne yapıyor? Safileştiriyor. Sadeleştiriyor.
Ahlâk-ı zemîmeler çıkmadan ahlâk-ı hamîde gelmiyor.
Bir kelâm-ı kibar
var:
Sögütte
hiç biter mi bir tatlı elma
Yarılıp,
sarılıp aşlanmayınca
Bir söğüt ağacında elma olur mu?
Olmaz ama erbabı onun başını keser. Aşı yapar. O zaman meyvesını verir. İşte
ahlâk-ı hamîdeler, ahlâk-ı zemîmeler böyledir. Bunu da kim yapıyor? Evliyaullah
yapıyor. Aşıyı o yapar. Kötü huylarımızı atmak bizim kârımız değil. Onu ancak
onlar yapar. Bizim görevimiz hizmet görmek. Hizmet görelim ki himmet alalım.
Bu aşk bir
bahr-î ummandır.
Buna haddi
kenâr olmaz.
Delilim
sırrı Kur'an'dır.
Bunu
bilende âr olmaz.
Aşk bir bahr-i ummandır. Bunun
haddi kenarı, hududu olmaz. Aşk demek sevgi demek. İnsanların gönlünde Allah
sevgisi. O da insanların gönlünde. Diğer sevgilerde insanların gönlünde.
Bir kelâm daha var:
Eğer âşık
isen yâre
Sakın
aldanma agyârâ
Düş
İbrahim gibi nâre
O gülşanda
yanar olmaz.
Sen de âşığım
diyorsan eğer, İbrahim Aleyhisselam gibi âşık ol. O'nun kadar Allah'ı sev. Onun
kadar Allah'a bağlı ol ki, İbrahim Aleyhisselam oğlunu o kadar çok seviyor ki,
bir tane çok sevdiği oğlunu kesiyor. Bıçak kesmedi, başka. Ama Cenabı Hak ne
buyurdu: "Ya İbrahim, ben İsmail'i kes demedim. İsmail'e olan sevgini
kes." O zaman İsmail'e olan sevgisi kesildi. Yoksa İsmail'i çok seviyordu.
Ama o zaman Cenabı Hak ne yaptı?
Koskocaman Nemrut'un ateşini cennet bahçesi etti, O'na.
Burada bu sözler bütün ehl-i
aşka söylenmiş. Sadece İbrahim Aleyhisselam'a değil. O zaten macerayı yaşamış.
Geçmiş, gitmiş.
Yârdan mânâ: Allah.
Âşık demek: Allah'ı seven.
Sen de "Allah'ı
seviyorum." diyorsan eğer, Allah'tan başka bir sevgi olmasın gönlünde.
Çünkü o sevgiler perde oluyor. Kesiyor. Allah'ın sevgisini kesiyor senden. Bir
kelâm daha var:
Gör âşıkı
ol mâhı şakkeyledi parmağı
Teşneleri
kandırdı parmakları ırmağı
Bu kimi kastediyor? Peygamber
Efendimizi.
Âşık odur ki: Doğmayan Ay'ı
doğdurdu. İki parça etti. Önünde Kabe'yi yedi defa tavaf ettirdi. Peygamber
Efendimizin peygamberliğini tasdik etti, çıktı gitti. Susuzluktan bütün ümmeti
helâk oluyordu. Çeşmeleri parmaklarından aktırdı. Ordusunu, ümmetini kandırdı.
Âşık budur.
Sen seni
aşık sanma bir beyhude ah ile
Var etti
özün anlar ol nûr-u İlâh ile
Sen de aşığım deyip de kendini
kandırma. Onlar canlarını da yok ettiler. Allah sevgisi karşısında mallarından,
canlarından her şeylerinden geçtiler. Canlarından da geçtiler ki âşık
olabildiler.
Mecnûn’ugörün
n’etti Leylâ’daki âh ile
Ferhâd da
Şirin için gör neyledi dağ ile
Her birisi
bağlandı bir ahenin bağ ile
Sen seni
âşık sanma bir beyhûde âh ile
Var etti
öğün anlar ol nûr-u İlâh ile
Evet Mecnunda Leylâ'ya âşık idi.
Ama Leylâ'ya olan aşkı onda ne kadar büyüdü. Ne kadar çoğaldı ki. O aşk onu ne
kadar ihâta etti ki, kendisi yok oldu. Yok olmaktan maksat arzuları yok oldu.
Yemekten geçti, içmekten geçti, uyku yok, yemek yok. Hiçbir şey yok.
Gece-gündüz dağlarda ağlayıp geziyor.
Ne zaman ki Leylâ'nın aşkı onu ihâta etti. Kendi varlığı da yok oldu ise o
zaman hakikate ulaştı.
Hakikat ne? Sadece Leylâ'nın
yüzünde gördüğü Allah'ın güzelliğini, Leylâ'nın yüzünde Allah'ın sıfat nurunu
gördü. Cenabı Allah ona o şekilde gösterdi. O kadar güzel gördü ki, her şeyini
bu aşka verdi. Canından da geçti. Canından da geçince ne oldu? Bu sefer kendisi
de oldu Leylâ. Bütün eşya oldu Leylâ. Sadece Leylâ'da gördüğü Allah'ın
sıfatının nurunu, bütün eşyada gördü. Bunu ifade ediyor.
Ferhat ne yaptı?
Ferhat da Şirin için dağları
deldi. O zaman alet yok. Edavat yok. Bir günde bin kişinin yapacağı işi
yapıyor. Ne yaptırıyor buna? Şirin'in sevdası yaptırıyor. Bunda da yeme yok,
uyku yok. Gece-gündüz dağlarla, taşlarla uğraşıyor. Neticede dağı delip de suyu
akıttığı zaman Şirin'i ona verecekler. Bir taş kalmış. Onu da delince tamam
oluyor. Seviniyor ki tamam. Ben işi bitirdim. Şirin’i bana verecekler. Bu sevgi
onda iyice çoğalınca bakıyor ki: Kayanın önündeki kaya Şirin. Elindeki külüngü
daha vurmamış. Atmış havaya külüngü, havadan düşerken tepesine gelmiş. O da
öyle gitti. Ama önündeki kaya Şirin olmuş. Bütün taşlar, kayalar, Şirin
görünmüş.
Her birisi
bağlandı bir ahenin bağ ile.
Avlandı, bağlandı, diyor. Neye
bağlandı? Bunların sevgisi ile bağlandı. Bunların sevgisi ile esas maksadına
ulaştı.
Sen seni
âşık sanma bir beyhude âh ile.
Var etti
özün anlar, ol nur-u ilâh ile.
Peki!.. Ondan sonra:
Gör
neyledi pervâne bir şem-i çerağ ile
Pervâne: Kelebek, kepenek.
Cenabı Hak ona da ateşi şirin göstermiş, o da kendisini ateşe atıp, yakıyor.
Bülbül
düşüp efgana bir gonca-i zağ ile.
Bülbül de solacak, geçen bir güle bağlanmış, onca ahu
figanı var.
Her birisi
bend oldu bir türlü dûzağı ile
Burada onlar aşk-ı mecazdan,
aşk-ı hakikate ulaşmışlar. Biz aşk-ı hakikat taşıyoruz.
Aşk-ı mecaz:
Nefsi ile sevilenler.
Aşk-ı
hakikat: Allah için sevilen.
Allah'a şükür. Biz meşâyihimizi
Allah için seviyoruz. Öyle ise aşk-ı hakikati taşıyoruz. Fakat biz bunun
zerresini taşıyoruz. İşte bu zerresini büyütelim, çoğaltalım. Sevgi çoğalırsa
gaflet azalır. Sevgiyi ne ile çoğaltacağız.
Bu sohbetlerimizle, amelimizle,
derslerimizle sevgi çoğalacak. İnsanın gönlünde birtakım arzuları olur. Bu
arzuların içerisinde, en büyük arzusu en çok arzusu hangisinde ise, o gelir
aklına. Çok arzu ettiği hiç aklından çıkmaz. Biz de Allah için sevmiş olduğumuz
meşâyihimizi, tam sevelim. O'nun sevgisi ile kalbimizi dolduralım.
Allah sevgisi, Resulullah
sevgisi, meşâyih sevgisi birdir. Hiç değişmez. Meşâyihi Allah için seviyorsak,
meşâyihte de Allah'ın nuru var. Meşâyihte de Allah'ın sıfatı var. Meşâyihi
seven Allah'ın rızasını kazanıyor.
Bizim tarikatımızda aşk ile
terakki ediliyor. Evet amel ve ibadet de var. Ama daha çok aşk ile terakki
ediliyor. Bir de aşkı olanın ameli makbul oluyor. Aşkı olmayanın ameli Allah'ın
indinde makbul olmuyor. Çünkü aşkı olmayanın amelinde bir maksat vardır. Şöhret
vardır. Riya vardır. Bir gösteriş olabilir. Bunların hiçbirisi olmasa bile yine
bir maksadı vardır. Ben bu ameli işleyeyim de Allah bana ecir versin, sevap
versin diye düşünülür. Bunlar bir maksattır. Aşkı olanın hiç böyle bir maksadı
yoktur. Kuldur. Kulluğunu işler. Makbul olan da budur.
İnsanların bir kısmı amellerini,
hayırlarını cehennemden korktukları için yaparlar. Bir kısmı cenneti arzu
ettikleri için yapar. Haktır. Allah'ın gazabından korkarak ibadet yapmak
doğrudur. Allah'ın emridir. Bir de vardır ki hiç bunları düşünmeden amel
işliyor. İşte makbul olan budur.
Ey yûhd
ile bana veren tebşire-i cennet
Biy
münkir-i Mevlâ değiliz nâra ne minnet
Diyor ki: Ey, zühdü takva
sahibi, sen cenneti niçin bana methediyorsun? Ben cennet için kulluğumu
yapmıyorum. Nâr, cehennemde münkirler için. Biz münkir de değiliz. Rabbımızı
tanımışız. Rabbimizi bilmişiz. Rabbimizi sevmişiz.
Âşık
olanın maksûdu matlûbesi rûyet.
Rûyet: Allah'ın cemâlini görmek.
Allah'ın cemâlini kul, varlığı ile göremez. Kul varlığı yok olacak ki
görebilsin.
İnsanlarda bir maddî göz var.
Bir de manevî göz var. Bir başının gözü var. Bir de kalbinin gözü var.
İnsanlarda, bir başında olan kulak var. Bir de kalbinde olan kulak var. Bir
başında olan dil var. Bir de kalbinde olan dil var. İnsanların bir vücud eli
var. Bir de manevî eli var.
Bunlar işte âşıklarda olur.
Bunlar sâdıklarda olur. Bunlar velilerde olur. Niçin? Onlar Allah sevgisi
karşısında amellerini de yok etmişler. Amellerini de yok edemeyen bu nimete
ulaşamıyor. Amelle Allah'a yaklaşılıyor. Cenabı Allah öyle buyuruyor:
"Kulum bana nâfile ibadetle yaklaşır."
Onun için çok büyük âlim Niyazi
Mısrî Hazretleri şöyle buyurmuş:
Savm u
salat u hac ile
Sanma biter
zâhid işi
İnsan-ı
kâmil olmaya
Lâzım olan
irfan imiş
Savm ile salat ile, hac ile
zâhidin işi bitmez. Kâmil insan olmak için irfan lâzım. İrfan nedir?
Kalp ilmi. Manevî ilim, harfi
savtı olmayan bir ilim. Kitaptan okunmayan bir ilimdir. O öyle bir ilim ki, o
ilmin hocası ancak ve ancak Hz. Allah. Müzakerecisi Hz. Resulullah. Sen bu
kalbi, Allah sevgisi, Allah aşkı ile tamamen doldurursan; o zaman o ilim sende
tecelli eder. O ilim senden doğar. İlhamî olarak doğar. Buyuruyor ki:
Bir
kimseye kim yâr ola tevfîk-i hidâyet
Gönlünde tulû eyler anın aşk u muhabbet
Bedensiz
bir güzel gördüm efendim
İlikten,
damardan, kandan içerü
Cânân
illerinden sordum efendim
Bir can
vardır gizli candan içerü
Canın içinde bir gizli can
varmış. Ama senin benim canımda değil bu. Evliyaullah'ın canının içerisinde bir
can var. Niçin? O canını cânâna vermiş. Cânân onun içerisine gelmiş. Cânân onun
içerisinde tecelli etmiş. Varlığını yitirmiş.
Burada erkek, kadın diye bir şey
yoktur. Erkek, kadın aynı ruhu taşır ancak bu erkeklik dişilik cesette; rûhta
böyle bir şey yok. Rûhlar bir yerden gelmiştir. O yere erkeğin rûhu da gider.
Hanımın rûhu da gider. Yani sadece erkeğin rûhu mu Allah'a vâsıl oluyor?
Hanımın ruhu da vâsıl olur. Hanımlarda vasıl-ı illallah olurlar. Allah'ın
vermiş olduğu rûhu, onlar da Allah'a verebilirler, vermesini bilseler,
verebilseler.
Çünkü can çok kıymetli. İnsanlar
canı için her şeyi yok eder. Malından, mülkünden her şeyinden geçer. Ama canını
niçin verecek? Bilemez onu. Halbuki can vermeden cânân ele geçmez.
Cânândan
maksat Hz. Allah.
Candan maksat
bizim ruhlarımız.
Allah'ın vermiş olduğu rûhu
Allah'a kim verebilir? Aşka duçar olan verir. Bir de şöyle var:
Künfekanın
sırrına ermek ne lâzım bizlere
Aşka
ermektir muradım nam û nişan istemem.
Bir de var ki:
Başını top
eyleyip
Gir
vahdet’in meydanına
Vahdet: Allah'ın birliği.
Allah'ın varlığını kazanmak için
bir meydan var. Oraya gir ki: O'nu kazanasın. Ama başını kes, al. Ondan sonra
gir o meydana.
Onun için:
Kıyamazsan
başa cana, ırak dur girme meydana
Bu
meydanda nice başlar, kesilir hiç soran olmaz.
Ama bu görünen bir şey değil.
Ancak yaşayan bilir. Onun için
Geçmeyenler
bilmeg çarhı çemberi
İçmeyenler
bilmez. ab-ı kevseri.
Geçmeyince
çarhı çemberi ne bilsin. İçmeyince de ab-ı kevseri bilmez. Öyle ise aşk
insanların içinde gizli bir şey. Bunu kim bilebilir? Kimse bilmez. Ama bu
insanların kalbindeki aşk tamamen insanların kalbini doldurmuşsa tamam. Eğer
biraz boşluk varsa o boşluğa evlat sevgisi de girer. Mal sevgisi de girer.
Başka arzular da girer. Allah sevgisi çoğaldıkça, diğer bütün sevgileri atar,
çıkarır. Cânân'a verir.
Seyrkıl
uşşâk-ı Mevlâ nice kıyar cânına
Terk-i cân
etmektir ancak âşku sevdâdan garaz.
Uşşâk-ı Mevlâ: Allah'ı
seyredenlere bakın. Onlar nasıl canlarına kıyıyorlar, terk-i cân olmuşlar.
Allah'tan gelen o çok kıymetli rûh, terki cân olmakla Allah'a gider.
Hakikatte: Hiç kimsenin kendi de
yok kârı da yok. Hakikate geçince, ne sen var; ne de ben var. Ne seninki var.
Ne de benimki var. Hepsi Allah'ın. Tasavvuf kelamıdır.
Umurun
Hakk ’a tefviz et
Nederse ol
eder yâ Hû
Aradan
benliğin mahvet
Gözet
neyler kader yâ Hû
Umurun deyince neyin varsa
hepsini Allah'a teslim et. Kendi benliğini de kendi varlığını da ona teslim et.
O ne ederse eder.
Neylerse
güzel eyler buyurmuşlar. Yeter ki biz teslim olalım da o her şeyi güzel yapar.
Mürid, mecnun sıfatlı olmalıdır.
Bir
Leylânın mecnûnuyam
Cânân
ilinin canıdır.
Bir
dilberin meftûnuyam
Bu cân
anın kurbanıdır.
Meşâyihini seviyor musun?
Meşâyihini sevenleri de seveceksin. Hem de "Ben seviyorum. Herkes sevsin
benim sevdiğimi." diyeceksin. Şunu sevmiyorum demek veya şunda şu eksik
sıfat var demek... O zaman sen Mecnun sıfatlı değilsin. Mecnun sıfatlı olmak
için meşâyihini herkese sevdireceksin. Sevenleri de seveceksin. Hem de
diyeceksin ki bu da Şeyh Efendimi sevmiş tanımış. Bunun Şeyh Efendimin yanında
itibarı daha fazladır. Eksiklik bendedir diyeceksin.
Eğer dostta kusur görürsen bir
tane dost bulamazsın. Dost Allah için sevilendir. Dünyada bir tane dost
bulamazsın. Eğer kusur görmezsen, dünyanın halkı hep senin dostundur.
Allah'ın
ihsanı kâmil insanın kapısındadır. Allah ihsanını, kâmil insanın kapısında
bahşedecek. O da meşâyihimiz. Meşâyihe olan inancımız, meşâyihimize olan
teslimiyetimiz. Büyük ihsan bundan dolayı olacak. Biz bu dünyaya misafir geldik
gideceğiz. Ama bizim de bu dünyada misafirimiz var. Kim o misafirimiz? Hangi
haneye kondurabiliriz o misafiri? Dünya hanesine değil. Gönül hanesine
kondurmak, gönül hanesine davet ettiysek. Evliyaullah'ta Cenabı Hakk’ın mevcut
olan velâyet nuru var. O nur bizim kalbimizde. İşte râbıtanın önemi bu.
Râbıtanın kıymeti bu. Yoksa râbıtanın zâhirine aldanmayalım biz. Her kim ki
meşâyihi insanlardan farklı görmüyorsa o da bir insandır, beşerdir diye
görüyorsa, o tarîkatı anlamamış, yaşamamış. Ama evliyaullah insanlardan
seçilmiş kul. Allah'a yakın gitmiş, Allah'ın sevdiği kul olmuş, Allah'ın
sıfatları onda tecelli etmiş. Onun kalbi olmuş Allah'ın evi. Evliyaullah'ın
kalbi Allah'ın evidir. Hakikatte Beytullah insanların kalbidir. Cenabı Hak
Kudsî hadisinde buyuruyor ki: "Ben mekanlara sığmam, mümin kulumun kalbine
sığarım."
Kelâm-ı
kibarda:
Kâbe inşa-yı Halildir
şendedir Beyt-i Celîl
Sensin Allah’ın delili rûh-ı
sultan elmeded.
Diyor ki: Halil İbrahim
Peygamber Beytullah'ı yaptı. Beytullah ne demek? Allah'ın evi. Diyor ki o evi
Halil yaptı. Senin evin Evliyaullah'ın kalbidir, onu sen yaptın. Sen ancak
oraya sığarsın. Başka bir yere sığmazsın.
İşte dünyaya misafir olarak
geldik gideceğiz. Biz gönül hanesine misafiriz. Gönül bir mülktür. Gönül
sahibini bulup oturtturduysak, hanemiz de misafirini buldu. Biz de
misafirimizi, mihmanımızı tanıdık. Eğer bulamadı isek yazık olsun bize eyvah!
Allah korusun, Allah muhafaza etsin. Onun için Allah'a şükür bu nimet hepimizde
var. Bunu büyültmeye çalışın.
Evliyaullah'a olan inanç
insanlarda aynı değildir. İnsanların hulûsuna bağlı. İnsan Evliyaullah'ı ne
kadar büyük görürse O'na o kadar yaklaşabiliyor. O'nu ne kadar büyük görürse
kendisi de o derece feyiz alıyor. Kalbi büyüten muhabbettir. Kalbe sahibini
getiren muhabbettir. Mecnun ne demiş?
Ararken
Leylâ’yı, buldum Mevlâ’yı.
Bil ki
muhabbet sana Mevlâ'dan gelir.
Söylenir
dillerde bir Mecnûn u Leylâ her zaman
Günde yüz
bin nice Mecnûn ile Leylâ'sı geçer.
Burada Mecnun: İnanmış teslim
olmuş bir müriddir.
Leylâ'dan mânâ: Meşâyihtir.
Mecnûn Allah'ın sıfat nurunu
Leylâ'da gördü. Kendisinde gördü. Eşyada gördü. Evliyaullah’ta Allah'ın sıfat
nuru mevcut. Esmâ nuru da mevcut. Zat nuru da mevcut.
Onun için buyuruyor ki:
Bir
Leyla’nın Mecnun'uyam cânân ilinin canıdır.
Cânân ilinden gelmiştir. Onun
cânı hepimizin rûhu. Cânân ilinden, Allah'tan geldi. Ama cânân ilinin canı
değil. Onlar geldikten sonra bir daha gitmiş. İkinci gelişidir, ikinci gelişini
ifade ediyor. Bu da nedir? "Mutu kable en temutu." Ölmeden evvel ölün.
Cenabı Hakk’ın bir emri var ya. Ona mazhar olmuş. O tecelli etmiş. Varlığından
kurtulmuş. Bir insan varlığından kurtulunca hakikat varlığına ulaşır.
Bir
dilberin meftûnuyam bu cân anın kurbânıdır.
O güzele gönül vermiş. Bir mürid
hakikaten Râziye-Marziye makamına ulaşırsa, cânını cânâna vermiştir. Kelâm-ı
kibarda:
Bu nefsin
râzıye, marziyye eyle.
Alıp dost
iline kurbana gelgel.
Dosttan
mânâ, Allah'tır. Kurbana gel gel. Allah için nefsin bütün arzularını terk
etmiş. Nefsinden geçmiş.
İki kaşı
arasından azmeder Mevlâ'ya hat.
Yani Allah'a giden yol,
Evliyaullah’ın iki kaşının arasından gider. Onun için Evliyaullah'ın iki
kaşının arasına râbıta yaptırıyorlar. Tarikatımızda böyle. Eğer aşka duçar
oldunsa ilmin merkezine daldın. İlmin noktasını buldun. Başka bir kelâmda:
Bir
noktadapinhan imiş
Gör
neyledi bu aşk beni
Bir noktada gizlidir, diyor.
Neymiş o? O da Allah aşkı. Allah aşkı senin kalbinde tecelli ettiyse, o bir
noktadan mânâ, senin kalbinin açılmasıdır. O aşk açacak senin kalbini. O kalp
açılırsa işte ilmin merkezine daldın.
Ol cân
içinde cân imiş.
Cân: Evliyaullah
Onun içindeki cân nedir? Allah.
Cenabı Allah. "Ben yere göğe sığmam, mümin kulumun kalbine sığarım."
buyurmuş.
Buradaki mümin kulun kalbi,
senin benim kalbim değil. Bizim kalbimiz muhalefet ambarı olmuş.
Ne zaman ki
bir Müslümanın bin bir meşakkat karşısında Allah hiç kalbinden çıkmıyorsa;
yerken, içerken, yatarken, kalkarken, gezerken, alırken, verirken hiç Allah'ı
unutmuyorsa, işte Allah onun kalbinde. Allah'ın esmâ nuru tecelli etmiştir. Onun
kalbinde, hem sıfat nuru tecelli etmiştir, hem de zat nuru tecelli etmiştir.
Mürşitler
benzer güle
Derviş
benzer bülbüle
Sev Hakkı
seven ile
Ben derviş
olamadım
Hakkı da
bulamadım.
Allah'ı sevmeyen derviş olamaz.
Hakiki Allah sevgisi bir insanın gönlünde olursa, onun gönlünde başka bir arzu
olmaz. Ne dünya, ne âhiret, ne mal sevgisi, ne evlat sevgisi. Kendi canını da
sevmez. Onun için.
Başını top
eyleyip gir vahdetin meydânına
Kıl gazayı
Kerbalâ gir kendi nefsin kanına
Seyr kıl
uşşak-ı Mevlâ nice kıyar canına
Terk-i cân
etmektir ancak aşku sevdadan garaz-
Bir insanda Allah sevgisi, Allah
aşkı olmazsa, Allah sevgisine duçar olmazsa terk-i can olamaz.
Terk-i can olmayınca da Cânân'ı
bulamaz. Buyuruyor ki: "Kulum ver beni de al beni." Neyi verip de
O'nu alacağız? Allah'ın bizde neyi var? Allah bize çok nimetler bahşetmiş.
Görmemiz, işitmemiz bunların hepsi Allah'ın lütfu değil mi? Bunlarla Allah
kazanılmaz. Hayır.
"Kendi ruhumdan ruh
üfledim." buyuruyor. Allah'tan gelen o ruhtur.
Eğer o ruhu Allah için verdiysen,
Allah'ı aldın.
Te’âlallah
ne hûb gîbâ yaratmış kâmil insanı
"Nefahtüfîhi
min ruhi" deminde kılmış ihsânı.
İşte sana üflenen odur.
Allah'tan gelen de odur zaten. İnsanların cânı çok tatlıdır. Her şeyi cânı için
yok eder. Cânını ne için yok edeceğini bilemez.
İşte meşâyih bildiriyor:
"Senin nimetin bu. Yolu da budur. Nimetin şuradadır. Onun bahası da şudur.
Yol nedir? Şeriat, tarîkat. Nimetin nedir? Ruyetullah. Bahası nedir? Can
vereceksin." Can gitmeden cânân ele geçer mi?
Niçin diyor ki:
Cânım
demem ben bu tendeki câna
Eğer vâsıl
eylemezse Cânâna
Âhir bu
dert beni eyler divâne
Dermân
için sen Lokmane gelmişem.
Elhamdülillah çok şükür. Bin
şükür, nihai şükürler olsun. Allah nimetimizin münkiri etmesin. En büyük nimeti
bize vermiş. Bizi Müslüman halketmiş. Sevgili habibine ümmet etmiş. Bize varisi
olan velilerini tanıtmış. Sevdirmiş.
"Hiç nimet olur mu bundan
ziyade" idrak eden böyle buyurmuş. Tarîkatı tadan böyle buyurmuş. Tasavvuf
kelâmı bu. "Hiç nimet olur mu, bundan ziyade." Nedir bu?
Şeyhim
benim sultan imiş
Hak’tan
bige ihsân imiş
Can
derdine dermân imiş
Görün beni
aşk n''eyledi?
Âhiri
derviş eyledi
Sami, gibi bir Hagrete
Gönderdi beni vuslate
Eriştirip bu devlete.
Vuslat nerdeymiş?
Evliyaullah’ta. Niçin?
Çünkü Evliyaullah Hak kapısı.
Allah kapısı. Evliyaullah'ın gönlüne girdiysen eğer Allah'ı buldun.
Gönlüne nasıl gireceksin? Sevgi
ile. Hizmet ile. Tarikatın dört şartı var. Muhabbet, ihlas, edep, teslim.
Muhabbet:
Meşâyihini çok seveceksin. Canından fazla seveceksin.
Peygamber
Efendimiz, Hz. Ömer'e sordu:
—Ya Ömer bizi
ne kadar seviyorsun?
— Nefsimden
sonra en çok sizi seviyorum Ya Resulullah.
—Sen kâmil
mümin olamamışsın. Bizi nefsinden fazla seveceksin.
Ondan sonra
ondaki sevgi öyle bir coştu ki nefsinden fazla sevdi.. Bizim ehl-i sünnet
âlimleri;
—Ruyetullah haktır, vardır ama
dünyada göremezler, diyorlar. Bâtın ulema da buyuruyorlar ki;
—Her şey dünyada kazanılıyor.
Dünyada göremeyen âhirette de göremez.
Öyle midir? Öyle. Çalış kazan,
sen de gör. Onun için Yunus Emre'nin:
Sensin benim cânım cânı
Sensig kararım şyokdurur
Cennette sen olmag isen
Vallah nazarım.yok durur.
Yemin ediyor ki, cennette sen
olmazsan, cenneti ne yapacağım.
Ama kim O? Cenabı Hz. Allah.
Cennette sen Cemâlini
göstermezsen ben cenneti ne yapacağım diyor. İstemem diyor. Başka bir kelâmında
zaten açıkça söylüyor:
Cennet
cennet dedikleri
Bir köşk
ile birkaç huri
İsteyene
ver onları
Bana seni
gerek seni.
Bizim mevcut olan divanımızda da var:
Cemâlin
şemine müştâk olanlar
N'eder
cennetteki ebrârı Leyli
Cemâline aşık olanlar, cennetin süsünü,
varlığını, eşyasını ne yapacak? Her şeyin dünyada misali vardır. Mecnun gibi,
Ferhat gibi. Daha çok aşk-ı mecazlar var. Ama aşk-ı hakikatı görenler az olmuş.
İlim
insanları yükseltiyor. Ama aslında ilim insanları alçaltsın ki Allah A ( J ..... . 3
yükseltsin. Alim olanlar tabii
ki seçilmişlerdir. Cenabı Hak da ne buyuruyor: "Sizin bileninizle,
bilmeyeniniz bir değilsiniz." Bilen bilmeyenden farklıdır.
Ama bu bilmenin de kaç türlü
anlamı var? Bir âlim olmakla ben biliyorum demek mi oluyor? Yunus Emre ne
demiş:
İlim ilim
bilmektir
İlim
kendin bilmektir
Sen
kendini bilmeksen
Ya nice
okumaktır?
İlimden manâ, kendini
bileceksin. Kendini bilmedikten sonra sen âlim değilsin. İlim bir taraftan
zâhirde ilim sahibini yükseltir. İlim sahibini yükseltir ama, ilim sahibini
halk yükseltecek; kendisi değil. Kendisi ilminden dolayı yükselirse, onu Allah
hakîr eder. Çünkü ilminden dolayı yükselmek demek, kendisinde gurur kibir
oluşması demek oluyor. Halkı kendisinden aşağı görmek demektir.
Bir âlim tarîkata girmezse
ilminden geçemiyor. Şeriatda ilim, ibâdet, hayır çok kıymetlidir, çok
geçerlidir. Zâhir âlimlere göre. Ama tarîkatta bunların hiçbir kıymeti yoktur.
"Ameli güzel işle. İşlememiş gibi bil." diyor. Bir hadis vardır:
"Kişi ameli ile cennete giremez." Ancak nasıl girer cennete? Allah'ın
fazlı, tevfiki, kişinin mertliği ile girer.
Yani kişiye Allah cenneti ikram
ederse, kişi de mert olursa cennete girer. Burada mertlik denilince nefsi
yenmektir. Nefsini yenmek. Tarîkatta ne var? Cânı vermek var. Cânân'ı
bulacaksın. Cânân'dan mânâ Allah.
İki türlü fakirlik vardır. Maddî
fakirlik, manevî fakirlik, ikisi de geçerlidir. Maddî fakirlik cenneti
kazandırır. Manevî fakirlik Allah'ı kazandırır.
Bütün meleklerin, cinlerin,
insanların ilmi toplandığı zaman Peygamber Efendimizin ilminin yanında, deryada
bir katre gibi kalırmış.
Böyle iken Miraç'ta "Ya
Rabbi! Fakirliğimle geldim, yokluğumla geldim." dedi. Cenabı Hakk’ın bu
çok hoşuna gitti. Amel fakirliği budur.
Nakşibendi Efendimizin, Muhammed
Parisâ Hazretlerine iltifatları, methiyeleri çok farklı imiş. Ulema bunu
araştırıyor. Neden? Niçin bu kadar terakki etmiş? Amel ise, hepsi işlemiş.
Velâyet ise hepsi velâyete ulaşmış. Ama velâyete geçenlerde de farklılık
vardır. Velâyet ki... Velilerde de farklılık var. Ulemâ inceliyor.
Muhammed Parisa Hazretleri
diğerlerinden farklı ne amel işlemiş ki, bu dereceye ulaşmış. Diyorlar ki:
Muhammed Parisa Hazretleri bütün tasavvufta, şeriatta olan amellerinin kârını,
kemâlini yokluk deryasına atmış. Sahip olmamış da onun için bu kadar terakki
etmiş. Emsalini geçmiş. Emsâli velîler içerisinde marifete ulaşmış.
Şeriatını, amelini, ibâdetini,
tarîkatını yapacaksın da bunlara hiç itibar etmeyeceksin. Hepsini yok
edeceksin. Gönlünden çıkaracaksın. O zaman en yüksek makama da ulaşacaksın.
Aşık imdi
varlığını ver yokluğa.
Bu yokluk âşıklarda olur. Âşık
olmadan yokluk olmaz. Âşık olmayanın ilmi varlıktır. Ameli gözünde bir
varlıktır. Kerâmeti gözünde bir varlıktır.
Âşıklar ilmi de atıyor, ameli de
atıyor. Kerâmeti de istemiyor. Kerâmetten geçmezse âşık değildir. Âşık olmayan
kerâmetten geçemez. Kendini ibâdete verecek. Fazla ibâdetle de yol alınır.
Fakat aşk ile daha seri gidilir.
Aşka duçar olmayanın büyük
amelinden, aşka duçar olanın küçük ameli makbuldür. Niçin? Aşka duçar olmayanın
ameli gözüne dağlar gibi görünür de onun için. Ama aşka duçar olanın ameli
gözüne görünmez. Hepsini yok eder. Neticede hakiki varlığı O olur.
Zâhir şeriatta ilim, ibâdet çok
önemlidir. Tarîkatta bunların yaşanması var. Tatbikatı var da önemi yoktur.
Kıymet verilmiyor. Niçin? Tarîkata geçen bir insan öyle Allah'a, öyle Râbıtaya
rabtoluyor ki muhabbet, ihlas, âdâb, teslim ile.
Teslim olan mürid bir âlettir. O
bir nakıştır. Nakışın neyi vardır? Nakışın bir hüneri olmaz. Nakışı
işleyendedir marifet. Nakış medhedilmez. Nakkaş medhedilir. Bir âletin nesi
var? Onu çalıştıran bir ustası var.
Bir insan tarikatta ihlas denen
bir sıfatı elde ederse, muhabbeti olur. Bunlar birbirine bağlıdır. Muhabbet
olmazsa ihlas olmaz. İhlas olmazsa muhabbet olmaz. İhlas olmazsa âdâb olmaz,
âdâb olmazsa ihlas olmaz. Âdâb olmazsa teslimiyet olmaz. Teslimiyet olmazsa
âdâb olmaz.
Bunlar tarikatın şartları. Sen
cansız bir âletsin. Öyle ise ilim de senin değil, amel de senin değil. Hiçbiri
senin değil.
Evet Allah'a şükür, bin şükür,
nihai şükürler olsun ki Allah bu zamanda bu nimeti nasip etmiş.
Allah emeklerinizi zayi etmesin.
Allah niyetinizi hâlis etsin. Allah niyetinizin neticesine ulaştırsın.
Nasılsınız? İyisiniz. Afiyettesiniz İnşallah. Allah hepinize iyilik ve âfiyet
ihsân etsin. Allah arzunuza ulaştırsın. Allah arzularınızda aldatmasın. Arzunuz
Allah'ın rızası olsun. Bütün imanınızın, ibâdetinizin, amelinizin karşılığı
Allah rızası olsun. Allah âkibetinizi hayır getirsin. Cenabı Hak ömrünüz
boyunca bu muhabbetinizi muhafaza etsin. Rabbim artırsın, eksiltmesin. Muhabbet
Allah sevgisi tabi. O bizi sevdi. Yarattı ki biz de onu sevelim. Tabii diledi,
yarattı. Diledi demek isteği demek, isteği demek sevmesi demek. Onun için bütün
bu varlıkları Cenabı Hak istedi yarattı, diledi yarattı. Peygamber Efendimizi
muhabbetinden yarattı. Kâinatın Efendisi, dünya, âhiretin de iki cihanın
Efendisidir. Bütün zâhirde, bâtında, bilinip görünenler; bilinmeyenler,
görünmeyenleri Cenabı Hak kim için halketti? Habîbi için, O'nun hürmetine
halketti. Cenabı Hak: "Habibim, seni halketmeseydim, bu varlıkları
halketmeyecektim." buyuruyor. Bütün karada, denizde, havada olan canlıları
onun için yarattı. Sadece insanları değil. Her zaman Mevlid-i Şerifte
dinliyorsunuz.
Pes
Muhammeddir bu varlığa sebep.
Sıdk ile A’nın rızasın kıltaleb
Efendim,
sultanım rûh-ı revânım
Ne mümkün
ayrılmaz çıksa da canım
Alemde
kainat düşmanım olsa.
Efendim diyor: Bir insan
meşâyihini seve! seve! seve! Meşâyihinin rûhu da onun rûhu olur. Hani rûhlarda
ayrılık, gayrilik yok ya.
Dönmezem
bin kat öldürseler.
Benim bin tane canım olsa da bin
defa öldürseler yine de seni terketmem, diyor. Yine de ayrılmam senden, diyor.
Bütün bu millet sana düşman olsa ben senden ayrılmam. Bunların bir olmuşu var.
Bir geçmişi var. Çok kitaplarda yazılmışı var.
Meşâyihlerden birisi rüyasında
görmüş olduğu Rum kızına âşık oluyor. Diyor ki:
—Ben onu almaya gideceğim. Belki
beni dinlerine davet ederlerse dinlerine de gireceğim. Siz de kendinize başka
şeyh bulun. Serbestsiniz, diyor.
Hepsi bırakmışlar. Gitmişler.
Bir tane mürid onunla kalmış. Diğerleri sormuşlar:
—Sen niye gelmiyorsun? O da
demiş ki:
—Ben ayrılmam şeyhimden. O hangi
dine girerse ben de ona girerim. O nereye giderse ben de giderim, demiş.
Neyse gelmişler o Rum iline.
Kızlarını istemiş. Onlar demiş ki:
—
Sen Muhammedîsin. Dinimize
girecek misin?
Dinlerine girmiş. Haç takmış,
domuz eti yemiş. Domuzları gütmüş. Bunu denemek için yedi sene takip etmişler;
acaba tamamıyle döndü mü diye. Ancak yedi sene sonra kızlarını veriyorlar. Kızı
aldıktan sonra o da Müslüman oluyor. Bu arada kendisi ile beraber giden, o bir
tek müridi şeyhi uyurken âşikâr olarak görüyor ki şeyhinin ağzından bir kara
kuş giriyor. Beyaz kuş çıkıyor. Ama şeyhini yine terk etmiyor. O Rumlara hizmet
ederken, o bir tek müridi de şeyhine yedi sene hizmet ediyor. Yedi seneden
sonra Rum kızını alıyor. O müridi yine görüyor ki: Şeyhi uyurken bu defa
ağzından o kara kuş çıkıyor. Beyaz kuş giriyor. Fakat bu defa çok terakki
ediyor. Yani daha evvelki terakkisinden yüz misli daha terakki ediyor. Niçin
terakki ediyor? O geçirdiği yedi yılı gözünün önüne alıyor. Ağlıyor, ağlıyor.
Gözünden günahı silememiş. O da onu yükseltmiş terakki ettirmiş. Allah'a
yalvarmış. İşte böyle efendiler. Bu zamanda bize böyle bir nimet vermiş.
Allah'a çok şükür. Mukayese için değil. Bugün meşâyihi olmayanların en âlimi
bile, meşâyihi olanların en câhili kadar olamaz. Buna inanmak lazım.
Adamın bir tanesi bir müride
soruyor?
—
Şeyhini mi çok seviyorsun?
İmamı Azam'ı mı?
—
Mürid hiç çekinmeden şeyhimi
çok seviyorum, diyor.
O zaman adam bir sürü hakaret
ediyor. İmam-ı Azam'ı methediyor. Bu müridi suçluyor, mürid hiç sesini
çıkarmıyor.
Tekrar karşılaşıyorlar. Bu adam
gel diyor.
—Sana bir sürü hakaret ettim.
Hiç karşılık vermedin. Bana hakkını helal et ama nasıl oluyor da İmam-ı Azam'ı
bu şekilde düşünüyorsun. İmam-ı Azam İslamın nuru. Bütün İslâm âlemi için büyük
bir kimsedir. Dünya üzerinde sevilen bir kimsedir. Bir mezhep reisidir, diyor.
Sen şeyhini sevebilirsin. O sevgi sana aittir diyor. Bu derece direnmende senin
delilin nedir? Mürid diyor ki:
—Ben kırk senedir İmam-ı Azam'ın
mezhebi üzerine amel işliyordum. Hiçbir kötü ahlâkımdan geçemedim. Kırk gün
oldu şeyhime hizmet edeli hepsini terk ettim. Onun için şeyhimi çok seviyorum,
demiş.
Cenabı Allah yüz yirmi dört bin
Peygamber göndermiş. Bunlardan sadece sekiz tanesine kitap indirmiştir. Diğer
Peygamberler Allah'ın emirlerini kullarına ilham yoluyla bildirmişlerdir. İşte
ledünni ilmi budur. Velilere kitap indirilmemiştir. Fakat onlar da Allah'ın emirlerini
ilham yoluyla bildirirler. Veliler dilleri ile konuşmaz, Onların kalpleri
konuşur.
Bir Müslümanın, bir insanın
mürşidi olmazsa şeytan onu amel varlığına düşürüyor. Firavun niçin tanrılık
davasına düşmüş? Şeytan ona şöyle demiş:
—Sen insan değilsin. Sen beşer
değilsin. Sen hiç hastalanmıyorsun. Ne başın ağrıyor? Ne dişin ağrıyor. Sen
ihtiyarlamazsın da.
Bir rivayete göre Firavun çok
uzun süre yaşamış. Hiç yaşlanmamış. Ağzının içerisinde otuz iki dişinin bir
tanesine bir zarar gelmemiş.
Peygamber Efendimiz Miraç
yaptığı zaman yükseldi Allah'a gitti. Cenabı Hak:
—Habibim bana hediye ne
getirdin? Diye sordu.
—Yâ Rabbi sen Ganisin. Ben
fakirim. Fakirlikle geldim. Yokluğumla geldim. Zengin sensin. Fakir benim. Sen
ihsan sahibisin. Muhtaç benim.
Allah'ın o kadar hoşuna gitti
ki.
—Ya Habibim! Bana çok makbul bir
hediye getirdin.
Onun için, “Kişi noksanını
bilmek gibi irfan olamaz.”
Hanımlarda da vardır. Beylerde
de vardır. Görülüyor, giyinmesinden, yürümesinden belli oluyor. Sanki krallık
sahibi, o kadar kibirli, o kadar gururlu. Hâlbuki onların hiç kurtulacağı
yoktur.
Neden?
Allah buyuruyor ki “Her kim
Allah için alçalırsa, biz onu yükseltiriz. Her kim tekebbür sahibi olursa onu
da hakîr, yoksul yaparız.” Onun için Müslümanın en büyük ameli tevazudur.
Tarikatlı olsun veya olmasın en büyük amel tevazudur.
İbrahim Hakkı Hazretleri
buyurmuş ki:
Her
gördüğün Hıgır bil
Her geceyi
Kadir bil
Fırsatı
ganimet bil
Görelim
Mevlâ neyler
Neylerse
güzel eyler
Diyor ki:
Ey insan! Gururlu, kibirli olma.
Herkesi de kendinden üstün gör. Herkesi kendinden yüksek gör.
Evet, Hızır da Allah'ın kulu ama
Ab-ı Hayat suyu içmiş. Kıyamete kadar ölüm yok. Allah tarafından yetkilidir.
Her daralana yetişir. Suda boğulacaksa, ateşte yanıyorsa, kurtarılacaksa veya
bir trafik kazasından kurtarılacaksa Hızır Aleyhisselam yetişir. Allah onu
yetiştirir. Ama mürşidi olmayanlar içindir bu. Mürşidi olanların Hızırı,
Mürşididir.
Müridin bir tanesi bir camide
temizlik yapıyormuş. Hızır Aleyhisselam onun karşısına geçmiş.
—Bak yüzüme.
—Benim bakacak yüzüm var, demiş
—Ben Hızırım.
—Benim Hızırım da var, demiş
—Senin Şeyhine feyiz veren
benim.
—Ben feyzimi şeyhimden alırım,
demiş
Ne yaptıysa çaresiz, onu yüzüne
baktıramamış.
Şöyle bir ifadede bulunmuş:
Şöyle ki
Allah 'tır sözü
Biryüzdedir
iki gözü
Yandı,
tutuştu bu özü
Benim ancak sözüm Allah'tır.
Zikrim Allah'tır. Ama iki gözüm de bir yüzdedir. Ben bir yüze bakarım. İki yüze
bakmam.
Buradaki “Her gördüğünü Hızır
bil.” anlamı, tarikattaki maksadı mahviyete düşmektir. Tarikat bilmek değil,
düşmek. Tasavvuf bilmek değil, düşmek. Bildiklerin bitecek. Eğer bildiklerin
bitti ise sana Cenabı Hak bilmediklerini öğretecek, senin bildiklerin sana
Hak'tan daha hayırlı değil. Hak'tan hayırlı bildiklerini bildiren Allah. Cenabı
Hak ne buyuruyor:
“Herkes bildiğinin alimidir.
Herkes bildiği ile amel ederse, bilmediklerini biz Azimüşşan ona öğretiriz.”
Burada iki anlam var. Zahirde
mürşidi olmayanların anlamı başka, tasavvufta mürşidi olanların anlamı
başkadır.
Zahir: Şeriattır, cesededir.
Bâtın: Tarikattır, ruhadır. Ruha
olduğu için görünmez. Gören söylemez. Söylese bilinmez. Onun için:
Derûnun
derdini her yerde açma
Var ise
gevherin meydana saçma
Ki her
suyu hayattır diye içme
Esrar: Sır olan bir şey.
“Sırlarını açma!” diyor.
Cevherin var onu da saçma.
Fakat su nedir? Güzel amelin ve
hayallerin veya cezbeli hallerin. Cezbe sahipleri. Bu kelam onlaradır.
“O cevherini saçma kaparlar.
Elinden alırlar.” Nedir o? Allah sevgisi, Allah aşkı. Onu gizle, taşırma.
Köpürüp
kapağını atma derviş
Sabreylepişip
kemale eriş
Mevlâna:
“Hamdım, yandım, piştim” demiş.
Pişince olgunlaşıyor. Ama pişmediği zaman hamlık var. Sabret ki pişesin. Sende
bir ateş var. Seni yakıyorsa, sabret ki pişesin. Piştikten sonra daha sende bir
şey kalmaz. Evet, cezbeye muhalif değiliz. Bizi cezbe aldığı zaman annemden
başka kimse yanımda kalmıyordu. Hepsi kaçıyordu. Hanım bile yanımdan kaçardı.
Kardeşler, bacılar hep kaçıyorlardı. Bir de gözlerimi açıyordum ki başım
annemin dizinde. Tavuğun başını kesip bırakınca nasıl çırpınırsa öyle bir cezbe
vardı.
Cezbede bir varlıktır. Ondan da
geçmek lazım. Cezbe aşktan doğuyor. Muhabbetten doğuyor.
İnsanın kalbinde olan aşkı kalbi
almıyor, taşırıyor. Onu taşırmamak lazım ki kalbi genişlesin.
Evet, cezbe aşktan geliyor. Ama
aşkın sınırı yok.
Bu aşk bir
bahr-i ummandır,
Buna haddi
kenar almaç
Delilim
sırrı Kur'an'dır
Bunu
bilende ar olmaz
Aşkın derinliği de bilinmez.
Kenarı da bilinmez. Kur’an’daki sır nedir? Koskoca Kur'an 6666 ayet 114 sure,
onda bir esrar var. 6666 ayeti insan okur. Kur'an'ın sırrını anlayamaz. Ne hoca
anlayabilir. Ne Hacı anlayabilir. Ne hafız anlayabilir. Ancak aşka duçar
olanlar Kur’an’ın sırrını anlar.
Nakşibendi Efendimizin çok
halifeleri vardı. Birisi de Muhammed Parisa Hazretleri idi.
Parisa: Genç demek, civan demek.
Bir gün Nakşibendi Efendimiz
evinde otururken Muhammed Parisa on sekiz yaşında kapıya gelmiş. Kapıyı çalmış.
Hizmetçilerine demiş ki:
—Çık bakayım kapıda kim var?
Görevli gelmiş demiş ki:
—Bir Parisa yani bir genç var.
—Sen Parisa imişsin demiş.
Bu Parisa ismi oradan kalmış.
Onu çok seviyormuş. Bu yol yokluk yolu. Nakşibendi Efendimiz Reis-i Evliyadır.
Ne kadar evliya varsa hepsinin başıdır. Böyle iken Muhammed Parisa'nın
ayaklarının altına yüzünü iki defa koymuş.
Birisinde çamur karıyorlarmış,
yaz mevsimi.
—Evleri yıkın, demiş.
Yıkmışlar. Yazlığa göre ev
yapıyorlarmış. Sonbahar gelince de kışlığa göre yapıyorlarmış.
Bir gün ihvanlar demişler ki:
—Efendim yazın yazlıkta oturalım
kışın kışlıkta oturalım. Evleri yıkıp yapmayalım, demişler.
—Size hizmet olsun diye
yaptırıyorum, demiş.
Hizmet de üç çeşittir.
3-
Hem mal, hem beden ile
hizmet. Bedenen hizmet daha makbul oluyor.
—Hizmet göresiniz. Himmet
alasınız yoksa benim sizin çalışmanıza ihtiyacım yok, demiş.
Orada bir küfe varmış. Ona
taşları doldurmuş. Taşımış ve demiş ki:
—Bizim sizin çalışmalarınıza
ihtiyacımız yok.
Yine bir yaz mevsiminde. Ustalar
tutulmuş, çamurlar karılmış, evler yapılıyor. Nakşibendi Efendimiz de biraz
istirahat edeyim demiş. Herkes de istirahate çekilmiş. Muhammed Parisa
Hazretleri de çamur kararken küreği döşüne dayamış, kendinden geçmiş.
Nakşibendi Efendimiz dolaşmış bakmış ki, herkes istirahatte. O ayakları çamurun
içerisinde. Kürek döşünde kendinden geçmiş vaziyette. Hemen ayaklarına yüzünü
koymuş.
—Yâ Rabbi
bu çamurlu ayaklar yüzü hürmetine Bahaddine rahmet et. Demek ki Allah'ın en
hoşuna giden şey: Acziyetimizi bilmek. Mahviyete düşmek. Allah bundan razı
oluyor. Cenabı Allah eğer amelden razı olsaydı, üç yüz sene ibadet yapan
Bağrani imansız gitmezdi. Bu kadar ibadet yapıyor da niçin imansız gidiyor.
Çünkü ibadet bir emirdir. Emir yerine gelecek. Yoksa Allah'ın ibadete ihtiyacı
yoktur. İbadet varlığı Allah'ın hiç hoşuna gitmez. Resûlullah Efendimizden
sonra Allah İbrahim Aleyhisselam'ı çok seviyordu. Ona da “Dostum” dedi. “Manası
çok sevmek” demektir.
Amelden mertlik var, maldan
mertlik var. Maldan daha üstün olan amel mertliği. Amelden daha üstün olan
beden mertliği. Beden mertliğinden daha üstün olan can mertliği. Ancak Allah
için olur. Ama çok kıymetli olduğu için veremezsin. Zaten vermesen de Allah o
canı alacak. Verirse merttir, vermezse fakirdir. Canı Allah verir, Allah alır.
Ama o almadan vermek lazım. Kendini ateşe atacak değil, ama varlığından
kurtulacak. Terk-i can olacak.
Terk-i dünya, terk-i cisim,
terk-i ukba, terk-i can.
Başını top
eyleyip gir vahdetin meydânına
Kıl gagayı
Kerbelâ gir kendi nefsin kanına
Kerbelâ kazası niçin burada
zikrediliyor? Çünkü Kerbelâ gazası geçmişte ve gelecekte, bütün ehl-i imana
büyük acı duyurmuş.
Salih Baba ne buyurmuş?
Kerbelâ'dan
eksik olmag nâremig
Sanki kendisi de karışmış gibi
nâre vuruyor.
Bu nâre nedir? Can, cezbe. Bütün
ehl-i aşka duçar olanlar var ya Allah aşkına duçar olanlar.
Evet, zahir emirde Muaviye
sahabedir. Resûlullah Efendimizin de kayınıdır. Ona zahirde bir şey söylenmez.
Ama, Ehl-i Aşk olanlar onu sevmezler. Ehl-i aşka duçar olanlar bu acıyı
çekerler, duyarlar. Onun içm:
Kerbelâ'dan
eksik olmaz nâremiz
Ehl-i aşk olmayanlar bilmezler.
Anlayamazlar.
Kerbelâ vakası bütün ehl-i imana
acı duyuracak. Geçmişte ve gelecekte demek ki nefsine kıyanlar Kerbelâ vakasını
işliyorlar.
Seyr kıl
uşşak-ı Mevlâ nice kıyar canına
Seyret. Seyret ki bak. Uşşak-ı
Mevla: Allah'ın aşıkları. Nasıl kıyıyorlar canlarına.
Terk-i can
etmektir ancak aşk u sevdâdan garaz
Nasıl kıyıyorlar canlarına?
Allah için her arzudan geçmişler. Manevi arzulardan geçmişler.
Makamdan, mevkiden, ilimden,
mallarından, evlat sevgisinden, hepsinden geçmişler, canlarından da geçmişler.
Terk-i can oluyorlar. Terk-i can
olmayan cânanı bulamıyor. Allah: “Kulum ver beni de al beni.” buyuruyor.
Ne buyurmuş
Kelam-ı Kibar'da:
Aşkın odu
yüreğimde
Neler
eyler neler eyler
Bugün ben
bir dertli gördüm
Bu derdimden haber söyler
Gelin ey
dertliler gelin
Bu
derdimden sig de alın
Dertli
bilir dertli halin
Ya
dertsigler burda neyler
Yani aşka duçar olan kimse bilir
âşığın halini. Aşkı olmayan bir kimse onun yüzüne güler. “Bu deli olmuş” der.
Aşk insanlarda en büyük bir nimettir. En büyük nimete ulaştırır insanları aşk.
Çünkü aşkı olmayan bir insan Allah'ı bulamaz. “Allah'ı seviyorum” der.“ Allah'ı
buluyorum” der. “Allah'ı biliyorum” der. Ne sevgisi yeterli, ne bulması
yeterli, ne de bilmesi yeterli. Ancak Aşk insanları Allah'a hakke’l-yakîn
bildirir. Aşk insanlara Allah'ı hakke’l-yakîn buldurur. Aşk insanlara Allah'ı
hakke’l-yakîn sevdirir.
Peygamber Efendimize Cebrail
vahiy getiriyordu. O vahiy O'na kâfi değil miydi? Okuyabilirdi ayetleri,
onlarla amel işleyebilirdi. Kur’an-ı Kerîm'in anlaşılmayan bir tarafı var.
Zahiri var, batını var. Zahirini bütün halka anlattı, bildirdi. Bâtınını
kendisi yaşadı. Neydi:
İlim ile
Allah bilinir.
Amel ile
Allah bulunur
Aşk ile
Allah görülür.
Ne yaptı? Kırk gün Nûr Dağı’nda
kendisini hapsetti. Taşın içerisinde ayakta durursa başı taşa değer. Başını
eğecek ki durabilsin. Kırk gün Allah'ı zikretti. Vermiş Allah'a kendisini.
“Gözüme canlı bir şey görünmesin, kulağıma hiç bir şey gelmesin.” diye gitti.
Bir böceğin çabalaması bile gözüme görünmesin. Bir sineğin çabalaması bile
gözüme görünmesin. Burada kırk gün kaldıktan sonra Miraç O'na emroldu.
Mevlid-i Şerifte ne buyuruluyor?
Gel
Habibim sana aşık olmuşam
Bir de buyuruyor ki:
Gece
gündüg durmayıp isteyû
Ne olakı
görsem Cemâl’in deyû
Ey Habibim! Gece-gündüz durmadan
benim cemâlimi görmeyi istiyordun. İşte geldin, gördün. Sen bana aşıksın. Ben
de sana aşık oldum. Çünkü Cenabı Hak Resûlullah'ı muhabbettinden yarattı.
Habibim ben seni muhabbetimden
yarattım. Sevdim yarattım. Övdüm yarattım.
Öyle ise bizde ne var? Bizim
Miraç yapmamız nasıl olacak?
Bizim Miraç yapmamız şöyle
olacak.
Çok çektim
ise iftirâk
Kalmadı
gönlümde merâk
Aşkım bana
oldu Burâk
“İlmim Burâk oldu.” demiyor.
“Amelim Burâk oldu.” demiyor.
Fakat ilimsiz amelsiz olmaz.
İlimle amelle gidilmeyen yere aşkla gidiliyor. Bir kısmı da ilimle amelle
gidiyor.
Çünkü ilim bilmek, amel
yaklaşmak. İnsan bir şeyi bilecek ki, onun sa’yında bulunsun. O'nun yolunu
arasın. Ona ulaşma çarelerine baksın.
Bilinecek
Allah.
Bulunacak
Allah.
Görülecek
Allah.
Gösterecek Aşk'tır. Çünkü ilim,
amel perdedir. Kendi ilmi kendisinin perdesidir. “Ben biliyorum.” demesi
perdesidir.
Onun için Mevlana'yı Şems gelmiş
irşad etmiş. Nasıl irşad etmiş? Bunun aslı şudur. Çok rivayetler var ama
hakikati şudur.
Şems'in hocaları vardı.
Meşayihlerde de tebliğ memuru var. îrşad memuru var. Kutup var. Gavs var.
Şems'in hocası Gavs imiş, Kutbu’l-Aktab imiş. Onun müridlerinden irşad
memurları varmış. Her tarafa gidip irşad ettiren görevli.
Şems gibi çok
memurları varmış. Onlara sohbet ederken buyurmuş ki: —Konya Müftüsü Mevlana’nın
irşad zamanı geldi. Kim gidip onu ilimden geçirecek? îlmi perdeledi onu. Gitti,
gitti, orada kaldı. Onun ilmini kim elinden alacak ki irşad olsun. O zaman
Şems:
—Ben gideyim Efendim, demiş.
Ben gideyim demesinden dolayı
mübarek bunu cezalandırmış. Sukutte dursaymış yine onu gönderecekmiş. Sağlam
döndürecekmiş. Ben giderim dediği için:
—Başlı gide, başsız gelesin,
demiş.
Cezalandırmış. Mevlana’yı irşad
etmiş. Başı da gitmiş. Ve başını kesmişler. Gövdesi ile başını kapmış gitmiş.
Olur mu? Amenna ve Saddakna.
Velilerin bir konuşması vardır
ki harfsiz, sessiz. Gözlerini yumarlar birbirleri ile konuşurlar. İkisi de ilim
sahibi olacak ki konuşabilsinler.
Noksan sıfatlar nedir? Halk
edilen. Var edilen.
Kemâl sıfat, var eden.
Görünmeyen bir şey akla gelmez.
Cenabı Hak görünmeyenleri bize
kitabında bildirmiş. Ama hayal edemiyoruz. Meselâ: Melekler, cisimleri
nasıldır, görüntüleri nasıldır, bilemiyoruz. Cenabı Hak kitabında bildirmiş.
Biye
deryâ-yı vahdetten haberler söyleyen gelsin
Hakikat
güllerin görüp biyi mest eyleyen gelsin
Hakikat gülü, Evliyaullahta
vardır. Bütün kelâmlarda geçiyor. Evliyaullah'tan bahsediliyor.
Zahirdeki gülü de Cenabı Hak,
Peygamber Efendimizin terinden halketmiş.
Bir de Peygamber Efendimizin
vechinin terinden halkedilen ervâh var. Yüzünün terinden. Öyle ise ervâh
velâyet sahibi. Evliyaullah’ta göremediğimiz, bilmediğimiz bir şey varsa, işte
hakikat gülü odur.
Hakikat güllerini kim görür?
Ancak hakikata dahil olanlar görür. Hakikate kim dahil olur? Tarikatı yaşayan
dahil olur. Tarikatı olmayanlar hakikata dahil olamazlar. Hakikat güllerini
göremezler.
Mest olmak iki türlüdür:
1-
Nefsani mest olmak. Alkollü
içkilerle. Bunu Cenabı Hak men etmiş.
2-
Allah sevgisi ile Allah
aşkı ile ruhta da bir mestlik oluyor. Onda da bir keyif, bir zevk meydana
geliyor. Bunu ifade ediyor.
Hakikat güllerini kim görür?
Evliyaullah’ın velayetini gören görür. Evliyaullah’ın cesedinin içinde bir
cisim vardır. Onu gören görüyor.
Ayrıca velilerin de hakikat
güllerini görmesi vardır.
Bilmem
neden terkeylemiş
Cânân
ilini ilini
Gülün
görmüş lâl eylemiş
Şirin
dilini dilini
Öyle bir nimet ki ilini terk
edip gidiyor. Bu değil.
Dünyayı terk edip gidiyor. O da
değil.
Memleketini terk edip gidiyor.
Bu da değil. Cismini terk edip gidiyor. İşte bu.
Ne terk ediyor? Ruh cisimden
çıkıyor. Dilini lâl eylemiş. O ceset perde bize. Hakikati göstermiyor. Bizim
ruhumuzu görecek nimeti ceset perdeliyor, göstermiyor.
Bilmem
neden terkeylemiş
Cânân
ilini ilini
Gülün
görmüş lâl eylemiş
Şirin
dilini dilini
Gülden mana, bir mürid. Rabıtayı
nakş-i cemâlinde görünce her şeyi terk eder. Her şeyi yok eder.
Biye
deryayı vahdetten haberler söyleyen gelsin
Hakikat
güllerin görüp biyi mesteyleyen gelsin
Ne bilsin
hâl-i aşkı mekteb-i irfana girmeyse
Bu
meydan-ı muhabbettir başın top eyleyen gelsin
Hâl-i aşkı nasıl anlasın.
Mekteb-i irfana girecek ki o zaman aşkı da bilsin. Aşkın ahvalini de bilsin.
Mekteb-i aşk: Gönlünü dolduran.
Gönlünde tecelli eden Allah sevgisi.
Gönlünde tecelli eden Allah'ın
nuru.
Ne bilsin
hâl-i aşkı mekteb-i irfana girmeyse
İnsanların herşeyi satacağı
meydanlar vardır. Göstermek için de meydana çıkar. Güreşçiler de meydana
geliyor.
Başını top eyleyen kimler? Allah
sevgisi ile meydana giriyor. Bir meydan ki başından, canından geçiyor.
Başını top eyleyen gelsin demek
başın kesilmesi. Başından canından geçmiştir. Nerede? Muhabbet meydanında.
Muhabbet Meydanı: Allah sevgisi,
Resûlullah sevgisi.
Boyandı
kana dil şehri kuruldu Kerbelâ cengi
Dil Şehri: Gönül.
Aşk insanları yakar. Ciğerlerini
de kavurur.
Yürek kanı
şarâb oldu ciğeryandı kebâp oldu
Gönül
şehri harâb oldu seni arayı arayı
Boyandı kana dil şehri: Onda
öyle bir sevgi var ki o sevgi için her şeyi yok etmiş.
Bu kelamlarda çok manâlar var,
çok hakikatlar var. Aşka düşen insanlar bunları yaşamışlar. Nerede? İç
aleminde.
Güneş bizi aydınlatır, ışık
verir. Önüne bulut gelirse ışık kesilir. Bizim gönlümüzü de Allah sevgisi
nurlandırır. Eğer gönlümüze de Allah'tan başka sevgiler dolarsa, güneşin önüne
gelmiş bulut gibi kalbimizin nuru kesilir.
Velîde Allah'ın sıfatları
tecelli edince onu kılıç kesmez, ateş yakmaz, iğne batmaz.
Varlık
dağın delmeyen
Ağlar iken
gülmeyen
Şeyhini
Hak bilmeyen
Düşer
hüsrâna sâkî
Hüsrân: Zarar.
Kur'ân-ı Kerim'de Cenabı Hak:
“İnsanlar hüsrânda, zararda”
buyuruyor.
Şeyhini Hak bilmeyen mahviyete
düşemez, yokluğa düşemez; ilim varlığına düşer. Mürşidi olan zarara uğramaz.
Bazı çocuklar vardır. Küçükken
bir şeyler alıyorlar, satıyorlar, para kazanıyorlar. Ama o kazandığı parayı
zayi ediyorlar, kıymetini bilmiyorlar.
Bir baba evladının her gün
kazandığı parayı elinden alsa, biriktirse, sıkıverse değerlendirmiş olur. Eğer
elinden almazsa, her gün kazandığını çocuk harcar, elinde bir şey kalmaz. Bunun
gibi, mürşidi olanların amelini mürşit eline vurur, elinden alır. Onu amel
yokluğuna düşürür.
Onun için:
Kapısına
varanlar olur şad
Bilir
nefsi ile Rabbısını olur irşad
...
Her kimki
tuttu destini
Soyunda
varlık postunu
Buldu
hakikat dostunu
Bildi bu
dünya fanidir
Her kim ki Evliyaullah'ın
elinden tutarsa varlık postunu atar.
Bir başka kelam:
Gelin ey
yar-ı sadıklar
Bu meydanı
muhabbettir
Siz yar-ı sadıksınız. Bilin
iyice ve birbirinize sahip olun. Buraya gelmenizi, bu sevginizi, muhabbetinizi,
bu amellerinizi de kendinizden bilmeyin. Bunun Allah'ın lutfu ihsanı olduğunu
bilin. Pirlerimizin himmeti olduğunu bilin. Nimetinizin kıymetini bilesiniz.
Yoksa elinizden alırlar.
Hidayet, Allah'ın iman nasip
etmesidir. Allah bir kulunu inananlardan halk etmişse, ona hidayet olmuştur.
Bunu zayi etmeyelim. Onun kıymetini bilelim. Onun çok büyük bir nimet olduğunu
bilelim. Kârını da elde edelim.
Kârı nedir? Kemal'dir. Kemal
nedir? Olgunlaşmak, olgunlaşmak.
Dünyaya
geldim gitmeye
İlim ile
hilm yetmeye
Aşk ile
can seyretmeye
Bunlar Türkçe, burada anlaşılmayacak taraf neresi?
Aşk ile
can seyretmeye
Rumuzlu olan tarafı burası.
Rumuzunu bilenler var. Bize
açıklıyorlar. Zaten bu rumuzu bilmeselerdi, açıklamasalardı, biz buraya
toplanmazdık. Bu şuur bizi buraya topladı. Yoksa camiler var, hocalar var,
vaizler var, ibadet yerleri var.
Vaiz insanları irşâd ettirmiyor.
Ama bazı kötü ahlâklarından geçiriyor. Tasavvufa girmezsen olgunlaşamazsın.
Kâmil bir insan olmak için hakikate ulaşacak. Her hakikate ulaşanlar, marifete
ulaşamıyorlar. Hakikate ulaşan her insan kâmil insandır. Kâmil insanlardan
seçilen marifete ulaşır. Kâmillerin seçilenleri kâmil-mükemmil olur.
Kâmil: Yetişmiş olan. Kâmil
Mükemmil, hem yetişmiş, hem yetiştirmiş. Fakat kâmil yetiştiremiyor. Arasında
dağlar gibi fark var.
Kamil Mükemmil: Hem yetişmiş.
Hem yetiştiriyor.
Dünyaya
geldim gitmeye
İlm ile
hilm yetmeye
Allah bize akıl vermiş.
İnancımız da var. Ahirete inanmayanlar, kâfirler için sadece maddiyat var. Her
şey onlar için madde. Onlar: “Yok olunur, tekrar var olunmaz.” diyorlar. Her
inananın hayrı-şerri kabullenmesi lazım.
Dünyaya
geldim gitmeye
Niye gelmiş? Niye gidiyor?
İlm ile
hilm yetmeye
İlimden manâ nedir? Allah'ı
bilmektir. Allah'a itaat etmektir. Kim Rabbısını biliyorsa, kim Rabbısına itaat
ediyorsa o güzelleşiyor. Kim Rabbısına itaat ediyorsa insan odur; bilmezse
itaat etmezse insan sayılmıyor. Mademki bu insanları Allah bilinmesi için
halketmişse bilecekler. Burada bilmeyenler ahirette bilecekler. Ama ahirette
bilmeleri kurtuluş değil. Dünyada bilmeleri kurtuluştur. Cenabı Hakk’ın ilmine
güç yetmez.
“Biz bilsinler diye insanları
halkettik.” buyuruyorsa, bilmek mecburiyeti vardır. Şimdi diyeceksiniz ki:
— Madem öyle ise niçin Allah'ı
tanımayanlar var?
—Onlar da bilecekler.
Kelamda ne buyrulmuş:
Ey zühd
ile veren bana tebşîre-i cennet
Biz
münkir-i Mevlâ değiliz nâra ne minnet
Bu ibadet edenlere. Cennet için
amel işleyenlere.
Diyor ki: Ey züht, takva sahibi.
Beni niçin cennetle
müjdeliyorsun? Ben ibadetimi cennet için yapmıyorum.
Beni cehennemle niye
korkutuyorsun? Ben Allah'ı inkar edenlerden değilim.
Âşık
olanın maksûdu matlûbesi rü’yet.
Âşık: Allah'ı sevendir. Kim
Allah'ı seven?
Mal, evlat, makam, mevki, ilim,
amel... Bunların hepsinden geçen. Hiçbir arzu olmaz onda. Evlattan çok
sevdiğimiz bir şey var mı? Evlattan da geçecek. Sevmeyecek mi? Sevecek, ama “Bu
bana emanettir. Emanete hıyanetlik olmaz. Allah'ın emri” diye düşünecek.
Bir hane reisi, hanımından da
mesul, çocuğundan da mesul, malından da mesul. Hepsinin bir hakkı vardır.
Hepsinin hakkını vermek lâzım.
Hepsinin hakkını ancak Allah'a
itaat etmekle verebilir. Hepsinden fazla Allah'ı seveceksin.
Hepsini de Allah için
seveceksin. Evladını mı seviyorsun, emanettir. Emanete saygı vardır. Zaten
sevilirse saygı gösterir. Sevilmezse saygı gösterilmez. Bir de seviliyor, sevgi
gösterilmiyor. Sayılıyor, saygı gösterilmiyor. Bu da var.
Bir insan bir şeyi Allah için
sevmişse, kâr da gelse sevecek, zarar da gelse sevecek ki o zaman sevmiş olur.
Sevdim
seni seydâ-yı cihân hayır ve şerde
Seydâ! Bizde seyyid deniliyor.
Şafilerde, kürt lisanında Seydâ deniliyor. Meşayihlere, büyüklere onlar Seydâ
diyorlar.
Âşık
olanın ciğeri yanar da pişer de
Âşık ise ciğer yanacak da
pişecek de. Âşıkların ciğeri dünyada iken yanar pişer.
Seni ben
bilirim ey cân ne cevher ma’denindensin
Seni ben bilirim ey Şah ne
cevher madenindensin
Anâsır
sâye-bânındırgebersin gîr ü bâlâyı
Ben senin ne kadar kıymetli
olduğunu biliyorum. Semayıda gezersin. Zemini de gezersin.
Sây-bân’ın bir anlamı da çadır.
Anâsır: Vücut.
Senin vücudun bir çadır. Bir
örtü gibi örtmüş. Neyi örtmüş? Ruhunu örtmüş. Herkeste bir ruh var. Ama
büyüklerin ruhu yükselmiş. Allah'a gidiş yolunu bitirmiş. Allah’tan gelen ruh
Allah'a ulaşmış.
Ruh Allah'tan bir vasıta ile
gelmiştir. Bir vasıta dersek de Allah'tan iki vasıta ile gelir. Bir cisminin
gelişi var. Bir de ruhunun gelişi var. Annenin, babanın evlenmesi ile ceset
oluşuyor. Ama bir çocuk dört aylık olunca onda can oluşuyor. Allah ona ruh
üflüyor. İki vasıta ile geliyor. Ama görünen birisi, bilinen birisi, ruh
biliniyor ama görünmüyor. Görünmeyen bir şeye de herkes inanmıyor.
Allah da görünmüyor. İnananlar
da göremiyor. İnanmayanlar zaten inanmıyor. Görünen bilinen Allah'tan geldik.
Bir vasıta ile geldik. Vasıta annemiz, babamız.
Allah'a gidilir. Nasıl gidilir?
Her ölen Allah'a mı gidiyor? Kâfirler de ölüyorlar. Onlar Allah'a mı gidiyor?
Hayır, hayır. Allah ulvidir. Allah'ın nârı var, nuru var. Onlar Allah'ın
gazabına duçar oluyor. Karanlıklara düşüyor, derinliklere iniyor.
Kitabın, âyetin bildirdiğine
göre gelişimiz de ikidir. Gidişimiz de ikidir.
Gelişimiz iki: Allah cesedi
topraktan halketmiş inananı, inanmayanı, zengini, fakiri, cahili, bilgilisini.
Hepsi topraktan halkedilmiştir. Ceset maddedir. Maddedir ama kıymetli madde
var, kıymetsiz madde var. Bir yerden çıkan madeni düşündüğümüz zaman, altında
bir maden, kömürde bir maden. Altının kömüre nazaran ne kadar bir kıymeti var?
İnsanlarda ya altın gibi cennetin ziyneti olacak ya da kömür gibi cehennemin
ateşi olacak. Bu Allah'tan iki gelişi bilemiyoruz. Ahmet'ten, Mehmet'ten doğdu.
Artık itaat etsin, isyan etsin. Nasıl ise öldü gitti. Alim olan nasıl gelip
gittiğini biliyor. Onun için farklı oluyor. Sade cesedi geldi diye düşünmüyor.
Ruhu da biliyor. Ruh çok kıymetli bir şey. Affedersiniz düşmüş nefse, düşmüş
pisliğe. O ruh pisliği taşıyamaz. Pislikten kurtulacak temizlenecek ki o zaman
ruh kıymetini taşısın. Ama pisliğin içerisinde onu taşıyamaz.
Evet, Allah’tan geliş iki. Bu
iki gelişi hepsi yapıyor.
İki gidişi hepsi gidemiyor. Bir
kısmı cehenneme gidiyor. Allah cenneti kazananlara cemalini gösterecek. Nurunu
gösterecek. Cennette bölüm bölüm. Cenneti isteyenler cennette kalacak, cennetin
süsü var. Zevki safası var. Cennetten de geçmek lâzım. Cennetten geçmeyen
Allah'ın cemâlini göremeyecek. Cennet haktır. Allah cennetini methediyor.
Cehennem de haktır. Kur'an'a her inanan bunu bilir.
Ey yühd
ile veren bana tebşire-i cennet
Biy
münkir-i Mevla değiliz nâra ne minnet
Ey vaaz, nasihat eden hoca! Bana
niye cenneti methediyorsun? Ben cennet için kulluğumu yapmıyorum. Niye cehennem
ile beni korkutuyorsun? Ben münkir değilim. Allah'ı inkâr edenlerden değilim.
Ben Allah'ı seviyorum. Niçin seviyorum? Cemâlini göstersin bana diye. Cemâlini
göstersin de cehenneme koysun. Allah'ın cemâlini göreni cehennem yakar mı?
Koca ateş neden İbrahim
Aleyhisselam'ı yakmadı?
Allah'a gidiş de ikidir:
Bir var ki zengini, delisi,
akıllısı cismi ile gider. Toprağa girer, o cesedi toprak eritir.
Her şey aslına rücu eder. Her
şeyin aslı topraktır. Toprağa iniyor. Ruhun da gelmiş olduğu bir yer var. Orayı
bilmek lazım, ora için çırpınmak lazım ki oraya gidebilsin. Allah'a gitmek için
bütün arzulardan geçecek. Dünya, ahiret, cennet arzusu. Hepsinden geçecek. Bir
kere dünyayı terk etmeyen ahireti kazanamaz. Mümkün değil, bunların ikisi de
âlemdir. Dünya da bir âlem, ahiret de bir âlem. Bu insanlar dünyadan
geçiyorlar, ahirette kalıyorlar.
Dünyaya insanlar niye gelmiş?
Gitmek için. İlim sahibi olmak için. İlim Allah'ı bilmektir. Allah'ı bilen
güzelleşiyor. Ama bir de aşk ile can seyretmek var. Allah aşkı kulun bir Miraç
vasıtasıdır.
Çünkü Peygamber Efendimiz
Miraç'a bir vasıta ile gitti. Ne ile gitti? Burak'la gitti. Burak'la nereye
kadar gitti?
Bir makama kadar gitti. Orada
Burak da kaldı. Cebrail de kaldı. Gidemediler. Ama Peygamberimiz daha çok
gitti. Tarikat demek:
Bir mürşide
gidip O’nu tanımak. Bir mürşide gönül vermek. Mürşidi sevmek. Mürşidi saymak.
Onun duasını almak.
Firakı yâr
ile âh û enîn ol
Ah u enîn: Ağla, sızla.
Yâr: Çok sevilen.
Niye seviliyor? Yardım geliyor.
Nasıl bir yardım? Dünyada senin evin yokmuş, ev almış. Paran yokmuş para
vermiş. Bunlar değil. Yardım seni nârdan kurtaran. Yanmak sadece ateşte yanmak
değil. İnsan çok sevdiğinden, canından fazla sevdiğinden ayrılınca, ateşten
şiddetli bir azabı vardır.
İnsanlar zenginliği niçin
istiyor? Temiz yemek, temiz giyinmek, zahmet çekmemek için istiyor. Fakat
Mecnûn ne yapmış? Yıllar boyunca yememiş, içmemiş, uyumamış. Dağlarda Leylâ,
Leylâ demiş, ağlamış, gezmiş. Sonunda Leylâ'nın aşkı onu ihata etmiş. Mecnûn
kendisini kaybetmiş, kendisini de Leylâ görmüş. Eşyayı, taşları, ağaçları hep
Leylâ görmüş. Kendisinden geçmiş. Hareketsiz kalmış. Kuşlar onun başında yuva yapmışlar.
Mecnûn’ugörün
n’etti Leylâ’daki, âh ile
Ferhad da
Şîrîn için gör neyledi dağ ile
Her birisi
bağlandı bir âhenîn bağ ile
..
Nimetimiz büyük, kıymetini
bilelim ki aşkımızı alalım. Bilmezsek elimizden alır. Bakıyorsunuz ki
bidayetinde bir aşk var, sarmış onu, çok güzel, insan gıpta ediyor. Bir de
bakıyorsunuz ki sönmüş. Aşkı kalmamış. Ama bu sönme ikidir. Birisi olmasın da,
birisi olsun.
Bir sönme var ki o aşkı
sindiriyor içerisine. Bir sönme de var ki kaybediyor. Allah “Ben kuluma bir
nimet veririm.” diye buyuruyor. “Kıymetini bilirse büyütürüm yoksa elinden
alırım.” buyuruyor. En büyük nimet aşktır.
Bazı cezbelilerin sonu gelmiyor,
onlar şöhretine gidiyor. Şöhrette afat oluyor, yani yok oluyor. Bu nasıl
oluyor? Ona çok kıymet veriyor. Ondan kendisinde bir gurur duyuyor, ona rağbet
veriyor. Cezbeye düşen kendisi rağbet etmesin başkası rağbet versin. Cezbeden
geçmek lâzım, cezbeyi sindirmek lâzım. Cezbeli insan cezbeden geçemezse kalbi
büyümez. Şimdi su bardağının bir su alma kapasitesi var. Bir damla fazla
koysanız taşacak. Senin koyacak suyun bol ise bardağı değiştir. Büyük bardak
al. Suyu da çok koy. Çünkü bardaktaki su taşar, taşırınca sahibi var, O kızar.
Bu
muhabbet sana Allah’tan gelir
Bütün aşkın, bütün ilmin, bütün
merhametin, adaletin de kaynağı Hz. Resûlullah'tır. Meşayih ondan alıyor, bize
veriyor. Meşayihimiz de doğru Resûlullah Efendimizden almaz. Şeyh Efendisinden,
Şeyh Efendisi Şeyh Efendisinden, ulaşır muhabbet Resûlullah Efendimize.
Görün
Salih bî hemtâyı gezerken kûhu sahrâyı
Gönül
buldu dilârâyı bu gavgâyı neder yâ Hû
Dilârâ: Gönlü sevgisi ile
dolduran sevgili. Gönül aradığını buldu.
Gönül neyi bulur? Gönlü sadece
ne tatmin eder? Cenabı Hak:
“Sizin kalbinizi ancak zikrullah
doyurur.” buyuruyor.
Zikrullah’ı tadan bir insan
ister ki kalbini Zikrullah'la doyursun. Başka bir şey girmesin. Hiçbir
düşüncesi olmasın.
İşte ne olmuş? Onda da gönül
azabı var. Hasta değil, fakir değil. Hiçbir taraftan huzursuzluğu yok. Ama
ister ki gönlünü daima Allah ile meşgul etsin. Oraya başka bir şey girmesin. Bu
kavga odur.
Yeter
ettin bu Salih’e itabı
Yani konuştun, konuşturdun,
azarladın, azarlattın.
Bir zaman
gösterdin yevmül-hisâbı
Zahirde “yevmü’l-beter” fermanı
var ya, Yevmü’l-beteri yaşıyoruz. Ama bilemiyoruz. O (Salih) bilmiş.
Ancak
kimler bilir? Tamamı ile dünyayı gönlünden çıkarmış. Dünya ile ilgili hiç bir
arzusu olmayan. Bilmeyen kim? Dünyayı seven, dünyada arzusu olan. Makam mevkide
arzusu olan. Bunların kendinden haberi olmaz.
Tasavvufu anlayan, yaşayan için.
Anlamayan yaşamayan için değil. Yevmü’l-hisâb ki kişi hiçbir şeyden zevk almaz.
Başka bir kelam:
Ne bir
zevk-ı. hâlâvet var
Ne bir
zikr-i ibadet var
Ne bir an
istirahat var
Bu esrâr-ı
nemî-dânem
Yevmül-hisâb: Ruhû, manevî
halleri görüyor. Ta ki kabir hesaplarını da görüyor. Kıyametteki hesaplarını da
görüyor. İç aleminden geçiriyor. İşte ”Mutu kable ente-mutu” sırrına mazhar
olanlar.
Her kim ki şahsi menfaati için
makam, mevkii gözetiyorsa veya makam, mevkiye ulaşmışsa, her kim ki şahsi
menfaati için konuşuyorsa, karşısındakine garezen konuşuyorsa, onlar Fırka-i
Nâcîye olamaz. Sözü de Allah için, işi de Allah için, ameli de Allah için,
hizmeti de Allah için olacak ki, Fırka-i Nâcîye olabilsin. İnsanlarda makam,
mevki bir varlık. Geçemez, amel de bir varlık, geçemez.
Allah'ın emri:
“Her kim ki Allah için
alçalırsa, biz onu yükseltiriz, her kim ki kibir sahibi ise onu da fakir,
yoksul yaparız.”
Her kim ki
düşmedi ayağa, çıkmadı başa
Mübarek Hz. Ömer’ül-Faruk
Hazretleri, Şam fethedildi, Şam'a gidiyor. Kölesi ile beraber gidiyor.
Binekleri bir tane. Bir tane deve varmış. Mübarek kölesine diyor ki:
—Medine'den hareket ettik,
gidiyoruz. Şam'a varıncaya kadar arkadaşız. Bu deveye sırayla bineceğiz. Beş
saat ben bineceğim, beş saat sen bineceksin. Beş saatte ben bineceğim. Böyle
böyle gideceğiz. Neyse gidiyorlar. Şam'a girecekleri zaman köleye geliyor sıra.
Köle ısrar etmiş.
—Efendim sen bir halifesin.
Şam'a giriyoruz. Tanıyan var, tanımayan var. Deveye siz binin, demiş. Mübarek:
—Hayır, olmaz. Allah'a karşı
olamaz çünkü sıra senin, demiş.
Şam'a giriyorlar. Köle, devenin
üzerinde. Halife yerde. Şam halkı karşılamak için bekliyor. Hepsi kölenin elini
öpmeye girişiyorlar. Köle işaret ederek söylüyor:
—Halife ben değilim. Halife
O'dur.
Bu zamanda bunu tatbik etmek
kolay değil ama hiç değilse gönülden yapalım.
Bir kimse makam, mevki sahibi
olmuş. Kendisini yüksek görmemesi lâzım. Bir amel işliyorsa kendisini yüksek
görmemesi lâzım.
Tevazu! Tevazu! İnsanı yükselten
tevazudur. Kendisini herkesten aşağı tutmaktır. Zaten nefsini bilen o kendisini
herkesten aşağı göremiyorsa nefsini bilemiyor. Nefsini bilemeyen Rabbini
bilemiyor. Nefsini bilen Rabbini bilir.
Kapısına
gelenler olur irşad
Bilir
nefsi ile Rabbini olur şâd
Buradaki irşadın manası kalbin
açılmasıdır. Kalp açılırsa, kalbin sırrı çıkar ortaya.
“Küntü kenzin mahviye” olur.
“Ben gizli hazine idim. Bilinmek
murat ettim.”
“Ben yerlere, göklere sığmam.
Mü'min kulumun kalbine sığarım.”
Ama Allah'ı
hiç unutmayacak ki Allah onun kalbinde olsun.
Sakın şöhret kazanmayın.
Şöhrette afat vardır. İşte mürşit odur ki: Bir insanın şanını, şöhretini
kırsın. İlmini, amelini, her merhametini elinden alsın. Bakınız Şems, o kadar
ilim ve amel sahibi Mevlâna'yı ne yaptı?
İlmiyle
insanlara sevilmiş, övülmüş, itibar kazanmış Mevlâna'ya öyle hareketler
yaptırdı ki... Gerçi Mevlâna o hareketleri iradesi ile yapmadı. Mevlâna oldu
cansız alet. Yatırıyor, kaldırıyor, konuşturuyor. Tasavvuf öyledir.
Evliyaullah'ın tasarrufuna kapılan kişi cereyana kapılmış gibidir. Halk onu o
kadar sevmişken, o kadar kıymet vermişken, halkın gözünden öyle düşürdü ki...
Ta Tebriz'den geldi onu irşad etmeye. Umumiyetle mürit meşayihini arayacak. Ama
bazı anlarda da bazı insanlarda da meşayih müridini arayıp buluyor. Kendini
yetiştirmede, öyle bir safhaya gelmiş ki ilmi ve ameli ile halktan seçilmiş.
Yükselmiş, yükselmiş, seçilmiş. Orada tıkanmış kalmış. Daha gidemiyor.
İşte
Mevlâna, esmâ nurundan geçmiş. Sıfat nuruna ulaşamamış. Onu Şems gelmiş
ulaştırmış. Esmâlardan geçmezse, cisimlerden geçmezse, sıfat nuruna ulaşamaz.
Allah kuluna yapamayacağı bir
şeyi emretmemiştir. Kulun yapamaması, ancak ihmalliktir, tembelliktir. Kul
sa’yı ile Allah'ın kapısına gider. Allah'ın fazl-ı tevfîki ona ulaşır. Kişi
ameli ile cennete girmez. Kişi nasıl cennete girer?
Allah'ın
fazl-ı tevfîki ve kişinin mertliği onu cennete sokar. Mertliğin sınırı yoktur.
Bu mertlik kalbinde. Cesedinden de mertlik, canından da mertlik.
Aşere-i Mübeşşere var, on kişi.
Cennet ile müjdelendi. Bunların içerisinde de Hulefa-i Raşîdin var. Bunların
içerisinde de seçilen Sıddık-ı Ekber Efendimiz. Onun için Peygamber Efendimiz
buyurmuş ki:
—Bütün
ehl-i imanın imanını terazinin bir gözüne koysalar. Yâr- ıgarım Ebubekir'in
imanını da bir gözüne koysalar, hepsinden ağır basar.
Sıddık Ekber Efendimiz hepsinden
daha sadakatli imiş. Allah O'nun sadakatini övüyor.
Sıddık-ı Ekber Efendimiz ‘in
sadakati ile Cenabı Hak semavât halkına övünüyor, meleklere övünüyor.
“Benim
böyle sadık kulum var.” diye övünüyor. Resulûllah'a da bildiriyor.
İşte Hülafa-i Raşîdin’de de
Sıddık Ekber Efendimizin sadakati daha üstün oluyor. En evvel inanan O oldu
Peygamber Efendimize. Peygamber Efendimiz ile tebliğe gidiyorlar. Tebliğde
müşrikler taş yağması yapıyor. Taş yağmur gibi geliyor. Peygamber Efendimizin
etrafında pervane gibi dönüyor. Taş sağına geliyor, sağına sıçrıyor. Taş soluna
geliyor, soluna sıçrıyor. Arkadan gelirse arkasına sıçrıyor. Önden gelirse
önüne sıçrıyor.
—Niçin böyle yapıyorsun? diye
soruyor Peygamber Efendimiz.
O da?
— Ya Resûlullah bu taşlar
banadır, diyor.
Peygamber Efendimiz bir yara
almış Hz. Ebubekir yüz yara almış.
Hz. Ali Efendimizin cömertliği
de çok farklı. Onu söyleyemeyiz. Söylesek de anlayamayız.
Kâfirin bir tanesi bir kıza âşık
olmuş. Bir şeyhte rüyasında gördüğü bir Hıristiyan kızına âşık olmuş. Her
şeyini bırakıp o diyara gitmiş. Hıristiyan dinini yaşamış. 7 sene çabalamış.
Sonra o kızı almış. Ondan sonra da ömrü boyunca ağlamış. Allah'a yalvarmış. Her
ağladıkça Allah onu terakki ettirmiş.
Salih Babada:
Çektiğim
derdi belâyı Şeyhi San’â çekmedi
Söyle
açsın babını derbânım Allah aşkına
• ••
Dûhter-i
tersâ yüzünden ta Yemen’de berk urup
Ahiri
güttürdü hınzır Mürşid-i San’â’ya aşk
Peygamber Efendimiz'e sormuşlar:
—Ya Resûlallah! Kıyamet ne zaman
kopacak?
Her sormalarında mübarek
buyurmuş. Her sormalarında işaret zuhuratlarını söylemiş. Şu belirtiler olur.
Fakat bir sefer sorduklarında da demiş ki:
—Herkesin kıyameti ölünce kopar.
“Herkesin kıyameti ölünce
kopar.” Nedir? İnsanlar öldükten sonra dirilir. Cennetlik, cehennemlik ayrılır.
Kabir ya cennet bahçesidir veya cehennem çukurudur. Geçici bir kıyamet. Oradaki
sürede bir saat bir sene gibidir. Veya bir sene bir saat gibi kısa sürer.
Ariflerin
kıyameti dâimdir
Arif: Ayık, Allah'ı unutmayan.
Ölümü unutmayan.
Yani arif
olanların kıyameti daima karşısında. Ölüme hakke’l-yakîn inanmışlar.
Arife her eşya mir’attır.
Seyreder. Kâmile her eşya evrattır. Yani her eşyanın zikrettiğini işitir.
Yunus Emre ne buyurmuş:
Havadaki
kuşlar ile çağırayım Mevlâm seni
Tur
dağında Musa ile çağırayım Mevlâm seni
Elindeki
Asa ile çağırayım Mevlâm seni
Kâmile taşlar bile zikreder. Allah bildiriyor. Buyuruyor
ki:
“Sizin o cansız gördüğünüz
cemadâtlar, taşlar bile beni zikreder.” Âlemlerde çok gizlilikler var. İnsanda
bir âlemdir. Bizde de çok gizli şeyler var. Bir kere insanlarda altı letaif var
ki çok kıymetli. Çok güçlü makamlar. Bunlarda öyle bir yetki var ki, insanın
küçücük kalbi var. O açılınca, bütün dünyada ne varsa kalbinde seyrediyor.
Allah'ın Zat'ının ismi Allah'tır.
O bin bir ismi, sıfatlarının ismidir. Bir filmi makineye
koyunca her şeyi çeker. Kalp de Allah'ın filmi. O filmi makineye koymak lâzım.
O makine Evliyaullah’tır.
O kalbi Evliyaullah’a teslim
edeceksin. Onu seveceksin. Sevmekte mahzur yoktur. Cenab-ı Hak: “Evlatlarınız
ve mallarınız fitnedir.” buyuruyor.
Meşayihler fitne değildir.
Allah'ın emri var.
“Beni sevin. Sevdiklerimi
sevin.”
Meşayihini severse kalp filmi
açılır. Kalp filmi açılırsa, kâinatta ne varsa hepsini orada seyrediyor.
İbrahim Hakkı Hazretleri
Marifetnâmesi’nde yazmış deryaları, semaları, dünyaları. O zaman vasıta yoktu.
Dergâhından dışarı çıkmadı. Nasıl yazdı?
Peygamber Efendimiz ‘in hadisi
var:
“Öyle zaman olur ki, benim
yanımda arş, kürs, levh, kalem zerre kalır.” Dünya yok. Dünya bunların yanında
çok küçük.
“Öyle zamanım da olur ki yanımda
Ayşe'den başka kimseyi göremem.”
Velî demek, velâyet demek, büyük
bir varlık demek. Allah’ın varlığı kulda tecelli eder.
Bir de ruh âlemi vardır. Ruh
âlemi görünür insanlara. Sır âlemi açılınca, o zaman ona bütün sırlar aşikâr
olur. Sır âlemi açılınca âlemlerin sırrına ulaşır.
Cenab-ı Hak: “Kulum beni sev.
Sevdiklerimi sev, kullarıma sevdir.” buyuruyor.
Sevdiklerini seversen, seni
kullarına sevdirir.
Derviş: Hak için her şeyden
geçmiş. Derviş'in anlamını açıklayalım:
Azizan Hazretlerine ağır
meseleler sormuşlar. Birisi de şu:
—Sen müridlere cehri zikir
yaptırıyorsun. Buradaki delilin nedir?
—Delilimiz şudur ki: Ahir
nefeste kelime-i şehadeti cehri okumamız. Cenabı Hakk’ın emri.
“Lâ ilâhe illallah” söylenecek.
“Muhammedün Resûlullah” yok.
Eşhedü en lâ ilâhe illallah,
Muhammedün Resulullah denilmeyecek.
Çünkü:
Peygamber Efendimiz bir
vasıtadır. Biz Peygamber Efendimizi göremedik. Mürşit de bir vasıtadır. Mürşit
Resûlullah'a vasıtadır. Resûlullah Allah'a vasıtadır. Can cesetten çıktığı
zaman Allah'a vasıta kalmıyor. Onun için son nefeste.
“Lâ ilahe illallah” var.
“Muhammedün Resûlullah” yok.
İşte Azizan Hazretleri “Lâ ilahe
illallah” zikri yaptırırmış.
Sormuşlar ki:
—Buradaki deliliniz nedir?
O da buyurmuş ki:
—Bizim dervişler ölüme
hakke’l-yakîn inanmışlar. Her nefeslerine son nefes olarak inanmışlar. Onun
için bu zikri yapıyorlar.
Her şeye hakke’l-yakîn inanmak
lâzım. Allah'ı da hakke’l-yakîn bilirler insanlar. Ama göremiyorlar.
Allah'ı bilmek ibadetle olur,
hizmetle olur. Fakat Allah'ı görmek aşk ile olur. Allah aşkına duçar olmayan
Allah'ı göremez. Allah aşkı olunca bütün perdeleri yakar atar. Bu perdeler
insanın kalbindedir.
Mansur'un sözü hak oluyor. Fakat
halk anlayamamış. Sonradan
biz anlayamamışız, demişler.
İşte:
Kendini
kendi göre kendi bile
Bakisini
diyemegem gelmeg dile
Yani:
Bir insan Allah'ı hakke’l-yakîn
bilirse, “O” “O” olur. “O” da “O” olur.
Bu cesette değil. Yanlış
anlaşılmasın. Ruh ‘ta!
Allah'tan geldiniz. Yine Allah'a
döneceksiniz.
“Her şey aslına rücu edecektir.”
Topraktan gelen toprağa gidecek.
Niçin ruh Allah'a gitmesin? Gidecek ama o vasıtayı bulmak lazım. Tarikatsız,
mürşitsiz oraya ulaşılmaz.
Aman sizi göreyim! Şeriatta bir
eksikliğiniz olmasın. Vücudunuzu arındırasınız, temizleyesiniz. Vücut arınırsa
bir cam olur. Arınmazsa, temizlenmezse bir duvardır. Bir siyah perde.
Bakınız! Yunus Aleyhisselâm
balığın karnında zikre devam etti.
“Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke
innî küntü minez zâlimîn” zikrine 40 gün devam etti. Ama 39 günde balık cam
oldu, deryayı seyretti.
Masivanın
illetinden pak edip bu gönlümü
Kıl
Tarîk-i Nakşibendin hadimi Allah için
Allah
rızası için, beni Nakşibendi tarikatına hizmetçi kabul et ki gönlümden
masivanın kiri, pası silinsin.
Bu aşk bir
bahri ummandır
Buna haddi
kenar olmag
Delilim
sırr-ı Kur'ân'dır.
Bunu
bilende âr olmag
“Biz kulumuzu seversek,
kullarımıza sevdiririz.” buyurmuş.
Suretlere
aldanma bu nefse alâmettir
Benliğine
dayanma bil sonu nedâmettir
Her bir
yola inanma sanma ki selâmettir
Sen seni
aşık sanma bir beyhude âh ile
Var etti
özün onlar ol nûr-u ilâh ile
Allah'ın nurlarına bakın. Ama
Allah'ı seveceksin. Seveceksin ki Allah'ın nuru kalbinde tecelli etsin.
Sevmeyen kalpte, Allah'ın nuru tecelli eder mi? Sevmeyen kalp, karanlıktadır.
Bu dünyanın görünen süsü püsü
hepsi surettir. Hepsi silinip yok olup gidecek. Nefsin bunlara aldanmasın.
Benlikli olma, benliğe dayanma.
Çünkü şeytan benlikli olduğu için Allah onu kulluktan reddetti. Benliği ne idi?
Allah'ın emrine karşı geldi. Biz de namaz kılmazsak, ibadet etmezsek Allah'ın
emrine karşı gelmiş oluyoruz. Çünkü Allah şeytana secde emretti. O da secde
etmedi. Allah onu lanetledi. Cenabı Hakk’ın rahmetinden ona bir zerre yok. Hep
gazabı olacak. Sonuna kadar ilelebet azâbı olacak.
Benlik bir de şöyle olur:
Amelden, ilimden dolayı gurur, kibir olursa, kimseyi beğenmezsek, bundan da bir
pişmanlık duyarız. Bu da nedâmettir.
Her bir yol da selâmet yolu
değildir. Ancak selâmet yolu nedir? Allah'ın göndermiş olduğu kitap ve Allah'ın
göndermiş olduğu Resûlullah'ın yolu, selâmet yoludur. Kitap-sünnet selâmet
yoludur. Evet bu bir fırsattır. Fırsatı kaçırmayalım.
Vechinde
yazılı “SeVul-Mesânî”
“İnnâfetahnâ”dan
verir nişanı
Bir de buyuruyor ki:
“Seb’ul
mesânî”dir yüzü
Nutk-u
mesihâdır sözü
Bu da şudur ki:
Evliyaullah'ın manevî yüzü
görülürse veya Evliyaullah'ın manevî yüzüne inanırsan, o inancından dolayı
kalbinde Evliyaullah'ın bir sevgisi olursa, kalbindeki bütün nakışları söker,
atar. Putları atar. O zaman ne olur? Puthanelikten kurtulur. Evliyaullah
sevilirse puthane olur mu? Olmaz. Haşa çünkü Evliyaullah Allah için seviliyor.
Evliyaullah gönül bekçisidir. Gönül bir hazinedir. Hazineye bekçi lâzım. Bu
bekçi muhalifleri talan eder. Hazineden maksat nedir?
“Küntü kenzin
mahviyye”
Buyuruyor Cenabı Allah:
“Biz gizli bir hazine idik.
Aşikâr olmak için insanları halkettik” buyuruyor.
Bu gizli hazine senin kalbinde.
Bu gizli hazineyi sana bildirecek birisi olacak veya o gizli hazineye bir
nöbetçi lâzım, bir bekçi lâzım. İşte Evliyaullah bekçisi ve nöbetçisidir. Bizim
kalbimizi talan eden nedir? Dünya sevgisidir. Meşayih Allah sevgisini muhafaza
ediyor. Evliyaullah'ı sevmek Allah'ı sevmektir. Allah öyle buyuruyor. Mürşitsiz
müşkül hallolunmaz.
Mürşidi
olanların yolu gayet âsân imiş
Mürşidi
olmayanların bildikleri gümân imiş
Kelâm-ı Kibârda buyuruluyor ki:
Sofular
cennette kaldı, âşıklar didâra erdi
SofU: Çok amel işleyen. Onlar
diyor cennette kaldılar.
Cenneti geçmeyen Allah'ın
cemâline ulaşamıyor.
Didâr demek: Allah'ın cemâli,
hak'tır. Allah kuluna cemâlini gösterecek. Kuldaki kıymet budur. Hiçbir varlık
Allah'ın cemâlini göremiyor. Ama insan görüyor. Ama kim görür? Şeriat, tarikat,
hakikat, marifete ulaşan. Ama evvel şeriat. Maddî kârımızı zararımızı
bildiğimiz gibi. Manevî kârımızı zararımızı da bileceğiz.
Cenabı Hak: “Dünyaya da, ahirete
de çalışın.” buyuruyor. Peki biz inandıksa niye tek taraflı oluyoruz? O zaman
kulluğumuzu bilemiyoruz.
Âşık imdi
varlığın ver yokluğa
Yokluk
içinde sana varlık doğa
Ne demektir bu söz? Kelâm-ı
Kibardır. Ayet-i Kerîme'nin mealidir.
“Külli şeyün halîkün illâ veche.”
Âşık, âşık olduğu için her
şeyini verir yokluğa. İsimler, cisimler onun gönlünden silinince her şey yok
olur. Her şey yok olunca kendi varlığı, kendi ismi, kendi cismi, kendi sa’yı da
silinince o zaman hakikî varlık çıkar meydana.
Hakiki varlık ise Allah'tır.
İşte âşık olmayan bu nimete ulaşamaz. Cenneti kazananlar: abidler, zahidler,
sofular.
Hace-i Ahrar Hazretleri oğluna
demiş ki:
—Âbid olma, hafız olma, hoca
olma, zahid olma, sofu olma, Müslüman ol oğlum. Müslüman ol, demiş.
Cenabı Hakta zaten “Ben mü’min
kulumun kalbine sığarım” buyuruyor. Amamü’min kullar müsavi değiller. Bir avam
varlığından kurtulmamıştır. Varlığından kurtulmak için aşka düşecek. Bir cisim
ateşe düşmezse yanmaz.
Aşk bir ateştir. Ateş nasıl
yaktığı cisimleri yok ederse, Allah aşkı da kalpteki cisimleri yok eder.
Ehl-i dert
bu yolda sararıp solub
Anladılarpîrsiz
olmaz. bir kulûb
Harfi
savtı olmayan mekteb bulub
Biz
hâfîd-i Pîr-i Tagî olmuşuz
Pîr-i
Sâmî’nin çırağı olmuşuz
Demek ki aşka duçar olanlar çok
sararmışlar, solmuşlar, gezmişler, dolaşmışlar. Aradıklarını nerede bulmuşlar?
Bir Evliyaullah’ın kalbinde bulmuşlar.
Biz Evliyaullah’ın cesedine
girecek değiliz. Ya nasıl olacak? Onu sevecek, sevecek, seveceğiz. Onu
kalbimizde yaşata yaşata, onun sıfatı bize geçecek. Bizim sıfatımız o olacak.
Onun sıfatı biz olacağız. Aşk-ı hakikate duçar olan daha aşk-ı mecazla
uğraşmaz.
Mecnun
gibi dağdan dağa
Gezmek ne
lazım âşığa
Gönlümde
buldum yârimi
Kesrette
yâri neylerim
Ama burada aşk ikidir: Aşk-ı
mecaz, aşk-ı hakikat.
Aşk-ı mecaz da ikidir: Bir var
ki şehvetinden dolayı bir güzel görür. Onu bırakır ona gider. Onu bırakır ona
gider. Bu değil. Erkek olsun hanım olsun, bu değil. Ama bir kimseyi sevmişse,
daha ondan çok güzellerini getirirler de bakmazsa, o aşk-ı mecaz onu aşk-ı
hakikate çevirecek. Mecnun öyle işte.
Leylâ çok güzel değilmiş. Ama
onu çok sevmiş. Hakikat aşkına ulaşmış.
İnsan bir isim ve cisim sahibi.
İnsan yok olunca ismi de yok oluyor. Cismi de yok oluyor. Ölünce ismi de
anılmıyor, cismi de anılmıyor. Bu isimler, cisimler diriler için. Esmâ nuru
isimlerden görünür. Sıfat nuru cisimlerden görünür. Esmâ nuru Allah'ın 1001
(bin bir) isminin nuru. Sıfat nuru Allah'ın sekiz sıfatının nuru. Sıfatlardan
görünür. Ama Allah'ın zatı bir. Zatının da nuru Lafzâ-i Celâl'dir. O da “Allah”
kelimesidir.
Firâk-ı
yâr ile âhu enîn ol
Ayaklar
altına zır ü zemin ol
Sözünde
sâdıkul-va’dul emin ol
Muhabbet
güllerin görmek dilersen
Hakikat
meyvesin dermek dilersen
Zir ü zemin: Toprak ol
çiğnesinler seni.
Sâdık-ul emin: Sözünde sadık ve
emîn olmak. Allah'a vermiş olduğumuz bir söz var. İlm-i ezelde “belâ” demişiz.
O söz üzerinde durursak, o zaman sadık oluruz. Sadık olursak eğer bir eminlik
kazanırız. Sadık olmazsak eğer, emîn olamayız. Kimsenin emniyetini kazanamayız.
Sadık olacağız ki herkesin emniyetini kazanalım. O zaman herkes bizden memnun
olur.
Tekebbür sahibini (kibirli
insan) Cenabı Hak sevmiyor. Âlimler de dâhil olmak üzere tevazu ehlini
seviyorlar. O zaman terakki ederler. Âlimler tekebbür sahibi olurlarsa o zaman
sevilmezler ve terakki edemezler.
Firâk-ı
yâr ile âh u enîn ol
Firâk: Ayrılık.
Yâr: Allah.
Hz. Âdem babamız cennetten
inince iki yüz sene ağladı. Âhından dağlar inliyordu, melekler mutazarrır.
Melekler O’nun ah u enîninden,
ağlamasından aciz kalmışlar.
—Yâ Rabbi, O'nun âh u enîninden
seni zikredemiyoruz, demişler.
Cenabı Hak
süreyi kısaltmış. Ama bu âh u enîni O'na cenneti kazandırdı.
Dünyaya
geldim gitmeye
İlmile
hilm yetmeye
Aşk ile
can seyretmeye
İnsanlar
niye gelmişler dünyaya? Gitmek için gelmiş dünyaya. Niye gelmiş dünyaya? İlim
sahibi olmak için gelmiş dünyaya. Aşka ulaşmak için gelmiştir dünyaya. Aşktan
mana Allah sevgisi. O bizi sevmiş, halketmişde biz O’nu niye sevmeyelim? Biz
O’nu bilirsek, biz O’nu seversek, o zaman insan olacağız.
Biz bu
dünyaya yemeye içmeye gelmedik. Niçin geldiğimizi bilelim. Allah bildirmiş. Bu
dünyadan gideceğimize inanmışız. Bu dünyaya bir defa gelişimiz fırsat.
Eğer sen terakki etmek
istiyorsan.
Her geceyi
Kadir bil
Her
gördüğünü Hıgır bil
Alçal
anlamına. Kendini herkesten aşağı gör ki yüksel.
Bir kez
Allah dese aşk ile lisân
Dökülür
cümle günah misli hazân
Bir insan aşk ile içinden
gelerekten Allah derse, bütün günahlarımız sonbahardaki ağaçların yapraklarının
döküldüğü gibi dökülür.
Nakşibendi Efendimizin emridir.
Sair tarikatların nihayetteki kârını biz burada başlangıçta buluyoruz. Bu da:
Aşktır, cezbedir.
Allah'ın esmâ nuru, sıfat nuru,
zat nuru var.
Sair tarikatlar esmâ nurundan
sıfat nuruna, sıfat nurundan zat nuruna ulaşıyorlar.
Bizimki doğrudan doğruya sende
tecelli eden Allah aşkı var ya. Esma nurunu, sıfat nurunu görmeden Zat nuruna
ulaşırsın. Çünkü esmâ ile sıfat ile bizi uğraştırmazlar. Bu yakınlık, bu
kolaylık bundandır işte.
Bizde bu kadar günahınla, bu
kadar isyanınla, bu kadar eksikliğinle Meşayihe git. Sende aşk tecelli
edecektir. Ama onu muhafaza etmek şart. O aşk sana verildiyse, nefis yolu ile,
ibadet-amel yolu ile gidenlerin dört yılda aldığını sen kırk dakikada alırsın.
Kırk saniyede alırsın.
Pîr-i Sâmî tuttu destim sâki-i sahbâ gibi
Yek nazarda aklım aldı dilber-i Rânâ gibi
Varlığım dağını deldi açtı vuslat râhını
Varlık: İnsanın
benliği bir dağdır.
Vuslat: Allah'a
ulaşacak. Ama yolunu kesmiş. Delemiyor, aşamıyor.
Bir nefeste cûşa geldi şehr-i dil derya gibi
Vahdetin sırrın duyup yağmaya verdim gönlümü
Dost göründü her taraftan aynıma Leylâ gibi
Bize vahdetin sırrını duyuracak
Allah'tır. Biz duyamayız. Bunun için Allah'ı hakke’l-yakîn bileceksin.
Hakke’l-yakîn bilmek için âşık
olacaksın. Âşık olmak için aşk ehlini bulacaksın. Allah öyle buyuruyor.
“Beni sevin. Sevdiklerimi
sevin.”
Allah'ın sevdikleri kim?
Âşıklar. Bizde âşık olmak için, âşıkları bulacağız. Allah'ı sevmek için.
Allah'ı sevenleri bulacağız. Vahdetin sırrını duymak budur.
Dost
göründü her taraftan aynıma Leylâ gibi
Dosttan manâ Allah.
Bütün eşyadan Allah'ın sıfat
nuru görünüyor. Bütün eşya senin için ayna olur.
Bizde evvelâ Rabıta var. Rabıta
nurunu görmedikten sonra bunlara ulaşamayız. Esmâ nurunu da meşayihimizde
göreceğiz. Sıfat nurunu da meşayihimizde göreceğiz. Zat nurunu da meşayihimizde
göreceğiz. Üçü de mevcuttur onda. Çünkü O esmâ nurundan, sıfat nurundan geçmiş.
Zat nurundan geçmiş. Seni, beni de geçirir.
İnsanı amelden, ilimden geçiren
aşktır. Aşk hiçbir yerde bırakmaz insanı. Amel götürür götürür bir yerde bırakır.
İlmi götürür götürür bir yerde takar. Keramet de yolu keser. Keramet de bir
varlıktır.
Evliyaullah eğer arada vasıta
olmuşsa seni atlatacak. Çünkü O gitmiş, gelmiş, görmüş. Seni de götürecek.
Evliyaullah’ın görevi: Hak'tan alır halka verir. Ne verecek? Altın, inci mi
verecek, apartman mı verecek?”
Allah sevgisi verecek. Allah
sevgisini senin kalbine dolduracak. O yetkilidir. Allah'ı sana O sevdirecek. O
sevgi ile seni Allah'a ulaştıracak. Halkı alır, Hakk’a götürür. Ne ile götürür?
Allah'ı halka sevdirir. O sevgi
ile götürür.
Bulam
dersen eğer ayni imanı
Çalış ki
şeyhinde olasın fani
Sana
senden yakın olanı tanı
Allah'a zaman yok, mekân yok.
Evliyaullah Allah'ın sıfatları ile sıfatlaşmıştır. Evliyaullah da mekandan
münezzehtir. Evliyaullah burada oturduğu halde, nerede anılsa orada ispatını
gösterir. Bin yerde, yüz bin yerde ispat-ı vücut buldurur. Niçin? Tasavvuf
kelâmları boşuna mı söylemiş?
“Bir yerdesin her yerdesin.”
birliğine dâhil oldunsa, her yerdesin.
Zaman içinde zaman. Mekan içinde
mekan. Şeyhinde fani olursan Allah'ın sıfat nuruna ulaşırsın. Bu ne demek?
Allah'ın sıfatlarını
Evliyaullah'ta görürsün. İşte Rabıta-i Nakşi Cemâl budur. Biz daha rabıta-i
hayaldeyiz.
Derviş
olan kaynar taşar
Dalgalar
geldikçe coşar
Bilmem
hangi dağdan aşar
O
Leyla’nın yolu derviş
Derviş: Hak için her şeyini yok
eden.
Allah'a âşık olan âşıkların
gözlerine mal, makam, mevki, apartman hiç bir şey görünmez.
Dervişlik hocalıktan ulvîdir.
Dervişlik sofuluktan ulvîdir.
Âlimlikten, zahitlikten,
âbidlikten hepsinden üstün olan dervişliktir. Derviş olmayan bir insan
varlığından kurtulamıyor. Ne zaman derviş olursa her şeyden kurtulur. Derviş
olmak için aşka duçar olacak. Diyeceksiniz ki biz âşık değil miyiz? Tabii
âşıksınız. Âşık olmasanız buraya gelmezdiniz.
Beşer
dilberlerinden bir güzel saydına gelmiştin
Sen dünyaya beşer dilberlerinden
bir güzel olmaya veya bir güzel avlamaya gelmiştin.
Dilberi bulacaksın. Dilber
bulunmadan dilber olamaz insan. Dilber olmak var. Bir de dilberi bulmak var.
Dilber: Güzel. İnsanlar
arasından, ilmiyle, ameliyle, şeriatı ile, tarikatı ile seçilen bir velîdir.
Çünkü Allah'ın sıfatları onda tecelli etmiş. Onun için güzel olmuş. Güzel
Allah'tır.
Bu yüz güzelliği değil, iç
güzelliği, kalp güzelliğidir. Herkesi de güzel görür. Bir insan kendisi doğru
ise herkesi güzel ve doğru görür. Kendisi temizse herkesi temiz bilir.
Hasreti pirim elinden dest
edeli Salihâ
“Mûtû kable entemûtû” ile
tebşir olmuşuz
Ne demek “Mûtû kable entemûtû”?
Hadisi Kudsi...
Cenabı Hak buyuruyor ki:
“Ölmeden evvel ölün.”
Ölmeden evvel ölürse bir insan onun kabiri, kıyameti,
havfi, nef’i, suali, hesabı, her şeyi bitiyor.
Daha öbür ölüme kalmıyor. Öyle, bak:
Kabre girip haşre varıp hem
sırâtı geçmeden
Kevser-i Haydar'dan içip
kanmayan derviş midir
Buyuruyor.
Onun için Allah’a şükür elhamdülillah,
Fırsatı ganimet bil, buyururlar ya.
Büyüklerin kelamı.
Her geceyi kadir bil
Her gördüğün Hıgır bil
Fırsatı ganimet bil
Kimin bu kelamlar?
Marifetname’de İbrahim Hakkı Hazretlerine ait.
Her geceyi kadir bil
Her gördüğün Hıgır bil
Fırsatı ganimet bil
Bunlardan mana, anlam şudur ki: Yani her geceyi sen
gafletle geçirme, hep Kadir Gecesi gibi ihya et.
Her gördüğün Hıgır bil
Bundan da mana diyoruz: Herkesi kendinden üstün gör ve
herkesin aşağısı olarak kendini herkesten aşağı gör. Bu tevazudur.
Cenabı Hak tevazu ehlini methediyor. Peygamber Efendimiz
methediyor.
Cenabı Hak tevazu ehlini nasıl
methediyor? Cenabı Hak:
“Her kim ki Allah için alçalırsa
biz onu yükseltiriz.” buyuruyor.
Bir de buyruluyor ki:
Tevazu
fetheterfettah babını
Fettah babını, yani açılacak
kapıları tevazu açarmış.
Her
gördüğünü Hızır bil
“Hızır bil” demekten maksat yani tevazu et, tevazu ehli ol,
kim olursa olsun herkesi kendinden üstün gör.
Ki bildin
Fâil-i Mutlak kamusu Alemi-i Hallâk
Kamuya yek
nazarla bak. deme bu yahşi bu yaman
Bir böyle buyuruyor.
Bir de buyuruyor ki:
Dil uzatma
kainatın Hâlik ’ı hep bir durur
Kimseyi hor
görme dâim sendeki noksâna bak
Tarikatı anlayıp yaşayacaksak,
bu böyledir. Tevazu ehli olacağız, bir de geceleri gaflette geçirmeyeceğiz.
Himmet-i
evliyâ bize yâr iken
Şâh-ı
Nakşibendî ser-hünkâr iken
Seyyid Tâhâ,
Sıbgatullah var iken
"Gâbegavseyn"e dek seyrânımız var
Onun için bir insan ne kadar
yaşamış olsa, ne kadar da her günkü kârını bir gün öncekinden fazla yapmış olsa
“Gâbe gavseyn”
makamına ulaşamaz.
İşte bu nedir?
Allah’a
kurbiyettir.
Bu nedir?
Allah’a olan aşk.
Bu nedir?
Allah’a
karşı olan sa’y (gayret).
Bilinmez
âlemin sırrı nihândır
Dört şahın
hükmüyle dönen cihandır
Ârif
olanlara özge seyrandır
Kâmile her eşyâ olmuş bir evrâd
Şeriatta ne lazım? Kitap,
sünnet, icmâ, kıyas. Dört şahtan murat bunlar.
Tarikatta neymiş bu dört şahtan
murat? Muhabbet, ihlâs, adab, teslim.
Muhabbet, çok seveceksin
meşayihini.
Bak Peygamber Efendimiz (SAV)
bir gün:
—Ya Ömer bizi ne kadar
sevebiliyorsun? Bize sevgi derecen ne kadar?
Diye sormuş.
O da demiş ki:
—
Ya Resulullah, nefsimden
maada her şeyden fazla seviyorum seni.
—Ya Ömer senin imanın kemali
bulmamış, kâmil iman sahibi olamamışsın sen daha. Bizi nefsinden de fazla
seveceksin ki kâmil iman sahibi olasın.
Tabiî Hz. Resulullah böyle
buyurunca onlar seçkin, hülafa-yı raşidinden... Ondan sonra Peygamber
Efendimizin bu sözü üzerine, onda Peygamber Efendimize olan sevgi coştu,
çoğaldı ve dedi ki:
—
Ya Resulullah, şimdi ben
seni nefsimden de daha fazla seviyorum.
—
Tamam, şimdi imanın kemale
erdi, kâmil iman sahibi oldun Yâ Ömer.
Cenabı Hak: “İnsanlar ulvi,
insanlar süfli.” buyurmuş.
Ulvinin manası gökleri aşar,
melekleri geçersiniz. Zaten ruhumuz meleklerden yüksek yerden geldi. Niçin
Cenabı Hak melekleri noksan sıfattan berî halk etmiştir? Onlarda noksan sıfat
yok. Neden noksan sıfattan yoksun halk etmiş?
Melekler hakkında bir ayet var
mı? Cenabı Hakk’ın "Biz melekleri halk ettik kendi ruhumuzdan ruh
üfledik." diye bir emri var mı? Böyle bir emir yok.
Cenabı Hak Kur’an-ı Kerim'de
bütün her şeyini kuvvetlerini, kudretlerini, sırlarını, hikmetlerini bize
bildirmiş. Niye her şeyi habibinin vasıtası ile bize bildirmiştir?
Cenabı Hakk’ın Kur’an’da
melekler hakkında böyle bir emri var mı? Ama yanlış anlaşılmasın, tabiî
meleklerin noksan sıfatları yok.
Noksan sıfat hangisi? Biz de
zannediyoruz ki noksan sıfat şu: İnsan günah işliyor, haram yiyor, hırsızlık
yapıyor, yalan söylüyor, her bir şeyi işliyor. Hayır, bu değil.
Aslında bizde noksan sıfat
yememiz, içmemiz, uykumuz, yorulmamız hasta olmamız, ihtiyar olmamız...
Bunlardır bizdeki noksan sıfatlar, meleklerde bunlar yoktur.
Cenabı Hak ne buyuruyor?
“Biz Âdem’i halk ettik kendi
ruhumuzdan ruh üfledik”
Onun için insanların ruhu
meleklerden üstün yerden gelmiş.
Cenabı Hak melekleri sıfat
nurundan halk etmiştir.
Bizim ruhumuzu kendi zatının
nurundan halk etmiş, onun için yüksek bir yerden gelmiştir.
Zahirde Cebrail, Peygamber
Efendimizle Allah arasında bir elçi. Allah’tan vahiy getiriyordu. Fakat
Miraç'ta Cebrail nerede kaldı? Peygamber Efendimiz nereye gitti?
Cebrail bir makamda kaldı,
Peygamber Efendimiz gitti, gitti, gitti...
Cebrail ne dedi? “Ya Resulullah
benim yerim burası, benden buraya kadar. Ben buradan daha ileriye gidemem, bir
adım daha gitmeme emir yok, bir adım daha atarsam yok olurum.”
Peygamber Efendimiz gitti.
Allah’tan gelen ruh, Allah’a
neyle gider?
Bir meşayihle, vasıtayla gider.
Bu kelam işte onu ifade ediyor,
Düşürdün
hicran narına
Bend ettin
zülfün darına
Niye bu yüksek âlemden düşürdün?
Niye bir daha yüksek âleme çıkmak için arada bir vasıta
halk ettin?
Bilmedi noksanını.
Görün beni
aşk neyledi
Ahiri
derviş eyledi
Derviş, her şeyini yok etti. Her
şeyden kurtardı. Bir kelam daha var.
Çok çektim
ise iftirâk
Kalmadı
gönlümde merâk
Aşkım bana
oldu burâk
Bak burada zikri, fikri, ameli,
ibadeti değil.
Sofular
cennette kaldı âşıklar didara erdi.
Sofu ne?
Sofunun üç anlamı vardır. Bir
anlamı: Sofu çok ibadet yapar. Bir anlamı da var ki safiye makamında,
safileşmiş.
Sofu sâfileşemez, âşık
sâfileşir. Ne için sofu sâfileşemez?
Sofunun ameli var, âşığın ameli
yok.
Âşığın ameli yok deyince,
amelini atmış, ameline sahip olmuyor.
Ama sofu ameli ile süslenmiş,
ameli ile bürünmüş, ameli olmuş ona perde, ameli olmuş ona nikap. Ama aşığın
ameli olmuyor ki perdesi olsun.
Âşık ne?
Allah aşkı ile pişen,
Allah aşkı ile yanan,
Allah aşkı ile olgunlaşan.
Hani çiğ bir şey ateşe düşmezse,
pişmezse o nimet olabiliyor mu, yenilebiliyor mu?
Niçin Mevlana buyurmuş ki:
Hamdım,
yandım, piştim
Ne zaman buyurmuş? Niye bu
kelamı buyurmuş?
Şems’ten evvel niye bu kelamı
buyurmamış? Şemsi tanıdıktan sonra buyurmuş.
îlmi ile kemali ile bir yönde
bir hamlık varmış. Ancak Şems’i tanımış, Şems vasıtası ile onda bir Allah aşkı
tecelli etmiş. Bu Allah aşkı onu yakmış, pişirmiş, hamlıktan kurtarmış.
Çok çektim
ise iftirâk
Kalmadı
gönlümde merâk
Aşkım bana
oldu burâk
Görün beni
aşk neyledi
Ahiri
derviş eyledi
Burak’tan mana nedir?
Çünkü Peygamber Efendimiz
Burak’la Miraç yaptı. Ama o Peygamber Efendimize aittir. Peygamber Efendimiz
cismi Miraç yaptığı için Burak’la yükseldi.
Miraç haktır. Buna inanmazsa
insan, Müslüman olamaz. Hatta Cenabı Hak Mescid-i Aksa'ya kadar gittiğini
ayetle bildiriyor.
Mescid-i Aksa'dan göklere
yükseldi. Cebrail Burak’la aldı götürdü ama bir makama kadar götürdü. Cebrail
kaldı, Peygamber Efendimizi o makamda bıraktı. Yedinci kat göğe kadar çıktı.
Arşı alâda görülen bütün hikmetleri Cebrail yine ona delillik etti. Ama Cebrail
orada kaldı ve o varlıklar aşağıda kaldı. Peygamber Efendimiz devam etti.
Onun için Cenabı Hak “Gâbe
gavseyni ev edna” buyuruyor. “Habibim sen bana o kadar yaklaştın ki iki kaşın
yaklaştığı kadar, hatta ondan da yakın.”
Âşıklar Allah’ı seven. Maşuk
sevilen, âşık sevendir.
Âşıkların miracı neymiş?
Allah aşkı, Allah sevgisi,
Resulullah sevgisi, Meşayih sevgisi.
Çünkü Allah ancak Resulullahla
seviliyor, Resulullah da Evliyaullahla seviliyor.
Bu da Allah’ın emri. Cenabı Hak
“Habibim seni seven beni sever, seni sevmeyen beni sevemez.” buyuruyor.
Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl
Muhammedsiz muhabbetten ne
hâsıl
Muhabbet, Allah sevgisi. Allah
sevgisinden Peygamber Efendimiz var oldu, meydana geldi.
Peygamberi tanımayan, bilmeyen,
sevmeyende Allah sevgisi olamaz, onda muhabbet hasıl olmaz.
Cenabı Hak “Habibim seni seven
beni sever, seni sevmeyen beni sevemez.” buyuruyor.
Hatta;
“Seni bilen beni bilir, seni
bilmeyen beni bilemez,
Seni bulan beni bulur, seni
bulamayan beni bulamaz,
Seni gören beni görür, seni
göremeyen beni göremez
Kulum beni sev, sevdiklerimi
sev, kullarıma sevdir.”
Bu kul kim?
Evliyaullahtır.
Onun için demek ki,
Allah aşkıdır insanlara Miraç
yaptıran.
Allah aşkıdır insanları noksan
sıfatlarından kurtaran.
Allah aşkıdır bütün insanları
sâfileştiren, olgunlaştıran, pişiren.
Allah aşkıdır bütün ahlakı
hamideleri gösteren, ahlakı zemimeleri yok eden, bitiren.
Hele Allah aşkıdır insanların
anasırı zıddiyetini değiştiren.
İnsanlar zikirle, fikirle,
ibadetlerle kendilerini hayvani sıfattan beşeri sıfata geçiriyor, kendilerini
hayvani sıfatlardan kurtarıyorlar.
Fakat beşeri sıfattan meleki
sıfata zikir, fikir, ibadetle geçilmiyor.
Zikr ü
fikr ile ibâdetle varılmaz bu yola
Hizmetinde
dâim ol şeyhin rızâsını dile
Hubb-ı
lillah âşık ol gönlüne girmeklik ile
Sen seni
mahv eylemektir "lâ"yı "illâ"dangaraz
Hubb-ı lillah geçiyor, demek ki
meşayihi olmayan bir kimse, hiç bir amelini Hubb-ı lillah, Allah (sevgisi) için
işleyemez. Muhakkak ki o ameline onun nefsi parmak atar, el atar.
Ama meşayihi olan bir kimsenin
asla ve asla nefsi el atamaz. O amelini Allah için işler.
Onun için kelamlar bunu ifade
ediyor. Ama anlamayanlara bu kelamlar ne kadar muhalif geliyor. Hangi kelam?
“Hasenetü'l-ebrar,
seyyietü'l-mukarrebîn”
Hasene ne? Sevap.
Ebrar ne? Sevap işleyen.
Seyyie ne? Günah.
Mukarrebîn ne? İşlediği
ibadetleri günah sayan zevat.
Mukarrebîn de bir kul, Ebrar da
bir kul. Ebrar ibadet ediyor, sevap kazanayım diye işliyor.
Mukarrebîn o ibadetten günahtır
diye kaçıyor. Bakın şimdi ne kadar ters, ne kadar yanlış anlaşılıyor. Halbuki
bu böyle değil efendim.
Ebrar ameli işliyor, ameli alıp sarılıyor,
kabulleniyor.
Mukarrebîn bu ameli işliyor, ama
niye bu ameli kabullenmiyor?
Ebrar, bu ameli ben yaptım,
kulluğumu yaptım, sevabını kazandım, cenneti kazandım, diyor.
Fakat mukarrebîn öyle değil, ben
kulluğumu yapamadım. Allah’ın azabından, gadabından, elinden kurtaramadım.
Yapıyor da yapamadım, diyor. Kendinde öyle bir nedamet, bir düşkünlük var.
Kendisini aşağı, kusurlu, günahkar görmek var, yapamadım diyor.
Allah’a makbul olan amel de
budur. Çünkü Peygamber Efendimiz Miraç yaptığı zaman Cenabı Hak sordu:
“Ya habibim bana ne hediye
getirdin?”
“Ya Rabbi sen ihtaç, muhtaç
değilsin, sen ganisin, senin hâzinelerin dolu. îhtaç benim, muhtaç benim, ben
fakirliğimle sana geldim.” Cenabı Hak “Sen bana çok kıymetli ve makbul olan bir
hediye getirdin.” diyor.
“Hasenetü’l-ebrar,
seyyietü'l-mukarrebîn” buyuruyorlar. Ebrarların sevap diye işlediklerinden
mukarrebînler kaçarlar. Ebrarlar namaz kıldı, mukarrebînler kılmadı mı? Ebrar
oruç tuttu, ibadet yaptı, hasenat yaptı, mukarrebînler bunları yapmadı mı?
Ebrarlar hasenatı yaptım, kazandım diyor. Mukkarebîn yapamadım diyor ve
kendisinde bir nedamet ve bir ah u enin var.
Allah’ın indinde de bunu ancak
aşk yaptırıyor. Bu insanları amel varlığından geçiren, kurtaran aşktır. Aşk
olmazsa amel varlığından insan kendisini kurtaramaz.
îradesi var, bu
ameli yapıyor.
Niye yapıyor bu
ameli?
Bir maksat
bir gaye için yapıyor. Cenabı Hakk’ın emri, bu haktır. Fakat mukarrebîn bunu
yaptığı halde hakkıyla yapamadım, diyor. Tarikatın kârı kemali mahviyettir,
yokluktur.
Çok çektim ise
iftirâk
Kalmadı
gönlümde merâk
Aşkım bana
oldu burâk
Aşkım Burak’ım oldu. Ayrılıktan
kurtuldum, meraktan da kurtuldum diyor.
Görün beni
aşk neyledi
Ahiri derviş
eyledi
Yalnız insanlarda zikir, fikir,
ibadet, amel olacak. Aşkın da bir makamı vardır.
Fakat aşkın
makamı neredir?
Aşkın makamında
nihayet yoktur. Aşk sevgidir.
Sevgi de
nereden kopmuş gelmiş?
Allah’tan
kopmuş gelmiştir.
Buraya neyle gider insan?
Yine sevgiyle gider.
Tarikatlar nefis yoluyla
başlıyor, kalp yoluyla başlıyor. Bir ibadetle bir de aşk ile terakki ediliyor.
Nitekim ibadet yolunun ahirinde de aşka geliyor. Aşka düşen bir tarikat ehli
ibadete neden dönmüyor, niye dönsün? İbadet işliyor yapıyor da ibadete kıymet
vermiyor.
“Sair tarikatların nihayet
kârını biz bidayete getirdik.” buyruluyor.
Sair tarikatlarda riyazet,
uzlet, seyahat bütün bunların amelleri, ibadetleri, hizmetleri aşka düşmek,
aşka duçar olmak içindir. Ama bizim tarikatımızda aşkı baştan veriyorlar,
ulaştırıyorlar.
Aşkın makamı Cenabı Hak'tır,
Allah’tır.
Allah, sevgisini kuluna
gösteriyor insanlara bunu veriyor, ama her maksada bir kapı tayin ediyor.
İnsanların rızkını da Allah halk
ediyor. Rızıkları dağıtması görevi ile Kasım-ul Erzak isimli bir melek de halk
etmiş.
İnsanların ruhunu da Allah
alıyor, ama Azrail isimli bir melek ile alıyor.
Âşıkların ruhunu Azrail
alamıyor. Âşıkların karşısına gidiyor, ruhunu alamıyor.
—Ben âşıktım benim ismimi
Lafza-yı Celalle yaz bana göster ki alasın, dermiş.
Bir hastada müşahede ettim,
gözümle gördüm. Bir hasta öleceği zaman, can vereceği zaman, gözleri bir
noktadayken, duvarda Lafza- yı Celal elektrik yanar gibi yandı. Aşkı çok olan
birisiydi. Gözünün yaşı sel gibi akıp gidiyordu.
Kelamı kibarda öyle buyruluyor,
Ten ile
âbım turâba nâr ile bâdım hevâ
Cânımı
cânâna verdim aradan çıktı sivâ
Diyor ki bu vücut cesedimde olan
toprak ile suyu hep verdim toprağa, ateş ile havayı çektim verdim gitti havaya.
Can kaldı. Canımı da verdim
cananıma. Can da gitti, ten de gitti, bunlar gidince yok oldu. Azrail benim
neyimi alacak? Ben yok oldum zaten. Azrail canlıların canını alır.
Kelamı kibar böyle, ama ayet-i
kerimeyle tasdik ediyor. İnsanlar öldüğü zaman ateşi de çıkıyor havaya gidiyor.
Bir de havası var, teneffüsü o da çıkıp cesetten gidiyor. Cesette su ile toprak
da toprağa veriliyor. “Küllü şeyin yerciü ile aslihi.” emri fermanı tecelli
ediyor “Her şey aslına rücu ediyor.” Bu dört madde aslına rücu ediyor.
Bu can da nereden geldi?
Allah’tan geldi, Allah’a
gidiyor.
Geriye ne kaldı? Öldü, toprak
oldu gitti.
Ama ölüm ikidir. Cenabı Hak
“Mûtû kable entemûtû.” buyuruyor. “Ölmeden önce ölün.” diyor. İnsan ölmeden
evvel ölüyorsa, diri oluyor, varlığından kurtuluyor. Bu adamın yine cesedi var.
Onun ağaç, taş gibi bir cesedi var. Onun hareketi var ama onu sanki bir ağacı,
bir taşı almış hareket ettirir gibi hareket ettiriyorsun.
Ten ile
âbım turâba nâr ile bâdım hevâ
Cânımı
cânâna verdim aradan çıktı sivâ
Nokta-i
sırrım semâ "Rahmân ale’l-arşistivâ"
Kaby için
bir ihtiyâcım kalmadı Ayrâil’e
Nokta-i sırrım sema: Sana vermiş olduğum ruh.
Bu ruh nereden geldi? Allah’tan.
“Mûtû kable entemûtû” sırrıyla o da gitti.
Kabz için Azrail’e ihtiyacım kalmadı, diyor.
Nefs elinden kıl benim
âzâdımı Allah için
Defter-i uşşâka kayd et âdımı
Allah için
Nefis elinden kurtar beni,
diyor. Kime?
Rabıtasına yalvarıyor.
Allah için, Allah rızası için
nefisten kurtar. Nefisten kurtarmak için defter-i uşşaka kaydedeceksin.
Defter-i uşşak’takiler Allah'ı
sevmek, Allah'a âşık olmak ile Allah muhabbetini kalbinde taşıyanlardır.
Evet, her
kimde ki aşk-ı ilahi tecelli etmezse nefsini bilemez, nefsini yenemez, nefsine
hükmedemez.
Şeriatın tekemmül etmesi ile
insan tarikata giriyor.
Şeriat ne?
Şeriat da ilim, amel ve ihlâstan
ibarettir.
İlim de... Şimdi dersiniz ki
“biz âlim değiliz”
İlimden mana, Allah’ı bilmek,
Allah’ı bulmaktır.
Allah’ı bilmek, Allah’ı sevmek
ile Allah bilinir.
Allah aşkı
ile Allah bilinir ve Allah aşkıdır Allah’ı bulduran.
Bizim de vasıtamız rabıtadır.
Al benliğimizi gitsin irâde
Arz eyle cemâlin irgör murâde
Vasıtamız sensin iş bu arâde
Eriştir menzil-i a’lâya bizi
Kul ile Allah arasındaki
rabıtayı Evliyaullah sağlıyor. Kulu Allah’a sevgi ile bağlıyor ve kulu Allah’a
o sevgi ile götürüyor.
Yani, Allah’ı kula sevdiriyor ve
kulu Allah’a ulaştırıyor.
Cenabı Hak buyuruyor: “Kulum
beni sev, sevdiklerimi sev, kullarıma sevdir.”
Çok dikkat edin, gafil olmayın!
Ancak, ayık olmak için rabıtayı hiç unutmayacaksınız. Bak bizde “rabıta-yı
hayal” var.
Niye rabıta-yı hayal?
Hayal demek, düşüncedir.
İnsan neyi düşünebilir?
Görmüş olduğu bir şeyi
düşünebilir. Görmemiş olduğu bir şeyi düşünemez, hayal edemez.
Onun için Halikımız Allah, bütün
mükevvenatı yoktan var etmiştir. Cenabı Hakk’ı biz düşünemeyiz.
Nasıl düşüneceksin, düşün
bakalım?
Nerede düşüneceksin? Düşünmek
için ona bir mekan tayin edeceksin ki düşünesin, ona bir sıfat tayin edeceksin
ki düşünesin.
Bu iman mıdır?
İman; Allah, Cenabı Hak, noksan
sıfatlardan beridir. Ona hiç bir sıfat isnat edemezsin, bu küfürdür. Ona hiç
bir mekan isnat edemezsin, bu küfürdür.
Onu nasıl düşünüp, nasıl hayal
edeceğiz?
Ancak Evliyaullah’ı
düşünebilirsin.
“Evliyaullah
Cülus-ı Hüdadır”
Cenabı Hak, Evliyaullah’ın
kalbindedir, gönlündedir.
Onun için Evliyaullah’ın kalbine
girmek, Allah’ı bulmaktır. Aynı şekilde Evliyaullah’ın kalbine girmek
Resulullah’ı bulmaktır.
O da ne ile?
Çok sevmekle,
Çok itaat etmekle ve
Evliyaullah’ın
şerefini muhafaza etmekle mümkündür.
Onun için tarikatımızda amelimiz
ve hizmetimizden (amelimiz ve hizmetimiz olacak) daha da önemli olanı
ahlakımızdır.
Amelimizin, hizmetimizin
makbuliyeti ahlakımızla, güzel ahlakımızla olacaktır.
Tarikat ruh
ile, şeriat ceset iledir.
Mürit,
talip cismiyle şeriatta; ruhuyla tarikatta, sırrıyla ila vuslatta olacakmış.
Hak talebine şartlar koşmuşlar.
Nasıl şartlar koşmuşlar?
1.
Daima vudu-abdestli olması
gerekir. Şeriatımızda da zaten “Abdest Müslüman'ın silahıdır.” Abdestli olan
bir Müslüman her ibadete hazırdır, gafil değildir. Allah’tan gafil değildir.
Çünkü abdestli olduğu için, her ibadete hazırdır. Daima vudu-abdestli olması
budur.
Talibe bu
üç şart koşulmuştur.
Hıfz-ı nispet de: Sana verilen
muhabbeti muhafaza edeceksin.
Mademki tarikata girdin, bu
muhabbeti nereden aldın sen?
Meşayihten!
Çünkü meşayihe olan muhabbet
Allah'adır, meşayihe olan sevgi Allah'adır.
Cenabı Hak öyle buyuruyor:
“Kulum beni sev, sevdiklerimi sev, kullarıma sevdir.” Ey kulum beni sev ki,
sevdiklerimi de sevesin. Sevdiklerimle beni seversin, kullarıma da beni
sevdirirsin, buyuruyor.
Onun için burada Hıfz-ı nispet
sana verilen, meşayih vasıtasıyla sana gelen muhabbeti muhafaza edeceksin.
Tabiî muhabbet kalpte bir
ışıktır, bir nurdur. Muhabbeti göremiyoruz ama, ancak biz bunun tadını
tadıyoruz, seviyoruz değil mi?
Ama bunun cismi kalpte bir
nurdur, ışıktır. Allah’ın nuru, yanan ışıktır. İşte bunu muhafaza etmek için,
söndürmemek için hıfz-ı nispet, muhabbeti muhafaza etmek gerekir.
Bunun da
iki yönü var. Birisi şu ki: Muhabbeti yine sözüyle, hareketiyle, hali, fiili,
ameliyle muhafaza ediyor. Bir de hali, fiili, ameliyle terakki ediyor. Yani bu
muhabbeti insan muhafaza ederse o büyüyor. Büyüye büyüye, büyüyor. Muhabbeti
büyüdükçe kalbi de büyüyor. Muhabbeti çoğaldıkça, kalbi de büyüyor.
Onun için burada insanlardaki
muhabbet de böyledir. Kalbindeki muhabbeti muhafaza ile o kalp büyüyor. Mide
gibi değil ki, mide büyümüyor, ama kalp büyüyor. Kalbin de bir cismi var,
midenin de bir cismi var. Ama midenin cismi büyümez. Yalnız kalbin cismi büyür.
Yine cisim olarak büyümez ama
mana var onda. Cenabı Hakk’ın onda bir sırrı var, onda esrarı var. Gizli bir
esrar var onda.
Sır ki nedir bu ondaki gizli
sır, esrar?
Ondaki gizli sır, esrar şudur
ki: Cenabı Hak hadis-i kudsi’de buyuruyor ki: “Ben arşa, kürse, levhe, kaleme
sığmam. Mü’min kulumun kalbine sığarım.” Demek ki bu ufacık et parçası, kalp
ama, manada bu ne kadar büyüktür.
Mana ne? Madde ne? Madde
görünenler. Mana görünmeyenler. Manada ne kadar bu kalp büyük ki artık
yerlerden, göklerden, dünyalardan, her şeyden bu kalp büyük.
Hiçbir mekana sığmayan Cenabı
Hak “Mü’min kulumun kalbine sığarım.” buyuruyor. Fakat bu kalp büyüyor işte.
Manada, kendi sırrında, esrarında büyüyor. Cisim olarak büyümez.
Ama
insanlar da büyük varlık. İnsanlar kıymetli varlık, insanlar çok güzel varlık.
Fakat yine bu güzelliğini, yine bu büyük varlık olduğunu, yine kıymetli varlık
olduğunu göstermiyor. Çünkü cesedi örtmüş, perdelemiş onu.
Ama Cenabı Hak “Biz insanı
kıymetli halk ettik, biz insanı büyük halk ettik.” buyuruyor.
Hangi insan?
İşte o sıfatla sıfatlanan insan.
Allah’ın varlığına ulaşan insan. O zaman öyle büyük bir varlık oluyor ki
Allah’ın varlığından sonra en büyük varlık o insan oluyor. Allah’ın varlığından
sonra en kıymetli varlık o insan oluyor.
Hem de niye olmasın? Cenabı Hak
ne buyuruyor: “Habibim ben seni halk etmeseydim bu varlıkları halk
etmeyecektim.”
Ama bu varlıklar nereden halk
edilmiş? Peygamber Efendimizin varlığından. En evvel Peygamber Efendimizin
nurunu halk etmiş, bütün varlıkları da onun nurundan halk etmiş.
Ama insanlar fenafişşeyh,
fenafirresul oluyorlar mı? Oluyorlar. Ama evvel fenafişşeyh olacak ki sonra
fenafirresul olsun.
Çünkü Allah’ın üç nuru var: esma
nuru, sıfat nuru, zat nuru değil mi? Esma nuru Evliyaullah'tadır, sıfat nuru
Resulullah'tadır. Zat nuru da Cenabı Hakk’ın zatının nurudur.
Ama yalnız Evliyaullah bu üç
nuru da geçmiş. Esma nurundan da geçmiş, sıfat nurundan da geçmiş. Zat nurundan
da geçmiş ki buna ne deniliyor: fenafillah, bekabillah, seyrilallah.
Bir de var ki fenafişşeyh,
fenafirresul, fenafillah. Bir de böyle.
İnsanlar bu üç nurdan geçtikten
sonra büyük varlık oluyor işte. Cenabı Hakk’ın en büyük varlığı o insan oluyor.
Fakat
Cenabı Hak bu insan için bu kadar büyük nimetler halk etmişse, insanı böyle
kıymetli halk etmişse bu insan, bu nimetlere malik olmazsa kendisine yazık
etmez mi?
Sohbetimiz nerden başladı?
Talibe terakki olması, talebine
ulaşması için üç şart koşulmuş:
Daima vudu-abdestli olması,
Lokmada ihtiyat,
Hıfz-ı nispet.
İşte bu hıfz-ı nispetini de
muhafaza edecek. Nelerden muhafaza edecek? Ona verilen bir muhabbet vardır onun
kalbinde. Bunu muhafaza edecek. Muhafaza edecek ki o büyüsün. Bunu muhafaza
etmesinin iki yönü var: Birisi çok dikkat edecek; hali, fiili, ameliyle...
Fiiliyatında eksik bırakmayacak. İnsanlarda bunun en ziyade zıttı da muhabbetin
sönmesinin zıttı da gadaptır. İnsan gadabını yenmezse, bu söner. Yani
gadaplanır, hiddeti gelir, herhangi bir kimseyi kırar, incitir, ona hakaret
ederse ne olur? O muhabbet söner. Bir muma üfürdüğünde nasıl sönerse o da
söner. Onu muhafaza ederse o bir mum ışığıysa bile büyür. Bunu neyle büyütecek?
İşte hali, fiili, ameliyle...
Fiiliyatı
elinde, ameliyesi elinde; hal iradesinin dışında. Onu biz bilemeyiz,
anlayamayız.
Bir de ne var bizim için? Şükür,
fikir, zikir var.
Şükür bizim
nimetimizi artırır. Cenabı Hakk’ın emri öyle değil mi? “Kuluma vermiş olduğum
bir nimetin, o kulum kadrini bilirse ben onu büyütürüm, yükseltirim, artırırım.
Bilmezse onun elinden alırım.” Ama burada bizim için büyük nimet:
Allah bizi inananlardan,
Müslüman halk etmiş.
Ehli dünya değiliz, ehli
ahiretiz. Nimetimiz budur. Allah'a inandık, ahirete inandık.
Ama bu inancımızı yaşarsak, bu
sefer de ehli huzur oluruz.
Allah’ın zatını kazanırız.
İşte onun için Cenabı Hak “Kulum
ver beni de al beni. Benim vermiş olduğum canı bana ver ki beni alasın.” diyor.
Allah’ın zatını alan, Allah’tır.
Ama bu ne demek?
Cenabı Hak “Sana bir ruh verdik,
ancak o ruhu Allah'a ulaştırmak için canını vereceksin” terk-i can olacaksın.
Terk-i can olmadan insan cananı bulamaz. Onun için kelamı kibarda buyruluyor:
Başını top
eyleyip gir vahdetin meydanına
Kıl gagayı
Kerbela gir kendi nefsin kanına
Seyr kıl
uşşak-ı Mevla nice kıyar canına
Terk-i can
etmektir ancak aşk u sevdadan garag
Demek ki insanlar terk-i can
olmayınca cananı bulamaz.
Terk-i dünya, dünyayı terk eder
ki ahireti kazansın.
Terk-i ukba, ukbayı terk eder ki
Cenabı Hakk’ın cemalini kazansın.
Bir de terk-i cisim var
insanlarda.
Bir de terk-i can var
insanlarda. Canını veriyorsa cananı buluyor.
Çünkü o zaman ne oluyor? Canını
veriyor, canından da geçiyorsa, ölüyor. İşte o zaman Cenabı Hak “Ölmeden evvel
ölün.” buyuruyor. Varlığından kurtuluyor, her şeyi terk ediyor.
Varlık denince insanların malı
varlıktır. Zenginliği, maddi varlığıdır. İlmi varlıktır, ameli varlıktır,
asaleti varlıktır, güzelliği varlıktır, gücü varlıktır, sanatı varlıktır veya
ibadet etmiş, çalışmış. Allah da vermiş kerameti; keramet varlıktır.
Çünkü insanlarda kemalat,
varlıkta değil yokluktadır. Onun için kim yok oldu ise kemale ulaştı. Kim yok
olduysa hakiki varlığı buldu. Hakiki varlığı bulunca o zaman kemale ulaşıyor.
Kemal sahibi oluyor.
İşte onun için Cenabı Hak “Kulum
ver beni de al beni. Benim vermiş olduğum canı bana ver ki beni alasın.” diyor.
Başını top
eyleyip gir vahdetin meydanına
Kıl gagayı
Kerbela gir kendi nefsin kanına
Seyr kıl
uşşak-ı Mevla nice kıyar canına
Terk-i can
etmektir ancak aşk u sevdadan garag
Aşk ise... Aşk ne?
Allah sevgisi, Resulullah
sevgisi, Meşayih sevgisi.
Bu sevgiler insanda tecelli
ederse ve bu sevgileri büyütürse, çoğaltırsa, o zaman ne olur?
Terk-i can olabilir. Her
varlığını yok eder. Her varlığı yanar gider, gönlünde durmaz.
Fakat bizim bu varlıklarımız var
ya. İlim dedik, amel dedik, maddi zenginlik dedik. Bunların zahirde cismi
olduğu gibi, sevdiğimiz için kalbimizde de onların bir cismi var, onların bir
yeri var. Öyleyse bu sevgiler, bunlar kalpte olduğu müddetçe...
Onun için “Neyi seviyorsanız,
kalbinizde neyi besliyorsanız o sizin putunuzdur, mabudunuzdur.” buyruluyor.
Gönlümün
put hanesinden hubb-ı dünya nakşını
Pûte-i
aşkında yaktı nârınapervâ gibi
Ne demek istiyor?
Gönlümde olan puthane idi, çok
arzular vardı, çok istekler vardı. Bunlar orayı hep meşgul etmişti, işgal
etmişti.
Ama pute-i aşkı nedir?
Yani Cenabı Hakk’ın aşkı. Hakiki
bir mabudumuz var, o hakiki mabudumuzu bulduksa, hakiki mabudumuzun sevgisi
onları hep yakar yok eder.
Ama bu hakiki mabudumuzu neyle
bileceğiz? Neyle bulacağız?
Cenabı Hak insanların her
maksadına bir kapı tayin etmiştir. Allah'tan gelen insanların Allah'a gitmesi
için yine Cenabı Hak arada bir vasıta halk etmiş.
Çünkü zaten biz vasıtayla
geldik, vasıtasız gelmedik ki. Zaten biz bir böcek gibi topraktan çıkmadık ki,
bir ottan, bir taşın deliğinden çıkmadık ki, bir ot gibi yerden bitmedik ki,
arada bir vasıta var.
Ne bu
vasıta? Annemiz, babamız vasıta oldu. Bizi ulvi alemden getirdi bu aleme. Fakat
yine bir vasıta lazım ki yine o ulvi aleme çıkarsın bizi. Zaten ayet-i kerimede
“ileyh.il vesilete” buyuruyor Cenabı Hak. Bir vasıta arayın kendinize, bir
vesile bulun kendinize.
Her kim ki Evliyaullah’ın
gönlüne girdiyse, maksuduna ulaştı, maksudunu buldu, aradığını buldu.
O aranan var ya afakta bulunmaz,
gönüllerde bulunacak. Gönle girmek lazım.
Onun için Yunus Emre buyurmuş
ki:
Yunus
eydür ey hoca
İstersen
var bin hacca
Hepisinden
eyice
Bir gönüle
girmektir
Boşuna mı buyurmuş bu kelamı?
“Bir gönüle...” Bu gönül kim?
Bu gönül işte Evliyaullah’ın
kalbi.
Evliyaullah’ın kalbi açılmış
çünkü. Evliyaullah’ın kalbi açılmışsa, Cenabı Hak Estaizü billah: “Senüriyhim
ayatina fil afaki ve fi enfüsihim hatta.” buyuruyor.
Bu ayet-i kerime ne için nazil
olmuş, niye inmiş? Nüzul sebebi ne? Niçin varit olmuş, gelmiş? Evliyaullah’ın
kalplerinin buyruğu hakkında, ululuğu, büyüklüğü hakkında.
Onun için öyle bir kalbe girerse
bir insan, işte aradığını orada bulur. Onun için kelamı kibarda buyuruyor:
Dilersen
dilberi dilber,
Kılarsan
dilberi dilber
Sana da
keşf olur dilber
Mühim esrar-1
dervişan
“Mühim esrar-ı dervişan”,
dervişler için mühim olan bir esrar imiş.
Neymiş bu esrar?
Sen diyor, eğer güzel olmak
istiyorsan, güzeli bul.
Güzeli bulmayınca güzel
olamazsın. Güzeli buldunsa, güzel seni güzel eder. Dilberin manası güzeldir.
Güzel seni güzel eder. O zaman sen güzel olunca her şey güzel, daha çirkin bir
şey kalmadı, her şey güzel.
Niye bunlar güzel?
Bütün eşyada Cenabı Hakk’ın
sıfat nurunu görüyorsun da onun için güzel oluyorsun. Her bir eşya senin için
bir mir’at oluyor. Allah'ın nurunu gösteriyor da onun için güzel oluyorsun.
Tasavvufun gayesi budur.
Tasavvufu anlayan, yaşayan, tasavvuftan geçen, hakikate ulaşanlar için ne var?
Hakikate ulaşan bir insan, bütün
eşya onun mir’atı olur. Nasıl mir’at? Allah'ı gösteren bir ayna oluyor. Ona
bütün eşya, kendisi de zaten ayna oldu.
Evet, bir
de bizim için şükür, fikir, zikir lazım.
Ama burada şükür ne?
Malın, zenginliğin şükrü nedir?
Nimete nasıl şükredilecek?
Allah'ın olduğunu bileceksin,
Allah yoluna harcayacaksın ki onun da şükrünü eda etmiş olasın.
Ama bunların hepsi nereye
dayanıyor?
İlmin var şükredeceksin, amelin
var şükredeceksin, malın var şükredeceksin, sıhhatin var... Hepsini neyle?
Hepsini; İslâm olduysan,
İslâm'ın şükrünü ödediysen, onların da şükrünü ediyorsun.
Müslüman olduğumuz için çok
şükredeceğiz. Gece, gündüz şükür secdesinde olacağız. Gönülden yüzümüzü yere
koyacağız.
Bütün insanların ayağının altına
yüzümüzü koyacağız. Çünkü niye bunu böyle yapıyoruz? Mademki biz bu insanları
bilemiyoruz, kalplerini bilemiyoruz; ancak insanların kalbini bilen Allah’tır.
Peygamber Efendimiz, Cenabı Hakk’ın kullarının kalbine nazar ettiğini haber
veriyor. Boyuna, soyuna, zenginliğine, güzelliğine, bir şeyine bakmaz;
kalplerine bakar. Ama senin o fakir gördüğün, senin cahil gördüğün insan inanan
bir kimse olabilir.
Allah'a şükür bizim tarikatımız
bütün tarikatların en kolayı ve bütün tarikatların en kısası, kesesidir.
Niçin?
Bizim tarikatımızın kısası,
kesesi şu ki:
Diğer tarikatlar nefis yoluyla
terakki ediyorlar.
Bizim tarikatımızda aşk ve
muhabbetle terakki ediliyor.
Onlar nefis yoluyla kendilerini,
fazla ibadet, elkab, riyazet, uzlet yapmakla, nefislerine çile vermekle,
nefislerini arındırıyorlar ve bu çok çetin oluyor ve uzuyor.
Onun için Nakşibendi Efendimiz
buyurmuş ki: (Mektubat’ı okuyanlar rastlamıştır) “Sair tarikatların nihayet
karını biz bidayete getirdik.”
Sair tarikatlardaki bir talip
çalışır, çalışır ve en son elde etmiş olduğu bir kemalatı, kârı kemalatı, biz
ilk talibimize, biz ilk salikimize başlangıçta veriyoruz.
Bu nedir? Bu ne işte?
Kalpte tecelli eden aşktır,
Allah aşkı, Allah sevgisidir.
Onda çünkü muhabbetül Mevla,
muhalefetül heva var.
Nakşibendi Efendimiz, mübarek
Hicaz’a giderken, Bağdat’ta bir gence uğramış. Genç dersek yani bir mağazanın
önünden geçerken, bakmış ki on sekiz yaşında bir genç var. Başında öyle bir
kalabalık var ki. Kimisi mal beğeniyor, kimisi fiyat soruyor, kimisi para
veriyor, kimisi alışverişle meşgul. Bu kadar onlarla meşgul olduğu halde, gönlü
hiç Allah'tan ayrılmıyor. Nakşibendi Efendimiz buna çok gıpta etmiş, on sekiz
yaşında, bu genç yaşta bunu nasıl böyle kazanmış diye.
Bu kemali nasıl elde etmiş?
Bütün şeriat, tarikat, ibadet,
zikir, fikir, bütün hepsinden maksat kalbi uyarmak, kalbi diriltmektir.
Kalp dirilince artık o insan
daha kendisini Allah'tan gafil edemiyor. Her ne kadar zahirde meşgul olursa
olsun o, Allah'ı daha unutamıyor. İşte Cenabı Hak da zaten öyle buyuruyor:
“Ayakta, otururken, yatarken,
hatta her halde beni zikredin.” buyuruyor. Daha başka zikir ayetleri var. Çok
zikredin buyuruyor.
Cenabı Hak “Ancak sizin kalbiniz
zikrullah ile mutmain olur.” Sizin kalbinizi ancak zikrullah doyurur, başka bir
şey doyurmaz, tatmin etmez, buyuruyor.
Nakşibendi Efendimiz o'nda bunu
görünce gıpta etmiş ve sormuş. Demiş ki:
—
Sizin tarikatınızın
bidayeti nedir, nihayeti nedir?
O da demiş ki:
—Bidayeti muhalefetül heva’dan
başlar, nihayeti muhabbetül Mevla’ya ulaşır.
—
Muhabbetül Mevla’dan
başlar, muhalefetül hevaya ulaşır.
Muhabbetül Mevla’dan başlayıp
da, muhalefetül hevayı terk etmek çok kolay oluyor.
Ama muhalefetül hevadan
başlayıp, muhabbetül Mevla’ya ulaşmak çok çetindir, çok uzuyor.
Ne demek oluyor? Mesela diyelim
ki, bir köyden diğer bir köye gideceksin, yakın bir yolu var. Tam böyle bir
hatla çizilmiş, o köye gidiyor. Veya o köyü bulamıyorsun, oraya batıya doğru,
doğuya doğru köylerden dolaşıp gidiyorsun. Halbuki oradan doğrudan geçecektir.
Mesela bir kilometre yol yerine, on kilometre yol dolanıp, oraya geliyorsun.
Bu böyle işte; muhalefetül
hevadan başlayan tarikatların yolu uzuyor ve çok çetindir.
Bir de şu var ki: Onlar Cenabı
Hakk’ın isimleriyle, esmalarıyla zikrediyorlar. Cenabı Hakk’ın bin bir ismi
vardır. Bin bir isminin içinde doksan dokuz tane esma-yı hüsna, güzel isimleri
var, seçkin isimleri var. Fakat haşa, hepsi güzel de nihayet seçkin olandır.
Bir de zatına mahsus olan bir
ismi var ki,
Bu da “Lafza-i Celal”, “Allah”
ismidir.
Allah'ın zatına mahsus olan bir
isimdir.
Diğer isimler, bütün sıfatlarına
mahsustur.
Onun için işte diğer
isimleriyle, Allah'ın öbür isimleri, bin bir ismiyle zikir edenler, esma
nurundan başlıyorlar.
Ondan sonra sıfat nuruna
geçiyorlar, sıfat nurundan da zat nuruna geçiyorlar.
Halbuki bizde burada esma nuru,
sıfat nuruyla uğraşmıyorlar.
Ya?
Doğrudan doğruya zat, senin
hedefin Allah'ın zatıdır diyorlar.
Allah'ın zat nuruna doğru direk geçiyorlar. Bu da işte Lafza-i Celal’dir.
Hani bütün diğer sair isimleriyle Allah'ı zikredenler, ahiri sonunda bu Lafza-i
Celal’e getiriyorlar. Allah kelimesine geliyorlar. Bu da kalpte yazılı olan bir
şey. Kalpte yazılıymış.
Burada nimet çoktur ama bizim
için en büyük nimet nedir?
Bizim için en büyük nimet: Allah
bize bir mürşit, tarikat nasip etmiş. Cenabı Hak bize meşayihi sevdirmiş,
velilerini sevdirmiş. Bizim için en büyük nimet budur. Niçin?
Şeyhim
benim sultan imiş
Haktan
bize ihsan imiş
Can
derdine derman imiş
Görün beni
aşk n’eyledi
Ahiri
derviş eyledi
Dervişten mana nedir?
Dervişten mana: Her şeyden
geçmiş, kalbinden her şeyi atmış. Onun gönlünde Allah'tan başka bir şey yoktur.
Ama bunu insanlar tarikatsız,
mürşitsiz elde edemezler.
İllaki onun kalbinde bir mürşit
sevgisi olacak.
İllaki kalbinde Allah,
Resulullah sevgisi olacak.
Zaten Allah sevgisi, Resulullah
sevgisi, Meşayih sevgisi hiç değişmez.
Çünkü niçin?
Bu da Cenabı Hakk’ın bir
iltifatı, insanlara bir ihsanıdır. Cenabı Hak buyurmuyor mu: “Habibim seni
seven beni sever, seni sevmeyen beni sevemez.” Peygamber Efendimiz “Benim
ümmetimin velileri, uleması benim varislerimdir.” buyurmuş.
Bir Köroğlu
türküsü vardır.
Her türkünün, her kelamın bir
mecazı var bir de hakikati vardır.
Herkesin anladığına göre.
Mesela “yâr yâr”, “yâr yâr”
denilir.
Ama kaç türlü yâr var. Bundan ne
kadar anlamlar, bundan ne kadar manalar çıkıyor.
Çok manalar vardır, ama hakiki
yâr Allah’tır.
Yâr demek; yardım eden, ondan
yardım gelen.
Yâr yâr diyor ya, insana neden
yardım geliyorsa, nereden yardım geliyorsa odur ama, insanlara hakiki yardım
Allah’tan gelir.
İnsanların hakiki yâri,
yardımcısı Allah’tır. Allah’tan başka, insanların yâri, yardımcısı hepsi
mecazdır, aldatıcıdır, geçicidir. Onun için bak,
Eğer aşık
isen yâra
Sakın
aldanma ağyâra
Düş
İbrahim gibi nara
O gülşende
yanar olmag
Diyor ki eğer sen de yâra
aşıksan, Allah’a aşıksan, ağyâra aldanma.
Ağyar ne?
Ağyar da seni yârdan ayıran.
Ben Allah’ı seviyorum,
seviyorum., diyorsun ama Cenabı Hak senin ve benim kalbimize bakıyor,
kalplerimize nazar ediyor.
İnsanların kalbi, nazargâh-ı
ilahidir.
Cenabı Hak diyor ki: "Biz
insanların kalplerine nazar ederiz, kalplerine bakarız. Boylarına, soylarına,
güzelliklerine, zenginliklerine, maharetlerine, marifetlerine hiçbir şeylerine
bakmayız; kalplerine nazar ederiz."
Onun için seviyorum, seviyorum,
diyorsun ama kalbinde ne var? Kalbinden neyi seviyorsan Allah onu görüyor,
biliyor.
Eğer Allah’ı seviyorsan,
kalbinden arzuları çıkaracaksın ki Allah’ı sevmiş olasın. Onu ifade ediyor ki,
Eğer âşık
isen yâra
Sakın
aldanma ağyara
Sen Allah’ı seviyorsan kalbinde daha başka bir sevgi
olmasın.
Başka sevgiler olursa, o sevgi perdeler, seni Allah’tan
ayırır. Başka sevgiler, başka arzular seni Allah’tan uzaklaştırır.
Düş İbrahim gibi nara
O gülşende yanar olmag
Bakın, İbrahim Aleyhisellam’ı ateş yakmadı. Niye yakmadı?
O da insandı, beşerdi, peygamberdi.
Peygamberler de zahiren
beşerdir. Peygamberler de melek değiller. Melekler yemezler, içmezler,
melekleri ateş yakmaz, kül olmazlar, melekler ihtiyarlamazlar, hastalanmazlar,
ölmezler.
Ama insanlar yanar da, insanlar
düşer de. İnsanlar hasta da olurlar, insanlar ihtiyar da olurlar, yorulurlar,
aç da kalırlar telef de olurlar, susuzluktan telef de olurlar.
Bu,
insanlarda vardır, meleklerde böyle bir şey yoktur. Peygamberlerin zahirde
beşeriyeti var, onların da yemeleri içmeleri var, kuşkuları var, hastalığı var.
Ne meşakkatler çekiyorlardı, ihtiyar oluyorlardı.
Eğer aşık
isen yâra
Sakın
aldanma ağyâra
Düş
İbrahim gibi nara
İbrahim Aleyhisselam da ne yapmış?
Ateş yakmamış onu, niye onu ateş yakmamış?
O da peygamber ama beşer.
Hani onu da yakardı niye yakmamış onu?
O ağyarları çıkartmış, sadece yârla beraber kalmış. Ona hiç
kimsenin yardımı olmamış, hiç kimseden yardım beklememiş.
—Gerekmez bana başkasının yardımı Rabbim bana yeter, demiş.
“Rabbim bana yeter.”
Cenabı Hak, onu ateşten kurtarması için yetkili melekler
gönderiyor, dört tane melek gönderiyor.
O da atılmış havada gidiyor, onu
ateşe aletle attılar, havalandı, gitti havadan ateşin ortasına düşecek, havan
topu gibi.
Havan topları vardır, askeriyede
açılma ateşi yapar. Havadan atarlar gider yerine düşer, tabiî aletleri var,
derecesi var, mesafesi var.
O zaman Cenabı Hak, yetkili
meleklere: “Gidin İbrahim’i kurtarın ateşten.” diyor.
Öyle
yetkili melekler var ki Cenabı Hak yere memur, yerin müekkeli; yerlerin,
dağların amiri; suların, denizlerin amiri; rüzgarların amiri; ateşlerin amiri
melekler halk etti.
İşte yerlerin müekkeli bir melek
vardır. O melek İbrahim Aleyhisselam’a geliyor, diyor ki. Ya İbrahim diyor,
—Ben yerlerin memuruyum,
yerlerin amiriyim, şu yüksek dağları getirip ateşin üstüne çeviririm sen
müsaade eder misin?
—Hayır, diyor. Ne ile yapıyorsun
bu mahareti, marifeti; gücü nereden alıyorsun?
Melek:
—Rabbimin vermiş olduğu güç ile
kuvvet ile yapıyorum, diyor.
—Ben senden istemiyorum gücünü,
kuvvetini. Ben O’ndan istiyorum. Sen girme bizim aramıza, sen çık, O bana
yeter. Senin beni kurtarmanı istemiyorum, sen çık aramızdan, diyor.
İşte bundan sonra rüzgarların
meleğini, dağların meleğini, suların meleğini, hepsini aradan çıkarıyor,
hepsini reddediyor.
Cenabı Hak o zaman ateşe
emrediyor.
“Yâ nâru kûni berden ve selâmen
alâ İbrahim”
Ateşe Cenabı Hak kendi kudret
lisanı ile “Ey nâr, ey ateş İbrahim’i yakma ve onu üşütme de. Yakmayacaksın,
üşütmeyeceksin, onun vücudunun rahat edeceği şekilde olacaksın.” diyor.
İşte burada kelamı kibarda,
Eğer aşık
isen yâra
Sakın aldanma
ağyâra
Sen de Allah’ı seviyorum
diyorsan, Allah’ın aşkıyla diyorsan, ağyarları çıkar aradan.
Ağyarları çıkarırsan aradan,
nasıl İbrahim Aleyhisselam ağyarları çıkardıysa, ateş onu yakmadı, ateş ona
gülistan oldu, sana da olur.
Eğer aşık
isen yâra
Sakın
aldanma ağyara
Düş
İbrahim gibi nara
O gülşende
yanar olmag
Peki İbrahim Aleyhisselam’ı
ateşe Nemrut attı.
Her zaman için her Müslüman’ın
nefsi vardır, ruhu vardır.
Nefsi Firavunudur, ruhu
Musa’sıdır. Nefsi Nemrut’udur, ruhu Halil’idir.
Nemrut’un ateşinden İbrahim (as)
ne ile kurtuldu?
Allah’a çok teslim, tevekkül
olmakla, inanmakla Allah’ı zikretmekle kurtuldu.
Bir müridin de nefsi onun
Nemrut’udur. Onun şerrinden, onun küfründen, onun zulmünden nasıl kurtulacak?
Ancak
Rabıtasına teslim olmakla, O'na inanmakla kurtulacaktır.
Onun için tasavvufta da,
bunların zahirde bir belirtisi yok, görüntüsü yok; ama itimat edin tarikatı
anlayan ve yaşayan mürit bunları yaşıyor. Ruh aleminde gönül aleminde bunları
yaşıyor, bunları geçiyor.
Onun için bak kelamı kibarda;
Yandırdın
derûnum nâr-ı Nemrûd’a
Gülşanımın
vakti yetişmedi mi
Bütün cism
ü cânım eyledin hurda
Ağalarım
yanıp tutuşmadı mı
Derunumda gönlümde Nemrut'un
ateşi gibi bir ateş var, yakıyor beni. Ama İbrahim Aleyhisselamın Nemrut ateşi
gibi bu ateşi bende ne zaman gülistan olacak?
Olacak ama ne zaman olacak?
Ne zaman ki sen de,
Sermaye bu
yolda heman teslim olup şeyhe inan
Sıdk ile
Allah’a dayan gör almaş mı ihsan sana
O zaman, ne ihsan olur?
Karşına
almışken gonca gülünü
N’oldu
sana terk eyledin ilini
O ateş sende ne zaman
gülistan olur?
Ateş ancak varlığını yakar
giderir o zaman.
Ne olur?
Yanar gider. Zaten senin
varlığın perde, senin ayrılığın... Eğer sen varlığından kurtulduysan perden
kalktı.
Mesela senin ayrılığın bitti.
Ne oldun?
Sevgilinle beraber oldun.
Ne oldun?
Fenafişşeyh oldun, ya
fenafirresul oldun, ya da fenafillah oldun.
Ama bunlar sırayla. Fenafişşeyh
olmadan fenafirresul olamayız, fenafirresul olmadan fenafillah olamayız.
Peki, ben çok seviyorum benim
çok aşkım muhabbetim var. Ben ondan fazla seviyorum da niye olamadım?
Canım senin
ruhunda olmuş, sen olmuşsun, yeter ki sen onu muhafaza et, inancını muhafaza
et, muhabbetini muhafaza et. Tarikatın dört şartı var. Sen bu dört şartı
muhafaza ettin mi tamamdır. Dört şart ne?
Muhabbet, ihlas, adap, teslim
(teslimiyet)
Bunlar olmazsa zaten bir mürit
terakki edemez.
Muhabbet kolay, çok çetin değil
diye söylüyorlar. Yapamayana çetin, bunların hepsi inanca bağlıdır.
Onun için bak Salih Baba ne
buyuruyor:
Sermaye bu yolda heman teslim olup şeyhe inan ve
Kim
şeyhini Hak bilmedi Hakk ’ı dahi bilmeg
Başka,
Varlık
dağın delmeyen
Ağlar iken
gülmeyen
Şeyhini
Hak bilmeyen
Düşer
hüsrâna sâkî
Hüsran ne?
Zarar. Zarar neymiş? Şeyhimizi
hak bilmezsek, yani tarikatı hak bilmezsek o zaman zararda oluyoruz. Çünkü niye
bu böyle oluyor?
İnsanlar Allah’ı ilmel yakin
bilirler,
Alimler Allah’ı ilmel yakin
bilirler. İlimleri ile bilirler.
Tabiî alimler ayetleri,
hadisleri anlıyorlar, Kur’an-ı Kerim’in manalarını anlıyorlar.
Cenabı Hak her şeyi bize
Kur’an’da bildiriyor. Zatını da, azametini de meleklerini de kibriyasını da ef
alini de kudretlerini de halkıyyetlerini de dünyayı da ahireti de semavatlarını
da. Semada ne var, göklerde ne var, yerlerde ne var, deryada ne var, denizlerde
ne var, bunların hepsini bildiriyor.
Alimler Allah’ı ilmiyle
bilirler. Fakat abidler, hem ilimleriyle bilmişler, hem de amelleri ile
yaklaşmışlar. Bildiği bir şeye yaklaşmış, Allah’a yaklaşıyorlar.
Ama âşıklar, âşıklar Allah’ı
hakkel yakin biliyor.
Demek ki,
İlmel yakin; bildiriyor, mesafe
bırakıyor,
Aynel yakin; yaklaştırıyor,
Hakkel yakinse; bilinenle bileni
birleştiriyor.
Salih Baba Divanı’nda geçiyor,
“Bilenle bilinen ol can değil
mi”
Sonra yine buyuruyor,
Bi-hamdillah
kamu varım sen oldun
Her eşyâda
taleb-kârım sen oldun
Elhamdülillah her varlığım
sensin. Her eşya, her cisim, canlı, cansız görünen ne kadar neler varsa,
bunların hepsinde ben seni talep ediyorum, seni görmek istiyorum.
Evet, sonunda diyor ki;
Her eşyâda
taleb-kârım sen oldun
Buradaki anlam şudur:
İnsanların eşyada bir arzusu
var. Zamana göre mesela, giyim eşyaları, kullanma eşyaları, mesela elektrik
cihazları var değil mi, elektronik cihazlar var. Bunların hepsinde seni talep
ediyorum.
Bi-hamdillah
kamu varım sen oldun
Her eşyâda
taleb-kârım sen oldun
Neye
baksam seni anda görürem
Bu manâdan
meded-kârım sen oldun
İşte, demek ki hakkel yakin
bilmek böyleymiş.
Evet, ilmel yakin Allah’ı
bildiriyor mesafe bırakıyor.
Aynel yakin Allah’a
yaklaştırıyor,
Ama hakkel yakin perdesiz,
perdeleri kaldırıyor.
Perde ne?
Bu eşya perdedir. Senin benim varlığım
perdedir. Biz varlığımızdan kurtulursak, bu eşyanın varlığından kurtulursak
perdeler kalkıyor. Perdeler kalkınca işte,
“Gören ve
görünen ol can değil mi”
Evet hamdolsun, şükrolsun. Allah
şerefinizi makamınızı yüceltsin. Allah ömrünüzü uzun etsin, Allah ömrünüzü,
amelinizi, imanınızı muhabbetinizi muhafaza etsin.
“Hiç nimet
olur mu bundan ziyade”
Buyuruyorlar büyüklerimiz.
Bu hangi nimet?
Zenginlik değil, bu sıhhat
değil, bu köşk apartman bunlar değil.
Bu nimet: Allah bizi Müslüman
halk etmiş,
Bu nimet: Allah bizi sevgili
Habibine ümmet etmiş,
Bu nimet: Allah sevdiklerini
bize sevdirmiş.
En büyük nimet de budur.
Niye?
Çünkü en büyük nimet bizim için,
Cenabı Hak hakikaten Ruyetullahı halk etmiştir, gösterecektir. En büyük nimet
budur ve kulu kendi zatım için halk ettim, buyuruyor.
Allah, bütün nimetleri kulu
için, kulu da zatı için halk etti. Onun için kelamı kibarda geçer, bunu ifade
ediyor.
Dünyaya
geldim gitmeye
İlmile
hilm ’e yetmeye
Aşk ile
can seyretmeye
Bu dünyaya geldim gitmeye
anlaşılıyor, bunu anlıyoruz. Buna inanılıyor. Gelişimiz doğuşumuz, gidişimiz
ölüşümüz, doğduk öleceğiz.
Dünya ne için?
İlim için, dünyaya bir maksat
için geldik.
Maksadımız ne?
Maksadımız da
burada Rabbimize kulluk edelim, Allah’a kulluk edelim, Allah’ın cennetine
girelim, Allah’ın cemalini müşahede edelim. Fakat cennete her giren Allah’ın
cemalini müşahede edecek mi?
Edemeyecek.
O zaman ne lazım? Mademki bu
kelama ilave etmiş,
Aşk ile
can seyretmeye
Öyleyse aşka duçar olmak lazım.
Aşk demek
meşayihtir. Aşk tarikata inanmak, meşayihi sevmektir. Aşk buradan
kaynaklanıyor.
Bir mürşidi eğer tanımazsan,
kamil mürşide varmazsan, varlığını onun varlığında yitirmezsen, sen Allah’tan
geldin, Allah’ı bulamazsın. O zaman Allah’tan gelen ruh Allah’ı bulamaz.
Cenabı Hak her şeye bir sebep
vermiş, müsebbiple halk etmiştir. Her şeyi müsebbiple bir vasıtaya dayamıştır.
Onun için burada demek ki,
Aşk ile
can seyretmeye
Burada, ancak aşka duçar olmazsa
bir insan, Allah’a ulaşamaz.
Çünkü
Allah’a vasıta aşktır; zikir, fikir, ibadet değil.
Mevlana Halidi Bağdadi
Hazretleri Zulcenaheyn’dir (çift kanatlı) Üveysi ve çok büyük bir alimdir.
Medrese ilminin dört ilmini bitirdikten sonra ona ne olmuş?
Abdülkadir Geylani Hazretlerini
çok seviyormuş, onun sülalesindenmiş. Abdülkadir Geylani sultanı evliyadır,
yani Evliyanın sultanı.
Kutbul Arif, ne demek? Ne kadar
Evliyaullah varsa hepsinin kutbu, başıdır.
Böyle olduğu halde Mevlana
Halidi Bağdadi Hazretleri, Abdülkadir Geylani Hazretlerine (zaten kendisi
Bağdatlı) gidiyor, daima türbesini ziyaret ediyor, çok ağlıyormuş, himmet
bekliyormuş. Bir gün Abdülkadir Geylani Hazretlerinin türbesinden alıyor
cevabı,
—Oğlum Molla Halid diyor, benim
tarikatıma bid’at karıştı. Sen Azizan tarikatına git.
Bizim tarikatımızın bir adı da
Azizan tarikatı, Hacegan tarikatı, Nazenin tarikatı,
Nazenin kibar, çok nezih.
—Sen Azizan tarikatına git,
diyor.
—Nerededir bu Azizan tarikatı,
diyor.
—Sen Beytullah’a git diyor.
Orada Beytullah’a ilk gidişinde kimi bulursan onunla görüş, diyor.
Bağdat-Beytullah tabiî çok uzak
yol, bu gidiyor, kaç ayda gidiyorsa gidiyor. Beytullah’a girdiği zaman bir adam
görüyor. Beytullah’a ayaklarını uzatmış böyle horlayarak uyuyor.
Bunu kerih görüyor. Burada da
böyle hareket olur mu, diyor. Bu hoşuna gitmiyor ve yanına gitmek istemiyor.
Bu arada adam elini yakasına
götürüp canlı bir şey öldürüyor. Ne terbiyesiz adam cinayet de işledi, diyor.
Beytullah’ta bir sinek öldürmek cinayet yerine geçiyor, orada haram sınırı var.
O arada bu adam doğruluyor,
—Molla Halid gel hele, diyor.
—Bu benim Molla Halid olduğumu nerden biliyor, diyor.
İlerliyor yanına gidiyor.
—
Molla Halid, sana bir
sualim var cevabını ver, diyor.
Adam diyor ki,
—Bir insan Halil'in yapmış olduğu binaya arkasını verirse
Celil'in yaptığı binayı seyrederse ne lazım gelir.
Celil’in yaptığı binadan mana burada Molla Halid’in
kalbinden bahsediyor.
—Bir şey lazım gelmez efendim,
diyor.
—Ama Molla Halid sen nasibini
burada alacaktın, kaçırdın. Gel Hindistan’da beni bul, diyor.
İşte bu adam Abdullah Dehlevi Hazretleri imiş.
Molla Halid,
—Geylani Hazretleri bana ne
dedi, ben ne ettim, ne iş yaptım. Abdulkadir Geylani Hazretleri bana böyle
böyle dedi, ben niye böyle onu karşıladım, diye çok büyük nedamet duyuyor.
Oradan asıl
memleketine gidiyor. Orada Seyyid Abdullah adında amcasının oğlu var, yaşlıymış
buna durumu anlatıp diyor ki, —Beraber gidelim Hindistan’a,
O da (Seyyid Abdullah)
—Hindistan’a gitmemiz bir sene
sürer, buraya gelmemiz bir sene sürer, belki orada iki-üç sene kalırız, burada
çoluk var, çocuk var. Bunlar ne olacak, diyor. Gel birimiz gitsin, birimiz
burada kalıp, ikimizin de evinin ihtiyacını görsün, oraya giden ne kazandıysa,
yarısını burada kalana versin.
Seyyid Abdullah yaşlı imiş, sen
git ama ne kazandıysan yarısını bana vereceksin, diyor. O da peki, diyor.
Mevlana Halid gidiyor. Bakın
şimdi orada, Beytullah’ta onu kerih görmeseydi, orada irşat olacaktı, Abdullah
Dehlevi Hazretleri onu irşat edecekti.
Ama ilminden geçirmek böyle
oluyor. Aynı Şems de Mevlana Hazretlerini ilminden geçirmek için böyle
yapmıştır. Cahilliğe düşürmüştür. Cahillerin yapmadığı hareketleri
yaptırmıştır. Onu ilminden geçirmek için, şöhretini kırmak için, halkın
gözünden düşürmek için yapmıştır.
Şöhrette afat vardır. İnsanlarda
ilim de bir varlıktır, amel de bir varlıktır. Şöhret de bir varlıktır. Onun
için bunlardan geçmek kolay değil, insan bunlardan kolay geçemez.
İşte Mevlana Halidi Bağdadi
Hazretleri yedi senede Hindistan’a gitmiş ki Abdullah Dehlevi Hazretleri
dünyasını değişmiş, kaim makamı yerinde, orada Hz. Ziyaeddin duruyor.
Abdullah Dehlevi Hazretleri,
Ziyaeddin Hazretlerine ölmeden evvel diyor ki,
—Bağdat’tan Molla Halid geliyor,
o gelinceye kadar ben dünyamı değiştiririm, ama ona gereken muameleyi yap onu
iyi yetiştir, diyor. Manevi gücün, kuvvetin, maharetin neyse ona işle diyor.
Böyle tembihliyor.
Mevlana Halid geliyor görüyor ki
gördüğü adam değil. Eyvah, diyor. Ama Ziyaeddin Hazretleri,
—Merak etme hiç değişen bir şey
yoktur, diyor. Senin gördüğün Hazreti Pir seni bana ısmarladı, diyor. Sen
korkma, hizmetini gör alacağını alırsın, diyor.
Ona, yedi sene su
taşıttırıyorlar tekkeye, sakalık yaptırıyorlar. Ağacın ucuna küfeler bağlanır,
omuzda dereden su taşırlar. Bunlara saka, hamal derler. Omuzları yara olmuş,
yaraları kabuk bağlamış, kabuklar kalkınca kanıyormuş.
Bir Ermeni hanımı varmış. Onun
kapısının önünden suyu götürürken, o Molla Halid’in yaralarını kanamış görünce,
bu hanım onun yaralarına bakmış, onu tedavi etmiş. Pamuk getirmiş, o yaraların
üzerine zorla ısrar ederek koymuş.
Bunu Ziyaeddin Hazretleri
görmüş.
—Molla Halid o nedir, demiş.
O da demiş ki,
—Efendim, ben bunu rızamla
koymadım, filanca madam getirdi yaranın üzerine yemin verdirdi, zorla koydu,
diyor.
—Gel o zaman, gel diyor Ermeni
hanımın o yaralar için yazığı geldi de bizim yazığımız gelmez mi, Hazreti
Resullulah'ın merhameti gelmez mi, Allah'ın rahmeti sana gelmez mi, diyor. O
zaman ne yapıyor? İrşat ediyor.
Molla Halid
Bağdat’ta da kalmıyor Şam’a gidiyor, yerleşiyor. Halidi Bağdadi Hazretlerinin
türbesi Şam'dadır.
Onun için işte buyuruyor ki,
Ehli aşk
bu yolda sararıp solup
Anladılarpirsiz
olmaz bir kulûb
Harfi
savtı olmayan bir mektep bulup
Ehli aşk kim?
Allah’a aşık olanlar, bu yolda
sararmışlar solmuşlar.
Nerede buluruz? Nasıl buluruz?
Nerededir? Şurada mıdır? Burada mıdır?
Yok neticede böyle bulamamışlar.
Ancak anlamışlar ki bir meşayihsiz olmaz.
Anladılarpirsiz
olmaz bir kulûb
Kulûb
demek, kalpler demektir. Anladılar ki meşayihsiz, bu kalp açılmaz, bu kalp
açılmazsa Allah bulunmaz.
“Mûtû gable entemûtû” ölmeden
evvel ölün, buyruluyor.
İnsanlar için ölmeden evvel ölüm
var.
Ama bir insan ölümden kaçar
korkar. Malını, her şeyini, canı için yok eder de canından geçemez. Canı için
her şeyinden geçer de canından nasıl geçeceğini bilemez, bilse geçecek,
bilemiyor.
Bildiren Evliyaullah.
İşte diyor ki,
—Oğlum bak senin nimetin budur,
diyor. Senin bu canın sana çok tatlı ama sen o canını buraya ver ki burada sen,
senin canından daha kıymetli olan bir canı bulasın.
Şeyhim gibi bir hayrete
Gönderdi beni vuslate
Eriştirip bu devlete
Görün beni aşk n’eyledi Âhiri dervîş eyledi
"La Mabude İllallah, La
Maksude İllallah, La Mevcude İllallah" sözleri bir talipte hâldir.
“La Mabude İllallah” mabudum
Allah.
Ama “La Maksude İllallah”
makamında, o hâl onda tecelli etmedikten sonra maksudum Allah demek, kaziplik
(yalancılık) oluyor. Niçin?
Maksudum Allah diyen bir kimse
tamamen kendini her şeyden kurtaracak. Yani Safiye makamına ulaşacak. Tamamen
her şeyi kalbinden silecek, atacak. Sırf Allah ile olacak ki maksudum Allah
demesinde sadık olsun, kazip olmasın.
Bir de mesela “La Mevcude
İllallah” var. Yani bir insan “La Mevcude İllallah” makamına ulaşmadıktan sonra
mevcudata Allah dese küfürdür, diyemez. Ama o “La Mevcude İllallah” makamına
ulaşır, haktır. Amennâ ve saddaknâ insan bu makama ulaşıyor. Fakat o ne oluyor?
Onun gözünde kendi, bütün
varlıkları ve cisimleri yok oluyor, kayboluyor. Bu sefer bütün cisimler Cenabı
Hakk’ın varlığına bir mir’at/ayna oluyor. Böyle müşahede ediyor. Zaten kendisi
olmadığı halde kendisinden, kendi varlığını yitirdikten sonra bu böyle oluyor.
Ondan sonra kendi varlığına
geldikten sonra yine bütün cisimlerde meydana çıkıyor. O zaman bu cisim Allah
diyemez, küfürdür.
Çünkü Cenabı Hakk’a hâşâ mekân
olmaz. İman ne? Cenabı Hak noksan sıfatlardan beridir. Allah'a noksan sıfat
isnat edilmez ama o hâlde zaten noksan sıfat yok, kalmıyor ki. Ayıldıktan sonra
yine cisimler meydana sıfatta çıkıyor, onlara diyemez. İşte diyor ki,
Kendini
kendi göre kendi bile
Bakîsin
eydemegem gelmeg dile
Zamanında bunlar yaşanmıştır.
Belki şimdi böyle yaşatmıyorlar da. Yani yaşatmıyorlar ne demek? Bunu halka
göstermiyorlar.
Olan var mıdır? Yaşayan vardır
ama ancak bunu hıfzeden için. Hani ne buyuruyor,
Gizli esrarını her yerde açma
Varsa gevherin meydana saçma
Her bir suyu ab-ı hayat sanıp
da içme
Bunlar
hatalıdır, yasaktır. Onun için şeriat var, tarikat var, hakikat var, marifet
var.
Bizim efendimiz de dedi ki,
—Seyri sülûkü kaldırdılar. Zahir
adabı da kalktı, kolaylaştı. Seyri sülûk da kalktı kolaylaştı. Tarikatımız çok
kolaylaştı.
Seyri sülûkün yerine yalnız
gönül meşakkati çektirirler. Mesela senin elinde çıkan, parmağında çıkan bir
yara veyahut da kazadan olsun veya herhangi bir kendi kendinden vücudunda olan
bir arıza, hastalık onun seyri sülûk yerine terakkisi olur.
Allah'a şükür zahir adabı da
zaten gönle bağlamışlar. Ama gönülden unutmayacaksın tabiî. Her zaman zahirdeki
adabın neyse gönülden yapacaksın.
Bu şimdi müridi ne yapar?
Tekebbür sahibi etmez.
Daima müridi ne yapar?
Yani alçaltır, tevazuyu andırır,
tevazuyu yaşatmış olur. Şimdi bu zamanımızda tevazu da zaten hazmedilmiyor. Ama
adamına göre, yerine göre lazımsa yapacaksın.
Ama icabında bunu sen yapabilir
misin? Çarşıya çıktığın zaman görmüş olduğun hep insanların ayağının altına
yüzünü koyabiliyor musun? Bunların hepsi benden iyi, buraya yatayım da yüzümü çiğnesinler
diyebiliyor musun?
Bunu gönülden yapabilmek zaten
yetmiş beş bin evrat çekmekten daha fazla seni terakki ettiriyor. Ama bu
zahirde bilinmiyor, görünmüyor. Tatbikatı yok çünkü sen de bilmiyorsun.
Mesela bir insan sülûka koyulsun
bunun çeşitli çeşitli zahirde ibadeti ameli olsun, ne kadar olursa olsun
bunların hepsinin sonu nedir?
Hepsinin sonu mahviyettir.
Mahviyete düşmedikten sonra onlar hiç, hava olur.
Allah'a şükür seni bir mahviyete
düşürmüşler sen daha ne istiyorsun yahu?
Hatta buyurmuştur aşkın bile
nihayeti mahviyettir.
Aşk da bir varlıkmış, ondan da
geçecekmiş insan. Hâlbuki Salih Baba "Aşkım bana oldu Burak"
buyurduğu halde, ondan da geçilecekmiş.
Hatta nitekim de oluyor mesela
bazen o aşkı zamanında insan daima söyler, ağlar. Bir de bakarsın ki artık
sükûta varmış. Daha ne ağlaması var, ne söylemesi var.
Gülün
görmüş lâl eylemiş
Şîrîn
dilini dilini
İnsana demek ki bu yolda aşktan
kıymetli bir sermaye yoktur, bir nimet yoktur. Ondan da geçilecekmiş. Yani aşk
da insanı neticede yakıp bitiriyor, her şeyini mahviyete düşürüyor. Aşkın
nihayeti mahviyet, bu yolun sonu mahviyet.
Bunun için işte nasıl ki
Nakşibendî Efendimiz,
—Evveli amentübillah,
sonu-nihayeti de amentübillah.
Yani nihayetinde amentünün
şartlarını, imanı tasdik etmektir. Ama ne var?
Evvelinde irade sahibi insanlar
için bu mecazdır. İrade ile yapılan her şey mecaz. İradesinden kurtulduktan
sonra her şey hakikat oluyor.
Bu aşkın da bidayeti mecaz,
nihayeti hakikattir.
Her şey ona göre, rabıta da
böyledir. Rabıta da bir müridin müptedi zamanında mecazdır.
Ama fenafişşeyh olduktan sonra,
müntehi âlemine geçtikten sonra fenafirresul olduktan sonra ne oluyor?
Bir hakikat oluyor.
Yani bu nedir? Bir insan daima
destur demekle mütemadiyen rabıtasıyla beraberdir. Bir de oluyor ki rabıtası kendisi
oluyor, kendisi rabıtası oluyor, fenafişşeyh.
Tabiî oradan da ondan da
geçiliyor. O tarikatın daha birinci basamağıdır.
Ama oradan geçmekle rabıtasını
bırakmış mı oluyor?
Yok, rabıtasını bırakmıyor.
Yine rabıtası onun vasıtasıdır.
Nimetinin
sonuna kadar gitse yine rabıtasıyla beraber, onu bırakamaz.
Ne bileyim anlaması da güç,
anlatması da güç. Yalnız şimdi zamanımıza göre mübarek Salih Baba buyurmuş,
Ehl-i
aşkın sözlerin alıp satan âşık mıdır
İçini
görmez sarayın vasf eder dîvârını
Sözünü söyler özünden haberi
yok, özlerinden haberi yok. Fakat hâlbuki sözünü de söyleyen özünden haberi
olarak söylerse onun sözü zülfüyâra dokunmaz. İnsanı, müridi ihtilafa
kaptırmaz, zihnini büyütmez veyahut da sağa sola kaydırmaz, saptırmaz.
Sonra şöyle bir misal var affedersiniz
kaba misal: Çöplük başında yatar, padişahı rüyasında görür.
Acziyetimizi bilirsek bize
yeter.
Hizmetimizi görürsek bize yeter.
Falan şöyle yapmış, falan böyle
gitmiş, böyle almış, böyle satmışlar böyle vermişler, böyle kâr kazanç yapmış,
onlar bize gerekmez.
Sonra eğer bizim ruhumuz
velayete alınmışsa boşuna kendimizi oyalamayalım. Zaten bir tarafa da
gidemeyiz, mümkün değil bir tarafa da gidemeyiz.
Yani görsek ki mesela Hazreti
İsa inmiş, böyle gün gibi her şeyi aşikâr Mehdi gelmiş. Anlaşıldı mı? Biz yine
gidemeyiz. Bizi vermezler.
Öyleyse
nimetimizin kapısına sımsıkı sarılıp bekleyelim.
Ama burada demek ki ancak ve
ancak biz kapımıza sımsıkı sarılacağız. Zaten böyle,
Özün
birpîre teslim et müdâvim ol kıpısında
Meşâyihden
murâd şahım mürebbî kâmil olmaktır
Elhamdülillah, hamdolsun
nimetimiz büyük. Nimetimizin kapısını bekleyelim, bırakmayalım. O kapı bir gün
açılacak, o kapıdan o nimet sana bir gün verilecek. Ama nasıl bir nimet ki o
nimet, itimat edin ki en büyük kapı, en büyük nimettir.
Erken vermiyorlar, çırpın çırpın
dur, vermiyorlar. Yani erken istese de zaten eline geçmez de mühim olan,
Nimetim benim buradadır, er geç
buradan verilecek demek ve onunla çırpınmasıdır.
Öyleyse başka bir yere gitmek
mi? Veyahut da onunkisi bana burada artık bir şey vermeyecekler, bir şey sahibi
olmayacağım demek mi olur? Yok.
Niye buyrulmuş ki,
Yâ kabg et
rûhumu ya aç bu râhı
Peki, bırakıp kaçsaydı; niye
öyle demiş?
Mademki “ya kabzet ruhumu ya da
bu râhı aç” diyor. Öyleyse demek ki bırakıp gitseydi, bunu niye böyle demiş?
Yani sabırsızlığından mı demiş? Yok.
Artık son demine gelmiş.
Mesela bak şimdi orada soba
yanıyor, sıcağı buraya az vuruyor, değil mi? İnsan yaklaştıkça onun sıcağı
çoğalır, yaklaştıkça çoğalır. Ta ki onun içine girinceye kadar. Girdikten
sonra, yandıktan sonra, ne sıcağı kalır, ne meşakkati ne de bir şeyi kalır.
Ama gerçi o biliyor,
Bir yerde
ki gül yoktur o gülşâneye varmam
Hem sohbet-i pîr
olmadığı hâneye varmam
Aşk
ehlinin ahvâlini pervâneye sormam
Nasıl pervane, kepenek (kelebek)
ateşe kendini bile bile atıyor, onu yakıyor, demek ki aşk ehli de aşktan her ne
kadar o hararet kızdırsa bile yine ondan kaçamıyor, oradan dönemiyor. Yine
oraya gidiyor.
Ama o aşk ona,
Aşk ’tır
beni avare eyleyen
Aşk ’tır
beni ser candan eyleyen
Aşk ’tır
beni garı garı ağlatan
Aşktan doğan herhangi sözlerine,
hareketlerine onu bilmeyenler, onu anlayamayanlar, tabiî onu yaşayamayanlar
diyorlar ki sabırsızlık etmiş sabretmemiş.
Ama aslında bir de var ki bir
insanın gelen bu cezbeyi teskin etmesi, zaman zaman teskin etmesi lazım.
Eskiden cezbeye çok kıymet vardı, hürmet vardı. Şimdi bu zamanımızda cezbeye de
kıymet vermiyorlar. Çünkü niye?
Eskiden cezbe hoş görülüyordu,
herkes tarafından gıpta ediliyordu. Fakat şimdi tenkit ediliyor. Tenkit
ediliyorsa tarikat sahipleri tarikatın hiçbir şeyinin böyle ucuz olmasını,
mülevves olmasını istemezler. Kıymetli bir cezbeyi bile muhalifler bunu tenkit
etmesinler diye ondan da geçin diyorlar. Onu da teskin et, diyorlar.
Evet şüphe yok itimat edin ki
şimdi bu zamanımızda hizmetin azlığı çokluğu bizim için mevzu değil, inanın
buna.
Bizim için mevzu olan Rabıtamız.
Rabıtamıza, mürşidimize olan
sevgimiz. Bunu muhafaza etmemiz, bunu çoğaltmamız.
Zaten bu olursa, bunu muhafaza
ederse insan az hizmetine de çok hizmetine de sahip olur. Ama tabiî hizmettir,
ne kadar az olursa olsun hizmettir. Onu basit görmek yok.
Sonra biz öyle inanacağız ki
bizim pirlerimiz bizi hizmetimizden dolayı değil...
Ne hizmetimiz var ki?
Ama olsun biz onu yine emir
olduğu için kıymetli bileceğiz, çok kıymetli bileceğiz.
Fakat bizim nimetimiz
hizmetimizin karşılığı değil. Bunu da böyle bileceğiz.
Yani onların merhametleri,
onların gani olmaları, onların merhametli, şefkatli olmalarından bileceğiz,
oradan bileceğiz.
Eğer zaten oradan bilmezsek
hizmetimiz çok da olsa nimete mazhar olunmaz. Mürşide çok hizmet görenler
olmuş, hizmetlerinden beklemişler de hiçbir nimete mazhar olamamışlar.
Derler,
—Horasan'da halı dokumasını
işitmişler ama eninden ucundan haberleri yok.
Şimdi tasavvuf kitaplarını
okuyorlar, mesela diyelim ki başka her bir tarikatın eğitimi değişir, hâli
değişir. Onlardan bir şeyler işitiyorlar, duyuyorlar. Halbuki bu zamanımızda
zahiren bunların hepsi kalkmış. Mesela yine geçmişin adabını tatbik eden
tarikatlar var. Mesela hizmetini de gören tarikatlar var.
Ama bizim tarikatımızda şimdi
bunlar kalkmamış da kolaylaştırılmış, veya da gizlenmiş, sindirilmiş. Anlaşıldı
mı efendim?
Bunlar sindirildiyse demin ifade
ettiğimiz gibi mesela mürit gönül muamelesinden tatmin olamıyor da,
—İllaki ben çile çekeceğim,
yemeyeceğim, aç duracağım veyahut da çok ibadet edeceğim. Veyahut da mesela
nefsimin arzularını terk edeceğim, derse,
Evet, nefsin arzuları vardır;
meşru, bir de gayrimeşru. Bir yasak olmayan, bir de yasak olanlar, haram
olanlar vardır.
Fakat bizde mühim olan bir insan
mesela rabıtasıyla her işini, her efalini rabıtasıyla işlerse onlar emir
hududunda olur. Başka hiçbir zarar gelmiyor, hem de terakkisi de muazzam
oluyor.
İşte bunu biz anlatamıyoruz,
yahu!
Onlar illaki yok,
karşısındakileri görüyor, ben de öyle olacağım.
Git kardaş öyle ol sen! Daha ne
edeyim.
Abdülhalik Gücdüvani Hazretleri
ne buyurmuş?
—Zahirinizi gözetmeyin,
zahirinizi gözetirseniz batınınız harap olur.
Elbiseyle mi gözetmeyin demiş?
Elbiseyi burada kastetmemiş.
Kendinizi amelle süslemeyin,
amelle gözetmeyin. Zahirinizi gözetmeyin, zahir gözetmek batın harabatına
işarettir.
Yani hepsi geliyor mahviyetin
başına. İşte bunu anlatamıyorsun.
Nakşibendî Efendimizin emri de
bu.
—Sair tarikatların nihayet
kârını bidayete getirdik.
İşte nedir?
Bizim tarikatımızda bidayeti de
mahviyet, nihayeti de mahviyet.
Ama bidayetindeki mahviyeti
iradenle yapıyorsun, nihayetindeki mahviyet artık o kendi hâl, bir hakikat
sende tecelli ediyor iradenle değil.
Bu iradeyle yapılan, öbür
iradesiz yapılana karşı mecaz oluyor. Ama mecazdan da hakikate geçiliyor. Ama
bu mecaz hakikate köprüdür.
Evet, olduğun gibi görün,
göründüğün gibi ol.
Fakat bu zamanımızda olduğumuz
gibi görünmek olmuyor. İşte o da olmuyor. Artık siyaset, burada da bir siyaset
şarttır.
Ama ne mesela?
Sadakatinde, doğruluğunda,
muamelende, almanda, vermende olduğun gibi görün, göründüğün gibi ol.
Sen kendini icabında doğru
gösterip de hani bir yerden bir zarar geldiği zaman diyelim ki o doğruluğu
bırakmak. Veyahut da bir korku karşısında, tehlike karşısında, bir maddi zarar
karşısında o doğruluktan sapmak, ayrılmak olmaz. Bundan Allah'a sığınırım,
bunlar olmayacak.
Ama
icabında mesela senin hâlin var, muhabbetin var, efendim cezben var neyse.
Bunları gösteremezsin, bu zamana göre bunları gösteremezsin, bunları gizlemek
lazım.
Sonra bir de şu vardır, olur.
Zamana göre insandır, beşerdir. Ancak yanılmayan, şaşmayan kimdir?
Yanılmayan, şaşmayan nefsi
mutmainneye dâhil olandır.
Onlar nefsi mutmainneye dahil
olduktan sonra, nefsinden emin olandır.
Nefsinden emin olan kim?
Herkes ondan emin olursa
nefsinden emin olur. Yani bütün bu insanlar mesela Çingeninden, Poşasından,
Türkmeninden yetmiş iki buçuk millet ondan emin olursa, o da nefsinden emin
olsun.
Nefsinden emin olandır nefsi
mutmainneye dâhil olan.
Ama kim nefsinden emin olur?
Bak şimdi şudur ki: Mesela bugün
değil akrabasından, değil komşusundan, değil ihvan kardeşinden hani hiç
tanımadığı en zararlı insanlardan da içinden ben en aşağıyım demektir.
Veyahut da mesela nefsini
Yahudilerden de aşağı görecek. Çünkü Peygamber Efendimizin hadisinde,
"Benim ümmetime Yahudi’den çok düşman olan hiçbir millet yoktur. En büyük
zarar Yahudi’den gelir.” buyurmuş. (Bu konu ayeti kerimede de var). Fakat
Yahudi olduğu halde icabında Yahudi ona hakaret etse bile kendi nefsini o Yahudi’den
aşağı görürse, işte budur.
Herkes onun nefsinden emin olmuş
ki o zaman o da kendi nefsinden emin olmuş olur. Budur nefsinden emin olan.
Bunlarda tabiî eksiklik olmaz.
Artık mutmainede nefislerinden tatmin olmuşlar. Nefislerini kendilerine dost
edinmişler, nefisleri hizmetçi olmuş.
İnsanların nefsi ölmezmiş fakat
nefsi mesela dost oluyorsa, nefsi ıslah oluyorsa, göbekten aşağıya inermiş.
Göbekten aşağıya inince hizmetçi oluyor.
Allah Aşkı deniliyor, fakat
insanın Allah aşkını elde etmesi için Allah aşkına duçar olması için ne yapması
lazım? Allah aşkı çarşıda satılmıyor, babadan anadan miras kalmıyor. İlimle,
amelle de elde edilmiyor.
Bunun da bir erbabı var. Onu
bulmak lazım, onu bilmek lazım.
Çünkü Cenabı Hak her maksada,
her nimete bir kapı tayin etmiştir. Her maksadın, her nimetin kapısını bilmek
lazım.
Mesela bir insana bir kumaş
lazım. Manava, bakkala gitse kumaşı bulamaz. Manifaturacı dükkanına gidecek,
girecek ki kumaşı alabilsin. Manifaturacılarda da mesela bir kilo portakal veya
yiyecek bir şey bulamaz.
Kainatı aydınlatan bir güneş
var. O güneş perdah olduğu zaman, bulutta değil, o en sıcak aylarda, sıcağın
tesirinin fazla olduğu zamanlarda bu güneş herhangi bir çaputu yakmıyor. Fakat
bir kristal var. Kristali çaputun üzerine tuttuğunda, kristalden geçen güneş
çaputu yakıyor. Kış aylarında, en serin aylarda bile kristalden geçen güneş
çaputu yakıyor.
İşte burada yanan çaputtan mana
bir kulun, bir müridin varlığıdır.
O kristalden mana mürşittir,
meşayihtir.
Güneşten mana da Allah aşkıdır.
Onun için mürşitsiz müşkül
halledilmez, mürşide ihtiyaç vardır.
Bir müridin, bir insanın kendi
varlığından kurtulması için mürşide ihtiyacı vardır.
İlim de varlıktır, amel de
varlıktır. Allah emek zayi etmez, verir. “Ettevfiki meassay”, “Leyselil insani
illa mâ seâ” emri fermanları var. Yani bir insan sa’yıyla (iradesiyle,
çalışmasıyla, gayretiyle) her şeyi elde eder. Fakat sa’yıyla elde etmiş olduğu
bir nimet, onu perdeliyor efendim. Mesela,
Cenabı Hak buyuruyor: “Velekad
kerremna beni âdeme, biz insanları şerefli kıldık, kerameti verdik.” Eğer
insanlar kerametten de geçmezse, keramet de onu perdeliyormuş, vuslatına setr
oluyormuş.
O kerametten de geçmek için,
ilimden de geçmek için, kendi varlığından da, terk-i can, terk-i cisim olmak
için bir mürşide ihtiyaç varmış. Mürşidi olmayan bir insan terk-i vücut, terk-i
cisim olamıyor. Çünkü bir Evliyaullah’ın velayetinde bir insan varlığını
bitirmedikten sonra hakikatine ulaşamıyor.
Bir defa bir insan, hak talibi,
hakkı talep eden bir kimse fenâfişşeyh olacak.
Cenabı Hak “Kulum iste vereyim”
diyor. Fakat insanlar için bu istekler çoktur. Çok maddi, manevi, dünya, ahiret
istekleri vardır. Ama bunlar nefsani isteklerdir. Ruhun tek bir isteği vardır.
Nedir ruhun isteği?
Allah’tan ayrılmış Allaha ulaşmak
ister. Tek bir istek vardır.
Ancak ruhun bu isteğe ulaşması
terk-i cisimle olacak, terk-i canla olacaktır.
Onun için buyuruyor ki;
Kıyamazsan
başa cana ırak dur girme meydana
Bu meydanda nice başlar kesilir hiç soran olmaz.
Hak ile
hak olanlara, kendi özün bilenlere
Dostyolunda ölenlere kan bahası dinar olmaz.
Bak şu
Mansur’un işine halkı toplamış başına
Enelhakkın feraşına düşenlere tımar olmaz.
Eğer aşık
isen yâre, sakın aldanma ağyâre
Düş
İbrahim gibi nâre, o gülşende yanar olmaz,'..
Bu kelamlara bak. Sonra bir
kelam da vardır ki;
Başını top
eyleyip gir vahdetin meydanına
İnsanlar vahdeti vücuttan
bahsederler; ama vahdeti vücuda ulaşmayan, vahdeti vücut olmayan insan nasıl
bahseder ki?
Hayatî yerler oralar. Ama
vahdeti vücuda ulaşmak için insan nasıl olacakmış?
Başını top eyleyip gir
vahdetin meydanına
Bir defa başını kes, al eline, diyor.
Kıl gagayı Kerbelâ gir kendi
nefsin kanına
Burada Kerbelâdan mana: Kerbelâ
vak’ası, bu çok feci bir vak’adır. Geçmişi mateme düşürmüştür, geleceği de
bütün mateme düşürmüştür. Bütün Müslümanlara kıyamete kadar acı duyurmuştur.
Geçen Müslümanlara da geçen Peygamberlere de acı duyurmuştur. Onun için çok
feci bir gazadır. Ama bu gaza gibi olan,
Kıl gagâ-yı Kerbela gir kendi
nefsin kanına
Peygamber Efendimiz Cihad-ı
Ekberi neye buyurdu?
Nefis mücadelesine.
Öyleyse nefsini yenen Kerbela
vakası gibi bir gazayla karşılaşmış diyor.
Kıl gaga-yı Kerbelâ gir kendi
nefsin kanına
Seyr kıl
uşşak-ı Mevla nice kıyar canına
Uşşak-ı Mevla ne?
Allah’ı sevenler.
Allah’ı sevenler diyor nasıl kıyıyor canlarına.
Terki can etmektir ancak aşk
u sevdadan garag
Allah aşkına düşmekten maksat, garaz:
Terk-i can olmak.
Terk-i ilim, terk-i amel, terk-i mal, terk-i aza değil.
Terk-i can olmaktır.
Ey yühd
ile veren bana tebşîre-i cennet
Biy
münkir-i Mevlâ değiliz nâra ne minnet
Âşık
olanın maksûdu matlûbesi rü’yet
Görün nice
mahbûb-ı Hudâ var bu beşerde
Sevdim
seni seydâ-yı cihân hayır ve şerde
Yani âşıkların isteği, matlubu,
maksudu Allah'ın cemalini görmek, Allah'ın cemalini müşahede etmektir. Rüyet bu
demektir.
Bir yerde
ki gül yoktur o gülşâneye varmam
Hem
sohbet-i pîr olmadığı haneye varmam
Aşk
ehlinin ahvâlini pervaneye sormam
Yani bülbül
nasıl ki gül olmayan bahçeye gitmezse ben de pîrimin sohbeti olmayan yere
gitmem, diyor. Pervane kelebektir. Kendini ateşe atıyor, yanıyor ya. Aşk ehli
de böyle kelebek yanar gibi yanmıştır. Neyini yakmıştır?
Her şeyini.
Allah'tan başka gönlünde bir şey
yokmuş. Veyahut da pîrinden başka, rabıtasından başka gönlünde bir şey
bırakmamıştır.
Görün nice
mahbûb-ı Hudâ var bu beşerde
Allah’a şükür velilerin sıfatı,
velilerin makamı, velilerin büyüklüğü var. Cenabı Hak "Biz velilerimizi
yeşil kubbemizin altına gizledik. Onları bizden başka bilen yok."
buyurmuş.
Mahbub-ı Huda: Huda'nın
güzelleri, sevgilileri. Mahbup: Sevgili, güzel. Allah'ın sevgilileri, güzelleri
var.
Nerede?
Bu beşer, insanların içerisinde.
Sevdim
seni seydâ-yı cihân hayır ve şerde
Bir güzele hayırda da şerde de
gönül verdim ki hepsi ne gelirse ondan gelir.
Burada hayır ve şer; hastalık-sağlık,
varlık-yokluk, cefa-sefa, insanlardan görmüş olduğu itaat, insanlardan görmüş
olduğu hürmet, iltifat.
Bunları nereden biliyor?
Oradan biliyor.
İşte tarikatı anlayan yaşayan
öyle, mürit öyle, âşık öyledir.
Âşık olanın ciğeri yanar da
pişer de
Bu da görünen, bilinen bir şey değildir, bilinse de
görünmez.
Bilen kim?
Ciğeri yananlar bilir, ciğeri
yanmayan bilmez. Ciğeri yanıyor, biliyor ama görünmüyor. İnsanların kalbinde
öyle bir aşk, bir ateş vardır ki bilinmez, görünmez. Bunu bilmeyen de var,
bilip de göremeyen de var. Öyle bir aşk ki bak kelamı kibarda ne dedi?
BİZ münkir-i Mevlâ değiliz
nâra ne minnet
Cehenneme de minneti yoktur, minnet duymuyor.
Niçin?
Ehli aşkın ateşi, cehennemin
ateşinden daha şiddetliymiş. Hadiste Cenabı Hak cehenneme böyle bir emir
vermiş: “Ey cehennem sen de bana isyan edersen sana azap ederim.”
—Ya Rabbi bana neyle azap
edersin?
“Ehli aşk ile sana azap ederim.”
Demek ki bu ehli aşkı
anlayamıyoruz, bilemiyoruz, yaşayamıyoruz. Tabiî yaşayan bilir, yaşamayan
bilmez. Söz ile anlaşılmaz, söz ile bilinmez. Daha çok kelamı kibarlarda da
geçer,
Âh u zârım duysa râhibler
çilîpâdan geçer
Berri bahri yandırır efgânım
Allah aşkına
Ah u zarımı rahipler bilse
kiliseyi terk ederler. Şimdi bu zamanımızda kiliseler, ibadethaneler kalktı ama
kiliselerde rahipler yetişiyorlardı.
Âh u zârım duysa râhibler
çilîpâdan geçer
Hem bahri yandırır efgânım
Allah aşkına
Ber-kara, bahr-deniz’dir. Denizi, karayı yakar, yandırır
diyor.
Hamdolsun ya hiç tanımasak,
bilmesek hâlimiz ne olurdu? Buna da şükür. Allah, Cenabı Hak tam bilmemizi, tam
inanmamızı nasip etsin. Kelamın başında ne buyuruyor?
Bir
kimseye kim yâr ola tevfîk-i hidâyet
İrfan ile
deryâ oluben kalbi coşar da
Allah'ın fazl-u tevfiki bir
kuluna ulaşırsa, Allah onun kalbine irfan verir. İrfan: Kalp ilmi verir. Onun
kalbi deryalar gibi coşar, taşar.
Gönlünde
tulü’ eyler anın aşk u muhabbet
Tulu' güneşin doğmasıdır. Güneş
doğunca arzdan karanlığı gideriyor. İnsanların kalbinden karanlığı ne götürür?
Allah aşkı.
Gönlünde
tulü’ eyler anın aşk u muhabbet
Allah aşkı, Allah sevgisi onun
kalbinde doğuyor. Allah bir kuluna zâtının sevgisini verirse o kulun kalbinde
doğdurur. Doğdurunca onun kalbi karanlıktan kurtulur.
Gönlünde
tulü’ eyler anın aşk u muhabbet
Görün nice
mahbüb-ı Hudâ var bu beşerde
Ama Allah hidayet edecek, Allah
hidayet etmiş. Nimetimizin nankörü olmayalım da nimetimizin kıymetini bilelim.
Yoksa Allah bize hidayet etmiş.
Allah bizi Müslüman halk etmiş,
küfürde bırakmamış,
Allah bizi habibine ümmet etmiş,
Allah bizi
varisine tanıtmış, varis-i enbiya olan velilerini sevdirmiş.
Uyan
gaflet meyinden kalk bu derdin çâresine bak.
Kemendi
boğazına tak ara bul kâmil insânı
Kement bağdır. Bu bağ ise Cenabı
Hak zaten bir ayet-i kerimesinde buyuruyor ki: "Allah'ın ipine
sarılın." Hâlbuki burada zahir ulema bunu tevil ediyor, başka yorum
yapıyor. Ama yapamazlar çünkü ne kadar yapsalar yapamazlar. Çünkü her ayetin
karşısında hadis vardır, hadis onu açıklıyor. Her hadisin karşısında bir kelamı
kibar vardır o da onu açıklıyor.
İşte Allah'ın ipine sarılın.
Burada Allah’ın zahirde bir ipi yok ki herkes buna sarılsın. Gökten aşağı ip
atmamış ki herkes sarılsın.
Bu nedir?
Sevgidir, bu ip sevgidir, sevgi.
Cenabı Hak ne buyuruyor: “Beni
sevin sevdiklerimi sevin.” Veyahut da “Habibim seni seven beni sever, seni
sevmeyen beni sevemez.” Bir de “Beni sevin sevdiklerimi sevin.” buyuruyor.
Demek ki burada o ip sevgidir. Zahirde bir ip yok. Birbirinizi Allah için
sevin, Allah için birbirinizi sevin.
Burada ancak Allah için sevilen
kimdir?
Meşayihtir ve meşayih
vasıtasıyla meşayihe sadık olan müritlerdir. Bu böyle olunca işte,
Uyan
gaflet meyinden kalk bu derdin çâresine bak
Kemendi
boğazına tak ara bul kamil insânı
Bu da görülmemiştir.
Tarihler boyunca tarikat için
birtakım yanlış söyleyenler, yalan söyleyenler, tarikat sonradan icat edildi
diyenler olmuş. Hâlbuki tarikat Peygamber Efendimizin zamanında Peygamber
Efendimiz tarafından tarikat telkin edilmiştir. Onun zamanında tarikat vardır,
yok değildir. Bizim hatmemizi o ashabıyla birlikte yapmıştır. Efendim,
zikrimizi Sıddık-ı Ekber Efendimize mağarada telkin etmiştir. Onun için tarikat
evvelden vardır. İşte ta evvelden bu yana tarikatın başlangıcından (tarikatlar
çok tabiî) bu zamana kadar hiçbir tarikatta, hiçbir meşayihte, hiçbir meşayihin
müridinde görülmemiştir ki bir iple kendisini bağlasın.
Bu kement niye zikredilmiş?
Kemendi
boğazına tak...
Bu da sevgi bağıdır. Ancak bu
kement meşayihe sevgiyle bağlanmaktır.
Allah'a şükür işte Cenabı Hak bu
nimetini bize ihsan etmiş, nimetinin nankörü olmayalım. Nimetinin nankörü
olursak elimizden alır. Nimetimizin kıymetini bilirsek artırır.
Nimetimizin kadrini, kıymetini
bilmek için yaşantımız olacak. Yaşantımız; almamız, vermemiz, ibadetimiz
İslâm'a, kitaba, sünnete uyacak. Daha sonra insanlara karşı çok iyi niyetli
olmamız lazım. Onlara kötülük yapmayacağız, onları incitmeyeceğiz. Tarikatta
terakki böyledir. Tarikatta terakki şudur ki: Mesela Cenabı Hak: "Her kim
ki Allah için alçalırsa biz onu yükseltiriz." Burada demek ki terakki bu
tevazudur.
Tevazu demek herkesi kendinden
üstün görmektir, kendisini herkesten aşağı görmektir.
Tarikatın büyük ameli bundan
başkası değil, tevazudur.
Tevazu fethederfettah babını
Öyle ki insan tevazu ehli
olacak, tevazu ehli olmazsa yükselemez. Cenabı Hak: "Her kim ki Allah için
alçalırsa biz onu yükseltiriz. Her kim ki tekebbür sahibi olursa onu da yoksul,
hakir yaparız."
•
Kinimiz de olmayacak,
kimseye kin etmeyeceğiz,
•
Bağışlayıcı olacağız
efendim,
•
İnsanları seveceğiz,
insanları sayacağız.
•
Büyüklere hürmet, küçüklere
şefkat göstereceğiz.
Zaten şeriat da bunu emrediyor,
tarikat da bunu emrediyor.
Ama şeriatın zahirinde kalanlar
bunu biliyor ama yapamıyor. Yani tarikatı olmayan bunu biliyor ama sözde
kalıyor özüne geçemiyor, bunları tatbik edemiyor.
Ancak bunları tatbik eden ehli
tasavvuftur, tarikattır.
Çünkü niçin?
Onda bir Allah aşkı tecelli
etmiş ki o aşk ondaki tefrikayı kaldırmış. İnsanlarda tefrika var.
Tefrika ne?
Tefrika şudur: Sana iyilik eden,
kötülük eden var. İyilik edeni seviyorsun, kötülük edeni sevmiyorsun.
İnsanlarda kusur görüyorsun, insanlarda iyiyi, kötüyü seçiyorsun.
Bunlar nedir?
Mesela hayrı, şerri...
Hayır, şer ne?
Hayır, şer burada hayır ve şerri
işlemek değildir. Sana gelen hastalık- sağlık, sana olan fakirlik-zenginlik
veya başında bulunan fakiri-zengini başındaki hastayı-sağı veya karşındaki işte
sana iyilik yapan sana kötülük yapan, seni seven seni sevmeyen, seni metheden
seni zemmeden... Bak bunlar nedir?
Bunlar işte tefrika tabiî .
Ama bunu şeriat kaldıramıyor.
Ancak ehli tarikat bu tefrikayı kaldırır atar. Niçin, neden kaldırıyor?
Ya dersin
bir-durur Hallâk-ı âlem
Beğenmezsin
filan oğlu filânı
Sen bu âlemleri halk eden Halik
bir diyorsun ama niçin beğenmiyorsun Ahmet böyle Mehmet böyle; şu şöyle, bu
böyle diye niye diyorsun? Halbuki onun birliğini, Allah'ın birliğini “bir”
lesen Allah halk etmiştir hepsini müsavi göreceksin.
Yaratılmışı
hoş gör yaratandan ötürü
Demek ki insan aşka duçar
olmazsa, Allah sevgisi bir insanın kalbinde olmazsa tefrika kalkmaz. Bak ne
buyurdu kelamında,
Sevdim
seni seydâ-yı cihân hayır ve şerde
Sana öyle sevgimi verdim ki
hayır da senden geliyor şer de senden geliyor.
Hasta da etsen sen veriyorsun
yine severim,
Sağlık da versen senden geliyor
yine severim,
Cefa da geliyorsa senden geliyor
yine severim,
Sevdiğinden dolayı seni yine
severim,
Sefa da gelse senden, seni yine
severim.
Celali Baba onun için buyurmuş
ki;
Belâ-yı
kayadan kurtulmaz başın
Gün-be-gûn
yürekte artıyor cûşun
Celâli yâd
ile görülmez işin
Bu dertli
sinemin dermanı geldi
Hizmet eden himmet alıyor,
himmet alanın hizmeti daha çok azimli, hareketli oluyor. Hizmet himmeti
cezbediyor, himmet hizmet yaptırıyor.
Hizmet deyince burada sade senin
şahsi hizmetlerin değil, amelin hizmetin değil. Bir de sen hizmet görüp himmet
alırsın bir de sana makam mevki görev hizmeti verilir. Bu hizmeti başardınsa
gördünse, ciddi ve samimi olman lazım, bu sefer hizmetin daha büyüğünü sana
verirler. Onu da başardınsa daha büyüğünü verirler. Onu da başardınsa daha büyüğünü
verirler.
Hizmet deyince sade zahirde şeyh
efendimizin emirlerini tutmaktır. Tutup da yani ne? Dersimizi yaptık, hatmemizi
okuduk işte teheccüd namazımızı kıldık, zikrimizi yaptık. Bunlar da hizmet
tabiî, bunlarla terakki ediliyor. Bir de sen bunlarla almış olduğun bir hizmet
sana manevi bir terakkin oldukça o hizmet büyüyor. O hizmet de ciddi olunca
daha da büyüyor.
Nasıl mesela?
Velayette bizim bu Nakşî
tarikatı askeriyedir. Görevi askeriye, kıyafeti askeriye, eğitimi askeriye,
makamı askeriye, rütbesi askeriye, hepsi askeriye.
Şimdi askeriye denilince er de
bir asker, rütbeliler de asker, onbaşı da bir asker, çavuş da uzman çavuş sonra
astsubaylar da bir asker. Zaten rütbeleri var onlar da asker. Subaylara geçince
teğmen, üsteğmen, yüzbaşı bunlar da asker. Binbaşı, yarbay, albay bunlar da
asker. Tuğgeneral, tümgeneral, orgeneral bunlar da asker. Değil mi? Bunlar hep
neyle terakki ediyor? Mesela bir yüzbaşı binbaşı olmak için başarılı olur
hizmetinde, hizmetini görüyor ki terfi edebiliyor. Hizmetini görmese onu terfi
ettirmezler.
Aynen bizim tarikatımızda böyle
terfi olur (şeyh efendimizin sohbetleri bu) bizim tarikatımız da askeriye
tarikatıdır. Askeriyede bir disiplin var, askeriyede bir kuvvet var.
Zahirdeki askeriye gibi değil.
Bu zahirdeki askeriyeye göre o maneviyat askeriyesi şöyledir ki:
Hazreti Ömer (r.a) Şam'a
gidiyor. Medine'den çıktı kölesiyle. Bir devesi var, kendisi biniyor kölenin
devesi yok. Köleye diyor ki, —Biz yolcuyuz, arkadaşız. Artık burada kölelik,
halifelik, ağalık kalktı, kaldırdım ta ki Şam'a girinceye kadar.
Bineği bir tane deve, sırayla
binecek.
—Bir saat sen bineceksin bir
saat ben, beş saat sen bineceksin beş saat ben.
Böyle sırayla binerekten
gidiyorlar. Şam'a gireceği zaman köleye sıra geliyor. Köle diyor ki,
—Efendim Şam'a giriyoruz
sahabeler de orada, yeni Müslümanlar Şam'ın halkı da var, hepsi sana karşı
gelirler ben devede olur mu? Sen bin.
—Yok, hayır, diyor. Sen de bir
köle ben de bir köle. Allah'a karşı sen de bir köle ben de bir köle. Sıra sana
geldi sen bineceksin, diyor.
Köle devede Şam'a giriyorlar.
Şamlıların hepsi elini öpmek için devenin yanına koşuyorlar köle feryat ediyor.
Diyor ki,
—Yahu ben halife değilim, halife
O.
Askeriye
deyince erin giyimi başka, generalin giyimi başka; erin elbisesi, yemesi başka
değildir. Ancak burada bir görev var, bir de rütbe vardır. Yaşantıya gelince er
de mareşal de birdir. Maneviyatta böyle, zahir gibi değil.
Evet, ihvanları seveceksiniz.
Meşayihimizin en çok hoşuna giden, ona sevilmemiz için, biz de ihvanları
seveceğiz.
•
Birbirinde kusur
görmeyecek,
Bir incitmemek var, bir de
incinmemek var. Kimseyi incitmediği gibi kimseden de incinmeyecek. Çünkü niçin?
Birisinde olur, imtihan için
olur, veyahut da her ne kadar gelmiş tarikata girmiş ama tarikatı anlayamamış,
bilememiş sana eliyle diliyle hoşuna gitmeyen bir söz yapmıştır, belki seni
incitmiştir, kırmıştır. Sen ona kırılırsan eğer içinde ona bir kin olur. Bu kin
de seni terakki ettirmez.
Bizim için en büyük gönlümüzü
meşgul eden, bizde gönül kârıdır. Hep kârı, kemali gönlüne bağlamıştır, kalbe.
Kalbinizden Allah'ı unutmayın,
Allah'ı zikredin. Allah sevgisi, Allah zikri, Resulullah sevgisini gönlünüzden
eksik etmeyin.
Ama insanda kin olursa, kin
olunca onu ne yapar?
Kin o muhabbeti, kalbi meşgul
eder. Demek ki o zaman kimseden incinmemek için, kimseye kin de tutmayacağız.
Zaten Cenabı Hakk’ın, Allah'ın indinde en çok hoşuna giden de budur.
Duada bak: “Allahümme inneke
afüvvün kerimün tuhibbul afve fağfü annî” Bu çok makbul bir duadır.
Bunun Türkçe meali şöyle: Ya
Rabbi sen affedicisin, affetmeyi seversin; affedenleri de seversin, beni de
affet.
Demek ki Cenabı Hak affedici
olduğu için affedenleri de seviyor. Affetmek için kimseden incinmeyeceğiz.
Olur, adam seni diliyle eliyle belki incitmiş olur veya bir hakkına tecavüz
etmiş olur. Bunları gönlünden çıkaracaksın, affedeceksin, bağışlayacaksın.
Niçin?
İyiliğe iyilik insanların kârı.
Her insan yapabilir. Birisinden iyilik gördüğünde, şu adam şurada şu iyiliği
yaptı. Ben de onun iyiliği karşısında bir iyilik yapayım der.
Kötülüğe iyilik ariflerin kârı.
Arif olmak için insan hakikate ulaşacak.
Hakikate ulaşmak için tarikatı
olacak.
Tarikatı olmayan hakikate
ulaşamıyor, hakikate ulaşamayan arif olamıyor.
Bak şeriat, tarikat, hakikat,
marifet var.
Arifler var, arifler marifete
ulaşanlar, arifler marifete ulaşanlar ki Teveccühte okuyoruz ya:
"Ve İla Kutbul arifin"
Arifin ne?
"Sultani evliyayı vel
aşıkin" kim bu?
“Ruhul hakikeyni necnül
haseneyni ebi Muhammedin eş şeyh Abdülkadiril Ceyli”
Demek o neymiş? Ariflerin kutbu,
başı, sultanil evliyaların da sultanı, "Kutbul arifin sultanil evliyayı
vel aşıkin" İşte böyle arifler ki ayık olanlar. Arif kimmiş? Ayıklar, ayık
olanlar. Ayık kimmiş? Arifler. Arifin manası ayık.
Öyleyse burada kötülüğe iyilik
arifler kârı. Kötülüğe iyilik ettinse sen de arif oldun.
Kendini
kendi göre kendi bile
Bakısın
edememem gelmeg dile
Aşk
anındır âşık oldur maşuk ol
Ahir andan
ana varır cümle yol
Hâlbuki burada aşk var, âşık
var, maşuk var. Aşk bir kelime, maşuk bir kelime, âşık bir kelime değil mi
bunlar? Burada,
Maşuk sevilen,
Âşık da seven,
Aşk da ikisinin arasında olan
sevgi.
Aşk da onun, âşık da O, maşuk da
O, hepsi O.
Ahir andan
ana varır cümle yol
Bu da Allah’ın "Kalû inna
lillahi ve inna ileyhi râciûn” Allah'tan geldik, Allah'a döneceğiz,
buyurmasıdır.
Ama Allah'tan insanlar bir
vasıtayla gelmişler Allah'a yine bir vasıtayla giderler. O vasıtayı bulmak
lazım. O vasıtayı bulmazlarsa gidemezler. Bütün bu insanlar cismen Allah'tan
gelmiştir ve hepsine de Cenabı Hak bir ruh üflemiştir, o cesede indirmiştir,
kondurmuştur.
Fakat bütün cismen gelmek var,
cismen gitmek var; ruhen gelmek var, gitmek var. Cismen bütün insanlar zengini
fakiri, ağası kölesi, âlimi cahili, sakatı sağlamı, inanan inanmayan, genci
kocası...Ölen hep cismen gidiyorlar.
Bunlar nereye gidiyorlar,
Allah'a mı gidiyorlar?
Toprağa gidiyorlar. Bu ceset
göğe çıkıyor mu? Ölen cesetler nereye koyuluyor? Toprağa koyuluyor.
Bu mudur Allah'a gitmek?
Hayır.
Ceset midir Allah'tan gelen?
Cenabı Hak "Biz Âdem'i
topraktan halk ettik, kendi ruhumuzdan ruh üfledik." buyuruyor, değil mi?
Allah'tan gelen ne?
Allah'tan Ruh gelmiştir. Onun
için de şöyle buyuruyor;
Gökte uçar
iken indirdin meni
Vâdî-i
vîrâna kondurdun meni
Vahşî
hayvanlara döndürdün meni
Eyledin
dilimi lâl kara bahtım
Gökte ne uçuyormuş? Gökte ceset
uçuyor muydu?
Allah cesedi bir damla kirli
sudan halk ediyor.
Gökte mi uçuyor bu ceset? Neymiş
gökte uçan?
Ruh.
Çünkü Cenabı Hak ilmi ezelide
ruhları halk etmiş. Bu ruhlar arş-ı alada, çok âlemlerde pervaz etmişler,
gezmişler, dolanmışlar, kalmışlar. En son bu dünyaya inmişler. Dünyaya cisimle
inmişler.
Allah
cesedi halk etmiş, ruhu da cesede indirmiş. Fakat bu ceset toprağa gidiyor.
Toprağa gidenler hep Allah'a gitmezler. Ruhlar Allah'a gider ama şöyle gider:
Allah'ın rahmetini kazanır gider, arş-ı alaya çıkar. Allah'ın gazabını kazanıp
giderse yerlerin, zeminlerin altına iner.
Ortayerden
götürürler seni ben
Ol denizde
garka vara can u ten
Kendini
kendi göre kendi bile
Bakısın
edemezem gelmey dile
Aşk
anındır âşık oldur maşuk ol
Ahir andan
ana varır cümle yol
Âşık imdi
varlığın ver yokluğa
Âşık sevendir. Ama sevilecek
kim?
İşte sevileceği bilmek lazım.
Allah'tan başka sevilecekler insanı aldatıyor. Mecazdır bunlar, bunlar
insanları aldatır.
Sevilecek Allah'tır.
Âşık imdi
varlığın ver yokluğa
Yokluk
içinde sana varlık doğa
Bu aşk da insanlarda çoğalır da
tamamen onun kalbini doldurursa o ne olur?
Onun varlığı yok olur.
Aşk zaten yakıcı bir maddedir.
Ateşin cisimleri yaktığı gibi aşk da kalpte olan cisimleri yakar. Kalpteki
cisimler görünmez ama bak Cenabı Hak niçin buyuruyor ki “Kalbinizde neyi
beslerseniz sizin mabudunuzdur.” Kalbinizde neyin sevgisi varsa o sizin
kalbinizde bir puttur. Ama Allah aşkı da o putları siler.
En çok sevdiğimiz evlat var ya,
onun sevgisi de bizim gönlümüzde bir puttur. Zaten zahirde bir emir var: Cenabı
Hak “Ve emvaliküm ve evladiküm fitnetün” Çok sevdiğiniz evlatlarınız sizin için
fitnedir. buyuruyor.
Fitnenin anlamı ne?
Fitnenin anlamı: Mehmet Beyle
Kasım Bey dostlar, çok seviyorlar birbirini. Bir tanesi gelip birbirinin
aralarını açmak için onun söylemediği sözü ona söylemek, ötekinin söylemediği
sözü ötekine söylemekle, orada bir fitnelik yapıp onları birbirinden koparması,
ayırması değil mi? Fitnenin manası budur, anlamı budur.
Demek ki “Ve emvaliküm ve
evladiküm fitnetün” buyuruyor ki yani evlat, mal, bunların sevgisi ne yapar?
Allah'tan bizi ayırır, Allah ile bizim aramıza girer.
Ama bunları, hepsini ne atar
insanların gönlünden?
Allah sevgisi.
İnsanların kalbinde Allah
sevgisi olursa hepsini atar dışarı, hiçbir şey bırakmaz orada.
Ama tabiî Allah sevgisi
denilince bak rabıtamızda başparmak kalınlığında feyzi ilahi kalbimize geliyor.
Bu ne feyzi?
Allah sevgisi.
Nereden geliyor?
Meşayihin iki kaşının arasından.
Onda bir galat olamaz, sakın
bunda bir şüpheye de düşmeyin.
Hem Cenabı Hakk’ın emri şudur
ki: “Kulum beni sev, sevdiklerimi sev, kullarıma sevdir.” Bakın işte bu emir
rabıtayadır. Bu rabıtaya işarettir.
İşte demek ki Allah'ın sevdiklerini
sevecek olursak Evliyaullah'ı sevmemizle o aramızda Allah sevgisine bir vasıta
oluyor.
Rabıtayı da iki kaşının arasına
niye yaptırıyorlar?
Oradan feyzi ilahi, Allah
sevgisi başparmak kalınlığında çeşmeden su akar gibi kalbimizin üzerine akıyor,
kalbimizi yıkayıp, temizliyor.
O neyi temizler? Hani bu
kirlenmiş bir çaput değil ki temizlensin.
O nur halinde gelen Allah feyzi,
Allah sevgisi gelince ne oluyor? Gönlünde daha başka bir sevgi kalmıyor,
hepsini çıkarıyor.
Çünkü o Allah sevgisi bütün
sevgilerin zıddıdır. Allah her şeyi zıddiyetli, çift halk etmiştir. Onun için
bu kelam da şunu ifade eder,
Eğer âşık
isen yara
Sakın
aldanma ağyara
Eğer Allah'ı seviyorsan,
Allah'tan başka bir sevgin olmasın. Allah sevgisinden başka bir sevgi kalbinde
olursa, ağyar seni ayırır. Ağyar yardan ayırıyor. Allah'tan seni ayırır, diyor.
Eğer âşık
isen yara
Sakın
aldanma ağyara
Düş
İbrahim gibi nara
O gülşende
yanar olmag
İbrahim
aleyhisselam için Nemrut büyük bir ateş yaktırdı, attı ateşin ortasına. Cenabı
Hak ateşi ona gülistan etti. Ama niye? Çünkü Allah'tan başka hiç kimseden o
yardım dilemedi. Hepsini çıkardı aradan. Allah'tan başka hiç kimseyi
sevmiyordu, hepsi çıkmıştı gönlünden. Cenabı Hak ateşe attırdı, ateş de onu
yakmadı. Ateş de bir mahlûk tabiî.
İşte insanların, müridin
cesedinin kıblesi vardır, Beytullah. Ruhunun kıblesi de meşayihidir. Ama
meşayihi bir aynadır ki kelamı kibarda buyruluyor,
Gönülfehm
edeli "lâ'dan "illâ"yı
Burada gönül kalptir. Fehim
anladı, neyi anladı?
“La” yok, “illa” var. Gönül “La”
her şeyi kalbinden çıkardı, attı hiçbir şey bırakmadı. Her şey kalpten
atılınca, her şey çıkarsa o kalp silinmiş bir aynadır. “İlla” her şeyi
kalbinden çıkardı attı “illa” var olan Allah onda, onun kalbinde tecelli etti.
Gönülfehm
edeli "la'dan "illâ"yı
Mecnûn-veş
biz de bulduk Leylâ’yı
Bu bir izahtır. “Mecnun gibi biz
de bulduk Leyla'yı” bir izahtır. Çünkü Mecnun'un Leyla ile bir hadisesi var,
olmuştur. Kelamı kibarlarda bu çok geçer. Kelamı kibarlarda geçenler hiç galat
olmaz, yalan olmaz. Mecnun bir Leyla'ya âşık olmuş. Mecnun nefsi için Leyla'yı
sevmiş, bir kız, bu aşk-ı mecazdır. Ama nasıl âşık olmuş ona ki bütün yemesi de
onun sevgisi olmuş, içmesi de onun sevgisi, uykusu da onun sevgisi olmuş.
Yemiyor, içmiyor, uyumuyor.
Ne uyutmuyor onu? Leyla'nın
sevgisi,
Ne yedirmiyor ona? Leyla'nın
sevgisi,
Ne içirmiyor ona? Leyla'nın
sevgisi.
Hepsi Leyla'dan başka bir şeyi
yok. Daha zikri de olmuş Leyla, gıdası da olmuş Leyla, hayatı da olmuş Leyla,
bütün her şeyi Leyla. Ama bir Leyla'dan ona görünen o güzellik var ya Cenabı
Hak bütün eşyadan ona göstermiş.
Aslında Leyla çok güzel bir kız
değilmiş. Eğer çok güzel olsaydı ona o zamanın beyleri, ağaları, zenginleri
talip olurlardı. Hiç kimse ona talip olmamış. Mecnun ise çok fakir, işsiz,
beceriksiz, böyle naçar, sefil birisiymiş. Ona da fakir, sefil, bir iş sanatı,
mesleği yok, diye vermemişler. Ama burada demek ki Cenabı Hak Mecnun'a bir
güzellik göstermiş, çirkin olduğu halde, güzel olmadığı halde Leyla’yı güzel
göstermiş. O güzellik onun gönlünü almış ve ona yedirmemiş, içirmemiş, onu
uyutmamış. Böyle olunca onda bir sadakat olmuş. Sadakatinden dolayı Cenabı Hak
ona merhamet etmiş. Yıllar boyu ağlayıp, sızlayıp, gezip dolanması Allah'ın
merhametini cezbetmiş. Kuludur, Allah kuluna acır. Ona Cenabı Hak ne yapmış?
Ona sade bir Leyla'nın yüzünden
görünen o güzelliği Cenabı Hak bütün eşyadan göstermiş. Allah'ın sıfat nuruna o
zaman ulaşmış.
Zeliha’yı Yusuf aleyhisselam
için kınadılar. Kölesiyle söylendiği için kınadılar. Zeliha onları ikna etmek
için... Büyük bir evi varmış. Mısır'da hükümet erkânının ileri gelenlerinin
hanımlarını evine davet ediyor. Yusuf aleyhisselamı da evin köşesine siyah bir
perde asıyor, arkasına koyuyor ve göstermiyor. Gelip eve doluyorlar.
Hizmetçileri, cariyeleri çok, bunlar da hizmet görüyorlar. Bütün gelenlere
birer tabak içerisinde birer tane bıçak, birer tane elma dağılıyor. Ama diyor
ki,
—Sakın ben kesin demedikten
sonra kesmeyeceksiniz.
Bütün dağılıyor elmalar
hizmetçilere soruyor.
—Tamam mı, herkesin elması
verildi mi?
—Verildi.
—Hadi kesin.
Perde açılınca Yusuf
aleyhisselamın yüzüne nasıl baktılarsa gözlerini ayıramadılar. İşleme geçmişler
elmaları kesiyorlardı, o elmaları kesmediler ellerini doğradılar. Cenabı Hak
bunu bize Kur'an'da bildiriyor. Ellerini doğradılar ve acısını da duymadılar.
Ondaki olan güzellik onların gönlünü öyle aldı ki ellerini kestiklerini
bilemediler ve acısını da duymadılar. O da yine onda beşeri olan bir
güzellikti. Cenabı Hak zahirde, beşerde onun kadar güzel bir kimseyi halk
etmemişti. Görenler bütün onu melek, beşer değil diyorlardı.
Demek ki şimdi burada
Evliyaullah’ın hayali rabıtası, rabıta-i nakşi hayal var, rabıta-i nakşi cemal
vardır.
Rabıta-i nakşı hayal zahir
görünen tarafı. Bize lazım olan odur. Biz ancak onu hayal ederiz, onu
düşünebiliriz.
Rabıta-i nakşı cemali biz
göremeyiz. Bunu zamanımızda göstermezler. Ama niye göstermiyorlar?
Bir insan rabıta-i nakşı cemali
görürse ne olur?
Maişetten dûr olur, yemekten,
içmekten dûr olur, hareket yapamaz. Bu zamanda şimdi onun için hâli
gizlemişler, hâlinden haberdar etmezler. Onu da gizli geçirirler. Rabıta-i
nakşı cemali gizli geçirirler, göstermeden geçirirler. Onun için
gizlemişlerdir. Bu zamanımızda o taşınmaz, anlaşılmaz. Yaşayan da taşıyamaz,
taşıyan da yaşayamaz ki anlaşılmaz, anlamayı bilmeyen de onu anlayamaz.
Ne olur buna?
Götürürler doktora, doktor bir
şey anlamaz. Götürürler hocaya, hoca bir şey anlamaz. Ne olmuş derler? Deli
olmuş, tımarhaneye götürürler. Ne yaparlar? Ona eziyetten başka bir şey
yapamazlar. Bir çare bulamazlar.
Onun için burada rabıta-i nakşı cemali
biz göremeyiz, bizimki hayaldir. Ama insan hayalden nakşa geçiyor. Hayal ede
ede nakşa geçiyor. Hayal demek unutmamak veya da gözünün önünden kaçırmamaktır.
Onun için burada her içtiğinizi,
her aldığınızı, her verdiğinizi onunla; kalktığınız zaman, oturduğunuz zaman,
namaz kıldığınız zaman, yemek yediğiniz zaman, bir vasıtaya bindiğiniz zaman,
şeyhiniz rabıtanızla beraber, rabıtayı unutmayacağız, şeyh efendimizi
unutmayacağız. Bize lazım olan budur.
Herkes bir can sahibi, herkes
canan ilinden gelmiş. Ama herkes Leyla ile Mecnun gibi olamıyor. Leyla ile
Mecnun olmak için ikinci bir gidiş geliş lazım. Niye Leyla ile Mecnun olamıyor?
Mecnun zahirdeki iradesiyle öyle
bağlandı ki Leyla'yı çok sevdi. Arz üzerinde, dünya üzerinde artık daha Leyla
kadar onun sevdiği bir kimse yok. Haşa estağfurullah, Allah'ı da biliyor fakat
Allah'ı da bu kadar sevmiyor. Ama Leyla'nın sevgisi onu Allah'a ulaştırmış.
Nedir bu? Öyle inanmak lazım ki
her şeyi güzel gösteren Allah'tır. Çirkinleri de çirkin gösteren Allah'tır.
Öyleyse Allah'ın Celal sıfatı var. Görünen Celal sıfatı tecellide nedir? Orada
muhalefetler, çirkinlikler görünür, kötü şeyler zuhur eder, kötü şeyler
görünür. Ama Cemal sıfatı tecelli ederse bütün güzellikler meydana gelir. Bak
kelamı kibarda "Cümle hüsnün anesi" dendi, bütün güzelliğin anası.
Aşk u
muhabbet hanesi, âlem anın dîvânesi
Âlem deyince, bir meşayihin
âlemde, yeryüzünde sayılmayacak kadar çok sevenleri var, hep onun divanesi
olmuş. Sevmişler ki divanesi olmuşlar.
Bu “Aşk u muhabbet hanesi” nin
burada iki anlamı var:
Bir; dergâhında ihvanların,
Müslümanların toplanıp da orada muhabbet etmeleri, zikir yapmaları,
sevişmeleridir. Bu Allah'ın emri değil mi? Allah, Cenabı Hak “Allah için bir
araya gelin, Allah için birbirinizi sevin, Allah için konuşun.” buyuruyor. İşte
“Aşk u muhabbet hanesi” o dergâhıdır.
Bir de Evliyaullah'ın gönlüdür.
Onun gönlü bütün ne yapmış?
Allah'ın sevgisini cezbetmiş. Bu sefer de kabiliyetine göre, istidadına göre,
anlayışına göre, isteğine göre bu nimeti Allah'ı sevenlere dağıtıyor. Yoksa bu
feyiz, muhabbet herkeste müsavi değil, bir değil. Bak buyuruyorlar ki,
—Bir müridin kalbine en az bir
parmağım kalınlığında feyiz geliyordur. Gelmese mürit olmaz, sevmez, sevemez,
diyorlar.
Zaten rabıtanın tarifinde: Başparmağım
kalınlığında feyzi İlahi meşayihin, şeyh efendimin iki kaşının arasından
kalbime akıyor.
Ne bu? Allah'ın nuru, Allah
sevgisi.
Nur olarak
da görünür. Yalnız nur olarak görünmez de sevgi olarak bilinir. Ama bak
başparmağım kalınlığında sevgiyle sanki bir nehir gibi, Nil, Fırat nehirleri
gibi oluyor.
Görmek başka, geçmek başka.
Görmek olur, sevgi ile olur. Ama bu sevgi o kadar büyüyecek ki çoğalacak ki
kendi o sevgi karşısında yok olacak.
Sevgi şudur ki:
Seven sevdiğinin karşısında yok
olacak.
Sevilen sevende var olacak.
Bunu da
işte Allah idrak versin, Allah bildirsin. En büyük sır, esrar bizdedir ama o
esrarı çözmek lazım, o esrarı bilmek lazım.
Külfet bu dünyada var. Ahirette
böyle bir külfet yok ki. Ahirette her şey mevcut, hiçbir şey düşünülmüyor.
Hiçbir işlem yok, hepsi hazırlanmış.
Ama âşıklar için bunlar da bir
şey demek değil. Âşıklar ne yapacak bunları?
Ne demiş âşık?
Ne edeceğim cennetin süsünü
püsünü, zevkini sefasını ne edeceğim? Ne buyurmuş?
Sensin
benim canım canı
Sensiz
kararım yokturur
Sensiz hiçbir kararım yoktur.
Sensin
benim canım canı
Sensiz
kararım yokturur
Cennette
sen olmazsan
Vallah
nazarım yokturur
Yemin ediyor cenneti istemem
diye. Sen olmazsan cennete de girmek istemem, diyor.
Kim diyor bunu?
Âşık diyor, Allah'a âşık olan diyor.
Cennete âşık olan zaten cenneti
istiyor, cenneti kazanmak istiyor. Ama cenneti hiç istemeyen, cennet hiç
gönlüne, aklına gelmiyor. Acaba Allah'ın rızasını kazanacağım mı? Allah'ın
cemalini göreceğim mi?
İşte âşıklar böyle.
Sensin
benim canım canı
Sensiz
kararım yokturur
Cennette
sen olmazsan
Vallah
nazarım.yokturur
Bizim elimizde mevcut olan
Divan'da Salih Baba ne buyuruyor?
Cemâlin
şem’ine müştâk olanlar
Yani cemalindeki bu şem ışık
manasına, nur manasına. Zaten güneş ışığı da şems’tir.
Cemâlin
şem’ine müştâk olanlar
Müştak yani cemalin şem'ine
âşık, müştak olanlar, nurunu görmek isteyenler.
Cemâlin
şem’ine müştâk olanlar
N'eder
cennetteki ebrârı leylî
Yani cennetin varlığını süsünü başını, altınını, incisini
istemez.
Ama de ki biz âşık mıyız?
Âşığız.
Âşık değil miyiz?
Eğer hakiki âşıklara karşı âşık değiliz ama hiç Allah'ı
sevmeyenlere karşı da...
Allah'ı seven kim, sevmeyen kim?
Allah'ı insanlar severler. Cennet
için severler, cehennemden kurtulsun diye severler. Allah'ın emirlerini tutsun
ki cenneti kazansın. Cehennem azabından kurtulmak için yasaklardan kaçsın ki
kurtulsun. Fakat âşıklar böyle değil.
Ne cehennemin korkusu var onlarda ne de cennetin arzusu
var.
Ebu'l-Hasen Harkani
Hazretlerinin kitabını basmışlar. Bir yerinde Rabia Adeviye validemiz yazılmış.
Rabia Adeviye'ye sormuşlar:
—Cennet için amel etmek, işlemek
mi efdal? Cehennemden korkaraktan amel işlemek mi efdal?
Hâlbuki ikisi de hak. O da diyor
ki,
—Ne o, ne
de o. Allah rızası için işlemek daha efdaldir, diyor.
Allah'ın sıfatları onlarda tecelli
ediyor. Merhamet sıfatı da onlarda tecelli ediyor. Veliysen o zaman sade
Müslümanlara değil kâfirlere de acıyorsun.
Nereden geliyor?
Hadiste, Allah'a yalvarmıyor
muydu? “Ya Rabbi sen bunlara tanıt. Sen kendini bunlara tanıt bunlar
bilmiyorlar, bildir. Bunlara da hidayet et.” Hep yalvardığı buydu.
Hazreti Ali ne yapmış işte? Bir
kâfir, bir kızla evlensin diye başını ona vermiş, koymuş önüne.
—Al benim başımı kes de muradına
nail ol, demiş.
Kâfire boynunu koymuş. Hadise
şöyle olmuş: Bir kafir pehlivan bir kıza çok aşık olmuş. Kız tarafı da şart
koşmuş. Demişler ki,
—Ebu Talibin oğlu Ali'nin başını
getirirsen biz sana kızı veririz, demişler.
O adamda öyle bir aşk var ki,
işte Niyazi Mısrî'nin divanında geçiyor
Bir gülün
harı vardır yar demem
Kansız
didelere ah u zar demem
İşte diyor ki öyle bir hale
gelmiş ki vücuduna hangi el dokunsa beş parmağı kana dokunur. Vücudunu kana
batırır gibi beş parmağı kana bulanır. İşte gözünden kanlar akıyor.
Kansız
didelere ah u zar demem
Dide ne?
Göz, gözyaşları.
Gözyaşları kansız olursa eğer ah
u zar olmuyormuş.
Ama bu kimde olur?
Aşk-ı mecazda da olmuş,
Leyla'da, Ferhat'ta... Allah'ın kulları, Allah onlara acımış sonunda mecazını
hakikate çevirmiş.
Şimdi de o kâfir pehlivan o
aşkıyla Hazreti Ali Efendimizi kesmek üzere giderken,
— Emelime ya nail olurum ya da
ölürüm,
diye onun gözlerinden kanlı yaşı
Allah çıkartmış.
Sonra Kur'an-ı Kerim'de bir
hakikat var. Zeliha'nın hadisesi meydanda. Ne yaptı Zeliha'yı? Yusuf
aleyhisselamın sevgisinden bütün hanımlıktan, sultanlıktan vazgeçirdi. Yerin
altına girdi, yemiyor içmiyor, güneş, dünya ışığı görmüyor orada ağlıyor.
Ağlaya ağlaya gözleri de kör oldu. Yedi senenin içinde çok ihtiyar oldu, beli
büküldü, yüzleri kırıştı. Neydi bu?
Yusuf aleyhisselamın sevgisi.
Ama Allah yine onu eski haline,
gençliğine getirdi, yine Yusuf aleyhisselam ile evlendi. Tabiî çocukları bile
oldu. Yusuf aleyhisselamın oğlunun ismi Efrahim'dir.
Ondan sonra, o kafir pehlivan
Medine-i Münevvere'ye gelmiş yaklaşmış, böyle bir ah u eninle giderken Hazreti
Ali Efendimize rast geliyor. Kâfire tamamen acıyor halini görünce.
—Nedir sende bu
ah u enin, feryadın nedir, demiş. Kafir demiş ki, —Benim feryadım bir âşıklığım
var, vermiyorlar. Ben de Ebu Talib'i bilmiyorum. Ebu Talib'in oğlu Ali'nin
başını istediler. Onun için ya öleceğim ya da...
İşte o zaman başını boynunu
vermiş.
—Senin aradığın benim. Kes de
götür muradına nail ol, demiş.
Allah o anda gönlünü döndürmüş
onun, aşk-ı mecazını aşk-ı hakikate çevirmiş. O da orada demiş ki,
—Bir kız için de böyle bir merde
kıyılır mı?
—Ya Ali ben caydım, kızdan da
döndüm, hepsinden de döndüm. Ben Müslüman olacağım. Beni dostluğa, arkadaşlığa
kabul ediyor musun?
Sahavet işte. O zaman vahiy
geliyor. Hazreti Ali'ye Resulullah bildiriyor, “Habibim Ali'ye söyle ki
sahavetlik olur ama bu kadar da olmaz.” Niye? Kâfirin muradı olacak diye başını
veriyor. Bu macera olmuş. Eğer kelamı kibara bakacak olursak haktır. İşte
Zeliha'nın hadisesine bakılacak olursa, Mecnun’un Leyla’nın hadisesine,
Ferhat’ın Şirin’in hadisesine bakılacak olursa sonunda aşk-ı mecazı hakikate
çevrilmiş.
Cenabı Hak “Vele neblüvenne küm
bişeyin minel havfi velcûi venaksin minel emvali velenfûsi vessemerât.” bu
ayette buyuruyor. Biz kulumuzu havf ile korku ile mallarını, canlarını
ürünlerinin azalmasıyla imtihan ederiz. Şimdi bizim burada anlayacağımız,
dikkat edeceğimiz, kabul edeceğimiz demek ki bu maddi zararlar bize zarar
değil. Maddi zararlara sabredersek bu zararlarla bundan bir imtihan vermiş
oluyoruz. İmtihanı kazandıysak Allah'ın bize büyük bir ikramı olacak.
Ne olacak
Allah'ın ikramı bize?
Cenneti.
Daha başka
büyük bir ikramı, cennetten büyük ikramı var mıdır? Vardır.
Sade cennetine de aldanıp
kalmayalım. Çünkü Yunus Emre ne buyurmuş?
Sensin
benim canım canı
Sensiz
kararım yokturur
Yani hiçbir yerde ben sensiz
duramam. Sen benim canımın içinde cansın, sen olmazsan ben hiç duramam. Zaten
öyle, insan bir saniye yaşayamaz. Eğer Allah'ın bir kuvveti, kudreti olmasa,
muhafaza hafız ismi olmasa, esirgeyici koruyucu sıfatları olmasa, insan nasıl yaşayacak?
Yaşayamaz, bir saniye yaşayamaz.
Sensin
benim canım canı
Sensiz
kararım yokturur
Cennette
sen olmazsan
Vallah
nazarım yokturur
Bak yemin de ediyor, sen
cennette olmazsan ben o cenneti istemem. Demek ki Allah'ın kula ikramı sade
cennet değildir. Ama ekseri çoğu cennete meftunlardır, cennete âşıklardır,
cenneti isterler. Ama cennetten geçenler var, cenneti istemeyenler var. Niye
diyor ki benim sevdiğim olmazsa ben ne yapacağım cenneti? Öyle.
Şimdi bunun zahirde bir misalini
verecek olsak: Hani bu aşk-ı mecaza yakalananlar olmuş ve yine olurlar da.
Diyelim bir kimse bir genç kıza öyle bir sevgi ile bağlanmış, öyle sevmiş ki
dünyayı verseler artık o hiç dönüp bakmıyor. Külçeyle altın dökseler oraya hiç
bakmaz. Sevdiği bir tarafta, altın da külçeyle bir tarafta ve
—Ya bu altını alacaksın ya da bu
sevgiline bir defa bakacaksın, deseler. Der ki,
—Ben o altını almıyorum, bir
defa ona bakacağım.
Böyle bir aşka tutulmuş bir
insanı, sevdaya kapılmış bir insanı en lüks bir daireye koysalar o dairede
rahat eder mi? Mümkün değil edemez. Orası sanki ona hapishane olur, zindan
olur. Ama sevdiği ile beraber bir gecekonduda oturduğu zaman zanneder ki
apartmanda oturuyorum. Şimdi bu öyle demiş,
Sensin
benim canım canı
Sensiz
kararım yokturur
Cennette
sen olmazsan
Vallah
nazarım.yokturur
Bizim elimizde mevcut olan
Divan(Salih Baba) var. Orada çok hakikatli sözler vardır. Hep ayet, hadis
mealleri. O da ne diyor?
Gece
gündüz kılaram zârı leylî
Meni kıl
mahrem-i esrârı leylî
Beni senin sırrına, esrarına
mahrem kıl diyor.
Menem
Mecnûn senin hüsnüne hayrân
Benim Mecnun, senin hüsnüne
güzelliğine Mecnun gibi hayran olmuşum.
Menem
Mecnûn senin hüsnüne hayrân
Dilemem
senden özge yârı leylî
Ne noksân
erişir hüsnüne bilmem
Cemâlin
eylesen izhârı leylî
Yani senin neyin eksilecek? Niye
gizliyorsun cemalini? İzhar et, görsünler, diyor. Başka bir kelamda da
deniliyor ki,
Cemâlin
şem’ine müştâk olanlar
N'eder
cennetteki ebrârı leylî
Senin cemaline âşık olanlar
cennetin varlığını, köşkünü, sarayını ne yapacaklar, istemezler.
Evet, öyleyse bakın efendiler
Allah bu nimeti bize nasip etmiş, bizim arzumuz sade cennet olmasın. Tabiî
evvel o da olacak. Ama tabiî Allah'ın cemal sıfatını kazanacak olursak eğer
evvela cenneti kazanacağız. Cemal sıfatı cennette tecelli edecek ama cennete
girenlerin hepsine tecelli etmez. Cennetin makamları var. Cennette birden
başlıyor yüze kadar makam vardır. Bu makamlar hep birbirinden farklıdır. Bu da
dünyada insanların kazancına bağlıdır. Hangi makamı kazanmışsa dünyada kazanır.
Ama işte maşuklar öyledir. Onun
için bir kelam da var ki,
Solular
cennette kaldı aşıklar didara erdi
Sofu fazla amel işleyen, fazla
ibadet yapandır. Onlar cenneti kazandılar, cennette kalırlar, diyor.
Ama âşıklar didara vardı. Niye?
Âşık amel işlememiş mi? İşlemiş.
Sofu çok amel işlemiş ama çok
ameliyle cennete gitmiş. Âşık öyle değil. Âşık amelini yok etmiş, amelini
kaybetmiş, amele sahip olmamış. Bir acziyet ile bir yokluk ile gidiyor cennete
ve cenneti Rabbimin bana ihsanıdır diye kabul ediyor. Sofu ise ben kazandım,
diyor. Bak ne kadar farklı değil mi? Sofu ise benim şu kadar amelim var, şu
kadar ibadetim var, şu kadar cenneti kazandım diyor. Ama âşık öyle değil. Âşık
diyor ki hayır, cenneti ben nereden kazanayım. Ben kim, cenneti kazanmak kim.
Rabbimin bana ihsanıdır.
Ama Rabbinin kula ihsanı neymiş?
Şeyhim
benim sultân imiş
Hak’tan
bize ihsan imiş
Cân
derdine derman imiş
Görün beni
aşk n’eyledi
Âhiri
dervîş eyledi
İşte
Allah'ın kula ihsanı sevdiği kulu tanıtmak, sevdiği kulu sevdirmektir. Çünkü
Cenabı Hak buyuruyor ki “Beni sevin sevdiklerimi sevin.” Evet, Allah sevilecek
ama Allah “Beni sevin, sevdiklerimi sevin.” buyuruyor. Allah'ı sevmek.
seviyorum demekle olmaz. Bu sözde kalır, öze inmesi lazım. Öze inecek olsa
sevdiklerini seveceğiz. Sevdiklerini hedef edeceğiz. Allah'ı hedef edemeyiz ama
amelde emirleri var, tutacağız.
Evet, fırsat elinizde, bu fırsat
elimize geçmez. Fırsatı terk etmeyelim. Onun için buyururlar,
Her
gördüğünü Hıgır bil
Her geceyi
kadir bil
Fırsatı
ganimet bil
Görelim
Mevla n’eyler
N'eylerse
güzel eyler
İbrahim Hakkı Hazretlerinin
Marifetname’deki kelamıdır.
Her
gördüğünü Hıgır bil
Ne demek istiyor? Yani ehli
tevazu ol.
Zaten öyle, ehli tevazu olmazsa
bir insan yükselemez. Zahirde cismen alçalacak ki ruhu yükselsin.
Bu da Allah'ın emri oluyor: “Her
kim ki Allah için alçalırsa biz onu yükseltiriz.” Ama Allah için, bunu bir
sanat etmesin, bunda bir gösteriş olmasın. Cenabı Hak böyle buyuruyor: “Her kim
ki Allah için alçalırsa biz onu yükseltiriz, her kim ki tekebbür sahibi olursa,
kibirli olursa biz onu da hakir, yoksul yaparız.”
Öyleyse şimdi bu dünyaya geldik.
Bırakalım tekebbür etmeyi, kibirli gururlu olmayı, anlaşıldı mı? Onun için
bizim için önemli olan ulvi olmaya çalışalım.
Hızır değiliz, Hızır davasında
olmayalım ama Hızır da insanlardandır, Hızır melek değil. Ben-i İsrail'in
velilerinden, peygamber de değil. Kur'an-ı Kerim'de ismi geçer ve Kur'an-ı
Kerim'de maceraları da var.
Ama sen de Hızır olabilirsin.
Hızır demek bir isimden ibaret değil, Hızır:
Hıgır
mürşid-i kâmildir o zulmet kalb-i câhildir
Cevahirler
şeriattır özün kurtar cehâletten
Varıp Hızr ile zulmete o
cevher taşları kimdir
Zulmete Hızır’la git, cevahir taşlarını topla.
Hızır mürşid-i kâmildir,
ama diyor.
O zulmet kalb-i câhildir
Cevahirler şeriattır özün
kurtar cehâletten
Öyleyse demek ki bir insanın tasavvufu haksa, mürşidi haksa
cevahir taşlarını toplar.
Ama yalnız zamanımızda sahteler var. Bunlara da Allah
Müslümanları kaptırmasın. Allah muhafaza etsin.
Gülden
Bülbüllere Teveccüh Sohbetleri-1
Allah'a böyle inanmak varsa işte
bu şeriatı, tarikatı, hakikati, marifeti Cenabı Hak insanlara bahşetmiş. İşte
onun için bu zamanımızda, bak!
Mürşidi
olanların gayet yolu asanmış
buyuruyor. Kim bunu buyuruyor?
Niyazi Mısrî Hazretleri. Evet, bir kelamı kibarda,
Dünyaya
geldim gitmeye
İlm ile
hilm’e yetmeye
Aşk ile
can seyretmeye
Öyleyse bu dünyaya, ilim ve
hilim sahibi olmak için geldik gitmeye.
İlimden maksat Allah'ı
bilmektir, Allah'a itaat etmektir.
Hilimden maksat da güzelleşmek.
Kim Rabbısını bildiyse, Rabbısına itaat ettiyse o güzel oldu.
Bu güzellik nedir? Bu güzellikle
bir defa kendisini hayvanî sıfattan kurtardı. Hayvanî sıfattan kurtulduysa,
ateşten-nardan da kurtuldu.
Ama bak “Aşk ile can seyretmeye”
bu tasavvufa aittir. Bu aşk ile can seyretmeyi, ancak tasavvuf ehli bilir ve
tasavvuf ehli bunu elde eder. Onun hakkıdır, bu onun nimetidir. Onun için işte
buyuruyor ki,
Mürşit
gerektir bildire hakkı sana hakkelyakin
Mürşidi
olanların gayet yolu asanmış
Mürşidi
olmayanların bildikleri güman imiş
Bak, şimdi burada güman ne? İman
var, güman var değil mi?
İman; vardır diye hüküm vermek,
olur diye hüküm vermek.
Güman ne? Olur mu, olmaz mı,
tereddüt, şüphe, var mıdır, yok mudur, yine tereddüt, şüphe değil mi? Onun için
demek ki burada,
Mürşit
gerektir bildire hakkı sana hakkelyakin
O zaman demek ki insanlar
Allah'ı üç türlü biliyorlar: İlmel yakîn biliyorlar, aynel yakîn biliyorlar,
hakkel yakîn biliyorlar.
İlmel yakîn bilen, âlimler.
Aynel yakîn bilenler de abidler,
ilmi ile amel etmiş, çok ibadet etmiş Allah'a yaklaşmışlar. Çünkü o da Allah'ın
emridir. “Kulum bana nafile ibadetle yaklaşır.” buyuruyor.
Hakkel yakîn bilenler de mürşidi
olanlar.
Mürşidi olmayanlar Allah'ı
hakkel yakîn bilemezler.
Niçin? Varlığı onu perdeler. Ne
kadar bilse de ne kadar ibadetle yaklaşsa da perde var, perdeyi kaldıramaz,
perdeler var.
Ne bu perde? Varlığıdır, kendi
varlığıdır, kendi sa’yıdır. Sa’yının, varlığını kaldıramaz ki perdeyi
kaldırsın.
Perdeyi kaldıran, o varlığından
onu kurtaran kim oluyor? Meşayih oluyor.
Sâlih Baba'nın divanından bu
anlaşılıyor. Bakın,
Pîr-i Sâmî
himmetleri boldurur
Bir gün
olur bu Salih'i de güldürür
Tekbir
alır cenazemi kıldırır
Şeyhim
şeyhim sultanım şeyhim
Sensin
dertlerimin dermanı şeyhim
Burada “Tekbir alır cenazemi
kıldırır.” demek, müridini musalla taşına koymuş, cenazesini kıldırmış veyahut
da kendi kıldırır değil, hayır efendim bu böyle değil. Başka bir kelamı bunun
karşısına getirince, zaten anlaşılmayan bir kelamın karşısına başka bir kelam
getirince o zaman çözülüyor, anlaşılıyor. Evet, nasıl cenazesini kıldırıyormuş?
Hazret-i
Pîrin yedinden mesh edelden Sâlihâ
“Mûtu
kable en temûtû” ile tebşîr olmuşuz
Bir meşayihin elinden bir mürit
tutuyorsa o, “Mûtû kable en temûtû” emri ile tebşir oluyor, müjdeleniyor.
“Mûtû kable en temûtû” ne demek?
Cenabı Hakk’ın emri: “Ölmeden evvel ölün.” Bize, insanlara, kullarına bir emri
var. “Ölmeden evvel ölün.” diyor.
Bu nedir, ölmeden evvel ölmek?
Varlığından, benliğinden kurtulmaktır.
Kim kurtarır benliğinden?
Meşayih.
Bir insanın kendi ilmi, kendi
ameli, kendi sa’yı onun perdesidir, onun varlığıdır.
Öyle olmasaydı? Mevlânâ, kendi
kendine irşat olsaydı. Niye Şems geldi onu irşat etti? Ama nasıl irşat etti
biliyor musunuz? Tabii kitaplarda yazılı, hatta filmleri de var, gösteriyorlar.
Nasıl irşat etti? Halka ilmiyle, kemaliyle bilinen, halka sevilen Mevlânâ’yı
onların gözünden düşürdü. Halkın nefretini duyurdu. Halk ne dedi? Hâşâ
estağfurullah hocamız dinden çıktı, dediler. Ona mürşidi öyle işler yaptırdı ki
aslında o yaptırdığı işler onu ilminden geçirmek için, onu düşürmek için bir
gösterişti.
Ama normalde bu mümkün mü? Hani
sen bir maharetinden, ilminden bir şeyinden dolayı halka seviliyorsun, onun
tersini işleyebilir misin? Çünkü onun tersini işlersen bu sefer ne kadar
sevilirsen o kadar da halkın nefretini kazanacaksın. Halk seni tenkit edecek,
lanetleyecek seni. Bunlar böyle efendim.
Gülden
Bülbüllere Teveccüh Sohbetleri-2
Dâireyiz
hem kudümüz cismimiz neydir bizim
Aşk u
sevdâdırgıdâmız bağrımız meydir bizim
Virdimiz
İsm-i Celâl'dir kalbimiz “Hay”dır bizim
Zikrimiz
ihfâ-durur esrar-1 Kur'ân bizdedir
Bu esrar-ı Kur’an: “Nahnü
akrabu” Kulum ben sana şah damarından daha yakınım, buyuruyor. Öyleyse, bu şah
damarından yakın olan Rabbimizi lisana getirmek, Allah Allah diye bağırmak,
iradeyle Allah Allah diye zikretmeye bizim büyüklerimiz lüzum/gerek
görmüyorlar. Gayri ihtiyarı oluyorsa o başka. Zaten bizde iradeyle şimdi bu
gibi meclislerde veya herhangi bir yerde iradesiyle Allah diye bağırsa
yasaktır, suçtur, günahı kebair oluyor. Ama iradesiz olunca suç değil,
marifettir. Mevlid-i Şerifin müellifi,
Bir kez
Allah dese aşk ile lisan
Dökülür
cümle günah misli hazan
Böyle buyurmuşsa eğer, demek ki
insan aşk ile sevgiden, aşktan doğup gelen bir “Allah” derse, ne yapar?
Sonbaharda ağaçlar gazelini döker gibi günahlarını döker.
Cezbeden mütevellit şeriata,
zâhir şeriata noksan bir iş de işlese kusurunu örtüyor. Ne buyuruyor?
Olmuşum
her bir kusürun nâdimi Allah için
Bir de böyle buyuruyor. Onları,
Cenabı Hak kıyamet gününde, ehli aşkın cezbeden mütevellit yapmış oldukları
noksanlıklar, zâhire ters düşen bütün hatalarından, şeriattaki eksikliklerinden
dolayı gizleyecek. İnsanın sual melekleri var, hesap gören melekler var.
Kıyamette herkesin hesabı görüldüğü zaman, bir grup ayrılacak, Cenabı Hak
meleklere buyuruyor: “Siz onların hesabını görmeyin, onların hesabını ben
göreceğim.”
Ama burada ne buyuruyor Sâlih
Baba,
Kusürum
mahşer ehline duyurma
O kadar
aşkın sahibi, o kadar ehl-i dil, ehl-i kelam olduğu halde tabii kendini yine
kusurlu görüyor. Yâ Rabbi, kusurlarımı mahşer ehline duyurma, kusurlarımı
gizle, diyor.
Halbuki
Cenabı Hak burada insanların, kusurunu, günahını gizlemiş, öbür tarafta
gizlemeyecek. Gizlemeyecek ama bir kısmını, bir grup insanınkini gizleyecek.
Muhammediyye Şerhi var, o kitapta yazar. Bir grup insan için: “Meleklerim, siz
onların hesaplarını görmeyin.”
Herkesin
elinde defter var, hesapları görülüyor. “Siz onların hesabını görmeyin, onların
hesabını bana bırakın.” buyuruyor. Cenabı Hak ne yapacak onları? Sualsiz,
hesapsız “Haydi gidin cennete.”
Kim bunlar?
Bunlar ehl-i aşktır.
Onun için
burada,
Teveccühe gelin ihvân
Kuruldu halka-i Rahmân
Açıldı ravza-i rıdvân
Bu meydân-ı muhabbettir
Bu bir ıyd-ı meserrettir
Iyd-i
meserret, burada bayramdır diyor.
Niye bu
bayramı yapıyor? Ruhlar bu bayramı yapıyor.
Nefsin
bayramı ne olacak? Nefsin yüz bin tane bayramındansa, ruhun bir bayramı olması
ondan daha hayırlıdır.
Nefsin
bayramları nedir? Nefsin bayramı deyince, yine Allah’ın emridir. Cenabı Hak
senede iki bayram emretmiş. Ama yine burada nefislerin bayramında, nefisler
mesrur oluyorlar.
Esas ruhun
bayramı nedir?
Ruhun bayramı
işte, bu gibi amellerdedir. Ne zaman ki muhabbet, aşk, feyiz gelir. O aşk,
feyiz onu tamamen ihya ederse, onu tamamen mest âlemine geçirirse, işte bu
nedir? Bu ıyd’dir, ıyd’se bayramdır. Ruhun bayramı budur.
Te'âlallah
ne hûb zîbâ yaratmış kâmilinsânı
“Nefahtü
fîhi min rûhî” deminde kılmış ihsânı
Allahü Teâlâ ne güzel yaratmış
kâmil insanı diyor. Niye? Ayet-i kerimesinde “Nefahtü fihi min rûhî” Biz Âdem’i
halk ettik kendi ruhumuzdan ruh üfledik, buyuruyor.
Evet, Allah’ı hakkel yakin
bilmek ruhunu bilmektir.
Allah’ı hakkel yakin bilen bir
kimse ne oluyor? O Allah’ta yok oluyor, Allah’ın varlığı onda var oluyor.
İlmel yakin, demek ki bir mesafe
bırakıyor, aynel yakin yaklaştırıyor, fakat perde var.
Bu perde nedir? Amelidir. Niçin?
“Hasenetül ebrâr seyyietül mukarrebûn” buyrulmuş. Ebrarların sevaptır diye
işledikleri amellerini, mukarrepler, günahtır diye kaçarlar.
Bu nasıl anlaşılır şimdi? Ebrar
ne yapıyormuş? Mesela namaz kılıyor da ibadet yapıyor da mukarrebin bunu
yapmıyor mu?
Ebrarların sevaptır diye işlediğini
“hasanetül ebrâr”, mukarrebin günah diye kaçarlar onlar. Çünkü ebrar irade
sahibi, mukarrebin iradesinden kurtulmuş.
Onun için niye kaçıyor?
Ebrar ben yaptım, diyor;
mukarrebin ben yapmadım, diyor.
Ebrar ben yaparım, diyor;
mukarrebin ben yapamam, diyor.
Bu ne demek oluyor?
Ebrar, işlemiş olduğu amellerden
sevap karşılığı bekliyor, sevap umuyor.
Ama mukarrebin, sevap beklemiyor
da bir de nedamet duyuyor, bir de bir üzüntü duyuyor, bir de bir havf duyuyor.
Niçin?
Cenabı Hak beni kulluk yapmak
için, onu tanımak için halk etti ama ben onu tanıyamıyorum, ben ona kulluğumu
yapamıyorum.
Bütün mükevvenât kimin için halk
edildi? Resulullah Efendimiz için halk edildi.
Cenabı Hak şanına, “Levlâke
levlâk lemâ halaktul eflâk” buyuruyor. Habibim ben seni halk etmeseydim bu
varlıkları halk etmeyecektim.
Varlık deyince, sadece insanlar
değil melekler, cinler daha da başka mükevvenâtı diyor.
Mükevvenât ne demek? Mükevvenât,
mesela cisim olarak gösteren canlı veya cansız varlıklar. Bir de görünmeyenler
var.
Mesela cemadat; yer, yerlerde
olanlar.
Semavat, semavatta göklerde
olanlar.
Bunlardan bizim haberimiz var
mı? Yok.
Evet, yerlerde olanlardan
haberimiz var da yer cisminde olanlardan bildiklerimizden çok bilmediklerimiz
var. Neler var yerlerde? Her şey yerden, bütün bitkiler yerden, topraktan
bitiyor.
Mükevvenât deyince üçe
ayrılıyor. Mükevvenât, Allah’ın halk ettikleri.
Cemadat, yer cinsi; nebatat,
bitkiler; mahlukat da canlılar.
Bu canlılar nerede var? Sadece
biz miyiz canlılar?
Bütün arz üzerinde en ufak
böcekten en büyük hayvana kadar düşünün, bunların hepsi mahlukattır. Denizde,
karada, havada da bu canlılar var.
Bunları kim için halk etmiş?
Cenabı Hak, “Levlâke levlâk ve mâ halaktü’l eflâk” buyuruyor.
Peygamber Efendimiz ne
buyuruyor?
Mîraç yapıyor, Mîraç’ta Cenabı
Hak bize ayetle bildiriyor: “Habibim sen bana iki kaşın yaklaştığı kadar
yaklaştın.” buyuruyor. Fakat Peygamber Efendimiz ne buyuruyor? “Ben bu kadar
yükseldiğime rağmen Rabbimin marifetini bilemedim.”
Biz nereden bileceğiz? Ama
bizlerde olan yine ona ait.
Künh-i
Zât’ı kimse bilmez bu yola etme heves
Lâl olur
dil bu arada bil ki katl olur nefes
Sen
mukayyed Zât-ı Mutlaktan sakın eyleme bahs
Farkı
Cem’i anlamaktır bu muammâdangaraz
Biz ancak fark’ı cemi
anlayacağız.
Cemden mana Allah’tır.
Fark’tan mana ise halkiyattır.
Fark, halkiyatda vardır. Ne
kadar halkiyat varsa, bunlarda farklılık var. İnsanlarda da farklılık var.
Mesela eşyada farklılık var, hayvanatta farklılık var.
Bak, insanlarda hâl görenler
var. Eğer tarikatta bu hâl bir müride gösterirlerse, başlangıçtan ta ki
nihayetine kadar onda tecellî eden hâller, ona verilen makamlar, onda olan
kemâlâtlar, eğer gösterilecek olursa ne kadar farklılıklar çıkar.
Gerçi bizim tarikatımızda bir
müride bunu göstermezler. Bizim tarikatımızda bizim büyüklerimizin kârı,
kemâlidir. Bizim büyüklerimiz bizi hâlimizden haberdar etmezler.
Niçin hâlimizden haberdar
etmezler? Bizi hâlimizden haberdar ederlerse biz hâlimize aldanırız, terakki
edemeyiz, yol alamayız, yarıda kalırız. Çocuk gibi oyuncaklarla oynamış ve
aldanmış kalmış gibi oluruz.
Mürit, müptedi âleminde
çocuktur. Müntehi âlemine geçmeyince kâmil olamıyor. Nasıl bir çocuk 15 yaşında
baliğ oluyor, 15 yaşından sonra kendini biliyor ve mükellef de oluyor. Onun
için insanların ruhu da böyledir. Ta ki fenafişşeyh olmadıktan sonra o, sabi
misalinde, çocuk misalindedir. Öyleyse çocuk ne bilecek? Çocuk daima
oyuncaklarıyla oynar ve onlarla vakit geçirir.
Demek ki mürit hâlinden haberdar
olursa hâlden geçemez. Çünkü hâl zevklidir, tatlıdır.
Ama bilemez ki onun duçar olduğu
görmüş olduğu bir şey, onda tecelli etmiş olan bir nurdan başka onun daha
büyüğü var, daha bunun üstünü var. O bilemediği için ondan kolay kolay geçemez.
Ama meşayihin yetkisidir, onu
ona göstermez ki ondan geçirsin, götürsün. Bak, Reşahat okuyanlar rastlamıştır.
Saadeddin Kaşgari Hazretleri’nin
bir macerası var, bir olayı var. Muzaffer Kethüda isminde başka bir tarikatın,
Halveti tarikatının meşayihi ile Saadeddin Kaşgari Hazretleri’nin Nakşi
halifeleriyle karşılaşmışlar da aralarında bir macera olmuş. Nasıl?
Saadeddin Kaşgari Hazretleri
evlad-ı resülden. Otuz iki tane de halife irşat etmiş. Birinde hastalanmış.
Halveti tarikatından Muzaffer Kethüda isminde bir meşayih bunun hastalığını
duymuş, ziyaretine gitmiş. Bu sünnettir.
Peygamber Efendimiz nasıl yar-ı
garı Ebubekir Sıddîk Ekber Efendimiz’le, hep onla berabermiş. Meşayihin de
yanında bir tane mürit bulunması sünnettir. Ama yanında iki de olur, üç de
olur, beş de olur başka. Muzaffer Kethüda ismindeki meşayih, bir müridini almış
beraber Saadeddin Kaşgari Hazretleri hastalanmış, görmeye gelmişler. Müsaade
almışlar, içeri girmişler. Ziyaretlerini yapmışlar, hal hatır etmişler.
Muzaffer Kethüda, Saadeddin Kaşgari Hazretleri’nden bir müsaade almış, demiş
ki,
—Efendim biz Halveti
tarikatındanız, biz zikrimizi cehrî yaparız, müsaade eder misin, burada kendi
usulümüzce bir cehrî zikir yapalım.
—Yapın, hoş, demiş.
Bunlar müridiyle beraber cehrî
zikre başlamışlar. Bir zaman zikir yapmışlar, tamamen istiğrak âlemine
geçmişler, zikirden sonra uyumuşlar. Zikri hem hareketle hem de sesle
yapıyorlar.
Saadeddin Kaşgari Hazretleri’nin
de hizmetinde Alaaddin isminde bir müridi varmış. Yani otuz iki tane irşat
etmiş olduğu halifelerin beraberinde, hizmetinde olanların en üstünüdür.
O meşayih de bir müridiyle
gelmiş. Şeyhi ile müridi zikri yapmışlar, beyhutluk âlemine geçmişler.
Beyhutluk âleminden ayıldıktan sonra şeyh şöyle bir ifade de buyuruyor,
—Siz evlad-ı resulden misiniz?
—Evet.
—Bu nesebinizi izhar
edeceksiniz, aşikâra geleceksiniz ki hürmet edebilelim size. Evlad-ı resule
hürmet Resulullah’a hürmettir. İnsanlar size hürmet etsinler. Evlad-ı resulü
sevmek, Resulullah’ı sevmektir. İnsanlar bilsinler, hürmet etsinler, sevsinler
de amel işlemiş, sevap kazanmış olsunlar. Siz bu nesebinizi izhar, aşikâr
edecekken niye gizliyorsunuz, demiş.
—Evet, babamdan kalan bana bir
evlad-ı resulden olduğuma dair şecere vardı. Tarikata girince baktım ki o bana
varlık oluyor. O şecereyi götürdüm varlık olmasın diye bir duvarın deliğine
soktum, çamurla kapattım, kaybettim.
Bizim tarikatın
büyükleri şöhretten, varlıktan kaçınmışlar. Buyurmuş ki,
—Bizim evlad-ı
resulden olduğumuzu nereden bildiniz?
O da diyor ki,
—Ben şimdi bu murakabemde,
zikirden sonra beyhutluk âleminde Risaletpenah Efendimiz’le görüştüm. O bana
dedi ki: “Saadeddin bizim evladımızdır ve iki taneyi de bize ulaştırmıştır,
halife çıkarmıştır.”
Ama bu otuz iki taneyi, şeyh
hazretlerinin kulakları ağır işitiyormuş, iki anlamış.
—Lâ, hayır, diyor. Onu hazret
fazla söyleyecekti, niye iki olsun fazla söyleyecekti.
O zaman müridi ne diyor?
—Efendim, bizim şeyh efendinin
kulakları ağır işitir, ben de duydum. Risaletpenah Efendimiz otuz iki dedi de
efendim bunu iki anladı.
—Saddakna, sen doğru
söylüyorsun, diyor.
Şimdi, burada Saadeddin Kaşgari
Hazretleri’nin otuz iki halifesinin en üstünü, en ileride olanı ilmiyle, her
yönüyle hizmetinde olanın bundan bir haberi yok. Gönlüne geliyor ki,
—Acaba bizim şeyh efendimizin
otuz iki tane yetiştirdiklerinde ben de var mıyım, diye düşünmüş.
Zaten öyle, bu tarikatta bütün
kârı, kemali her talip rabıtasına atfeder. Görmüş olduğu bir şeyleri, ulaşmış
olduğu bir şeyleri, kârı, kemali hepsini rabıtasına verir. Çünkü bu yol
mahviyet yoludur, varlık yolu değil.
Bizim
tarikatımızda ben şöyle yaptım, ben şöyle geldim, ben böyle yaptım, demek
yasaktır. Ya ne denir? Rabıtasına atfedebilir. Çünkü niçin?
Medhe lâyık pırımız var yemme lâyık nefsimıy
Rabıta methedilebilir,
büyütülebilir, onun her kemali söylenebilir. Ama ben şöyleydim, ben böyleydim
demek yasaktır, olmaz.
Gülden
Bülbüllere Teveccüh Sohbetleri-3
Bulam
dersen eğer ayn-ı imanı
Çalış ki
olasın şeyhinde fani
Sana
senden yakın olanı tanı
Bu çok manalı bir kelamdır.
“Sana senden yakın olanı tanı.” kelamı çok manalıdır. Bunun manası nedir?
Cenabı Hak: “Nahnu akrabu”
buyuruyor. Kulum ben sana şah damarından daha yakınım. Nerede insanların şah
damarı?
Kalbinde. Kalbinin merkezinde
olan bir damar. Vücuda yayılan üç yüz altmış altı damarı toplamış, birleştirmiş
onların başı. Kalpteymiş bu.
Anlaşıldı mı efendim? “Ben sana
şah damarından daha yakınım.”
Ama Resulullah Efendimiz
buyuruyor ki: “Sen Allah’tan çok uzaksın. Hem o kadar uzaksın ki yetmiş bin
perde var arada, her perdenin kalınlığı da yer ile gök arası kadar.” Allah’tan
bu kadar uzaksın sen.
Öyleyse demek ki bu yakınlığı ne
ile biz elde edeceğiz?
Cenabı Hak, yakınım, diyor. Hz.
Allah’ın Resulü uzaksın, diyor. Öyleyse demek ki bu uzaklığı biz neyle yakın
edeceğiz?
Bir vasıta lazım, bir vasıta.
Sen çok uzaktasın, sevdiğin bir
nimetin var ondan çok uzaktasın. Nimetin uzakta, ona gideceksin ama gidemiyorsun.
Vasıta olursa gidersin tabii. Vasıtasız gidemiyorsun. Burada vasıta ne olur?
Öyleyse bizim ruhumuzun sevdiği,
âşık olduğu ne var? Allah, değil mi?
Ta ki ilm-i ezelide Cenabı Hak
“Elestü bi rabbiküm” fermanını buyurduğunda ruh ona âşık olmuştur. O kelama
âşık olmuştur.
Onun için burada bu dünya
âleminde böyle sohbetlerde, vaazlarda, nasihatlerde gazel okunduğu zaman güzel
sesten, güzel kelamdan insanlar cezbeleniyor. Gayri ihtiyari coşuyorlar, aşka
geliyorlar, cezbeleniyorlar.
Bunun esbabı ne?
Ta ki işte o ruh, ilmi ezelide Cenabı
Hakk’ın kudret lisanını duymuş. “Elestü bi rabbiküm.” fermanını, hatırlıyormuş.
Onu hatırlayınca bu cezbe insanlarda ondan meydana geliyormuş. Bir böyle.
Bir de cezbe
şundan gelir ki: Her ne kadar zâhirde o kelamlar konuşuluyor, vaaz nasihat
oluyor, güzel kelamlar, güzel sesler duyuyor. Ama aslında bir de ruha Cenabı
Hakk’ın nurlarından esma nurundan, sıfat nurundan, zât nurundan bir çarpma,
vurma oluyor. Yani Cenabı Hakk’ın nurlarından herhangi bir tanesinin ruha
vurmasıyla beraber o cezbe meydana geliyormuş.
Burada da
esma nuru, sıfat nuru, zât nuru bunlar da meşayih vasıtasıyla müridin ruhuna
geliyor, isabet ediyor. Niçin?
Bakın şimdi,
kâinatı aydınlatan bir güneş var ya. Şimdi bu sıcak temmuz ayında bak insanı
sıcak yakıyor. Isısıyla insanı yakıyor. İnsan beş dakika güneşte duramıyor,
gölgeye kaçıyor. Ama güneşin bu kadar harareti varken sıcak senin elbiseni
yakmıyor, çaputu yakmıyor. Ama seni ısısıyla rahatsız ediyor. Daha sıcak
bölgelerde insan güneşin altında beş dakika dursa beyin kanaması oluyor değil
mi? Ama yine üzerindeki çaputu yakmıyor.
Ama zemheri
ayında güneşin ısısı olmayan bir zamanda ısınmak için güneşe çıktığın zaman
güneşte duruyorsun. Güneş seni ısıtmıyor ama o zaman senin çaputunu
yakabiliyor.
Ama burada
onu ne yakıyor?
Kristal var,
billur var ya. Bu kristali o güneşin en fersiz zamanında tuttuğun zaman o
güneş, kristalden geçen güneş, senin üzerinde çaputun neresine rastlarsa orayı
ateşlendirir, yakar. Ama bu sıcak aylarda kristal olmayınca o güneş senin üzerindeki
çaputu yakmaz.
Burada şudur
ki,
Kul iken sultan olursun ta ebed
Vavı gitti evhedin kaldı ehed
Bu ayet-i
kerimenin meali burada şudur ki,
Seni hayvan iken insan eder şeyh
Gönüller şehrine mihman eder şeyh
Mevlânâ
buyurmuş ki,
—Ne olursan
ol gel, demiş.
Ama “Ne
olursan ol gel.” demesi: Yani sen çok günah işledin, çok isyan ettin, ibadetin
hiç yok “Gel” diyor.
Çünkü isyan
eden, günah işleyen bir insan ibadeti olmayan bir insan, insan değil, hayvani
sıfatta kalıyor.
İşte bir
insan ne kadar yaşamışsa, ne kadar isyan etmişse etsin hayvani sıfatta oluyor.
İşte bir insan meşayihe inanaraktan tarikata girip de bu boy abdesti var ya, bu
boy abdestini inanaraktan alıyorsa tamam.
Tamam, ne
oldu? Senin tamamen günahların hep gitti. Günahların gidince sen hayvani
sıfattan kurtuldun. O zaman insan, hayvani sıfattan beşeri sıfata geçiyor. Onun
için burada
Seni hayvan iken insan eder şeyh
Gönüller şehrine mihman eder şeyh
İçirir bir kadeh aşkın meyinden
Geda iken seni sultan eder şeyh
Geda burada
kuldur. Kul iken sultan eder, diyor.
Ne ile? Bir
kadeh aşkın meyiyle.
Bu aşkın
meyi ne?
Zâhirde hoş,
bardakla sana herhangi bir içki vermiş değiller. Bu bir Allah aşkı, Allah
sevgisidir. Allah sevgisini sana veriyor.
Bu
Evliyâullah vasıtası ile geliyor. Evliyâullah olmazsa, işte misalini verdik:
Kristalden geçmeyen güneş, çaputu yakmıyor. Kristalden geçen güneş, senin
çaputunu yakıyor.
İşte burada
güneşten mana Allah’ın nurudur, feyzidir.
Çaputtan
mana senin varlığındır.
Ama
kristalden mana da meşayihtir.
İlla bir
meşayihe ihtiyaç var. Meşayih olmazsa sen varlığından kurtulamazsın. Seni
varlığından kurtaran meşayihtir.
Varlığından
kurtulamazsan o zaman ayrılıktan da kurtulamazsın.
Gülden
Bülbüllere Teveccüh Sohbetleri-4
Büyüklerimiz
halinizi düşünmeyin; fiilinizi, amelinizi düşünün, diyor.
Fiiliyat
bizim icraatımızdır, yaşantımızdır: almamız, vermemiz, yememiz, içmemiz,
konuşmamız.. .İşte bunlardır.
Amelimizde
ibadetlerimizdir. Emredilen amel bizim ibadetlerimizdir. Şeriattaki olan
amellerimiz namazımız, orucumuz, emredilen amellerimiz. Tarikatta olan
hizmetlerimiz de amellerimizdir. İrademize bağlanmıştır, irademize verilmiştir.
Fiiliyatta elimizde, irademizde.
Fakat hal
irademizin dışında bu nasıl oluyor?
İşte senin
gönlüne istemeyerekten gelen bir şey varsa, hâyır olmadığını da biliyorsun ama
geliyor. İstemeyerekten geliyor. Bunu çalışıp sa’y edip fiiliyata getirmemek
lazım. Bu da müritte ikidir: kabız hali, basıt hali. Kabız halinde bulunanlara
çok şerler gelir. Kabız halinde hep kötü niyetler, buğuz, haset, kibir, kimseyi
sevmemek, istememek bunlar gelirmiş.
Ama basıt
halinde çok merhametli, çok hürmetli, gözü yaşlı olur, kalbi yumuşak olur, iyi
niyetli olur. Kalbine hiç kötü şeyler gelmez. İnsanlara karşı da kim olursa
olsun böyle çok tevazulu, hürmetli olur. İnsanları sever, insanları kıskanmaz,
insanlara buğuz etmez.
Kabız
halinde biri senin karşında ne söylese o sana kötü gelir. İyiliğine söylese
ondan nefsin kötü anlıyor. Ondan bile gıcık alıyorsun, kabız halinde oluyor
bunlar. Ama basıt halinde adam sana ne kadar itâle de etse ona yine
gadaplanmıyorsun, hırslanmıyorsun. Ona karşı gelmiyorsun, ona yine hürmetini,
tevazunu gösteriyorsun.
Zaten bu da böyle olacak, tevazu
bizim tarikatımızın amelidir. Şeriatta da böyle. Şeriat Cenabı Hakk’ın emri
değil mi? Cenabı Hak ne buyuruyor? Buyuruyor ki: “Her kim ki Allah için
alçalırsa biz onu yükseltiriz. Her kim ki tekebbür sahibi olursa biz onu hakir
ederiz.” buyuruyor. Tevazu, alçalmak.
Ne demek
tevazu ehli olmak?
Zaten tevazu fetheder fettah
babını, diye büyüklerimizin emri, kelamları vardır. Fettah babı yani fetih eden
de ne demek? Açılmayan kapanmış kapıları, açılmayan kapıları tevazu açar.
Düğümlenmiş çözülmeyen düğümleri tevazu çözer.
Tarikatımızın en büyük ameli
tevazudur.
Tarikatımızın en büyük kerameti
de takva, havf’tir.
Tarikatımızın en büyük kemâlâtı
da mahviyettir, yokluktur.
Çünkü mahviyete düşmeyen kemâle
ulaşamıyor, kemal sahibi olamıyor. Niçin?
Kemal sahibi demek Allah’ın
sıfatları ile sıfatlanmaktır.
Bu ancak
kişi varlığını yitirdikten sonra olur. Kişi varlığını yitirmezse Allah’ın
sıfatları ile sıfatlanamaz. Onun için kelamda buyuruyor ki,
Âşık imdi
varlığın ver yokluğa
Yokluk
içinde sana varlık doğa
Diyor ki eğer sen Allah’ı
seviyorsan o kadar sev, o sevgiyi çoğalt ki o sevgi seni tamamen yok etsin. Her
varlığını ortadan kaldırsın. Her varlığın senin ortadan kalkınca sende bir
varlık tecelli eder.
Niçin? Bak Cenabı Hak zerreden
kübrayı ihâta etmiştir. Cenabı Hak katreden deryayı ihâta etmiştir. Evet, nasıl
ki “Âmentü billahi” ben Allah’a inandım. Allah’a biz nasıl inanacağız? İnanmak
nasılmış? Bize ulema nasıl tavsiye ediyorlar?
Allah’a inanmak: Allah vardır,
amenna birdir. Amenna şeriki, neziri yoktur. Noksan sıfatlardan münezzeh, kemal
sıfatlarla muttasıftır. Mekândan da münezzeh, mekânlara sığmaz. Her yerde hazır
ve nazır, her yerdedir.
Öyleyse
demek ki Cenabı Hak zerreden kübrayı, katreden deryayı ilmi ile ihâta etmiştir.
Yani en küçük bir cisimde dahi Allah’ın nuru mevcuttur. En büyüğünde de
mevcuttur, vardır. Öyleyse burada bizim varlığımız onu göstermiyor. Eğer varlığımız
yok olursa o nuru her zerrede de göreceğiz, kübrada da göreceğiz. Büyüğünde de
küçüğünde de göreceğiz. Bak, ne buyurmuş?
Bi-hamdillah
kamu varım sen oldun
Her eşyâda
taleb-kârım sen oldun
Neye
baksam seni anda görürem
Bu manâdan
meded-kârım sen oldun
Demek ki bir insan bütün eşyayı
mir’at edecek olursa Allah’ı görür.
Allah’ın varlığına mahviyetle
ulaştıktan sonra (yokluğundan varlığından geçer) onda bir varlık tecelli eder.
O varlık hali tecelli ettikten sonra da bütün eşya o varlıkta yok oluyor.
Allah’ın
varlığında, Allah’ın zâtında bütün eşyanın yokluğu müşahede ediliyor. Bütün
eşya Allah’ın zâtına mir’at olup, bütün eşyada da Allah’ın zâtı müşahede
ediliyor. Hakikate ulaşanlar için bu böyledir.
Ehl-i
aşkın katresi ol sohbet-i Mevlâ ile
Ehli aşk kim? Ehli aşk işte
buraya gelen cemaattir. Hepsi ehli aşk. Ehli aşk demek Allah’ı sevenler.
Bunları buraya Allah sevgisi toplamış, değil mi? Herhangi bir akraba ziyareti
için gelmemişler veya herhangi bir maddi iş için, menfaat için buraya
gelmemişler. Keyfe, sefaya, gezmeye buraya gelmemişler. Ne için gelmişler?
Allah için gelmişler, bir amel işlemek için gelmişler. Bu da Allah’ın emridir:
“Allah için birbirinizi sevin.” Bu cemaat Allah için birbirini sevmiş.
Ehl-i
aşkın katresi ol sohbet-i Mevlâ ile
Katreler
deryâ olur cem’iyyet-i kübrâ ile
Burada katre demek ihvanlardaki
olan muhabbetler. Bunlar katre, seli meydana getirir, katre gölü meydana
getirir. Yani bu muhabbet var ya manevi bir cereyan gibidir. Hep birbirine
bağlı, hep birbirine akseder. Olandan olmayana geçer ve bütün bu muhabbet
toplandığı zaman büyür, büyük bir şey meydana getirir.
Ehl-i
aşkın katresi ol sohbet-i Mevlâ ile
Allah’ı sevenler bir araya
gelirlerse, onlar ehli âşıktır, diyor. Onlardan herhangi birisinden zuhur eden
söz bir katredir. Ama o katre nereden gelir? Allah’ın rahmet deryasından gelen
bir katredir. O cemiyetin istidadı, o cemiyetin muhabbeti, ihlâsı, arzusu, bu
sefer onu derya eder. O katre derya olur. Ne ile? Cemiyeti kübra ile, büyük
cemiyetlerle. Büyük cemiyetler bir derya meydana getirir.
O katre nedir? Bu büyük cemiyet.
Bu kübra nedir? Bu kübra, bu büyük cemaat işte. Bu katre ne? Bu katre de bu
acizden zuhur eden, ama bunu ben söylemiyorum, bizim ilmimiz yok, tahsilimiz
yok ama “Söyleyene bakma, söyletene bak.” demişler.
Ey birader
söylerime tut kulağ
Sanma anı
söyleyen dil yâ dudağ
Onun için burada demek ki sizin
muhabbetiniz sizde katre olan muhabbetler var ya onlar meydana getiriyor, onlar
konuşturuyor. Konuşan kim? Biz değiliz, bizi konuşturan var. Evet, amenna ve
saddakna. Yoksa ilmimiz yoktur, ifade ettik tahsilimiz yoktur.
Gülden
Bülbüllere Teveccüh Sohbetleri-5
Eğer âşık
isen yara
Sakın
aldanma ağyara
Düş
İbrahim gibi nâra
O gülşende
yanar olmag
Bak, İbrahim Aleyhisselam
oğlunun boğazına bıçak koydu, kesmek için değil mi? İbrahim Aleyhisselam Allah
için oğluna bıçağı koydu. Demek ki Allah’ı ne kadar seviyor. Bir tek oğlunu da
çok seviyor. O da nasıl bir oğlan, nasıl bir oğul ki: Nur topu gibi, eşi
görülmemiş. Ta ki Altıparmak ismindeki Evliyâullah’ın tefsiri vardır “Ruhu’l-Beyan”
tefsiri, onda yazar İbrahim Aleyhisselam ve İsmail Aleyhisselam’ın hayatı.
İbrahim Aleyhisselam mübarek,
misafirsiz yemek yemezmiş, su içmezmiş. Misafir kaç gün gelmezse o gün yemiyor,
içmiyor, oruç tutuyor. Üç gün üst üste misafir gelmemiş, orucunu açmamış. Üç
günden sonra misafir gelmiş, açmış orucunu. Onunla beraber yemiş içmiş. Gönlüne
gelmiş ki:
—Acep benim gibi daha var mı,
olabilir mi benim gibi? Üç gündür oruç tutuyorum misafir gelmedi, diye.
Cenabı Hak ona bildiriyor “Yâ
İbrahim sahile, denize doğru git de hikmetlerimi gör.”
Tabii Urfa’dan denizi bulmak
için çöller geçecek. Sahile doğru gidiyor. Artık ne kadar gidiyorsa, çölün
ortasında bir âbide rast geliyor. Âbide rast gelince o âbide selam veriyor.
Orada insan yok, kuş yok, su yok, yiyecek bir şey yok. Hiçbir şey yok, çölün
ortası.
Selam verince âbid secdeye
kapanıyor.
—Rabbimin ihsanına şükürler
olsun, bugün iftarımın günü bana Rabbim konuk gönderdi.
Bunu deyince, iftarımın günü
deyince İbrahim Aleyhisselam’ın dikkatini çekiyor. Acaba bu kaç gündür oruç
tutuyor ki bugün iftarımın günü dedi? Soruyor,
—Âbid sen kaç günde oruç
açıyorsun? Diyor ki,
—Ben aydan aya orucumu açarım.
İbrahim Aleyhisselam nasıl
bundan bu sözü işitiyorsa öyle bir taaccüp ediyor ki, öyle bir hayrete düşüyor
ki Allah’a karşı öyle bir mahcubiyet duyuyor.
—Ne yapmışım ben, üç gün oruç
tutmuşum da benim gibi daha var mı, diye düşünmüşüm.
Âbid ile sohbet, muhabbet
ediyor. Oradan çıkıp gidiyor. Fakat âbide soruyor,
—Senden daha üstün bir âbid var
mı?
—Vardır. İşte bu istikamete
gideceksin, sana bir âbid rastlar. O, benden çok üstündür ki o altmış günde bir
oruç açar, diyor.
Gidiyor, az gidiyor, çok gidiyor
neyse ona da ulaşıyor. Selam verince âbide, o da selamını alıp secdeye
kapanıyor. O da aynen,
—Rabbimin ihsanına şükürler
olsun, bugün iftarımın gününde bana konuk gönderdi.
Ona da soruyor,
—Ya âbid diyor
sen kaç günde orucunu açıyorsun ki? Diyor, —Ben altmış günde orucumu açarım.
İbrahim
Aleyhisselam daha çok büyük hayrete, taaccübe düşüyor.
Birinci âbidin gıdası neymiş?
Çölde ne yiyor, ne içiyor? Su yok, yiyecek bir şey yok, yeşillik yok, canlı bir
şey yok.
Ne yiyormuş? Kaldırıyor
ellerini, İbrahim Aleyhisselam misafiri ya, hal hatır ettikten sonra ellerini
kaldırıyor bir dua ediyor. Cenabı Hak bir maide gönderiyor. Gaipten bir sofra
yemek geliyor, yiyorlar sıcak buharlı yemek.
İkinci âbid de bir ahu varmış,
geyik, ona bir işaret ediyor. O da büryan olup gelip yiyorlar. Ona soruyor,
—Senden daha üstün bir âbid var
mı?
Onunla sohbet, muhabbet ettikten
sonra,
—Vardır. İşte denizin kenarına
gidince (Kızıldeniz oluyor, Cidde’nin yakınındaki Şat Denizi) orada bir âbid
vardır. O benden çok üstündür, o doksan günde bir oruç açar, diyor.
Daha taaccübü artıyor, daha
büyük hayrete düşüyor. Cenabı Hakk’a karşı mahcubiyetle sığınıyor yalvarıyor.
Oraya gidiyor, âbidi görünce o
da aynı muamele, secdeye kapanıyor, şükrediyor. Ona da soruyor:
—Doksan günde orucumu açarım,
diyor.
O da ne yapıyor? Asası varmış,
asasını orada yalçın bir kayaya, taşa takıyor hamura takar gibi. Asa hemen yeşeriyor
dallanıyor. O asa iki tane yemiş veriyor. Birini biri, birini biri yiyorlar.
Sohbet ettikten sonra âbid diyor
ki İbrahim Aleyhisselama,
—Sen burada bana yarım saat, bir
saat müsaade et. Şu adada (denizin ortasında bir ada varmış) benim bir mekânım
var, orada da bir hizmetim var. Oraya gidip hizmetimi göreyim geleyim, diyor.
İbrahim Aleyhisselam,
—Müsaade et ben de geleyim,
diyor.
—Sen denizi geçemezsin, İbrahim
Aleyhisselam da
—Geçerim, diyor.
Âbid ne yapıyor? Seccadesini,
postunu atıyor suyun üzerine. Oluyor bir kayık, binip gidiyor. İbrahim
Aleyhisselam da Rabbısını zikrederekten, Allah’ı zikrederekten o da peşine
yürüyerek gidiyor, batmıyor. Âbid dönüyor ki batmıyor, o da geliyor. O zaman
âbid anlıyor ki bu da büyük bir kimsedir. Ama bilmiyor İbrahim Aleyhisselam
olduğunu. Hâlbuki âbid onun şeriatını yaşıyor, âbid onun ümmeti. Zâhiren
İbrahim Aleyhisselamı görmemiş. Âbid anlıyor ki bu da büyük bir kimsedir. Çünkü
batmıyor, geliyor.
Adaya geçiyorlar, adada o âbidin
bir makamı varmış. Oraya gitmek için orada bir arslan varmış ki öyle bir
azametli arslan ki insanları yutabilecek gücü varmış. Ama o arslan âbidden
başka kimseyi oraya bırakmazmış. Âbid diyor ki,
—Bu arslan beni bırakır. Benden
başka buraya kimse giremez, sen gelemezsin. Sonra bu arslan seni parçalar,
diyor. İbrahim Aleyhisselam,
—Sen müsaade et ben gelirim.
Âbid gidiyor, İbrahim
Aleyhisselam peşinden. Âbid geçiyor, İbrahim Aleyhisselam’a arslan bir
kükrüyor. İbrahim Aleyhisselam arslana bir yumruğunu kaldırıyor. Nübüvvetini
nasıl görüyorsa arslan, affedersiniz bir köpek sahibine yaltaklanır gibi
yaltaklanıyor. Ayaklarının dibine yuvarlanıyor, ayaklarını yalıyor.
Âbid bunu da görünce hayreti
artıyor.
—Yahu bu kimdir? Büyük bir
insan. Bu arslan benden başkasını buraya bırakmazken bak, bu da geldi.
Neyse orada âbid hizmetini
görüyor, dönüyorlar. Yine karaya makamlarına geliyorlar.
Şimdi buradan İbrahim
Aleyhisselam ayrılacak. Âbide diyor ki,
—Bana dua et.
Âbid hüngür hüngür, hıçkıra
hıçkıra ağlamaya başlıyor. İbrahim Aleyhisselam,
(İşte bu noktaya getirdim yani)
—Hıçkıra hıçkıra niçin
ağlıyorsun, diyor.
—Niçin ağlamayayım, sen benden
dua istiyorsun. Benim kırk senelik bir arzum var, bir isteğim var, yanıyorum.
Cenabı Hak’tan istiyorum. Elime geçmiyor, arzuma ulaşamadım, diyor.
—Nedir senin bu kaç senedir olan
arzun, istediğin, diyor.
—Kırk sene evvel yine ben
buradan makamıma giderken, denizi geçerken bu denizde bir oğlan gördüm, bir
çocuk yüzü gördüm. İşte on, on iki yaşlarında bir oğlan gördüm. Fakat onun yüzü
o kadar güzeldi, o kadar güzeldi ki beni tamamen çekti. Aya güneşe bakılır,
onun yüzüne bakılmaz. O kadar nurlu ve siyah saçları, perçemleri, çok güzeldi.
Ben o çocuğa sordum ki, sen kimin neyisin? O bana dedi ki: “Ben Allah’ın dostu
Halil İbrahim’in oğlu İsmail Zebihullahım (Allah’ın kurbanı)” dedi. İşte onu
gördüm, onun aşkı beni aldı. Yâ Rabbî bu senin dostun İbrahim Halilullah. Senin
dostunun oğlu ki bu kadar güzel, senin dostun ne kadar güzeldir? Onu ben bir
göreyim, kırk senedir Cenabı Hak’tan bunu istiyorum. Buna nail olamadım, diyor.
İşte o zaman diyor ki,
—Sen istediğine nail oldun, işte
senin dediğin benim.
Tekrar sarılıyorlar, âbid
ağlıyor, öyle ayrılıyorlar. Yani burada şimdi,
Eğer âşık
isen yara
Sakın
aldanma ağyara
Düş
İbrahim gibi nara
O gülşende
yanar olmag
İbrahim Aleyhisselamı Nemrut
büyük bir ateşe attı. Bu ateşe yanaşmak mümkün değil, aletle ta ıraktan
attılar.
Ateşin ortasına doğru gidiyor,
ateşe düştü düşecek. Cenabı Hak ona melekler gönderdi ki: “Gidin İbrahim’i,
benim dostum Halil’imi gidin ateşten kurtarın.” Onlar geldiler,
—Rabbimiz, Rabbin bizi sana
gönderdi. Biz bu ateşten seni kurtaracağız.
“Yalnız ondan müsaade alın,
ateşten kurtarın ama ona kendinizi bildirin, müsaade alın.” Kendilerini
bildirdiler, yetkilerini söylediler.
Bir tanesi dedi ki,
—Ben yerlerin müvekkiliyim
(vekiliyim). Büyük dağları hemen bu ateşin üzerine atayım. Göz açıp yumana
kadar bu ateşin üzerine çökeririm bu dağları, ateşi söndürürüm.
Birisi de dedi ki,
—Ben suların müvekkiliyim.
Denizleri buraya anında aktarırım, bu ateşi söndürürüm.
Birisi de dedi ki,
—Ben rüzgârların müvekkiliyim,
rüzgârları hemen toplarım. Şarkta, garpta, cenupta anında getirip buraya bu
ateşi savurttururum.
Biri de,
—Ben ateşin müvekkiliyim,
memuruyum, dedi.
Sen yeter ki izin ver dediler,
bunlar izin istediler.
İbrahim Aleyhisselam dedi ki,
—Siz bu gücü kuvveti nereden
aldınız, nasıl yapıyorsunuz?
—Bize Rabbimiz verdi.
—Ben Rabbimi tanıyorum, ben
Rabbimi biliyorum, o bana yeter. Siz ne giriyorsunuz araya? Rabbim ile benim
arama niye giriyorsunuz? Çıkın siz de aradan, o bana yeter.
Dikkat edin, işte bak! Kelamı
kibarda,
Eğer âşık
isen yara
Sakın
aldanma ağyara
Düş
İbrahim gibi nara
O gülşende
yanar olmag
Demek ki, İbrahim Aleyhisselam
ne yaptı? Allah’a o kadar sadık, o kadar seviyor ki bir tek oğlu, nur topu gibi
oğlu ve çok güzelmiş mübarek. Öyle bir oğlun boğazına bıçağı koydu. Bak,
Ama bıçak kesmedi başka. Sürttü
sürttü bıçağı kesmedi.
Şimdi burada da Cenabı Hak “Ve
emvaliküm ve evladiküm fitnetün.” buyuruyor.
Nasıl olur yahu? Bu kadar
sevdiğimiz evladımız, ciğerparemiz, gözümüzün nuru, gözbebeği gibi titriyoruz.
Bu evlat niye fitne oluyor acaba?
O, Allah’tan fazla sevilirse
fitnedir tabii.
Mal da Allah’tan fazla sevilirse
fitnedir.
Allah’tan fazla sevilecek
Allah’tan başka yâr yoktur insana. Çünkü insanı kurtaracak Allah’tır.
Senin o gözbebeği gibi
titrediğin oğlun seni kurtaracak mı?
Kurtarmayacak.
Senin o kadar çok sevmiş olduğun
mal seni kurtaracak mı?
Kurtarmayacak.
Ama bunları sana Allah verdi,
emanet bilirsen o senin için fitne olmaz. Evladın da emanettir, bunu emanet olarak
bilirsen.
Senin evladın sana emanetse
ölünce niye ağlıyorsun?
Olunca niye seviniyorsun?
Verince Allah’ın verdiği bir
şeye, eğer olunca sevinmezsen, alınca kederlenmezsen tamam, bunlar fitne olmaz.
Bunlar Allah
ile senin arana girmezler. Seni Allah’tan, Hak’tan bunlar ayırmazlar.
Evet, demek
ki amelimiz ne istiyor? Kalbi selim istiyor.
Her zaman
tabii her şeyi de düşünüyoruz, kalbimizde her şey var. Fakat bak Allah’ın öyle
kulları var ki. Cenabı Hak ne buyuruyor: “Ricalün lâ tülhihim ticaretün ve lâ
bey’un ân zikrillah” Benim öyle kullarım var ki onların ticaretleri zikirlerine
mani olmaz.
Kim bunlar?
Ama onlar da insan tabii. Hoş bunlar nebi değiller. Cenabı Hak nebileri, nebi
olarak getirmiş başka.
Ama bir de
velîler vardır. Bu velîler insanların içerisinden seçilmiş, velî olmuşlar.
Neleriyle?
İlimleri, amelleriyle; şeriat, tarikatla olmuşlar. Şeriat, tarikat, hakikat,
marifet. Bak bunlarla o nimete malik olmuşlar.
Öyleyse
tarikattan maksat nedir, şeriattan maksat nedir?
Şeriattan
maksat: “Emri bil maruf ve nehyi anil münker.” Yani cesetle ilgili olan,
cesedinle şeriatı yaşayacaksın. Zaten şeriat cesededir.
Tarikattan
maksat ne?
Tarikattan
maksat da sen kalbini temizleyeceksin.
Kalbini
neyle temizlersin?
Kalbini
ancak zikrullah ile temizleyeceksin.
Senin için
çok önemli, kıymet vermiş olduğun o ilim de senin kalbini temizlemez. Senin o
çok amelin de kalbini temizlemez.
Eğer ilmin
sana varlık oluyorsa, ilmin senin kalbinde bir eseri varsa. Yani ben âlimim,
ben biliyorum diyorsan, o ilim senin kalbini temizlememiş. Eğer sen amelinden
dolayı, ben amel işledim, şu kadar amelim var. Ben üstünüm insanlardan,
amelimle üstünüm diyorsan, o amel de senin kalbini temizlememiş.
Ya ne
temizler senin kalbini?
Her şeyi
kalbinden çıkaracaksın. İlmin mi var onu çıkarıp atacaksın. Amelin mi var? Onu
da atacaksın. Mal sevgisi, evlat sevgisi hepsini çıkarıp atacaksın ki senin
kalbin temizlensin. O zaman kalbi selim olasın. O zaman huzura ulaşasın.
Eriş kalb-i selim içre huzura
Seni mahvet erem dersen
sürura
Bakın insan sürur, sefa ister.
Neredeymiş sürur, sefa?
Mahviyette, yoklukta. Varlıkta sürur, sefa olmaz.
Eriş kalb-i selim içre huzura
Seni mahvet erem dersen
sürura
Ölmeden evvel öl, gel gir
kubura
Burada ne var? Burada da “Mûtû
kable entemûtû” Ölmeden evvel ölün, buyurmuyor mu Cenabı Hak?
İşte burada diyor ki: “Ölmeden
evvel ölün.” Onu elde edersen, “Mûtû kable entemûtû” sırrına mahzar olursan,
tamam.
O zaman ne
oldu? Berzah âlemini geçtin. Ondan sonra,
Muhabbet güllerin görmek
dilersen
Hakikat meyvesin dermek
dilersen
Hakikate ulaşmak istiyorsan,
marifete ulaşmak istiyorsan onun için ne lazım? Kalbi selim lazım ve mahviyet
lazım.
Kalbi selim neyle olur
efendiler? Allah’ı zikredersen olur.
Çünkü Allah’ın zikrinin
karşılığında, Allah sevgisinin karşısında olan bütün sevgiler onun muarızıdır
(karşı gelen), muhalifidir.
Kalpteki dünya sevgisi, ahiret
sevgisi de buna manidir.
Çünkü bak;
ehli dünya, ehli ahiret, ehli huzur var. Kelamı kibarda buyrulmuş,
Dünyayı koy, ukbayı koy
Var ol kuru davayı koy
Ama hâşâ yanlış anlaşılmasın! Biz
avam sınıfındayız. Bizim için ukba, kuru dava değil.
Ukbaya karşı, ahirete karşı
dünya kuru davadır.
Ama ehli huzura karşı ahiret de
kuru davadır.
Niçin? Sen ahiret için mi
amelini işledin?
Evet, işledinse Allah sana verir
o ahireti. Neyi verir? Cenneti verir. Nereden kurtulursun? Cehennemden
kurtulursun tabii.
Bak, insanlar için üç yönden
amel var. İnsanlar ameli üç maksatla, üç yönden yapıyorlar.
Birisi cehennem korkusu, bu
haktır. Allah’ın azabından korkuyor çünkü. Allah’a ibadetini yapıyor ki Allah’ın
azabına duçar olmasın, kurtulsun. Kurtarır Allah, ona azap etmez.
Birisi de cennet arzusu, cenneti
kazanmak için. Kazanır, Allah cenneti ona verir.
Bir de var
ki insanlar içerisinde ehli huzur vardır. Bu ehli huzurda ne cehennem korkusu
ne de cennet arzusu olur. Bak kelamı kibar şöyle,
Ey yühd
ile veren bana tebşîre-i cennet
Biy
münkir-i Mevlâ değiliz nâra ne minnet
İşte İbrahim Aleyhisselam minnet
etmedi, gelen melekler o koca ateşten kurtaralım dediler. Çıkın dedi, size
ihtiyacım yok.
Ey zühd
ile veren bana tebşîre-i cennet
Biy
münkir-i Mevlâ değiliz nâra ne minnet
Âşık
olanın maksûdu matlûbesi rü’yet
Görün nice
mahbub-ı Huda var bu beşerde
Sevdim
seni sevda-yı cihan hayır ve şerde
Âşık
olanın ciğeri yanar da pişer de
Âşıkların ciğeri dünyada
yanıyor, ahirete kalmıyor ki. Bakın, Cenabı Hak buyuruyor ki,
—Ey cehennem, sen de bana isyan
edersen, sana da azap ederim.
—Yâ Rabbi beni neyle azap
edersin?
Ehli aşkın aşkıyla sana azap
ederim.
Gülden
Bülbüllere Teveccüh Sohbetleri-6
Tarikatsız, insanların nimeti eksik
oluyor. Cenabı Hak insanlara şeriat, tarikat, hakikat, marifet bahşetmiş.
Ama şeriatı tekemmül etmezse,
tarikatta hiç yer vermiyorlar. Eğer bir insanın şeriatında kıl kadar eksiği
olsa, onun tarikatta yeri yok. Ona tarikatta yer vermiyorlar. Şeriatı tamam
olacak.
Ama şeriat cesetle, tarikat da
ruh ile.
Hak talibi cismiyle şeriatta;
aklı, ruhuyla tarikatta; sırrıyla ila vuslatta olacakmış.
Hak talibi demek: Allah'ı
dileyen.
Zaten Allah'tan geldik, niye
Allah'ı dilemeyelim?
Biz yoktan var olduk değil mi?
Kendi kendimizden mi var olduk? Yoktan var olduk, yine yok olacağız. Ama
varlığımız nerden geldi, yokluğumuz nereye gidecek? Bunu bilmek lazım.
İşte Allah'tan geldik, Allah'a
gideceğiz. Ama Allah'tan gelen nedir? Allah'a giden nedir?
Allah'tan gelen ruhumuz, Allah'a
gidecek olan ruhumuzdur.
Ruhun da vasıtası tarikattır,
meşayihtir.
Zâhirde ruhun vasıtası
şeriattır. Çünkü cisim yok oluyor değil mi? Hepimiz bunu biliyoruz, görüyoruz.
Bu cisim yok oluyor.
Ama ruh da yok oluyor mu? Eğer
biz de ruh da yok oluyor dersek o zaman inanmış değiliz, iman edenlerden
değiliz. Ruh yok olmuyor.
Bu cisim yok oluyorsa çürüyorsa,
ruh da var ise...
İsrafil Aleyhisselam ikinci sura
üfürecek. İnsanlar, herkes ot biter gibi yerden kalkacaklar. Bütün ruhlar
olduğu yerden kalkacak.
Nasıl kalkacaklar bunlar?
Yine bir cisimle kalkacaklar.
Onlara Cenabı Hak yine bir cisim halk edecek.
Ama nasıl bir cisim halk edecek?
Cenabı Hak, iki cisim halk
edecek. Bir, güzel bir cisim halk edecek. Ruh, o cisimle gidip sefasını
sürecek.
Ruhu taşıyan ne oluyor? Bu cisim
oluyor.
Ruh çıktı mı ne oluyor? Cisim de
yok oluyor.
Ama nasıl ki ruh bu dünyaya bir
cisimle geldi, cesede geldi. Cenabı Hak ruhu getirdi, yerleştirdi. İnsanları
Cenabı Hak ikinci diriltmesinde yine onlara bir cisim halk edecek.
Bu cisim ikidir: Bir; hayvani
sıfat, bir beşeri sıfat.
Eğer hayvani sıfatla kalkıyorsa
o insan çirkin bir surette, çirkin bir cisimle. Ruh o cisimle gidip cehennemde
azap görüyor.
Eğer
beşerse, Cenabı Hak güzel bir cisim halk edecek. O güzel cisimle, bu dünyada
nasıl yaşadıysa, cennette gidip ebedi sefasını sürecek.
Biz demeyelim ki,
—Belli günahlar var, biz günah
işlemedik
Hayır, bizim için noksanlık,
günahkarlık bu mudur?
Bizim için gafil atmış olduğumuz
her adım da noksanlıktır. Gafil teneffüs ettiğimiz bir nefes de bizim için bir
noksanlıktır.
Onun için Cenabı Hak “Kulum iste
vereyim.” buyuruyor (Talebena vecedena)
Allah’a inanmış olarak,
isteklerimiz bizi aldatmış olmasın. Bizim isteklerimiz de masiyet olmasın,
dünya olmasın.
Maddi istekler bizi aldatır. Çünkü
maddi istekler ne kadar varsa, dünya istekleridir bunlar, hep nefsin
arzularıdır. Halbuki bizim en büyük düşmanımızın nefsimiz olduğunu bileceğiz.
Eğer en büyük düşmanımızın, nefsimiz olduğunu bilmezsek düşmanımızı bilemeyiz.
Niye? Bak,
Büyük
düşmanımız nefs-i emmare
Takmış
kemendini götürür nare
Cehdet ki
bulasın sen sana çare
Ellerin
ayıbını gözleme gardaş
Çaba harca, çalış, çabala ki
nefsin seni eğmesin, diyor. Sana bir halat takmış boynuna çekmiş, sürüklemiş
cehenneme götürüyor. Çalış ki o halatı koparasın, onun halatından kurtulasın,
diyor.
Ama neyle? Ancak o halattan
neyle kurtulursun?
Cehdet ki
bulasın sen sana çare
Ellerin
ayıbını göyleme gardaş
Yani Ahmet şunu yapıyor, Mehmet
bunu ediyor; şu, şunu yapıyor; bu, bunu yapıyor. Ne yapacaksın sen? Eğer
onların ayıbını gözlersen olmaz.
Çünkü Cenabı Hak
“Settarü'l-uyub” ayıpları setrediyor. Peygamber Efendimiz de setretmiş.
Peygamber Efendimiz de Allah'ın ahlakı ile ahlaklanmış, Cenabı Hakk’ın
sıfatıyla sıfatlanmış.
Velîler de böyledir. Velîler de
setreder. Eğer biz de velîlerin izlerinden yürüyeceksek, biz de velîleri
tanıyacaksak, biz de velîlerin eteğine yapışmışsak o eteği elimizden
bırakmayacağız. O etek bizi kurtaracak. O eteği elimizden bırakmayacaksak biz
de böyle olacağız. Kimsede ayıp görmeyeceğiz. Çünkü,
Dil uzatma
kainatın haliki hep bir durur
Kimseyi
hor görme daim şendeki noksana bak
Onun için bu kelamlar hakikatten
bahsediyor. Yani niye böyle oluyor? Cenabı Hak “Her kim ki Allah için alçalırsa
biz onu yükseltiriz.” buyuruyor.
Bir insan olarak, senin kendi
ayıbın varken başkasında ayıp görürsen, kusur görürsen, sen o zaman yükselmiş
olabilir misin? Sen alçalmış olursun.
O zaman da Cenabı Hak “Her kim
ki tekebbür sahibi olursa biz onu hakir ederiz.” buyuruyor.
İşte tasavvufun bütün gayesi
budur.
Tarikatta üç büyük amel var:
Birisi: En büyük amel,
tevazudur. Tarikatta tevazudan büyük bir amel yoktur. Şimdi şöyle, sen
alçaldıkça yükseliyorsun. Sen alçaldıkça Allah seni yükseltiyor. Ne olacak o
zaman?
Eğer nefsini herkesten aşağı
gördüğünde, bir kimse de mademki nefsini bilecek. “Men arafe nefsehu fakad
arafe rabbehu.” Emr-i fermanı “Nefsini bilen rabbısını bildi.” buyruluyor.
Kim nefsini bildi?
Nefsini eğer bütün insanlardan
değil, hayvanattan da aşağı...Bakın, dikkat edin buna! Hayvanattan da aşağı
kendini, nefsini görmezse nefsini bilmiş değildir.
Beyazıt-ı Bistami Hazretleri,
mübarek silsilede Tayfur geçiyor. “Nebi, Sıddık, Selman, Kasım estü Caferi
Tayfur” Beyazıt-ı Bistami Hazretleri genç yaşta velâyete, kemale ulaşmış yani
velî olmuş efendim. Onun kadar genç yaşta velî olan olmamış, yani velâyetin
altında olmamış. Çünkü küçük yaşta onun şebabetinde harikuladeleri varmış.
Reşahat'ta yazar, Şeyh Şıbli
Hazretleri’nin sohbetine devam ediyormuş. Fakat Beyazıt-ı Bistami genç yaşta
kendini Allah yoluna vermiş. Ahlakıyla, ilmiyle, kemaliyle, zâhirdeki adabıyla,
o kadar çok halka sevilmiş ki o kadar meth ü sena ediliyor ve bütün hep onu
parmakla gösteriyorlar. Cemiyette bunu böyle halk içerisinde methediyorlar.
Fakat Şeyh Şıbli Hazretleri bir gün büyük bir cemaate sohbet yaparken Beyazıt-ı
Bistami Hazretleri de girmiş içeri. Oturmuyor, hürmet ediyor, ayakta duruyor.
Eskiden tarikatın bir adabı
varmış. Şimdi onu kaldırdılar. Eğer tarikatın adap diye bir şartı tatbik
edilecek olursa şimdi hiç kimse müritlik yapamaz.
Niye böyle? Bakın,
Bizim büyüklerimizden Pîr-i Sâmi
zamanında, Erzincan'ın valisi ile bir ordu komutanı paşa, ordu karargahında
oturuyormuş. Hicretten evvel, ordu komutanıyla vali Pîr-i Sâmî Hazretleri’ni
duymuşlar. Demişler,
—Burada bir şeyh varmış,
insanları irşat ediyormuş. Bakalım neyle irşat ediyormuş?
Bunlar gitmişler ki mübarek şeyh
hazretleri cemaate sohbet ediyor, bir kişi de ayakta, elleri böyle göğsünde,
düşünmüş ayakta duruyor, oturmuyor. Bunlar gelmişler, selam vermişler. Tabii
zâhir şeriat, ulu'l- emre göre bunlar mülki amir, paşa, vali gelmiş. Pîr-i Sâmî
Hazretleri de kalkmış onlara biraz hürmet etmiş. Oturmuşlar hal, hatır sormuş.
Ondan sonra cemaat sükûta varmış. O arada cemaat zaten sükût. Pîr-i Sâmî
Hazretleri de onlarla meşgul olunca sohbeti kesilmiş. Sormuşlar, —Efendim neyle
irşat ediyorsunuz?
Demiş ki mübarek,
—Şu ayakta, eller göğsünde,
boynu bükük, duran derviş bir saattir duruyor, siz de böyle durun irşat edeyim,
demiş.
Onlar ikisi birbirine bakmışlar.
Birbirlerine,
— Kalk kalk gidelim, bu,
adamları kandırıyor, demişler.
Kalkıp
gitmişler.
İşte onun için bu tarikatın
amelleri bütün, Peygamber Efendimiz’den geliyor. Bu ise zaten Tarikat-ı
Muhammediye’dir.
Tarikat-ı Muhammediye, Şeriat-ı
Muhammediye var değil mi?
Şeriat-ı Muhammediye nübüvveti,
zâhir ulema, zâhir şeriatıdır.
Tarikat-ı Muhammediye de
Peygamberimizin velâyetinden gelendir. Velâyet yönüyle, velâyet yoluyla gelen,
velâyetlerden, yani bâtından gelendir.
Zâhir ulema var, bâtın ulema
var.
Zâhir ulema kim? Zâhir ulema hocalar,
müftüler, vaizler.
Bâtın ulema kim? Bâtın ulema da
meşayihler.
Fakat bunlardaki fark nedir?
Bunlardaki fark, bâtın ulema
ledünni ilmini okumuştur. Zâhir ulema ledünni ilmi okumamıştır. Bâtın ulema o
kitaptaki bildiklerini unutmuşsa (çıkarmışsa) ledünni ilmini okumuştur. Eğer
unutmadıysa okumamıştır. Çünkü bu niye böyle oluyor?
Veysel Karani Hazretleri’ne,
Peygamber Efendimiz’in onun hakkında çok meth ü senaları var. Ona ümmetin
büyüğü, diyor. Hatta hadis-i şerifinde “Nefesü’l-Rahman gıbalil Yemen.” buyuruyor.
Halbuki Veysel Karani Hazretleri ile Peygamber Efendimiz zâhirde birbirlerini
görmemişler, hiç görüşmemişler. Ama maneviyatta da bir saniye birbirlerinden
ayrı değiller. Onun hakkında buyuruyor ki “Ümmetin en büyüğü, ümmetin en
hayırlısı.”
Veysel Karani Hazretleri’ne,
Peygamber Efendimiz vasiyet ediyor, “Hırkamı ona götürün.” diyor. Götüren kim
oluyor? Hazret-i Ali Efendimiz’le Hazret-i Ömer (radıyallahu anhum) Hazretleri.
Hırkayı götürüp onu buluyorlar, hırkayı ona veriyorlar. Hırkayı almıyor. Diyor
ki,
— Bunun bir
hakkı vardır, hakkını icra edeyim de ondan sonra, diyor. Ama Peygamber
Efendimiz’in de emri var. Buyuruyor ki Arabistan’da, Hicaz bölgesinde iki
kabile varmış, bunların koyunları çok imiş, Peygamber Efendimiz o iki kabileyi
zikrediyor, “O iki kabilenin koyunlarının, kıllarının adedince, Üveysin
şefaatiyle benim ümmetimin asileri cehennemden kurtulacak.” buyuruyor.
İşte bunu biliyor Veysel Karani.
Hazret-i Ömer de Hazret-i Ali de tabii biliyorlar bu hadisi. Hadisler kimden
alındı? Zaten onlardan toparlandı.
Orada işte secdeye kapanıyor ve
secdede Cenabı Hak’tan günahkar ümmeti diliyor. Peygamber Efendimiz’in
ümmetinin günahkarlarının, Allah'tan affını diliyor. Bunun için uzun boylu orda
kalıyor. Uyudu zannediyorlar veyahut da bayıldı zannediyorlar. Bunu kaldırmak
istiyorlar, kaldırıyorlar. Doğrulunca,
—Niçin acele ettiniz? Biz
hırkanın hakkını icra ediyorduk, hakkını ödüyorduk. Ümmet-i Muhammed’in
günahkarlarının dörtte üçünü Allah'a affettirdim, geri kalan birini de
affettirmek istiyordum, beni kaldırdınız, diyor.
Şimdi buradan da ne anlaşılıyor?
Zâhirde Allah'ı görüyor, yine Allah'tan isteseydi, ayıkken de isteseydi. Demek
ki hal sahibi veyahut maneviyat sahibi, o istekte ne oluyor? O istekte bir
başka hal tecelli ediyor, başka bir âleme geçiyor. Orada başka bir istek
oluyor, onda başka bir arzu oluyor. Bundan bu anlaşılıyor.
Şu da var,
Peygamber Efendimiz, Bedir
Muharebesi'nde toprak attı, düşman basıldı. Ayet-i kerime nazil oldu. “Habibim
o toprağı sen atmadın, biz attık” buyruluyor. Peygamber Efendimiz bütün
savaşlarda o toprağı atsaydı, mağlubiyet görmeseydiler. Uhud Muharebesi'nde
mağlup oldular, Huneyn Gazası’nda mağlup oldular.
İşte demek ki velîler olsun,
nebiler olsun, onların her zamanları bir değil. Zaten Peygamber Efendimiz ne buyuruyor
hadisinde? “Bizim öyle zamanımız oluyor ki arş, kürs, levh, kalem bizim
yanımızda bir zerre kalıyor, onları hep seyrediyorum. Öyle zamanım da oluyor ki
yanımdaki Ayşe’yi bile göremiyorum, bilemiyorum.”
Şimdi demek ki
Veysel Karani Hazretleri’ni ayılttılar. Fakat onun ân'ı vardı, geçti o. Hani
onda bir sıfat tecelli etmişti, sonra o sıfat ondan geçti.
Bu gibi şeylerin tecelli anında,
Cenabı Hakk’ın sıfat-ı subutiyyesi onda tecelli ediyor, o sıfatta istiyorlar ve
o sıfatta Allah halk ediyor.
Ebu Bekir-i Sıddık Hazretleri de
bir ölmüşü diledi. Cenabı Hak bir ölü kimseyi diriltti getirdi. Ama Cenabı Hak
hadisi kutside buyuruyor ki: “Eğer o Sıddık kulum, sadece onu diledi. O
muharebede bütün ölenleri isteseydi, bütün hepsini diriltecektim.”
Şimdi burada Veysel Karani
Hazretleri’ne Hazret-i Ömer Radiyallahu Anh Hazretleri diyor ki,
— Ya Üveys, bize nasihat et.
Bir hakikati onda gördüler,
Peygamber Efendimiz’in emri, hırkayı ona verdiler, hırkanın karşılığında onlara
bir müjde de verdi.
—Ya Ömer! Sen bir şeyler biliyor
musun?
—Biliyorum, diyor.
Nasıl bilmiyorum desin ki?
Peygamber Efendimiz’in dört büyük sahabesinden birisi. Hulefâ-i Raşidin'den,
sonra aşere-i mübeşşereden. Veysel Karani Hazretleri diyor ki,
—Sen o bildiklerini hep unut,
Allah'ı bil, sana yeter.
Sonra Hazret-i Ömer diyor ki,
—Ya Üveys! Yine bize nasihat et.
—Seni halk, bilirler mi?
—Bilirler.
—O halka hep kendini unuttur,
Allah seni bilsin yeter.
—Ya Üveys! Yine nasihat et,
diyor.
Veysel Karani Hazretleri diyor ki,
— Yok, tamam bu iki nasihat yeter.
Demek ki burada işte tasavvufun gayesi nedir?
Tarikatın gayesi nedir?
Tarikatın gayesi mahviyettir.
Mahviyete kim düşüyor?
Mahviyete düşen, “Nefsini bilen” mahviyete düşüyor.
Nefsini kim biliyor?
Nefisini de işte bütün, değil insanlardan, hayvanlardan da
aşağı kim görüyorsa, biliyorsa, nefsini o biliyor.
İşte onun için Beyazıt-ı Bistamî
Hazretleri, Şeyh Şıbli Hazretleri büyük bir cemaate sohbet yaparken
sohbetlerine gitmiş. Girmiş içeri, oturmuyor; ayakta, hürmet ediyor. Fakat
henüz ayaktayken otur demeden mübarek öyle celalleniyor cemaatin huzurunda,
diyor, —Yahu sizin methettiğiniz bu hınzır mı?
Haşa Estağfurullah! Şanına layık olmayaraktan öyle diyor,
bağırıyor. Fakat bu kelamı Beyazıt-ı Bistami Hazretleri reddetmiyor,
kabulleşiyor. Diyor,
—Benim nefsim demek ki hınzır sıfatından daha tebdil
olmamış.
Üç gün ağlıyor, yemiyor, içmiyor. O ağlamada, bakın irşat
bu işte, terakki ediyor. Çok terakki ediyor.
Fakat o, bu kelamı kabulleşiyor, kabulleşmese zaten irşat
olamayacaktı, nefsini bilemeyecekti. Nefsini bilmiş ki bu kelamı kabulleşmiş.
Bu anda da ne oldu? Halka karşı onun tenkidi, onu gizledi.
Hani, Veysel Karani Hazretleri ne buyurdu?
—Bu halk seni biliyor mu?
—Biliyorlar.
—Sen halka kendini unuttur, Allah seni bilsin yeter.
İnsan halka kendini neyle bildirir?
Şöhretle.
Şöhrette afet vardır.
Şöhretten
kaçınmak lazımdır. Şöhrette afet vardır. Bir insan nefsini zaten aşağı
görmezse, şöhretten de kaçınamaz, tevazu da yapamaz, değil mi?
Cenabı Hak “Habibim biz senin
göğsünü yardık, temizledik.” buyuruyor. Peygamber Efendimiz ki bütün kainatın
efendisi, bütün halkiyetin efdali, makbulü, büyüğüdür.
Çünkü kelam-ı kibarda öyle
buyuruyor,
Dahi hem
âlem-i a’mâda iken cümle esmâlar
Zuhûrı
âlem-i a’yânı sensin yâ Resûlallah
Âlem demek, yani varlıklar. Ama
bilinenler var, bilinmeyenler var, görünmeyenler var. On sekiz bin âlem olduğu
bize bildiriliyor.
Ama bunlar kimin için halk
edildi?
Peygamber Efendimiz için halk
edildi.
Zaten Peygamber Efendimiz’in
nurundan bütün âlemler halk edildi. Böyle büyük bir zât-ı mübarek için...
Cenabı Hak Peygamber Efendimiz’e aşık olmuş ve “Lekad câeküm rasülün min
enfüsiküm azizun aleyhi mâ anittüm harisün aleyküm bil mü’minine raûfürrahim.”
ayet-i kerimesi vardır. Bu ayet-i kerimede Cenabı Hak ne buyuruyor? Peygamber
izzetli ve şereflidir, diyor. Allah halk etmiş. Cenabı Hak birkaç tane daha
halk etseydi de ümmetine haris olmasaydı. Bir sanatkar bir şey yaptığı zaman,
bakın dikkat edin, eğer ona haris olursa bir tane daha yapar. Onun harisliği
gider. Zaten mevlid-i şerifin mealinde,
“Gel habibim
sana aşık olmuşam.” buyuruyor ki kelamı kibarda vardır,
Muhabbetten
yarattı Ol Habib'i Hayret-i Mennân
Değil kim Ol Muhammed Hayret-i Mevlâ'da yangın var
Allah’ta
yangın olabilir mi? Allah’ta yangın olmaz ama Cenabı Hak’taki muhabbet
yangınıdır. Muhabbet de yakıcı bir maddedir. Hem de öyle bir yakıcı madde ki.
Cenabı Hak ne buyuruyor? O koskoca azim cehenneme diyor ki: “Ey cehennem eğer
sen de bana isyan edersen ehli aşkın ateşiyle sana azab ederim.” Öyleyse demek
ki buradaki yangın, bu muhabbettir. Yoksa zahirde bir ateş yok ama öyle bir
yangın ki bizim maneviyatımıza mani olan bütün varlıkları yakıyor, yok ediyor,
gideriyor.
Onun için
zaten Cenabı Hak “Habibim ben seni sevdim yarattım, övdüm, muhabbetimden
yarattım.” buyuruyor.
Mademki
Elemneşrahleke suresi onun hakkında nazil olmuşsa, Cenabı Hak “Habibim biz
senin sadrını yardık, göğsünü yardık, kalbini temizledik.” buyuruyor.
O zaman
bizim kalbimiz de temiz değil. Bizim kalbimiz zaten mülevves. Bizim kalbimiz
bütün masiva ile kirlenmiş, paslanmış, mülevves olmuş. Bunun temizlenmesi icap
etmez mi? Bir düşünelim.
Bizim
kalbimizi kim temizleyecek?
Bizim
kalbimizi meşayihimiz temizleyecek. Yetkilidir, Allah ona o yetkiyi vermiş.
Hayat
iksirinin Lokman’ı geldi, buyuruyor.
Yanında bir bölük melek simalar
Gene esti bize bâd-ı sâbalar
Derd ehli derdine alsın devalar
Hayat iksirinin Lokman’ıgeldi
Ne demek bu,
hayat iksirinin Lokman'ı?
Yani
Evliyâullah manevi doktordur, ruhumuzun doktorudur. Ruhumuzun bütün illetlerini
alıyor, onu ameliyat ediyor, ruhumuzu nimetine ulaştırıyor.
İşte bu
Elemneşrahleke suresi de bu amelde (hatmede) okunuyor. Bizim ruhumuzu
temizliyor. Yani maneviyatımızda iç âlemimizde olan bütün ahlakı zemîmeleri
tebdil ediyor, değiştiriyor.
Bakın,
Cenabı Hak dört şeyi dört şeyin içerisine gizlemiş:
Velîlerini
kulları içerisinde gizlemiş.
Zaten Cenabı
Hak öyle buyuruyor: “Biz velîlerimizi yeşil kubbemizin altında gizledik, onları
bizden başka kimse bilmez.”
Velîlerini kulları içerisine
gizlemiş,
Azabını da günahlar içerisine
gizlemiş,
Hicabını da dualar içerisinde
gizlemiş.
Hangi dua perdeleri deler, hangi
dua makamına ulaşır? Bu bilinmez. Ancak Cenabı Hak ne buyuruyor?
“Selim bir kalp ile beni
zikredin.
Selim bir kalp ile bana
yalvarın.
Selim bir kalp ile benden
isteyin.”
Bu nedir? Bu selim kalp
kimdedir, kimde olur?
Ancak aşk-ı ilahiye kim düşmüşse
ondadır.
Bunda âlim, cahil... Zaten haşa
Estağfurullah, bu cahil kelimesi kime söylenir?
Allah'ı bilmeyene. Bu cahillik,
cahil kelimesi Allah'a isyan edene, günahı sevabı bilmeyene verilmiştir. İnsan
ümmi olabilir, cahil olmaz. Bu ancak “Dinü ilmün ma leke keliblis” Senin ilmini
bilmedi o habis. İblis, Adem’in ilmini bilmedi.
Sen de bir Ademsin, çok ümmisin
ama cahil değilsin. Çünkü Allah'a bir inancın var. İlim zaten bir noktadır.
Bu nokta nedir?
İnsanların kalbinde olan,
Allah'a olan inancıdır. Hz. Ali Efendimiz buyuruyor: “İlim bir noktadır,
cahiller onu çoğalttılar.” Kelamı Kibar’da da:
Bir
noktadapinhan imiş
Gör
neyledi bu aşk bana
Bu nedir?
Ledünnî ilmi var.
Cenabı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de
ledünni ilmini bize haber veriyor. Cenabı Hak, Hz. Musa’ya buyuruyor: “Ve
allemnahü min ledünna ilmen” Kullarımızdan bir kul buldular ki tarafımızdan bir
ilim öğretmiştik, buyuruyor. Bir de “Ey Kelimim sen o ilimden bir harf
bilmiyorsun.” buyuruyor. Ne demek bu?
Hz. Musa’ya, büyük kitaplardan
ilk inen, Tevrat indi. Ama Hızır Aleyhisselam’a gitti, ledünni ilmini öğrendi.
Kitaptan mı öğrendi? Veya Hızır
Aleyhisselam ona vaaz, nasihat mi etti?
Hayır. Hızır Aleyhisselamın
hareketlerinden, işaretlerinden onu öğrendi.
Bu ilim harfsiz, savtsız bir
ilimdir. O ilim, medrese ilmi değildir. O ilim, hocadan öğrenilmiyor. Bu ilim
kalp ilmidir. Bu ilmi ancak aşka duçar olan elde ediyor.
Onun için kelam-ı kibarda bak ne
buyruluyor,
Ey birader söylerime tut
kulak
Sanma anı söyleyen dil yâ
dudak
Demek ki ledünni ilmi kalp
ilmidir. Onu dudak konuşmuyor, onu dil konuşmuyor.
Dil, dudak konuşur ama^
Hadis-i Kutsi’de Peygamber
Efendimiz konuşur.
Ama mana kimin?
Hazret-i Allah'ın.
Gülden
Bülbüllere Teveccüh Sohbetleri-7
Yar daim
sana nazar eyler
Seni gafil
görürse gügar eyler
Yardan mana
Allah’tır, Resulullah’tır veya meşayihimizdir. Bunlar daima nazar ediyor. Senin
kalbini temiz bulunca oraya bir himmet edecekler. Oraya bir nur dolduracaklar,
anlaşıldı mı efendim? Ama kalbin temiz değilse eğer o zaman ne yapar?
Yar daim
sana nazar eyler
Seni gafil
görürse guzar eyler
Yani sana
ihsan edecekti, bir ikramda bulunacaktı. Baktı sen ikrama bi-habersin, ikramı
istemiyorsun, istemesini bilmiyorsun veyahut da ihtiyacın yok. O zaman sana
ikramı etmez, küser gider.
Bu da nedir?
Sen bir insana iyilik edecektin. O insan sana tevazu ederse, hürmet ederse sen
ona iyiliğini yaparsın. O insan sana sert çıkarsa, sana karşı çıkarsa, isyan
ederse, ona iyiliği yapmazsın, ona kahreder gidersin.
Onun için
işte bu amelimiz kalbinizi boşaltmak, selim olmak istiyor. Hastalığınız..
.Hastanız varsa, aklınıza gelirse, çıkarın. Ne olacak yani sen burada onu
düşünmekle o hasta orada iyileşecek mi? Yok, daha onu atabilirsin. Borcun var,
sen burada onu düşünmekle o borç ödenecek mi? Yok, onu da çıkarabilirsin.
İşte bunlara
dikkat edin. Bir de şu var, kalbi selim olmak için iki şey var:
Bu cemaat
içinde eğer herhangi bir kimseden bir dargınlığınız varsa, küskünlüğünüz varsa
veya hoşunuza gitmeyen bir insan var ise onu hoş görün. Dargınlığınız varsa onu
bağışlayın, gönlünüzden o dargınlığı çıkarın. Bunlar da mani olur. O zaman
bunlar var ise kalp selim değil, boş değil, kalbin meşgul, doldurmuş. Veya
hoşuna gitmeyen sevmediğin bir insan varsa, sen o insanı sevmiyorsun, sözü hoşuna
gitmiyor, hareketleri hoşuna gitmiyor. O zaman terakki etmek için dersin ki,
—Belki şeyh
efendimiz yanında bu benden daha kıymetlidir. Belki bu Allah’ın indinde daha
kıymetlidir. Belki Resulullah Efendimiz’e bu daha da yaklaşmıştır.
Öyleyse
yüzünü gönülden onun ayaklarının altına koy. İşte ne olur? Ona olan şeyin
gider, o zaman kalbini boşaltmış oldun.
Bir de şu
vardır. Bak, zâhir şeraitte de bu var: Hocalarımız daima vaazlarında,
nasihatlerinde söylerler ki mesela Müslüman bir genç, bir ihtiyar Müslüman’ı
gördüğü zaman ondan bir istimdat talep etmesi gerekiyormuş. Nasıl?
—Yâ Rabbî
ben de senin kulunum, bu da senin kulun. Ama bu benden evvel seni tanıdı, sana
ibadet etti, itaat etti, amel işledi, sana yaklaştı. Ben ise daha yeni seni
tanıdım, amelim yok ki sana yaklaşayım. Bunun işlemiş olduğu makbul amelleri
ile sana yaklaşmış, senin yanında değeri, kıymeti var. Ona bağışla beni,
kusurlara ve bundan sonra kötülüklere bana fırsat verme. Yâ Rabbi kötü ameller
işlemeyeyim, bu gençliğimi senin yolunda harcamak için, bu ihtiyarın hürmetine
affet.
Bunu demekle
insanlar ne oluyor, bir tevazu oluyor. Gönül alçaklığı oluyor. Bak, Cenabı Hak:
“Her kim ki Allah için alçalırsa biz onu yükseltiriz.” buyuruyor. Bunlar
alçalmaya, tevazuya bir alet oluyor. Gönlü boşaltmaya da bir alet oluyor.
Bu öyle
olduğu gibi bir ihtiyar da bir genç görse ki bir ehl-i salat namazında,
abdestinde olan bir genci, ibadetle uğraşan bir genci gördüğü zaman o da ne
diyecek?
—Yâ Rabbi,
ben çok yaş yaşadım ama ben sana kulluğumu layıkıyla yapamadım. Çok eksikliğim
kusurum oldu, çok günahım oldu. Fakat bu genç günahsız. Henüz hiç günah
kazanmadan sana yönelmiş, ibadet yapıyor. Çünkü gencin ibadeti, amelleri
ihtiyarın ibadetinden çok farklı. Hadis-i şerif var. Bunun ameli çok makbul
senin indinde. Genç olduğundan dolayı, bunun gençliğine, bunun makbul olan
amellerine benim geçmiş kusurlarımı, günahlarımı bağışla
Gülden
Bülbüllere Teveccüh Sohbetleri-8
Amel olacak bizim tarikatımızda.
Amel olarak da işte rabıta; şeriatımız yani şeriatta eksikliğimiz olmayacak.
Ne kadar bizde hal tecelli etse,
ne kadar cezbe sahibi de olsak, ne kadar aşktan mütevellit kendimizde bir vecd
âlemi, sarhoşluk, serkeşlik olsa bile ayılmaya çalışacağız. Cezbeyi de yenmeye
bakacağız. Bir de şeriatta eksikliğimiz olmayacak. Hani bu kelamı kibarlar
daima bunu söylerler,
Aşkın odu
yüreğimde neler eyler neler eyler
Bugün ben
bir âşık gördüm bu derdimden haber söyler
Gelin ey
dertliler gelin bu derdimden sig de alın
Dertli
bilir dertli hâlin ya dertsizler bunda neyler
Aşkın odu... Yani aşkın odu
insanlara neler yapıyormuş?
İnsanı işte
çok ağlatır da inletir de sızlatır da korkutur da.
Aşktırır beni avare eyleyen
Aşk insanlara avarelik de
veriyor. Yani hiçbir işe bakamaz nasıl ki,
Eli işe
güce gitmegmiş
Eli yardan ayırma
Bir kelam da böyle var. Yani
yârdan mana Allah’tır.
Allah’tan zaten bizim ruhumuzun
ayrılığı var. Ama bu ruhun ayrılığıdır. Cenabı Hak bizi mahluk olarak noksan
sıfat halk etmiştir. Ama ruh Cenabı Hak’tan niye ayrılmış gelmiş, ruh neden
ayrılmıştır? Ama yine ona gidecektir, ona gider.
İşte aşk demek ki insanların
kalbinde ne yapıyor?
İşten de elini keser, her bir arzudan da onu geçirir.
Düşünün bir insan arzu etmiş olduğu bir şeyi yapar, arzu etmiş olduğu yemeği
yer, arzu etmiş olduğu elbiseyi giyer, arzu etmiş olduğu işi görür.
İnsan öyledir, şimdi herkesin idrak edeceği bir şey,
bileceği bir şeydir. Senin arzu etmediğin, sevmediğin yemeği sana zorla
yedirirlerse azap olmaz mı? Ama sevmiş olduğun yemeği her zaman yersin ondan
zevk alırsın.
Sevmediğin elbiseyi sana zorla
giydirseler sana azap olmaz mı? Sevmiş olduğun için, arzu ettiğin için ondan
bir sürûr duyarsın.
Sevmiş olduğun bir işi ne kadar
onu yapsan doyamazsın, usanmazsın. Sevmediğin işi zorla yaptırsalar, usanırsın.
İşte onun için eğer insanlarda
Allah aşkı olursa ona bir serkeşlik, bir vecd âlemi gelir ki artık amel de ona
ağır gelir. Hatta öyle bir insan bir vecd âlemine düşer ki hareket yapmak
istemez. Namazda da bir hareket var ya. Yani rükû yapmasını istemez, secde
yapmasını istemez. Tahiyyattan kalkmasını istemez. İşte der ki:
—Böyle hareketsiz olayım,
kalbimi Allah ile meşgul edeyim. Kalbimden Allah’ı, Allah Allah Allah, diye
zikredeyim.
Ama onda her ne kadar hâl
tecelli ederse etsin cesedin bir şeriatı vardır.
Zaten şeriat cesede
emredilmiştir. Mademki bu ceset sahibinin, bu cisim sahibinin cismi yok
olmamıştır, ölmemiştir, çürümemiştir, gitmemiştir. Ne kadar onda hal tecelli
ederse etsin, ne kadar onda makam ihraz ederse etsin yani tarikatta ne kadar
yükselirse yükselsin yine şeriatta eksikliği olmayacak, şeriatını yapacak.
İşte burada
bazı şeyler var ki tarikatta, muhabbetten dolayı o bir hâl onda tecellî ediyor.
Evet, işte kelamı kibar tamamlıyor,
Aşkın odu
yüreğimde neler eyler neler eyler
Bugün ben
bir âşık gördüm bu derdimden haber söyler
Gelin ey
dertliler gelin bu derdimden sig de alın
Dertli
bilir dertli hâlin ya dertsizler bunda neyler
Öyle
buyurmuyor mu? Bir kelam daha var,
Yüggeçliği öğrenmeyen kul girmesin bu deryaya.
Dikkat edin,
bu kelam çok önemli. Bunda çok büyük manalar var.
Yüggeçliği
öğrenmeyen kul girmesin bu deryaya
Aşk
deryası derin olur acep nasıl battığını
Yani aşka duçar olanlara,
onlarda öyle bir hâl olur ki hareket bile onlara çetin geliyor. Bunlar
çalışmadığı gibi, hiçbir şeyde arzuları olmadığı gibi bakarsın ki onda ibadet
arzusu da yok. İbadet de ona çetin geliyor. Ama ibadeti yapacak, ibadetini
yapacak.
Bu bizim başımızdan geçti. Ben
mesela şeyh efendimizden ders aldıktan sonra bir sene hatta iki sene
çalışamadım. Şahidim var burada. Bir sene hiç çalışamadım, bir sene de çok
zorla. Tabii biz rençberiz ekeceğiz ki biçelim, biçeceğiz ki yiyelim. Hasadı
kaldır ye. Bir sene hiç çalışmadım. Sanki ambardan kalk dedikleri zaman bana
sanki tokmağı alıp başıma vuruyorlardı.
Bunu tabii şifahen de mübareğe
söylemişler. Böyle bir cemaat içerisinde sohbet ediyordu. Öğle vakti gittim,
ziyaret ettim; elini öptüm, oturdum. Sonra bize böyle buyurdu ki:
—Tespihin kalacak, icabında
zaman zaman namazın da kazaya kalsın, işini kazaya bırakmayacaksın, işini
göreceksin. Canım sen diyeceksin ki bana çetin geliyor, ben iş ile meşgul
olduğum zaman olmaz. İşin kazaya kalmayacak, dedi.
Dedemizi söyledi.
—Sonra senin deden Hazreti Pîr
“Mürşidi Sakaleyn” idi. Sadece insanların değil cinlerin de efendisi, cinlerin
de şeyhiydi. Cinlerden de müridi vardı, onlara da sohbet yapardı. O diğer boş
zamanlarında, sanatı dülgerlikti, boş zamanlarında testere ile keser ile bir
şeyler yapardı. İhvan olmadığı, gelmediği zaman, sohbet olmadığı zaman icap
eden şeyleri bunlarla bir şeyler yapardı.
Babanız büyük bir âlimdi. O da
on iki nüfusunu keserle geçindiriyordu. Birisi senin deden “Mürşidi Sakaleyn”
insin cinnin meşayihi, büyük bir veli. Sen ondan daha mı büyüksün ki dedi o
çalışıyor da sen çalışmıyorsun.
Ama mübarek, celâlliydi.
—Senin baban büyük bir âlim idi.
O bir keser ile on iki nüfusu geçindiriyordu, o çalışıyordu. Sen ondan daha mı
iyi biliyorsun, dedi. O çalışıyor da sen çalışmıyorsun.
Bunlar böyle, buyurdu ki:
—Dersini kazaya bırak, icap eder
ki namazını da kazaya bırak. İşin kazaya kalmayacak. Çalışacaksın, çalışmak
Allah’ın emridir, çalışacaksın. Ama sen kardeşim sen dersen ki... Beni büyük
biliyorsan eğer böyle. Büyük bilmiyorsan niye peşimde dolanıyorsun, dedi.
İŞte canım sen dersin ki efendim
ben çalışamam, gafil oluyorum. Kardeşim niye gafil olasın. Senin ruhun
esaretten kurtulmuştur, ruhun ayılmıştır. Yeter ki sen bir işe başladığın zaman
“Bismillah destur ya hazreti pir.” de. Kapıdan çıkıyorsun “Bismillah destur ya
hazreti pir.” de. Bir işe başladığın zaman “Bismillah destur ya hazreti pir.”
de. Bir şey aldığın zaman “Bismillah destur ya hazreti pir.” de. Koyduğun
zaman, yediğin içtiğin zaman de. Sen o zaman gafil değilsin, dedi.
Evet, bir sene hiç çalışmadım,
bir sene de çalıştımsa da bir tehditle sanki bir polis silah çekmiş gibi bana:
“Bu işi göreceksin, görmezsen seni vuracağım.” diyor. Böyle çetinlikle
çalıştım.
İşte demek ki burada bu böyle.
İş de olduğu gibi amelde de olabilir. Bazı tarikatlarda işte böyle onun için,
Düş var
imiş aşkın yolunda bilmedim eyvah
Bu kelam onu söyler. Aşkın
yolunda düşmek de vardır. Düşen kim?
Düşen işte onda muhabbetten
mütevellit, aşktan muhabbetten mütevellit olan hâlle ameli, ibadeti zayıf
görürse, şeriatı zayıf görürse düştü, battı. İşte burada,
Yüzgeçliği
öğrenmeyen kul girmesin bu deryaya
Aşk
deryası derin olur acep nasıl battığını
Aşk deryası derindir, diyor.
Yüzgeçliği bilmeyen bir insan böyle girer, batarsa niye giriyor?
Yüzgeçliği bilmeyen battı. Ama
yüzgeçliği bilen batmaz.
Öyleyse demek ki burada
yüzgeçliği öğrenip o deryaya ondan sonra girmek lazımdır.
Bazı mesela tarikatlarda var.
Söylerler, bu doğrudur. Ama sözün yalanı değil, yanlışı vardır. Evvel şeriat
sonra tarikat, diyorlar. Hani şeriatı olmayan, şeriatı bilmeyen tarikatı nasıl
yaşayacak, diyorlar.
Hatta bu zamanımızda şimdi
tarikat bu cahillere mi kaldı, diyorlar. Bunlar söylüyorlar ama bunların bir
yanlışlığı var. Yalan değil yanlışlığı var. Nedir?
İnsan için
şeriat Allah’ın emri demektir. Ama burada şeriat ilim, amel, ihlâstan
ibarettir.
Şeriatı cesede emretmiştir, sen
bir cisim sahibisin. Cismin şeriatla temizlenecek. Cesedini hayvani sıfattan
şeriatla kurtaracaksın. Şeriatın olmazsa bu cesedi sen hayvani sıfattan
kurtaramazsın.
Bazıları derler ki: “Kalp temiz
olsun. Hani namazında, orucunda, ibadetinde ne olacak? Kalp temiz olsun.”
derler. Bu da çok yanlıştır.
Bazıları da der ki: “Bunun zâhir
ilmi yoktur, tarikatı olsa ne olacak?” Bu da çok yanlıştır.
Evet, burada şeriat ilmi ne
yapar insanı? Hayvani sıfattan kurtarır.
Tarikat ilmi ne yapar insanı?
İnsanın ruhunu makamına ulaştır.
Sonra şeriat ne yapar? Cesedi
temizler.
Tarikat ne yapar, zikir ne
yapar? Kalbi temizler.
Zikir,
kalbi temizliyorsa herkesin kendi başına zikretmesiyle, hayır bu olmaz.
Tarikatsız, mürşitsiz zikir kalbi temizlemez, olmaz.
Ateş-i
aşkınla yandır Sâlih ’i
Şarab-ı
lebinle kandır Sâlih’i
İşte kim Sâlih?
Sizsiniz, Allah’a şükür.
Öyle bir aşk ver ki diyor aşk
onu yaksın, yok etsin.
Neyini yok etsin, yaksın?
Kalbindekileri yaksın, yok
etsin.
Zaten bize mani olanlar
kalbimizdekiler. Kalbimizde bunlar yanmazsa, yok olmazsa o zaman Allah korusun
biz çok kendimize gadrederiz, çok mesela azaba düşeriz, çok felakete düşeriz,
çok sıkıntılara, mihnetlere düşeriz.
Şarab-ı
lebinle kandır Sâlih’i
Leb demek dudak demektir. Yani
senin dudaklarından çıkan kelamlar da insanları sarhoş eder.
Sarhoşluk ikidir: Bir mesela
insanların nefsi içkilerden sarhoş olur. Bunu Cenabı Hak haram etmiş.
Bir sarhoşluk da var ki: Allah
aşkı, Allah sevgisidir. Bu da insanı sarhoş eder, bu helaldir. Bak, onun için
kelamı kibarlarda geçer,
Bu aşk bir bahr-i ummandır
Aşk bir bahr-i umman; umman, yani büyük bir deniz.
Bu aşk bir bahr-i ummandır
Buna hadd ü kenar olmaz.
Bunun kenarı, haddi yok, sınırı yok.
Delilim sırr-ı Kur’an ’dır
Bunu bilende ar olmaz.
Sırr-ı Kur’an nedir?
Sırr-ı Kur’an şudur ki: Cenabı Hak Kur’an-ı Kerim’in manasını
Fatiha süresinin içerisinde derç etmiş.
Fatiha’nın manasını Bismillah’ın içerisinde toplamış, derç
etmiş.
Bismillah’ın manasını da bir noktada derç etmiş.
Onu bilen işte bahr-i umman deryasıdır, o da aşktır.
Bu aşk bir bahr-i ummandır
Buna hadd ü kenar olmaz.
Delilim sırr-ı Kur’an ’dır
Bunu bilende ar olmaz.
Ama delilim de Kur’an’ın
sırrıdır, Kur’an’ın esrarıdır, diyor.
Ama Kur’an’ın sırrını, esrarını
herkes biliyor mu?
Bilemiyorlar. Ancak aşka duçar
olan, Kur’an’ın esrarını bilir.
Kur’an’ın bâtın manası onun
kalbinden doğuyor. Hakikat manası onun kalbinden doğuyor.
Bu aşk ne yapar?
İşte aşkın merkezine dalıyor,
aşkın noktasını okuyor.
İlim bir noktadır. O nokta ise
Allah’ı bilmektir, Allah’ı bulmaktır.
İnsanlardan Allah’ı kim
bulabilir?
İlmel yakin bilenler Allah’ı
bulmamışlar.
Aynel yakin bilenler de
bulamamışlar.
Hakkel yakin bilenler bulmuşlar.
Hakkel yakin bilmek için de bak
buyuruyor,
Mürşit gerektir bildire Hakk ’ı sana hakkel yakin Hakk’ı sana
hakkel yakin o bildirecek.
Gülden
Bülbüllere Teveccüh Sohbetleri-9
Başını top
eyleyip gir vahdetin meydânına
Kıl gagayı
Kerbelâ gir kendi nefsin kanına
Seyr kıl
uşşâk-ı Mevlâ nice kıyar canına
Terk-i cân
etmektir ancak aşk u sevdadan garag
Yani aşku sevdaya, Allah aşkına,
Allah sevgisine düşmekten maksat terk-i can olmakmış. Allah sevgisi, Allah aşkı
insanın kalbinde tecelli etmezse terk-i can olamaz.
İnsan her şeyi canı için terk
eder. Can çok kıymetlidir, insanın canı çok kıymetlidir. Ama kimin için bu?
Bizlere göre kıymetlidir.
Âşığa göre
canın bir kıymeti yoktur. Âşıklara göre, aşk meydanında 40 tane can, bir arpa
tanesi ağırlığındaymış. Onun için bak,
Kıyamagsan
başa, cana ırak dur girme bu meydana
Bu
meydanda nice başlar kesilir hiç soran olmag
Öyle ya, bu meydan nasıl bir
meydanmış? Bu meydan nedir?
Vahdet meydanı.
İşte öbür kelamda açıklanıyor.
Bir kelamın anlamını öbür kelam açıklıyor. Kelam kelamın karşısına geldiği
zaman söylenen kelamın anlaşılmayan tarafını muhakkak anlatan bir başka kelam
vardır. Bak, şimdi burada ne dedi?
Kıyamagsan
başa, cana ırak dur girme bu meydana
Bu
meydanda nice başlar kesilir hiç soran olmag
Diyor ki: Sen eğer başından,
canından korkuyorsan bu meydana girme. Bu meydanda kesilen başlar hiç sorulmaz.
Eğer bu meydana canına kıymak istemiyorsan girme. Ya başından geç, başının
kesileceğini bil ondan sonra buraya gir veya kes.
Başını top
eyleyip gir vahdetin meydânına
Ama bu kelamda başını top eyle,
başını kes de öyle gir buraya, diyor. Hangi meydanmış bu meydan?
Vahdet, Allah’ın varlığıdır.
Onun varlığını kazanmak için bu
meydana başını top et, kes de gir, diyor.
Başını top
eyleyip gir vahdetin meydânına
Kıl gagayı
Kerbelâ gir kendi nefsin kanına
Burada gazâ-yı Kerbela var.
Gazâ-yı Kerbela: Dünyanın
kuruluşunda Hazreti Âdem’den, bir de dünyanın sonuna kadar olan küfür ve imanın
savaş yapma çabasının en büyüğü Kerbela olmuş. Ehl-i imana Kerbela vakası kadar
büyük acı duyuran bir vaka olmamış. Her ehl-i imana bilhassa ehl-i aşka,
tasavvuf ehline acı duyurmuş. Başka bir kelamda buyurur ki,
Kerbelâ'dan
eksik olmag nâremig
Bu da cezbedir. İnsanlarda,
müritte olan gayri ihtiyari cezbedir.
Çünkü bu gayri ihtiyari cezbe ne
yapıyor? O nefsini yeniyor, nefsi ile cihat ediyor. Nefsiyle cihat, insanlar
için Kerbela cihadından daha kıymetlidir. Bak, kelam bunu ifade ediyor.
Başını top
eyleyip gir vahdetin meydânına
Kıl
gagâ-yı Kerbelâ gir kendi nefsin kanına
Seyr kıl
uşşâk-ı Mevlâ nice kıyar cânına
Terk-i cân
etmektir ancak aşk u sevdâdan garag
Ne demek?
Yani ancak terk-i can olacaksan
ve seyret ki, bak ki canına kıyanlar kimler?
Uşşâk-ı Mevlâ Allah’a âşık
olanlar, Allah’ı sevenler. Onlar canlarına kıyarlar.
“Terk-i can” olmaktan maksat da
niçin onlar canlarına kıyıyorlar?
Allah aşkı, Allah sevdası
olanların kalbinde tecelli etmiş, onlar artık canlarından da geçmişler.
Zaten insan canından geçmezse
cananı bulabilir mi?
Can senin ruhun.
Canan ne? Ruhun gelmiş olduğu
bir yer var.
Nereden geldi bu ruh?
Cenabı Hak “Nefahtü fîhî min
rûhî” Kendi ruhumdan ruh üfledim, buyuruyor.
Öyleyse bu ruh nereden gelmiş?
Allah’tan gelmiş.
Allah’tan
gelmişse Allah’a gidecek. Cenabı Hak “Gâlû inna lillahi ve inna ileyhi râciûn”
Allah’tan geldiniz Allah’a dönüp geleceksiniz, buyuruyor.
Dâireyiz
hem kudümüz cismimiz neydir bizim
Aşk u
sevdâdır gıdâmız bağrımız meydir bizim
Virdimiz
İsm-i Celâl'dir kalbimiz “Hay”dır bizim
Zikrimiz
ihfâdurur esrâr-ı Kur'ân bizdedir
Evet, işte efendiler cezbe
vardır, haktır. Cezbe olanlara gözünüzü açıp bakmayın. Teveccühlerimizde daima
üzerinde duruyoruz, yine gözü açık olanı görüyoruz. Hâlbuki bu göz açmak hem
kendisi için iyi değil, hem bizim cemaatimiz için de iyi değil. Yasak olan bir
şey yapılırsa orada huzur olmaz, orada muhabbet olmaz, orada feyiz olmaz.
Yani demek ki bir şey görmek
istiyorsan, ne yapacaksın?
O “Allah” diye bağırmış, öbürü
ağlamış. Bunlara itiraz etme, muhalefet etme ama onlara da gıpta et, ama itiraz
etme.
Çünkü cezbe haktır, cezbe
Hak’tandır. Cezbe bizim tarikatımızda vardır. Çünkü iradesiz oluyor. Manevi bir
cereyana kapılmıştır.
Hiç şüphe yok ki o cezbe neden
geliyor?
Rabıta nuru onun kalbine geliyor
veya velâyet nuru onun ruhuna çarpıyor. Bu cezbe ondan geliyor, gayr-i ihtiyârî
geliyor. Onun için burada evet, kelamı kibarda öyle,
Gelin
dergâha...
Dergâh neresi? İşte burasıdır.
Allah için toplanılan, Allah
zikredilen yer. Allah için konuşulan, sohbet edilen yer dergâhtır. Allah
zikredilen yerlere, Allah için amel işlenen yerlere dergâh denilir. Buraya
niçin geldiniz?
Gelin
dergâha dervişler
Buraya bugün teveccüh için
veyahut sohbet için geldiniz.
Nereden geldiniz? Irak yerden
geldiniz, para harcadınız, zahmet ettiniz, uykusuz kaldınız, aç kaldınız
geldiniz.
Niye geldiniz? Buraya bir sevap
kazanmaya geldiniz değil mi? Bir amele geldiniz buraya. İşte burası dergâhtır.
Gelin
dergâha dervişler
Kılalım
gevk ü cümbüşler
Zevk ü cümbüş ne burada?
Zevk tatlı demek, cümbüş hareket
demektir. Çok tatlı hareketler olur burada. Niye olur?
Gelin
dergâha dervişler
Kılalım
gevk ü cünbüşler
Hudâ’nındır
kamu işler
Bu
meydân-ı muhabbettir
Şefiimig
Muhammed'dir
Allahümme salli ala seyyidina
Muhammed. Bunlar Allah’tan tecelli eder, diyor. Zevkü cümbüş Allah’tan tecelli
eder. İşte bu cezbedir.
Bu cezbe her tarikatta yoktur,
çok tarikatlarda yoktur.
Cezbe olmayan tarikatta
maneviyat yok demektir.
Maneviyat olan bir tarikatta,
yani bir velinin maneviyatı varsa müritlerinde cezbe olur; yok ise cezbe olmaz.
O zâhir meşayihidir, ilmine bir şey denilmez, ameline bir şey denilmez.
Çünkü tarikatlar bir nefis yolu
ile gidiyor bir de aşk, kalp yolu ile gidiyor.
Cezbeliler aşk ile gönül yoluyla
terakki ediyorlar.
Ama sofular, o ibadet yapanlar
da nefis yolu ile gidiyorlar.
Onun için burada ancak bizim
tarikatımızda, bizim kolumuzda cezbe vardır, haktır. Cezbeyi inkâr etmeyin.
Evet, cezbe nereden geliyor?
Rabıtadan geliyor, mürşitten
geliyor. Onun için demek ki mesela bak, bu kadar çok tarikatla karşılaşıyoruz.
Bak, Adıyaman’da da cezbe var. Adıyaman’ın müritlerinde cezbe var. Bunların
haricinde hiçbir tarikatta, hiçbirinde cezbe göremiyoruz.
Evet, cezbe ihtiyarsız; iradeyle
değil, iradesiz oluyor.
Bu iradesizlik nedir? Bu
iradesizlik işte Evliyâullah’ın manevi gücü yaptırıyor.
Evet, cezbelilere bakmayın
gözünüzü açmayın.
Ama dersen ki o niye bağırıyor
da ben bağırmıyorum? O niye ağlıyor da ben ağlamıyorum? Cezbe bir türlü müdür?
Cezbenin çok çeşitlisi var.
Sükût da cezbedir. Sükût
kendinden geçersen eğer, her şeyi gönlünden çıkardın. Şöyle sende bir mestlik,
bir beyhutluk ile Allah sevgisi, Allah aşkı, Resulullah sevgisi, Meşayih
sevgisi gönlünde, böyle seni bir mestlik âlemine düşürdüyse sen de cezbelisin
işte.
Cezbenin çok çeşitleri var:
Ağlamak da cezbedir, bağırmak da cezbedir, hareketle çırpınmak da gülmek de
cezbedir. Gülmek de var. Cezbe gülmeyle de gelir. Kendine hâkim olamıyor,
gülüyor. Bu da bir cezbedir. Neden? Muhabbetten. Hani,
Kılalım
zevk ü cümbüşler
Dedi ya, zevkü cümbüş, tatlı
hareketlerdir. Gülme de bir cezbedir, ağlama da bir cezbedir, efendim bağırma
da bir cezbedir, çırpınma da bir cezbedir.
Öyle, müritte cezbe olur ki şeyh
efendimiz zamanında bir teveccüh yaptığında ihvanların içerisinden bir
tanesinin, Eyüp Efendi de şahit oldu, çokları farkına yetti. Eyüp Efendi demiş
ki felaket (deprem) oldu, hareket oldu zannetmiş. O an kaçmak istemiş.
Fakat ben cezbe olduğunu
anladım. Onun vücudunu sallaması odayı salladı, salonu salladı. Bu iradeyle
olan bir şey midir? Yani oda bayağı sallandı, felaket oldu, diye kalktılar.
Yani demek ki insanlarda böyle
gayri ihtiyari vücudunun silkinmesi bir cezbedir, bağırması da bir cezbedir.
“Allah, hey, hu” neyse bunlar cezbedir.
İradesiz oluyorsa ağlaması
cezbedir, gülmesi de cezbedir.
Bir de var ki hiçbir şey yok,
kendisinden geçmiş, sanki bayılmış gibi. Bu da bir cezbedir. Cezbenin en
makbulü de budur.
Evet, cezbe haktır, bizim tarikatımız cezbe tarikatıdır.
Cezbeyle mürit terakki eder.
Bizim tarikatımızda hem cezbeyle gidilir, hem nefy ü
ispatla yol alınır, hem de şuğul-u bâtınla da yol alır.
Gülden
Bülbüllere Teveccüh Sohbetleri-10
Nefs-i emmarenin
bilinmezjendi
Gönül şehri bahr-i Nil
olmayınca
Burada, gönül şehri bahr-i Nil’den mana:
Bahr demek deniz demektir. Deniz demek:
Allah aşkı bir kulda tecelli ediyorsa onun gönlü denizdir
ve onun gönlü bir Nil nehri gibidir.
Nil nehrinden mana da Allah sevgisidir. Allah’ın feyzi, Nil
nehri gibi onun gönlüne geliyor, doluyor. Nil nehrinin toplanmasıyla ne olmuş?
Onun gönlü bir bahr/deniz olmuş. Onun için,
Bu aşk bir bahr-i Ummandır
Buna hadd ü kenar olmaz.
Neymiş bahr-i Umman? Bahr-i Umman denizi var.
Bu aşk bir Bahr-i ummandır
Buna hadd ü kenar olmaz.
Aşk, Allah sevgisidir. Nerede olur?
Kalplerde olur, Allah sevgisi insanların kalbinde olur.
Demek, Allah sevgisi olan bir kalp, bahr-i Umman
deniziymiş.
Bu aşk bir bahr-i Ummandır
Buna hadd ü kenar olmaz.
Delilim sırrı Kur'an ’dır
Bunu
bilende âr olmaz
İşte tarikatı da insanlar tarikattaki dört esasla yaşar:
Muhabbet, İhlâs, Adap, Teslim.
Muhabbet, meşayihi çok sevmek.
Mademki bu tarikata inandık, geldik, girdik. Bunu bilmek
lazım ve yaşamak lazım. Zaten kelamda,
Sermaye bu yolda heman
Bu yol Allah yoludur tabii. Ama bu yolun sermayesi neymiş?
Sermaye bu
yolda heman,
Teslim
olup şeyhe inan,
Sıdk ile
Allah’a dayan,
Gör almaş
mı ihsan sana
Evet, muhabbet meşayihi çok
sevmektir. Çünkü Allah için seviyorsun.
Hak ile
sevdiğimin var mı vebali
Diye kelamı kibar var.
Hak ile
sevdiğimin var mı vebali
Allah için sevilen hiçbir şeyde
vebal olmaz.
Meşayihi çok sevmek...
Seversin, seversin, seversin. Ne
zaman ki canından da fazla seversen, o zaman muhakkak ki fenafişşeyh oldun sen.
O zaman vasıtayı buldun sen, Allah’a giden vasıtayı buldun sen.
Allah’a biz vasıtasız gidemeyiz.
Cenabı Hak “İleyhil vesilete” buyuruyor. Bir vesile arayın kendinize.
Ama bu vesile nedir, nerededir,
kimdir? Bu, ayette buyrulmuş, hadiste buyrulmuş, kelamı kibarda buyrulmuş.
Ayette buyrulmuş ki: “Allah’ın ipine sarılın.” “Beni sevin, sevdiklerimi
sevin.”
Kelamı kibarda da buyrulmuş ki,
Uyan
gaflet meyinden kalk bu derdin çâresine bak
Kemendi
boğazına tak ara bul kamil insânı
Kement demek bağ demektir.
Cenabı Hak da “Allah’ın ipine sarılın.” diyor. Ama zâhirde bir ip olmadığına
göre bu ip nedir? Cenabı Hak bir başka ayette “Ve kûnû maassadıkîn”
Sadıklarımla olun, buyuruyor. Allah için birbirinizi sevin, buyuruyor. Efendim,
ondan sonra “Beni sevin, sevdiklerimi sevin.” buyuruyor. Bunlar nedir? Bunlar
hep birbirlerini açıklıyor.
Çünkü rumuzlu ayetler hadislerle
açıklanıyor. Rumuzlu hadisler de kelamı kibarlarla açıklanıyor. Burada da işte,
kelamı kibarda da,
Uyan
gaflet meyinden kalk bu derdin çâresine bak
Kemendi
boğazına tak...
Tarihler boyunca Allah bilir
sayısını bu kadar tarikatlar var. “Allah’a giden yolların adedi mahlûkatın
nefesinin adedince.” Bunların hiçbirinde görülmemiştir ki bir mürit zâhirde
boynuna bir kement, bağ takmış da meşayihinin kapısına veya kendisine bu bağla
bağlamış. Görülmüş müdür?
Bu bağ da bu kement de meşayihe
olan bir sevgidir.
Demek ki meşayihi olmayan,
tarikatı olmayan gafildir. Gafil ise uykudadır.
Allah’a şükür, Elhamdülillah,
çok şükür, bin şükür, nihayetsiz şükürler olsun. Bu zamanda Cenabı Hak bize ne
gibi iltifatlarda, ne büyük ihsanlarda bulunmuş. Ne büyük nimetler ihsan etmiş.
Gülden
Bülbüllere Teveccüh Sohbetleri-11
Bilinmez âlemin
sırrı nihândır
Dört şahın
hükmüyle döner cihândır
Dedik. Bu dört şahtan murat
nedir efendiler?
Bu dönen cihan senin cesedindir.
İnsan büyük cihandır.
İnsan büyük varlık ya cihan
senin bu cesedindir.
Evvela, şeriat seni hayvani
sıfattan kurtaracak. Hayvani sıfattan beşeri sıfata geçirecek. Şeriatın olmazsa
hayvani sıfattan geçemezsin, kalırsın. Bu da nedir?
Kitap, sünnet, icma, kıyas.
Farz, vacip, sünnet, müstehap.
Bu dört şahtan murat: şeriat,
tarikat, hakikat, marifet.
Ama tasavvufta bu dört şahın anlamı:
muhabbet, ihlâs, adab, teslimdir.
Tarikatın şartları da bunlardır.
Onun için şeriat, tarikat..
.Şeriat bak, ne yapıyor? İnsanı hayvani sıfattan kurtarıyor. Ama beşeri
sıfattan meleki sıfata geçiren de tarikattır.
Bu tarikatın esasları da nedir?
Muhabbet, meşayihini seveceksin.
Ne kadar seveceksin? Çok seveceksin.
Canından fazla sevdinse eğer,
sen fenafişşeyh oldun. Şeyhin sıfatları sende tecelli eder. Anlaşıldı mı
efendim?
Bu fazla sevmek için şudur ki:
Mesela hani su içiyorsun, şeyhinin su içtiğini görmüşsün, unutma! Her su
içtiğinde şeyhim böyle içerdi, diyeceksin, unutma! Yemek yediğini görmüşsün,
yemeği şeyhim şöyle yerdi, de.
Şeyhinle beraber ye, şeyhinle
beraber yürü, şeyhinle beraber namaz kıl, şeyhinle beraber konuş. Hiçbir zaman
şeyhini unutma, böyle yapa yapa yapa, ne oluyor?
O zaman fenafişşeyh oluyorsun.
Sen O oluyorsun, O da sen
oluyor.
Senin varlığın kalkıyor, şeyh
efendinin varlığı sende tecelli ediyor.
Buna fenafişşeyh deniliyor. Ama
insan buna ulaşmazsa hakikate geçemiyor. Hakikate geçmek için vasıta budur.
Bak, onun için,
Delîl eyle
O zâl-ı evliyayı
Buyurmuş.Ya sonra,
Al
benliğimizi, gitsin irâde
Ar' eyle
cemâlin irgür murâde
Rabılamıg
sensin işbu arâde
Rabıta demek Allah’a
bağlanmaktır. Allah buyurmuyor mu? Allah’ın ipine sarılın. Allah’ın ipine
bağlanın, demiyor mu? Peki, nasıl bağlanacak insan? İp mi var? İp varsa herkes
bağlansın.
İşte burada Allah’ın ipine
bağlanmak ve bu aradaki ip, Evliyâullah’tır.
Hani Cenabı Hak ne buyuruyor?
“Kulum beni sev, sevdiklerimi sev.” Sevdiklerimi sev ki beni sevesin. “Kulum
beni sev, sevdiklerimi sev, kullarıma sevdir.”
Bak, meşayihin esrarı burada açıklanıyor, burada çıkıyor, aşikâr oluyor.
İşte tarikattaki şartlar bunlardır. Bu dört şartı insan elde etmezse tarikatı
anlamış değildir, tarikatı yaşamış değildir.
Evet, bu dört şahtan murat:
Muhabbet meşayihimizi çok seveceğiz.
Bunun delili, Hazreti Peygamber
Efendimiz (Allahümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli seyyidinâ
Muhammed) Hazreti Ömer (r.a.) Hazretleri’ne ne sordu, ne buyurdu?
—Ya Ömer beni ne kadar
sevebiliyorsun?
—Ya Resulullah nefsimden maada
her şeyden fazla seviyorum seni.
—Yok, ya Ömer, sen kâmil bir
mümin olamamışsın. Kâmil bir mümin olmak için beni nefsinden fazla seveceksin.
Ona böyle buyurunca, tabii
Hazreti Resulullah’ın sözü, Hazreti Ömer de seçkin sahabe. O anda ondaki
Peygamber Efendimiz’e olan sevgisi birden öyle çoğalıyor, o zaman diyor ki:
—Ya Resulullah, şimdi siz
buyurdunuz nefsimden fazla seviyorum seni.
—Tamam, şimdi kâmil iman sahibi
oldun, buyuruyor.
Şimdi bakın efendiler, Peygamber
Efendimiz’in bütün emirleri hadistir. Bu olmuştur. Ama kelam-ı kibarda ne
geçiyor?
Bulam
dersen eğer ayn-i imânı
Çalış ki
şeyhinde olasın fâni
Sana senden yakın olanı tanı
Tarikatın
şartları bunlardır. Evet, Allah hepimize nasip etsin. Yalnız burada biz
meşayihimizi ilmel yakin bildik ise Allah bize aynel yakin bilmek nasip etsin.
Aynel yakin bilenlere de Allah hakkel yakin bilmek nasip etsin.
Evet,
insanlar tarafından Allah’ı ilmel yakin bilmek var, aynel yakin da bilmek var.
Âlimler ilmel yakin biliyorlar. İnsanlar var ki aynel yakin biliyorlar,
ilimleri ile âmil olup fazla amel işlemişler yaklaşmışlar. Bir de insanlar var
ki Allah’ı hakkel yakin bilirler.
Hakkel yakin
bilenler Allah’a âşık olanlar. Allah’a âşık olmasa insan hakkel yakin
bilemezler. Çünkü Allah aşkı onun varlığını yakıyor, gideriyor. Varlığını,
perdeleri kaldırıyor.
Hâlbuki
perde kendi varlığı, kendi sa’yıdır. İnsanın varlığı kendi sa’yıdır.
Evet, insan
Allah’ı ilmel yakin biliyor ama çok ırak bir mesafe var. Aynel yakin bilmek ise
yürüdü, gitti, yaklaştı. Yani bu yürüme ise amel işledi, yaklaştı.
Yaklaştı ama
arada bir perde var. O perde arkasını göstermiyor. O perde nedir?
Bilmesi ve
yaklaşmasıdır. Ben biliyorum demesidir. O perde ilmidir, amelidir. O ilminden,
amelinden geçmezse perde ortadan kalkmaz. Bak, Şems geldi Mevlânâ’yı irşad
etti. Niye geldi irşat etti? Onların şeyhleri, büyükleri demiş ki:
—Konya
müftüsü Mevlânâ’nın irşat zamanı geldi. İlmiyle, ameliyle tamamen son makama,
son yere gitmiş. Oradan geçemiyor, bir perde var arada, onu kaldıramıyor.
O perde
nedir? İlmi, ameli. Bak, Şems onun elinden ilmini ve amelini aldı. Koskoca
Mevlânâ’yı etti dindon, hâşâ! Anlamayanlar deli oldu bu, dediler. Onu bir çocuk
gibi yatırdı, kaldırdı, koşturdu, her şeyi ona yaptırdı. Ama irşad etti.
Gülden
Bülbüllere Teveccüh Sohbetleri-12
Varlığım
dağını deldi açtı vuslat râhını
Dost
göründü her taraftan aynıma Leyla gibi
Dosttan mana Allah’tır.
Niye burada “Aynıma Leyla gibi”
diyor?
Mecnun Leyla’ya âşık olmuş.
Leyla’nın aşkı Mecnun’u yıllar boyu yedirmemiş. Yememiş, içmemiş, uyumamış da.
Yemesi de içmesi de uykusu da Leyla’nın aşkı. Bir gün bakmış ki dağlar, taşlar,
ağaçlar, kuşlar hep Leyla olmuş. Kendi de Leyla. Gördüğü her şey Leyla olmuş. O
zaman işte bak buyuruyor ki,
Varlığım
dağını deldi açtı vuslat râhını
Evvel kelamda ne dedi?
Varlık
dağını delmeyen
Deldiği senin varlığındır. O bir
dağdır önünde. O delinmezse dostun yolu açılmaz, ulaşamazsın.
Vuslat demek ulaşmak. Varlığınla
ulaşamazsın ama o dağın delinmesi lazım. İşte onun için buyuruyor ki,
Varlığım
dağını deldi açtı vuslat râhını
Râh, yol. Ulaşacağın, gideceğin
bir yerin yoludur.
Vuslat, ulaşmak. Onun râhı
kapalıydı, o da varlığını deldi açtı. O açılınca,
Dost
göründü her taraftan aynıma Leyla gibi
Bu hilaf mıdır? Değil. Cenabı
Hak “Hüvel evvelû velâhiru vezzâhiru velbâtın” buyuruyor. Zâhir görünen de
benim, diyor.
Bak, göremiyoruz. Varlığımız
perde, varlığımız kapattı ki o görünmüyor. Evet, varlığımız kapattı görünmez
daha.
Gülden
Bülbüllere Teveccüh Sohbetleri-13
Bizim hoşumuza giden dünya
âleminde hoşumuza giden ne olursa olsun bunlar Allah'tan gelmiyor mu? Bizi
huzursuz eden ne olursa olsun bu da Allah'tan gelmiyor mu?
Ama işte burada tefrikaya
düşüyoruz. Tefrikaya düşünce işte o zaman zararımız oluyor, bir kârımız olmuyor.
Çekmiş olduğumuz zahmetler, mihnetler, meşakkatler de yanımıza kalır.
Hani bir hastalığı Allah'tan
bilip ona razı olmazsak o hastalıktan çekmiş olduğumuz zahmet yanımıza kalır.
Onun ecrini alamayız, onun karşılığını bulamayız. Onun bir karşılığı var, ecri
var, sevabı var, mükâfatı var. Nerede? Öbür âlemde.
Cefayı çekmeyen âşık sefayı
bulamaz, buyuruyorlar.
Âşık kim? Allah'ı seven.
Allah'ı sevenin ise dünyada
cefası vardır. Cenabı Hak sevdiklerine dünyada çileyi fazla vermiş.
Onun için evet, Bektaşi'nin bir
tanesi buyurmuş ki:
—Yâ Rabbî ben seni seveyim sen
beni sevme, demiş.
Böyle söz olur mu?
Anlayamamışlar, sen niçin böyle diyorsun? Demiş ki:
—Allah sevdiklerine çok çile
veriyor, ben taşıyamam bunu. Onun için öyle diyorum. Ben onu seveyim, o beni
sevmesin.
Öyle zaten
Cenabı Hak sevdiklerine... Zekeriya Aleyhisselam’ı hızarlarla biçtikleri zaman
melekler ona acıdı. Cenabı Hak da buyurdu ki: “Meleklerim ben sevdiklerime
böyle yaparım.” Bak kelamı kibarda var,
Görün
şehzadeler n’oldu birisi sararıp soldu
Biri susuz
Şehîd oldu bu aşkın macerasından
Şehzadeler kimler burada? Hasan
ve Hüseyin Efendilerimiz.
Onlar bak, dünyada ne büyük
çileler çektiler. Ne büyük acılar duydular onlar. Onların acılarını, sadece
onlar değil, bütün ehli iman o acıyı çekmiştir. Ta ki geçmişte, gelecekte bütün
onların bu acısını her ehli aşk olan bu acıyı çekmiştir ve çeker. Onun için
buyuruyor ki,
Kerbelâ'dan
eksik olmaz nâremiz
Bu nâre nedir? Bu nâre de
müridin cezbesidir. Her cezbeli olan, her ehli aşk olan nedir, o acıyı çeker.
Onların nâresinin doğuşu oradandır.
Kerbelâ'dan
eksik olmaz nâremiz
Biz
hafîd-i Pîr-i Tâgî olmuşuz
Pîr-i
Sâmî'nin çırâğı olmuşuz
Çünkü başka bir kelamda da
vardır,
Başını top
eyleyip gir vahdetin meydânına
Kıl
gazâ-yı Kerbelâ gir kendi nefsin kanına
Seyr kıl
uşşâk-ı Mevlâ nice kıyar cânına
Terk-i cân
etmektir ancak aşk u sevdâdan garaz
Aşk ne, sevda ne? Yani Allah
sevgisi bu.
Allah sevgisinden maksat terk-i
can olmaktır.
Terk-i can olmasa insan zaten
cananı bulamaz.
Canan ne? Canların gelmiş olduğu
bir yer var.
Nereden gelmiş bu canlar?
Allah'tan.
Çünkü bir ruh üflenmiş. Cenabı
Hak “Nefahtü fihi min rûhî” Kendi ruhumdan ruh üfledim, buyuruyor. Bu ruh
oradan gelmişse oraya gidecek yine. “Küllü şeyin yerciü ila aslihi” emri
fermanı var. Cenabı Hak “Her şey aslına rücu edecek.” buyuruyor. Her şey aslına
rücu edecekse ruhun da bir aslı vardır. Zaten bak,
Derman
arardım derdime
Derdim
bana derman imiş
Burhan
arardım aslıma
Aslım bana
burhan imiş
Bunlar hep kelamı kibar,
rumuzludur ama çok manalı bunlar. Çok anlamlı kelamlardır. Yani ne demek
istiyor? Evet, ben derdime derman ararken derdim bana derman oldu.
Hiç insanın derdi derman olur
mu?
Hakiki derdimizi, esas derdimizi
bilsek derman olacak. Bilemediğimiz için derman olmuyor, bütün dertlerimiz dert
oluyor. Eğer esas derdimizi bilsek bizde daha hiçbir dert kalmaz.
O asıl derdimiz, bütün dertleri
yutar. Büyük balık nasıl küçükleri yutuyorsa o da onları yutar, daha dert
kalmaz.
Aslımızı düşünsek zaten
kurtulacağız, düşünemediğimiz için kurtulamıyoruz. Öyleyse,
Burhan arardım
aslıma
Aslım bana
burhan imiş
Aslımız nedir bizim? Ruhumuzun
bir gelişi var.
Nereden gelmiş? Allah'tan
gelmiş.
Bu ruh nereye gider? Allah'a
gider.
Ama gelişte hep bir yerden
gelmiştir ama gidenler hep bir yere gitmezler.
Evet, insanlar hem cismen gelmişler
dünyaya hem ruhen gelmişler dünyaya.
Bu cismen gelişte ve ruhen
gelişte hepsi gelmiş ve bir de cismi gidiş var, rûhi gidiş var.
Bu cismi gidişi de hepsi yapar.
Ağası, kölesi; zengini, fakiri; delisi, akıllısı hepsi bir cisimle gelmiş mi
buraya? Cisimle gelmiş.
Hepsine bir ruh üflenmiş mi? O
ruhla gelmiş.
Fakat bir de ölürken gidiş var.
Ama bu cisimlerin hepsi birden toprağa gidiyor. Çünkü aslı toprak bu cesedin,
toprağa gidiyor.
Hepsi de bir ruhla gelmişse bu
ruhların hepsi Allah'a gitmez. Allah'ın rahmetini kazanan Allah'a gider ama
Allah'ın gadabını kazanan nereye gider? Allah'ın Celal sıfatına düşer ki
gadabına duçar olur.
Allah'ın Cemal sıfatı var, Celal
sıfatı vardır.
Biz Cemal sıfatına sahip
olacağız ki Allah'ın rahmetine gidebilelim, onu kazanabilelim.
Celal sıfatına sahip olursak
eğer Allah'ın rahmetini nereden kazanacağız? Bu sefer de Allah'ın gadabına
düşeceğiz.
Allah'ın Cemal sıfatının sahibi
olursak çok ulvî yüksek âlemlere çıkacağız.
Celal sıfatına sahip olursak
eğer çok süflî aşağılara düşeceğiz.
Burada zaten iradeyi cüziyeyi
elimize vermiş. Eğer biz Allah'a inanaraktan geldiysek bu dünyaya, bizim için
Kur'an inmişse, bizim için peygamber gelmişse biz o zaman ne yapacağız?
Peygambere
tâbî olacağız. Allah'ın emirleri Kur'an'dır; Kur'an'a tâbî olacağız.
Evet, efendiler işte buyurmuş,
Âteş-i
aşkınla yandır Salih’i
Şarâb-ı
lebinle kandır Salih'i
Taklîd'den
tahkîke döndür Sâlih'i
Affeyle
hikmette noksânımız^ var
Burada öyle
bir aşk ver Sâlih'e ki Sâlih yansın, kavrulup yok olsun, kendisini kaybetsin.
Başka kelamda da,
İlahi bir aşk ver bana kandalığımı bilmeyeyim
Ya Rabbi, öyle bir aşk ver ki
nerede olduğumu ne işlediğimi, ne ettiğimi bilmeyeyim, diyor.
Çünkü niçin? Yarın kıyamet
gününde insanlar hesaba çekildiği zaman hesapları melekler görecek. Bir gruba
sıra gelince, o grubun hesabını melekler göreceği zaman, Cenabı Hak: “Yok,
meleklerim onların hesabını ben göreceğim siz görmeyin.” diyecek.
Bunlar kim? Ehl-i cezbe olanlar.
Vecd âleminden bunlarda
görünenler aslında şeriata muhalif değil, fakat onların kelamları anlayışa
muhalif. Niçin?
Bak, Mansur “Ene'l-hak.” demiş
anlayamamışlar. Şeriata muhalif değildi ama anlayamadılar da onun için astılar.
Sonra anladılar ki yok muhalif değilmiş. Onun sözü hatalı değilmiş. Ama
sonradan anladılar. Anlayışa bu ters geldi. Fakat onda tecelli eden
harikuladeden anladılar ki bu söz hatalı değilmiş. Harikulade neydi onda?
Öldükten sonra düşen kanlarıyla “Ene'l-hak.” yazılmış. Nereye bir damla kan
düşüyorsa orada Ene'l-hak yazıyor anladılar ki:
—Ha, demek ki biz bunu
anlayamadık.
Anlayamamışlar. O doğru
söylemiş. Çünkü niçin?
İnsanların nefsi var, ruhu var.
Nefisten söylenirse hatalıdır,
isyan eden nefistir.
Ama ruhtan gelirse ruhtan
gelende hata olmaz. Ruh bir memurdur.
Peygamber Efendimiz’e bile
Cenabı Hak: “Habibim ruhtan sordular sana (Sen ruhtan cevap vermedin). O ruhtan
soranlara de ki ruh Rabbinin emrindedir.” buyurmuştur.
Onun için demek burada ruhtan
kelam eden, ruhtan cereyan eden, bir kelammış.
Zaten kelamı kibar da budur,
ruhtan cereyan eder, ruhtan geliyor, nefisten değil.
Ruhtan geliyorsa, ruhtan gelen
söz zâhire ters görünse de hatalı değildir. O bir esrardır, sırdır. Anlamayana,
bilemeyene hatalı görünür. Bilene hata değil, haktır. Çünkü niçin?
Mansûr
“ene’l-Hak”söyledi
Gördü
hakikat: darını
Mansûr değil
cân söyledi
Cân içre
cânân söyledi
Ol rûh-ı
sultân söyledi
Keşf
eyleyip esrârını
Onu Mansur söylemedi, Mansur da
bir candır ama Mansur'un canının içerisindeki can söyledi. Mansur'un ruh-i
sultanisi söyledi, ruh-i hayvanisi değil, ruh-i sultanisi söyledi.
Ruh-i hayvani var nefisten.
Ama ruh-i sultanisi ruhtan
gelir.
Bir insan kendi bilgisiyle,
kendi görgüsüyle, kendi iradesiyle konuşuyorsa nefsinden konuşuyor.
Ama kendi bilgisi, kendi
anlayışı, idraki değil, kendinden konuşmuyorsa o ruhtan geliyor.
Evet, işte burada diyor ki: Yâ
Rabbî öyle bir aşk ver ki bana, bu aşk beni ne yapsın? Sâlih'i yaksın, yok
etsin varlığını gidersin.
Nasıl ki cisimler ateşe
düşmeyince yok olmazsa, öylece bizim kalbimizdeki cisimleri de ancak Allah aşkı
yakacak, o giderecek, o atacak.
Her şeyin zıddiyeti var. Allah
aşkının sevgisinin yanında hiçbir sevgi barınamaz.
Bütün sevgiler bir taraf, Allah
sevgisi de bir taraf.
O da onun zıddıdır. Allah her
şeyi zıddiyetli halk etmiş.
Zaten Cenabı Hakk’ın böyle bir
emri vardır: “Biz insanlarda bir tane kalp halk ettik, iki tane halk etmedik.”
ki birine dünyayı koysun, birine bizim sevgimizi koysun. Bir tanedir. O bir
tane kalbini dünya ile meşgul ederse biz yokuz orada. Eğer bizimle meşgul ise
dünya giremez oraya.
Allah'ı unutmamak için Allah'ı
çok seveceğiz. Öyle ki Allah'ı unutmayalım. O sevgiyle kalbimizi dolduracağız,
kalbimiz dolacak ki boşluk olmasın oraya daha başka bir şey girmesin. Onun
için,
Âteş-i
aşkınla yandır Salih’i
buyurmuş. Yani bende olan bu
sevgini çoğalt, kalbimde çoğalt ki bu sevgi beni ihâta etsin. Varlığımı yok
etsin.
Nasıl ateş cisimleri yok
ediyorsa o sevgi de benim varlığımı, benim benliğimi yok etsin.
İnsanlarda cüzî irade var, küllî
irade var.
Küllî iradeye geçen kimlerdir?
Âşıklardır.
Evet, ilim de var, amel de var.
İlim, amel de irade ile oluyor.
İrade ile ilim elde ediliyor,
irade ile amel elde ediliyor. İrade de çok kıymetlidir bizim için.
Bizim için iradede iki türlü
aldanma var. Ama şeriatı olan, tarikatı olmayanlardaki aldanış şudur: Cüzî
iradesi farzdır. Eksiklik bırakırsa ne olur? Küfre götürür insanı. Allah'ın
azabına girer, rahmetinden uzaklaştırır.
Ama tarikata geçince iradeye
sahip olmak da nimetine ulaştırmaz, yolunu tamamlamaz, yolunu eksik bırakır.
Bu yol nedir? Şeriat, Tarikat,
Hakikat, Marifet.
Bir insan hakikate ulaşamazsa
yolunu tamamlamış değildir. Hakikate ulaşmak için tarikatı olacak.
Tarikatta da işte şu vardır ki:
Aşk.
Ancak onun kalbinde aşk-ı ilahi,
Allah aşkı, Resulullah aşkı, Meşayih aşkı onun kalbinde çoğalacak ki dünya
çıksın onun kalbinden. Evlat sevgisi çıksın, mal sevgisi çıksın.
Makam, mevki, ilim, amel bunlar
hep varlıktır insanlarda. Hatta insanın kendi sa’yı da varlıktır.
îlim elde eder, ilim çok
kıymetlidir. îlim ile çok terakki eder. İlmiyle terakki etmek de daha sonra ona
manidir.
Ameliyle çok terakki eder.
Ameliyle terakki etmek de daha sonra ona manidir.
Eğer o ilminden amelinden
geçemezse o zaman nedir? Terakki edemez. Yolunu bitirmiş değildir.
Çünkü bu yol mahviyet yoludur.
Mahviyete nasıl düşülür?
Ancak insan cüzî iradesini
kaldırırsa ortadan o zaman mahviyete düşer.
Ama cüzî irade ne zaman kalkar?
Cüzî irade şu zaman kalkar ki:
Sen bir yolcusun o yoldan yürümen için sana bir silah vermişler, bir de at
vermişler, binek vermişler. O atla, o silahla, o binekle gideceksin. Vasıtayla
gideceksin, vasıtan yoksa gidemiyorsun. Silahın yoksa gidemiyorsun, sade
vasıtayla gidemiyorsun. Çünkü eşkıyalardan silahınla kendini koruyacaksın.
Vasıtanla da yol alacaksın. îşte insanlarda ilim, amel budur.
Allah'tan geldik Allah'a
gideceksek böyle. Ama o nereye kadar götürür? Bir makama kadar götürür. O makam
öyle bir makam ki orada at daha yürümez. Orada daha araba yürümez, silahın da
kıymeti yok.
Arabayla silahı da orada
dökeceksin (cüzî iradeyi kaldırma). Bırakamazsan oradan geçemezsin.
Onun için şeriat, tarikat,
hakikat, marifet var.
Şeriatsız olmaz bir defa.
Şeriatımız tamam olacak ki tarikatımız olsun.
Tarikatımızı da tamamlayacağız
ki hakikate geçelim.
Tarikatımızı tamamlamak için
aşk-ı ilahiyi çoğaltmak lazım. Bizde olan Allah sevgisini, verilen bir sevgiyi
çoğaltmak lazım, onu muhafaza etmek lazım. O neden azalıyorsa ondan sakınmamız
lazım. Neyle çoğalıyorsa çoğaltmamız lazım.
Neyle çoğalacak? Hizmetle ve
himmetle.
Hizmet yapmazsak himmet
alamayız.
Himmet alamazsak hizmetimizde
azimli olamayız. Hizmette azim vardır.
Hizmetteki azim denilince
Peygamber Efendimiz: “İki günü müsavi olan zarardadır.” buyuruyor. Hâlbuki bu,
amelde değildir aslında.
Ama yine amelde de vardır.
Amelde de olacak. Amelde de farklılık vardır. Niçin bu kadar ulemalar çalışmışlar,
göz nurları dökmüşler, kitaplar yazmışlar. Zâhir şeriatta efdaliyet aramışlar
değil mi? Bunları da arayacağız, bunları da yapacağız.
Ama en efdal
olan amel de mahviyetle olan ameldir. “Ameli güzel işle işlememiş gibi bil.” Bu
da ancak aşka duçar olacaksın ki ameli yaptım, değil yapamadım, diyebilesin.
Yaptım demek varlık oluyor, yapamadım demek makbul oluyor. Evet efendiler,
Şarâb-ı lebinle kandır Salih'i
buyurmuş. Leb dudaktır, şarap da
keyif veren bir şey insanlara. Ama senin dudaklarından çıkan sözlerin insanları
mest eder.
Şarap ikidir: Biri nefse mestlik
verir biri de ruha mestlik verir. Ruha mestlik veren şarap, Allah sevgisidir.
Nefse mestlik veren de bildiğimiz şarap. Ondan keyif alıyor ki onu içiyor.
Almasa niye onu içsin? Günah olduğunu bildiği halde ondan almış olduğu keyfe
dayanamıyor, o günahı işliyor. Onun zevkine dayanamıyor, o günahı işliyor.
Ama bir şarap da var ki ruha
veriyor bu mestliği, bu keyfi. Onun için,
Bu aşk bir
bahr-i ummandır
Aşk, bahr-i ummandır, bahr-i
umman da büyük deryadır.
Bu aşk bir
bahr-i ummandır
Buna hadd
ü kenar olmaz.
Delilim
sırrı Kur'an'dır
Bunu
bilende ar olmaz.
Kur'an'daki sır nedir?
Kur'an'daki sır şudur efendiler: Cenabı Hak “Nahnu akrabu”
buyuruyor. Kulum ben sana şah damarından daha yakınım.
Bu şah damarından daha yakın olan Allah'ı biz nasıl yakın
bileceğiz?
Ancak onu çok seveceğiz ki onun sevgisiyle kalbimizi
dolduracağız ki ondan sonra Kur'an'ın esrarı da bizde tecellî etsin.
Gülden
Bülbüllere Teveccüh Sohbetleri-14
Teveccühe
gelin ihvan
Kuruldu halka-i
Rahman
Açıldı
ravza-i Rıdvan
Orası cennet bahçesi oluyor,
orası cennet oldu. Cennet görevlileri, rıdvanlar da orada hizmete geldiler.
Bu
meydan-ı muhabbettir
Bu bir
ıyd-ı meserrettir
Burada meydanı muhabbet ise
bizim bu teveccühlerimiz, hatmelerimizdir, sohbet hanelerimizdir. Bir araya
gelmemiz ve muhabbet etmemiz, sohbet etmemizdir. Budur muhabbet haneleri.
Ama ıyd-ı meserret ne? Iyd,
bayramdır. Yani bu da ruhların bir bayramıdır. Zahirde bayramlarda nasıl
nefisler mesrur oluyor, mesut oluyorlar. Burada da ruhlar mesut olur, mesrur
olur. Bu ruhun bayramıdır.
İşte bir de var ki bayramı
bayram olarak bilmek, onu değerlendirmek, onun kıymetini bilmek ve onun
feyzinden, nurundan, bereketinden faydalanmak gerektiği gibi, bizim de burada
teveccühün ruhî bir bayram olduğunu bilelim, buna da kıymet verelim sonra
boşuna gelmiş, gitmiş olmayalım.
Nasıl kıymet vereceğiz buna?
Burada işte biz yoksul olarak, fakir olarak, efendim muhtaç olarak, ihtaç
olarak buraya geldik, diyelim.
Buradaki bayram nedir? Allah’ın
ruhlara olan bir iltifatı olacak, ihsanı olacak. Ama burada biz noksanımızı
bileceğiz, eksikliğimizi bileceğiz, kusurumuzu bileceğiz.
Bak, Cenabı Hak ne buyuruyor:
“Her kim ki Allah için alçalırsa biz onu yükseltiriz.” Burada bir misal
veriyorlar ki gökten düşen yağmur katreleri hatt-ı bâlalarda, yükseklerde
durmaz. Onlar hep kayar gider, çukurlara dolar.
Hatt-ı bâlada kalma ise burada
kendimizi yüksek görmeyelim, kibirli görmeyelim, günahsız görmeyelim, kusursuz
görmeyelim.
Burada çukurlardan mana ise
gönül alçaklığıdır. Alçak gönüllü olacağız, tevazu ehli olacağız ki Allah’ın
yağmur gibi yağan rahmeti (burada görünmüyor ama yağacak) o zaman kalplerimize
dolsun.
Eğer kalplerimiz alçak gönüllü
olmazsa, alçalamazsa o zaman hiç istifademiz, faydamız olmaz. Niçin? Cenabı Hak
buyuruyor ki: “Her kim ki Allah için alçalırsa biz onu yükseltiriz, her kim ki
tekebbür sahibi olursa onu da hakir, yoksul ederiz.”
Allah’ın yükseltmesi, Allah’ın
rahmetine ulaşmaktır.
Allah’ın
yoksul etmesi, Allah’ın gadabına uğramaktır.
Kabiliyet
biz de olmazsa meşayih neylesin
İster ise
mürşidi olsun Muhammed Haşretı
Kabiliyet bizim kalbimizdir.
Bizim kalbimize verilen bir muhabbet var.
Bil
emanettir muhabbet sana Mevlâ ’dan gelir
Doğru
Mecnun olduysan bil ki Leyla’dan gelir
Burada doğru Mecnun olmak demek,
Mecnun bir on paralık kıza âşık olmuş da Allah’a ulaşmış. Allah’ın nuruna
ulaşmış, Allah’ı bulmuş. Mecnun bir on paralık bir kıza, nakısa-i akıl olan bir
kıza âşık olmuş. Peki, biz kâmil mükemmil bir meşayihi tanıdık, kapısında
bekliyorsak (kendime söylüyorum) bizim emeğimiz boşa mı çıkar? Mahrum mu
oluruz?
Ama biz taklidini yapalım da
tahkiki onlardan doğacak. Sâlih Baba öyle buyuruyor,
Ateş-i
aşkınla yandır Sâlih ’i
Şarab-ı
lebinle kandır Sâlih’i
Taklitten
tahk.i.k.e döndür Sâlih’i
Affeyle
hizmette noksanımız var
Her fiilimde ben noksanlık
görüyorum. Hiçbir hizmetimi layıkıyla yapamıyorum. Ama bu bize müjde değil mi?
Taklitten tahkîke döndür Sâlih’i, buyuruyor. Yani taklidimizi, tahkîkî yapacak.
Ateş-i aşkınla ki eğer Cenabı
Hak bize tam manasıyla gönlümüzü ihya edecek bir aşk verirse, o zaman zaten bu
aşkın semeresidir, o aşkın meyvesidir. O aşkın tecelliyatıdır ki insan,
Olmuşum
her bir kusurun nadimi Allah için
Aşkın vermiş olduğu bir ihsandır
ki aşktan tecelli eden bir ihsandır ki bir insan amelini sağlam da yapsa
yapamadım der. Hâşâ Estağfurullah, biz sağlam yaptık demiyoruz. Yine sağlam
yapamıyoruz ama umutsuz değiliz. Biz umut üzerine yaşıyoruz. Çünkü umutsuzluk
küfürdür. Umutsuzluk Allah’ın rahmetini noksan görmektir.
Umudum ne? Umudum şudur ki:
Allah’a şükür Cenabı Hak bize tanıttı. Neyi tanıttı? Büyüklerimizi,
mürşitlerimizi, mürşidimizi tanıttı. Yeter, bu bize yeter.
Gönlüme
nakşoldu hubb-ı cemali
Terk
eyledim cümle hep kîl ü kâli
Dünya
perestlerin çok ise malı
Biçim de İmam-ı çamanımıç var
Biç
Hafid-i Pir-i Tâği olmuşuç
Pir-i
Sami’nin çırağı olmuşuç
Hafîd, torun demektir. Pir-i
Tâğî’nin torunuyuz, Pir-i Sâmî’nin de çırağıyız, buyuruyor.
Evet, ama bizim taklidimiz
insibahtır. Yani biz de onların amelini yapmaya çalışıyoruz inşallah. Bu kadar
teveccüh yapıyoruz. İnşallah taklitten tahkike döner, dönmüştür inşallah veya
döner inşallah, bu ümitteyiz.
Peki, ne demek oluyor bu? Yani
biz layıkıyla yapmasak bile, layık olmasak bile layık ederler. Onların
himmetleri boldur, âlîdir. Onlar merhamet sahibidir. Onlar çok ganidirler,
bonkördürler. Onların bir şeyleri eksik olmaz.
Burada biz yeter ki
eksikliğimizi bilelim, noksanlığımızı bilelim, kusurumuzu bilelim, acziyetimizi
bilelim de bir şey isteyebilelim.
Fakat Cenabı Hak ne buyuruyor?
“Yetimlere, fakirlere, saillere ihsanda bulunun.” Bir de ulemanın insanlara
böyle bir emri varsa Allah insanlara, yetimlere, saillerine böyle ihsanda
yardımda bulunur.
Biz de Allah’ın saili olursak
Allah bize ihsanını etmez mi? Eder amenna ve saddakna. Ama yeter ki biz
Allah’ın saili olduğumuzu bilelim. Allah’ın saili olduğumuzu bilmek için
efendim kusurumuzu ve eksikliklerimizi bileceğiz.
Zaten eksikliğimiz, kusurumuz
çoktur. Her halimiz eksikliktir, her sözümüz noksanlıktır, her işimiz
eksikliktir, noksanlıktır. Niçin, neden?
Mademki bir işi görürken Allah’ı
anamıyoruz. Bir söz söylerken Allah’ı anamıyoruz veya yerken, içerken,
yatarken, kalkarken, konuşurken, alırken, verirken Allah’ı anamıyorsak bundan
daha büyük noksanlık olur mu? Tabii bizler için bu noksanlıktır.
Bir noksanlık
da var ki zahir emirde günahları işlemektir. Günah- sevap, helal-haram,
hayır-şer bilmemektedir. Bu da bir noksanlıktır. Ama tarikatımızda noksanlık
bunlar değildir. İnşallah tarikata giren, zaten bunları yapamaz. Bunları
yapıyorsa tarikattan haberi yoktur. Tarikata girmiş değildir. Bunları yapanlar
tarikata ayak basmış değildir. Ama tarikattaki noksanlık nedir?
Tarikattaki noksanlık da
gafletimizdir.
Bu gaflet
denilince zahirde yine günah işlemektedir. Ama tarikatımızdaki gafletlik Allah’ı
unutmaktır. Yerken, içerken, alırken, verirken Allah’ı unutuyorsak
gafletliktir. Bu da bir eksiklik, noksanlıktır. İşte bunun def’ine çalışalım,
bunun ikmaline çalışalım. Bu gafletimizi atalım, bu gafletten kurtulalım.
Uyan
gaflet meyinden kalk
Bu derdin
çaresine bak.
Kemendi
boğazına tak
Ara bul kâmil insanı
Bil
emanettir muhabbet sana Mevlâ’dan gelir
Doğru
Mecnun oldun ise bil ki Leyla’dan gelir
Küntü
Kenz’in mebdeidir arş-ı â’lâdangelir
Evet, demek
ki bir tarikatta ne kadar mürit, talip varsa bunların hepsinin sevgisi
Evliyâullah’ın nurundan geliyor. Demek ki onun için buyuruyor ki,
Aşk-ı muhabbet hanesi....
Bak, bu aşk-ı muhabbet hanesi,
dünya hanesi değildir. Yani Evliyâullah’ın bir hanesi, tekkesi varsa orada ne
yapıyorlar? Orada bir aşk, muhabbet sahibi oluyorlar. Muhabbet elde ediyorlar.
“Aşk-ı
muhabbet hanesi” onun kalbidir. Gönlümüzdeki aşklar, sevgiler ondan geliyor. O
veriyor, ondan geliyor.
Aşk u
muhabbet hanesi âlem anın divanesi
Hep cümle
hüsnün anesi cümle maâdin kânıdır
Aşk-ı muhabbet hanesi
Evliyâullah’ın kalbidir.
Aşk Allah sevgisidir.
Allah sevgisi onun hanesinden
dağılır.
Öyle değil mi? Bütün müritler
nereden alıyor muhabbeti, kimden alıyorlar? Meşayihten, tekkeden alıyorlar.
Orayı tanımayanlar aşkı bilmiyorlar. Orayı tanıyanlar oraya gidiyorlar ki
onlarda Allah sevgisi tecelli ediyor.
Öyleyse demek ki onların hem
dünya haneleri aşk u muhabbet hanesi, hem de kalpleri aşk u muhabbet hanesidir.
“Âlem anın divanesi” yani
mademki o aşk u muhabbet hanesi olduğu bilinirse, bir de Allah ihsan etmişse,
Allah’a inanan insanların hepsi onun divanesi olur.
Divane demek ona gönülden
bağlanırlar. Yani akılları gider. İşte o zaman Mecnun sıfat olurlar.
Doğru
Mecnun olduysan bil ki Leyla’dan gelir
“Hep cümle hüsnün anesi” derken
onlar bütün güzelliklerin anasıdır.
Burada bir anlamı şudur ki: 79
ahlak-ı hamîdeyi, güzel ahlakları o elde etmiştir.
Bir anlamı da şudur ki: Allah’ın
ne kadar mükevvenâtta güzeli varsa hepsinin güzelidir.
Burada Cenabı Hak buyuruyor ki
“Biz insanı güzel, kıymetli halk ettik.” Ama hangi insan bu? İşte bunlar
velîlerdir.
Niçin? Allah’ın güzelliği
onlarda var. Allah’ın sıfatı onlarda var.
Ama o sıfatı, o perdeyi açmak
lazım. O sıfatı onlarda görmek lazım. Fakat Evliyâullah’ın yüzünde bir perde
vardır. O perde nedir? İşte bu yüzüdür, bu cismidir, o da perdedir. Ama bizim
de bir perdemiz var. Biz perdemizi açacağız ki onun perdesi de kalksın, sade
onun perdesi değil. Onun perdesi aslında açıktır. Niçin bak,
Seni Hak
bilmeyen o geçreviler
Buluğa ermeze. anların imanı
Yar sana
daim nazar eyler
Seni gafil
görürse güzar eyler
Burada yârdan mana Allah’ın
rahmeti, yârdan mana Resulullah’ın şefaati. Çünkü yârdan yardım gelir. Yârdan
gelecek yardımlar, pîrlerimizin himmetidir.
Bunlar burada olacak. Bunlara
ayık olmak lazım. İşte Cenabı Hak: “Saillere ihsanda bulunun.” buyuruyor.
Sailler, fakirleredir. Biz de burada Allah’ın saili olalım, burada
Resulullah’ın saili olalım, mürşidimizin burada saili olalım.
Allah’ın saili olmak için de ki:
—Ya Rabbi bunlar senin hep
kulların. Ama ben sana kulluğumu yapamadım. Bunlar yapıyorlar. Burada kulluğunu
yapanlar var, burada makbul kulların var. Onların makbuliyeti hürmetine beni de
bu kusurlardan, nefisten, şeytandan, nefsin tuzağından, dünyanın esaretinden,
şeytanın mekrinden kurtar beni, muhafaza et. Nefsimi bana bildir. Zâtını
unutturma. Böyle bunları iste.
Peygamber Efendimiz’e:
—Ya Resulullah bunlar senin
makbul olmuş ümmetlerindir. Bunların hürmetine beni de ümmetlikte makbul eyle,
sünnetlerini işlemeyi bana nasib eyle, sana kurbiyeti yaklaşmayı nasib eyle.
Mürşidimize:
—Ya Hazreti Şeyh Efendim, bunlar
senin için gelmişler, hep evlatların. Bunlar sana hizmet görmüşler, himmet
almışlar, sana çok yaklaşmışlar, mahrem olmuşlar ve içlerinde daha mahrem
olanlar var. Bunların hürmetine beni de günahlarımı, kusurlarımı bağışla.
Öyle, bugün bu cemaatin
içerisinde 35-40 senelik ihvan var, değil mi? Şeyh efendimiz zamanından 35-40
senelik ihvanlar var. Evet, yeni ders alan da var.
Bakın şimdi bu şeriatta da
vardır, tarikatta da vardır. Şeriatta bir genç, amel işleyen bir genç, amel
işleyen bir ihtiyarı gördüğü zaman Allah’a şöyle şefi getirecek:
—Yâ Rabbi bu ihtiyar benden
evvel seni tanıdı. Benden evvel sana çok ibadet yaptı. Madem sen emrediyorsun
ki: “Kulum bana nafile ibadette yaklaşır.” Bu sana çok evvelden ibadet yapmış,
yaklaşmış sana. Senin makbul bir kulun olmuş. Bunun hürmetine günahlarımı,
kusurlarımı, beni de bağışla, demesi lazımdır.
Bir ihtiyar da genci gördüğü
zaman:
—Yâ Rabbi ben ihtiyarladım,
ömrüm boşa gitti. Sana layıkıyla kulluğumu yapamadım. Bu genç yaşta bunun
karşısında dünya var iken, nefis var iken, manevi düşmanlar var iken, bunları
bırakmış. Dünya, nefis, şeytan gençliğinden dolayı çevresi, etrafı var, bunları
hep dökmüş, bunları bırakmış da senin yoluna dönmüş. Bunlardan hepsinden kurtulmuş,
yakasını sıyırmış da senin yoluna dönmüş. Bunun sende bir makbuliyeti vardır.
Bu genç yaşta senin yoluna girmişse Yâ Rabbi bunun hürmetine beni bağışla.
Böyle diyecekmiş.
Alçalmak budur, tevazu budur.
Cenabı Hak “Her kim ki Allah
için alçalırsa biz onu yükseltiriz.” buyuruyor.
“Her kim ki tekebbür sahibi
olursa onu hakir ederim.” buyuruyor.
Tarikatta da buraya gelenler de
böyle olması lazım.
—Ya Hazreti Şeyh Efendim ben
daha yeni girdim tarikata, bir şey anlayamadım. Ama burada şu efendilerin
içerisinde daha evvelden alanlar olmuş. Bu tarikatı onlar anlamış, onlar
yaşamış. Hizmet görmüş, himmet almışlar. Sana sözleri geçer onların. Sen
bunları seviyorsun. Bunların hatırası için benim günahlarımı hep bağışla ve
beni bu tarikattan, bu doğru
yoldan sapıtma. Bu yolun nimetlerine ulaştır, demesi lazım. Hani buyuruyor ki,
Heva-yı
hevesten ayık olmadım
Asla bir
amele faik olmadım
Esrar-ıpirime
layık olmadım
O eski ihvan da:
—Evet, ben şu zamandan beri
ihvanım ama anlayamadım, yaşayamadım, yapamadım. Ama yapamadım diye nereye
gideyim? Gidecek bir kapım yok. Gidecek kapım bu kapıdır. Bu kapıda makbul
olanlar var Yâ Rabbi. İşte bu kapıya genç yaşında günahsız olarak gelen var.
Bak, bu tarikata yeni girdi, bunun hürmetine beni de bağışla. Bana da himmet
et, demesi lazım.
Bunların ikisi de Nakşibendî
Efendimiz’in amelleridir.
Nakşibendî Efendimiz’in bir
ameli şuymuş ki kendisi aslında zî-rûh-i evliya olduğu gibi bütün evliyanın
reisi olmasına rağmen, bir ihvan kardeşi Arif-i Dikgirâni Hazretleri, ondan üç
gün evvel tarikata girmiş. Hâlbuki Nakşibendî Efendimiz’in makamı onu çok
geçmiş. Çok ileride olduğu halde zâhirde öyle hürmet ediyormuş ki yolda
giderken ondan evvel gitmiyormuş. Bir akarsuda abdest alıyorlar. Onun arkasına
geçiyor, etrafına geçmiyormuş. Niçin? Tarikata üç gün evvel girmiş diye onu
kendinden büyük görüyor.
Bir gün de dışarıdan gelen bir
kimse Nakşibendî Efendimiz’in ismini duymuş gelmiş. Bu cemaat içerisinde
Nakşibendî Efendimiz’in kim olduğunu bilememiş. Cemaate sormuş:
—Sizin büyüğünüz kimdir burada?
Nakşibendî Efendimiz’in o gün
yeni ders alan bir müridi varmış. Akşamdan boy abdestini almış, sabahtan
sohbetindeymiş. Buyurmuş ki:
—Bizim büyüğümüz budur. Bu akşam
tarikata girdi. Boy abdesti aldı. Bütün günahlarını döktü. Buna daha günah
bulaşmadı, işte budur, demiş.
Evet, işte öyle efendiler. Ayık
olalım. Teveccühün sonuna kadar gözlerimizi açmayalım. Kalbimizi muhafaza
edelim. Allah’a yalvarıcı olalım. Resulullah Efendimiz’e yalvaralım,
mürşidimize yalvaralım, fark etmez. Evet, burada hangisine yalvarmak
istiyorsak, yalvaralım. Burada Allah’ın rahmetini umalım, Peygamber
Efendimiz’in şefaatini umalım, pirimizin himmetini alalım, bunları umalım.
Gülden
Bülbüllere Teveccüh Sohbetleri-15
Her kim ki
şeyhini hak bilmedi, Hakk ’ı dahi bilmez
Şeyhi hak bilmeyen Hakk’ı
bilemez.
Yok
eylemeyen varını maksuduna ermez
Burada varlık denilince soy,
mevkî, apartman, köşk, fabrika, gayrimenkul, arazi bunlar değil. O ilim de bir
varlıktır, ondan da geçilecek. Amel de bir varlıktır, ondan da geçilmesi lazım.
îlim ne yapıyor? Evet, ilim çok
kıymetli ama bir noktaya kadar onun kıymeti vardır. O noktada durur, oradan
geçilmez. Amelin de bir makamı vardır, bir noktası vardır, bir sınıra kadar
götürüyor. O da orada onu bırakıyor, o da geçiremiyor.
Ancak ve ancak sınırları geçmek
için, Allah’a olan bütün perdeleri kaldırmak için, ilmi de atacaksın, ameli de
atacaksın. îlimden de geçeceksin, amelden de geçeceksin.
Ama senin ilmin var, âlimsin
sen, ilminden geçemezsin. îlmin seni aşağı düşürmez, ilmin seni yükseğe
kaldırır. Halbuki burada Cenabı Hak ne buyuruyor? “Her kim ki Allah için
alçalırsa biz onu yükseltiriz. Her kim ki tekebbür sahibi olursa onu da hakir
ederiz” Tekebbür sahibi olmak, kendini beğenmek, yüksek görmektir. Ama alçalmak
demek, tevazu demek. Ne kadar âlim olursa olsun, ne kadar ilmi var ve Fatiha’yı
bilmeyen birinden kendini aşağı görürse, o alçalıyor. Her kim ki Allah için
alçalırsa onun ilmi ona mani değildir. O hiç Fatiha’yı doğru dürüst bilmeyen
bir kimse var. Ama Allah onun kalbinde bir inanç halk etmiş, tam inanıyor,
anlaşıldı mı efendim. O da yükseliyor. Ondaki olan iman cevheri, inancı onu
yükseltmiştir. Ama onu yüksekliği görülmez. Bu bâb’ta Yunus Emre ne buyurmuş?
Bazı kelamlar var rumuzludur.
Bir sinek
bir kartalı
Kaldırdı
çaldı yere
Yalan
değil gerçektir
Ben de
gördüm tozunu
İspat ediyor, yani şahidim
diyor, ben bunu gördüm. Bir sinek bir kartalı vurur mu? Bir kartal 100 bin tane
sineği taşır sırtında. Kartal 100 bin tane sinek de olsa, alıp alıp götürür.
Bir sinek
bir kartalı
Kaldırdı
çaldı yere
Yalan
değil gerçektir
Ben de
gördüm tozunu
diyor. Ama burada efendiler,
işte o kartaldan mana nedir biliyor musunuz?
Niyazi Mısrî Hazretleri çok
büyük bir âlimmiş. Yunus Emre’yi imtihana gitmiş. Yunus Emre’nin de hiç ilmi
yok, ne yapmış? O Niyazi Mısri Hazretleri’ni orada yenmiş. Nasıl yenmiş? Onun
ilmini elinden almış, ilmini silmiş gönlünden, kafasından, artık hiçbir şey
bilmiyor. Onu kendisine mahkûm etmiş. Niyazi Misrî Hazretleri onu imtihana
gelmişken, onun ayaklarına kapanmış ve beni affet, demiş. Af dilemiş, ona
teslim olmuş.
Evet, işte bu kartaldan mana
ilmiyle mağrur olan, ilmiyle kendisini yüksek gören, bir âlimdir. Ama işte
ilmiyle âlim olmak için tevazu ehli olacak. Amelsiz olmaz, ama amelin en büyüğü
tevazudur.
Bizim tarikatımızda da tevazudan
büyük amel yoktur, büyüklerimizin emri de böyledir. Bizde en büyük amel tevazu,
alçalmaktır.
En büyük keramet, keramet
isteriz ya, bizde en büyük keramet takva sahibi olmaktır. Takva: Havf, Allah
korkusu. “Hikmetlerin başı Allah korkusu.” değil mi? Cenabı Hak “Muttaki olun.”
diye bize emrediyor. Muttaki, takva sahibi olan kurtulur; muttaki olmayan
kurtulamaz. Ama muttakinin kim olduğunu Cenabı Hak bize bildiriyor. Ne
buyuruyor? “Sizin en çok muttaki olanınız, en çok Allah’tan korkanınızdır.”
Evet, onun için demek ki bize
göre, şeriata da göre, bütün inananlara da göredir; fakat hepsi böyle amel
edemezler.
Bilmek kolay da tatbikatı
çetindir. Bir şeyi bilmek kolaydır ama onu yapmak çetindir. Onun için burada
tevazuyu, bütün ne kadar inanıp da inancını yaşayanlar varsa bilirler. Ama
tatbikatını yapamazlar, amelinden geçemezler.
Çok vakit, amelinden geçemez ki
tatbikatını yapsın. Ameli onu yüksek gösteriyor.
İlmi var, ilminden geçemez ki
tatbikatını yapsın. İlmi onu yüksek gösteriyor.
Ama burada büyük amel tevazudur.
Tevazudan büyük bir amel yoktur.
Tevazufith
ederfettah babını
Yani fettah bâbı demek açılmayan
kapanmış kapıları tevazu açar. Çözülmeyen düğümleri tevazu çözer. Bağlanmış
yolları tevazu açar, çözer.
Evet, onun için büyük amel
tevazudur.
Keramet ise bizde takva sahibi
olmaktır.
Kemalat ise mahviyettir.
Mahviyet, işte bak kelamı
kibarda bunu ifade ediyor,
Âşık imdi
varlığın ver yokluğa
Yokluk
içinde sana varlık doğa
Bu nedir? Her şey yok olmayacak
mı?
Herkes yok olacaksa, Allah da mı
yok olacak?
Hâşâ, Allah yok olur mu? Bu
kâinat yok iken, mükevvenât yok iken, kim vardı?
Allah vardı. Bunları Allah neyle
var eyledi?
Kün ile
bunları ol var eyledi
Birliğine
cümle ikrar eyledi
Çünkü “Kün” demek, Allah’ın
sanatı demek. Ama bir sanatkâr bir maddeyi bulup yapıyor. Ama Allah bu kâinatı
maddesiz halk etmiş. Maddesiz bu kadar büyük kâinatı, aklının almadığı
varlıkları halk etmiş. Büyük varlıklar var. Cenabı Hakk’ın aklın almadığı büyük
hikmetleri var, kudretleri var. Akıl almıyor, alamıyor.
Onun için burada Cenabı Hak neyi
nasıl yaptı? Yani zamanı mı mürur etti? Allah’ın bir işlemi mi oldu?
“Kün” ol, dedi oldu. Evet
öyleyse. “Fe yekün.” emri tecellî edecek mi? Edecek.
Yok ol dendiği zaman, “Küllü
şeyin halikün illa vechehu.” ayetinde “Allah’ın zâtından başka her şey yok olacak.”
Bütün bu gökteki, semadaki; göktekiler, yerdekiler, denizde, karada, görünen,
görünmeyen ne kadar Cenabı Hakk’ın mükevvenâtta halkiyeti varsa onu insanlar
bilemez. Ne kadar bilse de Allah’ın halkiyetinin yüzde birini, binde birini
bilemez.
Senin varlığın yok olacak. Senin
varlığını yok etmek için Cenabı Hak “Mûtû gable entemûtû” buyuruyor. “Ölmeden
evvel ölün!” diye bize bir emri var.
Ölmeden evvel ölün, nedir?
İnsanlar için nasıl ölmeden evvel bir ölüm var?
İnsan doğdu, öldü. Doğuşu
dünyaya geldi, ölüşü dünyadan gidişi. Ama insanlarda bir ölüm var ki o dünyadan
gitmeden evvel bir ölüm var.
O da varlığından kurtulmaktır.
İşte ne buyuruyor,
Âşık imdi
varlığın ver yokluğa
Yokluk
içinde sana varlık doğa
Burada yokluk demek,
mahviyettir.
Bütün ilminden, amelinden,
malından, canından, cisminden, hepsinden gönlünden çıkartıp attıysa, bir tek
Allah kaldıysa gönlünde ve Allah’tan başka bir şey yok ise gönlünde işte “Mûtû
gable entemûtû.” sırrına mazhar oldu.
Çünkü insanlar ölünce nereye
gidiyor? Allah’a gidiyorlar. Peki sonra insan her şeyi çıkarttı, attı
gönlünden. Demek ki Allah’ı buldu, Allah’a gitti.
Zaten Cenabı Hak “Gâlû inna
lillahi ve inna ileyhi râciûn” Allah’tan geldiniz Allah’a döneceksiniz. Ama bir
de şu da var ki: Bütün insanlar Allah’tan geldiler. İnanan, inanmayan hepsi
Allah’tan geldi. Ama hepsi Allah’a gidiyorlar mı? Gidemiyorlar.
Nereye gidiyorlar? Cennete
gidiyorlar, cehenneme gidiyorlar. Evet, cehennem de Allah’ın bir mahlûku,
cennet de Allah’ın bir mahlûku. Cenneti de halk etmiş Allah cehennemi de.
Allah
cennetini cemalinin nurundan halk etmiş. Cehennemi gadabından halk etmiş. Ama
cenneti rahmetinden, şefkatinden, merhametinden halk etmiş.
Kabiliyet
bizde olmazsa meşayih neylesin
İster ise
mürşidi olsun Muhammed Hazretı
(Allahümme salli
alâ Muhammed) Kabiliyetse burada kab anlamındadır. Kab kabiliyet demektir. Kab
ise bizim kalbimizdir.
Mesela bir kabı taşıyan var
misal. O kabı taşıyan, o kabın içerisine bir madde koydu. O kaptan bir madde,
bir yeme maddesi dağılıyor, ikram ediliyor. Ya da satılan bir yeme maddesi
alacaksın, önüne bir kab getiriyorlar. O temiz kabın içine koyulan temiz madde
kabı kirletebilir mi? Kirletemez. Bir de kabın çok temiz de o kaba sen pis bir
şey alıyorsun, temiz bir şey almıyorsun. O kap temiz olur mu? O kap da pislenir,
kirlenir.
Burada da işte bizim kabdan mana
kalbimizdir. Bizim kalbimize verilen bir muhabbet var. Bu da mürşit sevgisi,
meşayih sevgisidir. Meşayih sevgisi olmayanın kalbinde aşk yoktur, muhabbet
yoktur.
Muhabbet demek Allah sevgisidir.
Ama mürşit vasıtasıyla. Onun için bak, Celâlî Baba hazretleri ne buyurmuş,
Metaımdan
alan gelsin derin deryadan almışam
Bugün
aşkın pazarıdır veren Mevlâmdan almışam
Burada ne diyor? Benim sattığım
herkesin sattığından farklıdır. Mesela adam imalatçı, neyi imal etmişse onu
satıyor. Pazara götürüp onu satıyor. Veyahut da yeme maddesi, giyme maddesi,
efendim çalıştığı alet, kullanılacak olan aletleri ne yapıyor? Yapmış, imal
etmiş, satıyor, pazarlıyor.
Bu da diyor, benim de bir metaım
var, satıyorum. Benim metaımın müşterisi gelsin. Ama ben metaımı derin deryadan
almışım.
Derin deryaysa bir ilimdir. Bu
ilim ise kalp ilmidir. Derin derya dibi olmayandır.
Kalp ilminin dibi yoktur.
Ledünnî ilminin sonu, nihayeti yoktur.
Onun derinliği ölçülmez, onun
sınırı ölçülmez. Evet,
Bugün
aşkın pagandır
Allah aşkını pazarlıyorum, bunu
satıyorum.
Veren
Mevtamdan almışam
Mevlâ; efendi, efendim verdi
bana, sattı. Onun efendisi kimmiş?
Sordular
mürşidin kimdir
Beşir
Efendi’mden almışam
Bunu ondan almışım. Beşir
Efendisi kimden almış? O da Muhammed Sami Efendi’den almış. O kimden almış? O
da Piri Tâğî Hazretleri’nden.
Silsileyi saydığımız zaman bu
halkanın bitimi nerede bitiyor? Peygamber Efendimiz’de bitiyor.
Efendilerin efendisi O.
Ondan geliyor, onda bitiyor.
Efendilik ondan geliyor, onda bitiyor. Ama bu efendilik sen zenginsin, sen
mevki sahibisin veyahut da sen ilim sahibisin hayır, bu değil. İrşat olmuşsan,
bir meşayihe hizmet görmüşsen, onun rengine boyanmışsan, onu irşat etmişse.
İrşat demek insanların kalbinin
açılmasıdır.
İrşadın çok anlamı var. Senin
bilmediğin bir şeyi sana öğretirse dersin ki beni irşat etti. Değil mi?
Bildiğin bir şeyi de sana zararlı bir şeyi, zararlı olduğunu farkına
yetemiyorsun, ama sana öğretirse irşat etti, dersin. Ama bunlar irşat değil.
İrşat insanların kalbinin
açılmasıdır, ancak insanları şâd eden kalbidir. İnsanların kalbidir.
İnsanlarda şâdlık, ferahlık
nerede? Kalbinde, eğer kalbin açılırsa. Sen bir geniş yerdeysen sıkılmazsın,
dar yerdeysen sıkılırsın. Kalbin açılırsa işte o zaman irşat oldun sen. O zaman
şâd oldun.
Ondan sonra daha senin için
mihnet, meşakkat, senin için bir darlık yok, bir böyle. Bir de kalbin sahibi
Allah’tır. Kalbini Allah’a o zaman teslim ediyorsun, o mülkün sahibi odur. O
tasarruf eder, sen tasarruf edemezsin.
Sen tasarruf ediyorsan bu
kalbine gelenler niye geliyor? Koyma gelsinler hadi. Koyma! Her şey geliyor.
Mesela inanan bir Müslümanın
nefsi var. Allah öyle halk etmiş, nefse fırsat vermiş, şeytana fırsat vermiş.
Şeytan kalbe vesvese, her şey getiriyor. Senin nefs-i emmaren var. Allah’ın
yasak ettiği gayri şeyleri işliyorsan bunu nefs-i emmaren işletiyor.
Peki, ama bir defa muhalif şey
evvel kalbine geliyor. Bu kalbine gelen muhalif şeyi niye atamıyorsun?
Atabilirsin, ama gelmesine mani olamazsın. Hâlbuki hiç gelmesini istemiyorsun.
Sen bir hanede oturduğun zaman,
kapısı açık hanedesin ama senin sevdiklerin var, hoşuna gidenler var, hoşuna
gitmeyenler var. Kapıyı şimdi kapatsan sevdiklerin de giremez, alamazsın içeri.
Açsan sevmediklerin de gelir, çünkü kapı açık. Sevdiğin de var, sevmediğin de
var. Ama bu sevdiğin geldiği zaman bak, ne yapıyorsun? Ondan sefa duyuyorsun,
onun gelmesine seviniyorsun, neşeleniyorsun, rahatlıyorsun, ferahlıyorsun. Hoş
sohbet ediyorsun. Bir de var ki sevmediğin bir kimse geldi, girdi, sıkıyor
seni. Gelmesini istemiyorsun ama geldi. O geldi, şimdi onunla mücadele et.
Zaten geldi o. Onunla mücadele et, onu atmaya bak, atmaya da gücün var. Girdi
seni sıkıyor, atarsan sıkıntıdan kurtuldun. Atmazsan seni sıkar.
Öyleyse demek ki insan gelmesine
mani olamaz, gelmesine mani olamıyoruz ama onu kalbimizden atacağız. Ne zaman
ki bunları kalpten geleni attın; ata, ata, ata, tükenecektir, bitecektir.
Bir ateş yandığı zaman, o ateşe
insanlar yakacaklarını atarlar. Attılar yandı, yine attılar yandı, daha başka
bir şey bulamıyor ki atsınlar. Ateş daha neyi yakacak? Bir şey bulamıyorlar ki
atsınlar. Herkes attı, attı. Büyük-küçük, azılı bir ateş atılanı yakıyor, daha
bir şey bulamıyorlar ki atsınlar. Neyi yakacak bu ateş? O zaman kendisi
sönecek.
Bu da işte aşkın sonu mahviyettir.
İnsanların kalbinde aşk olmazsa,
insanların kalbi temizlenmez.
Kalbindeki muhalifler gitmez,
bitmez, tükenmez. Bu muhalif tükenmez. Bu bir tane, beş tane, yüz tane, bin
tane değil ki. Gelmiş, yaşamış olduğu ömür boyunca çok arzuları var. Zaten nefsin
varsa, bu nefsin arzuları bitmez tükenmez. Bunların hepsi kalbe gelir, gönüle
gelir.
Ama ruhun tek bir arzusu var.
Bütün bu nefsin arzularını
gönülden atan çıkaran ne olur? Bu bir anda da olur. Bu uzun bir zamanda da
olur, kısa bir zamanda da olur.
O da artık insanın kabiliyetine
göre. Alacağı göreceği hizmete göre, alacağı himmete göre, daha da ihlâsına,
müridin ihlâsına göredir.
Sermaye bu
yolda heman
Teslim
olup şeyhe inan
Sıdk ile
Allah’a dayan
Gör olmaz
mı ihsan sana
Bak, mesela bu tarikat bir adımdır,
kırk adımdır, yüz kırk adımdır.
Bu tarikat bir dakikadır, bir
saattir, bir gündür, bir haftadır, bir aydır, bir yıldır, on yıldır, kırk
yıldır. Değil mi? Bu da nedir? Bu da eğer bir Evliyâullah’ın nazarına
uğradıysan. Onun için Mevlânâ buyurmuş,
Yek nazar
eylese arif-i billâh
Aslı
kemhareyi mücevher eyler
Arif-i billâh, Allah’tan ayık
olan. Yek nazar, yani Farisi’de yek bir demektir. Bir nazarda, bir bakışta,
kara taşa bir bakarsa, onu mücevher altın yapar, diyor.
Kara taştan mana işte bizim
mülevves, kirlenmiş, paslanmış, masiva kirleri ile dolmuş olan kalbimizdir. Onu
bir bakışta, bir nazarda, onu ne yapar? Siler atar, mücevher altın yapar. O
kararmış, katılaşmış, sertleşmiş, pis mülevves olmuş kalbimizi ne yapar? Siler
temizler, genişletir, aydınlatır, evet teslim eder. Bir nazarda da oluyor. İşte
Sâlih Baba böyle bir nazara uğramış.
Pîr-i Sâmî
tuttu destim sakiyi sahba gibi
Yek
nazarda aklım aldı dilber-i rana gibi
Varlığım
dağını deldi açtı vuslat rahını
Bir
nefeste cuşa geldi şehr-i dil derya gibi
Bir nefeste bir nazarda diyor
benim kalbimi derya etti. Şehr-i dil de burada dil şehri kalptir. Kalbimi derya
etti, derya gibi kalbime bir ilim aktardı.
Vahdetin
sırrını duyup yağmaya verdim gönlümü
Dost
göründü her taraftan aynıma leyla gibi
İşte teveccüh Allah’a
yönelmektir. Biz de Allah’a yöneleceğiz. Ama bu Allah’a yönelmemiz şöyle
olacak. Biz kendimizi kusurlu, günahkâr olarak göreceğiz. Çok muhtacız. Neye?
Hani bir insan çok fakirdir. Çok
fakir olunca bir ağaya, zengine ihtiyacı vardır. Fakir çok ihtiyaçlı, neyi
giderecek? Üşüyor. Çıplak, giyecek bir şeyi yok ama zengin birine giderse
kıyafet versin de bu soğuktan kurtulsun. Daha da aç kalmış, bir lokma ekmeği
bulamıyor, yesin. Aç kalmış, açlık neticesinde helak olacak. Bu bir ihtiyaçtır
işte. Bir zengine gider de işte o para versin veya bir lokma ekmek versin de o
açlıktan da kurtulsun, bu hayat meselesi.
Evet, şimdi bizim de manevi
olarak aç olduğumuzu, manevi ihtiyacımızın olduğunu bilmemiz lazım. Bu da işte
bizim noksanlığımız, evvela bir defa noksanlığımızı bileceğiz. Allah bizi
noksan halk etmiş.
Her ne kadar noksanlık denilince
neyi anlayacağız? Günahlar, yasakları anlayacağız. Ama bu günah işleyenlere
göre.
Bize göre de bir noksanlık var.
Bize göre noksanlık da şudur ki: Tam layık ile Allah’ın vermiş olduğu
nimetlerin karşılığında biz ona şükür yapamıyoruz. Allah’ın vermiş olduğu bize
sıhhat karşılığında biz ona zikir yapamıyoruz, şükür yapamıyoruz, zikir
yapamıyoruz, layığı ile amel işleyemiyoruz. Bu, bir.
İkincisi mesela icabında bizde
olan bir hastalık. Veyahut da herhangi bir şeye dayanamamazlık. Allah’tan gelen
en ufak bir iptilaya bile dayanamıyoruz. Bu bir noksanlık değil mi?
Niçin velîler onlara
dayanıyorlar? Niçin peygamberlere Cenabı Hak daha çok büyük çileler vermiş?
Onlar dayanabiliyorlar da biz dayanamıyoruz. İşte noksanlıklar budur. O zaman
demek ki.
Kişi
noksanını bilmek gibi irfan olamag
Biz noksanlıklarımızı bileceğiz.
Noksanımızı da burada işte
amelde eksikliğimiz var. Yapıyoruz, yine layığı ile yapamıyoruz. Allah bize bu
zamanda bilhassa çok bol rızık vermiş, biz zevk sefa içerisindeyiz. Yine de
nankörlük ediyoruz, yine de şükredemiyoruz.
Bakın efendiler, inanın buna.
Cenabı Hak hiçbir asırda bu asırdaki insanlara, hiçbir nesile, bu asırdaki
nesile vermiş olduğu rahatlığı sefahati vermemiştir. Yarım asır evvelini de
biliyorum. Elli sene evvelki insanların geçimi nerede, şimdiki insanların
geçimi nerede? Hiç birbirlerine benzerliği, yakınlığı yok. Çünkü elli sene
evvel geçim bin bir meşakkatle karşılanıyordu, elde ediliyordu.
Bu geçim nedir biliyor musunuz?
Açlık, çıplaklık.
Açlığı, çıplaklığı gidermek için
adam binbir meşakkatle geçim elde ediyordu. Şimdi geçim açlık, çıplaklık değil,
şimdi geçim zevki sefadır.
Her şey makineleşmiş, her şey
otomatikleşmiş, bu petroller çıkmış, vasıtalar çıkmış. Efendim makinalar
çıkmış, daha insan gücünden her şey çıkmış, hep makineye bağlanmış. Onun için
işte rahatlık, sefahat var. Fakat bunun şükrünü yerine getirmiyoruz.
O elli sene önceki nesil bin bir
meşakkat karsısında bu geçimi sağlarken yine şükrediyorlardı, sabrediyorlardı.
Bak, bugün onlarda olan şükür, sabır yok.
İşte bu da bir noksanlık değil
mi bize? Büyük noksanlık. İşte bunların ikmali için bunlardan da kurtulmamız
için geldik buraya.
Allah’ın bir hak kapısına
geldik. Allah’ı istemeye geldik. Çünkü Evliyâullah sohbetinde der ki,
Bâbını
çalar taamını yerim
Bâb, kapı demek. Taam ise yemek.
Kapısını çalar yemeğini oradan alır, yerim, diyor.
Bir dilenci bir zenginin
kapısına gittiğinde o kapıyı çalması lazım ki o kapıdan bir parça ekmek alsın
yesin.
O kapıdaki dilenciden mana, onun
delili nedir? Bak, Cenabı Hak buyuruyor ki: “Fe emmel yetime felâ tekhar, ve
emmes sâile felâ tenhar” Yetimlere saillere ihsanda bulunun. Allah bir sâile
ihsanda bulunun derse, biz de onun sâili olursak bize ihsanda bulunmaz mı? Ama
onun sâili olduğumuzu bileceğiz.
İşte bu kapı onun kapısı. Onun
sâiliyiz, onun dilencisiyiz, onun kapısına geldik, dileniyoruz, bunu bileceğiz.
Burada zenginlik dostla
buluşmak, bir kemal sahibi olmaktır.
Bak, nasıl ki İbrahim Ethem
Hazretleri Belh padişahı imiş. Padişahlığı bırakmış gitmiş, bir gece yatağından
genç bir hanımı varmış, onu bırakmış, çıkıp gitmiş. Yani genç bir padişah
tahtını, tacını bırakıp gitmiş. Bir şeyh bulmuş onun dergâhında hizmet görmüş.
Ne yapmış orada? Yedi sene sırtında dağdan odun çekmiş getirmiş. Yedi seneden
sonra orada irşat olmuş. Padişahın halkı da padişahlarından çok memnunlarmış.
Buluruz diye arıyorlarmış, padişah tayin etmemişler. Derviş olduğunu, nerede
olduğunu hiç kimse bilmiyor. Fakat ona şeyh efendisi bir görev yetki vermiş,
irşat etmiş.
—Hadi sen de irşat et, artık
görevlisin. Git belli bir mekân, yer belli et. Halkı topla onlara nasihat et
onları irşat et, demiş.
Bu da gitmiş sohbet ediyor.
Derya kenarında bir mekân bulmuş. Sohbetin etrafına zaman zaman çoğalıp
geliyorlar. Kerametinden, sohbetinden işte çok mübarek zât diye böyle
duyuluyor, her taraftan geliyorlar. Belh halkı da duyuyor. İbrahim Ethem işte
şeyh olmuş, bilmem nereye tekke kurmuş, diye. Bu halk padişahlarını alıp
götürmeye geliyorlar. Çünkü padişah tayin etmemişler. Geliyorlar nerede
buluyorlar? Evet derya kenarında dergâhı var, bir mekânı var. Denizin kenarında
böyle pardösüsüne iğne iplik elinde yama vuruyor, bunu böyle bulmuşlar.
—Selamın aleyküm, aleyküm selam,
hadi seni biz götüreceğiz. Yedi senedir seni arıyoruz bulamıyoruz, demişler.
—Gidin ben padişah olmam, gidin
padişahınızı bulun. Demişler ki:
— Padişah tayin etmedik.
—Gidin kendi aranızda
padişahınızı tayin edin, ben daha gelmem. Ben bu pis dünyaya daha elimi sürmem,
demiş.
—Olmaz seni götüreceğiz, cebri
götüreceğiz, demişler.
Anlamış ki bunlar cebir
kullanacaklar. O zaman kendinin maneviyatını, manevi gücünü bunlara göstermiş.
Demiş ki:
—Bir şartım var. Onu yerine
getirirseniz gelirim?
—Nedir şartın?
Demişler. İğneyi atmış deryaya,
demiş ki:
—Bu iğneyi bulur getirirseniz
gelirim.
Şimdi deryada iğneyi arayıp
bulmak insanların kârı değil. Bunlar aciz kalmışlar. Demişler ki:
—Sen bunu bahane ettin. Deryada
iğne bulunmaz, ama biz yine de seni götüreceğiz. Demiş ki:
—Siz şimdi bu iğneyi
getiremiyorsunuz.
— Getiremiyoruz efendim.
—Bakın gözleyin, benim iğnem
gelecek.
Deryaya bir seslenmiş böyle
yumuşak ve buğulu bir sesle.
—Ey balık, Allah rızası için
benim iğnemi getir, demiş.
Bir balık iğne ağzında başını
çıkarmış sudan, uzatmış iğneyi o da almış, bunu görmüşler. Tabii bir manevi
gücünü görmüşler. Tehditle zorla götüreceklerdi. Daha bakmışlar bu sefer manevi
gücünden kahrından korkmuşlar, bedduasından korkmuşlar. Demiş ki:
—Gidin babam. Ben Belh padişahı
iken insanlara emrediyordum, sözüm geçiyordu. Ama şimdi Allah beni maneviyat
padişahı etti. Bak, balıklara da benim sözüm geçiyor.
Onun için
burada da evet kalbî cihadımızı yapacağız. Bu Allah’ın emridir. Bu cihattır,
büyük cihattır, cihad-ı ekber kalbî cihattır.
Kalp büyüyor, kalp büyüdükçe aşk
da çoğalıyor.
Aşk, Allah sevgisi daha çok
geliyor. Mürit vardır ki onun kalbine bakın bidayette böyle.
Bak, rabıta tarifinde bu
başparmağın kalınlığında feyz-i ilahi, Allah sevgisi, nereden geliyor? Mürşidin
iki kaşının arasından geliyor, amenna ve saddakna.
İşte Cenabı Hak buyuruyor, değil
mi? “Kulum beni sev, sevdiklerimi sev.”
Mürşidin iki kaşının arasında
gelen nedir? Allah sevgisi.
Allah “Sevdiklerimi sev, beni
seversin.” diyor. Ama başlangıçta bu başparmağın kalınlığında feyz-i ilahi büyüyor,
o kat büyüyor, çoğalıyor.
Mesela şimdi bir çocuğu
düşündüğümüz zaman, anne bir çocuğu dünyaya getirir. Ona anne mama verir. Ne
kadar? Mesela diyelim ki bidayette on gram süt içebiliyor. O bir aylık oldu, o
on gram süt onu daha doyurmaz. Süt yüz gram olur, öncekinden daha fazla.
Memesini bu sefer yiyemiyorsa, ona daha ayrı mama veriyor. Daha büyüyünce yeme
gıdaları veriyor.
İşte bir müridin ruhu da
aynıdır. Bidayette tarikata girince, bir Evliyâullah’ın velâyetinde, bir anne
nasıl bir çocuğu kucağında memesinde büyütüyorsa, o müridin ruhu da
Evliyâullah’ın kucağında memesinde büyür.
Evliyâullah’ın manevi memesi
vardır.
Şiğ
memeden, şiğ memeden,
Olayım
kucağında, emerim şiğ memeden
diye kelamı kibar var. Tabii
mecazı var, hakikati var. Şiğ meme Evliyâullah’tadır. Bu müridin ruhunun
memesidir. Bu meme ağzından çıkarsa, bu meme büyütmezse o mürit ne oluyor? Bak
Yunus Emre,
Senin
aşkın denizben bir balıkcak
Balık sudan çıka hemen ölüdür
Diyor ki balık nerede yaşar? Suda. Deryadan çıktı mı ölür.
Senin aşkında benim ruhumu, öyle bir balığı ihâta etmiş gibi etmiştir. Senin
aşkından ayrılırsam eğer benim ruhum ölür, amenna ve saddakna.
Gülden
Bülbüllere Teveccüh Sohbetleri-16
Gönülfehm
edeli “lâ”dan “illâ”yı
Mecnûn-veş
biz de bulduk Leylâ’yı
Bak, burada “Lâ” ne? “İlla” ne?
La ilahe illallah, deniliyor değil mi?
Allah’tan başka Allah yok. Zaten
Allah yoktan her şeyi var etti. Her şey yok olacak, Allah kalacak. Değil mi?
Ama bir defa insan her şeyi
kalbinden, gönlünden çıkaracak ki o zaman gönlünde Allah da kalsın. İnsanın
gönlünde Allah’tan başka neler varsa o zaman Allah olmaz onun gönlünde. Evet
diyor ki,
Gönülfehm
edeli “lâ”dan “illâ”yı
Bir insanın gönlü her şeyi
fehmeder anlarsa ki ne kalır?
Allah’ın bir tek varlığı kalır.
İnsan her şeyi kalbinden
çıkarırsa ve bir tek Allah’ın varlığını kalbinde düşünürse, ne olur?
Gönülfehm
edeli “lâ”dan “illâ”yı
Ama nerede bulmuş “Lâ”yı,
“İlla”yı? Bakın,
Mecnûn-veş
biz de bulduk Leylâ'yı
Nûr-ı
cemâlinde seyr et Mevlâ’yı
Bir rûh-ı
musaffa mir''âtımız var
Mecnun on paralık bir kıza âşık
olmuş. Ama nasıl âşık olmuş ki onun yüzündeki güzellik Mecnun’a gıda olmuş,
uyku olmuş, yeme olmuş, içme olmuş. Mecnun Leyla’nın yüzünde bir güzellik
görmüş. Aslında Leyla o kadar güzel de değilmiş. Eğer Leyla o kadar güzel
olsaydı, o kadar zenginler var, ağalar var, beyler var. Mecnun’a bırakırlar
mıydı? Mecnun fakir bir kimse, onun için vermemişler. Leyla’yı istemiş
vermemişler. Ama ona âşık olmuş, onu öyle güzel görmüş ki Allah onu o kadar
güzel göstermiş ki dünyada daha onun gibi güzeli yok.
Ama bak, onda Allah’ın sıfat
nurunu görmüş. Mecnun Leyla’da Allah’ın sıfat nurunu görmüş. Allah onu çok
güzel göstermiş. O güzellik onun gönlünü öyle almış ki yıllar boyu yememiş,
içmemiş, uyumamış. Üç gün uyumasak deli oluruz. Üç gün yemesek kalkamayız, gezemeyiz.
O yıllar boyunca yememiş ve uyumamış.
Neticede bakmış ki bütün her
şey, eşya, taşlar, kuşlar, ağaçlar, dağlar, insanlar hep Leyla olmuşlar. Onun
gözüne hep Leyla görünüyor. Kendi de Leyla olmuş.
Evet, Mecnun on paralık bir kıza
âşık olup Leyla’nın sevgisinden dolayı aşk-ı mecazdan aşk-ı hakikate ulaşıyor.
O sevgiden dolayı Leyla ona bir ayna oluyor, Allah’ın sıfatına ulaşıyor.
Leyla ona bir ayna oluyor ama
işte ne diyor, ne ifade ediyor? Leyla aslında çok güzel değil ama çok güzel
görünmüş. O güzelliği hep eşyada görüyor, her yerde görüyor. İşte bu kelam onu
ifade ediyor,
Gönülfehm
edeli “lâ”dan “illâ”yı
Mecnûn-veş
biz de bulduk Leylâ’yı
Ne demek? Yani Mecnun bütün her
şeyi “Lâ” gönlünden çıkardı. Bir tek Leyla’nın sevgisi kaldı.
Eğer Mecnun’un Leyla’ya olan
sevgisi bizim de meşayihimize olsa nimete ulaşacağız, diyor.
Mecnûn-veş
biz de bulduk Leylâ'yı
Nûr-ı
cemâlinde seyr et Mevlâ’yı
Bir rûh-ı musaffa mir''âtımız var
Ama o kelamı kibarlar da güzel
olsun. Güzel deyince hepsi güzeldir de bir tenkit mahiyeti vardır, bir de
okşama mahiyeti vardır. Peki, her ikisini de kabulleşin.
O tenkit mahiyetinde ise onu
nefsinize mâl edin.
Eğer okşama, sevme mahiyetinde
ise onu ruhunuza mâl edin.
Niçin bak, Beyazit-i Bestami
Hazretleri mübarek, genç yaştayken onu sahavetinde insanlar çok seviyorlar.
Onda öyle bir akıl, öyle bir zeka, öyle bir davranış, ahlak, hüner var ki artık
insanlar bütün bunu parmakla gösteriyorlar. Daha böyle bir insan yok, diyorlar.
Kendisi de genç daha, onu öyle seviyorlarmış, methediyorlarmış.
Evet, Şeyh Şibli Hazretleri’nin
sohbetine devam eder, gidermiş. O kadar sevilmiş, o kadar methedilmiş ki
dillerde söyleniyor. Artık şeyh efendi onun şöhretini kırmak için bak, ne
yapmış?
Bir gün büyük bir cemaate sohbet
ederken Beyazit-i Bestami Hazretleri de gelmiş. Onun esas ismi Tayfur’dur.
Cemaatten içeri girerken daha şeyh efendi cemaate hitap etmiş, demiş ki:
—Sizin metih ettiğiniz (haşa
tövbe estağfurullah, şanına layık olmayaraktan) bu hınzır mı?
Öyle deyince hiç onun ağrına
gitmemiş, hiç gadaplanmamış, hiç kötüsüne gitmemiş, ne olmuş? O söz ona bir
ilaç olmuş, o söz onun yarasına bir merhem olmuş, o söz onun irşadına vesile
olmuş. Niye?
O zaman o sözü kabulleşmiş demiş
ki:
—Eyvah demek ki henüz nefsim
hınzır sıfatından daha tebdil edememişim.
Ve Allah’a
sığınmış, orada öyle bir sığınma ki kendisinden geçmiş, bayılmış orada geçmiş.
Bak, ne olmuş orada? Orada çok terakki etmiş ve irşat olmuş. Evet, bunlar
olabilir.
Hubb-ı
Rüstem’imi bend etpâyine
Fırsat
verme bu emmâre hâine
Bugünkü
ihsânı koyma yarine
Düşürme
sultânım ferdâya biyi
Bak, fırsat verme bu emmare
haine, diyor. Peki, bu nefsi emmare sahibine söylenir. Ama bu nefsi emmareden
geçmişlere de isabet edecek. Ama yine o nefsine mâl etsin. Çünkü bu esas bütün
kelamlar burada bütün metihler, zemmetmeler, övmeler, sevmeler, dövmeler hepsi
burada iki şey var:
Medhe
lâyık pîrimig var zemme lâyık nefsimiy
Bu iki şey bütün her bir gelen
iyilikleri, metihleri, hürmetleri, hizmetleri her şeyi,
Medhe
lâyık şahımıy var
Pîrine mâl et, rabıtana mâl et. Onu da sen kendi iyiliğinden bilme,
kendinden bilme. Onu kendinden bilirsen varlık sahibi olursun. Varlık olursa,
Allah korusun, yok olmaktır. Evet, çünkü bu şeytanın sıfatıdır. Ama bir de sen
dövüldüğün zaman, zemmedildiğin zaman, sana insanlar eziyet ediyor, itâle
ediyor, sevmiyorlar, efendim çok zararları oluyor, çok iptilalar geliyor,
bunları da o zaman nefsine mâl et. De ki bunlar nefsimdendir.
İyi şeyleri,
güzel şeyleri rabıtandan bil. Sevildiysen, övüldüysen, iyilik gördüysen
rabıtandan bil. De ki:
Benim sevilecek
bir tarafım yok, iyi bir tarafım yok, rabıtam sevdiriyor. Rabıtam bana bu
iyilikleri yaptırıyor.
Böyle
derseniz varlık olmaz. Öbür taraftan eğer bir insan senin kıymetini bilmiyor,
seni itâle ediyor, sana eziyet ediyor. O zaman nefsinden bil. De ki:
Buna
müstahakım, müstahak olmasam niye bu adam bana bu sözü söylesin? Niye bu adam
bana bu kötülüğü yapsın? Daha da büyüğüne müstahakım ama yine de Allah, pîrim
ihsan ediyor da hafif geçiriyorum.
Ey nefis!
Kolay kurtuluyorsun, bu sana azdır, daha çok olması lazım ama yine himmet
oluyor, kolay geçiyorsun.
Tasavvuf da
böyle olacak.
Gelse celalinden cefa
Yahut cemalinden sefa
İkisi de cana şifa
buyrulmuş.
Evliyâullah’ın kelamında olsun veyahut da zâhirde iltifatında olsun veyahut da
bâtınından olsun, tüm gelenler; bir müridin bütün başına gelecek sevilmeler,
dövülmeler, iyilikler, hastalık, sağlık, kâr, kazanç bunlar hepsi
Evliyâullah’ın bâtınından geliyor.
Mürit ise
öyledir. Mürit değilse o zaman ona sözümüz yok. Niçin bak öyle buyuruyor,
Kakıyıp düğerse artır hubbunu
Sevdiği deriyi çok çiğner debbâğ
Akşam
sohbette kelamı kibarda geçti ya,
Sevdim seni seydâ-yı cihân hayır ve şerde
Bu niye söylenmiş? Hayrı ve
şerri de rabıtasından biliyor.
Hayır, şer ne? Dövülme,
sevilme; zarar, kâr; sağlık, hastalık. Bunları hep rabıtasından biliyor.
Sevdim
seni seydâ-yı cihân hayır ve şerde
Gülden
Bülbüllere Teveccüh Sohbetleri-17
Biz, Allah Allah Allah,
zikrimizi yaparken lisanen yapmıyoruz, kalbimizden yapıyoruz. Her zaman bizim
zikrimiz Lafza-yı Celal, kalbî zikirdir. Bu çünkü zikirlerin en efdalidir. Bir
taraftan Cenabı Hak “Nahnü akrabu” Kulum ben sana şah damarından daha yakınım,
buyuruyor.
İşte kalpten sen Allah Allah
zikrini yaparsan o uzaktakini yakına getirmiş olursun. Ama Allah Allah tabii
lisanen değil kalben oluyor. Ama sade Allah Allah Allah denilip de kalbi de
Allah ile meşgul etmek lazım. O zikri yaparken kalbi Allah ile meşgul etmek
lazım. Başka bir şey gelmesin kalbe, bu zikri yaparken. Zikirlerin en hulâsası
budur.
Evet, Peygamber Efendimiz’in bir
emri var ki: “Zikrin en hayırlısı gizli yapılan, rızkın en hayırlısı da yeteri
kadar olandır.” buyurmuş. Daha başka bir emrinde Cenabı Hak buyuruyor: “Üd’û
rabbeküm tadarru’ân ve hüfyeh” Beni kalbinizden gizli zikredin, buyuruyor.
Onun için zikirlerin en efdali
Lafza-yı Celal’dir.
Çünkü Allah’ın bin bir ismi var.
Evet, bin ismi sıfatlarının ismidir, o bir olan Lafza-yı Celal o da zâtının
ismidir.
Bin ismi, sıfatlarının ismi; bin
birinci ismi Lafza-yı Celal, Allah’ın zâtının ismidir. Allah’ın zâtının ismi
bir: “Allah”tır, Lafza-yı Celal.
Onun için burada bizim zikrimiz
Lafza-yı Celal olduğu için yolumuz çok kısa oluyor, kolay oluyor.
Ama tabii çetinliği de var.
Kolay, kısa ama çetinliği de var.
Hem kolay olup hem çetin bu
nasıl olur?
Hem kolay hem çetin burada ifade
ediliyor. Kolaysa çetin olmaz, çetinse kolay olmaz.
Hayır, onun kolaylığı bizim
tarikatımıza girince Lafza-yı Celal’i kalbine muhakkak ki bir Allah sevgisi,
bir aşk veriyorlar. En evvel aşk veriyorlar, Allah sevgisi veriyorlar. Allah
sevgisi olunca o zaman kalp neyi severse, o oradan çıkmaz.
Zâhirde de böyle değil mi?
İnsanların dünyada çok arzuları oluyor. Ama en çok arzu ettiği kalbinde
oturmuştur, o çıkmaz. Öbürlerini düşündüğü zaman, aldığı zaman, verdiği zaman
yine o gelir kalbine.
Demek ki burada en çok sevilecek
Allah ki o kalbinden çıkmasın.
Evet, işte Nakşî’lerde, Nakşî
tarikatına girildiği zaman muhakkak bir muhabbet, aşk, Allah sevgisi kalbe
verirler. Bunu muhafaza ettinse işte yolun yakınlığı budur, kolaylığı budur.
Bunu muhafaza ettinse yolun kısadır. Çok kısadır ve çok kolaydır.
Ama bunu muhafaza etmedinse eğer
tabii kolay da olmaz, çetin de olur. Yakın da olmaz, kolay da olmaz. Ki onun
için bak,
Kabiliyet
bizde olmazsa meşâyih neylesin
İster ise
mürşidi olsun Muhammed Haşretı
Allahümme salli alâ seyyidina
Muhammed.
Kabiliyet bir müridin kabıdır
efendiler. Müridin kabı ise kalbidir. Kabiliyet kap anlamına geliyor. Kap ise
bu müridin kalbidir.
Diyor ki senin kabın, kalbin
temiz olmazsa mürşidin Hazreti Muhammed olsa ne yapacaksın ki?
Onun vermiş olduğu, koymuş
olduğu bir şey var. Şimdi bir kap var, bu kab’a daima birisi temiz bir şey
koyuyor. Öbürüsü de getirip pis bir şey koyuyor. Onun daha temizliği kaldı mı
orada? Kalmadı.
Demek ki kabın sahibi sensin. O
temiz bir şeyi aldınsa, temiz şeyi kab’a koydularsa oraya daha pis bir şey
koydurma.
Niye koyduruyorsun, niye oraya
attırıyorsun?
Atılmışsa çıkarabilirsin. Pis
bir şey düşerse içindeki temizi de pis etmeden onu atabilirsin.
İşte onun için burada cihat
yapan kalp kirlenmiyor, pislenmiyor; temiz. Ama bu cihat yapa yapa
temizlenecek.
Bu temizlenme nedir?
Bütün gelen şuğulları, maddi
manevi bunların hepsini ata ata bunlar biter. Sırf Allah sevgisi orada kalır.
İşte derviş de budur. Hak için
her şeyden geçmiştir.
Dervişlik insanlarda en büyük
makamdır.
Derviş olmayan her şeyden geçmiş
olamıyor.
Derviş deyince bir dost, bir
post olan derviştir.
Post demek ne demek, dost demek
ne demek?
Dost Allah, post da vücuttur.
Vücudun karargâhı da kalptir,
pay-i tahtı kalptir. Çünkü bütün vücuda hep hâkim olan, hükmeden, her yönüyle
hükmeden kalptir.
Bu kalbi insan temizlerse dostu
posta oturtur.
Neyle temizleyecek bu kalbi?
Ancak kalbi temizleyen zikirdir.
Cenabı Hak bu kadar zikir ayetleri emretmiş. Bu kadar zikir ayetleri var.
Kalbinizi temizleyen zikirdir.
Yalnız burada zikir, işte bir
sevgi ile kalbe iner, sevgisiz inmez.
Onun için misal veriyoruz. Hani
senin çok sevdiklerin var ama bir tanesini hepsinden fazla seviyorsun. Her
zaman onu hiç unutmuyorsun. Diğer sevdiklerine gitsen de yine onu unutmuyorsun.
Veya yediğin çok nimetler var ama bir şeyi daha çok seviyorsun. Öbürlerini
yediğin zaman hiç yine aklından gönlünden çıkmaz o. Çünkü her zaman sevdiğin
için.
Demek ki burada çok sevilecek
“Allah”tır.
Ama biz bu sevgiyi nereden
alıyoruz?
Vasıta, meşayih var arada.
Allah’ın emri budur. Cenabı Hak
“Sadıklarımla olun.” buyuruyor.
“Sadık olun.” buyursaydı
meşayihe ihtiyaç kalmazdı. Ama Cenabı Hak “Sadıklarımla olun.” buyuruyor.
Cenabı Hak “Sevdiklerimi sevin.”
buyuruyor. “Beni sevin, sevdiklerimi sevin.” buyuruyor. Öyle olmasaydı onu
herkes sevebilirdi.
Gülden
Bülbüllere Teveccüh Sohbetleri-18
Birlik, beraberlik içinde olun.
Yani ayrım yapmayın, tefrikaya düşmeyin, birbirinizle iddialaşmayım Yok, sen
şunu şöyle yapıyorsun, sen de böyle yapıyorsun, bunları demeyin. Bunlar parçalar,
böler, kaçırırsın. Kârımız ne olacak? Ve bunlara kim sebep oluyorsa büyük
mesuliyeti oluyor.
Sen bir kimseye güvenmedin,
hoşuna gitmedi. Onun aleyhinde bir şey söyledin, o da buradan kaçtı. Büyük
zarardır, senin için büyük günahtır. Veyahut da o buradaysa, o buraya geliyorsa
ben ölsem de oraya gitmem, demek bu da senin için büyük zarardır.
Evet, bir insan, bir insanı
sevmezse amelden geri mi durur? Amel işlemez mi? Amel Allah’ın emridir.
Allah’ın emrini işlemezse bir insan günah işlemiş değil ama bu isyan etmektir,
küfürdür.
Burada da bizim tarikatımızın en
önemli olan, Allah’a en makbul olan bir amel. Allah’ın indinde ve Resulullah’ın
indinde en makbul olan bir amel. Mürşitlerimizin en hoşuna giden amel.
Tevazu ehli olun ve kendinizi
beğenmeyin, kimseyi hor görmeyin.
Mümkünse eğer.
Zahirini,
bâtın bil bâtınını zahir
Olmayınca
söyleme bu yolda mahir
Zâhirinize çok dikkat edin,
bâtınınıza çok dikkat edin. Ne zâhiriniz gizli, ne bâtınınız gizli. Zâhirinize
sahip olun ki şeriatta eksikliğiniz olmasın.
Ve insanlarda şeriatta olur,
insanlarda görmüş olduğun kusuru yüzüne, gözüne vurmayın. Şeriat Allah’ın
emridir, Peygamber Efendimiz ne buyuruyor: “Kim ki bir mü’min kardeşinin
kusurunu örterse, Allah da onun ayıplarını örter; kim ki mümin kardeşini
sıkıntıdan kurtarırsa, Allah da onu her sıkıntısından kurtarır.” değil mi?
Onun için burada birbirimizi
çekememezlik, istememezlik yapılmasın. Bu adam benim hoşuma gitmiyor, demek
olmasın. Belli mi olur belki Allah’ın indinde o senden daha makbuldür.
Peygamber Efendimiz ne
buyuruyor: “Allah insanların boyuna, soyuna, güzelliğine, zenginliğine bakmaz;
kalplerine nazar eder” Öyle ise insanların kalpleri Allah’a malumdur, bilinmez.
Sen çok zenginsin ama belki
fakirin kalbi seninkinden Allah’ın indinde daha makbuldür, sağlamdır.
Sen çok güzelsin ama o çirkinin
kalbi seninkinden daha sağlam olabilir.
Sen çok asaletlisin ama o senden
daha yakın olabilir.
Allah zalimden âlim, âlimden
zalim çıkarır.
Sen çok güçlüsün, kuvvetlisin
ama bunların hiçbirine güvenme.
Kuvvetine
malına güvenme hiç
Gör ki
Nemrûd’a ne yaptı bir meges
Ne dedi? Bu Kur’an’daki bir
hakikattır. Nemrût aleyhillane şarktan garba herkesi, insanları kendisine
tanrıyım, diye taptırdı. Allah da onu bir topal sinekle helak etti.
Kuvvetine
mâlına güvenme hiç
Gör ki Nemrûd’a ne yaptı bir meges
Bu Kur’an’da vardır.
Onun için burada evet, sen
güçlüsün, kuvvetlisin ama o zayıf, güçsüz diye sen onu kendinden üstün görme.
Evet, zâhirde sen belki güçlüsün ama onun kalbi, inancı, maneviyatı belki
senden güçlüdür.
Sonra sen zenginsin, o fakir ama
belki onun gönlü senden zengin.
Bu zenginlik iman zenginliğidir,
mal zenginliği değil. Belki onun gönlünde imanı daha çoktur, o zaman fakirliği
zenginlik olur. Bu zenginlik o zenginliktir.
Evet, işte “Boylarına, soylarına
güzelliklerine, zenginliklerine bakmaz; kalplerine nazar eder.” buyruluyor.
Demek ki burada bir inanç var.
Yani bu inanç, kâinatın
halkiyeti, Allah’ın varlığı nasıl bir kuvvet, nasıl bir varlıktır? Allah’ın
zaten sıfatlarıdır, düşünülmez.
Allah’ın hikmetleri, kuvvetleri,
azametleri, nimetleri var. Bunların arasında seni insan olarak halk etmiş. Ama
sen bütün halkiyette hepsinin üstünüsün, bunu bileceksin. Hepsinin de
aşağısındasın bunu da bileceksin.
Nefsini bilecek olursan eğer
hepsinden, köpekten aşağısın.
Ruhunu
bilecek olursan, melekten üstünsün. Bunlar var.
Evet, işte burada ihvanlar
birbirinizi sevmek, en büyük kârınızdır. Burada birbirinizi sevin.
Mecnun sıfatlı olmaya çalışın.
Bak, insanlarda Mecnun var,
Meczup var, bir de Cünûn var. Bunların üçü de deli görünümlü fakat bunlar
değişiyor. Esas deli olan cünûndur. Yani akli dengesi olmayan, bozuk olan.
Allah akıl vermemiş ona.
Meczup’ta ne var? Deli gibi
görünen ama öyle değiller. Onların işleri zarar değildir.
Bir de Mecnun var. Bizim için
Hazreti Allah tarikatı bize nasip etmiş. Bunun için de biz Mecnun sıfatlı
olmaya çalışalım. Ne cünun olalım, ne de meczup olalım. Meczup olursak eğer o
zaman şeyh efendimize bağlı değiliz, başka bir yere bağlıyız. Bağlı olduğunu
sen bilmiyorsun, idrak etmiyorsun. Mühim olan, önemli olan Mecnun sıfatlı
olmaktır.
Bak, kelamda da hepsi geçiyor.
Cünun geçmez, meczup geçmez. Öyleyse ne geçiyor kelamlarda?
Bir
Leyla’nın Mecnunuyam...
diyor.
Mecnun
gibi dağdan dağa gezmek
Kelamlarda ne kadar geçiyor bu
Mecnunun hitabı.
Bir
Leyla’nın Mecnûnuyam cânân ilinin canıdır
Ama yalnız Mecnunluk şudur ki
sevmişim seni, her şeyden çok sevmişim seni. Mecnun başkasını sevmeyecek, hiç
kimseyi kıskanmayacak.
Çok sevenler var ki
kıskanıyorlar. Diyor ki ben fazla sevdim. Leyla’yı kimse benden fazla sevemez.
Çok sevenler var ki onlar da
kıskanıyorlar. Benim şeyh efendim bana iltifat etsin, benimle ilgilensin, beni
sevsin; başkasını sevmesin, bu doğru değil.
Buna ihsan denmez, çünkü bu
Allah’ın rahmetini noksan görmek, Resulullah’ın şefaatini noksan görmek, Evliyâullah’ın
himmetini noksan görmektir.
Sanki sen bir fakirsin,
gitmişsin bir kapıya sâil (dilenci), orada Allah rızası için bir şey
istiyorsun. O kapı sana bir şey verecek. Bir sâil daha geldiği zaman diğeri der
ki:
—Bu nereden geldi yahu? Şimdi
bana vereceğini ikiye böler, o olmasaydı bana fazla verirdi. O da geldi şimdi
bana az verecek, der.
Canım Allah sana da versin, ona
da versin. Kıskanma, niye kıskanıyorsun?
Evet, onun için burada çok
dikkat edin, ihvanlar! Birbirinizi sevin.
Eğer ki bu yolda terakki etmek
istiyorsak, bu yolda gitmek istiyorsak, bir şey sahibi olmak istiyorsak,
birbirinizi sevin. Kenetlenin birbirinize, birbirinizde kusur görmeyin.
En büyük burada maharet, en
büyük amel birbirinizin kusurunu örteceksin, seveceksin.
En büyük kusur burada
birbirinizde kusur görürseniz, açarsanız en büyük zararı işlemiş olursunuz. O
kusuru gördüğün zaman zaten sevmezsin, kusurunu görünce sevmezsin ve ondan
kaçarsın. O hatmeye gelince sen de kaçarsın. Veyahut da onun kusurunu gördün
ya.
—Sen şöylesin, sen böylesin,
dersen.
O gelmez kaçırırsın. O hatmeye
gelmezse senin zararın mı olur, kârın mı olur? Onu sen oradan kaçırmış olsan
kârın mı olur, zararın mı olur?
Bunları
idrak edin, bunları düşünün.
Olârın
ruhlarının yok karârı
Dolaşırlar
zemin ü âsumânı
Dolanırlar, gezerler. Oların
ruhları, kim bunlar? Velîler.
Onların ruhları sağken, cesette
kapalı değiller. Onlar ispat-ı vücut yaparlar. Tayyi mekânda bulunurlar,
ispat-ı vücut yaparlar. Oturduğu yerde bakarsın ki Türkiye’de görülür ve ta
Hicaz’da da görülür.
Olârın
ruhlarının yok karârı
Dolaşırlar
zemin ü âsumânı
Olar bu
âlemi devran ederler
Ararlar
derde düşen nâtüvânı
Onlar ölümde, kabirde de kapalı
değiller.
Onlar ölmezler, onlar sade
gözden kaybolurlar.
Kalp gözü, bâtın gözü açık
olanlar onu yine hayatta nasıl gördüğü gibi onu görürler.
Evet, kabirde de kapalı
değiller.
Bunlar çıkarlar gezerler. Her
tarafa elleri ulaşır, her tarafı görürler, her tarafa ihsanda bulunurlar.
Anında her tarafa yetişirler.
Yeter ki bizim “Aman” bir
amanımız olsun. Ama kuru amanımız olmasın ha!
Kuru aman nedir?
Eğer biz sair zamanlarda, iyi
zamanlarımızda “Destur” demezsek, sıkı zamanda “Aman” demek, o aman olmaz.
Yani hiç unutmayacağız onları ki
bütün “Destur, Bismillah Destur” her işinde. Aldın “Bismillah Destur”, verdin
“Bismillah Destur”, lüzum yok kalbinde olsun, aklında olsun. “Bismillah Destur”
dedin aldın, “Bismillah Destur” dedin verdin. Vazifeye gittin kapıdan içeri
girdiğin zaman hemen “Bismillah Destur” de. Bu olursa daraldığında da
“Bismillah Meded” dediğin zaman yetişirler, hemen yetişirler. Ama geniş
zamanlarında “Destur’un olmazsa dar zamanında da “Meded”i işitemezsin, makbul
olmaz da.
Evet, şimdi teveccühe
başlayacağız. Bir de bu teveccüh de kalb-i selim istiyor. Kalb-i selim dersek
yani her şeyi kalbinizden çıkarın, sade bir borcu değil, sade hastayı değil.
Yani kibir, gurur, haset, kin, gadap bunları çıkarın. Gadaplanıyorsunuz,
bilerek bilmeyerek, olsun olmasın kalbinizden gadabı çıkarın.
Her şey
birden yok olmaz. Bir insan alışmış bir şeye, nefsinde yaratılış hesabı hiddeti
mi var, gadabı mı var, onu birden yok edemez. Onu azalta azalta, küçülte
küçülte yok eder.
Kini var,
onu da birden atamaz. Azalta azalta, küçülte küçülte yok eder.
Hasedi var,
bu da böyle; gururu var, bu da böyle; kibiri var, bu da böyle.
Bu beş şeyi
azaltabilir. Haset, kibir, gurur, gadap bir de kin. Burada herhangi bir ihvanda
birbirinize darılmışsanız gücenmişseniz, sevmiyorsanız arada bu kin var, bunu
kalpten çıkarın, kininizi çıkarın.
Çünkü
zâhirde Allah’ın böyle bir emri var. Bir Müslüman, yaşlı bir Müslüman bir genci
gördüğü zaman bakıyor ki o; ibadeti, sevapları yaşayan, günahı sevabı bilen;
kendini çekip çevirmiş. Günah işlemiyor, sevap işliyor; helal yiyor, haram
yemiyor; hayır düşüncesi var, şer işlemiyor. Böyle birini, İslâm’ı yaşayan
birini yaşlı bir adam gördüğü zaman ondan bir istimdat talep etmek gerekiyor.
—Yâ Rabbi
ben yaşlandım, sana kulluğumu tam yapamadım. Bak, bu genç daha günah kazanmadan
sana kulluğunu yapıyor. Senin indinde bunun bir makbuliyeti vardır. Bunun
hürmetine, Yâ Rabbi beni de affet.
Makbul olan
duadır. Çünkü niye? Onda mahviyet vardır.
Mahviyet
lazım, yokluk lazım. Gurur, kibir, ben biliyorum, ben yaptım, ben eyledim,
demek değil.
Tarikat
bilmek değil, tasavvuf bilmek değil. “Tasavvuf bitmektir.”
Evet, bu
böyledir. Fakat gençler de ne der biliyor musunuz? Bu genç o yaşlıyı gördüğü
zaman:
—Yâ Rabbi,
bu seni daha erken tanımış, yaşlı, çok yaş yaşamış, seni tanımış, sana ibadet
etmiş, itaat etmiş, sana yaklaşmış. İbadetle sana yaklaşılıyor, yaklaşmış.
Senin indinde bunun bir makbuliyeti vardır, sevilmiş insan. Yâ Rabbi beni buna
bağışla.
Bu genç
şimdi ölene kadar böyle bu amelini devam ettirir. Yasakların zararından
kurtulmak için, isyandan kurtulmak için “Yâ Rabbi beni buna bağışla.”
Şimdi tarikat demek, tevazudur.
Bak, tabii on beş senelik, yirmi
senelik ihvanlar var. Bir de yeni, genç ihvanlar var.
Nakşibendî Efendimiz’in iki emri
var: Birisi ihvan kardeşi Arif-i Dikgirani Hazretleri ondan bir, iki gün evvel
tarikata girmiş. Nakşibendî Efendimiz çok âlim, maneviyatı çok yüksek olduğu
halde o Arif-i Dikgirani Hazretleri bir gün önce tarikata girmiş olduğu için
hürmet gösteriyor.
Çünkü bizim tarikatımız
askeriyedir. Eğitimi askeriye, kıyafeti askeriye, makamı askeriyedir.
Askeriyede de bir usül var, askeriyede de bir kıdem var. Bir gün evvel giren,
bir gün sonra girenden kıdemlidir. Evet, bu da tarikatımızda vardır.
Nakşibendî Efendimiz Arif-i
Dikgirani Hazretleri’nden bir gün sonra tarikata girmiş. Arif-i Dikgirani
Hazretleri’ne o kadar saygı gösteriyormuş ki yolda beraber giderken onun
peşinden gidermiş. Bir akarsuda abdest alıyormuş onun yukarısına geçmezmiş,
aşağısına geçermiş. O kadar saygı gösteriyormuş, bu bir.
Bir de, bir gün Nakşibendî
Efendimiz makamında, tekkesinde sohbet ederken dışarıdan bilmeyen bir tanesi öğrenmiş,
gelmiş. Cemaate bakmış bilememiş. Demiş,
—Sizin büyüğünüz burada kimdir?
O mübarek, o zaman bir günlük
müridi, yani bir gün evvel akşamdan ders alan müridi göstermiş. Demiş ki:
—Bizim büyüğümüz budur. Çünkü bu
akşamdan tarikata girdi, boy abdesti aldı, her bir günahları döküldü, daha
günah işlemedi, bizim büyüğümüz budur, demiş.
Şimdi buradaki esas şudur:
Maksat mahviyete düşmek lazım.
Kişi
noksanını bilmek gibi irfan olamag
Maksat insan kendi kusurunu
bilsin. Yani eski ihvanlar yeni ihvanları şefî getirir.
—Yâ Rabbi, Yâ Hazreti Pir, Yâ
Hazreti Pirlerimiz, bu daha yeni ders aldı, boy abdesti aldı, günahlarından
silkindi, kurtuldu. Daha günah işlemedi, beni buna bağışla. Ben mesela on beş,
yirmi senelik ihvanım. Ama isyandan başka bir şeyim olmadı. Sana layık bir
müritlik yapamadım, sana layık olamadım.
Hevâ-yı
hevesden ayık olmadım
Aslâ bir
amele fâik olmadım
Esrâr-ıpirime
lâyık olmadım
Evet, böyle desinler.
Yeni ders alan da desin ki:
—Ya Hazreti Pîr, Yâ Şeyh Efendim
bak bu amcam, bu ağabeyim yirmi senedir seni tanımış, yirmi senedir sana hizmet
ediyor, himmet almıştır muhakkak. Sana bir yakınlığı var. Yeni tarikata girdim
onun hürmetine beni de muhafaza et bu tarikatta. Bir vücut sahibi et, bir amel
sahibi et. Aldanmayayım, sapmayayım, sapıtmayayım, yanlış yollara gitmeyeyim.
Buradan ne olur? Bunlar insanı
alçaltır, bunlar insanın kalbini boşaltır.
Kalp burada boşalacak ki kin
çıkacak, gadap çıkacak, haset çıkacak, gurur çıkacak. Öyle ki kalbi boş olsun.
Kalp boşalmazsa dolu bir kaba
bir şey konulmaz, boş kaba konulur. Bir kap dolmuş ne koyabilirsin ki? Boş
olunca konulur.
İşte burada da teveccühteki
nurlar tecelli edecektir. Allah’ın nurları: esma nuru, sıfat nuru, zât nuru.
Esma nuru isimlerden tecelli
eder. Müridi bakarsın ki ruhu esma nuru ile idare edilir. Mademki senin bir
muhabbetin var. Neyle? Şeyh efendin kuşatıyor. Bir esma nuru ile seni idare
ediyor. Niçin bak? Nasıl buyuruyor,
Hemân bir
lahza sağ olmak bana sensiz harâm olsun
Sâlih Baba böyle buyuruyor.
Yunus Emre ne buyuruyor,
Senin
aşkın deniz ben bir balıcak
Balık sudan çıka hemen ölüdür
Senin sevgin beni bir deniz gibi
ihâta etmiş. Balık denizde olur. Denizden çıktı mı ölür. Senin sevgin de benden
kesilirse benim ruhum da balık gibi ölür. Bu kelamı kibar bunu ifade ediyor.
Evet, işte
meşayihi seviyorsa Allah için sevmiş, başka şey için değil. Annesi değil,
babası değil, akrabası değil, ahbabı değil. Ne için sevmiştir? Allah için.
Resulullah’ı
sevmişse, zaten Resulullah sevgisi Allah sevgisidir.
Allah’ı
sevmişse zaten Allah sevgisi, fark etmez.
Ama yalnız
bir müritte hâl olabilir. Eğer bir mürit esma nuru ile idare ediliyorsa o, şeyh
efendiyi çok sever. Ama zâhirde de o şeyh efendi Resulullah falan değildir.
Hatadır, bu isyandır, bu şirktir. Ama gelin hakikate, sevebilir. Resulullah
Efendimiz’den fazla sevebilir. Ama o sevgi neyin sevgisi? Resulullah’tan
geliyor. Resulullah’a nereden geliyor? Allah’tan geliyor.
Bak, şimdi
müridin bir tanesi camiyi temizliyormuş. Hızır (a.s) geçmiş onun karşısına,
demiş ki:
—Yüzüme bak,
mürit de
—Benim bakılacak
yüzüm var, başka yüze bakmam ben, demiş.
Birini tam
seven öbürlerini sevemez.
Demiş:
—Ben
Hızır’ım.
—Benim
Hızır’ım da var, demiş.
Evet, her
şeyh kendi müridinin Hızır’ıdır.
Bu ihlâstır.
Tarikatın bir şartı da ihlâstır.
Eğer mürit
şeyhini vaktin Hızır’ı bilmezse ondan feyiz almaz veya arasında vaktin kutbu
vardır. Vaktin kutbu derecelenerekten Hızır’dan emir almaz. Hızır onların
emrindedir. Hızır, vaktin kutbundan, gavsından ileri değildir.
Peki, demiş:
—Ben senin
şeyh efendine feyiz veririm.
—Feyzi ben
şeyhimden alıyorum.
Ne yaptıysa
yüzüne baktıramamış. Ondan kurtulmak için keskin bir cevap vermiş. Demiş ki,
Şöyle
kiAllah’dır sözüm
Biryüzdedir
iki gözüm
Yârdır
bütün özüm
Ben în ü
anı neylerem
Diyor ki sen beni ayıramazsın,
bir yüze bakıyorum. Zikrim Allah, Allah’ı zikrediyorum. Ama bir yüze bakıyorum,
o yüzü sen benden ayıramazsın. O yüz beni yaktı, kavurdu.
Onun için daha hareket olmaz,
bakacağı olmaz.
Onun için ben ne yapacağım,
benim bakılacak bir yüzüm var, başkasının bakacağına bakmam.
Onun için,
Bizim tarikatımız rabıta
tarikatı,
Bizim tarikatımız sohbet
tarikatı,
Bizim tarikatımız hatme
tarikatı.
Bizim tarikatımız şeriat
tarikatı.
Bu dört şey var. Rabıta
vasıtamız.
Allah’a en kuvvetli, en
sıhhatli, en emniyetli vasıta, rabıtadır. Bak,
Çok çektim
ise iftirâk
Kalmadı
gönlümde merak
Aşkım bana
oldu Burak
Bak, “Aşkım bana oldu Burak.”
Bu firak ne? Bu merak ne?
Firak, Hazreti Âdem cennetten
niye indi? Cennetten ayrıldı Allah’tan ayrıldı. Cennette Allah’ı görüyordu
değil mi? Niye indiler? İki yüz sene ağladı. Ama ayrılık firakı ile iki yüz
sene ağladı, cenneti kazandı. Ayrılıktan, firaktan, dertten kurtuldu. Bizim de
şimdi,
Çok çektim
ise iftirâk
Canım Allah’tan mecbur ayrılmış,
gelmiş firaktayız. Bu firaktan kurtulmak istersek, bu meraktan kurtulmak istersek
eğer,
Aşkım bana
oldu Burak
Aşktan mana burada rabıtadır. Rabıtaya olan sevgidir, değil
mi?
Allah sevgisi ama rabıta
sevgisidir. Allah için sevenler pişman olmaz. Allah için,
Hakk ile
sevdiğimin var mı vebâli
Demek ki bilmiş olun ki eğer bir
müridin ruhu esma nuru ile idare ediliyorsa o nedir?
O şeyh efendisini çok sever. Ben
şeyh efendimi çok seviyorum, der. Ama Allah’tan çok seviyorum, demek küfürdür,
şirktir, insanları kandırır. Resulullah Efendimiz’den fazla seviyorum, diyemez.
Eğer müridin ruhu sıfat nuru ile
yaşıyorsa, sıfat nuru ile idare ediliyorsa o da Resulullah Efendimiz’i çok
sever. Ama Resulullah’ı çok sevmek, ben Resulullah’ı Allah’tan çok seviyorum,
demek olmaz.
Eğer zât nuru ile idare
ediliyorsa Allah’ı çok sever.
Huzur müridi, tefekkür müridi,
rabıta müridi var.
Huzur müridi çok sevgi ile,
Allah’a bağlanmış oluyor.
Tefekkür müridi sevgi ile
Resulullah’a bağlanmış oluyor.
Rabıta müridi de sevgi ile
şeyhine bağlanmış oluyor.
Bunların hepsi haktır. Hiç inkâr
etmeyelim.
Yalnız burada fark varsa,
şeyhini çok seviyorsa, ben şeyhimi Resulullah’tan çok seviyorum, diyemez.
Resulullah’ı seviyorsa ben
Resulullah’ı Allah’tan çok seviyorum, diyemez. Bu şirktir, kusurdur.
Bugün emir
var, zâhirde emir var. Ama zâhir emre uymak lazım. Hepsinden de zâhir emre
uyacağız. Zâhir emir ne? Ben şeyh efendimi Resulullah’tan fazla seviyorum,
denmez.
Onun için bak biz avamız, havas
değiliz ki. Bak, ne diyor? Bu aşk ancak velîlerde, müptedide değil, müntehide
olurmuş.
Ama müntehide bu aşk geldiğinde
ama her geldiğinde de bir hikmet var. Her geldiğinde bir terakki var. Aşka,
muhabbete geldiği zaman hiç derdi yok. Herkesi seviyor, bağrına basmak istiyor.
Kalbi rahat, ferah. Amelden, her yaptığı işten zevk duyuyor.
Ama kabız hali olduğunda
insanlarda hep sıkıntılı oluyor. Anam, babam dese onu kötü anlıyor. İnsanları
dışlıyor, insanları tenkit ediyor. Sanki dünyada hep açlıktan ölecekmiş gibi,
sanki bütün insanlardan zarar görecekmiş gibi. Olur bunlar böyle olur, böyle
gider. Ama vücut sahibinde kabız hali olur. Basıt hali ferahlıktır. Ama
müptedide bunlar vardır.
Bunlar cihatla yolu açar. Cihat
da Allah’ın emridir, büyük ameldir. Zaten biz cihatla bunlardan kurtulacağız.
Cihatla biz basıt hâlini çoğaltacağız, kabız hâlini azaltacağız. Kabız hâli
azala azala tamamen kesilirse, o zaman senin halin oldu makam.
Makam
oturan, hâl ise geçicidir.
Hazret-i
Pîrim delîlimdir, halîlimdir benim
Dilsarâyı
raıza-ı beyt-i celîlimdir benim
Ana teslîm
ettiğim nefs-i zelîlimdir benim
İnkıyâd ettim bıçağa uymuşam İsmâîl’e
Bu kelamlarda söylenen, nasıl ki
babası Halil İbrahim Aleyhisselam oğlu İsmail’e
—Teslim ol, seni keseceğim,
demiş.
Ellerini bağlamış. Oda:
—Baba çöz ellerimi bu emri, bu
işi işle. Ben sana karşı gelmiyorum. Bağlı ellerimi çöz, demiş.
Değil mi? Bir mürit de demek ki
şeyh efendisine böyle teslim olması lazım.
Tarikatın şartlarından biri
budur.
Muhabbet var, ihlâs var, adap
var, bir de teslimiyet var.
Bunlar birbirini takviye eder.
Başta muhabbet. Muhabbeti takviye eden, çoğaltan ihlâstır.
Hani bir insan şeyh efendisini
ne kadar büyük görürse, ne kadar yüksek görürse, o kadar fazla sevebilir,
sevgisi ona göre olur.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar