HZ. EBÛ TÂLİB ve Kaside-i Şı'biyye’si
“Şüphesiz ki
Allah'a ve
Resulü'ne eziyet verenlere
Allah hem dünyada,
hem ahirette lânet etmiştir.
Onlara aşağılayıcı
bir azab hazırlamıştır.”
(Ahzab, 57)
“Gizlenenlerin
ortaya döküldüğü günde
insan için ne bir
güç ne de
bir yardımcı
vardır.”
(Tarık, 9-10)
"Ey ehl-i beyt-i rasûlülah!
Allah'ın Kur’ân-ı Kerim’de indirdiği ile
size sevgi farzdır,
Bu
sizin yüce faziletiniz için yeterlidir,
Size
salât etmeyenin namazı yoktur" [1]
(İmam Şafii)
“Ben
kendimin günahkâr olduğumu bilsem de,
Yarın
Allah Teâlâ’nın beni affedeceğinden eminim. Çünkü ben Nebi sallallâhü aleyhi ve
sellemin ve ailesini gerçekten sevdim. Haşr gününde benim kurtulmam için
ihlâsım yeter.” [2]
(Bahâu’d-dîn el-Âmilî)
Ol cihânın fahrinin sırrına kurbân olayım,
Hutbe-i levlâke inen şânına kurbân olayım,
“Kâb-ı kavseyni ev ednâ”sına kurbân olayım,
Ben anın ilmiyle irfânına kurbân olayım,
Ben anın esrâr-ı mi’râcına kurbân olayım.
Ol Ebûbekr u Ömer Osman Ali dört yâridir,
Ol Risâlet bağının anlar gül-i gülzârıdır,
Cümle Ashâb hidâyet râhının envârıdır,
Ben anın Âline Ashâbına kurbân olayım,
Ben anın Ashâb-ü ahbâbına kurbân olayım.
Ol Hasan hazretlerine zehr içirdi eşkiyâ,
Hem Hüseyn oldu susuzluktan şehîd-i Kerbelâ,
İkisidir asl-ü nesl-i Âl-i Mustafâ,
Ben anın Âline evlâdına kurbân olayım,
Ben anın evlad u ensâbına kurbân olayım,
Cümle ümmetten hayırlıdır o şâhın ümmeti,
Ümmetine cümleden artık eder Hakk rahmeti,
Enbiyâ anınla buldu bunca lûtf u izzeti,
Ben anın lûtfuna ihsânına kurbân olayım,
Ben anın envâ-i eltâfına kurbân olayım,
Her ne denlü Enbiyâ vü mürselîn kim geldiler,
Ümmeti olmaklığı Hakk’dan temennî kıldılar,
Evliyâ ana Niyâzî kul u kurbân oldular,
Ben anın ayağının tozuna kurbân olayım,
Yoluna gidenlerin izine kurbân olayım.
Niyâzî-i
Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz
Hz. Ebû Tâlib’in
iman edip etmediği geçmişten günümüze kadar tartışma konusu olmuştur. En zor dönemlerde
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin bu fedakâr koruyucusunun küfrüne hükmedenler
tarih, hadis ve tefsir kitaplarında naklettikleri zayıf ve meçhul rivayetlere
dayanmışlardır. Ancak Hz. Ebû Tâlib’in imanını ispat etmek için birçok kitaplar,
makaleler ve risaleler yazılmış olsa da üzerindeki şüpheler kalkmamıştır. Buna
en büyük neden Emeviler döneminin, Hz. Ali kerremallâhü vecheye olan düşmanlıkları
yüzünden konu üzerindeki ihtilafları artırarak bilgi kirliliği oluşturmalarıdır.
Muhalifler Hz. Ali kerremallâhü vecheye dil uzatamayınca babasına saldırma
yoluyla intikam almaya çalışmışlardır.[3]
Bu nedenle Lütfullah YAVUZ’un hazırladığı “Ebû
Tâlib
b. Abdilmuttalib'in
“Kaside-İ Şı’biyye”si Üzerine [4] makalesinden faydalanıp Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin amcası üzerindeki ithamı hatırlayarak yaramıza merhem
olmayı düşündük.
Eğer bir doğru varsa onu kabullenmek için aklın
hükümlerini birçok yerde arayanlar İslam’ın zayıf dönemindeki bu hamiyet sahibi
kişiye zem ederken yüreklerinin derinliklerine de nazar etmeleri gerekmez
miydi?
Ey Allah Teâlâ’m yıllarca amcasına küfür itham eden
Müslümanlardan dolayı Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden özür dileğimizi
kabul buyurmanı ve hakkın bu şekilde olduğunu kalplerimize ilhâm buyurmanı da zâtı
âlinden diliyoruz.
İhramcızâde
İsmail Hakkı ALTUNTAŞ
Esenler /İstanbul
2010
HZ. EBÛ
TALİB
Hz. Ebû Tâlib,
Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden 35 yıl önce doğdu.
Adı “Abdimenaf”dır.
Bazıları onun adının “İmran” olduğunu söylemişlerdir. Büyük oğlunun adı Tâlib
olduğundan künyesi de Ebû Tâlib (Tâlib'in babası) dır.
[Hz. Ebû
Tâlib'in büyük oğlu Tâlib, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin yaşıtıydı. Hz.
Ebû Tâlib, çocuğunu çok severdi. Bedir savaşı sırasında Kureyşliler, Benî
Hâşim’i de zorla savaş meydanına götürdüğü zaman müşriklerin ordusunda Tâlib de
yer alıyordu. Fakat kendisi muharebeye katılmadı. Daha sonra ne ölüler arasında
bulundu ne yaralılar arasında. Mekke'ye geride dönmedi. Kısacası, bu tarihten
itibaren kendisi hakkında herhangi bir haber alınamadı.][5]
Nesebi: Ebî Tâlib b. Abdulmuttalib b. Hâşim b. Abdimenaf b.
Kusay b. Kilab b. Murre b. Ka’b b. Lüey el-Kureşî el-Hâşimî’dir. [6]
Annesi Amr b.
Aiz'in kızı Fatıma'dır. Babası Abdulmuttalib'tir. Bazıları da “Şeybe”
olduğunu söylemişlerdir. Şeybe denilmesinin sebebi ise doğduğu zaman saçlarında
ak olmasıydı. Künyesi “Ebûl Haris”dir. İhsan sahibi olduğundan dolayı “Feyyaz”
lakabını almıştır.
Abdulmuttalib,
sürekli Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin korunmasını emrederdi. Bu
konuda Hz. Ebû Tâlib'e şöyle buyurdu: “Sana bir şeyi tavsiye etmek
istiyorum.” Ebû Tâlib; “o nedir?” diye sorunca şöyle dedi:
“Ey oğlum!
Sana kendimden sonra göz nurum Muhammed'e iyi bakmanı tavsiye ediyorum. Onun ne
ölçüde bana yakın ve yanımda ne kadar değerli olduğunu biliyorsun. Onun
değerini bil ve ona saygılı davran. Sağ olduğun müddetçe onu kendinden ayırma;
onu koru ve ona hürmette kusur etme.”
Yine
çocuklarına hitaben şöyle diyordu:
“Muhammed'e (sallallâhü aleyhi ve sellem) saygı gösterin, ona
iyilikte kusur etmeyin. Yakın gelecekte onun büyük makamını göreceksiniz.”
Kavmine de
şöyle hitap ediyordu:
“Oğlum
Muhammed b. Abdullah'a iyi bakın. Ona saygılı davranın; ona iyilik edin ve
eziyet etmekten sakının.”
Abdulmuttalib'in
vefatından sonra, Hz. Ebû Tâlib kendisine edilen vasiyet üzerine kardeşinin
oğlu Muhammed'i (sallallâhü aleyhi ve sellem) kendi himayesine aldı.
Hz. Ebû Tâlib
ticaret maksadıyla Şam'a doğru sefere çıkmak üzere idi. Muhammed (sallallâhü
aleyhi ve sellem), Hz. Ebû Tâlib'e doğru koşarak devesinin dizgininden tuttu ve
şöyle dedi:
“Amca! Beni
kime bırakıyorsun? Benim ne babam var ne de annem!” Bu sözler Hz. Ebû Tâlib'in kalbine ok gibi işledi;
bunun üzerine:
“Allah'a
andolsun, bizden ayrı kalmasın diye onu da kendimle götüreceğim.” dedi.
Böylece Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem de bu sefere katıldı. Şam’da yol üstünde bulunan
bir kilisede Bahira isimli bir rahip ile meşhur görüşme oldu.
Hz.
Ebû Tâlib, Bahîra kıssasını şiir halinde ifade etmiştir:
''Muhammed (sallallâhü
aleyhi ve sellem) de her
kalbin üzüntüsünü gideren olayları görmedikçe geri dönmediler. Ne vakit ki bütün
şehirlerin âlimleri O'nu gördüler,
O'na teker teker ve grup olarak secde ettiler.
Fesada uğraşan Zübeyr, Temmam ve Düreys, [7]olanları görüp şehâdet
ettiler.
Bahîra öyle etkili sözler söyledi ki uzun süre yalanladıktan
sonra doğruluğuna kanaat ettiler.
Yahudi topluluğuna söyleyip onları Allah yolunda cihat
etmeye ikna ettiği gibi.
Onlara her türlü öğüdü verdi ve O'nun her yerde bir
koruyucusunu bulunduğunu söyledi.
Hasedçilerin şerrinden O'nun için endişeleniyorum.
Çünkü bunlar geçmiş kitaplarda mürekkeplerle uzun uzun
yazılmıştır.” [8]
Hz.
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemi Hz. Hatice radiyallâhu anha ile
evlendirdi.
Hz. Ebû Tâlib
nübüvvet geldikten sonra da Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme ilk gününden
dünyasını değiştirene kadar olan koruyuculuğu başladı. Oğlu Hz. Ali
kerremallâhü vechenin ilk inananlardan olmasını sağladı.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem kavmine İslâm'ı
tebliğ edip davetini onlara Allah Teâlâ'nın buyurduğu şekilde açıklayınca akrabaları
ondan ayrılmadı ve ona itiraz etmediler. Fakat Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem putlarını tahkir edince bu onlara ağır geldi. Allah Teâlâ'nın, İslam
nuruyla koruduğu bir avuç kimseler dışında hepsi ona karşı cephe aldı. İşte bu
ortamda Hz. Ebû Tâlib ve ailesi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin yardımına
koştular.
[Kureyş’in ileri gelenleri Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve selleme işkence, eziyet etseler de, amcası Hz. Ebû Tâlib yasakladığı
için daha fazla ileri gidemiyorlardı. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, Hz.
Ebû Tâlib’in himayesinde olduğu için Kureyş’in taarruzlarından korunuyor ve huzur ve ümit içinde risaletini eda ediyordu.
Dolayısıyla hiçbir şey ona engel olamıyordu. Ancak arkadaşları kabilelerinin işkencelerinden
kurtulamıyorlardı. Himayesiz müslümanlara her türlü işkenceyi yapıyorlardı.][9]
HZ.
FATIMA B. ESED
Hz. Ebû
Tâlib’in Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme olan sevgisi altında yatan en
önemli sebeplerden biri eşi Hz. Fatıma binti Esed radiyallâhü anha’dır. Hz. Ali'nin annesi Fâtıma Hatun, Hâşimoğullarındandır. Kendisinin gerek Hz.
Ebû Tâlib'le ve gerek Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ile soyu Hâşim'de
birleşir.
Hz. Fatıma b. Esed, Hâşim oğulları kadınları içinde, Hâşimî erkek sulbünden
ilk erkek çocuğu dünyaya getiren hatundu. Hâşimoğulları kadınlarından, halife
annesi olanların da ilki idi. Ondan sonra, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemin kızı Hz. Fatma aleyhisselâm gelir ki, Hz. Hasan'ı dünyaya getirmiştir.
Hz. Fatıma b. Esed, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin dedesi Hz. Abdulmuttalib'in
Hakk’a yürümesi üzerine-sekiz yaşından itibaren mürebbilik, annelik yapmıştı.
Kendi çocukları aç dururken Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin karnını
doyurur, kendi çocuklarının üstleri başları tozlu topraklı dururken, o önce
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin saçını başını tarar, gülyağlarıyla
yağlardı. Bu sevgiden ötürü Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem onu sık sık
ziyaret ederdi.[10]
Hz. Abdulmuttalib, ölüm döşeğine düşünce, bütün oğullarını
başına topladı. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme çok iyi bakmalarını
onlara tavsiye ve emr etti. Zübeyr ile Ebû Tâlib; Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellemin babası Hz. Abdullah ile aynı anneden, yani Fâtıma binti Amr, b.
Âiz, b. İmran, b. Mahzum'dan doğma kardeş idiler. Bu iki amca; Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemi yanlarına almak için kur"a çektiler. Kur'a,
Hz. Ebû Tâlib’e çıktı. Hz. Ebû Tâlib her zaman Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
selleme karşı, amcalarının en hamiyetlisi ve en şefkatlisi oldu.[11]
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem namaz vakitleri
geldiğinde Mekke vadilerine çıkar, amcasının oğlu Ali b. Ebî Tâlib de onunla giderdi.
Namazlarını oralarda kılar, akşam olunca da dönerlerdi.[12]
Çünkü Hz. Ömer radiyallâhu anhın Müslümanlığı kabulünden önce Müslümanların
Mekke’de alenen ibadet etmeleri mümkün olmuyordu. Mekkeliler, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin putlara itibar etmeyip de Kâbe de namaz kılmasına
başlangıçta bir anlam veremediyse de sonraki zamanlarda kerih görmeleri üzerine
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Mekke vadilerine yönelmişti. Mekkenin
Ecyad mahallesinde Hz. Ali kerre-mallâhü vechenin nebi ile birlikte namaz kıldığını
gören annesi Fatıma telaşlanmıştır.
Hz. Ebû Tâlib’e:
“Ali’nin Muhammed (sallallâhü
aleyhi ve sellem)’in
yanına devam ettiğini görüyorum. Senin başına Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem) tarafından, oğlun hakkında, güç yetiremeyeceğin bir iş
gelmesinden korkuyorum .” dedi.
Hz. Ebû Tâlib hemen ardından onların peşine düştü.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ibadet için Dübb vadisine veya Nahle
vadisine gitmiş Hz. Ali kerremallâhü vecheyi de birlikte götürmüştü. İkisi ibadete
dalmış oldukları bir anda Hz. Ebû Tâlib buradan geçmiş ve ikisini de görmüştü.
Durup biraz baktıktan sonra
“Ey kardeşimin oğlu bu din ne oluyor?”
diye sormuş. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem onun bu
sorusuna:
“ Bu, Allahın, meleklerinin ve nebilerinin dinidir, babamız
İbrahim’in de dinidir.
Allah Teâlâ beni bu din ile tüm kullarına gönderdi.
Sen ise şimdiye kadar davet ettiklerimin arasında hidayet
bulmaya ve benim bu davetimi kabul etmeye en layık olansın.” [13] diye cevap vermiş fakat Hz. Ebû Tâlib:
“Dinimi ve atalarımın dinini bırakmam. Fakat Allah’a yemin
ederim hayatta olduğum sürece Kureyş senin hoşuna gitmeyecek hiçbir şeyi
yapamayacaktır.” diye
teminat vermiştir.[14]
Hz. Ali’ye ise hoşlanmayacağı hiç bir şey söylememiştir. Hz.
Ebû Tâlib Hz. Ali’ye
“Ey oğul! İnandığın bu dinin aslı nedir ?” diye sormuş Hz. Ali kerremallâhü veche:
“Babacığım, ben Allah’a ve Onun rasülüne iman ettim. Rasülün
tebliğ ettiği dini tastik ettim. Onunla birlikte ve Ona uyarak Allah için namaz
kıldım” cevabını verince babası şöyle demiştir:
“Gerçekten seni iyiliğe çağırmıştır. Sen onunla birlikte
kal, onu yalnız bırakma”.
Hz. Ebû Tâlib’in sözleri Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemi sevindirmiştir. Hz. Ebû Tâlib, dönüp eve gelince, zevcesi Fatıma:
“Oğlun nerede?”
diye sormuş Hz. Ebû Tâlib:
“ Ne yapacaksın Ona?”
deyince, Fatıma:
“Azadlı kadın kölem, Ecyad’da Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem)’le birlikte namaz kılarken gördüğünü bana haber verdi. Sen
oğlunun dinini değiştirmesini uygun görüyor musun?” diye çıkışmıştır. Hz. Ebû Tâlib Ona:
“ Sus! Sen onu bu işte kendi haline bırak! Amcasının oğluna
arka ve yardımcı olmak, elbette herkesten çok ona düşer. Eğer nefsim Abdulmuttalib’in
(hanif) dinini bırakmak hususunda bana boyun eğmiş olsaydı, ben de muhakkak Muhammed
(sallallâhü aleyhi ve sellem)’e tabi olurdum.” diye
cevap vermiştir.[15]
Fatıma validemiz durumu anlayınca Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve selleme destek olmuştur. Hz. Ebû Tâlib’in bu şefkati
arkasında hanımı faziletli, iyi halli ve müslüman
olan ilk hanım sahabelerden bir kadın olan Fâtıma binti Esed vardı.[16]
Hz. Fatıma b. Esed, Hicretin dördüncü yılında, Medine'de Hakk’a yürüdü.[17] Allah
ondan razı olsun!
Hz. Fatıma b. Esed, Hakk’a yürüdüğü
zaman Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin gözlerinden yaşlar akmış [18] ve "Bugün annem vefat etti!" [19] buyurup
gömleğini ona kefen olarak sardırmış, cenaze namazını kıldırmıştı. Gömüleceği
kabrin içine inip yanının üzerine uzandıktan sonra onu indirtmişti.[20]
Ashab:
"Biz, senin buna yaptığın şeyi başkasına
yaptığını hiç görmedik!?" dedikleri
zaman:
"Ebû Tâlib'den
sonra, bu kadıncağız kadar bana iyilik eden hiçbir kimse yoktur!
Ahrette Cennet
elbiselerinden elbise giymesi için, ona gömleğimi sardırdım.
Kabre ısınması
için de, oraya kendisiyle birlikte uzandım!" buyurmuştur.[21]
Cebrail
aleyhisselâm gelerek Yüce Rabbim tarafından:
'Bu kadın,
Cennetliklerdendir! diye bana haber verdi" buyurup[22]
"Allah
seni yarlıgasın ve hayırla mükâfatlandırsın!
Allah sana
rahmet etsin ey annem!
Sen, benim
annemden sonra, annemdin!
Kendin aç
durur, beni doyururdun!
Kendin çıplak
durur, beni giydirirdin!
En nefis
nimetlerden kendi nefsini alıkor, bana tattırırdın!
Bunu da, ancak
Allah'ın rızasını ve ahiret yurdunu umarak yapardın!
Allah ki,
diriltendir, öldürendir, hiç ölmeyen diridir O!
Yâ Allah!
Annem Fâtıma
binti Esed'i af ve mağfiret et!
Ona hüccet ve
delilini anlat!
Girdiği yeri
genişlet!
Ben rasülünün
ve benden önceki nebilerinin hakkı için, duamı kabul buyur ey merhametlilerin
en merhametlisi olan Allah!"
diyerek, onun
hakkında dua etmiştir.[23]
Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem bu mübarek Cennetlik hatunu, sağ bulunduğu
müddetçe, gidip ziyaret eder, onun evinde kuşluk uykusu uyurdu.
Ahmed
Kurucan ve Zühdü Mercan Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Fatıma adındaki
kızının adını çok sevdiği Fatıma binti Esed’e nispeten koymuş olabileceğini
zikreder.[24]
HZ. EBÛ TÂLİB’İN HİMAYESİ
[Hz. Âmine
radiyallâhü anhın da bu dünyadan göçmesinden sonra, Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin kefaleti dedesi Abdülmuttalib’e geçti. Hz. Abdülmuttalib, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemi evine aldı ve onu bütün evlâtlarından daha çok
sevdi. Hz. Abdülmuttalib yetim torununu biran bile gözünden uzak tutmuyordu.
Her zaman yanında bulundururdu. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi, Abdülmuttalib'in
ister halvette olsun ister istirahate çekilmiş vaziyette olsun her an yanına
gidebilirdi. Hâlbuki diğer evlâtları otorite ve sertliği yüzünden müsaadesi
olmaksızın yanına sokulamazlardı. Hz. Abdülmuttalib, sevgili torunu yemek
yemediği sürece eline lokma almazdı ve bazen yemek sırasında onu kucağına
alırdı. Kâbe'nin duvarlarının dibine Abdülmuttalib'in oturması için halı
serilirdi. Buna başka kimse oturmaya cesaret edemezdi. Fakat Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem gelip doğru buna otururdu. Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem o sırada tatlı ve herkesin hoşuna giden bir çocuktu. Amcası Hz.
Ebû Tâlib onu oradan kaldırmak isterdi, ama Abdülmuttalib derdi ki;
“Yavrumu
bırak. Vallahi, bunun şanı başkadır. Bu çocuğun, bir gün, hiçbir Arabın erişemeyeceği
yere geleceğini ümit ediyorum.”
(Bazı
rivayetlere göre Abdülmuttalib, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin huyunun
çok güzel ve asil olduğunu söylerdi. Hz.Abdülmuttalib daha sonra Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemi yanına alıp sırtını ve başını okşar, yanaklarından öperdi. Abdülmuttalib,
torununun sevimli hareketlerini zevkle izlerdi. İbn Sâ'd'in rivayetine göre,
müneccimlik konusunda ihtisas yapmış olan Beni Müdlic'in bazı ileri gelenleri
bir defasında Abdülmuttalib'in yanına gelip, torununun istikbalinin çok parlak
olduğu kanaatine vardıklarını söylediler. Bu şahıslar Abdülmuttalib'ten çocuğun
iyi korunmasını istediler; zira ayak izlerinin Hz. İbrahim aleyhisselâmınkine
çok benzediğini açıkladılar. Bu konuşmanın geçtiği sırada Hz. Ebû Tâlib de
hazır bulunuyordu. Abdülmuttalib ona dönerek,
“Bu
beylerin söylediklerine dikkat et ve çocuğu iyi koru”, dedi.
Fakat
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem dede sevgisinden de uzun bir müddet
yararlanamadı ve henüz 8 yaşında iken Hz. Abdülmuttalib'i kaybetti. İbn Sâ'd
ile Hafız Sehâvi, Ümm-ü Eymen'in şu sözlerini nakletmişlerdir:
“Abdülmuttalib
vefat ettiği zaman Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin, onun yatağının
ucunda durup ağladığını gördüm.” Daha sonraki yıllarda
“Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve selleme dedesinin vefatını hatırlayıp hatırlamadığı sorulduğunda
şu cevabı verdi:
“Evet,
çok iyi hatırlıyorum. Ben o zaman 8 yaşında idim.”] [25]
[Hz. Ebû Tâlib,
yeğeni olan Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi daima elinden geldiğince
koruyup gözetiyordu. Bir gün Kureyşliler Ebû Tâlib’e bir heyet göndererek, şu
iki şıktan birini seçmesini söylediler: Ebû Tâlib, ya Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in yapmakta olduğu işe engel olacak ya da onu kendilerine
teslim edecekti. Aksi takdirde, onlara atalarının dini üzerinde olduğunu
söylese bile artık ona (Hz. Ebû Tâlib’e) inanmayacaklardı. Heyetten biri
kendisine şöyle dedi:
“Muhammed’i bize teslim et! Zaten o iflah olmaz, onu
öldürelim. Biz sana, içimizden birinin en yakışıklı ve en akıllı oğlunu
istediğin gibi evlatlık olarak seçmeni öneriyoruz.”
Hz. Ebû Tâlib alay ederek şöyle dedi:
“Sizin benim oğlumu öldürmeniz ve benim de sizinkini
yedirip içirmem adalete sığar mı?”
Biraz tartıştıktan sonra, Hz. Ebû Tâlib Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemi çağırttı ve ona heyetin geliş nedenini anlattı.
Böylece Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem), kendisini
destekleyen son umudun da kaybolduğunu görünce, gözyaşları içinde amcasına şöyle
karşılık verdi:
“Amcacığım, sen de mi beni terk etmek istiyorsun?
Canımı kudret elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, bu ilâhî tebliğ görevimden
vazgeçmem için ödül olarak, güneşi sağ elime ayı da sol elime koysalar, hatta
sen de beni terk etsen bile, bu davadan vazgeçmem; Rabbim olan Allah bana
yeter!” ][26]
Gitmek istediğinde Hz. Ebû Tâlib ona
“Yeğenim geri dön.”
diye seslendi. Rasûlullah da geri dönünce Hz. Ebû Tâlib
şöyle dedi:
“Git ve ne
istiyorsan söyle. Allah teâlâ’ya yemin olsun ki, seni asla onlara teslim etmeyeceğim.”
[Hz. Ebû
Tâlib, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin davetinde ısrar etmekte olduğunu görünce, yukarıda zikredilen koruma eylemleriyle
yetinmemiş,
Hâşimoğullarının lideri ve büyüğü olmasına rağmen kendini tehlikeye atmaya hazır olduğunu ifade ederek bu hususta Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemi tatmin etmek için şöyle söylemiştir:
و الله
لن يصلو ا اليك بجمعهم
حتى
اوسد في التراب
دفينا
فاصدع
بامرك ما عليك غضاضة
وأبشر
و قر بذاك منك
عيونا
و عوتني
و عرفت أنك ناصحي
و لقد
صدقت و كنت ثم
أمينا
و عرضت
ديناق عرفت بأنه
من
خير أديانا البرية
دينا
لولا
الملامة أو حذار مسبة
لو جدتني سماحا بذاك
مبينا
“ İlişmeyecektir onların zararı sana Vallahi
Ben başımı toprağa koyuncaya kadar. ”
Allah’ın sana emrettiklerini tebliğ et,
Bununla sevin ve müsterih ol.
Beni davet ettin, bana nasihat ettiğini biliyorum,
Sen doğrusun, güvenilirsin.
Bir din ile geldin, bildim ki o,
Yeryüzünün en güzel dinidir.
İnsanlar kınayıp hakaret etmeyeceklerini bilsem,
Beni sana açıkça tabi olanlardan görürdün.”
Hz. Ebû
Tâlib elinden gelen bütün fedakârlığı sınırı aşacak düzeyde sergilemişti. Onun davetine inanmayan başka amcaları, onu bu davetinden caydırmak için öldürme planına varıncaya kadar her türlü eziyeti reva görürken, yine aynı şekilde bu daveti kabul etmemiş olan başka bir amcası (Hz. Ebû Tâlib) acaba neden bu
kadar koruyor idi?][27] Çünkü o Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi çok sevdiği
gibi güvenip iman etti.
Hz. Ebû Tâlib
bir şiirinde de şöyle dedi:
“Ali ve Cafer
musibet ve zorluk anlarında benim dayanaklarımdır
Onu yalnız
bırakmayın ve amcanızın oğluna yardım ediniz.
O amcanız
kardeşlerimiz arasında bir anne ve babadanız.
Allah'a
andolsun ki, onu yardımsız bırakmayacağım.
Oğullarım
arasında temiz nesepli olanlar onu yalnız bırakmayacaktır.”
Bir gün Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem namaz kılmak için Kâbe'ye gitti. Namaza
durunca Ebû Cehil etrafındakilere şöyle dedi:
“Kim bu
adamın yanına gidip namazını bozabilir?”
İbn'uz
Zab'ari adında birisi elini hayvan pisliğine ve kana sürerek Rasûlüllah'ın
yüzüne sürdü.
Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem namazdan çıkarak amcası Hz. Ebû Tâlib’in yanına
gitti ve
“Amcacığım,
bana ne yaptıklarını görmüyor musun? dedi. Hz. Ebû
Tâlib
“Kim yaptı?” diye sorunca Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
“Abdullah b.
Zab'ari” diye cevab verdi.
Hz. Ebû Tâlib
kılıcını alarak Kureyşlilerin yanına gitti. Onlar Hz. Ebû Tâlib'i görünce ayağa
kalkmak istediler. Hz. Ebû Tâlib onlara şöyle dedi:
“Allah’a
yemin olsun yerinden kalkanı kılıcımla oturturum.”
Hz. Ebû Tâlib
daha sonra eline bir miktar hayvan pisliği alarak onların yüz, sakal ve elbiselerine
sürdü ve onlara ağır sözler söyledi.
Kureyş müşrikleri Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemin yanından kızarak ayrılıp gittikten sonra, o gün o gece, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem gaip olmuş, nerede olduğu bilinememişti.
Hz. Ebû Tâlib ile Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemin öteki amcaları, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin evine
gittiler.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi orada da
bulamadılar.
Hz. Ebû Tâlib Hâşimoğullarıyla Muttaliboğul-larının
gençlerini topladı. Onlara:
"Her biriniz, yanına keskin bir kılıç aldıktan
sonra, Mescid-i Haram'a girdiğim zaman beni takip edecektir!
Sizlerden her genç, bakacak; Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem) öldürülmüşse, Kureyş büyüklerinden meselâ İbn
Hanzaliye [Ebû Cehil] gibi bir büyüğün yanına oturacaktır!" dedi. Gençler:
"Öyle yaparız" dediler.
O sırada Zeyd b. Harise geldi. Hz. Ebû Tâlib, ona:
"Ey Zeyd! Kardeşimin oğlundan bir sezgin var
mı?" diye sordu. Zeyd:
"Evet! Az önce kendisinin yanında idim" dedi. Hz. Ebû Tâlib:
"Ben onu görmedikçe evime gitmeyeceğim!" dedi.
Zeyd, hemen Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi
aramaya gitti.
Safa tepeciğinin yanındaki evde ashabıyla konuşurken
buldu ve durumu kendisine haber verdi. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hemen
oradan kalkıp Hz. Ebû Tâlib'in yanına geldi.
Hz. Ebû Tâlib:
"Ey kardeşimin oğlu! Nerede idin? Hayırlı bir
işte mi idin?" diye sordu.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem:
"Evet!" buyurdu.
Hz. Ebû Tâlib:
"Hemen gir evine!" dedi.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem da evine girdi.
Rivayete göre; Kureyş müşriklerinin ileri gelenleri
Kâbe’nin Hicr'inde toplanmış, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi görür
görmez hep birden üzerine yürüyüp öldürmedikçe oradan ayrılmayacaklarına and
içmiş bulunuyorlardı.
Ebû Tâlib ertesi günü sabaha çıkınca, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin elinden tutup Kureyş müşriklerinin toplantı
yerine vardı.
Hâşim ve Muttaliboğullarının yiğitleri de yanında idi.
"Ey Kureyş cemaatı! Maksadımı biliyor musunuz?" diye sordu.
Müşrikler:
"Hayır! Bilmiyoruz" dediler.
Hz. Ebû Tâlib durumu onlara haber verdi ve yanındaki
gençlere de:
"Çıkarınız yanlarınızdakini!" dedi.
Gençlerin hepsi birden yanlarındaki yağlı kılıçları
çıkardılar.
Hz. Ebû Tâlib:
"Vallahi, onu (Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellemi) öldürecek olursanız, sizden hiç kimse sağ
kalmaz!
Nihayet, siz de, biz de yok olur gideriz!" dedi.
Orada bulunan Kureyş cemaati hayal kırıklığına
uğradılar.
Hele Ebû Cehil 'in hayal kırıklığı, hepsinden daha
ağır, daha beterdi.[28]
Hz. Ebû Tâlib, Kureyş'in Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemi öldürme niyetlerine karşı hep şöyle söylerdi:
“Allah'a
andolsun ki, beni defnetmedikleri müddetçe sana dokunamazlar,
Sen benim
hayrımı dileyerek davet ettin, sen sadıksın (söylediğin
doğrudur) ve eminsin. Sen dinlerin en hayırlısını getirdin.”
Yıllarca süren zulüm ve işkence nedeniyle
Müslümanların bazıları Habeşistana hicret etmek mecburiyetinde kaldılar.
[Necâşî’nin muhacir Müslümanları sınır dışı etmeyi ya
da cezalandırmayı reddetmesine çok sinirlenen Kureyşliler, İslâmî yapılanmaya
karşı başka mücadele yöntemleri bulmaya çalıştılar. Bununla ilgili olarak,
Mekkeli müşrikler, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin kabilesinden
olanları toplum dışına itmeye karar verdiler ve kendi aralarında Hâşim ve Muttaliboğulları’nın inanan ve inanmayanıyla
birlikte hepsinin Şı’bu
Ebî Tâlib de toplanmaları ve Rasûlüllahı koruma konusundaki kararlılığı karşısında, Mekkeli liderler
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi ve onu koruyanları topluca cezalandırma
yolunu seçmişler
ve onlara sosyal, psikolojik ve ekonomik bir dizi yaptırımlar uygulamaya karar
vermişlerdir.
Bir sahife hazırlayıp onda anlaşmışlardır. Hâşim ve Muttaliboğullarına müeyyideleri
şunlardır.
1-Kız alış verişinde bulunmamak.
2-Alış veriş ve ticari ilişkilerde bulunmamak.
3-Gelecek barış tekliflerini kabul etmemek.
4-Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellemi kendilerine teslim edinceye kadar bu iki kabileye
acımamak.
5- Sosyal ilişkiler
kurmamak.
6- Çarşı ve
pazarları Hâşimilere kapatmak.
Kureyşliler bu konuda o kadar azimli ve kararlıydılar
ki, bu belgeyi Kâbe’nin içine astılar. Kureyşlilerin geleneksel müttefikleri
olan ve ilerleyen bölümlerde ayrıntılı bir biçimde ele alacağımız Ehâbişler de
bu boykot hareketine katıldılar. Yasak yıllarca devam etti. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem, hanımı Hz. Hatice, amcası Hz. Ebû Tâlib ve
-zalimlerle dayanışma içinde olan ve şehirde kalan Ebû Leheb dışında- Müslüman
olsun ya da olmasın tüm öteki akrabaları, Mekke’nin kenar semtlerinden Şı’b
Ebî Tâlib denilen yere sığınmak zorunda kaldılar.
Sıkı bir biçimde uygulanan bu boykot hareketinden
sonra Müslümanların içine düştükleri sefaletin öyküsü gerçekten çok dokunaklıdır.
Kurbanlardan bir kadının anlattığına göre, kendisi bir gece, uzun bir zaman
önce kesilmiş bir hayvana ait bir deri parçası bulmuş ve onu kaynar suda pişirerek
yerim düşüncesiyle pek mutlu olmuştu. Bir gün, şehirde kalan müşrik bir
yeğeninin halası Hz. Hatice’ye erzak paketi göndermesi, kanlı bir kavgaya yol
açmıştı. Kuşkusuz haram aylarda yabancı hacı adaylarından hububat sağlanması
imkânı da doğuyordu. Ancak şehirdeki her türlü ekonomik etkinlikten yoksun
bırakılan bu mülteciler doğal olarak kısa sürede ellerindeki parayı da
tükettiler. Bununla birlikte, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin, o
zamanki hac mevsimi geldiğinde, Minâ, Mecenne, Ukâz gibi yerlerde yabancı
ziyaretçilere İslam’ı anlatmak için sığınağından çıktığını görürüz. O, bu
sırada bölgelerinde kendisine sığınacak bir yer verebilecek ve yardım
edebilecek kimseler arıyor ve bunun karşılığında, Bizans ve İran
imparatorlarının hazinelerinin kısa bir süre sonra ganimet olarak ellerine
geçeceğine dair güvence veriyordu.][29]
Bu muhasara
tam üç yıl sürdü. Bu müddet zarfında Rasûlullah, Hz. Ebû Tâlib ve Hz. Hatice
tüm mallarını harcadılar ve büyük bir sıkıntı ve yokluğa düştüler. Allah Teâlâ,
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme Kâbe binası içine asılı olan vesikayı,
Allah kelimesi müstesna hepsini böceklerin yiyip yok ettiklerini vahyetti.
Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem de durumu Hz. Ebû Tâlib'e bildirdi. Daha sonra hep
birlikte gidip Kâbe’nin yanında oturdular. Kureyşliler şöyle dediler:
“Ey Ebû Tâlib
artık sözünü hatırlamalı kavminle dostluk kurmalı ve yeğenin hususundaki
tutuculuğundan el çekmelisin.” Hz. Ebû Tâlib
onlara şöyle dedi:
“Ey kavmim!
Vesikayı getirin belki sıla-i rahim etmek ve kini ortadan kaldırmak için bir
yol buluruz.”
Vesikayı
getirdiler Hz. Ebû Tâlib onlara şöyle dedi.
“Bu sizin
imzaladığınız vesikadır. Bu vesikaya hiç dokundunuz mu?” Onlar
“Hayır” dediler. Hz. Ebû Tâlib daha sonra şöyle dedi:
“Allah Teâlâ Resulüne
bu vesikanın Allah kelimesi dışında tamamen yok edildiğini vahyetmiştir. Şimdi
eğer doğru söylüyorsa ne yapacaksınız?” Onlar,
“Ondan el
çekeriz.” dediler. Hz. Ebû Tâlib de
“Eğer o yalan
söylemişse o zaman da öldürmek için sizlere teslim ederim.” dedi. Onlar da
“insaflı
konuştun, iyi dedin” dediler.
Vesikayı
açtıklarında ALLAH kelimesi dışında tüm yazılanların yok edildiğini
gördüler.
Ama buna
rağmen inatla,
“Bu yeğeninin
büyüsüdür.” dediler.
Hz. Ebû Tâlib
şöyle dedi:
“O halde
niçin biz muhasaraya teslim olalım? Hâlbuki siz buna daha layıksınız.” Hz. Ebû Tâlib daha sonra beraberindekilerle Kâbe
perdelerinin içine girdi ve şöyle dedi:
“Allah'ım
bize zulmedenlere, bizimle akrabalık ilişkilerini kesenlere ve bizlere layık
olmadığımız şeyleri yakıştıranlara karşı bize yardım et.”
Sıkıntılarla geçen ömrü boyunca Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme
karşı hiç incitici hareketi olmayan Hz.
Ebû Tâlib Hakk’a yürümesine yakın bir zamanda, bir gün Kureyş'in eşrafını
toplantıya davet ile Hazreti Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
risâletini tasdik ve ona olan muhabbetini tarif eden birçok sözler söyleyerek
vasiyet etmiştir. Hz. Ebû Tâlib'in Kureyşliler'e vasiyet olarak söylediği
sözler şunlardı:
"Ey Kureyş Topluluğu!
Siz Allah'ın mahlûkatından
safî ve hâlissiniz! Arab size müteveccihtir! Cihanın efendisi sizin
içinizdedir! Şecaatte son noktaya ulaşan, şeref, şan ve keremi geniş olan zât
sizdedir!
Ey Cemâat! Ma'lûmunuz olsun
ki, sizler iyilikler ve övünülecek şeylerde Arab'a nasip ve pay bırakmadınız!
Hepsine kavuştunuz! Bir şeref yoktur ki siz ona ulaşmamış olasınız! Onun için
bütün insanların üzerine fazlınız var! Onların size ihtiyaçları aşikârdır.
Ey Kureyş!
Şu şerefli beyte ta'zîm
etmenizi vasiyet ederim. Ona ta'zîmde Allah Teâlâ'nın rızâsı ve maişetinizin
kıvamı[30] vardır! Akraba ve taallukâtmızla[31] hüsn-i muaşeret[32] ve kardeşlik edin!
Kavim ve kabile ile ünsiyet
edin; ünsiyet ömrü uzatır, sayınızı çoğaltır! Azgınlık ve itaatsizliği terk
edin! Sizden evvel gelip geçen kavimler bu iki şey sebebiyle helak oldular.
Sizi davet edip çağıran
kimseye (Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem) icabet ve
sâillerin [33] meselelerinin çözümüne
gayret edin!
Hayat ve ölümün şerefi bu
iki şeydedir. Doğru söze ve emâneti yerine vermeye ehemmiyet verin! Havassın[34] muhabbeti, avamın [35] fiil ve keremi
bunlardadır.
Muhammed (sallallâhü aleyhi ve
sellem) 'e yumuşak ve hayır ile muamele etmenizi ayrıca vasiyet ederim!
Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem)
emindir!
Arab içinde sâdıktır. Bir
emirle gelmiştir ki, o emir kalbin kabul edeceği şeydir!
Lisanın inkârı buğz ve
inkâr edilmek korkusundandır. Lisan onun getirdiği İslâm dinini inkâr ederse de
kalbin kabul edeceğine şüphe yoktur.[36]
Yemin ederim ki, Arabın
fakirlerinin ve etraf memleketler sakinlerinin cümlesinin onun davetini ve
sözlerini tasdîk ve kendini tazim edeceklerini ve ölüme onunla beraber gideceklerini
sanki görüyorum!
Kureyş'in reisleri hor ve
zelîl, haneleri harâb olur; Kureyş'in zayıfları itibar ve nüfuz sahibi olurlar.
Ey Kureyş topluluğu!
Siz Muhammed (sallallâhü aleyhi ve
sellem) için koruyucu, cemaati için hâmî [37] olun! Babanızın oğluna
yakınlaşın! O'nu cemaatiyle beraber muhafaza edici olun!
Allah Teâlâ'ya yemin ederim
ki, Muhammed (sallallâhü
aleyhi ve sellem)'in yoluna giren kimse âkil ve reşîd; Muhammed (sallallâhü
aleyhi ve sellem)'in hidâyet dairesine kavuşan bahtiyar ve saîd oldu. Eğer
ömrümün müddeti, ecelimin te'hiri [38] olaydı, Muhammed (sallallâhü aleyhi ve
sellem) 'den fitne ve belâları ve ona meşakkat veren şeyleri men eder,
felâket ve musibetleri kaldırırdım.
Ey Kureyş Topluluğu!
Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem)'den
imtina [39] ettiğiniz haberden ve onun
emrine tâbi' olur şeylerden ayrılmayınız! Ona itaatte olun; tâ ki irşâd
olasınız!"[40]
Hz. Ebû Tâlib nübüvvetin onuncu yılında Şevval ayının ortasında 80 küsür
yaşındayken Hakk’a yürüdü.
Hz.
Ebû Tâlib’i
“Hucun” denilen yerde
defn için babası Hz. Abdülmuttalib'in kabrini açtıkları vakit Hz. Abdülmuttalib'i
kıbleye müteveccihen oturur olduğu halde buldular ve o halde bırakıp, oğlu Hz.
Ebû Tâlib’i yanında
boş bulunan yere sırladılar.
Hz. Hatice
radiyallâhu anha da 35 gün sonra 65 yaşında aynı kaderi paylaştı. Her ikisinede
cenaze namazı farz olmadığı için sadece yıkama işlemi yapıldı.
Hz. Ebû Tâlib'in
gidişi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi çok üzdü. Bu yüzden bu seneye “HÜZÜN
YILI” olarak adlandırdı.
Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Şu ümmet
üzerinde şu günlerde toplanan iki musibetten hangisine en çok yanacağımı
bilemiyorum”[41]
Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem en büyük hamisini ve eşini kaybetmesinden dolayı
Kureyşe eziyet etmek hususunda hiç bir engel kalmamıştı.
Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem bu hususta şöyle buyuruyor: “Ebû Tâlib hayatta olduğu
müddetçe Kureyş bana eziyet edemiyordu.” [42]
Hz. Ali kerremallâhü
veche babasının mateminde şöyle dedi:
“Ey Ebû Tâlib, ey sığınanların sığınağı, ey rahmet
yağmuru, ey karanlıkların nuru. Gerçekten de senin yokluğun, gayretli ve büyük
insanları perişan etti. Sen Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme iyi bir
amca idin.”
EHL-İ
BEYT’İN ÖNEM VE DEĞERİNİ ORTAYA KOYAN BAZI RİVAYETLER [43]
Ehl-Beyt'in önem ve
değerini belirten birçok rivayet vardır. Ancak bu rivayetlerin sıhhati
konusunda net bir şey söylemek oldukça güçtür. Zira gerek Şîa gerekse Ehl-i
Sünnet kaynaklarında nakledilen rivayetlerden birçoğu hem senet hem de metin
yönüyle tenkit edilmektedir. Ancak her türlü tenkide karşı Ehl-i Beyt
sevgisinde aşırılıktan bahsetmek Ehl-i sünnet açısından bir noksanlık meydana
getirmeyeceği gibi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme karşı vefa
borcumuzdur.
Bahauddin el-Âmilî (d:H: 953/1546- hyt H.1030/1623) dedi
ki:
“Eğer Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin ehlini sevmek Rafizî olmaksa, bütün ins ve cin
şahit olsun ki ben Rafizî’yim”[44].
Bazı rivayetleri şunlardır.
"Sizi nimetleriyle rızıklandırdığından dolayı Allah'ı seviniz.
Allah'ı sevdiğinizden dolayı beni, beni sevdiğinizden dolayı da
Ehl-i Beyt'imi seviniz" [45]
"Hiçbir kimse, beni kendisinden daha fazla sevmediği müddetçe
gerçek iman sahibi olamaz. Böylece ehlimi de kendi ehlinden, beni de kendinden
daha çok sever".[46]
"Çocuklarınızı üç hasletle terbiye ediniz. Bunlar, peygamber
sevgisi Ehl-i Beyt sevgisi ve Kur'an Öğretimi" [47]
"Âl-i Muhammed ilmin kaynağı ve rahmetin aslıdır" [48]
"Rasûlüllah'ın akrabalarından birisi gelince Kureyş'den olan insanlar sözlerini kesiyorlar ve yüzlerini ekşitiyorlardı. Bu durum Rasûlüllah'a
haber verilince, çok kızdı, yüzü kızardı, alnı terledi ve şöyle dedi: Nefsim kudret elinde
olan Allah'a yemin ederim ki akrabalarımı, Allah ve Rasûlü İçin
sevmeyen kimsenin kalbine iman girmez".[49]
"Bana nesebim ve yakınlarım hususunda eziyet eden kavme ne oluyor? Dikkat edin, nesebime ve yakınlarıma eziyet eden
bana, bana eziyet eden de Allah'a eziyet etmiş olur".[50]
"Yemen Seferi dönüşü Hz.Ali kerremallâhü vecheyi Rasûlüllah'a
şikayet etmişlerdi. Hz. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem,
"Bana eziyet ettiniz" dedi. Onlar; "Sana eziyet etmekten Allah'a sığınırız Ya
Rasûlallah" deyince;
"Kim Ali'ye eziyet ederse bana eziyet etmiş olur" buyurdu. "[51]
"Kim Allah'ı
severse Kur'an-ı sever, kim Kur'an'ı severse beni sever, kimde beni severse
Ashâb'ımı ve akrabalarımı sever" [52]
"Biz Ehl-i Beyt'i ancak mü'min olanlar sever, şakî ve münafık
olanlar sevmez" [53]
"Nefsim kudret
elinde olan Allah'a yemin ederim ki, biz Ehl-i Beyt'e ancak cehenneme girecek
olanlar buğzeder".[54]
"Kim Ehl-i Beyt'e buğzederse münafıktır".[55]
"Itretime buğzedenlere karşı Allah'ın gazabı şiddetli
olur".[56]
"Ehl-i Beyt'im sizin için Nuh'un gemisi gibidir. Kim ona
binerse kurtulur, kim de ondan geri kalırsa helak olur" [57]
"Kıyamet gününde ilk olarak Ehl-i Beyt'ime şefaat edeceğim,
ondan sonra yakınlarıma ve Kureyş'e, sonra Ensâr'a, sonra Yemen ehlinden iman
edenlere, sonra diğer Araplara, sonra da Arap olmayanlara. Kime önce şefaat
etmişsem, o daha faziletlidir".[58]
"Sizin en hayırlınız benden sonra ehlime en hayırlı olanınızdır". [59]
"Rabbim’den, evlendiğim eşlerimin Cennette benimle birlikte olmalarını
istedim, bunu bana verdi"[60]
"Kim beni, Hasan ve Hüseyin'i, onların babasını ve annesini severse
kıyamet günü ben onunla birlikte olurum."[61]
"Yıldızlar yeryüzündekiler İçin birer emandırlar, Ehl-Beyt'im ise, ihtilaflara
karşı ümmetim için birer emandırlar".[62] "Benim
nesebim ve sebebim hariç tüm nesep ve sebepler kıyamet gününde
kesilecektir." [63]
HZ. EBÛ TÂLİB GERÇEĞİ
1400
yıldır hakkında küfür ithamından kurtulamayan Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemin amcası hakkında vicdanımıza rahatsızlık veren yargılardan
arınıldığında birçok şeyin yerine oturmadığı görülecektir. Bu nedenle İslâm’ın
en zayıf döneminde bütün sıkıntılara göğüs geren Hz. Ebû Tâlib’in manevi
şahsını yaralayan bu durumu düzeltmemiz lazımdır. Hz. Ebû Tâlib hakkında
doğruyu görmemiz, bazı şeyleri hatırlamamız gerekmektedir. Zamanımıza kadar
işlenmiş bu hatalı düşüncenin silinmesi hakkında üzerimize büyük vazifeler
düşmektedir.
Hz.
Ebû Tâlib’in imanı konusundaki gizliliğin belki en büyük gerekçesi Allah Teâlâ’nın Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi korumasındaki
ahvalin uygulamasının tezahürüdür. Eğer nübüvvetin ilk on yılında bu türlü
hareket edilmese idi, sonuçları daha vahim olacak olaylar çıkabilirdi. Çünkü Hz.
Ebû Tâlib Kureyş içerisinde, kendisine
itaat edilen büyük bir reisti. Allah Teâlâ onun kalbine şer'î olmayan fıtrî bir
sevgi koydu diyenler bulunur. Eğer Hz. Ebû Tâlib zahiren müslüman olduğunu
açıklasaydı, müşrikler saldırılarında cüretkâr olurlardı. Fakat Hz. Ebû Tâlib'le
onlar arasında küfür müşterekliği olunca, ona karşı heybet duydular ve ona hürmet
gösterdiler.
Onun
hakkında Hz. Ali kerremallâhü veche Efendimiz Divan-i Ali’sinde buyurdu
ki;
Ben Aliyim İbn-i Abdülmuttalib
âlî-neseb
Biz be-hakk-ı Kâbe evlâyüz kitaba bâ-edeb
“Ben, nesebi yüksek ve temiz olan Abdulmuttalib'in
oğlu Ali’yim. Allah'ın evi olan Kâbe’ye yemin ederim ki biz, kitaplarda öncelikle
anılmışızdır.” [64]
Farh buldu anın fevti ile kavmi
Kureyş'in
Cihanda görmedim bir kes ki ola bunda
muhalled
“Kureyş kabilesi, Ebû Tâlib'in
ölümüyle sevinç ve neşe duydu. Oysaki dünyada hiç kimsenin baki kaldığı görülmemiştir. Bugün onun
ölümüne sevinenler, yarın kendileri de öleceklerdir.”[65]
Ey Ebâ Tâlib penâh-i müstecir olmuş idin
Teşne dil-sîr idi mahzunlar dahi mesrur hem
“Ebû
Talip, kurtuluş talep edenlerin koruyucusu, yağmura hasret kimseler için
bereketli bir yer ve karanlıkta kalanlar için bir nûr idi.”[66]
Rihletin şimdi gayûrânı perişan eyledi
Sen Cenâb-ı Mustafâ'ya olmuş idin hayr-i amm
“Senin yokluğun, gayret ve himmet
sahibi kimseler için bir yıkım oldu. Sen Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi
ve sellem)'nın
en hayırlı amcası idin.” [67]
Eğer
Hz. Ebû Tâlib küfür üzere olsa idi, Hz. Ali kerremallâhü veche bu ifadeleri
kullanır mıydı?
[Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin "Babamdan sonra babam” dedikleri ve
kendilerine yapılan bütün tecavüzlere kendisini siper yapan, malı ile canı ile
hizmet eden Kureyş'in ulusu, Hâşimîlerin büyüklerinden ve en hatırı
sayılanlarından bir zât olan Hz. Ebû Tâlib, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemi çok severdi. Cenâb-ı Nebi de kendilerine çok hürmet ederlerdi.
“Hatırla ki, kâfirler seni tutup
bağlamaları veya öldürmeleri yahut seni (yurdundan) çıkarmaları için sana tuzak
kuruyorlardı. Onlar (sana) tuzak kurarlarken Allah da (onlara) tuzak kuruyordu.
Çünkü Allah tuzak kuranların en iyisidir.” [68]
Hz. Ebû Tâlib,
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme herhangi bir kötülük veya suikastta
bulunmak isteyeceklere karşı bir koruma tedbiri olmak üzere, her gece, yatağa
yatılacağı zaman, herkesin gözü önünde, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme
yatağına yatmasını söyler; halk uykuya dalınca da, oğullarından veya kardeşlerinden
ya da amcaoğullarından birisine, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
yatağına yatmasını emreder. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme de onun
yatağında uyumasını söylerdi.[69]
Kureyş'in
ileri gelenlerinin bütün tecavüzlerini önlemiş, İslâm'ın teessüsünde en büyük
hizmeti göstermiş, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi
"Ben
sağ iken sana bir şey yapamayacaklar, Allah'ın emirlerini istediğin gibi tebliğ
et” diye teselli etmiş, müşrikinin boykotuna üç sene göğüs germiş,
Fahr-i Âlem'in etrafında pervane gibi dönmüş, hâli ile efâli ile mükellef
cümleleri ile Dîn-i Celîl-i İslâmı tasdik etmiş, gözbebeği gibi olan oğlu Hz.
Ali’sine Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin sözünün haricine çıkmamasını
daima emretmiş ve
"Onun
götürdüğü yol saâdet yoludur” diye tavsiye etmiş, kendisini
ziyarete gelenlere, Hazret-i Muhammed sallallâhü aleyhi ve selleme iman
etmelerini, O'nun dininin Hak din olduğunu daima söylemiştir. Ancak o günkü
Kureyş'in ileri gelenlerine karşı zahiri lisan ile İslâm olduğunu belli
etmemiştir.
Esasen
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin amcası Hz. Ebû Tâlib zahiri lisan ile
İslâmiyyetini izhâr etmiş olsaydı; Hazret-i Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemin artık Mekke'de oturmak imkânı kalmayacak idi. Nitekim Hz. Ebû Tâlib,
âlem-i Cemâl'e teşrif etdikden sonra Kureyş’in ileri gelenleri, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve selleme karşı ezalarını daha da şiddetlendirmişler, Beşeriyyetin
Fahr-i Ebedîsine yollarda tecavüzlere başlamışlar, üzerine topraklar
serpmişler, çirkinlikler yapmışlardır.
Bu
konuya şunu örnek verebiliriz.
Niyâzî-i
Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîzin bir zaman oğlu Ali Çelebi hakkında cami
kürsüsünden söylediği sözleri buna örnek verebiliriz.
Rakım
Efendi, Şeyhi Muhammed Mevlevi Efendi'den dinlediği hadiseyi şöyle anlatıyor?
“Hazret-i
şeyh Mısrî Efendi, daha önce oğlu Ali Efendi hakkında herhangi bir olumsuz şey
söylemediği halde bir gün hankahda kürside va'z ederken birden
“Bu ana dek benim sözlerimi hilafa haml etmeyip tasdik ve tahkik eyleyen
dostlarım ve dervişlerim şeksiz ve şüphesiz, riyasız malumunuz olsun ki bu
vakte dek benim oğlum i'tikad eylediğiniz Ali benim oğlum değildir. Benden
değildir. Her kimse ki beni ister ve sever böylece bilsin bugüne dek ayan u
beyan etmemiş idim lakin vaki olan hal bu olduğundan şüphe etmeyesiniz”
Anlamında
sözler söylemişler. Bu konuşmayı duyanlar acaba bu da önceleri gelen cezbeli
konuşmalardan biri midir, şeklinde düşünürler. Daha sonra Mehmed Dede Mısrî ile
yalnız kaldığında bu konuşmanın anlamını sorduğunda Mısrî'nin verdiği cevap çok
farklıdır.
“Benim
oğlum Şeyh Ali gözümün
nuru sulbümden oğlumdur. Lakin senin dahi malumundur, taraf-ı hilafımızda çok günler
ki zorba sahipleri hile ve tuzaklarından korumak için yardım etmek ve gençliğine
itina idip her zaman bahsedilen husumet ve sahtekârların ilave ve iftira yapacakları
düşmanlık ve buğz ve kin ve şeytanî intikam kasd edenlere tedbirli olmak Allah
Teâlâ’nın yardımıyla biz hayatta oldukça ne bana ne evlat ve ailemize açıkça zarar
ve kedere kadir olur değillerdir. Fakat benim vefatımdan sonra onlara zarar
vermelerinden korktuğum için böyle bir şey yapıp onlara gelebilecek tehlikeyi
önlemek istedim” diye ifade ediyor.[70]
Bu nedenle Hz. Ebû Tâlib siyasî ve içtimaî olarak cahilâne
hareketlere karşı göğüs gererken imanını açıklamaktansa gizli tutmayı daha
uygun görmüştür.
Hz. Ebû Tâlib Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi
korumaları için Hz. Abbâs'a ve bütün Kureyş'e ısmarladığı zaman söylediği şu
sözler, onun imanını ilândan başka bir şey olmadığını ispat etmiştir:
"Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem) ’in getirdiği İslâm dini kalbin kabul edeceği bir şeydir. Kendisi
kat'iyyen yalan söylememiştir ve söylemez.
O’nu inkâr etse
etse ancak lisân edebilir. Ve ben yakînen görüyorum ki Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem)’i tanımayan başlar zelîl ve hakîr
olacaklardır."
İman, haddi zatında bir keyfiyeti maneviye olduğuna göre,
Hz. Ebû Tâlib'in bu kadar parlak, bu kadar samimî cümleleri, hâlâ O'nun imanına
delâlet etmez mi acaba?
Hal
böyle iken yani bütün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin sülalesi, Hz. Ebû Tâlib’in iman ile gittiğine inanmış
oldukları ve hâdiseler de onun, Rasûlüllaha karşı olan vefasını, fedakârlığını
ve imanını ispat ettiği halde; işin hakikatine iyi bir nazarla bakamayanlar,
Hz. Ebû Tâlib'in hâşâ küfrüne inanmışlardır. Bu, çok acı bir durumdur. Sonra
bunlar: 'Ehl-i Sünnet de onun küfrünü söylerler” derler, Ehl-i Sünnete
de iftira ederler.
Hz. Ebû
Tâlib'in ölüm anı gelince, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem yanına geldi.
Başucunda Ebû Cehil ile Abdullah İbnu Ebi Umeyye İbni'l-Muğîre'yi buldu.
"Ey
Amcacığım! Bir kelimelik Lailahe illallah de! Onunla Allah indinde senin lehine
şehadette bulunayım!" dedi. Ebû Cehil ve Abdullah atılarak (Hz. Ebû
Tâlib'e):
"Sen
Abdulmuttalib'in dininden yüz mü çevireceksin?" diye müdahale ettiler. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem, kelime-i şahadeti ona arz etmeye devam etti. Onlar da kendi sözlerini
aynen tekrara devam ettiler. Öyle ki bu hal Hz. Ebû Tâlib'in son söz olarak,
onlara:
"Ben
Abdulmuttalib'in dini üzereyim!" demesine
kadar devam etti.[71]
Bu ara bazı sözleri de fısıldadı. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem uzakta
olduğu için duyamadı.
Burada
Hz. Ebû Tâlib hanif dini üzere olduğunu işaret Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
selleme işaret etmeyi uygun buldu. Müşriklerin galeyana gelmesini istemedi.
Çünkü canından çok sevdiği uğruna cehenneme gitmeyi göze aldığı Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellemi korumak istiyordu. Kim ne derse umurunda değildi.
Nübüvvetin bu on senesi içinde sıkıntılara göğüs gerdiğini düşününce bu
iftiraya da göğüs germek ona zor gelmiyordu.
Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem çok üzüldü. Çünkü bunca sene onun himayesi vazifesinde
yardımcı olmuş ve rahatsızlık duymamıştı. Ancak Hz. Abbas aleyhisselâm, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin üzüldüğünü görünce, O’na:
"Ey
kardeşim oğlu! Senin babama arzettiğin kelimeyi onun gerçekten söylediğini işittim"
dedi. Hz. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemde:
"Ben
işitmedim!" cevabını
verdi. Hz. Abbas o zaman müslüman olmadığı için sözünü kabul etmedi.[72]
Yinede kendi nefsinde sıkıntı duyar ve "Yasaklanmadığı
müddetçe senin için istiğfar edeceğim!" derdi.
Yine
Hz. Ebû Tâlib'in Hakk’a yürümesinde Rasûl-i Zîşân ağlayarak ahret merasimini,
teçhiz ve tekfinini yapmış, cenazeyi bizzat uğurlarken de:
"Muhterem amcacığım, sen bana karşı sıla-i rahmi
yerine getirdin. Benim hakkımda her fedakârlığı yaptın. Allah Teâlâ da seni rahmetiyle
karşılasın” diye dua etti.
Allah
Teâlâ’nın "Akraba bile olsalar, onların cehennemlik oldukları ortaya
çıktıktan sonra müşrikler hakkında Allah'tan af dilemek ne rasülüne ve ne de
iman edenlere uygun düşmez" [73] ayeti gelince bu
konuyu sinesine gömdü. Öyle ki konuşmazdı.
"Abdullah b. Abbâs, Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem Efendimize,
"Yâ Resûlallâh, Ebû
Tâlib hakkında umulan düşünceniz nedir?" diye sorunca buyurdu ki;
"Onun hakkında hayrın
tamamını rabbimden rica ederim"[74]
Urve b. Zübeyr radiyallâhü anh anlatıyor.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem: “Amcam
ölünceye kadar Kureyşin benden korkusu devam etti” buyurdu. [75]
Ehl-i
Sünnet, Allah Teâlâ'nın farzlarına boyun kesen, Kur’ân-ı Kerim’i baş tacı
yapmakta sevinen, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin sünnetini ihya
eden ve hâtır-ı Muhammedi’yi
hoşnut etmeklik kudretine mâlik olan kimseye denir. Demek
ki Ehl-i Sünnet olmak, ancak Fahr-i
Âlem'in sevgili ulu babasının, şefkatli annesinin ve muhterem amcalarının küfr
ile gittiğini iddia etmek manasına gelmiyordur. [76]
HZ. EBÛ TÂLİB’İN HAKKINDAKİ
İTHAMLARDAN BAZILARI
1- [Hz.
Ebû Tâlib’in, bir keresinde Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme:
“Kavmin senin hakkında ne düzenler kuruyor biliyor musun?” diye sorduğunu, O ise:
“Evet, bana büyü yapmak, beni öldürmek ve beni yurdumdan
çıkarmak istiyorlar” seklinde
cevap verdiğini, bunun üzerine Hz. Ebû Tâlib’in:
“Bunu sana kim haber verdi?”
sorusuna da
“Rabbim haber verdi.”
dediğini, Hz. Ebû Tâlib’in:
“Senin o Rabbin ne güzel Rab imiş, ona hayır tavsiye et.” sözüne, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem:
“Ben mi O'na hayır tavsiye edeceğim, hayır! Tam tersine O bana
hayır tavsiye eder” buyurduğunu
ve bunun üzerine ilgili ayetin nazil olduğunu nakletmiştir.]
(Taberî, Ubeyd b. Umeyr’e dayandırdığı bir Rivâyet) İbn-i Kesîr,
yukarıda zikrettiğimiz rivayeti eleştirmiş ve bu rivayette Hz. Ebû Tâlib'in
zikredilmesi ve ayeti kerimenin sanki hicretten önce nazil olduğu zehabının
verilmesinin garip, hatta münker olduğunu söylemiştir. Zira Enfâl Suresi
bütünüyle Medenîdir ve Medine’de nazil olmuştur. İçinde Mekkî ayet veya ayetler
yoktur. Öte yandan Hz. Ebû Tâlib, Dâru'n-Nedve'de Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellemin öldürülmesi kararı alınması ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
selleme hicret izni verilmesinden üç sene önce vefat etmiş olup bu hâdise ile
ilişkilendirilmesi mümkün değildir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme,
Mekke müşriklerinin onun hakkında ne düzenler kurdukları haber verilmiştir, ama
bunu haber veren sahih rivayetlere göre Cibril'dir ve bu haberle birlikte
hicret iznini de getirmiştir. Bu ayeti kerime ise daha sonra Medine-i Münevvere'de,
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme Allah Teâlâ'nın kendisine geç miş
nimetlerini hatırlatma sadedinde indirilmiştir. [77]
2- Müseyyeb
İbnu'l-Hazn anlatıyor: "Ebû Tâlib'in ölüm anı gelince, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem yanına geldi. Başucunda Ebû Cehil ile Abdullah İbnu
Ebi Umeyye İbni'l-Muğîre'yi buldu.
"Ey
Amcacığım! Bir kelimelik Lailahe illallah de! Onunla Allah indinde senin lehine
şehadette bulunayım!"
dedi. Ebû Cehil ve Abdullah atılarak (Hz. Ebû Tâlib'e):
"Sen
Abdulmuttalib'in dininden yüz mü çevireceksin?" diye müdahale ettiler. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem, (kelime-i şehadeti) ona arz etmeye devam etti. Onlar da kendi sözlerini
aynen tekrara devam ettiler. Öyle ki bu hal Hz. Ebû Tâlib'in son söz olarak,
onlara:
"Ben
Abdulmuttalib'in dini üzereyim!"
demesine kadar devam etti. Ebû Tâlib Lâ ilâhe illâallah demekten kaçınmıştı. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem:
"Yasaklanmadığı
müddetçe senin için istiğfar edeceğim!" dedi.
Bunun üzerine aziz ve celil olan Allah şu vahyi indirdi. (Mealen):
"Akraba
bile olsalar, onların cehennemlik oldukları ortaya çıktıktan sonra müşrikler
hakkında Allah'tan af dilemek ne nebiye ve ne de iman edenlere uygun
düşmez" (Tevbe 113).
Allah
Teâlâ şu ayeti de Ebû Tâlib hakkında indirmiştir. (Mealen):
"Sen,
sevdiğin kimseyi hidayete erdiremezsin. Ancak Allah dilediğine hidayet verir.
Doğru yolda olanları en iyi bilen de O'dur" (Kasas, 56 ). [78]
[Bu hadisin son râvisi el-Müseyyeb'tir. Bu
zat, ancak Mekke fethinde babasıyla birlikte Müslüman olmuştur. Bu husus,
bütün Tabakat kitaplarında yazılıdır. Yani bu hadisi rivayet eden el-Müseyyeb,
olayın vukuu sırasında Müslüman değildir.
Ayrıca el-Müseyyeb de bunu babasından rivayet
etmektedir ve hadisten de anlaşıldığına göre, babası, bu olayın görgü şahidi
değildir. O halde bu olayı kimden dinlemiş olabilir? Elbette ki, Ebû Cehil veya
onun yanındaki müşrikten dinlemiş olabilir.
Sonuç olarak, bu hadiste farkında olunmayarak,
Hz. Ebû Tâlib'in küfrüne, Ebû Cehl'in şahitliği ile hükmedilmiş olur.
Buharı ve diğerlerinin zikrettiği bu hadisin sahih olduğunu
savunmak bağlamında bu hadis senedinin mürsel [79] olup son ravisinin zikredilmediğini iddia
etmek ise, İslam'a en büyük hizmeti yapmış olan Hz. Ebû Tâlib'i kâfir göstermenin
boş bir gayretinden başka bir şey değildir. Zira hadiste olayın görgü şahitleri
olarak adları geçen yalnız Ebû Cehil ile yine onun gibi müşrik olan Abdullah b.
Ebû Ümeyye'dir; bunların dışında kimseden söz edilmemektedir. Müslüman olan
başka bir zatın orada bulunması ihtimali ile el-Müseyyeb'in babasının da, ondan
rivayet etmiş olması ihtimali üzerinde hüküm bina etmek ise, ilim ve insaf yolu
değildir. Çünkü Hz. Ebû Tâlib'in iman gibi, pek önemli bir mesele şöyle dursun,
İslam'da hiçbir hüküm ihtimaller üzerine bina edilemez.
Ayrıca, anılan hadiste olaya bağlı olarak
zikredilen ayet, , “Cehennemlik
oldukları anlaşıldıktan sonra, akraba bile olsalar, puta tapanlar için mağfiret
dilemek nebiye ve müminlere yaraşmaz.” [80] Bu sure ise, Kur’ân-ı Kerim sureleri ile
ayetlerinin nüzul tertibi hakkında uzman olan İslam âlimlerinin büyük
ekseriyetine göre, Kur’ân-ı Kerim’'den en son nazil olan suredir. Bazı âlimlere
göre ise, en son nazil olan sure, Mâide süresidir; Tevbe sûresi ise, sondan
bir önceki son sureden bir önceki suredir. Ve hiçbir âlim de, Tevbe suresinin
her hangi bir ayetinin, Mekke devrine nazil olduğunu söylememiştir.
Anılan olay ile bağlantılı olarak “Sen, sevdiğini doğru yola eriştiremezsin,
ama Allah, dilediğini doğru yola eriştirir. Doğru yola girecekleri en iyi O
bilir.”[81] zikredilen âyeti ise, Mekke devrinde,
fakat bu olaydan çok sonra nazil olmuştur.][82]
3- Nâciye
İbnu Ka'b anlatıyor: "Hz. Ali kerremallâhü veche dedi ki:
"Ebû
Tâlib ölünce Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme gelip:
"Dalâlette
olan ihtiyar amcan öldü"
dedim. (?) Bana:
"Git
babanı göm! Sonra, bana gelinceye kadar hiçbir şey yapma!"[83]
buyurdular. Ben de gidip
gömdüm ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme gelip haber verdim. Bunun
üzerine bana yıkanmamı emir buyurdular ve yıkandım... Sonra bana dua ediverdi
[ancak duayı ezberleyemedim]." [84]
Kütüb-ü Sitte’de geçen Hz.
Ali Kerremallâhü vecheye atfedilen hadisin durumunda müşkül durumu vardır.
Çünkü Hz. Ali kerremallâhü
veche babasına üzülmemiş, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme “babam”
değilde “…ihtiyar amcan” diyerek kendini aziz edip, efendimizi mahzun ederek
İslâm’a izzet mi kazandırdı?
Bütün Kureyş bilirki Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem akrabasına ve insanlara merhametli ve incitici
değildir. Kendi elinde yetiştirdiği Hz. Ali kerremallâhü vechenin bu şekilde
konuşma ihtimali yok denecek gibidir.
4- Hz. Abbas radiyallâhu anh
anlatıyor:
"Ey
Allah'ın Resulü dedim, amcana (istiğfarla yardım) dan seni alıkoyan nedir? O
seni koruyor, senin için kâfirlere kızıyordu."
"Evet!
Dedi. O ateşin sığ bir yerindedir. Eğer ben olmasaydım cehennemin en derin
yerinde olacaktı." [85]
Bu hadis sahih kitaplarda olmasına
rağmen zayıflık gösteren müşkül ve şüpheli durumları göstermektedir.
Soruda, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin üzülmesine sebep olacak bir durum vardır. Çünkü
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem amcasının zahiren imanına insanları
şahit tutamadığından, içindeki sıkıntıyı hatırlatacak soruyu sormaktan sahabe
(bedevi olmayıp yakın arkadaşları olan kişiler) kaçınırlardı.
Ayrıca, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin şefaatı cehennemden çıkarmak veya cennette daha
yüksek makama yükseltmek içindir.
Cehennemde yanacak biri için bu türlü bir şefaat noksanlık ifade eder.
Çünkü kurtuluşa vesile olmayan bir durumdur. Tevbe 113 [86] ayetini
delil getirenlerin bu türlü şefaatı aynı konuda zikretmeleri de tezat teşkil
eder. Her açıdan bu hadis sahih hadis kitaplarda zikredilse bile zayıftır.
RASÛLÜLLAH
SALLALLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEMİN MERHAMETİ
Allah Teâlâ, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
kalbinin mahzun olmasına hiç razı olmamıştır. Dünyevi ve uhrevi ne dileği varsa
vermiştir. Onun için risaletinde eziklik duymasını istemezdi. Buna örnek olarak
şu hatıraları hatırlamak uygundur.
[Bir gün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, Âişe-i Sıddîka
radiyallâhu anhanın evinde oturuyordu. Hazret-i Osman radiyallâhu anh dört deve
yükü buğdayı Fahr-i kâinâta hediye ettiler. Hizmetçileri geri gelip
dediler ki,
“Yâ efendi, buğdayı Habîb-i Rabbil âlemîn, muhâcirîne verdiler.” Hazret-i Osman radiyallâhu anh dört deve yükü daha buğdayı gönderdi.
Onu da Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Ensara dağıttılar. Hazret-i Osman radiyallâhu anh dört deve yükü buğdayı daha gönderdi.
Fahr-i Kâinat onu da aileleri arasında taksim edip, evlerine gönderdiler. Getiren hizmetçilere
sordular ki,
“Seyyidinize kaç deve yükü buğdayı getirmişlerdi.” Hizmetçiler dediler,
“On iki yük.”
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular.
“Tamamını bize gönderdi. Kendi için bir miktar alıkoymadı.” Mübarek ellerini kaldırıp, buyurdu:
“Yâ Rab! Ben Osman’ın ihsanından aciz oldum. Her kim bana ihsan etti, Ben ona mükâfatını verdim.
Fakat Osman’ın mükâfatından acizim Yâ Rab. Sen Osman’a karşılığını ver.”
Derhâl Cebrail aleyhisselâm geldi. Buyurdu,
“Yâ Muhammed! (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Allah Teâlâ
sana selâm eder. Buyurdu ki, Osman’a benden selâm söyle. Söyle ki, biz ondan
razı olduk. Onu cennetde Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem)’e refîk etdik. Arasat hesâbını ondan
ref’ etdik. Eğer sen ona mükâfatdan âciz isen, biz ona mükâfatdan âciz değiliz.”
Yine bir gün Hazret-i Osman radiyallâhu anh yedi tabağı altın ile doldurup, yedi hizmetçinin eline verdi. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve selleme hediye gönderdi. Hizmetçiler, tabakları huzuruna
koydular. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular ki,
“Geri gidin, efendinize selâm götürün.” Hizmetliler dediler ki:
“Yâ Rasûlallah, efendimiz bizi de tabaklar ile size hibe
etmiştir.”
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular ki,
“Yâ Rabbî! Osman’ı
sana havale etdim.” Hemen Cebrâîl aleyhisselâm geldi dedi ki,
“Allah Teâlâ sana selâm eder ve buyurur ki, Osman’a benden
selâm eriştir ve de ki, Huld ve Na’îm Cennetini bu hediyesine karşılık olarak ona bağışladım.” ][87]
Muhakkak
bilinmelidir ki: Cenâb-ı Fahr-i Âlemin hiçbir arzusu dergâh-ı Ulûhiyyetde ret olunmamıştır.
Bazen Nebi arzusunu değiştirdiği olmuştur ki, o da murâd-ı İlâhi'nin kendi
arzusuna daha hoş gelmesinden dolayıdır. Yoksa reddolunmuş değildir.
“Onlar için
dile istiğfar et dile etme, onlar için yetmiş kerre istiğfar da etsen Allah
onlara hiç de mağfiret edecek değil, böyle, çünkü onlar Allah’ı ve Resulünü
tanımadılar, Allah ise öyle baştan çıkmış fasıklar güruhuna hidayet etmez.” [88] ayeti kerimesi nazil olunca, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellem Ashâbını toplayarak tebessümle şöyle buyurmuşlardır:
“Rabbim
beni istiğfar etmekliğim ile etmemekliğim arasında serbest bıraktı. Ben
istiğfarı ihtiyar edeceğim.”
“Yetmiş
defa da istiğfar etsen mağfiret etmeyeceğim” buyruldu.
"Ben
yetmişden fazla edeceğim ve onları mağfiret ettireceğim.”
Binaenaleyh
Kitâbullah'ın inceliklerini yine o Kitabın öğretmeni ve tebliğcisi olan Cenâb-ı
Nebî bilir.[89]
[Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Bedir savaşında
müşriklerin bozulup kaçmaya başladığı bir hengâmede ashabına Hâşimoğulları ve
diğer kabilelerden bazılarının Bedir harbine müşrikler tarafından zorla
çıkarıldıklarını bildirerek öldürülmemelerini istemiştir.
Bir rivayette de özellikle amcası Hz. Abbas aleyhisselâm, Tâlib
(Hz. Ebû Tâlib’in oğlu), Nevfel ve Ebû Süfyan’ın zorla savaşa çıkarıldığını
belirterek, bunların öldürülmemelerini bildirmiştir.[90]
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin bu sözünden sonra İslam ordusu
içerisinde yer alan Ebû Huzeyfe b. Utbe radiyallâhu anh, bunu duyunca
“Babalarımızı,
oğullarımızı, kardeşlerimizi öldüreceğiz de Abbas’ı mı bırakacağız. Allah’a
yemin ederim ki ona rastlarsam kılıcımı etine daldıracağım”
demiştir. Bu sözler kendine ulaşınca Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem,
Hz. Ömer radiyallâhu anh e dönerek
“Ey
Hafs’ın babası! Rasûlullah’ın amcasının yüzüne vurulur mu?” diyerek
üzüntüsünü dile getirmiştir. Hz. Ömer, Ebû Huzeyfe radiyallâhu anhın münafıklık
yaptığını ileri sürerek öldürmek için Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden
izin istemiştir. Ebû Huzeyfe, daha sonraları sarf ettiği bu sözlerden dolayı
pişman olduğu ve bunu ancak şehid olmasının kurtarabileceğini düşündüğü rivayet
edilmektedir. Ebû Huzeyfe, Yemame’de şehit düşmüştür.[91]
Diğer bir rivayette Ebû Huzeyfe’nin söylediği söz Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve selleme ulaştığında Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem,
ona bu sözü söyleyip söylemediğini sormuş, Ebû Huzeyfe’de babasının amcasının
ve kardeşinin öldürüldüğünü görünce dayanamayıp bu sözü sarf ettiğini belirtmiştir.
Bunun üzerine Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem,
“Senin
baban, amcan ve kardeşin bizimle savaşmakta gönüllüydüler. Fakat Hâşimoğulla rı
savaşa zorla çıkarıldılar ” buyurmuştur.[92]
Nitekim Kureyş ordusu Mekke’den gelirken Hâşimoğulları
savaşa katılmayıp Mekke’de kalmış, ordu Mekke’den bir konak mesafede
istirahatta iken Ebû Cehil’in dikkatini çekmiş ve Ebû Cehil, Benî Hâşim’in
Mekke’de kalması durumunda Müslümanların zaferinin onlarında zaferi olacağı,
eğer kendileri kazanırsa o zaman da Hâşimoğullarının Mekke’deki kendi çoluk
çocuklarından intikam alacaklarını söyleyerek kavmini uyarmış ve geri dönerek
Hz. Abbas, Nevfel, Tâlib ve Akil aleyhimüsselâm ’ı zorla getirmişlerdir.[93]
Hatta müşrikler Hâşimoğulları ndan geri kalan kimselerin Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin tarafına geçmesi korkusuyla onları bir çadırda toplayıp
başlarına nöbetçi dikmişlerdir.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, sadece Hâşimoğullarını
değil, Mekke döneminde O’nu destekleyenleri, Mekke’deyken üç yıllık boykotu
kırmaya çalışanları ve Müslümanlara yardımcı olan minnet duyduğu kimselerin de
öldürülmelerini istememiştir. Amcası Hz. Abbas aleyhisselâm ise yeğenine her
zaman desteğini sürdürmüştür. Hatta Hz. Abbas’ın Bedir savaşından veya
hicretten önce Müslüman olduğu, fakat kavminden korktuğu için Müslümanlığını
gizlediği bildirilmektedir.[94]
Nitekim bunlardan birisi olan Ebü’l-Bahterî de Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem ve ashabının Mekke’deyken Müşriklerin üç yıllık boykotunu kıran müşrik
kişidir.[95] Müslümanlara yardımından
dolayı Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, onun da öldürülmesini
istememiştir. Savaş esnasında ashabtan Mücezzir b. Ziyad radiyallâhu anh,
Ebü’l-Bahterî ile karşılaşmış ve ona Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
emrini bildirerek teslim olmasını istemiştir. Ebü’l-Bahterî, bir arkadaşına
daha eman verilmesi halinde teslim olacağını söylemiş, fakat Mücezzir
radiyallâhu anh, bu isteğini Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin sadece
kendisine eman verdiğini belirterek kabul etmemiştir. Bunun üzerine
Ebü’l-Bahterî, yaşama isteği uğruna arkadaşını ölüme terk ettiği için Kureyş
kadınlarının kendisini ayıplamalarından endişe ederek savaşmaya devam etmiş ve
öldürülmüştür.[96]] [97]
Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem kendisine ulaşmış iyilikleri hiçbir zaman unutmadığına göre
Allah Teâlâ’nın O’nun üzülmesini istemeyeceğini de bilmek uygundur.
Ebû
Cehil gibi en inatçı, en hâin, İslâm'ın en katı düşmanı olan bir adamın oğlu
olan İkrime radiyallâhu anh dahi İslâm olunca, ashabının Ebû Cehil'in
fenalığını gözlerinin önüne getirerek İkrime'ye manalı manalı bakarlarken:
"Benim
hatırım içün İkrime'ye babasının küfründen bahsetmeyin, gücüne gider” diye
nezâket-i Muhammedî’sini ilân etmiştir.
Sebî’a binti Ebû Leheb[98] müslüman olup, Medine'ye
hicret etmişti. Babası Ebû Leheb'in Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
Efendimize yaptığı eziyeti bilen bazı sahâbi
"Sen Ebû Leheb'in kızı
değil misin? Senin için hicret faydalı olur mu?" dediler. Bu sözler Sebî’a'nın gücüne
gittiğinden, durumu Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme şikâyet ettiler.
Efendimiz hazretleri minbere çıkıp,
"Kim ki benim akrabama
eziyet ederse bana eziyet etmiş ve bana eziyet eden Sübhânehû ve Te'âlâ
hazretlerine eziyet etmiş olur"
mealinde bir beliğ hutbe okuyarak, Sebi’a'ya o sözü söyleyenleri ima yoluyla
azarladılar.
Rasûlullâh Efendimiz
hazretlerinin, bu hutbesinin mealini te'yîd edecek birçok hadisleri daha
vardır. Hatta bir kere
"Benim kabilemden
birine ezâ veren bana eziyet eder; [99] bana eziyet veren ise
Allah'a eziyet eylemiş olur" ve bir defa da
"Ey benim ümmetim! Siz
Ölüler sebebiyle dirilere eziyet etmeyiniz" buyurdular.
“Şüphe yok ki, sen sevdiğini hidayete erdiremezsin. Ve
Allah dilediğini hidayete erdirir ve o, hidayete erecekleri daha ziyade bilendir.”[100]
âyet-i celîlesinin
de inceliğini anlamadan ulu-orta mana vermeye kalkarak hâtır-ı Muhammedi'yi
rencide etmişlerdir.
Buradaki
incelik şudur:
"Habîbim!
Sen istediğini hidayete sevk etmeye çalışma. Fakat elbette hidayete sen sevk
edeceksin. Senin şanına kederlenmek sıfatı yakışmaz. Sen te'sîr sıfatının
sahibisin. Senin suretinle değil, hakikatinle her arzun olur ve hidayetin membaı
sensin. Sen suret-i hissiyyenle değil, suret-i ma'neviyyenle her istediğini
yaparsın."
Nitekim
Hz. Ömer radiyallâhu anh için
"Yâ
Rab! Ömer ile İslâm’ı aziz et” diye Rasûl-i Zîşân Rabbisine niyaz eder
etmez, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin mübarek başını almaya gelen Hz.
Ömer, bir an içinde Nebi’nin potasında eriyerek kesafetini letafete, zulmetini
nura inkılâp ettirdi de İslâm’ın hizmetkârı oldu.
Abdulbâki Gölpınarlı ise Kasas, 56.
ayetinin Abdimenaf oglu Numan’ın oglu Hars hakkında indiğini ve Medine’de nazil olduğunu, hâlbuki Hz. Ebû Tâlib’in Mekke’de öldüğünü ileri sürmekte, bu hususta Şii literatüründen örnekler ve
kaynaklar vermektedir.[101]
Konunun daha iyi anlaşılması için şu hatıralara göz atmakta
yerinde olacaktır.
[Hz. Ömer radiyallâhü anh, idarecilikle
ilgili konuları İbn-i Abbâs radiyallâhü anh ile görüşür, zaman zaman bazı düşünce ve kaygılarını paylaşır, fikirlerini sorardı. İşte bir gün Hz. Ömer radiyallâhü anh yalnızken
böyle bir atmosfer içinde düşüncelere dalmış ve sonrasında yanına yaklaşan İbn-i Abbâs
radiyallâhü anhaya şunu söylemişti:
“Bu müslümanlar kitabı bir, rasülü ve kıblesi birken niçin anlaşmazlığa düşerler ki?’’ İbn-i Abbâs
radiyallâhü anh da:
“Kur’an bizim (ehl-i beyt) üzerimize indi. Biz onu okuyorduk ve
âyetlerin ne şekilde hangi konu üzerine indiğini de
biliyorduk. Sonrakiler ise Kur’ân-ı Kerim’i okuyorlar ama ayetlerin iniş sebeplerini
bilmediklerinden,[102] sık sık hatalara düşüyorlar.”
Yine bir gün Hz. Ömer Hudeybiye antlaşması öncesi başından geçen bir acı hatırayı İbn-i Abbâs
radiyallâhü anh ile paylaşmak istemiş ve şunları
anlatmıştır:
“Hudeybiye musalahasındaki durum ilk anda aleyhimize gözüktüğünden yapılan
antlaşmadan sonra üç defa üst üste Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
selleme bir şeyler sormuştum. Bu sorularımın hiçbirine cevap alamayınca hakkımda beni ikaz
edici ayet inmesinden endişe etmiş ve ömür boyu bu yaptığıma pişmanlık duymuştum.” [103]][104]
ASHABIN RASÛLÜLLAH SALLALLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEME SEVGİ VE
SAYGISI
[Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin Allah Teâlâ katındaki değerini kavramış olan
Sahabe, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden gelen bütün emir ve
talimatları, gereğince yerine getirmeye çalışmışlardır. Kendilerine mükemmel
örnek olan ve yol gösteren Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin açtığı bu
yola mallarını ve canlarını adayan Sahabe O’nu o kadar saygı ve dikkatle
dinlemişlerdir ki, bu esnada
“Öyleki başlarına birer kuş konmuşçasına”[105] bir itina içerisinde bulunmuşlardır. Nitekim en ideal
iletişim de anlatanla dinleyenin ortak ideal ve düşüncelere sahip olup aynı
arzu ve gaye içinde bulunmaları halinde gerçekleşmektedir. Dolayısıyla bir
tarafta Kur’ân-ı Kerim’in ifadesiyle kendini helak edercesine çabalayan bir
rasül,[106] diğer tarafta ise
hayatını Kur’ân-ı Kerim’in ruhuna uygun hale getiren bu rehbere teslim olmuş
Sahabe olunca, iletişimin en ideali yaşanmıştır. Sahabenin Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve selleme karşı sevgi, saygı ve bağlılığına inanmayanlar
dahi itiraf etmek durumunda kalmışlardır. Nitekim bu duruma Hudeybiye’de şahit
olmuş olan Mekke’nin ileri gelenlerinden Urve b. Mesud, Kureyşe,
“Ey kavmim, Vallahi birçok krallar gördüm, heyet
halinde Kayser’e, Kisrâ’ya ve Necaşi’ye gittim. Ama Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in ashabının ona tazim ettiği kadar, hiçbir kralın
adamlarının tazim ettiğini görmedim”[107]
diyerek itiraf etmiştir. Yine aynı şekilde
Hudeybiye antlaşmasını yenilemek için Medîne’ye gelen ve olumlu cevap alamayan Ebû
Süfyan da Mekke’ye döndüğünde kavmine
“Ben size her birinin kalpleri bir kalbe bağlı olan
bir kavimden geldim”[108] diyerek Sahabenin Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme
bağlılığını dile getirmiştir. Bunun gibi Bedir savaşına giderken Hz. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem, teker teker gurupların moral ve bağlılığını ölçmek
istediğinde Mikdâd b. Amr’ın radiyallâhu anh
“Ya Resulullah! Biz İsrailoğulları’nın Hz. Musa’ya ‘
Git, sen ve Rabb’in, ikiniz onlarla çarpışın, biz burada oturalım’ dediği gibi
demeyiz. Biz ancak senin yanında, seninle birlikte çarpışırız deriz”[109] demesi ashabın bağlılığını ortaya koymaktadır. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem ile Sahabe arasında zannedildiği gibi bir resmiyet
de söz konusu olmamıştır. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, Sahabe’ye
fikir ve düşüncelerini açıklamada fazlasıyla serbestlik sağlamış, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem ile Sahabe arasındaki ilişki Sahabe ile beşer-Resul
ilişkisi olarak geçmiştir.
Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemi canından aziz bilen Sahabe, o’na karşı tazimini
sergilemek adına zirve noktada tutum ve davranışlar sergilemişlerdir. Hatta
öyle ki bazen Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, ashabının kendisine karşı
saygı da olsa ölçüyü kaçırmamaları yönünde tavrını koymuş, yanlarına gittiğinde
Sahabenin ayağa kalkmalarını dahi nehyetmiştir.[110]
Bundan dolayıdır ki Enes b. Malik radiyallâhu anh,
“Kendileri için Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden
daha sevimli kimse olmamasına rağmen Sahabe, hoşlanmadığını bildikleri için
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi gördüklerinde ayağa kalkmazlardı”
demektedir.[111] Sahabe aynı zamanda
Mescidi Nebevi’ye girmeyi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin huzuruna
girmek gibi görüp sessizce, edeb ve saygı ile girip çıkmışlardır. Sahabe
genelde bu şekilde hareket ederken herhangi bir dalgınlık sonucu edebe aykırı
davranışlar vuku bulduğunda da anında ikaz etmişlerdir. Bir zaman Mescid-i
Nebevîde yüksek sesle konuşulması üzerine Hz. Ömer radiyallâhu anh, sesli konuşanların
kimler olduğunu sormuş ve kendisine Taif ahalisinden oldukları söylenince de
Hz. Ömer
“Eğer siz bu şehir ahalisinden olsaydınız muhakkak
canınızı acıtırdım. Siz Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin mescidinde seslerinizi
yükseltiyorsunuz öyle mi?!” diyerek onları azarlamış ve bu yaptıkları hareketin
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme bir saygısızlık olduğunu dile
getirmiştir.[112]
Yukarıda Mescidi Nebevide yapılan edebe muhalif hareketlerin
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin şahsına yapılmış bir saygısızlık
olarak addedildiği gibi ehl-i beytine dil uzatmak, hayatta olanlara hürmette
kusur etmek de aynı şekilde saygısızlık sayılmıştır. Nitekim ehl-i beytin
faziletine ve üstünlüğüne temas eden ayetlerin [113]
yanı sıra birçok hadiste de onlara sevgi beslenmesi istenmiş ve bu sevginin
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi sevmenin bir gereği olduğu vurgulanmıştır.[114]
Bu husustan dolayı Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ailesi ve yakın
akrabaları Müslümanlar nezdinde müstesna bir mevkiye sahiptir.][115]
[Bazı müfessirler “Ey Muhammed! De ki: «Ben bu tebliğime
karşı sizden akrabalıkta sevgiden başka hiçbir ücret istemiyorum.» Her kim bir
iyilik yaparsa biz onun iyiliğini artırırız. Şüphesiz ki Allah çok
bağışlayıcıdır, şükrün karşılığını verir.” [116] ayet-i kerimesine (risâlet teblîği karşısında,
sizden ücret talep etmem; fakat akrabalığı muhafaza etmenizi ve bana muhabbet
eylemenizi, sıla-i rahimde bulunmanızı talep ederim) diye mana vermişlerdir.
Kureyş'te hiçbir kabile
yoktur ki Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ile o kabilenin akrabalık ve
hısımlığı olmasın! Sanki ki, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz
hazretleri
"Bana
iman etmezseniz, bari size olan akrabalığı muhafaza ediniz de bana cevr ü eziyet
etmeyiniz!"
demiştir.
Allah
Teâlâ Kur’ân-ı Kerim’de ise
“Şüphesiz ki Allah'a ve Resulü'ne eziyet
verenlere Allah hem dünyada, hem ahirette lânet etmiştir. Onlara aşağılayıcı
bir azab hazırlamıştır.” [117]
ayet-i kerimesinde küfür ve
günaha düşerek Allah Teâlâ'ya ve rasülüne eziyet edenlerin rahmet kapısından
kovacağını ve onlara aşağılayıcı azap hazırlandığını zikir ve beyan etmiştir.]
EBÛ CEHİL'İN PROVAKATÖRLÜĞÜ
Hz.
Ebû Tâlib’den sonra Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Kureyşîlerin
azabından daha çok rahatsız olmuş, hayatı her an tehlikeye girmeye başlamıştı.
Bir defa,
Kâbe'de namaz kılarken, Ebû Cehil'in teşviki ile Ebû Muayt oğlu Ukbe, yeni
kesilmiş bir devenin bağırsaklarını getirip, secdede iken üzerine koymuş,
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem başını secdeden kaldıramamıştı. Kızı Hz.
Fâtıma aleyhisselâm yetişerek, üzerini temizlemiş, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellem namazını bitirdikten sonra etrafında gülüşen müşrikleri işâret ederek
üç defa:
"Allah'ım
Kureyşten şu zümreyi sana havâle ediyorum" dedikten
sonra:
"Ebû
Cehil'i, Ebû Muayt oğlu Ukbe'yi, Haccâc oğlu Şu'be'yi, Rabîa'nın oğulları Utbe
ve Şeybe'yi, Halef'in oğulları Übeyy ve Ümeyye'yi, sana havâle ediyorum." diye
isimlerini birer birer saymıştı. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
isimlerini saydığı bu azılı müşriklerin hepsi de Bedir Savaşı'nda katledilip,
leşleri Bedir'deki "Kalîb" denilen kuyuya atılmıştır. [118]
Hazret-i
Resulün muhterem evlâdı Hz. Fatıma aleyhisselâm üzerini temizler iken, O Allah
Teâlâ’nın sevgilisinin gözleri yaşla dolarak:
"Yavrum!
Amcam Ebû Tâlib'in sağlığında müşrikler bana bu kadar tecâvüz edemezlerdi” buyurdular.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, amcası Hz. Ebû
Tâlib'in vefatından sonra, günlerce evinden dışarı çıkmadı. Hep evinde oturdu.
Pek az dışarı çıktı. Dışarı çıktığı zaman da, Kureyş müşrikleri, Hz. Ebû
Tâlib'in sağlığında yapmak isteyip de yapamadıkları hakaret ve işkenceleri,
istediklerini yapmaya başladılar.
Nitekim Kureyş müşriklerinin beyinsizlerinden bir
beyinsiz Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin önünü kesip başına toprak
saçmış, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem başı toza toprağa bulanmış
olarak evine girmişti.
Kızlarından birisi hemen kalkıp Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin başındaki tozu toprağı ağlaya ağlaya giderirken, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem:
"Kızcağızım! Ağlama! Muhakkak ki, Allah senin
babanı koruyacak, savunacaktır!" demişti.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin kendi kendine
de:
"Ebû Tâlib ölünceye kadar, Kureyşlilerden, böyle
birşey başıma gelmemişti! Ey amca! Senin yokluğunda, imdadıma senden daha
çabuk koşanı bulamadım" buyurduğunu
işittiği ve müşriklerin Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi himayesiz
bularak işkenceye uğratmaya kalktıklarını gördüğü zaman, Ebû Leheb Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin yanına geldi ve:
"Ey Muhammed (sallallâhü
aleyhi ve sellem)! Git! Ne
istiyorsan, Ebû Tâlib'in sağlığında ne yapıyor idiysen, yine yap! Lâfa
andol-sun ki, ben ölünceye kadar sana hiç kimse dokunamayacaktır!" dedi.
Bir gün, Gaytala'nın oğlu Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve selleme sövüp sayarken, Ebû Leheb çıkageldi. Onu yüzünün üzerine düşürdü.
Gaytala'nın oğlu:
"Ey Kureyş cemaatı! Ebû Utbe dininden
çıkmış!" diyerek bağırmaya ve yaygaraya başladı.
Kureyş müşrikleri gelip Ebû Leheb'in üzerine
dikildiler.
Ebû Leheb onlara:
"Ben Abdulmuttalib'in dininden ayrılmış değilim. Fakat
ben kardeşimin oğlunu yapmak istediği şeyi yapıncaya kadar koruyorum" dedi.
Müşrikler:
"Güzel ve iyi etmişsin!" dediler.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, böylece, bir
müddet, Ebû Leheb'in korkusundan hiç kimse sataşmaz olduğu halde, gider gelir
oldu.
Ebû Leheb bir gün Ukbe b.
Ebû Mu'ayt ile Ebû Cehil'in talîm ve ta'rîfi üzerine "Abdülmuttalib
cehennem ehli midir?" diye Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
Efendimiz hazretlerinden sual edip,
"Kavmiyle
beraberdir!" cevâbını almıştı ki, bu cevap, Hz. Abdülmuttalib'in
kavmi ehl-i fetretten olup, ehl-i fetretin hususî hükmü vardır nüktesini işrâb
(ima) eder.
Ebû Leheb'in, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz Hazretlerine düşmanlık etmesi, Abdülmuttalib
hakkında sual ettiği meseleye verdiği cevabı anlayamamış olmasındandır. Eğer bu
cevabı yanlış olarak telâkki etmemiş olsaydı, belki düşmanlık etmezdi.
Gerek Ebû Cehil ve gerek
Ukbe, bu kısa cevabı "Abdülmuttalib kavmiyle beraber cehennemdedir!"
diye çevirerek Ebû Leheb'i kızdırdıklarından, büyük bir hiddet ve gadap ile
tekrar Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin huzuruna varıp meseleyi bir
daha öğrenmek istemiş ve Ebû Cehil'in te'vîl ve anlayışını anlatmış ve
Efendimiz hazretlerinden
"Eğer batıl üzere
gitmişse, gerek Abdül-muttalib ve gerek onun gibiler umumiyetle cehennemdedir-,
yok eğer takrîr-i sabıka muvafık olarak irtihal etmişlerse hiç birisi cehennemlik
değildir"
cevabını almış olmasına bağlı gazab ateşi alevlenip, sevgisi düşmanlığa dönüştü.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi himayeden düşürdü. Burada hatırlanması
gereken önemli bir hususta Ebû Leheb’in hanımını hatırlamakta uygundur.
Hz. Ebû
Tâlib’in sevgisine çoşkunluk veren Hz. Fatıma b. Esed’in karşısında Ebû
Leheb’in karısı fitneyi kabartıyordu. Bu etki yüzünden Ebû Leheb’in soğuk
davranışın altında Ebû Leheb'in karısı Ümmü Cemil
vardı. Ebû Süfyan'ın kızkardeşi ve Muaviye b. Ebi Süfyan'ın da halası idi.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme düşmanlıkta aşırı gider; küfründe,
inkârında ve inadında
kocasına yardımcı olurdu.
Ümmü Cemil her gece pıtrakları, dikenleri, dikenli ağaç dallarını toplayıp büyük demet yapar, boynuna bağlar, geceleyin ayağına batsın yaralar açsın diye Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemin geçeceği yollara atar, saçardı.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ise, onlara kum
yığınına, ipek üzerine basar gibi basar, geçerdi.[119]
[Allah Teâlâ Leheb sûresinde “Ebû Leheb'in
İki eli kurusun; kurudu ya; malı da, kazandıkları da kendisine bir fayda
sağlamadı. Alevli bir ateşe girecektir. Eşi de; odun hamalı ve boynunda
bükülmüş bir ip (bağlanmış) olarak.” bahsederken Ebû Leheb'in karısı, kocasıyla
birlikte öyle bir üslupla zikredilmiştir ki buradan onun da fitne ve engelleme
ateşini alevlenme de büyük rol oynadığını çıkarmak hiç de zor değildir. Eğer
onun da davaya karşı katı bir tutumu olmasaydı, özellikle de ilk sıralarında
(çünkü sure çok erken dönemlerde inmiştir.) bu şekilde nitelenmez ve bu
Kur'anî uyarıya hedef olmazdı. Bunda tabiatıyla, risaletin başlarında Arap
kadınının güçlü bir şahsiyeti sembolize edilmektedir. Rivayet edilen nakiller
arasında yer alan bir açıklamaya göre bu kadın kocasını da etkisi altına alarak
ona katı asabiyet geleneklerini çiğnetmiş ve onu kardeşinin oğlu ile düşman bir
pozisyona sokmuştur. Sonra iki oğluna da etki ederek, risaletten kısa bir süre
önce nişanları yapılan Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin iki kızını
boşamalarını sağlamıştır.] [120]
Ümmü Cemil kendisi ve kocası hakkında Tebbet sûresinin
indiğini işitince Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Hz. Ebû Bekir radiyallâhü
anh ile birlikte Kâbe Mescidinde oturduğu sırada oraya vardı. Kendisinin elinde bir taş
bulunuyordu. Hz. Ebû Bekir, onu görünce, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme;
"Yâ
Rasûlallah! Bu Ümmü Cemil'dir. Eziyet edici
bir kadındır. Sana doğru geliyor! Onun
seni görmesinden korkuyorum! Keşke bu kadın
sana bir zarar vermeden, eziyet etmeden kalkıp gitmiş
olsaydın, bir köşeye çekilseydin!" dedi.[121]
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem:
"O beni
göremez!" buyurdu. Gerçekten de, Ümmü Cemil Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemi göremedi! Allah Teâlâ ona göstermedi. O ancak Hz. Ebû Bekir'i
görebildi. Gelip, Hz. Ebû Bekir'in başına dikildi. Ona:
"Ey Ebû Bekir! Arkadaşın
nerede?" diye sordu.
Hz. Ebû Bekir: "Ne yapacaksın
onu? Sen benim yanımda hiç kimse görmüyor musun?" dedi. Ümmü Cemil:
"Benimle alay etme! Ben senin
yanında senden başkasını göremiyorum. Bana haber verildi ki, arkadaşın
beni hicvetmiş.
O şairse, vallahi, ben de şair bir
kadınım. Kocam da şairdir.
İşte, ben de onu hicvediyorum:
'Biz o
verilmişe isyan ediyoruz.
Onun nübüvvet
işinden yüz çeviriyoruz.
Onun dininden
hiç hoşlanmıyoruz.' [122]
Vallahi, onu bulsaydım, şu taşı
kendisinin ağzına vuracaktım!" dedi.
Hz. Ebû Bekir:
"Hayır! Vallahi,
arkadaşım şair değildir. O şiir söylemez
de. Şu Beyt'in (Kâbe’nin) Rabbine andolsun ki, o seni hicvetmiş değildir" dedi. Ümmü Cemil:
"Muhakkak ki, sen benim katımda
doğru sözlüsündür. Kureyşîler iyi bilir ki, ben onların ulu kişilerinin kızıyımdır!" diyerek dönüp gidince, Hz. Ebû Bekir:
"Yâ
Rasûlallah! O seni görmedi mi?" diye sordu. Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem:
"Beni
görmedi! Allah onun gözünü alıp beni göremez hale getirdi!" buyurdu. [123]
ÖZ
YURDUNDAN HİCRET
Ebû Leheb’in himayeyi kaldırması karşısında Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem dini neşretmek için Mekke'den daha emin bir yer
te'min etmek maksadıyla Taif'e gitti. Ne var ki orada, yaptığı bütün temaslara
rağmen istediği genişliği bulamayarak geri döndü. Dönüşte ise Mekkeye
almadılar. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, Mut’im b. Adiyy radiyallâhü
anhın himayesi ile Mekke’ye girebildi.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem her zaman
sıkıntılarından kurtaran amcası Hz. Ebû Tâlib’in dünyadan göçeceği sırada,
yanına çağırıp tavsiyesini düşünmeye başladı. Hz. Ebû Tâlib demişti ki;
"Ey kardeşimin oğlu! Ben öldüğüm zaman, sen
Neccaroğullarından [124] olan dayılarının yanına git! Çünkü onlar evlerinde,
yurtlarında bulunanı koruma gücüne, insanların en çok malik
olanlarıdırlar" [125]
[Bu
vasiyetler gösteriyor ki, Hz. Ebû Tâlib, son derece zeki ve basiretli bir
zât'tı. Uzak geleceği görebiliyordu. Hz. Ebû Tâlib’in özellikle Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin Medine'ye gitmesiyle ilgili fikri çok isabetliydi
ve bu fikir Hicret'ten üç yıl önce ortaya atılmıştı. Hâlbuki bu sözlerin söylendiği zaman kimse
Medine’nin Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi bağrına basacak ve
İslamiyet'in merkezi olacak bir şehir olacağını tahmin etmemişti. Medine ve
ahâlisi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi ve müslümanları öylesine
destekledi ve öylesine güçlerine güç kattı ki, müslümanlar kısa bir zamanda
bütün Arabistan'a hâkim oldular. Aynı şekilde, Hz. Ebû Tâlib'in Kureyşli kabile
reislerine söylediği sözlerde tamamıyla doğru çıktı. Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemden yana olan daha aşağı tabakadaki insanlar ve mazlum kişiler
devlet ve memleket işlerinin en üst mevkiinde yer alırken inatçı Kureyşli
kabile reisleri avuçlarını yaladılar. İbn Abdülberr, “Istiab’da” Hz. Ömer
radiyallâhü anhın halifelik devrinin bir vak'asını nakletmiştir. Buna göre, bir
gün aralarında Kureyş'in Süheyl bin Amr ve Ebû Süfyân gibi reislerinin de
bulunduğu bir heyet, Emîr ül-Müminîn, Hz. Ömer ile görüşmeye geldi ve oturmak
için Halife'nin işaretini beklediler. Bu arada, Hz. Bilâl ve Hz. Süheyb gibi
bazı diğer kişiler içeriye alınıyordu. O sırada Ebû Süfyan arkadaşlarına şikayet
eder bir tavırla, “vallahi, şu hale bak, ne günlere kaldık. Bizim gibi
reisler dışarda bekliyor ve bu köleler ağırlanıyor;” dedi. Bunun üzerine Süheyl
bin Amr dedi ki :
“Bu
şikâyeti kendi kendinize yapacaksınız. Zira İslam’a davet verildiği zaman bu
adamlar öne çıkmış ve siz geri kalmıştınız.”][126]
Allah
Teâlâ, bu sonu gelmez hakaretlerin sonu gelmeyince, Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve selleme Hz. Ebû Tâlib tarafından kalbine nakşedilmiş yurda hicret
emrini verdi.
Hicret
yeni dönemin başlangıcı olacaktı. Fakat Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
çok sevdiği vatanından ayrılacaktı.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Medine’ye hicret edeceği bir esnada
Kâbe’ye bakarak
“Vallahi sen, benim dünyada en çok sevmiş olduğum yersin.
Şayet senin halkın beni zorla çıkarmasaydı vallahi çıkmazdım”[127] buyurmuştur. Bir daha Mekke’ye yerleşmekte nasip olmadı.
HZ. EBÛ TÂLİB’İN “KASİDE-İ ŞI’BİYYE”Sİ [128]
Kaside, herhangi bir maksat için
söylenmiş, aynı kafiyeye sahip birçok beyitten oluşan manzumelere verilen
genel addır. Kaside, “kasdedilen şey” anlamındadır. Genellikle medih
kasdıyla söylenirler. Arap edebiyatında Lâmiyye-i Ebî Tâlib olarak bilinen Hz. Ebû
Tâlib'in Kaside-i Şı’biyyesi İslam tarihinin önemli bir bölümünü büyüteç altına
alması bakımından değerlidir.
Bugüne kadar müslümanların zihinlerinde oluşturulan Câhiliyye
kavramının bilgisizlik ile eşleştirilmesi çok büyük hata olmaktadır. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin gelip İslâm’ı yeniden tesis ederken zır cahil
hiçbir şeye aklı ermez bir insan topluluğu ile bunu başarmasının mümkün olmayacağı
açıkca ortadır. Sözün güzelini söylemeyi bilen bir toplumda akıl seviyesinin
çok yüksek oluşu bilinen gerçektir. Onlar bir şiirle savaş başlatırken başka
bir sözle bitirebiliyorlardı. O zaman insanlarının Allah Teâlâ’nın koyduğu
kuralları tahrib etmiş olmaları sebebiyle sorunlar artmış ve huzur kaybolmuştu.
[Câhiliyye kavramının içeriğini ele alan Câbirî, her şeyden önce bu kavramın İslâmî bir kavram olduğunu belirtir ve bu kavramın “bilgisizlik” ve “cehalet”
anlamından ziyade “zulmet” anlamına geldiğini veya daha çok bu anlamı ifade için kullanıldığını söyler. Câhiliyye karanlıkla
(zulmet) İslâm
ise aydınlıkla (nur) tanımlanmıştır. Dolayısıyla İslâm düşüncesinin nazarında zulmet, kargaşa, anarşi, iç savaş ve geleceğe ait beklentilerin olmayışı iken, nur; ilişki ve sorumluluklarda netlik ve gelecekle ilgili ufukların
parlaklığı
anlamına gelir.][129]
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem gelişi ile insanlara ışık
olmuş onların karanlıktan kurtuluş yollarını göstermiştir.
Hz. Ebû Tâlib, Câhiliyye Devrinin en
önemli şair ve hatiplerinden biri olup İslam edebiyatı adına öncelikli olarak
tanıtılacak önemli simalardan biridir. Ama imanı üzerinde yapılan bir takım
spekülasyonlar, onu arka plana itmiştir.
Bu kasidenin maksadı Hz. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemi övmek ve Mekkeli müşrikleri insanlığa davettir.
Şı’b, sözlükte “iki tepe arasında
bulunan dere” anlamındadır. Burada “dere mahallesi” manasındadır.
[Şı’b-u
Ebî Tâlib: Mekke’nin dışında, varoşlarda dağ yamacındaki bir bölgedir. Kaynakların anlatımından buranın
bu günkü Cennet’l-Mualla kabristanlığının bulunduğu ve kaynaklarda Hacun diye zikredilen bölge olduğu anlaşılıyor. Bu bölgede Hâşimoğullarına dedelerinden miras
kalan meskenlerin olduğuna bakılırsa gerçekten de burasının boykot günlerinde yaşanılan mahal olduğu akla daha yatkın geliyor.][130]
Bu mahalle, Kureyş’in boykot
yıllarında Hâşimoğullarının Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ile beraber
sığındığı Ebû Talip'e ait mahalledir. [131]
Bu kasidede Hz. Ebû Tâlib yalvarıp
yakarmamış aksine insanlık ve kutsal değerler uğrunda ölümü çoktan göze
aldığını belirtip, ciddi ciddi muhaliflerine meydan okumuştur. Diğer Araplar
bundan telaşa kapılmışlar, Kureyş de birbirine girerse, Hac ibadeti dâhil
İbrahim dininin ortadan kalkması gibi ciddi sonuçlarının olacağını, harbin
zarardan başka yararının olmayacağını söyleyerek arabuluculuk yapmaya
çalışmışlardır.
KASİDE-İ ŞI'BİYYE TERCEMESİ[132]
VE AÇIKLAMASI [133]
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem buyurdu ki;
“Gerçekten de ifadenin bir
kısmı sihirdir.” [134] Güzel söz
insanları etkiler demektir. Şiir bu kısma girmektedir.
1-
Ey
iki can dostum! Haklı olsun haksız olsun, ilk tenkit edene karşı, kulağım yassı
bir taş değildir.
Hz. Ebû Tâlib bu beyitte Kureyş’e kızgınlığını ifade
etmektedir. Çünkü yeğeni Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem haklı olduğu
halde, bilerek Ebû Leheb tarafından kınanmıştır.
"Artık Ebû Leheb ne dese onu dinlemem" diyor.
Ebû Talip burada, hakkı işitmek istemeyen kulağı, pürüzsüz
yassı bir taşa benzetiyor. "Ben böyle bir kulağa sahip değilim"
diyor. Şimdiye kadar Mekke putperestliğini kimse kınayıp tenkit etmedi. Biri
çıkmış ilk defa tenkit ediyor. Haklı da olabilir, haksız da. Ama adamı önce bir
dinleyelim" demek isteyerek istişareyi ve şeffaflığı önermiştir. İkinci
beyit de bunu destekler.
2- Ey iki can dostum! İstişareyle varılmayan ve tül
gibi (şeffaf)
olmayan görüş, hiç şüphesiz vesveseli işlerden sayılır.
3-Bu kavimde sevgi olmadığını, bütün kulpları ve araçları
kopardıklarını gördüğümde,
4-Bize açıkça düşmanlık ve eziyet yaptıklarını, bizden ayrı
duran düşmanın emrinde olduklarını,
5-Töhmet altında olan ve arkamızdan, öfkelerinden
dolayı parmaklarını ısıran insanlarla bize karşı antlaşma yaptıklarını,
6-(Bunları görünce neredeyse onlara saldıracaktım ama) esnek
esmer (mızrağıma) ve krallardan miras kalan keskin beyaz (kılıcıma)
tutunup sabrettim.
7-Yakınlarımı ve kardeşlerimi Kâbe'nin
yanına getirdim. Vasilelerden [135] oluşan örtüsüne tutundum.
Müşriklerin
ambargosu uzun ve elemli şekilde olmasından dolayı Kureyş’in ileri gelenlerinden
bazıları, Hâşimoğullarına karşı yaptıkları şeylerden dolayı, birbirlerini
kınadılar.
Hz. Ebû Tâlib
ile ashabı, Kâbe örtüsü arasına girerek:
"Ey Allah!
Bize zulmedenlere, akrabalarla ilişiğini kesenlere, bize yapılması haram olan
şeyleri helâlleştirenlere karşı bize yardım et!" diyerek yalvardıktan sonra, Şı'b'a döndüler.[136]
Müşriklerden
bir topluluk:
"Bu,
kardeşlerimize karşı, tarafımızdan yapılmış bir zulümdür!" dediler, pişmanlık duydular.[137]
8-Hep beraber ayaktaydık. Büyük kapısına yönelmiş haldeydik.
Nafile adak yapanın yemin etiği yerin yanında.
9- İsaf ve Naile (heykelleri tarafından)[138] gelen sellerin aktığı ve uzun
saçlıların [139] binek hayvanlarını oturttukları yerde (Allah Teâlâ'ya dua için durduk).
Hz. Ebû Tâlib, burada putlardan
bahsederken müşriklerin değerlerini hatırlatmek istemektedir. Kendisi babası
Hz. Abdulmuttalib gibi Hanif dinini bütün hayatı boyunca uygulayıcısı olmuş,
cahili hareketlerden uzak kalmıştır.
ARAPLARDA
PUTPERESTLİK [140]
1-Put Kavramı
Türkçe de kullanılan put kelimesi bir
şeyi aşırı derecede sevme, İnsana ve insanlara zorla kabul ettirilmek istenen
ideolojiler ve bunların zihinlerden silinmemesi, belli bir insanın düşüncelerinin
imgesi olarak ifade edilebilir.
Put kavramının karşılığı olarak
Arapça'da kullanılan bazı kelimeler vardır, "en Nasb" (çoğ.
Ensab) kelimesidir. Genellikle belli bir şekli olmayan ve insan şeklinde de
yontulmamış taş demektir.
Put veya tapınağa gitmeye gücü yetmeyenlerin
Kâbe ve diğer tapınakların yanına dikip tapındığı taşa da "nasb"
denir.
İkinci kelime "sanem"
dir (çoğ. Esnam). Ağaç, gümüş, altın gibi maddelerden yapılan ve belli bir
şekli olan, insan şeklinde yontulmuş putlara sanem denilmektedir.
Bir başka kelime "vesen"
dir (çoğ. vüsün, evsan). Küçük put, resim, şekilsiz putlara vesen denir. Vesen
ile sanem, sabit olan ve taştan insan şeklinde yapılmış olan heykel demektir.
2.
Araplar Arasında Putperestliğin Doğuşu
Putperestlik ne Araplarla başlamıştı,
ne de onlarla bitmişti. Araplarda putperestlik başlamadan önce dünyanın değişik
yerlerinde putlara tapma yaygın şekilde yaşanıyordu. İnsanlar saygı ve hatıra
için yaptıkları ve diktikleri heykelleri, cisimleri zamanla putlaştırdılar. Hz.
Nuh aleyhisselâm zamanındaki putların tanrılaştırılmasında da aynı sebep dikkat
çekmektedir.
Araplarda putperestliğin ortaya
çıkışını hazırlayan ortam ve gelişen olaylar zincirini başka yerlerde de görmek
mümkündür. Siyası otoritesizlik, başıbozukluk, daha disiplinli değişik
kültürlerin etkileri sebeplerden bazıları olarak zikredilebilir.
İbnü'l-Kelbi'ye göre ilk puta tapma olayı şöyle başlamıştır: Hz. Âdem aleyhisselâm
öldüğünde, Şit oğulları onu Hindistan'da bir mağaraya gömdüler. Zaman zaman
gidip Âdem aleyhisselâmın cesedini ziyaret ediyorlar ve onun etrafında saygı
dönüşü yapıyorlardı. Âdem aleyhisselâmın oğlu Kabil'in soyundan birisi, "Ey
Kabiloğulları! Şitoğullarının bir davarı var, onun etrafında dönüyor ve ona
saygı gösteriyorlar. Sizin bir şeyiniz yok" dedi.
Sonra onlara bir put yaptı. Böylece o,
put yapanların ilki oldu. Taberi'ye (hyt.322/934) göre ise, ilk puta tapan
Cemşit'tir. Cemşit bir kraldı ve yaratılış bakımından güzel yüzlü biriydi. Bu
rivayetlerden birincisi, yeryüzünde puta tapıcılığın ilk defa ortaya çıkışını
açıklamış olabilir.
Hz. Nuh dönemindeki puta tapıcılık ve
o dönemdeki meşhur putlar bilinmektedir. Rivayete göre bu meşhur putlar Nuh
kavminden salih kimseler idiler. O kişilerin ölümüne yakınları çok üzüldüler.
Şeytanın tahriki ile içlerinden biri,
"Ey hemşerilerim! Size onların
putlarını yapayım mı? Yalnız ruhlarını veremem" dedi. Onlar da bunu kabul ettiler. O
da onların putlarını yaptı. Artık herkes gelip yakınlarını ziyaret ediyordu.
Zamanla onları tanıyan kalmayınca, sonraki nesiller atalarının bu putlara
taptıklarını zannederek onlara tapmaya başladılar.
Buradan ilk putperestliği teşvik eden,
insanları bu kötülüğün derinliklerine sürükleyen şeytan olduğu net bir şekilde
anlaşılmaktadır. Şeytan, insanları sırat-ı müstakimden nasıl saptıracağını ilk
isyanı sırasında, Allah ile aralarında geçen dialogda kıyamete kadar istediği
mühlet kendisine verildiğinde, "beni azdırmana karşılık yolunun üzerine
oturacağım. Sonra arkalarından, önlerinden, sağlarından, sollarından insanlara
sokulacağım ve çoklarını şükredici bulmayacaksın" mealindeki karşı
çıkışıyla belirtilmişti[141]. Sanki O, hem Allah Teâlâ’ya söz
veriyor, hem de gelecekte vuku bulacak işlerde kendi payının olduğunu teyid
ediyordu. Şeytan, bu sözüyle Hz. Âdem aleyhisselâmdan beri insanları tevhid ve
hidayet güneşinden uzaklaştırmaya, onları şirke ve puta tapmaya sevk etmiştir.
İnsanlık tarihi incelendiğinde bunun pek çok örneğini bulmak mümkündür.
Arapların putperstliğe geçişleri büyük
ölçüde Hz. İsmail'in tevhid dinini unutmalarına bağlı idi. İnsan,
fıtratındaki inanma ve tapma ihtiyacını gidermek için mutlaka bir şeye inanmak
ve tapmak durumdadır. Araplar da, Hanif dininden kalma zayıf ve ne belirsiz
Allah inancı dışındaki bütün hususları unuttular. Allah'ı bildikleri halde ona
nasıl ibadet edeceklerini kestiremiyorlardı.
Bu kargaşa ortamını, şeytan ve
şeytanın tahrikine kapılmış bazı insanlar değerlendirerek Arapları
putperestliğe sevk ettiler. İşte bu insanların başında Amr b. Luhay'ın bulunmaktadır.
Hicaz'a putları ilk getiren şahsın o olduğu hususunda tarihçilerin ittifakı
vardır.
Amr b. Luhay, Belka'dan getirdiği
Hübel'i Kâbe’nin yanına dikti. İnsanlara onun faziletlerinden, onlara
sağlayacağı faydalardan bahsederek, onları, bu faydaları sağlamak üzere ona
tapmaya çağırdı. Böylece putperestlik yaygınlaşmaya başladı.
İbnü'l-Kelbi'nin aktardığı bir başka
rivayete göre, Kâbe’den uzaklaşanların oradan alıp yanlarında götürdükleri
taşlara perestiş etme adetleri, puta tapıcılığın başlangıcı olmuştur. Bu
rivayet, puta tapıcılığın Hicaz'a başka yerden girmesine mani değildir. Aslında
bu adet, Arapların putperestliğe geçmelerinin yeterli sebebi olarak da
gözükmemektedir. Çünkü söz konusu taşların belli bir şekli yoktur. Hâlbuki Kâbe
ve diğer yerlerdeki putlar çeşitli şekillerde; mesela Hubel insan, Vedd
erkek, Uzza ağaç şeklinde idi. Nasıl oldu da tapınılan bu şekilsiz taşlar
insan ve ağaç şeklinde aldılar? İşte bu geçişi açıklamak kolay değildir.
3.
Arapların Taptığı Putlar
a.
Kabe'deki Putlar: Hübel ve Diğerleri
Kâbe etrafında pek çok put vardı. Bu putların
en büyüğü Hübel idi. Hübel'i ilk dikenin kim olduğu konusunda iki farklı görüş
var.
İbn Hişam (hyt.833/1430) ve diğer pek
çok tarihçi, Hübel'i Belka'dan denilen yerden getirip Kâbe’nin yanına dikenin
Amr b.Luhayy olduğunu ve belirtmektedir. İbn Sa'd (hyt. 835/1431) ve İbnül-Kelbi (hyt. 204/819) ise, bu kişinin Huzeyme b.Müdrike
olduğunu ifade etmektedirler. Bu sebepledir ki, ona Hüzeyme'nin Hübel'i
denilmişti. Onun hizmetini Hüzeyme yapıyordu. Daha sonra oğulları bunu
sürdürmüştür.
Hübel, Kâbe’nin yanındaki en meşhur
put idi. Hübel'in insan şeklinde olduğu konusunda ihtilaf yoktur. Kırmızı akik
taşından yontulmuş bu putun sağ eli kırılmıştı.
Ona altından bir el yapıp taktılar.
Onun önünde bir torbanın içine konulmuş yedi fal oku vardı. Bir iş yapacak veya
sefere çıkacak kimse gelir; onun önünde fal okunu çeker ve çıkan sonuca göre
hareket ederdi. Hz. Abdulmuttalib de oğlu Hz. Abdullah için bunun yanında ok
çekmişti. Ebû Süfyan'ın Uhud günü "Yüce Hübel!" diye hitap ettiği put
bu idi.
Hübel'in kendisine ait telbiyesi
vardı. Buna sunulan kurbanın miktarı 100 deve idi. Kâbe’nin yanında Hübel'den
başka İsaf ve Naile ile birlikte 360 put bulunuyordu. Bunlar, Hübel,
isaf ve Naile gibi herkesin saygı gösterdiği putlardan ayrı olarak kabileleri
temsilen konulmuş putlar olup Hac zamanı o kabile hacca geldiğinde kabile
putuna tapınır, onu tavaf ederdi. Rivayete göre isaf, Cürhüm kabilesinden bir
erkekti. Yemenli Naile'ye âşık olup Kâbe’nin içinde onunla zina edince Allah
Teâlâ onu taşa çevirdi. Sonra Amr b.Luhay onu Safa tepesine dikti. Naile
de Zeyd isimli Yemenli bir kişini kızıydı. O da İsaf’a âşık olup aynı fiili işlediği
için taşlaşmıştı. Amr b.Luhay onu Merve'ye dikti. İnsanlar bunlara tapınmaya
başladılar. Müşrikler,
İsaf ve Naile putlarının yanında başını
kazıtıp onlara kurban kestikten sonra, yeminlerini eder ve kurbanın kanını
putların başlarına sürerlerdi. Örnek verecek olursak;
[Bir gün Kureyş müşriklerinin ileri gelenlerinden bir
cemaat, Kâbe’nin Hicrinde toplanıp:
"Muhammed (sallallâhü
aleyhi ve sellem)'i görür
görmez, hep birden, tek bir adamın kalkışı gibi kalkacak, onun üzerine yürüyeceğiz;
öldürmedikçe de kendisinden ayrılmayacağız!" diyerek Lât ve Uzzâ, Menât, İsaf ve Naile putları
üzerine antlaştılar. Hz. Fâtıma aleyhisselâm ağlayarak Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin yanına geldi ve:
"Şu
Kureyşlilerin ileri gelenleri senin aleyhinde antlaştılar: Seni görünce,
üzerine yürüyüp seni öldürecekler!" dedi.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem;
"Ey kızcağızım! Bana abdest suyu getir!" buyurdu. Abdest aldı. Sonra da, Mescid-i Haram'a,
onların yanına vardı. Müşrikler Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi
görünce:
"İşte, o orada!" dediler. Gözlerini önlerine indirdiler, çeneleri
göğüslerinin üzerine düştü. Oturdukları yerlerden ne ilerleyebildiler, ne
gerileyebildiler! Başlarını kaldırıp Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme
bakamadılar! İçlerinden hiçbirisi, kalkıp Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemin üzerine yürüyemedi!
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem varıp
tepelerine dikildi. Yerden bir avuç toprak aldı ve:
"Yüzleriniz kara olsun!" diyerek, onların üzerlerine saçtı. Onlardan hiçbir
kimse yoktu ki, bu topraktan kendisine isabet etsin de, Bedir savaşında kâfir
olarak öldürülmemiş olsun!][142]
2. Kâbe
Dışındaki Putlar ve Tapınaklar (Tağutlar)
Arapların, Kâbe’den başka içerisinde
putları korumak ve bir takım ibadetlerini icra etmek için oluşturdukları
yapılara ve kurdukları çadırlara tağut denilmekteydi. Müfessirler "tağut"
kelimesini put ve şeytan manasında tefsir etmişlerdir.
Bunların sayıları yüz kadardı. Bir
kısmı sabit, bir kısmı seyyar çadır çeklindeydi. Her konak yerinde kurulur;
giderken sökülüp, varılacak yeni yerde tekrar kurulurlardı. Tağutların sadin ve
hacipleri onlara hediyeleri ve kurbanları sunarlardı. Her birinin kendine ait
telbiyesi vardı. Bu telbiyeler tavaf esnasında okunurlardı. Bugün bu
tağutlardan geriye bir eser kalmamıştır.
Söz konusu put ve tapınaklardan önemli
olanları şunlardır.
(1)
Tağutlar
Lât, Sakîf kabilesinin tağutu Taifte
bulunurdu.
Uzzâ, Kureyş, Benî Kinâne ve Benî Süleym'den
bazı aşiretlerin tağutuydu.
Menât Evs, Hazrec ve Gassân kabilelerinin tağutuydu.
Zü'l-Halasa Has'am, Becile, Ezd es-Sarat kabileleri
ile Hevazin, araplarından bunlara komşu olanlar ona taparlar ve kurban
keserlerdi. Zü'l-Halasa'ye Yemen'in kabesi de denilirdi
Fels Tay kabilesi ile ona yakın bazı
kabilelerinin tapınağıydı.
(2)
Putlar
Vedd, Suvâ, Yağûs, Ya'ûk, Nesr.
Vedd, Kelb
kabilesinin putuydu ve Dûmetü'l-Cendel'de bulunuyordu.
Suvâ Hüzeyl kabilesinin putuydu. Kabile
mensupları onu hacceder ve önünde kurban keserlerdi.
Yağûs, Müzhic ve bazı Yemen kabilelerinin
putuydu.
Ya'ûk Hemcdan'da bulunan bir puttu.
Nesr Zü'l-Kilâ' kabilesinin putuydu ve Himyer'de
bulunurdu.
10- Orada 6 ile 9 yaş arasında olan itaatkâr
(hayvanların)
pazıları veya boyun kökleri (kurbanlık oldukları belli olsun diye)
damgalıdır.
11- Boyunlarında sedef, mermer ve süslerden
yapılmış, hurma salkımları gibi (sallanan) gerdanlıkları görürsün.
[ Kur’ân-ı
Kerim’de Bakara 196, Maide 2 ve 97, Hac 28 ve 36, Feth 25. ayetlerde kurbanlıklara
ve gerdanlıklılara işaret edilmiştir. Ayetlerin içerikleri ve uslubları güçlü
ve açık bir şekilde ifade ediyor ki, bunlar da İslam'ın kabul ettiği
nübüvvetten önceki geleneklerdi. Hedy/kurban, hacıların, Hac ile ilgili
ibadetlerini bitirdikten sonra Allah Teâlâ'ya şükür kurbanı kesmek için
beraberlerinde getirdikleri hayvandır. Arap hacıları kurbanlıklarına gerdan
takmayı adet edinmişlerdi. Yani onlar kurbanın boynuna deriden ince kayış ya
da ağaç liflerinden yahut da iplerin fitillerinden gerdanlıklar takıyorlardı.
Böylece onun kurbanlık olduğunu ilan ederlerdi. Artık bundan sonra o hayvan
haram kabul edilir ve ona dokunulmazdı. İşte «Kalâid» kavramından kastedilen de
budur. Onları helal kılmanın yasaklanması herhalde kurbanlıkların boynundan
gerdanlıklarını almaktır. Çünkü böyle bir hareket onların hürmetine halel
getirir ya da onu saldırı soymaya maruz kılar.
Hedy; kurban
edilmek için tahsis edilen her hayvana denir. Eğer bu hayvan deveden ya da
sığırdan olursa «Budun» adını alır. Hac 36. ayetinde onlara bu isim
verilmiştir. Bir tek bedene de/büyük hayvan, birden çok hacının ortak olması
caiz görülmüştür. Böylece büyük hayvan birden çok hacı için kurban olur. Belki
de “Hedy” kavramı hediye etmekten türetilmiştir. Çünkü kurban da
Hacılar tarafından Allah'a ya da Kâbe’ye bir kurban sayılır. Bugün müslümanlar
kurbanları “Edâhî” ve “Edhiye” diye adlandırmaktadır. Bunun İçin
Hac bayramı, Kurban bayramı (İ’du'l-Edhâ) diye de adlandırılır. Çünkü kurbanlar
Meş'arı Haram'dan dönüşten sonra kesilir. Bu gün Zilhiccenin onuncu günüdür ve
aynı zamanda bayramın ilk günüdür. Ayetlerin ifade biçiminden kurbanların ve
kurbanlık hayvanların ne kadar önemli bir gelenekle ilgisi bulunduğunu çıkarmak
mümkündür.][143]
12- (Şöyle dedim): “Kötülük için bize
saldıran ve bir batılda ısrar eden herkesten, insanların Rabbine sığınırım.
Bu
beyitte görüldüğü gibi Hz. Ebû Tâlib putların Allah Teâlâ gibi bir ilah
olduğuna inanmayı bir batılda ısrar olarak görmekteydi. Putların temsil ettiği
gerçek şahıslar وَقَالُوا
اتَّخَذَ الرَّحْمَنُ وَلَدًا سُبْحَانَهُ بَلْ عِبَادٌ مُكْرَمُونَ “Rahmân (olan Allah, melekleri) evlât
edindi, dediler. Hâşâ! O, bundan münezzehtir. Bilakis (melekler), lütuf ve
ihsana mazhar olmuş kullardır.”[144] ayetinde ifade edildiği gibi, keramet
sahibi veli kullar olabilir. Mesela Hübel aslında hacılara çok iyiliği dokunan
mübarek bir zat idi. Taif'teki heykeli onu hacılara hurma tatlısı ve yağlı un
kavurması ikram edişini temsil etmekteydi. Belki keramet sahibi bir kişiydi.
Ama bir kişinin kerameti o kişinin tabiatüstü olduğunu göstermez. Herkes tabiat
kanunlarına tabidir, Allah Teâlâ hariç. Dolayısıyla Allah'tan başka ilah
yoktur. Hübel vb. putlara "ilah" denmesine Abdülmuttalip gibi Mekke
liderlerinin ses çıkarmamalarının sebebi onların mecâzi anlamda ilah
olmalarındandır. Mecazi ilahları hakiki ilah yerine koymak batılda ısrardır.
Mesela "Ahmet aslandır" cümlesinden, Ahmed'in mecâzi anlamda
bir aslan olduğu anlaşılır. Ama bu onun hakiki aslan olduğunu göstermez. Ayni
spekülasyon günümüzde Vehhabîlerle mutasavvıflar arasında yaşanmaktadır. Hz.
Ebû Tâlib'in felsefesi her iki akımın arasını bulmaktadır. Bu sığınmalar mecâzi
anlamdadır. Hakiki anlamda sadece Allah Teâlâ'ya sığınılır.
13- Bize gizli düşman olup bizi
kabahatli göstermek için koşturanlardan. Bizim iddia etmediğimiz bazı şeyleri
dinimize katanlardan (Allah Teâlâ'ya sığınırım).
TANRI İNANCI
[Câhiliyye Arapları diğer tanrı ve put adlarının yanı sıra en yüce mabut olarak Allah kelimesini
de kullanıyorlardı. Allah kelimesinin çoğulunu ise
kullanmıyorlardı. Arap yarımadasında ve genellikle güney Arabistan da milattan
sonraki yıllarda var olduğu anlaşılan bir rahman
inancıyla da karşılaşılmaktadır. İslami dönemde olduğu gibi Câhiliyye döneminde de rab ve ilah
kelimelerinin aksine rahman kelimesinin çoğulunun bulunmaması
bu kelimenin bir tek tanrıyı yani Allah’ı ifade ettiğini göstermektedir. Câhiliyye dönemi şairleri şiirlerinde Allah, rabb, ilah lafızlarını sürekli
kullanıyorlardı. Çok sık olmamakla birlikte ahiret, hesap, ceza, mükâfat
kelimelerini de kullanıyorlardı. Bu durum Câhiliyye Araplarında Allah inancı
olduğunu göstermektedir. Kur’ân-ı Kerim’de müşrik Arapların sıkıntı anlarında Allah Teâlâ’ya yalvardıkları, en
büyük yeminleri Allah adına yaptıkları[145], bununla birlikte cinleri Allah Teâlâ’ya ortak
koştukları, Allah Teâlâ’ya oğul ve kızlar isnat
ettikleri, melekleri Allah Teâlâ’nın kızları olarak gördükleri ifade edilir.
İslamiyet öncesi Araplarda şiirlerin yanı sıra
dualarında, yeminlerinde, deyim ve atasözlerinde Allah kelimesi oldukça fazla
kullanılmıştır. Mekke halkı Ebû’-Salt bin Ümeyye’ nin bulup
şiirlerinde kullandığı
“Bism’i-ke allahumme” tabirini yazdıkları yazıların başında kullandıkları rivayet edilir. İslam öncesinde
Arapların puta taptıkları bilinmektedir. Kur’ân-ı Kerim’de bu konuya sık sık
temas edilmekte, bazı ayetlerde putların isimlerinden de söz edilmektedir.
Bununla birlikte onların, muhtelif kabilelere ait olmak üzere sayısı yüzlerle
ifade edilen putların üstünde bir yüce tanrının bulunduğu inancını taşıdıkları da anlaşılmaktadır. Kur’ân-ı
Kerim, onların deyisiyle “Allah”, “aziz” ve “âlim”
diye adlandırdığı bu yüce tanrının kendilerini ve bütün kâinatı
yarattığına, güneşi ve ayı belli bir
nizama bağladığına, yağmur yağdırmak suretiyle yeryüzünü canlıların
beslenmesine elverişli hale getirdiğine inandıklarını
haber vermekte, ayrıca onların bu Allah adına yemin ettiklerini hayatlarının
sıkıntılı ve tehlikeli dönemlerinde O’na sığındıklarını ve O’nu
Kâbe’nin rabbi kabul ettiklerini ifade etmektedir. Yine Kur’ân-ı Kerim
Cahilliye Araplarının bu yüce tanrı inancının yanında putlara tapmalarının,
putların kendilerini Allah’a yaklaştıracağı ve O’nun nezdinde şefaatçi olacağı kanaatine bağlı olduğunu haber verir. Diğer bazı ayetler, Cahilliye Araplarının “yüce tanrı” anlamındaki
Allah inancının başka belirtilerine de temas eder. Daha çok yabancı
yazarların gösterdiği bir temayüle göre Allah lafzı, Câhiliyye Araplarının
putlarından olan el-Lat veya Aramice elaha kelimelerinden
alınmıştır.
İslam öncesi Arapların dini hayatında görülen yüce ve tek tanrı
inancını Yahudilik ve Hıristiyanlığa bağlayanlar bulunsa da, Hz. İbrahim aleyhisselâmdan kalan Hanif dinine dayandırmak isabetli
olacaktır. Nitekim Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ve daha birçok
Arap kabilesinin soyu Hz. İbrahim aleyhisselâmın oğlu Hz. İsmail’e ulaşmaktadır. Muhtelif
ayetlerin beyanından anlaşılacağı üzere Hz.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, ebedi kurtuluşu gaye edinen evrensel çağrısıyla ortaya
çıkarken bu çağrısını, hitap ettiği kitle nezdinde
kabul görmüş bulunan ve kısaca Hanif diye adlandırılan inanç
üzerine oturtmuştur. Bunun karşısında müşrikler ve özellikle Yahudi ve Hıristiyanlar İbrahim’in dinine (millet) sadık kaldıklarını iddia etmişler; Kur’ân-ı Kerim ise Hz. İbrahim
aleyhisselâmın Yahudi, Hıristiyan veya müşrik değil Allah’ı bir tanıyan bir Müslüman (hanif-müslim) olduğunu kesin bir dille ifade etmiş [146]
hidayet ve kurtuluşun ancak Hz. İbrahim’in dinine uymakla gerçekleşebileceğini bildirmiş, hem Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve selleme hem de Yahudi, Hıristiyan ve müşriklere bu dine uymalarını emretmiştir. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemde tebliğ ettiği dinin Yahudilik veya Hıristiyanlık değil müsamahakâr bir tek tanrıcı din olduğunu ve Allah Teâlâ nezdinde makbul sayılacak dinin bu özelliklere
sahip bulunması gerektiğini ifade etmiştir. Bütün semavi
dinlerin değerlendirilmesine göre rasüller içinde önemli bir
yeri olan Hz. İbrahim aleyhisselâmın dinine sadık kalan tek
din, son rasülün tebliğ
ettiği İslamiyet’tir.
Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin rasül
olmadan önceki dini hayatı ve ilk muhataplarının gönüllerinin derinliklerinde
yatan inanç da dine/ İslam’a yakındı. O evrensel çağrısını bu inanç temeli üzerine oturtmuş ve bundan dolayı muvaffak olmuştur. Nitekim Câhiliyye
dönemi sairlerinden Hanif olarak kabul edilen Zeyd b.
Amr b. Nufeyl’in (hyt.605) bir şiiri o dönemdeki Allah inancını anlatması
bakımından önemlidir.
İnsan ve şeytan cinlerini kendimden uzaklaştırdım,
Mert ve cesur kişi böyle yapar,
Ne uzaya taparım ne de iki kızına,
Ne de Tasm oğullarının iki putuna,
Aklımın ermediği çocukluğumda,
Rabb bildiğim Hubel’e de tapmam,
Büyüyüp kendimi kurtardığımda tek bir rabbe mi?
Yoksa bin rabbe mi tapacağım?
Bilmez misin Allah yok etti,
Yolunu şaşırmış birçok kimseyi,
İyi olanları ise bıraktı,
Onların küçükleri büyüsün diye.
Kişi elbet bir gün gerçeği yakalayacak,
Aynen susuz bir dalın yeşillenmesi gibi,
Ben ancak rahmana rabbimize kul olurum,
Şefkatli rabbim günahlarımı bağışlasın diye.
Allah’tan rabbimizden daima korkun,
Böyle olursanız felakete uğramazsınız.
İyilerin yurdu cennettir,
Kâfirlerin ise yakıcı cehennem,
Dünyada rezildirler, ölünce de,
Gönülleri sıkıp daraltan azapla karsılaşırlar.[147]
Görüldüğü üzere Araplarda
Allah inancı en yüce ilah olarak vardır. Kur’ân-ı Kerim’in sözünü ettiği Allah ise her türlü beşer idrakinin mutlak
anlamda üstünde bir güç (müteal) dür.] [148]
14-Sevr dağına, Sebir dağını yerine yerleştirene,
sevap için Hıra dağına çıkıp inenlere (sığınırım).
[Muhammed
(sallallâhü aleyhi ve sellem)’in ailesi, orta halli Mekkeliler gibi genellikle
putperestti ve kutsal Zemzem suyunu hacılara dağıtmak vb. gibi kamuya ait
birtakım kültürel görevleri ellerinde bulunduruyorlardı. Kâbe’nin yeniden inşa
edilmesinden bu yana, Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem)’de ruhsal ve
manevî bir bilinçlenme göze çarpmaktaydı. Vaktiyle dedesi Hz. Abdulmuttalip (Hanif
dininin verdiği etkiyle) Ramazan aylarında Hıra mağarasında inzivaya
çekilirdi. Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem) de, zamanı gelince kendisini
bu hayatın çekiciliğine kaptırdı ve çalkantılı ruhunu yatıştırmanın çaresini
böyle bir hayatta buldu. Her yıl tüm Ramazan ayını Mekke yakınlarındaki bu
mağarada zühd ve tefekkürle geçirirdi. Zaman zaman karısı kendisine azık
gönderir, bazen de kendisi, ihtiyaçlarını temin için evine dönerdi. Muhammed
(sallallâhü aleyhi ve sellem)’in zaten kıt olan yiyeceğini kendileriyle
paylaştığı yolunu şaşırmış konuklar da olurdu.. Bu uzletten çıkıp evine
dönmeden önce, yedi kez tavaf etmek için Kâbe’ye uğrardı. İbn Hişâm ve Makrızî,
Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in bazı zamanlar bu inzivayı karısı Hz. Hatice
radiyallâhü anha ile gerçekleştirdiğini rivayet etmektedir.][149]
15- Mekke'nin göbeğindeki Kâbe’ye ve Kâbe’nin
hakikatine (sığınırım). Ve Allah'a (sığınırım)
ki Allah (olanlardan) habersiz değildir.
[Araplar eski zamanlarda yarımada ve çevresinde bazı devletler
kurmuşlardır.
Yemen'de Maîn (M.Ö. 1400–650), Sebe (M.Ö. 750–115) ve Himyerîler (M.Ö. 115-M.S.
525), Kuzey Arabistan'da Nabatî (M.Ö. IV. yüzyıl-M.S. 106), Tedmür (M.Ö.
3000-M.S. 273), Gassânî (M.Ö. III. yüzyıl-M.S. 634), Hîre (M.S. III.
yüzyıl–634) ve Kinde (M.S. V-IV. Yüzyıl) gibi devletler bunlardandır. Milâdî
VI. Yüzyılda Arap yarımadası yeni bir döneme girmişti. Yerleşik hayat yerine daha çok kabile
hayatının geçerli olduğu saha genişledi.
Hatta kabile merkezli kavramlar yerleşik hayat yasayan toplumlarda bile belirgin bir
erk haline gelmişti.
Burada İslâm
öncesi Arabistan'daki emirliklerden bahsetmek de yerinde olacaktır. Bunların basında "melik" unvanlı
kabile kralları bulunmaktaydı. Otorite alanları temelde bölgesel ve kendi
kabilelerinin topraklarıyla sınırlı olan bu kralların bazı durumlarda birkaç
kabilenin birleşmesiyle
toprakları kabile federasyonu sekline dönüşerek egemenlik sahaları genişleyebilirdi.
Mekke'de Kureyş,
Medine'de Evs ve Hazrec,
Taif'te Sakif bu şehirlerin önemli kabilelerindendi.
Buna bağlı olarak Araplarda ait olduğu soyu bilmek toplumsal imaj açısından kaçınılmazdı.
Bu durum Nesep ilmini tetikleyen önemli belirleyicilerden olmuştur. Tarihçiler, kabilelerin
soylarının belirlenmesine büyük önem vermişlerdir. Fakat bu konuda verilen bilgilerin bir kısmı tartışmalıdır. Bütün Arapların soylarının
Nûh aleyhisselâmın oğlu Sâm'a dayandığı rivayet edilmektedir.
Nesep bilginleri, kuzey Araplarının Hz. İsmail aleyhisselâma, güney
Araplarının ise Kahtan'ın soyuna dayandığını söylerler. Bu kabul, Tevrat'ta geçen bir bilgiye
dayanmaktadır.
Klasik olarak güney Arapları için Yemenliler ya da Kahtanîler,
Kuzey Arapları için Adnanîler denilmektedir.
Olaylar ve birbirini takip eden savaşlar Adnanîlerle Kahtanîler arasındaki düşmanlığı körükleyerek, birbirlerine karsı sürekli çekişme halinde olmalarına sebep olmuştur. Zaman içinde Kahtanîler neseplerini çeşitli yollardan Adnanîlere katmışlardır. Kahtanîler de dâhil edilerek
bütün Arapların soylarını Hz. İsmail aleyhisselâma bağlayanlar da vardır.
Klasik kaynaklarda geçen genel bir katagoriye göre Araplar Aribe,
Mütearribe, Müsta'ribe olmak üzere üç kısma ayrılırlar.
Bu tasnife göre Âd, Semûd, Tasm, Cedis gibi soyu tükenen kavimler
Arabü'l-Aribe olarak ifade edilir.
Arabü'l-Aribe'nin dilini kullanarak onların yaşadığı bölgeyi yurt edinen Kahtanogullarına Arabü'l-Mütearribe denir.
Arabü'l-Müsta'ribe ise İsmailoğullarından olan Adnanîler için kullanılır. Değişik açıklamalar bulunmakla beraber, Arap soylarının geleneksel
olarak iki kategori altında değerlendirildiğini söyleyebiliriz. Bunlar, Arab-ı bâide ve Arab-ı bâkiye olarak
isimlendirilirler.
Birinci gruba dâhil olanlar, tarihin önceki dönemlerinde yaşayarak çeşitli nedenlerle yok olmuş toplumlardır.
Arab-ı bâide'nin önde gelen kolları, Âd, Semûd, Medyen, Tasm,
Amâlika, Câsim, Abdi Dahm, Ubeyl, Hadûra, Cedîs ve Birinci Cürhüm
kavimleridir. Soyları devam eden Araplara ise Arab-ı bâkiye denilmektedir.
Arab-ı bâkiye de, Arabistan Arapları olarak bilinen Arab-ı âribe
ve Araplaşmış Araplar seklinde tanımlanan Arab-ı müsta'ribe
olmak üzere iki başlık
altında ele alınmaktadır.
Arab-ı Âribe olarak bilinen bu birinci gruba Kahtanîler
denilmektedir.
Anavatanları Yemen olan bu Araplar önce, Cürhüm ve Ya'rub olmak
üzere ikiye ayrılmışlardır. Ayrıca, Ya'rub'dan da Kehlân ve Himyer adındaki iki farklı
koldan birçok kabile türemiştir.
Sözünü ettiğimiz bu kabileler, değişik zamanlarda
çeşitli
nedenlere bağlı
olarak anavatanlarından göç etmiş ve Arabistan Yarımadasında çeşitli bölgelere yerleşmişlerdir.
Kehlânîlerden olan Ezd kabilesi kuzeye göç etmiştir. Güçlü bir kabile olan Ezd
Umman'da hüküm sürdü. Şam'ın doğusunda devlet kuran Gassanîler ve Kureyş'ten önce Mekke'ye gelen Huzaa
kabilesi de bunlardandır. Bunlardan olan Sa'lebe b. Amr, Hicaz tarafına
yönelerek Medine'ye yerleşti. Evs ve Hazrec kabileleri onun soyundan gelmiştir.
Hârise b. Amr ise önce Merrüzzahrân'a yerleşti. Daha sonra Mekke'ye geldi. Bu
sırada Mekke'de Cürhümlüler oturmaktaydı. Onlarla girdiği mücadeleden galip çıkarak burayı kendisine
yurt edindi.
İmrân b. Amr Uman'a, Cefne b. Amr Suriye'ye,
Lahm ve Cüzâm kabileleri Hîre'ye, Tay kabilesi Ecâ ve Selmâ Dağlarına, Cüzam'a nispet edilen Kinde
kabilesi önce Bahreyn, sonra Hadramut ve son olarak da Necid'e yerleşti. Arab-ı Müsta'ribe olarak
isimlendirilenler kökenleri itibariyle Arap olmayıp, sonradan Araplaşanlardır. Bunlara Adnanîler, İsmâilîler, Meaddîler, Nizârîler
denilmektedir.
Küçük yaşta Mekke'ye gelen Hz. İsmail aleyhisselâm, Kahtanî soyundan gelen Cürhümlüler arasında
büyüyüp yetişti. Hz.
İsmail
aleyhisselâm burada evlendi ve bu evliliklerinden doğan çocuklar büyüyüp, zemzem kuyusu
civarında yerleştiler.
Daha sonra onlardan her biri bir kabilenin reisi oldu. Hz. İsmail aleyhisselâmın soyundan
gelenler, Cürhümlü-ler'e karışarak Araplaştığı için
bunlara Arab-ı Müsta'ribe denildi. Soyları Adnan'a ulaşan başlıca kabileler şunlardır:
Adnân,
Mead,
Nizâr (İyâd, Enmar, Rebîa, Mudar),
Rebîa (Esed, Aneze,
Abdülkays, Vâil),
Mudar (Kays Aylan, İlyâs),
Kays Aylan (Süleym,
Hevâzin, Gatafân),
Gatafân (Abs, Zübyân),
İlyâs (Temîm, Huzeyl, Esed, Kinâne),
[Kinâne (Kureyş), Kureyş (Cemûh, Sehm, Adiy, Mahzûm, Teym, Zühre, Kusay), Kusay
(Abdüddâr, Esed b. Abdüluzzâ, Abdümenâf), Abdümenâf (Abdüşşems, Nevfel, Muttalip, Hâşim).]
Rebîa'nın en meşhur kabileleri Esed ve Vâil, Mudar'ın
en meşhur
kabileleri ise Kays Aylan, Temîm, Huzeyl'dir.
Adnanîlere mensup kabileler çoğaldıkça, Mekke'den ayrılarak Arabistan Yarımadası'nda değişik bölgelere yayıldılar.
Abdülkays kabilesi Bahreyn'e,
Benû Hanîfe Yemâme'ye,
Bekir b. Vâil kabilesinin bir bölümü Yemâme ile Bahreyn arasına,
Taglib
el-Cezîre'ye, Temîm'in bir kısmı Bahreyn'e, diğerleri de
Basra'ya, Süleym Medine yakınlarına,
Sakîf Tâif'e,
Hevâzin Evtâs'a,
Esed ile Teymâ Kûfe'ye,
Zübyân da Teymâ ile Havran arasında bir bölgeye,
Kinâne kabilesi de Tihâme'ye yerleşti.
Bu kabileler
içerisinde yerleşik
hayat süren Kureyş kabilesi
hariç, diğer Adnanî
kabileler, Tihâme, Necid ve Hicaz'da göçebe ya da yarı göçebe bir hayat yaşamaktaydılar.][150]
MEKKE / BEKKE
[Mekke, Kızıldeniz’den 100 km uzaklıkta 360
metre yükseklikte bir yerleşim yeridir.. Topografik özellikleri itibariyle
yuvarlağa yakın hilal seklindedir.
Kuaykıan dağlarının eteklerinden başlayan karşılıklı iki tepeden Ebû Kubeys Dağı doğuya, Kuaykıan dağı ise batıya doğru uzanmaktadır. Ebû Kubeys Dağı bölgede en büyük
dağdır. Mekke’yi çevreleyen dağlar arasında Fadıh,
el–Metabih, el– Felak, el–Hacun, Sakar ve Tihame dağları bulunmaktadır. Bu dağlar arasında genişleyerek Batha’ya uzanan küçük vadiler ve bu vadilerin dağla birleştikleri mekânlarda yerleşim yerleri vardır. Bu yerleşim yerleri orada yaşayan kabilelerin ismini almaktaydı. Bu yerler hendek seklinde bir koridorla Harem’e kadar uzanır.
Mekke’nin Bekke olarak adlandırılmasını İbn Hişam söyle ifade eder:
“Oranın zalimlerinin orada bir sey yaptıkları zaman boyunlarını bekk eder (kırar) olduğundandır. Bekke Mekke çukurunun ismidir. Çünkü onlar orada tabak
eder oldukları yani izdiham eder oldukları için bu isim ona verildi”.
Mekke Cürhümler ve Katura zamanında Ma’lat
(yukarı şehir) ve Mesfele (aşağı şehir) olarak ikiye
ayrılmıştı. Mekke’ye tümüyle Harem denilirdi. Haremden aşağı doğru eğimli olan bölgeye “el – Mesfele”, yukarı doğru uzanan yere ise “el-Ma’lat” ismi verilmiştir. Mekke vadisi Hz. İbrahim’den önceki
dönemlerde Şam’dan Yemen’e ve Yemen’den Şam’a giden kafilelerin uğrak yeri olarak
bilinir.
Mekkeliler, Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemden yaklaşık beş nesil önce Hz. İbrahim aleyhisselâmın soyundan gelen Kusay’ın önderliğinde civardaki kabilelerin desteğini de alarak,
Kureyş adı altında birleşmişlerdi. Mekke, Kusay’dan önce, genellikle, şu boylardan oluşmaktaydı
1.Harisoğulları
2.Muhariboğulları
3.Âmiroğulları
4.Adiyyoğulları
5.Sehmoğulları
6.Cumahoğulları
7.Teymoğulları
8.Mahzumoğulları
9.Zühreoğulları
10.Esedoğulları.
Daha sonraları bunlara Abduddar ve Abdimenafoğulları eklenerek sayıları on ikiye çıkmıştır. Abdüşşems, Hâşimiler ve Ümeyyeoğulları gibi oymaklar ise, sonraki soylardan oluşmuştur. Kureyş’in dağınık oymaklarını bir araya getirerek Mekke’de yerleştiren Kusayy’ın oğullarından Abduddar ve Abdimenaf, babalarının
ölümü üzerine Kâbe ve hac hizmetlerini üstlendiler.
Yukarıda bahsedilen sebeplerle kendilerini
tehdit eden güçlü bir düşmandan mahrum olmaları, bir bakıma Mekkelilerin,
öteden beri, düzenli bir siyasi devlet kurmalarını engellediği söylenebilir. Bununla birlikte tamamen bir başıbozukluk da olmayıp bedevî prensipleriyle örgütlenen bir tür
oligarşik yapılanma vardı; kabile meclisleri üstünde
bir kral veya başka bir idari kurum yoktu. Herhangi bir bağlayıcılığı olmayan istişare heyeti, bütün
kabilelerin soylularından oluşuyordu. İdari ve ticari
gelenekler, güç ve itibarlarına göre kabileler arasında taksim edilmişti. Modern anlamda bir seçim olmaksızın görevler, genellikle
tevarüs yoluyla ailenin yeni nesillerine geçerdi. Kâbe’nin hemen yanında yer
alan Darunnedve, idari gelenekleri yürüten Kureyş temsilcilerinin “şuraya” katıldıkları bir tür “senato”
veya“parlamento” konağıydı. Bu meclis, icra yetkisi olmadığı için sadece meseleleri görüşürdü. Her oymak nazari
olarak bağımsızdı ve istediğini yapabilirdi. Ne
var ki, oy birliği ile alınan kararlar çoğu defa etkili olur ve böylece töre ve yerleşik geleneklerden sapmaların icabına bakmanın yolları aranırdı. M.
Watt, İslâm öncesi Mekke demokrasisi ile Atina demokrasisini
karsılaştırırken, Mekke
senatosunun kararlarının “en kötüyü daha iyi gayeymiş gibi gösterebilen aldatıcı güzel konuşmalar üzerine değil de çoğu zaman kişilerin gerçek liyâkatleri ve siyasetleri üzerine kurulu” olduğundan, “Mekke
mele’ ini, Atina ekklesia’ sından daha bilgece ve daha sorumlu bir
meclis” olarak görür. Dış düşman tehlikesini pek hissetmeyen Kureyş, kendi boyları arasında ise bazen kavgalara varacak ölçüde
rekabet yaşamaktaydı. Babaları Kusay’ın ölümü
üzerine Kâbe ve hac hizmetlerini Abduddar ve Abdimenaf üstlendi.
Zamanla servet ve nüfuz bakımından kardeşine üstünlük sağlayan Abdumenaf, dünyevi otoriteye ait is ve yetkileri kardeşi Abduddar’dan alarak ona sadece dini otoriteyi
bıraktı. İki kardeş hayatta iken bu
paylaşıma razı oldular. Fakat onların vefatlarından
sonra çocukları arasında korkunç bir rekabet ve üstünlük yarısı başladı. Abdimenaf’ın, Abduşşems, Hâşim, Muttalib ve Nevfel adlı oğulları servet ve nüfuz bakımından Abduddaroğullarından üstün olduklarından, dünyevi otorite gibi dini
görevleri de ellerine almak istediler. Abduddaroğulları buna razı
olmadıkları için aralarında şiddetli bir düşmanlık ortaya
çıktı. On iki boydan oluşan Kureyş, bu yüzden düşman iki gruba ayrıldı. Abdimenafoğullarına taraftar
olanlar (Esed, Zühre, Teym ve Harisoğulları) tarihte “Mutayyebûn
(güzelkokulular)”, Abduddaroğul larına destek verenler (Mahzum, Sehm ve Cumah
ve ‘Adioğulları ) ise “Ahlaf (yeminliler)” isimleri
ile bilinmektedir. İki gruba verilen bu isimler ittifaklarını
kutsamak için yapılan tören ile ilgilidir. Abdimenaf kadınları, müttefiklerinin
kendi lehlerine olan ittifaklarını kutsamak için misk ile dolu bir kap
getirerek Kâbe’nin kenarına koymuş, müttefik
oymaklara mensup kişiler teker teker ellerini bu kaba daldırarak ve
Hacer-i Esved’e dokunarak davalarından dönmeyeceklerine yemin ettiklerinden
kendilerine “Mutayyebûn” ismi verilmiştir. Abduddaroğul-larının haklarını savunmaya söz verip yemin eden müttefikleri
de içi kan dolu bir çanakla aynı töreni yapıp, yeminlerinden dönmeyeceklerine
söz verdiklerinden bunlara da “ahlaf” denmiştir. Kutuplaşmanın sıkı sıkıya aile şecerelerini izlemediğini görmek ilgi
çekicidir. Kusay’ın ailesiyle birlikte diğer aileler de
bölünmüştür. Bu, kana dayalı kabileciliğin gevşemeye başlamasının ve maddi
çıkarlar üzerine kurulan bir birlik düşüncesinin ilk
belirtisidir. Kavga neredeyse savaşa dönüşeceği sırada uzlaşmaya varıldı.
Ancak, iki grup arasındaki rekabet devam ettiğinden uzlaşma sürekli olmadı; sorunlar geçici olarak dondurulmuştu.
Nitekim daha sonraki yıllarda, Hz. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin nübüvvet görevini bu rekabet hissiyle reddedenler
oldu. Abdimenaf’ın ölümünden sonra oğlu Abduşşems, uhdesine aldığı Sikaye (Hacılara su dağıtma) ve Rifade (Hac mevsiminde yoksullara yiyecek sağlama) görevlerini işlerinin çokluğu sebebiyle
kendisinden daha zengin olan kardeşi Hâşim’e bıraktı.
Sonraki zamanlarda benzeri bir rekabet Hâşim ile Abduşşems’in oğlu (yeğen) Ümeyye arasında
yaşanmıştır. Hâşim, oldukça başarılıydı; bölge ülkeleriyle kervanların emniyeti konusunda sözleşmeler yaparak, yazın Suriye ve Filistin’e, kışın da Yemen’e olmak üzere iki büyük ticaret kervanı çıkarmaya başladı. Böylece Kureyşlilerin servet ve refahı arttı. Araplar
Kusay’dan itibaren, Kâbe’nin koruyucusu ve hizmetkârı olan Kureyş’e derin saygı duymaya başlamışlardı. Bu sayede Kureyş kervanları uzun
ticaret yollarını hiçbir saldırıya uğramadan
geçebiliyordu. Bu arada yeğeni Ümeyye de ticaret yoluyla büyük bir servet
kazanıp Hâşim ile anlaşmazlığa düşerek huzursuzluk çıkardı. Araya giren hakemlerin Hâşim’in lehine
karar vermesiyle konu tekrar kapandı. Anlaşıldığı üzere, Mekke’de en güçlü olanlar, çeşitli sebeplerle, komutasındaki Fil ordusu’nun karşısına çıkan Kureyşlilerin başında, Hz.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin dedesi Hz. Abdulmuttalib’in sözcü
olarak bulunuşu, o sıralarda Mekke yönetiminde Muttaliboğullarının
etkili olduğunu göstermektedir. Daha sonraki yıllarda en
güçlü iki boy olarak Abdüşşems ile Mahzumoğulları nın adı geçmektedir.
Utbe ve kardeşi Şeybe, Abduşşems’in bir bölümünden sorumluydular. Benu Umeyye’nin başına, Utbe’nin kızı Hind’le evlenen Ebû Süfyan geçmişti.
Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
gençlik yıllarında, Ebû Süfyan, oymağının itibarına
paralel olarak Mekke’nin siyasetini elinde tutuyordu. Şahsi nüfuz ve gayretiyle Hâşimoğullarının mevkisini
yükselten Hz. Abdulmuttalib’den sonra oymağın nüfuzu oldukça
azalmıştı. Çünkü oğullarından Hz. Ebû Tâlib
zengin değildi. Abbas zengin olmasına rağmen sürekli Mekke’de kalmıyordu. Ebû Leheb ise toplum tarafından
pek sevilip sayılmayan bir kimse olarak biliniyordu. Genel olarak İslam öncesi Mekke toplumunun yapısı buydu.][151]
16-Kuşluk ve ikindi vakitlerinde önünde
insanların yığılıp el-yüz sürdükleri Hacer-i Esved'e (sığınırım),
CÂHİLİYYE DEVRİNDE KÂBE’DE İBADET
Salât namaz
kavramı, İslâm’dan önce de Araplar arasında kullanılan bir kelime idi.
İslâm’dan önce Araplar bu sözcüğü “dua
ve istiğfar” anlamında kullanıyorlardı.
İslam’dan önce Araplar çoktanrılı bir inanca sahiptiler ve ibadetleri de bu
inancın gerektirdiği şekilde idi. Çoğunun evinde bir put bulunur ve girip çıkarken
onlara bir tanrı olarak tazim ederlerdi. İslâm öncesinde Arapların namaza
benzer devamlı yaptıkları bir ibadet şekilleri yoktu. O zamanlar sadece Harem-i
Şerif’e girerler, Kâbe’yi ıslık çalarak ziyaret ederler ve el çırparak
ilahlarına dua ederlerdi. Bu hususta Kuran’da yer alan:
“Onların Beytullâh yanındaki namazları da, ıslık
çalmadan ve el çırpmaktan başka bir şey değildi. ”[152] ifadesi bunu göstermektedir. Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellemin 23 kuşak öncesi büyük atası olan Hz. İbrahim aleyhisselâm ve Hz.
İsmail aleyhisselâmın dininde mevcut olan namaz ibadetinin, zamanla Araplar
tarafından terk edilip, unutulmuş olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Ebû Zer ve
Kus b. Sâide’den gelen rivayetlerde câhiliye döneminde Haniflik dinine mensup
bazı kimselerin namaz kıldıklarını öğrenmekteyiz. İbn Habîb ve Müslim’in
kaydettiklerine göre de Ebû Zer ile Kus b. Sâide’nin Câhiliyye döneminde namaz
kılan kimselerden oldukları belirtilmektedir. Nitekim bu dönemde müşrikler
erkek-kadın, açık-saçık el ele tutuşarak birlikte Kâbe’nin etrafında dolaşırlar
ve ıslık çalıp el çırparlardı. Böylece kendilerince ibadet ediyoruz diye çalar,
oynar ve yaptıklarını da alkışlarlardı. Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem Kâbe’ye gelip namaz kılmak ya da Kur’an okumak istediği zaman, böyle
ayin yapmakta ileri giderler ve kendilerini de namaz kılıyor, dua ediyorlarmış
gibi göstererek; gürültü ve şamata yaparlar, bunu da bir ibâdet sayarlardı. İbn
Kesîr’in rivâyetine göre; İbn Ömer, müşriklerin tavafta ıslık çalmalarını,
sonra da yanaklarını yere eğerek, onların el çırpmalarını anlatmış; başka bir
rivayette de: “Kâbe’yi sola doğru tavaf ederler, yanaklarını yere koyup el
çırparlar ve ıslık çalarlardı” demiştir. Buna göre müşriklerin putlarına karşı
ibadetlerindeki hareketlerinde namazdakine benzer rükû ve secde şekillerinin
mevcut olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca Câhiliyye döneminde: Ka’b b. Lüey’in
Kureyşlileri haftada bir Cuma günleri topladığı ve bir hutbe vererek beraber
ibâdet yaptıkları tespit edilmiştir. Bu Cuma gününe bir maruzat (açıklama),
yani Yevmu’l-Arûbe (Araplık Günü), denilmekteydi.
Yukarıda belirttiğimiz gibi İslâm’dan önceki
belli bir dönemde Mekke ve Arap yarım adasında yaygın olan inanç daha ziyade
putperestlikti. Fakat putların yanında, mükemmel, yüce, tek, her şeye muktedir
bir tanrı fikri de devamlı olarak vardı ve bu tanrı anlayışlarını eskiden gelen
bir alışkanlıkla Arapça Allah ismi ile de ifade ediyorlardı. Mecusilik,
Zerdüştlük ve benzeri semavî olmayan yabancı dinler ve Allah inancı olmayan
Konfüçyüsçülük, Budizm vb. felsefi düşünce nitelikli dinleri onlar arasına
girmişse de fazlaca taraftar bulamamıştır.
Yine Kur’ân-ı
Kerim’de belirtildiği üzere; “Yazıklar
olsun o namaz kılanlara ki, onlar namazlarını ciddiye almazlar. Onlar gösteriş
yapanlardır; hayra da mani olurlar. ” [153] ayeti ile
müşriklerin bu fiilleri bir ibadet düşüncesinden ziyade, bir oyun ve eğlence
olarak yapmakta idiler. Buna göre müşriklerin de namaz kıldıkları, fakat bunu
ciddiye almadıkları, düzenli değil, gelişi güzel; bilinçli olarak değil, gaflet
ile ve sırf âdet ve eğlence olduğu için namaz kıldıkları anlaşılmaktadır.
Abdullah İbn Mes’ûd radiyallâhü anhın , “sâhûn” kelimesini “lâhûn” şeklinde okuması da ayetin, müşriklerin namazının niteliğini
açıkça ortaya koyar. Yukarıda belirttiğimiz Enfâl süresi 35. ayet de
müşriklerin, ıslık çalarak, el çırparak namaz kıldıklarını, yani namazı bir
eğlence haline getirdiklerini ifade etmektedir. Zaten namaz, zekât, hac, oruç
gibi ibadetler, İslâm’ın getirdiği yeni ibadetler değildir.
“Sen ancak, görmeden Rab’lerinden korkanları ve namaz
kılanları uyarırsın. Manen arınıp yücelen, kendi yararına arınmış olur. Dönüş
Allah’adır. Allah, herkese yaptığının karşılığını verir”. [154] ayeti de Arap
toplumunda eskiden beri namaz ibadetinin bulunduğunu ve İslam’ın ilk
dönemlerinde de hala namaz kılan insanların bulunduğunu kanıtlayan ayetlerden
biridir. Zira toplum içinde gerçekten Allah’tan korkan ve günün belli
zamanlarında namaz kılan insanlar olmasaydı ayette Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve selleme, ancak böylelerinin, kendisinin uyarılarını dinleyeceği
bildirilmezdi. ][155]
Her ne kadar
Câhiliyye Araplarının, namazı bilinçli bir ibadet olmaktan çıkarıp bir çeşit
oyun ve eğlence haline getirmiş olsalar da, o dönemde Kâbe’ye doğru yönelerek
yaptıkları ve salât dedikleri bir ibadetin bulunduğunu, Haceri Esved’e hürmet
ettikleri ve ibadetlerde bir yer ayrılmaktadır.
[Haceri Esved
siyah, parlak bir çakmak taşıdır, Rivayet edilen Arap geleneklerine göre gökten
indirilmiştir. (Belki de O, bazı kişilerin gözü önünde yere düşmüş bir
göktaşının bir parçasıdır.) Araplar onu kutsamış, semavi bir hediye olarak
kabul etmiş ve Ka'be'nin duvarlarından birine yerleştirilmiş sonra da tavaf
turlarını oradan başlatmışlardır.
İslam ona
gösterilen saygıyı, ellerin ona sürülmesi ve öpülmesi adetlerini, tavafın her
bir turuna onun bulunduğu taraftan başlama geleneğini öylece bırakmıştır.
İslam'da tavaf ise, Kâbe binası etrafında yedi kere dönmektir. Her bir
defasında Haceri Esved'in bulunduğu köşeden başlanır. Tavaf yapan adam taşın
bulunduğu noktaya yönelir, Hacer'e ellerini sürer ya da onu öper yahut da
işaret eder.
Kur’ân-ı
Kerim’de Haceri Esved, onu ellemek ve öpmekle ilgili bir şey olmadığı gibi, bu-
yedi dönüşe/tavafa ve onların başlangıç nokta açıklama da yoktur. Yalnız bunlar
şu ana kadar kesintisiz olarak uygulanan Mütevâtir Nebevi Sünnet ile sabittir.
Kesin söylemesek de, bu merasimlerin daha önceki şekilleriyle İslam'a geçtiğini
tahmin ediyoruz.][156]
17- Terliksiz, yalın iki ayağına karşı
rutubetli hale gelen kaya üzerindeki, İbrahim aleyhisselâmın ayak izlerine (sığınırım),
METAFTA BİR AYET: MAKAM-I İBRAHİM
[Makam-ı İbrahim, Hz.
İbrahim aleyhisselâ mın Kâbe’yi inşa ederken, örülen duvarın boyunu aşması
üzerine, üstüne çıkıp inşaatı devam ettirdiği taş olarak bilinmektedir. Bu taş,
Kâbe’nin inşası esnasında iskele olarak kullanıldığı için üzerinde zaman içinde
Hz. İbrahim’in ayak izleri oluşmuştur.
Bir görüşe göre de bu taş, Hz. İbrahim aleyhisselâmın insanları hacca
çağırmak için üzerine çıktığı taştır. Aslında Hz. İbrahim aleyhisselâmın, her
iki durumda aynı taşın üzerine çıkmış olması da muhtemeldir. Hatta bu konudaki
başka rivayetlerin varlığı da gösteriyor ki Hz. İbrahim, başka zamanlarda da bu
taşı kullanmış, onu bir kenara kaldırmamıştır. Bu mübarek taş, Hz. İbrahim
aleyhisselâma bazen bir iskele bazen bir kürsü bazen bir minber olmuştur. Zira
bu taş her ne kadar görünürde bir taş olsa da hakikatiyle Cennet’tendir.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem bir hadislerinde şöyle ifade etmektedir:
“Rükn (Hacer-u’l-Esved) ve Makam-ı İbrahim Cennet yakutlarından iki
yakuttur. Eğer Allah onların aydınlıklarını gidermemiş olsaydı doğu ile batı
arasını sürekli aydınlatırlardı.” [157]
Bütün bu ve benzer rivayetler, o günden bugüne bölgede yaşayan halk
tarafından buranın Hz. İbrahim’in makamı olarak tanındığını da göstermektedir.
Bugün bu taş ve üzerindeki mübarek izler bir camekân içinde muhafaza edilmektedir.
Kâbe’nin kapısının olduğu tarafta Kâbe’ye 15.40 metre uzaklıktadır. Hafif sarı
ve kırmızı karışımı beyaza yakın bir rengi olan taşın kalınlığı 20
santimetredir. Kenar uzunluklarından biri 38, diğerleri 36’şar santimdir. Hz.
İbrahim aleyhisselâm’ın ayak izlerinin bu taş üzerinde dünden bugüne devam
ettiğini bir kasidede Hz. Ebû Tâlib şöyle dile getirmiştir:
“İbrahim’in taş üzerindeki ayak izleri hâlâ yeni, Ayakları yalınayak,
giymemişti hiçbir şeyi.”1
Hz. İbrahim’in bu taş üzerindeki ayak ve parmak izleri daha net ve
belliydi. Fakat insanların ona teberrüken dokunup ellerini sürmelerinden
dolayıdır ki zamanla bu izler silinmeye yüz tutmuştur.
Cahiliyye döneminde Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem bir gün çocuklarla oyuna dalarak Redm'e kadar varıp
dayanmışlardı.
Orada, Müdlicoğullarından
bir cemaat, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi yanlarına çağırdılar.
Kendisinin iki
ayağına baktılar ve izini izlediler.
O sırada, Abdulmuttalib'le
karşılaşıp kucaklaştılar.
Abdulmuttalib'e:
"Bu çocuk
senin neslinden midir?" diye sordular.
Abdulmuttalib:
"Oğlumdur"
dedi.
Müdlicoğulları:
"Onu iyi
koru! Çünkü biz, Makam'daki ayak izine bununkinden daha çok benzeyenini görmedik" dediler.
Abdulmuttalib,
oğlu Ebû Tâlib'e:
"Bak!
Bunlar ne söylüyorlar? İşit!" dedi.
Bunun için, Ebû
Tâlib, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi titizlikle korur dururdu.
Müdlicoğulları;
kıyafet, alâmet ve ayak izlerinden anlamaktaki maharetleriyle tanınırlardı. [158]
Güvenilir
ravilerin Abdullah b. Abbastan rivayetlerine göre, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellemin yirmi yaşlarında bulunduğu sırada idi ki, Kureyşliler kıyafet ve
izlerden anlayan kâhin bir kadının yanına varıp:
"Şu Makam
sahibine iz bakımından hangimizin daha çok benzediğini bize haber ver?" dediler.
Kâhin kadın,
Kureyşîlerin isteklerine karşı:
"Eğer, siz
şu ince milli yerin üzerine bir yaygı serer, sonra da onun üzerinde yürür geçerseniz,
ben size istediğinizi haber veririm" dedi.
Kureyşîler; ince, yumuşak milli yerin üzerine hemen bir yaygı serdiler, sonra
da üzerinden yürüyüp geçtiler.
Kâhin kadın;
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin izini görünce:
"Bu iz;
Makam'dakine, benzerlikte en yakınınızdır!" dedi.
Bundan, yirmi
yıl veya yirmi yıla yakın, ya da Allah Teâlâ'nın dilediği kadar bir müddet
geçtikten sonra, Muhammed (sallallâhü
aleyhi ve sellem), rasül olarak geldi.[159]
Kur’ân-ı Kerim’de Makam-ı İbrahim
Makam-ı İbrahim ifadesi Kur’ân-ı Kerim’de iki defa geçmektedir. Ayet-i
kerimede Kâbe’nin yeryüzünde Allah adına inşa edilen ilk ev olduğu, insanlar
adına bir hidayet, feyiz ve bereket kaynağı olduğu belirtilirken aynı zamanda
orada Makam-ı İbrahim’in de bulunduğu özellikle nazara verilmektedir:
“İbadet yeri olarak yeryüzünde yapılan ilk bina Mekke’deki Kâbe olup pek
feyizlidir, insanlar için hidâyet rehberidir. Orada apaçık alametler, deliller
ve ayrıca İbrahim’in makamı vardır…” [160]
Burada, açıkça anlaşıldığı gibi Kâbe ve çevresinde Allah’ın varlığına,
birliğine ve ibadetin sadece O’na yapılacağına ait pek çok deliller, apaçık
alâmetler vardır. Aynı zamanda o deliller kadar önemli bir şey daha vardır. O
da Makam-ı İbrahim’dir. Bir yönüyle Kâbe, tevhidin sembolü, Makam-ı İbrahim de
kulluğun remzidir. Kâbe imanın, tevhidin, Makam-ı İbrahim de amelin sembolüdür.
Ayağa kalkıp Allah huzurunda Hz. İbrahim gibi el pençe divan durmanın
sembolüdür. Kıyamın en güzel örneklerine sahip Hz. İbrahim’in yanı başında ve
onun iniltilerine şahit bu özel mekânda, İbrahim’ce bir duruş ortaya
koyabilmenin pratiğinin yapılacağı hususi bir alandır. Bundan dolayıdır ki Hz.
Ömer radiyallâhü anh, bir gün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemle birlikte
bu makamı ziyaretlerinde şöyle bir istekte bulunmuştur:
“Ey Allah’ın Resûlü, bu atamız İbrahim’in makamı değil midir? Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem;
‘Evet’ cevabını verdi. Hz. Ömer radiyallâhü anh de:
‘Biz orayı Namazgâh edinemez miyiz?’ diye sorunca da Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemde: ‘Bununla emrolunmadım.’ dedi. O gün henüz
sona ermemişti ki bu konuda şu ayet-i kerime nazil oluverdi:
“İbrahim’in makamını Namazgâh edinin.” [161] Bu
ayet de Makam-ı İbrahim’le ilgili Kur’ân-ı Kerim’de geçen ikinci ayettir.
Makam-ı İbrahim Nerededir?
[Makâm-ı İbrahim, Kâbe’nin duvarına yapışıktı. Bilahare, Hz. Ömer radiyallâhü anh onu
insanlar daha rahat tavaf etsinler ve namazdan sonra kafaları karışmasın diye ayırdı ve doğu tarafına kaydırdı. İbn Abbas “ ِ
Orada apaçık deliller vardır, İbrahim'in makamı vardır;…”[162] ayeti için “Makâm-ı İbrahim ve deliller onun bir parçasıdır” demiştir. Mücahid ise; “Onun makamdaki ayak izleri apaçık işaretlerdir” demiştir.][163]
Makam-ı İbrahim, Kâbe’nin hemen yanı başındaki kubbemsi bir mahfaza içinde
muhafaza edilen taş ve onun bulunduğu yer mi yoksa farklı bir alan mıdır? Bu
konuyu araştıran âlimlerimiz, Makam-ı İbrahim’in neresi olduğu hususunda çeşitli
görüşler ileri sürmüşlerdir.
1-Hz. İbrahim aleyhisselâmın üzerine çıktığı taşın yeridir. Allah Teâlâ,
taşın üzerine bu izleri bırakmayı, onun mucizelerinden biri olarak yaratmıştır.
2- Hz. İbrahim aleyhisselâmın makamı, Harem bölgesinin tamamıdır.
3- Makam-ı İbrahim, Arafat, Müzdelife ve şeytan taşlama yerleridir.
4- Hac ibadetinin yapıldığı mekânların tamamı Hz. İbrahim aleyhisselâmın
makamıdır. Ancak bu konuda âlimlerin genel kanaati ise birinci görüşün daha
isabetli olduğudur. 3 Zira kelime manası itibariyle de
düşündüğümüzde “makam”, ayağa kalkılan, ayakta durulan yer manasına
gelmektedir. 4 Kaldı ki bu isim örfte de bu belli yere
hastır. Dünden bugüne bir insan, Mekke’de her hangi bir Mekkeliye Makam-ı
İbrahim’i sorsa, o kimse ona, bu yerden başka bir yer göstermez ve başka bir
şey de anlamaz. Uygulama olarak da Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin,
tavafı bitirdikten sonra tam bu mekâna geldiğinde “وَاتَّخِذُوا
مِنْ مَقَامِ إِبْرَاهِيمَ مُصَلًّى ” ayetini okuması, harem içinde özellikle bu mekânın ayette geçen “makam”
olduğunu açıkça gösterir. Bundan dolayıdır ki Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem iki rek’atlık tavaf namazını da bu makamın arkasında kılmıştır. Hz. Ömer
radiyallâhü anhde Makam-ı İbrahim’in yanında, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
selleme:
“burayı Namazgâh edinsek nasıl olur” demesi bu kanaati teyit
etmektedir. Son olarak burada şu noktayı da belirtmek gerekir ki zaten bütün
Mescid-i Haram, Namazgâh’dır. Her yerinde namaz kılınabilir. Dolayısıyla ayette
geçen Makam-ı İbrahim’den maksat belli özel bir mekân olmasaydı, “Mescidi,
mescid edinin.” denilmesinin bir anlamı olmazdı.] [164]
18-Safa'ya kadar iki Merve arasında
yapılan yürüyüşlere, ikisi arasındaki suretlere ve heykellere (sığınırım).
[İslamiyetten
önceki geleneklerden biri de Safa ile Merve arasını tavaf etmekti. Bakara 158.
ayeti bu geleneğe, açıkça onun eski geleneklerden olduğunu gösteren bir
uslubla İşaret etmiştir.[165]
Safa ve
Merve [166] Kâbe’ye
yakın kayalık iki tepedir. Birbirlerinden yaklaşık dört yüz metre uzaklıktadırlar.
Rivayetlerde kaydedildiğine göre müşrikler bu iki tepenin yanına bazı putlar
koymuşlardı. Onların yanında ayinler yapıyorlar, onlara kurbanlar takdim
ediyorlardı. Bu ayinler ara da onları tavaf etmek de vardı. Bu ayetin sebebi
nüzulü ile ilgili olarak müfessirler ve ravilerin kaydettiklerine göre
Müslümanlar bu iki yeri İslâm’dan önceki gibi tavaf etmekten sıkıldılar. Ayet
indi ve bu sıkıntılarını giderdi, onları her iki yeri de tavaf etmeyi sürdürmeye
teşvik etti. Say diye bilinen İslamî tavaf ise, gidiş-geliş olarak bu iki tepe
arasında yedi tur yapmaktır. Hacı bunların birinden sabah erkenden başlayarak
yürümeye koyulur. Yol ortasındaki, belirlenmiş alametlerin yanından hızlanarak
koşar. Bütün turlarda hep dualar okuyup Allah Teâlâ'yı zikreder. Kesin söylemesek
de bu iki tepeyi tavaf etmenin İslâm’dan önce de var olduğunu, onlar
arasındaki turların da İslam'dan sonra yürürlüğe konduğu gibi yedi tane
olduğunu tahmin ediyoruz.] [167]
19-Allah'ın evini hacceden her
binitliye, her adak sahibine, her yayaya (sığınırım),
20-Yöneldikleri zaman Meş'ar-i Aksâ'ya (Arafat'a)
ve birbirine karşı gelen sel yataklarının sonundaki İlal (tepeciğine
sığınırım),
Rivayetlere göre Kâbe’nin inşasında İsmailoğullarına yardım eden
Cürhümler, Hz. İsmail aleyhisselâmdan bir nesil sonra Kâbe’nin yönetimini ele
geçirdiler. Önceleri Hz. İsmail aleyhisselâmın tebliğ ettiği tevhit inancını
benimserken, daha sonra yoldan çıkan Cürhümler Kâbe’ye getirilen hediyeleri
çaldılar, hac için gelenlere eziyet ettiler ve her türlü saygısızlıkta
bulundular. İslam kaynakları, Cürhümlerin bu azgınlıkları nedeniyle, burun
kanaması (ruaf) illeti ile cezalandırıldıklarını ve bir kısmının bu
şekilde helak olduğunu kaydetmektedir. Güneydeki Seylu’l-Arîm felaketi
nedeniyle Hicaz’a göç eden Huzâa ve Kinâne kabileleri tarafından yenilgiye
uğratılan Cürhümler, rivayetlere göre, Haceri Esved’i söküp bir yere gömdükten
ve Zemzem Kuyusu’nu kapatıp yerini belirsiz hale getirdikten sonra, tekrar ilk
yurtları olan Yemen’e gitmişlerdir. Burada bir sel musibeti ile helak oldukları
söylenen Cürhümlerin ismine daha sonraki dönemlerde rastlanmamaktadır.[168]
21-(Hacıların) ellerini binitlerinin
göğüslerine dayayıp, akşam vakti dağların üzerinde yaptıkları vakfelerine (sığınırım),
22-Cem (Müzdelife)
gecesine ve Mina'daki konak yerlerine. (Mina'nın) üstündeki mukaddes
yerlere ve konaklama yerlerine (sığınırım),
23-Sağnak yağmurdan korkuyormuş gibi
cins Arap atlarının hızla geçtikleri vakit, Cem'e (sığınırım),
24-(Şeytanın) başına
iri taşları atmak için (hacıların) üzerine yürüdükleri vakit Büyük Cemre'ye
(sığınırım),
Cemre sözlükte "köz"
anlamındadır. Ateşten yaratılan İblis'in üzerinde durduğu mekân, elbette köz
gibi sıcak olacaktır. Orası taşlanırsa şeytan da taşlanmış olacaktır.
[Olduğu
gibi İslam'a geçen geleneklerden biri de Mina'da şeytan taşlamadır. Bu gelenek
Kur’ân-ı Kerim’de açık anılmamıştır. Yalnız Bakara 203. ayette[169]
söz konusu edilmiş ve müfessirler de bu geleneği ve onunla ilgili bazı
rivayetleri kaydetmişlerdir.
Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem döneminden bu yana Hacılar bayram günlerini Arafat
ve Meş'arı Haram'dan dönüşlerinden sonra Mina'da geçirirler. Namazlardan sonra
tekbir getirir ve Allah Teâlâ'yı anarlar. Şeytanı taşlarlar. Bu ayet, hacıların
Mina'da tekbir ve şeytan taşlama ile geçirdikleri bu günlere İşaret etmektedir.
Ayetin
İşaret ettiğine göre insanlar bu konuda iki şekilde hareket edebiliyorlardı.
Bazıları acele etmede daha hayır ve iyilik görürken, bazıları da daha ağır
davranmayı, biraz daha kalmayı iyi olarak görüyorlardı. İslam'dan sonra
müslümanlar da bu geleneğe bağlı olarak iki görüşe sahip oldular. Ayet onları
bu konuda serbest bıraktı; acele edene günah yazılmıyor, orada kalan da günah
işlemiş olmuyordu. Yeterki her iki tarafın amacı iyilik ve Allah Teâlâ'dan
korkma, takva olsun...
İbn
Hişam'ın bildirdiğine göre risaletten önce birtakım hacılar bazı zamanlar
Müzdelife'den Mina'ya iniş İçin izin verilmesinin gecikmesinden rahatsız
oluyor ve izin başkanına gelip acele etmesi için ısrar ediyorlardı. Ta ki
Mina'ya varıp, şeytanı taşlasınlar ve Hac ibadetlerini bitirsinler. Ayetin özü
ile bu rivayet, görüldüğü gibi, bu geleneğin risaletten önceki haline döndüğünü
pekiştirmektedir.
Cemreler
ise, çakılların atıldığı yerlerdir. Bunlar ilk cemre, orta cemre ve son
cemredir. Hacılar günlük olarak oralara üç gün boyunca çakıllar atarlar. İlk
günde son cemreye yedi çakıl atarlar. Sonra her üç cemreye ikinci ve üçüncü
günde yedişer çakıl atarlar. Sonra, Mina'dan Mekke'ye geçerler. Bazıları
cemreyi üç gün yerine iki gün taşlamakla yetinir.
Bu
geleneğin kökeni, rivayetlerden ve görüşlerden anlaşıldığına göre, şeytanın bu
üç yerde hac ibadetlerini şaşırtmak ya da oğlunun kurban edilmesiyle iglili
olarak gördüğü rüyayı uygulamaktan vazgeçirmek amacıyla Hz. İbrahim aleyhisselâma
görünmüş olmasıdır. Her nerede ona göründüyse Hz. İbrahim aleyhisselâm onu
taşladığından onlar da Hz. İbrahim aleyhisselâmın izini takip etmek
istemişlerdir. Bazı müfessirler Hz. İbrahim aleyhisselâmın rüyasıyla ilgili
ayetlerin tefsirlerinde bu yaklaşımın daha isabetli olduğunu ifade etmişlerdir.
Hz. İbrahim aleyhisselâmın rüyası Saffat sûresinde hikâye edilmiştir:
“Biz de onu halim bir çocukla müjdeledik.
Böylece (çocuk) onun yanında koşabilecek bir çağa erişince (İbrahim ona):
"Oğlum" dedi. "Gerçekten
ben, rüyamda seni boğazlıyorken gördüm. Bir bak, sen ne düşünüyorsun"
(Oğlu İsmail) Dedi ki:
"Babacığım
emrolunduğun şeyi yap- İnşallah, beni sabredenlerden bulacaksın." Sonunda
ikisi de (Allah'ın emrine ve takdirine) teslim olup (babası, İsmail'i kurban
etmek için) onu alnı üzerine yatırdı; Biz ona:
“Ey
İbrahim” diye seslendik.
“Gerçekten
sen, rüyayı doğruladın. Hiç şüphesiz biz, güzel davrananları böyle ödüllendiririz”
Doğrusu bu,
apaçık bir imtihandı. Ve ona büyük bir kurbanı fidye verdik.” [170]
Arapların
Mina'da başka bir geleneği daha vardı. O da Hac ibadetlerini bitirdikten sonra
övünme meclisleri düzenlemeleriydi. Müfessirler Bakara 200. ayetin[171]
tefsiriyle ilgili olarak bu geleneği kaydetmişlerdir. Hacılar Hac ibadetlerini bitirdikten
sonra Mina'da şiir söylemek, ataların ve kabilelerin övünç kaynaklarını bir bir
saymak için oturumlar tertib ediyorlardı. Ayetin, rivayetlerin naklettiği bu
uygulamayı ilham etmesi mümkündür. Özellikle Mina günlerinin bayram, yeme, içme
ve dinlenme günleri olduğunu düşündüğümüzde bu yaklaşım daha da isabetti
görünür. Bahsi geçen ayet, kişinin dar kapsamlı asabiyet duygularını güçlendiren
cahiliyye böbürlenmeleri övünmeleri yerine Allah Teâlâ'yı zikretmeyi ve onun
nimetlerini dile getirmeyi emretmiştir.][172]
25-Hısab (bölgesinde)
akşam vakti, geçmelerine Bekr b. Vail hacılarının izin verdiği Kinde (kabilesine
sığınırım).
[Kinde kabilesi güney
Arabistan'ın en büyük kabilelerinden biri olup Hadramut'tan Yemen'e kadar olan
bölgeye hâkimdi.
Beni Bekr
bin Vâil kabilesi: Arabistan'ın savaşçı kabilelerinden biriydi ve ülkenin
ortalarından Doğu kıyısına kadar etkisini sürdürüyordu. Bu kabile M.S. 330'da
ilk defa İran imparatorluğuna kafa tutmuş ve Nübüvvet döneminde tekrar İranlılarla
savaşa girerek düşmana büyük kayıplar verdirmişti. Tarih'te bu savaş, Zikâr
savaşı adıyla biliniyor. ][173]
26-(Bunlar,
çeşitli) vesilelerin gereği olarak görüş birliğine vardıkları ve
reddettikleri hususlarda sözleşme yapan, iki antlaşmalı (kabiledir).
27- (Silahsız
oldukları halde) kılıçları ve esmer mızrakları kırmalarına, ok atan
herkesin korktuğu şeyi gerçekleştirmelerine (sığınırım).
Mekke’nin ilk halkı Yemen asıllı Amalika
kabilesidir. Daha sonra yine güneyden gelen Cürhüm kabilesi, Hz. Hacer ve Hz.
İsmail aleyhisselâmın izniyle burayı yurt edinmiş, Hz. İsmail aleyhisselâm da
reisleri Mudad’ın kızı Seyyide ile evlenerek onlarla akrabalık kurmuştur.
Hz. İsmail, Cürhümlüler döneminde bir
nebi olarak Kâbe ve hac işlerini idare etti. Kendisinden sonra bu görevi on iki
oğlundan biri olan Nabit b. İsmail yerine getirdi. Nabit’ten sonra ise Kâbe
hizmeti Cürhümlü Mudad b. Amr ile Katura’nın lideri oldukları iki ailenin eline
geçti. Bu iki aileden Mudad, Mekke’nin yukarı kısmına, Katura ise aşağı kısmına
yerleşerek şehri idare ettiler. Zamanla aileler anlaşmazlığa düşünce aralarında
çatışmalar meydana geldi. Neticede Hz. İsmail aleyhisselâmın soyu tarafından da
desteklenen Mudad Mekke’nin tek idarecisi oldu.
İsmailoğulları, Cürhümlüler’in hakim oldukları
dönemlerde Mekke’de yaşamışlar, çoğalmışlar ve İsmailîler, Adnanîler,
Maaddîler veya Nizarîler adlarıyla anılan bir topluluk meydana
getirmişlerdir. Yüzyıllar sonra rasül olarak gönderilecek olan Hz. Muhammed sallallâhü
aleyhi ve sellemin ceddi olan Kureyş kabilesi de, Hz. İsmail’in Cürhümlü
kadınlarla evlenmesinden meydana gelen bir soydan neş’et etmiştir[174].
Cürhümlüler’in Mekke hâkimiyetine son verenler,
yine kendileri gibi Yemen asıllı bir kabile olan Huzaalılar’dır. Güneyden
ayrılıp Kuzey Arabistan’a göç eden Huzaalılar, uygun bir yerleşim yeri
buluncaya kadar Harem civarında kalmak için Cürhümlüler’den müsaade istediler.
Talepleri kabul edilmeyince de iki kabile arasında çatışma meydana geldi. Savaş
neticesinde Huzaalılar, Cürhümlüler’i kesin bir mağlubiyete uğratarak Mekke’nin
yeni hâkimi oldular. Savaştan sonra Huzaalılar, kendileriyle Cürhümlüler
arasındaki mücadeleye katılmayıp tarafsız kalan İsmailoğulları’na dokunmadılar
ve onların kendileriyle birlikte Mekke’de kalmalarına izin verdiler[175].
Kavmiyetçilik Araplar arasında çok
önemli bir yer tutmuş “kardeşin
zalim de olsa mazlum da olsa mutlaka yardım et” sözü darbı mesel haline gelmiştir. Bu durum İslam’dan sonraki
Araplarda da kendini göstermektedir.
İslâm öncesi Arap toplum yapısının
esasını aynı atadan gelmiş olan fertlerin oluşturduğu kabileler teşkil
ediyordu. Bununla birlikte kabileler veya tek tek fertler kan bağı olmasa da hilf
(anlaşma), civar (himaye) ve velâ yoluyla resmen akrabalık bağı
kurabiliyorlardı. Her kabile eşit hak sahipleri arasından seçilen (primus inter
pares= eşitler arasında birinci) reisler tarafından idare ediliyordu. Kabile
reisi bir kral gibi mutlak otoriteye sahip değildi, emretmekten ziyade,
istişare sonucunda karar alan ve anlaşmazlıklar meydana geldiğinde hakemlik
yapan kişi konumundaydı. Reis (şeyh) kabile toplantısını yönetiyor, diğer
kabilelerle ilişkilerde soyunu temsil ediyordu. Savaş ilan ve idare etmek,
barış anlaşması yapmak, diyet ödemek, gelen misafirleri karşılamak ve ağırlamak
gibi görevler de şeyh tarafından îfâ ediliyordu.[176]
Yemen ve Hicaz tüccarları Kureyş’i Mudar topraklarında
iken teşvik
etmişlerdi.
Zira Kureyş onların
Temim ve Benî Esedle olan Îlâf akitlerinden istifade etmekteydi.
Bu hilflerle[177] bazı kabileler diğerlerine bir zarar gelmemesini
temin eder. Bu nedenle Kureyşliler bu ticaret yolları üzerindeki kabilelerle güzel ilişkiler kurmuşlardı. Bu kabileler arasında
Cüheyne, Müzeyne, Gatafân, Eşca, Süleym, Benî Sad, Benî Esed kabileleri bulunmaktaydı. Bu
kabileler arasında Mekke’de aileleri halif olarak kalanlar bulunmaktaydı.
Mesela Tâif’te bulunan Sakîflilerden pek çok ileri gelen Kureyş’in batınları arasında yer
almaktaydı. Ahnes b. Şerik Benî Zühre’nin halifi ve onlara tabi olan bir kimse
olarak karşımıza
çıkan örneklerdendir.
Kâbe
sidânetinin [178] ve Mekke emirliğinin Kusay’ın elinde
bulunmasının Huzâa ve Benî Bekr ulularının elinde bulunmasından daha doğru olduğunu belirten bir nüsha yazıldı
ve bu metnin Kusay’ın elinde kalmasına karar verildi. Bu barış şartlarına göre harem sınırları
içinde hiçbir taraftan zulüm ve eziyete müsaade edilmeyecek, Huzâa kabilesinden
olan hiçbir topluluğun hiçbir ferdi Batn-ı Merr’den Mekke tarafına geçmeyecek,
fakat isteyenlerin Mekke’ye girmemek üzere Mekke dağlarında oturmalarına izin
verilecek. Barışın
bu şartları
Hudeybiye anlaşmasına
kadar devam etmiş ve
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, Hudeybiye barışında Huzâalıların ricası
üzerine bunların ittifak tekliflerini kabul etmiş; hattâ Mekkeli müşriklerle yapılan Hudeybiye barış anlaşmasında Huzâalıların Mekke’ye
girmelerine dair özel bir madde koydurmuştu. [179]
Benî Bekr bin Vail İle Mülakat:
[Hafız Ebû
Nuaym ve Yahya bin Said-ül Ümevî; Kelbi'ye dayanarak diyorlar ki, bir
defasında Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Beni Bekr bin Vâil'e gitti ve
onlarla sohbet ederken “savaş durumunuz nasıl” diye sordu. Onlar dediler
ki
“Biz ne
İranla savaşacak durumdayız, ne de iran'a karşı kimseyi koruyabiliriz.” Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle dedi:
“Bir gün
gelecek, siz onların menzillerine ineceksiniz, onların kadınlarıyla evleneceksiniz
ve onların evlatlarını esir alacaksınız.” Bu görüşmeden sonra Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem oradan ayrıldı ve oraya Ebû Leheb geldi ve halka
şöyle dedi:
“Bu adam
eskiden çok iyi idi, ama şimdi aklını kaçırmıştır.” Benî Bekr bin Vâil'e mensup
olanlar da dediler ki:
“Evet,
İranlılardan bahsedince onun akli dengesinin yerinde olmadığına kanaat getirdik.”.
Bu vak'a gösteriyor ki, o sıralarda hiçbir Arap, Arapların İran gibi muazzam
bir saltanatı yerle bir edip bütün İran'a hâkim olacaklarını akıllarının
uçlarına bile getiremiyordu. Böyle bir şey onlarca sadece deli divane bir kişi
söyleyebilirdi. Fakat aradan 15-16 sene geçmedi kî, aynı adamlar Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin söylediklerinin harfiyen gerçekleştiğine şahit oldular.][180]
Bugün hala Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellemin mucizesi ve ikramı olan [Diyarbakır en eski ismi Asur kaynaklarında
Amid olarak geçmektedir. Diyarbekir ismi ise, Arabistan’dan göç eden bir
kabîleden ortaya çıkmıştır. Arabistan’dan gelen Beni Bekr Kabîlesi Dicle civârına
yerleştiler. Bölgeye “Bekrlerin Diyârı” mânâsına gelen Diyâr-ı Bekr ismi verildi. Zamanla
bu isim Diyarbekir olarak söylenmeye başlandı. 1937 senesinde Bakanlar Kurulu
karârıyla Diyarbakır olarak değiştirildi.][181]
28-Serh ve şibrık ağaçlarının etrafında
çevik deve kuşlarının sektiği gibi, aslanların etrafında yürümelerine (sığınıyorum).
Serh, Uzun,
büyük ağaç, otlak, mera manasına gelir.
[Şibrık, bir tür
dikendir ki yaş iken onu deve yer, kuruyunca kaçınır. Zehiri öldürücüdür.
şibrık denilen bir bitki
kuruduğu zaman Hicazlılar buna dari'derler. Diğer Araplar ise şibrık ismini
verirler. Bir zehirdir. İkrime'den rivayetinde:
“Yere yapışık dikenli bir
ağaçtır ki baharın Kureyş ona şibrık derler, kuruyup çöp olduğu zaman da dari” derler.
Ebû Hayyân'ın nakillerine
göre, dari' şibrıktır ki kötü bir otlaktır. Üzerinde yayılan hayvan ne yağ
bağlar, ne et.
İbnü Azzare-i Hüzeli'nin şu
beyti ondandır:
"O develer dari'
çukurlarında hapsolunmuşlar da hepsi
Kambur, elleri kanamış, süt
veremez olmuştu."
Ebû Züeyb de şöyle
demiştir:
"Seyrab, taze şibrıkı
otladı, nihayet solup da
Dari' olunca o semiz kısır
develer ondan uzaklaştı."
Şıbrik (dari), insanın değil
hayvanın bile yemesi mümkün olmayan dikenli, sert veya yumuşak olsa da gayet
fena kokulu, zehir zenberek birkaç türlü dikene ve bitkiye denirmiş. Şu halde
burada bunlardan herhangi birinin özelliği değil, yenilip yutulma ihtimali
olmayan elem verici bir şey olma niteliği kastedilmiş olmalıdır.] [182]
Hz. Ebû
Tâlib, iyi ve kötü arazilerde deve kuşlarının hareketi gibi seken aslanlar gibi
olduklarını hiçbir olumsuz şarttan yılmayacaklarını söyleyerek, boykota
dayanacaklarına işaret ediyor.
29- Sığınanın bundan sonra sığınacağı
bir yer var mı? Allah'tan sakınıp (müşriklerin
yaptıklarını) yanlış bulup (bize) sığınma sağlayacak yok mu?
Hz. Ebû
Tâlib, Kureyş’in Hâşimoğulları ve Muttaliboğullarını yalnız bırakmalarına karşı
eman verenlerin olmayışını söyleyerek Allah Teâlâ’dan başka bir kapımız yoktur
demektedir.
30-Bize karşı olan düşmanlara itaat
ediliyor. Onlar bize Türk ve Kabil (oğullarının) kapılarının bile
kapatılmasını arzu ediyorlar.
TÜRK - ARAP MÜNASEBETLERİ
[Türkler ile
Arapların doğrudan
olmasa bile dolaylı ilk temasları İslâmiyet’in ortaya çıkmasından önce başlamıştır. Birbirinden oldukça uzakta bulunan bu iki millet arasındaki
ilk münasebetler Sâsânî imparatorluğu aracılığı ile başlama imkânı bulmuştur. Bu nedenle İslâm öncesi dönemde Türklerin ataları ve aynı zamanda Sâsânî-Türk
ilişkileri
hakkında rivayetleri görmemiz mümkündür. Bu da Arapların Türkleri tanıdıkları,
haklarında bir bilgiye sahip oldukları fikrini doğurur.
İslâmiyet’ten önceki dönemle alakalı olarak Tâberî Tarihi’nde
Türklerle alakalı rivayetlere bakacak olursak şu rivayetler gözümüze çarpacaktır.
Sâm b. Nuh Arapların, İranlıların ve Rumların babasıdır.
Hâm Sudan’ın babasıdır.
Yâfes ise Türk’ün ve Türk’ün amcasının oğlu olan Ye’cüc ve Me’cüc’ün babasının babasıdır.[183]
Doğu’da Türklerle siyasi
münasebetlerde bulunan Sâsânî İmparatorluğu[184],
batıda da Araplar ile temas içerisindeydi. III. asrın ikinci yarısında tarih
sahnesine çıkmış
olan
Hîre Arap Devleti[185],
denilebilir ki, daha başlangıçtan
itibaren bu güçlü komsusunun
yüksek hâkimiyetini tanımak zorunda kalmıştır. Sâsânî İmparatorlugu aracılığı ile başlayan Türk-Arap münasebetlerinin yankılarını
Câhiliye Devri Arap şiirinde
bulmak mümkündür. Hassan b. Hanzale, Nâbiga ez-Zübyânî, Evs b. Hacer, el-A’sâ el-Ekber, Sammâh b. Zirâr,
Amallas b. Akil b. Ullafe ve Hallaf b. el- Ahmer gibi şâirlerin Türkler’den,
daha ziyade askerî yönlerini, kahramanlıklarını belirtir şekilde bahsetmeleri
ilk temasın askerî yönden olduğunu
göstermektedir. Az olmakla beraber bize kadar gelen beyitlerden, Arap şâirlerinin, Türklerin
kahramanlığından korku ile karışık hayranlıkla bahsettikleri
dikkati çekmektedir. Yalnız Bu dönemi konu edinen Türklerle alakalı şiirleri Taberî Tarihi
dışındaki kaynaklarda
bulmak mümkündür.
Taberî’nin
Tarihinde geçen bir rivayete göre Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
Türklerden şu şekilde bahsetmektedir:
“Muhammed b.
Müslim, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin şöyle dediğini söyledi:
İtaat etme/savunma/hafıza on kısma ayrılmıştır. Bunun dokuzu Türklerde, biri diğer insanlardadır.
Cimrilik ona
ayrılır, dokuzu Farslarda, biri diğer insanlardadır.
Cömertlik ona
ayrılır, dokuzu Sudanlılarda, biri diğer insanlardadır.
Şehvet ona ayrılır, dokuzu Hindlilerde, biri diğer insanlardadır.
Hayâ, ona
ayrılır, dokuzu kadınlarda, biri diğer insanlardadır.
Haset ona
ayrılır, dokuzu Araplarda, biri diğer insanlardadır.
Kibir, ona
ayrılır, dokuzu Rumlarda, biri diğer insanlardadır.” [186]
Bu rivayetten
anlaşılacağı gibi Hz. Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem o günün dünyasında yaşayan ırklardan ve milletlerden haberdardı. Tabii ki o dönemin güç
dengeleri içinde bulunan Türklerden haberdar olmaması söz konusu olamayacağı gibi Türklerle alakalı Hz.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme isnat edilen birçok hadis mevcuttur.
Hatta bunların pek çoğu sahih Hadis kaynaklarında bulunmaktadır.
Bu hadislerden
en meşhur
olanı şu
hadistir: “Habeşliler size
dokunmadıkça siz de onlara dokunmayınız. Türkler size ilişmedikçe siz de
onlara ilişmeyiniz.” [187]
Hadis ve Arap şiirinden başka kaynaklarda bulunan bazı
rivâyetler, Araplar’ın Türkler’i tanıdığı ihtimalini kuvvetlendirmektedir.
İslâm öncesi dönemde Sâsânîler vasıtasıyla birbirlerinden haberdar
olan Türkler ile Arapların birbirlerini ne kadar tanıdıkları ve aralarındaki
ilişki ile
tanışıklığın boyutunun ne derecede olduğunu kestirmenin oldukça güç olduğu bazı araştırmacılar tarafından dile getirilmiştir. İslâm’ın doğuşundan
sonra ise, Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme isnad edilen bütün haber
ve rivâyetlere rağmen, Câhiliye
döneminde var olan ve özellikle de göçebe Türkler’i niteleyen özelliklerin öne
çıkarıldığı anlayışın Türkler ile mücadelenin başlamasına kadar devam ettiği görülmektedir ki, bu döneme ait olan bütün rivâyet ve haberler
derlendikleri dönemin kültürel yapısını aksettirmekten öte her hangi bir anlam
taşımamaktadır. Eski Arap şiirlerinden, mevzu hadislerden ve
haberlerden anlaşıldığına göre Araplar Türkleri kahraman
fakat acımasız ve İslâm dininin geleceği açısından tehlikeli görüyorlardı. Onlara göre Türkler bir gün Arapların elinden iktidarı alacak
ancak kâfir oldukları için Allah Teâlâ’nın gazabına uğrayıp mahvolacaklardı. Bu hadis ve
sözler insanları Türklerden korkutmak ve uzaklaştırmak amacıyla söylenmiştir. Nitekim Cahız daha sonra Türklerin İslâm’ın yardımcısı, kalabalık ordusu
ve halifelerin en yakın adamları olduklarını söyleyerek Türklere haksızlık
edildiğini
itiraf etmiştir.][188]
Hz. Ebû
Tâlib, bu beyitte Türklerden yardım istediklerini buna dahi mani olduklarına
işaret etmektedir. Bugüne kadar kapalı kalan bir bilgiye de ulaşmış
bulunuyoruz.
31-Allah'ın evine yemin olsun ki işiniz
sıkıntıya girmedikçe Mekke'yi terk edip ayrılacağız diye boşuna ümitlendiniz.
32-Allah'ın evine yemin olsun ki Muhammed
(sallallâhü aleyhi ve sellem)'le olursak
yenileceğimizi düşünmekte yanıldınız. Henüz biz onun uğrunda mızrak ve ok
kullanmadık.
Allah
Teâlâ’nın rasülüne zafer vereceği bilgisine sahib olduklarını ancak cihad
emrinin verilmediğine işaret ediliyor.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem nübüvvettin ilk
başlayışı ile Mekke’de kaldığı 13 yıl boyunca, hem kendisi, hem de inananlar
Mekke müşrikleri tarafından büyük baskı ve işkence altındaydılar. Öyle ki bazı
müslümanlar bu işkencelere dayanamayıp Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemden izin alarak Mekke’den Habeşistan’a hicret ediyorlar. Mekke’de
kalanlar ise defalarca Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden kendilerini
savunmak için Müşriklere karşılık vermek için izin istiyorlardı. Fakat Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem Mekke‘de kaldıkları müddetçe müslümanlara bu izni
vermemişti. İlahi vahyin nazil olmaya başladığı günden 14 yıl sonrasına kadar
ne ilahi vahiyde ne de Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin hadislerinde
cihattan bahs edilmiyor; ne savunma amaçlı ne de saldırı amaçlı bir savaş söz konusu
olmamıştı.
Hicretin ikinci yılına kadar Mekke’de kalan
müslümanlar hep işkence görüyor, Medine’deki müslümanların ticaret
kervanları yağmalanıyor, İslam’in ilerlemesini engellemek için her yol
deneniyordu. Hicretin ikinci yılında böyle bir ortamda ilk defa cihad ayeti
nazil oluyor, ayetin nazil olduğu zamanın öneminin yanısıra içeriği daha da
önemlidir.
“Şüphe yok ki Allah, inananlardan
müşriklerin şerrini defedecek; şüphe yok ki Allah, hainlikte ileri giden
nankörlerin hiçbirini sevmez. Kendileriyle savaşa girişilenlere, zulme
uğradıklarından dolayı savaşmaya izin verildi ve şüphe yok Allah’ın onlara
yardım etmeye gücü yeter elbette. O kişilerdir onlar ki ancak rabbimiz
Allah’tır dediklerinden dolayı haksız olarak yurtlarından çıkarıldılar ve eğer
Allah, insanların bir kısmını bir kısmıyla defetmeseydi, içlerinde Allah
isminin çok anıldığı manastırlar da yıkılırdı, havralar da, kiliseler de,
mescidler de ve Allah, kendisine yardım edene mutlaka tardım eder, şüphe yok ki
Allah kuvvetlidir, güçlüdür.” [189]
33-Biz çocuklarımız ve hanımlarımızdan
vazgeçip onun etrafında yere serilmedikçe onu teslim ederiz (zannetmeyin).
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ilk Müslümanlar
ile biat akdi yaparken, onlara her hâl ü kârda itaat etmeyi şart koşmaktaydı.
Übâde tü'bnü's-Sâmit radiyallâhu anh bu biatlerden
bahsederken derdi ki:
"Biz, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
selleme, kolaylıkta olsun, zorlukta olsun; gönlünümüzün hoşuna giden şeylerde,
hoşuna gitmeyen şeylerde olsun... İtaat etmek üzere biat ettik."
Bu beyit, Hz.
Ebû Tâlib’in imanına işaret olarak Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ile
biatleşmelerinin olduğunu haber vermektedir. Bu biatleşmenin varlığını boykota
karşı aldıkları tavırdan görmemiz mümkündür.
Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem Mekke'nin Akabe mevkiinde, 621-622 yıllarında Medineli
müslümanlarla arasında iki defa yapılan biatleşmelerinin şöhret bulması hicrete
temel olması ve İslam devletinin temeli oluşudur.
Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem Medinelilerle hicret ettiği takdirde kendisini
canlarını, mallarını, çocuklarını ve kadınlarını korudukları gibi
koruyacaklarına, rahat günlerde de sıkıntılı anlarda da ona itaat edeceklerine,
bollukta da darlıkta da gerekli malî yardımları yapacaklarına, iyiliği emredip
kötülüğe engel olacaklarına, hiç kimseden çekinmeden hak üzere bulunacaklarına
yemin edip biat etmeye davet etmişti.
34-Demir (zırhlar ve
silahlar) içindeki bir kavim, su kaplarının altından su develerinin
kalktığı gibi size ayaklanmadıkça,
Hz. Ebû
Tâlib, burada tekrar Türklere işaret ediyor olabilir. Çünkü Türklerin çetin
hayat mücadelesinde, dünyaya yayılıp egemen olmasında ve başarılarının
temelinde en önemli unsur demir olmuştur. O tarih itibarı ile bilinen bir olay
hatırlatılıyor olabilir.
35-Bir omzu düşük zalim birine yapıldığı
gibi, bu kin sahibi de, aldığı darbeden dolayı, pis (kanının)
üzerine, kapandığı görülmedikçe,
Hz. Ebû
Tâlib, istihraç [190]
yaparak zülmün başını çekenlerden Ebû Cehil’e işaret ederek sonunun ne
olacağına işaret ediyor. Bedir’de ölenler arasında Ebû Cehil bu duruma düşmüştü.
Afrâ radiyallâhu anha ilk evliliğini Neccaroğullarından
Hâris İbni Rıfâa ile yapmıştı. Bu evlilikten üç çocuğu dünyaya geldi. Onlara;
Muâz, Muavviz ve Avf isimleri verildi. Her bir oğlunu birer iman fedâisi olarak
yetiştirdi.
Afrâ Hatun şecaat ve cesaret sahibi kahraman bir hanımdı.
Güçlü ve kuvvetliydi. Hayatın elem ve kederine, tahammüllüydü. Acılara karşı
sabırlıydı. Allah ve Rasûlü yolunda sebat eder, dünyevî sıkıntı ve çilelere
aldırmazdı. Bedir harbi olunca oğullarının hepsini savaşa göndermişti. Onların
gösterdiği îmânî heyecandan son derece mutluluk duymuştu. Savaşta
sergiledikleri kahramanlıklara çok sevinmişti. Hatta iki oğlunun şehadetine
sevindiği kadar diğer oğlunun şehid olamadığına üzülmüştü.
Bedir günü Ebû Cehil kahramanlık şiirleri söyleyerek müşrik
ordusu içinde dolaşıp dururdu. Anam beni bugün için doğurdu diyerek övünürdü.
Askerine bu sözlerle cesaret vermek isterdi.
Kendi kabilesi Beni Mahzum gençleri etrafını sarmış yanına
kimseleri yaklaştırmazdı. Böyle bir ortamda ben sağıma soluma baktım, Ensar'lı
iki genç arasında kaldığımı gördüm. Onlardan biri bana doğru yaklaştı ve:
“Ey amca! Sen Ebû Cehil'i tanır mısın!” diye sordu. Ben de:
“Evet! Tanırım ey kardeşimin oğlu. Ebû Cehil'i ne
yapacaksın?” dedim. Genç delikanlı bana:
“Haber aldım ki o, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem
efendimize sövermiş!? Varlığım kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, onu
bir görecek olursam, ikimizden eceli gelen ölmedikçe, şahsım ondan ayrılmayacaktır.
Allah'a ahd ettim. Onu gördüğüm gibi üzerine saldıracağım. Ya onu öldüreceğim
veyahud bu uğurda öleceğim” dedi.
Gencin kahramanca söylediği bu sözlere ve ondaki imânî
heyecana hayret ettim. Öbür genç de diğeri gibi ahdetmişti.
Çok geçmeden, Ebû Cehil'i askerin içerisinde öteye beriye
telaşla giderken gördüm. Gençlere hitaben:
“Görüyor musunuz? İşte, sorduğunuz adam!” dedim.
Gençler hemen kılıçlarını sıyırdılar. Süratle hareket edip
ikisi birden fırlayarak o tarafa doğru yöneldiler. Çifte şahin gibi süzülüp Ebû
Cehil'e doğru koşmaya başladılar. Anî bir hareketle seğirtip onun üzerine hücum
ettiler. Hamle üstüne hamle yaptılar.
Bu iki genç meğer Afrâ Hâtun'un oğlu Muâz ile Muavviz adında
iki fedâî kardeşler imiş.
Afrâ Hâtun'un bu kahraman oğulları çok genç olmalarına
rağmen kükremiş aslanlar gibi Allah ve Rasûlünün düşmanı bulunan Ebû Cehil'in
üzerine çullandılar. Bu din düşmanı neye uğradığını bilemedi. Kılıç
darbeleriyle derin yaralar aldı. Bu sırada Ensardan Muaz İbni Amr İbni Cemuh
adında bir başka yiğit Ebû Cehil'i gözetirmiş. O da koşup geldi ve birlikte canını
cehenneme gönderdiler.
Muaz ve Muavviz radiyallâhu anhüm kardeşler Ebû Cehil'in işini bitirdikten sonra yine kahramanca
çarpışmaya devam ettiler.
Ebû Cehil in
oğlu İkrime, Muaz‘ın arkasından koluna bir kılıç darbesi indirmiş, Muaz‘ın kolu
vücudundan ayrılarak sarkmış, kanlar fışkırmış o da kolunu vücüdundan büsbütün
vücudundan ayırarak savaşa devam etmişti.
Bedir'in bu çifte arslanları, nihayet arzuladıkları şehitlik
mertebesine kavuştular.
Savaşın
bitiminde Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, Ebû Cehil in akıbetini öğrenmek
için Hz. Abdullah b. Mes’ud radiyallâhu anhı göndermişti. Abdullah, Ebû Cehil
‘i ölüler arasında can verirken buldu ve ona :
“ Bir
milletin kendi evladını öldürmesi şerefli bir şey midir ?” demiş, sonra da
can veren Ebû Cehil ‘in kafasını Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme
götürmüştü.
36-Allah'a yemin olsun ki, eğer benim
gördüğüm hal devam ederse, hiç şüphesiz kılıçlarımız örnek insanların
kanlarına karışacak.
37-Yakıcı yıldız gibi olan ulaşılabilir
bir efendinin, güvenilirliğin kardeşi, hakikatin himayecisi olan aslanın eliyle
(bunu yapacağız.)
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem cahiliyyede dahi emin ve
güvenilir idi. Kurtûbî’nin naklettiğine göre; bir gece Ebû Cehîl ve Velîd b.
Mugîre Kâbe’yi tavaf ederlerken Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hakkında
konuşmaya başladılar. Ebû Cehîl, yemin ederek, ben onun doğru sözlü olduğunu
biliyorum, dedi. Velîd, (şaşırarak), onun doğru olduğuna nasıl kanaat
getirdiğini sordu. Ebû Cehîl şöyle dedi:
“Ey Abduşşems'in babası, biz gençliğinde ona sadık ve emin
diyorduk, aklı tamamlanıp kemale erince ona yalancı ve hain mi diyeceğiz? Yemin
olsun ki ben onun doğru söylediğini biliyorum”. Bunun üzerine Velid;
“Peki, onu tasdik etmeni ve ona iman etmeni engelleyen nedir?” deyince, söyle dedi;
“Kureyş kızları benim hakkımda bir ekmek parçası uğruna Ebû
Tâlib'in yetiminin peşinden gittiğimden mi söz etsin? Lat ve Uzza'ya yemin
olsun ki, ebediyyen ona uymayacağım.”
Bunun üzerine;
“Kulağına ve kalbine mühür vurduğu..”[191] âyeti nazil oldu. [192]
“Yakıcı Yıldız gibi” ile Hz. Hz. Ebû
Tâlib’in bu feraseti Bedir'de gerçekleşmiştir.
38-Aylarca, günlerce, yıl boyu, , bize
karşı (Hz. Muhammed sallallâhü
aleyhi ve sellem) hep böyle olmuştur. Gelenin ardından bir hac
mevsimi daha gelir.
Hz.
Ebû Tâlib, her zorluğun sonunda bir kolaylık vardır. Hac mevsimi Araplarda
haram aylarda[193]
olmasından dolayı emniyetli günler gelecek demektir.
Hz.
Ali kerremallâhü veche buyuruyor ki;
“Senin
başına bir belâ ve musibet geldiğinde sabret. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de İnşirah
sûresinde Üsürlerin ikisi bir, yüsürler iki olmakla; bir darlığa iki kolaylık
takdir ettiğini düşünerek teselli bul.”
Allah
Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurmuştur: “Demek hakikaten güçlükle beraber kolaylık var. Muhakkak güçlükle
beraber kolaylık var,” (İnşirâh Sûresi, 5)
Ayetlerde iki defa zikredilen “elüsr
= güçlük” Arap dil ve edebiyatına
göre ma’rifedir. İkisi de aynıdır. Aynı güçlük demektir. “Yüsren = kolaylıklar ise, nekredir. Başka başka kolaylık demektir.
O halde Cenâb-ı Hak, bir güçlüğe mukabil iki kolaylık ihsan etmiştir. Şu
mealdeki hadîste buna işaret ediyor: “Bir güçlük, iki kolaylığa asla galebe
etmez. Hazret-i Ali kerremallâhü veche belâ ve musibetle karşılaşırsan,
sıkılma, üzülme, diyor. Çünkü bir sıkıntıya karşılık iki ferahlık vardır.
Bazıları da birinci ayette geçen kolaylıktan maksat dünyadaki fetihler ve
sairedir. İkincisindeki ise, âhiret sevabı ve makamıdır, demişler. [194]
39-Ey babası olmayan kişi! Korunması gerekenleri
gözeten, çirkin konuşmayan ve işini başkasına bırakmayan bir efendiyi bir kavmin
terk etmesi nasıl olur?
Hz. Ebû Tâlib’in babası Abdulmuttalib
Hakk’a yürürken “Yetim Muhammed” (sallallâhü aleyhi ve sellemin)
himayesini ona vasiyet etmiş idi. Bu
nedenle Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme “Ebû Tâlibin Yetimi” derlerdi.
Hz. Ebû Tâlib, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve selleme güzel vasıflarını sayarak ona karşı haksızlık yapamayacağını,
yapanların durumu hakkında ise yanlış yaptıklarını beyan ediyor.
40-Çok az beyaz (lider)
vardır onun gibi. Onun yüzü suyu hürmetine buluttan su istenir. O yetimlerin
elinden tutar, dulların ise sığınağıdır.
[Hz. Ebû Tâlib, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem Efendimize nübüvvet gelmeden on beş sene önce kıtlık belâsından dolayı bir
ârabi nebiler sultanı Efendimiz hazretlerine gelip bu ve birkaç beyti okumuştu.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz hazretleri hemen minbere çıkıp
ellerini kaldırarak dua buyurdular. O anda semâda bulutlar birbirlerine girdi,
şimşekler çaktı ve şiddetli bir yağmur yağıp vadileri su kapladı; A'râbî
yağmurun şiddetinden korkmuş olmalı ki, birtakım arkadaşlarını yanına alarak Efendimizin
huzuruna varıp yağmurun çokluğundan şikâyetle feryat ederek:
"Aman Yâ Rasûlallâh! Yağmurun
kesilmesine bir çâre bul; yoksa hepimiz de boğulacağız" dedi. Arabî’nin bu hâli Efendimiz hazretlerinin hoşuna
gittiğinden, mübarek dişleri görünürcesine tebessüm ederek,
"Ebû Tâlib'in zikri
hayır olsun! Eğer şimdi sağ olsaydı, hakkımda söylediği kasidenin isabetini
görüp sevinirdi" buyurdular ve Hazreti Ali kerremallâhü vechenin:
"Yâ Resûlellâh
zannederim ki. “Ve
ebyazza yesteskı’l-gamâmü bi-vechihî simâlü'l-yetâmâ ismetün lil-erâmil” beytini murad buyurdunuz"
demesine evet,
evet cevabını
verdiler.][195]
41-Hâşim ailesinden helak olacaklar ona
sığınır. Onlar onun yanında nimet ve iyilikler içindedirler.
Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem Kureyş müşriklerinin kendisini dinlemediklerini,
yalanlayıp durduklarını, İslâmiyete karşı çok yavaş ve isteksiz
davrandıklarını ve sırt çevirdiklerini görünce:
"Ey Allah!
Şunlara da, Yusuf aleyhisselâmın zamanındaki yedi (kıtlık) yılı gibi, yedi
(kıtlık azabı) verip bana yardım et!" diyerek. Kureyş
müşrikleri aleyhinde dua etti.
Bunun üzerine,
yağmurlar kesildi. Yer kupkuru oldu, kurudu!
Kureyş
müşriklerini öyle bir kuraklık ve kıtlık yakaladı ki, her şeyi kökten kazıdı,
silip süpürdü!
Birçokları
açlıktan öldüler!
Yiyecek birşey
bulamayınca, açlıktan dolayı, ölü hayvanların etlerini, kokmuş leşleri, derileri,
kemikleri, köpekleri, kanla deve yününden yapılan "ılhız" [196] denilen şeyi yediler.
Onlardan
herhangi biri, gökyüzüne baksa, açlıktan dolayı, ortalığı duman kaplamış gibi görürdü!
Mekke'de
kuraklık ve kıtlık son dereceyi bulunca, Ebû Süfyan Sahr b. Harb, Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin yanına geldi:
"Ey
Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem)! Sen kendinin rahmet olmak üzere gönderildiğini
söylüyor, Allah'a itaati, akrabayı görüp gözetmeyi bize emredip duruyorsun!
Kavmin ise,
kuraklık ve kıtlıktan ölüp gitmektedirler!
Onlardan bu
felâketin kaldırılması için. Allah'a bir dua ediver!
Eğer sen dua
edersen, Allah da şu belayı üzerimizden kaldıracak olursa, Allah'a iman
edeceğiz!" diye and
içerek söz verdi.
Bunun üzerine,
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ'ya dua etti.
Yağmur sularıyla sulandılar.
Yüce Allah
onların üzerinden kuraklık ve kıtlık azabını kaldırınca, onlar eski şirklerine
döndüler.
Allah Teâlâ, bu
hususta indirdiği ayetlerde şöyle buyurdu:
"Hayır!
Onlar (öldükten sonra dirilmekten) şüphe içindedirler. (Bununla) eğlenirler.
O halde,
semanın apaşikâr bir duman getireceği günü gözle!
(Öyle bir duman
ki) insanları, saracaktır o!
('Bu,'
diyecekler) 'pek yaman bir azab!
Ey Rabbimiz!
Bizden bu azabı açıp kaldır!
Çünkü biz artık
iman edeceğiz!' diyecekler.
Onlara,
düşünmek, ibret almak nerede? Kendilerine gerçekleri apaçık anlatan bir Resûl
geldi de, ondan yüz çevirdiler.
Ona: 'Bir
öğretilmiştir! 'Bir mecnundur!' dediler.
Biz o azabı
biraz açacak, kaldıracağız!
Fakat siz yine
küfre döneceksiniz!
Amma, o büyük
satvetle sıkıvereceğimiz gün, her halde, Biz onlardan intikam alacağız!"[197]
42-Ömrüme yemin ediyorum! Esid ve gurubu
bize olan kinlerini devam ettirdiler. Yiyecek olanlara bizi parçalıyı verdiler.
Bu Esid [198], Mekke'nin fethinden sonra Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin Mekke valisi yaptığı 'Attâb'ın babasıdır. Hz. Ebû
Tâlib, onların siyasî ve çıkar amaçlı kızmalarını açıklıyor.
43-Yakın akraba olmanın (manevi
şahsiyeti) bizim için Esidin ve Halid'in cezasını kötü bir şekilde,
ertelenmeksizin, hemen versin.
Fakat onların bu kinlerine rağmen Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem, Attab b. Esid'i hicretin 8. yılında Mekke yönetimi ve Müslümanlara
haccı eda ettirmek üzere emir tayin edecekti.[199] Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem, fethi müteakip Mekke halkına seslenmek istiyordu;
çıkarttığı münadiler:
“Herkes Kabe’nin önüne, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem sizinle
konuşmak istiyor.” Diye nida ederek Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin bu isteğini halka duyurdular. Endiseli biçimde
herkes toplandı; henüz İslâm’la müşerref olmamış binlerce Mekkeli müşrikin
yanında müslüman askerler de hazır bulunuyordu. Öğle namazı vakti idi. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin müezzini Bilal-i Habeşî’ye ezan okumasını emretti.
Bilal-i Habeşî radiyallâhü anh hemen Kâbe’nin damına çıktı okumaya basladı:
“... Lailahe illallah
(Allah’tan başka ilah yoktur)”. Orada
hazır bulunanlar arasında büyük bir kabile reisi olan Attâb b. Esid de
bulunuyordu. Attâb, hemen yanı başında duran arkadaşının kulağına şunu
fısıldıyordu:
“Allah’a şükür ki babam (Esid) öldü, yoksa (...buna) katlanamazdı!” Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem öğle namazını kıldırdı, sonra
Mekkelilere dönerek, sordu:
“Benden ne yapmamı bekliyorsunuz.” Onlar ise hiç de hak etmedikleri bir
merhameti isteyecek söz bulamayarak, utançtan başları öne düşmüş vaziyette şu
cevabı verdiler:
“Sen soylu bir babanın oğlu, asil bir kimsesin. Senden hayır umarız”.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, kendisinden bekleneni yaptı.
Mekkelilerin utancı karşısında onlara sunu söyledi:
“Bugün hiçbir şeyden sorguya çekilmeyeceksiniz. Gidiniz, hepiniz
hürsünüz.”
Az önce, Mekkelileri eleştirmeyen, ama yüce Yaratıcı’yı tebcil eden
ezana bile katlanamayan bu insanlar;
“Allah’a sükür ki babam öldü, yoksa (...buna) katlanamazdı” diye arkadaşının kulağına
fısıldayan ve bir ateş küpüne dönen Attâb hemen sıçradı, kendisini Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve selleme takdim ettikten sonra O’na şunları söyledi:
“Ya Muhammed (sallallâhü
aleyhi ve sellem); ben, bir büyük
Attab’ım. Şimdi şehadet ediyorum ki,
Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur ve yine şehadet ediyorum ki, Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem) Allah’ın elçisidir!” Sadece Attab b. Esid değildi o gün müslüman
olan; günbegün tüm Mekke şehri İslam’ı kabul etti. Ancak yeni müslüman olmuş
olan Attab’a karsı Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin mukabelesi ilginç
oldu. Bir an bile tereddüt etmeyen Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem Attab’a sunu söyledi:
“Seni Mekke valisi tayin ediyorum.” Böylece Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem, hemen az önce düşman olan bir kişiyi vali tayin
etmiş, sonra da şehrin fethi için gelmiş
olan Medineli askerlerden bir tekini bile bırakmaksızın, şehirden çekilmiş ve Medine’ye geri dönmüştür.[200]
Yüce ahlaka sahip olan Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin merhametini açığa çıkaran şu hadiseyi de burada
zikredelim.
Mekke fethedildikten sonra esirler arasında bulunan
Kureyşlilerin hatibi olan Süheyl b. Amr da vardı. Kendisinin üst dudağı da
yarıktı. Hz. Ömer radiyallâhü anh:
"Yâ Rasûlallah! Şu Süheyl b. Amr, Kureyşlilerin
hatibidir. Bırak beni, onun iki ön dişlerini çekeyim de, dili dışarı sarksın!
Artık hiçbir zaman hiçbir yerde senin aleyhinde hutbe irad edemesin" dedi. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem;
"Bırak onu! Ben, onun uzuvlarına, böyle birşey yaparak
bir zarar vermem. Eğer bunu yaparsam, nebi olmama rağmen, Allah da bunu bana
yapar. Belki o senin yermeyeceğin, öveceğin bir makamda da bulunur, sen onu
översin! Belki bir gün o seni sevindirir de!" buyurdu.
Süheyl b. Amr radiyallâhü anh, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellemin haber verdiği o övülmeye lâyık konuşmasını da, zamanı gelince
yapmıştır.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Hakk’a yürüdüğü zaman
bazı Arap kabileleri temsilcilerinin Medine'ye gelerek zekât vermeyeceklerini
açıkladıkları ve bunda direndikleri;
Yer yer irtidad hareketlerinin görüldüğü, Mekke'nin
çalkalandığı, Mekkelilerden bazılarının ağızlarının suyunun akmaya başladığı,
Mekke halkının da az kalsın irtidad ediverecekleri duyumu üzerine; Mekke'nin
genç valisi Attâb b. Esîd'in de korkup gizlendiği bir sırada idi ki,
Süheyl b. Amr radiyallâhü anh halka bir hutbe irad etti.
Kâbe’nin yanında kalkıp irad ettiği hutbesinde:
"Muhammed (sallallâhü
aleyhi ve sellem) kimin
ilahı idiyse, Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem bizi terketmiş bulunmaktadır.
Allah Teâlâ ise, Diridir ve hiç ölmez!
Ey Kureyş cemaatı!
Sizler, Müslüman olanların en sonuncusu olmuş bulunduğunuz
halde, irtidad edenlerin en öncüsü olmuş olmayınız!
Vallahi, ben iyi biliyorum ki; bu din, güneşle ayın doğuşu
ve batışı devam ettikçe, devam edecektir!
Şu kendinizden olan kişi, sakın sizi aldatmasın!
Muhakkak ki, benim bu iş hakkındaki bildiklerimi o da
biliyor.
Fakat, kendisinin Hâşimoğullarına olan kıskançlığı
göğsünü, kalbini kaplamıştır!
Ey insanlar! Ben Kureyşlilerin mal bakımından en varlıklı
olanıyım.
Siz emîrinizi büyük tanıyınız! Ona zekâtlarınızı ödeyiniz!
Eğer İslâmiyet işi sonuna kadar devam etmezse, ben sizin
ödemiş olduğunuz zekâtlarınızı size geri vermeyi tekeffül ediyorum!" dedi ve ağladı.
Süheyl b. Amr radiyallâhü anh hutbesini bitirdiği zaman halk
yatıştı. Vali Attâb b. Esîd de ortaya çıktı. Kureyşlilerin İslâmiyette
sebatları, Süheyl b. Amr'ın bu konuşmasıyla sağlanmış oldu. Allah ondan razı
olsun!
Hz. Ömer radiyallâhü anh, Süheyl b. Amr'ın bu konuşmasını
işittiği zaman, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin vaktiyle onun hakkındaki
ihbarını hatırlamış ve:
"Senin Resûlullah olduğuna bir kez daha şehadet
ederim!" demekten kendini alamamıştır.[201]
44- Osman bize kol kanat germedi, Kunfüz
de. Lakin o ikisi o kabilelerin emrini dinlediler.
Bu Osman, Talha b. Ubeydullah'ın
kardeşidir. [202]
45-Übeyy'e ve Abdiyeğûs'larının oğluna
itaat ettiler de, bizim lehimizde söz söyleyen hiç kimsenin sözüne kulak
vermediler.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellem ve İslâmiyete Düşman Olan Müşrik Uluları
İslâmiyet Mekke'de yayılmaya başlayınca, müşriklerin
ulu kişileri kızdılar. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme karşı,
kıskançlığa ve azgınlığa başladılar.
Aşağıda isimleri sıralanan müşriklerden bazıları,
kıskançlık ve düşmanlıklarını açıkça, bazıları da kapalı ve sinsi bir biçimde
sürdürdüler:
1- Ebû Cehil Amr b. Hişam,
2- Ebû Leheb b. Abdulmuttalib,
3- Esved b. Abdi Yağus,
4- İbn Gaytala Haris b. Gays,
5- Velid b. Mugire,
6- Ümeyye b. Halef,
7- Übeyy b. Halef,
8- Ebû Kays b. Fâke,
9- Âs b. Vâil,
10- Nadr b. Haris,
11- Münebbih b. Haccac,
12- Züheyr b. Ebi Ümeyye,
13- Sâib b. Ebi sâib,
14- Esved b. Abdulesed,
15- Âs b. Saîd,
16- Ebû'l-Bahterî Âs b. Hişâm,
17- Ukbe b. Ebi Muayt,
18- İbnü'l-Asda',
19- Hakem b. Ebi'l-Âs,
20- Adiyy b. Hamra',
21- Esved b.Muttalib.
22- Ebû Süfyan b. Haris,
23- Hanzale b. Ebi Süfyan,
24- Muaviye b. Mugîre,
25- Esed b. Abduluzzâ,
26- Ebû Zem'a Zem'a b. Esved,
27- Sayfiy b. Sâib,
28- Amr b.Âs,
29- Nübeyh b. Haccac,
30- Üneys b. Miyer,
31- Tuayme b. Adiyy,
32- Rükâne b. Abdi Yezid
33- Mâlik b. Tulatıla.
34- Hübeyra b.Ebi Vehb,
35- Mutim b. Adiyy.
Bunlardan,
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme Düşmanlıklarını Aşırı Derecede
Sürdürenler
1- Ebû
Cehil Amr b. Hişâm,
2- Ebû Leheb
b. Abdulmuttalib,
3- Ukbe b.
Ebi Muayt idi.
Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve selleme Düşmanlıkta Fazla İleri Gitmeyenler
1- Utbe b. Rebia,
2- Şeybe b. Rebia,
3- Ebû Süfyan b. Harb olup, bunlar Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve selleme düşman olmakla birlikte, öteki müşrikler kadar düşmanlıkta
ileri gitmezlerdi. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme düşman olan bu
müşrik ulularından Ebû Süfyan b. Haris, Ebû Süfyan b. Harb, Amr b. Âs, ve Hakem
b. Ebi'l-Âs'tan başka, hiçbirisi Müslüman olmamıştır.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellemle Alay Eden Müşriklerden Başlıcaları
1- Esved b. Muttalib,
2- Esved b. Abdi Yağus,
3- Velid b. Mugîre,
4- Âs b. Vâil,
5- Haris b. Tulatıla (Gaytala) idi.
Buna mukabil:
1- Mut'im b. Adiyy,
2-Ebû'l-Bahterî Âs b.Hişam, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellemi ve ashabını en az üzen müşriklerdendi.[203]
ÜBEYY İBNİ HALEF EL-CÜMAHÎ
Mekke döneminde, gerekse Medine döneminde Resulullaha ve
İslâma karşı sürekli tavır alan müşriklerindendi. Übeyy Bedir Savaşında
bulunmuş, esir düşmüş ve fidye karşılığı serbest bırakılmıştı. Bu savaşta
kardeşi Ümeyye de müşrikler safında savaştı ve öldürüldü.
Übeyy, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme olan
düşmanlığını Mekke döneminde de her fırsatta sergilemişti. Örneğin öldükten
sonra dirilmeyi inkâr eden Übeyy, çürümüş bir kemik alıp elinde ufaladıktan
sonra Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme yönelerek;
“Allah’ın bu çürümüş kemikleri
tekrar dirilteceğine mi inanıyorsun?” dedi. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem,
“Evet, seni diriltecek ve Cehenneme
sokacak” diye cevap verdi. Bunun üzerine Yâsin Sûresinin 77 ve 78.
âyetleri nâzil oldu.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Medine’ye hicreti
sırasına sığındığı mağaraya kadar gelen müşriklerin arasında da yine Übeyy bulunuyordu.
Hattâ mağara girişindeki örümcek ağı ve yuva yapan güvercinleri göstererek mağaraya
bakmak isteyen Kureyşlilere şöyle demişti:
“Nasıl girelim? Burada bir ağ
görüyorum ki, Muhammed doğmadan bu ağ yapılmış gibidir. Bu iki güvercin işte
orada duruyor. Adam olsa orada dururlar mı?”
Kaynaklarda Übeyy’le ilgili aktarılan en önemli olay,
Übeyy’in bizzat Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem tarafından Uhud Savaşında
öldürülmesidir.
Bedir Harbinden önceydi. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem harp sahasında dolaşırken
“Burası Ebû Cehil’in burası Utbe’nin burası Ümeyye’nin buralar da filânın ve filânın
öldürülecekleri yerlerdir. Übeyy bin Halef’i de ben kendi elimle öldüreceğim” buyurmuştu.
Bedir’de haber verdiği gibi Ebû Cehil Utbe ve Ümeyye bin Halef mücahidler tarafından gösterilen aynı yerlerde
öldürülmüşlerdi. Geriye Übeyy bin Halef kalmıştı. Bu adam Kureyşin ileri
gelenlerinden biri idi. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme her karşılaşmasında şöyle derdi:
“Ey Muhammed! Bir atım var. Her gün
ona on altı ölçek darı yedirip besliyorum. Birgün gelir onun sırtında seni öldürürüm.”
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ise bu azgın ve şaşkın adama cevabı sadece şu oluyordu:
“Belki inşaallah ben seni öldürürüm.”
İşte Übeyy bin Halef Bedir’de mücahidler tarafından canı Cehenneme yollanan
kardeşi Ümeyye’nin intikamını almak ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
vücudunu ortadan kaldırmak üzere yemin ederek Uhud’a çıkıp gelmişti.
Hz. Resûlullahın Şi’b’e doğru çıktığı sıradaydı. Übeyy’in
gelmekte olduğu görüldü. Mekke’de günde on altı okka darı ile beslediği atının
üzerindeydi. İntikam dolu bakışlarla Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme
yaklaşıyordu. Bunu fark eden Sahabîler önüne çıkıp hesabını görmek istediler.
Ancak Hz. Resûlullah:
“Bırakın gelsin” diyerek mücahidlerin karşı çıkmasına mâni oldu. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve selleme oldukça yaklaşan bu azgın müşrikin ağzından
“Ey Muhammed sen kurtulursan ben kurtulmayayım” lafları dökülüyordu.
Bu sözleri duyan Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem bir anda celâllendi. Elindeki mızrağıyla heybet ve haşyet
verici adımlarla hasmının üzerine yürüdü. Übeyy bir anda şaşkına döndü. Hz. Resûlullahın heybet ve haşyet
verici tavrı karşısında duramayıp geri kaçmaya başladı. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem peşini bırakmıyor ve arkasından
“Nereye kaçıyorsun ey yalancı” diye sesleniyordu.
Bu kaçışla Übeyy kendini kurtaramadı. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin fırlattığı mızrak miğferle zırhı arasındaki kısma saplandı ve Übeyy sığır
böğürmesi gibi böğürerek atından yere yuvarlandı.
Müşrikler yaralı halde onu alıp götürdüler. Yarasından kan
akmıyordu. Ağrısına sızısına zor dayanıyordu. Zaman zaman arkadaşlarına
“Vallahi Muhammed beni öldürdü” diyordu.
Arkadaşları bu sözünü ciddiye almıyorlar ve yarasının
önemsiz olduğunu ifade ederek teselli etmeye çalışıyorlardı. Ne var ki Übeyy kurtulamayacağını anlamıştı. Arkadaşlarına şöyle dedi:
“O bana (Mekke’de) ‘Seni
öldüreceğim’ demişti. Vallahi o benim üzerime tükürse yine beni öldürür.”
Übeyy bin Halef bir gün bile yaşamadan
“Susadım susadım!” çığlıkları arasında ölüp gitti. Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin istikbalden haber vermiş olduğu bir mucizesi de böylece
tahakkuk etmiş oldu.
46-Sübey' ve Nevfel'den de kötülük bulduk.
Hepsi bizden yüz çevirip kaçtı, bize hoş davranmadı.
Bu Nevfel, Hz. Hatice radiyallâhü
anha annemizin kardeşidir. İbn Hişam'ın bildirdiğine göre Kureyş'in
şeytanlarından biriymiş. Hz. Ebû Bekr ile Talha b. Ubeydullah'ın bir ipe
bağlayıp işkence etmiş. Sonunda Hz. Ali tarafından Bedir'de öldürülmüş. [204]
47- Eğer bunlar (harp
meydanında) yere yıkılırlarsa veya Allah bu ikisine karşı bize imkân
verirse, ödeşen biri nasıl ölçerse, bunlara öyle sa' ölçeceğiz (bize
yaptıkları işkenceyi onlara yapacağız).
48- Ve şu Ebû Amr... Bizi koyuncuların
ve devecilerin arasına defetmek istiyor. Bizi kızdıracak bir iş yapmadan
duramıyor.
Ebû Amr olarak bahsedilen As b. Vâil b. Hişâm
b. Saîd b. Selhem b. Amr b. Kusay b. Ka'b b.Lüeyy’dir. Amr b.
As’ın babasıdır.
[Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin, İslâm devrinde Hz. Hatice'den ikinci erkek çocuğu
doğup, kendisine Abdullah ismi verilmişti. Hz.
Abdullah, Tayyib ve Tahir diye de anılırdı
O
da vefat ettikten sonra, Kureyş müşriklerinden Âs b. Vâil, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem için:
"Bırakınız
onu! O, ebter, nesli devam etmeyecek bir adamdır! Ölünce, anılmaz olur! Siz de,
artık ondan rahata kavuşursunuz!" dedi.
Bunun
üzerine, Allah Teâlâ, Kevser sûresini indirdi.][205]
49-Akşamladığı ve sabahladığı her yerde
bizim dedikodumuzu yapıyor. Yap bakalım ey Ebû Amr, tuzak da kur.
50-Bir de bize gelip “Billahi aldatırsam”
diye yemin ediyor. Evet! Biz onu açıkça, arada perde olmadan görebiliyoruz.
Hz. Ebû Tâlib, “Billahi aldatırsam” sözü
ile Âs b. Vâil ‘e geçmişteki olaylarını hatırlatarak yanlış
yaptığını belirtiyor.
“Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin yirmi yaşlarında iken amcalarıyla birlikte
katıldığı son Ficar kavgasından dönüldükten sonra, Haram aylardan
Zilkade ayında idi ki, Yemenli Zübeyd kabilesinden bir adamın satmak üzere
Mekke'ye getirdiği bir yük metaını Kureyş eşrafından Âs b. Vâil satın
almış, parasını ödemeye yanaşmamıştı.
Âs b. Vâil
adamın metaını kendisine geri vermesi isteğine de yanaşmayınca, adamcağız:
Abduddar,
Manzum, Cuman, Sehm ve Adiyy b. Ka'b oğulları gibi, Mekke'nin nüfuzlu ailelerinin
ileri gelenlerine başvurup Âs b. Vâil 'deki alacağını ödettirmeleri için
kendisine yardım etmelerini istemişti. Fakat bunlar adamcağıza yardımcı
olacakları yerde, Âs b. Vâil'i kayırmışlar, adamcağızı da azarlamışlardı.
İşin kötüye
gittiğini gören ve çaresizlik içinde kalan adam güneşin doğmak üzere olduğu ve
Kureyş ileri gelenlerinin de Kâbe’nin çevresinde küme küme oturdukları bir
sırada, Ebû Kubeys dağına çıkarak
"Ey Fihr
hanedanı!" diye bağıra
bağıra okuduğu şiirinde, uğradığı zulmü ve haksızlığı açıklayıp yardım
dileğinde bulununca; orada hemen kalkıp temaslara başlamak suretiyle ilk
harekete geçen ve bu yolda daha başkalarını da harekete geçiren zât,
Peygamberimiz (a.s.)ın amcası Zübeyr b. Abdulmuttalib oldu.
Kureyş
kabilelerinden:
Hâşim b. Abdi
Menaf,
Muttalib b.
Abdi Menaf,
Zühre b. Kilab,
Teym b. Mürre,
Haris b. Fihroğulları, Darü'n-Nedve'de toplandılar.
Durumu
aralarında konuştular, ne şekilde hareket edileceğini sözbirliğiyle
belirlediler.
Bu hususta
antlaşmaya, birbirlerini davet ettiler.
Yaşlılığı
dolayısıyla Abdullah b. Cüd'an'ın evinde toplandılar.
Abdullah b.
Cüd'an, yemek yaptırıp onlara yedirdi.
"Mekkelilerden
ve Mekkeliler dışında, Mekke'ye girecek olan sair insanlardan, Mekke'de zulme
ve haksızlığa uğramış bir kimse bırakmamak; mazlumun hakkı geri
alınıncaya kadar zalime karşı mazlumla birlikte hareket etmek" üzere ahitleştiler ve akitleştiler.
Denizlerin bir
kıl parçasını ıslatacak kadar suyu bulundukça, Hira ve Sebîr dağı yerlerinde
durduğu ve üzerlerinde dağ tekeleri yayıldığı müddetçe, ahit ve akitlerine
bağlı kalacaklarına and içtiler.
Geçmiş
zamanlarda, Cürhüm kabilesinden:
Fadl b. Fadâle,
Fadl b.Vedâa,
Fadl b. Haris, veya Fudayl b. Hâris isimlerinde, eşraftan üç
kişinin bir araya gelip:
Zalime karşı
mazluma yardım etmek; zayıfın hakkını güçlüden, yabancının hakkını yerliden
almak; adaleti aralarında hâkim kılmak üzere, antlaşmışlardı.
Kureyşliler,
şekil ve mahiyeti itibarıyla eskisine pek benzeyen bu yeni teşebbüse de;
"Fadl adlı
kişilerin andı" anlamına gelen
"Hılfü'l-fudûl" adını verdiler.
Hılfü'l-fudûl'ün
ilk işi; Âs b. Vâil'e giderek Zübeydî'nin malını Âs b. Vâil'den çekip almak ve
Zübeydîye teslim etmek oldu.][206]
51-Bize olan kini ona, Ahşebeyn dağları
arasındaki yüksek arazilerin hepsini ve dağ tepelerindeki köşkleri dar etti.
Ahşebeyn (Mekke-i Mükerreme'yi çevreleyen iki dağ Ebû Kubeys -ki,
bu dağ Kusay zamanına kadar Kureyş’in ikamet ettiği dağdır- ve Kuaykıan dağlarıdır.
52-Ebû'l-Velid'e, tuzak kurmak amacıyla
ayrılıp aleyhimize çalışmak suretiyle, bize ne zarar verdiğini sor.
Cahiliyye döneminde Mekke’deki sosyal sınıfların oluşmasında, asabiyet, ekonomik kriterleri
önem arzetmekteydi. Örnek verecek olursak Kur’ân-ı Kerim’in bildirmesiyle Velid’in
babasının Hâşimilere karşı olan tutumundan anlarız.
“Şu Kur’an, iki şehirden (Mekke-Taif) bir yüce adama indirilseydi ya!”[207]
Ayette kastedilen iki kişi, müfessirlere göre Mekke’de Velid b. Mugire, Taif’ de Urve es- Sekafî idi.
Bunlar hem zengin, hem de toplumsal statü açısından ileri gelen kişilerdi.[208]
[İslâm tarihinde Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve selleme nübüvvet gelmeden önceki dönem cahiliye adıyla
anılmaktadır. Ancak Kur’an-ı
Kerim hem de hadislerde Arapların
İslâm’dan önceki inanç, tutum ve davranışlarını, İslâmî devirdekinden ayırt
etmek için kullanılmıştır. İslâm’ın, cahiliye döneminde geçerli olan bazı
kavramlarından kendi inanç ve amaçlarına uygun olanları aldığını görmekteyiz.
İslâm insanlığın ve toplumun yararına bulduğu hususları onaylayarak muhafaza
etmiştir. Şirke bulaşıp yozlaşarak tahrif edilmiş olanlarla, sonradan
uydurulup, tevhit dinlerinde ortak olan prensiplere aykırı olanları ise
reddetmiştir.
Hz. Ebû Tâlib beyitte de
geldiği gibi anlayışlı insanların Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi
tanımamasını sitem ederek beyan ediyor. Velîd b. Muğîre el-Mahzûmî (h. 95-h
1/m. 530–622) ilk defa cahiliye döneminde hırsızın elinin kesilmesine hükmetmiştir.
Daha sonra Kur'an "erkek hırsız ve bayan hırsızın ikisinin de ellerini kesiniz"
ayetiyle bunu emretmektedir. Velîd’in aynı zamanda şarabı kendine haram kılan
ilk kişi olduğu da nakledilmektedir. İlk defa içki içene celde vuran da odur. Kur’ân-ı Kerim Araplar
arasında cari olan bu uygulamayı kabul etmiştir. Hz. İbrahim aleyhisselâmın sünnetinde
de yasak olması nedeniyle cahiliye devrinde de Hanîf dinine mensup kimselerin
içki içmedikleri, hırsızın elinin kesilmesinin de Hz. İbrahim aleyhisselâmın
şeriatından kaldığı belirtilmektedir. Faili meçhul cinayetlerde cezaî ve mali
sorumluyu tespit amacıyla cinayetin işlendiği bölge insanlarından elli kişinin
veya maktulün yakınlarının “ben öldürmedim ve öldüreni de bilmiyorum” diyerek
Allah’a yemin etmesi anlamına gelen kasameye hükmeden ilk kişinin Velîd b.
Muğire olduğu nakledilir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem bunu İslâm’da
devam ettirmiştir. İbn Abbâs’tan nakledildiğine göre ise İslâm'da ilk kasame
Benî Hâşim’in kasamesi’dir.] [209]
53- (Ey Ebûl-Velid),
sen aramızda görüşüne uyulan ve merhamet gören bir kişiydin. Sen bunu bilmiyor
değilsin.
Velidin
babası da değerli kişilerdendi. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme karşı
anlayışlı olması düşünülmektedir.
54- Ey Utbe! Gizli düşmanlık eden
birinin bizim hakkımızda söylediklerini dinleme. Hiç çekemeyen, çok yalancı,
nefret eden ve belalı birinin...
55- Eğer sen onları hiç engellemez ve
söz dinlemezseniz korkarım ki sen de biz de üzüntü verici bir olayla
karşılaşacağız.
Utbe b. Rebia Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve selleme düşmanlıkta fazla ileri gitmeyenler arasında
olsada kıskançlığı [210]
yüzünden müşrikler safında yer aldı.
56-Ebû Süfyan benden yüz çevirip geçip
gitti. Sanki büyük Yemen krallarından bir kral gibiydi.
57-Nasihat eder tarzda, çok şefkatli
olduğunu bize haber veriyor. Bir yandan ise girift pis işlerini gizlemeye
çalışıyor.
58-Necd'e ve oranın soğuk sularına
kaçıyor, hem de “Sizden gafil değilim” iddiasında bulunuyor.
Mekke’de
Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin çağrısına karşı çıkılma sebepleri
arasında en az dinî ve iktisadî kaygılar kadar siyasî kaygıların da rol oynadığı
bir gerçektir. İslâm öncesi dönemde asırlar boyu devam eden genelde Kureyş
kabileleri arasındaki siyasî gruplaşmalar, özelde de Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin kabilesi Hâşimoğulları’na karşı çeşitli nedenlerle duyulan
rekabet veya düşmanlık hisleri, Mekke kabilelerinin İslâm karşısında müsbet
veya menfî tavır belirlemelerinde önemli rol oynamıştır.[211]
Putperest
Arapların İslam’a karşı çıkmalarında söyleyebileceğimiz diğer önemli sebep,
atalarına olan bağlılıklarıdır. Asabiyet, kabilesi haksızlık yapsa da, kişi
haksızlığa uğramış olsa da, bir kişinin kabilesi adına kabilenin düşmanlarına
karşı mücadele etmesidir. Bu tanımdan yola çıkarak ve Arapların toplum
yapısından hareketle, asabiyet duygusunun, ortak menfaat, aidiyet, grup ve
değer bilinci taşıyan bir anlayışla güçlü bir dayanışma meydana getirdiğini ve
sonuçta
“Bizim en
kötümüz başkalarının en iyisinden daha iyidir” yargısını
söylemeye kadar vardırırlar. İşte bu asabiyet anlayışı Arapları öylesine
sarmıştı ki, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem İslam’a davete
başladığında, Mekke’nin önde gelen liderlerinden Ebû Cehil şöyle
söylemekteydi:
“Biz
(Mahzumoğulları kabilesi) ve Abdümenafoğulları şan ve şeref konusunda birbirimizle
yarıştık durduk. Onlar yemek yedirdiler, biz de yedirdik. Onlar çeşitli
görevler üstlendiler, biz de üstlendik. Onlar verdi, iyilik etti, biz de
verdik, iyilik ettik. Develer üzerinde karşılıklı diz çöküp yarış atları gibi
yarıştık durduk. Şimdi onlar gökten kendisine vahiy gelen bir rasülümüz var
dediler. Biz buna nasıl yetişebiliriz? Vallahi biz ona asla inanmayız ve onu
tasdik etmeyiz.”[212]
Cahiliye
Araplarında Kureyş kabilesinin iki büyük kolu olan Ümeyyeoğulları (Emeviler) ve
Hâşimoğulları (Hâşimiler) arasında öteden beri süregelen bir rekabet vardı. Bu
rekabet öylesine büyük boyutlara varmıştı ki, Ebû Cehil’in sözlerinde açıkça
görüldüğü gibi, hayatın bütün alanlarına aksetmiş bulunuyordu. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin Hâşimilerden olması, işte bu rekabetin sonucu,
Emevilerin şiddetle karşı çıkmalarına neden olmuştur.[213]
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin tebliğ ile görevlendirilmesi
öncesinde Kureyş içinde en güçlü kabile,
Mahzumoğulları idi. Mekke yönetiminde onlara denk olabilecek tek kabile
ise, Ebû Süfyan’ın soyu olan Ümeyyeoğulları’ydı. Bu iki kabile ticarî alanda
temayüz etmişler, hem iktisadî hem de askerî alanda diğer Kureyşliler’e
üstünlük sağlamışlardı. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin kabilesi ise
bilhassa Hz. Abdulmuttalib’in vefatından sonra gözle görülür bir şekilde
zayıflamıştı. Onun ölümünden sonra yerini doldurabilecek ve aileye eski
nüfuzunu kazandırabilecek bir halef yoktu. Ne tüccar olması nedeniyle panayırlarda
dolaşmakla meşgul olan Hz. Abbas, ne fakirlikle boğuşan Hz. Ebû Tâlib, ne de
Ebû Leheb, babalarının yerini doldurabilecek nitelikteydiler. Askerî üstünlüğü
Mahzumlu lar’a ticarî ve iktisadî gücü de Ümeyyeoğulla rı’na kaptıran Hâşimoğulları,
geçimlerini hac mevsiminde mahallî ticaretle sağlamaya çalışıyorlardı.
Onlar, Sikâye ve Rifâde hizmetlerini yürütmekle dinî alana ağırlık
vermişler, dünyevî-maddî sahada üstünlüğü rakiplerine terk etmek zorunda
kalmışlardır.
Hz. Ebû
Tâlib, bu beyitte Ebû Süfyan’ın maddî zenginliğin verdiği gururuna işaret etmektedir.
59-Biliyorum bize kötülük yapıldığını
bilmeyen yok. Haklı da olsan, haksız da olsan senin hakkından düşman gelsin.
Ebû Süfyan Sahr b. Harb Hz. Ebû Tâlib ile konuşurken
"Ey Ebû Tâlib! Biliyorsun ki, sen bizdensin!” [214] gibi sözlerle siyaset yapmaktaydı. Bu durumu Hz. Ebû
Tâlib açığa çıkarmaktadır.
60-Hep birlikte üzerimize gelin bakalım.
Rüzgârlar bol yağmurlu olmuş fark etmez, sizin saldırınız bize birdir.
61-Ey Mut'ım. İmdada çağırdığın gün de,
o büyük ve ciddi sıkıntılı işlerde de seni hiç yalnız bırakmadım.
62-Aralıksız konuşan kişilerden oluşan,
mücadeleci ve şiddetli hasımların sana geldiği günde de.
63-Ey Mut'ım. Bu insanlar bir planda
seni kullandılar. (Kusura bakma, seni hakemim yapamam). Ben ne
zaman işimi başkasına bırakmışsam kurtulamamışımdır.
Hz. Ebû
Tâlib, Mut’im diye seslendiği Mut’im b. Adiyy’den başkası değildi. Boykotta tam
olarak yardım etmediği için geçmişi hatırlatarak sitemle bahsediyordu. Ancak bu
sözlerin bereketi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Taif dönüşünde eman
bulması için belki büyük etkisi olacaktı. Hz. Ebû Tâlib’in Hakk’a yürümesinden
sonra Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme ilişkilerinin bereketiyle
himayesini devam ettirmekteydi.
[Taif’te umdukları desteği bulamayan Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem ve Zeyd b. Hârise büyük bir üzüntüyle yeniden Mekke’ye dönmek
istediler. Ancak Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem amcası ve kabile başkanı olan Ebû Leheb tarafından
tard edilmiş,
cemiyet dışı
bırakılmıştı.
Bu durumda Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem terk ettiği Mekke’ye yeniden, kimin
himâyesinde gireceği
ile ilgili sorunu çözmek durumundaydı. Bu nedenle de vakit geçirmeden
kendilerini koruyacak bir himaye bulmak zorundaydı. Düzenli bir devlet
sisteminin olmadığı,
kabilecilik anlayışına
uygun bir yapılaşmanın
kemikleştiği Arap toplumu için güvenlik
açısından emân almak, kendisini koruyacak ve kefâletini üstlenecek bir hâmi
bulmak hayâtî bir önem taşımaktaydı.
Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem Mekke’ye yöneldi, şehre iyice yaklaştığında âdeti olduğu üzere Nûr dağına çıkarak Hîra mağarasına girdi. O sırada yanında bulunan Zeyd, Mekke’ye nasıl
girebileceklerini Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme sordu. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem ise Allah Teâlâ’nın mutlaka bu durumdan bir çıkış yolu nasîb edeceğine dâir sağlam inancını Zeyd’le paylaştı.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem şehre girerken yeni bir sorunla
karsılaşmamak için Mekke’nin ileri
gelenlerinden bâzı kimselere haber gönderdi. İlk muhatabı Ahnes b. Şerîk idi, fakat kendisi anlaşmalı bir kimse olarak böyle bir emân verme hakkına sâhip
olmadığını
dile getirdi. Ardından Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ikinci adres
olarak Kureyş’li
Süheyl b. Amr’ı düşündü.
Ancak ümitvâr olduğu
bu kimse de Amiroğulları’nın
aslâ Ka’boğulları’na
emân veremeyeceğini
söyleyerek o zaman için henüz böyle bir duruma hazır olmadığını belirtti. Hz. Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem) bu kez Mut’im b. Adiyy’le görüştü. Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemi yakından tanıyan ve şahit olduğu tutumlardan haberdâr olan Mut’im hemen çocuklarını topladı
ve onlara âcilen silahlarını kuşanmalarını ve Kâbe’nin rükünleri arasına giderek kendisini
beklemeleri tâlimatını verdi. Böylece aranan himâye bulunmuş oldu. Mut’im b. Adiyy, devesinin
üzerinde Kâbe’ye gelerek Kureyş halkına Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme emân verdiğini bütün Mekke’ye îlân etti.
Artık Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme ilişen; kendisine karsı bir tutum sergilemiş olacaktı. Böylece güvenliği sağlanan Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ve Zeyd b.
Hârise Mekke’ye girerek doğruca Kâbe’ye yöneldiler. Kâbe’yi selamlayarak yedi kez tavâf
eden iki mümin insan, burada iki rekât namaz kıldılar ve evlerine gitmek üzere
oradan ayrıldılar. Bütün bu hâdiseler olurken Mut’im b. Adiyy ve oğulları Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin yanında hazır bulundular.
Ebû Cehil, Mut’im b.
Adiyy’in de yeğeninin
dinini benimseyip benimsemediğini öğrenmek için Mut’im b. Adiyy’e düşüncelerini aktardı. Ebû Cehil,
Mut’im tarafından sadece emân verildiğini öğrenince nisbeten rahatladı ve “senin emân verdiğine biz
de ilişmeyiz!” diyerek
memnuniyetini sergiledi. Mut’im ve oğulları Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme evine girene
kadar refâkat ettiler, ayrıca tüm Mekke halkına Muhammed sallallâhü aleyhi ve selleme emân verdiklerini duyurarak O’na zarar verilmesinin önüne
geçmiş olmayı
amaçladılar. Hz. Muhammed sallallâhü
aleyhi ve sellem Mut’im b. Adiyy’in kendisine ve
İslam
dinine yaptığı
bu yardımı hiç unutmayacak, zaman zaman onu minnetle anacak, Kureyşlilere de hatırlatacaktır.[215]
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ve müslümanlar Bedir
savaşı
neticesinde müşriklere
karsı
ilk zaferlerini kazanmışlardı. Bu şekilde artık siyasi olarak güçlü bir varlığa sahip olduklarını göstermiş oldular.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem savaş sonrasında esirlere hitaben bir
konuşma
yaptı.
“Eğer Mut’îm b. Adiyy şu anda sağ olsaydı, şu kokmuş adamlar için benimle konuşup,
onları bağışlamamı isteseydi, muhakkak ben Mut’im‘in hatırı için fidye
istemeden onları serbest bırakırdım.” dedi.
Bu sözleri şüphesiz
orada bulunanlar işittiler
ve sükût ettiler. Çünkü Bedir’de müslümanlara karşı savaşanlar arasında Sakifliler de vardı. Mut’im ise, Taif
ziyaretinde Taif’li akrabalarının sahip çıkmadığı rasüle hâmi olmak gibi önemli bir karar vermişti. Üstelik bu karârın getirdiği sorumlulukları da her türlü
tehlikeyi göze alarak kabul etmişti. Böylece Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem onların
bu âlicenaplığa
sığmayan
davranışlarını
onlara hatırlatıyordu. Zira Sakifliler Taif ziyareti esnasında sergiledikleri hatalarını
müslümanlara karsı
savaşarak
devam ettirmiş oluyorlardı.[216]][217]
64-Allah bizim için Abdişems ve Nevfel (oğullarının)
cezasını en kötü bir şekilde geciktirmeden acil olarak hemen versin.
Abdişems ve
Nevfel Abdimenafın oğullarıdır. Hâşim ile kardeş olup yardım etmeleri
gerekirken yardım etmeyişlerinden, Hz. Ebû Tâlib, üzüntüsünü dile
getirmektedir.
HZ. ABDÜLMÜTTALİB BİN HÂŞİM:
[Hâşim
ticari yolculuklarıyla ilgili Suriye'ye giderken ekseriye Medine'de kalırdı.
Medine'deki Hazrec kabilesinin bir kadınıyla daha önce evlenmişti. Bu kadından
iki çocuk doğdu; biri Hayye (kız) ve diğeri Ebû Sayfî (erkek). İşte bu
yolculuklardan biri sırasında Hâşim yine Medine'de idi. Orada yine Hazrec
kabilesine bağlı Beni Neccâr ailesinin genç ve güzel kızı Selmâ binti Amru bin
Zeyd'i, pazar yerinde yüksek bir yere oturup kendisi için satılacak ve
alınacak mallara işaret ederken gördü. Hâşim bu kızın gerek büyüleyici
güzelliği, gerekse asaleti ve zekâsına hayran kaldı ve onunla evlenmek istedi.
Ama, bu kızın evlenmek için bir şartı vardı, o da şu: Kendisi evlendikten sonra
tamamıyla özgür olacaktı ve kocasının huy ve alışkanlıklarını beğenmediği
takdirde ondan ayrılacaktı. Hâşim bu şartı, kabul etti. Düğün Medine'de
yapıldı ve aynı şehirde bu kızdan Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
dedesi Hz. Abdülmuttalib yaklaşık M. S. 495'de dünyaya geldi. Hâşim bu ticari
yolculuktan sağ dönemedi ve Gazze'ye vardığında hastalanarak öldü. Böylece Abdülmuttalib
gençlik çağına kadar Medine'de annesinin yanında kaldı. Hâşim ölmeden önce
kardeşi Muttalib'in Kâbe'nin mütevellisi olacağını ve hacılara yemek verme ve
su içirme hizmeti yapacağını vasiyet etmişti. Ayrıca, Müttalib'i kendi ailesinin
ve emlâkinin vekili de tâyin etmişti. Bu tarihten itibaren Hâşim ve Müttalib
aileleri birbirlerine ayrılmayacak şekilde yaklaştılar. Buna karşı, aralarında
Ümeyye ailesinin de bulunduğu Abd-i Şems ile Nevfel aileleri birbirleriyle
ittifaka girdiler ve sonuna kadar böyle kaldılar. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellemin nübüvvet döneminde diğer Kureyşli kabilelerin Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem ve bir avuç müslümanlara karşı sosyal boykot uygulamaya
başladıkları zaman en çok eziyeti Benî Hâşim ile Beni Müttalib çekmişlerdi.
Beni Nevfel ile Beni Abd-i Şems ise muhtelif kampta idiler.
Asıl adı
Şeybe olan ve kendi meziyetleri yüzünden “Şeybetül Hamd” olarak tanınan Abdülmuttalib
Medine'de çocukluk çağını yaşarken bir defasında Hassan bin Sâbit'in babası
olan Sabit bin Münzir Mekke'ye gitti Ve daha önceden iyi arkadaş olduğu Müttalib
ile görüştü. Görüşme sırasında Müttâlib'e, “Sen yeğenini görürsen çok sevineceksin.
Zira kendisi çok yakışıklı ve etkileyici bir gençtir” dedi. Bunun Üzerine Müttalib'te,
yeğenini görme arzusu uyandı. Mekke'den Medine'ye gitti ve Abdülmuttalib'i
deveye bindirip eve getirdi. Kureyşliler genç bir oğlanı Müttâlib ile görünce,
“Bu Abdülmuttalib (Müttalib'in kölesi) dır” dediler. Müttalib adamlara kızdı,
oğlanın, kardeşinin oğlu olduğunu, adının “Şeybe” olduğunu ve bu
itibarla “Abdülmuttalib” diye çağırılmamasını istedi. Ne var ki, “Abülmüttâlib”
ismi o kadar yaygınlaştı ki, asıl adı unutulmuş oldu. Bundan kısa bir süre
sonra Müttalib ticari yolculuğu sırasında Yemen'e gitti ve orada öldü. ölümünden
sonra. Hz. Abdülmuttalib halefi oldu ve hacılara hac mevsiminde yemek verme ve
su içirme görevine devam etti. İbn Sa'd, Abdülmuttalib'i şöyle tarif ediyor:
“Abdülmuttalib
Kureyşlilerin en yakışıklısı, en cüsselisi, en güçlü, en ciddisi en kibarı, en
cömertiydi ve erkeklerin bütün ayıp ve kötülüklerinden uzaktı.” İbni Hîşâm
kendisi hakkında şunları yazıyor:
“Abdülmuttalib
kendi halkı arasında öylesine yüksek mevkiye ve şerefe yükseldi ki atalarından
kimse onun yerine erişemedi. Halkı onu seviyor ve takdir ediyordu.” İbn
Kesîr'in yazdıkları ise şunlardır:
“Abdülmuttalib
de her sene Ramazan ayında Hıra mağarasına gidip ibadet eder ve ay boyunca
fakir fukaraya yemek ve içecek dağıtırdı.”
Taberî, İbn
Kesir ve Belâzurî'nin beyan ettiklerine göre Abdülmuttalib'in amcası Nevfel,
Hâşim'in bıraktığı mirasdan bir bölümünü gaspetmişti. Abdülmuttalib bu yüzden
Nevfel'i Kureyş kabilesinin büyükleri nezdinde şikâyet etmişti. Fakat büyükler
amca ile yeğen arasındaki davaya karışmaktan kaçındılar. Bunun üzerine Abdülmuttalib
derdini annesinin akrabalarına anlattı ve Medine'den Beni Adiyy bin Neccâr'ı
yardımına çağırdı. Bu çağrıya uyan Abdülmuttalib'in dayısı Ebû Said bin Ades 80
kişiyle Mekke'ye geldi ve zor kullanarak Nevfel'i yeğeninin hakkını geri
vermeye mecbur etti. Bundan sonra Nevfeloğulları da Benî Hâşim'e küserek Abdüşşemsoğulları
ile birleşti ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin nübüvvetine kadar
Beni Hâşim'in muhalifleriyle beraber kaldı. Abdülmuttalib, Beni Nevfel'in
muhalif kampa gittiğini gördükten sonra Hüza'a'nın ileri gelenleri ile temasa
geçti ve onlarla bir dostluk ve işbirliği anlaşması yapıldı. Bu anlaşma
Kâ'be'de hazırlandı ve imzalandı ve taraflar buna bağlı kalmak için and
içtiler. İbn Sa'd ile Belâzurî'nin ifadesi bundan biraz değişiktir. Bu yazarlara
göre anlaşma Benî Hüza'a'nın isteği üzerine hazırlanmıştı ve buna Beni Abdülmuttalib
ve Benî Hâşim aileleri katılmıştı. Benî Abd-i Şems ile Beni Nevfel ise bu
anlaşmanın kapsamına girmediler. Aynı yazarlara göre anlaşma Dar-ün Nedve'de
hazırlandı ve Kâbe'ye asıldı. Abdülmuttalib bu anlaşmaya evlatlarından
girdikleri taahhüde sadık kalmalarını istemişti. Bu anlaşmanın etkisinden dolayıdır
ki, Hudeybiye Anlaşması uyarınca çeşitli Arap kabilelerinin istedikleri tarafa
katılmakta serbest oldukları belirlenince Beni Huza’a Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin safını seçti.][218]
65-Üzerinde adaleti tam gösterecek bir
ibresi olan ve arpa kadar şaşmayan hakkaniyet terazisiyle (tartsın da
versin).
66-Bizi Halefoğullarıyla ve Gaytalelilerin
yerine koyan bir kavmin akılları iyice adileşti.
İbn Gaytala Haris b. Gays,
Ümeyye b. Halef’in akrabaları Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme
düşmanlıklarında ileri giden müşriklerdir.
Haris b. Tulatıla (Gaytala)[219]
ise Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ile alay etmede haddini aşmasından
dolayı adileşti denilmektedir. İyilikleride yok, kötülükte ise aşırı giden bu
insanların durumu gerçekten nifak alameti taşıyan insanların tehlikesini açığa
çıkarmaktadır. Öyleki akrabayı birbirine düşman etmek onlar için kolay
işlerdendi.
Ebû Cehilin pravakatörlüğünde
anlattığımız gibi, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin amcası Hz. Ebû
Tâlib'in vefatından sonra, günlerce evinden dışarı çıkmadı. Hep evinde oturdu.
Pek az dışarı çıktı. Dışarı çıktığı zaman da, Kureyş müşrikleri, Hz. Ebû Tâlib'in
sağlığında yapmak isteyip de yapamadıkları hakaret ve işkenceleri,
istediklerini yapmaya başladılar.
67-Biz ilk sıkıntıları bertaraf eden öz
be öz Kusay ailesinden ve Hâşim (oğullarının) üst tabakasındanız.
Huzâalıların son başkanı Huleyl, kızı Hubbe’yi İsmail aleyhisselâmın soyundan gelen Kinâne kabilesinin küçük bir
kolu olan Kureyş kabilesinden
Kusay b. Kilâb ile evlendirmisti. Kusay’ın asıl adının Zeyd olduğu, annesi Fatıma, küçük yaşta babasını kaybeden Zeyd’i Tebük veya Yermük taraflarına götürdügü için “uzak olmak” anlamına
gelen “Kusay” adını aldığı rivayet edilmektedir.
Kusay, hacılara zorluk çıkaran Huzâa kabilesi ile yaptığı mücadeleyi kazanarak Kâbe’ye bakmayı
ve Mekke’yi idare etmeyi eline almıştı. İbn Hişam, Kusay’ın, yönetimi Huzâîler’den
devralma biçiminin bir darbeyi andırdığını ileri sürmektedir. [220]
Kusay on aşiret reisinin toplandığı, Mekke’nin önemli kararlarının alındığı, bir çeşit parlamento olan “Daru’n-Nedve”yi M.440 yılında Mekke’de kurmuş ve kapısını Kâbe’ye doğru açtırmıştır. Kusay’ın doğumunun M.400 olduğu tahmin edilmekte olup ölümü ise M.480
yılıdır.[221] Mekke’de kendisine
herkesin ciddi manada itaat ettiği ilk kişi Kusay’dır. Kusay, yabancıların ellerine bazı imtiyaz ve vazifeler
bırakmış olmasına
rağmen kendi
kabilesi üzerinde büyük bir otoriteye sahipti.
68-Onların Sikâye havuzu bize aitti. Biz
onların zirveleriydik, omuzlarının üzerindeydik.
Bu beyitten, Ebû Tâlib çocukken
devamlı dedesi Hâşim'in omzunda gezdiği, hacılara takdim edilen kuru üzüm ve
hurma şerbetinden istediği kadar içtiği anlaşılmaktadır.
69-Onlar kin ve düşmanlık nedir,
bilmediler. Kan akıtmadılar. En kötü kabileler hariç, kimseye karşı durmadılar.
70-Hintli deli cariyenin oğullarıyla
Kays b.Âkıl'in köleciği Cumahoğullarından başkasına (karşı
durmadılar).
Hz. Ebû Tâlib, bu beyitte Ümeyye b. Halef’e işaret ediyor. Ümeyye b. Halef,
Cumahoğul larındandır. Onların geçmişlerinde asalet olmayışından bahsederek, Hâşimoğulları
bu asaletsiz kişilere karşı durdular denilmektedir.
71-Sehm ve Mahzum (sülalesi)
toplanıp nerede bir belalı veya bayağı biri varsa bize saldırması için
kışkırttılar.
Hz. Ebû
Tâlib, burada Ebû Cehil ve avanesineve entrikalarına işaret ediyor.
Ebû Cehil, 570 yılında Mekke’de doğdu.
Nüfuzlu ve servet sahibi bir aileye mensup olduğundan,
elindeki imkânları mazlumları ezmede araç olarak kullanan biri olarak tanındı.
İslamiyet’in doğuşu ile birlikte, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin en
azılı düşmanlarından biri olarak nam saldı. Kibir, gurur, kavmiyetçilik gibi
kötü özellikleri Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme tabi olmaya engel
teşkil etti. Açık bir şekilde, kendi kabilesine mensup olmayan birinin nübüvvetini
kabul etmeyeceğini bildirdi.
Ebû Cehil, risaletin altıncı yılında adamlarıyla
birlikte, Safa Tepesi civarında bulunan Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
yanına giderek türlü hakaretlerde bulunup, ağır sözler sarf ederek rencide
etti. Üzerine toprak ve pis şeyler attı. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme
işkence yapıp olay yerinden ayrılan Ebû Cehil ve adamlarının yaptıklarını duyan
ve henüz Müslüman olmayan, Efendimizin amcası Hz. Hamza aleyhisselâm yapılanlara
çok sinirlendi. Ebû Cehil ve arkadaşlarının yanına gitti. Omzunda bulunan yayı Ebû
Cehil’in kafasına vurup yardı. Müslüman olduğunu, gücü yetiyorsa bundan sonra
karşısına çıkmasını söyledi. Ebû Cehil hiçbir şey yapmadığı gibi adamlarına da
karışmamalarını söyledi.
Hac mevsiminde, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
ile yapılacak muhtemel görüşmeleri engellemek isteyen Ebû Cehil, adamlarıyla
birlikte Mekke’nin giriş ve çıkış noktalarını kontrol altına aldı. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemi insanların gözünde küçük düşürmek için her türlü
yola başvurdu. Kâbe’de namaz kılan Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
üzerine deve leşi attırdı. Hicretten birkaç yıl evvel mensubu bulunduğu Beni
Mahzum kabilesinin başına getirildikten sonra, düşmanlığını daha da
arttırdı.
72-Lüey b. Galib (oğulları)
içinde düşük seviyeli bazıları vardı. (Güya) şecaatli bir lider şahin
onları bize sürdü.
“Sen, ilkin, en yakın hısımlarını inzar
et!"[222] Yani, "küfürleri yüzünden üzerlerine azap inebileceğini
hatırlatarak onları korkut, uyar!" mealli âyet nazil olduğu zaman; Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Kureyşlilere seslenmek için bir gün Safa
tepeciğine kadar gitti. Orada, yüksekçe bir taşın üzerine çıktı.
Şehadet parmaklarını kulaklarına tıkadı. Yüksek
sesle:
"Yâ Sabâhâh! Ey Kureyş cemaatı!" diyerek bağırdı.
"Kim bu seslenen?" diye sordular.
"Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem).Safa
tepesinden sesleniyor!" dediler.
Kureyş kabileleri içinde Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve selleme akraba olmayan bir kabile bulunmadığından, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemde kabile kabile bütün Kureyşlilere seslenmişti.
İşitenler, gelip Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemin karşısında toplandılar.
Gelemeyenler de, toplantının sebebini anlamak
için, yerlerine adam gönderdiler.
Yanına gelen Kureyşliler Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve selleme;
"Yâ Muhammed! Ne haber var?" diye sordular.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem;
"Benimle sizin haliniz, düşmanı görünce ailesini
haberdar etmek için koşmaya başlayan ve düşmanın kendisinden önce ailesine
yetişip zarar vermesinden korkarak 'Yâ Sabâhâh! diye bağıran bir adamın haline
benzer.
Ne dersiniz? Ben, size şu dağın eteğinden veya
şu vadiden, sizi yağmalamak isteyen birtakım atlıların
çıkıvereceğini yahut akşama, sabaha, düşman baskınına uğrayacağınızı haber
verirsem, beni tasdik eder, doğrular mısınız?" diye sordu.
"Evet! Seni tasdik eder, doğrularız! Çünkü,
biz seni bütün tecrübelerimizde doğru sözlü bulduk!
Sen, bizim katımızda herhangi bir suçla suçlanmış
bir kişi değilsin! Hakkındaki tecrübelerimizde, sende hiçbir yalana
rastlamış değiliz!" dediler.
Bunun üzerine, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem;
"Öyle ise, ben sizi şiddetli bir azap
önünde inzara, korkutup uyarmaya memurum;
Ey Abdulmuttaliboğulları!
Ey Abdimenafoğulları!
Ey Zühreoğulları!
Ey filanoğulları!
Ey filanoğulları!
diyerek birer birer Kureyş kabilesinin bütün
ailelerine seslenip:
"Yüce Allah; en yakın hısımlarımı azab ile
korkutmamı bana emretti. Sizler 'Lâ ilahe illallah=Allah'tan başka hiçbir ilah
yoktur demedikçe; ben size ne dünyada bir yarar, ne de âhirette bir nasip
sağlayabilirim" buyurdu.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme atmak
için eline bir taş alan Ebû Leheb;
"Yuh sana! Sen, bugün, gelip de, bizi bunun
için mi topladın?!" diyerek bağırdı.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hitap ve
uyarısına şöyle devam buyurdu:
"Ey Kureyş cemaatı! Kendinizi Cehennem ateşinden
kurtarınız!
Ey Ka'b b. Lüey oğulları! Kendinizi Cehennem
ateşinden kurtarınız!
Ey Mürre b. Ka'b oğulları! Kendinizi Cehennem
ateşinden kurtarınız!
Ey Abduşşemsoğulları! Kendinizi Cehennem
ateşinden kurtarınız!
Ey Abdimenafoğulları! Kendinizi Cehennem
ateşinden kurtarınız!
Ey Hâşimoğulları! Kendinizi Cehennem ateşinden
kurtarınız!
Ey Abdulmuttaliboğulları! Kendinizi Cehennem
ateşinden kurtarınız!
Ey Kureyş cemaati! Kendinizi Allah'tan satın
alınız!
Ben, sizi Allah'ın azabından kurtarabilecek hiçbir
şeye malik değilim!
Ey Abdimenafoğulları! Kendinizi Allah'tan satın alınız!
Ben, sizi Allah'ın azabından kurtarabilecek
hiçbir şeye malik değilim!
Ey Abdulmuttaliboğulları! Kendinizi Allah'tan
satın alınız!
Ben, sizi Allah'ın azabından kurtarabilecek
hiçbir şeye malik değilim.
Ey Abbas b. Abdulmuttalib! Ben, seni Allah'ın
azabından kurtarabilecek hiçbir şeye malik değilim!
Ey Zübeyr b. Avvam'ın annesi! Resûlullah'ın
halası Safiyye!
Ey Muhammed'in kızı Fâtıma! Kendinizi Allah'tan
satın alınız!
Siz, benim malımdan, dilediğinizi benden isteyiniz!
Fakat ben sizi Allah'ın azabından kurtarabilecek
hiçbir şeye malik değilim.
Şu kadar ki, sizlerin bir hısımlığınız var!
Ben, hısımlık suyu ile sulayacağım!" buyurdu.
Bundan sonra, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem,
"Ey Fihr hanedanı!" diyerek seslendi.
Ebû Leheb:
"İşte, Fihroğulları, yanındalar!" dedi.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem;
"Ey Galib hanedanı!" diyerek seslenince, Muharib b. Fihroğullarıyla Haris
b. Fihroğulları, dönüp geri gittiler.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem;
"Ey Lüey b. Galib hanedanı!" diyerek seslenince, Teymü'l-Erdem b. Galiboğulları,
dönüp geri gittiler.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem;
"Ey Ka'b hanedanı!" diyerek seslenince, Âmir b. Lüey oğullarıyla Avf b.
Lüey oğulları, dönüp geri gittiler.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem;
"Ey Mürre b. Ka'b hanedanı!" diyerek seslenince, Adiyy b. Ka'b oğulları ile Husays
b. Ka'b'ın iki oğlu olan Sehm ve Cumahoğulları dönüp geri gittiler.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem;
"Ey Kilab hanedanı!" diyerek seslenince, Teym b. Mürre oğullarıyla Mahzum
b. Yakaza b. Mürre oğulları, dönüp geri gittiler.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem;
"Ey Kusayy hanedanı!" diyerek seslendiği zaman, Zühre oğulları, dönüp geri
gittiler.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem;
"Ey Abdimenafoğulları!" diyerek seslenince, Abduddaroğulları ve onlarla
beraber Esed b. Abduluzzâ b. Kusayyoğulları, dönüp geri gittiler.
Ebû Leheb:
"İşte, Abdimenafoğulları!" dedi.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem;
"Ey Hâşim hanedanı!" diyerek seslenince, Abdüşşemsoğullarıyla Nevfeloğulları,
dönüp geri gittiler.
Orada, yalnız Abdulmuttaliboğulları kaldı.
Ebû Leheb:
"İşte, Hâşimoğulları toplanmış bulunuyorlar!?"
dedi.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem;, onlara:
"Ben, sizi 'Lâ ilahe illallâhu vahdehû lâ
şerîke leh=Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur! O, birdir! O'nun ortağı yoktur!'
diyerek şahadet getirmeye davet ediyorum!
Ben de, O'nun kulu ve resûlüyüm!
Bunu böylece kabul ve ikrar ettiğiniz takdirde,
sizin Cennete gireceğinize kefil olurum!
Siz, Kıyamet günü iyi amellerinizle gelmez de
dünyayı boyunlarınıza yüklenmiş olduğunuz halde gelirseniz, ben sizden yüz
çeviririm (yüzünüze bakmam)!
O zaman siz bana:
“Yâ Muhammed! ” dersiniz.
Ben ise, şöyle derim:
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem "Şöyle
derim" buyururken, yüzünü onlardan başka tarafa çevirdi.
Siz, bana:
“Yâ Muhammed!”
dersiniz. Ben ise, size şöyle derim.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem "Şöyle
derim" buyururken, yüzünü onlardan başka tarafa çevirdi.]"[223]
73-Kin sahipleri, ben mi onlar mı
hangimizin kazanacağını, birkaç gece zarfında kimin üste çıkacağını görecekler.
74-Karşılıklı inme vakti geldiğinde
onlardan veya benden hangimiz kılıncıyla karşılayacak (görecekler).
75-Ben mi, onlar mı, harpten usanan ve
söz söyleyene ufuklarda teşekkür edecek olan kim olacak?
76-Nüfeyl'in grubu çakıl çiğneyenlerin
en şerlileridir. Hazırlıklı ve ayakkabısı olan birinden daha tehlikeli
yalınayaklılardır.
77-Ey Abdümenaf (oğulları)! Siz kavminizin en hayırlılarısınız.
Öyleyse her karışanı işinize karıştırmayınız.
Abdümenaf, bütün hac organizasyonunu
uhdesinde toplayan ve bu ibadeti suistimallerden kurtaran Kusayy'ın oğlu, Hâşim'in
babasıdır.
[Her şeye rağmen Kureyş kendi kavmi arasında Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme
yardımcı olanlara karşı bazı konularda ambargo uygulamaya karar verip bunu hayata
geçirince bu durum karsısında Abdümenafoğulları iki gruba ayrılmıştır. Ebû Leheb hariç, Hâşim ve Muttaliboğulları Hz. Ebû
Tâlib’den yana olup onunla birlikte Şıb’de muhasaraya katılmayı göze alırken, Abdüşşems ve Nevfeloğulları Kureyş’ten yana olmuş ve amcazadeleri olan Hâşim ve Muttaliboğullarına
karşı
cephe almışlardır.][224]
78-Eğer Allah işinizi düzeltmezse
korkarım, Vail'in kötü olaylarında olduğu gibi, siz de aynı duruma
düşeceksiniz.
Bekr bin Vail, Adnanîlerin büyük bir kabilesidir.
Çok sayıda meşhur kolları vardır. Yeşker b. Bekr b. Vail,
Benî Ukabe b. Saab b. Ali b. Bekr b. Vail ve Benî Hanife, Benî Icle, İbn Luceyn
b. Saab bunlardandır. Bölgeleri ise, Yemame’den Bahreyn’e; oradan Seyf-i
Kazıme’ye; oradan da Irak taraflarına Ubulle ve Fuheyd’e kadar uzanır.
Çoğunlukla Bekr kabilesi, Temim kabilesi diğer kabileler ile sınır bölgelerine
saldırılarda bulunmuştur. [225]
Vail,
basit olaylarda basit bir hadise yüzünden pek çok kan akıtmıştır.
79-Ömrüme yemin olsun, o kadar
zayıflatıldınız ve aciz düştünüz ki sonunda yanlışlıkla eklemi kıran bir
hareket yaptınız.
80-Siz eskiden bir çömlek için odun
toplar idiniz. Siz şimdi birçok çömlek ve tencere için odun topluyorsunuz.
[Boykot olayının farklı sonuçları da olmuştur. Her ne kadar Kureyş’in hemen hepsi bu boykot’a
imza koymuşsa
da içlerinde Hâşimilerin başına gelenlerden dolayı üzülen kişiler de vardı. Bundan başka Kureyş’ten bazılarının Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemi tasdike meylettikleri hattâ bir kısmının İslâm’ı kabul ettikleri
söylenmektedir. Nitekim ilk başta gönüllü olarak boykota katılanlar, artık boykotun doğurduğu sonuçlara tahammül edemez
hale gelmişlerdi.
Aslında bu kişiler
boykotun başlangıçta
bir tehdit niteliği
taşıdığını sanıyorlardı. Ama boykot
kararlarının uyguladığını görünce bunu içlerine sindirememiş ve bu sebeple bazı müşrikler boykota maruz kalanlara
gizlice yardım göndermişler, bunu görüp Şı’bu Ebi Tâlib de mahsur kalanlara akraba olanlar da bunu
görmezlikten gelmişlerdi.
Dolayısıyla boykot sonucunda buna tepki gösteren bazı müşrikler Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve selleme ve İslâm’a sıcak bakmaya başlamış, onlardan bazıları İslâm’ı tercih etmiştir ki, bunun temelinde müşriklerin boykota maruz kalan akrabaları olan Hâşimiler’e yapılanlara
dayanamayıp tepki göstermeleri gerçeği yatmaktadır. Haliyle yukarıda açıkladığımız kabilevi duygular bazı
insanların İslâm’ı
kabul etmelerine sebep olmuştur.
Boykotun en önemli sonuçlarından biri de Hılfu’l-Fudul
cemiyetinin dağılmasıdır.
Yani Mekke Site devletinin parçalanmasıdır. Zaten boykot anlaşmasını kayda geçirenlerin çoğunluğunun “Ahlâf” grubundan
Abdüddar-oğulları’na mensup olmaları dikkat çekicidir. Ahlâf kabilelerinin yanı
sıra boykota “Mutayyebûn” ve “Hılfu’l Fudul” topluluğunun üyeleri de iştirak etmiştir. Dolayısıyla boykot,
Hılfu’l Fudul cemiyetinin bozulmasına da yol açmıştır. Hz. Ebû Tâlib’in kasidesinde kendilerine karşı geldikleri için sitem ettiği kimseler arasında Hilf
içindeki kabilelerin mensupları çoğunluğu teşkil etmektedir. Bunlar eski Ahlâf kabileleriyle işbirliği yaptıkları için Hz. Ebû Tâlib
tarafından kınanmışlardır.
Boykotun en önemli sonuçlarından bir diğeri de, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin kendisine
akrabalık bakımından aynı yakınlıkta olmasına rağmen Muttaliboğulların’ı Zilkurbâ’ya dâhil edip Abdüşşems ve
Nevfeloğulları’nı buna dâhil etmemesi meselesidir.
Zilkurbâ; Kur’ân-ı
Kerîm’de ganimetin beşte birinin dağıtılacağı kimseler olup, konu ile ilgili ayet söyledir:
“Biliniz ki ganimet aldığınız şeylerin
beşte biri Allah’a, Resul’e, Zilkurbâ’ya, yetimlere, yoksullara
ve yolculara aittir.”[226]
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin konu ile ilgili
uygulaması 629 yılında Hayber’in fethiyle birlikte elde edilen ganimetlerin taksimi
sırasında kendini göstermiştir. Cübeyr b. Mut’im’in rivayetine göre olay söyle cereyan etmistir:
Ele geçirilen ganimetler dağıtılırken Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, Muttaliboğulları’na
bu ganimetten pay verip, Nevfeloğulları’na pay vermeyince, Hz. Osman ve Cübeyr radiyallâhu
anhüm, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme giderek bunun sebebini sormuşlar, O da şu karşılığı vermiştir:
“Muttaliboğulları cahiliye devrinde de İslâm’dan
sonra da bizi yalnız bırakmadılar.”
buyurmuş ve
parmaklarını birleştirerek,
“Hâşim ve Muttaliboğulları aynı şeydir.” demistir.[227]
Görüldüğü gibi bu boykotun en önemli sonuçlarından biri olan Hılfu’l
Fudul cemiyetinin dağılması ve Muttaliboğulları’nın boykotlu yıllarda Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve selleme yakınlık ve yardımlarından dolayı onun tarafından
Zilkurbâ’ya dâhil edilmiş olmalarıdır.][228]
81-Büyüklerine isyan etmeleri, yardımsız
bırakmaları ve bizi sığınaklara terk etmeleri Abdümenafoğullarına afiyet
olsun!
[Boykotun en önemli öncüleri ve
fikir babaları Ebû Cehil ile Ebû Süfyân’dır. Mâlum kişiler bunu bazı ekonomik
beklentilerinden dolayı yapmışlardır. Bütün zalimce baskı ve uygulamalardan Ebû Cehil, Ebû
Süfyan ve onların taraftarlarının amacı;
Hâşimîleri aç ve susuz bırakıp
onlara baskı uygulayarak, onların Kureyş içerisindeki seçkin konumları ve ticaretlerini kendi
tasarruflarına almaktı. Nitekim müşrik önderler amaçlarına ulaşmışlar ve boykot yıllarında Hâşimoğul- larının Mekke ticaretinden çekilmesiyle müşriklerin ileri gelenleri
servetlerine servet katmışlardır. Yukarıdaki ekonomik kaygılardan dolayı Mekkeli müşrikler Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin davetini reddetmişlerdir. Nitekim onların İslâm dinîni kabullenmeleri kurmuş oldukları çıkarcı düzenlerinin
bitip tükenmesi anlamına gelmekteydi. Ayrıca Mekkeli müşrik önderler Mekke’deki
ekonomik pastadan daha fazla pay alabilmek için Mekke pazarında seçkin bir yere
sahip olan Hâşimîleri
bu pazardan çıkarıp atmak niyetinde idiler. Görüldüğü gibi Mekkeli müşrikleri Hâşim ve Muttaliboğulları’na karşı boykot uygulamaya iten
sebeplerin başında,
tek sebep olmamakla birlikte, Mekkeli liderlerin ekonomik çıkarları
gelmektedir. Bundan başka sosyal ve psikolojik sebepler de söz konusudur.][229]
82-Yaptıklarınızın sevindirdiği bazı
insanlar olabilir. (Ama biliniz ki) siz, sağması sakıncalı olan
gebe develeri sağacaksınız.
[Boykot olayı buna maruz kalanları ekonomik
açıdan oldukça yıpratmış, ellerinde ve avuçlarında olanı da alıp götürmüştür. Başta Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellem ve Hz. Hatice radiyallâhu anha olmak üzere Hz. Ebû Bekir radiyallâhu
anh ve pek çok kişi
bu boykotla birlikte ekonomik açıdan sıkıntılı durumlara düşmüşlerdir. Boykot, Hâşim ve Muttalib-oğullarını
fakirleştirirken,
özellikle Abdüşşems
ve Mahzumoğulları’nı
güçlendirmiş olmalıdır.
Mesela Ebû Süfyan Bedir gazvesi öncesinde bin develik bir kervanla sefere
çıkabilecek kadar servete ulaşabilmişti. Şı’bu Ebî Tâlib sakinlerinin geçinebilmeleri için boykotlu
yıllarda Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, Hz. Ebû Tâlib ve Hz. Hatice
radiyallâhu anha bütün servetlerini harcamışlardır. Tabi üç yıl boyunca muhasaraya maruz kalanlar bu
zaman zarfında ticaret yaparak var olan birikimlerini artıramadıkları için
ellerindeki biriktirdiklerini de bu şartlar altında tüketmişlerdir.][230]
Bedir savaşında gebe develerin
durumu açığa çıkmıştır.
83- Kusay (oğullarına)
bizim işimizin yaygınlaşacağını bildir. Onlara, bizden sonra herkesin
birbirine yardım etmeyeceğini müjdele.
Hz. Ebû
Tâlib, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin başaracağını sıkıntılara rağmen
o günden görebiliyordu.
84-Büyük bir felaket geceleyin Kusay (oğullarının)
kapısını çalarsa, onlar bizi beklerken, (biz onlar gibi) deliklere
sokulmayız.
85-Onlar evlerinin içinde dayağa maruz
kalsalardı, biz (onlar gibi yapmaz) çocuklu kadınlarının yanında herkese örnek
olurduk.
86- Eğer Lüey'den olma Kab kabilesi bir
araya gelse, bir gün bir şekilde kesinlikle onları dağıtacağız.
[Hz. Hatice
radiyallâhü anha annemizin anne tarafından soyu annesi Fâtıma bint Zâide b.
el-Esamm b. Revâha b.Hacer b. Abd b. Ma‘îs b. Âmir b. Lüey b. Gâlib b.
Fihr’dir. Kureyş’in Benî
Âmir b. Lüey kolundandır.] [231]
87- Eğer Kab (oğulları) pek çok Kab (oğullarından)
oluşsa bir gün mutlak bilinmeyenlerin içinde olacaktır.
88-Ey Esedoğulları. Konuşan birinin dili
hakkı söylemediği zaman, asla bu rahatsızlığa göz yummayın.
Esedoğulları Hz. Hatice radiyallâhü anhanın kabilesi idi.
Hz. Ebû Tâlib, bu yakınlığa işaret ediyor.[Onlarda da bir şekilde boykotun ihlali
noktasında da özellikle bu iki kabileye akrabalık bakımından yakın olan bazı
kimseler Hâşim ve Muttaliboğulları’nın çektikleri sıkıntılar karsısında harekete geçmiş ve onlara gizlice yardım
göndermişlerdir.
Bu vicdan sahibi kişilerden birisi Hz. Hatice radiyallâhü anhanın amcazadesi Hakîm
b. Hizam diğeri
de Hişam b. Amr idi.
Nitekim bir defasında Hâkim b. Hizâm b. Hüveylid’in bir miktar buğdayı halası Hz. Hatice
radiyallâhü anhya gönderme girişimine şahit olan Ebû Cehil, Hakîm’i uyararak bunu bir daha
yapmamasını söylemiş aksi takdirde kendisini Mekkelilere ifşa etmekle tehdit ederek Hakîm
b. Hizâm’a engel olmak istemiştir. Hakîm b. Hizâm ise Ebû Cehil’e aldırmamış ve aralarında bir tartışma çıkmıştır. Bu esnada oradan geçmekte
olan Hişâm
b. Ebû’l-Bahterî de Ebû Cehil’e karsı çıkmış ve Hakîm b. Hizâm’a engel olmamasını söylemiştir. Bu duruma sinirlenen Ebû
Cehil, Ebû’l- Bahterî’nin üzerine çullanmış ve aralarında kavga çıkmıştır. Bu kavga esnasında Ebûl Bahterî, eline geçirdiği bir devenin çene kemiği ile Ebû Cehil’in kafasını
yarmış ve
onu iyice hırpalamıştır. Müşrikler kendilerini küçük düşürecek bu durumdan müslümanların haberdar olmaması için
olayı gizli tutmuş ve
kimseye duyurmamışlardır.][232]
89-Ömrüme yeminle söylüyorum. Biz
arkadaş ve kız kardeşimizin oğlu saydığımız insanlar az ve çoğu gurursuzmuş.
Hz. Ebû
Tâlib, Kureyşin birbirleri ile olan akrabalıklarından dolayı destek verilmeyişinden
sitemle bahsediyor.
90-Ancak Kilâb b. Mürre'den 3-5 yiğit,
bizi yardımsız bırakma saygısızlığına düşmediler.
[Hz. Hatice radiyallâhü anha
annemizin babadan soyu Huveylid b. Esed b. Abdiluzzâ b. Kusay b. Kilâb b.
Mürre b. Kâ‘b b. Lüey b. Gâlib b. Fihr b. Mâlik b. en-Nadr b.Kinâne’dir.
Hz. Hatice radiyallâhü anha, Kureyş’in Benî Esed kolundan olup babasının
soyu Kusay b. Kilâb’ta, annesinin soyu ise Lüey b. Gâlib’de Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin soyu ile birleşir. Böylece Hz. Hatice hem anne hem de baba tarafından Hz.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem akraba olmaktadır.][233]
91-Züheyr (b. Ebi Ümeyye), iplerinden sökülmüş keskin bir kılıç
gibi duran ve (soyu) yalanlanmayan, kavmimizin ne iyi bir
yeğenidir.
[Nübüvvetin
onuncu yılında idi ki, Kureyş müşriklerinin Hâşim ve Muttaliboğulları aleyhindeki
yazılı antlaşmalarını bozup yürürlükten kaldırmak için, Kureyşlilerden birkaç kişi, harekete geçti. Onların içinde, bu
hususta, Hişam b. Amr’in çabasından daha güzel çabalı kimse yoktu.
Hişam b. Amr; Nadle b. Hişam b. Abdimenaf’ın ana bir kardeşinin
oğlu olduğu için, Hâşimoğullarından
sayılırdı. Kendisi, kavmi arasında şerefli ve itibarlı idi.
Hişam b. Amr, Züheyr
b. Ebi Ümeyye'nin yanına vardı.
Züheyr b. Ebi Ümeyye'nin
annesi Âtike Hatun, Abdulmuttalib'in kızı idi.
Hişam b. Amr,
Züheyr'e:
"Ey
Züheyr! Dayılarının bir şey almaktan, satmaktan, evlenmekten, evlendirmekten,
mahrum edildiklerini; darlık ve yokluk içinde kıvrandıklarını bilip durduğun
halde, istediğini yemeye, içmeye, giyinip kuşanmaya, istediğin kadınla
evlenmeye senin gönlün nasıl razı oluyor? Nasıl içine siniyor?
Allah'a yemin
ederim ki; [Ebû Cehil] Ebû'l-Hakem Amr b. Hişam'ın seni dayıların aleyhinde
antlaşmaya davet ettiği gibi, sen de onu kendi dayıları aleyhinde böyle bir
antlaşmaya davet etmiş olsaydın, senin davetine hiçbir zaman icabet etmez,
yanaşmazdı" dedi.
Züheyr b. Ebi
Ümeyye:
"Allah
senin iyiliğini versin ey Hişam! Ben bir tek adamım. Tek başıma ne
yapabilirim?!
Vallahi,
yanımda başka bir kişi daha olsaydı, muhakkak o antlaşma sahifesini bozmaya kalkar,
bozuncaya kadar uğraşırdım!" dedi.
Hişam b. Amr:
"Ben sana
ikinci bir adam buldum!" dedi.
Züheyr b. Ebi
Ümeyye:
"Kim imiş
o?" diye sordu.
Hişam b. Amr:
"Benim!" dedi.
Züheyr b. Ebi Ümeyye:
"Sen bize
üçüncü bir adam daha ara!" dedi.
Hişam b. Amr,
kalkıp Mut'im b. Adiyy'e gitti. Ona:
"Ey Mut'im!
Kureyşlilere uyarak Abdimenafoğullarından iki batın ailenin gözünün önünde yok
edilmelerine gönlün nasıl razı oluyor? Nasıl içine siniyor?! Vallahi, onları
bundan kurtarmaya imkân bulabilseydim, içinizden onlara ilk koşacak olanı, beni
bulurdun." dedi.
Mut'im b.
Adiyy:
"Allah
senin iyiliğini versin! Ben bir tek adamın! Tek başıma ne yapabilirim?" dedi.
Hişam b. Amr:
"Ben sana
ikinci bir adam buldum!" dedi.
Mut'im b.
Adiyy:
"Kim imiş
o?" diye sordu.
Hişam b. Amr:
"Benim!" dedi.
Mut'im b.
Adiyy:
"Bize
üçüncü bir adam daha ara, bul!" dedi.
Hişam b. Amr:
"Buldum
bile!" dedi.
Mut'im b.
Adiyy:
"Kim imiş
o?" diye sordu.
Hişam b. Amr:
"Züheyr b.
Ebi Ümeyye'dir" dedi.
Mut'im b.
Adiyy:
"Sen bize
dördüncü bir adam daha ara, bul!" dedi.
Hişam b. Amr,
kalkıp Ebû'l-Bahterî b. Hişam'ın yanına gitti. Onunla konuştu.
Ona da, Mut'im
b. Adiyy'e söylediklerine benzer sözler söyledi.
Ebû'l-Bahterî:
"Bize bu
hususta yardım edecek, bu görüşte kimseler var mı?" diye sordu.
Hişam b. Amr:
"Evet!
Vardır" dedi.
Ebû'l-Bahterî
"Kim imiş
onlar?" diye sordu.
Hişam b. Amr:
"Züheyr b.
Ebi Ümeyye, Mut’im b. Adiyy'dir. Ben de yanındayım!" dedi.
Ebû'l-Bahterî:
"Sen bize
beşinci bir adam daha ara, bul!" dedi.
Hişam b. Amr,
kalkıp Zem'a b. Esved'e gitti. Onunla konuştu. Kendisinin onlarla olan akrabalığını
ve haklarını andı.
Zem'a b. Esved:
"Beni
davet ettiğin bu iş üzerinde duran kimseler var mı?" diye sordu. Hişam b. Amr:
"Evet! Vardır" dedi.
Zem'aya,
onların isimlerini birer birer saydı.
Mekke'nin yukarısındaki
Hacun mevkiinin başlangıcında, geceleyin toplanmaya hazırlandılar.
Orada toplanıp,
yapacakları işi konuştular.
Sahife üzerinde
durup, onu bozuncaya kadar uğraşmaya ahd ve akd ettiler.
Züheyr b. Ebi
Ümeyye ise:
"Sizden,
işe ilk başlayan ve ilk konuşan kimse ben olayım!" dedi.
Ertesi günü,
sabahleyin, Kureyş müşriklerinin toplantı yerine gittiler.
Züheyr b. Ebi
Ümeyye; üzerine ağır ve kıymetli bir elbise giyinmiş olduğu halde Kâbe’yi yedi
kere tavaf ettikten sonra, halkın yanına geldi ve:
"Ey
Mekkeliler! Bizler istediğimiz gibi yiyip içelim, giyinip kuşanalım da, Hâşim
ve Muttaliboğulları alışverişten mahrum edilerek helak olsunlar, yakışır mı?!
Vallahi,
akrabalık bağlarını kesen şu zalim sahife yırtılıncaya kadar,
oturmayacağım!" dedi.
O sırada,
Mescid-i Haram'ın bir köşesinde oturan Ebû Cehil:
"Sen yalan
söylüyorsun! Vallahi, o sahife yırtılamaz!" dedi.
Zem'a b. Esved:
"Vallahi,
asıl sen yalan söylüyorsun! Zaten, biz o yazıya-yazıldığı zaman-razı
değildik!" dedi.
Ebû'l-Bahterî:
"Zem'a
doğru söylüyor! Biz onda yazılı şeyleri ne kabul, ne de ikrar ettik!" dedi.
Mut'im b.
Adiyy:
"Her
ikiniz de doğru söylüyorsunuz. Bunun aksini söyleyen yalan söyler! Biz bu
sahifeden ve onun içinde yazılı olanlardan uzaklaşır, Allah'a sığınırız!" dedi.
Hişam b. Amr
da, Mut'im b. Adiyy'in sözlerine yakın sözler söyledi.
Ebû Cehil:
"Her
halde, bu, buradan başka bir yerde geceleyin konuşulmuş, üzerinde karara
varılmış bir iş olsa gerek!?" dedi.
O sırada, Hz.
Ebû Tâlib de, Mescid-i Haram'ın bir köşesinde oturuyordu.
Mut'im b. Adiyy
kalkıp, Kâbe’nin içinde asılı sahifeyi yırtmak için yanına vardığı zaman; "Bismik'allahümme"
sözleri dışındaki bütün yazılan ağaç kurdu (güvesi) yemiş bir halde buldu.
Bunun üzerine,
Adiyy b. Kays, Zem'a b. Esved, Ebû'l-Bahterî ve Züheyr b. Ümeyye silahlanarak
Hâşim ve Muttaliboğullarının yanlarına gittiler, onları Şı'b'dan evlerine
döndürdüler.
Kureyş
müşriklerinin elleri yanlarına düştü!
Hâşimoğullarının
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi sonuna kadar koruyacaklarına, kendilerine
teslim etmeyeceklerine kanaat getirdiler.
Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem ile cemaatı, Şı'b'dan çıkarak, halk arasına
karıştılar.
Hz. Ebû Tâlib;
sahifeyi ve içindekini iptal edip Şı'b'dan çıkmalarını sağlayanları, söylediği
yirmialtı beyitlik bir şiirle övdü.][234]
92-Mutayyiplerden ve Hâşim soyundan
gelen o gençler parlaklık veren ustaların ellerindeki beyaz kılıçlar gibidir.
15 numaralı beyitteki açıklamada konu hakkında
bilgi vardır.
93-Onlara bir fiske vurulsa, gençlerini
sanki küçük et parçaları üzerindeki yırtıcı aslanlar gibi görürsün.
94-Ömrüme yeminle söylüyorum. Ahmed’i ve
kardeşlerini devamlı seven her insan gibi vecd içinde sevdim.
95-İkramkar ve yalpa yapmayan erkekler,
cömert ve iyi hasletleri olan babalar, onları en iyi olmaları için
yetiştirmiştir.
Cömertlik
Kureyşte Hâşimoğullarındadır. Öyleki, Hz. Ebû Tâlib, yemek yedirdiğinde başkası
yemek yediremezdi.[235]
96-Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem) rasülün yardımında ısrarlıyım. Onun için mızraklarla
ve atlarla savaşacağım.
Hz. Ebû
Tâlib, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin rasül olduğuna bu beyitle ızhar
ve işhar ediyor. Bir insanın kendi sözünden daha iyi bir delil olur mu?
97- (Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem) Canlı ve cömert çekme burunlu efendilerden
biridir. O şereflerin çoğunda faziletli bir soya dayanmaktadır.
98-Hala dünyada, layık olanlar için bir
güzellik mevcuttur. Problemlerin (gidericisi) Rabbin görevlendirdiği kişi
için bir süs vardır.
Bu beyitte Hz. Ebû Tâlib, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin risaletini kabul etmekte ve "Mücadelenin
içinde tatlı bir güzellik vardır" diyerek onu teselli etmektedir.
99-Fazilet yarışında, gerçek bir hâkim
kıyaslama yapsa, insanlar içinde beklentide bulunulan hangi kişi, onun benzeri
olabilir?
Kureyş bir
rasülün geleceğini biliyordu. Hz. Ebû Tâlib, bu gelen kişinin ancak Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin olabileceğini işaret ediyor.
100-(Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem) Yumuşak huyludur, olgundur, adaletlidir,
isabetsiz değildir. O öyle bir İlah'ın dostudur ki, O ondan gafil değildir.
101-Kulların sahibi (Allah
Teâlâ) onu yardımıyla destekledi ve öyle bir din ortaya koydu ki onun
gerçekliği kaybolmayacaktır.
Hz. Ebû Tâlib burada İslam dininin
hak olduğunu ikrar etmektedir.
102-Vallahi çeşitli mahfillerde
büyüklerimize kötü şeyler söyletecek bir iş yapmamış olacak olsam,
Araplarda, kadınların diline düşmek,
yaşlıların gençlere tabi olması o zamanlar ayıp karşılanıyordu. Bu ve benzeri
durumlar nedeniyle seçkinler sınıfında çok şeyin açıkça ifade edilememe sorunu
yanında tehlikeli durumlar açığa çıkıyordu. Hz. Ebû Tâlib, imanını açıkca izhar
etmesiyle, etmemesi arasındaki “fayda-zarar” ilişkisi kıyaslanınca, imanını
saklaması o dönem içinde daha gerekli olmuştur. İmanını sakladığı halde yinede
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme ve müslümanlara yapılacak eziyetlerin
birçoğunu engelleyememiştir. Açıklamasını yaptığımız Kaside-i Şı’b’ıyye bile üç
yıllık boykotun bitiminde söylenmiştir. Hz. Ebû Tâlib, bu boykotun bitiminden
kısa bir zaman sonra hastalandı ve Hakk’a yürüdü.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem sürekli Hz. Ebû Tâlib’e;
"Ey amca! Sen o kelime-i tevhidi söyle ki,
Kıyamet gününde, sana onunla şefaat etmek helalleşir" buyurdu.
Hz. Ebû Tâlib;
"Vallahi, ey kardeşimin oğlu! Benden sonra, sana
ve senin atanınoğullarına sövülmesi ve Kureyşîlerin bunu benim ölümden korkarak
söylediğimi sanmaları korkusu olmasaydı, senin gözünü aydın etmek için,
söylerdim!" dedi.
(Burada, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme
diyorduki;
“Ey canımdan kıymetli Muhammedim, geçen yıllar içinde
yaptıklarımı hep bir yalanın arkasından yapmış mı? Desinler.
İyi ve ahlaklı
kişiler bir yalanın arkasından takiyye yaparak mı hizmet etti, desinler.
Sen imanıma şahitsin. Fakat bu insanlar bana şahit
olsunlar istiyorsun. Senin amcan sana yardım ederken sadece seni sevmek değil,
canıyla, malıyla hizmet etmekte hiçbir korku engel olamadı. Allah Teâlâ, sana
yaptığım işlerde birliğine ve seni rasülü olduğuna şahit ve iman ettiğimi biliyor.
Eğer insanlardan bir beklentim olacak olsa idi, bunu seni sevindirmek için yapardım.
Ancak bilki; benim bugün imanımı açıklamam senin için sevinç olur. Fakat “onun
amcası gerekirse takiyye yapıp yalan söyledi” derler. Bunun zararının
getirdiği şeyler daha büyük olur. Amcası inanmamış dediklerinin zararı yalnız
bana dokunacak.
Üzülme Muhammedim!
Sen her şeyin en doğrusu ve güzelisin. Atalarında
yalancılık üzere bir leke yoktur. Ben sana iman ettim. İnsanlara açıklayınca
mutlu olacaksın, fakat ben sonucunun öyle olmadığını görüyorum.
Üzülme Allah Teâlâ bizimle beraberdir.”
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem şeriat üzere
memur olduğu için insanlara bu durumu açıklayamamıştır. Çünkü Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem müminlerin vasıflarını açıklarken yalanı hiç kabul
etmemiştir.
Safvan İbnu Süleym radiyallâhü anh anlatıyor:
“Ey Allah’ın Resûlü! Dedik, mü’min korkak olur
mu?”
“Evet!” buyurdular.
“Pekiyi cimri olur mu?” dedik, yine:
“Evet!” buyurdular. Biz yine:
“Pekiyi yalancı olur mu?” diye sorduk. Bu sefer:
“Hayır! Asla” buyurdular.” [236]
Eğer Hz. Ebû Tâlib, son deminde imanını insanlara
açıklasaydı, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi “Ebû Tâlib’in Yetimi”
diye alay edenler “Yalancının Yetimi” derlerdi. Çünkü müşrikler için
eziyet ve alay edilecek her şey bir sermayedir. Hamiyetli ve yüce ahlaklı Hz.
Ebû Tâlib, son deminde de Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme kendini
kurban etti. Aynı dedeleri İsmail aleyhisselâm gibi kurban olmak onlara
kolay geliyordu.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin:
"Vallahi, ben de, Yüce Allah tarafından men
olununcaya kadar, senin için muhakkak istiğfarda bulunmaya, yarlıganmanı
dilemeye devam edeceğim" kelamı ise yeni
olgunlaşan sahabenin usulen ikaz edilmesidir. Daha öncede bahsettiğimiz gibi
Ebû Huzeyfe b. Utbe radiyallâhu
anh gibi düşünenler vardı. Bedirde
“Babalarımızı,
oğullarımızı, kardeşlerimizi öldüreceğiz de Abbas’ı mı bırakacağız. Allah’a
yemin ederim ki ona rastlarsam kılıcımı etine daldıracağım”
demiştir. Bu sözler kendine ulaşınca Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem,
Hz. Ömer radiyallâhu anhe dönerek
“Ey
Hafs’ın babası! Resûlullah’ın amcasının yüzüne vurulur mu?” diyerek
üzüntüsünü dile getirmiştir. O zaman Hz. Abbas radiyallâhü anh imanını
açıklayamamıştı.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ve
akrabası, canlarını, mallarını, feda ederek İslâm dinini yaydılar. Bu nedenle
bu durumları anlamak bazı insanlar için zor olmaktadır.
103-Her zaman, her halde, ciddi
söylüyorum, şaka etmiyorum, kesinlikle ona tabi olurduk.
Bu iki beyitten anlaşıldığı üzere Hz. Ebû Tâlib, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin hak rasül olduğunu bildiği halde yeğenine ittiba
etmemiş gibi görünmüş, hak yolda olduklarını düşündüğü Kusayy, Abdümenaf, Hâşim
ve Abdülmuttalib gibi kadim Hanif dini üzere kalmış olarak göstererek,
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi son zamanında dahi töhmet altında
kalacağını bile bile korumaya çalışmıştır.
Hz. Ebû Tâlib, her zaman olduğu gibi şahsi kemalatı için
çalışmamış, gördüğü maslahata binaen ferağatta bulunmuştur. [237]
Ümidi Ebû Leheb’in de Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme yardımını
sağlamaktı. İlk zamanlar bu desteği bulan Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem fitneciler yüzünden amcasının himayesini kaybetmiştir.
104-Fakat biz büyük efendilerimize karşı
iyi bir nesiliz. Biz güç yarışında diğer kavimleri onlar sayesinde geçtik.
105-Onlar da biliyorlar ki bizim
çocuğumuz, yanımızda yalanlanan biri değil. Boş sözlere de bakılmamalı.
106-Onların topluluğu dağılana ve her bir
azgın ve cahil, bizden acı bir darbe alana değin onlarla mücadele edeceğiz.
107-Ahmet artık içimizde öyle kökleşti
ki ona saldıracak güçlülerin saldırısı boşa çıkar.
108- Sanki onu atların üzerinde
görüyorum. Onları her türlü batıla sapmış topluluğun üzerine sürüyordu.
109-Onun önünde kendimi kambur ettim ve
onu korudum. Göğüs kemiklerimle siper yaparak onu müdafaa ettim.
Hz. Ebû
Tâlib, “kambur ettim” demesindeki mana ben noksanlığı kendime aldım. Tâ ki
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme leke sürmek isteyenler muratlarına
kavuşamasınlar. Benim şahsımdaki noksanlık ile korunacaksa ben Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemi koruyacağım, demektir. Aslında bu ileriyi görmekten
başka bir şey değildi. Bu durumu aşağıdaki bahsedilecek hadiseler daha iyi açıklayacaktır.
[Hz. Ali kerremallâhü veche İbn-i
Abbâs radiyallâhü anhaya Şam valisi olmasını teklif etti. İbn-i Abbâs ise Muaviye’yi hemen görevden almamasının halife için
daha iyi olacağı görüşünü yineledi. İbn-i Abbâs’ın, bu görüşte ısrar etmesinin, ileride fitnevâri bir gelişmenin olacağını ihtimal dâhilinde görmesiydi.
Şâyet Muaviye görevden azledilmezse
muhtemelen halifeye biat edecekti. Böylece halife de ileriki zamanlarda Muaviye
ile ilgili istediği
tasarrufu yapabilecekti. Yani halife isterse daha sonraki tarihlerde emirlerine
itaat etmediği takdirde Muaviye’yi görevden azledebilirdi.
Hz.Ali kerremallâhü veche bu teklife karşı çıkarak sunu söyledi:
“Hayır! Ey Abdullah! Senin bu söylediğin asla
olmayacaktır.”
Hz. Ali kerremallâhü veche hilâfetinin ilerleyen zamanlarında işlerin istediği minval üzere gitmediğini görünce birçok konuda İbn Abbâs’ı haklı bulduğunu itiraf etmekten çekinmemiştir. Hz. Ali kerremallâhü veche, İbn-i Abbâs için
“O sanki gayb perdesini aralayan biriydi” demiştir.[238]][239]
Başka bir hadisede şu şekildedir.
[Yezid b. Muaviye halife seçildikten
sonra Hz. Hüseyin aleyhisselâm, Mekke’ye geldikten sonra oradaki müslümanların
büyük teveccühüyle karşılaştı.
Halk, sabah-akşam
geliyor ve Hz. Hüseyin aleyhisselâmın etrafında toplanıyordu. Daha sonraki
süreçte Hüseyin b. Ali aleyhisselâmın Kûfe’lilerin çağrısına olumlu cevap vererek oraya
gitme niyetini anlayan İbn-i Abbâs radiyallâhu anh, günlerce onu Kûfe’ye gitmemesi için
ikna etmeye çalışmıştı. Etkili olur düşüncesi ile babası Hz.Ali kerremallâhü
vecheyi zor durumda bırakan Kûfelilerin önceki davranışlarını hatırlatarak şunu söylemişti:
“Kûfeliler baban ve kardeşini
aldattıkları gibi seni de aldatırlar. Sakın oraya gitme, zira onlar hilekâr
insanlardır. Gideceksen bile bari kadınları ve çocukları götürme.” Bütün bu konuşmalarına rağmen Abdullah b. Abbâs radiyallâhu anh, Hz. Hüseyin’i Kûfe’ye gitmemesi
konusunda ikna edememişti. İbn-i Abbâs
radiyallâhu anh, Kûfelilerin güçlü durumda olan Yezid’e ve onun Kûfe valisine
karşı koyamayacaklarını
tahmin ediyordu.
İbn-i Abbâs
radiyallâhu anhın Hz. Hüseyin’i Kûfe’ye gitmekten ısrarla menetmeye çalışmasının temelinde; Ümeyye ogullarından iktidardaki Yezid’i ve
Kûfe valisi Ubeydullah b. Ziyâd’ı çok iyi tanımış olmasıdır. Dolayısıyla İbn-i Abbâs, Hz. Hüseyin aleyhisselâmın Kûfe’lilerin sözde desteğine güvenmesine pek anlam verememişti. İbn-i Abbâs, Hüseyin aleyhisselâmın kıyama kalkışması karşısında yönetimin kendisine nasıl bir
tepki vereceğini çok
iyi tahmin edebiliyordu. Zira İbn-i Abbâs radiyallâhu anh Muaviye’den itibaren -belki daha
öncesinden-Ümeyye ogulları’nın kişiliğini, yöneticiliğe olan aşırı isteklerini ve bu uğurda neler yapıp edeceklerini çok iyi
biliyordu. 61/681 yılında henüz Mekke’de bulunan Hz. Hüseyin aleyhisselâm
yakınlarından birçok insanla birlikte Kûfe’ye gitmeye karar vermişti. Amr b. Abdurrahman b. Haris, Hz.
Hüseyin aleyhisselâma gelerek şunu söyledi:
“Duyduğuma göre Irak’a
gidiyormuşsun. Ben şahsen halifenin valisi, memurları ve hazinelerinin bulundugu bir sehre gitmeni
çok sakıncalı buluyorum. Bugün insanlar paraya tapar hale gelmişlerdir. Sana
yardım için söz verenlerin seni öldürmesinden endişe ederim.”
Hz. Hüseyin aleyhisselâm, Amr b. Abdurrahman
b. Haris’e sadece teşekkür etmekle yetindi. Daha sonra İbn-i Abbâs radiyallâhu anh, Hüseyin aleyhisselâmın yanına gelerek şunları söyledi:
“Halk senin Irak’a gideceğini söylüyor. Allah
Teâlâ aşkına tam olarak ne yapmak istediğini bana açıkça
söyler misin?” dedi. Hz. Hüseyin aleyhisselâm
“Şu bir iki gün
içinde oraya gitmek için hazırlık yapıyorum” dedi. İbn-i Abbâs
radiyallâhu anh sözlerine şu şekilde
devam etti:
“Allah Teâlâ sana böyle bir şeyi yaptırmasın!
Bana söyler misin? Sen başlarındaki valiyi öldürmüş, memleketlerine sahip olmuş ve düşmanı kovmuş bir millete mi gidiyorsun? Eğer böyle bir şey yapmadıklarına inanıyorsan o zaman git. Yok, şâyet sana
destek vermeyi vaat edip beraber savaşmak için çagırıyorlar-sa, seni aldatmalarından, verdikleri sözden cayıp bir
felakete sebep olmalarından endişe ediyorum. Onlar (Kûfeliler) biraz zorda kalırlarsa sana karşı çıkıp, yalnız
bırakabilirler. Hatta sana karşı ayaklanarak akla gelebilecek en kötü işi bile
yapmalarından korkmaktayım.”
Hz. Hüseyin aleyhisselâmda şu cevabı verdi:
“Hele bir düşüneyim bakalım
ne olacak?” Ertesi günü tekrar Hüseyin
aleyhisselâmın yanına gelen İbn-i Abbâs radiyallâhu anh şunları söyledi:
“Amcamın oğlu, kendimi
sabretmeye zorluyorum, ama bir türlü sabredemiyorum! Eğer düşündüğünü yaparsan,
senin başına bir felaket gelmesinden endişe ediyorum. Iraklı’lar
dönek insanlardır. Onlara sakın güvenerek kendilerine yaklaşma. Burada kal. Zira sen Hicazlıların efendisisin. Eğer Iraklılar
yazdıkları mektuplarla seni gerçekten istiyorlarsa, sen de onlara yaz ki: Onlar
önce memleketlerindeki valilerini ve düşmanlarını çıkarsınlar, daha sonra oraya gidersin. Şâyet ısrarla
bir yere gitmek istiyorsan, Yemen’e gitmen daha uygundur. Orada farklı
topluluklar var. Yemen çok geniş bir yerdir. Ayrıca o bölgede babanın taraftarı ve onu çok seven
insanlar var. Şayet oraya gidersen, bir tarafa çekilir, mektuplar yazar ve
bunları halka gönderirsin. Elçiler ve tebliğcilerini etrafa
yayarsın. O zaman belki orada istediğin ortamı da oluşturabilirsin.”
Hz. Hüseyin aleyhisselâm, bir türlü İbn-i Abbâs
radiyallâhu anhın bu sözlerini kabule yaklaşmıyordu. İbn-i Abbâs radiyallâhu anh sözlerine söyle devam etti:
“Şâyet gitmekten
vazgeçmiyorsan, bari kadın ve çocuklarını götürme. Senin onların gözleri önünde
acımasızca sehit edilmenden korkuyorum.”
İbn-i Abbâs
radiyallâhu anhın bu uyarıcı sözleri ve bütün çabaları Hz. Hüseyin aleyhisselâma
hiç tesir etmemişti.
Kısaca, İbn-i Abbâs yeğeni Hüseyin aleyhisselâma yaptığı tavsiyelerde, çok yönlü bir bakış açısıyla işin ehemmiyetine binaen uygulanabilir
bir plan çizmişti.
Bununla da kalmamış yeğenine değişik somut alternatif teklifler yaparak, uzun zamandır planladığı iktidara karsı çıkma isinde çok dikkatli olmasını önermişti. İbn-i Abbâs radiyallâhu anhın, Hüseyin aleyhisselâma yaptığı önerilerde sırf yakın akrabalıktan
dolayı duygusallık gösterme yerine, ayakları yere basan ve olumlu sonuç alma
ihtimali olabilecek teklifler yapmıştı. Zira Hüseyin aleyhisselâmın mevcut iktidara karşı yapmayı düşündüğü karşı
hareket, varacağı
sonuca göre birçok yönden tarihin seyrini etkileyebilecek bir girişimdi.][240]
Bu anlattığımız hadiseler ileri
görüşlü olmanın ne kadar gerekli olduğudur. Hz. Ebû Tâlib, ileri görüş ve
siyasetiyle Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem için kendini feda edişini
daha iyi anlamış oluyoruz.
Allah Teâlâ kullarının zayıflıklarını
bazı kullarına daha belirgin ve aşikâr kılar. Davasında haklı olmak kişiye
kuvvet verirken, siyaseti ve idare sanatına vakıf olmakla da, olacak olaylarda
daha az zararla zafere kavuşma stratejisine sahip kılar. Yeni gelmiş rasülün
engellerini kaldırmakta en uygun hareketleri bilmek, düşünmek ve uygulamak Hz.
Ebû Tâlib’e verilmiş en büyük özelliktir. Onun üzerinde olabilecek
ithamları göğüslemek, başarının bedeli olmuş olsa da, gelecek yıllarda yeni bulunacak
bilgi ve belgeler ile senelerce süren ithamların daha iyi farkına varılacaktır.
Çünkü teknoloji ilerleyerek çok şeyin sırrını açığa çıkarmaktadır. Bu ise
bilgilerin tazelenmesini yanında getirmektedir. Bilindiği üzere milletler
tarihi genellikle güçlü olanlar tarafından yazıldığı için gerçek tarih çok
zaman hafızalardan kayıtlardan silinmeye çalışılmıştır. Bu ise içtimâi ve
siyasî hayatın bir getirisidir. Onun için olaylarda nakiller ele alınırken tarih
felsefesini ve tenkidini yapmak bazı şeylerin vuzuhuna sebep olur. Bu da insanlar
için mutluluk ve kemal seviyede yeterlilik demektir.
Binâenaleyh, siyasetin din ve ahlak ile olan ilişkisindeki
ince ayarı görmek her insana mahsus bir durum olmadığı kesindir. [Siyaset alanında
siyasi temsil görevine talip olanların verdikleri sözleri tutmamaları, kişisel
menfaatleri doğrultusunda hareket etmeleri, kamu imkânlarını haksız ve hukuksuz
yollarla bir tarafa aktarmaya çalışmaları, hatta bu tür amaçları
gerçekleştirmek için gayr-i meşru çevrelerle iş tutmaları “ahlâk” ve “etik”
tartışmalarını gündeme getirmiştir. Bu nedenle siyasetin insanı erdemli bir
varlık düzeyine yükseltmek amacı güden ahlâk anlayışıyla yıldızının pek barışık
olduğunu söylemek zor olmaktadır.
Birey düzeyinde onaylanmayan pek çok eylem ve davranışın
siyaset alanında “mümkün” olarak görülmesi ve hatta siyasetin
gereği olarak kabul edilip onaylanması imkân dâhilindedir. Çünkü siyasetin
doğası “vazife” kavramı üzerine değil “menfaat”
kavramı üzerine oturtulmaktadır. Ancak bu siyasetin ahlâk dışı bir alan
olduğu anlamına gelmemelidir. Çünkü insan davranışları, hangi alana yönelik
olursa olsun, temelde ahlâk ve değer bağımlı davranışlardır. Ahlâk çoğu defa
bağımlı değil bağımsız bir değişkendir. Ne var ki siyaset alanında bu
bağımlılığın derecesi gevşemekte ve toplum tarafından da bu durum makul ve
kabul edilebilir olarak görülmektedir. Kişinin kendisi için yaptığı bir
davranışta ahlâkî ilkelerden sapması kabul görmezken bunun “kamu yararı”
ve “menfaati” söz konusu olduğu durumda eleştirinin dozu
azalmaktadır.
Aslında insan
davranışlarının belli davranış kalıplarına, kurallara ve eylem biçimlerine göre
oluşmakta olduğu belirtilmelidir. Davranış ve eylemleri yönlendiren ana temel
siyasetin merkezindeki “menfaat” mi, yoksa ahlâkın merkezinde yer
alan “vazife” midir?
Oysaki insan davranışlarının “dürüstlük” temelinde
gerçekleşmesi ahlâkın eylem sahiplerine “vazife” olarak yüklediği
bir ilkedir. Ancak bu “vazife” çerçevesi siyasette “başarı”
nın sağlanmasında yeterli olamamaktadır. Buna karşılık siyasetin merkezinde yer
alan “menfaat”in gerçekleşmesi için
“verdikleri sözü hiçe saymış ve insanların beyinlerini
kurnazca uyutmasını bilmiş”
olanlar başarılı olmuşlardır.
“Verdiği sözü hiçe saymak ve insanların beyinlerini kurnazca
uyutmak” ahlâk ilkelerine ve dürüstlüğe
göre asla tasvip edilebilecek davranışlar değildir. Davranış sahiplerinden
böyle davranmaları ne talep edilmekte ne de beklenmektedir. Ancak siyasette “menfaat”in
ve başarının elde edilmesini sağlayan hesaba, menfaate, disipline ve akla
dayanan önemli bir davranıştır. Ahlâkî davranış ise menfaate karşı olup hesaba,
disipline ve akla dayalı olmakla bir ilgisi yoktur.][241]
Sonuçta
siyasetin doğası “vazife” kavramı üzerine değil “menfaat”
kavramı üzerine oturmakta olduğu düşünülse de, siyasetin ahlakiliği eyleminin
sonucu içinde gizlidir.
Bir tümün parçaları gibi gerçek ve yalanın
beraber olduğu siyaset ikiyüzlü madalyon gibidir. Onun hangi yüzü görülmesi
istenirse o tarafının ışığı daha parlaktır. Tarih boyunca siyaset daha çok
aldatılmanın ve aldatmanın temsilcisi olmaktan kurtulamamış ve çarkları
arasında birçok temiz insanı eritmiştir. Ancak bu şekilde dahi olsa bu siyaset
sayesinde büyük işler zuhur etmiştir. Bu nedenle siyaset vazgeçilmez olduğu
kadar temiz siyaset arzulanan olmuştur.
[“Ayaşlı
Şakir Efendi dedi ki;
“SİYASET
VELÂYETTEN YÜKSEKTİR.”
Bunun
manası: Velâyet; Allah Teâlâ’nın cemal tecellisi olduğu için; hep iyi şeyler
düşünür, iyi şeyler yapar. Siyaset ise, Allah Teâlâ’nın hem cemal, hem celal
tecellisi olduğundan, Allah
Teâlâ’nın zuhur ve taayyün itibarı ile birbirine zıt sıfatlarına ne kadar
yaklaşırsa o kadar muvaffak olur.
Hz Ömer
radiyallâhü anh buyurur ki;
“ALLAH
TEÂLÂ’YA YEMİN EDERİM Kİ, ALLAH TEÂLÂ’NIN HÜKÜMET KUVVETİYLE MEN ETTİĞİ ŞEY,
KUR’AN-I KERİM’İN AYETİYLE MEN ETTİĞİNDEN ZİYADEDİR.” ][242]
Bu nedenle siyaset çirkinleşmiş duruma
dönüşmüş görünse de, öyle olmadığını düşünmemiz gerekmektedir. Siyasetin
hakikatinde olaylar rastgele olmaz. Hep bir planın aheste aheste uygulanmasıdır.
Maddî hedefleri olan insanların temiz insanlar üzerinde uyguladıkları sinsi
planları genellikle bozulmaz gibi olurken, Allah Teâlâ bir şekilde olayların
yönünü sürekli değiştirmektedir. Bunu anlayan arif kişilerin biz siyasete
karışmayız dedikleri mana da budur.[243]
Çünkü âlem ve insanlar sahipsiz değildir.
“Onlar (kendi akıllarınca) güya Allah'ı ve müminleri
aldatırlar. Hâlbuki onlar ancak kendilerini aldatırlar ve bunun farkında değillerdir.”[244]
“Hilekârlık yaptılar, Allah Teâlâ da hilelerine
karşılıkta bulundu ve Allah Teâlâ hile yapanların en hayırlısıdır.” [245]
110- Hiç şüphe yok ki Allah dünyada da mücadele
gününde de onun işini yüceltip yükseltecektir.
Allah Teâlâ
buyurdu ki;
“Yine de
ki: Hak geldi; batıl yıkılıp gitti. Zaten batıl yıkılmaya mahkûmdur.”
SONUÇ
Hz. Ebû Tâlib’in bu kasidesiyle onun
İslâm’a girdiği ve gerçek manada Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme itaat
ve yardım ettiğini anlıyoruz. Yine bu kaside onun hakkındaki yersiz ithamlara
çok iyi bir cevap olacağı kanaatindeyiz.
Ayrıca [bu kaside, Mekke'nin o
zamanki sosyal dokusunu anlatması açısından önemlidir. Kasidenin giriş
bölümünde Mekkelilerin hac ibadetine bir düğün havası içinde kutsi bir neşveyle
baktıkları anlatılıyor. Bu kasideden Kureyşlilerin sadece putperest olmadığını,
eski Mekke büyüklerinin ortak aklının esas alındığını görüyoruz. Ayrıca
Mekke'de özel bir emniyet biriminin olmadığını, hırsız ve çapulcuların bir evi
bastığında komşuları tarafından kurtarıldığını öğreniyoruz. Eğer komşu kötü
biriyse, duymazlıktan geldiğini anlıyoruz. Bu ve benzeri mücadeleler bu
kasidede anlatılmıştır.
Sadece bu kaside değil, o dönemde
yazıldığı rivayet edilen bütün şiirler, o zamanki Arap toplumunun
anlaşılabilmesini sağlayan en önemli kaynaklardır. Hz. Ömer, :
“Şiir, (bu) kavmin ilmidir. Onların
bundan daha doğru ilmi yoktur” diyerek şiirin önemini ifade etmiştir [246]. Taha Hüseyin'in “Fi'ş-Şi'ri'l-Câhili”
adlı eserinde dile getirdiği, Câhiliyye devri şiirlerinin umumen uydurma
olduğu, Emeviler döneminde bunlar siyaset, mezhep ve kabilecilik gibi
kaygılarla uydurulmuş olduğu 37 görüşüne katılmıyoruz. Bizce aksine kesin delil bulunmadıkça Hz. Ebû Tâlib'e ve diğer
Câhiliyye şairlerine nispet edilen beyitlerin tamamı, onlara aitmiş gibi değerlendirilmeli,
bazı kuruntulara itibar edilmemelidir. Aksi takdirde edebi değeri olan eserler
gereği gibi yorumlanmaz. Sonuçta bu İslam tarihi için bir yıkım olur,
diyebiliriz.] [247]
Ey Allah Teâlâ’m!
Bilemediğimizden dolayı yaptığımız
hatalardan af dilenip Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin şefaatine
sığınıyoruz.
“Ey
inananlar!
Yemin olsun
ki, içinizden size, sıkıntıya uğramanız kendisine ağır gelen, size düşkün,
inananlara şefkatli ve merhametli bir rasül gelmiştir.” [248]
Ey Allah Teâlâ’m!
“Kişi dostunun dini
üzerinedir. Sizden biriniz kimle dostluk edeceğine iyi baksın.” [249]
“Kişi sevdiği ile
beraberdir.” [250]
RASÛLÜLLAH SALLALLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEMİN
AMCASI HZ. EBÛ TÂLİB ALEYHİSSELÂMIN İMANLA GİTTİĞİNE ŞAHİT OLARAK BİZLERİ
YAZMANI DİLİYORUZ.
ÂMİN
Allah Teâlâ buyurdu ki;
“Böylece sizi insanlara şahit ve örnek olmanız
için tam ortada bulunan bir ümmet kıldık. Rasül de size şahit ve örnektir.
Senin yöneldiğin yönü, rasüle uyanları, cayacaklardan ayırt etmek için kıble
yaptık. Doğrusu Allah'ın yola koyduğu kimselerden başkasına bu ağır bir şeydir.
Allah ibadetlerinizi boşa çıkaracak değildir. Doğrusu Allah insanlara şefkat
gösterir, merhamet eder.” [251]
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemin bu mevzuda sukut durması gördüğü bir lüzumdandır. Bizim ise buna şahit
olmamız ise hakikatin açığa çıkması içindir.
“Rabbimiz! İndirdiğine inandık, rasülün ardınca
gittik; bizi şahit olanlarla beraber yaz”.[252]
Her demde sürülmez bu devrân-ı Rasûlu’llâh
Her demde kurulmaz bu dîvân-ı Rasûlu’llâh
Her dîdeye yüz açmaz her göz o yüze kaçmaz
Her merhaleden geçmez kervân-ı Rasûlu’llâh
Bin yıllık ömür değmez bir lahzasını anın
Her câna nasîb olmaz ihsân-ı Rasûlu’llâh
Deryâ-yı maârifden dürr al dil-i ârifden
Pür-hikmet-i sârifden der kân-ı Rasûlu’llâh
Erkân-ı Garîbu’llâh burhân-ı Garîbu’llâh
Her şân-ı Garîbu’llâh hep şân-ı Rasûlu’llâh
Kulluk gele şânına gevher dola kânına
Ere dil ü cânına dermân-ı Rasûlu’llâh
Her emre itâatda her vech ile tâatda
Meydân-ı sadakatda merdân-ı Rasûlu’llâh
Hulûsî ne devletdir bin lutf u inâyetdir
Olmak ne saâdetdir kurbân-ı Rasûlu’llâh”
S. Osman Hulûsî
Ateş
[1] Suyûti,
Celalüddin Abdurrahman b. Ebibekir, Îhyâü'l-Meyyit fî Fedâili Âli'l-Beyt, Thk:
Mustafa Abdulkadir Atâ, Beyrut, 1987, s.10.
[2] Muhammed
Altuncî,
Bahâu’d-dîn el-Âmilî Edîben Şâiren Alimen, Dımeşk.,
s. 81.
[3] Bunlardan
“Ebû Turab” (Toprağın babası, toprağa bulanmış kimse) künyesi Hz. Muhammed
tarafından kendisine verilmiştir. Muhammed b. Hasan’dan gelen bir rivâyete göre
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Onu Ebû Turab olarak künyelemesi
sebebiyle Ümeyyeoğlulları minberde Ona daha rahat sövebiliyorlardı.
(el-İsfehani, Mekâtilü’t-Tâlibiyyîn, 40)
Hz. Ali kerremallâhü veche ise
kendisine bu ismin Rasûlüllah tarafından verilmiş olmasından dolayı en sevdiği
künye olduğunu söylemiştir. Ali b. İshak “Şayet Ali’ye Ebû Turab sevimli
gelmeseydi ve bu isimle çağrılmaktan hoşlanmış olmasaydı Rasûlüllah Onu böyle
isimlendirmezdi.” şeklinde bir rivâyet nakleder. (Belâzüri, Ensâbü’l-Eşraf,
II, 847, Zehebî, Tarîhu’l-İslâm, III, 623)
[4]
[5]
[6]
[7] Ehl-i
Kitap'tan olan Zübeyr (Züreyr),Temmam (Semâm) ve Düreys (Deris) adlarındaki
kimseler.
[8]
[9] İbn Sa’d, et-Tabakât, III/232; İbn Kayyim
el-Cevziyye, Zâdü’l-Meâd, III/41- 42
[10] İbn Sa'd, Tabakâtü'l-kübrâ, c. 8, s.
222.Mus'abu'z-Zübeyr, Nesebi Kureyş, s. 40. İbn Esir, Usdu'l-gâbe, c. 7, s.
217. Yâkubî, Târih, c. 2, s. 14. İbn Sa'd, Tabakât, c. 8, s. 222. İbn Sa'd,
Tabakât, c. 8, s. 222, Yâkubî, Târih, c. 2, s. 14.
[11] Belâzurî, Ensâbu'l-eşrâf, c. 1, s. 85, İbn Esîr, Usdu'l-gâbe,
c. 1, s. 22, Diyarbekrî, Hamis, c. 1, s. 253, Halebî, İnsânu'l-uyûn, c. 1, s.
185.
[12] Taberî,
Tarihu’l - Umem ve’l-Mülûk, I 539; Muhibbüddîn et- Taberî, Zehâiru’l-Ukbâ, 60
[13] Muhibbüddîn et- Taberî, Zehâiru’l-Ukbâ,
60
[14] İbn
Hişam, Siret-i İbn Hişam Tercemesi I,327-328; Belâzüri, Ensâbü’l-Eşraf, I ,126;
İbnü’l-Esîr, İslâm Tarihi,II, 58-59
(Burada bahsedilen
olay ilk dönemlere ait olmasından dolayı itinalı bakmak gerekir.)
[15] Belâzüri, Ensâbü’l-Eşraf, I, 126-127
[16] Yâkubî, Târih,
c. 2, s. 14. İbn Sa'd, Tabakât, c. 1,3.122. Hâkim, Müstedrek, c. 3, s. 108.
[17] Diyarbekrî, Târîhu'l-hamîs,
c. 1, s. 467.İbn Abdilberr, İstiâb, c. 4, s. 1 891, İbn Esîr, Usdu'l-gâbe, c.
7, s. 217. İbn AbdidiIberr, c. 4, s. 1891,
[18] Hâkim, Müstedrek, c. 3, s. 108, Muhibbül-Taberî,
Rıyâdu'n-nadrâ, c. 2, s. 202, Aliyyü'l-Müttakf, Kenzu'l-ummâl, c. 13, s. 636.
[19] Yâkubî, Târih, c. 2,s.14.
[20] Yâkubî, Târih,
c. 2, s. 14.Hâkim, Müstedrek, c. 3, s. 108, İbn AbdilberT, İstiâb, c. 4, s.
1891, İbn Esîr, Usdu'l-gâbe, c. 7,s. 217, Muhibbüt-Taberî, Rıyâd,c.2, s.
202.Hâkim, c. 3, s. 108, Muhibbüt-Taberî, c. 2, s. 202, Kenzu'l-ummâl, c. 13,
s. 635. Hâkim, Müstedrek, c. 3, s. 108, İbn Abdilberr, İstiâb, c. 4, s. 1891,
İbn Esîr, Usdu'l-gâbe, c. 7, s. 217, Muhibbüt-Taberî, Rıyâdu'n-nadrâ, c. 2, s.
202.
[21] İbn Abdilberr, İstiâb, c.4, s. 1891, İbn Esîr, Usd, c. 7,
s. 217, Muhibbül-Taberî, Rıyâdu'n-nadrâ, c. 2, s. 202, Heysemî,
Mecmau'z-zevâid, c. 9, s. 257, Aliyyü'l-Müttakf, Kenzu'l-ummâl, c. 13, s.
635-636.
[22] Hâkim,
Müstedrek, c. 3, s. 108, Aliyyü'l-Müttaki, Kenzu'l-ummâl, c. 1 3, s. 636
[23] Heysemî, Mecmau'z-zevâid, c. 9, s. 256-257
[24] Kurucan,
Ahmet - Mercan, Zühdü, Aşere-i Mübeşşere, Işık Yay. İstanbul 2005, 206,207
[25]
[26] HAMİDULLAH, İslam Peygamberi, Paragraf, 185
[27] Ahmed Şelebî, Mevsûâtu ’t-Tarîhi’l- İslamî. Mısır, Mektebetu’l-Englo el-Mısriyye, 1989, I/252.
(bkz:
[28]
[29] HAMİDULLAH, İslam Peygamberi, Paragraf, 204
[30] Kıvam: Tutarlılık, koyuluk, uyum, yoğunluk, katılık,
, bağdaşma
[31] Taallûkat:
Hısım ve yakınlar.
[32] Muaşeret: Birlikte
yaşanılanlar. Sünnet dairesinde insanlarla iyi münasebet.
[33] Sail: (Sual.
den) Dilenci. Fakir. Soran. İsteyen. Akan, seyelan eden.
[34] Havas: Marifet
ve yaşayışça üstün olan, üst tabaka
[35] Avam: Sıradan
biri, fakir halk tabakası; okuyup yazması az olan; ilim ve irfanı az, basit
yaşayışa sahip kimse.
[36] Hz. Ebû Tâlib aleyhisselâm burada kendi durumunu aşikâr
ediyor.
[37] Hâmi: Himâye
eden, koruyan
[38] Tehir: Sonraya
bırakmak, ertelemek, geriye bırakma.
[39] İmtinâ: Çekinme,
istememe, imkânsız olma, olmasına imkân bulunmama, akıl dışılık.
[40]
[41] Yâ‘kûbî, II,
35; Taberî, Târih, II, 229.
[42] Kamil-i İbn-i Esir, c.1, s.507, Sire-i İbn-i Hişam, c.2,
s.57, Sire-i İbn-i İshak, s.239. Tabakat-i İbn-i Sa'd, c.1, s.124.
[43]
[44] Ebû’l-Abbas
Şihabu’d-dîn Ahmed b. Muhammed b. Ömer el-Hafâcî, Rayhânetu’l-Elibbâ ve
Zehrati’l- Hayatu’d-Dünya, (Thk.
Abdulfettah Muhammed Hulvî), Kahire, 1967, I, 208
[45] Hâkim, Müstedrek, IH/150; Mübarekfûrî, X/292.
[46] Heytemî, II/495.
[47] Heytemî, II/496.
[48] Belâzürî, Ensâb, II/385.
[49] Muhibbüddin et-Taberî, Zehâiru'l-Ukbâ, 9; Hâkim, Müstedrek, IV/75.
[50] Heytemî, II/497.
[51] İbn Hanbel, Müsned,
III/483.
[52] Heytemî, II/499.
[53] Muhibbüddin et-Taberî, Zehâiru'I-Ukbâ, 18.
[54] Hâkim, Müstedrek, IV/252.
[55] Muhibbüddin et-Taberî, Zehâiru'l-Ukbâ, 18.
[56] Heytemî, II/543.
[57] Hâkim, Müstedrek, III/151; Fîrûzâbâdî, Fedâilü'l-Hamse, II/64 vd;
Leknevî, Seyyid Hâmid Hüseyin, Abekâtü'l-Envâr fî Bmmeti'l-Ethâr, Tahran, 1401
h., s.21 vd; Semavî, 189 vd.
[58] İbn Hanbel, Müsnedü Ehli'l-Beyt, 7.
[59] Hâkim, Müstedrek, III/311
[60] Hâkim, Müstedrek, III/137;
Heytemî, II/544.
[61] Tirmizi, Menâkıb, 21.
[62] Fîrûzâbâdî, Fedâilü'l-Hamse, II/67; Leknevî, 169.
[63] Fîrûzâbâdî,
Fedâilü'l-Hamse, II/69 vd; İbn Hanbel, Müsnedü Ehli'l-Beyt,ll.
[64]
[65]
[66]
[67] Bir
görüşe göre Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin on iki amcası vardı.
Bunlardan Hazret-i
Hamza aleyhisselâm, nübüvvetin ilânından altı yıl sonra müslüman olmuş, Hazret-i Abbas aleyhisselâm ise on iki yıl sonra İslâm’a
girmiştir.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem ve Hz. Ebû Tâlib hem babasından ve hem de anasından öz olarak doğmuştur.
Diğerlerinin baba ve anneleri farklıdır. Onun için Hz. Ali kerremallâhü veche bu deyimi kullanmıştır. Hazret-i Abbas'ın
İslâmı izhar
etmesi Hz.
Ebû Tâlib'in Hakk’a
yürümesinden iki yıl sonradır.
[68] Enfal, 30
[69]
[70]
[71] Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin dedesi Hz. Abdulmuttalib;
Fil Vak'asından sekiz yıl sonra ölüm döşeğine düştü ki o zaman kendisi seksen
iki yaşında, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem de sekiz yaşında
bulunuyordu. Hz. Abdulmuttalib Dede, Hakk’a anlayınca, kızlarını başına
topladı. Onlara:
"Vefatımdan sonra, hakkımda söyleyeceğiniz mersiyeleri, ölmeden,
bir dinleyeyim bakayım!" dedi.
Bunun üzerine, kızları, söyledikleri birer şiirle babalarına
ağıt yaktılar.
Yakıp dinlettikleri ağıtlarda onun üstün soylu, güçlü,
boylu boslu, açık alınlı, güzel yüzlü, doğru sözlü, iyi huylu, cesaretli,
adaletli, cömert, iyiliksever, saygıya ve boyun eğilmeye değer, şerefli, şanlı,
her fazilet kendisinde toplanan, boşluğu doldurulamayacak olan, temelli kalmak
şeref ve şanla olacak olsa kendisi dünyada temelli kalabilecek olan bir zât olduğunu
dile getirdiler.
Hz. Abdulmuttalib dünyasını değişince, Kureyşliler
onun cesedini, hürmeten su ile ve sidr ağacının yaprağı ile yıkadılar ki, o
zamana kadar Kureyşlilerden hiçbir kimsenin ölüsü sidrle yıkanmış değildi.
Kendisi; kefen olarak, Yemen hüllesinden, bin miskal
altın değerinde iki kat hülleye sarıldı. Kefenine de, misk sürüldü.
Kureyşîler, besledikleri derin sevgi ve saygılarından
dolayı, onun cenazesini günlerce eller üzerinde taşıdılar.
Hz. Abdulmuttalib; Hacun kabristanına, dedelerinden
Kusayy'ın yanında sırlandı.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem; dedesinin
cenazesini, Hacun kabristanına kadar, ağlayarak takip etti.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin dadısı Ümmü
Eymen Bereke:
"O gün, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi
gördüm. Abdulmuttalib'in tabutunun arkasından ağlıyordu!" demiştir.
"Abdulmuttalib'in Hakk’a yürüyünce hatırlayabiliyor
musunuz?" diye sorulduğu
zaman, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem de:
"Evet! O zaman ben sekiz yaşlarında idim!" buyurmuştur.
Hz, Abdulmuttalib’in arkasından ağlandığı kadar, hiç
kimseye ağlanmamıştır.
Mekke çarşısı onun ölümünden dolayı günlerce
açılmamış, kapalı tutulmuştur.
Kureyşîler; Ka'bb. Lüeyy'e tazimlerinden dolayı, onun
ölüm tarihini, Fil yılına kadar, tarih başlangıcı edinmişlerdi.
Sonra da, Abdulmuttalib'in ölümünü tarih edindiler.
Kureyşîler, Abdulmuttalib'e "İkinci
İbrahim" derlerdi.
Kendisi ahirete, ahiret ceza ve mükâfatına inanır; "Vallahi,
şu dünyanın arkasında bir dünya daha vardır ki, iyilik edenler orada
iyiliklerinin mükâfatını görecekler, kötülük edenler de orada kötülüklerinin
cezasını çekeceklerdir!" derdi.
Beytullah'ı çok çok tavaf eder, Haram olan ayların
dokunulmazlığını son derecede gözetir, hac mevsiminde hacılara mallarının en
iyisinden infakta bulunurdu. Konukları ağırlardı.
Dağ başlarında da, vahşi hayvanların, kurtların,
kuşların karınlarını doyururdu. Kaybolan Zemzem kuyusunu ortaya çıkardıktan
sonra, kuyunun başına yaptığı havuza Zemzem doldurup, Mekke halkına ve hacılara
Zemzem suyu içirirdi. Ayrıca, develerinin sütünü balla karıştırarak hacılara
ikram ettiği gibi, kuru üzüm satın alıp Zemzemle hoşaf yaparak içirdiği de
olurdu. Hz. Abdulmuttalib, Kureyşîlerin hâkimlerindendi.
İçki içmezdi.
İçkiyi ve zinayı yasaklamıştı.
Zina yapanı, kamçılatarak cezalandırırdı.
Oğullarına, ahlâkî faziletleri emir ve tavsiye ederdi. (
Hz. AbdülmutTâlib’in Rüyası:
Ebû Nuaym, Abdullah bin Ebû'l-Cehm'in oğlu Ebû
Bekir'den şöyle nakleder:
"Ben Ebû Tâlib'in, babası AbdülmutTâlib'den
naklen şöyle dediğini duydum:
"Ben, Kâbe’nin Altınoluk tarafında uyumakta iken
korkunç bir rüyâ gördüm. Büyük bir ürperti ile uyandım ve Kureyş'in kadın
kâhinine giderek gördüğüm rüyayı anlattım. Dedim ki: "Rüyamda yerden bir
ağacın bittiğini gördüm. Ağaç o kadar büyüktü ki, başı semaya değiyor, dalları
ise doğu ve batıya uzanıyordu... Fakat bu, nurdan bir ağaç idi. Öylesine aşikâr
ve büyük bir nur ki, belki güneşin nurundan yetmiş kat daha büyüktü... Bütün
Arap ve Acem halkı bu ağaca secde ediyordu ve bu nurdan ağacın büyüklüğü,
parlaklığı ve yüksekliği gittikçe büyüyordu... Bir yanıp bir sönüyordu... Bu
sırada Kureyş'ten bir grubun bu ağacın dallarına yapıştığını, diğer bir gurubun
ise bu ağacı kesmeye çalıştıklarını görüyordum. Kesmek isteyenler ağaca
yaklaştıkları zaman güzellikte bir benzerini görmediğim bir genç onları
yakalıyor, onların belini kırıyor, gözlerini çıkarıp atıyordu... Ben, bu sırada
ağaca elimi uzattım ise de dokunamadım... “Acaba bu kime nasip olacak"
dedim. O genç bana dedi ki:
"Nasip,
senden önce davranan ve ağaca tutunan kimselerindir." Bunun üzerine korku ve ürperti içinde
uyandım..."
Rüyamı bu şekilde o kadın kâhine anlattığım zaman, o
da ürperdi ve sapsarı kesildi. Bana dedi ki:
"Gördüğün
rüya, gerçektir, senin soyundan bir adam gelecek, doğu ve batıya hâkim olacak
ve insanlar kendisine itaat edecektir..."
Gördüğü rüyayı, bu şekilde kâhine yordurmuş olan
AbdülmutTâlib, oğlu Ebû Tâlib'e demiştir ki:
"Umulur ki
yorumda işaret edilen bu adam, sen olursun!" Hz. Ebû Tâlib, babası tarafından görülen ve kendisine
aktarılan bu rüyayı, zaman zaman anlatırdı. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemin nübüvvetini ilân etmesinden sonra da bunu anlatır ve:
"Abdülmuttalib'in
rüyasında gördüğü o ağaç, Allah'a yemin ederim ki, kardeşimin oğlu Muhammed
Ebû'l-Kâsım El-Emîn'dir!" derdi. Kendisine derlerdi ki:
"O halde,
hâlâ O'na iman etmeyecek misin?" O da şu karşılığı verirdi:
"Büyüklerin
beni kınamasından ve bana sövmesinden çekiniyorum!..." (Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin
Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/83-84)
Hz. Ebû Tâlib’in soruya cevabındaki inceliği iyi fark etmemiz gerekir.
Babasının gelecek rasülü tebşir edişine bağlı olarak oğlu Hz. Ebû Tâlib "Ben Abdulmuttalib'in
dini üzereyim!" derken
imanına işaret etmektedir. Bunun yanında zalimlerin şerrinden Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemi koruma niyetini ve iftiralar ile ona verecekleri
sıkıntıları da açığa koymaktadır. Çünkü müşrikler onun imanını açıklaması ile
cephe almaları kolaylaşacaktı. İnancını açıklamayarak eman hakkını kullanması
kolaydı. Hz. Ebû Tâlib, imanını açıkladığında kendiside eman ve himayeye muhtaç
olacaktı. Bu bağlamda Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme müşriklerin
eziyetleri artacaktı. Bunun bu şekilde olacağı Hz. Ebû Tâlib’in Hakk’a
yürümesiylede açığa çıktı.
[72] İbni Hişam 2/167; İbni İshak. 238; Beyhakî Delâil
2/346; Nihayet’ül İreb 16/278. İmam Zehebi, Tarihu’l-İslam, Cantaş
Yayınları: 1/334-342
(Süheylî
diyor ki: "Abbas'ın sözünün kabul edilmemesi, onun Müslüman olmazdan önce
söylemiş olduğundandır. Şayet o sözü Müslüman olduktan sonra da söylemiş
olsaydı kabul edilirdi. Nitekim Cübeyr İbnu Mut'im'in kâfirken dinleyip
Müslüman olduktan sonra eda ettiği hadisi kabul edilmiştir.)
[73] Tevbe, 113
[74] Bu
Hadîs-i şerifi İbni Sa'd ile İbni Asâkir nakletmişlerdir.
[75] İbni
İshak Sire 238; Beyhakî Delâil 2/349
[76] Bkz:
[77] (Çetiner,
Bedrettin, Kur'ân Ayetlerinin İniş Sebepleri, Çağrı, İstanbul 2002, I, 418.
Taberî ve İbn-i Kesîr’den naklen.)
[78] Buharî, Menâkıbu'l-Ensar 40, Cenaiz 81, Tefsir, Beraet 16, Kasas
1, Eyman 19; Müslim, İman 39, (34); Nesâî, Cenaiz 102, (4, 90, 91)
[79] MÜRSEL HADİS
Tabîinden birinin senedinde sahabeyî
zikretmeksizin doğrudan doğruya Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin adını
anarak rivayet ettiği hadis.
Zayıf hadîs kısımlarından biridir. Muhaddislere ve usul âlimlerine göre ayrı ayrı tarifi
yapılmıştır.
Muhaddislerin genel tarifine göre
mürsel hadis, isnâdında sahabî râvisi düşmüş olan hadistir. Tabiun neslinden
birisinin hadis aldığı sahabî ravînin adını anmadan, onu atlayarak doğrudan doğruya
"Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki..." diyerek
rivâyet ettikleri hadislere "mürsel" denilmiştir. Usul
âlimleri kelimenin sözlük anlamını ele alarak, onunla "munkatı",
hattâ "mu'dal" arasında hiç bir ayırım yapmazlar (Suyûtî, Tedrîbu'r-Râvî,
Nev. Abdulvehhab Abdullatif, Medine, 1972, s. 196).
Hadis âlimlerinden Hatîb el-Bağdâdî de
mürsel hadisin tarifinde usul âlimlerinin görüşünü paylaşmaktadır (Hatib
el-Bağdadî, el-Kifâye fi İlmi'r-Rivâye, Nşr. Ahmed Ömer Hâşim, Beyrut, 1985 s.
423).
Muhaddisler "mürsel" lafzını
Tabiun'un Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden rivayet ettikleri hadislere
tahsis etmişlerdir. Fukaha ve usulcüler ise, bunu daha genel anlamda kullanarak
munkatı hadisleri de bu kapsama almışlardır (Talat Koçyiğit, Hadis Istılahları,
Ankara 1980,s. 292).
Mürsel hadisin zayıf sayılmasının
sebebi, senedinin muttasıl olmayışıdır.
"Mürsel" adını alışının
sebebi de, ravisinin onu Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden dinlemiş
olan sahabîyi söylemeden doğrudan doğruya Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
selleme bağlamasıdır (el-Emîr es-San'ânî, Tavzihu'l-Efkâr (Nşr. Muhammed
Muhyiddin Abdulhamid, Kahire, 1366, s. 284).
Mürselin dinde hüccet olmadığını
"hadis hafız ve münekkidleri ittifakla belirtmişlerdir (İbn Kesîr, İhtisâru Ulûmi'l-Hadîs, Kahire 1951, s. 52).
İmam Nevevî diyor ki: "Hadisçilerin çoğunluğu, birçok fukaha ve
usulcüler nazarında mürsel, zayıftır ve delil gösterilemez". İmam
Şafiî de aynı görüştedir (Suyutî, a.g.e., s.198). İmam Müslim de, Sahîh'inin
mukaddimesinde "Rivâyetlerden mürsel, bize ve haberlere vakıf kimselere
göre delil değildir" demektedir (Müslim, Sahih, Mukaddime, Nşr. Fuad
Abdulbaki, İA. Ter. s. I, 30).
Âlimlerin birçoğu Sahabenin mürselini
zayıf görmeyerek onunla amel etmektedirler. Zira Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellemden aldığında şüphe edilmeyen diğer bir sahabîden dinlemiştir ve bu
sahâbînin senedden düşmüş olması hadise zarar vermez. Nitekim sahabînin halini
bilmemek de hadisi zayıflatmaz. Zîra onun Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi
görmüş olması, adaleti için yeterli bir sebeptir. (Subhî es-Salih, Hadis
İlimleri, trc. M. Yaşar Kandemir, Ankara 1980, s. 138).
Sahihayn'da sayılamayacak kadar Sahabe
mürseli vardır. Çünkü onların rivayetlerinin çoğu yine
sahabe’dendir. Sahabe'nin hepsi de udûldür. Onların sahabî olmayandan rivayeti
ise nadirdir. Böyle bir rivayetin meydana gelmesi halinde ise onu kimden
aldıklarını açıklarlar. Şurası muhakkak ki, sahabenin tabiinden rivayet
ettiklerinin çoğu merfû hadisler olmayıp İsrâiliyyât, bir takım hikayeler ve
mevkuf hadislerdir (Suyûtî, a.g.e., s. 199).
İmam Malik, Ebû Hanîfe ve diğer bazı
imamlar, hadisin, mahrecinin bilinmesi ve müsned olsun mürsel olsun başka bir
yönden rivâyet edilmesiyle sahih olacağını ileri sürmüşlerdir. Aynı şekilde, genellikle
mürseli zayıf hadislerden sayan İmam Şâfiî'de bu şartlarla Saîd b. Müseyyib'in
mürsellerini almakta tereddüd göstermemiş ve "İbnu'l-Müseyyib'in
mürselleri, bizim görüşümüzde güzeldir" demiştir (Suyutî, a.g.e., s.
198).
Mürsel'in bir kaç derecesi vardır.
Sırayla;
En çok itibar edileni Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemden hadis dinlemiş olan sahabî'nin mürselidir.
Sonra Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemden hadis duymayan fakat sadece onu gören Sahâbî'nin mürselidir.
Sonra Muhadram'ın, daha sonra da Saîd
b. Müseyyib gibi güvenilir râvilerin mürselidir.
Bunları takiben de Şa'bî ve Mücâhid
gibi, Hadis şeyhleri üzerinde titizlikle duranların mürseli gelir.
Bunlardan aşağı derecede bulunan mürsel
de Hasanu'l-Basrî gibi herkesten hadis alanların mürselidir.
Katâde, Zührî, Humeydu't-Tavi gibi
küçük tabiîlerin mürsellerine gelince; bunların rivâyetlerinin çoğu
Tabiîndendir (Sehâvî, Fethu'l-Muğîs, Beyrut 1983, I, s. 155).
Mürsel, sika ravilere isnad edilmiş
olarak gelirse kuvvet kazanır ve sıhhati aşikâr olur. Bu durumda o hadiste biri
mürsellik, diğeri müsnedlik olmak üzere iki hal birleşmiş olur. Böyle olan bir
hadisle başka bir müsned tearuz ederse, önceki tercih edilir. Çünkü mürsel olan
o hadîs, sonuna kadar muttasıl olan müsned bir hadiste takviye edilmiştir
(el-Emîr es-San'anî, Tavzîhu'l-Efkâr, Kahire 1366, I, s. 289). Sabahaddin
YILDIRIM (Şamil İslam Ansiklopedisi)
[80] Tevbe,
113
[81] Kasas, 56
[82]
[83] “O zaman, cenaze namazı teşri kılınmamıştı.”
[84] Ebû
Dâvud, Cenaiz 70, (3214); Nesâî, Tahâret 128, (1, 110), Cenâiz 84, (4, 79).
[85] Buhârî, Menakıbu'l-Ensar 40, Edeb 115, Rikak 51; Müslim, İman
357, (209)
[86] “Cehennemlik oldukları anlaşıldıktan sonra, akraba bile
olsalar, puta tapanlar için mağfiret dilemek nebiye ve müminlere yaraşmaz.”
[87]
[88] Tevbe, 80
[89] [Hâşimoğulları ve şâir kabilelere mensup birçok
Ehl-i Sünnet, Hz. Ebû Tâlib’in ehl-i necattan olduğunu itikad ederler. Halk
için Allah Teâlâ huzurunda hüccet ve senet ittihazına uygun olan İmam Sübkî,
İmam Şârânî, İmam Kurtubî gibi muhakkiklerden nakil ve rivayet olunan kavillere
göre, Allah Teâlâ Hz. Ebû Tâlibi diriltti ve Ebû Tâlib, Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve selleme iman ettikten sonra Müslüman olduğu halde Hakk’a yürüdü.
Muhakkik Sühaymî hazretleri
-ki, bu rivayetin sahibidir- şeyhinden aldığı bilgiyi haber verdikten sonra "Ebû
Tâlib'in itikadı bu merkezde olup Allah Teâlâ'ya bu itikad ile vâsıl oldu"
demiştir. Buna göre Ebû Tâlib'in azabı dirilmeden önce olması gerekir. Kıyametten
murat Ebû Tâlib'in kıyameti olup, o da cesedinden ruhunun çıkmasıdır.]
[90] İbn Sa’d, Tabakat,
IV, 10.
[91] İbn Hişam, Sîre,
II, 281; İbn Sa’d, Tabakat, IV, 11.
[92] İbn Sa’d, Tabakat,
IV, 11.
[93] İbn Hişam, Sîre,
II, 271.
[94] İbn Sa’d, Tabakat,
IV, 10, 31.
[95] İrfan Aycan, “Ebü’l-Bahterî”,
D.İ.A, İstanbul 1994, X, 296.
[96] İbn
Hişam, Sîre, II, 281–282.
[97]
[98] Sebi’a'nın
ismini "Dürre" olarak da rivayet ederler
[99] Bkz: İbni
Asâkir,
İmam Taberânî, Beyhakî
[100] Kasas 56
[101] Bkz: Abdulbaki
GÖLPINARLI, Caferi
Mezhebi ve Esasları, Âlü
Kaşifi’l-Gıta’nın eserinin önsözü, İstanbul
2004, s. 24-25.
[102] Belâzürî, Ensâb, IV, 52
[103] Vâkidî, Megâzî, II, 607, 617
[104]
[105] Ahmed b. Hanbel, IV, 278.
[106] “Bu söze inanmayanların ardından üzülerek nerdeyse
kendini mahvedeceksin!” Kehf, 6
[107] Ahmed b. Hanbel, IV, 329–330
[108] Abdurrezzak,
Ebû Bekr Abdurrezzak b. Hemmâm es-San’ânî, el-Musannef, (tah:Habîburrahman el-A’zamî), I. Baskı, Beyrut 1392/1972,
V, 375.
[109] İBN SA’D, Ebû Abdullah Muhammed, et-Tabakatü’l-Kübra,
Daru Sadr, Beyrut (t.y), III, 162.
[110] Ahmed B.
Hanbel, V, 256; Ebû Davud, Süleyman b. Eş’as es-Sicistânî, es-Sünen, Çağrı Yayınları, (y.y),
(t.y), Edeb 165.
[111] Tirmizî, Edeb 13.
[112] Buhârî,
Ebû Abdullah Muhammed b. İsmail, el-Câmiu’s-Sahîh, Çağrı Yayınları, (y.y), (t.y), Salât 83.
[113] Ahzab,
53; Şûra, 23
[114] Ahmed B.
Hanbel, VI, 292; Tirmizî, Menakıb 20- 30- 31; Nesâî, İman 19.
[115]
[116] Şura, 23
[117] (Ahzab, 57)
[118] Bkz. el- Buhârî 1/65; Tecrid Tercemesi, 1/161 (Hadis No:
177) ve 2/377 (Hadis No: 314) ve 10/45, (Hadis No: 1544)
[119] İbn
İshak, İbn Hişam, Sîre, c.1, s. 380, Belânın, Ensâbu'l-eşrâf, c. 1,s.12O. Fahru'r-R âzı, Tefsir, c. 32,
s. 171, Hâzin, Tefsir, c. 4, s. 425, Ebû'l-Fidâ, Tefsir, c. 4, s. 564. Ebû'l-Fidâ, Tefsir, c. 4, s.
564. Kurtubi, Tefsir, c. 20, s.
240.Nesefi, Medârik, c. 4, s. 382, Hâzin, Tefsir, c. 4, s. 425,Beyzâvî, Tefsir,
c. 2, s. 581, Ebûssuud, Tefsir, c. 9, s. 211.Taberî, Tefsir, c. 30, s. 338,
Zemahşeri, Keşşaf, c. 4, s. 297,
[120]
[121] Ebû
Nuaym. Delâil ü'n-nübüvve, c. 1, s. 193, E bu 'I-Fi dâ, Tefsir, c. 4, s. 565,
Kastalâni, Mevâhibu'l -ledünniye, c. 1, s. 6 2.
[122] İbn
İshak, İbn Hişam, c. 1, s. 381-382, Belâzurî, c. 1, s. 122, Fahru'r-Râzî, c.
32, s. 172, Muhibbüt-Taberî, c. 1, s. 80, Kurtubi, t 20, s. 234, Zehebî, s.
147, Ebû'l-Fidâ, c. 4, s. 565, Kastalani, İrşâdü's-sârf, c. 6, s. 25,
Diyarbekrî, c. 1,s.288.
[123] İbn
İshak, İbn Hişam, c. 1, s. 234-235, Zehebî, Târıhu'l-İslâm, s. 147.
[124] Neccaroğulları, Medine-i Münevvere'de yerleşik bir
kabiledir. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin annesi Hz. Âmine
radiyallâhü
anha bu kabiledendi. Altı yaşlarında iken annesi ile birlikte
dayı tarafını ziyaret için Medine’ye gelmişler ve küçük Muhammed (sallallâhü aleyhi ve
sellem), Neccaroğullarının çocukları ile tanışmış, onlarla
oynamış, onların havuzlarında yüzme öğrenmişti. Sonraki yıllarda hep bunları
hatırlar ve yâd ederdi.
[125]
[126]
[127] Bkz: İbn
Mace, Menasik 103; Tirmizî, Menakıb 68; Darimî, Siyer 66.
[128] Lütfullah
YAVUZ Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Arap Dili ve Belagatı Öğretim Elemanı. Dini Bilimler Akademik
Araştırma Dergisi, IX, 2009-sayı,1
[129] CÂBİRÎ, Muhammed Âbid, Arap Aklının Oluşumu, trc. İbrahim Akbaba, İz Yayınları, İstanbul, 1999 , s. 79.
[130]
[131] Kureyş
müşrikleri; Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi ve kabilesi halkı olan Hâşimoğullarıyla
MutTâliboğullarını, Şı'b'da üç yıl kuşatıp gözaltında tuttular.
Onlara sıkı bir içtimaî ve iktisadî ambargo uyguladılar.
Çarşı ve pazarların, Şı'b sakinlerine giden yollarını
kestiler. Şı'b'a yiyecek ve katık gitmesini önlediler.
Kureyş müşrikleri; Mekke'den gelen yiyecekleri veya
satılan herhangi bir şeyi Şı'b'a bırakmamakta, hemen varıp onları kendileri
satın almakta, Şı'b sakinlerini açlıktan öldürüp, böylece Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin kanını dökmeye muvaffak olabileceklerini ummaktaydılar.
Şı'b sakinlerinin hac mevsimlerinde-dinî geleneğe
uyarak- Şı'b'dan çıkıp alışverişte bulunmalarına her ne kadar engel olmamakta
iseler de, Mekke çarşısına bir deve yükü yiyecek geldiği ve Şı'b sakinlerinden
birisi çoluk çocuğu için biraz yiyecek almak üzere oraya vardığı zaman, Ebû
Leheb hemen erzak yüklerinin başına dikilir:
"Ey tüccar topluluğu! Muhammed'in ashabına
fiyatları öyle yükseltiniz ki, onlar yanınızdaki şeylerden bir şey
alamasınlar!
Siz benim zengin ve verdiği sözü yerine getirir bir
kimse olduğumu bilirsiniz. Böyle yapmanızdan size bir zarar gelmeyeceğine ben
kefilim!" der;
Tüccarlar da meta'larının fiyatını öyle kat kat arttırırlardı
ki, Müslümanlar açlıktan ağlaşan çocuklarının yanına, ellerinde onlara
yedirecek bir şey bulunmaksızın dönmek zorunda kalırlardı.
Ertesi günü, sabahleyin, tüccarlar Ebû Leheb'in yanına
varırlar; o da kalan yiyecek ve giyecekleri onlardan yüksek fiyatla satın alıp,
mü'minleri ve yanındakileri aç ve çıplak bırakırdı.
Şı'b sakinlerini geçindirmek için Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem bütün malını harcadı.
Hz. Hatice radiyallâhü anhada, Hz. Ebû Tâlib de, bu
yolda bütün mallarını harcadılar.
Yiyecek bir şey bulunup satın alınmadığı için, açlıktan
ölenler,
Ağaç yapraklarını yiyenler,
Buldukları kuru deri parçalarını su içinde yumuşatıp
ateşe tuttuktan sonra, onunla üç gün idare edenler oldu!
Açlıktan ağlaşan çocukların feryatları, Şı'b'ın arkasından
duyulmaya başladı.
Müşriklerden kimisi bundan sevinç, kimisi de üzüntü
duymakta; üzüntü duyanları,
"Bakınız! Sahifeyi yazan Mansur b. İkrime nasıl
felakete uğradı!" demekte idi.
Kureyş müşrikleri Şı'b sakinlerine bir şey göndermemekte,
akrabalarına bir şey göndermek isteyenler de, onu ancak gizlice salabilmekte
idiler.
Ebû Cehil Şı'b'ı sık sık gözetler dururdu.
Hz. Abbas, bir gün, yiyecek satın almak için Şı'b'dan
çıkmıştı.
Ebû Cehil ona çatmak istedi. Fakat Allah Teâlâ onu Ebû
Cehil'in şerrinden korudu.
Hz. Hatice radiyallâhü anha, Zem'a b. Esved'e:
"Ebû Cehil'e bir söz dinlet" diye bir haber saldı. O da söz dinletti, Ebû Cehil
geri durdu.
Hakîm b. Hizam; bir ticaret kafilesiyle, Şam'dan
buğday yükleyip getirmişti. Üzerine, buğday yüklediği bir deveyi, gizlice, Şı'b
yoluna yöneltti, arkasına vurup Şı'b sakinlerinin yanına soktu. Onlarda, devenin
üzerindeki buğdayı aldılar.
Yine Hakîm b. Hizam; başka bir gece, devenin üzerine
un yükleyip Şı'b'ın içine saldı .
Hişam b. Amr da; bir gece, deveye yiyecek yükleyip
Şı'b'ın ağzına kadar götürdü. Devenin başından yularını çözdü. İki böğrüne
vurup onu Şı'b'a soktu.
Hişam b. Amr Şı'b sakinlerine böyle yardım etmekte
devam etti.
Başka bir gecede üç yük yiyecek gönderdi.
Kureyş müşrikleri bunu öğrenince, sabahleyin ona bu
hususta ihtarda bulundular. Hişam da:
"Ben artık böyle birşeyi tekrarlar ve size aykırı
davranır değilim!" dedi.
Bunun üzerine, müşrikler onun yanından ayrıldılar.
Fakat Hişam; bundan sonra, tekrar Şı'b sakinlerine
geceleyin bir veya iki deve yükü daha yiyecek salınca, müşrikler ona ağır
sözler söylediler. Hatta, onu öldürmeye kalktılar!
Ebû Süfyan b. Harb:
"Bırakınız adamı! Şı'b'daki akrabalarına iyilik
etmiş!
Vallahi, keşke biz de onun yaptığı gibi yapaydık! Ne
güzel olurdu!" diyerek, onu
kayırdı.
Hakîm b. Hizam; bir gün, kölesinin sırtına biraz
buğday yükleyip Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin zevcesi Hz. Hatice
radiyallâhü anhaya götürmek üzere Şı'b'a giderken, yolda Ebû Cehil'e rastladı.
Ebû Cehil hemen Hakîm'in yakasına yapıştı.
"Demek sen Haşim oğullarına yiyecek götürüyorsun
ha?!
Vallahi, ben seni Mekke'de rezil etmedikçe, buradan ne
sen ileri geçebilirsin, ne de yiyecek geçebilir!" dedi.
O sırada, Ebû'l-Bahterî b. Hişam, yanlarına geldi. Ebû
Cehil:
"O," dedi, "Hâşim oğullarına yiyecek
taşıyor!?"
Ebû'l-Bahterî:
"Halasına ait olup yanında bulunan bir yiyeceği
ona götürmesine sen nasıl engel olursun?! Çekil adamın yolundan, gideceği yere
gitsin!" dedi.
Ebû Cehil kabul etmedi ve hatta Hakîm'in veya
kölesinin yakasına yapışınca, Ebû'l-Bahterî kızdı. Eline geçirdiği bir deve
çenesi kemiği ile vurup Ebû Cehil'in başını yardı, kendisini yere yıktı,
tepeledi, tekmeledi durdu.
Hz. Hamza oraya yakın bir yerde bulunuyor ve onları
seyrediyordu.
Müşrikler ise, aralarında geçen bu gibi hadiseleri
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ile ashabının görüp veya işitip
kendilerine gülmelerini hiç istemezlerdi.
[132] Terceme: (Tercüme) Bir sözü bir dilden başka dile çevirmek. Bir
lügatı, diğer bilinen lügata çevirerek anlatmak.
[133] Beyitlerin tercümesi Lütfullah YAVUZ Beyefendiye aittir.
[134] Buharî, Nikâh, 48; Tirmizî, Birr ve’s-Sıla, 81
[135] Vasile,
bir tür Yemen kumaşıdır. Artarda kırmızı ve yeşil dokumalardan oluşur.
[136] İbn Sa'd, c. 1, s. 189, Halebî, İnsânu'l-Uyûn, c. 2, s. 36.
[137]
[138] Safa ve Merve tarafından gelen seller.
[139] Umre ve hac yapacaklar, Mekke'ye gelmeden önce saçlarını
uzatırlardı.
[140]
[141] Araf,12-18
[142]
[143]
[144] Enbiya, 26
[145] Enam, 109; Nahl, 38
[146] Âl-i İmran, 67
[147]İbn-i Hişam, I, 240
[148]
[149] HAMİDULLAH, İslam Peygamberi, Paragraf, 146
[150]
[151]
[152] Enfâl, 35
[153] Mâûn, 4-7
[154] Fâtır, 18
[155]
[156]
[157] Tirmizi, Hac 49
[158] Al-i İmrân: 97;
[159]
[160] Âl-i İmran Sûresi, 96-97
[161] (Bakara Sûresi, 2/125) (Buharî, Salat 32; Müslim,
Fezailu’s-Sahabe 24)
[162] Âl-i İmran, 97
[163]
[164] KUZU, Selman, Yeni Ümit Dergisi, Temmuz / Ağustos / Eylül - 2008 /
81, s.56-59
[165] “Şüphesiz Safa ile Merve Allah'ın nişanelerindendir. Kim
Kabe'yi hacceder veya umre yaparsa, bu ikisini de tavaf etmesinde bir beis
yoktur. Kim gönülden iyilik yaparsa, karşılığını görür. Doğrusu Allah şükrün
karşılığını verendir ve bilendir.”
[166] Sözlükte,
Safa = sert kaya; Merve: Yumuşak kaya demektir.
[167]
[168] ÖNKAL, Ahmet,
“Cürhüm” DİA, İstanbul, 1993, VIII, 138.
[169] “Allah'ı sayılı günlerde anın. Günahtan sakınan kimseye,
acele edip, Mina'daki ibadeti iki günde bitirirse günah yoktur, geri kalsa da
günah yoktur. Allah'tan sakının. O'nun katında toplanacağınızı bilin.”
[170] (Saffât, 101-107)
[171] “Hac ibadetinizi bitirdiğinizde, babalarınızı andığınız
gibi, hatta ondan daha kuvvetli bir anışla Allah'ı anın. “Rabbimiz! Bize sadece
dünyada ver” diyen insanlar vardır, öylesine, ahirette bir pay yoktur.”
[172]
[173]
[174] Çağatay, Neş’et, İslâm Öncesi Arap Tarihi ve
Cahiliye Çağı, Ankara 1971, s.
84-85
[175] Çağatay, s. 86;
[176] Watt, W.
Montgomery, Hz.
Muhammed’in Mekke’si, (trc. M.
Akif Ersin), Ankara
1995, s. 38, 40-42; Sarıçam, İbrahim, İslâm’ın Doğuşunun Tarihi Şartları, İslâm ve Demokrasi Sempozyumu, Ankara 1999, s. 11-12
[177] Hilf:(C.: Ahlâf) Sözleşme, söz verme. Yardımlaşma,
dayanışma. Birlik maksadıyla ittifak
[178] Sidâne: Kâbe'nin kilitlerini muhafaza etmek.
[179] Çağatay, İslam Öncesi Arap Târîhi ve
Câhiliye Çağı, s. 89.
[180]
[181] Rehber Ansiklopedisi
[182] "Zehirli ve dikenli bir bitkiden başka yiyecekleri
yoktur" (Gaşiye,6) Elmalı Tefsiri
[183] Taberî, Târîh, I, 124
[184] Sasani Devleti, Sasani İmparatorluğu
veya Sasaniler dördüncü İran Hanedanlığı ve ikinci Fars İmparatorluğunun adıdır
(226 - 651). Sasani hanedanlığı son Arşaklı kralı Artabanus IV'ü yenmesinin
ardından Ardashir I tarafindan kurulmuş, son Sasani hükümdarı Şahinşah (Krallar
krali) Yazdegerd III'ün (632-651), erken Halifelik'le yani ilk İslam Devleti
ile girdiği 14 senelik mücadeleyi kaybetmesiye sona ermiştir.
[185] Lahmîler (Hire
Krallığı ) : III. asrın ortalarında, Irak’taki Hire şehri ve çevresinde
kurulmuştur. Gassanîler gibi Ma’rib seddinin yıkılmasından sonra kuzeye göçen
Araplara mensuptular.
Ancak, Gassanîlerin aksine Bizans-Sasanî mücadelesinde Sasanîlerin
tarafını tutmuşlardır. Hıristiyanlığın Nasturî mezhebine mensuptular. Devlet
adını başkent Hire şehrinden almıştı. Bilinen en eski hükümdarları Amr b. Adî
(268-288)’dir. Numan b. Aver zamanında Sasanî veliahtı Behram Gûr’un ikameti
için en önemli mimarî yapıları olan Havernak inşa edilmiştir.
Sasanî hükümdarı Kubat zamanında Kindelilerin işgaline uğrayan Hire
Devleti, Anuşirevan’ın hükümdarlığı devrinde yeniden bağımsızlıklarını kazanmışlardır.
En meşhur hükümdarları Münzir b. Maussema (563-586)’dır. Hire krallığı, Hz. Ebû
Bekr zamanında Halid b. Velid tarafından ortadan kaldırılmıştır (633). Gerek
Hireliler ve gerekse Gassanîler Arapça konuşmuşlardır. Nabigat el-Zübyanî ve
Tarafe gibi cahiliye devri Arap şairlerini himaye etmişlerdir.
[186] Taberî, Târîh, II, 487
[187] Ebû Dâvud, Melâhim, 8; Nesaî, Cihâd, 42; Beyhakî,Sünenü’l-Kübrâ,
IX, 176; Taberânî, X, 181; XIX, 375
[188]
[189] Hac, 38-41
[190] İstihrac: Bir şeyin içinden bir şey çıkarmak. Bir mânâyı
istidlâl etmek. Meydana ve harice çıkarmak. Bâzı emareleri beliren şeylerden
ileriye âit olacak şeyleri çıkarmak. İstidlâl etmek. (Bak: Tahric)
[191] “Heva ve hevesini tanrı edinen, bilgisi olduğu halde
Allah'ın şaşırttığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünü perdelediği
kimseyi gördün mü? Onu Allah'tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Ey
insanlar! Anlamaz mısınız?” (Casiye, 23)
[192] Kurtûbî,
el-Câmi-u li- Ahkâm'il-Kur'ân, trc.Besir Eryarsoy, İstanbul 1997, XVI,
28
[193] Haram aylar (Tevbe, 36-37) Muharrem,
Recep, Zilkade ve Zilhicce aylarıdır. Savaş ve
yağmayla geçinen bazı kabileler bu aylarda ateşkes ilan ettikleri için
Arapların huzur, emniyette oldukları zamanlardır.
[194]
[195]
[196] Ilhız: Büyük kene
[197] Duhan, 9-16
[198] İbn
Hişam, Sîre, I, 301.
[199] Halka ilk defa
hac yaptıran kimse Attab b. Esid olup bu hac Mekke'nin
fetih yılı olan hicretin sekizinci senesinde vuku bulmuştur.
O yıl Attab b. Esîd, Arapların cahiliyye devrindeki uygulamalarına göre
Müslümanlara hac yaptırmışlardır. Diğer bir kaynağa göre, peygamberin
gönderdiği ilk hac emiri Hz. Ebûbekir radiyallâhü anhdır. Bir başka rivayette,
Müslümanlara ilk olarak hicretin sekizinci yılında hac yaptıran kimse Attâb b.
Esîd'dir. Sonra dokuzuncu yılda Hz. Ebû Bekir hac yaptırdı. Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin haccı ise onuncu yıldadır ve kendisiyle birlikte 20.000 kişi
vakfede bulunmuştur. (Bkz. Kettâni, Hz. Peygamber'in Yönetimi, (trc: Ahmet Özel), İstanbul 2003, s. I, 206-207 )
[200] bkz. HAMİDULLAH,
İslâm Peygamberi, c.I, 268-269.
[201]
[202] İbn
Hişam, Sîre. I, 301.
[203]
[204] İbn
Hişam,Sîre, I, 301.
[205]
[206]
[207] Zuhruf, 31.
[208] Heyet (Ali Özek
başkanlığında),
Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Açıklamalı Meâli, M.Ü.İ.F.,
Medine, 1992, s.490.
[209]
[210] Ümeyye b.
Ebi's-Salti's-Sakafî de, bir gün Ebû Süfyan'a:
"Ben, en son gelecek olan rasülün sıfatını, kitablarda
yazılı buldum ve sanırım ki, o bizim ülkemizde ba's olunacaktır.
Sonra, bana şu da zahir oldu ki; o, Abdimenafoğulları
içinden çıkacaktır.
Bakıyorum: Onların içinde de, gelecek peygamberin
ahlâkı ile muttasıf, Utbe b. Rebia'dan başka bir kimse bulamıyorum!
Fakat ona da, kırk yaşını geçmiş bulunduğu halde,
vahyolunduğu yok!" demişti.
[211] Kapar, M. Ali, “Hz.
Muhammed’in Müşriklerle Münasebeti”, İstanbul
1987, s. 113-119. Ayrıca bk. Algül, Hüseyin, İslâm
Tarihi, I-IV, İstanbul 1986, I, 92-93
[212] Muhammed ibn İshak. Sîret-ü İbn İshak.
(Tahkik ve Ta’lik: Muhammed Hamidullah). Konya, 1981. s. 170.
[213] Bkz.: Sarıçam, İbrahim. Emevî-Hâşimî ilişkileri, (İslam Öncesinden Abbâsîlere Kadar). Ankara, 1997.
[214]
[215] Buhâri,
VI, “ Kitâbu’l-Humus”, 15. bab, 2923.
[216] Buhâri,
VI, “ Kitâbu’l-Humus”, 16. bâb, 46.hadis, 2924.
[217]
[218]
[219]
[220] İbn Hişam, Sîre, c.I, s.130.
[221] The
Encyclopaedia of İslam (New Edition), Kureyş maddesi, Leiden, 1979, c.V, s. 434-435; İbn Hişam, Sîre, c.I, s.130 vd.
[222] Şuarâ, 214
[223]
[224]
[225]
[226] Enfal, 41
[227] Zebîdî,
IX, 223–224.
[228]
[229]
[230]
[231]
[232]
[233]
[234]
[235] Kettânî, Hz. Peygamberin Yönetimi, (trc: Ahmet Özel) İstanbul, 2003,
c. 2, s.461
[236] Muvatta Kelam, 19
[237] Bkz: Mevlana Şiblî, Asr-ı
Saadet, Tercüme: Ömer Rıza (Doğrul), İstanbul, 1920, I, 271.
[238] Mekkî,
Semt’un-Nucûm, II, 557; Zehebî, et-efsîru ve’l-Müfessirûn, I, 69.
[239]
[240]
[241] DURSUN, Davut, Siyaset Ve Ahlâk: Gerçeklikle İdealin
Bağdaşmazlığı Sorunu, s. 17-24
[242] ERGİN, O. Nuri; Balıkesirli
Abdülazîz Mecdi Tolun Hayatı ve Şahsiyeti, İstanbul. 1942,s. 154
[243] Gavs-ül Âzam
İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak Sivasî buyurdu ki;“Siyaseti olmayan bir cemiyet, çökmeye mahkûmdur.
Herkesin bir siyaseti vardır. Bizim siyasetimiz, siyasete karışmamaktır Bu da ayrı bir siyasettir”
[244] Bakara, 9
[245] Âl-i İmran, 54
[246] Philip
K. Hitti, Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi, Çeviren: Salih Tuğ, İstanbul, 1981,
I, 143; Rıza Savaş, İslamdan Önce Hicaz Bölgesindeki Araplarda Tarih, D.E.Ü.
İlahiyat Fakültesi Dergisi, VII, İzmir, 1992, s: 265
[247]
[248] Tevbe, 128
[249] Ebû
Dâvud, Edeb,
19
[250] Buharî, Edeb, 97
[251] Bakara, 143
[252] Âl-i İmran, 53
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar