NAKŞÎ HALİDÎ HÂKÎ TARİKATINDA SEYR Ü SÜLÛK
Gavs’ül-âzam İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak
kaddese’llâhü sırrahu’l azîz
Efendinin (hyt. 1969) Nakşibend tarikinde yetiştirdiği ihvanlara gösterdiği
seyr ü sülûk dersleri hakkında hazırladığımız bu kitapta bazı konulara açıklık
getirerek, insanların (ihvanın) bilgi sahibi olunması düşünülmüştür. Zaman
içerisinde tasavvufa ait gizli bilgilerin unutulması, tecrübeli kişilerin de dünyadan
göçmeleri nedeniyle bir yenilenme ve hatırlatma gereği hâsıl olmaktadır. Bu
şekilde yeni ihvanların bilgi sahibi olmaları için hazırlanmış bu el kitabı ile
noksan kalan hususların giderileceği düşünülmektedir.
Dersler konusunda tecrübe etmediğimiz kısımlar
bulunmaktadır. Bu kısımlarıda muteber kaynaklara müracaat ederek tamamladık.
Niyetimiz bu kitap ile büyüklerimizin bize
emanet bıraktıkları nefis terbiyesi usûlünü ve ruhun ilâhî âlemdeki seyrini öğrenmede
kolaylık olmasını sağlamaktır. Büyüklerimizin şefaat ve dualarını Allah Teâlâ’dan
arz u niyaz ederiz.
Allah Teâlâ yardımcımız olsun.
Âmin
İhramcızâde
İsmail Hakkı ALTUNTAŞ
Esenler / İstanbul
2010
GAVS’ÜL-ÂZAM İHRAMCIZÂDE
HACI İSMAİL
HAKKI TOPRAK SİVASÎ
Kaddese’llâhü sırrahu’l
azîz
KATRE ŞİİRİ
Katremizden hisse al bî-gâr-ı derya olmuşuz.
Cümle halka bir bakışla çeşm-i bînâ olmuşuz.
Gerçi zahirde lisân-ı nâs ile güftârımız.
Mânâ yüzünden soyunup hep muarrâ olmuşuz.
Validem merhume açmıştı bize bir kutlu fâl,
Ravzâ-i Pâk-i ziyarette demişti: ‘Ey Kerîmü-l
Müteâl’
Bu Habîbin hürmetine ver bana ferzend
bî-melâl
Ândan aldığı libâsı bunda iksâ olmuşuz.
Tâ ezelden intisabım âlemin Seyyidine,
Düştüm aşkına anın geleliden bu ânasır
bendine
Çok aradım ağladım yüz tutup Hakk’ın kendine,
Âlemi devrân içinde Hubb-u Mevlâ olmuşuz.
Künhümü bilmek dilersen sırr-ı Hâki’dir özüm.
Anın edvârıncadır dâim özüm ve sözüm
Her neye baksa basar Hâki’dir bakan gözüm,
Zîrâ evvelden anınla tek-ü tenhâ olmuşuz.
Bir
acep sırrı Tâki’den aldığım ders-i iber,
Anı
bilmek dilersen sana vereyim haber,
Her
ûlûmi almıştı pîrimden O şeyh-i muteber,
Biz
anda mahvolup bezm-i ferda olmuşuz.
Çünkü kıtmîr olalıdan bu kapıda bu hakîr,
Her işin sırrın ezelden bildim Takdîr-u
Kadir,
Ol sebepten işimiz cümleye tazim ve
tekrimdir.
Böylelikle halk içinde Hakk-ı rânâ olmuşuz.
Bu tarîkat âleminde olmak istersen sû-dimend,
Sen de bu halde olup halktan lisânı eyle
bend,
İşte budur âcizânem Hubb-u fi’llâh sana pend,
Hayr-u hakanı cihan Simurğ-u Anka olmuşuz.
Bunca ilm-ü fazl ile bilmez imiş nûr-i basar,
Her işi eden ettiren Allah değil mi ver
haber?
Leyk hulûli ittihazdan eyle gayetle hazer,
Biz hakâyık âşiyân içre mîmâr olmuşuz.
Emr-i mâ’rûf münkeri bilmez miyiz?
Anlar ile biz amel kılmaz mıyız?
İsr-i
Pâk-i Ahmed-i bilmez miyiz?
Şimdi izmâr eyleyü biz râh-ı mânâ olmuşuz
Herkesin miktarı ihlâsınca fiili eder zuhur.
Sen çalış ol muhlisândan çıkmasın senden
kusur,
Gayride görsen hatâyı setredüp andan al
huzur,
Bunu âdet edinip bir dürr-i yekta olmuşuz.
İbtilâ âlemde var ikmâldir etme cedel,
Her kula nasip etmez ânı Huda izz-ü ve cel,
Başa gelse bil ânı devlet ve nimet bî-bedel,
Biz anı görmüş ve geçirmiş pâk musaffa
olmuşuz
Hakk’ı
her şeyde âyân görmüş ve bilmişlerdeniz.
Ol
sebepten halk katında Hubb-u Mevlâ gözleriz.
Kahr-u lütfün cümlesin bir bildim ve tuttum
ey-azîz,
Hamdülillâh
biz bu lutfa mazhâr-ı mücellâ olmuşuz.
Bilmediler zevkimi cümle ins ü cin melek,
Derdine düştüm bana neler çektirdi felek,
Hâl-i Hakkı bulmaya beyim zikrin dâim gerek,
Zikr-i Hakk, seyr-ü sebakla ders-i yekta
olmuşuz.
İhramcızâde
Hacı İsmail Hakkı TOPRAK
Kaddese’llâhü sırrahu’l azîz
İki
âlemde tasarruf ehlidir ruhu veli
Deme
kim bu mürdedir, bunda nice derman ola
Ruh
şimşiri Huda’dır ten gılaf olmuş ana
Dahi
âlâ kâr eder bir tığ kim üryan ola
“Allah’ım! İhtiyarlamaya başladım, saçım başım
ağardı. Ve ben, Rabbim, sana ettiğim dualarımda hiç bedbaht olmadım. Bana bir evlat nasip
kılmazsın.”
Diye Aişe Hanım ağlıyıp, bir gizli sesle Rabbine niyaz etmişti. Geceler uykudan
uyanırsa bir daha uyuyamaz, niyaz kapısında Hakk’a yüz tutardı. Kocası Kolağası
Abdulkadir Efendi durumun farkında olmasına rağmen sürekli ona;
“Aişe! Niye üzülürsün ki, sen ahlak yönünden yücelik üzeresin. Allah
Teâlâ seni muhakkak sevindirecektir.” O ise
“Efendim! Güzel efendim! Ana olmak duygusu içimi böyle çoşturuyor.”
Sözlerin bittiği tükendiği yer olur mu? Bitiyor. Çünkü kalbin
derinliklerini akıl nasıl sakin kılabilirdi. Evin büyük odalarını gezerken
yalnız ayağın tahtadan çıkarttığı gıcırtı insanı nasıl teskin edebilirdi ki,
Aişe Hanım sürekli yüreği yakan evlat sevgisini terk edemiyordu.
Birde sürekli duasını
“Allah Teâlâ’m evlat verirsen onu cami hizmetkârı yapacağım” diye bitirirken bir gizli anlaşmayı da
sürekli tekrar tekrar yapıyordu.
Kolağası Abdulkadir Efendi her zaman hanımına dua ederdi.
“Allah Teâlâm! Aişe’yi sevindir. Onun dualarını boşa çıkarma”
Günler, aylar birbirini o kadar hızlı takip etti ki, Allah Teâlâ
dualarını kabul etti. Ancak bir güz yeli aile üzerinden esmişti.
Aişe hanım eve bir akşam erken gelen Abdulkadir Efendinin halini hiç iyi
görmedi.
“Hayırdır, Efendim rahatsız mısın?”
“Evet”
“Allah Teâlâ büyüktür, senin için şifâ isteyelim.”
Ancak hastalık Kolağası Abdulkadir Efendiyi terk edecek gibi değildi.
Evlat hasreti ile yoğrulan Aişe Hanım bu defa kocasını mı kaybedecekti.
“Allah Teâlâm bana yardım et. Güç ve takat ver. İsyan
etmekten sana sığınırım.”
Kolağası Abdulkadir Efendi otuz üç yaşına gelmiş Aişe Hanımı yanına
çağırdı ve
“memnun be mesrur olarak hakkımı helâl ediyorum. Sakın ben öldükten sonra
nasbini kapalı tutma. Benden bir çocuğun olmadı. Nazlı yârim! Ben büyük
ihtimalle yarına çıkamayacağım. Biliyorum ki Allah Teâlâ sana cihanı aydınlatacak
bir evlat verir.”
“Aman Efendim! Allah Teâlâ ömrüne bereket
versin.” Diyen Aişe Hanımın içine ateş düştü. O bir yandan
gözyaşlarını dökerken evinin direği son nefeslerinde “Ben senden razı oldum.
Allah Teâlâ da seni sevindirsin” son kelâmı olmuştu.
Sarışeyh mahallesi Nalbantlarbaşı’nda 12
numaralı hanenin üzerine matem düştü. Çocuğu olmadığı için üzülen Aişe Hanım,
şimdi dul kalmıştı.
***
Bir veya iki sene geçmişti.
Aişe Hanımın arkadaş çevresi
çoktu. Paşa hanımları, memur kesimden mahkeme hâkimlerinin hanımları onu çok
severlerdi. Ziyaretine gitmedikleri günde yok gibiydi. Fakat onun bu yoğun ilgi
içerisinde bile yalnızlık halini bir türlü gideremiyordu. Sürekli içinde bir
sıkıntı vardı. Artık karar verdi. Dede vatanını ziyaret etmek istiyordu. Çünkü
arkadaşları Nilli Hatun dedikçe Mısır’ın ve Nil’in güzel havasını içinde duyuyordu.
Ancak İhramcızâde Mehmet Efendi farkında olduğu bu
durumun bu şekilde devam etmesine gönlü razı değildi. Aişe Hanıma
“Güzel kızım. Bu iş böyle devam etmez. Bizim Hüseyin ile
seni evlendirelim. Yaşı senden küçük ama kemal yönünden ailemiz içinde onun
gibisi yoktur. Duyduğum kadarıyla hacca da gitmek istiyormuşsun, hem de dini
açıdan mahremiyet sıkıntısı ortadan kalkar.”
Aişe Hanım sukut durdu. Bu şekilde Abdulkadir Efendinin kendisine
söylediği sözlerin gönülden söylendiğini anladı.
Evlilik hazırlıkları ve hac yolculuğu birbirine karışarak
bir telaş bütün İhramcızâdelerin sevinç kaynağı oldu. Hazırlandıkları sırada
bir paşa hanımı,
“Aişe Hanım hacca gittiğinde bir çocuk elbisesi yaptır.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin kabri şeriflerinin yanına koy ve Allah
Teâlâ’ya;
Yarabbi! Habibinin yüzü suyu hürmetine bana bir erkek
evlat ver, diye dua et. İnşallah, Rabb-ül Âlemin sana bir erkek evladı verir” dedi.
Aişe Hanım bir çocuk elbisesi yaptırdı.
Gemi ile Mısıra varıldı. Akrabalar ziyaret edildi. Önce
Ecdadının memleketi Medine’ye varıldı.
Ravzâ-i şerif ziyaret edildi. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
kabri saadetlerinin hizmetkârını bulup elbiseyi sanduka-ı şerifin ayakucuna
bıraktırıp ve
‘Ey Kerîmü-l Müteâl! Bu Habîbin hürmetine ver bana
ferzend bî-melâl”
“Ya Rabbi Habîbin
yüzü suyu hürmetine bana bir evlat ver ki, onu cami kölesi yapayım” diye niyazda bulundu.
Medine’de o gece kutlu çocuğun müjdesi Aişe Hanıma hemen
verildi.
Rüyasında
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin “Biz İsmail’i kendi toprağımızdan yoğurduk,
ekşitmedik ve sana da hediye ettik” müjdesini duyarak uyanmış, kalkmış iki rekât
Hacet namazı kılmıştı. Müjdeyi de Hüseyin Efendiye duyurmuş. Hac yolculuğu iki
tatlılıkla bir olmuş. Artık Aişe Hanımın bir daha hiç üzülmeyecekti. Çünkü gönüller
sultanı İsmail’i geliyordu. Hem de Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
müjdesi İsmail’i.
Mekke’ye gidildi. Aişe Hanım, Efendi Hazretlerine hamile kalmış
olarak tavaflar yapıldı. Hac görevlerinden olan Safâ ve Merve’yi say ederken
ilham olan aşağıdaki beyitleri çok tekrar ediyordu.
İsmail’im Âzam sensin
Gül yüzlü tazem sensin
Dört kitabın hakkı için
Gönlümde gezen sensin.
Hacı Aişe Hanımın Güzel İsmal’i ana karnında Hakk’ın
kapısına yüz tutup tavaf ediyor, arafata çıkıp Allah Teâlâ’ya niyazın sırlarına
kavuşuyordu. Tekrar Medine’ye ikinci bir ziyaret daha yapıldı. Ravza’ya
bırakılan çocuk elbiseleri alındı. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
emaneti artık Sivas diyarına doğru yola çıktı.
***
Sarışeyh Mahallesinde artık bütün insanlar çok mutluydu. Hacı Aişe
Hanımın oğlu dünyaya gelmişti. Adını Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
vermişti, İsmail. (01.07.1880)
Bu şekilde annesi kendi babasının adınıda koymuş olacaktı. Birde Hakk’ın
adamı olsun diye Hakkı ismini ilave ettiler. Çünkü adağı vardı, cami hademesi
olsun istiyordu.
Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin Ravzâ-i Pâkine teberrüken bir süre bırakılan çocuk elbisesi
daha sonra kendisine giydirildi.
***
İsmail Hakkı daha çocukken mahlûkatın dahi gözbebeği idi.
Hacı Aişe Hanım gözünden sakındığı İsmail Hakkı’ya abdestsiz süt vermedi.
Bir gün evlerinin önünde uzanmış bir yılan yüzünü
yalamaya başlamıştı.
Hacı Aişe Hanım
“Aman! İsmail’i yılan yiyor” dedi. Yılanı kovdu. Meğer
mahlûkat sevgisinden dolayı ziyarete gelmişti.
“Ah, İsmail’im, mazhariyetin büyük, unutuyorum. Sen
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin emanetisin, sana kim zarar verir ki.”
***
Hacı Aişe Hanımın dört sene sonra dünyaya gelen erkek
kardeşine de Ömer Sıtkı ismi verdi. Ağbeyinin can dostu ve yardımcısı olsun istiyordu.
***
Çocukluğu
Sarışeyh mahallesinde geçiren İhramcızâde İsmail Hakkı daha sonra babasının
adliye başkâtibi olduğu için Hafik’de yedi yaşına kadar bulunmuş ve sıbyan
mektebini burada okumuştu.
İhramcızâde Mehmet Efendi
asker olmasını istiyordu. Annesi ise cami hizmetkârı.
On yaşındayken Sivas’a
gelip Örtülüpınar mahallesine göç
ettiler ve Askeri Rüştiye’ye girdi.
Kazancılardaki Deli Fikri
Paşa Konağında İsmet (İnönü) ile beraber okudu. İsmail
Hakkı’yı herkes severdi.
İsmet (İnönü) ile sınıfın girişinde beraber otururdu. Zayıf
ve cılızdı. Onun numarası 32 ve İsmail Hakkı’nın ki, 34 dü. O zamandan İsmet siyasete soyunur,
öğrencileri başına toplar, masaya çıkar konuşma yapardı. İsmet’in başı ne zaman
sıkışsa İsmail Hakkı’dan yardım isterdi. İsmet şehrin yerlisi değildi. Bu
nedenle İsmail Hakkı’nın her zaman yardımına muhtaç oluyordu. İsmet, 1895 yılında okulu bitirince bir
yıl Sivas Mülkiye İdadisinde okuduktan sonra 1897 İstanbul’a gitti.
***
Hiçbir zaman onu üzmek istemezdi. Gençliğin verdiği yaramazlıklar
olursa da elinden geldiği kadar kendini korumaya çalışırdı.
Şehirde bazen Hacivat ve Karagöz oyunu getirilince evin
tavuklarını Hacı Aişe Hanımdan habersiz 3 kuruşa 5 kuruşa satar, giderdi.
Aslında
durumun farkında olan annesi ufak tefek bu kaçamaklara göz yumuyordu.
Bazen
İsmail Hakkı’nın harçlığı biterdi. Bu durumdan dolayı annesine dert yanardı. O
ise
“Oğlum İsmail, dünya için babanla kötü olma bir ihtiyacın olursa
benden iste; denizde kum bende para, sarı sarı liralar minderin altında” diyerek babanla sakın
kötü olma diyerek analığın koruyuculuğunu gösteriyordu.
***
İsmet’in İstanbul’a gitmesinden dolayı İsmail Hakkı’da
gidip okumak istiyordu. Bu nedenle İsmail Hakkı:
“Anne izin verirsen bende
İsmet gibi, İstanbula gitmek istiyorum.”
Hacı Aişe Hanım:
“Gül yüzlü İsmail’im, deden Mehmet Efendi Kars
Muhaberelerinde büyük yararlıklar gösterdi. Kolağası Abdülkadir Efendi asker
idi. Ancak benim senin için adağım var. Cami hademesi olmanı istiyordum.
Dedengile fazla bir şey diyemedim. Onlar artık Hakk’a yürüdü. Baban bu konuda
bir şey demez. Fakat artık sen yolunu Hakk’ın tarafına çevir. Senin
Mazhariyetin büyük. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin emanetisin. Sana abdestsiz süt vermedim gönlünü
hoş tut. Ben, senden ancak bunu isterim.”
***
İsmail Hakkı okuluna
giderken elbiselerini güzelce giyinir, bir gencin yakışıklığı üzerinde nasıl
olursa onda bunu görmek mümkün olurdu. Genç kızlar pencerelerin arkasından
“Güzel İsmail gidiyor” diyerek hayran hayran
bakarlardı.
Bir kız onu çok sevdi,
fakat nede çok sevmişti ki, İsmail Hakkı’da onun bu sevgisini kendinde buldu.
Bu aşk bir zaman sürdü. Artık bu iş aşikâr olunca Hacı Aişe Hanım bu durum üzerine
kızı istediler. Fakat kızın annesi bu evliliğe razı olmayınca kız derdini
kimseye anlatamamış, bu nedenle verem olmuştu. İsmail Hakkı’da bu acıyı
sinesinde o kadar duydu ki gizli gizli sigara dahi içiyordu. Sanki sigara onun
iç yangının dışa vuruntusu oluyordu. İsmail Hakkı bazen ah çekip
“Allahım bu aşk acısı ne
zor bir şeymiş.” “Sevdiğimi bana vermediler.” Derdi. Sevgilisi
vefat edince İsmail Hakkı uzun bir süre kendini toplayamadı. Fakat Hacı Aişe
Hanım
“Oğlum sevmek güzeldir,
fakat senin mazhariyetin büyük bu hal üzere kendini meşgul kılma” diyerek bu sıkıntılı
dönemin geçmesine yardımcı oldu.
***
İsmail Hakkı arkadaş
sohbetlerinden çok geç saatte eve dönerdi. Geldiğinde de annesini uyur bulunca
muhabbet ve hürmet o ya, ayaklarının altını öpünce ve o anda annesi uyanır, ve
“Güzel oğlum, dağ taş
evladın olsun”. Derdi.
***
Annesinin sözünü dinleyip
medrese eğitimi için Şifâiye medresesine devam ederek manevi
hayatın temellerini attı. Annesinin manevi tarafa yönelmesini istemesi
nedeniyle Sivas’ta bulunan Rifâi Tariki büyüklerinden Arab Şeyh
ismi ile bilinen Seyyid Abdullah Haşim kuddise sırruhu’l-azîz Efendi dergâhının
sesli zikirlerinin müdavimi oldu. Beş yıl kadar sürececek beraberliğin
temelleri atıldı.
Bu ara sesli zikir
esnasında ilahi söylemek adet olduğundan Niyazi Mısrî Divanıyla uzun yılllar
sürecek bir arkadaşlığı başladı. Öyleki koynundan çıkarmadığı bir sevgili
olmuştu. Sıkıntıları ve soruları olduğu zaman her an divanın yardımını yanında
buluyordu.
***
Bendeki tarîkat ahvali
etrafımdakiler tarafından âyan olunca, yaşlı akrabaları onu sever ve meşgul
olurlardı.
“Bu çocuğun başına bir iş
gelecek” diye söylenirler ve
“İsmail sen daha
gençsin, zamanımız nazik, bırak şu
tarîkat işlerini” dediler. İsmail
Hakkı onlara;
“Siz yiyip içmeyi
bıraksanıza” derdi. Onlar
“Yiyip içmek bizim gıdamız” dediler. O da;
“Bu da bizim gıdamız, bu işi böyle bilip, böyle inanmayan yola gidemez, kuştan korkan darı ekmezmiş” dedi.
İlk mürşidi olan Abdullah Haşim El-Mekki Er-Rifâî kuddise
sırruhu’l-aziz (Arab Şeyh) in “Evlâdım, senin nasibin bizden değil!”
diyerek bir nevi izin vererek arayış içinde olmasını tavsiye buyurdu. Çünkü
gelecekte Arab Şeyh’i büyük sıkıntılar bekliyordu.
***
Babası Hacı Hüseyin Efendi adliyede zabıt kâtip olduğu
için oğlu İsmail Hakkı için mülazimeten (stajyer) memur
olarak görev almasını sağladı. Ancak annesi Hacı Aişe Hanım bu durumdan sitem
ederek
“Mazhariyetin büyük, ben sana cami hademesi ol
dedim, sen memurluk yapıyorsun; adam olmadın oğlum”
gözyaşları ile söylerdi.
İsmail
Hakkı bu konuda fazla ısrarcı olmasa da kendisi için bir kazanç kapısının
açılmasına sevindi. Bu arada Abdullah Efendinin kızı İmmihan Hanımla
evlendi. İlk çocuğu 1901 Halis Turgut doğdu.
Ancak İsmail Hakkı Efendi
hayatın içine atılmış Osmanlının yıkılma dönemlerindeki sıkıntılı hayatın
çözümleri için çareler üretmek istiyordu.
***
Hacı
Aişe Hanım Tokat’ta Hacı Mustafa Hâki Hazretlerinin ziyaretine gitmişti. Evladı
İsmail Hakkı hakkında önce dünyaya gelişini Ravza-i Pâkiden Harem-i Şerif
hediyesi olduğunu söyledi. Efendi
hazretlerinde ona bir aşk düştü. Gönülden onu sevdi. Gönülden gönüle yol var
derler. İsmail Hakkı’da bu sevgiyi duydu ki arkadaşları bir gün Tokat’ta bir
şeyhin rivayetleri ile sürekli meşgul olunca gönlüne Şeyhin sevdası düştü
Bir gün arkadaşları
“Tokatta bir şeyh var onun
yanına gidiyoruz” dediklerinde O’da
onlarla gitmeye karar verdi.
***
Tokat’a atlar üzerinde arkadaşları ile gittiler. Mola
verdiklerinde arkadaşları bu türküyü hemen dile alıyorlardı.
Tokat
yolu kaldırım
Düştüm
beni kaldırın
Sevdiğimin
uğruna
Vurun
beni öldürün
Gidiyom
elinizden
Kurtulam
dilinizden
Yeşilbaş
ördek olsam
Su
içmem gölünüzden
Aslan
yârim kız senin adın Hediye
Ben
dolandım sende dolan gel beriye
Fistan
aldım endazesi on yediye
Az
mı geldi gönderdiğim hediye
Tokat
bir dağ içinde
Gülü
bardağ içinde
Tokat'tan
yar sevenin
Yüreği
yağ içinde.
***
Ziyaretten önce Peşkircioğlu Nuri Efendiyi gördü. İsmail
Hakkı’nın ziyaret maksadını anlayınca Seyyid Hacı Mustafa Hâki kuddise sırruhu’l
aziz Hazretlerini çok övdü.
“Benim Efendim….” Diye başlıyan bütün sözleri
ile artık gönüldeki yangın artmıştı. Namaz vaktini bekliyorlardı. Çünkü Efendi
hazretleri gelecekti. Ali Paşa Camii’nde cemaate namaz kıldıran Mustafa Hâki
Hazretlerinde her nasılsa sehvi secde hali zuhur etti. Namazdan çıkıp dışarıda
bekledikleri sırada kendisinden daha evvel bu yola intisap etmiş bulunan
Peşkircioğlu Nuri Efendi;
“Şeyhim hiç böyle bir şey yapmazdı”
“Şeyhimde hiç böyle bir hal omazdı”
diye söyleniyor ve övdüğü Efendisini düşünüyordu. İsmail Hakkı, caminin iç kapısından
çıkmakta olan Mustafa Hâki Efendi Hazretlerinin göğsünün üzerinde LÂİLAHE
İLLÂ’LLÂH yazılı olduğunu gördü
“Nuri Efendi! Sen benim gördüğümü görsen hiç bir şey
söylemezsin” dedi.
İhvan gurubu efendilerin peşinden yürüyerek şeyhin
dergâhına gittiler.
***
Seyyid Mustafa Hâkî kuddise sırruhu’l-azîz Efendi, ihvanı
ile sohbet ederken huzura gelen İsmail Hakkı’ya;
“Oğlum! Nerelisin?”
“Sivaslıyım..”
….
“Sen, Hacı Aişe Hanım’ın oğlu musun?” Diye sorduklarında;
“Evet, Efendim!” Diye cevap verdi.
İsmail Hakkı tarif edilemez bir heyecana düştü.
Kendini kaybetti. O anda kendisinin Mustafa Hâkî kuddise
sırruhu’l-azîz Efendinin hâli kapladı.
Bir an ki bir ömre bedel
gibi uzadı uzadı ki kısa zaman içinde alınacak alındı verilecek verildi. İsmail
Hakkı huzurdan çıktıktan sonra Mustafa Hâki kuddise sırruhu’l aziz Hazretleri
ihvana dönüp,
“İşte şu kapıya yakın yere
oturup giden genci gördünüz mü? O, bizde ne varsa hepsini aldı götürdü” dedi.
Daha sonra Peşkircioğlu
Nuri Efendi İsmail Hakkı’ya bu müjdeyi O’na iletti.
Olan, olmuş, kâinata can ve
nur olacak hayatın kutsal doğumu gerçekleşmiştir. Orada Seyyid Mustafa Hâkî
Efendi ile tanışmış ve terbiyesine girmiştir.
***
İmmihan Hanımdan Hayriye
Hanım 14.07.1907 doğdu.
***
İsmail
Hakkı Sivas adliyesinde stajyer memur
olarak çalışırken 1908 yıllarında Tokat’ta Duyûn-u Umûmiye de Müskirat
Memurluğunda görev yaptı.
İlk
bu göreve başladığında Mürşidi Mustafa Hâkî kuddise sırruhu Efendi ona:
“İsmail Efendi, memur
olduğun yerdeki müskiratın tadına da bakıyor musun?” diye sordu. Sonra;
“Gardaşım! İçkinin katresi
haramdır. Fakat çoluk çocuğun nafakası için çalışırsanız, Allah Azimüşşânın
affedeceği umulur.”
“Fakat sen paranı yinede
değiş tokuş yap.”
Bu nedenle İsmail Efendi
başkasından borç alırdı. Aylığını borcuna karşılık verip parayı değiştirirdi.
***
İsmail Hakkı Efendi çocukluğunda normal
olan bazı harika haller ders alındıktan sonra arttığı için rahatsız olmaya
başlamıştı. Öyle bir hal aldı ki, artık rahatta edemiyordu. Tuvalete dahi giderken zikir halinden ar
etmeye başladı.
Mürşidi Mustafa Hâkî kuddise sırruhu Efendiyi ziyaretinde
kendini meşgul eden şeyleri halen arzedebilirdi. Ancak annesi bu durumu
bildiğinden Şeyh Mustafa Hâki kuddise sırruhu’l-azîze ziyaretlerinde anlattı.
İşte bu minval üzere bir gün arkadaşlar ile ziyarete gittiler.
İsmail Hakkı Efendi arkadaşlar ile şeyhin elini
öptüler. Ancak o şeyhinin göğsünde Lâ
İlâhe İlla’llâh yazılı olduğunu görüyordu.
Zannediyordu ki, herkes bu yazıyı görüyor. Sonra anladı ki arkadaşları
görmemişler. Şeyhi halinden İsmail Hakkı’nın durumunu anlayarak
“Kendi başına biten bir ağacın
meyvesi olmaz. Allah Teâlâ’nın âdetinde bir şeyi sebebe bağlamak lazımdır.
Nasıl ki, ana ve baba olmadan çocuk dünyaya gelmiyorsa, bir Mürşidi kâmil
terbiyesine girmeden olan doğuşta sakatlıklar olur.”
“Büyüklerin
vazifesi ihvanlardaki sıkıntı veren bu halleri almaktır. Allah Teâlâ’nın izni
ile bu halide alırlar” dedi.
O hal birden kayboldu.
İsmail Hakkı Efendide zikrin sırlanma hali sürekli olup
zikrin sesini duymazsam diye içine bir korkuda gelmedi de değil. Fakat baktı ki
bu hal ortama göre değişiyor ve tuvalette ise artık rahattı. Bu aslında ona
büyükler olmadan bu yolda yalnız gidilemeyeceğini göstermek içindi.
***
Hergün yeni bir hikmet öğrenen
İsmail Hakkı, Efendimin güzel sözlerini yazayım unutulmasın diye düşündü. Bir
şeylerde yazıya dökmüştü. Defterini de sürekli yanında taşıyordu. Bir gün şeyhi
Hâki Efendi durumun farkına vardı, deterini istedi ve baktı, dedi ki;
“Yazdığın da
okunurmuş, lakin sen kitap yazma” dedi. İsmail Hakkı Efendi bu
olaydan sonra ne zaman aklına bu türlü niyet gelirse önüne Elif Harfi gelirdi.
***
1908 yılında İkinci
Meşrutiyetin ilanında Mustafa Hâki kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri, Tokat
mebusu olarak İstanbul’a gitti.
Tokat
mebusu olarak İstanbul’a giden Mustafa Hâkî kuddise sırruhu’l aziz Efendiden
sonra, Sivas Duyûn-u Umumiye’ye görev değişikliği yaptı.
***
31 Mart 1325 (13 Nisan
1909) vakası ile Hareket Ordusu İstanbul’a girmiş ve II. Abdulhamid Hanı 33 yıl
padişahlık yaptıktan sonra 27 Nisan 1909 da tahtan indirmişlerdi. Divan-ı
Harb-i Örfi (Sıkıyönetim Mahkemeleri) kararları neticesinde birçok kişiye idam,
sürgün vb. cezalar verildi.
Abdullah
Haşimî el Mekki Hazretleri 24 Kanunisâni 1324 / Cumartesi / 6 Şubat
1909’da kurulduğu ilan edilen İttihad-ı
Muhammedi Cemiyeti’ne girdiğinden 31 Mart vakasından sonra ki,
yargılamalar neticesinde cemiyet azalarına ağır cezalar verilince Abdullah
Haşimî El Mekki’ye Sivas’tan Mekke-i Mükerreme’ye müebbeden nefyine (sürgün) karar
verildi.
16 Ağustos
1909 Mekke-i Mükerreme’ye
sürgün edilen Sivas’ta Rifai dergâhı şeyhi Abdullah Haşimi kuddise
sırruhu’l-azîz ve ailesi maddî sıkıntıya düşmüştü. Vefakâr eşi Halime Hanım
tekkenin ve hizmetin devamı için bütün gayretlerini gösterip ocağı söndürmedi.
***
İhramcızâde
İsmail Hakkı Efendinin 1909 yılında İmmihan Hanımdan oğlu Mehmet Sabit Kemal
doğdu.
***
1909 da Seyyid Hacı Mustafa
Hâkî Efendi İttihatçılar ve gayri müslimlerin oyları ile meclis azalığı
düşürülmüş ve İstanbul’da mecburi ikamete tabi tutularak kendisine Çarşamba semtindeki
Cebecibaşı mahallesindeki Mevlana Mustafa İsmet Garibu’llah Efendi konağı
dergâh olarak verilmişti. Bu nedenle Ali Haydar kaddese’llâhü
sırrahu’l azîz Efendi ile kırgınlık yaşanmaya başladı.
***
Mustafa Hâki Hazretlerini ziyaretine giden Hacı Mustafa
Tâki Efendiye
“Sivas’ta ne var ne yok,
İhramcıoğlu İsmail Efendi ne yapıyor” dedikten sonra,
“Canım İsmail iyidir” dedi. Bunun üzerine Hacı
Mustafa Tâki Efendi, Sivas’a döndüklerinde İsmail Hakkı Efendiye Hazretlerine
gelip dediki.
“İsmail Efendi gözün aydın, Efendi Hazretleri
senin için İsmail iyidir” diye buyurdular. Hacı Mustafa Tâki
Efendi ilâveten
“Onların iyi dediklerine
Allah’ü Azimüşşan da iyi der.” Dedi.
***
1912 yılında Hacı Hüseyin
Efendi Hakk’a yürüdü. 1913
Hacı Aişe Hanım Hakk’a yürüdü.
Anne ve babasının peşpeşe
Hakk’a yürümesi onu yalnızlığa düşürdü. Devletin durumununda iyi olamaması
durumu daha ağırlaştırıyordu.
***
01.03.1914 yılında İmmihan
hanımdan Mevlüde vefa doğdu.
***
Birinci Dünya Savaşı
başlamadan Sivas’ta bir zelzele oldu. Bu zelzelede, Çifte minare ve Ulu Camii
çok hasar gördü, minarelerin külahları aşağıya düştü. Halk bu olayı hayra
yormadı. Memlekette büyük bir felaketin olacağını söyleyenler oldu ve savaş
çıktı.
***
I. Dünya savaşı ilan edilince
asker altına alındı.
Askerliğini görevi icabı kol komutanı olarak
emrindekilerle birlikte Suşehri’ne cephane taşımak ve Ordu, Koyulhisar, Suşehri
arasında postacılık ve erzak nakli yapmaları suretiyle vatanî görevini yerine
getirdi. Bu sebepten bulunduğu yörede Emanetçi
Baba diye anıldı.
***
Mustafa Hâkî kuddise sırruhu’l aziz Efendi’nin tekkeye
yerleşmesinin ardından biraz maddi sıkıntı içine düşmüştü. İsmail Hakkı içinde
şeyhine hediye göndermek niyeti hâsıl olmuştu. Bu niyetle posta ile dokuz altın
gönderdi.
Meğer Mustafa Hâkî birinin
dokuz altın borcuna kefil olmuş, o an için parası olmadığından sıkıntıya
düşmüştü. Kefalet parası için dokuz altın istendiği an İhramcızâde İsmail Hakkı
Efendinin gönderdiği dokuz altının havalesi eline geçince, bu halden gayet
memnun ve mesrur oldular.
O gün İsmail Hakkı mana
âleminde şeyhinin iki elini kaldırmış ve bir parmağının kapalı olduğunu gördü.
Anladı ki; emanet yerini buldu ve kabul edildiğini anladı. Ancak bu hal İsmail
Hakkı’da ziyaret aşkını çoşturdu.
Şeyhini ziyarete gidecek mali
durumu da yoktu. Şeyhinin muhabbetine
ayrılık ve hasret de eklenince İstanbul’a gidebilmek için işyerinden izin
isteğinde bulundu.
“Biz kalb hastasıyız. İzin verilmesini rica
ediyoruz” diye
bir dilekçe yazdı. Bu ilk dilekçe cevapsız kaldı.
“Kalb hastalığımız şiddetlendi,
acilen dilekçemin sıraya konulması” diye ikinci bir dilekçe daha yazdı ve ardından
izin hakkı çıktı.
İzin
aldıktan sonra yol parası için 12 lira gerekiyordu. Maaşı üç altın idi. Annesinden hatıra kalan altınları beş liraya
bozdurdu. Üç lira da borç alıp yol
hazırlığı yaptı.
Peşkircizade Nuri Efendiyede ziyarete giderken
beraber gidelim diye teklif etti. Nuri Efendi de mazeret beyan ederek gelmedi.
İzinde aniden çıkınca işyerinde tahsildarlıkla ilgilendiği
için kasadaki para için icmal yapmaya zamanı dahi yoktu. Sevgisinin çoşkunluğu
aklın engellerini dahi tanımadı. Yanındaki arkadaşın elide eğri hırsız biri
idi. O zaman savaş zamanı olduğundan bir
lira için bir adam asılıyordu. Parayı sayıp teslim etmek dahi mümkün olmadı.
Arkadaşına;
“Ben Şeyhimi ziyarete
gidiyorum. Senin vicdanına bırakıyorum” dedi.
Bende gidiyorum diyenlerle dokuz arkadaş oldular.
İstanbul’a
gitmek için Samsun’dan gemiye binmek gerekiyor, zamanda kış olunca vasıta bulmak zorlaşıyordu.
Sivas’tan Samsun’a kadar yayan
yürüdüler. Samsuna geldiler. Aksilik ya gemide yer yoktu. Yalvarıp yakarıp
kaptanın gönlünü yapıp hayvanlar bölümünde yolculuk yapmak için izin
alabildiler.
Vapura bindiler. Vapur
lebaleb (çok kalabalık) dolu oturacak bir yeri ancak kademhaneler (tuvalet)
yanında buldular. Ve orada İstanbul’a geldiler. Şeyhimi ziyarete gidiyorum diye oranın husumeti (kötü kokusu) İsmail
Hakkı’ya misk-ü amber gibi gelmişti.
Şeyh sevgisi ve nişanı olan bu yolculuk İsmail
Hakkı için hayatının belki en güzel vakıası olacaktı.
Mustafa Hâki kuddise
sırruhu’l-azîz Hazretleri İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı’ya
“Oğul, bu iş bizimle bitecekti sen bunu bizden aldın”dedi.
Bu yolculuktan sonra bir
daha Mustafa Hâki Efendiyi ziyarete gitmek mümkün olmayacaktı.
Sonra
“Oğlum İsmail
kadın ve erkek ihvanlarımıza selam götür” dedi. İsmail Hakkı Efendi biraz duraladı. Çünkü kadın ihvan yok denecek
kadar azdı. Sonra düşündü ki büyükler
çekirdeğe baktıkları zaman, çekirdekten
yetişecek ağacın meyvesini görebileceklerini idrak etti.
***
14 Nisan 1912'de çıkan umûmî afla Seyyid Abdullah Haşimî el Mekki kaddese’llâhü
sırrahu’l azîz Sivas’a döndü. 24 Aralık 1913
tarihinde tekkeyi vakıflaştırarak ve dergâhın şeyhliğine büyük oğlu Seyyid
Mehmed Ragıb’ı getirdi.
Milli Mücadele döneminde,
Sivas’ta yapılan 4 Eylül Sivas Kongresine Sivas temsilcisi olarak katılmış,
Mustafa Kemal Paşa’ya destek vermiş, kendisini Sivas’ta bulunduğu müddetçe
dergâhında misafir etmiş ve Paşa’yı suikastten kurtarmışlardı.
Mustafa Kemal Sivas’ta
içinde bir sıkıntı olunca dergâha tebdîli kıyafetle gizlice gelir, Abdullah
Haşimî el Mekki kaddese’llâhü sırrahu’l azîzden bu işi başarıp
başaramayacaklarını sorar ve her seferinde
“Oğul, Allah Teâlâ sana
yardım edecek, korkma” telkinleri ile
yurdun kurtuluşu için tavsiyelerini dinlerdi.
Sivas
Kongresi boyunca delegelerin yemek ihtiyacına büyük miktarda katkı ve eşyalar Abdullah
Hâşimî el Mekkî kaddese’llâhü sırrahu’l
azîz dergâhından karşılanmıştı.
***
Abdullah
Haşimî el Mekki Hazretleri Sivas Kongre Binası önünde Mustafa Kemal ile
fotoğraf çektirdiler. Bu şekilde aralarındaki dostluğun işareti için gelecekte
Mustafa Kemal’in nasıl insan olduğunu insanlara anlatmak istemişti.
***
Memlekete düşman girmiş ve
kurtuluş için Milli Mücadelenin temelleri atılmaya başlamıştı. Sivas halkı
Milli Mücadelede Mustafa Kemalin yanında yer aldı. Ulu Camii de 12 Eylül 1919
günü Kongre salonunda halka açık bir toplantı yapıldıktan sonra Sivaslılar tam
kadro ile aynı gün Ulu Camii’nde toplantı yapmışlardı. Sivaslılar Mustafa Kemal Paşa’nın heyecanlı
konuşmalarını can kulağı ile dinlemişti.
Mustafa Kemal Paşa,
arkadaşları ve Temsil Kurulu üyeleri 108 gün kalarak Sivas’ta çalışmalarını
yürüttüler.
***
Tokatlı Seyyid Mustafa Hâki Efendi dünyadan
göçeceğini anlayınca oğlu Bahâeddîn Efendi ile teberrüken tesbihini, takkesini,
maşlahını ve benzeri hediyelerini Sivas’ta bulunan İhramcızâde İsmail Hakkı
Efendi’ye götürmesini istedi.
***
Sıkıntılı günler devam
ederken Mustafa Hâki Efendiyi tekke için Ali Haydar Efendi zor durumda bıraktı.
Ali Haydar Efendi zamanın Şeyhülislâmı Esa’d Efendiye sürekli “Efendim, benim
hakkım ne olacak” derdi. O da
“eğer Mustafa Hâki Efendi
memlekete giderse fesat durum çıkacak, bir zaman sabret” dedi.
Ali Haydar Efendinin
arkadaşı Albay Kenan Bey tekkenin Ali Haydar Efendi devrine çok uğraştı.
Mustafa Hâki Efendi ise,
“Benim
ölüm çıkar, dirim çıkmaz” derdi.
Sonunda Albay Kenan Bey
ferman ile ‘13 Kasım 1919 Ser-katib-i Hazreti Şehriyari Ali Fuad’a cevabi
meşihat cevabı ile’ mazbataların hazırlanmasını almış ve Mustafa Hâki Efendiye
götürmek için hazırlanmıştı.
Fakat gazeteler Mustafa
Hâki Efendinin Hakk’a yürüdüğü haberini yazıyordu. Mustafa Hâki Efendinin, “Benim ölüm çıkar, dirim çıkmaz” sözü tecelli
etmişti.
Bu olay için Ali Haydar
Efendi ve arkadaşları gasbetti diye Mustafa Hâki Efendiye serzenişte
bulunuyorlardı. Ancak tekke el değiştirmesine rağmen oturmak mümkün olmadı.
Çünkü Küçük Mustafa Paşa ile Fevzi Paşa Mahalleleri arasında büyük bir yangın
çıkmıştı. Tekke yandı. Ali Haydar Efendinin ve ihvanın birçoğunun evi de
yanmıştı.
***
Mustafa Hâki kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri (m.1856 / h.y.t: m.15
Ocak Perşembe 1920) de Hakk’a yürüdü.
Kabr-i saadetleri
Fatih Camii haziresindedir.
***
Mustafa Hâki Efendinin Hakk’a yürüdüğü haberi Sivas’ta
bulunan bütün ihvanı ziyadesiyle üzmüş bütün ihvan günlerce toplanıp Kur’an
okumuşlar, hatim indirmişler ve Mustafa Hâki kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri
için ilahiler söylediler.
***
Peşkircioğlu Nuri Efendi’nin de bulunduğu bir sohbette,
bir arkadaş Kerem’in şu türküsünü söyledi.
Karadır kaşların eğmeli
değil
El ele kol kola değmeli değil
Fırsat elde iken sarmadık yâri
Beni öldürmeli döğmeli değil
Benim yârim incelerden pek ince
Yâdlara sardırmam ben ölmeyince
Azrail gelmiş de canım almaya
Ben vermem canımı yar gelmeyince
Bacadan aşıyor ayvanın dalı
Yüzüme dokundu yazmanın alı
Güzel nedeceksin bu kadar malı
İşte görünüyor dünyanın halı
Nuri Efendi hem ağladı ve hem de,
“İsmail Efendi senin bana İstanbul’a ziyarete gidelim
dediğin zaman vaktim de vardı, param da vardı. Zamanın kıymetini bilemedim.
Gitmedim çok pişmanım. Siz o fırsatı ve zamanı kullandınız ve kazandınız” dedi.
***
İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi
kırk yaşındadır.
Bir gece İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendi Hazretleri
evdekilere;
“Toplanın ve hazırlıklı olun bir misafirimiz gelmek
üzeredir” dedi. Gece yarısını müteakip kapının çalındığı ve gelen ise
Mustafa Hâki kuddise sırruhu’l-azîz Hazretlerinin mahdumu Bahâeddîn Efendi olduğu görüldü.
Etrafa verilen
haber üzerine bütün ihvan İsmail Hakkı Efendi Hazretlerinin evinde toplandı.
Görüşme ağlayıp sızlaşma ve konuşmalar olurken Bahâeddîn kuddise sırruhu’l-azîz Efendi;
“Biz buraya bir
vazifenin ifası için geldik. Durun evvela şu vazifemizi ifa edelim” dedikten
sonra,
“Efendi Babam irtihalinden üç gün önce oğlum Bahâeddîn bize yolculuk göründü.
Bizden sonra ihvanı kiramı idare etme yetkisi Sivas’taki İhramcıoğlu İsmail
Efendi’ye verildi. Şu cübbemi, sarığımı ve tesbihimi kendisine teberrüken götür
ve vazifenin kendisine verildiğini tebliğ et, buyurdular. İşte bende bugün bu
vazifeyi tebliğ için geldim” dedi.
***
İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi ise, henüz Tokatlı Pir
Mustafa Hâki kuddise sırruhu’l-azîz Efendi’nin Hakk’a yürümesi Sivas’ta duyulmadan
Ali Ağa Camiinde dersiyle meşgulken manevi işaret gördü.
Bu manevi işarette İsmail
Efendi gördü ki, Tokatlı Pîr Efendimiz bir tarafta, Sivaslı Mustafa Tâki Efendi
de bir tarafta oturuyorlardı. Pir Efendi yerinden kalkarak, Mustafa Tâki Efendinin
yanına geldi, bir süre sonra da kayboldu. Gördü ki, Tâki Efendinin siması,
Pirin mübarek yüzüne dönmüştü. Bu görülen işaret ile Tâki Efendiye biat etmesi
ve eksik dersini ikmâl eylemesi gerekli olduğunu anladı.
İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi, Mustafa Tâki
Hazretlerini işaret ederek,
“Canım Hacı Mustafa Efendi yaşça bizden büyük ve
tarîkatta da bizden eski ve ayrıca da sülûk görmemiş olmam hasebi ile bu
vazifeyi onun yapması gerekir” dedi.
Oradaki ihvanlar
da, “İsmail Efendi bu vazife sana verilmiş. Vazifeyi ifadan kaçamazsın”
demişlerdir. İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi fikrinde ısrar etti.
Yapılan uzun müzakerelerden sonra kabul ettiği takdirde
bu vazifeyi vekâleten yürütmesi için Mustafa Tâki Hazretlerine teklif
yapılmasını ister. Sabah namazı vakti yaklaştığı için topluca Mustafa Tâki
Hazretlerinin evine gidilerek, alınan karar kendisine bildirilir. Onun da kabulü
sonucu bütün ihvanlar gibi İhramcızâde İsmail Hakkı Efendide Mustafa Tâki
Hazretlerine biat ederek hizmetlerine devam edildi.
***
İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi bir ihvan olmasına rağmen
etrafındaki insanların meseleleri ile yakından ilgilenirdi. Birgün Ulu cami’de
bir sabah namazı sonrası İsmail Efendi, arkadaşlarına dedi ki,
“Dağılmayın, Osman Efendi emaneti teslim etmek üzere...
Oraya gitmemiz lazım” Namaz sonrası, Osman Efendi’nin evine giderler ve Osman
Efendi ruhunu testim eder. Defin sonrası taziye için geldiklerinde, annesi altı
aylık bir bebek olan Ahmet Turan Türkmenoğlu’nu kucağına almış ağlamaktadır.
“Niye ağlıyorsun gelin hanım” der, İsmail Efendi..
Annesi
“Ne yapayım, artık, altı aylık çocukla...” deyince, , İsmail Hakkı
Efendi küçük Ahmet Turan’ı kucağın alır,
“O artık bizim emanetimizdir, merak etme” dedi.
***
İhramcızâde İsmail Hakkı
Efendinin beş yıl kadar bağlanıp hizmet ettiği ilk şeyhi Abdullah Haşimî kuddise sırruhu’l-azîzi 13
Kasım 1922 tarihinde 92 yaşında Hakka yürüdü.
Mustafa Kemal Abdullah Haşimî el
Mekki için bir başsağlığı telgrafı ile cenaze için yüz lira
para gönderdi. Satın alıp Rifâi Tekkesi olarak vakfettiği konağının alt
katındaki bir odada ebedi istirahatına çekildi.
***
1923 Mustafa Kemal Türkiye
Cumhuriyetini kurdu.
***
İhramcızâde İsmail Hakkı
Efendi 1923 Börkçü Ömer Oğulları’ndan Zeynep Hanımla ikinci evliliğini yaptı.
***
Bir kış günü şeyhi Mustafa Tâki Efendinin bir emri veya
hizmeti olur diye kapısında oturup beklerken, tanıyan birisi yoldan geçerken
onun üzerine bir karış kar yağmış olduğunu gördü. Ertesi gün eşi Hacı Zeynep
Hanım’ın babasına gidip,
“Yahu Hacı Hasan Efendi! Bu senin damadın deli midir,
mecnun mudur, nedir? Gece yarısı Hacı Mustafa Efendi’nin kapısına oturmuş, üzerine
de bir karış kar yağmıştı”
Şeyhi olarak yerine gelmesini istediği kişinin kapısında
yokluk şerbetini içebiliyordu.
***
Bu arada Mustafa Tâki efendinin kontrolünde Sivas
Ürdünlünün Konağında 23 kişi ile beraber 21 günlük seyri sülûk dersini ikmal
ettiler.
***
Bu arada Şeyh Said ayaklanmaya karar
verdiği sırada Bediuzzaman Van'da Erek Dağında inzivaya çekilmişti. Şeyh Said
ise çevredeki nüfuzlu kişilere adamları ile haber yollayıp kendisi ile birlikte
hareket etmelerini istemişti. Eski ilmi hayatı ve âlimliğini bildiği için
Bediuzzaman'a da haber göndermişti. Fakat aldığı cevap çok anlamlı ve uyarıcı
idi,
“Altıyüz sene İslamiyetin bayraktarlığını yapmış bu milletin torunlarına
kılıç çekilmez. Halk irşad edilmelidir.”
deyip derhal bu fikrinden vazgeçmesi için haber gönderdi. Ne yazıkki
Şeyh Said buna kulak asmadı 13–14 Şubat 1925 te isyan etti. Zamanın hükümeti olayla en küçük ilgisi
olanları dahi mahkeme edip ceza verdi.
Ortalık iyice karıştı. Tekkeler artık feyz yerine
korkuların kol gezdiği yer olmuştu.
***
Mustafa Takî kuddise sırruhu’l-azize
kendinden sonraki halife sürekli sorulunca derdi ki;
“İhramcızâde Hacı İsmail
Efendi Allah’ın halifesidir. Bizim halife tayin etme salahiyetimiz yoktur.”
İsmail Hakkı Efendinin Sülük Şeyhi Mustafa Tâki Doğruyol
kuddise sırruhu’l-azîz (m.18 Ağustos 1925) Hakk’a yürüdü.
***
30.11.1341/1925’de kabul
edilen 677 sayılı “tekke ve zaviyelerle türbelerin kapatılması ve
türbedarlıklarla birtakım unvanların men ve ilgasına dair kanun” ve yeni
devletin laik olduğunun anayasaya konulunca tarikat faailiyetleri artık
sinelerde yaşanılması istendi. Çünkü insanlar hakkı batıla karıştırıyorlardı.
Mesela İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi hakkında dört yıl önceki olaylaylar
unutulmuş, insanlar vesveli rüyalarının peşine düşmüştü. Bu durumlar bir bütün
şeklinde bütün ehli tarik için geçerli idi.
Şeyh öldümü, herkes bir parça kapmanın veya gönlünün
yaverini kabul etmek için gayret gösteriyordu. Bazıları bu işe Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemi dahi alet ediyorlar, uyduruk rüyalar ve rivayetler ortalığa
salıyorlardı. Bu işten ençok zarar görenler edeb sahipleri olduğu görülüyordu.
Gizli gizli fısıltıların karşısında ezilen ezileneydi. Bunlardan kurtulmak ve
sıyrılmak ise çok zor işlerdendi. Ancak İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi bu
dönemi çok çabuk atlattı. Hacı Mustafa Hakî ile geçen olaylar canlılığını
kaybetmemişti.
Ancak devletin kanun ile
tekke faaliyetlerini yasaklaması ayrı bir sıkıntı idi. Bu nedenle İhramcızâde
İsmail Hakkı Efendinin şeyhlik yapmanın zorluğunu her şekilde hissetti.
Arkadaşları durumu gelip
sorduklarında İhramcızâde İsmail Hakkı Efendiye;
“Efendi siz şeyhsiniz. Tekke ve zaviyeler kapatılıyor,
siz irşat faaliyetlerinize devam edecek misiniz?” O ise
“Evet, gök kubbenin altı bizim tekkemiz. Ay, güneş ve
yıldızlar tekkemizin kandilleridir.” Diyerek teselli verip
vazifeyi ifa edeceklerini haber verdi.
Nakşi
usulünde bu iş kolaydı. Fakat Rifâilerde durum böylede olmadı. Abdullah Haşimî
el Mekki kaddese’llâhü sırrahu’l azîz Hakk’a yürüyünce oğlu
Mehmet Ragıp Efendiye icazet verdiysede Rifâi yolu cehri olduğundan hiçbir şekilde
toparlanamadılar. Neticede yolları sırlandı.
***
Mustafa Tâki Efendi Hakk’a yürüyünce fiilen irşad
makamında, İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı kuddise sırruhu’l-azîz vazifeye
başlamıştır.
İhvanlardan Hacı Hasan (Akyol) Efendide ilk intisap edenleden
oluşundan O’na “Hacı Hasan’dan daha yaşlı ihvanımız yoktur, sıddığımızdır.
Biz ondan razıyız O da bizden razıdır.” Buyururdu. Yine Sivaslılardan ilk
intisab eden Hakkı Hafız Efendi (Ürgüp) dir. Hacı Hasan Efendi, İhramcızâde
İsmail Hakkı Efendinin dert ve sır ortağı idi.
Daha sonra ihvanlardan Cencinli İbrahim Başar Efendi,
Ömer Başar Efendi, Hacı Berber Bekir Efendi, Hayyat Mehmet Gündüzoğlu
Efendi, Hafız Hakkı Ürgüp Efendi intisab
ettiler.
***
İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi memuriyeti ile beraber
mânevi vazifesini yürütmeye başladı.
Mustafa Tâki kuddise sırruhu’l-azîzin Hakk’a yürümesinden
sonra yukarıda bahsedilen olay unutulmuş ve sıkıntılı dönemler başlamıştı. Bu
duruma sebep aramak gerekirse çok şey söylenebilir. En güzelini şu şekilde
anlatabiliriz.
Niyâzî-i Mısrî kaddese’lâhü sırrahu’l azîz Bursa’da
halife olarak Ahmet Gazzi Efendiyi bıraktı. Ancak herzevekiller Oğlu Ali
Çelebi’yi kandırarak halife tayin ettiler. Oğlu bildiği bir şey hakkında
etrafın telkinlerinden kendini alamayıp tekkeden Ahmet Gazzi Efendiyi devlet
zoruyla attırdı.
Anlatmak istediğimiz, senelerce niye tekkeler kapatıldı
konusunda bu durumlar anlatılmadı. Onun içindir ki Allah Teâlâ bir fiilin
kapsamını açıyorsa hikmete binâendir.
Bahâeddîn kuddise sırruhu’l-azîz
Efendi de durum gereği Şam’a yerleşme kararı aldı.
İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi ilk zamanlar ihvanın
dağılmasından müteessir oldu. Bu dağınıklığın yüzünden Garibu’llah (Allah
Teâlâ’nın garib kulu) lakabını kullandı. Fakat bu dörtlük onun gönlüne şifa
oluyordu.
Cihanın devleti başındayken
Sana gam yakışmaz İsmail
Eğer konmasaydı aşkın kuşu başına
Olmazdı cihan âşık sana
***
Bir gün İhramcızâde İsmail
Hakkı Efendiye iki kimse geldi.
“İsmail Efendi sen bu
şeyhliği buldun mu?
Çaldın mı?
Aldın mı? Dediler. O da dediki;
“Bende onlara; ne buldum, ne çaldım, ne de aldım. Hini sabavetimden beri kendimi
bir yokluk içinde ve yok bilirim;
dedim.” Onlar;
“Haydi, İsmail Efendi
imtihanı kazandın dediler.”
***
İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi Sivas içerisinde büyük
bir destek kaybına uğradığı için çevre kasabalara (Koyulhisar,
Zara, Gürün, Darende) ziyaretler yaparak ihvan yetiştirmeye
çalıştı. Çünkü arkadaşları dahi onu anlamada zayıf kalmıştı. Desteklerini tam
olarak göstermiyorlardı. Kaderin iktizası tecelli ediyordu. Hacı Mustafa Hâki
Hakk’a yürümüş, ihvanlar başıboş ve ham kalmasın diye fedakârlık yapılmıştı.
Lakin yine Allah Teâlâ’nın dediği oldu. İhvan parçalandı.
“Şeyh Hakk’a
yürüdüğünde ihvanları sallanır hamları dökülür. İhvanın özü sarmaşık gibi olur.
Sevdiğini sarmaşık gibi tutmalı.” Denildi.
***
Kasaba ziyaretlerinden bir seferinde ihvanları ile İsmail Hakkı Efendi
Darende'ye gitti. Zaviye Mahallesine gitmek istediler. Yolda Hatip Efendinin
oğlu Hulusi’ye rastladılar. İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi O'na hitaben;
“Oğlum, Hacı Mustafa Efendi'nin evini biliyor musun” diye sorunca
“Biliyorum efendim” diye cevap verdi. Bunun üzerine
“Bizi oraya götürür müsün” deyince de
“Tabi götürürüm Efendim” der ve bahçelerin arasından, kısa olan
yoldan götürürken, İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi,
“Oğlum nereden gidiyoruz” diye sorar, O da;
“Efendim sizi yâr yolundan götürüyorum” diye cevap verir. Bunun üzerine;
“Oğlum Hulusi, bu yâr yolu nedir?” diye sorduklarında,
“Yâre giden en kestirme yoldur” diye cevap verdi. Bu cevap
İhramcızâde İsmail Hakkı Efendinin çok hoşuna gider ve Hulusi Efendi'ye karşı
muhabbet duydu. Hulusi Efendi kapıya kadar onları getirir, bunun üzerine İhramcızâde İsmail
Hakkı Efendi elini cebine atarak;
“Oğlum, sana para vereyim” deyince,
“Efendim ben para almam, himmet isterim” diye cevapladı.
“Oğul al, himmet bunun içinde” demelerine rağmen yine de onu
almamakta ısrar edince;
“Peki, oğul, himmet ettik, parayı da al” deyip onu razı etmişti.
***
1925 Zeynep Hanımdan Ahmed
Salih doğdu.
***
Şapka ve kıyafet devrimi
yapıldı.(25 Kasım 1925)
Hangi dine mensup olursa
olsun din görevlilerinin mabet ve ayinler dışında dini kisve taşımaları
yasaklandı.
Bu durum karşısında ihvanlar Efendi Hazretlerine sürekli
şapka konusunu sormaya başladılar.
“Buna herkes şapka diyor, biz ise, serpuş diyoruz” Bu şapka içinde itirazda
bulunanlara da,
“Gardaşlarım ulü’l emre (kanunlara) itaat gereklidir” derdi. Evine dışardan
geldiğinde şapkasını kapının yanındaki çiviye asar, iç mekâna sokmaz çıkarken
de, abdest almaya çıkıyor dahi olsa, şapkasını örtmeden çıkmazdı.
Çünkü talebeliğinde hep
babası ile olan hatıra aklına gelirdi.
Bir gün annesine “Babama söyle de,
bana sarık alsın.” Dedi. Annesi Hacı Aişe Hanım;
“Oğlum sen sarık ol, âlem seni başında taşısın.” Dedi.
Aslında erkeklerde bu kadar giyim ve kuşam üzerinde
durulması daha önceki dönemlerde fazla görülmeyip, şimdi niçin ısrarla üzerinde
duruluyordu!! Devletin büyükleri ve insanların Avrupa’ya gittiklerinde oranın
kılık ve kıyafetini rahatça telebbüs ederlerken, yurtlarında sarığın müdafi
olmaları tenakuz çerçevesinde olumsuz durumdu. Çünkü kimse artık doğu ile
ilgilenmiyor, batıyı kendine hedef seçiyordu. Bunun sebebi güneşin batıdan
doğması idi.
Kanun erkekleri sıkıştırırken kadınlara karşı da bir
serbestiyeti vardı. Bu fark edilen durum karşısında yapılacak hareket elbiseden
vaz geçip fiiliyatın terakkisinde olgunlaşmaktı. Ancak bir şeyler ters
gidiyordu. Evet bir şeyler. Sonra anlaşıldı ki olması gerekenin vakti gelmişti.
Bu da zor ile olacaktı. Zor işleri başarmak için bazı sıkıntılara katlanmakta
gerekti. Bu durum karşısında hakikatten haberdar olanlar kanuna karşı fazla
direnmediler. Direnenler ise doğru bildikleri zahiri hükmü uyguladılar.
Buradaki ısrarlarının karşılıklarını elbet gördüler.
***
İhramcızâde İsmail Hakkı
Efendinin canı bir gün çok sıkıldı acaba bir hata mı yapıyordu. Bu şapka için
adam asıyorlar. Biz bu kasketi takmayalım ve dışarı da çıkmayalım diye niyet
ettiler. Fakat manasında Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi gördü ve dedi
ki;
“İsmail Efendi bezde bir
keramet yok. Ümmet-i Muhammed’i irşada çık vazifeni yap.”
Bu durum karşısında hem
rahatladı ve insanlara hizmetin asıl gaye olduğunu anlayıp emrine tabi olup
kasketi takındı ve soranlara “Oğul, eğri ayağa eğri ayakkabı
yaparlar. Bizde öyle yapıyoruz”
Derdi.
Kendisi dışarıda kasket
takdığı için O’na “Kasketli Şeyh” de diyenleride hoş
karşılar huzur ve sukûnun sağlanması için gayret ederdi.
***
İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi kıyafet kanunun
çıktığında, eşleri Hatun Hanım ve Hacı Hanım için iki manto iki atkı alıp
getirdiğinde Hatun Hanım’ın,
“Efendi bunlar ne ki?” sorusuna karşılık, dedi ki;
“Hanım! Bundan sonra dışarı çıktığınızda bunları
giyeceksiniz” demesi üzerine Hatun Hanım,
“Efendi bizim çarşaflarımız var. Biz onları giyeriz” demesine cevaben, “Hanım
onlar kanunen yasak olmuştur. Onun için bir zaman bunları giyeceksiniz”
dedi ve ayrıca ulü’l emre itaati anlattı.
Çarşaf yasak değildi. Ancak uygulayıcıların keyfi
muameleleri çarşafı kapsama alanı içine alıyordu.
***
Sakal resmi kurumlarda yasaktı. Memur kesimin
dışındakilere bir şey denilmiyordu. Yinede İhramcızâde İsmail Hakkı Efendiye, “Sizin
ihvanınız, sakalını niye kısa uzatıyor” diye sorulunca, “Gardaşım bizde içeriye doğru uzatıyoruz” derdi.
***
Mustafa Kemalin Mevleviliğe yatkın olması, onun Hz.
Mevlâna gibi tek eşliliği tecih etmesinde etkin rol oynamıştı. Tekkeleri
kapatırken Konya’da Hz. Mevlâna’nın türbe ve tekkesini müze şeklinde açık
bıraktı. Bu konuda onun duyarlılığını görmeden geçmek mümkün değildir. Aslında
olayları birbirlerine bağlayıp müsbet bakılınca bir güzel niyetin saklı olduğu
anlaşılmaktadır.
7 Şubat 1926'da İsviçre Medeni Kanunu, üzerinde bazı
değişiklikler yapılarak Türk Medeni Kanunu olarak kabul edildi. Medeni Kanun'un
kabul edilmesiyle Zeynep Hanımla ile resmi nikah yapıldı.
***
İhramcızâde İsmail Hakkı
Efendi 07.03.1927 de Zeynep Hanımdan bir oğlu dünyaya geldi. Adını Mehmet Kâzım
koydu. Öfkesini yenen, meydana vurmayan
demekti. Zamanına ve gününe uygun bu ad aslında İhramcızâde İsmail Hakkı
Efendinin günün şartlarına sabrı ve tahammülü ifa ediyordu. 1909 doğan evladına
da Mehmet Sabit Kemal dedi. Artık Kemal isminin devri
başlamıştı. Meğer evlatların doğumu babanın sırlarını içinde saklıyordu.
***
Birgün İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi bir sohbetinde
murakabeye dalıp yaklaşık yarım saat sonra başını kaldırarak, etrafındaki ihvanları
tek tek gözden geçirdikten sonra, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
vermiş olduğu müjdeyi haber verdi.
“Gardaşlarım! O gün bu gün, el eleyiz. Sizler de
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ashabının sohbet faziletine nail olmuş
kimselersiniz. Bize de ihsan olarak Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme ve
Allah Teâlâ’ya kurbiyyet makamı verildi”.
“İrşat vazifemizin evvelinde çok garip kaldık. Kendimize
‘Allah Teâlâ’nın garibi’ diye Garîb’ullâh diyorduk. Ama şimdi ‘gayını kâf
ettik”.
***
Genellikle Meydan Camiinde sülûk dersleri ikmal edilirdi. Yine bir
seferinde Darende’ye ziyarete gidildiğinde Hulusi Efendi hastalanmıştı.
Bunu duyan İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi, Hulusi Efendi'nin babası Hatip Efendi'ye
gelerek;
“Müsaade ederseniz oğlunuz Hulusi'yi Sivas'a götürüp, tedavi ettireyim” diyerek, müsaadeyi aldıktan sonra
Sivas'a getirdi. Hastalığı ile bizzat kendileri ilgilendi. Hatta bazen;
“Oğlum Hulusi, sen hiç üzülme, gömleğimi satar, seni yine tedavi
ettiririm” diye ona manevî destekte bulunurdu. Böylece Hulusi Efendi'nin kısa
zamanda iyileşmesine vesile oldu.
İlerlemiş ihvanlar için Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin emri
ile sülûk denen halvet dersleri olurdu. Hulusi Efendi iyileşip ayağa kalkınca,
İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi Meydan Camiinde, ihvanlardan olan Sırrı Efendi
ve Avni Efendi ile beraber, camide halvete girdiler.
***
İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi
Hazretleri 1928 de Duyûn-u Umumiye müesseselerinin kapanması ile Sivas
İnhisarlar Dairesine geçmiştir.
***
İhvandan
bazıları Mustafa Tâki Efendiden sonra vazife Bahaddin Efendidedir diyerek bir
fitne çıkardılar. Bu fitne yüzünden İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi durumun
vehametini gidermek için Mustafa Hâki kuddise sırruhu’l-azîz Efendinin mahdumu
Bahâeddîn Efendi’ye mektup yazarak şeyhine
bağlılığını dile getirerek sadakatini beyan etti.
Seni sevmek benim dinîm imânım
İlâhî din- ü imandan ayırma
İşte öteden beri derd-i muhabbetinizle nâlân olan kalbîm, nâle-i
efgânını baştan aşırmakla giryân u sûzan olarak kâlemi elime aldım.
Sultanım, ne buldum ise, sizden buldum ve bu fenâda ne gibi bir zevke
erdimse, mutlaka sizinle erdim. Bende-i peder-i büzürg-vârımız sırr-ı insanü’l
ayn, aynü’l-insan min-haysül-kühliyye maksûd-u vücud iken Seyyidinâ Hâkî
kuddise sirrıhü’I-âli Efendimiz sultanımızdır. Onun derd-i rûhâniyetinin perver
derdi bezminden bir an hâlî olamam. Ne çare ki, her an tahtı gâh-ı
saltanatlarına varamam. Nâdiren varabilsem de, kendilerini bulamam. Eğer görsem
nîm-ü nazarla mazhar-ı iltifat olsam bir zevki huzur tuma’nînet bulurum ki,
âdeta kendimi bu âlemden çıkmış ve cânâna dâhil olmuş bilirim.
İşte bu te’sirin icrâ-yı ahkâmından olmalıdır ki, sizi hiç unutamam.
Aks-i timsâlinizi gözlerimden ve sûr-i hayâlinizi gönlümden çıkaramam. Her
nerede bir çeşm-i siyâhın füsunkâr bakışını görsem yüreğim çarpar ve dîde-i kalbim
size bakar. Bu zevk ile geçirdiğim günlerimi feleğe değişmem.
İşte bunların ulviyeti-pesendânesinden olmalı idi ki, arada nezd-i
âlinize gelir, envâr-ı cemâl ve ahvâl-i bî-melâlinizden bî-hâd ve bî-gaye
feyzler alırım. Şimdi o nazar-ı kimya-eserinden dûr mu oldum?
Ey name! Git, mazhar-ı füyüzât-ı âlem-yan olan bir payeye kemâl-i tazim
ve muhabbetle hâl-i pür-melâlimi Hazret-i Bahâ’ya husûsan arz et. De ki; Sizin
feyz-i nazarınızdan şâh-ı râh-a yol gider. Lütfen bu nazarlarını üzerimizden
dirîğ etmesinler. İşte ahkaru-l vücud şu tarzda dergâh-ı Bârî’ye arz ve ilticâ
ediyorum ve diyorum ki,
Ey Hüdâ!
Nazar-ı iltifât-ı yârdan sâkıtım. Fakat hâlâ ümit dâr-ı lutfunum. Aczimi
muhabbetine bu âr u varımı sana ve seni sevenlerin rahına sarf eden bir kulun
değil miyim?
Elbette bir gün olur, mazhar-ı iltifatın ve nâil-i mükâfâtın olurum.
Lütfet, kerem et, beni o zümre-i dil-ferîbden ayırma.”
15 Rebîu’l-evvel 1347 (M.
1928) İsmail Hakkı TOPRAK
***
23 Aralık 1930’da Menemen’de olaylar çıktı Derviş
Mehmet’in isyanında yörede 2200 kişi tutuklandı.
Şeyh Esat Efendi zehirlendi, Şeyh Halit ve Hoca Saffet
Efendi gibi zatlar asıldı.
Olayların bu şekilde sürekli olarak bir yöne gittiğini
herkes anlıyordu. Ancak çözüm üretmek konusunda halk devletine güvenini yitirmişti.
Çünkü komplocular sürekli olarak halkı devlete karşı körüklediler.
***
İhramcızâde
İsmail Hakkı Efendi yoğun olaylar yüzünden Zara-Çarhı Tuzlasına bağlı Cedit
Tuzlasına görevlendirilerek Sivastan uzaklaştırıldı. Ancak bu görevini aniden
bırakıp Sivas’a tekrar gelmiş ve 1931 Temmuz ayında kendi isteği ile emekli
oldu.
***
1931 yılında İhramcızâde İsmail Hakkı Efendinin oğlu
Halis Efendi Havva Hanımla ile evlendi
***
1931 yılında sel felaketinde Zeynep Hanımdan olan oğlu Ahmet Salih Hakk’a yürüdü.
***
Hayır işlerini elden
bırakmayan İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi Çaykurt’da köprü yapılırken iflas
etti. Bütün mallarına haciz gelmişti. Alacaklıların taarruzunâ maruz
kaldı.
O hale geldi ki, hile-i
şer’iyyeye başvurarak kendisini evde yok dedirtecek hale geldi. O kadar bunaldı ki, ne yapacağını
şaşırdı. Hayır işleri yarıda kaldı.
Borçları ödeyemez hale geldi.
Bir gün yine devlethaneye
alacaklılar geldi. Evin üst katında saklandı.
O katta annesinden kalmış bir sandığı gördü. Annesi HacıAişe Hanım,
“Oğlum daraldığın zaman bu
sandıkta Allah Teâlâ’nın izniyle para olur.
Paraya daraldığında da oradan al”
dediği hatırına geldi, “bir bakayım” dedi. Baktı ki,
ağzına kadar para dolu gördü.
Meğer kudret hazinesi açılmış. Bütün borçları Allah Teâlâ’dan gelen
yardım ile ödedi. Sonra Şeyhinin “Arif-i
billâhlar, dünyada hiç gam çekmezler.” Sözü hatırına geldi.
***
İhramcızâde İsmail Hakkı
Efendi ihvanı ile sürekli evlerde hatim adı verilen toplantılarda buluşur
sohbet ederlerdi. Bu sohbetler ihvanı yetiştirme amaçlı olduğu gibi sorunları
ile de ilgilenmekte idi. sohbetlerde oturur iken çaylar içilirdi. Bu sürekli
olagelen işlerdendi. Ancak randevu yerleri için sürekli bir gizlilikte hakimdi.
Herkes bir sonraki görüşme yerini zor öğrenirdi. Çünkü güven kirizi ihvan
içinde dahi vardı.
***
İhramcızâde İsmail Hakkı
Efendi genellikle bir süre rabıta eder. Sonra başını kaldırır, kişilerin
ihtiyaçları nisbetinde konuşurdu. Genellikle;
“Gardaşlarım! Bu dünya bir
âlem. Allah Teâlâ’dan geldik. Allah Teâlâ’ya gideceğiz.” Sonra biraz murakabe eder,
sonra “Gardaşlarım, çay içerken, kulağımız bir ses ister” der, güzel
okuyuşlu bir ihvan ilahi okuturdu.
Erenlerin sohbeti ele
giresi değil
İkrâr ile gelenler mahrum
kalası değil
İkrâr gerek bir ere göz
açıb dîdâr göre
Sarraf gerek gevhere nâdân
bilesi değil
Bir pınarın başına bir
destiyi koysalar
Kırk yıl anda durursa kendi
dolası değil
Ümmî Sinan yol ayan oluptur
belli beyân
Dervişlik yolu hemân tac ü
hırkası değil
***
İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi, bir kaç ihvanıyla
beraber bir köye gidiyorlar. Akşam o köyde kalmaları mecburiyeti hâsıl oldu.
Kalacakları köy odası tek oda halinde olduğundan, İhramcızâde İsmail Hakkı
Efendi ve ihvanın bir odada yatmaları mecburiyeti ortaya çıkıyor. İhvanlar
arasında ve tarîkata yeni intisap etmiş Osmaniyeli Hüseyin adında biri;
“Canım şeyhimde bizim gibi yiyor, içiyor, oturuyor,
kalkıyor. İşte şimdi bizim gibi yatıyor”
“Dur bakalım ne yapacak, şöyle yorganın altından
gözetleyeyim” diye düşünürken uyuyup kaldı. Bu arada suratına
gelen bir şamarla uyandı, baktı ki, İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi namaz
kılıyor. Namazın bitimine kadar bekliyor. Namaz bitiminden sonra gidip
ayaklarına kapanıyor. Buyuruyor ki;
“Gardaşım! Hüseyin, insan
dışarıda halk ile içerde Hakk ile olmalıdır”
***
21 Haziran 1934 tarihinde
çıkarılan soyadı kanunu gereği Arapça olan lakaplar kaldırılıp herkese yeniden
bir soyadı verilmeye başlandı. İhramcızâde İsmail Hakkı Efendinin lakabı İhramcıoğlu-İhramcızâde
idi.
Nüfus memuru “İsmail
Efendi senin bu lakabın Arapça olduğundan bunun aynı şekilde soyadına
çevrilmesi mümkün değil. Sen kendin ve ailen için bir soyadı beğen ki, biz onu
nüfusuna soyad olarak geçelim” dedi.
Efendi Hazretlerinin
soyadını mürşidi Mustafa Haki Efendinin kuddise sırruhu ismiyle de ilgisi ve
bağı olsun diye TOPRAK olarak almayı düşündü. Çünkü Hâk, Farsçada toprak manasına geliyordu.
Bunun üzerine, “Gardaşım
biz topraktan olduk yine toprak olacağız bizim soyadımızda TOPRAK olsun” dedi.
Yine bu manzumeden olarak oğluna, “Oğlum Kâzım,
Toprak olabiliyor musun?” diye soyadının hikmetinden sual ederlerdi.
***
İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi, Mur Ali Baba kuddise
sırruhu’l-azîz Hazretlerinin tevazusundan konuşanlara derdi ki,
“Gardaşım! Karıncada toprağın üzerinde gezer”
***
1936 yılında Mehmet Sabit Kemal Bey Gürünlü Şefika
Hanımla Evlendi.
***
Tokatlı Mustafa Hâki Efendinin şeyhi Çorumlu Mustafa Rumi
Efendinin halifelerinden Şeyh Hacı Ahmet
Efendi, Niksar’da tekke faaliyetlerinin yanında Danişmentli Devletinden kalma
Ulu Cami’de verdiği vaazlarıyla halkı aydınlatmaya ve morallerini yükseltmeye
çalıştı. İki defa evlenmiş olan Hacı Ahmet Efendi, 90 yaşlarındı iken
(30.01.1937) Hakk’a yürümüştür. Naşı, iyi bir müderris olan kardeşi Ömer Lütfü
Zarakol yıkayıp, namazını kıldırdı.
İrşad vazifesine bakacak vasıfta birini yetişmediği için,
kendi ihvanlarının terbiyesini, Hakk’a yürümeden önce bir icazetname ile
İhramcızâde İsmail Hakkı Efendiye bıraktı.
***
Yıl 1938. İhramcızâde İsmail
Hakkı Efendi Sivas’tan başka bir vilayete babam ziyarete giderken emniyetten
en fazla üç veya dört gün izin (müsaade) ile gidebilirdi. Bir mevlid-i şerif
yazmıştı. Bunu duyan birileri dini neşriyat çıkarıyor diye şikâyet ettiler. Emniyet haber alınınca mevlidi istinsah
eden Abdurrahman Hoca’nın adını verdi. Yoksa hapise atılacaktı. Bu durum üzerine
iki ay sabahtan akşama kadar İhramcızâde İsmail Hakkı Efendinin kütüphanesindeki
kitaplar incelemeye tabi tutuldu. Baskı çok arttı. Adliye sanki ikinci adresi
olmuştu. Çeşitli zamanlarda kısa süreli olmak kaydı ile altı
sefer nezarette yattı.
***
İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi artık olayların ve
ahvalin vehâmetile deniz yolu ile hacca gitmek istedi. 1938 yılı ocak aylarında
hacca gitmeye niyetiyle bu sebeple İskenderun’a kadar gitti. Hacca
gidemeyeceğini anladı ve bu sırada,
“Efendi sen buraya niye geldin” denildiğinde, “Çeşme yaptıracağım da buraya su borusu
almaya geldim” deyip hac parasını su borusuna yatırıp geriye
döndüler.
İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendi sık sık gittiği
Cencinde su meselesini bildiğinden iki buçuk saatlik uzaklıktaki içme suyunu
Cencin Köyü’nde akıtmak üzere boruları gönderdi. Daha sonra Mayıs ayı sonlarına
doğru bir ön çalışma ve keşif maksadı ile makinist Osman Efendi ve
Hüseyin Çavuş’u alarak bir kamyon ile sefer düzenledi. Fakat kamyonun şoför
mahallinde giderken yolda makinist Osman Efendi Cencin’e suyun bulunduğu yer
arasındaki tepeyi kast ederek;
“Efendi Hazretleri! Tepenin kuzey doğusundan geçersek
zayiatımız fazla olur” dedi. Buna göre diğer taraftan geçirilmesinin
daha yerinde olacağını belirten sözlerini yanlış anlayan kamyon şoförü Hakkı
yolcularını Cencin’e bıraktıktan sonra Zara kazası Jandarmasına gidip;
“Bir şeyh ihvanları ile beraber Cencin’e geldi.
Konuşmalarından hükümeti yıkmak için bir plan yaptıklarını ve teşebbüse geçmek
üzere olduklarını anladım” dedi.
Dedi. Bu nedenle aynı kamyonla bir Jandarma müfrezesi
Cencin’e gelerek civardan gelen köylülerle çay içmekte olan İhramcızâde Hacı
İsmail Hakkı Efendiyi ve yanında bulunan otuz sekiz kişiyi tevkif ettiler. Gece
orada kalındıktan sonra aynı kamyonla Sivas’a getirilip hapise atılırlar.
İlgili savcı da hükümeti yıkmaya teşebbüsten idam
talebiyle mahkemeye sevk eder. Otuz sekiz günlük bir sorgulama sonucunda
beraat kararı verilir.
İhramcızâde İsmail Hakkı
Efendi bu hapis yatışı, baskıların artmasından dolayı gönül kırgınlığı artınca
Ramazan ayının başlarında Şam’a hicret niyetiyle İstanbul’a gitmeye karar verdiğinde
eşi Zeynep Hanım’a,
“Fazla
eşyalarınızı satın, dağıtın biz İstanbul’a nakil edip, dede vatanımıza
gideceğiz” diyerek yol hazırlığı yapıldı.
O zamanki vasıtalarla on
beş günde Samsun’a varıldıktan sonra vapurla İstanbul’a giderek İmmihan Hatun
Hanımdan dolayı bacanağı olan Eczacı Bekir Efendi’de misafir kalındı.
Misafir kalınan evde gece manada kundak içinde bir çocuk verildi.
“Bu
kimdir?” Diye sordu;
“Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemdir. Rum’da O’nu büyüteceksin.” Denildi. Bunun
üzerine 15 gün sonra İstanbul’dan Sivas’a geri döndüler.
***
Mustafa Kemal Atatürk 10 Kasım 1938 dünyasını
değişti.
***
Bir defasında da İhramcızâde
İsmail Hakkı Efendinin oğlu Kemal Beye bir borcundan dolayı haciz gelmiş, o
sırada da Hulusi Efendi, Sivas’ta bulunuyordu. İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi,
Hulusi Efendiye;
“Oğlum Hulusi, bizim Kemal'in hesabından dolayı bir haciz geldi, çarşıya
gidelim de bir miktar borç para bulabilirsek hesabı kapatalım” dedi. Beraberce çarşıya indiler.
Genellikle Kuyumcu Bekir bu konularda yardımcı olurdu. İsmail Hakkı Efendi
onunla birkaç dükkâna beraber girdi, fakat oralardan olumlu bir cevap alamadı.
Daha sonra yolda ilerlerken Hulusi Efendi;
“Efendim, filan terzi size bir elbise yapmak istiyordu. İsterseniz ben
ona gidip durumu anlatayım. Kabul ederse elbise yerine, parasını alayım mı?” dedi. İsmail Hakkı Efendide,
“Peki, oğul, bir bak bakalım” şeklinde cevap verdi. Bunun
üzerine Hulusi Efendi, bahsettiği yere gider, durumu terziye anlatır ve şöyle der,
“Mümkünse elbise yerine, parasını verebilir misiniz?” bunun üzerine de terzi çıkararak
45 lira verdi, ödenecek borç 50 lira olduğu için, Hulusi Efendi de cebinden 5 lira ilave
ederek, İhramcızâde İsmail Hakkı Efendiye,
“Buyurun Efendim” deyip ve parayı takdim etti. Birlikte gidip,
alacaklıya olan borcu ödediler.
Zaman olur güneş aya bakarmış, bazanda ay güneşe. Ancak bu türlü
yakınlıklardan dolayı fitneciler sayesinde İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi ile
Hulusi Efendi arasında bir dargınlık zuhur etti. Duruma bakılırsa bir zaman
sürecekti. Hulusi Efendi Sivas’a gelemez oldu.
***
1939’da Erzincan’da deprem olmuştu. Erzincanlı birisi
İhramcızâde İsmail Hakkı Efendiye misafir oldu.
Fakat arada bir ağlıyordu. O,
“Gardaşım! Neyin var” dedi.
“Depremde çocuklarımı kaybettim”
“Gardaşım! Sabret” dedi.
İhramcızâde İsmail Hakkı Efendinin o an gönlüne geldi ki;
“Ey İsmail, bu iş senin başına geldi mi ki, sen ona
sabrettin.” bu sözü ona yük oldu. Başından geçmeyen bir hadise için
nasihat etmenin yanlış olduğunu çok iyi bildiği için üzüldü.
***
Devlethâne, Örtülüpınar Mahallesi’nde Taşlı Sokakla
Hasanlı Sokağı’nı kavuşturan bir parselin orta yerinde iki katlı, kocaman bir
eve taşındı. Bahçesinde elma ağaçları leylâk ağacı vardı.
İkinci katta “büyük oda” da, bazı geceler ihvanlar orada
toplanır, tek kelime etmeden, ses çıkarmadan İhramcızâde İsmail Hakkı Efendinin
etrafında oturur hatm-i hâcegan yaparlardı..
Büyük odanın duvarında bir
eski zaman ressamının elinden yapılmış “Mekke-i Mükerreme ve Medine-i
Münevvere” resmi vardı. Kapının hemen sağında büyük camekânlı bir kitaplık
vardı.
***
11.08.1938 yılında İmmihan Hanımdan oğlu Halis Turgut Bey
Zehra Hanım ile evlendi
***
Polis baskınları artıp ihvan hakkında soruşturma
yapılınca İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi “Ticaret için geliyorlar”
buyurunca, “peki dükkânın nerede?” diye soruldu. Bu nedenle irşat
faaliyetlerini yürütmek için 1940 yılında Çitilin Hanı’nda bir komisyoncu
dükkânı açtı. İhramcızâde İsmail Hakkı Efendinin üzerine kayıtlı komisyon
dükkânına gelip alışveriş yapan ihvandan başkası da olmadığı gibi manevî ticaretin
zahirî dükkânı açıldı.
***
İhramcızâde İsmail Hakkı
Efendinin Sahra sohbeti gerçekte tekkesi olan dünyanın zahiri hakikatinde
olduğu için ihvanı bu feyizden noksan bırakmamak için fırsat buldukça sahrayı eda
ederdi.
Genellikle İhramcızâde
İsmail Hakkı Efendi Kepeneğin Gözü’ne sahraya gittiğinde ikindi namazından
sonra Kemal Bey gelip kamyonu ile ihvanı götürürdü. sahra İhramcızâde İsmail
Hakkı Efendi ise Seyran Tepesinden yaya olarak şehre dönerdi. Yolda yüksek
sesle Evrad-Bahaiyye’yi okurdu. Bazı yerlerinde durur, sağına ve soluna,
“Ha mim, Ha mim” dedikçe sanki etraftaki
dağlar onunla zikre gelirdi.
***
Büyüklerin kaderi midir, kendi memleketlisinin yardım
etmemesi. O’nada yardım etmek şöyle
dursun sürekli yağ küpü bal küpü üstünde oturuyor derler, hergün yara üstüne
yara açarlardı. Bu nedenle İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi
“Bütün dünya bizi tanıdı da
Sivas tanımadı.” Derdi.
Bir gün ihvanları
ile caddede Bıçakçı İlyas’ın dükkânının önünden geçerken, Bıçakçı İlyas onlara
laf attı.
Bıçakçı İlyas gece rüyasında bir sünnet merasiminde
kendisinin sünnet olduğunu gördü. Ertesi gün yine onun dükkânı önünden geçerken,
İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi
“Gardaşım! Geçmiş olsun” “ Biz cevher olanı biliriz.
Bırakmayız. Biz insan hırsızıyız.” dedi. Bu olay üzerine
hatasını düzeltti.
***
İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi sohbette ihvanlara dedi
ki;
“Gardaşlarım! Her işte, melâike de şeytan da müessirdir. Adamına
göre bazı kimse, melâikeden ilham ve bazı
şahıs şeytandan vesvese alır. Biz ise, muvazene ile yola gideriz. Her kim
melâikeye mukârin olursa, işlerinde ilham,
şeytana yaklaşırsa vesveseden istilzam alır.”
“Yok olunur, var olunur.”
“Yok olun. Yok olursanız, Allah Teâlâ var
olur.”
“Gardaşlarım! Nâci denilen
fırka sizlersiniz. Bakarsınız bazı kişiler tarîkata giriyorlar. Çok geçmeden
acayipten garaipten bahsetmeye kalkışıyorlar. Kendilerinin bir adam olduklarını
zannediyorlar. Fakat büyük kim, küçük kim, o sonra belli olur. Bizim tarîkatımıza gelen kimse uzun yıllar
çalışır. Ancak kendi küçüklüğünü (yokluğunu) fark eder.
Yetmez mi bu fark. Çünkü keramet (varlık) kulu Allah Teâlâ’dan uzaklaştırmaya
yarar. İnsan, Ahlak-ı Muhammedi ile ahlaklanmalı
kuldan istenen budur. İnsan ile ebedi
âleme gidecek kazanç da budur.
“Gardaşlarım! Her şeyin bir tüccarı vardır.
Bizde dert tüccarıyız. Hem de öyle bir dert tüccarı ki, bütün dermanın fevkindedir.”
“Gardaşlarım!
Ananız, babanız mı üstün yoksa
biz mi? Elbette biz üstünüz. Onlar sizi ulvi âlemden süfli âleme getirdiler. Biz ise, o ulvi âleme götürmeye memuruz.”
“Gardaşlarım!
Acaba ve şüpheyi kaldır. Hatanı bileceksin. Hava giren yerini yama. Gemi cevher
yüklü, su almış batmış. İnsanoğlu cevher
yüklü, sakın batırma. Sahibine teslim et. Arabanın
gıcırtısı bile muhabbeti bozar.”
***
Eskiden tarîkata intisap
için gelenlere, şeyhler ilkönce şunu telkin ederlerdi.
“Gardaşım, yüz sene önce
sen var mı idin? Yüz sene sonra var mı olacaksın?”
Sorulara hayır cevabını
veren ihvana;
“Gardaşım, iki yokluğun
arasında olan da ne varlık olursa sen O’sun. Buna göre hareket et.”
Yokluk tevhit mertebesinin başlangıcı ve sonudur. Tarîkat yok’tan, var’a
giden bir yolculuktur.
“Sohbetin dört şeyine dikkat etmelidir. Terk et dünyayı, bul
ukbayı. Terk et ukbayı, bul Mevla’yı. Terki terk
eyle. Sen seni terk ettikten sonra kendin çalışarak ara. Tam beş yüz senelik yoldur.
Bir perde vardır. Bu perde ise, kalbde gözle görülmeyecek kadar ufaktır. Bir
nokta kadardır.”
“Sohbet ihvanın tesiri altında değil, ihvan sohbetin
tesiri altındadır.”
“Gardaşlarım! Allah Teâlâ ruhları ezelde topladı, herkese istediği sanat gösterildi. Biz de
dervişliği aldık, sizinle de ezelde tanıştık. Her insana ömrü, rızkı ve nasibi
ruhu ile beraber verildi. Bu âlemde tedbir alıp takdire saygılı olduğumuz kadar
amelî edebimizle daha kim yakîn olur diye âleme imtihan için gönderildik.
Burada biliştik mahşerde buluşacağız.” İkinci durağımız berzah âleminde
toplanacağız. Üçüncü durağımız mahşerde toplanacağız, buluşacağız. Allah Teâlâ
buyurdu ki;
‘O gün mahşerde hiç kimseye soyu şöhreti sorulmaz. Ameli,
edebi ve yakınlığı ile mükâfatlandırırız’.
Gardaşlarım! Kâinat bize bağlı, bizdeki cana bağlı, canda
canana bağlı. Bu can bizden gitti, başka can geldi. Allah Teâlâ kula nimet
verir başkası bin çalışsa o lutfa erişemez. Gardaşlarım! Eden eyleyen Allah, Lâ
Havle velâ kuvvete illâ billâh”
“Gardaşlarım! Her insan için ezelî bir hüküm var. Her
nebinin mekânı zamanı ve ashâbı ezelde bilindi. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemin ve halifelerinin de mekânı, zamanı ve ashâbı ezelde bilindi. Bizimde
zamanımız bu, Sivas mekânımız imiş. Allah Teâlâ bizi sevdi, biz de Allah
Teâlâ’yı seviyoruz. Her şeyi, yerdeki karıncayı
Allah Teâlâ için seviyoruz. Siz de emri ilâhiye iman ve ameli edebi ile bizi
sevmiş olursunuz. Bizi sevmekle Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme, oradan
Allah Teâlâ’ya yakın olursunuz. Amelî edebinizle, Murakabe-i Hayr ile çok
zikirle yakınlığınıza sa’yü gayret edeceğiz.”
“Gardaşlarım! Kim bizi severse, bizle yaşarsa, bizim
sevgimizle ölürse, mahşerde beraber oluruz.”
“Biz gidenlerle gider, gelenlerle geliriz.”
“Her canlı ölür. Bir Allah Teâlâ ve muhabbet bâkî kalır.”
***
İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi bir gün devlethanede uzun
müddet hasbıhâl ettiği yaşlı bir misafire abdest tazelettirmek için oğlu Kemal
Bey’e işaret etti. Kemal Bey hizmetini yaparken bir ara dedi ki:
“Efendi Hazretleri sizin gösterdiğiniz ilgiye layık biri
değilmiş.”
“Bizi Şeyhimize ilk götüren
Tokat Mal Müdürü’ne saygımıza gölge düşürmek eğri olur. Mahşerde eğrinin
gölgesi de eğridir. Eğrilik mahşerde ise mahcupluktur.”
“Geçmiş zaman olur ki, hayali, cihan değer.
İşte bizde geçmiş o zamanı düşünüp geçmiş zamanın hayalinin cihana değdiğini
anlıyoruz.”
***
İhramcızâde İsmail Hakkı
Efendinin yaşı altmış birdi. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin dünya
ömrüne gelmişti. Her velide olduğu gibi O da dünyayı terk etmek istedi. Çünkü Muhammedî meşrep olanların yaşları dahi,
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin yaşını dahi tecavüz etmezdi. Onlarda
kâmil bir uygunluk vardı. Onlar ilim ve zevklerine istidâtları gücü kadar varis
oldukları gibi, ömürleri bile uygunluk gösterirdi. Bu nedenle sünnet
ehl-i olan kişiler bu yaşı geçmeyi arzulamazlardi.
Ahmet Yesevî kaddese’llâhü
sırrahu’l-aziz Hazretleri 61 yaşından sonra yeryüzünde bulunmayıp yer altındaki
çile hânesinde ömrünü tamamlaması bu sevginin işareti gibi İhramcızâde İsmail
Hakkı Efendi de evladını Allah Teâlâ’ya ikram kıldı.
İmmihan Hanımdan olan oğlu Sabit Kemal 1941
yılında Kemal Toprak tren kazası geçirdi ve vefat etti. Bu kaza haberi İhramcızâde İsmail Hakkı
Efendiye getirilince, durumu nasıl olduğunu kimse bilmez iken, İmmihan Hanımına
“sakla dediğim şeker
çuvalını getir” dedi.
Kemal Bey tren kazasında
paramparça olmuştu. İlk anda çuvala bir mana verememişti. Fakat olay yerine
geldiklerinde parça parça olmuş cesedi toplamışlar. İhramcızâde İsmail Hakkı
Efendide bir damla gözyaşı yoktu.
“Gardaşım Şehit babası da olduk.”
“Oğlumun vefatında Allah Teâlâ, bana bu sabrı verdiği
için şükrediyorum.”
“Bundan önceki iptila geçtiydi, bu da geçer diye sabrederiz.” Dedi.
***
Bir kış günü vekâleye bir kişi bir torba içinde Sâid-i
Nursî’nin kitaplarını getirip, okursunuz diyerek bıraktı. Hemen çıkıp gitti.
Ardından İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi Şen Mehmed adlı ihvana;
“Gardaşım! Hemen sobaya doldurun yakın bu kitapları” dedi. Az sonra polis
vekâleyi basmış bulmak istedikleri kitapları arıyorlardı.
İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi Sâid-i Nursî için
maneviyatta tümgenaraldir der ve itibar ederdi. Lakin onun gidişi ile kendi
yolu farklı mecralarda olduğu için birbirleri ile ancak manevi âlemde
münasebetten başka bir görüşmeleri de olamadı.
***
İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi şeyhlik sevdası olana
dedi ki;
“Gardaşım! Bu muhtar mührü
değil ki, hemen verelim. Biz de bir şey yok, Allah Teâlâ bize, biz de size vereceğiz.”
***
26.02.1942 yılında kardeşi Ömer Sıtkı Efendi Hakk’a
yürüdü. Kardeşi İhramcızâde İsmail Hakkı Efendinin stresli hayatına pek
tahammül edemediği için cemaatten hep uzak durdu.
***
İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi dedi ki;
“Gardaşlarım! Vefat
eden gardaşımız için, Kelime-i Tevhid Hatmi okuyalım. Cehennemde
olanı dahi çıkarır.” Bu
nedenle bütün ihvan yetmişbin kelime-i tevhid hatmi konusunda dikkatli
olmuşlardır. Cenazeler için bu usûl hiçbir zaman terk edilmedi.
***
Varlıklı bir ihvan, İhramcızâde İsmail Hakkı Efendiyi
yemeğe davet etti. Bir kısım ihvanla beraber bu davete giderken her nasılsa
yolda durakladı,
“Gardaşlarım bu yakınlarda bir
ihvan bacımız olacaktı. Onun evi hangisi acaba” diye sordu, ihvanlar o
yaşlı kadının evini gösterirler. İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi kadının evine
vardığında bir abdest tazelemek gerektiğini bildirerek su ister. Ev sahibi
kadında hemen leğen ve ibrik getirir ve
“Efendi abdest suyunu ben dökmek istiyorum” der. Efendi yaşlı kadının
isteğini uygun bulur ve abdest suyunu dökmeden önce şu mısraları söyler.
Evine git evine seni göre sevine
Seni görüp sevinmeyenin ne işin var evinde
Davet edilen yere neden gidilmediği anlaşıldı. Bu arada
İhramcızâde İsmail Hakkı Efendinin oraya misafir olduğunu duyan herkes evinde
ne yiyecek varsa oraya taşındı.
***
Bir gün İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi, Tenekeci Rahmi
Usta ile beraber hamama gittiler. Tenekeci Rahmi Usta hamamda yıkanır ve erkenden
elbisesini giyinir ve Efendisini beklemeye başladı. Fakat İhramcızâde İsmail
Hakkı Efendinin çıkışı gecikince dışarı çıkıp dolaşmaya çıktı. Bir müddet sonra
döner ve Efendisinin çıktığını ve dinlendiğini gördü. Yanına gelince
İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi buyurur ki;
“Gardaşım
Rahmi, bize karpuz almaya mı gittin?” diye sorunca Tenekeci Rahmi
Usta halden hale girdi.
Bu olay Tenekeci rahmi ustanın içine bir ateş düşürdü.
Ama nafile bir şey yapacak halide yoktu. Senelerce Tenekeci Rahmi Ustanın ciğerini
kavuracak ve yakacaktı. Bazı zamanlar o kadar sıkılırdı ki kendini sahralara
atar sevdiği efendisinin gönlünü yapacağı bir işi yapamamanın üzüntüsü ile
ölür, bir daha ölürdü. Fırsatı elinden kaçırmak diye buna denirdi. Fırsat gözleyip
bu işi telafi edebilecek mi idi.
Bu olay onun tarikat dersi olmuştu. Efendisinin gönlünü
yapmak. Ama ne zaman?
***
İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi ilçeleri ziyaret için
gittiğinden sıkıntılarını gidermek isterdi. Cencin Köyü’nede Kızılırmak’tan
geçmek için köprü yapımına vesile oldu.
***
İhramcızâde İsmail Hakkı
Efendi cuma namazından sonra Mehmet Kazım Efendi ile eve gittiler. Evdekiler
de hamama gitmişlerdi. Babası,
“Kazım! Semaveri yak ta, bir
çay içelim” dedi.
Bunun üzerine Kazım Bey, bir kova (
Zaman aktı, gönül doymadı.
Ancak semaverden çaydanlığa su almak için musluğunu çevirdiğinde koca
semaverden bir iki damla su aktı ve sonra kesildi. Kazım bey musluğun önüne
kireç geldiğini zannetti. Semaverin üst kapağını açtı ve su kalmadığını gördü.
Bu hali gören İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi cebinden saati çıkarıp bakarak,
“Kazım! Kerahet vakti gelmiş.
Biz ikindi namazını da kılamadık, hemen eda edelim” dedikten
sonra;
“Gardaşım! Namazın kazası olur,
lakin sohbetin kazası olmaz.”
***
Efendi Hazretleri, Gürün’e teşriflerinde oranın halifesi
olan Hüsnü dayının evinde misafir oldular. Burada beraber kalan misafirler ve
ev sahibi sabah namazına kalkamadılar. İşrak vakti uyanan İhramcızâde İsmail
Hakkı Efendi ve cemaat pürneşe abdest alıyorlar ve buyuruyorlar ki;
“Gardaşlarım!
Elhamdülillah, Cenâb-ı Hakk bize bugün bir sünneti daha nasip etti. Çünkü
Rasûlüllah bir sefer dönüşünde Bilâl-ı Habeşi’ye emir buyuruyorlar ki, bütün
sahabe yorgun, biz de yorgunuz. Sen uyuma bizi namaza kaldır. Gayrı ihtiyari
Bilâl-ı Habeşi de uyuyor ve o gün Rasûlüllah ve ashabı sabah namazını işrak vaktinde
kılıyorlar”
***
Osmaniyeli Hüseyin, hareketlerinde biraz ölçüsüz
olduğundan etraftan ona “Deli Hüseyin” de denilmekteydi. İhramcızâde
İsmail Hakkı Efendi bir gün Cencin köyüne gitmişti. Köyün biraz ilerisinde bir
tepenin arkasında bulunan gölün kenarında sahra sohbeti yapmakta iken,
Efendisini ziyaret için Sivas’a gelen Deli Hüseyin, Efendisini bulamadı.
Sorduğunda, Cencin’e gittiğini öğrenince vasıta bulunmadığından yaya olarak
yola düştü. Hüseyin köye vardığında İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi sahrada
bulunduğu yerin tepenin arkasında olduğunu söylemeleri üzerine tepeye
tırmanmaya başladı. Hüseyin tepeye çıktığında karartısını gören Efendi
Hazretleri,
“Canım, bizi Sivas’ta bulamayan
Deli Hüseyin buraya geliyor” diye tepeyi gösterdi. Cemaatin
yanına geldiğinde onun hâkikaten Deli Hüseyin olduğu görüldü.
Aşk varsa mesafeler nasıl yokulur. Kısa zamanda uzun bir
günde gelinecek yolu aşan aşkın işareti ihvana da böylece açıklanmış oldu.
***
Tozanlı
Köprüsü,1943’te yeniden yaptırılıp, halkın hizmetine açıldı.
***
İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi İkinci Dünya Savaşı
yıllarında (1939–1945) ihvanına ailesinden miras kalan mülklerin hepsini
satarak destek oldu. Bu sıra kendisi de büyük bir maddi sıkıntı içine de girdi.
***
1945’te çok partili döneme
geçişle dinin yaşatılması için faaliyetler yeniden canlanma gösterdi. Atatürk’e
derdini anlatan millet kendini dinleyeceği devlet adamı arıyordu. Fakat ne gezer,
halk ve devlet yönetimi birbirinden kopmuştu. II. Dünya Savaşı yeni bitmiş,
Halk bitkin halde idi. İhramcızâde İsmail Hakkı Efendiye gelip durumu
sorarlardı. Refahın gelmesi için dua edelim, Allah Teâlâ bir kapı açacaktır,
diye sabrı tasiye ederdi.
İhvanın içinde sürekli
kazan kaynatanlar vardı. İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi hakkında uydurma
rivayetler devamlı yayılmaktaydı. Bunları ne anlamak ve ne de anlatmak dahi
mümkün değildi. Sanki Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin zamanında ki
dırar mescidindeki münafık aynen faaliyetlerini sürdürüyorlardı. Bu nedenle
ikide bir adliyeden kovuşturma açılırdı. İfade vermek için sürekli adli makamlar
günlük ziyaret edilir hale gelmişti. Efendinin İkinci adresi adliye idi,
denilse yalan olmayacaktı.
***
İhramcızâde
İsmail Hakkı Efendi dedi ki;
“Gardaşlarım! insan beşer, hata eder üçer beşer. Hata işlemeyen kul
olmaz, hükümete gelince olmayan hükümetten,
olanın en kötüsü yine iyidir. Memleketimize sahip olun. Dünya’da Türkiye,
Türkiye’de Sivas, kıymetini bilin”
“Gardaşlarım! Sizler ne niyetle oy verirseniz
verin. Oylar sandıkta Allah Teâlâ’nın melekleri tarafından layık olduğunuz
yönetimin gelmesi için değiştirilir.”
“Gardaşım! Sülûk görmeyen ihvan
listesine kayıt olmaz. Her amelin edebi var. Tarikatın edebi de sülûkünü tekmil
etmektir.”
***
28.03 1949 tarihinde Hastaoğulları’ndan Hatun Hanım
diye anılan eşi İmmihan TOPRAK
Hakk’a yürüdü.
Yine bu yıl Börkçü Ömer Oğulları’ndan Hacı Hanım
diye anılan Zeynep TOPRAK’tan
resmi boşanma oldu.
28.10.1949 tarihinde
Yılankırkanlar’dan Hafız Hanım adıyla anılan Zeliha TOPRAK ile evlenildi.
***
1947'lere kadar Türkiye'den hacca resmen izin
çıkmadı. 1948'de döviz yokluğu bahanesiyle hac yine yasaklandı, ancak 1949'da
serbestçe hac izni çıktı. O yasaklı yıllarda Rusya dahi hacılarına yasak
koymamıştı. Hacı sayısı 1949'da 7.000 idi.
***
İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi 1949 yılında ziyaretine
gelen Darendeli Hacı Hasan Efendiye,
“Gardaşım!
Hacca gideceğiz.” dedi O da;
“Efendi Hazretleri param yok” dedi.
“Gardaşım! Bizimde paramız yok,
İnşâ-allah gideceğiz.” diyerek davet edildiklerini hazırlık yapmalarını istedi.
İhramcızâde İsmail Hakkı
Efendi 1949 yılında 40 kişi Sivas’tan, 32 kişi Malatya ve Kastamonu
tarafından olmak üzere 72 kişi ile hacca gittiler.
Dönüşte Cidde’de uçak
beklerken İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi;
“Anadan doğmuşa döndünüz, kul
hakkı hariç” dedi. Uçakta 72 kişiye imam
oldu. Nurcu cemaatinin başı Kastamonulu Fevzi Efendi de vardı, dedi ki;
“Efendi ne mutlu. Hiç kimseye nasip olmayan size nasip
oldu” dedi;
“Gardaşım Fevzi Efendi!
Sözünüzden taviz vermeyin,
imanınızda sadık olun. Mahşerde 72 fırka, 73 cü olan Nâci fırkasının öncüsü
tayin olunduk”
***
İhramcızâde
İsmail Hakkı Efendi dedi ki;
“Gardaşlarım! Üç türlü hacı vardır, birini Allah
Teâlâ çağırır o orada kalır ve geri dönmez. Birini Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellem çağırır oradan döner geldiğinde kâmil bir hayat yaşar ve hacı olarak
dünyasını değiştirir. Bir hacıda vardır ki; şeytan çağırır döndüğünde
eskisinden daha şerli ve eşet (şiddetli) olur. Gardaşlarım! Allah Teâlâ bizi bu üçüncüsünden eylemesin.”
Âmin
***
14 Mayıs 1950’de Demokrat
Parti’nin iktidara gelmesi ile dinî hayatta sükûnetin oluşmasını sağlandı. Bu arada birçok türbeler yeniden faaliyete
açılmış, Türkçe ezanın yanında Arapça ezân okunmasına izin çıkmıştı.
***
1950 yılında Sivas Merkezinde bulunan Yeni Camii yanında
Çorapçı Hanı’nın üst katında kiraladığı, iki odayı tekke olması niyetiyle “vekâle”
olarak kullanılmaya başlandı.
Vekale denilen mekân artık teveccühün yapıldığı, boyutlar
arası yolculuk yapanların yükseliş rampası olmuştu. Derd ve neşe burada kazan
kazan kaynar, bazen semaverden dökülen bir bardak çay olurdu ki, içenlerin
selsesebil şarabından nuş ettiğine yemin getirmesine gerek kalmazdı.
İhramcızâde
İsmail Hakkı Efendi, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme olan kemal derecesindeki
muhabbet ve aşkın ifâdesine uygun olarak vekâlenin duvarındaki nadide tablodaki
HU ism-i şerifinin, kendi göz çeşmelerinden inci taneleri gibi dökülen yaşlar
şahitti. Belki de sevgilisi Efendimiz sallallâhü aleyhi ve selleme kalben
akıttığı yaşların maddi âlemdeki aksi timsali bu olmuştu. O’nun nemli gözleri,
vekâlenin duvarları, eşyaları ve gelen giden misafirleri çok defa Leylâ
Hanım’ın şu mısraları ile sanki dile gelmişti.
“Ah
min el- aşkı ve hâlatihi
Ahraka kalbî bi hararatihi
Ma-nazara aynî ilâ gayrikum
Uskimu billahi ve ayatihi”
Vücudum mübtelâyı derdi
hicran oldu ser-tâ-pâ
Bana ağlayın ki, yarin
asistanından cüdâyım ben
Acep mi gelse çeşmimden
sirişkim böyle mahzundur
Ciğerde onulmaz bir derde
mübtelâyım ben.
İhramcızâde İsmail Hakkı
Efendinin dilinden Leyla Hanımın bu mısraları çoğu zaman dökülür;
“Bir kadın kadar da olamadık” derdi.
***
25 Temmuz 1950 Kore’ye Türk askeri gönderildi.
***
Devlet 1940 yılında vakfa ait Ulu Camii’nin tamir
edilebilmesine kâfi miktarda tahsisat bulunmadığı için kendi haline terk
edilmiş, daha sonra 1948 yılında Devlet Müzesi yapılması kaydıyla, Milli Eğitim
Bakanlığı’na tahsisi için karar alınmıştı. Ulu Cami 1950 yılına kadar harabe
halinde olup, ibadete kapatılmıştı. Bu nedenle Sivas Ulu Camii öyle bakımsız
hale gelmişti ki, bütün tavan toprağı
caminin içine çökmüş, ibadet yapılacak bir halden çıkmıştı. Kayseri’den bir
vaiz geldi. Vaaz’da,
“Ey Sivas Halkı!
Ulu camii gibi mabet ceddinizden kalmış, bu hale gelmiş, hiç düşünmüyor musunuz bir müslüman
olarak nasıl sabahlara kadar uyku uyuyabiliyorsunuz.”
Bu ağır ithamlar Sivas Halkının uyanmasına bir nebze sebep
olmuştu. Ulu Camii’nin onarımı için bir
dernek kuruldu. Halkın çoğunluğu
İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendiyi dernek başkanlığına getirelim diye fikir
üzerindeyken Filik Rıfat,
“O şeyhliğini yapsın ne gereği var” diye halkı caydırdı.
Dernek kuruldu. Fakat bir türlü faaliyet başlayamadı. Sonunda dernek üyeleri
“Bu işin üstünden ancak İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi
gelir, onun yardımına başvuralım,” diyerek huzuruna geldiler.
“Efendim bu işin başında siz bulunun, bizler bu işi ancak sizinle yapabiliriz” dediler.
İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi
“Gardaşlarım!
Bizde bu işin üstesinden gelemeyiz,
lakin layık görmüşsünüz, bir teşebbüsse
geçelim, Rıfat Bey’de heyete dâhil olsun, bu hayırlı olur” dediler.
Uzun bir bekleme olmuş tamirat başlamamıştı. Devletin bile bulunduğu yeri yeşil alan
yapmak istediği Ulu Camii uzun bir beklemeden sonra, İhramcızâde İsmail Hakkı
Efendinin,
Bursa Ulu Camii’ni tamir eden bir heyet ile görüşmesi neticesinde tamirata
başlanabildi.
Derneğe aylık 1 lira olarak üye kaydı yapıldı. Caminin
içine dolmuş olan toprak boşaltıldı.
İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi tamirat ile ilgili olarak
ihvanlara derdi ki;
“Gardaşlarım! Büyük bir işe girdik, paramız da yoktu. Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem’den emir geldi.
“İsmail Efendi Oğlum! Ulu Camiyi tamir edelim”
“Bizde nasıl yapacağız” diye düşündük.
“Fakat Allah Teâlâ’ya tevekkül ederek bu işe başladık. Ulu Camii’nin ortasına gömleğin kavlinden bir
çadır kurduk. İçine kazma ile kürek
koyduk. İşin sonunu bekledik. Paramız
yoktu, paraya gark olduk o sene kıtlık
olmuş halk mağdurdu. Bir emir verdik, kanılarla dağ gibi taş
yığıldı, Allah Teâlâ’nın yardımıyla Ulu
Camiyi tamir ettirdik.”
İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi “gömleğin kavlinden” sözüyle kendinin dünyaya gelişi gibi Ulu
Camininde yapılışını eşleştiriyordu. Çünkü her ikisininde varlık sebebi
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemdi. Ulu Cami demek İhramcızâde İsmail
Hakkı Efendi demekle eşdeğerdi. Sivaslı ne zaman birini ansa muhakkak eşini
mecbur hatırlardı.
***
İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi dedi ki;
“Dünya üzerinde altı mescit
vardır.
1-Beytullah,
2- Ravza-i Mutahhara
3- Kudüs-ü Şerif
4-Şam’da Camii Emeviyye’de
Mescidi Yahya,
5- Halep’te Mescidi
Zekeriyya,
6-Sivas Ulu Camii.
Bu bir Hâkikâttir, biz böyle kabul ettik.”
***
Ali Eriş hacca gitmesi için
Efendisine para göndermişti. Fakat İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi ona bir kart
gönderdi. Üzerinde
“Biz bu parayı, Hoca İmam Camii minaresine harcadık” notu vardı.
1953 yılında caminin minaresini, o yıl kendine gönderilen
hac parasıyla yaptırdı. Bu eser bitmişti.
Karşısında durdu şöyle dedi ki;
“Annemiz, bize
cami hademesi ol dedi, fakat biz memur olduk.
Fakat hademe olamadık ama camilerin tamiratını Allah Teâlâ nasip etti.”
İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi Hoca İmam Camii civarında
bir ihvanın evinde sohbette, bir köşede otururken, Kumyurtlu Hoca denilen bir
zat da sedirde oturuyordu. Daha önce
caminin fevganesini yapmak için Hayrı Hafız Efendi’ye emir buyurmuşlardı. Bu
sebeple,
“Hayri Hafız nerede?” diye seslendi.
“Efendim buradayım” cevabını alınca,
“Fevganeyi yaptınız mı?” diye sordular. Hayrı Hafız
da;
“Yaptım Efendim” diye cevap verdiler. Kumyurtlu
Hoca;
“Yapıldı Efendim, çok sevap kazandı” diye övgüde bulunmaları
üzerine İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi;
“Hafız Efendi sevap almak için mi yaptın?” sualine Hayri Hafız’da,
“Hayır, Efendim” diye cevap verdiler. Bunun
üzerine dedi ki;
“Allah Teâlâ’ya çok şükür. Allah Teâlâ bizi âşık etmiş.
Biz hizmeti Allah Teâlâ aşkı ile yaparız ve karşılık beklemeyiz.”
***
İhramcızâde
İsmail Hakkı Efendi dedi ki;
“Gardaşlarım! Kalem her insanın kaderini
yazdı. Geri gelmez tekrar yazmaz fakat kazayı mübrem var. Kul tedbir eder Hakk
takdir eder. Kulda nasibini arzu eder. Tedbir almak takdire saygılı olmak
kullukta asıl edeptir. Kur'an-ı Kerim’in bütün ayetleri de edepten ibarettir.
Bu kapıda kıtmir olalı bu hakir her şeyi ezelden bildim takdir-i Kadir.
Allah Teâlâ bütün ruhları
ezelde asker topluluğu gibi sıraladı. Rabbiniz değil miyim? Secde edin,
buyruldu. Her kişi secdesi ile nasibi bilindi. Enbiyanın zamanları mekânları
ashabı da ezelde bilindi.
Ashab-ı Kiram Mekke’de Medine’de doğdular en
talihli kul oldular. Mekke’de Medine doğacak yaşayacakları da ezelde bilindi ki
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz Hazretleri ile bir mekânda bir
zamanda yaşadılar. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin hem ümmeti ve hem
de ashabı oldular.
Gardaşlarım! Sizde talihlisiniz,
ashabımız oldunuz. Kıymetinizi bilin, kulluğunuza ameli edebinize gölge
düşürmeyin. Allah Teâlâ buyurdu ki:
“Meleklerim yeryüzüne Âdem
yaratacağım. Melekler fitne çıkar, dediler Allah Teâlâ buyurdu Enbiya ve
halifeler yaratacağım, buyurdu. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem de buyurdu
ki:
“Bizimle
nübüvvet sona erer, vahiy kesilir, ilham devam eder. Allah Teâlâ’nın yeryüzünde
halifeleri olur ilhamla doğruyu haber ederler ferasetle gizliyi keşfederler.”
“Gardaşlarım!
Ervahı ezelde bütün sanatlar gösterildi. Herkes sanatını aldı bize de dervişlik
kaldı sizinle de ezelde tanışmışız burada biliştik. Bu âlemde bizimde mekânımız
zamanımız ezelde bilindi. Sivas’ta doğduk. Zamanımız bilindi. Mekânımızda
Sivas’tır.
Gardaşlarım! Namazda Kâbe’yi
şerifi ve sevgisini, salavât-ı şerife de Ravza-ı Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellemi sevgisini hatırlayın ve tefekkür edin. Başka zamanda Mekke’de
Medine’de bizi hatırlayın. Bizi de Sivas’ta bulursunuz.” “Elhamdüli’llâh! Kâinat bize bağlı bizdeki cana bağlı canda canana bağlı
bize başkan geldi Hakk’ta Hakk olduk.
***
1953 yılı mayıs ayında İhramcızâde İsmail Hakkı Efendiyi
Mustafa Eren Efendi ziyarete geldi. Bu ziyaretin akabinde
“Gardaşlarım! Bu gelen genç bizde ne var yok hepsini
aldı.” Dedi. Anlaşılıyordu ki Mustafa Eren Efendi de bu yolda
rehnümâ olacaktı.
***
“Gardaşlarım!
İnsana tarîkatı âliye-de kalbden bir ders verirler. Çeke, çeke kalb ıslah olur. Kalb ıslah olunca da
bütün vücuda dağılır. Vücut ıslah olunca, bütün kâinat ve mükevvenat ıslah olur”
“Gardaşlarım!
Kuşlar, balıklar zikirden düşünce av olurlar. Başınızda şemsiyeyim, eğer her
halinizi bilmez isek, Allah Teâlâ şeyhliği elimizden alsın. Her nefes ve alışverişinizden
haberdarım. Biz şimdi bir kestirme yol bulduk, gönülden gidiyoruz. Bu vücut,
bir gemidir. Bu gemiyi deryada yüzdürmek lazım. Kul beşerdir. İnsan namazına ve
dersine devam etmeli, yatarken,
kalkarken ve yerken daima abdestli olmalıdır. Yemede ve içmede bir şey yoktur,
nefsi körletmek içindir. Asıl mesele ruha gıda vermektir. Nefs, daima ruhun peşinden getirmelidir. İnsan, zikre başladığı zaman zikre girmeli,
kendisi yok olmalı, top atılsa duymamalıdır. Zikirden kendisini almamalıdır.”
“Cenab-ı
Allah Teâlâ’ya karşı kulluk vazifemizi yapamıyoruz. Allah Teâlâ, Kur’an
göndermiş, rasül göndermiş. Kitap, sünnet icma-i ümmet; utanıyoruz. Allah Teâlâ derse, ben Allah Teâlâ’ya ne cevap vereyim. Söylesek
olmaz, söylemesek olmaz. Ben daima
şeyhimle beraberdim. Siz de, daima şeyhinizle beraber olun. Gardaşlarım!
Hepinizi Allah Teâlâ’ya emanet ettik. İnsan yok olmalı, bu da laf ile
değil, halle olacak. İnsan dört şeyden
mürekkeptir. Hava, su, toprak ve ateş.
İnsanda bir et parçası var o da kalptir. En mukaddes şey.
Gardaşlarım!
Soyadımızı Toprak koymuşlar ama toprağa bakıyorum da utanıyorum. Dirimizi, ölümüzü ve gıdamızı hep o muhafaza ediyor.
Biz toprak gibi tevazulu olamıyoruz.”
***
1953 yılı Ağustos ayında İmam-Hatip Lisesi Yaptırma ve Yaşatma Derneği Ali Söylemezoğlu,
Atıf Okutan, ihsan Karayaprak, Sabri Özden ve Mustafa
Deveci tarafından kuruldu.
***
İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi, bütün partilere karşı aynı uzaklıkta kalmış
herhangi bir siyasi parti hakkında yakınlık belirten bir söz söylememiştir.
Hatta 1954 seçimlerinde gelen misafirlerden birisinin,
“Efendi yakında seçim var. Biz reyimizi hangi partiye
vereceğiz” demesi Efendi Hazretlerinin canının sıkılmasına sebep
oldu ve dedi ki,
“Gardaşlarım! Allah Teâlâ herkese göz vermiş görmek için;
kulak vermiş duymak için” işaret parmağıyla başını göstererek,
“Allah Teâlâ bir de akıl vermiş, gözünüzle görüp
kulağınızla işitip aklınıza danışacaksınız, aklınız ne diyorsa onu
yapacaksınız”
“Biz, siyasetle asla uğraşmayacağımızı söyledik,
siyasetle uğraşmayacağımıza dair, Duyunu Umumiye Memurluğumuzda imza verdik.
Bizim o taahhütnamemiz halen câridir.
Gardaşlarım! Zahirde senet verdik, ervâh-ı ezelde de söz
verdik. Bizim siyasetle alâkamız yoktur. Benim bir reyim var. Kime verirsem
vereyim, başkasını ilgilendirmez. Her kim ki, ‘Efendi oyunu filan partiye
veriyor’ diye konuşursa bizim semtimize uğramasın, onunla bizim alâkamız
kesilmiştir.”
***
Ulu camiinin noksanlar ikmal edilerek tamiratı tam olarak
1954’te başladı.
***
Suriye’den kaçak eşya getirip bu suretle ticaret yapmakta
olan birisi tarîkata intisabından sonra bu işi bırakmış ise, de çoluk
çocuğunun rızkının temininde zorluk çektiği için yine bu işe başlamaya karar
verip, İhramcızâde İsmail Hakkı Efendiye gelerek yaptığı ticaretten bahsederek
izin istemiş ve izin almıştı.
Suriye’ye varıp gerekli malları alarak atlara yükleyip
Türkiye’ye müteveccihen yola çıkmış. Sınıra geldiğinde karşıdan devriyelerin
geldiğini görmüş ama kaçacak zamanda bulamamıştı. Bu sırada çok süslü bir tilki
ortaya çıkmış. Bunu gören devriyeler, tilkiyi tutmak için onun peşine
düşmüşler. Oradan bir hayli ayrılmışlar. Bunu fırsat bilen adam atlarını alıp
hududu rahatça geçmiş. Mallarını sattıktan bir zaman sonra yine gitmeyi
düşünerek izin almak için, İhramcızâde İsmail Hakkı Efendiye geldiğinde, dedi
ki;
“Yok, gardaşım! Bir daha tilki olmaya niyetimiz yok”
***
İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi Gürün’den buğday satmak
için Sivas’a gelen biri buğdayı sattıktan sonra ziyaretine gelen kişiye şu soruyu
sordu.
“Gardaşım, buraya ne için geldiniz?”
“Ziyaretinize
geldim Efendim.” Tekrar sordu:
“Allah’ını seversen doğru söyle kardeşim, Sivas’a ne için
geldiniz?” O kişi buğday satmak için geldiğini bu arada kendisini
de ziyaret ettiğini söyleyince dedi ki;
“Gardaşım, herkes yolculuğunun niyetince sevap alır.”
***
İhramcızâde İsmail Hakkı
Efendinin kızı Hayriye Gündüzoğlu,
teheccüd namazını kaçırmış ve onun için ağlarken, yanına geldi;
“Kızım neyin var, niye
ağlıyorsun?”
“Baba teheccüd namazını kaçırdım.” Dedi ki;
“Kızım Allah Teâlâ’ya
yalvarırız, bunun için af dileriz üzülme.” “Aslanın dişisine de aslan
derler. Bizim öyle kadın ihvanlarımız vardır.”
***
İhramcızâde Hacı İsmail
Hakkı Efendinin yaş yetmişbeş oldu.
Dedi ki;
“Gardaşlarım! 1955
senesinde Seyyid Abdülkâdir Geylânî kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri
vazifesini bi-zâtihî temessül ederek beşeri âlemde bize teslim etti.”
Oğlu Kazım Beye Ulu
Camii’den çıkınca geriye bakmış dedi ki:
“Kazım, Ulu Camii’de
Gavs-ul âzam mescidi oldu”
***
1955 senesi Ulu Camii’nin de noksanları ile beraber
ibadete açılma senesidir. İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi ihvanları ile Ulu
Camii civarındaki yolda giderken dedi ki;
“Gardaşlarım! Yeryüzünde, bu minareden daha yüksek minare
yoktur.” Sohbetlerinde ise;
“Gardaşlarım! Gavslık Kadirî’lerden Nakşî’lere verildi”
“Gardaşlarım, bütün dünya bu kapıdan suyunu içiyor.”
“Zaten ezelde tanışmamış olsa idik burada buluşmamız
mümkün olmazdı. Şeyhimin hakka yürümesinden sonra bu mukaddes vazife bize
verildi. 12 tarîkatı bize teslim
ettiler. Biz bakıyoruz.”
***
Koyun Hüseyin devamlı Efendim bana Hızır’ı gösterse ne
olur diye düşünürdü. Bir gün Ulu Camide
namazdan sonra Hızır Direği (Bu direk
caminin sol tarafında baştan son sıranın ikinci direği) yanında İhramcızâde
İsmail Hakkı Efendi bir adamla kucaklaşmıştı.
O da onları gördüğü halde yanına gitmeyip edeben geri kalmıştı. Sonra o adam kaybolmuş. İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi Koyun Hüseyin
yanına gelip dedi ki;
“Koyun Hüseyin! Hızır,
Hızır diyordun ya, işte o adam
Hızır’dı, niye yanımıza gelip görüşmedin.”
***
Başka bir kola mensub bir kişinin oğlu akıl hastası
olmuş, çok çarelere başvurmuş, çare bulamamış. Ona;
“Sivas’ta bir
zat var, çarene o derman olur, bir de ona git” demişlerdi. Bu adam çaresizliğin verdiği acı ile Sivas’a
geldi. Sivas’a gelince “Efendi
Hazretleri nerede?” diye sordu. Ulu Camii’nin adresini alıp, camiye geldi. Abdesthanede abdest alırken
İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi onun yabancı olduğunu fark edip yanına varmış.
“Sen misafire benziyorsun, hoş geldin” dedikten sonra
“Bu arkadaşı alıp vekaleye götürün” diye ihvanlarına emir buyurdu. Vekâlede adam İhramcızâde İsmail Hakkı
Efendiye derdini anlattı. O ise bir süre murakabeye daldı. Başını kaldırıp;
“Gardaşım! İki
rahmetten biri” diyor adam ise,
cevap vermedi. Bu durum üç kez tekrarlandı. Sonunda adam dayanamayıp;
“Peki, Efendim iki rahmetten bir tanesi” dediğinde Efendi
Hazretlerinin gözü yaşlı bir halde;
“Gardaşım! Haydi, memleketine dön.” Adam memleketine dönünce oğlunun öldüğü
haberi ile karşılaşmıştır.
***
İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi kendi odasına ait
pencerenin önündeki selvi kavaklarının kestirilmesi için emir buyurdu. Fakat
ertesi sabah ağaçları kesmek için gelenlere,
“Gardaşlarım! Kesmeyin” der ve sebebini şöyle
açıklar,
“Ağaçlar sabaha kadar Efendi bizi zikirden ayırma diye
bize niyaz ettiler”
***
“Gardaşlarım! Bu dünya ahiretin bir bahçesidir.
Bu dünyada ne ekerseniz ahirette onu biçeceksiniz.”
“Çiçekler vardır, gül
başkadır.
Arkadaş vardır, dost
başkadır.”
“Gardaşlarım!
Amellerin efdâli zikirdir. Fakat çalışmıyoruz. Kul daima Allah Teâlâ ile olmalıdır.
Vefatında bile. Gardaşlarım! Piyasada
tonlarca kâğıt var. Bunların belirli bir kıymeti var. Ama kâğıda imza atılıp
mühür vurulduğu zaman para oluyor. Kâğıdı para yapan Mühür ile imzadır. İnsanı
insan eden zikirdir. Allah Teâlâ’yı zikir edin. İnsan, namazını ve
dersini hiç bırakmamalıdır. Her şeyin cilası ve gıdası vardır. Kalbin ki, ise,
zikirdir. Bunun kıymeti sonra anlaşılır.”
Cevher var iken pul neye
yarar,
Aczini bilmeyen kul neye
yarar.
Herkes bir yol tutturmuş
gider
Mevla’ya gitmeyen yol neye yarar.
“Validemiz,
cami hademesi ol dedi biz olamadık, fakat bugün hiç olmazsa da tamiratları ile
meşgul oluyoruz”
“Gardaşlarım! Hacca gitmek isteyipte gidemeyenler
üzülmesinler. Gidenler yanımızda,
gidemeyenler canımızda. Gidemeyenler Ulu Camii’yi ziyaret etsin. Burayı
O`ra, O`rayı bura yaptık.
“Haccın şartı 3’tür. Helâl
paran olacak, sıhhatin yerinde olacak, iyi bir arkadaşın olacak, beraber
gideceksiniz.
Herkes Mekke ve Medine’ye
gitmek ister. Bizde diliyoruz. Ama
sizleri bırakıp gidemiyoruz. Biz Mekke
ve Medine’yi burası yaptık.”
***
Mahkeme çarşısında Ulu Cami’den gelen yolun karşısında tüpbayii
Mutfakgaz Bayiliği alan Celal İnce, Efendi Hazretlerine olan hürmetinden dolayı
vekaleye bir tüp ve ocak hediye etmeyi düşündü. Bir ocak ile bir tüpü
vekalenin bulunduğu Çorapçı Hanı’na götürdü. Namaz vakti olması nedeni ile
vekalede kimse bulunmadığından ocağı ve tüpü hanın temizlik işine bakan Aznif
adındaki kadına teslim ederek;
“Benim getirdiğimi kimseye söyleme” diye tembih eder. Öğle
namazını Ulu Cami’de kılan Efendi Hazretleri, camiden çıkıp karşı kaldırıma
geçtiğinde dükkândaki Celal Bey’e dedi ki,
“Celal Bey gardaşım, vekaleye gönderdiğin tüp ve ocak çok
makbule geçti” Celal Bey tembih ettiği halde, Efendi Hazretlerine
söylediğini zannettiği kadına çıkışmak için Çorapçı Hanı’na gelerek,
“Aznif sana sıkı sıkı tembih ettiğim halde niçin
söyledin” demesi üzerine, Aznif Hanım, Celal Bey’e derki;
“Celal bey! Celal Bey! Sen Efendi Hazretlerini
tanımamışsın, ben ona âşık oldum o yüzden dinimi de değiştirdim”
***
Tarîkata intisap etmiş birisi bir zaman sonra Efendi
Hazretlerine gelip;
“Efendi Hazretleri bu dersini geri al. Ben yapamıyorum” demesi üzerine dedi ki;
“Gardaşım! Bugün misafirimiz ol yarın düşünürüz” Bunun üzerine adam o
Çorapçı Hanı’nda kalmış ve o gece bir rüya görmüştür. Rüyasında kıyamet kopmuş.
Sırat köprüsü kurulmuştur. İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi kolunda bir sepet
ile Sırat Köprüsünü geçip öbür tarafa vardıklarında sepeti ters çevirip
içindekileri dökmüş. Adam bakmış ki, sepetten dökülenler hep ihvan
arkadaşlarıdır. Ertesi gün özür dilemek için Efendi Hazretlerinin yanına
geldiğinde, dedi ki;
“Ne o Gardaş, sen de mi, sepete girmeye geldin” Adam Efendi Hazretlerinin
elini öperek özür dilemiştir.
***
Bir gün Efendi Hazretlerinin huzurlarında sohbet
esnasında, orada hazır bulunanlardan bir kaçı:
“Efendim, Size gelen herkese, tefrik etmeden ders
veriyorsunuz, bunun hikmeti nedir?” diye soruyorlar. Efendi dedi ki;
“Gardaşlarım! Eskiden medrese, tekke gibi ilim irfan
yerleri vardı. Camiler aslî mekânlardır, tali mekânlar kalmadı. Tarîkata girme
hevesiyle gelenleri biz boş çeviremeyiz, fakat bizim bir gönül dairemiz vardır
ki, bizce malumdur.”
“Bir kimse bostanına karpuz eker. Karpuzları büyüdükten
sonra, en iyilerini satıp para kazanır. Ondan ehvenini
eşine dostuna ve aile efradına yetirir. Geriye kalanını da hayvanlarına
yedirir. O bostan ekenin bunda bir zararı var mı?
Gardaşlarım! O
ders verdiğimiz kimse hiç bir şey yapmayıp ta kötü ahlaklarından vazgeçse, bu da bir kâr değil
midir? Gardaşım en azından beş vakit namazını bırakmaz. ”
***
1957 yılında İmmihan Hanımdan olan kızı Hayriye
Gündüzoğlu Hakk’a yürüdü.
***
İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi Konya’ya bir
iş için gitmişti. Orada ihvanı da yoktu. Konya’da hiç tanıdığı olmadığı için
otelde kaldı. Buraya gelmiş iken önce Şems-i Tebrizî’yi sonra Mevlana’yı
ziyaret etmek istedi. Ziyaretinde Mevlana’nın ruhaniyeti ile görüşemediği için
canı çok sıkıldı. Kendi kendine;
“İsmail bu hata sendedir.
Mevlana mürşid-i kâmildir. O’nu dünya âlem bilir” diye düşündü. Bu hal ile
otele vardı. Çok geçmeden temessülen
Mevlana Celâleddin Rumî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz teşrif buyurdu. Üzerinde
deve yününden abası ve elinde asası vardı.
Selam verdi.
“İsmail Efendi! Bizim ayağımıza kadar geldiğin için
karşına çıkmaya hayâ ettik. Bizim sizi Konya sınırında karşılamamız icap
ettiğinden bu hal zuhur etti.” Dedi.
İki saat onunla
sohbet ettiler. İhramcızâde İsmail Hakkı Efendiye
“Şu an, bizim kolumuzun maneviyatına bakacak
kimse kalmadı. Onu size emanet ediyorum.”
Dedi.
Sohbetden sonra ayrıldı. Fakat İhramcızâde İsmail Hakkı
Efendi bu hadiseden dolayı Hz. Mevlana kaddese’llâhü sırrahu’l azîz Cenâb-ı
Hakk’a niyaz eder, bizi Konya’da bıraktırır diye hemen ayrıldı. Yoksa Konya’da iki, üç gün kalacaktı.
***
İmam hatip lisesi yapma ve yaşatma derneğine 1957 yılında
İhramcızâde İsmail Hakkı Efendide katıldı. Bu katılım ile dernek faaliyete
başladı.
Okul yapımı için tespit edilen yer Ceneviz- Ermeni
azınlığının bir zamanlar okul olarak kullandığı yerdi. Zamanla hazineye kalmış,
bir dönem de Sivas Ortaokulu olarak kullanılmış atıl bîr alandı. Efendi
Hazretlerinin isteğiyle Milli Eğitim Bakanlığına, bir dilekçe yazıldı. Kısa bir
süre sonra Devlet hazinesine 2.000 TL nakit para ödenerek burası satın alındı.
Devlet yardımı olarak ta 60.000 TL ödenek geldi. 1957'de başlanan inşaat halkın
yardımlarıyla başladı.
***
1958'de İmam Hatip Okulu tamamlandı. Okulun
ilk kurucu müdürü rahmetli Numan Kurukafa’dır
***
3 Mayıs 1960 yılında
yaptıkları bir sohbette İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi dedi ki;
“Gardaşlarım! Bu mevsimde hava ne kadar
soğuk olursa olsun insana dokunmaz. Çünkü her şeye hayat veren, şifalı havadır. Güz mevsiminde
ise, hava az soğuk olsa da dokunur. Çünkü otları ve her şeyi yakan havadır.”
***
27 Mayıs 1960 ihtilâli oldu.
üçyüz kadar şeyh tutuklanıp Erzurum’da tevkif edildi. İhramcızâde İsmail Hakkı Efendiye devlet dokunamadı.
***
İhramcızâde İsmail Hakkı
Efendi dedi ki;
Çiğnemeyin,
çiğnetmeyin, yeşerin meyve verin
Solmayın,
sararmayın olgunlaşın ham kalmayın
Fakat kökten ayrılmayın
Buna say ettikçe siz, başınızda biz gölgeyiz.
***
İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi kendisine başkasını
şikâyete geleni, “Gardaşım! O zat Allah Teâlâ’nın kulluğundan da mı çıktı?” diye
cevap verirdi.
***
İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi
Ulu Camii kapısında her zamanki gibi dizilmiş dilenciler için dedi ki;
“Bunlara hiç para vereceğim
gelmiyor, vermeden de geçemiyorum.”
***
“Gardaşlarım! Sâdi derki, Bir gün hamamda bir sevimli insan bana bir parça güzel
kokulu kil verdi. O kile:
“Misk misin, yoksa amber misin, senin güzel kokundan mest
oldum.” dedim. Kil cevap olarak bana şöyle dedi:
“Ben adî bir kil idim, fakat bir zaman gül ile arkadaş
oldum, onun güzel kokusu bana sindi, yoksa ben bildiğin toprak parçasıyım.”
***
17 Eylül 1961 Menderes İdam
edildi. İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi haberi duyunca dedi ki;
Cihana padişah olmak kuru
bir kavga imiş
Bir mürşide bend olmak
cümleden evla imiş..
***
İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi yaz günlerinde gelen
misafirleri mesire yerlerinden olan Kepeneğin Gözü, Kurtderesi, Tekkeönü ve Yılankırkan
çiftliğinde sohbet ortamları oluşturularak irşad faaliyetlerine devam ederdi.
Ayrıca Soğuk Çermik denilen kaplıcaya da giderdi. Maddi ve manevi şifa merkezi
olan bu çermiğe ihvanların gitmesini tavsiye ederdi.
Sivas’ın üç kaplıcasından
birisi olan Soğuk Çermik, iki dağın arasıdır. Sivaslıların vazgeçilmez
yaylasıdır denilebilir. Bir kalyonu andıran dik, duvar gibi yükselen dağın
hâkim tepesinde Ahmet Turan Gazi Hazretlerinin
kabri bulunmaktadır. Ahmet Turan Gazi Kaplıcanın her noktasından görülebilen
gösterişsiz sade bir mezarı bulunmaktadır. 10. yüzyılda Anadolu’nun Türkleşmesi
hareketinde bölgenin fethini komuta etmiş. Etrafta başka bir mezarda yoktur.
İhramcızâde İsmail Hakkı
Efendi bu kaplıcayı tercih etmesindeki en önemli sebep Ahmet Turan Gazinin
ruhaniyetidir. Bu evliyayı vesile kılıp Sivas’ta çocuk sahibi olan çok insan
vardır. Onun dünyaya gelişide dualar gölgesinde olduğu için annesi Hacı Aişe
Hanım burayı çok ziyaret yeri kılmıştı. Soğuk Çermik onun için hatıraların ve
duaların sesleri ile dopdolu idi.
***
İhramcızâde İsmail Hakkı
Efendi sohbetin başında bu ilahiyi terennüm ettirirdi.
Emânet etmişsin geldi
selâmın
Şevketli sultânım aleyküm selâm
Aldı ta’zim ile bu ben gulâmın
Ey şâh-ı hûbânım aleyküm selâm
Müyesser olur mu rûyunu görmek
Acep olur mu ki, vaslına
ermek
Gâhi gâhi böyle selâm
göndermek
Keremdir Efendim aleyküm
selâm
Lutf edip hatırım ele
almışsın
Hasretinle yandığımı
bilmişsin
Duydum ki, mürüvvet kâni
imişsin
Dertlerimin dermânı aleyküm
selâm
Umarım Efendim mürüvvet
senden
Uğruna geçmişim can ile tenden
Demişsin gedâma selâm et benden
Berhudâr ol canım aleyküm selâm
Geçirdin boynuma aşkın kemendin
İyi ki, anmışsın bu derd-i mendi
Kuluna selâm etmişsin Efendim kendin
Derdime dermanım aleyküm selâm
Bilmezim bu dil-i biçâre
netsün
Hicr-i firakınla ya kande gitsün
Selâm eylemişsin Hak selâm etsün
Sana ey cananım aleyküm selâm
Hasta idim beni getirdin cana
İhtiyaç kalmadı gayri
Lokman’a
Selamın şifa verdi bu hasta
cana
Gönlümün sultanı aleyküm
selâm
Azîz iltifatın râyegân ettin
Âteş-i sinemi gülistan ettin
Mahzun Gevheri’yi şâdüman ettin
Ey gonca dehânım aleyküm selâm
***
Sofu Yusuf ve Hayır Severler Camii inşaatı başladı.
***
İhramcızâde İsmail Hakkı
Efendiye sordular.
“Efendi Hazretleri sizi
nerede buluruz?
“Eğer
bu dilberi ararsanız Sivas Ulu Camii’nde. Orada bulamazsanız Şam-ı Şerif’te
Ümeyye Camii’nde. Orada bulamazsanız, Mekke’de
Kâbe’de. Orada bulamazsanız, Medine’de Ravza’da. Orada bulamazsanız, Sivas’a bir sefer eyleyin Ulu Camii’nde
bulursunuz.”
***
“Amelleriniz tartılmadan önce, kendinizi hesaba
çekiniz. Hâkikat ve hidayet yolundan ayrılmayınız. Cenâb-ı Hakk’a ihlâs ile
ibadet etmenizi tavsiye ederim. Allah Teâlâ, dünyada hayrı da şerri de
insanların tercihine bırakmıştır. Sakın ha kendinizi gafletten koruyunuz. Size
hoş görünse de fenalıktan, günahlardan sakınınız. Allah Teâlâ’nın emirlerini
yerine getiriniz, çünkü emirlerin yapılmaması bir felâkettir. Ölüm yolunu
kolaylaştıracak yegâne şey, sizin amellerinizdir.
Size tebliğ edilen emirlere ittibâ ediniz. Taharet üzere
yaşayınız. Takva üzere olunuz. Her teşebbüsünüzde Cenab-ı Hakk’ın size yardım
etmesini ve geçmiş günahlarınızı affetmesini niyaz ediniz. Tevazu ve sabır,
takva ve sıdk şiarınız olsun. Hesaba çekilmeden kendilerini hesaba çekenler
büyük mükâfatlara nail olup, bunu ihmal edenler ise, büyük zararlara duçâr
olurlar.
Her türlü musibet ve belâlar, kişinin tekâmül
sebeblerindendir. Bunlar da nefs-i emmâreden raziye ve marziyeye kadar gider.
Çoğu zaman nefs-i levvâmeye uğrarlar. O zaman kul kendi günah ve hatalarıyla
uğraşır. İnsanın kendi hatasını görmesi kadar güzel irfan olmaz. Bunların
hepsini unutup kulluk vazifesinde bulunmak, yani cismindeki canı gibi, dostu
canında bulmak en güzeldir.
Bu dünya fânidir, âdemdir, misafirhanedir, âhiretin
tarlasıdır. Âhirete hayırlı ameller götürmek lazımdır. Sen, seni sevdiğinle
bil. Bir hadis-i şerifte; “ Kişi, sevdiği ile beraber haşr olacaktır.”
“Gardaşlarım insan dünyada
bir yolcu gibi veya bir misafir gibi, yâda bir kiracı gibi olmalı. Yolcu veya
misafirin nesi olur ki, Konar, geçer o kadar.”
Fâilâtün, fâilâtün,
fâilâtün,
Yüzün suyu değer cihanı
bütün
Verirlerse dünyayı sen alma
satın
Yüz aklığı iki cihana değer
Hak kul elinden intikamını
kul eli ile alır
İlm-i Hakk-ı bilmeyenler
anı kul yaptı sanır.
Cümle eşya haktandır kul
eli ile işlenir
Emr-i Bâri olmayınca sanma
bir çöp deprenir.
Kazara bir sapan taşı bir
altın kâseye değse
Ne taş kıymet kazanır, nede
kâse kıymetten düşer
“Gardaşlarım! Naci denilen
fırka sizlersiniz. Bakarsınız bazı
kişiler tarîkata giriyorlar. Çok geçmeden acaibten garâibten bahsetmeye
kalkışıyorlar. Kendilerini büyük adam olduklarını zannediyorlar. Fakat büyük
kim, küçük kim, o sonra belli olur.
Bizim tarîkatımıza gelen kimse uzun yıllar çalışır. Ancak kendi
küçüklüğünü fark eder. Yetmez mi bu fark. Çünkü keramet kulu Allah Teâlâ’dan
uzaklaştırmaya yarar. İnsan Ahlak-ı
Muhammedi ile ahlaklanmalı, kuldan
istenen budur. İnsan ile ebedi âleme
gidecek kazançta budur.
“Kaza namazı
olanın nafile ve sünnet namazları kabul olmaz diyorlar. Siz ne buyuruyorsunuz?”
dediklerinde;
“Gardaşlarım! Yarın ruz-i mahşerde ilk sual namazdan
olacaktır. Namazın hesabında hesaba ilk defa farz namazları alınacak, ondan sonra
noksan kalan kısımları kaza namazları ile tamamlanacak. Ondan noksan kalan
kısımları da derecelerine göre sünnetlerle, ondan noksan kalan kısımları da
nafile namazlarla tamamlanacaktır.
Gardaşlarım! namazlarınızı ihmal etmeyin. Vaktiniz
oldukça borcunuz varsa kaza namazı ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden
intikal yâni gelmiş olup, sizlere bildirdiğimiz sünnet namazlarını kılınız.”
Gardaşlarım! Akşam namazından sonra ikişer rekâttan altı
rekât evvâbin namazı kılanın geçmiş on yıllık günahı af olunur. Ondan sonraki
evvâbin namazları için de her birine bir umre sevabı verilir. Teheccüd namazını
kılın, iki rekât işrâk ve dört rekâtta duhâ namazı kılın”
***
İhvanın biri, arkadaşının evine misafir olmuştu. O gece
yatılı misafir kalmıştı. Fakat ihtilam olmuştu. Sabah kalkınca evin erkeği bir
an dışarıya bir ihtiyaç için çıkmıştı. Bu arada evin hanımından yıkanmak için
su istemişti. Yıkandıktan sonra evin erkeği gelip durumdan huylanmış, tüfeğini
kaptığı gibi ihvanın üzerine yürüyüp öldürmek istemişti. İşin sonu kötüye
varacağını anlayan ihvan;
“Şeyhim yetiş” diye bağıra bağıra kaçtı.
“niye böyle oldu ki, Efendi
Hazretleri benim bu halime yetişmeli değil miydi, ben yanlış bir iş yapmadım
ki,” dedi.
Durum daha sonra
İhramcızâde İsmail Hakkı Efendiye anlatılınca;
“Gardaşlarım! Bizim yolumuzda
şeriat önce gelir. Eğer biri şer-i şerifi aşmaya çalışırsa onun tarîkatı
yoktur. Önce şeriat, sonra tarîkat, sonra şeriat. Şeriatın olmadığı yerde bizim tasarrufumuz da
yoktur.”
***
İhramcızâde
İsmail Hakkı Efendi Ankara ihvanına bir mektubunda tavsiyeleri şu şekilde idi.
“Gardaşlarım!
Birbirinizle bir araya
geldiğiniz zaman, gönüllerinizi
dünya taallukatından âri kılarak hep bir ruh gibi olmaya gayret ile celb-i
himmet ve ruhaniyyet eylemeniz iktiza eder.
Bunun
hilafındaki hareketler, maddî ve mânevî
işlerinizin bozulmasına ve gönüllerinizin perişanlığına sebep olacağından, şu
Ramazan-ı mağfiret nişanından birbirinizle hubben lillâh helâlleşerek, gayet
samimi ve ciddi olarak muhabbet eylemenizi eltâf-ı ilâhiyyeden niyaz ederim.”
***
İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi bir sohbetinde sevmek
hakkında Musa aleyhisselâmın kıssasını anlattı.
“Allah Teâlâ, Tur-i Sina’da, Musa aleyhisselâma buyurmuşlar ki,
“Ya Musa benim için sen ne
yaptın” Hz. Musa aleyhisselâm,
“Ya Rabbi namaz kıldım, oruç tuttum, zekât verdim” Buyurunca, Allah Teâlâ
buyurur ki;
“Onlar senin için Ya Musa,
karşılığını elbette vereceğim, benim için sen ne yaptın” sualine Hz. Musa
aleyhisselâm,
“Yarabbi sen bilirsin” demesi üzerine Allah Teâlâ,
“Ya Musa, benim için bir kul sevdin mi? buyurmuşlardır.
“Onun için kul,
Allah Teâlâ’yı sevmeli, her şeyi de Allah için sevmelidir. Gardaşlarım biz
hepinizi Allah için seviyoruz,” yerde giden karıncayı göstererek,
“Şu karıncayı da,
Allah için seviyoruz”
“Siz
birbirinizi Allah Teâlâ için severseniz,
gayret’u-llah zuhur eder. Allah Teâlâ hepinizi sever. Muhabbeti olan
hata görmez, görse de göz yumar. Her işte beraberlikten Allah
Teâlâ razı olur. İdare ilmini öğrenin, insan kızınca
şeytanın malı olur.
İdare
müdâra ve dubâra.
Nefis
çok mübarektir. Ruha âşık olmuştur. Aşkın kıymeti çok büyüktür. Âşık olmayan insan, insan değildir. Asıl mesele nefsi, ruha tâbi kılmaktır. Nefsin dediğine gitmemektir. Ne
ararsan insanda mevcuttur. Bir şeyh (Şeyh Sena ) Rum papazının kızına âşık
olmuş. Ruh şeyhtir, Nefiste Rum papazının kızıdır. Hepinizi Allah Teâlâ’ya
emanet ettik. Biz de zaten Allah Teâlâ’ya emanetiz. Cenâb-ı Allah Teâlâ, hepinize
mazhar-ı tevfik buyursun. Tarîkatta bir şey varsa, o da insanın gözü ayağının
ucuna bakmasıdır.”
“Akıl nefsin yuları, başına takılırsa her türlü
fenalıktan emin olur.”
“Gardaşlarım! Sohbetlerinizde edebinizi,
muhabbetinize sahip olun. Her sohbette vuslat vardır. Hiç vuslatsız sohbet
olmaz. Hiç bir şöhret afatsız olmaz, öyleyse şöhretten kaçının.”
“Allah
Teâlâ buyurdu: ‘kunû sadıkîn’ sadıklardan
olun”
“Allah
Teâlâ yine buyurdu: ‘kûnû maa’s-sadıkın’
sadıklarla ile beraber olun”
“Gardaşlarım!
Her insan sadık olamaz sadık olacak olan salih olacak olan ezelde bilindi. Siz
bizimle olun. Biz sizinleyiz, siz aldığınız vazifelerinizi farz vacib edebi
amellerinizi emri nehy-i nevafili ilahiyi zikr-i kesir ile murakaba-ı hayr ile
bize yakınlığınızı temine çalışınız. Sahabe ahlaklı olun abdestsiz yemeyin ve
gezmeyin. Sahabe haram yemediler. Helâlın içinde şüpheliyi araştırdılar da
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi sevdiler de yakın sahabe oldular. Siz
de bizi sevin bize yakın olun. Bizi sevdiğiniz kadar Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve selleme oradan Allah Teâlâ’ya yakın olun.”
“Gardaşlarım!
Ni’me’l Mevla ve ni’me’n-nasîr. Allah Teâlâ ne güzel dosttur ne güzel
yoldaştır. O yüce Allah buyurdu “dua edin her şeyi Hakk’tan isteyin bizi de
Hakk’tan isteyin. Dua ve ilham Hakk’tandır. Fakat biz Allah Teâlâ’ya layık kul
olamadık, lütfuna sığındık acizliğimizi bildikte kulluğa layık görüldük. Kul
acizliğini bilmeli.”
“Gardaşlarım!
Kendinize acıyın, biz ihvanımıza acıyoruz. Her canlıya yerdeki karıncaya da
acırız. Siz de acıyın dersinizi tesbihinizi ihvanımızın noksanını bize tamam
ettiren bir güç var olduğuna hak ile iman edin. Biz dua etmemeye Hakk’tan hayâ
ediyoruz”
“Kişi
kabri başında ziyaretçisini idâre (mum) gibi, lüks lamba ışığı gibi, güneş gibi
görür.”
“Gardaşlarım! Kişi sevdiğini anarken sevgiye
saygılı olmalı. Kimi andığını bilmeli tevhitte salâvat-ı şerifede edebine
dikkat etmeli. Kişi yanındaki ile tevhitte salâvatı şerifede Allah ve Resülünü
sevgisini tefekkür edip hesap günü gelmeden kendini mizana çekeceğiz ölümü,
kabri, kalkışı ve mahşeri tefekkür edeceğiz. Tarikatın edebi ikidir göründüğün
gibi olmak olduğun gibi görünmektir. İhvan abdestli olur emrolunduğu gibi amel
eder. Nefsin bir silahı kalmıştır ameline edebine şöhretine gurur ettirmektir.”
***
İhramcızâde İsmail Hakkı
Efendiyi bir ihvan ziyarete gelince,
“Vazifelerini
yap.” gelen kişi;
“Yapıyorum, vazife alalı
teheccüd namazını bile terk etmedim” İhramcızâde İsmail Hakkı
Efendi dedi ki:
“Git
buradan varlık koktu” dedi.
“Allah Teâlâ buyurdu ki: mahşerde hiç kimseye soyu şöhreti sorulmaz. Kulu
ameli edebi ile yakınlığı ile mükâfatlandırırız” Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
buyurdu ki:
“Ashabım
benden sonrada şirke düşmezsiniz, mahcup olursunuz. Fakat cedelleşeceğinizden
mahşerde mahçup olacağınızdan endişem var.”
“Ancak
zamanın sonunda ümmetim yetim çocuklar gibi olur. Fakat Allah Teâlâ’nın veli
kulları olur. Eteğini tutan, sülük gören azab görmez, fakat mahcupluk vardır.”
“Her
beldede sülûk gösteren sülûk görmüş icazetli halifelerimiz ihvanımız var.” Dedi.
***
İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi her zaman faytona bindiği
için Gaziantepli ihvanlar yeni çıkmış arabalardan birini şoförü ile beraber
Sivas’a getirmişlerdi. İhvanların niyetleri, yaşı ilerlemiş olan Efendi
Hazretlerini rahat ettirmek idi. Ancak, Efendi Hazretleri;
“Gardaşlarım! Bunu götürün
ihtiyacımız yoktur” dedi.
Yine aynı şekilde, Çorapçı Hanı’ndaki vekâlenin eski bir
yer olduğu daha güzel bir yer yapılması için teklif yapılmıştı. İhramcızâde
İsmail Hakkı Efendi yer değişikliğine razı olmamıştır.
“Cümle âlem zat imiş
Deryayı hikmet imiş
Hak ile vuslat imiş
Allah Teâlâ’dan gayri yok imiş”
Gardaşlarım! Bunu altın
harfler ile yazmak lazım.”
“Gardaşım kim kime yaklaşırsa onun kokusunu alır. Bizimde
gayemiz sizlere bir şey vermektir. Üç gün intisap etmiş ihvanımıza dahi hal
veririz. Hiçbir ihvanımızı boş bırakmayız. Üç gün dahi ihvan olduysa Hal
verdiğimiz hali ona haberdar etmeyiz.”
***
Bir gün İhramcızâde İsmail Hakkı
Efendi evladı ile beraber yolda
giderken, kalbinden geçti ki;
“Babacığım herkese himmet ediyorsun benim bazı kötü
hallerim var bırakamıyorum.”
Efendi aniden durdu ve aniden
ona döndü.
“Oğlum harçlığın var mı?” o cevap veremedi. O ise ceketinden para çıkardı ve
“Al bunu oğlum, her şeyin bir zamanı var” dedi.
***
“Gardaşlarım!
Ölmek varlığı bırakıp yokluğa ermektir. Yok, olacaksın ki, var olasın. Nefsini
bilen Allah Teâlâ’yı bilir. Nefsini bilmeyen Allah Teâlâ’yı da bilemez. İnsan
fani olursa Cenabı Allah o insanın konuşan dili, gören gözü, işiten kulağı
olur.”
“Gardaşlarım! Şeyhim
Mustafa Hâki Hazretleri ile ilk karşılaştığımda baktım ellerim onu eli (o zaman
sakalım yoktu) sakalım onun sakalı olduğunu hissettim. Her halim şeyhim oldu.
Şeyhinde fani olan Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemde fani olur,
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemde fani olan Allah Teâlâ da fani olur.
***
Efendi Hazretlerine
ihvanları dediler ki;
“Başka şeyhlerin ihvanları uçuyor kaçıyorlar,
niye bizde böyle bir hal yok”
“Gardaşlarım! Sinekte uçuyor.
Siz uçmayı kaçmayı bırakın. Allah Teâlâ’ya kul olmaya bakın. Uçmak bir şey
değil. Sizin Allah Teâlâ yanında sinek kadarda mı, kıymetiniz yok. Yoksa daha
ne çalışıyorsunuz. Sizleri bir damla sudan bu hale getiren Allah Teâlâ değil
mi? Onun için uçmaya kaçmaya bakmayın. Allah azîmü’ş şân bize kulum desin
yeterde artar.”
***
İhramcızâde
İsmail Hakkı Efendinin ziyaretine gelen alevi kardeşlere;
“Gardaşım! Alevi misin?” dediklerinde,
“Evet, Efendim” demeleri üzerine,
“Gardaşım! Alevi olabiliyor
musun?” diye sordu. Sonra dedi ki;
“Gel canım, bu işin Alevisi
Sünnîsi diye bir şey olmaz. Hepimiz Allah Teâlâ’nın kuluyuz”
***
“Gardaşlarım! İşte hulasa
sizler Allah Teâlâ’nın ehlisiniz. Allah diyene “Ehl’u-llah” derler, ne yazık
ki, çalışmıyorsunuz. “Temûtune kemâ te’îşûne ve tub’asûne kemâ te’îşûne” dedi.
Dünyada hangi sıfatta ve ne
amel üzerine iseniz o halde vefat edersiniz
Hangi sıfat üzere vefat
ederseniz, o sıfat üzere
haşr olursunuz. Müminin kalbinin daima Allah Teâlâ ile olması lâzımdır.
Vefatımız zamanında dahi Allah Teâlâ ile olalım.”
***
“Ey Hâlık-ı kâinat! İlticâgâhım
ancak sensin. Üzüntü ve sürûr zamanımda da sana yalvarırım. Günahlarım
büyüktür, fakat senin affın ondan daha büyük değil midir? Münâcatımı
işitiyorsun. Gönlümde muhabbetini eksik etme. Beni bin yıl ateşinde yaksan yine
senden ümidimi kesmem. Rehberim sen olursan, hiçbir vakitte gümrah (yolunu kaybetmiş,
sapıtmış, azmış) olmam. Sen bana yol
göstermezsen ilelebet dalâletten kurtulamam.”
“Yâ İlâhi! En büyük korkum,
beni kapından tard edecek olursan ne yapacağım. Senin yükselttiğini kimse
alçaltamaz. Senin alçalttığını kimse yükseltemez. Hâlik sensin, hakîm ve âlim
olan sensin, ilmin her şeyi kaplamıştır, rahmetin her şeye şamildir.
Felâketzedelere yardım eden, musîbetzedelerin imdadına yetişen, kalbleri
kırılanlara teselli veren Sensin. Kullarına yardım için daima hazırsın. Bütün
esrar ve efkârı bilen Sensin. Bütün nimetleri bahşedensin. Fakirlerin dostu
sensin. Sadıkların, tahirlerin yardımcısı sensin. Yardımını isteyenlerin
hepsine yardım edersin”
“Ya Rab! Biz aciz, fakir,
nakıs, zayıf ve fânî kullarınız. Ebedî ve ezelî olan, zengin ve kudretli olan,
rahîm ve alîm olan sensin. Senin marifet ve muhabbet nurunu arıyoruz. Muhabbet
ve marifetini ihsan eyle. Günahlarımızı affeyle.”
“Gardaşlarım! Bedenimiz helal
rızıkla gıdalanıp, temiz kılıf olup ruhumuz memnun olursa, bu âlemde bedenimizi
toprakta korur. Hem de ebedî âlemde tez bulur. Berzâh âleminde bedenimiz
ruhumuzla beraber bekleyecek. Ebedî âlemde tekrar dirileceğimiz zaman ruhumuz
bizi bulacaktır.”
***
Birisi İhramcızâde İsmail Hakkı
Efendiye gelerek mezarlık yerindeki arsayı kâr amaçlı alıp satmayı sordu.
“Gardaşım, üzeri süpürge ile sürecek kalınlıkta altın ile
kaplı olsa, bunun hepsi kâr olsa ölü arazisinden ve vakıf malından uzak dur.”
***
Ankara’dan gelen bir müfettiş
gizli olarak bir süre takibat yaptı, gideceği zaman İhramcızâde İsmail Hakkı
Efendiye gelerek kendini tanıtmış;
“Efendi Hazretleri siz
müstesna bir insansınız, bu kadar insan, nefsini
düşünüp dünya menfaati için etrafınızda yuvalanmışlar ve nemâlanıyorlar.”dediğinde, İhramcızâde
İsmail Hakkı Efendi dedi ki;
“Gardaşım, biz bunların hepsini
ve durumlarını da biliyoruz.”
***
Bir gün İhramcızâde İsmail
Hakkı Efendi ihvanlar ile sahrada sohbet ederlerken o mevziden çingeneler
geçiyordu. O ise onlara ikram edilmesini
emir buyurmuştu. Orada bulunan birisi;
“Efendi Hazretleri onlardan
cenabetlik çıkmaz, niye veriyorsun” dediğinde, dedi ki;
“Senin
burada kaç kuruşun var, mal kimin, mülk
kimin, verin şunları, Gardaşlarım” diye ikaz etti.
***
Yemek yedirme konusunda ihtimam gösteren İhramcızâde İsmail
Hakkı Efendi bir yere misafir olmuş. Orada aç iken çay ikram etmişler.
Bu durum ona sıkıntı verdiği için;
“Gardaşlarım!
Bize çayı içirdiler de içirdiler. Mübarek, Canım! Karnımız aç diyemedik. Onun için gelen misafirlerimize karnınız
aç mı? diye soruyoruz.”
***
İhramcızâde İsmail Hakkı Efendiye birileri
gelip hallerinden şikâyetçi oldular. O da
“Allah Teâlâ, isteyene her şeyi verir. Allah Teâlâ’dan
kendini (cemâlini) de isteyin. Gardaşlarım!
Allah Teâlâ, kendini de verir.”
“Her isteğimiz yerine
geliyor, onun için Allah Teâlâ’dan bir şey istemeye hicap ediyoruz.” “Gardaşım!
Allah Teâlâ’nın rızasını al gönlünü yap,
işini O’na gördür.”
***
“Gardaşlarım!
Bir kimse, ben öldükten sonra benim malımı dünyanın en cahil adamına verin derse; o
adanıp malını Kur’an-ı Kerim hafızı olup ta manasını bilmeyene vermeli imiş
yine bir kimse benim malımı âlim kimseye verin derse, o kimsenin malını velev
ki, Kur’an-ı Kerim’i yüzünden okumasını bilmesin, Kur’an’ın hükmünce amel edene
vermeli imiş.”
***
İhvanlardan biri, Efendi
Hazretlerinin huzurunda sohbette iken gönlünden geçirir ki,
“Efendi’nin de hiç kerameti
yok” o anda İhramcızâde İsmail
Hakkı Efendi ona döner ve
“Gardaşım
siz ders almadan önce Teheccüd namazına kalkar mıydınız?” o da, “Kalkmazdım
Efendim” diye cevap verir.
“Peki,
şimdi kalkar mısınız?” diye sorunca;
“Evet Efendim. Hem de hiç kaçırmam” diye söyleyince, Efendi
Hazretleri;
“Gardaşım
bundan daha büyük keramet olur mu?”
En
faziletli ilim ilm-i hal
En faziletli hal huzur-u hal
Kul rah-ı hakta buluna
Rahimdir Allah Teâlâ kuluna
Bu
âleme gelen küfrü ile gelir. Neyi seversen onunla kalırsın, ne ile meşgul isen sen O’sun. Şeriatı gözetin, şeriatı
gözetmeyenin tarîkatı olmaz. Ama sol el ile yemek mekruhtur, fakat onu görmek
haramdır”
***
Samsunlu belediye zabıtası
Rasim Efendi bir gün İhramcızâde İsmail Hakkı Efendiyi ziyarete geldi. Onu
severdi. Onu yanına oturttu. Hoşbeşten sonra
“Efendim eskiden Samsun’a
gelip gidiyordunuz. Şimdi gelmiyorsunuz.”
“Canım Rasim Efendi, büyükler bir yol öğretti. Bir gizli
yol öğrettiler. O gizli yoldan gidip geliyoruz, siz görmüyorsunuz.”
“Gardaşlarım
nerede olursanız olun biz sizi görürüz.”
***
İhramcızâde İsmail Hakkı
Efendi (Samsun) Terme İlçesi’nde sahrada ihvanlarla oturur iken, eşraftan bir
zât, dünya gözü ile sohbete birinin uçarak katıldığını ve oturduğunu görmüştü.
Dikkatlice onu takip etti. Sohbet bitince o uçarak gelen zât ile görüşmek
istese de görüşememiş onu gözden kaybetmişti. Uzunca bir zaman geçtikten sonra
bu durumu gören kişi, Sivas’a İhramcızâde İsmail Hakkı Efendiyi ziyarete geldi.
İhramcızâde İsmail Hakkı
Efendi her zaman olduğu gibi Çorapçı Hanı’nda bulunan vekâledeki sohbetine
katılmıştı. O kişi sohbet esnasında
hafif bir uyku ile uyanıklık arasında kendisini başka bir âlemde gördü.
Çok güzel bir yer ve nurânî
bir zât yürüyordu. Peşine takıldı. Onun mânevi durumundan istifâde ederim
düşüncesiyle gayret edip yetişmek arzusunu içinde duydu. Fakat bir türlü
yetişmek mümkün olmadı. Nihayetinde o nurlu zât, uzakta görünen eve girince, o
kişide o tarafa yönelip kapıdan içeri girdi. Nurânî zâtı evde yatan hastanın
başında dururken gördü. O nuranî zât ise, bu zâtı görünce diğer kapıdan telaşla
kaçıp gitti. O kişi yatanın ağır hasta olduğunu anlayınca içinden gelen bir
niyetle birazda dinlenirim diye, Yasin-i Şerif-i okumaya başladı. Okuma
bitince, hasta olan kişi son nefesini vererek Hakk’a yürüdü. Bu arada, bu olayı
mânada müşahede eden kişi kendine geldi ki, Efendisinin karşısında çay içiyor.
Biraz sakinleştikten sonra İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi;
“Gardaşım!
O hasta olan kişiyi tanıdın mı?” Bu kişi hatırlayamadığını
belirtince;
“Hani,
görmüştün ya. Terme’de sahrada iken sohbetimize uçarak biri gelip
oturmuştu. O Kâdiri şeyhlerinden idi.
Hasta idi. Şeytan Hakk’a yürüyeceğini anlayınca nurlu zât kılığına girerek
imanını çalmak için onun yanına gidiyordu. Allah Teâlâ bu durumu bize bildirdi.
Gardaşım!
Bizde o zâtın, iman ile ruhunu teslim etmesi için senin ruhunu şeytanın peşine
taktık. Onu yalnız bırakmadığın için şeytan kendisini kurtarmak için hastayı
terk edip gitti. Sende o uçan şeyhin imanla göçmesine sebeb oldun.”
“Gardaşlarım!
Kıymetinizi bilin.”
“Gelen gelsin saadetle, giden
gitsin selametle.”
***
“Gardaşlarım!
Şu görmüş olduğunuz yıldızlar, sizin aklınızın alamayacağı şekilde dünyadan çok
büyük, Allah Teâlâ’nın yarattığı varlıklardır. Bunların üzerinde de Allah
Teâlâ’ya itaat eden mahlûkatlar vardır. Onlar da Allah Teâlâ’yı zikrederler,
kulluk ederler. Yalnız onların şekilleri bize benzemez. Bu ayrı bir meseledir”
***
Hayırseverler camii de 1962
yılında hizmete açıldı.
***
İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi, hasta olan oğlu Halis
Turgut Efendi’nin ağrılarının arttığı günlerde onu görmeye gitti. Oğlu;
“Efendi Babam, ızdırabım çok
arttı. Emanetinizi teslim alın” niyazında bulundu. sükûtla
karşıladı. Fakat en son niyazında,
“Efendi Babam, isyan etmekten
korkuyorum, emanetinizi alın” ricasına, İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi dedi ki;
“Peki, Gardaşım! Allah
Teâlâ’dan ricacı oluruz” eve geldikten biraz sonra vefat haberini
getirenlere,
“Biliyoruz gardaşım,
biliyoruz” dedi. 10.12.1963 tarihinde
Halis Bey Hakk’a yürüdü.
***
7 Nisan 1964 Şamdan uçak ile ve hac yolculuğu yapıldı.
11
Nisan 1964 Mekke’de Halis Beye, Kemal Beye, Hayriye Hanıma, Mevlude Hanıma
vekil hacı tedarik edildi.
***
Hafik İlçesi merkezinde bulunan Yeni Camii (1964) nin yapımı için gerekli malzeme, İhramcızâde
İsmail Hakkı Efendi tarafından tedarik edildi. O zaman Hafik Müftüsü Mevlüd
Sarıoğlu Efendi’nin başkanlığında yapım işi yürütülmüştü. Caminin yapımına
Karadeniz bölgesinden bir vatandaş dahi kum göndererek bu hayrattan nasiplendi.
Onun için kapı girişinde şu dörtlük yazılıdır.
Hakk’ın hazinesi boldur.
Ümidini sen O’ndan um
Bu camii yapılırken
Karadeniz’den geldi kum
***
Bir gün ihvanlar hal bozukluğu içinde;
“Efendi biz olmasak hatmini
kime okutacak, biz olmasak o ne yapacak”
diye söylenmişlerdi. Bu hale vakıf olan İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi sohbet
esnasında ihvanlara dedi ki;
“Biz, Ermeni Kirkor’a (sohbete o gün gelmiş olan)
bile okuturuz. Oda olmazsa küplere bile
okuturuz, bir ihvan şeyhsiz, şeyh de
ihvansız olmaz.” Vekaledeki
küpler tıngırdamaya başladı.
***
İhramcızâde İsmail Hakkı Efendinin çerkez olan bir
ihvanına, yine çerkez olan bir hoca;
“Canım, siz bu İsmail
Efendi de ne buldunuz? Aslında O, cahilin birisi” demiş, o ihvanda;
“Yok,
canım, benim şeyhim çok büyük ilim sahibidir” şeklinde müdafaa da
bulundu. Hoca da;
“Gel beraber gidelim. O
senin şeyhini bir imtihan edeyim de ihvanlar arasında nasıl rezil olduğunu
gözlerinle gör” dedi ve vekaleye geldiler.
Hoca, Kur’an-ı Kerim’in
tefsiri zor olan bir ayetini sormayı kararlaştırmış. Vekaleye girip oturduklarında,
İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi orada bulunan bir hafıza;
“Kur’an-ı
Kerim’in falan suresinin, falan ayetini” oku dedi. Hafız da hocanın
sormayı düşündüğü ayet olan bu ayeti okudu. İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi bu
ayetin tefsirini yaptı ve dedi ki,
“Bu
ayetin daha geniş bir tefsiri daha yapılabilir”
Daha geniş bir tefsir
yaptıktan sonra,
“Canım,
bu ayetin tefsiri için bundan daha genişi yapılabilir” dedi çok geniş ve anlamlı
bir tefsire başladı.
İmtihan için oraya gelen
hoca ihvana çerkezce,
“Bana bir hal oldu.
Herhalde hastalanıyorum” demesi üzerine İhramcızâde
İsmail Hakkı Efendi, çerkezce dedi ki;
“Hoca,
iyi olursun inşâllah”
Hoca, beraber geldiği
ihvanla vekaleden çıktıklarında dedi ki,
“Canım, sizin bu şeyhiniz
çok bilgili bir zatmış. Baksanıza bizim lisanımızı dahi biliyor.”
İmtihan
için gelip kendi imtihan oldu.
Bu
türlü kişilerin bu enaniyetleri hep yolda kalmalarına sebep olmuştur.
***
“Gardaşlarım! Allah Teâlâ’dan başka bir şey yoktur.
Zaten bizde yokuz. Bizi yok bileceksiniz. Bizde sizinle düşüp kalkıyoruz. Konup
göçüyoruz. Ama biz, biz de yokuz.”
Beni bende demen bende değilem
Tenim boş gezer dondan içeri
“Mecnun ve Leylâ vardı. Mecnun
âşık idi. Leylâ bir gün yanına gelip, “ben
Leylâ’yım” diyince Mecnun, “ya bendeki Leylâ kim” demiş. Meğer Leylâ
olmuş.
Gardaşlarım! Allah Teâlâ’yı
isteyin. Allah kendini verir. Bu hal ile
olun Gardaşlarım! Bu âlem bir hayaldir.
“Gardaşım, Allah’dan hayâ ediyoruz. Bakıyoruz,
gönlümüze ne geliyorsa o oluyor. Allah’dan utanıyoruz.”
Allah için birbirinizi
sevin, biz sizi Allah için seviyoruz.
Karıncayı da Allah için seviyoruz ne görüyorsak Allah’ı görüyoruz. Sizi de gördük Allah’ı gördük. Biz Allah’a sarılmışız ki, siz bize sarılıyorsunuz.”
“Vaktinizin kıymetini bilin.
Dünya beni aldattı. Üstü bal tadı, altı beni aldadı.”
“Gardaşlarım!
Hepimiz misafiriz. Misafir aç olmayacak, ev sahibine güç olmayacak misafirliğimizi
bilmeliyiz. İnsan bar (yük) olmamalı,
yar olmalı, yani hizmet ehli olmalıdır.”
***
***
Varlıktan Allah Teâlâ’ya
sığınırız. Biz hiç kimseyi hor görmeyiz. En günahkâr insan tövbe eder. Allah
Teâlâ’nın sevdiği kulu olur. İbadetine güvenen insana varlık gelir ve
mahvolur.”
***
İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi ihvanları ile hamama
gitmek âdeti olduğundan bir gün yine Tenekeci Rahmi Usta ile gittiler. Tenekeci
Rahmi Usta için bu bir fırsattı. Çünkü senelerdir içini kemiren bir kurdu
vardı. Efendisine hamam sonunda bir karpuz yedirebilmek. Yirmi sene belki
bekledi.
İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi yıkanırken o hemen
fırsatını bulup dışarı çıkar. Karpuz arar. Fakat mevsim kış ve karpuz yoktur.
Çaresizlik içinde çok düşünen Tenekeci Rahmi Usta birkaç kilo nar alır ve
hamama döner. Efendi Hazretleri çıkmış
dinlenmektedir.
“Gardaşım
Rahmi, nereye gittin?” Tenekeci Rahmi Usta;
“Efendim seneler önce, yine böyle hamamdan çıkıp
dışarı çıkmıştık. Bana karpuz mu almaya gittin diye sormuştunuz. Ben ise, böyle
bir niyetle gitmemiştim. Fakat o gün bugün bu dert beni meşgul yiyip bitirdi.
Ne olur bu narları o karpuzun yerine kabul edin.” Dedi.
İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi bu durumdan çok
duygulandı. O hafta sohbetlerinde bu konu üzerinde çokça durdu ve
“Gardaşlarım!
Biz Tenekeci Rahmi Usta’ya seneler önce bir şey söylemişiz. O ise, bunu bunca
sene unutmamış. İşte ihvan böyle olmalı, bir derdi olmalı ve unutmamalıdır.” Dedi.
***
Hacı Hasan Akyol Efendi,
hanımı ile 45 sene evliliğinde bir huzur bulamamış artık şikâyet için
Efendisine gelmişti.
“Efendim 45 senedir ben
sağa gitti isem, o sola gitti bir huzurum yok” demiş. Efendi Hazretleri;
“Gardaşım! Bizde senelerdir aynı haldeyiz.” Dediğinde Hacı Hasan Akyol şikâyetinden vazgeçti.
***
İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi bir sohbetlerinde
anlattı.
“Cibril-i Emin hazretleri Cenâb’ı Hakk’a iltica ediyor,
“Yarabbi müsaade et de, Senin şu âlemlerini ben bir
dolaşayım” diyor. Cenâb’ı Hakk;
“Ettim, Ya Cibril-i Emin” diye buyurması üzerine
Cibril-i Emin epeyce bir zaman dolaştıktan sonra;
“Aman Yarabbi ben hata etmişim. Senin âlemlerin
dolaşılmakla bitmezmiş” diyor. Allah’ü Zül-celal Hazretleri;
“Ya Cibril-i Emin, filan yerde
piri fani bir kulum var. Ona git, şu anda Cibril-i Emin nerede diye sor” diyor. Cibril-i Emin
denilen yere varıyor. O zatı muhteremi buluyor,
“Senden bir şey soracağım” diyor. O zatta;
“Sor bakalım. Ne soracaksın” dediğinde;
“Cibril-i Emin nerededir?” diyor. Mübarek Zat’ı muhterem
şöyle bir rabıta ediyor, bir an kadar durduktan sonra başını kaldırıyor;
“Bütün âlemleri dolaştım, hiçbir
yerde yoktu. Cibril-i Emin sen olsan gerektir” diyor. Bu sefer Cibril-i
Emin Cenâb’ı Hakka dönüyor,
“Aman Yarabbi bundaki hikmet ne? Nasıl oldu bu iş” Allah
Teâlâ;
“Ya Cibril-i Emin onu da ondan
sor” diyor. Bu sefer dönüp;
“Evet, Cibril-i Emin benim, her şey sana malûm. O zaman
nasıl oldu bu iş” demesi üzerine, o zatta dedi ki;
“Ya Cibril-i Emin! Sen Allah’ü
Azim’üşşana Âlemlerini dolaşayım dedin. Kendi arzu ve isteğinle dolaştın.
Muvaffak olamadın”
“Biz ise, hin-i sebâvetimden
beri kendi arzumla hiç hareket etmedim. Biz işi oraya havale ettik. Bilen de
O’dur, bildiren de O’dur. Hepsi O’dur. Ya Cibril-i Emin”
“Bunu bilen bir kul imiş. O’da
biz imişiz. Gardaşlarım”
***
İhramcızâde İsmail Hakkı
Efendi, bir gün Kazım Bey ile ikindi namazından sonra faytona binip eve
geldiler. Faytoncuya ücret ödemek için
ceplerini arayıp para olmadığını görünce;
“Gardaşım! Şu faytoncunun
parasını ver” diye emretmeleri üzerine, Efendibabası
faytoncuya her zaman beş lira verdiğinden o da cebinde var olan beş lirayı faytoncuya
verdi. Devlethâneye girip yukarı büyük odaya çıktılar. Akşam vakti
yaklaşıncaya kadar beraber oturdular. Kazım Efendi akşam yaklaşınca gitmek için
izin istedi, sırtını çevirmeden kapıya doğru giderken İhramcızâde İsmail Hakkı
Efendi dedi ki,
“Gardaşım! Senin harçlığında
yok. Dur sana bir harçlık vereyim”
Elini koyun cebine atıp
çıkardığı yüz lirayı harçlık olarak verdi.
***
Sivas Müftüsü, Müftü İbrahim Efendi sağlığı sırasında
devamlı İhramcızâde İsmail Hakkı Efendinin aleyhinde bulunmuştu ve bir gün
hastalanıp yatağa düşmüştü. Yanından devamlı bulunanlardan hiç kimse,
ziyaretine gitmemişti.
Bir cuma günü cuma namazından sonra İhramcızâde İsmail
Hakkı Efendi oğluna,
“Oğlum Kâzım, Müftü İbrahim
Efendi hasta imiş, onun ziyaretine gidelim. Şuradan bana bir zarf bul” dedi. Zarfa beş yüz lira
koyup kapadı. (Tabi bu o zamanın beş yüz lirası.) Ayrıca meyve alındı ve evine
gittiler.
Edeben hastanın ziyaretinde bulunacak kadar kaldıktan
sonra çıkarken, o para konulan zarfı, İbrahim Efendi’nin yastığının altına koydular.
Ziyaretine gelen emekli müftü Mevlüt Sarıoğlu’na,
“Canım, biz Efendi Hazretlerini yanlış tanımışız. Efendi
Hazretleri çok büyük insan imiş de biz bilememişiz” dedi.
***
İhramcızâde İsmail Hakkı
Efendi sohbetlerde Âşık veysel’in bu türküsünü okuturdu. Kendisi geldiği zaman “âşık
bir şeyler söyle” der, dinler ve ona ikramda bulunurdu.
Dost dost diye nicesine sarıldım
Benim sâdık yârim kara topraktır
Beyhude dolandım boşa yoruldum
Benim sâdık yârim kara topraktır
Nice güzellere bağlandım kaldım
Ne bir vefa gördüm ne fayda buldum
Her türlü isteğim topraktan aldım
Benim sâdık yârim kara topraktır
Koyun verdi kuzu verdi süt verdi
Yemek verdi ekmek verdi et verdi
Kazma ile döğmeyince kıt verdi
Benim sâdık yârim kara topraktır
Âdemden bu deme neslim getirdi
Bana türlü türlü meyve yedirdi
Her gün beni tepesinde götürdü
Benim sâdık yârim kara topraktır
Karnın yardım kazmayman belinen
Yüzün yırttım tırnağınan elinen
Yine beni karşıladı gülünen
Benim sâdık yârim kara topraktır
İşkence yaptıkça bana gülerdi
Bunda yalan yoktur herkes de gördü
Bir çekirdek verdim dört bostan verdi
Benim sâdık yârim kara topraktır
Bütün kusurumu toprak gizliyor
Merhem çalıp yaralarım düzlüyor
Kolun açmış yollarımı gözlüyor
Benim sâdık yârim kara topraktır
Her kim ki, olursa bu sırra mazhar
Dünyaya bırakır ölmez bir eser
Gün gelir Veysel’i bağrına basar
Benim sâdık yârim kara topraktır
“Dünya’da Türkiye,
Türkiye’de Sivas’ın kıymetini bilin.”
İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi, Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin “Mahşerde ümmetimi
çokluğu ile öğüneceğim.” buyurduğunu ifade etti ve
“Gardaşlarım! Her asrın
halifesi gibi, bizde ihvanımızın çokluğu ile öğünürüz” dedi. Daha sonra evinin
önünde havuz yapan ihvanları eve çağırdı ve onlarla çay içer iken, uzun bir müddet
rabıtadan sonra dedi ki;
“Gardaşlarım! Siz görevinizi
bugün burada çalışarak ve yorularak edâ ettiniz. Allah Teâlâ her kula bir görev
verdi. Bize de bugün bir görev verildi. Allah Teâlâ meleklere bu yıl kıtlık
olacak buyurdu. Melekler razı oldular. Bize de bu ahval ilham olunca razı
olmayıp, Ya Rabbi kullarına kıtlık iptilasını verme, dedik. Duamız kabul
olundu.”
***
İhramcızâde İsmail Hakkı
Efendi bir gün Sivas’ta Tekkeönü’ne sahraya giderken bir araba geldi. Şoförün
yanında hanımı vardı. Elini uzattı. Arabaya, şoför yanına alacaktı. Kadının
yanına oturmayacağını belirterek eli ile reddetti. Sahrada dedi ki:
“Herkese
acırız himmetimiz olsun isteriz. Fakat şeriatı çöpe atmayız.”
“Gardaşlarım!
Hiç kimsenin hatasını da görmeyiz.”
“Gardaşlarım!
Gayrının hatası dağ kadar olsa, kendi hatanız mercimek tanesi olsa, gözünüzün
bebeğine hatanızı tutun, gayrının dağ gibi çok olan hatasını görmezsiniz.
Şeriat böyle değil.”
***
“Hata
ne kadar küçükte olsa tarikat yoluna set olur. Nefis yemekten şöhretten
hoşlanır. Ruh zikirden yokluktan hoşlanır. Ruhumuz ezelden bize misafir geldi.
Onu incitme memnun et. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki:
“Müminin
ruhu daldan dala atlayan kuş gibidir cennetteki yerini görür.”
“Gardaşlarım!
Fen ilerledi Almanya da bir arabayı 7 günde, Amerika da bir uçak 37 günde
yapılıyor. Fakat fen daha da ilerleyecek
kişi eynine giydiği elbisenin düğmesine basacak kendini istediği yerde bulacak.
Fakat maneviyat üstünlüğü devam edecek. Allah Teâlâ nebilerin velilerin sesini
veli kullara duyuracak.”
***
Gayet açık saçık giyinen bir mühendis hanım ziyarete
geldi. Eşi Hafız Hanım’ında bulunduğu odaya gelip, İhramcızâde İsmail Hakkı
Efendiden tarîkata intisap etmek istediğini belirtti. Bir suskunluk oldu.
“Efendim, bana ders tarif etmediğin sürece bu odadan
dışarı bir adım atmam” diye ısrar eder. Bunu
üzerine
“Peki, kızım seni de derviş
yapalım” deyip ders tarif ettiler.
Ders tarifini alan bayanın gitmesinden sonra, Hafız Hanımefendi,
“Canım sende her önüne gelene ders veriyorsun.
Böylelerine ders tarif edilir mi?” demesi üzerine, İhramcızâde
İsmail Hakkı Efendi dedi ki;
“Canım, bir de böyle ihvanımız
olsun”
***
İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi,
şikâyete gelen kişiye
“Allah
Teâlâ’ya bu kulu yaratmasını bilmemişsin mi diyelim” “kuldur hata işler, üçer, beşer” dedi.
***
İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi son eşi olan Hafız
Hanım’ın gözleri görmediğinden ve Sivas’ta tedavisi mümkün olmadığından tedavi
ettirmek üzere Ankara’ya götürmüştü. Göz doktorlarının yaptığı araştırma sonucu
Hafız Hanım’ın gözlerinin açılmasının mümkün olmadığı anlaşıldı. Fakat göz
doktoru;
“Efendi sizin gözlerinizin de tedaviye ihtiyacı var” diyerek yaptığı muayenede
her iki gözünün de katarakt hastalığından tamamen kapanmış olduğunu görerek,
hayretle;
“Efendi siz bu gözlerle nasıl yola gidiyorsunuz?” dedi. Derhal gerekli
işlemler yapılarak ameliyat yapıldı.
O zaman yapılan katarak ameliyatından sonra yirmi dört
saat sırtüstü ve yastıksız hiçbir tarafa dönmeden yatmak gerekiyordu. Sivas’a dönüşlerinde dedi ki;
“Gardaşlarım! Biz dervişliği
yirmi dört saat sırtüstü hareketsiz yattığımızda öğrendik. Çünkü o da dervişlik
gibi sabrı gerektiren bir iştir”
***
“Bu vücudum mülkü elden
çıkmadan
Çarh-ı
devran bu binayı yıkmadan
Suretle mana bir arada iken
İki
âlemde fırsat elde iken
Gel Hubb-u dünyayı gönlünden gider
Alasın can âleminden bir haber.”
Mecnûn’a sordular Leylâ
nice oldu
Leylâ gitti adı dillerde
kaldı
Benim gönlüm şimdi bir
Leylâ buldu
Yürü Leylâ ki, ben Mevlâ’yı
buldum
Leylâ Leylâ derken Allah’ı
buldum
“Biz, Allah Teâlâ’ya sarılmışız ki,
bize sarılıyorsunuz”
***
04.03.1966
tarihinde Efendi Hazretlerinin Kazım Efendi Pakize Hanımla evlendi.
***
1966 yılı hac dönüşünde vekâlede, Hacı Bekir Efendi
yüksek sesiyle,
Cânân ilinin güllerinin
bağı göründü
Dost ikliminin lâlesinin
dağı göründü
Envâr-ı Muhammed doğuben
tuttu cihanı
Şakku’l kamerin mu’cize
parmağı göründü
Kaygu gecesi gitti kamu
kalmadı korku
Eyyûb’a dahi sıhhatinin
çağı göründü
Dil hastasının derdine
dermanı erişti
Şemsî’ye bu gün dostunun
otağı göründü
Söylüyor ve ağlıyordu. İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi
sonra dedi ki;
“Gardaşlarım! Mahşerde böylece
toplanacağız. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Havz-ı Kevseri’nin
başında bütün tevhit ehli ehlullah cem olacağız cemâle tevhid sesleriyle
gideceğiz. Tevhit ehli Ehlu’llâh’a, Nâci Fırkası’na yakınlığa vesile tayin
olunduk.
“Gardaşlarım! Tevhîd ehlisiniz.
Nâci Fırkası sıratı görmeyecek. Hesapta sorulmayacak. Mahşere gidiş yokuştur.” dedi elinde tesbihi dik
tuttu 33 sübhâna’llâh’ı tarif etti.
“Sırat düzdür.” dedi 33 elhamdüli’llâh’ı
düz tutarak tarif etti.
“Cenneti cemâle gidişimiz
iniştir” dedi 33 Allah-u Ekber’ı aşağı tutarak tesbihini tarif
etti.
“Her namazın sonunda tefekkürle
okuruz” dedi. Biraz sükûttan sonra başını kaldırdı, buyurdu ki;
“Gardaşlarım! Ölümü, berzâhı
mahşeri tefekkür edin. Namaz kılarken Beytu’llâhı, salavât-ı şerife okurken de
Ravza-ı Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi tefekkür edin ve hatırlayın.
Gayri zamanda bizi hatırlayın. Yolunuz düşerse Mekke’ye Medine’ye gidin. Fakat bizi unutmayın. Bizi Sivas’ta bulursunuz.
Gardaşlarım! İhvanımız bizi
unutmaz. Bizde ihvanımızı almadan cennete gidersek, cennet bize haram olsun” deyince ihvan gözyaşıyla
ayağa kalktı Şeyhimizde ayağa kalktı elini öpen her ihvana “Fî-emâni’llâh” dedi.
***
1966 yılında Sivas vekâlesinde İhramcızâde İsmail Hakkı
Efendi gelmeden Damadı Hayyat Mehmed Efendi ihvanlara anlattı ki;
“Bir seher vakti uyandığımda ablanız (Efendi Hazretlerinin kızı
Hayriye Hanım) yatağında oturmuş ağlıyordu. Bende “Ne oldu” dedim. Ablanız dedi
ki;
“Biz diğer ihvane hanımlarla beraber Yukarıtekke’de
medfun sahâbî Abdülvahhab Gazi Hazretlerini ziyarete gittik. Türbeyi ziyaret edip bir fatiha üç ihlâs ve
üç salavât-ı şerife okuyup, “Ya Rabbi
bu ziyaretimizi salihlerin ziyareti gibi kabul ve makbul et,” dedim. “O
anda aklıma düştü ki, Ya Rabbî Habîbinin yüzünü görmeyen, sözünü duymayan
bizlere ashâbını ziyaret etmeyi lütfettin. Şükrünü edâ edenlerden bizi ayırma” diye dua ettim. Gece
Abdülvahhab Gazi Hazretlerini rüyamda gördüm. Bana;
“Evladım bizi ziyaret ettin,
güzel ettin. Fakat senin öyle bir baban var ki, Allah Teâlâ onun gözünden bu
âleme nazar ediyor. Fuyuzâtı ilâhi onun izni ile âleme dağılıyor. Başkasından medet
ummak taştan medet ummaya benzer.” dedi, onun için ağlıyorum.”
Hayyat Mehmet Efendi sözlerine şu şekilde devam etti.
“Gardaşım! Ablanız genç yaşta Hakk’a yürüdü. Öyle icap
etti. Bende evlenmedim. Şeyhimin sevgisi üstüne sevgi tutmadım.”
***
“Bu âlem âdemden doğar. Âdem olmasa cihan
olmaz. Eğer bu âlem olmasa, bu âleme âdem olarak gelemez. Ancak bu âleme
gelen, küfrü ile gelir.”
“Gardaşlarım, Allah Teâlâ’nın kulunu sevmek o kulda kusur görmemekle olur. Başkasında
kusur gören kendinde varlık görür. Allah Teâlâ’ya sonsuz hamd olsun ki,
bulduğum bu Allah Teâlâ
sevgisiyle Allah Teâlâ’nın kullarına hizmet etmek ve onlara faydalı olmak en
büyük dileğimdir.”
“Gardaşlarım! Eğer biz kendimize düşen vazifemizi
yapamıyorsak, bu vazife bizden alınsın; sizler bir şey alamıyorsanız bizler ne
yapalım.”
“Söylenen sözler Allah Teâlâ ve
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme söylenmiş sözlerdir. Ancak yol bizden
geçtiği için bize söylenmiştir. Fenâfı’l-ihvân olduysanız, bu sözler ihvana,
Fenâfi’ş-şeyh olduysanız bu sözler şeyhe, fenafı’r-resûl olduysanız bu sözler
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme, bekâbi’llâh olduysanız bu sözler Allah
Teâlâ’ya söylenmiştir”
“Gardaşım sevmeli sevilmeli. Her insanın
sevgisi Allah Teâlâ ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme ulaşmaz. Siz
bizi sevin, bizde
şeyhimizi seviyoruz. Bu sevgi, silsileyi meşâyih yolu ile Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme, oradan Allah Teâlâ’ya ulaşır.”
***
Seyyid Osman Hulusi Efendi Mekke’de bize bir sohbetinde
dedi ki:
“Efendimle dört defa Kudüs yoluyla Hacca geldik. İlk üç
haccımızda Kudüs’teki Mescid-i Aksa’daki âlimlerden hiçbir kimse şeyhimin önüne
geçip namaz kıldırmadı. Şeyhimizin ilim sahibi olduğunu görmüşler. 1967’de
dördüncü haccımızda yine Mescidi Aksa’ya uğradık. Şeyhimize bu sefer itibar
etmediler. Bunun üzerine Şeyhim,
“Oğlum
Hulusi! Başlarına bir musibet gelecek.” dedi. O sene İsrail
Kudüs’e girdi.
Şeyhimle Mekke’ye geldik.
Arafat’tan döndükten sonra Mina’da Mescid-i Hayf da kimse önüne geçmedi, şeyhim
imamlık yaptı. Oradaki âlimlerden birisinin bu hal acayibine gitmiş ve
dikkatini çekmiş. Bu kadar çok âlim varken bu kişiye niçin imamlık
yaptırıyorlar, diye. Bu düşünceler içindeyken Efendi Hazretleri cemaate yüzünü
dönmüş ve manevi bir el cemaatin üzerinden geçerek şeyhime öptürdüğünü görmüş.
O zat hatasını anlayıp ayağa kalkmış;
“Gardaşlarım ben bir hataya
düştüm. Benim üzerime basmadan kim bu kapıdan geçerse Allah Teâlâ haccını kabul
etmesin.” Cemaat üzerinden zarar vermeyerek geçtiler. Daha sonra İhramcızâde
İsmail Hakkı Efendi yerinden kalkarak geldi ve
“Kalk Gardaşım! Kalk, kabul (bağışlattık) ettirdik seni.”
Şeyhimin elini öptü ve oradan ayrıldı.”
***
İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi 1967 yılındaki bu
haclarında Medine-i Münevvere’de Mescid-i Nebevi’nin “Sıddık Kapısı” karşısında Hamamcı Şaban Aydın ve Gemerekli
Abdussamed’inde bulunduğu bir sırada, Seyyid Osman Hulusi Efendi ye dönerek;
“Gardaşım Hulusi! Senin ecdadın
bizim ser-tâcımızdır. Üzerinize büyük bir vazife intikal ediyor. İhvan’a sahip
çıkıp, hizmet edersiniz” dedi.
***
Sivas Devlet Hastanesine yeni tayin edilmiş olan bir
Dâhiliye Doktoru Ahmet Kemal Köksal İhramcızâde İsmail Hakkı Efendiyi evine
davet etti. Sırrı Su, Avni Bey ve
Öğretmen Ahmet Bey’i de yanına alarak ziyarete gittiler. Dr. Ahmet Bey’in
hanımı gayet açık giyinmiş olarak hiç çekinmeden karşılarına çıktı.
“Efendim ben hayatımda oruç tutmadım, Namaz kılmadım ne
yapmam lazım?” dedi. İhramcızâde
İsmail Hakkı Efendi dedi ki;
“Keffâret belki zor gelir. Oruç
tutmadığınız günleri hesaplar, bugünkü rayiç bedelden fıtır sadakası verirsiniz.
Hiç ara vermeden 60 günde oruç tutarsınız ve namaza da başlarsınız, tövbe istiğfar
edersiniz. Allah’ı Azim’üşşanın rahmeti çoktur. Tövbe edeni Allah Teâlâ sever
ve af eder”
Saime Hanım söylenileni yaptı ve kapandı. İhramcızâde
İsmail Hakkı Efendinin teslimiyetli ve en iyi talebesi oldu. Öyle ki, Ahmet
Bey’in Cidde’de vazife gördüğü zaman içerisinde hacca gelmiş bulunan
İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi için öğle ve akşam yemeklerini Cidde’de pişirip
sıcağı ile Mekke’ye yetiştirirdi. Bu hal o hac sırasında her gün vuku buldu.
***
İhramcızâde İsmail Hakkı
Efendi Medine’de çay içmek için bardağını alıp yudumlamak isterken
“İçinizde
namazı kim tehir etti?” diye sual buyurdu. Kimse cevap vermedi. Bir müddet sonra
tekrar
“Gardaşım!
Sizlere soruyorum, duymadınız mı?” “Namazı tehir eden var mı?” diye tekrarlayınca Şen
Mehmed Efendi,
“Efendi Hazretleri ben semaver ile ve meşgul oldum da
biraz vaktini fevt ettim” dedi. Bunun üzerine
“Şeriatı
gözetmeyenin tarîkatı olmaz.”
“Bu
yolun evveli şeriat, ortası tarîkat,
sonu yine şeriat.”
“Gardaşlarım!
Bizim tarîkatımız ne kadar büyürse büyüsün, ne kadar incelirse incelsin,
şeriattan kıl kadar ayrılmasına imkân yoktur”
“Şeriatta
kıl kadar noksanı olanın, havada uçtuğunu görürseniz, vurup kanadını kırın. İstidraçtan
başka bir şey değildir.”
***
Medine-i Müneveverde
Anteplilerle beraber sohbette otururken İhramcızâde İsmail Efendi;
“Gardaşlarım size müsaade” dedi. Fakat hiç kimse
yerinden kalkmadı.
İhramcızâde Hazretleri
birden kendinden geçti. Murakabe halini aldı. Biraz durduktan sonra, birden
gözünü açtı.
“Peki ya Rasülallâh”, dedi. Sonra
“Gardaşlarım, vesaitimiz hazır mı?” dedi. İhvanlar sevindiler.
“Gardaşlarım, burada kalmak istedik ama Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve selem buyurdular ki,
“İsmail senin birçok ihvanın
var, seni burada gelip ziyaret edemezler. Sen Sivas’ta kal.”
“Bu emir üzere vesaitimizi hazır edin, dedik.” Mekke-i Mükerreme ye sonra
Cidde’ye yol alındı.
***
Hacdan sonra Sivas’ta bir sebeple Saime hanımdan
bahsedilince İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi dedi ki;
“Canım Saime Hanım da, Saime
Hanım”
***
“Gardaşlarım! Ders alan birinin oruç ve namazdan
önce gözü kör, kulağı sağır, dili peltek ve eli ayağı kötürüm olmalıdır.
Gardaşlarım! İhvan olmak kolay, insan olmak zor. Gidersin bir mürşide ders alırsın eve ihvan dönersin.
Ama insan olmak öyle değil. Şeyhimden ders aldıktan sonra, Şeyhimin boyasına boyanmışım. İşte bu sizin
gelmeniz,
Şeyhimin himmetidir. Himmet verilmez alınır. Himmeti vermeli, almalı. Biz verebiliyor muyuz siz de
alabiliyor musunuz?
Biz Allah Teâlâ’nın hiçbir işine karışmadık. Naz
makamında dahi olmadık.” “İhvan vaktin oğlu olmalıdır” “İhvan
ihvanlığı ile avama karşı gururlanmamalı ve riyaya gitmemelidir. Yolumuzun dört
esası vardır. Devamı sohbet, devamı sünnet, devamı zikir ve seyr-i sülûk.
İhvanda huşu ve huzur birleşmezse zevk alamaz.
İhvan iki kısımdır. Birinin her
gün yediği baldır, balı bilmez. Diğeri de şekli ve şemailini bilmez. Bal baldır, tadından ayrılmaz.
İhvan özürsüz üç hatmi terk
ederse ihvanlıktan terk edilir. İhvan Allah Teâlâ için bakarsa Allah Teâlâ ona
ölmez bir göz verir. Dinlerse, ölmez bir kulak verir. Hâsıl insan bütün azasını
Allah Teâlâ’ya verirse, Allah Teâlâ ona ölmez bir vücut verir ve ruh olur.
Edeb, ihlâs ve muhabbet bir ihvanda bulunmaz ise, ilerleyemez.”
***
Tenekeci Rahmi Usta, Meydan
Camii karşısında yeni dükkânına taşınmış ve önünde Şemsi Sivasî kuddise
sırruhu’l-azîz Hazretlerinin türbesine karşı ayak ayaküstüne atıp, elinde
sigara ve radyosunun nameleri ile tüttürürerek keyf alıyordu.
İhramcızâde İsmail Hakkı
Efendi dükkâna geldi. Rahmi Usta o anda bulunduğu halin utancıyla açtığı
radyoyu kapadı ve elindeki sigarayı yere attı. İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi;
“Gardaşım
Rahmi, nasılsın?” Diyerek iskemleye oturdu ve dedi ki;
“Sana bir hikâye anlatayım
da dinle. Bir gün sahipleri tarafından deve ile merkep zayıfladıklarından
dolayı sahraya terk edildiler. Bu iki
hayvan azatlığın verdiği fırsatla semirdiler. Fakat merkep devamlı surette
zevkten anırmak istiyordu. Deve de mani olmaya çalışıyordu. Deve;
“Yapma ne olur, eski hayatımıza döneriz” demişse de
merkep anırmıştır.
Oradan geçenler
bunları tutup yeniden yüke vurmuşlar. Sonunda merkep vurulan yükün ağırlığı ve
hamlığı ile bir uçuruma yuvarlanmıştır.”
Hikâyeden sonra İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi
iskemleden kalkıp, gitti ve bir şeyde demedi. Fakat Rahmi Usta eşeğin kim
olduğunu anladı. Anlamasına anladı ama efendisinin önünde mahçup olmaktan
kurtulamadı.
***
İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi Tekkeönü’nde öğle
namazını kıldıktan, sonra iki kişi gelerek;
“Efendi Hazretleri, biz Hızır aleyhisselâmı görmek istiyoruz.
Onu bize gösterir misiniz?” diye sordular. İhramcızâde İsmail Hakkı
Efendi sükût etti. Yerine oturduktan sonra,
“Efendim Hızır aleyhisselâmı gösterecektiniz” diye ısrar ettiler.
“Peki, Gardaşım” diye buyurdular ve gözlerini
yumdular. Üç-beş dakika sonra yoldan bir kişi geldi. İhramcızâde İsmail Hakkı
Efendinin karşısına dikildi. Selamlaştılar, hal ve hatır sorduktan sonra;
“Gardaşım, öğle namazını nerede
kıldınız?” O da,
“Efendim Mekke-i Mükerreme’de
kıldım” diye cevap verdi. O da;
“Allah kabul etsin” dedi. O,
“Âmin” dedikten sonra, zat müsaade
istedi.
“Güle güle git gardaşım” dedi. Aradan bir zaman
geçtikten sonra tekrar iki kişi;
“Efendim Hızır
aleyhisselâmı gösterecektiniz” deyince, İhramcızâde İsmail
Hakkı Efendi iki elini dizlerinin üzerine koyarak, bir ah çekti ve dedi ki;
“Gardaşlarım! Biz öğle namazını
kılalı yarım saat oldu. Bir adam öğlen namazını Mekke-i Mükerreme’de kılar da,
yarım saat sonra burada olursa, bu Hızır aleyhisselam olmaz da kim olur”
Hastanın halinden ne bilsin
sağlar
Kıymetimizi bilenler bizim için
ağlar
Bunun gibi ağalar, kaba kaba sözlerle bağlar
***
1967'de iki komşu kent;
Kayserispor ile Sivasspor 1. Futbol Ligi'ne çıkma mücadelesi veriyordu. 17
Eylül’de iki takım Kayseri’de karşı karşıya geldi. Bir olay çıkmasından
korkuluyor çünkü Sivas Havagücü ile Kayseri Sümerspor’un maçlarında daha önce
çok kavga çıkmıştı. Takım stattan kaçırıldı. Statta 3 bin kadar Sivassporlu, 15
bin Kayserisporlu taraftar.. Maçın ikinci yarısında zemin futbol oynamaya
müsait ama “hava” iyi değildi.
Tribünlerde insanlar
birbirine girmişti, korkunçtu. Ve Sivasspor kafilesi stadyumdan kaçırıldı.
Bütün hastaneler yaralılarla doluydu; insanlar üst üste vaziyetteydi. Korkunç
bir olaydı. En çok ölüm sebebi boğulmaydı. İnsanlar izdihamdan boğulmuştu.
“Ölü taraftarlar”ın
tabutları Sivas’a ulaştığında binlerce kişi Meydan Camii’nde toplandı.
Tabutlardan hâlâ kan
akıyordu. Harpten çıkılmış gibiydi.
Kentin acısı birden öfkeye;
başta Kayserililer olmak üzere, “ötekiler”in dükkânlarının yağmasına dönüştü.
Antepli, Kayserili, Tokatlı, Erzincanlı.. Hepsinin dükkânları yağmalandı.
43 kişi sadece “maç
yüzünden” mi ölmüştü. Hayır. Şehirden. Malatyalı, Tokatlı, Kayserililer ile
Sivas’taki bazı aileler küsüp gitti. Neticede Sivas’a garip memleket olmak kaderi
ile kalmış ve nasıl başlayıp bittiği belli olmayan bir olay olup bitmişti.
***
Ankara Müftüsü (Avni Doğan) Efendi Hazretlerinin
ziyaretine gelerek; “Efendim, tarîkatınız hakkında beni tenvir eder
misiniz?” dedi. İhramcızâde İsmail
Hakkı Efendi de;
“Gardaşım, şu topluluk size bir
mana ifade etmiyor mu?” dedi. Müftü Efendi;
“Efendim ben daha sarih (açık) cevap istiyorum” dediğinde,
“Gardaşım! Bizim yolumuz ne
kadar büyürse büyüsün, ne kadar incelirse incelsin, şeriattan kıl kadar
ayrılmasına imkân yoktur”
***
İhramcızâde İsmail Hakkı
Efendi son olarak bu gazeli okudu.
Sanmam
ki, bizi şire-i engür ile mestiz
Biz
ehli harabattanız kim mest-ü elestiz.
Ol
demde kim ikrar eyledi bizleri ey dost
Şimdi
dirilüb çevremiz gördü ki, mestiz.
Bu
zevke erer ehl-i hırat kim bula bir yol
Akıl
ana tuzak olmuş iken, mümkün mü gide yol
Aşkın
elemi her kimi zar etti o makbul
Safi
demesin kim bu yolda biz dahi mestiz.
……
Bezm-i
ezele vakıf olan ehl-i harabat.
Terk
eylemez bizleri olsak ta pür-afat
İşte o
zaman bilir ki, biz ezeli mestiz.
Bu
dedikodular olacak hep cümle güzel
Çün
başa getirmiş o takdiri ezel
Bildim
ki, bu âlem hareketi sun-i lem-yezel
Toprak
olup ayaklar altına yüz koydum
elbette
ki, mestiz.
***
“Piş-i meni, der-Yemeni. Der -Yemeni, piş-i meni.”
“Bizi sevenler Yemen’de olsa dizimizin dibindedir. Sevmeyen ise, dizimizin dibinde olsa bile
Yemen’dedir. Biz kimseye vurmayız, kendi kendine vurursa, kendi bilir. Biz
dünya ve âhirette, maddî ve manevi işlerinizde beraberiz.”
“Gardaşım! Biz hatim okut diye
bir vazife veriyoruz. Meğer öyle demiyormuşuz. Sen git oraya şeyh dur. Yok,
gardaşım, yok”.
***
“İki âlemde tasarruf ehlidir
ruhu veli
Deme kim bu mürdedir, bunda nice derman ola
Ruh şimşiri Hudâ’dır ten gılaf
olmuş ana
Dâhi âlâ kâr eder bir tığ kim
üryan ola”
***
“Biz bize teslim olan, ihvan-ı Allah Teâlâ’ya teslim ederiz. Yarın kıyamet günü Ondan isteyeceğiz”.
***
“Her bir ihvanı, pir hükmünde
görüyorum”.
***
“Gardaşlarım “anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az”
***
“Gardaşlarım! “Bir
gönlüm var, onu dostuma verdim.”
“Bakıyoruz bazı kimseler kendiliğinden şeyhlik ediyorlar. Tevbekâr
olmadan ölen fahişe kadınlar gibi ellerinde bıçaklar ile kendilerini
doğrayacaklar. Kendiliğinden şeyhlik edenlerin hali, mahşer yerinde onlardan beter olacak.”
Her mürşide dil verme kim yolunu sarpa uğradır
Mürşidi kâmil olanın gayet yolu asan imiş
***
“Gardaşlarım! Bu vazife bizimle tamam. Bizden
sonra şeyh yoktur” deyip bir miktar rabıta halinde kaldıktan sonra,
“Ahir zaman alâmeti, bizden
sonra her köşede bir şeyh çıkacak” yine bir miktar rabıta
halinden sonra,
“Canım onların gittiği yola
şeytan dahi gitmeyecek”
***
İhramcızâde Efendi son
günlerinde yatağında yatarken üzerine oturdu. Ulusoyların Sahibi Hacı Efendi
geldi. Halini hatırını sordu. Nasılsınız iyi misinizden sonra peşinden
“Gardaşım Hacı Efendi” dedi
“Bu ihvan ki, bizim ruhaniyetimizden ayrılmadıkça ve
birbirlerini aynı bu minval üzere sevdikleri müddetçe söz veriyorum bunları almadan
cennete girmeyeceğim.”
***
İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi 1 Ağustos 1969 cuma günü
Sivas’ın dışından gelen bütün ziyaretçilerine,
“Gardaşlarım! Biz iyiyiz,
hepinize izin veriyoruz. Herkes memleketine dönsün” diyerek hepsini gönderdi.
***
İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi
Hazretleri miladî 90, hicri 92
yaşında dârı bekâya yürüdü.
Dünyevî
seferi ve 48 senelik mürşitlik hayatı Temmuz ayının ikinci haftasında başlayan
bir hastalık sebebi ile 2 Ağustos 1969 Cumartesi günü saat 9. 30 da noktalandı.
***
Dünya kelamı ile sonsözü “NAMAZINIZI KILIN” olmuştu.
***
Bu arada İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendi Hazretleri
tarafından yaptırılan Hayırseverler Camii avlusunda yer hazırlanmış ise de,
Kayınbiraderinin oğlu Hilmi Hastaoğlu, CHP’li Belediye Başkanı Rahmi Günay’a
giderek,
“Rahmi Bey Eniştemin Ulu Cami’ye çok emeği geçti.
Belediyece müsaade buyurursanız Ulu Cami Kabristanına defnedelim” demesi üzerine, Rahmi
Beyde,
“Hilmi Bey, cenazeyi yarına bırakmayın. İsterseniz size
hükümetin önünde yer vereyim” dedi. Ulu Camii’nin
önündeki mezarlıkta bir kabir yeri kazılmak istendiğinde o yerden büyükçe bir
kapak taşı çıktı. Kapak taşı kaldırıldığında ne zaman yapıldığı bilinmeyen, Horasan’dan
yapılı bir boş mezar bulundu.
İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendi Hazretlerinin nâ’şı
burada sırlandı.
***
Hakk’a
yürüdüğü gün Sivas mahşer yerini andırmıştı. Cenaze namazı Sivas Paşa
Camii’nde damadı Hafız Mehmet ALTUNTAŞ tarafından kıldırıldı. Cenazesine
iştirak edenler cadde ve sokaklara sığmamıştı.
***
Efendi kuddise sırruhu’l-azîz
Hazretlerinin Hakk’a yürümesini müteakiben, bir defa daha görmek için Endenozya’dan biri bin kişiyi temsilen on
kişilik bir grup ihvan geldi. Bu ziyaret ihvanda İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı
Efendi Hazretlerinin ne kadar büyük biri olduğunu anlamasına yetmişti. Fakat
fırsat elden gitmişti. O’nun devamlı olarak söylediği “Fırsat elde iken sarmalı yâri” ne için söylendiği aşikâr
olmuştu.
***
Seyyid
Osman Hulusi Efendi, mürşidinin sırlandığı kabir ve hazirenin sonradan yapılan
giriş kapısına da bir kitabe yazmıştır. Kabrinin baş taşında;
Tariki
Nakşibend-i Piri Ebcel Mürşid-i Kâmil
Garibu’llah-i
Hakkî
Gavs’ül–âzam
Şeyh İsmail Hakkî İhrâmi
Engin
gönlünde yüce murad-ı hâsıl oldu
TOPRAK,
toprağa verildi Hakk-a vasıl oldu.
02.08.1969
***
Geride bıraktığı ahşap bir ev ve
cebinden çıkan 49 lira idi.
***
Efendi Hazretlerinin Hakk’a yürümesinden sonra son eşi Hafızanne evin hizmetine bakmakta
olan Şen Mehmet Veli ile Hacı Hasan Akyol Efendi’ye,
“Gelsin ihvana sahip olsun, hatm-i hâceyi de okutsun” diye haber gönderdi. Bunun
üzerine Hacı Hasan Akyol Efendi dedi ki,
“Efendi canım! Bizim değil
Efendi’nin oturduğu yere oturmak, onun ayağını bastığı yere ayağımızı basmaya
hicap ederiz”
Bu bir vefa ve şeyhinin sıddığım dediği Hacı
Hasan Efendiye yakışan bir haldi.
***
Gavsü'l âzam İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak Efendi buyurdu
ki;
“Bizim
sulbümüzden gelen değil, bizim yolumuzdan giden evladımızdır.”
****
***
**
*
SÖZLERİNDEN
* “Akıl nefsin yuları,
başına takılırsa her türlü fenalıktan emin olur.”
* “Allah Teâlâ’ya kul olmak zor, tarikât-ı âliye içinde insan olmak da ne
zor. Gardaşları içinde, dışı insan içi
hayvan olmak da ne zor.”
* “Allah Teâlâ, isteyene her şeyi verir. Allah Teâlâ’dan
kendini de isteyin. Gardaşlarım! Allah
Teâlâ, kendini de verir.”
* “Alamayacağın
yere borç para vermek, günahtır.”
* “Arif-i billâhlar, dünyada hiç gam çekmezler.”
* “Aslanın dişisine de aslan derler. Bizim öyle kadın
ihvanlarımız vardır.”
* “Ben vaiz olsam, dinleyenlere göre hitap ederim, İmam
olsam, cemaate göre namaz kıldırırım.”
* “Beşerdir hata işler,
üçer beşer.”
* “Birbirinizde mahvolun”
“Yok olun, yok olursanız, Allah
Teâlâ var olur.”
* “Bir gönlüm var, onu dostuma verdim.”
* “Biz,
Allah Teâlâ’ya sarılmışız ki, bize sarılıyorsunuz”
* “Benim ihvanım, abdestsiz ve gafletle yemek
hazırlamaz.”
* “Bizi sevenler, Yemen’de de olsa dizimizin dibindedir.
Sevmeyen ise, dizimizin dibinde de olsa Yemen’dedir.”
* Bize sordular.
“Cünüp iken yemek yenir mi? Bizde demişiz ki, “Gardaşlarım! Benim ihvanım, abdestsiz yemek yemez.”
* “Bizim yolumuza atan bizdendir. Attıran bizden
değildir.”
* “Bizim ihvanımızın uzaklığı yakınlığı yoktur, her an
onlarla beraberiz.”
* “Biz şaraptan dönme sirkeyiz.”
* “Bizim bir gözümüz daha vardır, onu da Cenâb-ı Hakk
nasip etmiş.”
* “Biz gidenlerle gider, gelenlerle geliriz.”
* “Biz, dünya ve ahirette
maddi ve manevi işlerinizde beraberiz, biriz.”
* “Biz, değil ihvanımıza,
ihvanımızın kapısındaki kedisine, köpeğine de sahip çıkarız.”
* “Biz, ihvanın ismini geç öğrenir, geç unuturuz.”
* “Biz, Mekke ile Medine’yi
burası yaptık.”
* “Biz, dört mezhep üzerine
hükmediyoruz.”
* “Biz, hüsn-ü zanna memuruz.”
* “Biz, halimizi şikâyet edemeyiz, ama hikâyet edelim.”
* “Biz, her gün bal yiyoruz. İstiyoruz ki, siz de bundan
nasiplenin. Bize yirmi senedir balı öğrettiler. Şimdi onu tadıyoruz.”
* “Bizim sulbümüzden gelen değil, bizim yolumuzdan giden
evladımızdır.”
* “Bizim ihvanımız, devlet
malı gibi değerlidir. Her yerde tanınır.”
* “Biz iyi ki, hoca
olmamışız. İmam varsa müezzin olun, müezzin de varsa cemaat olun; hiçbiri yok,
cemaat varsa kaçmayın. “
* “Bu âlem âdemden doğar.
Âdem olmasa cihan olmaz. Eğer bu âlem
olmasa, bu âleme âdem olarak gelemez. Ancak bu âleme gelen, küfrü ile gelir.”
* “Bu âlemde bedenimizle bir olan ruhumuz, nefes adedimiz
tükendiğinde bedenimizden ayrılacak ve berzâhta dirileceğimiz güne kadar
bekleriz.”
*
“Bu vücudum mülkü elden çıkmadan
Çarh-ı devran bu
binayı yıkmadan
Suretle mana bir
arada iken
İki âlemde fırsat
elde iken
Gel Hubb-u dünyayı gönlünden gider
Alasın can âleminden bir haber.”
* “Bundan önceki iptila geçtiydi, bu da geçer diye sabrediniz.”
* “Bütün dünya bizi tanıdı
da Sivas tanımadı.”
* “Cahilin şekerli helvasını yeme, kâmilin zehrini iç,
zararı olmaz.”
*
“Cümle âlem zat imiş
Deryayı hikmet imiş
Hak ile vuslat imiş
Allah Teâlâ’dan gayri yok imiş”
Gardaşlarım! Bunu altın harfler ile yazmak
lazım.”
* “Ders çekmeyen, dert
çeker.”
* “Deveciye komşu
olan, kapısını büyük yaptırır.”
* “Dünya malına tenezzül
etmedim. Tenezzül etse idik, halimiz nice
olurdu.”
* “Dünya’da Türkiye,
Türkiye’de Sivas’ın kıymetini bilin.”
* “Eden eyleyen Allah,
vela havle velâ kuvvete illa billâh.”
* “Eğri ayağa eğri ayakkabı
yaparlar”
* “Ehl’u-llahın nazar ve
himmeti dağlan taşları eritir ve ihya eder.”
* “Ehl’u-llah incinmezler. Fakat Allah Teâlâ razı olmaz.”
* “El kârda, gönül yarda olmalıdır.”
* “En faziletli ilim, ilm-i hal; en faziletli amel huzuru
hâl’dir.”
* “Erken yatmak ve erken kalkmak dünya ve ahiret için
faydalıdır.*”
* “Ervah-ı ezelde ruhlar beraber olmuşlar, onun için
burada beraberiz. Her evliya, veli ve rasülün bir tur yeri vardır.”
* “Erzincan depreminden
sonra gelen ihvanlara, “Gardaşlarım siz hatim okumuyor musunuz”
* “Gardaşım bize şeyh diyorlar. Biz şeyh değiliz. Fakat
körde değiliz.”
* “Gardaşlarım! Babam anam şeyh değillerdi. Fakat ezel
vergisi Hakk ve halk sevgisi bize şeyh dedirdi.”
* “Gardaşlarım! Kimsenin kusurunu aramayın ve
görmeyin, gördüğünüz zamanda üzerini örtüp geçin”
* “Gardaşlarım! Gayride görülen hatadan kişi
mahşerde mahcup olur. Gayrinin hatası dağ kadar, kendi hatan mercimek tanesi
kadar olsa, gözünüzün bebeğine kendi hatanızı tutun, gayrinin hatasını
görmeyin.”
* “Gardaşlarım! Bizim tarîkatımız sohbet
tarîkatıdır. Sohbetten âri olmayın, sohbetlerinizde konuşacak bir şey
bulamazsanız, bizim gıybetimizi yapın.”
* “Gardaşlarım! Biz, bize teslim olan
ihvanı, Allah Teâlâ’ya teslim ederiz. Kıyamet günüde ondan teslim alacağız.”
* “Gardaşlarım! Uzak yollardan geliyorsunuz.
Veremezsek bize yazık, alamazsanız size yazık.”
* “Gardaşım! Tarîkatın en ince yolundasınız. Daimî
abdestli olmak, dersinize ve namazınıza devam etmek ve bizi de unutmamak
şarttır.”
* “Gardaşım! Atanın şöhreti evladın alnında yazılı
billurdur, evlat siler parlatır. Evlat ata ile övünemez. Ata evlat ile öğünür.
Göçmüşün duası da bedduası da diriden çok geçer.”
* “Gardaşlarım!
Biz, şeyhimiz adımızı bilse yeter derdik.”
* “Gardaşlarım bu âlem hayaldir. Bu fotoğraf da, hayalin hayali.”
*“Gardaşlarım! Gayını
Kaf yaptık (Garibullah’ı Karibullah yaptık).”
* “Gardaşlarım! Ben aşk
acısını çok iyi bilirim” “İstedim vermediler. Kız kederinden verem olup Hakk’a
yürüdü” “Ben aşk acısını çok iyi bilirim”
* “Gardaşlarım! Yeni ders
alanların tırnağı olabilsek.”
* “Gardaşlarım! İçinde
olduğumuz durumu sultanlar bilseydi, o hali elde etmek için muhakkak bize
kılıçlarıyla savaş açarlardı.”
* “Gardaşım! Duymak var,
işitmek var.”
* “Gökten düşenin parçası
bulunur, gönülden düşenin parçası bulunmaz.”
* “Gönlünüze sahip çıkın.”
* “Hacca giden ve yeni
tarîkata intisap edenlerin geçmiş günahları af olunur. Ancak ondan sonraki
günahları iki kat yazılır.”
* “Hacılar, hocalar tekin tekin (kolay kolay) teslim
olmazlar, teslim olunca da bırakmazlar.”
* “Hatm-i Hâce’ye altı
saatlik yerde dahi olsa gidiniz.”
* “Her canlı ölür. Bir Allah Teâlâ ve muhabbet bâkî
kalır.”
* “Herkes Allah Teâlâ’dan
korkar, biz nefsimizden korkarız.”
* “Her isteğimiz yerine
geliyor, onun için Allah Teâlâ’dan bir şey istemeye hicap ediyoruz.”
* “Hatim’de ve sohbette
dünya ve ahiret işlerinizi de, Cenâb-ı Hakk halleder.”
* “Her
sohbette bir vuslat vardır, vuslatsız sohbet olmaz. Sohbetlerinizde edep ve muhabbetinize
sahip olun”
“Hakkın kullarını bazı kul
eyler,
Anı kul eylemez yine ol
eyler.”
* “Her işte beraberlikten
Allah razı olur ve yardım eder.”
* “Her şeyin cilası ve gıdası vardır. Kalbin ki, ise,
zikirdir. Bunun kıymeti ise, sonra anlaşılır.”
* “Her yerde aradığın sende, sende sendesin.”
* “Himmetin bir zamanı vardır.”
* “Hizmeti minnet bil, minneti hizmet bilme.”
* “İdare ilmini öğrenin, insan kızınca şeytanın malı
olur.”
* “İdare, Müdara,
Dubara”
* “İhvan kocadıkça koç olur. Avam ise, kocadıkça hiç
olur.”
* “İşte her ne varsa O,
bu kadar.”
* “İlmin başı sabırdır.
Sabrın başı yokluktur. Yok olana
taş değmez.”
* “İhvanlık bir
dağı delmek kadar zor, bir sigara
kâğıdını iğne ile delmek kadar kolaydır.”
* “İhvan, bizsiz olmaz, biz de ihvansız.”
* “İhvanımız bizi sevdiği kadar beraber oluruz.”
* “İlmin başı sabırdır. Nefis güzel süslenmiş kadına
bezer. Fakat huyu kötü ve aldatıcıdır.”
* “İnsanların
kelamı, Hakk’ın kalemidir.”
* “İnsan ne ararsa zannında bulur.”
* “İnsan kendisini müdafaa
etmelidir.”
* “İnsan ruhundan ve kalbinden bir an gafil olmamalıdır.”
* “Kapımızdan gidiyorsunuz, ama defter silinmiyorsunuz.”
* Kendisine
başkasını şikâyete geleni, “Gardaşım! O zat Allah Teâlâ’nın kulluğundan da
mı çıktı?” diye cevap verirdi.
* “Kendini bilmek, kendine gelmek, kendini bulmak,
kendine ermek, nerden gelip gittiğini anlamaktır”
* “Keramet, insanı yoldan geri koyar.”
* “Kitap yazmadık, ama
yazdırıyoruz.”
* “Gardaşım! Sen kitap ol.”
* “Kıyamet muhakkak gelicidir. Mahşerde mahcup olacak her
şeyden sakınmayı maneviyatta ve vefâda da sevmeyi sevilmeyi burada mizân
etmelidir.”
* “Kıymetli ömrü, kıymetsiz
işlerde sarf etmek doğru mu? Nevm-i gaflet, nevm-i mevtanın daha fevkindedir.
(Gafilin uykusu ölünün uykusundan üstündür. Zamanı değerlendirin demektir.)
* “La İlâhe İlla’llâh,
nihayet ‘La mevcude İlla’llâh’. Allah Teâlâ’dan başka yok.”
* “Maaşınızın üçte ikisinin gideceğini bilseniz dahi, iyi
su için.”
* “Mâdemki âdem, her biri bir âlem.”
* “Muhabbeti olan hata
görmez, görse de göz yumar.”
* “Muhabbet gözüyle bakan, noksan görmez.”
* “Mürşid-i Hakîki, Allah
Teâlâ’dır.”
* “Namazın kazası olur,
sohbetin kazası olmaz.”
* “Nerede hatim okunuyor,
nerede zikir varsa oturun. Biz dört koldan oradayız.”
* “Neyi seversen, onunla
kalırsın, ne ile meşgul isen, O’sun.”
* “Nefsimiz düşmanımız,
ruhumuz dostumuzdur ki, asla bizden ayrılmaz. Ölüm ahir olmayınca.”
* “Ne yaparsak şeyhimizin eli ile yaparız.”
* “Gardaşım! Allah Teâlâ’nın rızasını al gönlünü
yap, işini O’na gördür.”
* “Okçular cirit oynarken; “Ha gayret ay aşmadan, bir ok
daha atalım” derler. “Biz bekâ âleminin yolcusuyuz. Güneş aşıyor, bizi bir daha bulup ta
noksanlarınızı ikmal eyleyemezsiniz.”
* “Öl söz verme, eğer söz verdin ise, o sözden dönme.”
* “Ölümü, kabri, kalkışı, mahşeri tefekkür edin.
Tefekkürü dünya sevgisine kalkan yapın. Dünya zülden ibaret. Ahiret ise,
ebediyettir.”
* “Ömrümüz memuriyette geçti, nafilelerimizi bile terk
etmedik.”
* “Gardaşım! Haline kanaat et, bir yere dükkân aç, pazar pazar dolaşma”
* “Pirimizin elinden bir bardak çay içtik, biz ondan
alacağımızı aldık. Almasını bilen, vermesini de bilir.”
* “Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, kabrini
ziyaret edenleri görür. Her insan ziyaretçisini görür. İdâre ışığı gibi, lüks
ışığı gibi. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ise, güneş gibi görür.”
* “Saat-ı vahidedir ömr-i cihan,
Saati taata sarf
eyle hemân”
* “Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme gelen vahiyler
kendinden kendine geliyordu.”
* “Sema aysız, ihvan semaversiz olmaz.”
* “Sen seni sevdiğinle bil, O seninledir.”
* “Siz birbirinizi Allah için severseniz, Gayret’ullah
zuhur eder, Allah Teâlâ’da sizleri sever.”
* “Siz bizi sevemezsiniz. Biz sizi
seviyoruz ki, bizi seviyorsunuz.”
* “Siyaseti olmayan bir
cemiyet, çökmeye mahkûmdur. Herkesin bir siyaseti vardır.
Bizim siyasetimiz, siyasete karışmamaktır Bu da
ayrı bir siyasettir”
* “Sükûtumuzu anlamayan, sohbetimizi hiç anlayamaz. Söz
ile olsaydı, bu işi herkese söylerdik.”
* “Söz bilmiyorsanız, büyüklerin dedikodusunu yapın.”
* “Sol el ile aş yemek mekruhtur. Onu da görmek haramdır.”
* “Şeriat bir dervişin
başında tacı, sırtında abası ve elinde asası gibidir.”
* “Şeriatı gözetin. Şeriatı gözetmeyenin tarîkatı olmaz.”
* “Şeriatta kıl kadar noksanı olanın, havada uçtuğunu
görürseniz, vurup kanadını kırın. İstidraçtan başka bir şey değildir.”
* “Tasavvuf, yok olup, sonra var olmaktır.”
* “Tarîkat, libas
gibi olmalıdır.”
* “Tarikâtin edebi ikidir. Olduğun gibi görünmek,
göründüğün gibi olmak.”
* “Taş atan bizden, taş attıran bizden değildir.”
* “Ustanın elinde keser olmazsa yiğidim, yerinde yeller
eser.”
* “Ya bizi terk eder, ya da
sigarayı”
* “Ya Rabbi! Bu kadar nebinin evliyanın yüzü suyu
hürmetine imanımız sana emanettir. Pirim
bu emaneti alır, Allah Teâlâ’ya havale eder.”
* “Yemek içmek için, çok
emek sarf oluyor. Ahiret için lakayt olunuyor.”
* “Yeter ki, bu âlemden bu
âdem ayrılmasın, dünyaya dalıp ta ahireti unutmasın.
* “Yok olunur, var olunur.”
* “Yok olmayan
var olmaz. Taş atsan, vursan, bana
değmez.”
* “Yok olun. Yok olursanız Allah Teâlâ var olur.”
* “Vakitler nakitleri satın alır, nakitler nakitleri satın alamaz.”
* “Vakitle yakut kazanılır. Yakutla vakit kazanılmaz.”
* “Vakit nakittir mâna dakiktir. Ömür kısa
mügayyebattandır. Meçhul yol uzaktır. Gayret ister.”
* “Zaten ezelde tanışmamış olsa idik, burada buluşmamız
mümkün olmazdı. Şeyhimin hakka yürümesinden sonra bu mukaddes vazife, bize
verildi. 12 tarîkatı bize teslim
ettiler. Biz bakıyoruz.”
الحمد
لله رب العالمين والصلاة والسلام على رسولنا محمد وعلى اله وصحبه وسلم اجمعين
Namaz İbadeti
İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendi Hazretleri
ibadetlerin yapılmasında azimet sahibi olmayı tavsiye etmekle birlikte, aşırı
gidilip insanları incitecek bir hâl alınmasına razı olmazdı.
“Tasavvuf incitmemek ve incinmemektir, yalnız
incitmemeye değil asıl incinmemeye alışmak gerek.
Dervişlik, sadece namaz kılmak, oruç tutmak,
sabahlara kadar ibadet etmek, hayratta bulunmak demek değildir. Çünkü bunlar bendelik
icaplarıdır. Asıl dervişlik, incitmemektir. İşte bu mertebeye vasıl olan kimse
derviş olur. Yani fakr sahibi olur.
Efendi Hazretlerinin son sözlerinin “namazınızı
kılın” olması, O’nun namaza verdiği önemi göstermesi açısından önemlidir.[1]
Kendisi devamlı abdestli durur, dört mezhebinin
abdest hükümlerini uygulardı. İhvanlarına da abdestin âdabına riayeti ve mümkün
olduğunca abdestli olmayı tavsiye ederdi. Misvak sünnetini hiçbir zaman terk
etmemiştir.
Son zamanlarda abdestte istibraya dikkatin
azaldığından imama uyduğu vakitlerde kıyamda fıkhî duruma göre Fatiha Suresini
okurlardı.
Her gün teheccüd vaktinde uyanır ve güne
teheccüd namazı ile başlardı. Sabah namazının sünnetini evde kılar camiye
giderdi. Sabah namazını daima cemaatle evinin yakınında bulunan Sofu Yusuf
Camii’nde edâ ederdi. Namazdan sonra camide işrak vaktine kadar hiç kımıldamadan
oturarak günlük zikrini yapar ve işrak ve istihare namazlarını camide kılıp
oradan eve geçerlerdi. [2]
Beş vakit namazını daima cemaatle edâ ederdi.
Özellikle öğle ve ikindi namazlarını Ulu Cami’de kılardı. Ulu Cami’de namazı
minberin sol yanındaki direğin sol tarafında kılardı. Namaz vakitlerinden
mutlaka yarım saat önce camiye gelir, ezanı beklerdi. Kendisinin bazı
vakitlerde Ulu Cami’de imamlık yaptığı olurdu.
Evde veya vekâlede cemaatle namaz kılınacağı
zaman kendileri imam olurlardı.
Namazlarda Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemin sünnet kıraatlarını takip ederdi. Mesela; Sabah namazının farzında
genellikle birinci rekâtta Fatiha’dan sonra; “Âl’a” sûresini, ikinci rekâtta
zammı sure olarak “Şems” sûresini okurlardı.
Efendi
Hazretleri ihvanına teheccüd namazı için ruhsat verdiği halde diğer nafileler
üzere sabit kadem olmalarını isterdi.
Namaz konusunda beş vakit namazlardaki sabah
namazı sünneti hariç iki rekâtlı sünnetleri dört kılardı.
Kıldığı nafile
namazları:
İşrak Namazı (2 Rekât) Güneş doğup bir mızrak
veya iki mızrak yükselince yani kerahet vakti çıktıktan sonra üçer ihlâs suresi
ile kılmayı tercih ederdi.
İstihare Namazı (2 Rekât) Güneş doğup kerahet
çıktıktan sonra ve ayrıca bir işe niyetlenince kılınır. Gece yatmadan önce
kılınacak istihare namazını Efendi Hazretleri şu şekilde kılardı.
İki rekât kılınan bu namazın birinci
rekâtında Kafirûn Suresi, ikinci rekâtında İhlâs Suresi okunur. Namaz bitince
on bir adet salâvat-ı şerife, yetmiş adet istiğfar ve yüz adet kelime-i tevhit getirilerek
uykuya yatardı.
Duha-Kuşluk Namazı (4–8 Rekât) Güneşin
toprağı ısıtmaya başladığı vakit. Evvel vakti güneşin toprağı ısıttığı vakit
ile başlar. Faziletli olan vakti ise, günün dörtte bir vakti olan saattir.
Evvâbin Namazı (6–12 Rekât) Akşam namazının
sünnetinden sonra kılınır. Bu namazda Buruc, Tarik, Leyl ve Kadir Surelerini
okumada tercih ederdi.
Bu namazlardan başka nafileler kılabilir. Abdest
namazı, Tahiyye-i Mescid Namazı, Tesbih Namazı vb.
Kabir
Nur Namazı (2 Rekât) Yatmadan önce
İhram
Namazı (2 Rekât) Yatmadan önce kılınır.
Teheccüd
Namazını Kılış Şekli
İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendi Hazretleri
Teheccüd namazını 11 rekât kılar, şu
usulü ekseri tatbik ederdi. İkişer rekâtlı olarak;
Birinci
rekâtta Bakara Suresinin 1–5 ayetlerini,
الم {۱} ذلِكَ الْكِتَابُ
لاَرَ يْبَ فيهِ …..اُولئِكَ عَلى هُدًى مِنْ رَ بِّـهِمْ وَاُولئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
İkinci
rekâtta Bakara Suresinin 285 -286 ayetlerini okur
اٰمَنَ الرَّسُولُ بِمَا اُ نْزِلَ اِلَيْهِ مِنْ رَ بِّهِ
وَالْمُؤْمِنُونَ…….. اَ نْتَ مَوْلينَا فَانْصُرْنَا عَلَى
الْقَوْمِ الْكَافِرينَ
Selamdan
sonra;
سُبْحَانَ ٱللهِ وَبِحَمْدِهِ عَدَدَ خَلْقِهِ ، وَ رِضَى نَفْسِهِ،
وَزِنَةَ عَرْشِهِ ، وَمِدَادَ كَلِمَاتِهِ
Duasını
3 defa okurdu.[3]
İkinci
iki rekâtta;
Üçüncü
rekatta Yasin Suresinin 1–12 ayetlerini;
يٰس {۱} وَالْقُرْانِ الْحَكيمِ {٢}……. وَكُلَّ شَىْءٍ
اَحْصَـيْنَاهُ فى اِمَامٍ مُبينٍ {۱٢}
Dördüncü
rekâtta Yasin Suresinin 37–40 ayetlerini okurdu.
وَ اٰيَةٌ لَهُمُ
الَّيْلُ نَسْلَخُ مِنْهُ النَّـهَارَ فَاِذَا هُمْ مُظْلِمُونَ ……….وَكُلٌّ
فى فَلَكٍ يَسْبَحُونَ{٤٠}
Selamdan
sonra üç defa aşağıdaki virdi tekrar ederdi.[4]
سُـبْحَانَ ٱللهِ وَبِحَمْدِهِ، سُـبْحَانَ ٱللهِ الْعَظِيمِ وَبِحَمْدِهِ، أسْتَغْفِرُ ٱللهَ وَأتُوبُ إلَيْهِ،
Üçüncü iki rekâtta;
Beşinci rekatta ve altıncı rekâtta üçer kere
ihlâs suresini okur selam verir Selamdan sonra üç defa yukarıdaki virdi tekrar
ederdi.
Sonra Vitr namazını kılar.[5]
Birinci rekâtta “A’la Suresi” ikinci ekâtta
“Kafirûn Suresi,” üçüncü rekâtta “İhlâs
Suresi” ni okur sonra 3 defa aşağıdaki virdi okur ve terk etmezdi. [6]
سُــبْحٰانَ الْـمَـلْـكِ
ٱلـقُدُّوسُ وَ رَبُّ المََلئِكةِ وَالرُّوحِ 3
defa
اللَّهُمَّ
إنِّى أعُوذُ بِرِضَاكَ مِنْ سَخَطِكَ ، وَ بِمُـعَافَاتِكَ مِنْ عُقُوبَتـِكَ ،
وَأعُوذُ
بِكَ مِنْكَ، لاَ أُحْصِى ثَنَاءً عَلَــيْكَ أنْتَ كَمَا أثْنَيْتَ عَلى نَفْسِكَ
Sonra oturarak iki rekât kılardı.[7]
Birinci rekâtta İhlâs ve Felâk
Surelerini, ikinci rekâtta Nas suresini
okurdu. Sonra aşağıdaki duayı 3 defa
okur, bitiş duasını ederdi. [8]
اَللـَّهُمَّ إِنِّي أَسْأَ لُـكَ
فِـعْلَ اْلخَـيْـرَاتِ وَ تَـرَكَ اْلـمُـنْكَرَاتِ وَ حُـبَّ اْلـمَسَاكِينِ وَ
اَنْ تَـغْـفِـرْ لىِ وَ تَـرْحَـمْنِـي، وَإذَا أرَدْتَ بِعبَادِكَ فِتْنَةً
فَاقْبِضْنِى إلَـيْكَ غَيْرَ مَفْتُونٍ اللَّهُمَّ
إنِّى أسْألُكَ حُبَّكَ وَحُبَّ مَنْ يُحِبُّكَ، وَالْعَمَلَ الَّذِي
يُـبَلِّغُنِى حُبَّكَ. اللَّهُمَّ اجْعَلْ حُبَّكَ أحَبَّ إلىَّ مِنْ نَفْسِى
وَأهْلِى وَمَالِى وَمِنَ المَاءِ الْبَارِدِ
Teheccüd
namazını kıldıktan sonra kıbleye karşı teveccüh ve murakabe ile meşgul olur
veya zikrini yapar. Eğer uyku galebe çalarsa uyur ve sabah namazı vaktinde
uyanır. Abdest alır sabah namazı sünnetini evde kılar ve istiğfarla meşgul
olur.[9]
Sonra mescide gider. Cemaatle namaz kılar ve yerinden kalkmaz ve günlük dersi
ile meşgul olur. Eğer mescid kapanırsa evine döner evde dersini ikmal
ederdi.
Oruç İbadeti:
Efendi kuddise sırruhu’l aziz Hazretleri Ramazan
orucu dışında nafile oruçlardan eyyam-ı beyz, pazartesi ve Perşembe oruçlarını
tutmaya gayret ederdi. Ramazan ayında itikâfa girerlerdi. Son zamanlarda
ihvanların ve misafirlerin çokça gelmesi yüzünden nafile oruçları ve itikâf ve
yapamadıklarından biraz yakınırlardı.
Günlük Evrâd
“Evrâd” sözlükte; “gelmek,
çeşmeye varmak, suya gelen topluluk, akan su ve dere” anlamlarını taşıyan
“vird” kelimesinin çoğuludur. Vird; Kur’an-ı Kerim’den ve Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem ve selefi sâlihînden nakledilen meşhur duâları ve meşhur
virdleri lâyık olduğu şekilde öğrenip, yapmaktır.
Virdler
Allah Teâlâ’ya yakınlık kazanmak için okunur. Vird, vecdin meydana gelmesine ve
vâridelere yani kalbe doğan mânalara vesiledir. Bu yüzden “virdi olmayanın
vâridi olmaz” denilmiştir.
Evrâd
ve ezkâr, imanı kuvvetlendirir. İmandaki sağlamlık Allah Teâlâ’nın o kul
üzerindeki lütfunu çoğaltır; zühd, takva, ihlâs, vera’ gibi, makamların kazanılmasına
sebep olur. Manasını bilip bunlar üzerinde düşünerek dua etmek imanı artırır,
duanın amacına ulaşmasını temin eder.
Her
tarîkatın hususî bir virdi bulunur.
Efendi
Hazretleri günlük üzerine vazife kıldığı zikrini yapar, sabah ve ikindiden
sonra Evrâd-ı Bahaiyye’yi ve Delâil-i Hayrât’a devam ederdi.
Günlük
olarak da 41 defa Salât-ı Nâriye (Tefriciye)[10]
َللـَّهُمَّ صَلِّ صَـلاَ ةً كَـامِـلَةً
وَ سَـلِّـمْ سَـلاَمـًا تَـامًّا عَلَى سَيِّدِناَ مُحَـمَّد´ ٱلَّذ©ي تَـنْحَـلُّ بِـه© اْلـعُـقَدُ وَ
تَـنْفَـرِجُ بِـه© اْلـكُـرَبُ وَ
تُـقْـضَـى بِـه© اْلـحَوَائــِجُ
وَ تُـنَـالُ بِـه© الـرَّغَـائِــبُ
وَ حُـسْـنُ اْلـخَــوَاتِـمُ وَ يُسْـتَـسْقَـى اْلـغَـمـَامُ بِوَجْهِـهِ اْلـكَـريـمِ وَ عَـلىَ
اٰلِـه© وَصَـحْـــبِه
في© كُـلِّ لَـمْحَةٍ
وَ نَفَسٍ بِعَدَدِ كُـلِّ مَعْلوُمٍ لَكَ
21
defa Salât-ı Fâtih’i [11]
اَللـَّهُمَّ
صَلِّ عَلى¨ مُحَـمَّد´ اْلـفَـاتِــحِ لِـمَـا اُغْــلِقَ وَ اْلــخَـاتِـمِ لِـمـَا
سَـبـبَـقَ نَـاصِـرِ اْلـحَـقِّ
بِـاْلـحَّـقِّ وَ اْلـهَـاديِ اِلَى صِـرَاطِكَ اْلمُـسْتَقِـيمِ وَ عَلَى
اٰلِـه© حَـقَّ قَـدْرِ ه© وَ مِـقْدَارِ ه© اْلعَـظِيـمِ
ve Kur’an-ı Kerim’i okur,[12]
ihvanlarına da okumalarını tavsiye ederdi.
Ayrıca ihvanlara aşağıdaki tesbihâtı yapmalarını
tavsiye ederdi.
71 adet [13] لاَ حَـوْلَ وَ لاَ قُــوَّةَ اِلاَّ بِاللهِ الْـعَلِيِّ الْـعَـظيِمِ
51 adet (evden
çıkmadan önce)
بِسْـــمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ
الرَّحِيم
101adet وَاَتُوبُ اِلَـيْهِ اَسْتَـغْــفِـرُ ٱللهَ
101 adet [14] سُبْحَانَ ٱللهِ وَبِحَمْدِهِ، سُبْحَانَ ٱللهِ
الْعَظِيمِ
اَسْتَـغْــفِـرُ
ٱللهَ ٱلَّذ©ى
لاۤ اِلـهَٰ اِلاَّ هُوَ ٱلرَّحْمٰنُ
ٱلرَّحِيمُ اْلــحََىُّ الْقَــيُّومُ
ٱلَّذ©ى لاَ يَمُوتُ
ِبيَِـدِه© الـــْخـَيْرُ َربّىِ اغْفِرْ لِى
25 adet
21 adet (gece yatarken) بِسْـــمِ
اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيم
Akşam ve sabahın farz
namazından sonra yedi kere;[15]
اَلـلـّٰــهُمَّ اَجِرْنيِ مِنَ النَّارِ
Her farz namazından sonra 11 adet salâvat-ı
şerife [16]
اَلـلـّٰــهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَ
عَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ وَصَـحْـــبِه وَسَلِّمْ
“Allahümme salli alâ
Muhammedin ve alâ Âl-i Muhammedin ve sahbihî ve sellim” ve üç
istiğfar okunur.
Sabah
ve ikindinin farz namazından sonra yedi adet Tevbe suresinin son iki ayeti
diğer vakitlerde bir adet okumak.
لَـقَدْ
جۤاءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ َانْفُسِكُمْ عَز©يزٌ
عَلَـيْهِ مَا عَنِـتُّـمْ حَر©يصٌ
عَلَـيْكُمْ بِالْـمُؤْمِنِيـنَ رَؤُفٌ رَحِيمٌ فَاِنْ تَوَلَّـوْا فَقُلْ
حَسْبِىَ ٱللهُ لاۤ اِلـهَٰ اِلاَّ هُـوَ عَلَــيْهِ
تَــوَكَّــلْـتُ وَهُـوَ رَبُّ
الْعَـرْشِ الْعَـظِــيمِ
10 adet يَا حَــيُّ يَا قَــيُّـوم ُ
اَلـلـّٰــهُمَّ صَلِّ وَسَــلِّمْ وَ بٰارِكْ
عَلٰى سَـــيِّدِنٰا مُحَمَّدٍ وَ عَلَـيْكَ وَ عَلَى اٰلِكَ وَاَصْـحَابِكَ وَ اَزْواجِكَ وَ زُرِّيـَّاتِكَ وَ اَهْـلِ
بَـيْـتِكَ يَا سَــيِّدِنٰا
رَسُـولِ اللهِ في© كُـلِّ لَـمْحَةٍ
وَ نَفَسٍ ِعَدَدَ مَا سِوَاى عِـلْمُ اللهِ بِ دَوَامِ مُـلْـكِ اللهِ وَ بَـقَـاءِ اللهِ
Borçlu ve rızk genişli için kırk defa;
اللَّهُمَّ اكْفِـنِى بِحََلِكَ عَنْ حَرَامِكَ
وَأَغْنِــنِى بِفَضْلِكَ عَمَّنْ سِوَاكَ
Her farz namazdan sonra okunacak dua
وَ عَلٰى جَـمِـيعِ اْلاَنْبِـيَاءِ وَ الْمُرْسَلِيـنَ وَ عَلىَ اٰلِهِمْ وَاَصْـحَابِهِـمْ وَ اَزْواجِـهِـمْ وَ
زُرِّيـَّاتِـهِـمْ وَ اَهْـلِ
بَـيْـتِهـِمْ اَجْـمَعـِينَ اَلسَّـــلاَمُ عَلَــيْكَ َايـُّـهـَا اْلنَّبِـيُّ وَرَّحْمَةُ اللهِ وَ
بَرَكَاتُـهُ وَ الْحَمْدُ ِللهِ رَبِّ
الْـعَـالَمـِيـنَ
مِـثْــلَ ذٰلِـكَ
Mülk
(Tebâreke) Suresi gece okunur.
HATM-İ HÂCEGÂN
ADABI
Hatm-i Hâcegân
Bu hatmeye Büyük Hatim adı verilir. Okuyuş
usulünün Hasan Basrî radiyallâhü anhdan geldiği rivayet edilir. Hâcegân bu usûl
üzere tertip etmişlerdir.
Sadece ders almış erkekler toplanıp Hatm-i
Hâcegân yaparlar.
“Hanımlara Hatm-i Hâce yoktur bunu bil. Çünkü
geçmiş büyükler kadınlarla Hatm-i Hâce yapmadılar sen de değiştirme.”[17]
Sultân-ı Ulemâ-billâh
Fehmi Efendi kuddise sırruhu’l-azîz buyurmuşlardır ki, “Ehl-i sülûkün helâli olan
haremiyle bile içtimaında mânevî olan kanatları kırılır, terakki edip uçamaz,
yeryüzünde kalır.” [18]
Bu nedenle, ehl-i tarikin erkekleri kadınlar
konusunda şeriatın çizgisini sağlam tutmalıdır.
Büyük
hatmi okumak isteyen kardeşimiz, sülûkü
bitirmiş olmalı altı seneden beri dersli olmalı veya bu dersleri okumuş ve en
az üç kişi olmalıdır. Lüzumunda tek başına bir kişide de okuyabilir.
Eski dönemlerde sülûk görmeyen hatmeye dâhil
edilmediği halde, bu usûl zamanın icabı terk edildiği gibi, camilerde okutulan
hatmelerde ise, gösteri halini almasının önüne geçilemediği görülmektedir.
Zamanı
Pazar ve Perşembe ikindiden sonra veya akşamı
okunur. Ramazan ayında ise, her gün akşam okunur. Duruma göre bölgede yaşayan
insanların durumları göz önünde alınarak, tespit edilen bir saatte okunur.
Hatim
Memurları
Hatim
Hocası
Hatim hocalarının seçimi bizzat şeyh tarafından
yapılır. Hatm-i Hâcegân-ı okutmakla yetkilidir. Bazılarında yeni intisap eden kişilere ders
tarif etme yetkisi de vardır.
Hatim Çavuşu
Hatim esnasında taş dağıtımı ve ihvanın hal
ve hareketini düzenleyen kişidir.
Hatm-i
Hâcegân’ı Okuyuş Usûlü
Hatmenin
loş bir ortamda okunması tercih edilir. Buhur yakılabilir.
Hatim
Hocası ve çavuş haricinde herkes gözlerini kapatır.
Cemaat sessiz ve gözü kapalı oturur ve zikir
emirlerini bekler. Sözle veya hareketle müdahale yasaktır. Okunacak salâvat,
dua ve sureler içten ve sessiz okunmalıdır. Kendisine taş yetmeyen kişiler,
gözleri kapalı bir vaziyette okumadan bekler.
Hatmenin başlaması taş dağıtımı ile başlar.
Böylece eline taş gelenin gözünü hatme bitene kadar açmaması gerekir. Hatim
Hocasının taşı yere sertçe bırakmasına kadar gözler kapalı tutulur. Taşın düşme
sesiyle Silsile-i şerif okunmaya başlanır.
Silsile-i şerif okunup bitene kadar, gözler kapalı
tutulması uygundur, fakat mecbur değildir.
Hatm-i
Hâcegân’ın Zikri
7
Adet Fatiha Suresi
100
Adet Salâvat-ı Şerife
79
Adet İnşirah Suresi (Besmele ile beraber)
1001
Adet İhlâs Suresi (Besmele ile beraber)[19]
7
Adet Fatiha Suresi (Besmele ile beraber)
100
Adet Salâvat-ı Şerife (adetlerde fazlalık ve eksiklik yapılmamaya
çalışılmalıdır. Çünkü Nakşî usulünde “adet” üzerinde vukuf esaslardandır.)
Hatm-i
Hâcegân’ın Yapılış Şekli
Hatim Çavuşu arkadaşları daire şeklinde
namazda oturur gibi, dizer. Hatim çavuşu tarafından toplam 100 adet küçük 11
adet büyük taş alınır.
11 büyük taştan bir tanesi Hatim Hocasının
önüne, 6 adedi sağ tarafa, 4 adedi de sol tarafa ayrılır.
100 adet küçük taştan 79 adedi hatim hocasının
sağ tarafından itibaren, çavuş tarafından ihvana dağıtılır. 21 adet küçük taş
Hatim Hocasının elinde kalır.
Hatim Hocası Hatme Duasını okur.
Daha sonra Hatim Hocası hatm-i Hâceganı
okutmaya başlar. Hatim hocası sesli, diğerleri de içinden
5 defa “Estağfirullah” dedikten
sonra, orada bulunan herkes içinden son Estağfirullah’ı
َاسْتَــغْـفِـرُ الله َالْـعَـظيِمِ
َالْـكريِمِ اَلرَّحِيمِ َاْلــحَىُّ الْقَــيُّومُ وَ غَـفَّارَ الذُّنُوبَ وَاَتُوبُ اِلَيْهِ يَا ربّىِ اغْفِرْ لِى
“el-azim, el-kerim, er-rahim, el-hayy-ul kayyum
ve gaffara’z-zunûbe ve etûbu ileyhe, ya rabbiğ firlî” birlikte denir.
Sonra Hatim Hocası da dâhil olarak sağ taraftan
itibaren 7 kişi içlerinden besmele ile birlikte Fatiha suresini okurlar.
Sonra hatim hocası
صَـلَــوٰات شَر©يفَة
“Salâvat-ı Şerifeh”
Der, herkes kendi elindeki taş adedince
içinden salâvat-ı şerifeyi
(Allahümme salli ve sellim ala Seyyidinâ
Muhammedin ve ala âli Seyyidinâ Muhammedin bi adedi ilmik) okur.
اَلـلـّٰــهُمَّ صَلِّ
وَسَــلِّمْ وَ بٰارِكْ عَلَى سَـــيِّدِنٰا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى اٰلِ سَــيِّدِنٰا مُحَمَّدٍ بِعَدَدِ
عِـلْـمِكْ
Hatim Hocası da elindeki 21 adet küçük taşa
salâvat-ı şerife okuyunca salâvat-ı şerife 100 adede tamamlanmış olur. Bu
arada ihvan râbıta halini alır.
Daha sonra Hatim Hocası “Elem Neşrahleke-i
Şerîf” der, orada bulunanlar içlerinden besmele ile beraber ellerindeki taş
adedince “İnşirah Suresini” okurlar. Bu da 79 adet olmuş olur.
Daha sonra Hatim Hocası elindeki 21 adet
küçük taştan bir kaç tanesini kendine bırakıp, geri kalanını çavuşa verir. O da
hatim Hocasının, sol tarafından itibaren o taşları ihvana dağıtır.
Daha sonra Hatim Hocası sesli olarak “İhlâs-ı
Şerif” der ve herkes içinden besmele ile beraber elindeki taş adedince “İhlâs
Suresini” okur.
Her bir seferinde hatim memuru da 10 Adet
büyük taştan 1 tanesini diğer tarafa koyar, bu işlem 10 defa tekrarlanır. Her
bir büyük taşa 100 adet İhlâs Suresi okunduğu için 1000 adet İhlâs Suresi
okunmuş olur. Hatim Hocası 1 adet İhlâs Suresi ilave eder. Daha sonra Hatim Hocası
dâhil sol taraftaki 7 kişi içinden besmele ile beraber “Fatiha Suresini” okur.
Daha sonra Hatim Hocası “Salâvat-i Şerifeh”
der, herkes içinden elindeki taş adedince yani toplam 100 adet “Salâvat-ı
şerife” okur.
Daha sonra kıraati düzgün bir kişi tarafından
َربَّنــَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا
بَعْدَ اِذْ هَدَيـْـتــَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً اِنَّكَ
َانْـتَ الْوَهَّابُ {٨}
Al-i İmran Suresi, 7. ayeti okunur. Sonra taşlar,
çavuş tarafından sol taraftan itibaren toplanmaya başlar, bu arada da Hatim
Hocası kendi içinden, okunan ayet-i kerime ve salâvat-ı şerife ve hatm-i
Hâcegândan hâsıl olan sevabı belli bir düzenle hediye eder ve torbaya toplanmış
taşları ses verecek şekilde yere bırakır. Dileyen gözünü açar. Böylelikle
hatm-i hâcegân bitmiş olur.
Sonra Silsile-i şerif okunur.
Ebû
Said Muhammed el-Hâdimi şöyle der:
“Kim Hacegân hatmesinden sonra şeyhlerin
silsilesini okursa kendisinde keşif ve yücelmeler hâsıl olur. (Bilhassa vird
ve zikir sahibi kimseler, kendilerine ruhani bir hâl galip çaldığında mutlaka
bu silsileyi okumalıdırlar.)[20]
Hatimden sonra tatlı bir şeyin ikramı şerbet,
lokum, helva vb. uygundur.
Hatm-i
Hâcegân’ın Fazileti
Hatm-i Hâcegân hakkında birçok faziletler
olduğu rivayet edilir.
1-O memleket afattan emin olur Yetmiş bin melâike
hazır olur.
2-Pirânların
ruhaniyeti okuyanlardan razı olur.
3-Pirânın
manevi sofrasıdır.
SEYR-U SÜLÛK
Tasavvuf ve tarîkatlardaki
eğitim ve terbiye işine verilen genel ad seyr u sülûktur.
Seyr-u Sülûk: İki sözcükten
oluşan Arapça bileşik bir terimdir.
Sözlükte: Seyr, Yürümek; Sülûk ise, gitmek ve
yola girmek demektir. İkisi de ilmin, bilginin ilerlemesidir. Madde hareketi
değildir.
Tasavvuf ise mistik usullerle özel bir eğitimden
geçmek demektir. Yani cehaletten ilme, kötü huylardan güzel ahlaka, kulun fanî
varlığından Allah Teâlâ’nın varlığına yönelmesidir.
Sülûk, tasavvuf yoluna giren insanların Allah
Teâlâ’ya olan vuslata hazırlayan ahlakî bir eğitimdir. Bir başka ifadeyle seyr
u sülûk, tarîkata giren kimsenin manevi makamlarını tamamlayıncaya kadar
geçeceği hal ve makamlara verilen addır.
“Sülûkten
amaç güzel ahlakı elde etmektir. Yoksa keşf-ü keramet değildir.”
Seyrin başı sülûk; yani yola girmek, sonu da
vusul; yani Allah Teâlâ’ya kavuşmaktır. Allah Teâlâ’ya vuslat Allah Teâlâ’yı
görüyormuşçasına kulluk (ihsan) şuûruna ermek, daima Allah Teâlâ ile beraber olma
halini yakalamak, O’na teslim olup O’ndan razı olmaktır. Her iş ve fiilin
gerçek failinin Allah Teâlâ olduğunu kavramak ve varlık iddiasından kurtulup
gerçek tevhide ermektir.
İmâm-ı
Rabbânî ; “Seyr ve sülûkten maksat, nefsi kötü huylardan ve çirkin sıfatlardan
temizlemektir”demiş, bu çirkin sıfatların başında da nefse düşkün olmak ve onun
arzularına, isteklerine tutulmak geldiğini ifâde etmiştir.
Tasavvufî terbiye içinde seyr u sülûkte süreklilik
ve devamlılık esastır. Tarîkata girmekle iş bitmediği gibi, kulluk görevleri
gereği gibi, yerine getirilmesi gerekmektedir. Bâyezîd Bestâmî müridlerine
buyurur ki;
“Bâyezid’in derisine girseniz, onun ahlakıyla
ahlaklanmadıkça bir işe yaramaz?”
Unutulmayacak önemli husus tarîkata intisap
dünyevi ve uhrevi kurtuluşun tek çaresi değildir. Çünkü manevi kurtuluş, son
nefese bağlıdır. Son nefeste iman selameti elde etmenin yolu, bu dünyada
istikamet üzere yaşamaktır. Takvaya ermek, ibadet ve muamelatta ihsan ve
ihlâsta devamlılık esastır.
MEVLÂNA HALİD BAĞDÂDİ KADDESE’LLÂHÜ
SIRRAHU’L AZÎZİN 32. MEKTUBU
Allah
Teâlâ kabrini münevver ve kokulu kılsın. Mevtana Hâlid kaddese’llâhü sırrahu’l azîz
bu mektubu, müridler için zikrin adabı hakkında yazmıştır. Sadât-ı Kiram
nezdinde itimat edilen de bu adablardır.
Rahman
ve Rahim olan Allah Teâlâ’nın adıyla.
Yardımı,
yalnız ondan talep ederiz. Hamd Allah Teâlâ’ya mahsustur. O bize kâfidir.
(Selam Allah Teâlâ’nın seçtiği kullar üzerine olsun.)
Bu
mektup faydası olacağı umularak önderlerimiz yüce Nakşibendî Sadat-ı Kiramı
kaddese’llâhü sırrahumü’l azîzân nezdinde zikrin ve diğer bazı edeplerin neler
olduğu hakkında yazıldı.
Bilesin
ki, birinci zikrin yani kalb ile yapılan ism-i zât zikrinin edepleri şunlardır:
Zikri
yapan kişi namazdaki teverruk oturuşunun tersine oturacaktır. Abdestli ve önü
kıbleye gelecek şekilde sağ ayağını sol bacağının altından çıkarıp sağ
kalçasının üzerine dayanarak oturacaktır. Dil ile beş, onbeş veya yirmibeş
sefer 'estağfirullah' diyecektir. Gözlerini kapatacak, üst dişleri alt
dişlerinin üstüne gelecek, dudaklarını bitiştirecek, dilini ağzın üst tavanına,
damağına yerleştirecektir.
Bütün
duyguları ile kalbe yönelerek hayali ile zikrin kalbe geçmesine dikkat
edecektir. Nefesi kendi halinde gidip gelecektir. Kalbiyle günahkâr ve kusurlu
olduğunu, hiçbir şeye kabiliyeti olmadığını, bütün salih amellerinin boş
olduğunu ' düşünecektir. Yaptığı amelden ümidini kesip, Allah Teâlâ’ya itimat
edecek, O’nun faziletine güvenecektir.
Sonra,
ölümü, ölümün hallerini, kabri, kabir korkularını ve ölümün şu anda kendisine
geldiğini ve bu nefesinin dünyada aldığı son nefes olduğunu tefekkür
edecektir.
Daha
sonra bir Fatiha ve üç ihlâs-ı şerifeyi dil ile okuyarak sevabını tarikatın
imamı, yaratılanların gavsı, akan feyiz ve yayılan nur sahibi Hz. Hâce
Bahauddin Nakşibend eş şeyh Muhammedü'l-Üveysiyy'ül Buhari kaddese ’llâhü
sırrahu’l azîze hediye edecektir. Kalbiyle de istimdat isteyecektir.
Bundan
sonra, Şeyh'inin suretini iki kaşları arasında sabit kılacaktır. Onu alnında
tasavvur edecektir. Kendi alnıyla Şeyhinin alnına dikkatlice bakarak kalben
ondan istimdat isteyecektir. Şeyhinin suretini alnında tutarak, istimdat
istemeye RABITA denir.
O
sureti hayaliyle kalbinin ortasına atar, öylece orada bırakır. Bütün
duygularını kalbiyle birleştirir. Kalbini her şeyden boşaltarak lafza-i
celâli ve manasını, eşi ve benzeri olmayan zatı kalbinde tasavvur eder.
Zaten ism-i akdesten anlaşılan da odur. Lafza-i celalin delalet ettiği mana ile
kalbini dolduracaktır. Kalbini bu düşünceyle doldurmasına vukuf-i kalbi denir.
Vukuf-i
kalbiye gerek vird çekerken gerekse virdin haricinde mümkün olduğu kadar riâyet
etmek gerekir. Zikrin en kâmil şartı ve faydalı olanı budur. Sonra vukuf-i
kalbiyle birlikte kalb diliyle, "Allahümme ente maksudi ve ridake
matlubî" denilmelidir.
Sonra
kalbiyle zikre başlamalıdır. Fakat mümkün olduğu kadar vukuf-u kalbiye ve kalbin
Allah Teâlâ’dan başkasından boş olmasına dikkat edilmelidir.
Her
yüz çekildiğinde veya daha az miktarda: "Allahümme ente maksudi
ve ridake matlubi" cümlesi tekrarlanmalıdır.
Vird
esnasında zikir yapan kişide kendinden geçme ve bütün dünyadan gafil olma gibi
bir hal peyda olup, nefsinde ve şuurunda az bir şey kaldığında hemen zikri terk
edip vukuf-i kalbiye dalmalı, onun keyfiyetine tabi olmalıdır.
Virdden
dolayı gelecek varidatı bekler. Kalbini feyzin inişine hazır tutar. Zira
kendisi idrak edemese bile az bir müddet içinde birçok feyizler üzerine
yağabilir. Sonra isterse bu varidatla gözlerini açabilir. İkindiden sonra
kendisi için bir saat veya daha az bir müddet ayarlar ki o saatte zikir
yapmadan rabıta ve vukuf-u kalbiyle meşgul olur.
Müridin
kalbi, istese de başka şeyleri düşünemeyecek ve Allah Teâlâ’nın zikrinden
gayrisinin giremediği bir duruma geldiğinde Ruh latifesine geçilir. Ruh latif
bir cisim olup sağ memenin altındadır. Sonra'da SIR'ra geçilir.
Sır,
sol memenin üstünde, kalbin yukarısındadır. Sonra HAFÎ'ya geçilir. Hafî sağ
memenin üstünde Ruh'un yukarısındadır. Sonra AHFÂ'ya geçilir. Ahfâ, göğsün
ortasındadır.
Bu
beş letâif emr âlemindendir. Hiçbir madde yaratılmadan önce Cenâb-ı Allah
bunları Ol (kün) emriyle yaratmıştır. Cenâb-ı Mevla bunları yattıktan sonra
Âlem-i halktaki letâiflerle birleştirmiştir. Âlem-i halk letâifleri Cenâb-ı
Allah Teâlâ’nın maddeden yarattığı nefs-i natıka ve anasır-ı erbaadır. (Toprak,
su, hava, ateş)
Daha
sonra zikir nefs-i natıkaya geçirilir. Bu nefsin yeri dimağdır. Diğer dört
unsur nefse dâhildir.
Yukarıda
saydığımız yerler sırasıyla zikir yerleridir. Kalbten sonra letâiflerdeki
zikrin sağlamlaşması ve sabitleşmesi yine ifade edilen tertibledir. Nefis
letâifinde zikir sağlamlaşıp yerleştiğinde zikr-i sultanî hâsıl olur. Zikr-i
sultanî demek; zikrin insanın bütün vücuduna yayılması, hatta her şeyde zikrin
görülmesi demektir.
İkinci zikir nefy-ü isbat zikridir. La ilâhe illallah kelimesi ile
yapılan zikirdir. Letâiften sonra bu zikir telkin edilir. Adabı ve keyfiyeti
şöyledir:
Birinci
zikirde olduğu gibi dilini üst damağına yapıştırır. Nefesini göbeğinin altında
tutar. Sonra göbekte LA'yı düşünür. Göbekten dimağa kadar bir çizgi şeklinde
çeker. Oradan 'İLAHE' lafzını sağ omuza çeker. Sağ omuzdan 'İLLALLAH' lafzını
çam şeklindeki kalbe indirir. Kalb bir et parçası olup sol yandadır. Kaburga
kemiklerinin en küçüğünün altındadır. Lafza-i Celali kalbe kuvvetlice
vurdurarak en derin köşesine indirmelidir.
O
kadar kuvvetli vurmaladır ki hararetiyle bütün vücud etkilensin. Nefy tarafı
olan 'La ilahe' lafzıyla tüm sonradan yaratılan şeylerin varlığını nefy
edecektir. Onlara yok gözüyle bakacaktır. İspat tarafı olan 'İLLALLAH'
lafzıyla da Hak Teâlâ'yı ispat edecektir. Ona 'Beka' gözüyle bakacaktır.
Kelime-i Tevhid bütün letâiflerin yerlerini kuşatacaktır. İntikallerde hâsıl
olan çizgileri ve kelime-i tevhidin manasını mülahaza etmelidir. Kelime-i
tayyibenin manası bütün ibadet edilen şeyleri nefyetmektir. Zira mabud olan şey
maksud olur. Bu kelimenin sonunda “Muhammedurrasullullah” demelidir.
Bunu söylemekle Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimize ittiba etmeye
bağlı kalacağını irade eder.
Zikr-i
Sultanî: Zikri-i sultani bir
insana galip olursa artık o her şeyden zikir işitir. Allah Teâlâ'yı teşbih etmeyen
hiçbir şey yoktur. Zikr-i sultani sahibi bu ilahi sırra mazhar olur.
Kelime-i
tevhidi nefesinin kuvvetine göre tekrarlamalıdır. Nefesinin ancak kelime-i tevhidin
tek olduğu vakit bırakmalıdır. Buna “vukuf-i adedi” denir. Her nefesini
bırakmadan evvel kalbiyle: "İlahi ente maksudi ve ridake matlubi"
demelidir. Nefesini bıraktıktan sonra biraz istirahat etmelidir. Sonra tekrar
aynı minval üzere ikinci nefese başlanır. Yalnız her iki nefes arasın da gafil
olmamaya dikkat edilmelidir.
Bir
nefesle yirmi bir sefer 'la ilahe illallah' söyleyebilecek seviyeye gelindiğinde
kendisinden gafil olma ve zikirde kayb olma hali hâsıl olur. Buna zikrin
neticesi de denir. Eğer sayı yirmi bire ulaştığı halde zikrin neticesi hâsıl
olmazsa muhakkak edeplerde eksiklik ve kusur bulunmasından dolayıdır. Bu
durumda salikin baştan başlaması gerekir. Salikin fiili ve kavli, ameli ve
itikadının zikirin manasına uygun olması gerekir. Zira bu nefy-ü isbat virdini
çeken kimse zikrin dışında Allah Teâlâ’dan başkasını kendisine maksad olarak
görmeye devam ediyorsa veya herhangi bir işinde Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemin sünnetine muhalif hareket ediyorsa o kimse yalancıdır. Zikrinde doğru
değildir.
Nefy-ü
isbat zikrinde nefeslerin adedini herhangi bir şarta bağlamak yoktur. Önce
cezbeye kabiliyeti olanlara birinci zikir, önce sülukun hâsıl olması
kabiliyeti olanlara ikinci zikir iyidir. Her ikisi de kalbi zikirdir.
Salik
zikirde çok çalışıp hakkıyla gayret gösterirse, menfi olanları yok edip müsbet
olanda sabit durursa ve nitece de hâsıl olursa kendisi için murakebe
gerekir.
Zikrin
haricindeki adap şunlardır.
Devamlı abdestli bulunmak, abdest sünnetlerini, işrak sünnetlerini, istihare
sünnetlerini, kuşluk sünnetlerini, evvabın sünnetlerini kılmak. Teheccüt
namazına cemaate ve namazın gerektirdiklerine devam etmek. Bunun yanında yapabilirse
ikindiden sonra rabıta ve zikirle meşgul olursa daha kâmil ve efdâl olur. Bütün
bu vakitlerdeki amel çok mühimdir.
Müride
lazım olan, kitaba ve sünnete tabii olmak ve bidatlari terk etmektir. Herhangi
bir iş ve çalışmayla meşgul olan müridin virdi gece ve gündüz beşbinden
aşağı olmamalıdır. Daha fazla çekerse güzel ve kâmil bir iş yapmış olur.
Çalışmayan kimse beşbinden fazla çekmeli mümkün olduğu kadar vaktini zikirle
geçirmelidir.
Mürid
tarikatı kabul etmeyen kimselerden ne kadar uzak durursa o kadar iyi olur. Zira
münkirlerle karışıp görüştüğü ilişkide bulunduğu ölçüde, batın ehlinde kalb
kasveti ve gaflet meydana gelir.
Yemek
hakkında riâyet edilmesi gereken edepler şunlardır: Yemeklerin en güzellerini aramamalıdır. Yemek, namaz
kılmayan tarikatın münkiri veya cünüb olan kimsenin eliyle hazırlanmış
olmamalı. Temiz abdestli ve namaz kılan kimselerin eliyle hazırlanmış olmalı.
Yemek hususundaki bu edepler yapılması güzel olan edeplerdir. Vacip değildir.
Mürid
ibadetlerinde, adetlerinde şeriate riâyet etmelidir. Herkes kendi güç ve
takatine göre dört fıkhî mezhebten birine uymalıdır. Sünnet-i seniyye'ye ittiba
etmelidir. Nefsini devamlı zillet içinde düşünmeli, Allah Teâlâ’ya yalvarıp
O'na dönmelidir.
Nerde
olursa olsun kalbini şeyhinin kalbine bağlamalı şeyhinin huzurunda ve uzağında
karşısındaymış gibi edep ve terbiyesini korumalıdır. Tevfik veren Allah Teâlâ'dır.
Tevfikin sahibi O'dur. Allah Teâlâ’nın bol salât ve selamı Efendimiz Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellemin âlinin ve ashabının üzerine olsun.
Sübhane
Rabbike Rabbil izzeti amma yesifun ve selamun alel mürselin vel-Hamdü-lillahi
Rabbil-âlemin.
AÇIKLAMA:
İsm-i
Zatın zikri kalb ile yapılan zikirdir. Havas olanlar nezdinde hakiki zikir zikir edileni
bulmak ve onu kalbi ile hatırlamaktır. Yoksa gafil kalble, dil ile yapılan
zikir değildir. Bu şekildeki zikir havasın yanında muteber değildir. Cenâb-ı
Allah "Unuttuğun zaman Rabbını hatırla" [21] âyet-i celilesinde işaret ettiği gibi zikrin ilk
derecesi Allah Teâlâ’dan gayrisini unutmaktır. Âyet-i celiledeki 'unuttuğun'
sözünden. Allah Teâlâ’dan gayriyi 'unuttuğun vakit' manası
kastedilmiştir. Zira sen Allah Teâlâ’dan başkasını unutmadığın takdirde
hakiki tevhide ulaşamamışsın demektir. Her şeyi unuttuktan sonra kendi nefsini
de unutmalısın. Zira senin varlığın Allah Teâlâ’dan başkasının varlığını
gerektirir. Hâlbuki zikrin tam manasıyla gerçekleşmesi Allah Teâlâ'dan başka
her şeyin yok olmasına bağlıdır.
Sen
bu mertebeye ulaştığın vakit senin zikrin onun zikri olur. Zira sen nefsinden
kaybolmuşsun. Kendi zikrini O'nun zikrinde unutmuşsun. Bu hal devamla sende
kökleşince, sen O'nun kendi zatını zikrettiğini göreceksin. O zaman O'nun
zikrinde bütün zikirleri ve zikir edeni unutacaksın. Kişinin dünyadaki saadeti
ve ahiretteki kurtuluşu Allah Teâlâ’nın zikrine devam edip, üzerine düşmekle
gerçekleşir. Göz açıp kapayıncaya kadar Allah Teâlâ’nın zikrinden gafil olmak
caiz değildir. Bunun için âlimlerimiz "Nakşibendî sadatı yanında zikr-i
kalbiye devam etmek, başlangıçta maksadı kolaylıkla ele geçirir. Nihâyetin
bidâyette hâsıl olmasını sağlar. Bunun içinde zikr-i kalbiyi uygun bulmuşlar ve
tercih etmişlerdir." demişlerdir. Söylediklerimizi doğrulamak için
Allame Mustafa Bekir Sıddıkî'nin “Suyufü'l-Hidad” kitabında
zikrettiklerini aşağıya alıyoruz.
"Molla
Abdurrahman Hindi şöyle buyurdu:' Bazı kitaplarda şöyle nakledilmiştir.
Sıddık-i Ekber Nakşibendî usulünce kalbi zikre devam ediyordu. Tam bir
cemiyyetin hâsıl olması ve zat-ı âliyenin feyz ve cemalinin müşahedesine
rağbetinden nefesini kesiyordu. Zat-ı Barinin tecellisi çok tatlı ve hoş
olduğundan ancak sabaha karşı bir kere nefesini bırakıyordu. Bunun üzerine
komşuları onun evinden pişirilmiş et kokusu geldiğini zannettiler. Hz. Ebu
Bekir'in her gün et pişirdiğini kendilerine hiç vermediğini Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve selleme şikâyet ettiler. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem kendilerine:
'Sizin
aldığınız koku et kokusu değildir. Onun ciğerinin kokusudur.'buyurdular.
Bu
tarikatı âliye zikr-i kalbi sayesinde şerefin fazlasına nail olmuş ve her zaman
bütün tarikatlardan daha üstün bir makam kazanmıştır. Zira bu Nakşibendi
tarikatı Hazreti Ebu Bekir Sıddık radiyallâhü anha mensup olup zikir sayesinde
O'nun göğsüne emanet edilen manevi sırra varis oldukları için bu tarikata “Tarikat-ı
Sıddıkiye” denilmiştir. Zira Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem "Ebu
Bekir'in sizden efdal olması çok namaz kılmakla ve oruç tutmakla değil, onun
kalbinde sabit olan ilimledir." [22] Diğer bir hadis-i şerifte Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellem "Allahü Teâlâ'nın benim göğsüme indirdiği hiçbir şeyi
bırakmadım ki Ebu Bekir'in kalbine akıtmamış olayım." [23] buyurmuştur.
Ey
âşık olan talib.
Bu
durumda her taraftan yüzünü çevir. Tamamıyla tarikatı âliyenin büyüklerine
yönel. Bu tarikat sahabeyi kiramın ve tabiinin yolunun aynıdır. Onların batınlarından
himmet iste. Onlar öyle kişilerdir ki hadis-i şerifte belirtildiği gibi onların
sohbetlerinde oturan şaki olmaz.
Mevlana
Halid kaddese’llâhü sırrahu’l azîz mektubunda söylediği gibi tarikata yeni
giren kimse tarif edildiği üzere zikir yapmalıdır. Tevfik veren Allah'tır.
Doğru yola hidâyet eden de odur.
Zikirden
maksat; kalbin temizlenmesi
lekelerden tasfiye edilmesidir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin
"İnsan cesedinde bir parça vardır. O parça iyileştiği zaman bütün cesed
iyi olur. Bozulduğu zaman bütün cesed bozulur. Biliniz ki o parça kalbtir"
[24]hadis-i şerifi buna işarettir.
Hakiki
kalbin yuvası olan zahiri kalbe tamamen yönelip Lafza-i Celâl'i üzerinden
gezdirmek lazımdır. Uzuvları kıpırdatmadan bütün bedenle “çam kozalağı” şeklindeki kalbe
yönelmektir. Zahiri kalbin suretine yönelmek değildir. Lafza-i Celâl ile
birlikte medlul ve manası olan fakat keyfiyet ve şekilden münezzeh misli ve
benzeri olmayanı tasavvur edeceksin. Onunla birlikte hiç bir sıfatı düşünme.
Yanımda hazır veya bana bakıyor gibi şeyleri de aklına getirme. Bunları
düşünürsen yüce makamın mülahazasından uzaklaşıp, makamını daha aşağılara
düşürmüş olursun.
Vahdeti
çoklukta görme arzusuna düşme. Şekilsizlikle müptela olma. Şekil dairesinde
şekilsizliği görmekle teselli bulma. Zira İmam-ı Müceddid'in buyurduğu gibi,
keyfiyetin aynasında zahir olan ne olursa olsun keyfiyetsiz olamaz. Çoklukta
zahir olan ne olursa olsun hakiki vahid olamaz. Ancak keyfiyetsizliği keyfiyet
dairesinin dışında, vahid-i hakikiyi de çokluğun dışında talep etmek
lazımdır. Allah Teâlâ herkesten daha iyi bilir.
Lafızlarla
manalar arasında alaka olduğu gibi, sağlam aklın delalet ettiği üzere ruhlar
ile cisimler arasında kuvvetli bir ilgi vardır. Etkinin ve etkilenmenin iki
taraf arasındaki ortak hissetme ile meydana geldiği sabittir. Ruh veya cisimden
herhangi birine üzüntü veya ferah gibi bir hal olursa öteki de ondan müteessir
olur. Mana ile lafızlar arasında etki ve etkilenme ilişkisi yoktur. Ruh ve
ceset arasındaki aşırı bağlılık; aşkın çokluğu, muhabbetin fazlalığı ve
ezeldeki birbirleriyle tanışmalarından hasıl oluyor. Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin:
"Ruhlar
donatılmış bir ordudur. Allah Teâlâ için birbirini tanıyanlar kaynaşır. Tanılayanlar
ise ihtilaf eder." hadis-i şerifi ile 'Ruhların
sahipleri birbirlerini görmedikleri halde müminlerin ruhları bir günlük
mesafeden buluşurlar."[25] hadis-i şerifi söylediklerimize delildir.
Bu
iki hadis-i şerifin manalarından ruhlar ve cisimler arasındaki ünsiyet ne kadar
kuvvetli olursa manevî tesir, himmet ve yüce Allah Teâlâ’nın nurlarının kalbe
akması da o kadar çok olacağı anlaşılır.
Bundan
dolayı da bu özelliklere sahip kimselerin cisimleri ve suretleri düşünüldüğünde
himmet ve manevi tesir olur. Söylediklerim ehli nezdinde müşahede edilmiştir.
Bu yolda hareket eden de bunu tadarak anlayabilir.
Allame
Molla Aliyyul-Kari “Şerh-i Şemail”de şöyle der;
"Din
ehli olan büyük zatların suretlerini onları görmeyen kimselere tebliğ etmek
gerekir. Zira onlardan buluşmakla istifade edildiği gibi, suretlerini
düşünmekle de bereketlenilir. Büyük zatların suretlerini hayalde muhafaza etmek
şer’an faydalıdır. Zira sahabe-i kiram da aynı şeyi yapmıştır."
Bu
gerçeği cahil ve mutaassıp hak ve hakikatten uzak olanlardan başkası inkâr etmez.
Bilinmesi
gereken konulardan biri de bahsedilen rabıtayla meşgul olmaya ancak tarikata
yeni girmiş mübtedilerin ihtiyacı vardır. Mubtedi: Allah Teâlâ'ı tefekkür ve
zikir sırasında kalbini huzuruna mani olacak vesveselerin ve havatırların
esaretinden kurtaramayan kimsedir.
Şeyhinde
fani olmuş oradan fena fir-resul makamına ulaşmış, nihâyete varanların her ne
surette olursa olsun, rabıtayı düşünmeye ihtiyaçları yoktur. Fena fi'r-resul makamı, hakikatte ve nefs-ul emirde
Hak Teâlâ'nın aynasının görünen ışığıdır. Zati tecelliyatın şuhuduna geçmek
için bir köprüdür. Bu durumda olan bir kimsenin yerde ve gökte benzeri olmayan
Allah Teâlâ’nın şuhudunda yok olması ve O'nun fenasında kaybolmanın huzurunu
elde etmesi için rabıtaya ihtiyacı yoktur.
Başlangıçta
kâmil şeyhin suretini düşünmek, fenâfillah makamına ulaşmaya sebebtir. Başka
türlü iddialarda bulunanlar hedefe varmadan hataya düşmüşler, hadlerini
aşmışlar, bilmediği şeylerle hükmettiklerinden zulüme girmişlerdir.
Allah
Teâlâ zalimleri sevmez.
İmam-ı
Rabbani kaddese’llâhü sırrahu’l azîz şöyle der:
"En
yüksek maksat Cenâb-ı Bari Teâlâya vasıl olmaktır. Allah Teâlâ tenzih ve
takdis kemalatında olduğundan talip ve Ma'tlub arasındaki ilişkiyi sağlayacak,
Allah Teâlâ’nın izzet makamına yaklaştıracak seyr-ü süluku bilen kâmil bir
mürşid lazımdır. Talibin Matlub'a vasıl olabilmesi için mürşid-i kâmilin iki
taraf arasındaki münasebeti düzenlemesi lazımdır. Talib olan kimse matlubu ile
münasebeti nasıl kuracağını öğrendikten sonra mürşid-i kâmil ortadan çıkar. O
zaman mürşid'in tavassutuna ihtiyacı kalmaz."
Bu
yolun başlangıcında ve ortasında mürşid-i kamilin aynası olmadan taleb edileni
görmenin mümkün olmadığı anlaşılıyor. Sonunda ise mürşid'in vasıtası olmadan,
Mahbubu Hakiki'nin cemali tecelli eder. Kalb gözü açılır. Gayb görünmeye
başlar. Ehl-i irfanın makamının nihâyeti olan açık bir vuslat hâsıl olur;
Allah Teâlâ herkesten daha iyi bilir ve gayb'a O hüküm verir."
Cenâb-ı
Allah'ın kendisine kuvvetli bir akıl sağlam bir kalb verdiği kimse, insanın on
cüzden mürekkep oluduğunu bilir. Bunların beş tanesi âlem-i halktandır. Ölçü ve
takdirle bilinebilen cisimlerden olan şeylere halk âlemi diyoruz. Bunlar,
nefs-i natıka ve dört unsur olarak bilinen, toprak, su, hava ve ateştir.
Beş
tanesi âlem-i emirdendir. His, hayal, yön ve mekânla sınırlanmayan, mesafe ve
maddesi olmayan, Allah Teâlâ’nın 'Ol' emriyle iradesinin tecellisi etmesiyle
yaratılan şeylere “emir âlemi” denir.
Cenâb-ı
Allah kâmil olan kudretiyle bu âlem-i emirin beş letâifiyle, âlem-i halkın beş
letâifini aşk yoluyla birleştirmiştir. Öyle ki bunlar birbirinden ayrılmak
istemezler. Aşktan dolayı âlem-i halkın letâifleri, âlem-i emirin letâiflerini
hükmü altını almıştır.
Âlem-i
emirin letâifleri şunlardır:
Kalb
latifesi, ruh latifesi, sır latifesi, hafa latifesi ve ahfâ latifesidir. Bunların zahiri âlem-i halktan sayılır. Batınları âlem-i
emirdendir. Allah Teâlâ "Biliniz ki; Halk ve emir hepsi
0'nundur."[26] âyet-i celilesiyle bunlara işaret etmiştir.
Nakşibendî
tarikatının büyükleri fena ve beka mertebelerine ulaşmak için seyr-ü sulukun
başlangıcını âlem-i emire uygun görmüşlerdir. Zira yükselme ancak aşağıdan
yukarıya doğru olur. Yukarıdan aşağıya terakki olmaz. Diğer yüce tarikatların
meşayihi izamı letâifin suretlerine baktıklarından Nakşibendî Sadatı'nın tersine
âlem-i halkı aşağıda görmüşlerdir. Bundan dolayı sureten aşağıda olandan
sureten yukarıda olana ilerlemişlerdir. Hakikatin o şekilde olmadığını
bilememişlerdir.
Zahirde
aşağıda olan hakikatde yüksektedir. Zahirde yüksek olan da hakikatte aşağıdadır.
Çünkü son nokta olan halk âlemi yükseliş ve vuslatın merdiveni olan birinci
noktaya daha yakındır. Zahir'in düzelmesi ve batının temizlenmesinde yardım
olmadığından bu yakınlık birinci noktadan başka hiçbir noktaya müyesser
olmamıştır.
Sadat-ı
Kiram'ın nezdinden önce zahiri temizlemek sonra da batını temizlemek gerekir.
Çünkü bu tezkiye ve temizleme en mühim vaciplerdendir.
Bunun
vacip olması Kur'an-ı Kerim ve hadis-i Nebevilerde sabittir. Zahiri ve batını
temizleme ve tasfiye etme bir daha ayrılmamak şartıyla Kitab-ı Azize ve
sünnet-i Resul'e sımsıkı yapışmakla mümkündür. Fakat bu zahiri ve cüz'i bir
çözümdür. Tezkiye ve tahliyenin hakikati kalbini ve letâifini Allah Teâlâ’nın
aşkıyla süslemek, güzel ahlak üzere bulunmak, hakikat ilmin nurlarında yürümek
ve mükâşefe ilmi diye tabir edilen batın ilminin okyanusuna dalmakla hâsıl
olur.
Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem "Kim bildiği şeylerle amel ederse Allah
Teâlâ Ona bilmediği şeyleri de ihsan eder." [27] buyurmuşlardır. Bu durumda zahiri ve batını ilim birbirleriyle
ruh ve ceset gibidir. Aksi durumda batınî ilim bedensiz ruh gibidir. Allah
Teâlâ yolundaki makamları kat etmekte bu ikisi iki kanat gibidir.
Bu
yüce tarikatta, seyr-ü suluk eden kimseye önce kâmil ve teveccühü kuvvetli bir
mürşid lazımdır. Ta ki onun yanında sülük edip terbiyesiyle hidâyet bulsun.
Mürşid-i kâmilin teveccühünün bereketiyle salikin vücudunun hiç bir kısmı
zikirden, nisbetten ve zatî huzurdan boş kalmasın. Zikr-i hafinin meyvesini
elde etsin. Âlem-i emirden olan beş letâif hakiki makamlarına dönsün.
Bu
konuyu daha geniş bir şekilde “Büluğü'l-Eman” kitabımızda açıkladık.
Hidâyet eden Allah Teâlâ’dır. Bütün işlerde dayanağımız O'dur.
Amcam
Mevlana Halid kaddese’llâhü sırrahu’l azîz Hazretleri, müridin, ilahi yardımı
ve rabbani feyzi elde edebilmesi için. Mutlak olarak, şeriatın tüm adabına
riâyet etmesini ve kâmil bir şekilde yerine getirmesini tembih etti. Bunlar
devamlı abdestli bulunmak, abdestin sünnetlerini ve hadislerde yapılması teşvik
edilen şeyleri yerine getirmektir. Bunları yaparken de niyeti; sevaba nail olmak,
Allah Teâlâ’nın nezdinde derecesini yükseltmek olmalıdır. Emredilen edepleri
yerine getirmesi, müridi rızk ve maişetini temin etmesi için çalışmasına engel
olmamalıdır. Zira o da ibadettir. Mürid hem kendi işini yapıp hem de
emredildiği şekilde hareket ederse her iki fazileti de tahsil etmiş olur.
Muhyiddin-i
Arabî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz, Yusufiye Şerhinde şöyle der:
"Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin ümmetinden birisi halkı Allah Teâlâ yoluna davet
etme makamında olduğunu iddia ediyor; ama şeriat edebinden birini yerine getirmeyip;
-bu benim şahsımla ilgili bir meseledir- diyorsa. Onun akılları hayrette
bırakacak zahiri hallerine itibar edilmez. O kimse şeyh de değildir. Çünkü
şeriatın adabını muhafaza edemeyen kimseye, Allah Teâlâ sırrını emanet etmez.
Sekr halinde olan kimse mesul değildir. Yukarıdaki söylediklerimiz aklı
başında olan kimseler içindir."
Hulasa-i
kelam, Cenâb-ı Allah Teâlâ sırlarını ve nurlarını, güzel ahlak sahibi,
Hz.Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin edebiyle edeblenmiş kimselere nasib
eder. Mü'mine hürmetten uzak, şeriatın adabını terk etmiş kimseye, velilik
verilmesi, Bari Teâlâ'nın hikmetine uygun değildir. Allah Teâlâ’nın hikmetinin
gereği öyle kimselere sevab yerine azab versin, medh ü sena değil af ve
mağfiret etsin. Yeri geldiği için şu kıssayı da zikredelim:
Beyazıd-ı
Bestami kaddese’llâhü sırrahu’l azîz arkadaşlarına;
"Falan
yerdeki velilikle şöhret bulmuş zatı ziyaret edelim " dedi. Beyazıd-ı Bestami Hazretlerinin kastettiği kimse
zühd-ü takvasıyla nam almıştı. Beraberindekilerle evine yaklaşırken o adamın
evinden çıkıp, camiye yöneldiği sırada, kıble tarafına tükürdüğünü gördüler.
Beyazıd-i Bestami kendisine selam bile vermeden geri döndü ve şöyle buyurdu:
"Bu adama Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
bir edebini koruma anlayışı bile emanet edilmemiş; velilik nasıl emanet
edilebilir? Bir adama ne kadar keramet verilirse verilsin. hatta havada bağdaş
kurarak oturduğunu görseniz; itibar etmeyin. O kimsenin şeriatın edeblerine
emir ve yasaklarına riâyet ettiğini görmeden aldanmayın."
Mevlana
Halid kaddese’llâhü sırrahu’l azîz müridlere hasseten yemekte uyulması müekked
olan sünnetleri tembih etti ki bu şekilde mürid bütün hareketlerinde sünnete
tabi olsun. Hatta mubah işlerde bile şeriate göre hareket etsin. Zira kişi
niyetini halis tutup, helal olan şeylere yönelirse, adet olan işleri bile
kendisine taat ve ibadet sayılır.
Cenâb-ı
Hakk bizleri hak sözü işitip en güzel şekilde ona uyanlardan eylesin. Gaflete
düşmüş, hidâyet yolunun güzelliklerinden ve rızasından mahrum olun kimselerden
etmesin. [28]
ESAD SAHİB
NAKŞÎ HÂLİDÎ
HÂKÎ TARİKAT VAZİFESİ VE DERS ADABI
1-DERSLER
Tarîkat dersleri konusunda bir
gizlilik olmasına rağmen zamanımızda insanların bazı konulara ulaşması zor
olduğundan bu konuları açarak zikir adab-ı üzerinde tafsilatlı duracağız. Çünkü
zamanımız da bu konu hakkında noksanlıklar vücuda gelmiştir. Mürşid geçinen çok
kişi dahi dersler hakkında yeterli bilgi ve tecrübeye sahip değildir.
Zikir dersinden önce ihvanın yapacağı
üç bölüm vardır.
a—HEDİYE BÖLÜMÜ:
5 adet İstiğfar
3 adet Salâvat-ı Şerife
1 adet “Rabbena Atina Min Ledünke Rahmeten ve
Heyyi’lena min emrina raşedâ”
َربَّناَ آتِناَ
ِمنْ َلدُنْكَ رَحََْمَة ً وَهَــِّئْ لَــنَا ِمنْ اَمِْرناَ رَشَدًا
1 adet Fatiha-ı Şerif
1 adet Âyet-el Kürsi
1 adet Elemneşrahleke Suresi
3 adet İhlâs-ı Şerif
3 adet Felâk suresi
3 adet Nas Suresi
3 adet Salâvat-ı Şerife
Bu sureler ve dualar okunduktan
sonra, hediye yapılır.
İlahi Ya Rabbi!
Bu okuduklarımdan hâsıl olan sevabı
iki cihanın sultanı Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ruhaniyetine
hediye eyledim.
Andan hâsıl olan sevabı Âdem aleyhisselâmın
ruhaniyetine hediye eyledim.
Andan hâsıl olan sevabı Efendimiz
ile Âdem aleyhisselâm arasında geçen nebilerin ruhaniyetine hediye eyledim.
Andan hâsıl olan sevabı Ebubekir
Sıddıkı- Azam Efendimizin ruhaniyetine hediye eyledim.
Andan hâsıl olan sevabı Ehli Beytin
ruhaniyetlerine hediye eyledim.
Andan hâsıl olan sevabı Sahabe-i
Güzin Efendilerimiz, Tabiin, tebauttabiîn Efendilerimiz’in ruhaniyetlerine
hediye eyledim.
Andan hâsıl olan sevabı silsile-i
Nakşibendiyeye ve hassaten Şah Bahâeddîn Nakşbend kuddise sırruhu’l-azîz Efendimizin ruhaniyetlerine
hediye eyledim.
Andan hâsıl olan sevabı İmam-ı
Rabbani kuddise sırruhu’l-azîz Efendimizin, Mevlana-i Halid kuddise
sırruhu’l-azîz Efendimizin ruhaniyetlerine hediye eyledim.
Andan hâsıl olan sevabı Şeyhim ……….Efendimin
ruhaniyetine hediye eyledim.
Andan hâsıl olan sevabı ihvan
kardeşlerimin ruhaniyetine, müslüman ve müminlerin ruhaniyetine, hayatta
bulunanların defteri amallerine hediye eyledim.
Kendi gelmiş ve geçmişlerimin ruhaniyetine hayatta bulunanların defterlerine
hassaten anne ve babamın ruhaniyetlerine hediye eyledim.
b—FEYZ TALEB BÖLÜMÜ:[29]
Her dersin başında duruma göre
değiştirilerek yapılır.
“İlâhi Ya Rabbî Hazine-i gaybi ilâhiyyenden Füyüzat-ı
Rahmeti İlahiyyeni Fahr-i Kâinat Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme Efendimiz
Hazretlerinin ruhaniyeti Şerifelerine inzal ve irsal buyurmanı;
Andan Âdem
aleyhisselam ruhaniyetine,……[30] Sıddîk-ı Azam Efendimizin ruhaniyetine ve andan
şeyhim ……. kuddise sırruhu’l-azîz Efendimin kalbine………, andan benim kalbime……
inzal ve irsal eyle Yâ Rabbî” denir ve râbıtaya geçilir.
c—RÂBITA BÖLÜMÜ
Derslerin evvelinde
yapılır.
Râbıtada
gereken fiziksel durumlar şunlardır.
— Abdestli olmak:
—Günde bir veya iki defa
uygulamak. Râbıta günde bir defa yapılıyorsa ikindiden sonra veya sabahtan
sonra yapılmalıdır.
—En az yirmi dakika kadar
olması gerekir.
— Fiziksel ve zihinsel
rahatlık. Gerekirse gusül abdesti almak
—Râbıta yapabileceğiniz,
ortam dikkati dağıtabilecek şeylerden yeteri kadar uzak bir yer olmalıdır.
—Yemekten en az iki saat
sonra yapılmalıdır. Yemeğin hemen ardından yapılan râbıta rahat olmaz.
—Gözleri kapayarak
mürşidin huzurunda O’na yönelmektir.
—Dikkat iki gözün arasına
toplanarak hareket edilmelidir.
—Ufak rahatsızlıklar varsa
râbıtanın huzurunu bozabilir. Bu gibi durumlarda kısa tutulmalıdır.
—Sakalın göğse dayanması
ve rahat bir oturma şekli ile oturmak gerekir. Mesela; ters teverruk oturuşu[31] ile
veya rahat edebileceği şekilde oturmak:
—Râbıta süresince dilin
ucu damağa değmeli, diğerlerine göre üst dişlerin arkasına veya alt dişlerin
arkasına değmeli ve dil ağızda düz yatmalıdır. Dilin ucunun alt dişlerin
arkasına dayanması en doğal şekil gibi görünüyorsa da dil en uygun gelen
şekilde tutmak gerekir.
—Sessiz, yavaş, yumuşak ve
düzenli bir solunum yapılmalıdır. Solunum sayısı azaltılır. Eğer burun tıkalı
değilse, ağız kapatıp burnundan solunmalıdır.
Normal şekildeki solunum
düzensiz ve endişelidir. Kişi havayı akciğerlerdeki tam devrini tamamlamaya
bırakmak yeteneğine sahip olmadığından havanın bir kısmı tam dışarı verilemeden
akciğerlerde kalır. İradeli olmadan çok zorunlu olarak solunum yapar. Râbıta
yapanların kalb atışı, ortalama, dakikada üç atış azalır. Vücudun oksijen
tüketimi yüzde yirmi kadar azalırken, yüksek olan tansiyonda düşer.
Mürşidi Râbıta
Çeşitleri
Râbıta mürşide değil,
Allah Teâlâ’yadır. Hakikâtte mürşidler insanları kendilerine bağlayıp ve bey’at
ettirmezler. Allah Teâlâ’ya bağlarlar ve bey’at ettirirler.
Kendisine rabıta olunacak mürşidin tavır ve
ahlâkı Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ahlâkına tâbi olmadıkça
rabıtadan beklenen feyzin zuhuru imkânsızdır. Rabıta eden sâlikin ise,
şeyhinin Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ahlâkı ile ahlâklandığını,
şeriat sünnet ve tarîkat ölçüleriyle tahkik eylemesi de mürid üzerine vâcibtir.
Yoksa rabıta eden de ettiren de perişan olurlar.[32]
Buna göre;
1-
İhvanın kâmil şeyhin suretini karşısında tasavvur edip hayal yoluyla iki kaşı
arasına bakmak ve suretteki ruhaniyete yönelmek. Kendinden geçme (Gaybet) ve
kaybolma hali başlayıncaya kadar râbıtayı sürdürmek.
—Gaybet
iki türlüdür.
a-Bu
teveccühte gaybet hâsıl olana kadar veya cezbe açığa çıkana kadar.
b-Mürşidin
suretinin etrafını kaplaması ile gaybet ve cezbe hâsıl olana kadar.
Bu
hallerden biri hâsıl olduktan sonra râbıtayı keser.
2- İhvanın kendini mürşid
kıyafet ve heyetinde görmesidir. Bu râbıta şekline telebbüs (giyim) râbıtası
ismi verilir.
3- Mürşidin suretini
karşısında görüp, onu kalbinin ortasına indirmek, kalbini uzun ve geniş bir
dehliz farz ederek mürşidi o dehlizde yürüyor ve kendisine doğru geliyor hayal
eylemek.
Râbıta Adabı
Mürşidini
her yerde hazır görmesidir. Mürşidin kemâlatını ve ruhaniyetini fark edememesi,
öyle ki mekânla kayıtlayamamasıdır. Mürşidin tasarrufunu Allah Teâlâ’nın
tasarrufundan görmesidir. Eğer mürşidin muhabbetini muhafaza eder ve nisbetini
kaybetmezse bütün vakitlerde râbıtaya devam eder ve fark edemez olur.
Mürid
Allah Teâlâ’dan gelecek feyze vasıtasız ulaşabilecek kudretine ulaşıncaya kadar
râbıtaya devam eder.
Yukarıda
anlatılan durumda dahi râbıtaya devam eder. Râbıta meşguliyeti terakki makamlarını
çıkıncaya ve müşahedeye erişinceye kadar perdeleri aralamak için gereklidir.
Fakat mürşide muhabbetini terk etmez. Çünkü nispet ve muhabbeti muhafaza
müşahedeyi artırır. İhvan râbıtayla ünsiyet yakınlık kazanır.
—ZİKİR
Zikirde dikkat edilecek hususlar
Temiz bir mekânda abdestli olarak kıbleye karşı oturarak,
elleri (göğüs üzerinde)[33] gözler yumuk derisi üzerinde zikir darbelerinin titreşimi
olmadan bütün gücünü toplayarak zikretmelidir. “Allah” ismi şerifini zikrederken Arapça ses uyumuna dikkat
etmelidir. Gelen düşüncelere itibar etmeyecektir. Şiddetli cezbe veya gaflet
hali olursa kendini koy vermeyerek onun gitmesini bekleyecektir. Zikir anında
göğüste şiddetli vuruşlar olduğu zamanda gitmesini bekleyecektir. Fakat kalbin
atışıyla uyumlu bir hal zuhur ederse o zaman uyum içinde zikre devam edilmeli
ve kesilmemelidir.
Bütün olan halleri mürşidine haber vermelidir. Müride
gereken halini haber vermesidir. Düşünceler ve zevkler haber edilirse şeyh onu
terbiye eder. Eğer bedende zikir halinde sarsılmalar, terlemeler, kalbte
hafakanlar (sıkıntı-çarpıntı) olursa yazın soğuk ile kışın sıcak su ile gusül
abdesti almalıdır. Bütün gücü ile bu haller gidip zikir kalbte sakin olup
yerleşinceye kadar çalışmalıdır.
Zikirde
havâtır ve düşünce çoğalırsa abdest almalı ve ‘Ya Kadîr’ veya ‘Ya Feğğâl’
esmasını veya istiğfar çekmelidir. Bunlar netice vermez ise, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve selleme salâvat getirmeli veya mürşidini râbıta etmelidir.
Zikrin
ve letâiflerin nurlarını keşfeder ise, başka nurlara itibar etmemelidir. Yinede
nurlara itibar etmekten kendini koruması müride uygundur. Çünkü Allah Teâlâ
zatına layık olmayan her şeyden uzaktır.
Bir
sebepten dolayı zikri bırakmak gerekirse kalbini zikrin manası üzerinde sabit
bırakmalıdır. Masivâyı zikre dönene kadar, kalbe yakın kılmamalıdır. Zikre başlayacağı zaman Allah Teâlâ’ya dua
etmeli sığınmalıdır. Allah Teâlâ, dua edilirse zakirin kalbini muhafaza eder, masivânın
zararını ondan uzaklaştırır. Zikir usulüne uygun yapıldığı zaman bir eseri
meydana gelir. [34]
İlahi ente maksudî ve rızaike
matlubî her yüzüncüde kalben söylenmelidir. Bu kalpteki havatırı yok eder.
Gaybet hali olunca zikri terk eder. Bu hal bitince zikre döner. Zikir bitince hemen
yerinden kalkmaz. Kalbine nazar eder. Bu bekleme 15 dakika ve bir saat arasında
olabilir. Bu beklemede gaybet hali, varidat beklemesi olur. Her latîfe bir
öncekinden daha latiftir. İnsana hoş gelir kavuştum diye kendini kaptırmamalıdır.
Kalb makamı ile başlayan ihvan o latîfenin halleri hâsıl olunca bir üst
latîfeye geçer. İkindi seherinde ders
yerine râbıta tercih edilir.
LETÂİFLERDE ZİKİR
Zikir dersleri ilk önce latifeler üzerinde uygulanır.
Letâif kelimesi latifenin çoğuludur. İnsanın maddî kalbiyle alakası bulunan,
ruh ve nefs gibi manevi varlığının özellikleri için kullanılır.
“Lâtif” Allah Teâlâ’nın esma-i hüsnasındandır. Lütufkâr anlamına
geldiği gibi, ince, cismi olmayan, gözle görülmeyen anlamına da gelir. Nitekim:
“Gözler O’nu idrak edemez. O gözleri idrak eder. Latif’dir. Habîr’dir.”[35] Âyetindeki “Latif’ bu anlama, yani gözle görülmeyen ama
her şeyden haberdar olan anlamındadır. “Latîfe” de aynı kökten olup gözle
görülmeyen anlamı taşır.
Letâiflerin
Yerleri
Letâifler Âlem-i sagîr ve
Âlem-i Kebir olmak üzere iki yerdedir.
—Âlem-i sağîr yani küçük
âlem insana denir.
—Âlem-i Kebir insandan
başka her şeydir.
Âlem-i sagîr, on parçadan
meydana gelmiştir. Bu da ikiye ayrılır.
1-Âlem-i halk beş
letâiftir. Nefs,
hava, toprak, su ve ateş.[36]
Asılları da Âlem-i kebirdedir. Yerin dibinden arşa kadar, âlemi halkdır. Onun
üstü âlem-i emirdir.
Arşın içindeki mahlûklar
maddeden yapılmıştır. Zamanlı ve hacimlidirler. Onun için Âlem-i halk’a ölçü
âlemi de denir. Mahlûklar, âdemle (yokluk) vücudun (varlık) birleşmesinden
meydâna gelmiştir. Âdemle vücudun birleşmesi, beş aslın sonuna kadardır.
2-Âlem-i emir beş
letâiftir. Kalb, rûh, sır, hafî ve ahfâ’dır. Asılları,
arşın dışında görülür. Âlem-i emir, maddesiz, hacimsizdir. Bunun için, Âlem-i
emre Lâ-mekânî de denilmektedir.
Letâifler
Kalb latîfesinin
yeri, sol memenin iki parmak altıdır.
Ruh latîfesi
sağ memenin iki parmak altındadır.
Sır
latîfesi sol memenin iki
parmak üstü ve göğsün ortasına yakındır.
Hafî
latîfesi sağ memenin iki
parmak üstü göğsün ortasına yakındır.
Ahfâ
latîfesi göğsün ortasındadır.
Nefs
latîfesinin yeri alındır.
Beden
(ateş, hava, su ve topraktan) meydana gelmektedir. Bu unsurları ayrı ayrı
sayarsak, latîfeler on olur. Onun için bunlara letâif-i aşere (on latîfe)
denilmiştir.
MAKAMI |
YERİ |
NEBİ’Sİ |
NURUNUN RENGİ ve UNSURU |
KALP |
Sol memenin
iki parmak altı |
ÂDEM aleyhisselâm |
SARI-YEŞİL Toprak |
RUH |
Sağ memenin
iki parmak altı |
NUH aleyhisselâm İBRAHİM aleyhisselâm |
KIRMIZI Hava |
SIR |
Sol memenin
iki parmak üstü |
MUSA aleyhisselâm |
SU RENGİ Su |
HAFÎ |
Sağ memenin
iki parmak üstü |
İSA aleyhisselâm |
SİYAH Ateş |
AHFÂ |
Göğsün
ortası |
MUHAMMED sallallâhü aleyhi ve sellem |
YEŞİL Toprak |
NEFS-İ NATIKA |
İki kaşın
arasıdır |
VÜCÜD-Ü KÜL |
HER RENK VAR (Yani renksiz) |
“ALLAH” ZİKRİN YAPILIŞ ŞEKLİ
En güzel ders vakti sabah
namazından sonra işrâk vaktinde olandır, denilmiştir. Kısa bir özet olarak
letâif merhaleleri şu şekildedir.
“Zikredecek kimse taharet eder, abdest alır.
Temiz bir yerde iki rekât namaz kılar, dizüstüne oturur, sonra dudaklarını
birbirine yapıştırır. Dilini dahi damağına tespit eder, gözlerini yumar,
azasını hareketten men eder. Bütün kuvvetlerini ve hasselerini ta’til eder ve
mürşidin ruhaniyetine gönlünü çevirip ondan yardım umar, sonra sol memesinin
altında kalbine ism-i celâli, nuranî harflerle ve tasavvur kalemi ile nakşeder.
(“Allah” الله ismi şerifini yeşilli sarılı nur ile yazılı
görür gibi düşünür.) O mübarek lâfzın manası olan Allah Teâlâ’ya teveccüh
eder. Bu teveccüh ile öyle meşgul olur ki, kendini unutur, dünya kaygısı ve
işlerini bir yana atar.
“Euzü
billahi mineş şeytanirracim bismillahirrahmanirrahim. İlâhi ente maksudi
verizâike matlubî, efdaluzzikri fağfirlena ya “Allah” “Allah” “Allah”
diye bin defa “Allah” denir Her yüz defa “Allah” deyince yüz başında. “Lailâhe
illa’llâh Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ilâhî ente maksudî
ve rızâike matlubî, “Allah” “Allah” diye devam eder.
İşte zikir bu suretle
zikre devam kalbini arındıra arındıra asıl çevirip olgunlaştıra olgunlaştıra
yolunu bulur. Bundan sonra mürid, kalbini zikirden çekip çevireyim dese bile
muvaffak olamaz. Bu hâlin zuhurunda mürşidin izni ile zikri, ruha nakleder ve
ruh ile dahi sağ memenin altında zikirle meşgul olur. Ruhta olgunlaşma ve asıl
niteliğine dönüp istenilen menzile erişme kudreti hâsıl olur. Mürid yine
mürşidin izni ile zikri, ruhtan sırra nakleder ve sır ile sadrın sol tarafında
meşgul olur. Bundan sonra yine mürşidin izni ile zikri hafiye nakleder. Hafi
göğsün sağ tarafındadır. Bu merhalede de muvaffak olan mürid, mürşidin izni ile
zikri ahfâya nakleder. Bundan sonra mürşid izin vererek müridin zikri, nefs-i
natıkaya intikal eder. Bundan sonra zikir, vücudun her zerresine sirâyet eder.
Tabiatın zulmeti, anasırın kudreti, cismâniyetin kesafeti tamamıyla yanıp perişan
olur. Bedenin cüzlerinden zikir o derece zuhur eder ki, mürid vücudunda her
zerrenin Allah Teâlâ’yı zikrettiğini duyar ve hangi azası ile zikredeyim dese
muvaffak olur. Daha sonra hariçteki varlıkların da Allah Teâlâ’yı zikrettiğini
duyar.
Bu ahvalin zuhurunda
mürşid, ihvâna kelime-i tevhidi habs-i nefes suretiyle telkin eder ve mürid
habs-i nefes ile kelime-i tevhid ile meşgul olur. Mürid her mertebede, o mertebenin
nurunu müşahede eder.
“Mürid, ism-i celâli zikir
ile letâifte müşahede ettiği nurları Allah Teâlâ’nın nurları zannedip, onlar
ile meşgul olmamalıdır. Zira müşahede ettiği nurlar, ilâhî nurların
hicaplarındandır. İlahî nurlar, müşahede ettiği nurların ötesindedir. Letaifte
müşahede edilen nurlarla meşgul olup kalmak müridi Allah Teâlâ’nın tecellisinden
mahrum eder.
Bir de şunu bilmelidir ki,
letâif nurlarının her müride zuhur etmesi lâzım gelmez. Bazı mürid, işin
başlangıcında beşerî vücudu mahvedip, siyah nur müşahede edebilir, ondan
başkası zuhur etmez. O siyah nurdan geçerse Allah Teâlâ’nın nurunu müşahede
eder. Bu letâif nurlarının zuhuru ve aslî saffetlerinin husulü bu şart iledir
ki, eğer mürid zikrini huzur ile îfa ve kalbini her türlü kayıttan soyarak
farzları ve sünneti kemâli ile edâ eder ve bütün vaktini zikre hasrederse,
zuhurat olur. Yoksa olur olmaz zikir ile bu hassalar zuhur edivermez. Eğer
zikri nakle bir veçhile izin mümkün olmazsa, batında mürşidin ruhaniyetinden
izin alıp, bir sonraki letaife öyle nakleder.”
1.DERS:
Kalb [37]
Kul bu kalb ile Allah Teâlâ’yı hakkıyla zikredebilirse,
kendi kalbiyle, küllî kalb arasındaki perdeler kalkar. O zaman kalbiyle Allah
Teâlâ’yı zikreden kul, bütün varlıklarla da Allah Teâlâ’yı zikretmeye başlar.
Eğer rûh bu sırra erememişse muhakkak kalb âleminde
işlenen günah ve isyanlar sebebiyle paslanmalar ve kirlenmeler olmuş, kalbin
üzeri günah tabakalarıyla örtülmüş bazı kalbler ise demirden bir parça gibi
sertleşmiştir.
Bu sebeple evvelâ kalbi zikre çok devam edilerek kalb ile
zikir irtibatını tesis ve temin ettikten sonra ruhî zikre geçilir.
Kişi lâtife-i kalb ile Allah Teâlâ’yı zikretmeye
başlamadan önce hediye yapılır. Bundan sonra “İlâhi Ya Rabbî,
hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan
şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;
Andan Hz. Âdem aleyhisselâmın kalbi saadetine andan da
meşayih-i î’zâm hazretlerinin kalbi saadetine ulaştırdığın gibi şeyhimin
kalbi saadetine ve bu âciz kulunun da kalbine ulaştır” diye duâ ve niyaz eder ve
kalb tarafına başın eğerek oturur ve kalbi ile bin defa zikre başlar.
Kalbe teveccüh ve zikir lâfzını doğru söyleyerek, “Allahümme (İlâhi) ente maksudi ve ridake matlubi” “senin zât-ı pâkinden başka hiç maksut yoktur” manâsını
mülâhaza etmek ve gönlü başka düşüncelerden korumak manâsı taşıyan Vukûf-i kalbî ye [38] devâm edilir.
Durumuna göre eğer ihvânda sarı-yeşil nur [39] omuzları hizasında çıkıp
yükselirse veya kendisini ızdırap veya depreşme kaplarsa ruh latifesiyle
telkinde bulunulur.
2.DERS:
Rûh
Hediyeden sonra “İlâhi Ya Rabbî,
hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan
şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;
Andan Hz. Nûh ve Hz. İbrahim aleyhisselâmın ruhu
saadetlerine, andan da meşâyıhı ızâm hazretlerinin ruhu saadetleri
vasıtası ile şeyhimin ruhu saadetlerine ve bu âciz kulunun da ruhuna
vâsıl eyle,” der
Sonra kişi kalb dersinde oturduğunun aksi yönde oturur
boynunu ruha doğru büker; “Allah” lafzını üçbin defa ruh ile zikretmeye
devam eder.
Kulun ruhuna tecellî eden feyzin rengi kırmızıdır. Ruhuna
akan bu feyz akınları devam ederken kul, kalbindeki feyiz akınlarından da gafil
olmamaya gayret eder.
Kul rûh ile Allah Teâlâ’yı zikretmeye başlayınca, damarlarındaki
kan ve vücudundaki hücrelerde zikrin zevkini alır. Muhâbbet-i ilâhi kalbimizde
dirildiği gibi bütün hücrelerimizde dirilir ve “Allah” “Allah”demeye
başlar. İşte buna “zikr-i can”, “zikr-i rûh” denilir.
3.DERS:
Sır
Bundan sonra kula sır dersi tarif edilir. Sır, sol göğsün
iki parmak üstündedir
Hediyeden sonra “İlâhi Ya Rabbî,
hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan
şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;
Andan Hz. Musa’nın aleyhisselâmın sırr-ı saadetine
ulaştırdığın gibi, meşâyıh-ı kiram hazretlerinin sırr-ı saadetleri vasıtasıyla,
şeyhimin sırr-ı saadetlerine ve bu âciz kulunun da sırrına vâsıl eyle” der, gözlerini kapatır,
sır makamı olan sol göğsün iki parmak üstünden Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemin sırrından, Hz. Musa aleyhisselâmın ve andan da diğer meşâyıhlardan sır
makamlarından feyzin, beyaz bir nûr gibi sır makamından kalbine doğru indiğini,
aktığını düşünerek:
“...O’nun zâtından başka her şey helak olacaktır...” [40] âyet-i celîlesinin
manâsını on, on beş dakika kadar tefekkür ve rabıta ederken kalb ile dörtbin
adet zikreder. (Bazıları sır ile desede bu makamlar birbirine yakın olduğu
için sır ile zikretmek için kendini zorlamamalıdır. Vukuf kalbe yapıldığından
sırrın zikri kalbin zikrinden ayrı olmayacağı kesindir.)
Bu makam Hz. Mûsâ’aleyhisselâmın kâdem-i şeriflerinin[41] altındadır. Yani bu
makam Hz. Musa aleyhisselâmın adım attığı bir makamdır.
4.DERS:
Hâfî
Hâfî makamı sağ göğsün iki parmak üstündedir. Hâfî dersi
hediyeden sonra ihvân “İlâhi Ya Rabbî,
hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan
şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;
Andan Hz. İsa aleyhisselâmın
hafî-i saadetine, andan da meşâyıh-ı kiram hazretlerinin hafî-i saadetlerini
ulaştırdığın gibi, şeyhimin hafî-sine ve bu âciz kulunun da hafî-sine
inzal ve irsal eyle” der ve gözlerini kapar.
İhvân feyz nurunun Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin hafi-i
saadetinden, Hz. İsa aleyhisselâmın hafi-i saadetine, andan da meşâyıh-ı îzâm
vasıtasıyla kendi hafî makamına aktığını düşünerek:
“...O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O işitendir,
görendir.’’ [42] âyet-i celîlesinin
manâsını tefekkür ederek on, on beş dakika kadar bu düşünce ile o hâli yaşar.
Allah ismi sağ göğsün üstünde düşünerek ruh ile beraber beşbin
adet zikir eder. Bu arada kalbde zikir ve vukufta vardır.
5.DERS:
Ahfâ
Ahfâ göğsün ortasındaki makamdır. Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem makamı olan bu makam “mahbubiyet makamıdır.”
Bu makamda hediyeden
sonra: “İlâhi Ya Rabbî,
hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan
şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizin ruhaniyetinin ahfâsına inzal
ve irsal buyurmanı;
Andan Hazreti İsa,
Musa, İbrahim, Nuh ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir
Sıddık Efendimizin ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine,
andan şimdiki şeyh efendimizin ahfâsına ve andan benim ahfâma inzal ve irsal
buyur, Ya Rabbî” der.
Cenâb-ı Hak’tan feyz nurunun bizatihi Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem ahfâsına tecellî edip andan da ihvânın ahfâsına
yeşil bir nûr şeklinde tecellî edînce ihvân:
“Ve sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin.” [43] âyet-i celîlesinin
manâsını on on beş dakika tefekkür ettikten sonra feyz nûrunun kalbe akışını
hissedince kalb ile beşbin defa Allah’ı zikreder.
6.DERS:
Nefs-i Natıka
Nefs-i natıka makamı iki
kaşın arasındadır. Bu makamda hediyeden sonra: “İlâhi Ya Rabbî,
hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan
şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;
Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh
ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin
ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh
efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan
benim letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya
Rabbî” der. Rabıta yapar.
Hediyeden sonra, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
Efendimiz Sidre-i Müntehâ’ya, andan da imkân dâiresinin üstüne yükseldiği gibi,
ihvânın ruhunun basîret gözü alnından sonsuzluğa doğru yükselir, imkân âleminin
üstünden Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin Sidre-i Müntehâdan
bakışı gibi kâinata bakar.
İşte o zaman sonsuz feyz deryasından, sağ kaşının
üstünden; feyz ve letâif makamları denilen ahfâ, hafi, sır, rûh ve kalbe doğru
beşerî bünyenin kaldıramayacağı kadar feyz akmağa baslar. İhvân bu feyzin
zevkleri içerisinde sağ kaşından sola doğru sür’atle yankılanan “Allah”
“Allah” sedasını duyar gibi olur ve
bu sedayı kalb ve basireti ile birleştirerek beşbin defa Allah’ı
zikreder.
İhvân bu makamda her şeyinden ayrılmış, çekilmiş varlıkla
yokluğun birleştiği bir ânı yaşar. Artık bu makama kadar seyretmiş, ilmiyle
tesbit etmiş olduğu Arş’tan, yerin altına doğru bütün varlıklar bir anda
zerrecikler hâline, yok hâline gelir. Cenâb-ı Hakk’ın gerçek varlığı karşısında
aklın alamayacağı kadar büyük varlıklar ve kendisi güneşin yüzünde yüzen bir
zerrecik hâline gelir. Bu makama ulaşan bazı ihvâna “nefs-i cüz” dersi verilir.
(İlave ders)
Nefs-i Cüz Dersi
Hediyeden sonra kâinatın Allah Teâlâ’nın varlığı içerisinde
bir zerre olduğunu, biz de o zerrelerin zerresi hâlinde olduğumuzu düşünerek
bütün letâiflerle beraber feyz kaynaklarına olan bağlılığımızı düşünüp bu
hâlimizi muhafaza ederek kalble Allah’ı beşbin defa zikrederiz.
İhvân bu haliyle Allah Teâlâ’yı zikrederken, zerre
hâlindeki kâinatın da bütün zerreleri ile Allah Teâlâ’yı zikrettiğini tefekkür
edip, hissederek Allah’ı zikre devam eder.
Bu hâlde iken yapılan zikir, ihvânı ve bütün kâinatı
ihata eder, kucaklar: zikreden ihvân kendi varlığını ve Allah Teâlâ’dan başka
bütün varlık ve düşünceleri unutarak Allah’ı zikretmeğe başlayınca ona “Zikr-i
kül” dersi verilir.
7.DERS:
Zikr-i Kül (Zikr-i
Sultan)
Bu makamda hediyeden
sonra: “İlâhi Ya Rabbî,
hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan
şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;
Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh
ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin
ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh
efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim
letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî” der. Rabıta yapar.
“Allah”
“Allah” sedasını bütün
yaratıklardan duyar gibi olur ve bu sedayı kalb ve bütün azalar letâifler ile
beraber beşbin defa Allah’ı zikrederek onların sultanı olur.
Mânevî
mihrab olan kalbte en büyük isim olan Lafza-i Celâl belirdiğinde Allah
Teâlâ’nın mânevî huzurunda öylece durulur. Bu zikir bazı Allah Teâlâ yolcuları
için letâif (dersin)i tamamladıktan sonra ortaya çıkar. Bu şekilde letaiflerin zikri bittikten sonra Zikr-i
Sultan’a gelmiş olur ve bütün cüzler ile zikir yapılır.
8.DERS:
Tevhîd-İ Hakiki (Haps-i Nefes İle Nefy-u İsbat)
Sâdât-ı Nakşibendiye büyüklerinden gelen
ikinci bir zikir şekli nefy u isbât ile yapılmasıdır. Mürid, kelime-i tevhid
ile cezbe kıvamının aslını tahsil eder ve murakabeye istidat kazanır.
Nefy u
isbât “Lâ-ilâhe İlla’llâh” tan ibaret olan kelime-i tayyibe ile meşgul
olmaktır. Bu durumda hapsi nefes (nefesi tutma) ve Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemden geldiği şekilde zikretmek, tek sayıda
durmaya riâyet ve bilinen sekiz şarta uyularak yapmaktır. (Bu derste nefesi
tutup, kalb diliyle tevhîd okurken Allah Teâlâ’dan başka her şeyi atıp Allah
Teâlâ’nın zâtını düşünmektir.
Haps-i nefes hakkında Urvetü’l-vüskâ Muhammed
Ma’sûm kuddise sırruhu’l-azîzden suâl edilmiştir ki;
“Haps-i nefes ile amel bid’at midir, değil midir?
Eğer bid’at ise, hasene midir? Müceddidîn indinde bid’atte hasen yoktur. Şu
halde bid’atten kurtuluşa çâre nedir? Zikir ise, hadd-i zâtında hasendir ve
mesnundur!” denilmiştir. Cevaben;
“Zikirde habs-i nefes, sadr-i evvelde sabit olmamış ise,
de, sonra, haps-i nefes ile zikri, Hızır aleyhisselâm, Hoca Abdülhâlik Gucdüvnânî
kuddise sırruhu’l-azîze ta’lim ettiler ki, Hızır aleyhisselâmın ameline bid’at
ile hükm olunamaz.”
Yapılış Şekli
Hediyeden sonra: “İlâhi Ya Rabbî, hazine-i
gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan şuunatı
rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;
Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh
ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin
ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh
efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim
letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî” der. Rabıta yapar.
Nefy ü isbât “Lâ
İlâhe İlla’llâh” kelime-i Tevhîdi ile yapılır. Tesbihin 21 adedi sayılır. Nefes tutmada hedef 21 Kelime-i
Tevhide ulaşmak hedeftir. Gücü yetemeyenler 3,5,7,9. . . . da karar
kılabilirler. Hastalığı varsa bu zikir yaptırılmaz.
Yukarıda açıklandığı
şekildeki gibi, dil damağa yapıştırılır, göbeğin altında nefes hapsedilir,
sonra hayal edilerek dimağın sonuna kadar “Lâ” yı çeker, andan “İlâhe” sağ
omzuna; “İlla’llâh” da kalb-e devredilir. Kalb, şeklini ve yerini bildiğimiz,
sol taraftaki en kısa kaburga kemiğinin altındaki kalbdir. “İlla’llâh” lafzı
bütün kuvvetiyle kalbin en derinliklerine işleyecek, harareti bütün vücudu
saracak derecede kalbe devrolur.
“Lâ İlâhe” derken bütün
mâsivâyı, Allah Teâlâ’dan gayrı ne varsa sonradan olmuş ne ki, mevcut ise,
hepsini nefyeder, her birinin fânî olduğunu tefekkür eder ve onlara o gözle bakar.
“İlla’llâh” söylerken de,
Allah Teâlâ’nın zâtına, bekânın ancak O olduğunu kalbine nakşeder. Bunu bütün
letâifiyle yapar, yani bu işe bütün letâifi iştirak eder. “Lâilâhe İlla’llâh”
ın yazısının şeklini düşünür. Manasını tefekkür eder ki, Allah Teâlâ’nın
zâtından başka maksûdumuz yoktur, demektir.
“O’ndan başka maksûdunun
olmadığını” söylemek, “O’ndan başka ma’bûdumuz olmadığını” söylemekten daha
geniş manalıdır.[44] Çünkü
her ma’bûd aynı zamanda maksûddur. Aksi olamaz. Bunun sonunda kalbiyle:
“Muhammedün Resûlullâh”
Der. Bunu söylerken,
Hazret-i Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme ittibâ’ etmeye kendini
şartlandırır. Bunu böyle tamamladıktan sonra, nefesinin kuvvet derecesine göre
bunu tekrar eder. Bunu tek sayıda bırakır. Buna “Vukûf-i kalbî” denir.
“Her an ihvânın içinde
nefsini tazyik ettiğinde, tellerden bir tel üzere vakfedip “Muhammedün
Rasûlüllah” ı dahi mülâhaza etmelidir. Ve ondan sonra nefesini serbest
bırakarak zikre devam etmelidir. Nefesini bırakırken, “ilâhî ente maksûdî
ve ridâke matlûbî” cümlesini düşünmelidir. Ve “Muhammedün Resûlullah”ı
Allah Teâlâ’ya vesîle kabul edip kendisinin kontrol altına olduğunu
kastetmelidir. Bu cümleyi mülâhazanın faydası, iki nefesin arasını muhafaza edip,
kalbini havatırdan kurtarmaktır. Eğer bu minval üzere ihvânın tavırda duruş 21
adet zikir sayısına ulaşırsa, zikrin neticesi hâsıl olur ve zikrin neticesi
nefy tarafında beşeriyet vücudunu nefyi hâsıl ederek kalbe indirir, nefesini
Allah Teâlâ sevgisi ile kalbe vurup bu tasavvurunu isbat tarafından meydana
çıkararak cezbe ile ezeli ve ebedî halini hisseder olmaktır.
Eğer 21 adede ulaşılıp
zikir neticesi hâsıl olmamışsa muhakkak ki, ihvan, zikrin adabında kusur
etmiştir. Zikre baştan başlaması lâzımdır.
İhvân, zikrini huzur
içinde yapmak manasını düşünmekte titizlik göstermelidir. Bütün mâsivayı gönülden
çıkarmalı ve bütün ilim ve amilleri nefy tarafından mülâhaza etmelidir. Ve
fânî şeyleri nefye ziyadesi ile çalışmalıdır. Hayır, şer ne gibi havâtır varsa
kalbinden söküp atmalıdır. İsbat tarafında Allah Teâlâ’nın birliğini mülâhaza
edip, nefsini bu mülâhazada fâni kılmalı ve tevhid ile aynı zamanda akla nazar
eylememelidir.
Farz ve sünnet namazlarını
vaktinde tam bir huzur ile kılmalıdır. Bundan sonra halktan uzlet edip, bütün
vakitlerini kelime-i tevhidin zikrine harcamalıdır.
Eğer buna hakkiyle çalışır,
nefyedilecek olanı nefyeder, isbât edilecek olanı isbât ederse neticesi zahir
olur. Murakabeye başlayacak hâle gelmişte olacaktır.
Bu derse günlük yarım
saat, on veya duruma göre onbeş gün çalışılır ve bitirilir.
Tevhîd-i hakiki (Nefy ü isbât) dersinin dokuz şartı vardır.
1- Vukuf-u kalbi: Yani kalbde hatıra gelen
bütün şeyleri tamamıyla boşaltıp kalbi hazır bir vaziyete getirip; Allah
Teâlâ’nın huzurunda, kontrolde olduğunu düşünmek.
2- Nefesini çekip hapsederek Allah Teâlâ’nın
dışındaki bütün varlıklardan ve düşüncelerden kurtularak bir an nefes
tuttuktan sonra vermek.
3- Kelime-i tevhîdin yazısını vücudunda mülâhaza
etmek: Bu düşünceyi göbeğin altından başlayarak beyninden dolaştırıp kalbe inmesini
mülâhaza etmek. Yani “Lâ ilâhe” derken “lâ” nın telaffuzunu göbeğin altından
başlatıp sağ kulağının hizasından beyin kubbesini dolaştırıp “ilâhe” yi sağ
omuzuna getirip “İlla’llâh” diyerek kalbde “lâ İlahe İlla’llâh”ı hem yazısını
hemde nurunu düşünerek kalbde zikri tamamlayıp devam etmesi.
4-Kelime-i tevhîdin göğüsteki nakış şeklini
mülâhaza etmek, zikrin tesirini duymak içindir.
5- “Lâ ilâhe İlla’llâh” kelimesinin sonsuz,
manalarını tefekkür etmek.
6- “Lâ ilâhe İlla’llâh” kelimesinin manasını
kalbe kararlı bir şekilde yerleştirerek; mâsivâyı, evhamı ve hayâlâtı kalbden
çıkarmak.
7- “Lâ ilâhe” kelimesini bu şekliyle göbekten
beyine, beyinden sağ omuza getirerek tamamlayıp “İlla’llâh” ı da kalbe vurarak
nefes almadan 3, 5, 7, 9, 11. ... 21 e kadar tekrarlamaya gayret eder. Tek
sayılarda sağ göğsün altındaki rûh makamında “Muhammed’ün Rasülüllah” diyerek
zikrini tamamlar.
8- Yapılan zikrin sayılarını mülâhaza ederek,
düşünerek tek sayılarda durmaya alışkanlık kazanmak
9- Nefesini alınca “ilâhi ente maksûdî ve rızake
matlûbî.” Allahûmme atini muhâbbetüke ve rızake ve mağrufeteke” (Allah’ım,
gayem sensin, aradığım da rızandır. Allah’ım, bana sevgini, rızânı ve seni
tanımayı lütfet.) deyip nefesini aynı şekilde göbeğin altından alarak aynı
düşüncelerle zikrine devam ederek bin adet “Lâ ilâhe İlla’llah” diyerek nefiy
ile isbât dersine devam eder.
“La ilâhe illa’llah”ın sonsuz manâlarını düşünerek
Allah Teâlâ’dan başka gerçek manâda sevilecek sayılacak, korkulacak ve
yardımına sığınılacak bir varlığın olmadığını düşünerek kalbindeki Allah
Teâlâ’dan başka varlık ve düşünceleri çıkarmak üzere mücâdele yapmaya ve
dersine devam eder. İhvân bu dersler sayesinde zikru’llâhın asıl gayesi olan
“kelime-i tevhîdîn” gerçek manalarını kalbine yerleştirerek mağrifet-i ilâhiye
kavuşmaya gayret eder.
Zikrin bu şeklini Şeyh
Abdûlhâlîk Gucdüvânî kuddise sırruhu’l-azîz, Hazreti Hızır aleyhisselâmdan
almıştır. Ona suya dalmasını emrederek bu şekil zikri öğretmiştir. Suya
dalmasını emretmesinin sebebi nefesini tutmak içindir. Çünkü başlangıçta en
ihtiyatlı yol budur.
Mi’râcu’s-Saâde kitabında
demiştir ki, : .
“Şeyhimiz bize zikrin bu
şeklini yapmamıza izin verdiği zaman “İlla’llâh”ı omuzdan çıkarıp kalbine
verirken bu hayalî vuruş esnasında başı biraz hareket ettirmemizi söyledi. Bu,
bunun tesirini meydana çıkarır.”
Yine ondan işittik ki;
Bu zikri, sâlik ilk defa
yaparken yirmi bir yahut yirmi üç adedine baliğ oluncaya kadar mânâyı tasavvur
etmeden yapar. Bunu yapmağa yalnız bir nefeste muktedir olabilir. Bu dereceye
geldiği zaman ona (yukarıda anlattığımız) manayı tasavvur etmeyi ve zikri
birinci yol üzere devam ettirmesini emreder. Bir nefes hapsinde sayılı adede
vasıl oluncaya kadar böyle devam eder, Bundan sonra bu zikre devam ederse
cidden güzel olur ve neticesi görülür. Ancak bunu emredilen miktar yapmakla
gereğini yerine getirmiştir. Bundan sonra Allah Teâlâ’ya tahsis-i nazar eyler.”
Yine Şeyh İsmail el-Hâlidî
kuddise sırruhu’l-azîz Hazretlerinden işittik ki;
“Adede riâyet hafıza ile
yapılacaktır. Parmakla veya tesbihle değil.” buyurdu.
Yine buyurdu ki;
“Zikir çokluğa bağlı
olarak habs-i nefesden aciz kalır ve yapamazsa ne yapmak lâzımdır? Sorusuna
buyurulur ki;
“Nefesini bırakıp yukarıda
anlatılan zikre habs-i nefes yapmadan devam eder, bu da aynı şekilde
faydalıdır.” [45]
İhvanın
bir üst seviyeye geçtiği çalışma
Eğer ihvanın durumu müsait ise,
Sülûk adı verilen bir inzivaya geçirilir.[47] Bu inziva duruma göre Hâlidî
Hakî’de en fazla 10 gündür.[48] Gavs’ül âzam İhramcızâde İsmail
Hakkı Toprak Efendi Hazretlerinden önceki pirler yani Çorumlu Mustafa Rumî
kuddise sırruhu’l aziz 30 veya 40 gün, Tokatlı Mustafa Hakî kuddise sırruhu’l
aziz 20 gün sülûk çıkarırlardı. Zamanla bu gün sayısında azaltılma olmuştur. [49]
Duyduğumuza göre bazı işte çalışan
ihvanlar işleri ile beraber bu sülûkü yapmışlardır.
Hediye, feyz talebi ve rabıta yapılır. Nefy ü isbât “Lâ
İlâhe İlla’llâh” kelime-i Tevhîd ağzı kapatmadan hem ağız hem dil ile gizli sesle (namazda Kur'ân-ı Kerim'i okur
gibi) mülahaza-i nakış ile kendi vücudundaki yazılı olan
“lailâhe illa’llah” kelimesini okur.
Günde on bin en geç yedi günde
bitmiş olacak şekilde okunacak. Bu günlerde oruç tutulacak bitiminde ruhaniyate hediye edilecek
Bu şekilde sülûk günlerinde 70 000
kelime-i tevhit kâmilen bitmiş olur. Gerekirse fazlalaştırılır veya azaltılma
yapılabilir. Burada dikkat edilecek husustan biri kabiliyetin şeyh veya vekili
tarafından tayini gerekir ki, bu çok önemlidir. Sülûkten çıkarılan ihvan
kardeşlerine yemek ziyafeti verir bu onun vilâyet yolundaki en güzel
hatırasıdır.
MÜLAHAZA-İ NAKIŞ
ﻻ deyince ﻻ bütün letâifleri dolaşarak içine alarak nefsi natıkada
birleşir. ﻞ ruh ile hafinin yanındadır tekrar ﺍﻞ diyince göğüs istikametinde ﻫ diyince ta ahfayı içine alırki, ﻫﻭ ismi şerifi göğüsden çıkar. ﺍﻻ diyince kalbin yanındadır sır ile kalbi arasındadır. اللهdiyince kalbin içinde yeşil sarı nur ile yazılıdır- Böyle
kendi vücudundeki Rabbin denilen kısım
olan nefy u isbatın yapıldığı kısımdır.
KELİME-İ
TEVHİD HATİMİ
700 fasulye veya taş hazırlar. Sonra eûzü ve
Besmele’yi çeker veفَاعْلَمْ
اَنَّهُ لاۤ اِلـهَٰ اِلاَّ ٱلله ُ
Okunarak zikre başlar. Ele alınan tesbihin
her bir tanesi için “Lâ İlâhe İlla’llâh”
لاۤ اِلٰهَ الاَّ ٱللهُ
denir ve her tesbih yüze tamamlandıktan sonra
“Lâ İlâhe İlla’llâh Muhammed-ür Rasûlüllah”
لاۤ
اِلـهَٰ اِلاَّ ٱللهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ
Denir. Her fasulye için 100 Kelime-i Tevhit
okunur.
Neticede 70.000 adet söylenmiş olur.
70
BİN KELİME-İ TEVHİDİN FAZİLETİ
“Bir kimse, kendisi veya
başkası için yetmiş bin adet kelime-i tevhîd (kelime-i tayyibe) okursa,
günahları afv olur.” [50]
“Hatm-i tehlîl yapıp,
sevabını ölülerin ruhlarına hediye etmek çok faydalıdır.” [51]
Mazhâr-ı Cân-ı Cânân
Hazretleri, bir kadının kabri yanına oturmuştu. Kabre yüzünü dönüp, hatırına
başka bir şey getirmeyip; yalnız onu düşündü.
“Bu mezarda Cehennem ateşi
var. Kadının imanlı olmasından şüphe ediyorum. Ruhuna, hatm-i tehlîl sevabı
bağışlayacağım. İmanı varsa, afv olur”
buyurdu. Hatm-i tehlil’in sevabını bağışladıktan sonra; “Elhamdülillah imanı
varmış, kelime-i tayyibe tesirini gösterip azabtan kurtuldu” buyurdu.
FAİDELİ BİLGİ
ÜVEYSİ OLANLAR İÇİN
LATİFELERDEKİ LAFZÂ-İ CELÂL ZİKRİ SÜLÛK ÇIKARMADAKİ USÛL
Bu zikirlere zaman tayin etmek yanlış uygulama
olur. Çünkü her kişinin kabiliyeti ve istidâtı farklı olduğu gibi mânevî
durumuda ayrıcalık gösterir. Büyükler içerisinde bir anda sülûk derslerini
ikmal etmiş kişiler, Lafzâ-i Celâl Zikr-i
yapmadan kelime-i tevhid zikrine geçenler çok olmuştur. Dersini aldığı saatin
akabinde hemen bir üst derse geçen olduğu gibi senelerce aynı derste müdâvim
olanlar da bulunmaktadır. Bu konuda önemli olan insan olabilmektir.
Mehmet Şen Veli kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz
Efendinin yazdığı Evrad-ı Bahaiye açıklamasındaki kitapta zaman ile kayıtlı
zikir adetleri vardır. Bu konuyuda almayı uygun gördük. Çünkü bazı ihvan eğer
bu türlü kitaplar ile zikir talim ederse usül konusunda bî-haber olmasın. Çünkü
zamanımızın iptilaları arttığı gibi hileside kuvvetlenmiştir.
Kabiliyyet kazanana kadar kalbte bin defa
“Allah” de. (Çünkü diğer letaiflerin nazarları (bakış) yerleri makamları olduğu
halde ruhun dışındakileri zikirleri kalpdedir.)
En az 2 ay kalbde 2 bin defa “Allah” denir.
En az 3 ay sonra kalbten ruha nazar et. Ruh
da 3 bin defa “Allah” denir.
En az 4 ay sonra sırra nazar et. 4 bin defa
kalbde “Allah” denir.
En az 5 ay sonra hâfiye nazar et. 5 bin defa
kalbde “Allah” denir.
En az 6 ay sonra ahfâya nazar et 6 bin defa
kalbde “Allah” denir.
En az 7 ay sonra nefsi natıkaya nazar et, 7
bin defa “Allah” de 40 gün böyle çalış.
40 gün sonra nefesini topla nefsi natıkaya
nazar et. 7 bin defa “Allah” de
40 gün nefesini topla ruha nazar et. 3 bin
defa “Allah” de.
4 ay sonra nefesini topla hafîye nazar et. 4
bin defa “Allah” de.
5 ay sonra nefesini topla ahfâya nazaret 5
bin defa Allah de.
(Mürşid kabiliyetli ihvana bir derste bu
letâifleri fasılalarla tarif ederek ve uygulatarak da geçirtebilir.)
40 gün nefesini topla olduğu halde bir
nefeste 21 defa “lailâhe illa’llah” de. Sayısız yirmi birer defa çok çok gece
gündüz vakit buldukça de.
21 günde böyle devam et.
Bu
yirmi 21 günden sonra tenha bir evde selamet yerde yetmiş bin defa “lailâhe
illa’llah” de.
Bundan sonra mülahaza-i nakış ki kendi vücudundaki
yazılı olan “lailâhe illa’llah” kelimesini nefy u isbat dersindeki tarif üzere
oku.
On günde böyle devam et sayısız fasılasız
oku.(Sülûk çıkarma)
On
gün sonra bol yemek yap ihvanı yarana ziyafet ver dostlarına komşularına düğün
gibi sürurlu semaver yak muhabbetli hayatta en mukaddes bir günün olduğuna sevin
bütün hayatın bedeli bir günün olduğuna inan ve bil ona göre Rabbine şükret ve
hamdü senada ol...[52]
10.DERS:
MURAKABE-i EHÂDİYYET
(Birinci
kat semanın üstünde bin
defa kelime-i
tevhid okunması ve ondan sonra aynı yerde murakabe yapılması)
Hediye,
feyz talep edilerek “İlâhi Ya Rabbî, hazine-i gaybi
ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan şuunatı rahmeti
ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizin
ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;
Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh
ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin
ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh
efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim
letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî” der.
Hediye, feyz talebi ve rabıta yeryüzünde yapıldıktan
sonra şeyh efendimizin ruhaniyetine sığınarak ve
bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden ruha geç, sırra geç hafiye geç,
ahfâ’ya geç, nefsi natıkaya geç, nefsi natıkadan sonra soldan sağa doğru
dönerek cami minaresine çıkar gibi bir kuş uçar misali semaya doğru döne döne
çık. Birinci kat semanın bütün makamlarında kelime-i tevhidi yazılı olarak gör.
Burada bin defa lisanen ve kalben gizli sesle “lâilahe
illa’llah”ı zikreder. Her yüz
başında bir defada “La ilâhe illa’llah Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellem diyerek zikir yapar. Sonra murakabesi îfa edilir ve yeryüzüne inilir.
Ehâdiyyet Murakabesi
Zikir bitince
“Ya Rabbi nefsimi ve on sekiz bin âlemi Şah-ı
Nakşibend Efendimizin ruhaniyetinde fani bildim. Şah Efendimizin ruhaniyetini Ebûbekir
radiyallâhü anh Sıddîk’ul Azam radiyallâhü anh Efendimizin ruhaniyetinde fani
bildim. Siddîk’ul Âzam radiyallâhü anh Efendimizin ruhaniyetini Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin ruhaniyetinde fani bildim. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin
ruhaniyetini Ehadiyyet-i İlâhiyyende fani bildim, Ya Rabbi!”
duasını eder ve murakabe yapar.
وَهُوَ ٱللهُ اَحَدٌ
[53]
âyet-i kerîmesini düşünür.
Murakabe, bir yokluğa düşmek kendini İrade-i
İlahiyyede yok etmek demektir. Kâinatın hal ve hareketlerini Allah Teâlâ’dan
bilmek ve tefekkür ve düşüncelerinle O’nu bulmak ve bilmektir. İhvan mürşit
vasıtasıyla Allah Teâlâ’ya teveccüh ederek; ihsan ve lütuf denizinden feyz
talebiyle sanki Allah Teâlâ huzurunda, Allah Teâlâ’ya yönelmesidir.
(Yedinci kat gökte üstünde bin
defa kelime-i
tevhid okunması ve ondan sonra aynı yerde murakabe yapılması)
Hediye,
feyz talep edilerek “İlâhi Ya Rabbî,
hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan
şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;
Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh
ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin
ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh
efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim
letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî” der.
Hediye, feyz talebi ve rabıta yeryüzünde
yapıldıktan
sonra şeyh efendimizin ruhaniyetine sığınarak ve bürünerek ders halinde olduğun
yerde kalbinden ruha geç, sırra geç hafiye geç, ahfâ’ya geç, nefsi natıkaya
geç, nefsi natıkadan sonra soldan sağa doğru dönerek cami minaresine çıkar gibi
bir kuş uçar misali semaya doğru döne döne çık. Yedinci
kat semanın bütün makamlarında kelime-i tevhidi yazılı olarak gör. Burada bin
defa lisanen ve kalben gizli sesle “lâilahe illa’llah”ı zikreder. Her yüz başında bir defada “La
ilâhe illa’llah Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem diyerek zikir
yapar. Sonra murakabesi îfa edilir ve yeryüzüne inilir.
Seyr-i Müstetir Murakabesi
Yedinci kat sema’nın bütün
makamlarda Kelime-i Tevhidi yazılı olarak düşünüp ruhun ileriki tevhid
makamlarında yükselme iştiyakı ve kabiliyetini artırarak Allah Teâlâ’nın yarattığı
kâinatın büyüklüğünü ve gizli örtülmüş sırları müşahede etmektir. (Müşahede
ettiğini düşünmektir)
Hediye,
feyz talep edilerek “İlâhi Ya Rabbî, hazine-i gaybi
ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan şuunatı rahmeti
ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizin
ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;
Andan Hazreti İsa,
Musa, İbrahim, Nuh ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir
Sıddık Efendimizin ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine,
andan şimdiki şeyh efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına
ve andan benim letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal
buyur, Ya Rabbî” der.
Hediye,
feyz talebi ve rabıta yeryüzünde yapıldıktan sonra şeyh efendimizin ruhaniyetine
sığınarak ve bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden ruha geç, sırra geç
hafiye geç, ahfâ’ya geç, nefsi natıkaya geç, nefsi natıkadan sonra soldan sağa
doğru dönerek cami minaresine çıkar gibi bir kuş uçar misali semaya doğru döne
döne çık. Yedinci kat sema üzerindeki fezâ-i tevhid meydanına
gir her “lailâhe illa’llah” kelimesinde dönerek ve yükselerek bin
defa lisanen ve kalben gizli sesle “lâilahe illa’llah”ı zikreder. .
Her yüz başında bir defada “La ilâhe illa’llah Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem diyerek zikir
yapar. Sonra murakabesi îfa edilir ve yeryüzüne inilir.
Seyri Müstedil Murakabesi
Fezâ-i
tevhid meydanında dönerek, yükselerek ve bütün makamlarda Kelime-i
Tevhidi bütün makamlarında yazılı olarak düşünüp makamlarında Allah Teâlâ’nın
yarattığı kâinatın büyüklüğünü ve gizli örtülmüş sırları müşahede etmektir. (Müşahede
ettiğini düşünmektir)
VİLÂYETİ SUĞRA ( Küçük Velâyet)
Velâyeti suğrâ (küçük velilik) dairesi Allah
Teâlâ’nın isim ve sıfatının gölgesindeki mânevî yolculuğa denir.
Velâyeti suğrâ’nın alâmeti, melekût âlemine
yönelişin yok olma ve o âlemi altı yön (doğu, batı, kuzey, güney, alt ve üst)
ile kuşatıp, kalbi, velâyeti suğra dairesine kavuşmaktır. Temsili bir düşünce
ile beşeri vücudun ve bütün varlığın Allah Teâlâ’nın varlığı ile beraberliğini
görmek de esma ve sıfatın gölgesinde seyr’in işaretidir.
Esma ve sıfat’ın gölgelerinin dairesi,
nebiler ve veliler hariç, bütün varlığın var oluşlarının başlangıç noktasıdır.
Allah-ü Teâlâ’nın, yarattığı bütün varlığa varlık tecellisi, esmâ ve sıfatının
gölgelerinin tecellilerinden ulaşır. O gölge tecelliler, kendi zatî varlığı ile
bütün yarattıkları arasında bir vasıtadır. O’nun esma ve sıfatının
tecellilerinin gölgesi olmasa varlık meydana gelmez, O’ndan başka her şey daha
önceden olduğu gibi âdem (yok) olurdu.
Kemâl sıfatlar sahibi Allah Teâlâ, yarattıklarından
hiç bir şeye muhtaç değildir. Kâinatı var edişi de ona muhtaç oluşundan dolayı
değildir. Kur’an-ı Kerim’de de ifade buyurduğu gibi:
“Allah
Teâlâ, yarattıklarından hiç bir şeye muhtaç değildir” [54]
Her şahsa Allah Teâlâ’nın feyiz ve kemâlâtı,
o şahsın yaratılışındaki şahsına ait hakikâti vasıtasıyla gelir. Tasavvufî
terbiyede Necmeddin Kübra kuddise sırruhu’l-azîzin “Allah Teâlâ’ya giden yollar,
mahlûkatın alıp verdiği nefeslerin adedi kadar çoktur” [55]
sözü, esma ve sıfat’ın tecellilerine ait gölgelere işarettir.
Buradaki “mahlûkatın nefesleri kadar” tabiri, yolların
çokluğundan kinaye olarak kullanılmaktadır. Dolayısı ile esma ve sıfatın gölgelerinin
tecellilerindeki çokluğu da ifade etmektedir.
Bir lâtife, velâyeti suğra dairesine dâhil olduğu zaman,
aslının aslında ve hakikâtinde fena bulur. (Yani: esma ve sıfatın
tecellilerinin gölgeleri, bu tecellilerin bizzat kendilerinde fena bulur
(yokluğa erer) demektir). İşte o zaman hakikâtinde yok olmakla bekaya ulaşmış
olur.
TECELLİ-İ SIFAT-I EF’ÂL DAİRESİ
Âdem aleyhisselâmın tahtında ve
Kalb‘in arş-ı âlâ’daki aslı ve karşılığıdır.
Hediye,
feyz talep edilerek “İlâhi Ya Rabbî, hazine-i gaybi
ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan şuunatı rahmeti
ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizin
ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;
Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh
ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin
ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh
efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim
letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî” der.
Hediye, feyz talebi ve rabıta yeryüzünde
yapıldıktan sonra şeyh efendimizin
ruhaniyetine sığınarak ve bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden ruha
geç, sırra geç hafiye geç, ahfâ’ya geç, nefsi natıkaya geç, nefsi natıkadan
sonra soldan sağa doğru dönerek cami minaresine çıkar gibi bir kuş uçar misali
semaya doğru döne döne çık. Yedinci kat sema, fezâ-i tevhid meydanını geçerek
arş-ı âlâ’da kalbin karşılığına gelen makamda bin defa lisanen ve kalben
gizli sesle “lâilahe illa’llah”ı zikreder. Her yüz başında bir defada
“La ilâhe illa’llah Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem diyerek zikir
yapar. Sonra murakabesi îfa edilir ve yeryüzüne inilir.
Tecell-i
Sıfat-ı Ef’âlin Murakabesi
وَ ٱللهُ
خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ
“Allâh sizi ve amelinizi yarattı.” (Saffat, 96) âyet-i celîlesinin manâsını
murâkebesinde tefekkür eder.
Allah
Teâlâ fiillerinde birdir. Görünen ve görünmeyen mülkünde O’ndan başka fail
yoktur ve her şey ilâhî takdiri üzerine yürümektedir. Bu makamı zevk edenler
neticede tevekkül sahibi olur, halka karşı ihtirası olmaz. Kendi nefislerine
fark, âleme ise, cem’ nazarı ile bakarlar.
Fiillerin
birliği anlamına geldiğinden şeriat ve tarîkat gerekleri yerine getirilir. Bu
mertebeye gelebilmek için ihvan, her şeyden önce dış ve iç temizliğini
sağlaması gerekir. Dış temizliğini su ile yaparken (abdest, gusül gibi), iç temizliğini
de devamlı zikir ile gerçekleştirir.
Bundan
sonra hakikât bilgilerinin elde edilip uygulanması gelmektedir. Fiillerin
hepsini yani bize nisbetle iyisini de kötüsünü de Hakk’a nisbet etmek esastır.
Çünkü onların iyiliği ve kötülüğü bize göredir. Yoksa Hakk’a nisbet edildiğinde
hepsi hayırdır ve isimlendirilmemiştir. Fiillerin iyiliği ve fenalığı, kula
nisbet edildiğinde belirlenir ve bu zamanda, iyi ve kötü diye adlandırılır.
Ehlullâh,
fiilleri Hakk’a nisbet eder. Meselâ; Allah zina etti demez. Zîra zîna ismini
ortaya çıkaran bu fiilin kula nisbet edilmesidir. Eğer bu fiil kula nisbet
edilmeseydi, o fiilin adı belli olmaz, iyilik ve kötülükten biriyle hükmolunmazdı.
Fiillerin
Allah Teâlâ’ya ait olduğunu şu âyet-i kerimelerden anlaşılır.
İhvanın
bu zevki devamlı müşahede edebilmesi için, kendisine telkin edilen Tevhid zikrinde
bir rabıta verilir. Bu mertebenin rabıtası Lâ Fâile illallâh’tır. (Gerçekte
bütün işleri yapan, ancak Allah Teâlâ’dır) Eğer ihvan, nefisle olup fiilleri
Allah Teâlâ’ya nisbet etmeyip kendisinde görürse, o zaman ayrılıkta yani
ikilikte kalır.
Ef’al
derslerinde aşkın halleri vardır. Hakiki iman, tevhidi ef’al makamından başlar.
TECELLİ-İ
SIFAT-I SUBÛTİYYE DAİRESİ
İbrahim aleyhisselam ve Nuh
aleyhisselam tahtında ve Ruh’un arş-ı âlâ’daki aslı ve karşılığıdır.
Hediyeden
sonra “İlâhi Ya Rabbî, hazine-i gaybi
ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan şuunatı
rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;
Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh
ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin
ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh
efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim
letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî” der.
Hediye, feyz talebi ve rabıta yeryüzünde
yapıldıktan sonra şeyh efendimizin
ruhaniyetine sığınarak ve bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden ruha
geç, sırra geç hafiye geç, ahfâ’ya geç, nefsi natıkaya geç, nefsi natıkadan
sonra soldan sağa doğru dönerek cami minaresine çıkar gibi bir kuş uçar misali
semaya doğru döne döne çık. Yedinci kat sema, fezâ-i tevhid meydanını geçerek
arş-ı âlâ’da ruhun karşılığına gelen makamda bin defa lisanen ve kalben
gizli sesle “lâilahe illa’llah”ı zikreder. Her yüz başında bir defada
“La ilâhe illa’llah Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem diyerek zikir
yapar. Sonra murakabesi îfa edilir ve yeryüzüne inilir.
Tecell-i Sıfat-ı Subûtiyyenin Murakabesi
Kalb âleminde kulun işleri, ef’al-i ilâhi
karşısında yok olduğu gibi, rûh âlemimizde de işitme, görme, duyma, ilim ve
benzeri sıfatlarımız, Allah Teâlâ’nın sıfatları içerisinde mahvoluncaya kadar murakabesine
devam eder
Sıfat,
gayba aittir ve meydana gelmeden öncedir. Meydana gelince, dünya âleminde isimlenir.
Ruh latifesinin fenâsı, Allah Teâlâ’ya mahsus bulunan Sıfatı Sübûtiyyenin
tecellilerinde olur.
Hayat,
ilim, irade, kudret, semi’, basar ve kelâm Hakk’ındır. Yani; diri olan, işiten,
gören, söyleyen, irade eden ve yegâne kudret sahibi Allah Teâlâ’dır. Burada
ihvan, zevken bu sıfatlar ile mevsuf olanın ancak Allah Teâlâ olduğunu
bilecektir.
Böylelikle kul işitme, görme, gibi bütün sıfatların
gerçekte, mutlak mânâları ile Allah Teâlâ’ya âit olduğunu kabul eder.
Artık insan ruhu “fenâfîs-sıfât” (Allah
Teâlâ’nın sıfat makamlarında yok olma) denen makama doğru yükselmeğe başlar.
Ruh yükselirken, Allah Teâlâ’nın velilerinin
rûh makamlarından. Hz. İbrâhîm ile Hz. Nuh aleyhisselâmın rûh makamına doğru
yükselir. O zaman inancı kemâle erer ve kul Hz. İbrahim aleyhisselâmın ateşe
atılırken yardımına koşan Cebrâil aleyhisselâma “Çekil, Rabbimle benim arama
girme. Beni benden iyi bilen, senden de daha çok güzel yardım edendir”
makamına adımını atar. Böylelikle o makamdaki nebi aleyhimüsselâm ve diğer
varlıkların rûhanıyetiyle birlikte Allah Teâlâ’yı zikretme şerefine nail olur.
Bu ruh makamındaki kul Allah Teâlâ’yı hakkıyla
zikredince Allah Teâlâ’ya olan muhabbeti damarındaki kana ve vücudundaki
zerrelere intikal eder ve sahip olduğu muhabbet duygusu, içine sığmaz hale
gelir ve İçindeki arayış yeniden tazelenir.
Kul sevdiğini en güzel sıfatlarıyla öğrenip tanıyınca:
“âh sesini duysam, zâtını görsem, eserlerinde onu müşahede edebilsem!” diye
arayışa geçer. Mutlak sevgiliye onu götürecek delilleri ve elinden tutup yol
gösterecek olanları arar.
Tıpkı Hz. Mûsâ aleyhisselâmın Fir’avun’un
şerrinden kaçıp Medyen’de Hz. Şuayb aleyhisselâma sığındıktan sonra, kışın
karlı ve soğuk günlerinde geri dönerken çölde yolunu kaybetmiş. Nasıl
kurtulacağını düşünürken kendisine uzaktan bir ışık görünmüş ve onu ateş
zannetmiş. Aile efradına “Oturun bana bir kıvılcım parıltısı gibi bir ışık
göründü. Gideyim, ya ışığın yanında yolu bilen birini bulurum ya da bir miktar
ateş alır gelirim, yakıp ısınırız.” gibi.
Tıpkı Hz. Mûsâ aleyhisselâmın gördüğü ışığın
yanına giderken ışık da bir ağacın içine doğru girer. Hz. Mûsâ aleyhisselâm
ağaçtan gelen “İşte ben Allah’ım” sedasını duyduğu an rûh âleminin
derinliklerinde müşahedeler tecellî eder, gibi.
Rabb’ini duymanın, O’na kavuşmanın ve O’nu
görmenin muhabbeti, kulun ruhuna hâkim olunca Hz. Musa’nın aleyhisselâm sır
makamına adım atma fırsatını Allah Teâlâ’nın lütfü ile elde etmiş olur ve
ihvân ruhunda Allah Teâlâ’dan tecellî eden ilim ışığına doğru azimle yaklaşmaya
gayret eder.
İhvan,
varlığa ait bulunan bütün bu sıfatların Allah Teâlâ’ya ait sıfatlar olduğunu
müşahede eder. Varlığın aslı bütün sıfatların da aslıdır. İhvan, zikrederken
sıfat-ı subûtiyyenin Allah Teâlâ’nın olduğunu tefekkür ederek kemal sıfatları Allah
Teâlâ’ya nisbet eder ve iç âleminde istikrar sağlar.
Bu makam Tufan (karışıklık) ve narî (yakıcı) dır.
Durum böyle olunca, ihvan bu makamda hem kendi varlığını, hem de Allah
Teâlâ’dan başka varlığı iddia edilen her şeyin varlığını reddeder.
Bu makamdan
ihvâna da, İbrahimî meşrep (İbrahim aleyhisselâm meşrebinde) denilir.
TECELLİ-İ ŞUÛNÂT-I ZÂTİYYE[56] DAİRESİ
Musa aleyhisselam tahtında ve
Sır’ın arş-ı âlâ’daki aslı ve
karşılığıdır.
Hediyeden
sonra “İlâhi Ya Rabbî, hazine-i gaybi ilahiyenden
füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan şuunatı rahmeti ilahiyyeni
Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizin ruhaniyetine
inzal ve irsal buyurmanı;
Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh
ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin
ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh
efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim
letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî” der.
Hediye, feyz talebi ve rabıta yeryüzünde
yapıldıktan sonra şeyh efendimizin
ruhaniyetine sığınarak ve bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden ruha
geç, sırra geç hafiye geç, ahfâ’ya geç, nefsi natıkaya geç, nefsi natıkadan
sonra soldan sağa doğru dönerek cami minaresine çıkar gibi bir kuş uçar misali
semaya doğru döne döne çık. Yedinci kat sema, fezâ-i tevhid meydanını geçerek
arş-ı âlâ’da sırrın karşılığına gelen makamda bin defa lisanen
ve kalben gizli sesle “lâilahe illa’llah”ı zikreder. Her yüz
başında bir defada “La ilâhe illa’llah Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellem diyerek zikir yapar. Sonra murakabesi îfa edilir ve
yeryüzüne inilir.
Tecell-i Şuûnât-ı Zâtiyyenin Murakabesi
“...O’nun
zâtından başka her şey helak olacaktır...” [57] âyet-i
celîlesinin manâsını murâkebesinde tefekkür eder.
Bu makam Hz. Mûsâ aleyhisselâmın aleyhisselâmın
kâdem-i şeriflerinin[58]
altındadır. Yani bu makam Hz. Musa’nın aleyhisselâmın adım attığı bir
makamdır. Cenâb-ı Allah Kur’ân-ı Kerîm’de:
“Mûsâ tayin ettiğimiz vakitte (Tur’a) gelip
de Rabb’i onunla konuşunca “Rabb’im! Bana (kendini) göster; seni göreyim!”
dedi. (Rabb’i): “Sen beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak. Eğer o yerinde
durabilirse sen de beni göreceksin!” buyurdu. Rabb’i o dağa tecellî edince onu
paramparça etti, Mûsâ da baygın düştü. Ayılınca dedi ki. Seni noksan
sıfatlardan tenzih ederim, sana tevbe ettim. Ben inananların ilkiyim.” [59]
Buyurmaktadır.
Nasıl ki Hz. Mûsâ aleyhisselâm âyet-i kerimede
beyân edildiği üzere “Ya Rab! zâtını bana göster, seni göreyim” deyince Allah
Teâlâ “Beni fâni gözlerinle göremezsin;
dağa bak, dağı görürsen, beni de görürsün.” der. Hz. Mûsâ aleyhisselâm dağa
bakınca, nazarından her şey kayboldu. Çünkü tecellî-i ilâhinin karşısında bütün
âlemler bir zerre kadar olmadığı için, tecellî-i irâde zuhur edînce, bütün
varlıklar kendi küçüklüğünü idrâk ederler.
Kul, bu büyüklük karşısında zerre misâli olan
kâinatında idrâk edilemeyecek zerreler, parçacıklar hâline geldiğini anlayınca,
her Şey ona yok hâlinde görülür. Yıldızlar geceleyin görülür, ama güneş doğunca
görünmez hâle geldikleri gibi, bu makama yükselen insanlarda tecellî-i ilâhî
nuru altında iken var olanlar, yok hâline gelirler ve “fenâfillâh” denilen
makam zuhur eder.
İhvân, bu makamda bütün zerrelerle Allah
Teâlâ’yı zikretmeğe başlar ve her şeyin sıfât-ı ilâhî içerisinde mahvolduğunu
idrâk eder.
Artık ihvân, büyük bir hayranlık içerisinde
seyrettiği zerrelerin zikir zevklerinin idrâkıyla Allah Teâlâ’yı zikreder. Bu
zevk sarhoşluğundan ayılınca Hz. Musa aleyhisselâmın kendine geldiğinde yaptığı
gibi, Cenâb-ı Hakkı müşahede ederek, Allah Teâlâ’nın zât-ı ilâhîsinin sonsuz ve
sınırsız olduğunu gerçek manada idrâk edip; Hz. Musa’nın aleyhisselâmın:
“Ya Rab, ben tevbe ettim, senin varlığının
hakikatini gözler ihata edemez, görmenin sınırı içine alamaz olduğuna ben iman
ettim.” dediği gibi kul da Allah Teâlâ’nın zât ve sıfatlarının sınırsız
olduğunu idrâk etmeğe başlar.
Sonsuz bir zikir ile Allah Teâlâ’yı zikreden
kul, hayranlıklar içerisinde kalır. Kul bu makamda; Hz Musa’nın aleyhisselâmın
Medyen’den gelirken çölde yolunu kaybedip soğuk bir havuda kurtuluşu için bir
yol veya yol gösterecek olan birisini ararken, uzaktan kendisine bir ışık
görüldüğü gibi zikir ehli olan sâlikde de lutf-u ilâhi olarak, ilâhi
tecellîler zuhur etmeye başlayabilir. Bu tecellîyâtın nereden, nasıl olacağını
tesbit etmek mümkün olmaz.
Hz. Mûsâ aleyhisselâm etrafa bakarken ailesine,
“Bana bir ışık görünüyor, ben oradan ya biraz ateş alıp buraya gelirim, ateş
yakar sizi ısıtırım veya yol gösteren birisini bulurum.” deyip ışığa doğru
giderken; ışık da ondan uzaklaşıyordu. Nihâyet ışık bir ağaçtan ona görünür
ve kendisine “ben senin Rabb’ınım” der. Bu hitapla Hz. Mûsâ aleyhisselâm ilâhi
kelâmın tecellîsine mazhar olduğu gibi, bu makamdaki ihvân de manevî zevkin
muhabbet cezbelerinin hayranlıkları içerisindeyken, Allah Teâlâ hakikatlerin
yüzünden perdeleri kaldırır ve hakkı hak olarak, bâtılı da bâtıl olarak görmeyi
ona nasip eder.
Hz. Musa aleyhisselâmnın Rabb’ıyla yaptığı bu
konuşmanın ardından Fır’avun’a davetçi olarak gönderildiği gibi, ihvân de
hakikatleri nefsine tebliğ etmek üzere bir mücadeleye bir davete başlamış olur.
Bu mücadelede insan ruhu şahit olduğu
hayranlıklar içerisinde mücadelesini sürdürürken ay ve güneşi bulutların
kapattığı gibi hakikatlerin üzerini de dalâlet ve şaşkınlık bulutları gelir
kaplar.
Bu durumdaki kulun keşf-i hakikiye geçmesi
için mevlâsını çok zikretmeye ihtiyacı vardır. Kul Cenâb-ı Hak’kın sıfât-ı
selbiyelerinin tecellîsine mazhar olamayınca hakikatin yüzündeki cehalet bulutlarının
uzaklaşması mümkün değildir. Bu bulutların dağılması bir sonraki derste olur.
TECELLİ-İ ŞUÛNÂTI SIFAT-I SELBİYYE DAİRESİ
İsa aleyhisselâmın tahtında ve
Hafî’nin arş-ı âlâ’daki
aslı ve karşılığıdır.
Hediyeden sonra “İlâhi Ya Rabbî, hazine-i
gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan şuunatı
rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;
Andan Hazreti İsa,
Musa, İbrahim, Nuh ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir
Sıddık Efendimizin ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine,
andan şimdiki şeyh efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına
ve andan benim letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal
buyur, Ya Rabbî” der.
Hediye,
feyz talebi ve rabıta yeryüzünde yapıldıktan sonra şeyh efendimizin ruhaniyetine
sığınarak ve bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden ruha geç, sırra geç
hafiye geç, ahfâ’ya geç, nefsi natıkaya geç, nefsi natıkadan sonra soldan sağa
doğru dönerek cami minaresine çıkar gibi bir kuş uçar misali semaya doğru döne
döne çık. Yedinci kat sema, fezâ-i tevhid meydanını geçerek arş-ı âlâ’da
hafî’nin karşılığına gelen makamda bin defa lisanen ve kalben gizli
sesle “lâilahe illa’llah”ı zikreder. Her yüz başında bir defada “La
ilâhe illa’llah Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem diyerek zikir
yapar. Sonra murakabesi îfa edilir ve yeryüzüne inilir.
Tecell-i Sıfat-ı Selbiyye Murakabesi
“...O’nun
benzeri hiçbir şey yoktur. O işitendir, görendir.’’ [60] âyet-i
celîlesinin manâsını murâkebesinde tefekkür eder.
İhvân bu makamda şaşkınlıklar ve hayretler
içerisinde, Allah Teâlâ’nın sıfatlarıyla diğer varlıkların sıfatlan arasında
hiç benzerlik olmadığını, gerçek manâda idrâk eder.
İnsan görür, Allah Teâlâ’nın da görme sıfatı
vardır. Ama bunlar birbirlerine hiç benzemezler; İnsan bir tarafa bakarken meşgul
olduğu için, diğer yönleri göremez. Allah Teâlâ’nın görmesi ise, böyle
değildir. O her şeyi bir anda ve birbirine karıştırmadan görür.
Allah Teâlâ’nın işitmesi de bizim gibi değildir.
Bizi, dinlediğimiz herhangi bir ses meşgul eder, diğerini duymaya veya idrâk
etmeye gücümüz yetmez. Allah Teâlâ’nın duyması ise böyle değildir. O, bütün
sedaları birbirine karıştırmadan, bir anda dinler. Allah Teâlâ’nın bütün
sıfatları bu misâllerde belirtildiği gibi şümullüdür.
İhvân, bu makamda, bu düşünce ile Allah
Teâlâ’yı tefekkür edînce, Allah Teâlâ’nın sıfatlarıyla, kendi arasındaki
cehalet bulutları yavaş yavaş dağılmaya başlayarak Allah Teâlâ’nın zâtında
benzeri olmadığı gibi, sıfatlarında da benzeri olmadığının hakikati, kalbinde
yerleşir.
Bu makamda zuhur eden nûr siyah bir renktedir.
Çünkü kul yaşadığı karanlıklar ve hayranlıklar içerisinden kurtulması için
yine zikrullaha muhtaçtır.
Bu makam Hz. İsa aleyhisselâmın kâdem-i
şerifi altındadır. Yani bu makamda hakkıyla Allah Teâlâ’yı zikreden Hz. İsa
aleyhisselâmdır. Hz. İsâ aleyhisselâmın bu makamda mazhar olduğu haller, bu
makama yükselen insanlarda da zuhur edebilir.
İhvân bu makamlardan yükselirken mevlâsını
sıfatlarıyla tanıyıp hakkıyla zikretmeye başlar. Mevlâsını hakkıyla zikredince,
Rabbi de onu sever, o da mevlasının muhabbet cezbelerine kapılır. Çünkü Allah
Teâlâ kulunu sevince kul da o muhabbet cezbeleri ile Allah Teâlâ’ya doğru
yaklaşır. Kafesteki bülbüller gibi, Allah Teâlâ’nın varlığını azamet ve
kudretini tefekkür ederek zikretmeğe başlayınca, ihvânın ruhu mânevi zevklerin
merkezi hâline gelir.
Kul (zakir) kalbine yerleştirdiği ve
sığındığı diğer ilâhları terk ederek gerçek Mevlâsına teveccüh eder. Dünyanın
süslenmiş, yaldızlanmış malı, mülkü, makamı, mevki’si ve aile yuvası Rabbi’yle
arasına girerek onu Rabb’inden ayıramaz. Artık kulun mi’râç gecesi yaklaşır.
Rûh mi’râç etmek, mevlâsına kavuşmak için bütün gücünü kullanmaya azim ve
gayret sarf etmeye karar verir.
Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
Efendimiz mi’râç gecesinde muhabbet cezbeleri ile yanıp kavrulmuş olarak
Beytullahın karşısında hâzin hâzin beklediği gibi; kul da Rabb’ul İzzetin
muhabbet kapısında kalbi muhâbbetullahla pişmiş, kebap olmuş bir şekilde,
imkânsızlıklar içerisinde beklemeğe başlar.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem sabırsızlık
ve imkânsızlıklar içerisinde beklerken Cebrail aleyhisselâm geldi. Burağı
getirdi ve:
“Sevdiğin, gerçek manâda dostun olan Allah
Teâlâ seni davet ediyor. Kalk Burağ’a bin,” dediği an Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem Efendimiz yola çıktığı gibi, etrafındakileri görmek için sağa
sola başını çevirmeyip Kâbe-i Muazzama’dan Mescidi Aksâ’ya doğru giderken
sağına ve soluna değişik varlıklar geldi canlandı, ağladılar, güldüler,
süslendiler ve: “Ne olur lütfet ve bize bak,” dediler. Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem ise başını hiç bir tarafa çevirmeden maksuduna ulaşmak için
yoluna devam ettiği gibi; ihvâna da Allah Teâlâ’nın yardımı yetişir ve Mevlâsı
ona bir dostunu, mürşid olarak gönderir. O mürşid Cebrail aleyhisselâm gibi,
ihvâna hizmetçi olur ve ihvâna kendisini Hakk’a ulaştıracak en kısa yolu gösterir.
İhvân; Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Mescidi Aksa’da bütün
enbiyâların ervâhlarıyla buluştuğu gibi, bu makamdaki ihvânda enbiyâların ve
evliyâullahın ervâhıyla buluşur.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Mekke’den
Mescidi Aksâ’ya kadar Burak üzerinde, Mescidi Aksâ’dan Sidre-i Müntehâ’ya
kadar değişik vasıtalarla giderken Cebrail aleyhisselâmın ona rehberlik ettiği
gibi; ihvânın da bu yolculuğu tamamlayabilmesi için bir yol göstericiye, mürşide
ihtiyacı vardır.
İhvân;
hâfî makamında beden vasıtasını bırakır, mürşidin yerini de muhabbeti ilâhi
alır. Sevgililer sevgilisi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem rûh yolculuğu
yapma kemâlâtına erince ihvâna bir sonraki verilir.
TECELLİ-İ ŞAN-I
CAMİ-İ İLMİ İLAHİ DAİRESİ
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemin tahtında ahfâ’nın arş-ı âlâ’daki aslı ve karşılığıdır.
Hediyeden
sonra “İlâhi Ya Rabbî, hazine-i gaybi
ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan şuunatı
rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;
Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh
ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin
ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh
efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim
letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî” der.
Hediye, feyz talebi ve rabıta yeryüzünde
yapıldıktan
sonra şeyh efendimizin ruhaniyetine sığınarak ve bürünerek ders halinde olduğun
yerde kalbinden ruha geç,
sırra geç hafiye geç, ahfâ’ya geç, nefsi natıkaya geç, nefsi natıkadan sonra
soldan sağa doğru dönerek cami minaresine çıkar gibi bir kuş uçar misali semaya
doğru döne döne çık. Yedinci kat sema, fezâ-i tevhid meydanını geçerek arş-ı
âlâ’da ahfâ’nın karşılığına gelen makamda bin defa lisanen ve kalben
gizli sesle “lâilahe illa’llah”ı zikreder. Her yüz başında bir defada “La ilâhe illa’llah
Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem diyerek zikir
yapar. Sonra murakabesi îfa edilir ve yeryüzüne inilir.
Tecelli-i Şan-ı
Cami-i İlmi İlâhî’nin Murakabesi
Murakabesinde Cenâb-ı Hak’tan feyz nurunun
bizatihi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ahfâsına tecellî edip oradan da
ihvânın ahfâsına yeşil bir nûr şeklinde tecellî ettiğini ve “Ve sen elbette yüce bir
ahlâk üzeresin.” [61] âyet-i celîlesinin
manâsını düşünür.
Bu makamda kul gerçek rûhâni mi’râç makamına
yükselmiş olur. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Cenâb-ı Hak “Sen” diye
seslendiği gibi, ihvân da Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin
karşısında “Sen” hitabına muhâtap olarak oturmuş olur.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem nuru.
Cenâb-ı Hak’kın sıfatlarının bir tecellî aynası olduğu için ihvân, burada
feyzi vasıtasız olarak Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden alır.
İhvân, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme
tam olarak ittiba etmenin yollarını bütün imkânlarıyla araştırır. Çünkü bu makam,
hakikat makamı olup burada ilim Hakk’a intikal eder, îmân; taklitten tahkike
doğru yönelir.
Çünkü Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
mi’raç gecesinde, bütün âlemleri cennet ve cehennemleri görerek ilm-i yakînden,
aynel yakîn makamına geçmişti. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
“ayn’el-yakîn” makamından bakarak; Allah Teâlâ’nın, kâinatın yaratılışı için; “ol”
dediği sedayı duymuş, kâinatın yaratılışını ve yok oluşunu, “hakk’el-yakîn”
olarak müşahede etmiştir.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme gerçek manâda
ittiba’ edip ahfâ makamına çıkan, bu makamda muhabbet cezbeleri ile Allah
Teâlâ’yı zikreden ihvân da “rûh-î cüz’den rûh-î kül’e” doğru sefer yapmış olur.
“Rûh-î kül,” Rûh-î Muhammed’dir (sallallâhü aleyhi ve
sellem) Arş, Kürs, Levh, Kalem, zerre ve kürre o ruhtan yaratılmıştır. İhvân
artık yıldızların güneşin ışığında kaybolduğu gibi rûh-i küllün içerisinde yok
olup muhâbbetullah ve muhâbbet-i Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
içerisinde fânî olmayı arzuladığı bir makama gelmiş olur. Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem, Cebrail aleyhisselâm ile sidre-i müntehâya vardıkları zaman,
Cebrail aleyhisselâm Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz’e;
“Ya Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ben buradan
Öteye geçemem. Buradan ileri geçmek istersem mahvolurum.” der. Bunun üzerine
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
“Ey Cebrail aleyhisselâm, buraya kadar beni sen mi
götürdün ki? Beni buraya muhabbet cezbeleri götürdü. Sen olmasan dahî benim
başka bir tarafa gitme kudret ve imkânım yoktu” der. Bu noktada rehber olarak
gelen Cebrail aleyhisselâm, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden ayrılır.
Bu makama yükselen kemalât sahibi zikir ehlini mürşidler
muhâbbetullaha teslim ederler. Yûnus Emre’yi, şeyhinin dergâhtan uzaklaştırması
gibi. Çünkü muhabbette de ihvân Allah Teâlâ’yı hakkıyla tevhîd etmeye
mecburdur. Ne yazık ki rehberler ve mürşitler çok sevilince; ihvân. muhabbette
Allah Teâlâ’yı hakkıyla tevhîd etmeyi unutur ve gönlüne insanların muhabbeti
yerleşir. Yûnus’un şeyhi, Yûnus’da bu hâli keşfedince müridânına “Yûnus’u
dergâhtan kovun, dışarıya atın”demiştir.
Tarihlerde kaydolduğu gibi Yûnus kaddese’llâhü sırrahu’l
azîz dergâhtan şeyhi tarafından kovulmuş ve uzaklaştırılmıştır. Yûnus, yeryüzünde
gezip dolaşırken gerçek mahbûbun, gerçek dostun yalnız Allah Teâlâ Hazretleri
olduğunu bütün hakikati ile kavrayarak kemâlâtını tamamladı. İhvân bu
düşünceye varınca muhabbetin gerçek manâda yalnız Allah Teâlâ’ya ait olduğunu
kavrar ve tevhîd inancının gerçek manâsını idrâk ederek hakikat yolunda adımlarını
atmaya başlar.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Cebrail’den
aleyhisselâm ayrılınca yalnız başına, değişik vasıtalarla mahbubuna doğru yaklaşmaya
başladığı gibi; mürşidler de ihvâna arşta karşılığı bulunan “nefs-i natıka”
dersini verirler. Çünkü “nefs-i natıka” karar veren gerçek bir güç, gerçek bir
kuvvet ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz gibi mahbûbun muhabbet
cezbelerine kapılmış, vuslat isteyen gerçek bir varlıktır.
MERTEBE-İ ZİLÂL-İ
ESMA-İ SIFAT DAİRESİ:
Nefsi Nâtıka’nın arş-ı
âlâ’daki aslı ve karşılığıdır.
Hediyeden sonra “İlâhi Ya Rabbî,
hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan
şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;
Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh
ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin
ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh
efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim
letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî” der.
Hediye, feyz talebi ve rabıta yeryüzünde yapıldıktan sonra şeyh efendimizin ruhaniyetine
sığınarak ve bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden ruha geç, sırra geç
hafiye geç, ahfâ’ya geç, nefsi natıkaya geç, nefsi natıkadan sonra soldan sağa
doğru dönerek cami minaresine çıkar gibi bir kuş uçar misali semaya doğru döne
döne çık. Yedinci kat sema, fezâ-i tevhid meydanını geçerek arş-ı âlâ’da Nefsi
Nâtıka’nın
karşılığına gelen makamda bin defa lisanen ve kalben gizli sesle “lâilahe
illa’llah”ı zikreder. Her yüz başında bir defada “La ilâhe illa’llah
Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem diyerek zikir yapar. Sonra
murakabesi îfa edilir ve yeryüzüne inilir.
Mertebe-i
Zilâl-i[62]
Esma-i Sıfat Dairesinin Murakabesi
Nefs-i natıkanın bedendeki makamı iki kaşın arasındadır. Ancak
ihvan çalıştığında Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz Sidre-i
Müntehâ’ya, oradan da imkân dâiresinin üstüne yükseldiği gibi, ihvânın ruhunun
basîret gözü alnından sonsuzluğa doğru yükselir, imkân âleminin üstünden
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin Sidre-i Müntehâdan bakışı
gibi kâinata bakar.
İşte o zaman sonsuz feyz deryasından, sağ kaşının
üstünden; feyz ve letâif makamları denilen ahfâ, hafi, sır, rûh ve kalbe doğru
beşerî bünyenin kaldıramayacağı kadar feyz akmağa başlar.
MURAKABE-İ MA’İYYET VE HÜVİYET DERSİ
Hediyeden sonra “İlâhi Ya Rabbî,
hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan
şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;
Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh
ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin
ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh
efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim
letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî” der.
Hediye, feyz talebi ve rabıta yeryüzünde yapıldıktan sonra şeyh efendimizin
ruhaniyetine sığınarak ve bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden ruha
geç, sırra geç hafiye geç, ahfâ’ya geç, nefsi
natıkaya geç, nefsi natıkadan sonra soldan sağa doğru dönerek cami minaresine
çıkar gibi bir kuş uçar misali semaya doğru döne döne çık. Yedinci kat sema,
fezâ-i tevhid meydanını geçerek arş-ı âlâ’da zamansız ve mekânsız bir
halde Murakabe-i Ma’iyyet
dersini yapar. Daha
sonra hali zuhur edince zamansız ve mekânsız halde bin defa lisanen ve kalben gizli sesle “lâilahe
illa’llah”ı zikreder. Her yüz başında bir defada “La ilâhe illa’llah Muhammedün
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem diyerek zikir yapar. Sonra Murakabe-i
Ma’iyyet bir süre kalır ve
yeryüzüne inilir.
MURAKABE-İ MA’İYYET VE HÜVİYYET
Murakabede اِنَّ ٱللهُ مَعَنَا [63] âyet-i kerimesini ve Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem Mekke’den hicret ederken sığındıkları Hira Mağarasında Ebû
Bekir-i Sıddîk radiyallâhü anh Hazretlerine:
“Ya Ebû Bekir, mahzun olma Allah Teâlâ bizimledir” buyurduğu hadis-i
şerifini düşünerek Allah Teâlâ’nın her an bizimle beraber oluşunun tecellî
sırlarına mazhar olmak İçin ma’iyyet dersi olan tevhidin sırrına ermektir.
Bu dersin gayesi varlığın Allah Teâlâ ile oluşudur. Allah
Teâlâ’dan başka varlıklar müstakil bir varlık değildir. Yalnız müstakil varlık
vâcîbul vücûd olan Allah Teâlâ’nın varlığıdır.
Çünkü kâinat yokken Allah Teâlâ var idi. O yokken bir
zerrenin varlığını dahi düşünmek mümkün değildir. Bu varlık yok olacak olsaydı
O’nun varlığı hüviyeti asla değişmez olduğunu bilmektir. Bu sır ve perdelerinin
kalkması için mai’yyet ve hüviyet murakabe dersi olur.
MEVLÂNA HALİD BAĞDÂDİ KADDESE’LLÂHÜ
SIRRAHU’L AZÎZİN 33. MEKTUBU
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla,
Hamd Allah Teâlâ’ya mahsustur. Salât ü
selam Allah Teâlâ’nın Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem üzerine olsun.
Bilmiş ol ki maiyyet murakabesinden
sonra, akrabiyyet murakabesi gelir.
Cenab-ı Hak Sübhanehü:
(Biz ona şah damarından daha yakınız) [64]âyet-i celilesiyle bu murakabeye işaret
eder.
Akrabiyet murakabesi velâyet-i kübra
dairelerinin birinci dairesidir. Velâyet-i
kübranın üç tam bir de yarım dairesi vardır. Bu yarım daireye GAVS denir,
ikinci, üçüncü ve GAVS dairelerinde muhabbet murakabesine geçilir. Bu murakabeyi
tasdik eden âyet-i celile "Allah onları sever, onlar Allah'ı
sever."[65] âyet-i
kerimesidir.
Velâyet-i kübrada
doğru bir idrake sahip olanlar için ilk gördüğü halden başka haller görünür.
Bu velâyet Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin velâyetidir, Daha sonra
toprak unsurunun dışındaki üç unsurdan BATİN isminin musemmasının rabıtası
yapılır. Buna 'velâyet-i ulya' denilir.
Sonra toprak
unsurundan, nübüvvet kemallerinin murakebesi vardır.
Sonra risalet
kemalinin murakebesi vardır.
Sonra da
Ulul-Azm'in kemalinin murakabesi vardır,
Ondan sonra da
heyet-i vahdaniye'nin murakabesi gelir. Heyeti vahdaniye letâif-i aşere
birleşmesinden meydana gelir. Beşi âlem-i emirden kalb, Ruh, Sır, Hafa,
ahfâ’dır. Beş tanesi de halk âlemindendir. Nefs ve ana-r-ı erbaa denilen Toprak,
Hava, Su ve ateştir. Hepsi kemale erince bir latife i olur. O vakit kalb Allah
(c.c)'in feyizlerinin indiği yer olur.
Sonra Hz. İbrahim
aleyhisselâmın dostluk makamının murakabesi gelir.
İbrahim
aleyhisselâmın dostluk makamı ve hakikatinin kaynağı Allah Teâlâ zat-ı Akdesini
bizzat murakabesidir.
Sonra muhabbet-i
zatiyenin dairesi gelir. Bu daireye, muhabbeti zatiye ve hakikat-ı Museviyye'ye
kaynak olması itibarıyla 'Makam-ı Musevi' ve 'Murakabe-i Zat'da denir.
Sonra hakikati
Muhâmmediyye'ye kaynak olması itabarıyla murakabe-i zat ve muhbubiyyeti zatiyye
ile iç içe bulunan muhibbiyeti zatiyenin dairesi gelir. Sonra hakikat-ı Ahmediyye'ye
menşe olma kaynak olması itibarıyla zat murakabesi ve halis hubb-i zat dairesi
gelir. I
Sonra la tayn
(tayinsiz), mutlak Hazret-i Zat mertebesi vardır.
Sonra güzel Kâbe’nin
hakikati gelir. Bu hakikat Allah Teâlâ’nın azamet ve kibriyasının zuhurundan
ibarettir. Burada bütün mümkinatın, Allah Teâlâ'ya secde ettiği itibarıyla
zat'ın murakabesi vardır.
Bunların akabinde
Hakikat-ı Kur'aniyye mevcuddur. Bu, zat-ı Aliyye'nin benzeri olmamak ve
hakikat-ı Kur'aniyyeye menşe'e olduğu mulahazasıyla vüs'at'in mebdei
(genişliğin başlangıcı)nden ibarettir.
Bunu takiben oruç
ve namazın hakikati gelir. Bunlar oruç ve namaz hakikatine kaynak olduğu
itibarıyla zat-ı Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin misli olmamasının kemal-i
vusa'tından (mutlak büyüklük) ibarettir.
İki yerde vus'at kelimesini kullanmamız, bu
manaları izah etmekde, ifade sahalarının dar olmasından ileri gelmektedir. Bu
hakikatlerin yaşanması esnasında Kur'an-ı Mecid'in okunması ilerlemeye ve
yükselmeye vesile olacağından faidelidir.
Sonra sırf
ma'budiyyet bakımından halis mabudiyyet ve seyr-i nazarinin hâsıl olma dairesi
gelir. (Nazar ve görüş seyr-i sülük manasında kullanılmıştır). Bu seyr, kademi
değildir. Çünkü kademi seyr abdiyyet makamlarındandır.
Bütün bunlar
tarikat-ı aliyye-i Nakşibendiyye'deki murakabe ve makamların isimleridir. Bu
hususta Müceddidiye Mektubatında (İmam-i Rabbani'nin mektubatı) geniş
açıklamalar mevcuttur.
Bu gibi makamlarda
murakabe ile meşgul olanlar anlatılanlardan payını alacaktır. Mürşid olan
şeyhin teveccühü ile de ilerleme ve yükselmeler hâsıl olacaktır. Muvaffak kılan
Allah Teâlâ’ dır.[66]
Yukarıdaki
mektubda murakabe muamelelerinin kısımları anlatılmaktadır.
Cenab-ı Allah: “Allah herşeyin
gözeticisidir”[67] diğer bir âyet-i
celilede “Sen gözet.” [68] buyurmuştur.
Bazı büyükler; "Kim
kendi ile Allah arasındaki mukarabeyi sağlamlaştırmazsa keşif ve müşahadeye
ulaşamaz." buyurmuşlardır.
Büyüklerden birisi
de: "Murakabe; kulun bütün hallerinde Allah Teâlâ’nın kendisine vakıf olduğunu devamlı olarak
düşünmesidir." buyurmuştur.
Bir diğer büyük de
"Kim düşünceleri ile Allah'ı murakebe ederse; Allah da onun uzuvlarını
günaha girmekten muhafaza eder." buyurmuştur.
Şeyh Murtaiş kaddese’llâhü
sırrahu’l azîz "Murakebe; bütün bakış ve konuşmalarında, Allah'ı
düşünmek için sırrını korumaktır." derken: Şeyh'ül İslam Abdullah
Herevi kaddese’llâhü sırrahu’l azîz:
"Murakebe
devamlı olarak maksadı mülahaza etmektir." demiştir.
Başka birisi de:
"Murakebe;
sırrına Allah'tan başkasının girmesini engellemek, hata ve günah işlemekten
utanmaktır." demiştir. Yine
bir başkası da:
"Murakabe;
sıfatları mülahaza ederek, vakitleri muhafaza etmektir." demiştir. Bir Allah
Teâlâ dostu da:
"Murakabe:
kalbe gelen hatıralara kontrol altına almak ve sırrı muhafaza etmektir." buyurmuştur.
Murakebe birkaç
mertebedir. Birinci derece, kâinatı seyredip devamlı Hak Teâlâ'ya seyr-ü suluk
edenlerin mertebesidir. İkinci mertebe Allah Teâlâ'ya itiraz ve ona ters
düşmekten sakınmak, Allah Teâlâ'nın devamlı seni gözettiğini düşünmek suretiyle
yapılan murakabedir. Bunun derecesi birinciden daha yüksektir.
BİRİNCİ MERTEBE kalbin Allah
Teâlâ ile hazır olmasıdır.
İKİNCİ MERTEBE Allah Teâlâ'nın
devamlı sana baktığını düşünmendir. Bu durumda sen kendi fiilinle onun fiiline kendi
iradenle onun iradesine ters düşmezsin. Sonra da senin fiilin O'nun fiilinde ve
senin iraden O'nun iradesinde fani olacaktır. Bu fenaya hazırlık manasında olan
şuhudî mu-rakabe; ancak Bari Teâlâ'nın tecellisinin nuru ile olur.
ÜÇÜNCÜ MERTEBE ise Tevhid ilmine
yönelmek için ileriye bakan gözünün mütalasıyla fezeli murakabe etmektir. Ezel
manasını hazır bulundurmak; Hakk Teâlâ'nın herşeyden önce olduğunu mütalaa
etmektir. Ezelin ezeliyetini kıdem-i zati ile müşahade ederek bu şuhudla
birlikte tevhid-i zati ilmine yönelip Allah Teâlâ'nın herşeyden önce olduğunu
bilmektir. Öyle ki gerek zamanın içinde, gerek evvelinde, gerekse sonrasında; her
şeyin Zat-ı Bari Teâlâ'dan sonra olduğunu bilir.
Ezeli olan her
mananın ebedi vakitlerden bir vakit zahir olacağını görecektir. Ezelin uhudunu
ebed ile birleştirecektir. Kendi şahsını da Allah Teâlâ'nın ezelde tecilli
ettiği manalardan bir mana olarak görecektir. O'nu görmekle de nefsini yok
edecektir. Çünkü şuhud; Hakk’ın Hakk için Hakk ile görülmesidir. Bu durumda kul
murakabe bağından kurtulur. Zira murakabe demek; kendini Allah-u Teâlâya
bağlamak demektir. Bu durumda zaten kendi sureti fena bulup bütünüyle Hakk'a
bağlanır.
Bunu bilince ortaya
çıktı ki; murakebe; ihsanın gereğidir. İhsan makamının kemalatı Nakşî Tarikatı'yla
elde edilir. Cibril aleyhisselâm hadis-i şerifinde bu murakebeye işaret
edilmiştir, Şöyle ki;
Hz. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem Cibril-i Emin'in ihsanın ne olduğunu sorduğu zaman
O: Allah Teâlâya Onu görüyormuş gibi ibadet etmendir. Her ne kadar sen Onu görmüyorsanda,
Onun seni gördüğünü düşünmendir.[69] diye murakabeyi
tarif ederek cevap vermiştir.
Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem bu hadis-i şeriflerinde; Allah Teâlâ'nın
murakebesinin ve yüceliğin tasavvurunun iki kısımdan olduğuna işaret etmiştir.
Birinci Kısım: Hakk'ın
müşahadesinin galip gelmesidir.
İkinci Kısım: Hakk'ın kendisini
daima kontrol ettiğini müşahade etmektir. Çünkü Cenâb-ı Hakk, her iki halde de
kulun yaptığından haberdardır.
Allah Teâlâ her
nefsin yaptığını ve bütün mahlûkatın hareket ve sükûnetlerini görendir. Kul
birinci halde ibadetlerinde kusur yapmaya yaklaşmadığı gibi ikinci halde de, kusur
yapmaya yaklaşmaz. Allah Teâlâ'nın ona vakıf olmasını, kendini gördüğünü, kemal-i
azametini ve açık Celalini bilmesi, her iki durumda
da aynıdır.
Murakebe her hayrın aslı ve Hakk'tan kopan için Allah
Teâlâ'ya bağlanma vesilesidir.
Nakşibendî Sadatı'na göre murakabe bir kaç mertebe ve bir
kaç derece üzerindedir.
Birinci derece: Allah Teâlâ'nın marifetinde seyrü sülük sırasında
devamlı Hakk Teâlâ'yı gözetmektir. Bu şekildeki murakebeye “Ehadiyet
Murakebe'si” denir. Âlem-i emirdeki beş latifenin makamlarını geçip, kalbin
teveccühü yükseldikten sonra bu murakebe ile meşgul olurlar. Âlem-i halktan
olan beş latife artık nefs-i natıkanın seyrine girmişlerdir. Bu şuhudda âlem-i
halktan olan latifeler nefs-i natıkanın ta kendisidir.
İkinci derece “akrabiyet murakabesidir.” Allah Teâlâ’nın
nefsinden daha fazla sana yakın olduğunu bilmen ve düşünmendir. Bu murakebenin
delili, "Biz insana şah damarından daha yakınız."[70] âyet-i celilesidir. Cenab-ı Hakk’ın bütün haretek ve
sekenatında takdiriyle sana baktığını düşünmekle birlikte nefsinden daha fazla
sana yakın olduğunu biimendir. Bunun delili:
"Gözler O'nu idrak etmezler. O gözleri idrak eder.”[71] âyet-i celilesidir.
MURAKEBENİN DÖRDÜNCÜ MERTEBESİ “ilmiye murakebesi” dır. Bu murakebede Allah Teâlâ’nın
her an kalbe geleni bildiğini düşünmen ve bu şekilde kalbini bütün kötü ve
çirkin hatıralardan muhafaza etmendir. Bunun delili "Allah kaiblerin
içindekini hakkıyla bilir."[72] âyeti celilesidir. Daha sonra
BEŞİNCİ MERTEBESİ olarak “failiyet murakabesi” gelir. Zatının ve
fiillerinin Allah Teâlâ’nın fiillerinden olduğunu murakebe etmendir. Bunu düşünmekle,
zorlukta ve bollukta Allah Teâlâ’nın bütün fiillerine rıza göstermen mümkün
olur. Bunun delili; "Muhakkak senin Rabbin dilediğini yapandır."
[73] âyet-i celilesidir.
Sonra ALTINCI MERTEBE gelir. Bu mertebede 'mülkiyet
murakabesi' yapılır. Zatının ve sahip olduğun herşeyin Allah Teâlâ’nın
mülklerinden bir mülk olduğunu düşünerek mülkünde ona karşı gelmeyeceksin.
Bütün işlerini kendisine bırakacaksın. Her halinde ona tevekkül edeceksin. Bu
murakabeye delil:
"Hak onun dediğidir. Mülk de onundur." [74] âyeti celilesidir.
YEDİNCİ MURAKEBE MERTEBESİ “Hayatiyyet murakebesidir.” Ebedi
hayat âlemlerin Rabbi olan Allah Teâlâ tarafından ihata edilmiştir. Böylece
kendi sıfatını O'nun sıfatında zatını O'nun zatında fena etmiş olursun.
Nefsinin varlığı yok olmuş olur. Bütün işlerini Hayy ve Kayyum olan Allah
Teâlâ’ya bırakırsın. Bunun delili: " Ebedi hayat sahibi O'dur, O'ndan
başka hiçbir ilah yoktur." [75] mealindeki âyettir.
SEKİZİNCİ MURAKEBE MERTEBESİ “Mahbubiyyet Murakabesi” dır. Nafile
ibadetlerle çok fazla meşgul olmakla Allah Teâlâ'ya yaklaşarak, onun
muhabbetinin sana hasıl olmasıdır. Bu durumda Allah Teâlâ’nın hadis-i kudside: "Kulum
nafile ibadetlere devam ede ede bana yaklaşır ve ben de onu severim..."
buyurduğu hakikat gerçekleşir. Kulun nafile ibadetlerle Allah Teâlâ’ya
yaklaşması Allah Teâlâ’nın kulu sevmesine sebeb olmuştur. Mükâfat amelin
cinsine göredir. Bu murakebenin delili;
"Allah onları sever, onlar da Allah'ı sever." [76] âyeti kerimesidir.
DOKUZUNCU MERTEBE 'tevhid-i şuhudi'nin murakabesi” dır. Bu ne
tarafa yönetirsen yönel basiret gözüyle Allah Teâlâ'yı önünde görmendir. Ebu
Bekir Sıddık radiyallâhü anh "Ne gördüysem, Allah'ı o gördüğümün
evvelinde gördüm" buyurmuştur. Bu hale delil de:
"Siz ne tarafa yönelirseniz, orası Allah Teâlâ’ya
ibadet yönüdür." [77]âyeti kerimesidir.
Salik mücahede ile bu murakabelerle meşgul olmaya devam
ederse, müşahade mertebesine yükselir. O zaman bütün hallerinde seyr-i enfusi
başlangıcı olan murakebe-i maiyyet ile meşgul olması vacip olur. Seyr-i
enfusi arşın üstünde olup Allah Teâlâ’nın 'Zahir' isminin başlangıcıdır. Burada
telkin edilen maiyyet murakabesi Allah Teâlâ’nın zatına yönelmektir. Bu mertebede
Allah Teâlâ’nın:
"Siz nerede olursanız olun Allah (ilmiyle
kudretiyle) sizlerledir." [78] âyetinin hakikatına vakıf olunur. Artık nimet ve ihsan
sahibi Allah'dan feyiz bekleyecektir. Buradaki feyzin kaynağı, nefisten başka
yalnız diğer dört latifenin zikirleridir.
Bu makamda önce fena fi'ş-Şeyh makamıyla müşerref olunur.
Bu makamın birçok faydaları vardır. Ancak tadanlar bilir. Sonra hakikatta ve
nefsü'l-emirde kevn âleminden Hakk Teâlâ'nın aynası fena fi'r-resul makamıyla
müşerref olur. Sonra da fena fülah ve Beka billâh makamlarıyla şereflenir.
Varlık âlemindeki eşyaların nasıl Allah Teâlâ ile
birlikte olduğu hakikati kendisine lütfedilir. Yalnız bu beraberlik mahlûkların
birbirleriyle olan beraberliği gibi değildir. Başka şeylerin biribirine
girmesine benzemez. Bu beraberlik velâyet-i suğra ile şereflenmiş hal
sahibi ile Allah Teâlâ arasındaki Rabbani sırdır.
Güneşin gündüz zahir olmasından daha fazla bu hal salik
için zahir olur. Dünya ve içindekiler, gökler, arş, cennet, cehennem, hâsılı
bütün mevcudat, salikin basireti yanında güneşin ışığında görülen bir zerre
hükmündedir. Bu makamda şu tehlikeden korkulur. Salik kendini terbiye eden
mürşidini unutup kendini de kâmil görebilir. Zira nefsini bütün mülkün maliki
ve bütün tasarrufların kendi emir ve iradesine göre olduğunu görür. Hâlbuki
nefs bütün fiillerin kemalatıyla ve zahiri isimlerle müzeyyen olmuştur.
Riyaset ile kaim ve enaniyet ile daimdir. Bu durumda yapılması gereken, kendisini
tamamlayan mürşidi ile ruhani irtibatını kuvvetlendirmektir. Böyle yaparsa
mürşid-i kâmil onu bu hallerden kurtarır.
O kimse hâlâ daha nefsin berzahına bağlı, dildeki zikr-i
tehlilin kafesine mahbustur. Bu makam, zikrinde ve tehlilinde 'la mevcude
illallah'a' doğru terakki etmeye kuvvetli bir sebebtir. O zaman kendisine tevhid-i
şuhudi zahir olur. İnâyet-i ilahi cezbe ve sülük ile kendisine refakat
eder. Nefs fena bulup enaniyeti yok olur. Daha sonra konumuzun başında zikrettiğimiz
üç mertebenin üçünde de zahir olan murakabelere göre enaniyyet ve nefisten bir
şey bırakmamak üzere kalbin Allah Teâlâ’nın zikriyle sükûn bulması hâsıl
olursa, o mertebelerdeki zahiri isimlerin hakikati batını isimlerin başlangıcı
olan noktaya yetişmekle enbiya-ı izamın velâyeti ki bu velâyet-i kübrâdır-
kendisine hoş geldin der.
Allah Teâlâ’nın ihsan kaynağından kendisine refref-i
vücud hediye edilir. Salikin varlığından yok olma ve onunla birleşme
meydana geldikten sonra ortak nübüvvet kemalatının seyrine başlamaya hak
kazanır. Bu makam salikin içine yansımak suretiyle kendisine devamlı tecelii-i
zât hâsıl olur.
Bu makam, kemalat-ı nübüvvet île tabir edilir. Bu aziz
makamda salikin terakkisi, farzları eda etmek, Allah Teâlâ’nın kadim kelamını
okumak, bütün âleme rahmet olarak gönderilen Fahr-i Alem Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve selleme mutabaat ve sıfatların kaydından sıyrılıp Allah Teâlâ’nın
zat murakebesiyle mümkün olur.
Bu makam avamda toprak unsuru ile olur. Bu makamdaki
bütün varlıklar ve renkler gözlenir. Keyfiyyet ve misliyyet diye bir şey kalmadığından
tam bir hayret ve şaşkınlığa düşer. Böylece Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemin "Ey Rabbim benim sendeki hayretimi artır." [79]mealindeki hadis-i şerifine mazhar olunur.
Burada nefsin hiç alakası kalmaz. Delil gerektiren
konular kendisi için açık olur. Zanni olan şeyler yakîne dönüşür. Kurân-ı
Kerim'deki mukatta harflerin sırlarının manası bu makamda insan için açılır.
Bundan dolayı Mevlana Halid kaddese’llâhü sırrahu’l azîzin işaret ettiği gibi
mukaddes hakikatların sırlarının manaları kendisine zahir olur.
Bu Allah Teâlâ’nın fazl u ihsanıdır. Allah dilediği
kişiye verir. Allah Teâlâ büyük fazilet sahibidir.[80]
ESAD SAHİB
VELÂYET-İ KÜBRÂ( Büyük Velâyet)
Velâyeti Kübrâ, Allah Teâlâ’nın Esma, Sıfat ve Zat’ına
mahsus olan dairede seyirden ibarettir.
Ne zaman ihvan Tevhîd-i Vücûdî ve Allah Teâlâ ile
beraberlik sırrına (maiyyet murakabesi)
ererse, o zaman nefsinde Arşı Mecid’den, hatta Arş’tan daha yüce bir
makamdan zeminin altına kadar uzanan âlemlerde, zerreler de dâhil olmak üzere,
her şeyi kuşatmış olarak yayılan bir nur görür. Bu nurun renkle ilgisi
bulunmamakla beraber, semavî ve koyu bir görünüşte olduğu söylenebilir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem bir
hadîsi kutside “Allah Teâlâ Âmâ’da idi.”[81] buyurmaktadır.
Allah Teâlâ ile beraberlik sırrına eren ve Tevhîd-i
Vücûdî’nin şereflisi olan kimse o nur’u, güneşin doğuş anındaki netliği gibi,
görür. O zamana kadar bir benzerini görmediği bu nur’a karşı
“Acaba bu gördüğüm Allah Teâlâ mıdır?” diye şüpheye düşecek
kadar bu tecellinin tesiri altında kalır. Nihâyet bu nur da ihvanın murakabesinden
çekilir ve eseri bile kalmaz. Bu nur ile yok olan imkân âlemi, bu nurun yok
olması ile tekrar meydana gelir. Bir nur tecellisi ile diğer bir âlemin yok olması,
birinin diğerini yok ettiği için değil, tıpkı güneşin doğması ile aslında var
olan yıldızların gündüz görülemediği gibi, bir şeydir. Fakat kalbe ait
seyirdeki görüş, maddî gözle olan görüş gibi, sınırlı olmadığı için, bu makamın
yolculuğunda olan zat, yolculuk esnasında
gördüğü varlığın, varlığı vâcib olanın (Allah Teâlâ’nın) tecellisi midir, yoksa
mümkün olan bir varlık belirtisi midir, onu ayırt edebilir.
Varlığı vacib olan Allah Teâlâ’nın tecellisini görme
haline “O’nunla olma” hali
denilir. Allah Teâlâ’nın lütuf ve kereminin eseri olan, ihvanda bu görme hali,
Velâyeti Kübra’da seyreden velilere mahsus bir iltifatıdır ki; Bu makamın velâyeti
peygamberlere mahsus bir velâyettir.
İhvan, mânevî
sarhoşluktan ayılma ve uyanma makamında varlığı olduğu gibi, yerli yerinde
görür. Fakat gördüğü şeylerin, Allah Teâlâ’nın varlığını gösteren şeylerden ve
O’nun varlığının gölgesinden başka bir şey olmayan şeyler olduğunu anlar. Yine
bu makamın sırlarına eren zat görür ve anlar ki; Varlığın görünüşü Allah
Teâlâ’nın sıfatıdır ve katiyyen aslı değildir. Tevhîd-i Şühûdînin manası işte
budur. Öyle bir tevhîd-i Şuhûdî ki, nefis latifesinden müşahede edilir. Allah
Teâlâ’nın kuluna olan yakınlığının manası bu makamda anlaşılır.
“O’nunla beraber olmak ve O’na yakın olmak” arasındaki fark’a
gelince: Beraber olmanın sonu “Bir” olmaya ve sonunda ikiliği kaldırmaya
gider. Her ne kadar mümkün olanın varlığı ayrıca müşahede edilirse de, varlığı
kendi zatından değil, Allah Teâlâ’nın varlığındandır. Yine mümkünün sıfatının
varlığı da O’nun sıfatının varlığındandır.
Beraberliğin ve birliğin hakikâti yokluktur. Yaratılmış
olanın Allah Teâlâ’da yok olmasıdır. Bu hususu bundan daha fazla açmak mümkün
değildir. Buraya kadar yapılan izahattan anlaşılmıştır ki;
Varlıkta asil olan gölge değil, bizzat varlığın aslıdır.
Zaten gölgenin varlığı da onu salan bir asıldan gelir. Varlığın sıfatında da
durum aynen böyledir. Gölge olan sıfatın varlığı, asıl olan sıfatın varlığının
eseridir. Asıl olanın gölgeye yakınlığına karşılık, nasıl olur da gölgenin asıl
olana yakınlığından bahsedilebilir? Gölgenin varlığı gölgeyi düşüren asıldan
gelmektedir.
Ekrabiyyet “Allah-ü Teâlâ’nın kuluna her şeyden yakın
oluş” hâlini satırlara intikal ettirmek mümkün değildir.
Aklın gücü de bu makamı anlamak ve anlatmak için çok
noksan ve kifâyetsizdir. Allah Teâlâ’nın kuluna olan yakınlığının, kulun kendi
kendine olan yakınlığından daha yakın olduğunu kavramak hususunda, idrâk susmuş
ve akıl acze düşmüştür. Bu mesele aklın ötesindedir. Bu sırrı meydana koyma
yetkisi sınırlı tutulmuştur.
Velâyet-i Kübrâ dairesi, Gavs’ı
da içine alan üç daireden meydana gelir. Velâyet-i Kübrâ’ya mahsus bulunan bu
üç daireden âlemi emirden olan beş letâifeye (kalb, ruh, sır, hafî, ahfâ)
mahsus bulunan dairelere kadar uzanır. Bu dairede yükselme yeri ve feyiz
kaynağı beş lâtife ile birlikte, nefis lâtifesidir. Bu dairede murakabe Allah
Teâlâ sevgisi (muhabbet) murakabesidir. Bu murakabeyi Allah Teâlâ Kur’an-ı
Kerim’de şöyle ifade buyurur.
“Allah Teâlâ onları sever, onlar da Allah
Teâlâ’yı” [82] Muhabbet murakabesinde
feyiz kaynağı, nefis lâtifesidir.
Bu dairelerin her birisinde murakabe yolu, ihvanın kendi
varlığını, içinde bulunduğu daireden silkip atmaktır. Bundan sonra da muhabbetullah
(Allah Teâlâ sevgisi) feyzinin, esma ve sıfatın aslı dairesinden, nefis
latifesi olan (ene-ben) latifesine sevk edildiği düşünülmelidir. Gerçekte
muhabbetullah feyzi aslın aslı dairesinden (enâniyyet-benlik) latifesine sevk
olunmaktadır. Gavs’a ait dairede de, muhabbetullah feyzi enâniyyet latifesine
gönderilmektedir.
Buradan da aslın aslı dairesine yükselir. İhvanın
yükseldiği aslın aslı dairesi gavs’ın bulunduğu dairededir. Bu dairenin
sırrına eren gavs’tır. İşte bu iki daire (asıl dairesi ile aslın- aslı kül
dairesi) ile bahsi gecen ve mahalli yüce olan yarım dairede bulunan
kimselerde, gerçekten Ruh-i küll’e yakınlaşma meydana gelmektedir.
Sonuncu dairenin yarısında Ekrabiyyet ve Tevhîd-i Şuhûdî’nin sırrı meydana gelmektedir.
Bu dairede Ekrabiyyet (yakınlık)
Murakabesi (Allah-ü Teâlâ’nın kuluna her şeyden yakın olma sırrı)
hayalî olarak hissedilir. Bu hususa dair Kur’ân-ı Kerim’de Allah Teâlâ şöyle
buyurur:
“And olsun ki, insanı biz yarattık. Nefsinin kendisine
fısıldadıklarını bile biliriz. Biz ona şahdamarından daha yakınız.”[83]
Ekrabiyyet makamından daha
yücelere seyretme imkânı hâsıl olunca, bu defa seyir asıl (Zât)
dairesinde meydana gelir.
Velâyeti Suğra’da meydana
gelen yok olma hali yine bu dairelerdedir. Ancak, Velâyeti Suğrada meydana
gelen bu hal, yok oluşun aslı değil suretidir.
Bu dairelerde Allah Teâlâ’nın birliğinin, manası
düşünülerek lisan ile yapılan tahlillerle ifade edilir.
Bazı dairelerin kesilmesi ve bazılarının tamam olması meselesine
gelince: Bu dairelerden her biri ihvana güneş kadar açık ve net olarak görünür.
Eğer dairede zayıflama ve kopma ihtimali belirmişse aslında güneş gibi parlak
görünen o dairenin tecellisi, ihvana biraz sönük, daire kopma durumuna gelmişse
tutulma esnasındaki güneşin nurunun sönüklük hali gibi, görünür.
Velâyeti Kübra dairelerinin alâmetleri:
Bu alâmetler, iç âlemine ait feyiz muamelelerinden başka
bir şey değildir. Bu ise, insanda dimağ ve göğüs ile ilgilidir. İşte dimağdan
göğse açılan bu yolla ihvanda Şerh-i Sadır (Göğüs açılması) meydana gelmekte,
bundan da izahına imkân olmayan göğüs genişliği hâsıl olmaktadır.
Her ne kadar kalb latifesinin, seyrinde meydana gelen,
şerh-i sadr’ın izahı mümkün değil ise, de, bu durumdaki ihvan, kalbinde nice semavî
yücelikler görür. O semavî yücelikler de, nice kalblere şahit olur. Bu
genişleme aynı zamanda beş lâtife içerisinde kalbe ait bir genişleme olup,
diğer latifelerle bir ilgisi yoktur.
Velâyeti Kübrâ’da hâsıl olan şerh-i’sadır’a gelince; Bu
genişlemenin hali göğüsün tamamını kaplar. Şerhi sadır halinin meydana geldiği
yer, Velâyeti Kübra’da ahfâ latifesidir. Şerhi sadr’ın işareti gönül yolu ile
meydana gelir ki, bu da kaza (kader) hükümlerine karşı îtirazda bulunmamaktır.
İhvanın mutmain olduğu (Allah Teâlâ ile birlik oluşun zevkine erdiği) makam, bu
makamdır. İhvan buradan da rıza makamına yükselir. Kulun Allah’tan gelen her
şeye rıza gösterdiği makam da bu makamdır.
VELÂYET-İ
KÜBRÂ DAİRESİNDE
MURAKABE-İ ÂDEMİYYET
Velâyet-i Kübrâ dairesi,
Gavs’ı da içine alan üç daireden meydana gelir. Velâyet-i Kübrâ’ya mahsus
bulunan bu üç daireden âlemi emirden olan beş letâifeye (kalb, ruh, sır, hafî,
ahfâ) mahsus bulunan dairelere kadar uzanır. Bu dairede yükselme yeri ve feyiz
kaynağı beş lâtife ile birlikte, nefis lâtifesidir.
Hediyeden sonra “İlâhi Ya Rabbî,
hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan
şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;
Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh
ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin
ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh
efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim
letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî” der.
Hediye, feyz talebi ve rabıta yeryüzünde yapıldıktan sonra şeyh efendimizin
ruhaniyetine sığınarak ve bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden ruha
geç, sırra geç hafiye geç, ahfâ’ya geç, nefsi natıkaya geç, nefsi natıkadan
sonra soldan sağa doğru dönerek cami minaresine çıkar gibi bir kuş uçar misali
semaya doğru döne döne çık. Yedinci kat sema, fezâ-i tevhid meydanını geçerek arş-ı
âlâ’nın üstünde Velâyet-i
Kübrâ Dairesinde kalbin karşılığı olan yerde bin
defa lisanen ve kalben gizli sesle “lâilahe illa’llah”ı zikreder. Her yüz
başında bir defada “La ilâhe illa’llah Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellem diyerek zikir yapar. Sonra Murakabe-i Ademiyyet’de
bir süre karar edilir ve
yeryüzüne inilir.
Murakâbe-i Âdemiyet
Allah Teâlâ'nın güzel isimleri (Esmâu'l- Hüsna)
zatları itibariyle âlemin varlığını gerektirirler. Bundan dolayı yüce Allah
Teâlâ bu âlemi normal, düzgün bir beden olarak yarattı ve Âdem aleyhisselâmı da
bu bedenin ruhu olmasını öngördü.
Âdem derken insanî âlemin varlığı kast edilir.
"Allah Teâlâ Âdem’e bütün isimleri öğretti." [84] Çünkü bedeni yönetip yönlendiren,
sahip olduğu güçler itibariyle ruhtur. Nitekim isimler İnsan-ı kâmil için
güçler konumundadır. Bu yüzden "âlem büyük insandır" denilir.
Ancak âlem, içinde insanın var olmasıyla bu niteliği kazanır. İnsan, ilâhî
huzurun bir özetinden ibarettir. Allah Teâlâ'nın özel olarak ona suret
vermesinin nedeni de budur.
Hadiste " Allah Teâlâ Âdem’i kendi
suretinde yarattı.", bir rivayette "rahman'ın suretinde"
denilmiştir. Allah Teâlâ onu âlemin gayesi olan öz/aynı kendisi kılmıştır.
Tıpkı nefs-ı natıkanın (konuşan nefis) insan şahsının varlığının maksadı olması
gibi. Bu nedenle kâmil insanın yok olmasıyla dünya harap olur ve insan ahirete
taşındığı için de ümran/bayındır hayat ahiret yurduna intikal eder. Dolayısıyla
insan maksat itibariyle ilk (evvel), varoluş itibariyle son (ahir), suret
itibariyle açık (zahir) ve menzil itibariyle gizli (batın)dir.
İnsan Allah Teâlâ'nın kulu, âleminse rabbi
(idarecisi)dir. Bu yüzden onu (Âdem’i/insanı) halife, soyunu da halifeler
kılmıştır. Nitekim âlemde insandan başka hiçbir varlık rablık iddiasında
bulunmamıştır. İnsanın bu iddiada bulunmasının nedeni de içinde bulunan bazı güçlerdir.
Yine âlemde insandan başka hiçbir varlık kulluk vasfını nefsinde bu kadar
sağlam bir yere oturtmamıştır. Varlıkların en düşük menzilinde bulunan taşlara,
ağaçlara dahi kulluk etmiştir. Yani rabblığı itibariyle insandan daha aziz, kulluğu
itibariyle insandan daha zelil bir varlık yoktur. İnsanın varlığıyla kast
edilen husus budur. [85]
VELÂYET-İ
KÜBRÂ DAİRESİNDE MURAKABE-İ NUH VE İBRAHİMİYYE
Hediyeden sonra “İlâhi Ya Rabbî,
hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan
şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;
Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh
ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin
ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh
efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim
letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî” der.
Hediye, feyz talebi ve rabıta yeryüzünde yapıldıktan sonra şeyh efendimizin
ruhaniyetine sığınarak ve bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden ruha
geç, sırra geç hafiye geç, ahfâ’ya geç, nefsi natıkaya geç, nefsi natıkadan
sonra soldan sağa doğru dönerek cami minaresine çıkar gibi bir kuş uçar misali
semaya doğru döne döne çık. Yedinci kat sema, fezâ-i tevhid meydanını geçerek
arş-ı âlâ’nın üstünde Velâyet-i Kübrâ Dairesinde ruhun karşılığı olan yerde bin
defa lisanen ve kalben gizli sesle “lâilahe illa’llah”ı zikreder. Her yüz
başında bir defada “La ilâhe illa’llah Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellem diyerek zikir yapar. Sonra Murakabe-i Nuh ve İbrahimiyye’de
bir süre karar edilir ve yeryüzüne inilir.
Murâkabe-i Nuh
Tenzih edenin tenzihi tenzih edilen için bir
sınırlandırmadır. Çünkü onu tenzih kabul etmeyen şeyden temyiz etmiş olabilir.
Şu halde bu vasıfla nitelenmesi gereken için bu vasfı kullanmak
kayıtlandırmadır. Şu halde mutlak olarak kayıtlanan yüce varlıktan başka bir
şey söz konusu değildir.
Kullarından kendisini tanımalarını isteyen Allah
Teâlâ, indirilen şeriatların lisanıyla vasıfları açıklanan zattır. Şeriatlar
indirilmeden önce akıl marifetin bu düzeyine ulaşamamıştı. Dolayısıyla Onu
bilmek, hadis (sonradan olma) özelliklerden Onu tenzih etmek demektir. Buna
göre arif, Allah Teâlâ hakkında iki marifete sahip kimse demektir. Biri
şeriatların indirilişinden önceki marifet, biri de şeriatlardan edinilen
marifet. Ama bunun şartı getirilen ilmin Allah Teâlâ'a döndürülmesidir. Eğer bu
yolla bir ilim keşfedilirse, işte bu, ilâhî bağışların zatî olanları kapsamına
girer.
Murâkabe-i İbrahimiyyet
Kulun aynını (gerçekliğini) ispat etmek gereklidir.
Ancak o zaman Hakkın onun kulağı, gözü, dili, eli ve ayağı olması sahih
olabilir. Hakk şanına yaraşır şekilde hüviyetiyle onun bütün güçlerini ve
organlarını kapsar. Bu nafile ibadetler kulluk sevgisinin bir sonucudur. Farz
ibadetlerin sevgisinde ise, Hakkın seninle işitmesi ve seninle görmesi söz
konusu olur. Nafileler neticesinde ise sen Onunla işitir ve Onunla görürsün.
Senin nafile ibadetlerdeki derecen, mahallin kapasitesinin derecesine göre belirginleşir.
Farzlar aracılığıyla idrâk edilen her şeyi kapsar.
VELÂYET-İ KÜBRÂ DAİRESİNDE MURAKABE-İ MUSÂVİYYE
Hediyeden sonra “İlâhi Ya Rabbî, hazine-i
gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan şuunatı
rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;
Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh
ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin
ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh
efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim
letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî” der.
Hediye, feyz talebi ve rabıta yeryüzünde yapıldıktan sonra şeyh efendimizin
ruhaniyetine sığınarak ve bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden ruha
geç, sırra geç hafiye geç, ahfâ’ya geç, nefsi natıkaya geç, nefsi natıkadan
sonra soldan sağa doğru dönerek cami minaresine çıkar gibi bir kuş uçar misali
semaya doğru döne döne çık. Yedinci kat sema, fezâ-i tevhid meydanını geçerek
arş-ı âlâ’nın üstünde Velâyet-i Kübrâ Dairesinde sırrın karşılığı olan yerde bin
defa lisanen ve kalben gizli sesle “lâilahe illa’llah”ı zikreder. Her yüz
başında bir defada “La ilâhe illa’llah Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellem diyerek zikir yapar. Sonra Murakabe-i Musâviyye’de
bir süre karar edilir ve yeryüzüne inilir.
Murâkabe-i Musâviyye
Firavun'un Musâ aleyhisselâmı öldürmek niyetiyle
katlettiği çocukların hayatı Hz. Musâ'ya geçmişti..
Musâ aleyhisselâmın korkup kaçması, öldürülenlerin
hayatlarını kurtarmaya yönelikti. Bir bakıma başkaları hakkında atılmış bir
adımdır. Bunun üzerine Allah Teâlâ ona risâlet, kelâm (aracısız Allah Teâlâ ile
konuşma) ve hükmetme yetkisi olan imamlık görevini verdi. İhtiyacı olmadığı
halde Allah Teâlâ içindeki kederini gidermesi için onunla doğrudan konuştu. Bu
şekilde öğrendik ki topluluk etkili olur ve toplu davranış himmetle hareket
etmektir. Böyle bir şeyi bilenlerin bu bilgisini öğrenince, başkası kendisiyle
yolunu bulurken o yolunu yitirdi. Bunun üzerine Allah onu bir darb-i meselde
olduğu gibi Kur'ân-ı Kerim'de buyurdu. " Allah onunla birçok kimseyi
saptırır, birçoklarını da doğru yola yöneltir. Allah bununla ancak fasıkları
saptırır."[86] Fasıklar onda bulunan hidayet yolundan
çıkan kimselerdir.
VELÂYET-İ KÜBRÂ DAİRESİNDE MURAKABE-İ ÎSEVİYYE
Hediyeden sonra “İlâhi Ya Rabbî,
hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan
şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;
Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh
ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin
ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh
efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim
letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî” der.
Hediye, feyz talebi ve rabıta yeryüzünde yapıldıktan sonra şeyh efendimizin
ruhaniyetine sığınarak ve bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden ruha
geç, sırra geç hafiye geç, ahfâ’ya geç, nefsi natıkaya geç, nefsi natıkadan
sonra soldan sağa doğru dönerek cami minaresine çıkar gibi bir kuş uçar misali
semaya doğru döne döne çık. Yedinci kat sema, fezâ-i tevhid meydanını geçerek
arş-ı âlâ’nın üstünde Velâyet-i Kübrâ Dairesinde hafînin karşılığı olan yerde bin
defa lisanen ve kalben gizli sesle “lâilahe illa’llah”ı zikreder. Her yüz
başında bir defada “La ilâhe illa’llah Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellem diyerek zikir yapar. Sonra Murakabe-i Îseviyye’de
bir süre karar edilir ve yeryüzüne inilir.
Murâkabe-i Îseviyye
Ruhun bir özelliği nereden geçerse orayı
canlandırmasıdır. Ancak bir şey canlandığında artık tasarruf kendi mizacına ve
yeteneğine göre olur, ruha göre değil. Çünkü ruh kutsidir. Görülür ki, şekil
verilmiş, düzgün cisimlere üflenen ilâhî nefhanın, münezzehliğine ve huzurunun
yüceliğine rağmen, tasarrufu üflenilen şeyin yeteneği oranında belirginleşir.
Samiri'nin ruhların etkisini öğrendikten sonra nasıl ruhun geçtiği yerden bir
avuç toprak aldığını ve bunun etkisiyle buzağı heykelini nasıl böğürttürmüştür.
İşte mizaçların yeteneği budur.
VELÂYET-İ
KÜBRÂ DAİRESİNDE MURAKABE-İ MUHAMMEDİYYE
Hediyeden sonra “İlâhi Ya Rabbî,
hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan
şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;
Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh
ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin
ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh
efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim
letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî” der.
Hediye, feyz talebi ve rabıta yeryüzünde yapıldıktan sonra şeyh efendimizin
ruhaniyetine sığınarak ve bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden ruha
geç, sırra geç hafiye geç, ahfâ’ya geç, nefsi natıkaya geç, nefsi natıkadan
sonra soldan sağa doğru dönerek cami minaresine çıkar gibi bir kuş uçar misali
semaya doğru döne döne çık. Yedinci kat sema, fezâ-i tevhid meydanını geçerek
arş-ı âlâ’nın üstünde Velâyet-i Kübrâ Dairesinde ahfânın karşılığı olan yerde bin
defa lisanen ve kalben gizli sesle “lâilahe illa’llah”ı zikreder. Her yüz başında
bir defada “La ilâhe illa’llah Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem diyerek zikir yapar. Sonra Murakabe-i Muhammediyye’de
bir süre karar edilir ve yeryüzüne inilir.
Murâkabe-i Muhammediyye
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin mucizesi
Kur'ân-ı Kerim'dir. Kur'ân-ı Kerim, her şeyiyle cemiyetiyle tek başına bir
icâzdır. Bu cemiyet değişik hakikatleriyle de bir insandır. Nitekim Kur'an da mutlak
olarak Allah Teâlâ'nın kelamı olması hasebiyle farklı ayetlerden meydana
gelmektedir. Kur'ân-ı Kerim, Allah Teâlâ'nın kelamı ve anlatmasıdır. Mutlak
olarak Allah Teâlâ'nın kelamı olması hasebiyle mucizedir ve cemiyettir. Bu
itibarla da himmetin cemiyetidir.
"Arkadaşınız mecnun değildir." [87]
"Ondan hiçbir şey gizlenmiş değildir,
"cimri değildir..." Size ait bir şeyi de sizden esirgemez. Allah'tan
aldığı ve sizin için olan bir şeyde cimrilik etmekle suçlanmaz, demektir.
O
sizin sapmanızdan endişe duyar.
"Arkadaşınız sapmadı ve batıla
inanmadı." [88] Hayret içinde iken korkmadı. Çünkü
hakkın son noktasının hayret olduğunu bilenlerdendir. Ona doğru yol
gösterilmiştir. O hayreti ispat bakımından hidayet ve beyan sahibidir.
VELÂYET-İ KÜBRÂ DAİRESİNDE MURAKABE-İ AKRABİYYET
Hediyeden sonra “İlâhi Ya Rabbî,
hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan
şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;
Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh
ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin
ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh
efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim
letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî” der.
Hediye, feyz talebi ve rabıta yeryüzünde yapıldıktan sonra şeyh efendimizin
ruhaniyetine sığınarak ve bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden ruha
geç, sırra geç hafiye geç, ahfâ’ya geç, nefsi natıkaya geç, nefsi natıkadan
sonra soldan sağa doğru dönerek cami minaresine çıkar gibi bir kuş uçar misali
semaya doğru döne döne çık. Yedinci kat sema, fezâ-i tevhid meydanını geçerek arş-ı
âlâ’nın üstünde Velâyet-i
Kübra Dairesinin Akrabiyye Mertebesinde bin defa lisanen ve kalben
gizli sesle “lâilahe illa’llah”ı zikreder. Her yüz başında bir defada
“La ilâhe illa’llah Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem diyerek
zikir yapar. Sonra Murakabe-i Akrabiyyet’i
yapar ve yeryüzüne inilir.
Murakabe-i Akrabiyyet
Allah Teâlâ’ya ilmî yakınlık elde etmek ve zuhuratlardan
istifâde sağlamak içindir.
وَهُوَ ٱللهُ اَقْرَبُ اِلَيْنَا “VEHUVALLAHU
EKRABÜ İLEYNA”
“...Çünkü biz ona şah damarından daha yakınız” (Kaf, 16) Bu âyet-i
kerimenin manâsını tefekkür etmeğe başlar.
Biz âlemi, maddî âlemi idrâk edebildiğimiz halde maddenin
içindeki manâ âlemini idrâk etmekten âciz kalmaktayız.
Eğer biz maddenin içerisindeki manâ tecellîlerini idrâk
edebilseydik, o vakit maddeyi tozlar dumanlar hâlinde görür ve madde ile
manânın birbirlerinden yerle gök arası kadar uzak olduğunu idrâk ettiğimiz
gibi, mananın insana maddeden daha yakın olduğunu da idrâk edebilirdik.
Çünkü ihvân Allah Teâlâ’nın sıfatlarının kula; kulun
sahip olduğu sıfatlardan daha yakın olduğunu idrâk etmenin tecellîlerine mazhar
olur. Kul, anlar ki benim yapacağım işlerden evvel, Allah Teâlâ istediklerini
yapar. Çünkü Allah Teâlâ bir şeyi yapmayı murat edince o şey “ol” demeden meydana
gelir. Onun için Allah Teâlâ bize, bizden daha yakındır. Allah Teâlâ dilerse
senin ve bütün beşerin irâdesinden evvel, kendi irâdesi tecellî eder. Beşer
kâinata zarar vermek istese “O”nun izni olmadan, hiç bir zarar veremez. Bir
iyilik yapmak isteseler, “O” müsaade etmezse, bir şey yapamazlar.
Bu düşünceyi gerçek manâda idrâk edip kalbe yerleştirmek
için “lâ ilâhe illa’llâh” ı “Bize Allah’dan daha yakın hiçbir varlığın
olmadığı,” manasıyla düşünmek lazımdır.
Kul bize bizden daha yakın olan Allah Teâlâ Hazretlerinin
sıfatları ile beşerî sıfatların yakınlıkları arasındaki sonsuz farkları idrâk
ederken; her ihsanın önünde Allah Teâlâ’nın ihsan elini, her güç ve kudretin
önünde Allah Teâlâ’nın güç ve kudret elinin bulunduğunu anlar.
Allah Teâlâ’nın ihsanının bir kâse suyu içmek için
kaldırdığının elinin önünde oluşu, ağaçların dallarındaki meyvelerin, topraktan
yetişen hububat, sebze, karpuz ve benzeri ni’metlerin beşerin eli değmeden
kudret eliyle hazırlanıp bizlere ihsan eliyle uzatılması, bizleri muhabbeti
ilâhiye ye getiren en büyük yol olduğu için ihvâna “mahbûbiyet dersi” verilir.
VELÂYET-İ KÜBRÂ DAİRESİNDE MERTEBE-İ ESMÂ-İ
SIFAT- MURAKABE-İ GAVS-İ MUHABBET
Hediyeden sonra “İlâhi Ya Rabbî,
hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan
şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;
Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh
ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin
ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh
efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim
letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî” der.
Hediye, feyz talebi ve rabıta yeryüzünde yapıldıktan sonra şeyh efendimizin
ruhaniyetine sığınarak ve bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden ruha
geç, sırra geç hafiye geç, ahfâ’ya geç, nefsi natıkaya geç, nefsi natıkadan
sonra soldan sağa doğru dönerek cami minaresine çıkar gibi bir kuş uçar misali
semaya doğru döne döne çık. Yedinci kat sema, fezâ-i tevhid meydanını geçerek
arş-ı âlâ’nın üstünde Velâyet-i
Kübra Dairesinin Esmâ ve Sıfat Mertebesinde bin defa lisanen ve kalben
gizli sesle “lâilahe illa’llah”ı zikreder. Her yüz başında bir defada
“La ilâhe illa’llah Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem diyerek
zikir yapar. Sonra Murakabe-i Gavs-i Muhabbet’de
bir süre karar edilir ve yeryüzüne inilir.
(Gavs’a ait Muhabbet Dairesindeki Murakabe)
Bu murakabe Allah Teâlâ
sevgisi (muhabbet) murakabesidir. Bu murakabeyi Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de
şöyle ifade buyurur.
“Allah Teâlâ onları sever, onlar da Allah
Teâlâ’yı” [89] Muhabbet murakabesinde
feyiz kaynağı, nefis lâtifesidir.
Onun için mahlûk ve eşyanın sevgisinden daha çok
sevilmeye lâyık olan Zat-ı ecel ve âlâ olan Allah Teâlâ’yı sevmek ve kalbde
“O”nun muhabbetini artırmak için mahbûbiyet dersi olan zikir dersine devam
edilir.
بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ
“ Allah Teâlâ onları sever onlar da Allah Teâlâ’yı
sever...” (Maide, 54) âyet-i kerimesini tefekkür eder.
Şunu bilmeliyiz ki, bizim Allah Teâlâ’yı sevebilmemiz
için, evvelâ Allah Teâlâ’nın bizi sevmesi lazımdır. O bizi sevmeden bizim onu
sevmemiz ezelî ve ebedî olmayan bir taklitçilik ve geçici bir sevgi gösterisi
olur. Bu sebeple Allah Teâlâ’yı zikretmeyi çok sevip bu zikre devam etme
mecburiyetindeyiz.
Allah Teâlâ zâtında, fiillerinde ve sıfatlarında hiçbir
suretle eş ve ortak kabul etmediği için, herhangi bir sıfatında kendisine
başkalarını ortak kabul etmeyi şirk, şirki de bir pislik kabul ettiği için kul
bu makamda, “lâ ilahe illa’llâh” derken kalb ile “Senden başka her varlığın muhabbetini
reddediyorum, ancak Senin muhabbetini kabul ediyorum,” şuur ve idrâki içerisindedir.
İhvân “muhabbette tevhîd” yarışmasını kazanmak
için beşerî güç ve irâdesini kullanınca kürre-i arzdan, Arş kubbesine benzeyen
göğüs âlemine geçer. Göğüs âleminde ne kadar fiil, sıfat, makam, mevki’
hevesleri varsa hepsinden çok Allah Teâlâ’yı sevdiğini düşüne düşüne tevhîd-î
muhabbete yükselir.
O vakit kul mahlûka muhabbetin esaretinden kurtularak
hürriyetine kavuşur. Bülbül gibi kafeslerde değil de tevhîd-i muhabbet bahçesinin
mübarek, güzel gül kokulan arasında “lâ ilahe illa’llâh” der.
İhvân artık bahçelerdeki gül ve kokusunun değil gülü ve
kokuları yaratanın dostu olmak için gayret etmektedir ve bilmektedir ki güller
ve güzel kokular Rabb’ine giden yolda birer perdedir. Artık muhabbetin gül
misâli kokuları vücudundan yayılmağa ve muhabbetten hâsıl olan güzel ahlâklar
kendisinden seyredilmeğe başlar. Bütün mal, mülk, evlât, makam, mevki’lerden
oluşan esaret zincirlerini birer birer kırıp hakîki dostuna kavuşmayı can-ı
gönülden arzulamağa başlar.
VELÂYET-İ KÜBRÂ DAİRESİNDE MERTEBE-İ ASLİYYE- MURAKABE-İ
GAVS-İ MUHABBET
Hediyeden sonra “İlâhi Ya Rabbî,
hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan
şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;
Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh
ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin
ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh
efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim
letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî” der. Hediye, feyz talebi ve rabıta
yeryüzünde yapıldıktan sonra şeyh efendimizin ruhaniyetine sığınarak ve
bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden ruha, sırra hafiye, ahfâ’ya,
nefsi natıkaya, sonra soldan sağa doğru dönerek cami minaresine çıkar gibi bir
kuş uçar misali semaya doğru çık. Yedinci kat sema, fezâ-i tevhid meydanını
geçerek arş-ı âlâ’nın üstünde Velâyet-i Kübra
Dairesinin Asliyye Mertebesinde bin defa lisanen ve kalben
gizli sesle “lâilahe illa’llah”ı zikreder. Her yüz başında bir defada
“La ilâhe illa’llah Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem diyerek
zikir yapar. Sonra Murakabe-i Gavs-i Muhabbet’de
bir süre karar edilir ve yeryüzüne inilir.
Mertebe-i Asliyye
Bu âlem bir gölgedir. Bu sûretler, birer
hayâl (aslî vücûd olmayan birer gölge)den ibarettir. Onun için görünen bu sûret
şekillerden zâtını bulmak gerekir.
Sûretler, dünya; hayâller
de misâl (berzah) âlemine aittir. Her iki âlem de gayb (zât) âlemine engel ve
perdedir. Bütün bu âlemler ise, sıfatlar âlemidir.
Sıfatlar, (görüntüler, renkler, desenler, şekiller)
âleminden geçip zata yönelmelidir. Gerçekte, her sûret bir geçittir, geçilmesi
gerekir. Asliyye Mertebesinde
eşyanın hakikatini bulmak ile bir sonraki mertebede asl-ın aslı olan Allah
Teâlâ’yı müşahede etmek kolay olur.
VELÂYET-İ
KÜBRÂ DAİRESİNDE MERTEBE-İ ASL-I ASL- MURAKABE-İ
GAVS-İ MUHABBET
Hediyeden sonra “İlâhi Ya Rabbî,
hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan
şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;
Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh
ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin
ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh
efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim
letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî” der. Hediye, feyz talebi ve rabıta
yeryüzünde yapıldıktan sonra şeyh efendimizin ruhaniyetine sığınarak ve
bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden ruha, sırra hafiye, ahfâ’ya,
nefsi natıkaya, sonra soldan sağa doğru dönerek cami minaresine çıkar gibi bir
kuş uçar misali semaya doğru çık. Yedinci kat sema, fezâ-i tevhid meydanını
geçerek arş-ı âlâ’nın üstünde Velâyet-i
Kübra Dairesinin Asl-ı Asliyye Mertebesinde bin defa lisanen ve kalben
gizli sesle “lâilahe illa’llah”ı zikreder. Her yüz başında bir defada
“La ilâhe illa’llah Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem diyerek
zikir yapar. Sonra Murakabe-i Gavs-i Muhabbet’de
bir süre karar edilir ve yeryüzüne inilir.
Mertebe-i Asl-ı Asl
Varlıkta asil
olan gölge değil, bizzat varlığın aslıdır. Zaten gölgenin varlığı da, onu salan
bir asıldan gelir. Varlığın sıfatında da durum aynen böyledir. Gölge olan
sıfatın varlığı, asıl olan sıfatın varlığının eseridir. Asıl olanın gölgeye
yakınlığına karşılık, nasıl olur da gölgenin asıl olana yakınlığından
bahsedilebilir? Gölgenin varlığı gölgeyi düşüren asıldan gelmektedir.
İbn’ül Arabî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz Hakk ve kâinat
ilişkisini açıklarken “Hakk’ın dışında, kâinat denilen şey O’nun gölgesi gibidir,
işte bu gölge mümkün varlıkların özünü oluşturur. Öyleyse, esasen insanın idrak
ettiği sadece Hakk’ın vücudundan, bu âlemler olarak yayılan şeyden, yani O’nun
zatından ibarettir. Zira ondan başka varlık yoktur.”
Bu mertebenin bir önceki mertebe ile olan farkı Meselâ,
bir adamın güneşin nûrundan gölgesi yere yansır. İşte o yere düşen gölgeden adamın nasıl bir
kimse olduğu anlaşılır.
Bu adamın gölgesi asli mertebesi, yansımasını sağlayan
güneş ise aslı asliyesi yani irâde-i külün kendisidir.
Burada gölgenin sıfatlanması aslı, varlığı ise asl-ı aslı
olan zâttır. Sonuçta bu âlem de Hakk’ın
vücûdunun gölgesidir ve müstakil olarak vücûdları yoktur.
VELÂYET-İ KÜBRÂ DAİRESİNDE MERTEBE-İ ASL-I KÜL -
MURAKABE-İ GAVS-İ MUHABBET
Hediyeden sonra “İlâhi Ya Rabbî,
hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan
şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;
Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh
ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin
ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh
efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim
letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî” der. Hediye, feyz talebi ve rabıta
yeryüzünde yapıldıktan sonra şeyh efendimizin ruhaniyetine sığınarak ve
bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden ruha, sırra hafiye, ahfâ’ya,
nefsi natıkaya, sonra soldan sağa doğru dönerek cami minaresine çıkar gibi bir
kuş uçar misali semaya doğru çık. Yedinci kat sema, fezâ-i tevhid meydanını
geçerek arş-ı âlâ’nın üstünde Velâyet-i
Kübra Dairesinin Asl-ı Kül Mertebesinde bin defa lisanen ve kalben
gizli sesle “lâilahe illa’llah”ı zikreder. Her yüz başında bir defada
“La ilâhe illa’llah Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem diyerek
zikir yapar. Sonra Murakabe-i Gavs-i Muhabbet’de
bir süre karar edilir ve yeryüzüne inilir.
Mertebe-i Asl-ı Küll
Sıfatlardaki hakikatin Allah Teâlâ’da olan karşılığıdır. Hakk
ehli olan zatlar kendi hakikatlerini Allah Teâlâ’nın sıfatlarına mazhar ve ayna
olduklarını müşahede etmeleridir. Allah Teâlâ’nın sifât-ı
zâhiriyyeleri ve bâtinelerini fark ederek kendinde bulmalarıdır.
VELÂYET-İ KÜBRÂ DAİRESİNDE MERTEBE-İ RÛH-İ KÜL ZÂT-I
BAHT - MURAKABE-İ GAVS-İ MUHABBET
Hediyeden sonra “İlâhi Ya Rabbî,
hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan
şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;
Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh
ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin
ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh
efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim
letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî” der.
Hediye, feyz talebi ve rabıta yeryüzünde yapıldıktan sonra şeyh efendimizin
ruhaniyetine sığınarak ve bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden ruha
geç, sırra geç hafiye geç, ahfâ’ya geç, nefsi natıkaya geç, nefsi natıkadan
sonra soldan sağa doğru dönerek cami minaresine çıkar gibi bir kuş uçar misali
semaya doğru döne döne çık. Yedinci kat sema, fezâ-i tevhid meydanını geçerek
arş-ı âlâ’nın üstünde Velâyet-i
Kübra Dairesinin Ruh-i Kül[90] Mertebesinde bin defa lisanen ve kalben
gizli sesle “lâilahe illa’llah”ı zikreder. Her yüz başında bir defada
“La ilâhe illa’llah Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem diyerek
zikir yapar. Sonra Murakabe-i Gavs-i Muhabbet’de
bir süre karar edilir ve yeryüzüne inilir.
Murakabenin muhabbet üzere yapılması ile mahlûkatın Allah
Teâlâ ile olan ilişkisinde yani kül’ün (her şeyin) özünde ve cevherinde
bulunuşu ve bu hakikate ulaşmada sevginin esas olmasıdır.
Mertebe-i Ruh-u Küll Zât-ı
Baht
Hakk ehli olan
zatlar kendi hakikatlerinin Allah Teâlâ’nın zât-ı ile ayrılmaz bir bütün olarak
müşahede ederek tevhid ve vahdet etmeleridir. Yani kulun ayrılıktan kurtulmasıdır.
VİLÂYET-İ ULYÂ (Velâyetin en yüce mertebesi)
Kısaca makamları tekrar hatırlamak gerekirse;
Velâyeti suğrâ: Büyük nebiler ve
meleklerin dışında kalan velilere mahsus olarak görülen haller, Allah Teâlâ’nın
isim ve sıfatlarının gölgeleridir. Allah Teâlâ’nın isim ve sıfatlarının görünüşünün
gölgeleri olan bu mertebenin seyridir.
Velâyeti Kübrâ: Büyük nebîlere mahsus olarak
görülen haller de Allah Teâlâ’nın esma ve sıfatları ile yine O’nun maksadına
ait bir takım iradelerin görünüşüdür.
Velâyeti Ulyâ; Melâike-i Kiram’a ait
olarak görülen hallere ki, bu haller taayyünâtın[91] parçalarıdır. Bu
makamlara Unsurların Seyri adı verilmektedir. Toprağa bağlı unsurlar bu unsurlara
dâhil değildir.
Mürşid-i Kâmil, ihvana himmet ve merhamet murat edince,
ona Velâyeti Kübra dairesi içerisinde yönelişte bulunur ve her daireye ait
halleri ihvanın latifelerine himmetiyle doldurur.
Yine Mürşid-i Kâmil ihvanda Şerhi Sadr meydana gelmesi
için yönelişte bulunur, ihvan bu himmet eseri yönelişle beyin faaliyetinin
göğüsle yakın ilgisini görür. Bu himmetin eseri olarak göğsünde genişleme hali
bulur. Bunun neticesi olarak da toprak, su, hava ve ateş gibi unsurları için
ilâhî cezbeler (kendinden geçme) idrak eder. İşte bu cezbelerden de yücelme ve
yükselmeler meydana gelir. Bu arada ihvana renkle ilgili güzel haller gelmeye
devam eder. Batına müsemma olan zat’ında ihvanın fanî olması böylece
kolaylaşır. Varlığı yok olur. Yüce makama eren ihvanın baka mertebesine ermesi
kolaylaşır ye artık melâike-i kiram ile münasebetler meydana
gelir.
Velâyeti Kübrâ’nın seyri Allah Teâlâ’nın “Zahir”
ism-i şerifinde, Velâyeti Ulyâ’nın seyri ise, “Batın” ism-i
şerifindedir.
Zahir ism-i şerifin seyrinde, Zat’a ait olan düşüncenin
dışında, yalnız sıfat’a ait tecelliler vardır. Batın ismi şerifinin seyrinde
ise, her ne kadar esma ve sıfatlara ait tecelliler meydana geliyorsa da, bazen
de Zat’ının tecellisine şahit olunmaktadır.
Bazen temsili olarak ve evvelki tecellilere ilâveten
ihvan bir suret keşfeder ve keşfettiği bu sureti dıştan görür. Fakat ihvanın
gördüğü bu sureti, Allah Teâlâ’nın esma ve sıfatları kaplar. Bu kaplayış,
güneşin ışınları ile bir şeyi kaplayışı gibidir. İhvan bazen gördüğü bu sureti
tecellî çizgisi olmadan görür. Böyle bir görüşte dahi, gördüğü suretin renkleri
yine mükemmeldir. Suret üzerinde meydana gelen tecelli hatları böyle bir
görüşte bilahare gizliliğe döner.
Velâyeti Ulyâ öz, Velâyet-i Kübrâ bu öz’ün kabuğu
gibidir. Buna göre bir üstteki bir derecelerin bir alttaki derecelere nisbetle
durumu da yine böyledir. Bir üstteki öz, bir alttaki, o özün kabuğu
durumundadır.
Nübüvvet kemâlâtı için durum böyle değildir. Velâyet
makamlarına nisbetle, nübüvvet makamları arasındaki münasebetler nebilerden
başkası için tasavvuru bile mümkün olmayan şeylerdir. Onlar, Bâtın ism-i şerifi
ile isimlenmiş Zât’ın murakabesini bu makamdan yaparlar.
Nübüvvet Velâyetinde feyzin kaynağı, toprak unsuru
dışında kalan üç unsurdur. (su, hava ve ateş) Bu makamda lisanen yapılan zikir
ve uzun kıyamlarla edâ edilen nafile namazlar yükselme vesilesidir. Yine bu
makamda şerîatın ruhsat olarak saydığı şeylerle amel etmek doğru değildir.
Belki, faydalı olabilecek amel, şeriatta azimet olarak kabul edilen amellerdir.
Bu husustaki inceliğe gelince: Ruhsatla
amel etmek insanı insanlığın gereği olan nefsaniyyet yönüne çeker. Azimet olan
şeylerin amel olarak yapılması ise, meleklik, hasleti ile bezenmesi ve
melekliğe yaklaşmayı ortaya koyar. Ne zaman insanda melekliğe ait hizmetler
fazlalaşırsa bu velâyet mertebesinden süratle daha yüce mertebelere yükselme
kolaylaşır. Bu velâyette (Nübüvvet Velâyeti) meydana gelen sır, Tevhîd-i Vücûdî
ve Tevhîd-i Şuhûdî sırları gibi, değildir. Tevhîd-i Vücûdî ve Tevhîdi
Şûhûdî’nin sırlarını anlamak ve anlatmak bir dereceye kadar mümkündür. Hâlbuki
velâyetin (Nübüvvet Velâyetinin - Velâyeti Ülyâ’nın) sırları gizlenmeye daha
lâyık olup, söz ve yazı ile ifadesi mümkün değildir.
VELÂYET-İ
ULYÂDA DERECE-İ HAVASS-I MELÂİKE
Hediyeden sonra “İlâhi Ya Rabbî,
hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan
şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;
Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh
ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin
ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh
efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim
letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî” der.
Hediye, feyz talebi ve rabıta yeryüzünde yapıldıktan sonra şeyh efendimizin
ruhaniyetine sığınarak ve bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden ruha
geç, sırra geç hafiye geç, ahfâ’ya geç, nefsi natıkaya geç, nefsi natıkadan
sonra soldan sağa doğru dönerek cami minaresine çıkar gibi bir kuş uçar misali
semaya doğru döne döne çık. Yedinci kat sema, fezâ-i tevhid
meydanını, arş-ı âlâ’yı geçerek Velâyet-i
Ulya Havass-ı Melâike Mertebesinde bin defa lisanen ve kalben
gizli sesle “lâilahe illa’llah”ı zikreder. Her yüz başında bir defada
“La ilâhe illa’llah Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem diyerek
zikir yapar. Sonra Murakabe-i Havass-ı Melâike’yi yapar ve dersten çıkar.
Havass-ı Melâike
Melâike-i Kiram’a ait
olarak görülen haller
anasıra ve letaiflere inişi mülahaza olunur ve münasebetler meydana
gelir.
VELÂYET-İ
ULYÂDA MERTEBE-İ KEMÂLÂT-I HAVASS-I NÜBÜVVET
Hediyeden sonra “İlâhi Ya Rabbî,
hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan
şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;
Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh
ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin
ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh
efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim
letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî” der.
Hediye, feyz talebi ve rabıta yeryüzünde yapıldıktan sonra şeyh efendimizin
ruhaniyetine sığınarak ve bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden ruha
geç, sırra geç hafiye geç, ahfâ’ya geç, nefsi natıkaya geç, nefsi natıkadan
sonra soldan sağa doğru dönerek cami minaresine çıkar gibi bir kuş uçar misali
semaya doğru döne döne çık. Yedinci kat sema, fezâ-i tevhid meydanını, arş-ı
âlâ’yı geçerek Velâyet-i
Ulyânın Nübüvvet Mertebesinde zamansız ve mekânsız olarak
bin defa lisanen ve kalben gizli sesle “lâilahe illa’llah”ı zikreder. Her
yüz başında bir defada “La ilâhe illa’llah Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem diyerek zikir yapar. Sonra Murakabe-i Zatiyye’yi nübüvvet kemaliyle yapar ve
dersten çıkar.
Mertebe-i
Kemâlât-ı Havas-ı Nübüvvet
Mürşid-i Kâmil, ihvana merhamet edip, onun fazilet ve
derecesini yükseltmek istediği zaman, ondaki toprak unsuruna teveccüh buyurur
ve ihvana latifesine yapılan bu yöneliş ile Nübüvvet Velâyetinden feyiz gelir.
Bu öyle bir kemaldir ki, bu kemal, Zat’î ve daimî tecelliden ibarettir. Bu
makamın bilgisi bütün bilgileri yitirmektir. Yine bu makamda zaman, keyfiyet ve
renkler —gizli olan haller dâhil— bir işe yaramaz hale gelirler. Bu makamda
itikat ve imana taallûk eden şeylerin kuvveti meydana çıkar. Allah Teâlâ’yı
bulmak için delil araştırmak yerine, akıl ve muhakeme delil yerine kaim olur.
Bu makamın bilgisi, bütün nebilerin şeriatlarıdır. Bu makamda ihvanın gizli
hallerinde genişleme meydana gelir.
İster Velâyeti Suğra, ister Kübrâ, isterse Ulyâ olsun, bu
velâyet makamlarında derece derece ihvanda şerhi sâdır meydana gelir. Gizli
hallere nisbetin yanında, göğüs darlığı ve ona benzer bir hal asla bulunmaz.
Velâyetin her basamağında, bir basamağın diğer basamakla gerek surette gerekse
hakikâtte bir alakası vardır. Yine bu
makamda ihvanda kusuru kendinde görebilme, ümitsizliğe yakın bir halde kusurlarından
dolayı kendi kendine darılma, manen fazilet olan hallerin kendisinde
kalmadığını sanma veya hizmetlerinden bir fayda temin edememiş olmanın
üzüntüsü içine dalma halleri meydana gelmeye başlar. İhvan bu hususlarda o
duruma gelir ki; Kendisini manen bomboş ve hiç bir işe yaramaz halde zanneder.
Hatta zamanla kendisini bir kâfirden bile aşağı görür.
İhvanın bu halleri, daha önceleri kendisine ait
bulunduğuna inandığı ve fazilet dolu sandığı hallerinin, (Susuz kimsenin,
serabı su zannedip, yaklaştıkça hiçliğini anladıkça, düştüğü ümitsizlik ve perişanlık
haline benzer). Benimdir diye inandığı ve güvendiği ve varlıklarını kabul
ettiği şeylerin hepsi bu makamda ihvana birer hayal olur.
Ne zaman ki, mürşid-i kâmilin yönelişi ile bu makam
ihvana keşfolur. Bu arada görme haline benzer bir hal de yine ihvan için kolaylaşır.
Bu görme hali her ne kadar Allah Teâlâ’yı âhirette görme haline benzemezse de
—biz âhirette meydana gelecek bu görme haline şimdiden inandık— bu görüş velâyet
mertebelerindeki gözetleme hallerine nisbetle daha rahat, daha engin ve daha
kolay bir görüştür.
Âhirete mahsus bulunan görüş, âlemi halk’a mahsus olan görüşlerdendir.
Orada yapılan işler de yine âlemi halktan nasibi bulunan işlerdir. Nitekim
âlemi emr’in latifeleri bu makamda âdeta (lâ-şey) dir. (Yani hiç bir şey
değildir.) Nefis latifesinde ve unsurlara ait bulunan latifelerde de durum yine
böyledir. (Yani bunlara ait latifeler de (lâ-şey=yok) durumundadır.)
Bu muameleler toprak unsuru ile ilgili latifeye
mahsustur. Her ne kadar diğer unsurların da toprak unsuru ile alâka ve
bağlantıları dolayısı ile bu muamelelerden nasipleri varsa da ehemmiyeti
yoktur.
Bu makam, şeriat hükümleri ile Allah Teâlâ’nın varlığından
ve sıfatlarından haberler, kabir, haşir, cennet, cehennem ve bunlara benzer ne
varsa en doğru haberci olan Allah Teâlâ’nın Rasûlünün haber verdiği şeyler
olup, hepsi de gözle görülen akıl ve mantığın kabul ettiği şeylerin makamıdır.
Bu makamda Hakk’ın kendi varlığı eşyaya ayna
durumundadır. O’ndan başka ne kadar varlık varsa, hepsi de o aynada görülen suretler
gibidir. Aynadaki suretin yarlığı gerçek varlık değil, gerçek varlığa nisbetle
bir hayaldir. Fakat hayal de olsa (yok) değildir. Gerçek varlığın gölgesi
olarak vardır.
Suret gösteren bir aynada,
ilk görülen şey ayna değil, resimdir.
Ayna, kendisine bakanın
dikkatini üzerine çeker. Fakat bu makamdaki durum bu kaidenin tamamen
aksinedir. Bu makamda aynanın varlığı ilk bakışta görülür. Eşyanın varlığı ise,
tetkik neticesinde görülebilir, işte bunun içindir ki, Allah Teâlâ’nın varlığı
bedihîdir.[92] O’nun varlığına nisbetle
eşyanın varlığı nazarîdir. Bu makam yüceliği, yaygınlığı ve ortaya koyduğu meseleleri
itibarîyle çok acâip bir makamdır. Bu manadaki acâibliklerin meydana gelmesi,
yine bu makama bakışın karşılığıdır. Bundan daha acâibi ise, sofiye tarafından
yapılan zikirlerin bu makamda yalınız başına bir şey ifade edemeyişidir.
Tilâvet esaslarına uyularak okunan Kur’ân-ı Kerim, edep ve erkânına dikkat gösterilerek
eda edilen namaz, hadîsi şeriflerle sıhhati tespit edilen duâ ve niyazların
hepsi bir arada bulunmak suretiyle bu makamda yükselmeye vesile olurlar.
Hadis ilmi ile meşgul olmak, sünnet-i şeriiyye’ye
hakkiyle bağlılık göstermek, bu makamı hem nurlandırır, hem de kuvvetlendirir.
Böylece ihvana “Kâbe kavseyni ev edna
sırrı” (iki yay arası ve daha yakın olma) keşfettirilir.
Bu mertebede murakabe Zat’a yapılır. Zat’a yapılan
murakabe nübüvvetin kemalinin kaynağıdır. Zâtın tecellîsinin dereceleri vardır.
İlki nübüvvet kemâlâtıdır. Burada itibârları da araya katmadan zâtın murâkabesi
yapılır. Burada feyzin geldiği yer, toprak unsuru latîfesidir. Kur’ân-ı Kerim
okumak terakki hâsıl eder. Bâtın hâllerinin belirsizliği, anlatılamayan ve nasıl
olduğu bilinemeyen hâller ele geçer. Devamlı olarak niyyet ve akideler
kuvvetlenir. İstidlâli olan şeyler bedîhî olur. Kur’ân-ı Kerim’deki mukattaa
harflerine ait sırlar, bu derecelere kavuşanlarda hâsıl olur.
Murakabe-i Zatiyye
Allah Teâlâ’nın ef’âl,
sıfat ve zâtını kendisine layık olan şekilde düşünmektir. Diğer murakabelerin
hepsini cem eder. Allah Teâlâ’ya hayran ve idraksizlik içinde bulunup, kulluğunun
farkına varmaktır.
VELÂYET-İ ULYÂDA MERTEBE-İ KEMÂLÂT-I HAVASS-I
RİSÂLET
Hediyeden sonra “İlâhi Ya Rabbî,
hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan
şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;
Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh
ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin
ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh
efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim
letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî” der.
Hediye, feyz talebi ve rabıta yeryüzünde yapıldıktan sonra şeyh efendimizin
ruhaniyetine sığınarak ve bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden ruha
geç, sırra geç hafiye geç, ahfâ’ya geç, nefsi natıkaya geç, nefsi natıkadan
sonra soldan sağa doğru dönerek cami minaresine çıkar gibi bir kuş uçar misali
semaya doğru döne döne çık. Yedinci kat sema, fezâ-i tevhid meydanını, arş-ı
âlâ’yı geçerek Velâyet-i Ulyânın Risâlet Mertebesinde zamansız ve mekânsız olarak
bin defa lisanen ve kalben gizli sesle “lâilahe illa’llah”ı zikreder. Her
yüz başında bir defada “La ilâhe illa’llah Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem diyerek zikir yapar. Sonra Murakabe-i Zatiyye’yi risalet kemaliyle yapar ve
dersten çıkar.
Mertebe-i
Kemâlât-ı Havas-ı Risâlet
Bu
mertebede de murakabe yine Zata yapılır. Zat’a yapılan murakabe risaletteki
kemalinde kaynağıdır. Bu makamın feyiz ye bereketi, ihvanda meydana gelen
birlik heyeti üzerine gönderilir.
VELÂYET-İ
ULYÂDA MERTEBE-İ KEMÂLÂT-I ULÜ’L AZÎM
Hediyeden sonra “İlâhi Ya Rabbî, hazine-i gaybi
ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan şuunatı
rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;
Andan Hazreti İsa,
Musa, İbrahim, Nuh ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir
Sıddık Efendimizin ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine,
andan şimdiki şeyh efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına
ve andan benim letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal
buyur, Ya Rabbî” der.
Hediye, feyz talebi ve rabıta yeryüzünde yapıldıktan sonra şeyh efendimizin ruhaniyetine sığınarak ve
bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden ruha geç, sırra geç hafiye geç,
ahfâ’ya geç, nefsi natıkaya geç, nefsi natıkadan sonra soldan sağa doğru
dönerek cami minaresine çıkar gibi bir kuş uçar misali semaya doğru döne döne
çık. Yedinci kat sema, fezâ-i tevhid meydanını, arş-ı âlâ’yı geçerek Velâyet-i Ulyânın Kemalat-ı
Ulü’l Azîm Mertebesinde zamansız ve mekânsız olarak bin defa lisanen ve
kalben gizli sesle “lâilahe illa’llah”ı zikreder. Her yüz başında bir
defada “La ilâhe illa’llah Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
diyerek zikir yapar. Sonra Murakabe-i Zatiyye’yi Kemalat-ı Ulü’l Azîm ile yapar ve dersten çıkar.
Bu makamın feyzi, ilmin bu mertebede kemale ermiş olması
ve yine bu mertebedeki nurların diğer mertebelere nisbetle daha çok tecelli ile
beslenmiş bulunması dolayısı ile Vahdaniyyet heyeti üzerine varid olur:
Bu makamda Kur’ân-ı Kerim’deki Huruf-u Mukattaa diye
bilinen harflerle, müteşâbih olan âyetlerin sırları anlaşılır hâle gelir. Bu makama
ulaşan kimseler, sır sahibi kılınarak, sevenle sevilen, arasındaki, yalnız faziletten
nasip olan bu muhabbeti, Allah Teâlâ’nın Rasûlünün yoluna uymak suretiyle
dağıtırlar. Risâlet kemalâtından, Vahdâniyyet heyeti üzerine gizliye ait
muamele olduğu zaman, o gizlinin yükselişi sade Allah Teâlâ’nın kendi fazlı
kereminden olur. Bütün ilerlemeler amelle değildir. O’nun fazlı keremi olarak,
meydana gelmişlerse de ihvanın Ülü’l Azim makamının velâyetine ulaşması,
bilhassa Allah-ü Teâlâ’nın fazlı ve ihsanıdır. Meydana gelen terakkinin
kazanılmasının asla akıl ve amelle bir ilgisi yoktur. Ameller bu hususta ancak
birer yükseliş sebebi olabilirler.
Ülü’l Azim makamının velâyetine nail olmada sebepten
bahsetmekte abestir.
VELÂYET-İ ULYÂDA MERTEBE-İ HEYET-İ VAHDÂNİYYE
Hediyeden sonra “İlâhi Ya Rabbî,
hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan
şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;
Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh
ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin
ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh efendimizin
letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim letâif, nefsi
natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî” der.
Hediye, feyz talebi ve
rabıta yeryüzünde yapıldıktan sonra şeyh efendimizin
ruhaniyetine sığınarak ve bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden
ruha, sırra hafiye, ahfâ’ya, nefsi natıkaya, sonra soldan sağa doğru dönerek
cami minaresine çıkar gibi bir kuş uçar misali semaya doğru çık. Yedinci
kat sema, fezâ-i tevhid meydanını, arş-ı âlâ’yı geçerek Velâyet-i
Heyet-i
Vahdâniyye Mertebesinde zamansız ve mekânsız olarak
bin defa lisanen ve kalben gizli sesle “lâilahe illa’llah”ı zikreder. Her
yüz başında bir defada “La ilâhe illa’llah Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem diyerek zikir yapar. Sonra Murakabe-i Zatiyye’yi
Heyet-i Vahdâniyye ile yapar ve dersten çıkar.
Heyet-i Vahdâniyye; Âlemi emir (Kalb, Ruh,
Sır, Hafî, Ahfâ) ve âlemi halk’ın (Nefis, Toprak, Su, Hava, Ateş) hepsine
birden verilen bir isimdir. Gerek âlemi emir ve gerekse âlemi halktan olan
tecellilerin bir araya gelmelerinden ve gerekli temizlik ve ayıklamadan sonra
diğer bir heyet daha meydana gelir.
Meselâ: Bir kimse muhtelif cins ilaçları bir araya
getirmek suretiyle bir tek ilâç meydana getirmek isterse, her ilacın belli bir
ölçüde olması ve hepsinin birbirine iyice karıştırılması icap eder. Böyle imal
edilirse ilaçtan beklenen fayda sağlanır. Birçok ilacın bir arada birbirine iyi
karıştırılmasıyla da yeni bir ilaç ismi meydana gelmiş olur.
Letâifi aşere denilen o
lâtife de aynen böyledir. Bu latifelerden her birisi için de birer heyet hâsıl
olur. Yine bu makamda bu on lâtife için nice yücelme ve yükselmeler meydana
gelir. Bu latifelere olan tecellilerin sonundaki yükselme, nurlanma genişleme
ve renklenme daha evvel bahsi geçen makamlardakilere nisbetle çok daha
fazladır. Bahsi geçen makamların hepsinin bu makama nisbeti kabuğun öz’e
nisbeti gibidir.
MERTEBE-İ UMUM KEMÂLATI
CÂM-İ ZAT-I MUHABBET-İ ULUHİYYET
Hediyeden sonra “İlâhi Ya Rabbî,
hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan
şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;
Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh
ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin
ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh
efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim
letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî” der.
Hediye, feyz talebi ve rabıta yeryüzünde yapıldıktan sonra şeyh efendimizin
ruhaniyetine sığınarak ve bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden ruha,
sırra hafiye, ahfâ’ya, nefsi natıkaya, sonra soldan sağa doğru dönerek cami
minaresine çıkar gibi bir kuş uçar misali semaya doğru çık. Yedinci kat sema, fezâ-i
tevhid meydanını, arş-ı âlâ’yı geçerek Velâyet-i
Ulyânın Umum Kemalat-ı Cami Zât-ı Muhabbeti Uluhiyyet Mertebesinde zamansız ve mekânsız olarak
bin defa lisanen ve kalben gizli sesle “lâilahe illa’llah”ı zikreder. Her
yüz başında bir defada “La ilâhe illa’llah Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem diyerek zikir yapar. Sonra Murakabe-i Zatiyye’yi Muhabbetiyeyi yapar ve
dersten çıkar.
Umum Kemalat-ı Cami Zât-ı Muhabbeti Uluhiyyet
Müridin gayretleri ile beraber
kavuşacağı Ülûl Azim velayetinin kemâlâtından sonra, sâlikin sülûkü iki tarafa
vuku bulur. Bu da mürşidin ihtiyarına bağlıdır. Mürşid ne tarafa isterse sâliki
o tarafa sülük ettirir.
Bu iki taraftan birisi: Hakaiki
İlâhiyye tarafıdır ki; bu taraf Kâbe’nin, Kur'ân-ı Kerim'in ve namazın
hakikatinden ibarettir.
İkinci taraf da: Hakâiki
Enbiyalarından ibarettir.
Mürşid, sâlike Kâbenin
hakikatinde yönelince, bu makamda Cenâb-ı Hakk'ın azamet ve büyüklüğüne şahid
olunur. Onun heybeti Bâtın üzerini kuşatır. Bu makamda sülük edenler zat'
murakabesini yerine getirirler. Kendisine murakabede bulunulan zat, bütün
varlığın secde kıldığı Halik-i kâinattır. Nice kimselere bu kudsî makamda
yokluk ve ebedîlik hali ikram edilir de, sâlik nefsini bu ikrama ulaşmış ve
sahib olmuş olarak bulur. Kâinatta var olan her şeyin yönelişi O'nun
tarafınadır. Bu teveccüh her ne kadar kemâlâtta (olgunlukta) hâsıl olan bir yöneliş
olup renkle ilgisi olan bir teveccüh ise de burada bahsedildiği kadardan ibaret
değildir. Batınî nisbetin yüceliği ve genişliği bu makamlarda daha fazladır,
(ziyade üstüne ziyadedir)
Nebilere âit hakîkatlarda
görüntüler renksiz meydana gelip, bu tecellîlerin yücelik ve genişliklerine
rağmen, ilâhî hakîkatlerdeki tecellîye nîsbetle tecellîleri daha azdır.
Bu halin sırrına gelince:
Sâlike zat mertebesinde fena ve baka hali ikram edilir. O da, bu mertebenin
ahlâkı ile ahlâklanınca, idraki kuvvet kazanır ve üstte olup âlemi emirden bulunan
nisbeti idrak eder. Yani, eriştiği yüceliğin idraki kendisine bildirilir. Yine
böylece sâlik erdiği bu makamlardaki renkten soyulmuşluğu kendi idraki ile
bulamaz. Zîra bilir ki; kemâlâtın, âlemi emirden olan yüceliklere göre nisbeti,
ikisinin de letafetleri itibariyledir ve her ikisinde de letafet cinsleri
aynıdır. İsterse bu benzeyişleri gösterişten ibaret olsun. Kemâlât nisbetinde
renksizliğin ayırımı sebebine gelince: Muhakkak ki sâlik sıfat ve şüûnat
(haller) mertebesinden, fenafillâh ve bakabillâh sebebiyle nail olduğu
velayetlerde, kendisine ikram edilen tecellî kadar idrak kuvvetine sahiptir.
Bunun için de Zat mertebesindeki hallerin idraki güçtür. Muhakkak ki, velâyete
âit kemâlât diğer bir velayet mertebesinden meydana gelmektedir. Nübüvvetin
kemalâtı daha başka bir kapıdan girer. Velayetin kemalâtı ile nübüvvetin
kemalâtı arasında —suretin bile olsa— hiç bir benzerlik yoktur.
Bazı tasavvuf ehli diyorlar
ki: “Evliyalık makamı, nüvüvvet makamının gölgesidir diyenler hata
ediyorlar. Gerçek olan böyle değildir. Her iki kemalâtın birbiri ile katiyyen
bir ilgisi yoktur.”
Kemalât mertebesi
hususunda, yukarıdan beri ifade edilenlerin dışında, daha nice münasebetleri
vardır. Velilerden bazılarının ifade ettiklerine göre; kemalâta nisbet edilen
hakikatlar, denizlerin dalgaları durumundadırlar. Bu demektir ki, kemalât ne
zaman fevkani (âlemi emre mahsus tecellîlerden meydana getirse) olursa, o kemalâtın
tecelli kaynağı, tecellînin daimî olduğu zatın makamıdır. Bundan: anlaşılmaktadır
ki, hangi tecellî fevkani (âlemi emirden gelen bir tecellî) ise, o tecellî Zat
mertebesinin dışına çıkamaz. Çünkü tecellî kaynağı, o mertebenin dışında
değildir. Böyle bir duruma, (denizin dalgaları) tâbirini kullanmak isabetlidir.
Bu hal eşyayı hakikatine nisbet etmede meydana gelmektedir. Yoksa kemalâta
nisbetle değil. Meselâ, Kâbe-i Muazzamanın hakikatinde azâmet, kibriya ve
mümkünat için secde edilen yer meydana gelmektedir. Buradaki sırrın inceliğini
kavramaktan akıl acze düşmüştür. Hattâ bir mürşidin teveccühü olmadan bu
mertebelere erişmek ve anlamak mümkün değildir.
SEYR ÇEŞİTLERİ
36 Ders bittikten sonra seyrler başlar.
Sulûk eden ihvanda seyr iki kısımdır:
Cezbe ve sülûk.
(Sülûk), uğraşarak ilerlemektir.
(Cezbe) çekilip götürülmektir.
Seyr-i âfâkî’ye “sülûk,”
seyr-i enfüsî’ye “cezbe” adı verilir.[93]
Bunlara tasfiye ve tezkiye
de denir. Sülûktan önce olan cezbenin, yani tezkiyeden önce olan tasfiyenin
kıymeti yoktur. Sülûk tamamlandıktan sonra olan cezbe yani tezkiyeden sonra
olan tasfiye lâzımdır ve seyr-i fi’llah da hâsıl olur.
Önce olan cezbe ve
tasfiye, sülûkü kolaylaştırmağa yarar. Sülûk olmadan, maksada kavuşulamaz. Yol
tamam gidilmedikçe, cemâl-i ilâhî görünmez. Önceki cezbe, sonra olan cezbenin
suretinin numunesi gibidir. Hakikâtte, birbirinden başkadırlar. Büyüklerimizin,
“Sonda olan şeyler, başlangıçta yerleştirilmiştir” sözünden maksat, “Sonda
kavuşulacak suretin görünüşü yerleştirilmiştir” demektir.
Seyr ve sülûkten maksat ve
cezbe ve tasfiyeden beklenilen şey, nefsi kötü huylardan ve çirkin sıfatlardan
temizlemektir. Bu çirkin sıfatların başı, nefse düşkün olmak ve onun arzularına,
isteklerine tutulmaktır. O hâlde, Seyr-i enfüsî lâzımdır. Kötü sıfatlardan güzel
sıfatlara dönmek lâzımdır. Seyr-i âfâkî lüzûmlu değildir. Maksat ve gaye bu
seyre bağlı değildir. Çünkü zahirî şeylere düşkünlük, nefse düşkün olmaktan
ileri gelir. İnsan, her şeyi, kendini sevdiği için sever. Çocuğunu, malını
sevmek, onlardan istifade edeceği içindir. Seyr-i enfüsîde, insanı, Allah
Teâlâ’nın sevgisi kaplayarak, insan, kendini sevmekten kurtulduğu için evlat ve
mal sevgisi de, bununla beraber yok olur. O hâlde, seyr-i enfüsî muhakkak
lâzımdır. Seyr-i âfâkî, buna bağlı olarak, maksadı müyesser olur. Nebilerin
“aleyhimüssalevâtü ve-t’teslîmât” seyrleri, yalnız seyr-i enfüsî idi. Seyr-i
âfâkî, bununla berâber yapılıyordu.
Sülûk konaklarını ve cezbe
makamlarını geçtikten sonra, anlaşıldı ki, seyr ve sülûktan maksat, yani
tasavvuf yolculuğundan maksat, ihlâs makamına varmaktır. İhlâs makamına kavuşabilmek
için, enfüsî ve âfâkî mabutlara tapınmaktan kurtulmak lâzımdır.
Seyr-i
enfüsî, bu yolun nihâyetinde ele geçer. Behâüddîn-i Nakşibend Hazretleri
buyurdu ki, “Ehl’u-llâh, Fenâ ve Bekâ makâmına kavuştuktan sonra, her
gördüklerini kendilerinde görürler. Her tanıdıklarını kendilerinde tanırlar.
Bunların hayretleri, anlayamamaları kendilerinde olur. “Kendinizdedir,
görmüyor musunuz?” [94]
Buyruldu.
Seyr-i
enfüsîden önce olan seyrlerin yani ilerlemelerin hepsi, (Seyr-i âfâkî) idi.
Seyr-i âfâkîde ele geçen şeyler hiçtir. Yani, aranılana göre hiç sayılır. Ancak
şuhûd-i enfüsîye kavuşmak için, önce seyr-i âfâkî lâzımdır. Seyr-i âfâkîde,
sanki kötülüklerden temizlenmek ve seyr-i enfüsîde, iyi ahlâk ile ahlâklanmak
vardır. Çünkü kötülüklerden ayrılmak, Fenâ makâmına uygundur. İyiliklere
kavuşmak, Bekâ makâmına uygun olur. Bu seyr-i enfüsînin nihâyeti yok
demişlerdir. İnsanın ömrü sonsuz olsa, bu seyr bitmez denilmiştir. Çünkü
mahlûkun sıfatlarının nihâyeti yok demişlerdir. Yani Allah Teâlâ’nın sonsuz
sıfatları, sâlikin latîfeleri aynasında tecellî etmekte, O’nun kemâlâtından bir
kemâl görünmektedir. O hâlde, bu seyr bitmez ve sonu gelmez.
Bu
konuda büyükler buyuyurdular ki;
Hâce
Ubeydullah-ı Ahrâr kuddise sırruhu’l-azîz;
“Allah
Teâlâ’ya kavuşmakta, zulmet perdelerinin kalkması için mahlûkların hepsini
aşmak, yani seyr-i âfâkîyi ve seyr-i enfüsîyi tamamlamak lâzımdır. Nûrdan
perdelerin aradan kalkması için de seyr-i fi’llah gerekir”demiştir.
Ebû
Saîd-i Harrâz kuddise sırruhu’l-aziz;
“Seyr-i
âfâkî (kendinin dışında ilerleme), insanı, matlûbdan (Allah Teâlâ’dan)
uzaklaştırır, seyr-i enfüsî ise, insanı, matlûba kavuşturur” demiştir. Seyr-i
enfüsî, tasavvuf yolunda bulunan kimsenin kendinde ilerlemesi, kötü huylardan
temizlenen nefsin, iyi huylarla bezenmesi, süslenmesidir.”
Abdülkâdir
Geylânî kuddise sırruhu’l-azîz,
“Seyr-i
enfüsîde, insanı, Allah Teâlâ’nın sevgisi kaplayarak, insan, kendini sevmekten
kurtulduğu için, evlâd ve mal sevgisi de bununla berâber yok olur. O halde,
seyr-i enfüsî muhakkak lâzımdır”
Efendi
Hazretleri buyurdu ki;
“Gardaşım! Sülûk görmeyen ihvan listesine
kayıt olmaz. Her amelin edebi var. Tarikatın edebi de sülûkünü tekmil
etmektir.”
SEYR
MERTEBELERİ
Hakîkat erbabına göre
sefer, müridin Allah Teâlâ’ya yönelmesi sırasında kalbin geçirmiş olduğu
seyirlerde takip edilen Seyr-u Sülûkün dört makamı vardır.[95]
“Seyr-i İlâ’llah”; “Seyr-i Fi’llâh ,” “
Seyr-i Ani’llâh Billâh” “Seyr-i Fil- Eşya.”
1-SEYR
İLÂ’LLAH [96]
Hediyeler,
Rabıta ve murakabesi 36. Dersteki
gibi yapılır.
Seyrin birincisi mertebesi
hakkında kullanılan bir tabirdir. Buna “sefer-i
evvel” de denir. (Seyr-i ilâ’llah) demek, aşağı bilgilerden, yüksek
bilgilere ilerlemek, ilimde durmadan yükselmektir. Bu şekilde mahlûklara ait
bilgiler bilindikten sonra, Allah Teâlâ’nın ilmine kadar varılır. Bu bilgiler
başlayınca, mahlûklara ait bilgilerin hepsi unutulur. Bu hâle (Fenâ) denir.
Allah Teâlâ’nın, lütfu ve
ihsanı ile mâsivânın hepsi, kalb gözünden silinince, isimleri bile unutulunca, (Fenâ)
hâsıl oldu denir. (Seyr-i ilâ’llah) tamam olur.
Sâlik, yaradılışında
Muhammedî ise, Âlem-i emrin beş latîfesini, sıraları ile geçtikten sonra,
bunların Âlem-i kebîrdeki asıllarında seyr eder. Yani ilerler. Allah Teâlâ’nın
lütfu ile bu beş aslın her birini inceden inceye geçerek sonuna gelir. Böylece,
imkân dairesini (Seyr-i ila’llah) ile bitirmiş olur. (Fenâ) hâsıl oldu denir.
(Vilâyet-i suğrâ) makamına başlamış olur.
Hakikî Fenâ ise, sıfât-i
ilâhînin ve isimlerinin ve hiçbir bağlılığın, ayrı bir görünüşün de, tamamen
görülmediği zaman hâsıl olur. Zât-ı ilâhîden başka hiçbir şey görülmez ve düşünülmez.
Seyr-i ila’llah Allah yolculuğu, işte burada sona erer.
2-SEYR Fİ’LLÂH
Hediyeler,
Rabıta ve murakabesi 36. Dersteki gibi yapılır.
Seyrin
ikinci mertebesi hakkında kullanılan bir tabirdir. Buna “sefer-i sani”
(cem) de denir.
Allah
Teâlâ’nın isimlerinde ve sıfatlarında ilerleme, Allah Teâlâ’nın beğendiği ve
râzı olduğu şeylerde fâni olma (yani O’nun sevdiklerini sevmek ve O’nun
sevdikleri kendine sevgili olmak) seyr-i fi’llah diye isimlendirilir. Böylece
anlatılamayan, işaretle bildirilemeyen ve isim verilemeyen, bir şeye
benzetilemeyen, kimsenin bilemediği, anlayamadığı mertebeye varılır. Bu seyre (Bekâ)
denir.
Bu makamda, sülûkten sonra, cezbe hâsıl olur.
Bu seyre, seyr-i fi’llah da denmesine sebep, ihvan bu seyrde, Allah Teâlâ’nın
sıfatları ile sıfatlanır. Bir sıfattan bir sıfata geçer. Çünkü aynadaki
suretlerin sıfatlarının bazısından aynanın da nasibi olur. Bundan dolayı, sanki
Allah Teâlâ’nın isimlerinde seyr etmiş gibidir.
(Seyr-i fi’llah) hâsıl olmadıkça, tam
ihlâs elde edilemez. (Seyr-i fi’llah) denilen (İsbât) makamına kavuşmak için
çalışılır. Bu makamda, kalb yalnız Allah Teâlâ’yı hatırlamaktadır. Bu makama
(Bekâ) makâmı ve (Hakîkat) denir. Vilâyetin sonu, bekâ makâmıdır. Birincisinde
fenâ makâmına ve hakikâtte bekâ makâmına kavuşan ihvan, vilâyete kavuşmuş, Velî
olmuştur. Nefs-i emmâresi, nefs-i mutmainne olmuş, küfürden, inkârdan kurtulup,
yaratılışında bulunan kötülük, azgınlık yok olmuş ve Rabbinden razı Rabbi de
ondan razıdır.
Abdülhakîm
bin Mustafa Arvâsî kuddise sırruhu’l-azîz; “Seyr-i ila’llah ve seyr-i fi’llah
yani Allah Teâlâ’nın beğendiği şeylerde fânî olma hâsıl olmadıkça, tam ihlâs
(her işini yalnız Allah Teâlâ’nın rızâsı için yapma) elde edilemez. Muhlislerin
(ihlâs sahiplerinin) olgunluğuna kavuşulamaz” demiştir.
Fenâ fi’llah makamı zahir
olunca, dil ile her gün beşbin kere tehlil de yani ‘Lâİlâhe İlla’llâh’ zikrinde
bulunduktan sonra, Allah Teâlâ’yı murakabede olmak gereklidir ki, Allah
Teâlâ’ya karşı fena-i küllî (tümüyle kendinden geçme hali) elde edilsin.
3-SEYR
ANİLLÂH-BİLLÂH
Hediyeler, Rabıta ve murakabesi 36. Dersteki gibi yapılır.
Üçüncü seyre, (Seyr-i
ani’llah-i billâh) denir. Bu da, ilmin hareketidir. Yüksek bilgilerden
aşağı bilgilere inilir. Böylece, mahlûkları bilmeğe kadar inilir. Bütün vücûd
mertebelerinin bilgisi unutulur.
Üçüncü ve gelecek olan
dördüncü seyrler, davet makamını elde etmek içindir. Allah Teâlâ’nın kullarına
yardımı gelip fetih müyesser olunca (Nasr,1) vahdet kapısı açılır. Mutlak fenâ
ve istiğrakla “‘ayn-ı cem’”de zâtî şühud ve birlik nûru Allah Teâlâ’nın yardımı
ile verilince irşat seccadesi helâl olur. Bu da şeyh hazretlerinden icazet ve
“hazret-i ‘izzet” ten işaret ile olur.
Aynü’l-cem Allah Teâlâ’nın
birliğini (Ahadiyyetini) zahirî ve bâtını olan iki zıtta bağlı kılmamaktır.
Ahadiyyet makamı, “Kâbe kavseyn”[97]
makamıdır. İkilik artık kalmaz. Bu makam geçilince de “Ev Ednâ” makamına
ulaşılır ki, bu makam velâyetin son makamıdır.
Seyr-i bi’llah’a kadar her
makamda, en kâmil Allah Teâlâ dostlarının hepsine göre zikirde sayıyla meşgul
olunmalıdır. Lakin beşbin sayısıyla kayıtlanmak seyr-i ila’llah’ın tamamlanmasına
ve ondan az sonrasına kadar gereklidir ki, maksat ve meram bulunabilsin.
4-SEYR-İ EŞYÂ
Hediyeler, Rabıta ve murakabesi 36. Dersteki gibi yapılır.
Bunlardan
sonra, dördüncü seyr başlar. Buna (Seyr-i eşyâ) denir. Birinci seyrde
unutulmuş olan, eşyanın bütün bilgileri, şimdi yavaş yavaş ele geçer. Bu
dördüncü seyr, birinci seyrin tersidir. Üçüncü seyr de, ikinci seyrin
karşılığıdır.
“Bu makam da Hakk’tan
halka dönme makamıdır. Bu ise, cem’ ve fark birliği demektir. Hakk’ın halka
dâhil olması ve onda yok olmasıdır ki, kesrette vahdet, vahdette de kesret görülebilsin.
Bu da Allah Teâlâ’dan Allah Teâlâ’ya dönmedir. Bu makam, fenadan sonra beka,
cem’den sonra fark makamıdır.” [98]
Tasavvufta
nihâyete kavuşan bir velînin geri döndükten sonra, daha önce unutmuş olduğu
eşyânın bütün bilgilerine yeniden sahip olması, Seyr-i fil-eşyâ diye isimlendirilir.
Muhammed Bakî-billâh kuddise sırruhu’l-azîz buyurmuştur ki;
“Seyr-i
fil-eşyâ, davet makamını elde etmek içindir. Davet makamı, nebilere mahsustur.”
SEYR U SÜLÛK
HALLERİ
Sayılan bu dört seyirdeki
ikidir:
Urûc [yükselmek], Hakk’a
dönmeye derler. Nüzûl [iniş], halka teveccühe [dönmeye] derler.
1— Urücî (Yükselme):
“Sâlikin Allah Teâlâ’ya mağlup (yok) olmak için seyridir. Bu; cüz’ün külle
seyridir. Buna seyr-i şuurî de denilir. Bu seyr; insan mertebesinden Allah
Teâlâ’ya kadardır. Bu seyrde mebde’den[99] ne
kadar uzaklaştırılırsa damlaların denize düşmesi gibi, daha ziyade mücerred[100]
olur.”[101]
Seyr-i
ila’llah ve seyr-i
fi’llah, urûc ederken olur.
2—Nüzulî (İnme):
Sâlikin vücudunun zuhuru için mutlak vücudun (Allah Teâlâ’nın) seyridir. Vacibin
imkân mertebesine, mutlakın mukayyede, küllün cüz’e nüzulü de seyr-i inbisatî[102] ve
zuhûri de derler. Bu seyr; akl-ı külden[103]
insan mertebesine kadardır. Bu seyrde asıldan ne kadar uzak düşülürse denizin
sahile seyri gibi, daha zahir ve cami’ olur.
Seyr-i
ani’llahı bi’llah ve seyri eşya billah, nüzûl yaparken olur.[104]
Mutlak fetih denen
“es-seyrü bi’llahi ani’llah”ta vahdet kapısı açılmayınca kimse şeyhlik makamına
yetişmez. Feth-i karîb denen es-seyrü ilallah’ta apaçık ufka ulaşıp feth meydana
gelmeyince, yani nefis makamından yükselip “Allah Teâlâ’nın yardımı” verilmeyince
pek çok ganimetler ve yakın bilgisi meydana gelmeyince, kudsî gerçek keşifler
gerçekleşmeyince, yüce ufuklara ulaşmak kesinleşmeyince; “es-seyrü fi’llahi”de
gönül fethi olan ruh nurlarının ortaya çıkmasıyla oluşan feth-i mübîn
karanlıklardan, nurlardan ve kazançlardan muhakkak olmayınca kimse hilâfete
lâyık olmaz. Ancak burada büyük bir tehlike vardır; çünkü kalb sırrın
kontrolüne yükselince nefs, kalb makamına yükselir. Önceki sıfatları kalbî
nurlarla örtülür. Bil ki, nuranî görünüşlerden, renklerle ortaya çıktığından
kalb makamı tamam ve kâmil olmaz; ancak ruh makamına yükseldikten sonra
olur.Tasavvuf büyüklerinden İbrahim bin Şeybân-i Kazvînî buyurdu ki;
“Fenâ
ve Bekâ bilgileri, Allah Teâlâ’nın bir olduğuna hâlis inananlarda ve
ibâdetlerini doğru yapanlarda bulunur. Başkalarının Fenâ ve Bekâ olarak
söyledikleri, hep yalandır ve zındıklıktır.”
“Bir
müride bütün ömründe
bir teveccüh yeter.”
TEVECCÜH
Mevlana Halid kaddese’llâhü
sırrahu’l azîz Hazretleri halifesini teveccüh'e itina göstermeyi, cuma ve salı
günleri şeyhin ruhaniyetine yönelip kalbine gelecek feyizleri ve mürşidinin de
değerli nazarlarını beklemeyi tavsiye etmiştir.
Teveccüh ise beş çeşittir:
1-) Sadık olan mürid hayal
gözüyle mürşidinin ruhani ve manevi nisbetine yönelerek mürşidi isterse vefat
etmiş olsun, mürşidini hazır bilerek kalbine gelen feyizleri beklemesidir.
2-) Mürid hazır olmayan
şeyhini kalbinde hayal edip mürşidini kendisi ile Allah Teâlâ arasında vasıta
etmesidir.
3-) Mürid hayalinin
bulunduğu yer olan kafasına yönelerek mürşidini orada tasavvur etmesidir. Bu
tür kötü düşünce ve hayallerin defi için faydalıdır. Cezbenin tahsili için de
çok tesirlidir.
4-)Mürid nefsini ortadan
çıkararak mürşidini kendisinin yerine koymadıdır. Bu türlü teveccüh belaların
defi için daha etkilidir.
5-) Mürid kalbini
silsiledeki şeyhlerinin kalblerinin tasarrufuna tutar. Şeyhinden başalayarak
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimize kadar teker teker hepsinin
tasarrufu altına koyar. Kendisi ile Allah Teâlâ arasına vasıta yapar.
Beş duyusunu tek duyu
haline getirir. Zira bu duyular kalbin dağılmasına sebeb olur. Hepsini âlem-i
emirden olan birleştirici hakikate yöneltir. Hakikatin yuvası olan kalbine
derinliğine bütün hissiyatıyla yönelir. Mürid bu şekildeki teveccühe devam
ederse gaybet, şuhud ve ağyarın kalbten çıkması mümkün olur. O zaman Hak
Teâlâ’nın cezbeleri kendisine akar. Zati tecelliler kalbini kaplar. Vesveseler
ve bütün batıl düşünceler kalbinden sıyrılıp gider Bari Teâlâ kendisine zatıyla
tasarruf eder.
Bu makamda hakiki zikir ve
ism-i azam olan lafza-i celalin manası kendisine tecelli eder: Hakikat ve
vakıada bütün âlemin kendisi de ortadan yok olur.
Artık tevhid denizinde
istiğrak hâsıl olur. Suya dalan bir kimsenin sudan başka bir şey göremediği
gibi tevhid denizine gark olan salikte Allah Teâlâ'dan başka hiç bir şey
göremez.
Bayezid-i Bestami kaddese’llâhü sırrahu’l
azîzden ism-i âzamın ne olduğunu sormuşlar. Şöyle buyurmuş;
"İsm-i azam'ın belirli
bir sınırı yoktur. Yalnız sen kalbini her şeyden boşaltarak vahdaniyet temin
et. Sonra dilediğin isimle onu zikret."
Bayezid-i Bestaminin bu
sözünden şu anlaşılır. Allah Teâlâ'dan gayrısından gaybet hasıl olduktan sonra,
Allah Teâlâ'nın hangi ismiyle olursa olsun, kişinin yaptığı zikir ism-i
âzamdır.
Ey kardeşim sen de çok
çalış ve çabala. Kalbini masivadan boşalt. İsm-i âzamı bulursun. İsm-i âzam;
çağırdığında Allah'ın sana icabet ettiği isimdir.
Nakşî tarikatının
imamlarından Muhaddis Şah Abdülaziz b.Şah Ahmet Veliyullah Dehlevi "Kavlu'l-Cemil"
risalesinin açıklamasında der ki;
Nakşibendîlerin kendi
aralarında teveccühte kullandığı bazı haller ve ayrı keyfiyetleri vardır.
Onları kendi aralarında kullanırlar.
Nakşibendîlerin nezdinde
teveccühün hikmeti, Kadirilerin zikir vuruşuna riayetiyi aynı derecededir. Nakşibendîlerin
teveccühlerde çok acayip tasarrufları vardır. Himmetin toplanarak arzu edilen
şeyin ele geçirilmesi, hastalardan hastalığı defetmek, günahkâr kimseyi tevbeye
getirmek, insanların kalbine girmek, sevimli olmak kalbde yaşanan büyük
hadiseler, kalblere tasarruf etmek, hayattaki veya vefat eden ehlullahın
nisbetine vakıf olmak, insanların düşündüklerini bilmek, gelecek olayları keşfetmek,
belaları defetmek ve bunlardan başka birçok tasarrufları vardır.
Fena ve beka makamına sahip
olmayanlara, teveccüh ile tesir şöyle olur.
Şeyh önce sadık olan
müridin nefsine teveccüh eder. Nefsindeki vesveselerle, tam bir himmetle
mücadele eder. Sonra kendi kalbindeki cemiyyete gark olur. Mürşidde eğer
tarikat ehlinin nisbeti bulunuyorsa ve nisbette sabit, köklü bir melekesi varsa
ondaki nisbet talibin kabiliyetine göre ona akseder. Bazıları mürşidin yapacağı
teveccühle talibin kalbine vurmasını birlikte yapıyorlar. Talib hazır ise
teveccühü bu şekildedir. Eğer hazır değil de gaib ise şeyhler talibin suretini
tasavvur ederek teveccüh ederler.
Himmet, düşünceyi toplamak, arzu
ve temenni ettiği şeyi azim ve istekle taleb etmektir. Susamış kimsenin
maksadının su olması gibi. Bir şeyi elde etmek isteyen kimsenin kalbinde de
talebinden başka bir şey bulunmayacaktır. Güvendiğim bazı kimselerden şunu
duydum; Mürşid teveccüh yaparken nefy-ü isbat zikrini çekerek; ilahi rehmeti
celbeder ve şöyle düşünürler: Allah Teâlâ her işinde ve fiilinde tektir. Her iş
onun izin ve yardımıyla olmaktadır. Biz birer vesile ve vasıtayız. Şu müridi
ıslah eden de aslında Allah'dır.
Şeyhin müridine gelen
hastalığı def etmesi şöyle Olur: Şeyh kendini hasta olan
kimse gibi kabul eder. Hastalığın aynısını kendisinde düşünür. Kalbine bu
fikirden başka bir fikir gelmemesi için himmeti toplar. Bu şekilde hastalık
müridden şeyhe geçer.
Günahkâr olan kimseyi
tevbeye yöneltmek için yapılan teveccüh şu şekildedir. Şeyh günahkâr adamın
nefsini ve suretini tasavvur eder. Nefsinin kendisinden ayrılarak günahkârın
nefsiyle birleştiğini kabul eder. O günahkâr nefis için pişman olur istiğfar
eder. Bu teveccühle günahkâr kimse de kısa zamanda pişman olur ve tevbe eder.
Ehlullahın nisbetini çekmek
şöyle olur: Nisbetine yönelenlerin önüne diz çökülür vefat etmişse
kabrinin önüne oturulur. Bütün hayal ve düşüncelerden sıyrılınır. Ruh nisbeti
elde edilmek istenen ehlullahın ruhuna yönelir. Ehlullahın ruhuyla birleşme
hâsıl olur. Sonra kendi nefsine döner. Bulacağı nisbet o yöneldiği zatın
nisbetidir.
Kalblere muttali olmak
şöyle olur: Nefsini bütün hayal ve hatıralardan boşaltarak, nefsini
kalbindekileri öğrenmek istediği kimsenin nefsiyle birleştirir. Bu arada kalbe
bir söz veya hayal meydana gelirse o adamın hayali ve düşüncesidir. O kimseden
kalbine yansımıştır.
Gelecekteki bir hadiseye
keşif yoluyla vakıf olmak isteyen kimse: Nefsini bütün hayal ve
düşüncelerden boşaltıp bütün gücüyle öğrenilmek istenilen hadiseyle ilgili
bilgiyi bekler. Bütün hayal ve vesveselerden uzaklaşarak susamış kimsenin suya
olan talebi gibi hadiseyi öğrenmeyi ister. Kendi kabiliyeti ve istidadına göre
nefsini, melaikelerin veya yerdeki velilerin cemaatine gönderir. Onlarla
birlikte her şeyden mücerret olur. Bu şekilde devam ederken rüya âleminde veya
manevi vakıada bir durumda veya tanımadığı bir kimse tarafından hafiften gelen
bir sesle hadiseyi keşfetmek mümkün olacaktır.
Belaların defedilmesindeki
teveccüh şekli ise şöyledir:
Belayı misal şekliyle
düşünür, kendisinin belayı şiddetle kovduğunu ve onunla çarpıştığını tasavvur
eder. Bütün himmetini belanın kovulmasına harcar. Kabiliyetine göre zaman zaman
nefsini yukarıdaki melaikelerin ve aşağıdaki velilerin cemaatine gönderir. Kendisinden
sıyrılarak onlara katılır. Allah Teâlâ'nın kudret ve iradesiyle, bela
uzaklaşıncaya kadar bu şekilde devam eder. Allah Teâlâ her şeyin hakikatini
herkesten daha iyi bilir.
Bu tasarrufların ve onların
yerine geçebilecek diğer tasarrufların şartı, etkileyen kimsenin nefsinin,
etkilenen kimsenin nefsiyle birleşebilmesidir. Varlık perdelerinden kurtulan kimseler
bu birleşmenin nasıl olacağını bilirler ve buna güçleri yeter.
Şimdiye kadar söylediğim
teveccüh seçtiğim yollardır. Pederim Mahmut Sahib kaddese’llâhü sırrahu’l azîz
bu değişik yolları mektûbatında zikretmiştir. Oraya da müracaat edilebilir.
Allah dilediği kimseyi
hidayete erdirir.[105]
ESAD SAHİB
MÜRŞİDİN
TEVECCÜHLERİ
(KUR'ÂN-I KERİM'İN HAKİKATLERİNDE TEVECCÜH)
Allah Teâlâ’yı Esma-i Hüsnâsı ile zikretmek, kalpteki
tecellilere mâni olabilecek her türlü fazlalığı ve yaramazlığı atmaya ve onun
nurlanmasına vesiledir. Fakat zikrullâhın kalbte meydana getirdiği bu huyların
görünüşü sonunda, mutlaka şu veya bu makam verilir veya şu dereceye erişilir
diyebilmek mümkün değildir. Meselâ, bir kimse Zat’ının ismi olan Allah ismi
şerîfi ile zikretmeye devam etse veya nefy ü İsbat olan kelime-i tevhid (Lâ
ilâhe illallah) ile zikir faaliyetini devam ettirse, bu yapılan zikirler, zikredenin
Allah Teâlâ yolunda bulunduğunu ifade etmekle beraber, mutlaka yukarı makam ve
derecelere yükseleceğini göstermez. Fakat kelime-i tevhid olan (Lâ ilâhe
illallah) kelimesini (Muhammed ün Rasûlüllah) ilâvesi ile zenginleştirir. Allah
İsmi şerifini Allah Teâlâ’nın Rasûlüne salâvat-ı şerife ile takviye ederse,
daha yüce mertebelere yükselmek için, ihvan durumunu daha çok kuvvetlendirmiş
olur. Zikir esnasında tarif edilen aralıklarla kelime-i tevhide (Lâ-ilâhe
illallah kelamına) (Muhammed ün Rasûlüllah) lafzını ilâve etmek, göğüs
kafesinin genişlemesine de vesile olur. Bu ifadenin ilâvesi ile meydana gelen
mânevî tesir, Allah ismi ile zikirden sonra yapılacak salâvat-ı şerife ile
takviyeden daha fazladır. Yukarıdan beri ifade edilen makamların hepsinde,
tilâvet kaidelerine uygun olarak okunan Kur’an-ı Kerim yükselişe vesiledir.
İhvanın ulaştığı bütün makam ve mertebeler Kur’an-ı Kerim vasıtasıyladır.
Bir mürşid, sâlike ne zaman
Kur'ân-ı Kerim'in hakikatinde teveccühte bulunursa, Allah Teâlâ’nın azamet ve
kibriyasının çadırı altında, o teveccüh bereketiyle bir takım sırlar meydana
çıkar. Kendisine teveccühte bulunulan sâlik, misal âleminde, Kâbe’nin
hakîkatini ve keyfiyyetini görür de tâ ki gördüğü bu hakikatten, Kur'ân-ı
Kerim'in hakikatine erer. Mürşidin teveccühü neticesinde, sâlikte meydana gelen
bu hal her şeyi muhit olan (kuşatan) Zat-ı Kibriya'nın sâliki kuşatmasının
başlangıcıdır. Bu makâmda, sâlik üzerinde. Allah Teâlâ'nın her şeyi kuşatmasına
benzer bir kuşatma meydana getir. Burada (Allah Teâlâ'nın kuşatması) sözünün
kullanılmasından maksat, O'nun saltanatına nisbetle kulun sahasının darlığından
kinayedir.
İşte bu makâmda sâlik
Kurân-ı Kerîm'in Batınını, (içyüzünü- sırlarını) anlamaya başlar. Yine bu
makâmda sâlik, Onun bir harfinin mânâsını bile denizler kadar coşkun ye engin
bulur Ondaki bir harfin sırrının, insanı maksadının kâbesine kavuşturacak,
kadar zengin olduğunu görür.
Burada acâib bir nükte vardır. Bu nükte de:
Kur'ân-ı Kerim'deki muhtelif kıssalar, birbirine benzemeyen muhtelif emirler ve
yine birbirine zıt görünüşte birtakım nehiyler; birtakım eşyanın sırlarının ve
inceliklerinin bulunuşu, maddî ve manevî mânâda nur ve zulmetin gösterilmesi...
Allah Teâlâ'nın hikmet ve kudretini sergileyen hitaplardır.
Çeşitli kıssalar ve enbiya (aleyhimûsselâm) ait hayat
hikâyeleri; cahil tabakanın bilgi ve görgüsünü artırmak ve insanların
hidayetine vesile olacak, şerîat hükümleri ile irşad'da bulunmak içindir.
Bununla beraber Kur'ân-ı Kerîm'in ibaresini meydana getiren harflerin
gizliliğinden acâib keyfiyetler, garip muameleler meydana gelmektedir. İnsan,
Kur'ân-ı Kerim'i bu makâmda okudukça- hayretten hayrete düşer, her harfinde
ayrı ayrı hikmet-parıltıları görür. O'nu okumaya devam edenlerin kalbi, O'nda
mevcut olan kudsî sırlar sebebiyle kuvvet bulur.
Kur'ân-ı Kerim'i okuyan kimsenin lisanı tıpkı meyve ağacı
gibidir: Hatta bunu hakkıyla okuyan kimsenin bütün azaları lisan kesilir.
Burada ilimler Kur'ân-ı Kerim'e nisbet edilmektedir. Bu nisbet her olgunluğun
yüceliğe nisbetine benzer. Nitekim. Kâbe-i Muazzamanın hakikatinin, azamete
nisbeti de-böyledir.
Allah Teâlâ'nın büyüklüğü,
O büyüklüğün altında bulunanların varlığına delâlet eder., Kur'ân-ı Kerim'in
hakîkati mertebesinde Kur'ân-ı Kerim'e ait genişliğin ancak ufak bir parçası
murakabe ve müşahede edilebilir. Allah Teâlâ'nın Zât'ının kelâmı olan Kur'ân-ı
Azimüşşan-ı hakkıyla murakabe mümkün değildir. Kur'ân-ı Kerim'in hakikatleri
makâmının feyiz kaynağı ve Vahdâniyyet heyetidir.
MÜRŞİDİN NAMAZ HAKİKATİ DAİRESİNDEN TEVECCÜHÜ
Kur'ân-ı Kerim'in hakikati
dairesinde teveccühten sonra, mürşid-i Kâmil olan zât sâlike namazın hakîkati
dairesinde teveccühte bulunur. Bu teveccüh buyrulan makâmda sâlik şerhi
sadır'ın (göğüs genişliğinin) olgunluğunu seyreder ve yaşar. Bu madamdan her
şeyi müşahede etmek mümkün olmakla beraber; ancak Allah Teâlâ'nın Zât'ının
görülmesi mümkün olamaz. Zira Zât'ının,
sırrını yine Zât'ı bilir.
Bu makâmda Allah Teâlâ'nın
sonsuz iltifatına boğulmaktan ve O'nun katında yüceliklere ermekten daha açık
bir iltifat olur mu ki, bu iltifatlar Kur'ân-ı Kerim'in hakikatlarından gelen
nice iltifatlardan ancak bir tanesidir. Kâbe’nin hakîkatlerindeki iltifatlar da
aynen böyledir.
Bu makâmda seyreden, kimseler Cenâb-ı Hakk'ın Zât'ını
değil, iltifatının çokluğunu ve tecellî sahasının genişliğini murakabe ederler.
Sâlik, namazla
gelen tecellî hakikatlarından zevk almaya başlayınca edâ ettiği namazları hep
bu zevk içinde yerine getirir, namaz içerisinde dünya zevk ve düşüncelerinden
tamamiyle kurtulur. İçini âhiret neş'esi kaplar. Sanki âhiret zevklerini görür
ve yaşarcasına manevî hazla dolu bir hâlin içine girer. Kemdisinde bu durum
hâsıl olan sâlik, iftitah tekbiri için ellerini kulaklarına doğru kaldırırken,
iki cihana (dünya ye âhirete] ait her şeyden ellerini yıkamış olarak kaldırır.
Allah Teâlâ’dan, başka her şeyi elinin arkası ile arka tarafa atar. Melik ve
Celil olan Allah Teâlâ'nın huzuruna (Allahü Ekber) diyerek durur. Bu duruş
esnasında huzuruna durduğu Yüceler Yücesi Allah Teâlâ'ya karşı hiçliğini,
acizliğini, fakirliğini ye hakîrliğini gözünün önüne getirir. Nesi varsa o
anda gerçek sevgili olan, huzurunda durduğu Allah Teâlâ'ya fedâ eder. Kur'an-ı
Kerîm'i okumaya başlayınca, sanki Cenab-ı Hak yânında imiş de O'nunla konuşuyormuşcasına
kendine dikkat eder. Okuyuşunu ve duruşunu bana göre tanzim eder. O esnada
Kur'ân-ı Kerim'i okuyan dili, sanki Tûr-u Sina'da Allah Teâlâ ile mükâlemede
bulunan Hazret-i.Musa aleyhisselâmın dilidir. Kur'ân-ı Kerim'i bu dikkat ve
hassasiyet özerinde okumaya çalışır.
Kur'ân-ı Kerim'i okuyan kimsenin dilinin, bir nevî, Turu Sina'da Allah
Teâlâ ile doğrudan mükâlemede bulunan Hazretti Musa aleyhisselâmın diline
benzer
Sâlik kıraatten sonra rüküa eğildiği vakıtte huşûnun
içine dalar. Bu noktada Allah Teâlâ’ya olan yakınlığın artması ile O'ndan başka
her şeye veda eder, ayrılır, tesbîh dualarını (Sübhâne Rabbiyelâzîm)
okumaya başlayınca, daha başka demlerle karşılaşır ve daha başka zevklerin
içine dalar. Daha sonra nâil olduğu bunca iltifat karşısında, Allah Teâlâ’ya
hamd ve sena etmekten kendisini alamaz ve (Semiallâhü limen hamideh)
diyerek basını yukarıya kaldırarak doğrulur. Yine Allah Teâlâ'nın huzurunda
saygıyla durur. Rükûdan sonraki doğrulmanın sırrı ve hikmeti ise, sâlik namaz
esnasında kıyamdan secdeye giderken Allah Teâlâ'nın azameti karşısında nefsini
yerlere atarak, küçülme ve tevâzuun ve boynu büküklüğün zirvesine ulaşmış
olmasıdır.
Kul, secde esnasında aldığı
zevki başka hangi ibadetinden alabilir? Akıl, secdenin yüceliğini ve
kutsallığını idrakten âcizdir. Denilebilir ki: Secde namazın özü ye
hülâsasıdır., Bu hususa Kur'ân-ı Kerim'den şu âyet-i kerîme ile İşaret
olunmuştur;
“Ey doğru yolda
olan! Sakın ona (Ebû Cehil’e) uyma. Sen secde et ve Rabbine yaklaş,”[106]
Bu hususta Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem de bir
hadîsi şeriflerinde şöyle buyuruyor:
“Secde eden kimse, yaptığı secdeyi (sanki) AllahTeâlâ’nın
ayaklarına yapar.” [107]
Sâlik, secdesinde maksadına
ermenin zevki içinde bulunur. Bundan sonra da (Allah'ü Ekber) diyerek başını
secdeden kaldırır. Burada okunan (Allah'ü Ekber) lafzı, ibâdete lây'ık O’ndan
büyük ilâh bulunmadığının ifadesidir. O'na hakkıyla ibâdet etmek mümkün
değildir. O kuluna, kulunun O'na ve bizzat kendisine olan yakınlığından daha
yakındır. İki secde arasındaki oturuşta, sâlikin O'ndan bağışlanmasını dilemesi,
O'na hakkıyla kulluk edememenin ve gereği gibi yakın olamamanın eziklik ve
eksikliğinden dolayıdır. Bundan, sonra yakınlığını dileyerek kul ikinci secdeye
varır. Burada da teşbihlerini ve temennilerini tamamladıktan sonra, tahiyyat
için oturur. Kendisine, namaz gibi yakınlığına vesile olan bir iltifatı layık
gördüğü için, O'na ve ikramına şükür ve teahiyyeleri okur. Arkasından da
kendisine ve habîbine olan imânına karşı iki şehâdet getirir. Böyle bir
iltifata nâiliyyet ve yakınlığının devletine lâyık görülmek, tevhîd ve şehâdet
kelimeleri ile tasdik etmeden huzurundan ayrılmamayı icab ettirmektedir.
Habibi Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem üzerine salât ve selâm okumaya
gelince: Bütün bu nimet ve iltifatlara kul, Habîbinin vasıtasıyla sahib olduğu
İçindir. (Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme bağlı olmayan kimsenin Allah
Teâlâ'ya bağlanabilmesi, Habibine uyamayan kimsenin Allah Teâlâ'ya uyması mümkün
değildir. Allah Teâlâ'ya giden kulluk yolu Efendimize ümmetlîk yolundan geçer.)
Allah Teâlâ namazı
İbrahimiyyet makâmı olarak seçtiği için, Rasûlüne getirilen salât ve selâm da
Haliline (Hz. İbrahim aleyhisselâma) de salât ve selâm getirilmektedir. Zira namazda
gerçek sevgili olan Allah Teâlâ ile halvet olma hali vardır. Ayrıca Halîlinin
saltanat makâmı olan namazda Allah Teâlâ'ya niyaz vardır, O'nunla başbaşa
sohbet vardır, kaynaşma ve sevgi vardır. Habibine de ayrıca salât ve selâm
okurken, Halili ile kendi arasındaki dostluktan nasib istenir. Öyle dostluğa
lâyık olma temenni ve niyaz edilir. Hami gibi gözde olmak için yalvarılır.
Gerçekten de namazı dosdoğru kılan kimse Allah'ın gözdesi olur.
Ey sâlik ,
Bilmiş ol ki: Sâlik
namazını sünnet ve edeplerine riâyet ederek eda eder. Hakkıyla eda edilen
namazda, namazı kılan kimse kıyamda iken secde edeceği yere, rükü'da
ayaklarının üzerine, secdede burnunun iki yan taraflarına, oturuş halinde
kucağına ve uyluklarının üzerine bakar. Diğer edep ve rükünlerin hepsine de
böylece riâyet eder.
Namaza âit ne kadar hakikat
varsa, hepsini de açıklamak lâzımdır. Huzuru te'min ve dikkatleri bir araya
toplamak için, teveccühle birlikte gözleri de yummak zikir; rabıta ve
murakabe esnasında gerekli olduğu halde, namaz kılarken gözlerin yumulması caiz
değildir. Latifelerin huzura kavuşması için icap edeni yapmak lâzımdır. Fakat
rûhânî bir tecellî, için göz kapamaya da mutlak ihtiyaç bulunduğu söylenemez.
Namazda yalnız latifeler değil, bütün azaların huzur ve sükûna kavuşması
lâzımdır: Öyleyse azaların huzuru, gözü yummakla değil, namaz
içerisindeki edep ve sünnetlere riâyet etmekle temin edilir. Tasavvuf
ehlinden bazıları (huzuru temin ve dikkatleri toplamak için —namazda bile bile— gözün kapanması faydalıdır demişlerse
de bu doğru değildir.
Hülâsa namaz içerisinde
gözleri yummak bid'âttir. Kur'ân-ı Kerîmi namaz içerisinde dinlerken de durum
böyledir. Eğer O'nu güzel sesli bir okuyucudan dinlerseniz velayete mahsus
huzur, tecellî ve cezbe halleri meydana gelir. Eğer tecvid kaidelerine hakkıyla
uyarak okuyan ve fakat sesi güzel olmayan bir okuyucudan dinlerseniz yine
Kur'ân-ı Kerim'e âit olan manevî hakikatler ortaya çıkar. Hakkıyla, eda edilen
bir namazın ise kalp ile ilgisi olduğu kadar, velayete mahsus bulunan hallerle
de ilgisi vardır,
Kur'ân-ı Kerim, harflerin çıkış
yerlerine riâyet edilerek ve tecvid kaidelerine uygun bir biçimdede okunursa (isterse
okuyucunun sesi yeterince güzel olmasın) okuyan ve dinleyen kimselerin birtakım
hakîkatilara mazhar olmalarına vesîledir.
MÜRŞİDİN SIRF MUKADDES MA’BUDİYET
DAİRESİNDEN TEVECCÜHÜ
Mürşidi Kâmilin (Sâlike)
namaz dairesinde teveccühünden sonra, bu sefer de teveccühünü Sırf Mukaddes
Ma’budiyet mertebesine çevirir. Bu makâm öyle yüce bir makâmdır ki burada
Sâlikin ayaklarının bağı çözülür; Makâmın zirvesinde aczin doruğuna
çıkar."Yine bu makâmda sâlikin seyri (manevî yolculuğu) sona
erer. Sâlik burada kulluk makâmlarını bir bir dolaşır. Bu makâmın yolculuğu
görerek meydana gelir. Ne zaman mürid bu mâkamda Sâlike yönelişte bulunursa; bu
yönelişle sâlik kendi nefsini görür. Sâlikin nefsini gördüğü yer çok yüce, çok
nurlu bir makâmdır. Ne zaman nefsinin bulunduğu o yüce ve nurlu makâma
seyretmek (gitmek) İstese, bir türlü gidemez: Neticede anlar ki bu makâm
gidebilmesi mümkün olmayan Sırf Mukaddes Ma’budiyet (kulluk) makâmıdır, Bu
makâmda yolculuk ancak nazarla (bakmakla) yapılabilmektedir, O nazaar ki sâlik
onunla seyrine açık olan istediği yere bakar. Bu makâmda (Lâmâ'bûde illallah)
mübarek kelimesinin sırrı ortaya çıkar. Bundan anlaşılmaktadır ki, Allah
Teâlâ’dan başka kulluk yapmaya lâyık ve müstahak bir ilâh mevcut değildir.
Nasıl olur da mahlûk, Hâlik yerine geçebilir? Bu makâmda seyreden kimsede
şirkten eser kalmaz. Kulluk ile İlâhlık, bu makâmda birbirinden ayrılır da kulluk
ve ibadete yegâne lâyık olan Allah Teâlâ'ya, sırf ibadete lâyık ve müstahak
ilâh olduğu için yapılır.
HAKAİKİ ENBİYAİYYE
(Nebilerin hepsine dair müşterek hakikatler)
Bütün nebilere âit hakikatler Hz. İbrahim, Hz. Musâ, Hz.
Muhammed ve Hz. Ahmed aleyhisselâm [108] ile ilgili hakîkatlardan
ibarettir.
İlâhî hakîkatlarda
yükselebilme, sâlikin faziletinin derecesine bağlıdır. Nebilere âit hakikatlarda
yükselebilme ise sâlikin muhabbetinin derecesine göredir.
Ne zaman mürşid sâlike
İbrâhimî hakikat dairesinden teveccühte bulunursa, sâlik bu dairede zatî olan
murakabeyi yapmalıdır. Zira zatî olan murakabe İbrahimî hakîkatların kaynağıdır.
Bu dairede yapılan mürakabede, mürşidin teveccühünün bereketi ile sâlike büyük
sırlar ve mühim gerçekler ikram edilir. Bundan sonra da Allah Teâlâ'nın
dostluğundan ibaret olan bu makâmın tecellîler sâliki nura boğar. Yine bu
makâmda Allah Teâlâ ile kul orasında husûsî surette bir dostluk ve yine O'nun
dostluğu ile beraber, husûsî halvetler meydana gelir. Bu makâmda meydana gelen
tecellî tezahürleri ve daha bir takım hususiyetler, başka makâmlarda
görülmemekte ve kazanılan lütuflar da başka makâmlarda kazanılmamaktadır. Yine
bu makâmda sıfat'a âit mahbûbiyyet meydana gelmekle, Hakîkatı Muhammediyye ve
Hakikati Ahmediyye makâmında ise zatî olan sevgililik ortaya çıkmaktadır. (Allah
Teâlâ Hazretleri Zâtına mahsus olan tecellîlerini sevdiği gibi sıfatına âit
olan tecellîleri de sever) demektir.
Birinci kısma Hakikati
Muhammediyye ve Hakikati Ahmediyye denilir.
İkinci kısım ise, her ne
kadar Hakikati ibrahimiyye kısmına girerse de, Haliliyyet (dostluk) İsmi bu
kısımdan meydana gelmiştir. Bu makâmda sâlike Allah Teâlâ'nın Zâtı ile beraberlik
ünsiyyeti ve muhabbeti hâsıl olur. O'nun Zât-ı ile ünsiyyet ve muhabbete nail olan kimse, yine onun Zât'ından
başkasına yönelmez. Salikin O'nun sıfatından esmâsından veya mürşidi kâmilin
himmetinden beklediği tecellî ziyaretleri bile Olsa...
Yine o kimse için O'ndan
(Allah Teâlâ’dan) başkasından yardım istemek, O'ndan başkasına sığınmak ve
O'ndan başkasından bir şeyler beklemek doğru olmaz. İsterse bu isteyeceği
şeyler birtakım mukaddes varlıkların ruhları ve hatta melâikeler olsun. Bu
makâmda sâlikin ilerlemesi için en müsâit olan şey İbrahimiyyete mahsûs bulunan
salâvatı şerifeleri çok çok okumakladır.
KÂMİL MÜRŞİDİN SIRF ZATÎ MAHBUBİYYET DAİRESİNDE TEVECCÜHÜ
Kâmil mürşidin sırf
mukaddes mâbüdiyyet mertebesi dairesinde teveccühünden ve neticelerinin
izahından sonra, yine kâmil olan mürşid Sırf Zâti olan sevgi dairesinde
teveccühte bulunur da, bu dairede seyreden sâlike, zatî olan murakabe emir ve
tavsiye edilir.
Bu daire, Mûsâviyyat
hakikatinin kaynağıdır. Ayrıca: Zatî olan, Zâtına mahsus sevginin kaynağı bulunmaktadır.
Bu makâmın keyfiyeti tam bir kuvvet ve iktidara birlikte; sâlike ikram edilmiş
bulunmasıdır. Hakk Teâlâ’nın Zât'ının
ecrine itaat ve icâbeti bu makâmda ortaya çıkar, Hakikat-ı Mûsâvîyye işte bu
dostluktan ibarettir.
Musâ aleyhisselâma olan dostluğun
isbatından bahseden bazı tasavvuf büyüklerine gelince: Onlar diyorlar ki; Eğer
sâlikin muhabbetten maksadı Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme olan
muhabbet ise, bu kimsenin muhabbeti, O'nun dostluğundan meydana gelmektedir.
Gerek nübüvvet, gerek
risâlet, gerekse ülûl Azîm velayetleri mertebeleri dostluk olmadan
kazanılmaz. Büyük nebilerin hepsi, Allah
Teâlâ'ya dost olmuş ye sevilmiş kimselerdir. Onların yolları dostluk yolu olup,
bu tâbir maksadımıza uymayan bir ifâde değildir. Muhakkak ki, Hakîkati Musâviyyenin
de hakîkati Hakikati Ahmediyye makâmında, Zât'ı
Ulûhiyyetine mahsus bulunan mahbûbiyyetten ibarettir.
Bu husus üzerinde durulmalı
Ve düşünülmelidir.. Bu makâmda husûsî bir durum ortaya çıkmakladır. Kendi
ihtiyarı ve dilemesi olmadan Musâ aleyhisselâmın dilinden şu ibâre aynen ifade edilmektedir:
“Ey benim Rabbim!
Kendîn göster de Sana (doya doya) bakayım.”[109]
Buradaki dostluğun
hususiliği mahbûbiyyet makâmında cereyan etmiş olmasından dolayıdır. Yine
burada hayret edilecek diğer bir hususta Zât'ı Uluhiyyetine mahsus
olan muhabbetin bu makâmda meydana gelmesiyle, varlığı
zât'ı Ulûhiyyetinden olan muhabbet için kimseye muhtaç bulunmamasıdır. Bu
durum ise iki zıddın bir araya gelmesi gibi bir şeydir. Zira Allah Teâlâ hem
yarattıklarından hiç bir şeye ve hiç bir kimseye muhtaç değildir. Hem de kaynağı
Zât'ı ülûhiyyeti olan muhabbeti, enbiya ve kullarından muhabbetin aldığı
kimseler ile karşılıklı olarak alış veriş halindedir.
Bazı yerde Musâ
aleyhisselâmdan sadir olan ve Zât'ı ülûhiyyeti ile Musâ aleyhisselâm arasındaki
muhabbete delâlet eden ifadelerin, sırrı, böylece bilinir ve anlaşılır hale
gelmektedir. Meselâ bu hususta Kur'ân-ı
Kerîm' de:
“Bu ancak Sen'in bir
imtihanındır” [110] buyurulmakta ve yine
Kur'âm Kerîm'de:
“.. beni öldürmelerinde
korkuyorum”[111] buyrularak, Musâ
aleyhisselâmın dostuna sığınışı dile
getirilmektedir. Şu, salâvatı şerîfe, bu makâmda bir yükselme vesîlesidir.
(Allahümme sali alâ
Muhammedin ve alâ âlîhı ve eshabihî
ve âla cémîlenbiya-i
velmûrselîn)
MÜRŞİDİN HAKİKATLER HAKİKATİ OLAN
HAKİKATİ MUHAMMEDİYE DAİRESİNDE
TEVECCÜHÜ
Cenab-ı Hakk'ın Zatî
dostlusunun görünmesinden sonra, kâmil mürşid olan zat hakikatlerin hakikati
dairesinde teveccühte bulunur. Bu daire, Hakikati Muhammediyye dairesidir. Bu
makâmda Zatî murakabe ile emr'e gelince; Habîbinin zatî varlığı, kendi Zatî
varlığının sevgilisi olup, o'nu kendisine dost kabul etmesinden dolayıdır.
Hakikati Muhammediyyenin
kaynağına gelince: Dostlukla beraber, o dostluğa uyumluluğun sâlikte meydana
gelmiş bulunmasıdır. Şu makâmda iki ayrı hâlin bir arada meydana gelişi,
hakikati Muhammediyye için husûsî bir durumdur. Bu meseleyi yazı ile isabetli
bir şekilde anlatabilmek mümkün değildir. Bu makâmın tecellîsinin şereflisi
olan zât için, mukaddes bir derece olan bu makâmda gerek fena ve gerekse baka
hali hâsıl olur ve husûsî olarak bu makâmda Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem ile beraber olması ve birleşmesi kolay hâle gelir. Yine Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve selleme tabî olmakla, sâlik bu mertebeye; (Hakikati
Muhammediyye mertebesine) vâsıl olur. Muhabbetin dışa taşan sırlarından fitneye
sebep olacak lâfızların sırları bü makâmın teveccühüne eren kimseye keşfolur.
Yine bu makâmda bazı tasavvuf büyüklerinin muhabbetle ilgili halleri dikkati
çeker. O dikkati çeken hâlin, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ile beraberliğe
ve neticenin tek sevgiliye âit ye dönüşü bulunduğuna yine neticede şâhid
olunur. Muhabbet (sevgi) lerin hepsi, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
muhabbeti (sevgisi) ile meydana gelir. Bütün muhabbetlerin kaynağı Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin hakikatidir. Bütün bu anlatılanlardan sonra,
tarikatın imâmı ikinci bin yılın yenileyecisi, Ahmed Farûkî-ı Serdendi
kaddese’llâhü sırrahu’l azîzin şu sözü daha İyi anlaşılabilmekledir.
“Ben Allah Teâlâ'yı Muhammed sallallâhü aleyhi ve
sellemin Rabbi olduğu için çok seviyorum.” Bu ifâdelerde Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve selleme benzemenin ve O'na mensup olmanın isabeti işaret
edilmektedir. Gerçekten de (az olsun, çok olsun; dünyaya âit otsun, âhirete
mahsus olunsun), bütün işlerde, bilhassa Kitap ve Sünnet ile emel hususunda,
her ikisinden de kuvvet bulmak için, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme
hakkıyla uymak ve bağlanmak lâzımdır.
Ey sâlik, bu hususta gözünü
iyice açmalısın.
MÜRŞİD-İ KÂMİLİN AHMEDİYYE DAİRESİNDE SÂLİKE TEVECCÜHÜ
Mürşid-i kâmil, hakikati Muhammediyye dairesinden sonra,
hakîkat-i Ahmediyye dairesinde teveccühte bulunur da, yine zatî olan murakabe
ile emreder. Çünkü o zât, O'nun Zât'ının ve menşeinin mahbûbudur. Bu dairede
bir takım nurların parıltıları ile beraber yüce bir nisbet hâsıl olur. Bu
nisbet Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemdir. Bu dairenin içerisinde de bir
takım sırlar vardır. Bu makâmda, sâlikte
zatî olan mahbûbiyyet gelişir. Nitekim sıfata mahsus olan mahbûbiyyetin
inkişafının dostlukta olduğu gibi
Zât'a; mahsus bulunan mahbûbiyyetin manasına gelince: Mahcubun
sıfatındaki güzelliğe rağmen, onun manevî şahsiyyeti olan Zât'ına âit
mahbûbiyyettir. Bu durumun hali, haz ve dostluktan meydana gelen neş'e gibi
şeylerden ibarettir. Gerek neş'e, gerekse haz muhabbet icabı meydana gelen
hallerdir.
Aşkın icâbından olan bir
şey, muhabbetin de îcâbındandır. Bu makama münasip olan salâvatı şerîfenin
okunması sâlikin terakki (yükselme) sine vesile olur:
“Allahümme salli alâ
seyyidina Muhammedin ve alâ âlihli ve eshabihi efzalü salâvatüke adede,
malûmatîke ve bârik veselllim.”
SIRF (CENAB-I HAKKIN) ZÂT'(IN)A MAHSUS OLAN MUHABBET
Kâmil mürşidin, sâlik
(mürid)e Hakikati Âhmediyye dairesinde teveccühünden sonra, sırf zâtî olan
muhabbet dâhilinde teveccüh eder, Bu makâmda, sırf zatî olan sevginin murakabesini
emreder. Yine bu makâmda nisbeti bâtihiyye (gizli), maddî renklerden ayrılış
ve filce yüce kemâlât sırlarının görünüşleri meydana çıkar. Bu mertebe, aynî
olmayan Mutlak Hazret'e daha yakındır. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme
âit olan makâmlardan bazıları ile diğer enbiya-i izâma (Aleyhimüsselâm) âit
olan hakikatler bu makâmlarda tesbit ve zapt edilememiştir.
İmâmn Rabbanî'ye göre,
mânânın, evvelî aynî olmayan Mutlak Hazrete katılan mânâdır ki, o da muhabbetin
teayyünüdür. Mücedidid bu birinci teayyûnü, hakîkatî
Muhammediyye (sallallâhü aleyhi ve sellem) içinde ifâde etmiştir.
KÂMİL MÜRŞİDİN SÂLİKE LATEAYYÜN
MERTEBESİ DAİRESİNDE TEVECCÜHÜ
Mürşid-i kâmilin sâlike
sırf zâti olan dostluğa yönelişinden sonra, bu defa da Lâteayyün mertebesi
dâhilinde teveccühte bulunur. Bu makâm da, yine Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellemin makâmlarından birisidir. Bu makâmın seyri, devamlı yolculuk değil,
seyr-i nazarîdir. Fakat bu makâmın yokluğunda nazar ne tarafa olur. Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve selleme mahsus olan bu nazarı (olan manevî yolculuğun) yön ve hedefini
yine kendisinden başka kim bilebilir.
MÜRŞİD-İ KÂMİLİN SALİK (MÜRÎD)E SEYFİ KAT’İ DAİRESİNDE TEVECCÜHÜ
Kâmil, mürşidinin sâlike, Lâteayyün makâmında gözükmesinden
sonra, bu sefer de Seyfi katı makâmı dairesinde yönetişte bulunur.
Ey sâlik!
Bilmiş ol ki: Bu seyfî kâtı
makâmı, velayeti kubra makâmının
hizasında bulunmaktadır. Bu makâma Seyfi Kâtî denilmesinin sebebine
gelince Sâlik ayağını bu makâma basınca, keskin bir kılıçla keser gibi
varlığını keserek, manasından ayırır ve vücudunun manasından arta kalan kısmını
yok eder. Yalnız vücuda âit olan isim ile eser kalır, işte bunun içindir ki bu
makâma Seyf-i Kat’i makâmı denilmiştir.
MÜRŞİD-I KÂMİLİN SALİK (MÜRİD) E KAYYUMÎYYEÎ MAKÂMINDA TEVECCÜHÜ
Kâmil mürşidin sâlike Seyfi
Kat’ı mertebesi dairesinde teveccühünden sonra, bu defa da Kayyûmiyyet
makâmında yönelişte bulunur. Kayyûmiyyet makâmı ise, Ülûl Azim (Enbiyanın)
kemâlâtı dairesinde meydâna gelmektedir. Bu makâmın sırrına gelince:
Kayyûmiyyet makâmı; Ülül
Azim derecesinde bulunan nebilere âit bir saltanat mertebesidir, Allah Teâlâ bu
saltanatın mirasını, bu ümmet içerisinde yalnız, ikinci bin yılının yenileyicisi,
Ahmed Farûkî-ı Serhendi kaddese’llâhü sırrahu’l azîz Hazretlerine. O'nun mânevi
evlât ve halifelerine, husûsî surette vermiş bulunmaktadır. Nitekim büyük
Mürşid Abdullah Dehlevî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz Hazretleri bu makâma
erişmiş kimselerdendi. Zamanının manevî hizmetçisi ve kutbu idi. Her kime ki,
Allah Teâlâ bu kayyûmiyyet saltanatının makâmını ikram ederse, o kimseye bir
mürşidin teveccühünün vasıta olmasına ihtiyaç katmaz, kayyûmiyyet makâmına âit
bulunan sırlar ve haller, Allah Teâlâ ile bu makâma erişen zât arasında
vasıtasız olarak alınır ve verilir. Bu makâmın hallerini ve sırlarını dil ile
anlatmaya kalkışmak doğru olmaz,
Bu yüce daireden husûsî
surette feyiz alma şerefine nail olan zât'ın derecesinin yüceliğini anlatabilme
hususunda akıl yeterli olamamaktadır.
MÜRŞİD-İ KÂMİLİN SÂLİKE ORUCUN HAKİKATİ MAKÂMINDA TEVECCÜHÜ
Kâmil mürşidin sâlike
Kayyumiyyet dairesinde görünmesinden sonra, bu sefer de orucun hakikati
dairesinde teveccühte bulunur. O oruç hakikati ki, manevî mertebesi, Kur'ân-ı
Kerim mertebesi hizasındadır. Kâmil mürşid sâlike merhamet ve himmet ederek,
oruç makâmından teveccühte bulununca, ölçü ile ifâde edilemeyecek kadar küçük,
zerre misâli, merhamet ve himmet sâlik için kifayet eder.
Bu yüce hakikatin eserleri,
nurları, acaib görünüşleri ve halleri aklın sınırlarını aşmaktadır. Bu makâma
eren sâlikte hususi bir yokluk meydana gelir ve husûsî bir samediyyet makâmı
zahir olur. Gene bu makâmda sâlikte erişilmesi çok güç olan manevî zevkler
meydana gelmiş, bu makâmın seyrinde olanlar, dibi bulunamaz derinlikte denize
dalmışlar, açıklanabilmesi ve anlatılması mümkün olmayan sırların sahibi olmalarıdır.
İşte bu anlatılanlar, yüce
tarikat makâmlarındaki manevî yolculuğa dâir izahlardır. Allah Teâlâ
Hazretleri nihayetsiz lütuf ve keremi île bu yolda sadakat gösterenleri, bahsi
edilen derece ve makâmlarla şereflendirsin. Bir kimse ömrünün tamamını böyle
bir lütuf ve ihsana nail olduğundan, dolayı şükretmekle tüketse ve nefsinin
tamamını bu yolda harcasa varlığını, şan ve şerefini, toprak gibi hor hakîr
kılarak ayaklar altına verse, yine de bu lütfün şükrünü hakkıyla edâ etmiş
olamaz. Ancak binlerce insandan birisidir ki, lütuf ve kerem sahibi olan Allah
Teâlâ'nın yardımı ile şükrünü edaya muvaffak olur. Yoksa insanoğlunun
vücudundaki her kıtın ayrı ayrı dili olsa da, hepsi birden kendisine ikram
edilen lütufların şükrünü edaya çalışsa, belki Allah Teâlâ'nın sonsuz nimet ve
iltifatından ancak birisinin şükrünü edaya muvaffak olabilir. Gerçek olan
bundan başkası değildir.
El eman, el eman, el
eman... (Allah Teâlâ’m. Her hususta Sana güveniyor ve sana sığınıyorum.)
Senden hakikî iman ve
hakkiyle iman etme gücü istiyorum.
Ey Aziz, Lâtif ve çok
acıyan Yüceler Yücesi Rabbim! Rahman ismi şerifinle isimlenen Rahman sûresi
hürmetine (dualarımızı kabul eyle.)
Sonsuz Rahmetin ve sayısız
nimetinden dolayı şükür ve minnetin tamamı ve devamı sana'dır. Gerek gizli,
gerekse açıktan ve lâyık surette yapılan bilcümle salât ve selâm yaratılmışların
en değerlisi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme olsun.
Amîn, Yâ Muin, bi hurmeti
Seyyidil mürselin...[112]
NİSBET-İ HIFZIN KEYFİYETİ:
Nisbetin hıfzı, Nakşibendîlikte büyük şart
olmasının sebebi şudur:
Nisbetin manası, mürşidin müritten aldığı
ahid ve tâlim eylediği zikr ve ubûdiyyetten ibarettir. Bu manaca nisbet,
tarîkatın aynîsidir. İhvan bu nisbeti hızf etmezse, tarîkatı hıfz etmemiş
olur. Tarîkatı hıfz etmeyen ise, tard olunur. Bu veçhile Allah Teâlâ’ya yakın
olamaz.
“Fikrini
zikre, zikrini kalbe, kalbini de mürşide ayna yapıp, Hakka rapt edesin ki, bu şekilde
varlığını verip, intisap sahibi olasın”
Mürid, mürşid ile yaptığı ahd ü misakın ve
öğrendiği zikir ve ibadet âdabının icaplarını yerine getirmekte sebat edecek ve
bu âdâb ve ibadetlere tamamen alışıp, mânevi haz duymuş olacaktır. İhvan
vazifesinden en küçük bir hususu terk etmeyecek ve mürşid tarafından kendisine
verilen derse hiç bir şeyi ziyade kılmayacak ve mürşidi her hâl u kârda kendisine
kılavuz bilecek, aynı zamanda her türlü feyz ve fütuhatın mürşid vasıtasıyla
olabileceğine inanacaktır. Eğer ihvan, mürşidden aldığı bir emri terk ederse
ahdini bozmuş, sözünden dönmüş ve dalâlete düşmüş olur. O takdirde mürid, mürşide karşı özür
dileyecek ve yeniden ahd ü misak edecek ve nisbeti yenileyecektir.
“Sâlik başlangıçta inancını tam teslimiyetle
bir pîre teslim edip her emrine itaat ve hizmet ve ihtimam ile çalışırsa yolu
Hakk’a gider. Lâkin otuz, kırk günde pîrim himmetiyle irşâd olurum deyip azm
ile zikri ve fikir ile çalışır ve gönlü acele ile Hakk’tan tecellî-i cemâl ümit
eder. Lâkin istediği gibi, nefsin muradı hâsıl olmayıp zamanla zikr ve fikrini
terk eder, sonra şeyhine gücenip birkaç gün bu hâle sabır edemeyip şeyhin
mahremlerine ve hadimlerine şeyhten şikâyet ettikte, o -azîze onun
şikâyetinden haber verdiklerinde tebessüm edip cevap vermez. Sonra bir zaman
geçtikten sonra şeyhinden yüz döndürüp ahbaplarına, akrabasına ve akranına
söyler ki,
“Bizim şeyhimizi ben tasarruf sahibi bir mürşid-i
kâmil zannederdim. Lâkin zannım gibi değil imiş. Bende bu ilim, fazilet ve
ciddi çalışma, amel ve kabiliyet var iken, beni terbiye edip insân-ı kâmil
edemedi. Şimdi bildim ve anladım ki, onlar dahi benim gibi âciz ve zayıf imiş.
Abes yere zahmet verip gönlümüze ağırlık verdiler” dedikte, onun küstahlığına
nazar etmeyip yine onun ıslâhına hüsn-i teveccüh olurlar. Bu esnada o mürit,
şeyhi ziyaretine vardıkta, onun bu makama uğradığını bildiğinden dolayı lutf
ile muamele edip nasihat ile rıza makamına delil olup Hakk yoluna rağbet
ettirip ve bazı hizmet teklif edip onu imtihan eder. Ama o sâlik kulağına
girmeyip nasihati kabul etmez ve hizmetini görüp rızasında bulunmaz. Huzurunda
ve arkasından küstahlık edip şeyhe itiraz ve atma tutma yapıp aklî deliller ve
naklî ile -azîzi töhmet altında bırakmaya çalışır. O, onun hâlini ilhâm-ı
rabbaniyle bildikte, Hakk’ın izni ile onun terbiyesinden fariğ olup gönlünden
çıkarıp nefret eder. O sâlik meclisten gidip evvelki fitne ve fesadına koşarak
nefsine tâbi olup gider.
“Saadet sahibi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemin ortaya çıkışında, Ashâb-ı Kiram Hazretleri radiyallahü anhüm birlikleri
tam ve noksansız idi. Ama nübüvvet kemâl buldukça hepsinde kalplere
kabiliyetler geldi. Birbirine rekabet lâzım geldi. Aralarında neler neler oldu.
Siyer kitaplarında bunlar yazılıdır. Okuyanlar durumu bilirler. Üç ve belki de
dörtte biri aynî mümin. Diğerleri münafıklığa düştüler. Benzetme olmasın da,
bizim de bugünkü hâlimiz böyle. Her gün fukara (dervişler) arasında uydurma,
düzme ve yalan sözler zuhur etmektedir ki, işiten hayrette kalır. Hâlâ içimde
gizli olan, tekkede olanların hepsini def edip, dışarıdan görevle bir imam ve
müezzin tedarik ederek ve avam şeklinde bir hizmetkâr bulmak. Hakkı arayanlar
da, rüyası ve derdi olduğunda gelsin; haberini alsın; gitsin. Başka çaresini bulamadım.
Kime gönül bağlıyayım?”
“Ne hâldir bilinmez. Zamane müridleri kendi hâllerini ve
gayretlerini bilmeyip, mürid iken mürşid gibi davranırlar, batınî ve mânevî zevkimiz
yok derler. Subhânallah! Hastasın; hastalık sıfatı, illetle meydana gelir.
Hastalık olmasa, hasta olma hâli nasıl belirirdi? Behey deli! Akıllıyım
dersin, mürşidin işlerine tarizde, itirazlarda bulunursun. Ya Hazret-i Allah
Teâlâ’dan utanıp, evliyâullahtan hayâ etmez misin? Halife-i zatî, işinde
kimseye bağlı değildir. Doğru yanlış sorulmaz. O’nun işi zâtını ilgilendirir.
Soru ve cevap kendisinden kendinedir. Çünkü mürîd oldun. İhtiyarî ölüm tahsil
et. Bu suretle nefsini bilip, sıddık sıfatıyla nitelenmiş ol. Yoksa mecâzî
hayatta ne yola çıkarsın, behey gafil. Adın Ahmed, Mehmed; Mustafa diye onurlanırsın.
İşin ise, gafil işi. Utanmaz mısın? Gaflet sahiplerinin yanında ne söylersin?
Onlar hayrı şerri bilmezler, ihtiyarî ölüm (Ölmeden evvel ölünüz hadis-i
şerifine işaret ediyor.) sahibi olup, bu mecâzî varlıktan kurtulup, gafletten
uyanmamışlardır. Uykuda konuşan, sayıklar. Onun sözüne itibar olunur mu?
Uyanık (kalıp gözü açık) olanlar, saçma sapan sözler söyleyenlere gülerler.
Uyanıklık kılığına bürünmüşsün. Hakikâten uyanık olanlara merhamet etmez
misin? Bu halini ârif-i billâh olanlar görüp: “Taş atan bizden, attıran
bizden değil” demişler.”
SON SÖZ
Gavs’ül-âzam İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak Efendi
Hazretleri son sene yapılan hatimlerinde ve sohbetlerinde genellikle aşağıdaki
kelamları çok söylemiştir.
***
“İki âlemde tasarruf ehlidir ruhu veli
Deme kim bu mürdedir, bunda nice derman ola
Ruh şimşiri Hudâ’dır ten gılaf olmuş ana
Dâhi âlâ kâr eder bir tığ kim üryan ola”
***
“Biz bize teslim olan,
ihvan-ı Allah Teâlâ’ya teslim ederiz.
Yarın kıyamet günü Ondan isteyeceğiz”.
“İyiyiz Gardaşım! Geldik gidiyoruz, bizim ihvanımız bizim
ruhaniyetimizden ayrılmadıkça ve birbirlerine karşı aynı minval üzere
olurlarsa onları almadan cennete girmeyeceğime size söz veriyorum” [113]
“Gardaşlarım
“anlayana sivrisinek saz, anlamayana
davul zurna az”
“Gardaşlarım! Bakıyoruz bazı kimseler
kendiliğinden şeyhlik ediyorlar. Tevbekâr olmadan ölen fahişe kadınlar gibi
ellerinde bıçaklar ile kendilerini doğrayacaklar. Kendiliğinden şeyhlik
edenlerin hali, mahşer yerinde onlardan
beter olacak. “
Her
mürşide dil verme kim yolunu sarpa uğradır
Mürşidi
kâmil olanın gayet yolu asan imiş
Bu rivayetler çok kişinin şahit olduğu bir durumdur.
Bu nedenle Efendi Hazretleri Hakk’a yürümesinden sonra, ihvanın hemen şeyh arama
sevdasına düşüp hata etmemeleri için çok uyarmıştır. Fakat ihvan-ı kiramdan
birçok kişi, hemen bir kişinin eteğine yapışmamız gerekir diye bir kargaşa
ortamı oluşmasında etkili oldular. Bunun neticesi de, ihvanın dağılmasına ve
tarîkatın zayıflamasına sebebdir.
Eğer gerekli bir durum olsa idi, Efendi Hazretlerinden
daha vefalı bir kişi bulunmazdı. O birisi için “sizin şeyhiniz bu oldu”
deseydi, o kişinin önüne çıkan da olmazdı. O’nun yarım asır hizmet ettiği
insanların perişan olmalarını istemeyeceği muhakkaktır.
Efendi Hazretlerinin zahiren irşad hilâfeti bırakmamasının
muhakkak bir emirle olduğu kesindir. Çünkü Hz. Ebûbekir ve Hz. Ömer radiyallâhü
anhümanın halifelik seçimindeki iki yoldan Hz. Ömer radiyallâhü anhın
dolayısıyla Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin yolunu tercih etmiştir. Bu
yol zamanın ve insanların istikametleri ile olan tercih olduğundan ileride
zuhur edecek hadiselerde, Allah Teâlâ zatını göstermiş olmaktadır. Çünkü Hz.
Osman radiyallâhü anh dönemindeki fitnelerde, insanlar hep kendilerinde suç
aradılar. Hz. Ömer radiyallâhü anh’aya ise emanet olarak verildiğinden olacak
hadiselere kefalet Hz. Ebûbekir radiyallâhü anh olmuştur. Kötü bir durum da
hâsıl olmamıştır. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin halifelik vazifesini
ümmetine tevcih ve terk etmesi ise, halifelikte sünnet olacak bir hususun
öğretilmesidir.
Ancak bazı yerlerdeki vazife kelimesinin, mutlak manada
irşad ile anlaşılması düşündürücü bir durumdur. Bazı vazifelerde bir mürşidin
vazifeleri ile o kadar örtüştü ki irşad ile benzeşti. Vazifeli kişiler,
vazifelerindeki ahkâmı hakikâti üzere anlatmamaları da ayrı sorunlar çıkarttı.
Efendi Hazretleri hatim hocaları için şu kelâmı çok
manidardır.
“Gardaşım! Biz hatim okut diye bir vazife veriyoruz.
Meğer öyle demiyormuşuz. Sen git oraya şeyh dur. Yok, gardaşım, yok”.
“Mürşitten maksadımız,
kâmil mürşit olandır. Yani bizzat ve manen Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem Efendimiz tarafından memur olanlardır. Hazret-i Pîr öyle buyuruyorlar: Mürşit,
sâlike dört yerde yetişir: Biri, can çekişirken, biri kabirde, biri sıratı
geçerken, biri de mizanda amelleri tartılırken. Sâlike bu dört yerde
yetişmeyen mürşit, kâmil değildir”.
Çünkü “Olgunlaşmamış
bir şeyhe mürid olan ehadiyet cemâlini göremez.
“Merkebin arkasını öpen o dudak
Mesihin öpüşünün tadını nasıl bulabilir”
Hoca Abdu’l-Melik-i Serâvî kuddise
sırruhu’l-azîz der ki: Şeyh Kur’an-ı Kerim’i dünyevî kazançlara vesile
edenlerin durumunu açıklarken ulaşamadığı bir yere, Kur’ân-ı Kerîm’i ayağının
altına koyarak ulaşmaya çalışanların durumuna benzetir.
Şeyh Sadreddin kuddise sırruhu’l-azîz der ki:
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem miraçtan dönerken kadınlardan bir
topluluğun cehennemde, ateşten yapılmış kesici aletlerle kendi etlerini
kesmekte olduklarını gördü ve bunların kimler olduklarını sordu. Onların zina
ile çocuk dünyaya getirip kocalarına “senden” diyen kişiler oldukları söylendi.
Şeyh buyurdu ki:
“Nefsin arzu ve istekleriyle dopdolu oldukları
hâlde, gönül ve irşat davasında bulunuyorlarsa, onların azapları bu kadınların
gördüğü azaptan şiddetlidir”.
Şeyh Zahid’in oğlu Cemâleddin Ali kuddise
sırruhu’l-azîz şeyhin huzuruna geldi dedi ki:
“İrşat seccadesine çok uzaklardaki insanların
durumlarından mânevî güçleriyle haberdar olabilen ve çok uzaklardaki, ölmek
üzere olan müridlerinin imanlarını kurtarabilen kişiler oturabilir”.
Ahî Ferec-i Zengânî kuddise sırruhu’l-azîz
den kâmil velînin kim olduğu soruldu. O da dedi ki:
“Önünden geçen bir kişiden nasıl nesiller
dünyaya geleceğini, hangisinin itaatkâr, hangisinin âsî olacağını bilmeli, bu
da yetmez;
Müridlerinden biri ölmek üzere olsa onun
imdadına yetişir ve şeytanın aldatmasından korur; bu da yetmez,
Müridlerinden biri ölse, Münker ve Nekir’in
sualleri sırasında yanında olur ve soruları cevaplamasına yardım eder; ancak
yine de “Şeyhliğin ‘ş’si gönlünden geçerse erlikten nasibi yoktur”.
Binâenaleyh, var olanı saklamak, olmayanı var göstermek
ihanettir. Bu yolda enâniyyet mertebesinde alınan manevi cezanın telafisi
mümkün olmamaktadır. Bunun olması demek ihvanın nesebini kırar. Bu ise
istenilen durum değildir.
Efendi Hazretlerinden şöyle bir rivayet daha gelmiştir.
Bugün insanı için tehlikeli ve ağır manalar taşımaktadır. Şöyle ki:
“Gardaşlarım! Bu vazife bizimle tamam. Bizden
sonra şeyh yoktur” deyip bir miktar rabıta halinde kaldıktan sonra,
“Ahir zaman alâmeti, bizden sonra her köşede
bir şeyh çıkacak” yine bir miktar rabıta halinden sonra,
“Canım onların gittiği yola şeytan dahi gitmeyecek”
Bu kelamların açıklamasını yapmak gerekmektedir.
“Gardaşlarım! Bu vazife bizimle tamam. Bizden sonra şeyh
yoktur”
İşin maneviyat yönünde bir noksanlaşma olup şeyhler işin
resmiyetine düşeceklerdir. Bu şekilde ihvanı oyalayıp perişan edeceklerdir,
demektir.
“Ahir zaman alâmeti, bizden sonra her köşede bir şeyh
çıkacak”
Buradaki mana şeyhlik
makamının çoğalacağı ve bir faydadan çok kesâfete sebep olacağı haberidir. Bir
başka manada kendi kolundan çok şeyh çıkacağıdır ki, öyle de olmuştur. Bu
çoğalmada bereketin azalacağına işaret etmiştir. Çünkü fitne arttıkça feyzde
noksanlık zuhur ettirir.
“Canım onların gittiği yola şeytan dahi gitmeyecek” [114]
Kutbü’l-aktâb Hâce Ahmed
Yesevî ve Tabakât meşâyihi (Tabakâtu’s-sûfiyye adlı eserdeki ilk dönem
sûfîleri) şöyle demişlerdir.
“Âhir zamanda bizden sonra
öyle şeyhler zuhur edecek ki; şeytan aleyhi’l-lâne onlardan ders alacak ve
onlar şeytanın işini yapacaklar. Halka dost olup halk ne isterse onu
yapacaklar. Müridlerine yol gösterip onları maksada ulaştıramayacaklar. Dış
görünüşlerini süsleyip müridden çok hırs sahibi olacaklar ve içleri (batınları)
harâb olacak. Küfür ile imanı farklı görmeyecekler, âlimleri sevmeyecek ve
onlara iltifat etmeyecekler. Ehl-i Sünnet ve-l cemaati düşman görüp ehl-i
bid’at ve dalâleti sevecekler. Kötülüklerini öne çıkarıp Hakk Teâlâ’dan iyilik
umacak ve şeyhlik iddiasında bulunacaklar. Ama şeyhlik işini de kötü yapıp
müridlerin kapısında (veya istekleri doğrultusunda) yürüyecekler. Bu haldeki
kişi, müride şeyhlik yapmamalı ve ondan bir şey almamalıdır. (Ama) mürid bir
şey vermezse, o zorla alacak. Eğer o aldığı nesneyi lâyık olan kişiye ve
yoksula vermeyip kendine ve ailesine sarf ederse, it ölüsü yemiş gibi olur.
Eğer o taraftan alıp yese ve kıyafet giyse, o giysi üzerinde (omuzunda) olduğu
sürece, kıldığı namaz ve tuttuğu oruç Allah Teâlâ dergâhında makbul olmaz ve
yediği her lokma için cehennem’de üç bin yıl azap görür.
Sultânü’l-ârifîn şöyle
derler: Bizden sonra böyle bir bid’atçıya kim pîr deyip hizmet etse kâfir ve
mel’ûn olur. Böyle bir kimsenin yaptıklarını ilim yerine tutmak ve bid’atını
sünnet yerine tutup helâl görmek, tüm bunlar şeriatta küfür, tarîkatta
reddedilmiş ve hakikâtta usanılmış işlerdir. Ayrıca Hâce Ahmed Yesevi kuddise
sırruhu’l aziz der ki: Vay o kişilere ki böyle şeyhlere el uzatıp mürid
olurlar.
Kendilerini azaba atarlar.
“ Şüphesiz azabım
şiddetlidir”. (İbrahim, 7).
Ey derviş! Şeyhlik dâvasında bulunan kimsenin, kırk yıl
bir mürşid-i kâmilin hizmetinde bulunmuş, çile çekip ondan icazet almış olması
gerekir. (Aksi takdirde) onun mürid edinmesi ve hediye alması haram ve
bâtıldır. Şeriata aykırı iş yapan kişi dinden çıkar, tarîkata aykırı iş yapan
da merdûd olur, reddedilir. Ve her kim tevbe etmeden dünyadan göçerse
cehennemde azap görür. Bundan Allah’a sığınırız.
Mürşid-i kâmil, doğru yola çağıran kişi olduğundan,
şeriat, tarîkat ve hakikât ilimlerinden haberdar olması gerekir. Çünkü nefs
insana çoğu zaman böyle tuzaklar kurar, yanlışlarını hoş, eksiklerini tam
gösterir. İnsan içinde bulunduğu olayları ve durumları objektif olarak
değerlendiremez. Bir mürşid-i kâmilin yanında bulunan kimse, onun
tecrübelerinden yararlanmak durumundadır. Mürşid ona, nefsinin kendisine
kuracağı tuzakları gösterir ve daha çabuk mesafe almasını sağlar.
Ebu Yezid el-Bestâmî kuddise sırruhu’l-azîz
buyuruyor ki;
“Şeyhi olmayanın şeyhi
şeytandır.” Cüneyd-i Bağdadi kuddise sırruhu’l-azîz ise;
“Kimin üstadı yoksa üstadı
şeytandır” Cüneyd’in bu ibaresi Bestâmî’den kapsamlıdır. Zîrâ üstâd
lafzı zahir ve bâtın ilimlerinin öğretilmesini de kapsar. [115]
Diğer bir rivayette de: “İki tane şeyhi olanın, şeyhi
şeytan olur.” buyrulmuştur.
Allah Teâlâ’nın aslanı Hazret-i Ali kerremallâhü vecheh buyurur
ki;
“Eğer beni terbiye edici olmasaydı, ben Rabbimi
bilemezdim.” Öyle ise, sen nasıl bileceksin?
Zira delilsiz yol bulunmaz, kılavuzsuz sefere gidilmez,
aletsiz cihâd-ı ekber yapılmaz ve terbiyesiz nefis atına binilmez.
Hakk yolunun yolcusu, tam bir inançla ve muhabbetle bir
mürşid-i kâmile bağlanıp teslim olursa, varlığının, insanî mertebesinin yükselmesi
müyesser olup esfelden a’laya (aşağıdan yukarıya) doğru menziller kat etmeye
başlar. [116]
Bu bakımdan bir rehber ve üstada olan ihtiyaç
ne kadar gerekli ise, usûlünde tercihi de o kadar önemlidir. Ancak yetiştirme
usulleri bir mecburiyet değildir. Fakat tecrübeler birikimi olduğundan
gereklidir.
Ayrıca; “Şeyhlerin silsilesine kendisini
ulaştıracak ve kalbinden perdeyi kaldıracak üstadı olmayan kimse, sahipsiz bir
sokak çocuğu ve nesebi belirsiz bir kişidir” denilmektedir.
Ey Allah Teâlâ’m yalancı yoldan, nakıs şeyhlerden ve yalancılıktan sana
sığınırım.
Âmin
RİSÂLE-İ İSMAİLİYYE
بِسْـــمِ
اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
[Bu kitaba ek olarak
Seyyid Muhammed Nûr kaddese’llâhü sırrahu’l azîzin Nakşibendî-Melâmî
Tarikatındaki Seyr-u Sülûk hakkında yazmış olduğu Risalet el-İsmailiyye
ve'l-atiyet ed-durriye fi tarik en-Nakşiye ve'l-Melâmiye [117] yi Osmanlıcadan Türkçe’ye
çevirerek kardeşlerimize faydalı olmayı düşündük.]
Hamd, âlemlerin rabbi olan Allah Teâlâ’yadır.
Salât, bütün yaratılmışların en hayırlısı Muhammed’e (sallallâhü aleyhi
ve sellem), âline, arkadaşlarına ve tâbilerine kıyamete kadar devam etsin.
Bu risâle Nakşibendî ve Melâmiyye
büyüklerinin diyarı Tikveşli ve Kavadar’ın içinde gösterdikleri seyr-u sülûk
hakkında tasnif edildi. İsmini de Er-risâletü’l İsmâiliyye ve’l atiyyetü’d-düriyyetü
fî tarikâti’n nakşiyyeti ve’l melâmiyyeti (Nakşibend ve Melâmi tarikati
için hediye edilmiş incilerden Risâle-i İsmailiyye) verdim.
Âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ bu risâleyi bize faydalı kılsın. Kitap On
iki bölümdür.
1-Mürşid-i Kâmil
2-Rabıta
3-Teveccüh
4-Zikir Telkini
5-Altı Letâif
6-Nefy-ü İsbat
7-İntikalat-ı Zikir
8-İlme-l Yakîn
9-Ayn’el Yakîn
10-Hakk’el Yakîn
11-Vilâyet-i Vahdiyyet ve Kurbet
12-Ubbad, Ubûdiyyet, Ubûdet (İbadet Edenler, Kulluk Edenler,
Kul Olanlar)
1-MÜRŞİD-İ KÂMİL
Bilinmelidir ki, kemâl
mertebeler sonsuz ve görünemeyecek kadar çoktur. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellem ve sevdiği nurların ışığı Hz. Ali kerreme’llâhü veche mevcûdâtın
sırrı ve yaratılmışların en mükemmeli iken haklarında
وَقُلْ رَبِّ زِدْنِى عِلْمًا
“Rabbim, benim ilmimi
artır” de. [118] varid oldu. Yani عِلْما burada “Ben”
demektir. Zira Allah Teâlâ’nın noksan sıfatlardan münezzeh Zâtının ve rablık
sıfatları sonsuzdur. Bu nedenle Allah Teâlâ yolunda seyr ü sülûk edenler
sürekli terakkide yükselmede olurlar. Bu yükselme cesedin ölümü ile de
kesilmez.
Nitekim Şeyh-ül
Ekber Muhyiddin İbnü’l Arâbî radiyallâhü anh hazretleri dünyayı değiştirdikten
sonra nurlu ruhları ile buluşan Zinnûn- i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîzle
görüştüklerinde;
-Ey kardeşim
Zinnûn! Allah Teâlâ, yarattıklarına benzemez, başkadır, sözünü
hatırladın mı? Zinnûn-i Mısrî;
-Evet, dedi. (Sonra keşfi açılınca bayıldı sonra uyandı. Gür bir sesle)
Hazreti Şeyh-ül Ekber ona;
“Her şey Allah Teâlâ kâim
iken, yaratılmış olanların varlığı nasıl olurda O’ndan ayrı olur.”[119]
Bu cevaptan sonra Zinnûn- i Mısrî
kaddese’llâhü sırrahu’l azîz tevhîd meselesini anlayıp terakki etti.[120]
Hülâsa, ilâhî marifetlerin sonu olmadığından
bütün âlem sâlik sayılır. Lakin irşad terbiyesindeki zâtta olması gereken bazı
âlametleri açıklamak gerekir. Tâki bu sebeple herkes, sadık mürşid ve sadık
olmayan fark ederek, irşad davasında olanlara meyletmesinler.
Mürşid-i Kâmil, çok ibadet,
az uyku, az yemek, az konuşmak, çokça zikir, başkaları gibi şeriatın emirlerine
uymakla muhakkak olarak bilinmez. Zira mürşid olmayan abidlerin hali de bu
şekildedir.
Bil ki; Mürşid-i Kâmil ve
Vâris-i Muhammedî (sallallâhü aleyhi ve sellem) alameti şudur.
Şeriatın emirlerine sıkıca
bağlanmakla beraber, meclisinde onu ziyaret eden avam insanlar kalbinde bulunan
dünyevî düşüncelerini meşguliyetini giderir veya azalır.
Havas olan insanlarda ise
istiğrâk [121] artar.
Bahsedilen bu durumlar
karşısında ona tabi olmak gerekir.
Yalancı dava ile irşada
çıkanlardan ve yalanlarından kaçınmak gerekir.
Ey Allah Teâlâ’m! Yalancılardan,
dellâlların-dan,[122] ve arkadaşlarından Sana
sığınırım.
Ancak Allah Teâlâ, doğru
hidayet eder.
2-RABITA
Sülûk eden müridin kalbinde
havatır [123]düşünceler artıp engel
olamazsa yüz defa İstiğfar eder.
Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem buyurdu ki;
"Bazen
kalbimi bir perde bürür, bu perdeyi kaldırmak. için günde yetmiş/yüz defa
istiğfar ederim "[124]
Eğer düşüncelerine yine engel olamazsa;
şeyhinin meclisine gidip karşısına oturmalı veya şeyhinin kalbine teveccüh edip
düşüncelerin gitmesini beklemelidir.
Şeyhine gitmek mümkün değilse iki kaşı arasında
onu teşekkül ettirecek şekilde düşünmelidir. Bu sebeple Delâil-ül Hayrat sahibi
Muhammed el Cezûlî,[125] Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellemin şeklini teşkil [126] eylediler. Daha sonra bu
kitabı şerh edenler bu şekil hakkında buyurdular ki;
“Delâil-ül Hayrat kitabını okuyan kimselerin
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi rabıta etmeyince vuslat hâsıl olmaz.”
Açıklamasında ise; “Eğer Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin nurlu şeklini mânevi halde görürse, o şekli rabıtasına alıp
yakazada[127] o zaman içinde zahir
oluncaya kadar devam eder.
Eğer göremedi ise hacca gidip Ravza-i Mutahhara’daki
Şebeke-i Rasûlüllahı [128] rabıta ile Ruh-u Nebeviyi[129] manevi halde görünceye
kadar devam edip ve şekli rabıtasına alıp yakazada o zaman içinde zahir
oluncaya kadar devam eder.
Eğer yine göremedi ise Delâil-ül Hayrat kitabındaki
resme rabıta ile Ruh-u Nebeviyi manevi halde görünceye kadar devam edip ve
şekli rabıtasına alıp yakazada o zaman içinde zahir oluncaya kadar devam eder.
Hülâsa; salavâtın rabıtası Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin nurlu şekli olduğu gibi Allah Teâlâ’nın zikrinin
rabıtası her ne kadar zikredilmiş ve maşûk (âşıkların müşahedesi) ise de herkes
buna kavuşamadığından ve başlangıçtaki olan saliklerin düşüncelerinin düzelmesi
için şeyhe rabıta etmelidir. Bu sırrı ancak sahipleri bilir. Bu söylediklerimiz
Nakşibendî büyüklerinden rivayet edilmiştir. Bu müşkül ve acayip gelebilecek
sözlere itirazdan Allah Teâlâ’ya sığınırım.
3-TEVECCÜH
Nakşibendî mürşidlerinin müride
teveccüh ederek yönelmelerinin büyük faydası vardır. Bu ise;
Şeyhin, müridin kalbinde
olan düşüncesine vakıf olması;
Şeyhin kalbinde olan
halleri sâri (aktarması- geçişine sebep) olmalarıyla zikir ve cezbeyi müridin
kalbine bırakarak ve başka şeyleri çıkarmasıdır. Ancak şeyh, müridin kalbî
zikir ile meşgul olması için dersi ne ise öyle teveccüh eylemelidir.
Ey Allah Teâlâ’m!
Kalbimizin yüzünü cemâline çevirmeni, vuslattan mahrum etmemeni diliyorum. Âmin
4-ZİKİR TELKİNİ
Allah Teâlâ’nın sevgilisi
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Hazretleri zikir telkin ettikleri vakit
isteyene diz dize birleştirir ellerini uylukları üzerine kor ve zikri telkin
ederlerdi. Bunun en bariz örneği; Ömer radiyallâhü anhın rivayetiyle imanın
tarifi hakkında gelen hadisi şerifte Cebrail aleyhisselâm dizlerini Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin dizlerine birleştirerek İslâm, İman, İhsan,
kıyamet saatini sormalarıdır. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemde sorduğu
sorulara cevap vererek bu suretle telkini zikir yaptılar.[130] Mürşidlerin ve şeyhlerin telkin ettikleri
zikirde bu şekildedir.
Ey Allah Teâlâ’m, bize
irfan yolunu hidayet kılmanı, bozgunculuktan ve isyan etmekten yaratılmışların
en hayırlısı Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin makamına sığınırız.
5-ALTI LETÂİF
Müride telkini zikir
etmeden önce Ehli Sünnet vel cemaat itikadının ilm-i hal[131] bilgilerini ibadet edecek
kadar bilmesi gereklidir.
Mürşid, daha sonra kalp
(sol meme altında) İsm-i Zât-ı (Allah) nefessiz (gizlice kalp üzerinde) Allah
Allah Allah lafzını dudakları kapatmış olduğu halde zikri telkin
eder. Mürid diğer zamanlarda zikrine de bu şekilde devam eder. Öyle ki kalbi
sonuçta zaruri olarak gayri ihtiyari zikir etme haline kavuşur. Bu hal
başlayınca ruh ta (sağ meme altında) zikir kalpteki gibi tarif edilir.
Zaruri ve gayri ihtiyari ile zikir etme hali başlayınca (sol ve sağ meme
üstünde) latife-i sırr’a geçer. Yine zaruri ve gayri ihtiyari ile zikir
etme hali başlayınca (sol meme üstünde) latife-i hafî’ye geçer.
Sonra (sağ meme üstünde) latife-i
ahfâ’ya telkin eder. Sonra Sultan-ı Zikre geçip ism-i zâtı iki, kaşı
arasında telkin eder.[132]
Ey Allah Teâlâ’m Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin hürmetine zikrinde ve sana şükretmede beni
muvaffak kılmanı istiyorum.
6-NEFY-Ü İSBAT
Altı letâif üzerinde devran
edip hapsi nefes ile Lâ ilâhe illa’llah diye zikreder.
Yapılışı şu şekildedir.
“İlâhî ente maksûdî ve
ridâke matlûbî” der ve dizleri üzerine
oturur. Sonra nefesi içeri çekerek Allah
Allah Allah zikrini letâifleri üzerine bıraka.
“İlâhî ente maksûdî ve
ridâke matlûbî” deyip LÂ kelimesini kalbinden Sır
üzerinden uzatarak Sultân-ı Zikre (iki kaşı arasına), İLÂHE
kelimesini Sultân-ı Zikirden ahfâya indirerek, İLLA’LLAH kelimesini
ahfâdan hafî üzerinden geçerek kalbe vurarak bırakır.
Bu suretle letâifler üzerinde nefy-ü
isbat ile zikir ederken nefesi zorlanınca tek sayıda bırakarak “MUHAMMEDÜN RESÛLULLÂH”ı düşünerek nefesini hafif hafif ala. “Allah”
ismini letâif üzere bırakırken birden bırakmamalıdır. “İlâhî ente maksûdî ve
ridâke matlûbî” demelidir. Bu suretle bir defada 3, 5, 7, 9, 11, 13, 15, 17, 19, 21 defa hapsi nefes etmelidir. 21
e ulaşınca hapsi nefes zikri tamam olur.
Ey merhametlilerin en merhametlisi Allah
Teâlâ’m, emirlerine kemaliyle uymayı, huzurundan bizi kovmamanı istiyorum.
7-İNTİKÂLAT-ZİKİR
Nefy-ü İsbat 21 de kemal
bulunca letâiflerin her biri üzerinde üzerinde üç defa zikreder. İntikâlat
budur. İntikâlat üzerinde iken muhasebe ve murakabe olunur.
Murakabe sabahları (beni)
Allah Teâlâ ne işlerde kullanır diye bekleyişte olmaktır.
Muhasebe de akşamları
(beni) Allah Teâlâ ne işlerde kullandı diye hesap etmektir.
Nakşibendî sadâtının
sülûklerinin nihayeti budur.
8-İLME-L YAKÎN
Tevhid ehlinin zât-ı
(kendini) ve eşyanın zâtını Allah Teâlâ’ya ve sıfatlarına delil kılmasıdır.
Bunun iki yönü vardır.
1-İstidlâl[133] bi’lmisliyye:
(Benzeyiş delilleri getirmek)
Allah Teâlâ’nın hallerine,
sıfatlarına gerek vücud ve sıfat-ı subûtiyelerine; cüziyyatını, kendinde ve
âlemde müşâhedesiyle Allah Teâlâ’yı ve kadîm [134] ve müessir sıfatlarını
ispat etmektir. Mesela; kendindeki vücud, kudret, irade, ilim, hayat, görmeyi,
işitmeyi ve konuşmayı müşahede ile ispat edip Allah Teâlâ’nın yaratıcılığının
benzeri tıpkı benim varlığımda da vücud, kudret, iradeler, ilim, hayat, görmek,
işitmek ve konuşmak vardır, diye iman etmektir. Bunun açıklaması ise “Allah Teâlâ Âdemi kendi suretinde
yarattı.” [135] hadisi şerifte gelmiştir.
Yanı tıpkı isimleri sıfatları gibi bende vardır demektir.
2-İstidlâl bi’z zarûrî:
(Mecburî delil getirmek)
Yani kul acziyetini
tefekkür edip yaratıcısının kudretini ispat ve iman etmesidir. Allah Teâlâ’nın
birliğini düşünür ve kadimliğine (önceliğine) iman eder. Bu şekilde kendi
fenâsını (yokluğunu) tefekkürle Allah
Teâlâ’nın bekâsına (varlığına) iman etmiş olur. Bunun bir başka beyanı ise
“O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O işiten ve görendir.” [136] İlme’l Yakîn tarikat ehli
ve şeriat ehlinin büyüklerinin tevhididir.
Allah Teâlâ, hakkı söyler
ve doğru yola iletir.
9-AYN’EL YAKÎN
Hakk ehli olan zatlar kendi
hakikatlerini Allah Teâlâ’nın sıfatlarına mazhar ve ayna olduklarını müşahede
etmeleridir. Ayne’l yakîn marifettir. Ancak bu zuhur eden sıfatı subûtiyyeden
gayb anahtarları denilen dört sıfatları, zahirleri ve kalpleriyle müşahede
etmeleridir.
Sıfât-ı zâhir: Dörttür, göz ile müşahede
edilir. Kudret, işitmek, görmek ve konuşmak
Sıfât-ı Bâtıne: Dörttür. Kalp gözü
ile müşahede edilir. İrade, ilim,
hayat ve tekvin (yaratma)
Hulâsa: zahirlerine
teveccüh ettiklerinde Allah Teâlâ’nın zahir sıfatlarını, batına tevecüh
ettiklerinde batınî sıfatlarını müşahede etmektir.
Bu kişilere sıfâtı
subutiyye tâifesi ve marifet ehli derler. Tarikat ehlinden yüksek mertebededirler.
Ey Allah Teâlâ’m, bu
müşahedeyi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ve Ehl-i beytinin hürmetine
kolay kılmanı niyaz ediyorum.
10-HAKK’EL YAKÎN
Hakikat ehlin hepsi ve
melâmiyyenin tevhididir. Bu kişiler bütün tâifelerden üstündür. Bütün nebiler
Hz. Ebubekir Hz. Ömer radiyallâhü anhüma melâmiyyedendir. Bu tâife ve kişileri tevhid,
ittihat ve vahdettedir.
Tevhid üç makamdadır.
Makâm-ı ruh, cem’ ve kurb-u
ferâiz[137] dir.
Vahdet üç makamdır.
Makâm-ı Hazret, cem’ül cem
ve vahidiyyetü’l cem ‘dir.
Bu kişilerin avamdan
farkları yoktur. Allah Teâlâ’nın emrettiği farzları yerine getirirler. İlâhî
emirleri hiçbir zaman bırakmazlar. Halleri daima Allah Teâlâ iledir. Bu
kişilerle buluşmak görüşmek ve halleri ile hâllenmek en büyük saadeti bulmak ve
Allah Teâlâ’ya kavuşmaktır.
Ey Allah Teâlâ’m beni
onlardan ve onlarla beraber olmayı Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
yüzü suyu hürmetine istiyorum. Ayrıca diğer mümin kardeşlerimde bu hallerimden
nasiplensin.
11-VİLÂYET-İ VAHİDİYYET VE KURBET
Hakiki imanın sonunda
erişilen ehadiyyetü’l cem Makam-ı Mahmud sallallâhü aleyhi ve selleme istiğrak
edemeyip[138] ancak o âlem-i nura girip
bazen Allah Teâlâ ile bazen halk ile olmasıdır. Âlem-i halkla olduğu vakit perdelenmesi,
âlem-i nur ile olduğunda perdelerin kalktığı velâyet mertebesidir.
Âlem-i nura girip bir
olduğunda eğer yaratılmışları halkı görmüyorsa sıddıkıyyet mertebesindedir,
demektir.
Âlem-i nura girince halk
asla hicap olmayıp kaybolmuyorsa yani gerek âlem-i nurda gerek halk âlemi ile
iken fark (ayrılık) olmaması, yani bir bakışla bakarken halk ona hicap olmuyorsa
kurbet (yakınlık) mertebesindedir demektir.
Bu mertebeden yukarısı ise Nübüvvettir.
Mukarreb ona vasıl olamadığı gibi nebilerden başkası da bu nübüvveti vasf
edemezler. Eğer vasf edip söylerlerse
yalan söylüyorlar demektir.
Ey Allah Teâlâ’m bizi
mukarreblerden kılmanı cemâline kavuşma lezzetinden mahrum etmemeni istiyoruz.
12- UBBAD, UBÛDİYYET, UBÛDET (İBADET EDENLER,
KULLUK EDENLER, KUL OLANLAR)
İbadet avâmın amellerindendir. Ameli kendilerinden görüp cennete kavuşmak
hırsı ile veya cehennem korkusuyla işlerler.
Ubûdiyyet (Kulluk edenler) ise, havasın amelidir. Amellerini kendilerinden görüp
Allah Teâlâ rızası için işleyenlerdir.
Ubûdet (Kul olanlar-âşık olanlar) havas-ül havasın amelleridir. Amellerini
Allah Teâlâ’nın işlediğini görürler ve onunla işlerler. Bu kişler nefisleri
için bir varlık görmedikleri için mâ’bud ile âbid bir bakışla görürler.
اللهم صلي على سيدنا محمد في جميع
المظاهر الذي هو هيولاها و اجزاها وانقاها واطبنها وارقاها وعلى اله صحبه و سلم
اجمعين
Ey Allah Teâlâ’m salât ve selamını zuhur edenlerin heyülası (gerçeği
özü), onları cüzlere (sınıflara metebelere ayıranı), nikası (birbirine
bağlayanı), sırlayanı (gizleyeni) merhametlisi
Efendimiz Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme, âline ve arkadaşlarının
hepsi üzerine olsun.
Allah Teâlâ’nın yardımı ile bu risale bitti.
[1] “Sonra bunların
ardından öyle bir nesil geldi ki, namazı terk ettiler, heva ve heveslerine
uydular; onlar bu taşkınlıklarının karşılığını mutlaka göreceklerdir.
Cehennemdeki «Gayya» vadisini boylayacaklardır.” (Meryem, 59)
“Her nefis, kazandığına karşılık bir
rehindir. Ancak, (hesap defteri) sağ
yanından verilenler başka: Onlar cennetler içindedir. Günahkârlara, ‘sizi şu
yakıcı ateşe sokan nedir?’ diye uzaktan uzağa sorarlar. Onlar şöyle cevap
verirler: Biz, namaz kılanlardan değildik...” (Müddessir, 38–43)
“Biz namazdan başka amellerden herhangi bir
şeyin terkini küfür saymazdık.” (Tirmizi) “Namazın
terki şirktir.” (Deylemi)
[2] “Kim sabah namazını
cemaatle birlikte kılar sonra da güneş doğuncaya kadar oturup Allah Teâlâ’yı anar
daha sonra da iki rekât namaz kılarsa bu onun için tam ve eksiksiz olarak bir
hac ve umre ecri gibi olur.” (Tirmizi)
[3] “Allah Teâlâ’yı mahlûkatı
sayısınca, nefsinin rızasınca, arşının ağırlığınca, kelimelerinin adedince
tesbih (noksanlıklardan tenzih) ederim.”
[4]“Allah Teâlâ’yı hamdederek tenzih ederim, yüce Allah noksan
sıfatlardan münezzehtir. Allah Teâlâ’m seni hamdinle tesbih ederim, mağfiretini
diler, günahlarıma tevbe ederim.”
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
“Söylemesi dile kolay gelen, buna karşılık (kıyamet günü) terazinin sevap kefesinde
ağır basan ve Rahmân (olan Allah Teâlâ)’ya
çok sevimli gelen iki söz vardır ki, (bu) ‘Subhânallâhi ve
bihamdihi’ (Allah Teâlâ’m! Sana hamd ederek, seni bütün noksanlıklardan
tenzih ederim) sözüdür.”
(Buhari, Müslim)
“Her kim, günde yüz defa ‘Subhânallahi ve bihamdihi’
derse, denizköpüğü kadar bile (çok) olsa, onun
günahları bağışlanır.” (Müslim)
[5] Yatsı namazından sonra vitri kıldıysa bu vitri kaza niyeti ile
kılardı.
[6]“Mahlûkatın sahibi ve mevcudata benzemekten münezzeh olan
meleklerin ve ruhun rabbi olan Allah Teâlâ’yı tenzih ve tesbih ederim.
Ey Allah Teâlâ’m Senin rızanı şefaatçi kılarak
öfkenden sana sığınıyorum. Affını şefaatçi yaparak cezandan sana sığınıyorum.
Senden de sana sığınıyorum. Sana layık olduğun senâyı yapamam. Sen kendini sena
ettiğin gibisin”
[7] Ümmü Selleme radıyallahu anh anlatıyor: “Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem vitir namazından sonra oturduğu yerden iki hafif
rekât daha kılardı.” (Kütüb-ü Sitte)
[8] “Allah Teâlâ’m, senden
hayırları yapmamı, kötü şeyleri de terk etmemi ve fakirleri sevmemi talep
ediyorum! Kullarına bir fitne arzu edersen, beni fitneye düşmeden, yanına al!” (Tirmizî, Tefsir, Sad, (3231, 3232).
“Allah Teâlâ’m! Senden sevgini ve seni sevenlerin
sevgisini ve senin sevgine beni ulaştıracak ameli talep ediyorum. Allah’ım!
Senin sevgini nefsimden, ailemden, malımdan, soğuk sudan daha sevgili kıl.” (Tirmizî)
[9] Cenâb-ı Gavs-ı A’zam
Efendimiz bir de şunu emir buyurdular ki,
“İstiğfâr-ı şerîfe devam olunsun. Çünkü
istiğfar, aynı cünüp adamlar nasıl ki, hamamda tas ile su döküp pak olur ise,
şeksiz ve şüphesiz istiğfar işte öyle insanı pak eder” (Aşçı c. I, s.527)
[10] Mağrib Halkı Salât-ı Nariye ile yağmur isterler. (Şeyh Yusuf
Topçu, Tuhfe’tü-z Zakirîn, İst, 2000)
“Allah Teâlâ’m kendisiyle düğümlerin çözüldüğü,
sıkıntıların açılıp zail olduğu, ihtiyaçların yerine getirildiği, arzu,
isteklere ve güzel neticelere ulaşıldığı, kerim yüzü suyu hürmetine yağmur
istendiği Efendimiz Muhammed sallallâhü aleyhi ve selleme O’nun âl ve ashabına
her göz açıp kapama, her nefes alıp verme, Sana ma’lum her şey sayısınca kâmil
salât ve eksiksiz selâm et.”
[11] Küçük Allame İbn-ül Münyar Hazretleri buyurdu ki; “Bu
salavât-ı okuyan kimse “Delâil-ül Hayrat”ı dört kere okumuş gibi sevap alır.”
Bu salâvat için âlimler altıyüzbin salâvata
bedeldir demişlerdir. (Şeyh Yusuf Topçu, Tuhfe’tü-z Zakirîn, İst, 2000, s. 314)
Okuyuş usulü farz namazlardan sonra veya namazların bitiminde, sabah beş adet, diğer vakit namazlarından
sonra dörder adet okunur.
“Allah Teâlâ’m kendisiyle kapalı kapıların
açılan, işlerin bitmesi ancak O’nunla olan, Hakk ile gerçek yardımın sahibi,
doğru yola hidayet edene ve Âline kıymeti ve büyüklüğü miktarı ile salât
et.”
[12] Kur’an Kerim Okuma Edebi
Nakşibendî Tarikinde büyükler Kur’an-ı Kerim
okumada tercih ettikleri usulleri genellikle;
Vazifelerde gündüz: Fatiha Suresi, Kafirûn
Suresi, İhlâs Suresi, Muavvezeteyn Suresi, Hâşır Suresi sonu, Bakara Suresi
Sonu ve ilaveten istiğfar okunmasını gerekli görmüşlerdir.
Gece: Yasin Suresini okumak uygun görülmüştür.
Ali Ramitâni kuddise sırruhu’l-azîz buyurdu ki;
‘Üç kalp yâni Kur’an-ı Kerim’in kalbi, gecenin
kalbi, müminin kalbi. Bir yerde birleşirse mümin muvaffak olur.
Kur’an-ı Kerim’in kalbi, Yasin Suresi. Gecenin
kalbi; teheccüd vakti.”
[13] “Evden çıkarken “Bismillahi,
tevekkeltü alallahi, lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh” diyen, tehlikelerden
korunur ve şeytan ondan uzaklaşır.” (Tirmizî)
“Lâ havle...” okumak, doksan dokuz derde
devadır. Bunların en hafifi sıkıntıdan kurtulmaktır.” (Ebû Nuaym)
İmam-ı Rabbanî kuddise sırruhu Hazretleri, din
ve dünya zararlarından kurtulmak için her gün 500 defa “Lâ havle velâ
kuvvete illâ billâh” okurdu. Okumaya başlarken ve okuyunca yüzer defa
Salâvat getirirdi. (Tefsir-i Mazherî)
[14]“Bir kimse, sabah-akşam yüz defa “Sübhânallahi ve bihamdihi”
derse, o gün ve o gece hiç kimse onun kadar sevap kazanamaz.” (Deylemî)
[15] Sabah-akşam 7 defa “Allahümme ecirnî minennâr”
diyen cehennemden kurtulur. (Ebu Davud)
[16] “Meclislerinizi
süsleyin. Zikir ve salât-ü selamlar, ziynettir. Her toplantınız onlarla
donansın. Ekseri evliyalar, salâvatı şerifi onbir taneden az söylemezler.” (AYTANÇ,
Gönül, Sözce, İst. 2005, s.12)
[17] Mustafa İsmet Garibullah, Risale-i Kudsiyye,. c.1, s.291
Hatm-i Hâcegân zaman kaydı olan
ibadettir. Bazı kollarda kadın vekilin hasta olduğu zaman bu ibadeti yaptırdığı
rivayetleri vardır. Bu bir hatadır. Eğer bir türlü kadın cemiyeti teşekkülü
varsa onların kelime-i tevhid hatimi okumaları uygundur. Çünkü hasta olan kadın
ihvan Kur’an-ı Kerimi okuyamaz. Fakat zikir yapabilir.
[18] Aşçı İbrahim Dede, a.g.e. c. III, s.1188
[19] Aded 1001’e hatim hocası tarafından ilave edilir. 1001 sayısı
Sefine-i Evliya kitabında (c. II, s. 41) de zikredilmektedir. Mevlevilikte de
1001 sayısı esastır.
[20] Eş-Şeyh
Muhammed Emin El-Erbîlî,
Kalblerin Nuru Tasavvuf, Konya, 1994, s. 219
[21]
Kehf, 24
[22]
Keşf-ül Hafa, II, Hadis no: 2228
Buhari, İman, 37
[23]
Fevaidül Mecmua, Hadis no: 1055
[25]
Buhari, Enbiya, 2; Ahmed, II, 175,220
[26]
Araf, 54
[27]
Keşf-ül Hafa, II, Hadis no: 347
[28]
Esad Sahib, t. D.-K. (Mayıs-2008). Mektubat-ı
Mevlâna Halid. İstanbul: : Semerkand, s.181-190
[29] Makamına göre ihvanın hangi makam ve nebinin tahtı
kademinde (kontrolünde) ise, oradan feyiz talebinde bulunur. 15 veya 20 dakika
kadardır. Feyz talebini şeyhe râbıta ile yapar
[30]
Makama göre ileriki
derslerde Hz. İsa aleyhisselam, Hz. Musa aleyhisselam, Hz. Nuh aleyhisselam,
Hz. İbrahim aleyhisselam
[31] Sol ayak dik tutulur; (yâni topuk yukarıda, parmak uçları ise,
yerdedir.) sağ ayağın parmak uçları da köprü gibi duran sol bacağın
altından biraz dışarı çıkarılır. Eller namazda olduğu gibi yine dizler üzerinde
bulundurulur.
[32] Muhammed Hikmet Efendi,
Marifet-i İlahiyye Tarîkat-ı Aliyye, İst, s. 57
[33] İhvan mahviyette olması gerekli olduğu için tesbihini dışarıdan
kimsenin görmeyeceği şekilde saklı tutması için en uygun olanı dizleri arasında
bir elide üstünde kapalı olması daha uygundur. Efendi kuddise sırruhu’l-azîz
Hazretlerinin ihvanı bu yolu tercih etmiştir.
[34] Hacı Osman Üsküdarî Nakşibendî Efendi, Tarîkat Risalesi trc, İsmail Hakkı Altuntaş
[35] En’am, 103
[36] Bedeni saymayanlarda vardır. Fakat zikr-i sultan beden ile
yapıldığı için bedenin de letâiften sayılması uygundur.
[37]
Bu kısımdan sonraki yerlerde (RAHMİ Serin, Veliler Ve
Tarîkatlerde Ûsul, İst. S.285-298; YAŞAR, Ahmet, Çam Kozalağındaki Sır,
İst.1999, s.329-367) faydalanılarak yazılmıştır.
[38]
Kalbe yönelerek ve Allah Teâlâ’nın yüce zatına
teveccüh ederek ve hatırına bir şey getirmeyerek ve doğru telaffuzla zikrin
manasını düşünmek, zikr ve bâz-geşt (senin zât-ı pâkinden başka hiç maksûdum
yoktur) manâsını veyâ “Ey Allah’ım! Benim maksudum sensin ve senin rızandır”
manasını düşünmelidir. Bu esnada kendi yokluğunu Allah Teâlâ’nın zâti pâki ile
düşünmelidir.
[39]
Bu nurların renklerinde ihtilaf vardır. Mesela “kalbin
nuru kırmızı, ruhun nuru sarı, sırrın nuru beyaz, hafinin nuru yeşil, ahfânın
nuru siyah ve bazen beyaz, ümmi dimağda zuhur eden sultan-ı zikir, nefs-i
natıkanın nuru mavi olur.” Bu da gösteriyor ki, insanın meşreplerine göre
sınıflandırılma ve değişim vardır.
Adetler izafidir. Her mürşidin usülünde sayılar
değişir artar veya azalabilir. Bazı büyükler bu sayılarda Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin sünneti takip etmek daha uygundur, demişlerdir.
[40]
(Kasas, 88)
[41] Burada geçen (kâdem-i şerif) ayaklardan maksat
sünnet ve tarikattır.
[42]
(Şura,11)
[43]
(Kalem, 4)
[44] Zira tarîkat ehli,
kelime-i tevhide üç mana verdiler: Acemi için “Lâ mabude illa’llah,” orta halli
için: “Lâ maksûde illa’llah” ve gelişmişler için: “Lâ mevcude illa’llah”dır. Bu
makama, lâ maksûde illa’llah manası münasip olup, zikirde bu manayı mülâhaza
etmek lâzımdır ve mülâhazaya ziyade ihtimam etmelidir. Zira ihvânda mülâhaza olmazsa fayda yoktur. Belki zarar vardır. Zira
ekseri zâkirlerin perişan olup, maksûda vâsıl olmadıkları, zikri, gaflet üzere
etmelerindendir.
[45] Muhammed b. Abdullah Hani, Âdâb, trc. Ali Hüsrevoğlu,
İstanbul, 1980, s.245–247
[46] İhvan arasında inziva ve halvete girmenin adı olarak kullanılan
bir terim olması açısından bu şekilde anlatmak zorunda kalındı. Çünkü terbiye
yolunun hepsine birden Seyr-i sülûk denir.
[47] Şeyh Şerâfeddin kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri buyurdu ki; “hayatında
bir defa olsun erbâin yapmayan kimse ben Nakşibendiyim demeye utansın” demişti.
Şeyhliği bırak derviş olacak adamın hiç olmazsa ömründe bir defa erbâin (kırk
gün süren husûsi ibâdet) çıkarması lâzımdır. Erbain ikidir;
1 Recep ayının başından şaban aynın onuna kadar
gadâbı nefsâniyi mahkûm etmek içindir.
2 Zilkâde ayının başından Zilhicce ayının onuna
kadardır ki, şehvâni kuvveti kontrol edecek kuvveti eline alabilmek içindir.
(Şeyh Nazım Kıbrısî, Hakdost Sohbetleri, 2004)
[48] Hâce Bahâeddîn
Nakşbend kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz nafile oruç tutan mürîdi Ya’kûb Çerhî’ye
de orucunu bozup yemesini tavsiye etmiş ve: “Nefsin arzularına hâkim
olma konusunda yemek, oruç tutmaktan daha iyidir, biz bunu tecrübe ettik” demişti.
Çünkü o, riyâzat ve perhiz sonucu oluşan hallere îtimâd etmiyordu. (TOSUN, Necdet; Bahâeddîn
Nakşbend / Hayatı, Görüşleri, Tarikatı,
İst. 2002, s.113)
[49] Şeyh Hasan-ı Basrî
radiyallâhü anh der ki; Şeyh Bâyezîd-ı Bestâmî kuddise sırruhu’l azize kadar
tüm şeyhler altmış günde bir lokma yemek yerler, bu altmış gece gündüz de
uyumazlardı. Allah Teâlâ’yı zikredip, göz açıp kapanıncaya kadar bile olsa
zikirden ayrı kalmazlar, sonra gönül âlemleri açılırdı. Şeyh Bâyezid-ı Bestâmî
radiyallâhü anh Hâce Ahmed Yesevî kuddise sırruhu’l azize kadar diğer şeyhler
kırk günde bir lokma yemek yediler ve kırk gece gündüz uyumadılar. Uyuyup zikirden
uzak kalmadılar. Sonra gönül âlemleri açıldı. Hakîm Süleyman kuddise sırruhu’l
aziz kırk gün böyle yaptı. Mahmûd Hâce radiyallâhü anh yirmi dokuz gün ve Zengi
Ata radiyallâhü anh on dokuz gün böyle yaptılar. (Yesevilik
Bilgisi, a.g.e.s.439, Mir’âtü’l-Kulûb,” s. 41–85)
[50]
(Hadîs-i Şerîf-Makâmât-ı Mazhariyye)
[51]
İmam Rabbânî Ahmed Farukî kaddese’llâhü
sırrahu’l azîz
[52]
Şen, Mehmet Veli, Evrâd-ı Bahaiye, Sivas, 1976, s. 15
[53] “O Allah bir tektir.”
(İhlâs, 1)
[54] (Ankebût,6)
[55]
Hazinî, Cevahiru’l Ebrâr min Emvâc-ı Bihâr, Yesevî Menâkıpnâmesi, Cihan
Okuyucu, Kayseri, 1995, s.56
[56]
“Hakk’ın zatı,
bütün bağlılıklardan, itibardan
tecerrüdü, kendisinin hiçbir şeye,
hiçbir şeyin de kendisine münasebeti olmadığı mertebe hakkında hiçbir şey
söylenemez. Hakk’ın halka, halkın da Hakk’a bağlı bulunduğu mertebede ise,
Allah Teâlâ’nın zatına haller ve sıfatlar nisbet edilir. Çünkü halk, Hakk’ın
görünme ve meydana çıkma yerleridir. Rıza, gazap, icabet, sevinç vb. gibi şeyler ki, bunlara şuun
denmiştir. Her müessirde birtakım sıfatlar vardır ki, bunlar, O’ndaki ülûhiyyet
mertebesidir. Bu mertebenin kabz, bast, yaşatma, öldürme, kahr vs. gibi şeylere mahsus halleri vardır.
Bunlar mertebenin hükümleridir. Bu genel mukaddimeyi bil ki, Allah Teâlâ’nın
izniyle yararlanasın.” (Sadrettin Konevi’nin Fatiha Tefsirinden) (İrfan
sofraları, 19. sofra, Niyazi Mısri,
Süleyman ATEŞ, 1971, s.53)
[57]
(Kasas, 88)
[58] Burada geçen (kâdem-i şerif) ayaklardan maksat
sünnet ve tarikattır. Bu latifelerden biriyle kendisinde bir terakki hâsıl
olup adı geçen hal ve durumlardan biri zuhur ederse aynı latifeyi ayağı altında
bulunduran nebînin meşrebi üzerinde sayılır.
[59]
( A’raf, 143)
[60]
(Şura,11)
[61]
(Kalem, 4)
[62] Gölge. Perde. Zıll; dünyada görünen varlıklardır.
Bu varlıklar bir gölgedir. Zatın isimleri ve sıfatlarının gölgelerinin
tecellilerini seyr ederek Allah Teâlâ’yı gördüğünü zan ederek bir yokluğa
düşer.
[63] “Allah Teâlâ bizimledir”
(Tevbe, 40)
[64]
Kaf, 16
[65]
Maide,54
[66]
Esad Sahib, t. D.-K. (Mayıs-2008). Mektubat-ı Mevlâna
Halid. İstanbul: Semerkand, s.190-191
[67]
Ahzab,52
[68]
Duhan,59
[69]
Buhari, İman,37; Müslim, İman, 57
[70]
Kâf, 16
[71]
En'am, 103
[72]
ÂI-i İmran, 154
[73]Hud,
107
[74]
En’am,73
[75]
Müminun, 65
[76]
Maide, 54
[77]Bakara,
115
[78]
Hadid, 4
[79]
Tâhâ, 114
[80]
Esad Sahib, t. D.-K. (Mayıs-2008). Mektubat-ı
Mevlâna Halid. İstanbul: : Semerkand, s.192-196
[81] “Her şey yokluk halinde
iken ve kâinatta hiç bir şey var olmadığı zamanda Allah Teâlâ, varlığı kendi
Zatı ile idi.”
[82] Mâide, 54
[83] Kaf,16
[84]
Bakara, 31
[85]
Bu murakabelerdeki ilâhî hikmetler için bkz: (İsmail
Ankaravî. (1981). Muhyiddin-i Arabî- Nakş El- Fusus. İstanbul: trc:İlhan
KUTLUER .)
[86]
Bakara, 26
[87]
Tekvir, 22
[88]
Necm, 2
[89] Mâide, 54
[90]
Büyükler, ruh külli olduğu vakit yetmişbin surette zahir olabilir demişlerdir.
Bu dünyada böyledir, berzah âleminde ise suretlere girmesi daha kolaydır. Zira
berzah âleminde ruh cesetten ayrıldığı için daha kuvvetli ve müstakil olur.
(Mektubatı Mevlanâ-i Halid, 4 Mektup)
[91] Görünmek. Belirmek. Anlaşılma. Zâhir ve aşikâr olma. Meydana
çıkmalar. Belli olmalar.
[92] Aklın ve mantığın kabul
edeceği bir gerçektir
[93] PAKALIN, Mehmed Zeki, Tarih Deyimleri Ve Terimleri Sözlüğü,
İstanbul,1972, c.3, s.198
[94] Zariyat,21
[95] Bu sınıflandırmalar değişikte olabilir. Neticede hepsi aynı
neticeye varmaktadır.
[96] Bu seyirler ile
dersler kırk sayısına ulaşır.
[97] Necm, 9
[98] Sefine-i Evliya, c.II, s.177 deki Dip not.
[99] Baş taraf. Başlangıç. Başlama. Kaynak. Kök. Temel. Esas.
[100] Hâlis, saf, katışıksız, karışık olmayan. Tek başına Müşahhas
olmayan. Vücuda gelmiş eşya ve ef’âlin şekil ve suretlerinden ayrı olarak
düşünülen her keyfiyet ve mefhuma veya nisbet mefhumuna denir. Bunun zıddı
müşahhasıdır ki, eşyanın bütün vasıfları ile zihinde husulüdür.
[101] ERGİN, a.g.e. s: 31
[102] Yayılma, genişleme
[103] Akl-ı Kül: Kâinatta görülen umumi ahenk. Her şeyi kavrayan akıl.
[104] Nüzûl, urûctan (inmek, çıkmakdan) fazla vâki’ olması için “Lâ
ilâhe illallah” kelime-i tehlîlini çok söylemek ve Yüz defa “Lâ ilâhe
illallah” dedikten sonra, “Muhammedün Resûlullah” söylemekle olur.
Urûcu fazla olan ihvan, dil ile kelime-i tehlîli söylerken her defasında “Muhammedün
Resûlullah” diye de ilâve ederse, nüzûl ziyâde olur. Urûcu ve nüzûlü müsâvî
olan, on veyâ on beş defa “Lâ ilâhe illallah” dedikten sonra, “Muhammedün
Resûlullah” der. Bu usûl, urûc ve nüzûlün hâsıl olması için çok fâydalıdır.
[106]
Alak, 19
[107]
Burada, secde mahallinin Allah Teâlâ'nın ayaklarının üzerine yapılması temsilî
bir teşbihtir. Secdedeki kul kendisini böyle bilmelidir demektir. Yoksa
Kâinatın yaratıcısı ve sahibi bulunan Allah Teâlâ'ya mekân isnad edilemez
[108]
Muhammediyet ve Ahmediyyet sırları ayrı olduğu için iki defa zikredildi.
[109]
Â’raf, 143
[110]
Â’raf, 155
[111]
Kasas, 33
[112]
Gümüşhanevî, A. Z., & trc: RahmiSERİN. Camiu'l
Usul Veliler ve Tarikatlarde Usul. İstanbul, 301-315
[113]—Efendi Hazretlerinin hastalığı sırasında Ulusoylar’ın
babası ziyarete geldi. Efendi Hazretlerinin ayakucuna oturdu, hasbıhalden sonra
gelen misafirin, “Efendim nasılsın?” sorusuna verdiği cevaptır.
[114]—Cemal
Kurnaz-Mustafa Tatcı, Yesevilik Bilgisi, Ankara, 2000, s.447- Sufi Muhammed Danişmen “Yesevîliğin İlk Dönemine Ait
Bir Risale:, Mir’âtü’l-Kulûb”, İlâm, C 2, s. 2, Temmuz-Aralık
1997, İst. 1998, s. 41-85
[115]—İsmail Hakkı Bursevî, Tuhfe-i Vesimiyye, Hzl: Şeyda ÖZTÜRK, İst.,
2000, s.136
[116]— Şeyh Mustafa Kabûlî er-Rifâî, Kenzü’l-Esrâr, İst., 2001, s.24
[117]
297.7 - Osman Ergin
Yazmaları - 000542/07 Atatürk
Kütüphanesi-İstanbul
[118]
Tâhâ, 114
[119]
(Bu mevcûdatın müstakil vücûdları yoktur, onların hepsi Allah Teâlâ vücûduyla
mevcutturlar, yani Allah Teâlâ’dan başka mevcûd yoktur.)
[120]
(Berzah âleminde Zinnûn-i Mısrî’yi Hazreti Şeyh-ül Ekber terakkî ettirdi. Zirâ
Zinnûn hazretleri bu dünya âlemde iken bu tevhîd meselesine vâkıf değildi. )
[121]
İstiğrâk: ilâhî aşka dalıp coşarak kendinden geçme, esrime.
[122]
Dellal: İlân edici. Yüksek sesle bildiren. * Müşterileri çeken. Davet
eden.
[123]
Havatır: Hâtıralar. Fikirler. Düşünceler.
[124]
Müslim. Zikir, 51: Ebu Davud. 26
İlk sûfîlerin değişik tasavvufî haller için
kullandıkları bu hadise Kuşeyri (465/1072) tecellî konusunda yer vererek şöyle
der: "Bu hadis ile sanki Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hakikatin
hamlelerine karşı kalbinin setr halinde olmasını istemiştir. Çünkü Hakkın
vücudu ile beraber halk için beka mümkün değildir."
[125] 13.yüzyıl sufilerinden olup derlediği ve pek
çok salavât- şerife’yi bir araya getiren “Delâil-ül Hayrat” adlı risalesinin de yazarıdır.
[126]
Teşkil: 1 . Oluşturma, ortaya çıkarma, meydana getirme:2 .
Oluşum. 3 . Örgütleme.
[127]
Yakazâ: uyanık, şuurlu ve dikkatli bir vaziyette.
[128]
Kitabın yazıldığı zamanda fotoğraf fazla olmadığı için zamanımızda çekilmiş
resimlerden birine de bu uygulama yapılabilir.
[129]
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin nurlu şeklini
[130]
Ebu Hureyre radiyallâhü anh şöyle anlatıyor:
Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem bir gün insanların arasında
oturuyordu.O sırada ona bir zat geldi ve:
"Ey Allah'ın Resulü! İman
nedir?" dedi.
"Allah'a, meleklerine,
kitaplarına, Allah'a kavuşmaya, rasüllerine inanman ve yine son dirilmeye iman
etmendir" buyurdu.
“İslâm nedir?
dedi.
"İslâm, Allah'a kulluk etmen ve
ona hiç bir şeyi ortak yapmaman, Farz namazı dosdoğru kılman, farz kılınmış
olan zekâtı vermen ve Ramazanda oruç tutmandır"
buyurdu.
“Ey Allah'ın Resulü! İhsan nedir?”
dedi.
"Allah'a onu görürcesine ibadet
etmendir. Her ne kadar onu görmüyorsan da o seni muhakkak görür"
buyurdu.
“Ey Allah'ın Resulü, Kıyamet ne
zamandır?” dedi.
(Cevaben Efendimiz) Buyurdu ki:
"Bu konuda sorulan sorandan daha çok
bilgiye sahip değildir. Fakat onun alâmetlerini sana haber vereceğim: Cariyenin
efendisini doğurması, onun alâmetlerindendir. Yalınayak ve çıplak kimseler,
insanların idarecileri oldukları zaman, işte bu da onun alâmetlerindendir.
Koyun çobanları yüksek bina kurmakta birbirleriyle yarışa başladıkları zaman,
işte bu da onun alâmetlerindendir. (Kıyametin vakti) Allah'tan başka kimsenin
bilemeyeceği beş şeye dâhildir."
Bundan sonra Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem:
“Kıyamet vakti hakkındaki bilgi ancak
Allah'ın katındadır. Yağmuru O yağdırır, rahimlerde olanı O bilir. Hiç kimse
yarın ne kazanacağını bilemez, yine hiç kimse nerede öleceğini bilemez,
şüphesiz Allah her şeyi bilendir, her şeyden haberdardır”
ayetlerini okudu. Ebu Hureyre radiyallâhü anh der ki:
Sonra o şahıs dönüp gitti. Arkasından
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem:
"O adamı bana geri getiriniz"
diye emretti.
Bunun üzerine sahabeler onu geri getirmek için aramaya başladılar, fakat bir
şey göremediler.
Bunun üzerine Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem:
"İşte o, Cebrail'dir. İnsanlara
dinlerini öğretmek için gelmiştir"
buyurdu.(Sahih-i Müslim,10)
[131] İbadet usullerini, din kaidelerini bildiren
kitap
[132]
Burarda bahsedilen letâiflerin yerleri bazı meşayıhca farklılık göstermektedir.
[133]
Kelâm terimi olarak istidlâl, ‘’bir hüküm veya kavramın doğruluk yahut
yanlışlığını kanıtlamak için zihnin yaptığı akıl yürütme eylemi'’ diye tarif
edilebilir. Kur’ânı Kerîm’de istidlâl kelimesi geçmemekle birlikte bunun mâzi
kalıbındaki kökünü oluşturan ‘’delle'’ akıl yürütme eyleminin söz konusu
edildiği bir yerde kullanılmıştır (Sebe,14).
İstidlâl
ile aynı mânada veya yakın anlamdaki tezekkür, tedebbür, taakkul, tefekkür,
i‘tibar, nazar gibi kelimeler sık sık kullanılmış, özellikle İslâm’ın getirdiği
mesajlar konusunda düşünüp isabetli sonuçlara varılması istenmiştir. Kur'ân-ı
Kerim'de ayrıca ilim, sultan, âyet, beyyine, burhan, hüccet gibi değişik
adlarla yer verilen delile büyük önem atfedilerek inanç ve düşüncenin mutlaka
delile dayandırılması doğruya ulaşmanın vazgeçilmez şartı olarak görülmüştür
[134]
Kadim:Başlangıcı olmayan, eski, ezelî.
[135] Buhârî.. İsti’zan. 1: Müslim. Birr. 110.
Cennet. 28;.İbn. Hanbel. II/244. 251. 315. 323. 434. 463. 519
[136]
Şura, 11
[137]
Farzlarla olan kurb: Kulun, nefsi de dahil olmak üzere, her şeyin şuurundan tamamen fâni
olmasıdır. Artık onun nazarında, Hakk'ın vücûdundan gayri, hiçbirşey kalmaz.
Bu, farzların semeresi olarak ortaya çıkan fena halidir.
[138]
Bu makam Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin özel makamıdır. Hiçbir nebi
ve evliyaya nasip olmamıştır.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar