SALÂT-I ZÂTİYYE (El-Yakut el-Hamra ala Salât es-Suğra) İBNÜ’L-ARABÎ
Bir gece İbnu'l-Fârid rüyasında Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemi görür. Rasûlüllah şaire nesebini sorar. O da
cevaben dedesinden öğrendiği bilgilerle ona cevap verir. Nesebinin Benî Sa'd
kabilesinden Efendimizin sütannesinin mensup olduğu soya kadar uzandığını söyler.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem:
"Hayır, Sen nesep olarak o kabileye mensup
olabilirsin fakat muhabbet olarak benim soyumdansın" [1]
diye iltifat eder.
O, bu durumu aşağıda verilen beyitlerle ifade
etmiştir:
نَسَبٌ فى شَرْعِ الهَوىَ
بَيْننا
مِنْ نسبٍ منْ اَبَوَيْ
"Bizim aramızda gönül bağı yolu ile
gelen bir nesep anne babadan gelen bir nesepten daha yakındır."[2]
بِسْـــمِ
اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
الحمد لله رب العالمين والصلاة والسلام على رسولنا محمد
وعلى اله وصحبه وسلم اجمعين
Allah
Teâlâ, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin şerefini ve yüceliğini belirtmek için, bizzat
kendisi O’na salât etmiş, meleklere ve müminlere de O’na salât etmelerini emretmiştir. Nitekim Allah Teâlâ Kur’an-ı
Kerîm de buyurmuştur ki;
“Muhakkak
ki Allah Teâlâ ve melekleri, Nebi’ye salât ederler. Ey iman edenler! Siz de ona
salât edin ve tam bir içtenlikle selâm verin”[3]
Bu ayetteki emir bağlayıcıdır, emrin yerine getirilmesi gereklidir. Başka bir deyişle her müslümanın Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve selleme salât ü selâm getirmesi farzdır. Ancak bunun
zamanı, şekli, mekânı ve sayısı konusunda açıklama yapılmadığı için âlimler farklı yorumlar
yapmıştır. Allah Teâlâ da emrinde, bir defa veya birçok kez diye bir
kayıt ve sınır getirmemiştir.
Şifâ-i Şerîf müellifi Kadı iyaz, konu ile ilgili olarak, bir
vakitle sınırlı olmaksızın Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme salât ve
selâm getirilmesinin vâcip olduğunu, Allah Teâlâ’nın Kur’ân-ı Kerim’de bunu emrettiğini, müctehid imamların ve diğer âlimlerin bu emrin vücûb ifade
ettiği hususunda birleştiklerini söylemiştir. Fakat âlimler salât ü selâmın vaktinde ihtilâf etmişlerdir. İmâm Mâlik ve Hanefî âlimleri,
“Her müslümanın
ömründe bir kez salât ü selâm getirmesi farzdır.” derken, Şafiî ulemâsı ise, “Farz olan salât ü selâm, namazda okunandır. Bunun dışındakiler farz değildir” demişlerdir.
Âlimler ve
mutasavvıflar salât ü selâmın, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin şeref ve mâkâmını yücelten ve
Allah Teâlâ’nın indindeki kadr u kıymetini belirten bir ibadet olduğunu beyân etmiş, bu yüzden salât ü selâmla meşgul olan kişiye birçok nimetin ihsan olunacağını ifade etmişlerdir. Bu sayede insanlar Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin bereketiyle, dualar kabul olur, ihtiyaçlar karşılanır,
acı ve hüzünler giderilir, kul ilâhî rahmete nâil olur, dünyada ve ahirette
maksadına ulaşırlar.
Übey b.
Ka‘b radiyallâhü anh anlattı:
“ Ya
Rasûlallah! Sana çok salât ü selâm getirmek istiyorum, duâmın ne kadarını buna
ayırayım,” dedim. Rasûlüllah:
“Ne kadar
dilersen” buyurdu. Ben:
“Dörtte
biri olur mu?”
dedim. Rasûlüllah:
“Ne kadar
dilersen, fakat daha fazla yaparsan senin için daha iyi olur” buyurdu. Ben,
“Yarısı
olsa nasıl olur?” dedim. Rasûlüllah:
“Ne kadar
dilersen, fakat daha fazla yaparsan
senin için daha iyi olur” buyurdu.
Ben:
“Üçte
ikisi kadar olsa”
dedim. Rasûlüllah:
“Ne kadar
dilersen, fakat daha fazla yaparsan senin için daha iyi olur” buyurdu. Ben:
“O zaman
duâmın hepsini sana salât ü selâm getirmeye ayırayım” dedim. Rasûlüllah:
“O zaman
isteklerin için (salât ü selâm) sana kâfi gelir ve günahların bağışlanır.” buyurdu. [4]
Allah
Teâlâ’nın izni ile ümmeti olma şerefine nail olduğumuz Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem Efendimize geçmiş zamanlarda ancak izin ile okunan salâtlardan
olan Salât-ı Zâtiyye (Suğra)
yi
kardeşlerimize faydalı olsun diye Türkçeye çevirip faydalı olmak niyeti ile
Ahmet Ziyâüddin Gümüşhânevî kaddese’llâhü
sırrahu’l azîzin [5] tertip
ettiği üç cilt olan Mecmuât’ül-Ahzâb
Kitabında İbnü’l-Arabî Cildinde geçen Ebu Abdillah Muhyiddin Muhammed
b. Ali b. Muhammed el-Hatimî et-Taî el-Endelüsi kaddese’llâhü
sırrahu’l azîzin meşhur olan bu salâtını Seyyid Muhammed
Nûr’ul Arabî Melâmî [6] kaddese’llâhü sırrahu’l azîz Efendimizin şerhini[7] esas alarak açıklamaya çalıştık. Açıklamada
Seyyid Muhammed Nûr’un kabul ettiği metnin diğer nüshalardan biraz eksik
olmasının sebebini bilmiyoruz. Açıklamada biz onu kullandığı kısmı esas kabul
ederek hareket edeceğiz. Kelime ve harf sayısı sevabın artmasını sebep olduğu
için meâlde mecmualardaki ortak olabilecek şekli esas alarak salâtın
zenginliğini sağlamak istedik.
Allah
Teâlâ’m, rızan için yaptığımız işlerden dolayı affını diler, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin şefaatini arzu niyaz ederiz.
İhramcızâde
İsmail Hakkı ALTUNTAŞ
Esenler /İstanbul
2010
صلوة الذاتية
بِسْـــمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
اللَّهُمَّ صَلِّ عَلىٰ الطَّلْعَةِ الذّاتِ الْمُطَلْسَمِ وَاْلغَيْثِ
الْمُطَمْطَمِ وَاْلكَمَال اْلمُكَتَّمِ لاَهُوتِ الْجَمَالِ وَناَسُوتِ اْلوِصَالِ
طَلْعَةِ اْلحَّقِّ كَثُوبُ اِنْسَانِ اْلاَزَلِ [كَنْزِ هُوِيَّةِ اِنْسَانِ عَيْنِ
اْلاَزَل] فىِ نَشْرِ مَنْ لَمْ يَزَلْ مَنْ أَقَمْتَ بِهِ نَوَاسِيتَ اْلفَرْقِ فىِ
قَابَ نَاسُوتِ اْلوِصَالِ اْلاَقْرَبِ اِلىٰ طُرُقِ الْحَقِّ فَصَّلِّ اللَّهُمَّ
بِهِ فِيهِ مِنْهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ تَسْلِيماً كَثِيراً وَالْحَمْدُ ِللهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
SALÂT-I ZÂTİYYE
AÇIKLAMASI
بِسْـــمِ
اللهِ الرَّحْمَنِ
الرَّحِيمِ
Genellikle
şeriat, tarikat ve hakikat ehli söze besmele hep ile başlamıştırlar. Şeyhimiz
Muhyiddin İbnü’l Arabî kaddese’llâhü sırrahu’l azîzde bu nedenle salâta besmeleyle
başladı.
Besmele
tevhid makamlarının en üstünü olan Ehadiyyetü’l cem ve vahidiyyetü’l
fark[8]
mertebesidir. Allah Teâlâ buyurdu ki;
قُلِ ادْعُوا اللَّهَ اَوِ
ادْعُوا الرَّحْمَنَ اَيًّا مَاتَدْعُوا فَلَهُ اْلاَسْمَاءُ الْحُسْنَى
“De ki: İster Allah deyin, ister Rahman
deyin, hangisini derseniz deyin, en güzel isimler
O'nundur.” [9]
Yani mutlak ulûhiyet zât-ın ismi Allah,
rahîmiyetin kendisi olan Rahman veya diğer zâtın mertebelere göre aşikâr
olan güzel isimleriyle Allah Teâlâ’yı çağırın (dua edin) demektir.
“Zât”
bütün mertebelerde belirdiği için Allah Teâlâ “hangisini derseniz deyin en
güzel isimler O'nundur” dedi. Bu ise zât-ın birliğine isimlerin farkıyla ve
sonra cem (bütün) ile bakmaktır, diyebiliriz.
Bu
hal Allah Teâlâ’nın isimleri ilâllah, fillâh, billâh, maallâh ve anillah
ı[10]
tevhid mertebelerinde ve geçtikten sonra daimî zikirle tecelli-i
efâl, tecelli-i sıfat, tecelli-i zâtta seyr edişi ve daha sonra cemden vücudü’l
ceme yükselişidir. Bahsettiğimiz durum Ehadiyyetü’l cem ve
fark (iniş)tir.
Bu
yükselme ve (iniş) seyri ancak mürşid-i kâmil ile olur.
Muhyiddin
İbnü’l Arabî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz üç vecihte (İsrâ, 110 ayetindeki üç
duruma istinaden) besmeleyi söyledi.
Allah
Teâlâ gerçeği söyler ve doğru yola hidayet eder. [11]
اللَّهُمَّ صَلِّ عَلىٰ الطَّلْعَةِ
الذّاتِ الْمُطَلْسَمِ
“Ey
Allah Teâlâ’m zâtının görünüşü, hali ve her şeyiyle tılsımlı [12]
olan Muhammed sallallâhü aleyhi ve selleme salât kılmanı diliyoruz.”[13]
Ey Allah Teâlâ’m dünya ve
ahirette hakikati idrak edilmeyen kişiye salât demektir.
وَيُحَذِّرُكُمُ اللَّهُ
نَفْسَهُ وَاللَّهُ رَؤُفٌ بِالْعِبَادِ
“Kullarına karşı
şefkatli olan Allah size kendinden korkmanızı emreder.” [14]
لاَتُدْرِكُهُ اْلاَبْصَارُ
وَهُوَ يُدْرِكُ اْلاَبْصَارَ وَهُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ
“Gözler
O'nu göremez; hâlbuki O, gözleri görür. O, eşyayı pekiyi bilen, her şeyden haberdar
olandır.”[15]
قَالَ لَنْ تَرَينِى
“Allah Teâlâ buyurdu ki: beni kat'iyyen göremezsin” [16]
Yani, Ancak yüksek izzet olan rubûbiyetle,
Allah Teâlâ’nın zâtı görebilirsin, demektir. Bu nedenle yüksek ve ulvî zât-ını
dünya ve ahirette izzet perdesi ile görmek mümkün olur. Bu perde rububiyyettir.
Onun zât-ı kemal sıfatlar ile geldiğinden, Rubûbiyyet tam olarak Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemde zuhur etmiştir.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu
ki;
مَنْ رَآنِى فَقَدْ رَأى
الحَقَّ
"Beni gören
Hakk'ı görmüştür".[17]
الْمُطَلْسَمِ Hakikatte ikinci bir şeyin
O’nun fazileti ve kavuştuğu makama ebedî kavuşması mümkün olmayan ulviyetli kişidir, demektir. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin ulviyeti diğer yaratıkların makamına ulaşamamaları
ve izzetle perdelenmesindendir.
İblis İzzete yemin ederken O’nun izzetini görmedi. İzzet Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin makamı idi. İblis dedi ki;
قَالَ
فَبِعِزَّتِكَ َلاُغْوِيَنَّهُمْ اَجْمَعِينَ “İblis:
senin izzet ve şerefine andolsun ki, onların tümünü azdıracağım dedi.” [18]
İzzet gözlerden perdelendiği için, İblis Âdem
aleyhisselâma secde etmedi.
Buradaki mana “Ey Allah Teâlâ’m hakikati senin
zâtın olan ve meydana çıkışı da sıfatların, fiillerin ve isimlerinin tılsımı
olan Muhammed’e salât ve selam olsun”
demektir.
“Ey Allah Teâlâ’m
cömert, ihsanı çok, bereketli vb. okyanus olan yağmur(un) Muhammed sallallâhü aleyhi ve selleme salât
kılmanı diliyoruz.”
اْلغَيْثِ : Evvel, Âhir, Zâhir ve
bâtında olduğu halde görünmediği gibi gizlide de kalmayan yağmurdur.[19]
وَاْلغَيْثِ الْمُطَمْطَمِ : Bütün mertebeleri
toplayan okyanustur.
Allah Teâlâ اَلَّذِينَ
يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ “Onlar
görmediklerine inanırlar” [20] ayetiyle övdü. Yine Allah
Teâlâ imanlarına şehâdet etti.
شَهِدَ اللَّهُ اَنَّهُ َلا
اِلَهَ اِلاَّ هُوَ وَالْمَلَئِكَةُ وَاُولُوا الْعِلْمِ قَائِمًا بِالْقِسْطِ لاَ
اِلَهَ اِلاَّ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
“Allah Teâlâ, kendisinden başka bir
ilâh bulunmadığına adâletle kâim olarak şehâdet etmiştir. Melekler de, ilim
sahipleri de (şehâdette bulunmuşlardır). O hakîmden başka asla bir ilâh yoktur.” [21]
Buradaki mana; “Ey Allah Teâlâ’m hakikati ve yaratılışı bütün
mertebeleri kapsayan (rahmet) yağmurun Muhammed’in zâtına salât ve selam olsun”
(Yani) her şey olan (cami-i küll) Allah Teâlâ’yı sûret ve
hakikat ile toplayan Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem olunca, “Yağmur”
sözle anlatılması mümkün olmayan işaretlerin bittiği şey demektir.
Kelâm şehadet âleminden olduğundan, hakikat ehli Ehadiyyetü’l
cem i birde başka birin olmadığı bu makam (الواحدية
لا الاحدية) Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme mahsus olduğunu belirtmektedir.
Ömer b. Farid [22] kaddese’llâhü sırrahu’l
azîz beyitte dedi ki;
فجل في فنون الاتحاد ولا تحد الى فئة
غيره العمر أفنت
“İlimlerin birliği ulvî olduğundan ömür ağacının birlik kökünü sınıflara
ayırma.”
Bahsedilen ilimlerin birliği cem, hazretü’l cem ve cem’ül
cem ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme mahsus olan ehadiyyetü’l
cemdir.
وَاْلغَيْثِ الْمُطَمْطَمِ sözü “Ey Allah Teâlâ’m “Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin cömert, ihsanı çok, bereketli vb. okyanus olan
yağmurun Muhammed’in zâtına salât ve selam olsun.” demektir.
وَاْلكَمَال اْلمُكَتَّمِ
“Ey Allah Teâlâ’m sırrını ve kendi sırlarını hakikatiyle gizleyen
[23]
Muhammed sallallâhü aleyhi ve selleme salât kılmanı diliyoruz.”[24]
لاَهُوتِ الْجَمَالِ
“Ey Allah Teâlâ’m ilâhî
ve mânevî âlemin güzelliği Muhammed sallallâhü aleyhi ve selleme salât kılmanı
diliyoruz.”
Âlemler
Lâhut âlemi[25], sıfatlar
âlemi ve isimler âlemi diye üçe ayrılır.
Zât,
ilâhî hakikattir.
Bu
âlem idrâk edebilir mi veya edilemez mi diye sorarsan, bir kısım insanlar
dediler ki lâhut âlemi dünya ve âhirette idrak edilebilir.
Bazıları
âhirette idrâk edilebilir. Bazıları da dünya ve ahirette idrâk edilemez
dediler. İtibar edilen bu son sözdür. Çünkü rüyet (görmek) idrâkın üzerine
muvaffak olamaz. Zât-ı görüş ilimle idrak edilemez.[26]
Allah Teâlâ buyurdu ki;
يَعْلَمُ مَا بَيْنَ اَيْدِيهِمْ
وَمَا خَلْفَهُمْ وَلاَ يُحِيطُونَ بِهِ عِلْمًا
“O,
insanların geleceklerini de geçmişlerini de bilir. Onların ilmi ise bunu
kapsayamaz.” [27]
Sıfatlar
nispet itibarıyla bilinir fakat görülmez.
Fiiller
ise eserleri ve tesirleri ile bilinir.
Bu
sebeple İlâhî hazretler beştir.[28]
Hazret-i
Zât âlemi (Gayb âlemi)
Hazret-i
Lâhut âlemi (İsimler ve sıfatlar)
Hazret-i
Ceberût (Hakikatler )
Hazret-i
misâl âlemi
Hazret-i
Nâsut âlemi (Cisimler âlemi)[29]
الْجَمَالِ ilâhî suretlerin güzelliğidir.
Buradaki
mana: “Ey Allah Teâlâ’m isimlerin,
sıfatların zuhur ettiği ve bütün güzelliklerin toplandığı Muhammed sallallâhü
aleyhi ve selleme salât kılmanı diliyoruz.”
“Ey Allah Teâlâ’m cisimler
âleminin Sana kavuşma sebebi olan Muhammed sallallâhü aleyhi ve selleme salât
kılmanı diliyoruz.”
ناَسُوتِ ruhların zuhur yeri olan cisimler
âlemidir.
اْلوِصَالِ Şehâdet âleminden cem’ül
cem makamına ulaşmak demektir. Cem’ül cem tam müşahede makamıdır. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin şuhudu ise câmi’ül cem dedir.[30] Bu makam celâl ve cemâl
arasında her şeyin maddesini topladığından bütün cem makamları kapsar.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin yaratılışı üstün ve büyük
[31]olduğu için “Onun yaratılışı ve ahlakı için Kur’ân’dır”
denildi.[32] Allah Teâlâ Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem hakkında
بِالْمُؤْمِنِينَ
رَؤُفٌ رَحِيمٌ “O, size çok
düşkün, müminlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir.” [33] buyurdu.
Bu
ayetin işaretiyle Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem cemâl tecellisinin
karşılığı olan Bast’ı [34] ile İsâ aleyhisselâma üstün geldi. Kavmi
İsrailoğulları gibi O’nu esir edip boynuna zincirler
prangalar geçirmediler.[35]
Kavmi itaat etmedi diye ikinci kat göğe de yükselmedi. Peşinden gelen rahipler
ve kıssısîn de ruhbaniyet bidati çıkardılar.[36]
“Sonra bunların
izinden ardarda rasüllerimizi gönderdik. Meryem oğlu İsa'yı da arkalarından
gönderdik, ona İncil'i verdik; ona uyanların kalplerine şefkat ve merhamet
vermiştik. Uydurdukları ruhbanlığa gelince, onu biz yazmadık. Fakat
kendileri Allah rızasını kazanmak için yaptılar. Ama buna da gereği gibi uymadılar.
Biz de onlardan iman edenlere mükâfatlarını verdik. İçlerinden çoğu da yoldan
çıkmışlardır.” [37]
Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem Musa, Nuh ve diğer nebiler aleyhimüssselâm de Kabz[38]
ve celâl ile üstün oldu. Onlar kavimlerine sıkıntılardan dolayı sert, katı, oldular.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ise kavmine sert ve katı olmadı.
وَناَسُوتِ اْلوِصَالِ Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
"Ben, müsâmahakâr hanîf dini (el-Hanîfiyye es-Semha)
ile gönderildim"[39] buyurduğu gibi insanları doğru ve hanif dine ulaştıran
oldu.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin üstünlüğü
Allah Teâlâ’nın muvafık görmesi ile “Âdem su ile çamur
arasında iken ben nebi idim” [40] buyurmasındandır.
طَلْعَةِ اْلحَّقِّ
“Ey Allah Teâlâ’m hakikatinle
göründüğün Muhammed sallallâhü aleyhi ve selleme salât kılmanı diliyoruz.”
Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem tam mazhariyetle Allah Teâlâ’nın göründüğü yerdir.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
"Beni gören
Hakk'ı görmüştür" [41] buyurması
beşeri yönünden görünme olmayıp hakikat cihetindendir. Allah Teâlâ buyurdu ki;
قُلْ اِنَّمَا اَنَا بَشَرٌ
مِثْلُكُمْ يُوحَى اِلَىَّ اَنَّمَا اِلَهُكُمْ اِلَهٌ وَاحِدٌ فَمَنْ كَانَ
يَرْجُوا لِقَاءَ رَبِّهِ فَلْيَعْمَلْ عَمَلاً صَالِحًا وَلاَ يُشْرِكْ
بِعِبَادَةِ رَبِّهِ اَحَدًا
“De ki: Ben,
yalnızca sizin gibi bir beşerim. (Şu var ki) bana, İlâh'ınızın, sadece bir İlâh
olduğu vahyolunuyor. Artık her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, iyi iş yapsın ve
Rabbine ibadette hiçbir şeyi ortak koşmasın.”[42]
Muhakkak ki
beşer hiçbir zaman Allah Teâlâ olamaz. Ancak Allah Teâlâ’nın isimlerine ayna
olabilir veya hakikatteki varlığı Hakk’tan başkası olamaz denilebilir. Çünkü
mahlûkat yaratılışta Allah Teâlâ’nın kendisi olmayıp eserleridir.
Allah Teâlâ Kur’ân-ı
Kerim’de İbrahim aleyhisselâmın bu anlayış durumunu şu şekilde açıklıyor.
فَلَمَّا جَنَّ عَلَيْهِ
الَّيْلُ رَاَ كَوْكَبًا قَالَ هَذَا رَبِّى فَلَمَّا اَفَلَ قَالَ
لاَ
اُحِبُّ اْلاَفِلِينَ - فَلَمَّا رَاَالْقَمَرَ بَازِغًا قَالَ
هَذَا رَبِّى فَلَمَّا اَفَلَ قَالَ لَئِنْ لَمْ يَهْدِنِى رَبِّى َلاَكُونَنَّ
مِنَ الْقَوْمِ الضَّالِّينَ - فَلَمَّا رَاَالشَّمْسَ بَازِغَةً قَالَ هَذَا
رَبِّى هَذَا اَكْبَرُ فَلَمَّا اَفَلَتْ قَالَ يَا قَوْمِ اِنِّى بَرِىءٌ مِمَّا
تُشْرِكُونَ
“Gecenin
karanlığı onu kaplayınca bir yıldız gördü, Rabbim budur,
dedi. Yıldız batınca, batanları sevmem, dedi.
Ay'ı
doğarken görünce, Rabbim budur, dedi. O da batınca, Rabbim bana doğru yolu göstermezse
elbette yoldan sapan topluluklardan olurum, dedi.
Güneşi
doğarken görünce de, Rabbim budur, zira bu daha büyük, dedi. O da batınca, dedi
ki: Ey kavmim! Ben sizin (Allah'a) ortak koştuğunuz şeylerden uzağım.”[43]
İbrahim aleyhisselâmda istek ve heves galip
olunca Allah Teâlâ’nın her şey de zuhurunu kayyumiyyet [44] yönüyle bilmek istedi. “Rabbim
budur” derken Allah Teâlâ’nın tecellisini
suretlerde parlayan nurdan başka bir şey olamaz diye düşünüyordu.
İbrahim aleyhisselâm “Nûr” İsmini
yıldızda, ayda ve güneşte tecelli cihetinden gördüğü için “Rabbim
budur” demekte idi. Hakikat yönünden ise taayyün,
zuhur ve suret yönünden olmadığı için فَلَمَّا
اَفَلَ قَالَ لاَ اُحِبُّ اْلاَفِلِينَ
“Yıldız batınca, batanları sevmem”
ile
فلاَ اقول له
هذا ربي
“Bu
şekilde ben onlara Rabb diyemem” demek istedi. Çünkü noksan sıfat rubûbiyyette[45] için söylenilemez. Aslında burada
İbrahim aleyhisselâm noksan sıfatların rubûbiyyette olamayacağı ve nispet
edilemeyeceği gösterdi. Bunun yanında da hakkıyla kulluk etmenin nasıl
olacağını zahiren göstermek istedi.
كَثُوبُ اِنْسَانِ اْلاَزَلِ [46]
“Ey
Allah Teâlâ’m ezelde bakışların hepsini yönelttiğin Muhammed sallallâhü aleyhi
ve selleme salât kılmanı diliyoruz.”
كَثُوبُ veya كَثِيبُ olarakta
okunabilir. Câmi’
(bütün-hepsi) demektir.
اِنْسَانِ Bakışların yöneldiği insan
اْلاَزَلِ Allah Teâlâ’nın kendisi.
Allah Teâlâ, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemde nazarlarının
tümünü zât, sıfat ve fiiller olarak zuhur ettirmiştir. Çünkü Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem bütün yaratılmışların asıl zuhur yeridir. Zahir olan eşyaların
ve zatların hakikatidir.
Burada “İnsan”ı beşer olarak düşünürsek insanlardan birisi
manasındadır.
“İnsan-ı ezelî” ise Allah Teâlâ’nın
ilmi ezelisindeki, demektir.
“Suretü’l İnsan-il Ezelî” ise halk âlemindeki insanda
olacak bütün maddî suretleri toplayan Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemdir
demek olur.
“Ey Allah Teâlâ’m Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin makamı
ve derecesi hürmetine bize rahmet kılmanı diliyoruz.”
Muhyiddin İbnü’l Arabî bu kelamdan
sonra buyurdu ki;
“Hakk’ın varlıkları fazilet üzere Halk âleminde ve eşyada ortaya
çıkarışında (en faziletli Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemdir.)”
نَشْرِ Fazilet üzere yaratmak,
demektir.
مَنْ لَمْ يَزَلْ Hakk’tır. Yani Yaratılış faziletlerinde hakikatinin bütün olarak
zuhur ettiği Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemdir. Çünkü o yaratılışın
aslıdır.
مَنْ أَقَمْتَ بِهِ نَوَاسِيتَ اْلفَرْقِ
“Ey
Allah Teâlâ’m insanlardaki faziletleri onunla belirlediğin Muhammed sallallâhü
aleyhi ve selleme salât kılmanı diliyoruz.”[47]
فىِ قَابَ نَاسُوتِ
اْلوِصَالِ اْلاَقْرَبِ
“Ey Allah Teâlâ’m kavuşmadaki yakınlığı “Kâbe
kavseyn” olan
Muhammed sallallâhü aleyhi ve selleme salât kılmanı diliyoruz.”
“Kâbe kavseyn” [48] e işaret edilmektedir. Yani İki kavs Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin vücud dairesine inişi ve ebed dairesine çıkışı;
Mebde ve maad (Başlangıç ve dönülecek yer) kavsi ismi altında bütün isimleri içine alması;
Evvel ve ahir de böyledir. Yine Zâhir ismi nüzül (iniş) batın uruc
(yükselme) kavsidir.
Kâbe kavseyn makamı Allah Teâlâ’nındır.
Ehadiyyetü’l cem’ makamı ise “Makam-ı Muhammedî” olarak
tabir edilir.[49] اْلوِصَالِ اْلاَقْرَبِ diye bahsedilende budur.
اِلىٰ طُرُقِ الْحَقِّ
“Hakk yolarında ( “Kâbe
kavseyn”e kavuşmak Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemindir.)”[50]
فَصَّلِّ اللَّهُمَّ بِهِ
“Ey Allah Teâlâ’m senin göründüğün Muhammed
sallallâhü aleyhi ve selleme (bu saydıklarım nedeniyle) salât kılmanı diliyoruz.”
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’nın
mazhariyetidir.
“Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem mazhar-ı küll’dür.” Yani Allah Teâlâ onda
tam olarak zuhur etmiştir.
مِنْهُ
“Ey Allah Teâlâ’m senin zuhurun O‘ndan
ve yine O’nadır.”
عَلَيْهِ
“Ey Allah Teâlâ’m, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem rahmete
kavuşmuş olduğu gibi diğer şeyler O’nunla Senin rahmetine kavuştular.
وَسَلَّمَ تَسْلِيماً كَثِيراً
“Ey Allah Teâlâ’m! Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme fark halinde tarifi
mümkün olmayacak kadar çokça selam [51] kılmanı da diliyoruz.”
وَالْحَمْدُ
ِللهِ رَبِّ
الْعَالَمِينَ
“Hamd ve şükür
âlemlerin Rabbi olan Allah Teâlâ’yadır.” [52]
[1] Divan, Mısır,
1290, s. 11-12; Şerhu Divâni İbni'l-Fârid Marseilles, s. 9-10
[2] Divan,
Beyrut, 1879, s. 7
[4] Ahmed b. Hanbel, Müsned,
V, 136; Beyhakî, Süabu’l-îmân, II, 187; Heysemî, Mecmau’z-zevâid,
X,160;
[5] Benzeri az bulunan, meşhur bir
İslam âlimi, gerçek bir âbid ve zâhid, büyük cihadı (cihâd-ı ekberi) ve
kâfirlerle yapılan cihadı (cihâd-ı küffârı) hakkıyla yerine getirmiş örnek bir
mücâhid, şeyhler şeyhi, şöhret ve şatafata kapılmamış, ilm-i zâhiri ve ilm-i
bâtını, tasavvufu, tarikatı ve şeriatı beraber götürmüş, çok ciddi ve çok vakur
bir ârif-i kâmil; yüzden fazla kâmil mürebbî ve halîfe yetiştirmiş bir mürşid-i
kâmil ve mükemmil, nice nice hadis, kelam, fıkıh ve tasavvuf eseri yazmış çok
velûd bir yazar; muhaddis, mütekellim, fakih, kutbü’l-aktâb, gavsü’l-vâsılîn Ahmed b. Mustafa b. Abdurrahman
el-Gümüşhânevî 1228/1813
senesinde Gümüşhane’ nin Emirler Mahallesinde dünyaya gelmiştir. XIX
yüzyıl gibi Osmanlı Devleti’nin çalkantılı, buhranlı bir devrinde yaşamış olan
Gümüşhânevî hazretleri; tarikat anlayışı, tekkesi, irşad hususiyeti, bir milyondan
fazla müridi, padişahlar yanındaki nüfûzu, tasavvuf, fıkıh ve hadise dair
eserleri ve dünyanın çeşitli bölgelerine gönderdiği 116 halifesiyle günümüzde
de halen canlılığını muhafaza eden bir tesir ve şöhrete sahiptir.
Gümüşhânevî hazretleri 7 Zilka’de 1311/13
Mayıs 1893 senesinde sabahleyin saat 10 sularında ansızın gözünü açıp “Hepsini
isterim Yâ Kibriyâ’!” diyerek ebedi âleme göç etmiştir. Kabri, Süleymaniye
Camii avlusunda Kanûnî Sultan Süleyman Türbesi’nin kıble tarafındadır.
Yanlarındaki kabirde zevceleri Havva Seher Hanım yatmaktadır.
[6] 1813 yılında Mısır’ın “Mahalletü’l-kübrâ” adlı
kasabasında dünyaya gelen Seyyid Muhammed Nûr’un hayatı hakkındaki bilgileri
halifelerinden Harîrîzâde Kemâleddin Efendi’nin Tibyân ü Vasâ’ili’l-hakâ’ik
fî beyân-ı selâsili’t-tarâik adlı eserinden ve Bursalı Mehmet
Tâhir’in onun hakkında yazmış olduğu
menâkıbnâmesinden öğrenmekteyiz.
Hz. Ali kerremallâhü vecheye nisbet edilen Noktatü’l-beyân adlı eseri şerh etmesinden dolayı “Noktacı Hoca”
, Mısır’dan gelip Rumeli’ye yerleştiği
için “Arap Hoca” ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
torunu Hz. Hüseyin aleyhisselâm soyundan geldiği için “Seyyid” lakaplarıyla tanınır. Muhammed
Nûr’ül-Arabî, üstad ve mürşidi Hasan el-Kuveynî’nin
“Artık sana bütün ilimlerin yolu
açıldı. Anadolu’ya git” emriyle Anadolu’ya gönderilmiş, bir süre sonra da kendi isteğiyle Rumeli’ye geçmiştir.
1839-1870 yılları onun Rumeli Nakşîliği ve Melâmilik arasında bir tasavvuf sistemi kurmaya başladığı bir dönem olmuştur. Muhammed Nûr, İstanbul’a geldiğinde Melâmiyye-i Bayrâmiyye (Orta Devre Melâmîleri) şeyhi Abdülkadir Belhî’yi kendisine
bağlamak
ve Melâmîliğin
tek temsilcisi olmak istemiştir. Ancak Belhî’nin bunu kabul etmemesi üzerine bu isteğine erişememiştir.
Muhammed Nûr’un Şerif
Efendi ve Latife Hanım olmak üzere iki
çocuğu
olmuştur.
Halifesi ve oğlu Şerif Efendi’nin hiç çocuğu olmadığı için maddî ve manevî soyu Latife Hanım ve damadı
Abdürrahim b. Ali El-Melâmî (Fedâî) ile onların çocuklarından devam etmiştir.
Seyyid
Muhammed Nûr’ul Arabî, kaleme aldığı eserlerde üçüncü devre Melâmîliğinin
görüşlerini ortaya koymuştur.
Abdülbâki Gölpınarlı (1931: 287-290) bu eserlerin elli beş
tane olduğunu, bunların
otuz sekiz tanesinin Türkçe, on yedi tanesinin ise Arapça
olduğunu belirtir. Muhammed Nûr’un bu
eserlerinde, Melâmiyye-i Nûriyye olarak bilinen üçüncü devre Melâmîliğinin
tasavvuf düşüncesinin özündeki vahdet-i vücut
anlayışı ve kendi temellendirdiği
tevhit anlayışı vardır. Melâmet-i Nûriyye’yi yaymak
için büyük çaba harcayan Muhammed Nûr, bu gayretini galibiyetle sonuçlandırmış,
Rumeli ve Batı Anadolu gibi geniş bir coğrafyaya
yayılan Melâmet-i Nûriyye için Üsküp, Manastır, Prizren, Doyran, İstip,
Tikveş, Köprü, Selânik, İstanbul
gibi şehirlerde dergâhlar kurulmuştur.
Melâmet-i Nûriyye’nin geniş bir coğrafî
alanda ve geniş kitlelere yayılması için halifeleriyle
birlikte gayret gösteren, birçok halife yetiştiren
ve birçok talebeye hocalık eden Muhammed Nûr, 1888 yılında kendi evinde Hakk’a
yürümüştür.]
[7]--Mecali'z-zehra ala's- salavat el
– kübra / Muhammed Nur’ül-Arabî
(1228-1305 H.) 297.71283 H. - Osman Ergin Yazmaları -
OE_Yz_000580/16
--Şerh salat es-suğra
/ Muhammed Nur el-Arabî (ö. 1305 H.) 297.71305 H- Osman Ergin Yazmaları -
OE_Yz_000269/10
--Mecali'z-zehra ala's-salâvat el-kübra
/ Muhammed Nur el-Arabî (1228
- 1305 H.) 1283 H. - Osman
Ergin Yazmaları - OE_Yz_000702/19
--el-Yakut el-hamra
ala salât es-suğra / Muhammed Nur el-Arabî (1228-1305 H.) 297.7- Osman Ergin Yazmaları -
OE_Yz_000992/03
[8] Fark: Arapça,
ayırt, başkalık alameti, ayırmak, seçilmek gibi manaları vardır. Tasavvufî
olarak "senden alınana cem, sana verilene fark" denir.
Çoklukta birliği, birlikte çokluğu, herhangi bir karşılıklı engelleme olmadan
görmek demektir. Yine bir tarife göre, beşerî hallere yaklaşma ve kulluğu yerine
getirme açısından kulun kesbine, fark denir. Allah tarafından olan ihsan ve
lûtuflar da, cem'dir.
Fark-ı cem: Arapça cem'in ayırımı veya ayrılması.
Toplanma halinden fark haline geçiş. Zat-ı Ehadiyyet şuûnlarının ortaya çıktığı
mertebelerde, Bir'in zuhur yoluyla çoğalmasıdır. Bu, Bir'in, kendi suretleri
ile ortaya çıkan sırf itibarlardır, yani zihnî planda olan bir zuhur (ortaya
çıkış) olayıdır.
Ehadiyyetül’l
cem: (Bir var başka yok)
Vahidiyyetü’l
fark: (Birlikte diğerleride var)
Hazret-i
Ehadiyyet: Arapça, Ehadiyyet (birlik)'in hazır oluşu demektir. Allah Teâlâ'nın
sırf kendinden ibaret zâtı. Burada, sıfatlar ve isimler, söz konusu değildir,
buna la te'ayyün (belirsizlik) mertebesi denir.
Hazret-i
Vâhidiyyet: Arapça, Vahidiyyet'in hazır oluşu demektir. Hazret-i Ehadiyyetin ortaya
çıktığı mertebe olup, Hazret-i Ehadiyyetten sonra gelir.
[10]
Allah Teâlâ’ya, Allah Teâlâ’da, Allah Teâlâ’yla(Sıfat Esma), Allah Teâlâ
olarak(Zat), Allah Teâlâ’dan
[11] يَهْدِى اِلَى
الْحَقِّ وَاِلَى طَرِيقٍ مُسْتَقِيمٍ (Ahkâf, 30)
وَاللَّهُ يَقُولُ الْحَقَّ
وَهُوَ يَهْدِى السَّبِيلَ (Ahzab, 4)
[12] Tılsım: Şifre
İnsanın sırrı, Allah Teâlâ’nın sırrının zahirî
yönü, Allah Teâlâ’nın sırrı, insanın batının sırrıdır. Bu sırrın ekmeli ise
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemdir.
[13]
Arapça metinlerin altındaki mealler ek olarak yapılmıştır. Şerhin Metninde
yoktur.
[14]
Âl-i İmrân, 30
[15]
En’âm, 103
[16]Â’raf,
143
[17] Buhârî'de gelen bu hadiste:
"Rüyada beni gören hakkı (gerçeği) görmüştür."
Buhari,Tabir,
10; Müslim, Rüya, 11; İbn-i Hanbel, III/55; V/356; Heysemî, Mecmau’z zevâid, VII/181; Tebrizî,
Mişkâtül-mesâbih, 461; Beyhakî, Delâilü'n-nübüvve,VII/45; Tirmizî, Şemail,
210. Nevevî bu hadisi:
"Kişi Allah Resulünü gerek bilinen sıfatı üzere gerekse bundan
başka bir sıfatta görsün gerçekten kendisini görmüştür diye tefsir
eder. " Nitekim
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz Hazretleri "Beni gören Hakk'ı görür" buyurdu.
Zîrâ resullerin her biri insân-ı kâmildir. Ve insân-ı kâmil 'Allah' ism-i câmi'inin mazharıdır. Ve
Allah ismi, bütün esmâ-i ilâhiyyeyi cami' olunca insân-ı kâmil dahi cemî'-i
esmâ-i ilâhiyyenin mazharı düşer. İşte “Allah
Teâlâ âdemi kendi suretinde yarattı” hadîs-i şerifinde beyân buyurulan 'âdem'den murâd, insân-ı kâmildir.
Zîrâ cem'iyyet-i esmaya mazhariyetinden dolayı Hakk'ın suretidir ve Hak onun
hüviyyetidir. Tevhidde kudret,
“Benim halkıma benim sıfatımla çık, seni gören beni görür ve seni kasd eden beni kasd eder; ve seni seven beni
sever,”
hadîs-i kudsîsine
muhâtab olan insân-ı kâmile mahsûstur."
(Bkz. A.A.Konuk, Füsûsul-Hikem Tercüme ve
Şerhi, IV/37, 193).
[18]
Sâd, 82
[19] اْلغَيْثِ : Yağmur damlası (Burada yağmur olarak
kabul etmek daha uygundur.)
[21] Âl-i
İmrân, 18
“Allah,
adaleti ayakta tutarak (delilleriyle) şu hususu açıklamıştır ki, kendisinden
başka ilâh yoktur. Melekler ve ilim sahipleri de (bunu ikrar etmişlerdir. Evet)
mutlak güç ve hikmet sahibi Allah'tan başka ilâh yoktur.”
[22] Ömer bin Farid: (H.576-632) (M. 1180-1234) Kahire'de doğdu ve orada Hakk’a
yürüdü. Mütefekkir ve mutasavvıf olup büyük şairlerdendir. Divanı vardır.
“Her
güzelin güzelliği kendisi için onun cemalinden ödünç verilmiştir, hatta o bütün
güzelliklerin kaynağıdır.” (Abduh eş-Şimâlî, Dirâsât fî Târîh’il-Felsefeti’l-'Arabiyyeti'l-İslamiyye, Beyrut, 1979. s. 561)
"Sevgiliyi
anarak bir şarap içtik ki şarap yaratılmadan onunla sarhoş olduk." (Divan, Beyrut, 1879, s. 70)
“Çağdaşlarımın nasibi benim artıklarımdır. Benden öncekilerin
fazileti varsa, benim yanımda zaten faziletin değeri yoktur.” (Divan, s. 70)
"Kendisine bakana her defasında başka türlü tecelli
etti.
Ve onu her gördüğümde değişik buldum. Onu kâh Lubne isminde,
kâh Busayna isimli ve kâh Azze isimli bir ayrı ayrı görürüm.”
[23] Ketm: Saklamak. Gizlemek. Sır tutmak. Söylememek
[24]
Bu kısma Seyyid Muhammed Nûr kaddese’llâhü sırrahu’l azîz şerh yapmamıştır.
[25] Lâhut: İlâhî âlem.
Ulûhiyet âlemi. Ruhanî, manevî âlem
[26]
Gördüğünü ifade edemez.
[27]
Tâhâ, 110
[28] Hazret: Hazır olmayı ifade eden Arapça bir kelime.
[29]
Sınıflamalarda değişiklikler olabilmektedir.
[30] Makamat-ı tevhid üçtür.
Tevhidi ef’al ve tevhidi sıfat ve tevhidi
zattır. Ehli kemal, bu meratib-i tevhide birçok isimler koymuşlardır.
Ve makamat-ı ittihat dahi dörttür.
Cem, hazret’ül cem, cem’ül cem ve ahadiyet’ül
cemdir.
Bu mâkâmata dahi ehli kemal çok isimler
tayin eylemişlerdir.
Tevhid Mertebeleri ef’al ve sıfat ve zat, Merâtib-i velayet’tir.
Cem, Mertebe-i
Sıddîkîn’dir.
Hazret’ül cem, Mertebe-i Mukarrebin’dir.
Cemm’ül cem Mertebe-i nübüvvet’tir.
“S. Muhammed Nûr, Risale-i Salihiyye
(Vasiyetname)”
[31] "Hakîkaten sen büyük bir
ahlâk üzeresin" (Kalem, 4)
[32] Ayşe radiyallâhü anhaya
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
ahlâkından soruldu, dedi ki
“O’nun ahlakı Kur’ân-ı Kerim’di”
(Ebu Dâvûd, Sünen,
et-Tatavvu 26, nu: 1342, c. 2, s. 87-88.)
Yani: Onun edepleriyle edepleniyor, ahlakıyla ahlaklanıyordu.
Kur’ân-ı Kerim’in methettiği onun rızasında, Kur’ân-ı Kerim’in kınadığı, onun
kızgınlığındaydı. Bir rivayette de Ayşe radiyallâhü anha dedi ki:
“Onun ahlakı Kur’ân-ı Kerim’di, onun rızası için razı olur,
onun kızgınlığı için kızardı.”
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
buyurdu ki; “güzel ahlâkı tamamlamak için
gönderildim”
(İmam
Mâlik, Muvatta, Kitabu Husni’l-Huluk (8) C. 2, s. 904; Ahmed İbn
Hanbel, Müsned, c. 2, s. 38.)
[33]
Tevbe, 128
[34] Bast: Genişlemek, açmak, yaymak. Allah Teâlâ’nın
cemâl tecellisiyle kalbin sükûn ve huzur içinde ferahlaması.
[35]
“Onlar ki yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı bulacakları elçiye, o
okuyup yazma bilmeyen peygambere uyarlar. O, onlara iyilik emreder ve onları
kötülükten alıkoyar, temiz, hoş şeyleri kendileri için helal, murdar şeyleri
üzerlerine haram kılar, sırtlarından ağır yüklerini, üzerlerindeki bağları ve
zincirleri indirir atar. İşte o zaman ona iman eden, ona tam saygı gösteren,
ona yardımcı olan ve onun peygamberliği ile birlikte indirilen nuru izleyen
kimseler; işte o asıl maksada ulaşan kurtulmuşlar, onlardır.” (Â’raf, 157)
[36] Ruhbanlık, arapça "rahibe"
fiilinden gelmiştir. “rahbe” kelimesinin anlamı korkmaktır. Kur’ân-ı
Kerim’de olumlu anlamlarda kullanılmıştır. “terehheb” fiili ise Allah
Teâlâ’ya en mükemmel şekilde kulluk etmek anlamına gelir ve ruhbanlık yapmak
anlamında kullanılır. “rahib” korkan demektir ve çoğulu “ruhban”dır.
“tebettül” bazen ruhbanlık anlamında kullanılmıştır. "burhân-ı
kâtı’" isimli farsça sözlüğe göre ruhban kelimesinin kökü farsçadır ve
ruh ile bân kelimelerinden oluşur. Ruh 'zühd', bân 'sahip' anlamında
olmak üzere ruhban zâhid demektir.
Kur’ân-ı Kerim’de geçen “kıssîsîn” (tekili
kuss, kıssîs) kelimesi hıristiyanların önde gelen âlimleri şeklinde tanımlanır.
Keşiş adı da verilen bu zümre sebebiyle Hıristiyanların müslümanlara daha yakın
olduğu belirtilir. Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerim’de halkın mallarını haksız yere
yiyen “ahbâr”ı kınamıştır ki ahbâr hıristiyan ve yahudilerin papaz ve
hahamlarına verilen isimdir.
[37]
Hadid, 27
Bu konuda bazı hadisler şöyledir: “ben ruhbanlıkla emrolunmadım.”,
“ruhbanlık bize farz kılınmadı.”, “islam’da ruhbanlık yoktur.”
[38] Kabz: Tutmak. Ele
almak. Kavramak. Almak. Tahsil etmek. Teslim almak. * Amelde zorluk çekmek.
[39] İbn Hanbel, V 266. Ayrıca bkz. Buhârî, İmân 29; Tirmizî, Menâkıb 32, 64; İbn Hanbel III, 442
[40] Buhâri, Edeb, 119; Ahmet b. Hanbel, IV, 406;
Müslim, Fezailu’s-sahabe, 28; Aliyu’l Kari, 272. 273; Aclûnî. II/187
[41] Buhari,Tabir,
10; Müslim, Rüya, 11; İbn-i Hanbel, III/55; V/356; Heysemî,Mecmau’z zevâid, VII/181; Tebrizî, Mişkâtül-mesâbih,
461; Beyhakî, Delâilü'n-nübüvve, VII/45; Tirmizî, Şemail, 210.
[42]
Kehf, 110
[43]
En’âm, 76-78
[44] Kayyumiyet: Allah Teâlâ'nın ezelî ve ebedî oluşu,
dâimî mevcudiyeti, bâkiliği.
[45] Rububiyyet-i Mutlaka: Her şeyi kaplayan ve idaresi
altına almış olan Allah Teâlâ'nın rububiyyeti.
[46]
كَنْزِ
هُوِيَّةِ اِنْسَانِ عَيْنِ اْلاَزَلِ Bazı nüshalarda bu şekilde geçmektedir.
“Ey
Allah Teâlâ’m ezelde insanın aslı ve kendisi olan Muhammed sallallâhü aleyhi ve
selleme salât kılmanı diliyoruz.”
[48] Kâbe
Kavseyn: Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Mîrac gecesinde
bilmediğimiz bir şekilde Allah Teâlâ’ya yakınlığından kinâye olan bir tâbir.
Kur’ân-ı Kerim’de meâlen buyruldu ki:
“O
(Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem) Rabb’ine
Kâbe Kavseyn veya daha yakın oldu.” (Necm,9)
Ehl-i
sünnet âlimleri buyurdu ki: “Mîrâc, ruh ve cesed birlikte olarak Mekke-i
Mükerreme’den Kudüs’e ve oradan yedi kat göğe, sonra Sidre denilen yere ve
Sidre’den Kâbe Kavseyn makâmına uyanık olarak, gece bir anda götürülmüş ve
getirilmiştir. Bunu yapan, Allah Teâlâ’dır ve ancak O yapabilir.
“Kâbe Kavseyn tahtının Sultânı sen, ben bir
hiçim, Misafirinim dememi saygısızlık sayarım.” (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
[49] “Yetimin malına
yaklaşmayın” (En’am,
152) ayetinin tefsirinde bu konu mecâzen
ifade edilmektedir.
[50] Seyyid
Muhammed Nûr’ul-Arabî açıklamasında bu bu kısım yoktur.
[51]
Fark âlemi beşeriyet ile ilgili olduğu için “selam” kelimesi dünyaya işaret
eder.
[52]
Açıklamalarda hata ve kusurlar şahsıma aittir. Tercümenin bittiği tarih
08.06.2010
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar