SEVGİLİ EFENDİMİZE MUHAMMEDÎ DUA (sallallâhü aleyhi ve sellem ve ala âlihî)
SUNUŞ
الحمد
لله رب العالمين والصلاة والسلام على رسولنا محمد وعلى اله وصحبه وسلم اجمعين
Ey Hüdâ´nın Sevgili Mahbûbi Ey fahri cihan
Hep
Sen´in için halk ve icat oldu kevn-i mekan
Cürm-ü
isyân ile oldu halimiz gayet yaman
Ümmetine
kıl şefaat Yâ Muhammed el-âman
Peygamberimiz
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem ve ala âlihi)´i
sevmek ve O´nun ümmeti olduğumuzu bilmek, Allah (celle celâlühû)´ın bizlere
ihsan kıldığı en büyük nimetlerden birisidir.
“Allah (celle
celâlühû), kulların zannı üzere hareket eder” müjdesini
kendisine yol edinmiş mutmain nefisler gibi Muhammedî Kapıda kıtmir olmayı,
cihana sultan olmaktan üstün değer tutarız.
Ashab-ı
Kehf´in kapısını bekleyene yapılan ikramı görünce, Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in kapısındaki kıtmir-i hakirin elbet kavuştuğu
ihsan daha büyük olacaktır. O ihsan iki cihanın selâmetine sebep olacak büyük bir
nimettir.
O´nun
büyüklüğünü anlatmanın mümkün olamayacağını her şey itiraf etmiştir. Bu konuda
noksan kalınmışsa, bu Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´in yüceliğindendir.
Çünkü Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´in
gerçekten büyük olduğu Allah (celle celâlühû)
tarafından tasdik edilmiştir.[1]
“Gözler yıldızı küçük görürler. Küçüklük
suçu gözlerdedir, yıldızda değil”
Evliyâullahın sözlerinin insanlar için tesirli
ve faydalı olduğu açıkken, Fahri Âlem Muhammed Mustafa (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in mübarek ağızlarından çıkan hadisi
şeriflerin, kalpleri ihya edeceği muhakkaktır. O´nu sevmek ise, Allah (celle
celâlühû)´ın hidayet yolların en kolay ve kısa olanı; rahmete
kavuşma sebebidir.
Bu
kitap sebebiyle âcizane dileğimiz;
Yazanın,
basımına yardım edenin ve okuyanın rahmeti ilâhiye´ye mazhar olması;
Kıyamet
günü Fahri Âlem Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve
sellem)´in
şefaatine kavuşmalarıdır.
“Ameller
niyetlere göredir” (Buhari)
Güzel
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´i çok
seviyoruz. Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´de bizleri
çok sever.
Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem) kıyamet günü bizleri unutmaz. Unutmayacağına
da inancımız vardır.[2]
Ey Allah
(celle
celâlühû)´ım! Niyyetimizi razı
olduğun niyyet eyle. Eğer ki, bir hata üzere bulunuyorsak, bizi Hz. Muhammed
Mustafa (sallallâhü
aleyhi ve sellem) hürmetine bağışla. Muhakkak ki, Sen´in
rahmetin geniş ve en çok olansın.
El
Amân, El Amân, El Amân
Kurtuluş Hudâ´ya tâbi olanlarındır.
Sakın
terk-i edepten kûy-ı Mahbûb-i Hüdâ´dır bu;
Nazargâh-i
İlâhî´dir Makâm-ı Mustafâ´dır bu.
Habîb-i
Kibriyâ´ nın habgâhıdır fazîlette
Teveffûk-kerde-i
arş-ı Cenâb-ı Kibriyâ´dır bu.
Bu
hâkin pertevinden oldu deycûr-i âdem zail
Âmâdan
açtı mevcudat dü çeşmin, tûtiyâdır bu,
Felekte
mah-ı nev bâbüsselamın sineçâkidir,
Bunun
kandili cevzâ matla-i nûr-i ziyâdır bu.
Mürâ-ât-ı
edep şartıyla gir NÂBÎ bu dergâha
Metâf-ı
kudsiyândır bûsegâh-ı enbiyâdır bu
NÂBÎ
Açıklaması
Edebi
terk etmekten sakın; Burası Allah (celle celâlühû)´ın Habîbi´nin yeridir.
Burası Allah (celle celâlühû)´ın nazar ettiği, Mustafa (sallallâhü aleyhi ve
sellem)´in makamıdır.
Habib-i
Kibriya (sallallâhü aleyhi ve sellem)´in yeridir ki; fazilette üstünlük
bakımından Allah (celle celâlühû)´ın arşının üstündedir.
Bu
mübarek toprağın parlaklığından yokluk karanlıkları sona erdi. Yaratılmışlar
iki gözünü körlükten açtı. Zira kör gözlere şifa veren sürmedir.
Gökyüzünde hilal O´nun kapısının
yüreği yaralı aşığıdır. O gökyüzündeki hilâle, ışığının nurundan veren
kandildir.
Ey NÂBİ! Bu dergâha edebin
şartlarına riayet ederek gir. Çünkü burası meleklerin etrafında pervane olduğu
ve peygamberlerin öptüğü tavaf yeridir. (1678)
“Hangi bir mecliste Allah (celle
celâlühû)´ı zikrederler de Peygamberlerine salâvat getirmezlerse Onlar için bir
noksanlık olur,
Allah (celle celâlühû) dilerse onları
azaplandırır,
dilerse bağışlar.”
(Tirmizî)
ÖNSÖZ
الحمد
لله رب العالمين والصلاة والسلام على رسولنا محمد وعلى اله وصحبه وسلم اجمعين
Resûlüllâh
(sallallâhü
aleyhi ve sellem ve ala âlihi) buyurdu ki:
“Kim
Allah (celle celâlühû)´a ve ahiret gününe
inanıyorsa, hayır söylesin yahut sussun.”
Hayatımız
boyunca yeme ve içmeden sonra yaptığımız en çok fiil konuşmaktır. Bu ise bizim
için hayırdan çok şerrin davetçisi olmuştur.
Dilimizle
iyi olanı söyleyip, elimizi de hayra açmak emredilmişse de bunu çoğumuz
başaramamışızdır. Böylece insanlar fazla mal ve fazla sözden dolayı helak olmuşlardır.
Kulun
kalbi doğru oluncaya kadar kâmil imana ulaşamaz. Dili düzelinceye kadar da
kalbi doğrulmaz. Dilinden dolayı üzülünceye kadar da, imanın hakikatine ulaşamayacağı
söylenmiştir.
Resûlüllâh
(sallallâhü
aleyhi ve sellem ve ala âlihi) buyurdu ki:
“Bir kul önem vermediği, Allah (celle
celâlühû)´ın rızasını kazandıracak bir kelime konuşur
da, Allah (celle celâlühû)
onun sebebiyle onun derecelerini yükseltir.
Kul
önem vermediği, Allah (celle celâlühû)´ın
gazabını kazandıracak bir kelime konuşur da onun yüzünden cehennemde alt
tabakalara iner”
“Âdemoğlunun
her söylediği, iyiliği emretme, kötülükten menetme ve Allah (celle
celâlühû)´ın zikri hariç, aleyhinedir, lehine
değildir.”
İhtiyacımız
olmayan fazla sözden dolayı kalbimiz katılaşır, yalanımız artar, yalanımız
artınca günahımız artar, sonunda cehenneme düşeriz.
Büyüklerimiz
yeryüzünde dilden daha uzun hapse layık bir şey olmadığı ve hikmetin başının
susmak olduğunda ittifak ettiler. Ne hac, ne nöbet tutmak, nede cihat dili
tutmaktan daha zor değildir.
Mutlaka
hayır söylemek ve şerden sakınmak gereklidir. Fakat söz söylemek, nede susmak
kesinlikle yasaklanmış değildir. Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve
sellem)´den
rivayet edilir ki:
“Bir
adam eşeğe bindi, eşek tökezledi. Adam dedi ki: Eşeğin ayağı tökezledi:
Sağdaki melek dedi ki: Bu bir iyilik değil ki
yazayım. Soldaki melek dedi ki: Bu bir kötülük değil ki yazayım.
Allah
(celle
celâlühû) soldakine, sağdakinin terk ettiğini yaz diye
vahyetti, kötülükler arasında Eşeğin ayağı tökezledi-sözü- yazıldı.”
Dilin
afetlerinden bahis açarak önsöze girmemiz, insanların bilerek ve bilmeyerek nasıl
zarar ve ziyan içine düştüklerini göstermektir. Eğer ahiretin kaygısını
duyuyorsak zamanımızı en iyi şekilde geçirmek üzerimize vazifedir.
Efendimiz
Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem) çok
zaman susar, sustuğu zamanda kendini Allah (celle celâlühû)´ı zikirden
alıkoymazdı. Bu kitabın yazılmasında hedef tutulan konu, boş zamanımızda ve
dualarımızda Allah (celle celâlühû)´ın
sevgilisine karşı duyduğumuz hissiyatın terennümleri ve isteklerimizin nasıl
olmasına dair örnek ve zikir şeklinin tarifi olmasıdır.
Kitabın
aslını oluşturan salât ve selâmlar orijinal Arapça metinlerden ilham alınarak
Türkçe´ye aktarılmış serbest metinlerdir. Tam bir tercüme olmayıp, kendi içinde
latif bir aşkın ifadesi şeklinde nizama gelmiştir. Duygularımızın ifadesi etkisinde kalarak,
katkılar olmuştur. Fakat büyük bir kısmı, büyüklerimizin Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´e olan derin iştiyak ve aşklarının
ifadeleridir.
Salât ve selâmlar Fatıma Zehra (radiyallahü
anha) Validemiz,
Muhyiddin Ârâbî (k.s),
Abdulkadir Geylânî (k.s),
Abdüsselâm İbn-i Meşiş (k.s)
ve adını bilmediğimiz Allah (celle celâlühû) dostlarının evratlarından alınmıştır.
Açıklamalarda ise İmam Rabbanî (k.s)´nin
Mektupları, Muhyiddin Arabî (k.s)´nin Fütuhat-ı Mekkiye´si, İsmail Hakkı Bursevî (k.s) Kitab-ı Neticesi, Mevlâna Abdurrahmân
Câmî Şevahid-ün Nübüvve´si, Abdülaziz Debbağ (k.s)´ın Kitab-ül İbriz ve birçok eserden
faydalanılmıştır. Alıntılara şerh düşülmemiştir.
Çoğumuz
bir Arapça metini elimize alıp belki tekrar tekrar okumazsak ta, Türkçe bir
metni okumakta fazla zorlanmayız.
Fakat
son kısmına Muhyiddin Ârâb-i (k.s) Hazretlerinin Salât-ı
Feyziye´sini[3],
Abdüsselâm İbn-i Meşiş (k.s) Hazretlerinin Salât-ı Meşiş´ini[4] ve
Abdulkadir Geylânî (k.s) Hazretlerinin yetmiş bin
salât eder dediği Salât-ı Kadirî´yi koyduk. Bu salâtların Türkçe manaları
yazılan Muhammedî Dua´nın içine serpiştirilmiştir.
Hz.
Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem)
Efendimiz´i tanıyan çoktur. Fakat hakikatine ulaşan azdır. Bu konuda mahir
olanlardan birisi de Muhyiddin Ârâb-i Hazretleri´dir. Sonra gelenler ise O´nun
sözlerini açıklamaya çalışmışlardır.[5]
Kitaplar
yayına çıktıktan sonra ister istemez birçok tenkitler oluyor. Bunlardan
biriside, “dili ağır, anlayamıyoruz” olmaktadır. Bu konu üzerinde kitapta
olabilecek günümüz Türkçesi, manaya zarar vermeyecek kadar tercih olundu.
Duaları
herkes yapar. Fakat her insan aynı zevki alamaz. Bu ise Allah (celle
celâlühû)´ın kullara ayrı ayrı bir ihsanıdır.
Kabul
olmayan bir dua yoktur.
Yücelik
makamının gerçek sahibi Allah (celle celâlühû)´tır.
Allah (celle
celâlühû)´ın duaları ret etmesi diye bir şey söylenmesi hatadan
başka bir şey değildir. Fakat Allah (celle celâlühû) dualara
büyük sevaplar vermek için, icabeti ahirete bırakır. Bu rahmettir. Çünkü acele
zuhur eden iyilikte bir menfaatten çok, insanı üzüntüyü sevk eden bir hal
vardır. Çünkü kader çizgisinde “her iyilik ve kolaylığın arkasından muhakkak
bir zorluğun gelmesi takdir olunmuştur.”[6]
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım canımdan daha sevimli, nefsimden ve aile fertlerimden
daha aziz olan Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´e salât
ve selam ederim.
Hamdolsun
Kâinatın Rabbi Allah (celle celâlühû)´a.
Âmin.
Yine
dil na´tını söyler Muhammed
Dil-ü can mülkünü toylar Muhammed
Ne kâdirim Sen´i
methetmeye ben,
Kemâhi methi Hak söyler
Muhammed
Sen ol Sultân-ı kevneynsin ki mahlûk
Sen´in methinde âcizler Muhammed
Boyuna Hil´âtı Levlâki giyip
Düşüptür sâye serviler
Muhammed
Alır şems-ü kamer nûru yüzünden
Saçın velleyl-i Yeldalar Muhammed
Kaşındır Kâb-e Kavseyn-i
ev- ednâ
Dürründen açılır güller
Muhammed
Boyu eğmiş durur çeşmine hayran
Çemen sahnında sümbüller Muhammed
Leb-in lâl-ü dehanın
madenidir
Lisânın vahyi Hak söyler
Muhammed
Şu vaktin kim çıkıp gezdin semâyı
Bulup Hazrete rif´atler Muhammed
Kâmu ervahı peygamber
hem melâk
Sen´i iclâle geldiler Muhammed
Sen´i Şâh-ı âlem kılıp o anda
Kamusu ümmet oldular Muhammed
Niçin olmayalar ümmet-i
Hak-kın
Rızasını Sen´de buldular
Muhammed
Ne noksan ire câhına kılursan
Niyazi´ye şefaatler Muhammed
NİYÂZİ MISRÎ (K.s)
SALÂVAT OKUMA ÜZERİNE
Üzerimize farz olan vazifelerden biri
Allah (celle
celâlühû)´ın Resulü, Mevlâmız
Muhammed (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´e salât
ve selâm getirmektir. Bu amelimiz ibadetlerimizin kabul olmasına ve Allah (celle
celâlühû)´ın rızasını
kazanmaya sebep olan mayadır.
Salât
ve selâmın öz ifadesi; Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve
sellem)´e
tazim göstererek, Allah (celle celâlühû)´a
karşı kendimizi emniyete almaktır. Çünkü Allah (celle celâlühû)´ın Zat-ı
yaratılmışlardan ayrı ve ulaşılmaz olması bir uçurumun varlığına neden
olduğundan, bu ayrılığı Fahri Âlem Muhammed Mustafa (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimiz ile gidermiş oluruz.
Allah
(celle
celâlühû)´ın huzuruna varacak biricik yol Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´e salât ve selâm getirme yoludur. Salât ve
selâmlar ile O´nun dostluğunu kazanır ve Allah (celle celâlühû)´a
ulaşırız.
Çünkü
kul, salât ve selâmı dahi yaparken Allah (celle celâlühû)´ın
zatına havale ederek O´nun yapmasını ister. Bu ise Peygamber (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimizin ve Allah (celle
celâlühû)´ın büyüklüğünü açığa çıkarır. Yani, kul peygamberimizin
mertebesini kavrayamadığı gibi, Allah (celle celâlühû)´ınkini
hiç kavrayamadığının göstergesidir.
Bizim
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´e
salât ve selâm getirmemiz Allah (celle celâlühû)´ın
bize salât ve selâm getirmesine sebep olur ki, sonucu cennettir. Yaptığımız
salât ve selâmlar Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)
Efendimize ulaştığından neticesinde kıyamette şefaat hakkına kavuşmuş oluruz.
Resûlüllâh (sallallâhü aleyhi ve sellem) buyurdular ki:
“Kim bana bir kere salât okursa Allah (celle celâlühû) da ona on defa
salât okur ve on günahını affeder,
mertebesini on derece yükseltir.”
“Bir gün Resûlüllâh (sallallâhü
aleyhi ve sellem ve ala âlihi) yüzünde bir
sevinç olduğu halde geldi. Kendisine: “Yüzünüzde bir sevinç görüyoruz!” dedi
ki.”Bana melek geldi ve şu müjdeyi verdi:
“Ey Muhammed! (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Rabb´in diyor ki: “Sana salâvat okuyan herkese
benim on rahmette bulunmam, selâm okuyan herkese de benim on selâm okumam sana
ikram olarak yetmez mi?”
Hayatımız
boyunca salât ve selâm okumanın fırsatların aramalı boş ve dolu zamanlarımızı
bu zikirle doldurmalıyız. Salât ve selâm zikri buluğ çağına kavuşmayanların ve
kendi başına yol gösterici birinin olmadan yapabileceği zikirlerdendir. Allah (celle
celâlühû)´ın zikri ise, tecrübeli bir kişiye ihtiyaç duydurur.
Çünkü feyzi Celâl yönünden ve nuru yakıcıdır. Salât ve selâmın nuru ise Cemal
yönünden olduğu için yakıcı ve zarar verici olmaz.
Büyüklerimiz
buyurdular ki;
“Peygamber
(sallallâhü
aleyhi ve sellem ) Efendimizi vesile ederek bir kul
ihtiyacı için Allah (celle celâlühû)´a
dua ederse, bu dua melekler vasıtası ile Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´e ulaştırılıp, filan kişi haceti için Sizi
vasıta kılarak Allah (celle celâlühû)
katında aracı olmanızı istiyor. Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) de
onun için aracı olur. Allah (celle celâlühû)´ta
bu isteği geri çevirmez.”
Allah
(celle
celâlühû)´a hamd edersek, O´nun rızasını, Mevlâmız Muhammed (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´e salât ve selâm edersek hacetimizin
olmasında Allah (celle celâlühû)
katında şefaat ve yardımcı bulmuş oluruz.
“Kıyamet günü bana insanların en yakını, bana en
çok salâvat okuyandır.”
“Gerçek cimri, yanında zikrim geçtiği halde bana salâvat
okumayandır.” (Tirmizî)
Nasıl
olur ki; bir kişi padişahın kapısını, vezirini geçmeden çalabilir. Maddiyatta
böyle olunca manevî âlemde bu daha meşakkatli ve zordur.
Resûlüllâh (sallallâhü aleyhi ve sellem ve
ala âlihi) buyurdu ki:
“Kim bana salâvat okumayı
unutursa, cennetin yolunu terk etmiş
olur:”
“Ramazan girip çıktığı
halde günahlar affedilmemiş olan insanın burnu sürtülsün. Anne ve babasına veya bunlardan birine yetişip de
onlar sayesinde cennete girmeyen kimsenin de burnu sürtülsün. Ben yanında zikredildiğim zaman bana salât ve selâm okumayan kimsesinin de
burnu sürtülsün!”
İbadetlerimizi
salât ve selâm ile süsleyip kabul olmasının yollarını aramalıyız. Şöyle ki;
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve
sellem) dahi Zat-ı Muhammediye için salât ve selâm eder dua
ederdi.
Hz. Fatıma (radiyallahü anha)´dan rivayet edildi ki:
“Resûlüllâh (sallallâhü aleyhi ve sellem) mescide girdiği zaman Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem)´e salât ve selâm
okur, sonra da: “Rabb´im! günahımı affet, rahmet kapılarını bana aç” derdi, çıkarken de yine Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem)´e salât ve
selâm okur, sonra da: “Rabbim! Günahımı affet, lütuf kapılarını benim
için aç” derdi”. (Tirmizî)
Efendimiz
Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem)´e
insanların ömürlerinde bir kere salât ve selam okumaları farzdır.
Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem)´e okunan salâvat kabul edilir. İsterse
gösteriş için olsun.
Kur´an-ı
Kerim´de “Onlar, nefislerine kötülük ettikten sonra, eğer sana gelerek,
Allah (celle celâlühû)´tan afv dilerlerse,
Allah (celle celâlühû)´ın Resulü de, onlar
için afv dilerse, Allah (celle celâlühû)´ı
tövbeleri elbette kabul edici ve merhamet edici bulurlar” (Nisa
63)
buyuruldu.
Allah
(celle
celâlühû)´ım Sen´i sevdiğimiz gibi sevgilin Fahri Âlem Muhammed
Mustafa (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimizi de seviyoruz. Bu sevgi yüzüne
bizleri affet.
Sen
çok merhametlisin.
Âmin...
Âyinedir bu âlem,
Her şey Hakk ile kâim
Mir’ât-ı
Muhammed´den
Allah (celle
celâlühû) görünür dâim.
Aziz Mahmud HÜDÂYİ (k.s)
Açıklama
Bu âlem bir aynadır, her şey Hakk ile
kaim.
Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem)
´in aynasından
Allah (celle celâlühû)Görünür daim.
MUHAMMEDÎ DUA
(sallallâhü aleyhi ve sellem ve ala
âlihî)
الحمد
لله رب العالمين والصلاة والسلام على رسولنا محمد وعلى اله وصحبه وسلم اجمعين
ESSALÂTU VESSELÂMU ALEYKE YA RASULALLAH
ESSALÂTU VESSELÂMU ALEYKE YA
HABİBALLAH
ESSALÂTU
VESSELÂMU ALEYKE
YA
SEYYİDEL EVVELÎNE VEL AHİRİN
ESSALÂTU VESSELÂMU ALEYKE
YA FAHRİ ÂLEM Muhammed Mustafa
(sallallâhü
aleyhi ve sellem )
Ey
Rabb´imiz; Sen çok yücesin, her kusurdan pak ve münezzehsin. Sen, celâl ve
ikram sahibisin.
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım verdiğin nimetler için, Sana
yaraşan hamd ile şükür ederiz. Seni tespih ve takdis ederiz. İlham
ettiğin hidayetlerden dolayı şükürler olsun;
Sunmuş
olduğun bol ve kâmil bağışlar, eşsiz ve benzersiz geniş ihsanlar ve lütfettiğin
tüm nimetlerin için övgüler olsun.
Kuvvet
ve gücün yalnızca kendinde, yaratılmışların açılması ve kapanması kendisi ile
olan Allah (celle celâlühû)´ım, şükürler olsun.
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım, önceden olan bir şeye dayanmadan ve bir eş ve
benzerin olmadan, yaratıkları yaratmaya muhtaç değilken ve yaratmada kendine
bir faydası yokken, kendi güç ve dileğinle her şeyi var ettin.
Gözlerin
Sen´i görmesi, dillerin sıfatlarını beyan etmesi ve kavrayışların mahiyetini
anlaması imkânsızdır. Sadece hikmetinin sağlamlığını bildirmek, itaati
hususunda uyarmak, kudretini aşikâr etmek, mahlûkatını kulluğa çağırmak ve
çağrını güçlü kılmak için bizleri vücuda getirdin. Sonra da bizleri kendi
gazabından korumak ve cennetine sevk etmek için, itaatin karşısında mükâfatı ve
isyanın karşısında da azabı vaat ettin.
Ey Allah (celle celâlühû)´ım, şahadet ederiz ki, Sen´den başka bir ilah ve
ortağın yoktur; birsin; Sen âlemlerin Rabb´isin.
Biz, Senin kulların, gücümüz yettiği müddetçe Senin ahdin ve
va´din üzereyiz. Yaptıklarımızın kötülüğünden Sana sığındık. Bize verdiğin
nimetini anarken günahımızı da arz ederiz ki, bizi affet. Nefsimize haksızlık
ettik, günahlarımızı itiraf ediyoruz. Bütün günahlarımızı affet, çünkü
günahları ancak Sen bağışlar ve affedersin.
Ey Allah (celle celâlühû)´ım,
Tevhidin özünü ihlâs kıldın. Kalbimiz ona bağlansın. Aklımızın kavrayabilmesi için tevhit
düşüncesini apaçık et.
Allah
(celle
celâlühû)´ım, Senden hakkıyla korkmayı ve ancak Müslüman olarak
ölmeyi bize nasip kıl. Allah (celle celâlühû)´ım
Senden gerçekten korkmayı başarabilmek için ilmimizi artır.
Ey
yakaranlara cevap veren, ey imdat isteyenlerin imdadına koşan, Ey güven
isteyenlere emniyet sağlayan, üstün yardımınla bizi kuvvetlendir. Kur´an-ı
Kerim´de belirttiğin yardımla bize yardımda bulun. Fazilet ve rahmetinle
nimetlere kavuşalım.
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım, nimetlerini artırarak bizleri şükretmeye çağırdın.
Nimetlerin sayılmaz, şükrün eda edilmez ve ebedi oluşların idrak olunabilmeleri
imkânsızdır.
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım, takdir ettiğin şeylerin her durumundan haberdarsın
ve işlerin sonunu ve olayların akışını en güzel bilensin.
Allah
(celle
celâlühû)´ım emrini tamamlamak, kendi hükmünü geçerli ve kesin
kılmak için Fahri Âlem Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem)
Efendimizi
peygamber olarak gönderdin.
Şahadet
ederiz ki, Fahri Âlem Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve
sellem)
Efendimiz, Sen´in kulun ve resulündür.
İnsanlar
ve cinler Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)
Efendimize iman ettiği gibi canlı ve cansız bütün eşyada iman etti.
Kıyamette
diğer ümmetlere karşı Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizi
ihsan ederek kulluğumuzu artırdın. Nimetini bollaştırarak da bizden şükür
etmeyi istedin.
Yaratmadan
önce O´nu seçtin. Beşer olarak göndermeden beğenmiştin. Âlemleri yaratmadan
önce yani mahlûklar gayb âleminde korkunç perdeler altında saklıyken ve yokluk
sınırının eşiğinde bulunurken O´nu Ahmet (beğenilmiş) olarak isimlendirdin.
Bizlere
Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizi
göndermeden önce ateş dolu bir uçurumun kenarında, taşın dibinde kalmış, hemen
içilip tüketilecek olan bir yudum su; aç kişinin fırsat gözetmeden kapıp
yiyeceği bir lokma; düşmanların ayakları altına düşmüş bir toplumduk.
Güçlülerin belasına uğramış, azgınların elinde tutsak ve aşağılık bir hale
düşmüş; insanların saldırıp yok etmesinden korkar olmuştuk.
Resûlüllâh
(sallallâhü
aleyhi ve sellem ve ala âlihi) peygamber gönderdiğinde, insanlar O´nu
tanımalarına rağmen bilerek inkâr ettiler.
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım Peygamber (sallallâhü aleyhi ve
sellem) Efendimizin
nuruyla üzerimize çökmüş karanlıkları aydınlığa çevirdin. Kalplerimizdeki
küfrün düğümlerini çözdün; gözlerimizden şaşkınlık perdelerini giderdin.
Böylece Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz
bizi sapıklıklardan kurtardı ve kör olan gözlerimizi açtı. Bizi sağlam dine
davet etti ve hidayet eyledi.
Ne
zaman ki, Allah (celle celâlühû)´ım
Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizi
aramızdan alınca bizdeki nifak düğümlerimiz açığa çıktı; din gömleğimiz
yıprandı. Hâlbuki hakikatler açık, hükümlerin nurlu ve belirgindir;
sakındırdığın şeyler ortada ve emirlerin açıktır. Ama bizler onları düşünmeden
arkamıza atık. Fakat bizler sırt çevirmeyi hiçbir zaman istememiştik.
Bu
halimizi fırsat bilen şeytan başını kendi yuvasından çıkarıp, bizleri kendisine
doğru çağırdı. Bizlerin de onun davetini kabullenmeye ve meyilli olduğumuzu
gördüğünde; bizi tahrik edip; kışkırttı, yoldan çıkartmaya çalıştı.
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım, Peygamber (sallallâhü aleyhi ve
sellem) Efendimiz
bizim sığınak yerimizdir. O´nun vasıtasıyla bizi kurtar.
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım, ilk yaratılışta O´nu yarattın. Gördüğümüz ve
görmediğimiz nurun şah damarı Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizi
yaratılış hakikatinin mayası kıldın. Varlığından dolayı insanlık şeref buldu.
Maddî ve manevî âlemler O´nunla var oldu. Fazilet hazinesini O´na teslim ettin.
O da hazineyi yaratılmışlara kabiliyetleri miktarınca dağıttı.
Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem) ezeli yurdundan isimler yurduna inen ilâhî
emirlerin vasıtasıdır. Sana kavuşmanın mertebelerini O´nun yanındadır.
O
Seni tanıtmak için yurdunu terk edip, beşer âlemine gelmiştir.
O
öyle bir incidir ki, elmaslar, yakutlar, hareketler, durgunluklar ve bütün
olaylar O´ndan çıkar. O, birlik ve birin arasındaki ince latif çizgidir.
İlâhi
hitaplarından çıkan suretlere O´nu sebep kıldın. Beşeriyetin anlayışından
saklanmış sırları Manevî levhalardaki kalemler, O´nun eliyle yazdılar.
Besmeleyi
O´nsuz manaya getirmedin. O mana ki, her şeydir.
Ol
dediğin şeyde ancak O´nunla oldu. Çünkü nisbetler ve maddenin sırları O´nunladır.
Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem)´i zahir ve batının çözüm anahtarları yaptın.
Kulluk ve rabliğin sırlarını O´nda toplandın.
Ey
Allah (celle celâlühû)´ım, vacib ve mümküne vakıf iken O´nu beşeriyet âleminde
gösterdin. O´da kulluğu kendine şeref
kabul etti. Kulluk şerefi de O´nunla açığa çıktı. Yaratılmışlar O´nunla kul
olduklarını anlayıp ilahlık davalarından vazgeçtiler.
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve
sellem)
ulaşılmaz manaların yüksek nurudur. Arşın hakikatlerinde ve doğru yolunun ulu
kapısında şimşek gibi parlayan marifet güneşidir. İlâhi isimlerin tecelli
ettiği kalbin, sıfatı noksanlık olan bu âlemin sırrını bilendir.
O´na
büyük hilâfet elbiseni giydirdin. Vücuduna zamansızlık ve mekânsızlığı layık
gördün.
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım varlığın ancak sır olmaktan Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem) ile açığa çıktı.
Sana
kavuşma vasıtalarının kilitlerini O´nunla açtın.
Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem) varlığın kemali, ezeli şeylerin başlangıcı,
ebedi olan nesnelerin son mührüdür.
O,
Sen´inle meşgul olup dünyayı terk eden, geçmiş ve geleceği bilendir. O´nun
şeriatı ile mülk ayakta durabilmiş ve gizli âlemdeki rahmetini dünyaya çekmiştir.
Teveccühlerinin
kıblesi yaptın da isimler ve sıfatlar elbiselerini giyebildiler. Sen´in cemalini
celp etti de celâlin sakin oldu. Rütbeleri O´na tayin ettirdin.
Hak
ve batılı birbirinden O´nunla ayırdın.
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım, O´nun imanı ve amelini bütün insanlığa kâfi kıldın.
O´nun
kendine has ilmi yoktur. O´nun ilmi Sen´in ilmindir. Çünkü kendine ait ilmini
terk etti.
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım, O´nun tek düşüncesi Sen oldun. Hiçbir sevgiyi
kendine yar etmedi. O, Sen´de kendini buldu ve varlığını Sana feda etti. Çünkü
vücuda benlik vermek en büyük günahtır. Günah işlemediği halde yüzlerce tövbe
eder, Sen´in yüceliğini tasdik ederdi.
Peygamber
(sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimiz, beşeri kayıtlardan korunmuştu.
O´na verdiğin yakınlığı kullarına dahi Sen tarif etmek istemedin. Manevî
katında olan yakınlığını ise saklı tutup açıkça anlatmadın. Çünkü o hali ancak
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´in
kendi anlayabilir.
Sen
O´nunla O Seninle; Sidre-i münteha O´na layık oldu. Fakat O´nun gözü Senin ne
varlığına takıldı, nede ayrıldı ve karışmak istedi. Bu yakınlıktan dolayı
sarhoş olup yanında kalmak arzusuna da düşmedi. Güzel sevgilin kulluğuna yönelip
Sen´i tercih etti.
Ey Allah (celle celâlühû)´ım, Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´i çok seversin. Çünkü O´nu öyle yarattın ki, kendisiyle düğümler
çözülür, sıkıntı ve zahmetler kolaylaşır, ihtiyaçlar karşılanır, isteklere ve
güzel sonuçlara ulaşılır. Kendisinin yüzü suyu hürmetine rahmet istenir.
Ey Allah (celle celâlühû)´ım, Fahri Âlem Muhammed Mustafa (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimiz benzeri, ikincisi ve yokluğu olmayan
mecburiyet ve gayendir.
Bütün
ilimlerin icadı O´nunla oldu. Hakikatin ilmine kavuşmak isteyeni O´ndan almaya
mecbur kıldın. Her sırrın sırrı, hakikatlerin zorunlu gerçeği ve İslam
toplumunun sahibi ve efendisidir.
O, secde
yerlerinin nurudur. Hayat yolunda kalplerin huzur bulduğu garipliğimizi gideren
latif arkadaşımızdır.
Ya Rasûlallah
(sallallâhü
aleyhi ve sellem), Sana nasıl salât kılmayız.
Çünkü
Sen Allah (celle celâlühû)´a layığı ve kemal ile çok
hamd eden, ikincisi olmayan, övülmeye layık, günahları mahveden, cehennemden
bizi çıkarabilecek en mükemmel insansın. Ayıplardan maddi ve manevi günah
kirlerinden temiz, güzel kokulu, Efendimizsin.
Öncekileri
ve sonrakileri, maddiyat ve maneviyatı, ümmetini sevgi ve kardeşlikte
birleştiren, Ey son peygamber!
Yeri
geldiğinde en büyük cengâver, güzel huyları kendisinde toplayan, güzelliğin baş
tacı, kulluk kıyafetini giyen, devamlı ibadet eden, sırların kendisine saklı
olmadığı, Allah (celle celâlühû)´ın
kendisi ile bizzat görüştüğü, razı olduğu işleri en güzel bilen ve yapansın. Kurtuluşa
sebep olan salih amelleri bilen ve sevdiren, doğruyu anlatmada sabrı azalmayan,
kıyamette bizi başına toplayacak, mazlumların sahibisin.
Allah
(celle
celâlühû)´tan yardımı eksilmeyip devamlı olansın.
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım, sevdiğinle Sen´den istiyoruz. Çünkü O, kulların
efendisi, tevhit ehlinin ve büyüyen dairelerin imamı, sırlar levhası, nurların
nuru, sıkıntıda olanların sığınağı, en mükemmel bilgileri kendinde toplayan Kutbu
Rabbanî, en üstün iman elbisesinin belirgin nişanesi, cömertlik ve iyiliğin
kaynağı, semavî himmetler sahibi, ilahi ilimlere erişmiş olan, ezelî minberdeki
hatip, insanlık âlemindeki ilâhi nur, celâl tacı, cemal cazibesi, kavuşma
güneşi, ilahi yurdun izzet ve şerefi, vücut letafeti, her mevcudun hayatı,
ilahi saltanatın en yücesi, ilahi kudret ve yüce sanatının açık misali, beğenilenin
açık nişanesi, ilahi yakınlığa kavuşmuş olan has kişilerin özüdür.
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım, Sen´in büyük sırrın; hakikî, kıymetli gerçek dostun;
hareket eden şeydeki kuvvet, hakikati ayakta tutan, ilâhî emirleri yüklenici,
kulluğun gerçeğini yaşayan, sultan, rahmetin babası, ilmin efendisi;
kuruntuların, zulmetin ve şeytanın vesveselerini nuruyla silip kesen, keremli
şefaatçi, temizliğin ve saflığın timsali, O´nunla yokluğu vücuda getirdiğin,
zerreleri çıkardığın, kudretli Kâbe´n, akılların secde ettiği, yarattığın
mükemmeliyet, kaza ve kaderi tespit eden, Sen´den Sana ve Sen´inle istediğimiz
güneştir.
Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem) Sen´inle dostluk kurmuş, “dünyalara sığmam
kalbe sığarım” dediğin kalbin, “Bana kulluk edin” dediğin hitabın gerçek
muhatabı da O olmuştur.
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım, Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve
sellem)
ne güzeldir. Bizdeki lekeleri O´nun aynasına bakınca görebildik. O´ndan ne
zaman yüz çevirirsek, muhakkak aslımızı bozardık.
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım, biliyoruz ki Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Levh-i mahfuzu yazan kalemden dökülen nurlu
harfleri yazan, mukaddes feyizlerini dağıtan, Sen´i sayılara ihtiyaç duymadan
bir olarak bilen, âlemlerin birleştiricisi olan, İsm-i Azam kıldığın
sevgilindir.
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım, O varlık âlemini yüzü suyu hürmetine yarattığın ve O´nun
sebebiyle eşyaya var olma ruhsatı verdiğin, iyilik ve cömertlik sahibi,
kutsadığın, yaratılışında harikalar görülen, ilimlerin ulaşamadığı, sırlarla
korunmuş, mertebesine erişilmeyen, anlatılamayacak rabbanî güzellik, kemal
sahibi, hakikatin doğduğu ve övülmesi mümkün olmayan, katında kıymetli olduğu
bilinen bir kulundur.
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım, Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve
sellem)´e
olan nispet ve yakınlık ne güzel bir nispettir. O, bizi ve insanları azabından
korkuttu. Müşriklerin yolundan yüz çevirtti. Şirkin belini kırıp, halkı hikmet
ve güzel nasihatle Sen´in yoluna çağırdı; putları kırdı; küfrün önderlerini
yüzüstü yere serdi.
Sonunda
kâfirler topluluğu hüsrana uğrayarak üstünlüklerini kaybettiler.
Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem) davasından geri dönmezdi. Zat-ın için
zahmete katlanır, emrinde ciddiyet gösterendi. Her zaman kulluğun ışığını açık
tutardı. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz
ile bulduğumuz nimetleri çevremiz görürken bizler hissetmedik.
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım istiyoruz ki, kayıtlardan kurtulup Sana kavuşalım.
Fakat her şey yine Sen´in takdirindir.
Allah
(celle
celâlühû)´ım varlığımız Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve
sellem)´e
kıldığın salât iledir. Bu salâtın bizde can, kan ve ruh oldu. Küfrün
karanlıklarını, sıkıntılarını bizden uzaklaştırdı. Fâni dünyada baki hayatın
diriliğini verdi.
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım, Fahri Âlem Muhammed Mustafa (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimizi ne güzel yarattın.
Mübarek
vücudu çok temizdi. Teri nezih ve kokusu çok güzeldir ki, ne miske ne de ambere
benzedi. O´nunla tokalaşan kimsenin, o gün elinden güzel kokusu gitmezdi. Mübarek
elini hangi çocuğun başına sürse o çocuk diğer çocuklardan güzel kokusu ile
fark edilirdi. Hiç bir koku onun terinden daha güzel kokmadığına her şey
şahitti. Bir yoldan geçse, O´ndan sonra, o yoldan geçenler, Resûlüllâh (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in oradan geçtiğini güzel kokusundan
bilirlerdi. Has bir kokusu var idi. Hariçten bir koku sürünmüş değildi. Mübarek
yüzüne değen mendili asla ateş yakmazdı. Mübarek gözleri çok kuvvetli görür ve
önden gördüğü gibi, arkadan da görürdü. Ayrıca karanlıkta da görürdü.
O´nun
hakikatini gece üzerine koydun, karardı; gündüz üzerine koydun, ağdı; semalara
koydun, direksiz durdu; bütün kâinata koydun, hayat buldu.
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım, O´nun kıymetini ancak Sen bilebilirsin. Dua
edenlerin duasını, O´nun ismini anmadan kabul etmezsin.
O
Sen´in nurlarının denizi, sırlarının madeni, kulların ruhlarının ruhu, paha
biçilmez inci, benzersiz güzel koku, mevcudatın aşk ve mayasıdır. O gizli âlemin
özüdür.
O,
kâmillerin ulaşmak istedikleri şeref yeridir.
O´nu
gökte Ahmet yeryüzünde Muhammed diye andın. Ahmet isminde, Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in bütün isimlerini topladın. Ahmet´in elifi
ulûhiyet ve yüceliğe delâlet eder. Bu ismini göktekilere zikir olarak verdin.
Ahmet
sırrı; ilahlık ve mahlûk sırlarının birleştiği mihraptır. Muhammed sırrı da batılı haktan ayırandır.
İsminin M´si sırların H´sı rahmetlerin, ikinci M´si ilimlerin, D´si derecelerin
kaynağıdır.
Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem) ne güzel bir insandır. O´nun gibisi doğmadı
ve doğrulmayacaktır. O kulların ihtiyaç kapısıdır.
Peygamberler
içinde yaratılışı en mükemmel olandır. İnsanlığın irşadına vazifeli biricik
önderdir. Sen´i bulmak O´nu bulmaya bağlanmıştır.
Her
şey O´nun arkasından yürümekle şeref bulmuştur. O bir işareti ile ayı yardı da,
gözünü yükseklere ağmadı.
Razı
olduğun şefaatin sahibidir. İsteklerini ümmetine saklayandır. İnsanların şefaat
için başvuracağı dermandır. Tek başına Makam-ı Mahmut´ta durabilendir.
O´nunla
hikmetin, rahmetin, mülk ve melekler âleminin hazineleri açığa çıktı. Celâlin
tecelli ettiği, Cemalin de baktığı güzellikler yakutudur.
İlâhi
lütufların tecelli edebileceği asildir. Kutlu nefesler O´nun ruhundan bizlere
akar. İmdat için gelecek yardım ancak O´ndan gelir.
Cömertlik
ancak O´nunla ad bulur. O fertler içinde seçilmiş büyük ve sıfatına ulaşılmayacak
biridir. Öyle ki, Fahri Âlem (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizin
kabrine dahi uğrayan âşıklarına Nübüvvet nuru kabrinden parlar, kalbine feyiz
verir ve konuşur.
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım, yaratılışı benzersiz olan ve sırları toplayan Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem) ile bizi yakınlığına ulaştır. Yakınlığın
sırları Sen´den O´nun nefsine, oradan cesedine, oradan kalbine ve bizlerin
üzerine indir.
Bu âleme teşrif buyurması rahmet olan Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´e, başlangıçları
ve sonları olmayan; okundukça artan, tükenmeyen; mahlûkatından geçenler ve
kalanlar, ister mümin, ister kâfir olsun; Sana belli olan şeyler;
sayıcınca, gözümüz açıp kapayınca, nefes alış ve verişteki her anımızda sayıların sonsuzluğu, sınırları ve boyutları
kaplayan salât ile salât ve selam ederiz.
Ey Allah (celle
celâlühû)´ım, sırların
kendisinden fışkırdığı, nurların kendisinden infilak ettiği; hakikatlerin
kendisine yükselip, gerçeğini bulduğu; ilimlerinin kendisine inip de O´nun
karşısında mahlûkatın aciz kaldığı; O´nun karşısında anlayışların zayıf kalıp
bizden önce ne geçmiş, ne de gelecek hiçbir kimsenin kendisini idrak edemediği;
melekler âleminin bahçeleri O´nun cemalinin çiçekleri ile güzelleştiği; Ceberut
âleminin havuzları O´nun nurlarının feyzi ile dolup taştığı; her şeyin O´na
bağlı olduğu; huzurunda durabilen, birliğini, sayıların bir sayısına ihtiyaç
duymadan gören ve bilen; O´nu mahlûkattan ayıran Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in soyuna bizi ilhak eyle. O´nun sahip
olduğu şerefi bize layık kıl.
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım, huzuruna giden yolda, yardımınla kuşatılmış olarak,
Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)
Efendimizin yolu ile bize yardım et ve bize öyle tanıt ki, cehalet kanallarından kurtulup selâmet bulalım.
Fazilet pınarından kana kana içelim.
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım, en büyük sırlar sahibi olan Hz. Muhammed Mustafa (sallallâhü
aleyhi ve sellem)
Efendimizi ruhumun, hayatı kıl. Ruhunu, hakikatimin sırrı eyle. Hakikatini
Hakk´ın gerçekleşmesi ile âlemleri kuşatan kıl.
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım, Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve
sellem) Efendimiz ile beni batılın tepesine öyle indir
ki, beynini dağıtayım. Tevhidin hallerinden süratle geçir, birliğin deryalarına
al ve kaynağına gark et ki; nereye baktıksa Sen´i, O´nunla bulalım.
Uzaklığımız, O´nunla üzerimizden soyulsun. O´nunla biz hidayetten haberdar olalım.
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım, zati sıfatının nurları Sen´den O´na, O´ndan bize
dağılsın. O´nunla görelim, O´nunla işitelim, O´nunla bulalım, O´nunla
hissedelim.
İlâhlığın
hakkı için, böyle olduğunu, bize göster.
O´nu tanımayana da marifet kapısını kapat.
O´nun
gibi yaratılmışlar içinde sırları konuşan olmadığı gibi, benzeyeni de olmadı ve
olmayacaktır. O´nun yolunda olanlardan ve halifelerinden razı ol.
Sen´in
birliğinin toplayıcı kudreti ile Âdemi (yokluk) mihrabında,
meleklerin ruhları O´na bakarak secde ettiler. “Âdem suretimde yaratıldı”
diye Efendimiz Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem)´den
bahsettin. Yoksa bizim gibiler için değil. Melekler, bu hakikatin sırrına
şahittir.
Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem) bütün işlerde açık hüküm sahibi, ruhu ile
batını, ferdiyeti ile cismâniyeti, verdiği hükümlerde Allah (celle
celâlühû)´ın muradını arayan gözetleme yeridir.
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım, Görülen âlemde derecelerin sahibi kıldın. Yardımını
üzerimize gönder. Kutlu nefesi üzerimizde olsun, ruhumuz hayat bulup, olaylar
üzerine kuvvetimiz ve silahımız olsun. O´ndan bizi ayıracak bir şey
istemiyoruz. O olmasa idi Sen bizi, yok ederdin. O bizi Sen´den koruyan
perdedir.
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım, Zamanı, O´nun emrine verdin. Çünkü O´nunla emniyet
vardır. Böylelikle nefsimizin ve hakikatin sırları bize açılsın. Evvelin, ahirin,
zahirin ve batının suretlerini ve şekillerin belirmesini görelimde suretlerimiz
Sen´in istediğin şekle dönüşsün. Varlığımız aslında önemli bir şey olmadığı
gibi, neticesinin de bir manası yoktur. Bütün kuvvet ve kudretimiz ise O´dur.
Her işimizde efendimiz, O olsun ki menfaat bulalım.
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım, salât ve selâmın yaratılmışların en mükemmeli,
yerlerin ve göğün Efendisi, hazinelerin sırrına ulaşılması için gerekli şifre,
varlığın özü, âlemlerin devamına sebep olan sırrın Efendimiz Muhammed Mustafa (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´ in üzerine olsun.
“Muhakkak
ki, Allah (celle celâlühû) ve
melekleri Peygamber üzerine salâtta bulunurlar. Ey iman etmiş kimseler O´nun
üzerine salâtta, teslimiyetle selamda bulunun.” (Ahzab
56)
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım, Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)
ile
imanı bizler için şirkten temizlenme vesilesi kıldın.
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım, Peygamber (sallallâhü aleyhi ve
sellem) Efendimize
salât ve selâm etmemizi bize emir buyurdun. Bizde emrine itaat ettik. Ne var
ki, O´nun şanına layık bir salât ve selâm etmeye gücümüz yoktur. Aciz
olduğumuzdan tarafından yardımını talep ederiz. Bizzat Sen, şanına layık salât
ve selâm kıl. Bizler işlerini Zat-ı Âli´ne ısmarlamakla huzur bulmuşuz. Salât
ve selâm işimizi dahi Sana ısmarlıyoruz.
Allah
(celle
celâlühû)´ım, biz Peygamber (sallallâhü aleyhi ve
sellem) Efendimiz
ile Sana tevessül ediyoruz. O´nu aydınlık bir vasıta, Yüce makam sahibi ve
yüksek bir aracı kıldın. Onun vasıtasıyla Sen´den şefaat etme ihsanını
bekliyoruz. O büyük şefaat sahibidir ve en saygıdeğer vesilenin ta kendisidir. O,
“Kâbe kavseyni ev edna” sırrına ulaşmıştır.
Bizi
O´nun vasıtasıyla zat, sıfat ve fiillerinin; isim ve yapıtlarının hakikatine
eriştir. Ta ki, Senden başkasını görmeyelim, işitmeyelim, hissetmeyelim ve âlemde
Senden başkasını bulmayalım.
O´na
vesile ve fazilet makamlarını ver, şeref ve yüce dereceler ihsan kıl. Onu, vaat
ettiğin Makam-ı Mahmud´a eriştir. Onun sancağı altında bizi toplayıp, Makam-ı
Mahmud´unda yükselen izzet ve şerefine gark eyle.
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım, Efendimiz Muhammed Mustafa (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´e öyle bir salât et ki, mahlûkat
yaratılmazdan önce zatının yalnızlığında O´na kıldığın, Sen´in yanında bulunup
bize tarif ettiğin mertebelerinde, hislere açık, delile ihtiyaç olmayan olsun.
Ferdi
varlığının devamı müddetince salâtının devamını istiyoruz.
Allah
(celle
celâlühû)´ım fazilet ve rahmetinle bizi Resûlüllâh (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in şahsiyetine kavuştur, bizim şahsiyetimizi
O´nunkiyle aynı kıl. Yaratılışımızın başlangıcında da, sonunda da bizi O´na yakın
et. Dostluğunun sevgisine, muhabbetinin saflığına, basiretinin nur kapılarına,
iç âleminin sırları toplayıcı özelliğine, merhametinin acıyıp koruyuculuğuna ve
nimetlerine eriştir.
Peygamber
(sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimiz ezelden ebede insaniyetin aslıdır
ve kıyamete kadar da baki kıldın.
Şahsî
rahmetini müşahede ederek kulluk makamında yüksek dereceleri aşarak birliğine
ulaştı. Kendi isteği ile O´nu bu dünyadan aldın kendine götürdün. Böylece bu
dünyanın zorluklarından kurtulup yüksek meleklerin eşliğinde Sen´in rızanla
kuşatıldı ve yüce civarına yerleşti.
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım, O´na öyle bir salât ve selâm kıl ki, Sen´i hoşnut
ettiği gibi, O´nu´da hoşnut etsin. Bizden hoşnut olmaya sebep olsun. Devamınla
devam etsin, bekanla baki kalsın. Sen´in ilmin hariç, salât ve selâm için bir
son olmasın. Sayılarla sayılmasın, hesabı yapılmasın ve tükenmede olmasın.
Devamlı ve peş peşe bağlanarak gitsin. Zerrelerimize işlesin de aklımız,
ruhumuz ve cesedimiz O´nda fena bulsun.
Böyle
olacağına da imanımız vardır.
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım, Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve
sellem)
ile emniyette olup, yaşamakta zorlanmayalım. İslâm´ın ve aşkın kapıları bize
açılsın. Lâilâhe illallah kalesine O´nunla girebileceğimiz gibi, Sana açılan
kapı ve yolda O´dur. Başka bir yolda yoktur. Seninle buluşmakta ancak O´nunla
olabilir. Yaratılmışların noksanlıklarından ve kusurlardan, varlığına ait olgun
sıfatları, O´nunla arıtırız. O´nun şeref ve izzeti de noksanlıklardan ve
olumsuz şeylerden yücedir.
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım Sen´i tespih, tazim, yüceltme, ululama ve
büyüklemeyi, ezelden ebede kadar ancak Efendimiz Muhammed Mustafa (sallallâhü
aleyhi ve sellem) yapabilir. Cemal ve celal sıfatını bir bakışla
ancak O görebilir.
Salât
ve selâmın; ebedi yüzük taşı olan Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve
sellem)´in
ebedi olan açık lisanı üzerine olsun. O, işitenlerin işitme, hareket edenlerin
hareket, sakin olanların sükûnet, oturanların oturma, ayakta duranların durma
sebebidir.
Allah
(celle
celâlühû)´ım, Muhakkak ki O; Sen´in, Sana delâlet eden en cami sırrındır.
O´nunla, O´ndan, O´na; ezelle ebed arasını dolduracak ölçüde;
sayı kapsamına girmeden; belirli bir zamana sığmadan bir
göz açıp-kapama; şimşek çakması gibi bir zamanda; her nefeste; Sence bilinen mahlûkat
sayısınca; sayısal mertebelerdeki sonsuz sayılarla; bildiğin şeyler sayısınca; Sen´den O´na,
Sen´in şanına yakışır ve O´nun da layık olduğu bir salât ve
selâm olsun.
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım, O´nu Melekler bahçesinde ezelî lisan söylemiş; yüce
makamlarda en güzel şekilde tekrarlamış, keder ve sıkıntıları gidermek için niyazda
bulunulmuş ve çözümü zor hususların defedilme çaresi olan salât ve selâmın,
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´e
olsun ki; O´na nice ihsanlar ve
nimetler verdin, yardım ettin, elinden tuttun, kendine yaklaştırdın, feyizlerle
suladın, saygı gösterilmiş ve üstün tuttun, ahlâkın en tatlısı, Sen´in apaçık
nurun, ezelî kulun, en sağlam urganın, sağlam kalen, hikmetli celâlin, keremli cemalindir.
Bu
salât, öyle bir makamda söylendi ki, orada mekân ve zaman, “nereye”, “ne yere”,
“nasıl”, “nice” gibi sorular yok. Her şeyin, Allah (celle
celâlühû) ile baki kaldığı; Allah (celle celâlühû)´tan
geldiği ve Allah (celle celâlühû)´a
döndüğü, Allah (celle celâlühû) ile beraber olduğu yerdeki
bir salât ve selâmdır.
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım Sen´den uzaklaştırıp meşgul eden, gönlümüze gelen
vesveseden sıyrılmak ve sevmediğin her şeyden muhafaza olunmamızı talep
ediyoruz. Başarımız, ancak Sen´in iledir. Ancak Sana dayanırız ve Sen´den
yardımını bekleriz. Bizi, kendinle
meşgul eyle. Bize öyle bir bağışta bulun ki, O´nda Sen´den başkasının karışması
bulunmasın. Bu bağışın, ilahi ilimlerinle, Rabbanî sıfatlarınla ve Muhammedî
ahlâk ile dolmuş ve gelişmiş bir halde olsun. Ey Allah (celle
celâlühû) ´ım, bize güzel bir zan ver. Şüphesi olmayan bir inanç
ihsan et. Hal ve durumumuzu yardımınla doğrult, durumlarımızı düzelt. Affımızı
talep edince kabul buyur. Sonumuzu hakikate eriştir.
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım, salât ve selâmın O´na olsun ki; O´nunla düğümler
çözülür, üzüntü ve kederler, yorgunluk ve sıkıntılar giderilir. İhtiyaçlar
O´nunla yerine getirilir.
Ey
Kendi Zatıyla kaim olup varlığı Kendinden olan, hiçbir şeye muhtaç bulunmayan,
Senin lütuf ve faziletlerini istiyoruz.
Ey Allah
(celle
celâlühû)´ım Sen´i hakkıyla bilen ancak Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´dir. Bizde O´na salât ve selam ederek
sıkıntılarımızın giderilmesini istiyoruz. Bizleri kutsal zat-ı etrafında
toplayarak ayrılıktan kurtar ve beraberliğine kavuştur. Birliğin saflığına
ulaşalım. Yoksa yüce zatına nasıl yol buluruz.
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım, bizler O´nun minnet denizinde korumasıyla korunmuş,
nimetiyle gark olmuş, iyiliklerinden haz duymuş ve O´nun kılıcıyla yardım
görmek istiyoruz.
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım, O´na olan yakınlığımız günahlarımızı siler, iyiler
yurduna ulaştırır, büyükler ve küçükler rahmete kavuşur, bu dünyada ve ahirette
nimetleniriz.
Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in zatı, peygamberlerin cesetlerini,
nefislerini ve kalplerinin sırlarını toplamıştır. O´nun nurlarını ve rahmet rüzgârlarını
kesintisiz ve nihayetsiz üzerimize gönder. Hakikatler bize açılsın. Gecelerin ve gündüzlerin ne getireceğini
bilemeyiz.
Allah
(celle
celâlühû)´ım, Fahri Âlem Muhammed Mustafa (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimizin makam ve mertebesi hürmetine
Senden mağfiret, hoşnutluk ve tastamam bir kabul olunma istiyoruz. Bizi bu
hususta bir an olsun kendi nefsimizle baş başa bırakma.
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım, Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve
sellem) ile
eksiklerimizi tamamla, aslımıza kavuştur Ayrılık aramızdan gitsin de zatımız zatı
ile sıfatımız sıfatı ile fiilimiz fiilleri birleşsin.
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım, bizi Sen´in rızan yolunda O´nunla destekle ve yardım
et. Sen´in yolunda gitmek için, O´nunla destek istiyoruz. Bizimle O´nun arasını
birleştir. Bizimle, O´ndan başkalarının arasına gir. Tarafından bize rahmet ihsan
eyle, işlerimizde kurtuluş yolları hazırla.
Biliyoruz ki; Peygamberimiz Efendimiz
Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem)´i severek ölen, imanını
kurtararak ölür. Kabrini melekler ziyaretgâh edinirler. Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´i bulmadan ölenler için “Allah (celle celâlühû)´ın
rahmetinden umutsuzdur” yazısını, iki gözünün arasına yazıp, umutsuz yaratırsın.
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım, âlemler kutbu olan Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in etrafında nihayetsiz dönüşün sevdasından
kendimizi alamayıp, bakışlarına hayran bir şekilde sarhoş olmuşuz.
Ey
kerem sahibi, korunmuş kitabın muhatabı olan Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem) ile Sana yüz tuttuk.
Ey
kullarının isteğine en güzel cevap veren! Gerçekten Senin rahmetinin eseri
olarak Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) güvenilir
bir aracı olarak varlık âlemine gelmiştir.
Resûlüllâh
(sallallâhü
aleyhi ve sellem) miraca çıktığında, mutlu bir şeye
kavuştuğunda, cennete girdiğinde arkasında bizi arzulayandır. Sen´in yanında
feryadını yalnız bizim için yükseltendir. Bir ihtiyaç için ellerini semaya
kaldırdığında, Ümmetim... Diye lisanın hareket ettirendir. O bizi unutmaz,
Sen´de bizi unutma, Ey Allah (celle celâlühû)´ım,
Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem) ile zamanın ve mekânın; ayrılık ve
uzaklığın; yönlerin, hallerin, istikrarın kalmadığı yerde, fani varlığımız
sebebiyle bizden çıkan günahlarımızı sil.
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım, biz O´nun ümmetinden olduğumuzu bildiğimizden üzüntü
diye bir şeyi düşünmeyiz. Bize ihsanın o kadar fazla oldu ki, biz ancak
yaptıklarımızdan ve yapacaklarımızdan utanıyoruz. Bize O´ndan daha yakın
kim olabilir. Ey Allah (celle celâlühû)´ım,
bizi O´ndan uzak kılma.
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım, ne zaman ki, kalbimiz kararır, canımız sıkılır, onu
bizden Sen alırsın. Günahlarımız büyür, affımızın Sen´den yetişeceğini umarız.
Minnetimizi o kadar artır ki, ifadeye kelimeler yeterli olmasın. Nankörlüğümüzü
gördüğünde, O´nun ümmetinin zayıflarından de, halimizi gizle ve düzeltiver.
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım Kur´an-ı Kerim´in inceliklerini, saklanmış ilimlerin
manalarını O´nunla istiyoruz. O, insanın ve gözün nurudur. O´nun sıfatlarını
bize giydir. Susuzluğumuzu O´nun marifet şarabı ile sulandır.
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım, yaratılışta ve ihsanda güzel ve ayrıcalıklı kıldığın
gibi, O´nu sevmede bir tane olalım. O´na yakın olmanın hususî özelliklerini
bizlere ihsan et. Böylece ancak O´na varis olabiliriz. O´nun cisminde fena
bulup hakikate ulaşalım. Biliyoruz ki, bunu ancak O´nunla başarabiliriz.
Ey
yardımcısı olmayanların yardımcısı, senedi olmayanların senedi; ey azığı
olmayanların azığı; ey her garibin sahibi; ey her yalnızın gönüldaşı! Senden
başka ilah yoktur. Hem dünyada, hem ahirette Seni tenzih ve tespih ederiz.
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım, celâlinin izzeti ve izzetinin cemaliyle,
saltanatının kudreti ve kudretinin merhametiyle, peygamberin Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in sevgi ve muhabbetiyle; merhametsizlikten,
kötü, şehevî söz ve davranışlardan Sana sığınıyoruz.
Bizi
nefsanî düşüncelerden kurtar, şeytanî şehvetlerden koru, beşerî pisliklerden
temizle, gerçek muhabbet ile bizleri sadeleştirip arındır. Gaflet ve
bilgisizlik kuruntularından uzak bulundur. Ta ki Sen´in toplayıcı, bir araya
getirici birliğinin huzurunda çokluğun yok olması gibi, şeklimiz ve
benliğimizin yok olmasıyla kaybolup gitsin; insanî hırs ve arzularımız eriyip
bitsin.
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım, en güzel bildiğin şeylerle tutunmayı, yaramaz olan
şeylerden kaçınmayı, yeteri kadar rızık, züht, şüpheli şeylerden kaçınmayı,
öfke ve rıza halinde merhametini, zenginlik ve fakirlikte kanaat, işlerimizde tevazu
ve doğruluk, Sen´inle ve halkın arasındaki günahlarımızı affetmeni ve Sana
muhtaç olmayı istiyoruz.
İmanımızı
peygamberlerin, sıddıkların, şehitlerin nimetlere eriştirdiğin bahtiyarların
istikamet yolu üzerinde sağlamlaştır. Bizi öyle bir koruyuşla koru ki, tüm
halkın şerrinden emin ve ömrümüzün sonuna kadar kurtulmuş olalım.
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım, rağbetimiz Sanadır. Ancak Sen´den korkarız.
Amelemiz
yok ki, ona güvenelim. Şerefimiz yok ki, önümüze koyalım. Bir senet olarak “Muhammed
Ümmetiyiz” (sallallâhü aleyhi ve sellem)
demekten başka çaremiz yoktur. Çünkü günahlarımız çok, emellerimiz uzun,
itaatte tembel, niyetlerimiz emrinin dışındadır.
Şüphesiz
ki, biz zalimlerden olduk. Bizim dost ve yârimiz Sen´sin. Müslüman olduğumuz
halde canımızı al. Bizleri salih kulların zümresine ulaştır. Soy ve
evlatlarımızı bizler için ıslah eyle. Hakikat biz Sana tövbe ediyoruz ve biz
Müslümanlardanız.
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım, yardım ve merhamet dilendik, kime derdimizi açtıksa
yüzümüze bakmadılar. Sana sevgilin Muhammed Mustafa (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimiz ile yüz tuttuk, boş
çevirmeyeceğine inanıyoruz. O kalplerimizin devası, bedenlerimizin afiyeti,
gözlerimizin nurudur.
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım, bizi O´nun cemaatinde haşret, sünneti üzere amel
işlet, yolu üzerinde öldür. O´nu görmeden iman ettiğimiz için bizi, Sen´in ve
O´nun cemalini bu dünyada ve ahirette görmekle, bize ikramda bulun.
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım nefesini üzerimize gönder, kokusu ile hayat bulalım.
Nefsimizin hakikatini görüp hakikatine ulaşalım da evveli, ahiri, zahirî ve batını
toplayalım. Uzaklar ve yakınlar kalksın, bir olalım.
Biliyoruz
ki; O, beşer suretinde gönderdiğin bir hakikatindir. O´nun makamına
ulaşamayacağımız gibi, O´nsuz da yaşayamayız. Biz aciz kullarını, Güzel ve müstecâb
isimlerinle O´na kavuştur. İstiyoruz ki son sözümüz ise Lâilâhe illallah,
Muhammed´ür Rasûlallah olsun.
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım, yakınlıktan doğan sarhoşluğumuzun sözlerinden ve
fiillerinden Sana sığınıp, O´nun layık olduğuna yönelmeyi istiyoruz. Çünkü O,
bizi helâk olmaktan koruyandır.
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım, Resûlüllâh (sallallâhü aleyhi ve
sellem)´i
sevdiğimiz gibi çocuklarını ve ehl-i beytini de severiz. Şu sözüne iman
etmişizdir.
“Gerçekten Fatıma (radiyallahü
anha) kamil olarak iffetini korudu ve bu yüzden
Allah (celle celâlühû) onu ve evlatlarını, cennete dahil etti.”
“Rabb´im;
Ehl-i beytimden, sülâlemden birliğine iman edip ve Benim peygamberliğimi kabul
edene azap etmeyeceğini, vaat etti”
Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem) ve çocukları Efendilerimizdir. Biz O´nu
kendimizden, evlatlarımızdan ve her şeyimizden çok severiz. Canımızı isterlerse
Onlara feda ederiz. Çünkü “kısasta hayat vardır.” Canını davası uğruna
pazara çıkarana, elbette Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´den
büyük ihsanlar olacaktır.
Ey
merhamet edenlerin, en çok merhamet edeni olan Allah (celle
celâlühû)´ım, Aziz kitabın Kur´an-ı Kerim´inle, Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in kerem dolu nübüvveti ve şerefiyle, babası
İbrahim (aleyhisselâm) ve
İsmail (aleyhisselâm)
ile, arkadaşları Ebubekir (radiyallahü anh),
Ömer (radiyallahü
anh)
ve Osman (radiyallahü
anh)
ile, kızı Fatıma (radiyallahü anha),
Ali (radiyallahü
anh)
ve oğulları Hasan (radiyallahü anh) ve
Hüseyin (radiyallahü
anh)
ile, amcası Hamza (radiyallahü anh) ve
Abbas (radiyallahü
anh)
ile, zevcesi Hatice (radiyallahü anha) ve
Aişe (radiyallahü
anha) ile
ve diğer temiz zevceleri ile Sana
tevessül edip yöneliyoruz. Senden Onların hürmetine ihtiyaçlarımızı istiyoruz.
Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem), onları rahmetle andı. Onlar, O´nun
halifeleridir. Dinini ayakta tuttukları gibi ilmine varis oldular, O´nun
yolunda gittiler.
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım, âline, zürriyetine, Ehl-i Beytine ve onların
dostlarına; içinde güzel bir mükâfat ve edaya lâyık görülmüş hoşnutluğuna yol
açmış salât ve selâmın olsun.
İbrahim
(aleyhisselâm)´a
ve hanedanına da salâtını indir. Şüphesiz ki Sen övülmeye lâyıksın, şan ve
şeref sahibisin.
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım, bizi onların sırlarının hakikatine eriştir, marifet
basamaklarında yükselerek hakikatleri anlama imkânını lütfeyle.
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım, O´nun dostlarından, kendisine uyanlardan ve takip
edenlerden razı ol. Hakikat yolunda ona uyan Ashab-ı Kiram ve âlimlerden, iman
ehli ve irfan sahiplerinden hoşnut ol. Bizi de o bahtiyarlara kat.
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım, salât ve selâmını; ruhlar arasında bulunan Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in ruhuna, bedenler arasında bulunan
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´in
bedenine; kabirler arasında bulunan Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve
sellem)´in
kabri üzerine indir.
Bu
salât ve sebep olacağı feyizler, O´nun azametli şan ve şerefine uygun düşsün.
Kendilerini hürmetle andığımız Peygamber (sallallâhü aleyhi ve
sellem)
Efendimizin, atalarının, hanedan ve dostlarının değerine uygun, soylu makam ve
mertebelerine münasip düşecek bir salât ve selâm olsun.
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım Zat-ı´nın
O´na devamlı durmaksızın ettiğin salâtın ile salât ve selam ederiz.
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım Fahr-i Âlem (sallallâhü aleyhi ve sellem
ve ala âlihî) Efendimizi çok
seviyoruz. Ne kadar üzerine salâvat getirsek, o kadar özümüzü ihya etmiş
oluruz. O´na yakın olmak ne büyük şereftir.
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım, O´nu öven Sen´sin. Biz nasıl O´nu methederiz. Fakat
övülmeye layık olmayan nice şeylere övgü dizen bize, Peygamber (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimize layık olmayan bu övgüyü nasip
kıldığın için binlerce şükürler olsun.
Ey
merhamet edenlerin en çok merhamet edeni Rabb´imiz, şüphesiz ki Sen, her şeyi
lâyıkıyla duyar ve bilirsin. Duamızı; bizden kabul buyur. Bizlere yararlı bir
marifet ihsan et. Şüphesiz ki Senin her şeye gücün yeter. Tövbemizi de, kabul
buyur. Muhakkak ki, Sen, tövbeleri çokça kabul eden Rahîmsin.
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım canımızdan daha sevimli, nefsimizden ve aile
fertlerimizden daha aziz olan Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem
ve ala âlihî)´ye salât ve selam ederiz.
يآ اَكـــْرَمَ الْـخَــلْــقِ مٰاليﹺ
مَـنْ اَلــُوذُ بِــهِ
سِــوَاكَ عِـنْــدَ
حُــلُــولِ الْحـَادِثِ الْــعَـمِـمِ
“Ey bütün yaratılmışların en üstünü ve en
cömerdi olan Yüce Efendim (sallallâhü aleyhi ve
sellem) son nefesimde, sığınacağım senden başka kimse yoktur” (Kaside-i Bürde)
Hamdolsun
Kâinatın Rabbi Allah (celle celâlühû)´a.
Âmin.
“Bu insanlara ne oluyor ki;
Benim
işlediğim şeyden kaçınıyorlar.
Allah (celle
celâlühû)´a yemin ederim ki;
Ben
onların içinde,
Allah (celle
celâlühû)´ı en fazla bilen
ve
Allah (celle
celâlühû)´tan
en çok korkanım”
(Buhari)
MUHAMMEDÎ
DUA
Ve
AÇIKLAMASI
الحمد
لله رب العالمين والصلاة والسلام على رسولنا محمد وعلى اله وصحبه وسلم اجمعين
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
ESSALÂTU VESSELÂMU ALEYKE YA RASULALLAH
ESSALÂTU VESSELÂMU ALEYKE YA
HABİBALLAH
ESSALÂTU
VESSELÂMU ALEYKE
YA
SEYYİDEL EVVELÎNE VEL AHİRİN
ESSALÂTU VESSELÂMU ALEYKE
YA FAHRİ Âlem Muhammed Mustafa
(sallallâhü
aleyhi ve sellem )
Ey Rabb´imiz! Sen çok yücesin, her kusurdan pak ve münezzehsin.
Sen, celâl ve ikram sahibisin.
Ey
Allah (celle celâlühû)´ım, Sen´i bize
tanıtan ve sevdiren Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve
sellem)´le Sana yönelip, affımızı talep ederek söze başlarız. Muhammed
(sallallâhü
aleyhi ve sellem)´i kendin için, âlemleri de O´nun için
yarattın. O´nun ümmeti olmak ne büyük şereftir.
Ey Allah
(celle
celâlühû)´ım, Senin hayat verdiğin gönlü kimse öldüremez.
Senin yaktığın ateşi kimse söndüremez. Senin rahmetinin bir parıltısına
kavuşansa, hayrete düşer. Senin muhabbetine kavuşan kimse ise, Senin sevdiğin
olur.
Öyle
ki, güzelliğinin güneşi açıkta görülmediği gibi, âlemlere rahmet etsen,
zatından da bir zerre eksilmedi.
Allah (celle
celâlühû)´ın Rahmeti üzerine çok sözler söylenmiştir. Ancak O´nu
en güzel şekilde tanıyanda ancak Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve
sellem)
olmuştur. Onun için eksiklerimizden dolayı Allah (celle celâlühû)´tan
bizi bağışlanmayı dileriz.
Allah (celle
celâlühû)´ın Rahmetini Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve
sellem)
şöyle açıklamıştır.
Bir gün Peygamber (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimiz´in huzurlarına bir takım
esirler gelmiştir. Bunların içinde emzikli bir kadın vardı. Çocuğunu kaybetmişti. O, göğsüne biriken sütü sağıyor çocuklara
veriyor, emziriyordu.
Bu kadın esirler arasında çocuğunu
bulunca hemen alıp sinesine
bastı ve derin bir şefkatle
çocuğunu emzirmeğe başladı. Bu
yüksek şefkat levhasını görünce, Fahri Âlem
Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem)
Efendimiz bize:
“Şu kadının çocuğunu ateşe atacağını sanır mısınız?” Dedi.
Biz de: “Hayır, atmamağa
muktedir oldukça atmaz”, dedik.
Peygamber (sallallâhü
aleyhi ve sellem ) Efendimiz:
“İşte Allah (celle
celâlühû) kullarına, bu kadının çocuğuna şefkatinden daha
merhametlidir” buyurdu.
Ey Allah (celle celâlühû)´ım verdiğin nimetler için, Sana yaraşan hamd ile şükür ederiz.
Nimetler,
kulun ihtiyacı olan her şey, Allah (celle celâlühû)´tan
gelen nimettir.
Allah
(celle
celâlühû) kullarına ihtiyaçları nispetinde nimet vermiş ve
buldukları nimet kadar da şükür etmelerini istemiştir.
Fakat
Allah (celle
celâlühû)´ın kulu hamd ile şükre hidayet ettiği nimet, nimetlerin
kadirini ve kıymetini bilmekte dünya nimetlerinin en üstünüdür. Çünkü dünya
nimetlerine şükür edilmezse, Allah (celle celâlühû)´tan
uzaklaşmaya sebep olur.
Allah
(celle
celâlühû), kulların kalpleriyle nimeti itiraf, dilleriyle de hamd
etmelerinden razı olmuştur. Çünkü verilen nimetlerin karşılığını kulun ödemesi
mümkün değildir.
“Tur
dağına çıktığı gün Musa (aleyhisselâm):
“Ya
Rabb´i, eğer ben namaz kıldıysam, bu Sen´dendir; sadaka verdiysem, bu da Sen´dendir;
elçiliğimi tebliğ ettiysem; bu da Sen´dendir, Sana nasıl şükrederim. Senin
verdiğin nimetlerinin en küçüğüne benim amelimin hepsi bile kâfi gelmez” dedi.
Allah (celle
celâlühû), buyurdu ki:
“Ey
Musa! Şimdi bana şükrettin”
Öyle
ki; şükür, her nimetin içinde, nimet ile beraber bulunur. Bunu bulmanın yolu
ise aciz bir kul olduğunu bilmek ve layık olmadığı halde Allah (celle
celâlühû)´ın kendine ihsan ettiğini itiraf etmekten başka bir şey
değildir.
Bir
insan devamlı olarak kulluk ederse, Allah (celle celâlühû)´a
karşı şükrünü yerine getirmiş demektir. Günahları terk etmek, şükrün kendisidir.
Efendimiz
(sallallâhü aleyhi ve
sellem) buyurdu
ki:
Kim
sabahlayınca:
“Allah
(celle
celâlühû)´ım bana kendiliğinden veya yaratıklarından
biri vasıtasıyla bir nimet gelecek olursa, o ancak Sen´dendir, hamd ve şükür sanadır”,
derse; o günün şükrünü yerine getirmiş olur, kim akşamlayınca söylerse,
gecesinin şükrünü yerine getirmiş olur.”
“Allah (celle celâlühû),
bir kula nimet verirde, kul o nimetin Allah (celle
celâlühû)´tan olduğunu bilirse, şükretmeden önce Allah
(celle
celâlühû) onun şükrünü yazar, kul bir günah işlerde
pişman olursa Allah (celle celâlühû)
onun bağışlanmasını, kul istiğfar etmezden önce yazar.”
Seni tespih ve takdis
ederiz. İlham
ettiğin hidayetlerden dolayı şükürler olsun;
Tespih,
Allah (celle
celâlühû)´ı noksanlardan ayıplardan tenzih etmek;
Şükür
ise Allah (celle celâlühû)´ın yüceliğini itiraf ve
ispattır.
İspat,
nehyetmekten daha üstündür. Onun için tesbih yalnız başına söylenmemiş, bir
kemal sıfatı ile gelmiştir. Genellikle hamd ile birlikte gelir.
“Sübhânallahi
ve bihamdihi, Sübhânallahi vel hamdulillah”. Bazen da büyüklük
işaret eden bir isim ile beraber gelir. “Sübhânallahil azim” gibi.
Tespih
(Sübhânallah)
fazilet bakımından şükürden (elhamdülillah) aşağıdadır.
Çünkü şükür´de bütün övgüleri Allah (celle celâlühû) için
ispat etme olduğu için kemal ve celal büyüklük sıfatlarının hepsi bulunur.
Allah (celle celâlühû) kullarına karşı adaletten ayrılmaz
ve rabliğinin gereğini hakkıyla yapar. Kulunu yaratanda kendisi olduğu için eksik
yönlerini de çok iyi bilir. Verdiği nimetlere karşı istediği şey ise; en az
kuvvet harcadığı fiil olan konuşmaktır. Bunu yapamayan içinse yorum yapmak
gereksizdir.
“Biliniz ki, Allah (celle celâlühû) insan ile kalbi arasına girer.” (Enfal 24)
İnsan bir işi, sebebe tabi olmak
mecburiyetini içinde hissedince yapar. Fakat insan fiilini yapınca da bunun
neresinde olduğunu kestiremez. Yani bunu yapan ben miyim, yoksa aciz biri gibi
mecbur mu edildim. Buna da cevap veremez.
Bize düşen kendimizi iyi bir
zanna teslim edip, yani bütün işlerimizi Allah (celle celâlühû)´ın
emrine uygun ve düşüncelerini ona havale etmektir. Bu şekilde kaderin muammalı
hikmetlerinden kurtuluruz.
Bu hikmet;
Kendinde olan bir hataya bakınca
nefsinden olduğunu, başkalarındaki hataya bakınca da bir hikmeti vardır, Allah (celle
celâlühû)´tandır; demek;
Kendinde olan bir iyiliğe
bakınca; Allah (celle celâlühû)´tandır;
başkalarında olan iyiliğe ise, onların nefislerinden oldu, demektir.
Onun için kader konusunda iradeyi
var ve yok arasında bilmek gereklidir.
Aslında her şeyin iradesi
Allah (celle
celâlühû) elindedir. Böyle bir hükmün karşısında kul kendini Allah
(celle
celâlühû)´a teslim ederse, Allah (celle celâlühû)´ta
emanetine sahip çıkar.
Allah (celle
celâlühû) Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)
Efendimize
bile,
“Sen istediğine hidayet
edemezsin” (Kasas 55)
Buyurarak isteklerin tarafından
kontrolde olduğunu göstermiştir.
Allah
(celle celâlühû)´ın iradesini ise bizim sorgulamamız
mümkün değildir.
Çıkar
yol ise Allah (celle celâlühû)´ı sevmektir.
Böylece Şükür ehlinden olmuş oluruz.
Sunmuş olduğun bol ve kâmil bağışlar,
eşsiz ve benzersiz geniş ihsanlar ve lütfettiğin tüm nimetlerin için övgüler
olsun.
Allah (celle celâlühû)´ın kullarında tecelli ettirdiği
nimetlerinde birçok incelikler vardır. İnsanların hepsine aynı şekilde ihsanı
da yoktur. Verilen nimetler çeşitli şekillerde olduğu gibi, kullar da aynı
şekilde yaratılmamıştır.
Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizin kulların
karşılaşacakları dünya hayatını şu şekilde açıklamıştır:
“İnsanlar dünyalık nimetler karşısında dört kısımdır:
Bir kul vardır, Allah (celle celâlühû) ona mal ve ilim
vermiştir, o bu mal hususunda Allah (celle celâlühû)´tan korkar da onu sıla-ı rahimde harcar,
malda mevcut olan Allah (celle celâlühû)´ın hakkını bilir ve yerine getirir. İşte bu en yüce
mertebeyi elde eder.
Bir diğer kul vardır, Allah (celle celâlühû) ona ilim vermiştir fakat mal vermemiştir, ancak iyi niyet
sahibidir, şöyle der: Eğer malım olsaydı falanca gibi hayır
yollarında harcayacaktım. Allah (celle celâlühû) onu niyetiyle kabul eder
ve ecir yönüyle önceki ile eşit olur.
Bir üçüncü kul vardır, mal sahibidir,
ancak Allah (celle celâlühû) ilim vermemiştir, malını şehvet yolunda cahilâne
harcar. Ne Rabb´inden korkar ne de onunla sıla-i rahimde bulunur. Malda mevcut
Allah (celle
celâlühû)´ın
hakkını da bilmez. Bu en fena bir mertebedir.
Dördüncü bir kimse daha vardır. Allah (celle celâlühû) ona ne mal ne de ilim
nasip etmiştir. Ancak, sefihlere gıpta ile: “Eğer param
olsaydı der, falanca gibi harcar onun gibi yaşardım.” Bu da niyeti ile o
sefih gibi olur ve günahta eşit olurlar.”
Bu dördüncü kısım dünya ve ahiret yönünden
zararı ve kaybı çok olan kimsedir.
Allah (celle celâlühû)´ın koyduğu bir kanun vardır.
Nimet, bir külfet ile takdir edilmiş.
Düşmanını
seven tek yaratıkta insandır.
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´e sordular. “İnsanlardan kimler en çok belaya uğrar?”
“Peygamberler, sonra büyüklükte onlara ve bunlara yakın olanlar.
Kişi dindarlığı nispetinde belası da şiddetli olur. Şayet dininde
zayıflık varsa, Allah (celle celâlühû) onu da dindarlığı nispetinde imtihan eder. Bela kulun peşini
bırakmaz. Ta ki o kul, hatasız olarak yeryüzünde yürüyünceye
kadar.” (Tirmizî)
“Dünyayı seven, ahiretine zarar verir. Ahireti
seven, dünyasına zarar verir. Baki olanı ahirete tercih edin.” (Râmuz)
Kuvvet ve gücün yalnızca kendinde,
yaratılmışların açılması ve kapanması kendisi ile olan Allah (celle celâlühû)´ım şükürler olsun.
Yaratılmışların
açılması ve kapanması; mahlûkat zıtlar arasında yaratılmıştır.
Eğer ki, aynı durumlar devamlı olmuş olsaydı yaşamak, zor olurdu. Celâl ve
cemal sıfatlar yaratılmışlarda tecelli ederek hayat devam eder.
“Biz
o günleri insanlar arasında evirip çeviririz.” (Âli İmran 140)
Kul
olarak Allah (celle celâlühû) için bir şey yapmak
isteyen; O´nu birlemeli; güzel ve kemal sıfatlarla vasıflamalı; O´na zıt olan şeylerden
O´nu tenzih etmeli; masiyetlerden kaçınmalı; O´na itaat etmeli; O´nun için
sevip ve buğz etmeli, O´nu inkâr edene cihat edip ve buna teşvik etmelidir.
Ey Allah (celle celâlühû)´ım, önceden olan bir şeye dayanmadan
ve bir eş ve benzerin olmadan, yaratıkları yaratmaya muhtaç değilken ve
yaratmada kendine bir faydası yokken, kendi güç ve dileğinle her şeyi var
ettin.
Yarattıklarını
şahit yaparak ülûhiyetinin sırlarını bize bildiren Allah (celle
celâlühû)´a hamd olsun.
Bizim varlığımız O´nun varlığına
delildir. Aslında O, var idi. Fakat bizimle bilinmeyi istedi.
“Mutlak Varlık bir yoluğa muhtaç
mı? Oldu” gibi bir soru akıla gelir;
O, kendine yetendir. Fakat Allah (celle celâlühû) yaratmak sıfatının tecellisi ile
diğer sıfatlarının aşikâre çıkmasını istedi.
Eğer yaratma sıfatı olmasaydı, ilâhlık
sıfatlarından hangisi bilinirdi. Rabbanîlik nerde tecelli ederdi. Kul olamayınca
Rabb nasıl bilinirdi?
Netice; kula bakınca Rabb´i, Rabb´e bakınca kulu görmek hakikatine erene
de, hiçbir meselede kalmaz.
Gözlerin Sen´i görmesi, dillerin sıfatlarını
beyan etmesi ve kavrayışların mahiyetini anlaması imkânsızdır. Sadece
hikmetinin sağlamlığını bildirmek, itaati hususunda uyarmak, kudretini aşikâr
etmek, mahlûkatını kulluğa çağırmak ve çağrını güçlü kılmak için bizleri vücuda
getirdin. Sonra da bizleri kendi gazabından korumak ve cennetine sevk etmek için,
itaatin karşısında mükâfatı ve isyanın karşısında da azabı vaat ettin.
Allah
(celle
celâlühû) güzeldir, güzeli sever. Doğruluğu emreder, doğrunun da
yardımcısıdır. Bu güzellikleri kuvvetlendirmek içinde insanı destekleyecek
kitaplar, peygamberler ve özel güçler yani melekler göndermiştir. İmtihan
sırrını ve kendi varlığının ipuçlarını insana açıklamış ve insana verdiği yüce
değeri açığa çıkarmıştır.
Yokluğun
sırlarında saklı iken varlık âlemine döktüğü mahlûkatı, kulluk sevdasıyla
birleştirip, Allah (celle celâlühû)
iradesiyle bu âlemi yarattı.
İnsan
için öyle bir kâinat ve dünya hazırladı ki, aklını da hayran bıraktı.
Allah
(celle
celâlühû)´ı anlamak, kul için aşılması güç durumlardandır. Kulların
Allah (celle
celâlühû)´ın yaptıklarını dahi anlaması, ancak O´nun müsaade ettiği
kadardır. Bunu da kendi başına başaramaz. Çünkü peygamberler göndermesi bunun
delilidir. Gönderdiğine göre; anlaşılan şudur ki, Allah (celle
celâlühû) her şekilde kulunu yönetir ve doğru yola çıkarır. Yoksa insan
şeytanın ve nefsin vesveselerinden kendini kurtaramaz, aklını yitirmiş bir
divane olur, uçurumlara düşerdi. Bu düştüğü girdaptan da kendini kurtaramazdı. İyi
olduğunu zannettiği fikirlerde, onu daha çok batağa saplar ve manasız bir hale düşürürdü.
Filozofların
sonuca kavuşamaması bundandır. Onlar inanç konusunda bir noktadan öteye
geçememişlerdir. Ancak naklî ilimlerle tanışanlar, bir nebze huzuru
yakalamışlardır. İsterse bu naklî ilim tahrif edilmiş olsun. Çünkü tahrif
edilen naklî ilimde bile ilâhi bir öz bulunmaktadır. Bu öz onlar için kurtuluş
sebebi olmuştur.
Allah
(celle
celâlühû) yarattığı hayatta kötülüğü iyilikle, güzeli çirkinle
beraber bir havanda buluşturmuştur.
İnsan,
bu âleme gelince, düşünceden kendini alamayıp bocalamış ve sorular içinde
kendini kaybetmiştir. Son nedir? Önce ne oldu?.....
Sorular.
Sorular.
Mesela:
–Kötülükler
niçin yok olmuyor?
Allah
(celle
celâlühû) kötülüğe engel olmak ister ancak kötülüğü
yasaklamada insanı vazifeli kılmıştır; yoksa kötülüğü mahvetmeye kadirdir.
Ancak engel olmak istemez; kötülüğü ne ister ne de Zat-ının tasarrufunu göstererek
mani olmaya çalışır. Tâki kendince vaat ettiği vakte kadar. Fakat O, sebeplere
bağlayarak, yasaklamayı irade etti. Yoksa yasaklamaya kadir olmayanın
yasaklamak istemesi, acizliktir. Allah (celle celâlühû) ise
her şeye kadirdir.
Eğer
kötülüğü yasaklamaya hem gücü yetmiyor, hem de bunu yasaklamak istemiyor olsa; bu
hem aciz, hemde herkesin kötülüğünü isteyen olur ki; Allah (celle
celâlühû) için düşünülmez.
Öyle
ise, Allah (celle celâlühû) kötülüğün
yasaklanmasını hem istiyor ve buna da gücü yetiyorsa, o halde kötülük nereden
geliyor? Ya da Allah (celle celâlühû) kötülüğün
olmasına neden engel olmuyor? Sorusu akla gelir ki; bu soru imtihan sırrını açığa
çıkarır.
Kur´an-ı
Kerim´de buyurdu ki;
“Kâfirler,
mal ve çok evlat gibi dünyalıkları verdiğimiz için, kendilerine iyilik mi
ediyoruz, yardım mı ediyoruz sanıyor. Peygamber (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimize inanmadıkları ve İslam´ı beğenmedikleri
için, onlara mükâfat mı ediyoruz, diyorlar? Hayır, öyle değildir. Aldanıyorlar.
Bunların nimet olmayıp, musibet olduğunu anlamıyorlar” (Müminûn 55–56)
–Şeytan
niçin var?
Allah
(celle
celâlühû)´ın peygamberlere ölüm verip düşmanı olan şeytana ömür
vermesi nedendir?
Şeytanın
ölümündeki zarar, yaşamasından daha fazla olmasındandır. Çünkü Allah (celle
celâlühû) kulların menfaatini kuldan daha çok düşünür. Kullar için
özür kapısını açık tutmak ve suçun nisbet edildiği bir kapının bulunmasını
sağlamaktı. Eğer böyle bir kapı olmasa idi, insanların birbirlerine olan kini
daha fazla olurdu. Böylece dalaletlerine suçlu olarak birbirlerini bilirlerdi.
Sonuç
olarak; insanın cevabını bilmediği sorular olduğu gibi, soramadığı sorularda
bulunmaktadır. Eğer insan her sorusunun cevabını bulmuş olsa idi, Allah (celle
celâlühû)´a kulluk etmek kaçınırdı. Çünkü insanda doyulmaz
isteklerin kargaşası vardır.
Yaratılış
hikmeti, insan ihtiyarladıkça onda iki şey gençleşir: Dünyaya karşı hırs ve hayata
karşı hırs.
Resûlüllâh
(sallallâhü
aleyhi ve sellem) buyurdular ki:
“Eğer âdemoğlunun iki vadi dolusu malı
olsaydı bir üçüncüsünü isterdi. Onun nefsini ancak toprak doldurur. Allah (celle
celâlühû) tövbe edenlerin tövbesini kabul eder.”
Böylece
bir soru, bir soruya nedense son yerde durmak gerekir. Bu durulan yer, ilahlık
sırlarının başladığı yerdir. Yaratılanlar yoktan, yok idi ve Allah (celle
celâlühû) vardı.
Onun
için Allah (celle celâlühû) kullara, rahmetinden
hikmeti ihsan etmiştir. Böylece Allah (celle celâlühû)´a şükretmek
ve iman etmek olarak açığa çıkmış; bunuda peygamberler göndererek desteklemiştir.
Ey Allah (celle celâlühû)´ım, şahadet ederiz ki, Sen´den başka bir
ilah ve ortağın yoktur; birsin; Sen âlemlerin
Rabb´isin.
Biz, Senin kulların, gücümüz
yettiği müddetçe Senin ahdin ve va´din üzereyiz.
Yarattıklarını
şahit yaparak ülûhiyetinin sırlarını bize bildiren Allah (celle
celâlühû)´a hamd olsun. Kendisine kulluk etmek şerefini, ihsanı (görüyor
gibi ibadet etmek) ile verdi. Ulûhiyetin ihsanı olarak; bize
rahmete vesile olan yolları da gösterdi.
Yaptıklarımızın kötülüğünden
Sana sığındık. Bize verdiğin nimetini anarken günahımızı da arz ederiz ki, bizi
affet. Nefsimize haksızlık ettik, günahlarımızı itiraf ediyoruz. Bütün günahlarımızı
affet, çünkü günahları ancak Sen bağışlar ve affedersin.
En güzel terbiye
edici Allah (celle celâlühû)´tır. Bu terbiye yolunu peygamberlerce desteklenmiştir. Fıtratın
iyiyi bulması düşünülürken her seferinde bir özden dönüş olmuş sayısını
bilmediğimiz nice peygamberler gelmiştir.
İnsan yaratılış
itibarı ile nefs ve ruhun etkisi altındadır. Hak olan bir şeye iman, ruhî
açıdan çabuk görülse de, nefs yönünden yıllarca bir emeğin gerekmesi acayip bir
tecellidir.
Terbiye
edilmedeki esas tâbi olmadan geçer ki, bu da küçüğün küçük olmasını, büyüğün
büyüklüğünü idrak etmesidir. İnsanlarda bu anlayışı tesis etmek ise deveyi iğne
deliğinden geçirmek kadar zordur.
Nefsin terbiye
edilmesindeki en büyük hususiyet acziyeti itiraftan başka bir şey değildir.
Günahlarımız
kulluğumuzun işaretidir. Sevaplardan dolayı bir övünme gelecekse öyle sevaptan,
şeytan gibi kovulmaktan, Allah (celle celâlühû)´a sığınmak gereklidir.
Varlık
fitnesinden Allah (celle celâlühû)´a sığınırız.
“Nefsim elinde
bulunan Zat-ı Zülcelâl´e yemin olsun ki, günah işlemediğiniz takdirde ondan
daha büyük olan ucb´e (kendini beğenme günahına) düşeceğinizden korkarım.” (Müslim)
İnsanın kendini
aciz bilmesindeki hikmetin kıymeti takdir edilmeyecek kadar değerlidir. Çünkü
Allah (celle celâlühû)´ın sevmediği şeylerden biri
fani olanın baki sıfatına bürünüp isyana düşmesidir. Neticede insan atılan bir
pislikten yaratılmıştır.
Zayıfların
ezikliğini ve garipliğini Allah (celle celâlühû) kendisi ile doldurur.
Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizin
imanı tebliğ ettiğinde, ezilmişlerin önce yönelmesi, altı sene gibi bir zamanda
kırk kişiye ancak ulaşması bundandır.
Dinin zayıf
anında iman eden zayıflıların dercesine hiçbir güçlü erişememiştir. Zayıflık
kulluk işaretidir.
Senelerce ibadet
üzere olan nice insanın bir şaşkınlık içine düşmesinde aranacak şey, kendini
beğenmedir. Normal hayatta bile insanların gururlu olanlara karşı itici olması
bundandır.
Fakat Allah (celle celâlühû) kulları hakkında her zaman
istiğfar kapısını açık tutmuştur. O kadar geniş kılmıştır ki; zannedilir ki hiç
kimse cehenneme girmeyecektir.
Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem) buyurdu ki;
“Nefsim kudret
elinde olan Zat´a yemin ederim ki, eğer siz hiç günah işlemeseniz, Allah (celle celâlühû) sizi toptan
helak eder; günah işleyen, arkadan da istiğfar eden bir kavim yaratır ve onları mağfiret
ederdi.”
Ey Allah (celle celâlühû)´ım, Tevhidin özünü ihlâs kıldın.
Kalbimiz ona bağlansın. Aklımızın
kavrayabilmesi için tevhit düşüncesini apaçık et.
Tevhit
mertebesinin kemali, kulun Allah (celle
celâlühû)´ın tasarrufu karşısında bütün isteklerden uzak kalmasıdır.
Tevhid-i
ef´âl, tevhid-i sıfat ve tevhid-i zât bu yolun mertebelerinden sayılır.
Karşılıkları
“Bilmek, bulmak ve olmak” tır. Bu mertebeler ise ihlâs ile aşılmıştır.
Allah (celle celâlühû)´ım, Senden hakkıyla korkmayı ve
ancak Müslüman olarak ölmeyi bize nasip kıl. Allah (celle celâlühû)´ım Senden gerçekten korkmayı başarabilmek
için ilmimizi artır.
Duygular göğüste saklanmıştır. İnsan
genellikle duyguların hepsini yaşayamaz. Fakat korkma fiilini tam olarak yaşar.
Korku, kalpten ve ciğerden vücuda
doğru yayılan en kuvvetli histir. Bu hissi artıran şeyler ise şeytan ve
nefstir. Onun için Peygamberimiz Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in
mübarek
göğüsleri üç kez yarıldı.
Birinci
yarılışı dört yaşında Halime (radiyallahü anha) Validemiz
yanında olmuştur. Bu yarılmada şeytan ve nefsin istekleri çıkarıldı. Bununla
şeytana uymak, emirlere itaat etmemek ve yasakları yapmak arzuları alındı.
İkinci
yarılışı on yaşında oldu. Bu defa ise kötü düşüncelerin aslı
çıkarıldı.
Üçüncü
yarılışı İsra gecesinden önce oldu. Bu defa ise şaşkınlık ve
korku damarları alındı. Çünkü Allah (celle celâlühû)´ı
müşahede makamında meydana gelecek ağırlığın zarar vermemesi içindir. Bu
yarılmalar acı duyulmadan kansız ve aletsiz oldu.
Böylece Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) ruhen takviye edilmiş şeytan ve
nefsten gelecek saptırma ve korkulardan emin kılınmıştır. Çünkü hataların
başında korkuların sebebiyeti vardır. Eğer Allah (celle celâlühû)
korkusu diğer korkuları yenmezse, insan hemen isyana ve dünyaya yönelir.
Allah (celle celâlühû)´ın istediği korku ise sevgiliden
korkanın hali gibi olmasıdır. Yoksa zalim karşısında duyulan korku da değildir.
İmam Gazali (k.s)´ye korku ile birlikte yapılan ibadet
mi, ümitle birlikte yapılan ibadet mi daha faziletlidir? Diye
bir soru soruldu.
İmam,
buna şöyle cevap vermiştir:
“Ümitle yapılan ibadetler daha
faziletlidir, çünkü ümit sevgiyi doğurur. Korku ise ümitsizliğe sebep olur.”
Allah (celle
celâlühû) hiçbir zaman
bir kulu hakkında haince davranmaz. Onu cehenneme atmak için fırsat aramaz.
Kullarına ne gücünden fazla yük yükler ve nede zulmeder. Fakat kulları O´nun
bütün sözlerinin doğruluğunu anlamak için ölümü görmeyi beklemektedirler. Ölüm
gerçekten bir uyanıştır.
Ölüm önceki hayata göre büyük,
sonradan görülecek hayata göre küçücük bir şeydir.
“İnsanların en cahili, bildiği
halde yapmayan ve en faziletlisi ise Allah (celle celâlühû)´tan en çok korkandır.”
Buna göre bilmeliyiz ki, “Allah (celle celâlühû) doğru söyler.”
Ey yakaranlara cevap veren, ey imdat
isteyenlerin imdadına koşan, Ey güven isteyenlere emniyet sağlayan, üstün
yardımınla bizi kuvvetlendir.
Kulların
inlemesi Allah (celle celâlühû) katında, bülbüllerin seslerinden
daha kıymetlidir. Her ne kadar kulların günahları çok olsa da, O´nun rahmeti
sınırsızdır.
Aslında
insanların ve cinlerin kulluğu, cismanî ve manevî âlemde bulunanların
ibadetleri, Allah (celle
celâlühû)´ın sonsuz kudreti yanında manasız bir şeydir. Onların
günahlarının ateşi her tarafı kaplasa da, O´nun az bir rahmeti o ateşi
söndürür. Allah (celle celâlühû)
bütün âleme rahmet eder ve zatından bir zerrede eksilme olmaz.
Günah
neticesinde affın gelmesi, Allah (celle celâlühû)´ın
ve rahmetinin varlığın işaretidir. Acizin kuvvetliye isyanı karşısında
kuvvetlinin affı gerçekten büyüklüğün hakiki görüntüsüdür. Acizin affı diye bir
şey düşünülmez. Bunu anlamak için Allah (celle celâlühû)´ı
denemekte yanlış bir şeydir. Allah (celle celâlühû)
gerçek affedicidir.
Allah
(celle
celâlühû) yaratmada celal ve cemal sıfatlarını çeşitli şekillerde
tecelli ettirmiştir. Celal sıfatı hayvanlara, cemal sıfatı meleklere, celal ve
cemal sıfatları insana şamil olmuştur.
Yaratma
fani ve baki âlem olmak üzere ikiye taksim edildi. Fani âlem imtihanla, baki
âlem ceza ve mükâfatla takdir edildi. Takdir edilen mükâfatlarda yaratılış
özelliklerine uygun tecelli ettirildi. Bu tecelliyatta Allah (celle
celâlühû)´ın Adil sıfatına uygun düşmüştür.
Mesela;
hayvanlar için olan ahiret hayatı gerçekten aşağılanmış bir durumdur. Yani yok
olmak. Melekler içinse; muhatap alınmayarak hizmet ehli olmaları olmuştur.
Hizmetçiler
asiller yanında hüküm sahibi değildir. Hükümsüz olmak yok olmakla eş
değerdir. Onun için meleklerin mertebesi kemal bir mertebe değildir.
İnsana
verilen kemal mertebesi Hakikat-ı Muhammediye´nin emanet edilmiş
olmasıdır. Melekler ise Hakikat-ı
Muhammediye[7]
sırrını taşımaya tahammül edememişlerdir.
Hakikat-ı
Muhammediye´nin karşılığı ise imtihan olunmak ve ebedi âlemde sonsuzluk ile
karşılaşmaktır.
İmtihan
(hata
işleme ve vazgeçme) sırrına ancak insan tahammül edebilmiştir.[8]
Böylece Allah (celle celâlühû) insanı kendine muhatap
kabul etmiş ve bunun karşılığı olarak ceza ve mükâfatı tayin etmiştir.
Kur´an-ı Kerim´de belirttiğin
yardımla bize yardımda bulun. Fazilet ve rahmetinle nimetlere kavuşalım.
İnsanlık,
şerefinin gereği imtihan fazileti ile taltif edilmektir. Allah (celle
celâlühû) imtihan faziletini, rahmeti ile desteklemiş ve insandan
bu vazifenin ağırlığını kaldırmıştır. En büyük rahmeti ise insanlığa Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´i bağışlaması olmuştur.
Nimet
külfeti ile beraber gelir; fakat iman ehlinin kurtuluşa ermiş olacağı müjdesi
haber verilmiştir. Yardımın imtihan sırrı ile beraber olması da Allah (celle
celâlühû)´ın bir takdiridir.
“İnsanlar,
imtihandan geçirilmeden, sadece ‘İman ettik’ demeleriyle bırakılıvereceklerini
mi sandılar?” (Ankebut 2)
“Ey
insanlar! Allah (celle celâlühû)´ın
verdiği söz şüphesiz gerçektir; dünya hayatı sizi aldatmasın. Allah (celle
celâlühû)´ın affına güvendirerek şeytan sizi
ayartmasın.” (Fatır 5)
“Biz,
sonra peygamberlerimizi ve aynı şekilde iman edenleri kurtarırız. İnananları üzerimize
bir borç olarak kurtaracağız.” (Yunus
103)
“Allah
(celle
celâlühû); elbette ben ve elçilerim galip geleceğiz,
diye yazmıştır. Şüphesiz Allah (celle celâlühû) güçlüdür,
galiptir.” (Mücadele 21)
Ey Allah (celle celâlühû)´ım, nimetlerini artırarak bizleri
şükretmeye çağırdın. Nimetlerin sayılmaz, şükrün eda edilmez ve ebedi oluşların
idrak olunabilmeleri imkânsızdır.
Şükür, iyiliği, iyilikle
karşılamak demektir. Şükür, kulun Allah (celle celâlühû)´a
karşı yapması gereken bir vazifesidir.
Şükür, lisanî ve kalbi
veya bedeni olur.
Lisan şükrü
Allah (celle
celâlühû)´ı Esma-ı Hüsna´sı ile yâd etmek, hamd etmek, tesbih
eylemek, kitabını okumak, dua etmektir.
Kalp şükrü
gönülden anmaktır.
Beden şükrü,
bedenin azasından her biri memur bulundukları vazife ile meşgul olmak ve yasak
olundukları şeylerden kaçınmasıdır.
Resûlüllâh (sallallâhü aleyhi ve sellem) buyurdu ki;,
“Hamd, şükrün başıdır. Allah
(celle
celâlühû)´a hamd etmeyen şükretmemiş olur”
Şükür, nankörlüğü silen
büyük bir fazilettir. Daha doğrusu hamd herkesin ermek istediği ve fakat pek az
kimselerin erebildiği, kemal mertebelerindendir. Çünkü saadetler bu iki
kelimede (Hamd-Şükür) toplanmıştır.
“Allah (celle
celâlühû)´ın nimetlerini saymaya kalksanız, değil tek,
tek saymak, topyekûn bile sayamazsınız.”
(Nahl 18)
Yapmış olduğumuz ibadet ve
şükürler, aslında bu dünyada bizlere verilmiş olan nimetlerin tam karşılığı
olmaktan çok uzaktır. Hâlbuki Allah (celle celâlühû),
iman edip ibadet yaptığımız takdirde, bizler için ayrıca ahirette daha büyük
nimetler hazırlamış, cennette ebedi saadetler vaat etmiştir. Allah (celle
celâlühû)´ın ahirette vermeyi vaat ettiği bu nimetler, tamamen
onun hususi lütuf ve ihsanı, fazlı ve ikramı olmaktadır. Yoksa bizim yaptığımız
ibadet ve şükürlerin karşılığı, ücreti değildir. Aslı noksan olanın, halleri de noksandır. İnsan ne kadar
şükretmeye kalksa da eksik bir taraf bırakır.
Nimet şükür ile şükür de
nimeti unutmamakla kaim olacağından, şükrü artırmak lazımdır.
Allah (celle
celâlühû), buyurdu ki;
“Beni zikrediniz;
layıkıyla anınız ki, Ben´de sizi bana layık bir anışla anayım.” (Bakara
152)
Bu ayetle Allah (celle
celâlühû) “Bana şükrediniz, nimetlerime karşı, kalben veya lisânen
veya bedenen veya hepsiyle birden bana tazim ve benim emirlerime itaat ve
nimetlerimi yerine sarf eyleyiniz. İnkâr ve isyan ile Bana karşı küfranı nimet
etmeyiniz, yani unutkan ve nankör olmayınız” demek istemiştir.
“Her kim şükür ederse ancak kendi nefsi lehine
şükür eder. Kim de nimete karşı nankörlükte bulunursa, şüphe yok ki, Rabb´imin
hiç bir şeye ihtiyacı yoktur, çok kerem sahibidir.” ( Neml 40)
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) gece namazı kıldığında, iki ayağı
yahut iki baldırı şişene kadar ayakta dururdu. Kendisine Hazret-i Aişe (radiyallahü anha) tarafından;
—Ya Rasûlallah, Allah (celle celâlühû) senin işlenmiş ve işlenmesi farz
edilmiş günahlarını mağfiret etmiştir. İbadet hususunda niçin bu kadar meşakkat
gösteriyorsunuz?
Denilirdi de, Peygamberimiz Efendimiz
(sallallâhü aleyhi ve
sellem)
—“Ben, Allah (celle celâlühû)´a karşı gece namazı ile şükreden bir
kul olmayayım mı?” diye
cevap verirdi.
Bu kadar sonsuz nimetler karşısında bizlere düşen vazife;
nimet sahibi Allah (celle
celâlühû)´ı tanımak ve
sevmek, ibadetle tanıyıp sevdiğimizi göstermek, verdiği nimetlerinden dolayı
daima şükür ve minnet duyguları içinde bulunmaktır.
Ey Allah (celle celâlühû)´ım, takdir ettiğin şeylerin her durumundan
haberdarsın ve işlerin sonunu ve olayların akışını en güzel bilensin.
Allah
(celle
celâlühû)’ın varlığı ve birliği apaçıktır. Ama öyle bir ki,
birliği kendi ile kaimdir. Bizler bir şeyi zıddı ile bilirken, Allah (celle
celâlühû) kendini hadisten (sonradan yaratılan)
önce, zatındaki sıfatlarla bildi. Kendi, kendine yeter idi. Buradan ikilikte
anlaşılmadı. Yani bir delile ve düşünmeye gerek duyulmayacak kadar açık oldu.
Akıl
ve duygular için yararlı olan Allah (celle celâlühû)´ı sıfatlarla
bilmedir. Yaratılışı anlamak için sıfatları bilmek lazımdır. Gölgeye bir bak, o
ayrı gibi görünse o, zat; zat, odur.
Mesela;
Allah (celle
celâlühû)´ın kelamı basit, bir´dir. Allah (celle
celâlühû) bu birle konuşur. Hem de ezelden ebede kadar. Bütün
kitaplar bu basit kelamdan bir sayfadır. Hayal bunu idrakten de yoksundur. Onun
için sırlarından haberdar etmek için, Allah (celle celâlühû)
“Ben
cin ve insanı bana kulluk etmeleri için yarattım” buyurdu.
Biz O´na
kullukta yarışmalıyız. Çünkü O, kendine yeter. Öyleki; Allah (celle
celâlühû) kendi varlığını yarattığın mahlûktan
öğrenmiş olsaydı, görecek gözler vermezdi.
O´nu
idrak edemeyeceğimizi de, bilmenin idrakine erdirdiği için Allah (celle
celâlühû)´a şükrümüzü ziyadeleştirmeliyiz. O´nu bulmak içinde
nefsimizden vazgeçmeliyiz. Fakat bize, nefisle öyle bir bağ koydu ki, bunu
başarmak her kuluna nasip olmadı.
Sonuçta
bizler yok olacağız. Yine O, zatıyla kalacak. Biz O´nu ancak kendisiyle
görebilir ve bildirdiği kadarla bilebiliriz.
Allah (celle celâlühû)´ım emrini tamamlamak ve kendi hükmünü
geçerli ve kesin kılmak için Fahri Âlem Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizi peygamber olarak gönderdin.
İnsan sahip olduğu duyularla
her ne kadar görünen âlemi algılasa, aklıyla da vacip, caiz, mümkün gibi bir
takım bilgileri kavrasa da bunların ötesine geçmesi özellikle gaybî bilgileri
edinmesi imkân dâhilinde değildir. İnsanların ilmî ve amelî olarak
olgunlaşması, gerçek inancı bulması, sahih amele yönelmesi, kalbî
hastalıklardan kurtulup güzel ahlaka ermesi yani Allah (celle
celâlühû) ve kul katında iyi bir insan olabilmesi için
peygamberliğe ihtiyaç vardır. Peygamberlerin görevleri de bu durumun kolayca
aşılıp kulların gerçeğe ulaşmasını sağlamaktır.
-Diğer bölgelerle irtibatı
bulunmayan ve yüksek dağ başlarında yaşayan insanların iman bakımından
durumları nasıldır?
Bu kimselerin peygamberlerin
nübüvvetini tasdik gibi bir zorunlulukları bulunmaz. Çünkü onlar mazurdur.
“Biz bir peygamber
göndermedikçe bir kimseye azap etmeyiz” (İsra 15) Bunun
açık delilidir.
Peygamberlikte asıl olanın
sadece geçici dünya mutluluğu değil ebedî saadet olan ahiret mutluluğunu elde
etmektir.
Buna göre bütün peygamberler Allah (celle celâlühû)´ın katında geçerli hükmü icra için gelmişlerdir. Hiçbir Peygamber kendi aklından bir
şey söylememiş, hepsi, Allah (celle celâlühû)´ın
bildirdiği şeyleri söylemişlerdir.
Sonuçta bu kutsal vazife Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´de son buldu. Hz. Peygamber (sallallâhü
aleyhi ve sellem ve ala âlihî) Efendimiz
“Biz sonradan gelmiş, geçmişleriz” buyurması ile geçmişi sonda bağladı
ve bitirdi.
Şahadet ederiz ki, Fahri Âlem
Muhammed Mustafa (sallallâhü
aleyhi ve sellem)
Efendimiz, Sen´in kulun ve resulündür.
Şahadet;
gördüğünü ve bildiğini kabullenmek ve ikrar etmektir.
Allah
(celle
celâlühû)´ın sevgilisinin şahadetini yapmak bizler için bir
üstünlüktür. Çünkü O´nun şahidi Allah (celle celâlühû)´tır.
“Fakat Allah (celle
celâlühû) sana indirdiğine şahitlik eder, onu bilerek
indirmiştir, melekler de şahitlik ederler. Şahit olarak Allah (celle
celâlühû) yeter.”
(Nisa 166)
“Rabbimiz!
İndirdiğine inandık, Peygambere uyduk; bizi şahit olanlarla beraber yaz”. (Al-i İmran 53)
O
kendisini tanıtanlara “Allah (celle celâlühû)´ın
kulu ve resulü” olarak
tanıtılmayı tavsiye etmiştir. Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve
sellem)´in
yaşantısı incelenince kulluk sıfatı açıkça görünür.
O´nun
yaşadığı hayatı bugün çok kişinin tahammül etmesi imkânsız sınıfından olduğunu
görürüz.
Hayatı
boyunca elenmiş buğday unu ekmeğini hiç yemedi.
Hep
elenmemiş arpa unu ekmeğini yerdi.
Doyuncaya
kadar yediği görülmedi.
Ekmeği
katıksız olarak veya hurma, sirke, meyve, çorba veya zeytinyağına batırıp
yerdi.
Tavuk,
tavşan, deve, ceylan, balık ve pastırma etleri ve peynir de yerdi.
Etin
kol tarafını severdi.
Elleri
ile tutup ısırarak yerdi.
Ekseriya
süt veya hurma yerdi.
Evde
iki üç ay yemek pişmeyip, ekmek yapılmayıp, yalnız hurma yediği aylar da
olmuştur.
İki
üç gün bir şey yemediği de olurdu.
Vefat
ettiği zaman, bir demir zırh ceketi, otuz kilo arpa için, bir Yahudi de rehin
bırakılmış bulundu.
İnsanlar ve cinler Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimize iman ettiği gibi canlı ve
cansız bütün eşyada iman etti.
Peygamberimiz
âlemlere rahmet olarak gelmiştir. Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve
sellem)´den
önce gelen peygamberlerde bir hususiyet varken, O, bir umumiyet ile geldi.
Bu
sebeple Resûlüllâh (sallallâhü aleyhi ve sellem)
canlı ve cansız bütün mahlûkata hükmetti. Birçok mucizelerde buna şahit oldu.[9]
Mesela;
Yemen´de bir su vardı. O sudan kim içse ölüyordu. Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem) o suya haber gönderdi ve buyurdu ki:
“Herkes
müslüman oldu, sen de müslüman ol.”
Ondan
sonra o sudan içen hiçbir kimse ölmedi. Ancak humma hastalığına tutulurdu.
Çünkü
hummadan ölene şehit sevabı verilir.
Kıyamette diğer ümmetlere karşı
Peygamber (sallallâhü
aleyhi ve sellem)
Efendimizi ihsan ederek kulluğumuzu artırdın. Nimetini bollaştırarak da bizden
şükür etmeyi istedin.
Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in varlığı insanlık için bir ayrıcalıktır.
Onun için bu ümmet bu faziletle rüçhan bulmuş ve şeriatı ile kıyamete kadar
beka bulacaktır.
“O´nun
koruyucusu elbette biziz” (Hicr, 9) diyerek, Allah (celle
celâlühû) ümmetini ve şeriatını korudu. Diğer ümmetlerin dininin
tahrif olması onların dininin teminat altına alınmadığındandır. Zira bu ümmet
Allah (celle celâlühû)´ta fâni ve O´nunla
bakidir.
Bu
üstünlük ise Fahri Âlem Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve
sellem)
ile zuhur etmiştir. O´nun yaratılışı o kadar mükemmeldi ki, güzel şeye sahip
olanın korumayı üzerine alması gibi, Allah (celle celâlühû) korumasını
üzerine almak istedi ve aldı. Bu kıymet ve takdirin yüceliğini gösterir.
Ümmette bu takdirden nasiplenmiştir. Bu nimete elbet şükür etmek gereklidir.
Elhamdülillah.
Yaratmadan önce O´nu seçtin. Beşer olarak
göndermeden beğenmiştin.
Allah
(celle
celâlühû) Hadîs-i kutside buyurdu ki;
“Sen
olmasaydın mahlûkatı yaratmazdım”
Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in yaratılışındaki yüceliği Allah (celle
celâlühû)´tan başkası da bilmedi.
Musa
(aleyhisselâm)´ın “Allah (celle celâlühû)´ım
beni O´nun ümmetinden kıl” buyurması bu hakikatin nişanesidir.
İsa (aleyhisselâm) şöyle müjde vermiştir:
“Ey İsrailoğulları! Ben size Allah´ın peygamberiyim. Tevrat’ın
tasdikçisi ve benden sonra gelecek bir peygamberin müjdecisi olarak geldim ki,
o peygamberin ismi Ahmet´dir.” (Saf
6)
Âlemleri yaratmadan önce yani mahlûklar gayb âleminde
korkunç perdeler altında saklıyken ve yokluk sınırının eşiğinde bulunurken O´nu
Ahmet (beğenilmiş) olarak isimlendirdin.
Varlığın
evvelindeki sırların içinde Peygamberimiz Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem ve ala âlihi) yaratılmıştır. Yaratan tarafından beğenildiği gibi diğer mahlukat
arasında da aynı iltifatı bulmuştur.
“Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´e, ‘mahlûkatını
yaratmazdan önce Rabbimiz nerede idi?’ soruldu. Şu cevabı verdi:
“Amâ'da[10] idi. Ne altında hava, ne de üstünde hava vardı. Arşını su
üzerinde yarattı.” (Tirmizî)
Bizlere Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizi göndermeden önce ateş
dolu bir uçurumun kenarında, taşın dibinde kalmış, hemen içilip tüketilecek
olan bir yudum su; aç kişinin fırsat gözetmeden kapıp yiyeceği bir lokma; düşmanların
ayakları altına düşmüş bir toplumduk. Güçlülerin belasına uğramış, azgınların
elinde tutsak ve aşağılık bir hale düşmüş; insanların saldırıp yok etmesinden
korkar olmuştuk.
Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem) için ne kadar iltifatlar yazılsa ve söylense
az kalır. O´nun için Kur´an-ı Kerim´de özlüce şöyle
buyruldu.
“Yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları O
Resule, Ümmî Nebi´ye tâbi olanlar var ya.
İşte O peygamber onlara
iyilik ile emreder ve onlara kötülüğü yasaklar.
Onlara temiz olan şeyleri helâl, pis şeyleri de haram kılar.
Onlardan ağır yüklerini ve üzerlerinde bulunan zincirleri
kaldırır.
O peygambere inanıp O´na saygı gösteren, yardım eden ve O´nunla
birlikte gönderilen nura uyanlar var ya,
İşte kurtuluşa erenler onlardır.”
(Araf,157)
Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem)´de şöyle buyurdu;
“Dalalette
değil miydiniz ki, Allah (celle celâlühû)
sizi benimle hidayete ulaştırdı. Bir ateş çukuru kenarında değil miydiniz ki,
Allah (celle celâlühû) sizi Benimle
kurtardı.”
Bu ayet ve hadisle insanın kendi başına doğru yolu bulamayacağı
açıkça görülmektedir. Çünkü peygamberler ümmetleri için hidayet vesilesidir.
Peygamberlerini basit gören ümmetler helak olmaktan kendilerini
kurtaramamışlarıdır. Çünkü hidayet nurunu kullar, Allah (celle celâlühû)´tan direkt olarak
alamazlar. Almaya kalkanlarda helak olmuşlardır. Zamanımızda dahi böyle
yalnızca Kur´an-ı Kerim´i, sünnet-i seniyyesiz kendilerine ölçü alanlar
imanlarını tehlikeye atarak uçurum kenarındaki koyunlar olmuşlardır.
Resûlüllâh (sallallâhü aleyhi ve sellem) peygamber gönderdiğinde, insanlar O´nu
tanımalarına rağmen bilerek inkâr ettiler.
“Onlara
bir ayet geldiği zaman derler ki, ‘Allah'ın peygamberlerine verilmiş olanın
benzeri bizlere verilinceye kadar biz iman etmeyiz.’ Allah (celle
celâlühû) peygamberliği kime vereceğini ziyadesiyle
bilendir. Elbette günahkâr olanlara yapar oldukları tuzak ve hileden dolayı
Allah (celle celâlühû) katında bir alçaklık
ve şiddetli bir azap isabet edecektir.” (Enam,124)
O´nun
zatında o kadar güzellikler vardı ki, inkâr edenler bile zorlandılar.
Peygamberlik gelmeden önce Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve
sellem)´e
yapılan taltifler, peygamberlikten sonra aynı miktarda ezaya dönüştü.
Temiz
yaratılışlı insanların toplumlarda kıskanılması geri planda kalması ve
değerleri ancak dünyadan göçtükten sonra anlaşılması bunu göstermektedir. Çünkü
insanların iyilik üzerinde sabırları azdır.
Benlik
günahı şeytanın özelliklerinden olması, saflığın üzerinde etkin gibi
görünmesine rağmen zaman içerisinde çabuk kaybolurlar. İyiliği kazanmak zor
olduğu gibi devamını sağlamak daha zordur. Kötü ahlak kazanılması kolay ve
taşıyıcısı da çoktur.
Ey Allah (celle celâlühû)´ım Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizin nuruyla üzerimize çökmüş
karanlıkları aydınlığa çevirdin.
İnsanlar
kendi yaradılışlarına, güçlerine göre, makamlara kavuşmakta birbirlerinden çok
ayrıdırlar. Onlar arasında, Allah (celle
celâlühû)´ın sırrına ulaşmaya çalışanlar pek azdır. Çoğu da bu
sırların alt makamlarına ve görüntülerine kavuşmuşlardır. Bunun sebebi
asalettir. Nurdan nurlu olan şeyden karanlığın çıkması düşünülmez.
Asalet
hiçbir şekilde değişme göstermez. Aşağılık sıfatı, tarifi itibarı ile bulunduğu
yerde de aşağılık gösterir. Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) ve
O´nun takipçileri asılları itibarlarıyla değişme göstermemişlerdir.
Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem) Allah (celle
celâlühû)´ın, meleklerin, peygamberlerin ve insanların hayran
olduğu bir insandı. Kıymeti ancak Allah (celle celâlühû)
tarafından bilinendi.
İnsanlık,
insan sıfatından hayvaniyete intikal ettiği bir dönemde Fahri Âlem Muhammed
Mustafa (sallallâhü
aleyhi ve sellem) uzun süren (beş yüz yıl)
fetret döneminden sonra sıkıntılı zamanda âlemlere iyiliklerle gelmiştir.
“Her
ilim sahibinden daha büyük âlim vardır” sırrınca yaratılmışlar içinde en büyük
insan olduğu tasdik edilmişti. O´nun varlığı geldiği ve geçtiği bütün âlemleri
karanlıktan kurtardı.
Binaenaleyh,
peygamberler kandilse, Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve
sellem)
nurlu kandildir. Yani nuru güneş gibi kendindendir. Diğer peygamberler ise ay gibidir. Ay ise
ışığı güneşten alır.
Karanlık
öğesinde derece ışığa nisbetle takdir edilir.
Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in varlığı nurâniyetin derecelerini açığa
çıkardı.
Diğer
peygamberler O´nun varlığını müşahede edince utançlarından kendilerine pay
vermekten hayâ ettiler. Şefaat konusunda bu durum açıkça anlatılacaktır.
Mesela;
Musa (aleyhisselâm), Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in durumunu
fark edince kıskançlıktan ağladı, buyruldu.
Tuva
Dağında Musa (aleyhisselâm) ayakkabılarını çıkarması
emredilirken[11],
miraçta O´nun ayakkabıları şeref vesilesi sayıldı.[12]
Kalplerimizdeki küfrün düğümlerini çözdün[13]; gözlerimizden şaşkınlık perdelerini
giderdin. Böylece Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz bizi sapıklıklardan
kurtardı ve kör olan gözlerimizi açtı. Bizi sağlam dine davet etti ve hidayet
eyledi.
Kur´an-ı
Kerim´de buyruldu ki;
“Ey
müminler! Sizi kendinize hayat verecek şeylere çağırdığı vakit Allah (celle
celâlühû)´a ve Peygamber uyun. Ve biliniz ki, muhakkak
Allah (celle celâlühû) kişi ile kalbi
arasına engel olur ve şüphe yok ki, O´nun huzurunda toplanacaksınız.” (Enfal 24) Düğüm; başkası
tarafından çözülmesi gereken engeldir. Bu mânianın kalkması için başkası
gerekecek demektir. Kalpteki düğümlerin çözülmesi de Allah (celle
celâlühû) ve Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve
sellem) iledir.
Çözülen çözgüyü faydalı kılmak ise, çözenin maharetine bağlıdır. Eğer ki bir
şey çözülmeye karar verilirse, çözmekten çok zarar vermemek düşünülmelidir.
Fakat mahir olmayan bir ustanın çözmesi ancak eşyaya zarar verir. Bir kumaşın
ipi çözüldüğünde parçalanma tehdidi ile karşı karşıyadır. İllaki bir kopma
olur. Bu da ipin kalitesini düşürür, ikinci bir örgüde yamalık yapar. Bu
istenilen bir şeyde değildir. İşte Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve
sellem) bu
işin gerçek ustasıdır. Çünkü hocası âlemlerin Rabbi olan Allah (celle
celâlühû)´tır.
Duyular
içerisinde insanı en çok sıkıntıya sokan gözlerin kör olmasıdır. Kör gözün
tedavi edilmesi insana bahşedilen en büyük nimetlerdendir. Zahiri gözler için
bu düşünülünce kalp gözündeki körlüğün giderilmesiyse kıymeti ölçülmeyecek
durumdur.
Ne zaman ki, Allah (celle celâlühû)´ım
Peygamber (sallallâhü
aleyhi ve sellem)
Efendimizi aramızdan alınca bizdeki nifak düğümlerimiz açığa çıktı;
İnanç
işinin temelinde Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) vardır.
O, bir sohbetinde insanları ulaşacağı en yüksek makamına kavuştururdu.
O´nun
zamanında Ashab-ı Kiram, Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizin sohbeti bereketi ile derin bir
vecd ve cezbe içinde bulunuyordu. Sonradan o hal dağıldı. Bu yolun manevî
varislerine intikal etti. Bu da birçok kollara bölündü. O kadar bölündü ki,
zayıfladı ve dağıldı. Birçoğu suret halinde kaldı. Manası olmayan bir inançlar
yumağı halini aldı. Bunlar da birçok şubelere ayrıldı; o kadar ayrıldı ki, başı
belli olmaz bir hal oldu.
Öyle ki, ancak sıkıntı
zamanlarda Hakkı hatırlamak şekline dönüştü. Bu ise faydası vermeyen bir şey
oldu. Bu halde devamlı surette arttı.
Peygamberlerin
bu âleme gelmesinden gaye eksik tamamlamak içindir. Nifakın Efendimiz Muhammed
Mustafa (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´den sonra bile olması dikkate şayan
işlerdendir. Çünkü çok kişinin iman sahasındaki
bağlantısı, bir sebebe bağlı kalmıştır. Sebepler gidince imanda öylece ortadan
kalkmıştır.
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´in “benim bildiklerimi bilse idiniz, çok ağlar az gülerdiniz”
demesindeki hakikat budur. Yani ümmet üzerinde çok çeşitli hallerin zuhur
edeceğidir.
Şu hakikatte unutulmamalıdır ki; O büyük
olduğu gibi Ümmeti de büyük ümmet oldu.[14]
Bu
büyüklük imânî sahada olduğu gibi, inançsızlıkta da kendini göstermiştir.
Geçmiş
ümmetlere kıyasla her açıdan bir üstünlüğün varlığı aşikârdır. Fakat Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´ın ümmetinde yenilenme hareketi devamlıdır.
Her bozulmanın arkasından muhakkak bir düzelme olur ki, O´nun dininin kıyamete
kadar baki olmasındandır.
Din gömleğimiz yıprandı. Hâlbuki
hakikatler açık, hükümlerin nurlu ve belirgindir; sakındırdığın şeyler ortada
ve emirlerin açıktır. Ama bizler onları düşünmeden arkamıza atık. Fakat bizler
sırt çevirmeyi hiçbir zaman istememiştik.
Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem) kendi üzerine düşen vazifeyi en güzel
şekilde yaptı. Kur´an-ı Kerim buna şahittir.
“Her kim Peygambere itaat
ederse muhakkak Allah (celle celâlühû)´a
itaat etmiş olur. Her kim yüz çevirirse, seni onların üzerine muhafız
göndermedik.” (Nisa,80)
“Allah (celle
celâlühû)´a itaat edin. Peygambere itaat edin ve kötülüklerden
sakının. Şayet yüz çevirirseniz artık biliniz ki, bizim peygamberimizin üzerine
ait olan, apaçık bir tebliğden ibarettir.” (Mâide
92)
Fakat
Allah (celle
celâlühû) buyurdu ki;
“Eğer
onların istiğfarları hoşuma gitmeseydi, günah işleyip sonra tövbe edenleri
getirirdim” Kıyamete kadar Allah (celle
celâlühû) kullarına kendini unutturmamak için yaşamda hareketlilik
yaratmıştır. Bu hareket ise iman ve küfür arasında devam eder durur.
İlk
dönemlerde insanlar ibadetini gizli yaparken, şimdi ise açıktan yapan
azalmıştır. Yine küfrünü ilk dönemlerde saklayanlar,
şimdi açıktan yapar olmuşlardır. Durum o kadar bir hal almıştır ki, din adına
kötülük işlenilmiş; bu da dine mal edilir olmuştur.
Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem) buyurdular ki;
“Kıyametten
hemen önce karanlık gecenin parçaları gibi fitneler var.
Kişi o fitnelerde mümin olarak sabaha erer,
akşama kâfir olur; mümin olarak akşama erer, sabaha kâfir çıkar.
O
fitnede oturan, ayakta durandan hayırlıdır.
Yürüyen
koşandan hayırlıdır.
Öyleyse
yaylarınızı kırın, kirişlerinizi parçalayın, kılıçlarınızı da taşa vurun.
Sizden
birinin evine girerlerse Hz. Âdem’in iki oğlundan hayırlısı olsun (ölen
olsun, öldüren değil)” (Ebu Davut)
Peygamberimiz
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem ve ala âlihi)´den
önceki peygamberler (aleyhimüsselâm) dönemlerinde
ahkâmın bir kısmı terk edilince kavimler helak edilirdi. Şimdi ise bir kısmını
yaşayanların bile helak olmaya mani olunması bu ümmete mahsus bir durumdur.
Eğer ki Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´in
ümmete Allah (celle celâlühû)
tarafından aldığı imtiyazlar olmasa idi, umumî afetlerle muhakkak
karşılaşılırdı.
“Resûlüllâh (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Benî Muâviye Mescidine girdi. Orada iki
rekât namaz kıldı, biz de onunla beraber kıldık. Sonra Rabbine uzun uzun dua
etti. Sonra yanımıza döndü. Dedi ki:
“Rabbimden üç şey talep ettim.
İkisini verdi, birini geri çevirdi:
Rabbimden ümmetimi umumi bir
kıtlıkla helâk etmemesini talep ettim, bunu bana verdi.
Ümmetimi suda boğulma suretiyle
helâk etmemesini diledim, bana bunu da verdi.
Ümmetimin kendi aralarında
savaşmamalarını da talep etmiştim, bu geri çevrildi.”
Yine
“Resûlüllâh (sallallâhü aleyhi ve sellem)
buyurdu ki;
“Allah (celle
celâlühû) ümmetim için bana iki emniyet indirdi:
1.
Sen aralarında olduğun müddetçe Allah (celle celâlühû) onlara
umumi bir azap vermeyecektir.
2. Onlar istiğfarda bulundukları
müddetçe, Allah onlara azap vermeyecektir” (Enfal 33) Ben aralarından ayrıldım mı, Allah (celle
celâlühû)´ın azabını önleyecek ikinci emniyet olan
istiğfarı Kıyamete kadar aralarında bırakıyorum.”
Hadislerden
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´in yaşamda
ümmete pasif bir etki içinde olmasını mı emretti; sorusu akla gelebilir.
Buradan şu sonucu çıkarmalıyız.
Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem), tebliğin cemiyetten ferde olmayıp, fertten
cemiyete olma metodunu uygulamayı tavsiye buyurmuştur. Çünkü fitne zamanı
olgunlaşmadan olan irşat ve tebliğin zarar vereceğini göstermiştir. Zaman
içinde yakından uzağa olacak uygulama daha başarılı olacaktır. Çünkü riya o
kadar artmıştır ki, samimi insanı bulmak ender hadiselerden olmuştur.
Bu halimizi fırsat bilen şeytan başını
kendi yuvasından çıkarıp, bizleri kendisine doğru çağırdı. Bizlerin de onun
davetini kabullenmeye ve meyilli olduğumuzu gördüğünde; bizi tahrik edip; kışkırttı,
yoldan çıkartmaya çalıştı.
Şaşılacak şeylerden biri
mükemmel yaratılan insanın şeytana tabi olmasıdır. Şeytanın bunu kolayca yapması
insandaki ilahlık duygularını harekete geçirerek başarmasındandır. İnsandaki
günahların temelinde ilah olma duygusu vardır. Eğer insan peygamberî terbiyeden
geçmezse, isyan konusunda çok çabuk ilerler. Allah (celle
celâlühû)´a isyan eder ve bundan da anlaşılmaz bir zevk alır.
Eğer
ki, Allah (celle celâlühû) cezayı tecelli ettirmede zamanı geniş ve
kendi zatını perdeler arkasında saklı tutması olmasaydı, belkide yaşayan hiçbir
canlı kalmazdı.
“İş
hükme yaklaşınca şeytan der ki:
“Şüphesiz
Allah (celle celâlühû) size hak bir vaat
ile vaat etmişti.
Ben
de size vaat etmiştim, sonra size vaadimden caydım.
Benim
için sizin üzerinize bir gücüm yoktur.
Ben
sizi ancak davet ettim, siz de bana hemen icabet ettiniz.
Artık
beni kınamayınız, kendi nefislerinizi kınayınız.
Ben
sizi kurtarıcı değilim, siz de beni kurtarıcı değilsiniz.
Şüphe
yok ki beni evvelce şerik koşmanızı ben inkâr etmiş oldum.
Muhakkaktır
ki, zalimler için pek acı bir azap vardır.” (İbrahim 22)
“Şeytan
onlara vaat eder ve onları kuruntuya düşürür. Hâlbuki şeytan onlara bir
aldatmadan başka bir şey vaat etmez.” (Nisa 120) Binaenaleyh, cennet kazanılması
kolay bir yer olmasına rağmen insana çok pahalıya mal olması da Allah (celle
celâlühû)´ın bir hikmetidir.
Ey Allah (celle celâlühû)´ım, Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz bizim sığınak yerimizdir. O´nun
vasıtasıyla bizi kurtar.
Sığınmaktaki
hikmet, korkunun giderilmesidir. İtibarsız kişiye itibar kazandıran tek şey,
sığınmaktır. Sığınmış kişiye zülüm etmek büyüklüğe uygun olmadığı gibi, bir
acziyet içinde olana sığınak olmakta ancak şeref sahiplerine layık olan şeydir.
Dünya
emniyeti olmayan bir yerdir. Bizler Allah (celle celâlühû)´a
varacak kuvvetimiz ve yüzümüz olmadığından O´nun sevgilisi Fahri Âlem Muhammed
Mustafa (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimizin arkasına sığınmışızdır.
Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in büyük bir emniyet sahibi olduğunda
şüphemiz yoktur. Çünkü Allah (celle celâlühû)´ın “Sen
olmasaydın, Sen olmasaydın; âlemleri yaratmazdım” hitabına muhatap olmuş,
Yüce sevgilidir.
Hadîs-i
şerifte buyuruldu ki;
“Âdem
(aleyhisselâm) yanıldığı
zaman,
“Ya
Rabb´î! Muhammed aleyhisselam hakkı için beni affet dedi. Allah (celle
celâlühû)´ta,
—Muhammed´i
daha yaratmadım. Onu nasıl tanıdın? Dedi.
—Ya Rabbi!
Beni yaratıp ruhundan bana ihsan edince, başımı kaldırdım.
Arşın
eteklerinde, La ilahe illallah Muhammed-ür Resûlüllâh yazılmış olduğunu gördüm.
Sen isminin yanına, en çok sevdiğinin ismini
yazarsın. Bunu düşünerek O´nu çok sevdiğini anladım” dedi.
Allah
(celle
celâlühû)´ta buna karşılık,
“Ey Âdem,
doğru söyledin. Yarattıklarımın içinde, en çok sevdiğim O´dur.
O´nun
için, seni affettim.
Muhammed
olmasaydı, seni yaratmazdım, dedi”
Ey Allah (celle celâlühû)´ım, ilk yaratılışta O´nu yarattın.
Allah
(celle
celâlühû)´ın yaratmayı murat ettiği vakit ilk yarattığı Fahri Âlem
Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem)´dir.
Bu yaratma üzerine çok şeyler söylenmiştir.
O´nun
sırrı hakkında bizlerin bilgisi O´nun bize anlattığından öteyi geçmez. Yer yer
bu konudaki hadisleri kitapta zikredeceğiz. Fakat bu bilgiler dahi O´nu
anlatmaya kâfi gelmediği açıktır.
Âdem
(aleyhisselâm)
insanların ilkidir. Diğer insanlar onun evlâdıdırlar. O´nun sulbünde zerreler
olarak toplu hâlde bulunuyorlardı. Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve
sellem) cismanî
bedeninin maddesi olan zerre de onun sulbünde idi. Bu sebeple Âdem (aleyhisselâm)´ın mübarek
yüzünde devamlı bir nur parlardı.
Bu
nur daha sonra Hazreti Havva´ya, O´ndan da Hazreti Şît (aleyhisselâm)´a
geçti. Böylece temiz babalardan temiz analara geçerek, Abdullah bin Abdulmuttalib
bin Hâşime kadar ulaştı.[15] Bu
zerre onun sulbüne ulaşınca da alnında bir nur parladı. Onda öyle bir güzellik hâsıl
oldu ki, bütün Kureyş kızları onunla evlenmek istedi. Fakat saâdet Hazreti Âmine
(radiyallahü
anha)´ya
nasip oldu.
Âdem
(aleyhisselâm)
cennette, “Ebû Muhammed” (Hz. Muhammed Mustafa (aleyhissalâtü
vesselâm)´ın Babası) künyesi, yeryüzünde ise “Ebulbeşer” (Beşerin
Babası)
ile anılmıştır.
Gördüğümüz ve görmediğimiz nurun şah
damarı Peygamber (sallallâhü
aleyhi ve sellem)
Efendimizi yaratılış hakikatinin mayası kıldın.
Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem) ulaşılmaz manaların yüksek nurudur.
Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem ve ala âlihî) Efendimiz en önce
yaratılan nur olduğundan Allah (celle
celâlühû) kendine “Nur” ismini verdiği gibi (Nur
35), O´nuda “Nur ” ismine layık gördü.
Nur
ve zulmet, makamlarda terakki perdeleri, mahlûkatta yaratılış özellikleridir. Bu
iki unsur yaratılışta etken olduğundan etkilerinden kurtulmak mümkün değildir.
Bu
perdelerin aslî veya geçici olma özelliklerinden dolayı varlıklarda
çeşitliliklerde gösterir. Onun için manevi terakkilerde hicapların kalkması
düşünülmez. Birinden diğerine geçilme gibi olacak bir seyir vardır.
Yaratılışta
ise Allah (celle celâlühû)´ın sunduğu ihsandır. Mesela; Musa (aleyhisselâm) Tur
Dağında nur yüzüne vurunca yüzüne nikap tutardı. O´nun yüzü ancak nura layıktı.
Onu da perde ile tutardı.
Fahri
Âlem Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem) ise
ayn-ıyla bütün nur idi. Miraç gecesinin O´na layık olması, zat-ı itibarıyla nur
olmasındandır. Gölgesi yere düşmez ve perdeye de ihtiyaç duymazdı.
Kur´an-ı
Kerim´de, Kur´ân-ı Kerim´de “Şüphe
yok ki, size Allah (celle celâlühû)
tarafından bir nur gelmiştir.” ( Mâide 15)
“Mübarek bir zeytin ağacının
yağından tutuşturulur.
Bu öyle
saf bir yağdır ki, nerede ise, ateş dokunmasa da aydınlık verecek.
Bu
aydınlık nur üstüne nurdur. (Allah (celle celâlühû)´ın
müminleri hidayeti iman nuru üstüne bir nurdur).
Allah
(celle
celâlühû) dilediği kimseyi nuruna kavuşturur.
Allah
(celle
celâlühû) insanlara böyle misaller verir ki, ibret alıp,
iman etsinler. Allah (celle celâlühû) her
şeyi bilir.” (Nur sûresi 35)
Ayette
bahsedilen nur,[16]
Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)
Efendimizdir. O´nun nisbeti doğu ve batıya olmayıp bütün kâinatadır. İlâhî
âleme olan nisbeti bütün mahlûkattan çok fazladır. Yaratılıştan kıyamete kadar olacak
hidayetin sebebi olan bu nurdur.
“Allah
(celle
celâlühû)´ın nurdan ve zulmetten yetmiş bin hicabı (perde)
vardır. Şayet nurları açılmış olsa idi, yüzünün nurları gözünün alabildiği yere
kadar mahlûkatından ne varsa yakardı.”
Varlığından dolayı insanlık şeref
buldu. Maddî ve manevî âlemler O´nunla var oldu.
Âleme değer veren insanını varlığıdır. Her insan eşi olmayan
biricik mucizedir, fakat Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem) yaratılışı bu mucizenin
tamamlandığı cevherdir. Yoksa kâinatın varlığı Allah (celle celâlühû) katında yok sayılacak kadar
küçük bir şeydir.
Fütuhat-ı
Mekkiye´de “Allah (celle celâlühû) yüz
bin Âdem yaratmıştır” sözü gelmiştir. Bu yaratılışın hikmeti ise
âlemlerin sayısal ifadesindeki göreceliği anlatır ki, birbiri içinde olan sırlardır.
Allah (celle
celâlühû) Yüz bin Âdem´in sırrını bir Âdem´de toplamıştır. Bu
yaratılışların hepside Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve
sellem)´den
sonra ve O´nun sırrı içinde olmuştur.
Fazilet hazinesini O´na teslim ettin.
Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in sıfatı sınırlı zekâlar için anlaşılabilir
içerikte değildir. Eğer anlaşılacak bir şekilde olsa idi, Miraç gecesinin olması
mümkün olmazdı.
Musa
(aleyhisselâm)
dedi ki:
—Ya
Rabb´i Bana zatını göster, Sana bakayım.
Allah
(celle
celâlühû) buyurdu ki:
“—Sen
Beni katiyen göremezsin. Fakat dağa bir nazar et, eğer yerinde durabilirse sen
de Beni görebilirsin.”
Rabb´i
dağa tecelli edince onu parça parça etti. Musa (aleyhisselâm)´da
baygın bir halde düşüp kaldı. Ayıldı, dedi ki:
“Seni
tenzih ederim, Sana tövbe ettim ve ben iman edenlerin ilkiyim.” (Araf,143) Fazilet
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´in özünde
olan bir şeydir. Diğer peygamberlere bu özdeki fazilet verilmedi. Ancak
onlardaki fazilet nisbetle oldu.
O da hazineyi yaratılmışlara
kabiliyetleri miktarınca dağıttı.
Fahri
Âlem Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem)
Efendimiz bütün insanlara ve cinlere Peygamber olarak gönderilmiştir. Onun dinînin
gönderilmesi ile bütün dinler ve kitaplar kaldırılmış ve Peygamberlikte son bulmuştur.
Ondan sonra Peygamber gelmeyecektir. O´nun gelmesi ile din kemale erdirilmiştir.
“Bugün
sizin dinînizi kemale erdirdim” (Mâide 3)
Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in
“Güzel
ahlakı tamamlamak için gönderildim” buyurması bunun açık
delilidir.
Şu
konuya dikkat çekmekte gereklidir.
Peygamberler
hakkında birbirinden faziletlidir demek doğru değildir. Çünkü Efendimiz
Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem) şöyle
buyurmuştur:
“Peygamberler
arasında ayırım yapmayınız”.
Ancak biz, Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz´in
daha faziletli olduğunu biliriz. O´nun isteği büyüklüğün nişanesidir.
Çünkü
O buyurdu ki;“Ben, Âdemoğullarının seyyidiyim, öğünmüyorum.”
“Ben
önce ve sonra gelenlerin en kerimiyim, öğünmüyorum!”
Kur´an-ı
Kerim´de buyrulmuştur ki;
“Ey Resulüm!
Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik!”
“Muhammed
(sallallâhü
aleyhi ve sellem), erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir.
Fakat O, Allah (celle celâlühû)´ın
resulü ve Peygamberlerin sonuncusudur.”
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) ezeli yurdundan isimler yurduna
inen ilâhî emirlerin vasıtasıdır.
Allah (celle celâlühû), bilinmeyen bir cevherdir, tümüyle
basittir, bir mekâna sahip değildir; maddeyle hiçbir ilgisi ve ilişkisi yoktur.
Kendi kendine yetendir. Fakat kendi iradesinden doğan bir niyetle bu âlemi
yaratmıştır.
İlâhiyatın
temel kaynağı aslında insan olmuştur. İnsanlığın aslı ise Peygamber (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimizdir.
Âlemi yaratırken ilk önce Hakikat-ı
Muhammediye´yi yaratmış ve yaratılanları O´na bağlamıştır. O´na verdiği özelliklerde
Zat-ının sırlarını gizlemiştir. Bundan dolayı kelamı olan Kur´ân-ı Kerim´e bakan, Fahr-i Âlem
Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizin yüzüne bakmıştır. Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´e bakanda, Kur´ân-ı Kerim´e bakmıştır. Bu bakışlarda insanı
Allah (celle celâlühû)´a götürür.
Sana kavuşmanın mertebelerini O´nun
yanındadır.
Allah
(celle
celâlühû)´ın yanında mertebeler sonsuzdur.
Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem) ´de insanı Allah (celle
celâlühû)´a kavuşturur ve ilişkiye geçirir. Sonsuz mertebelerin
öğretileri O´nun yanındadır. Fakat O, mertebeleri kendine nisbet etmemiş ve varlığını
Allah (celle
celâlühû)´ın varlığında yok etmiştir.
O Seni tanıtmak için yurdunu terk
edip, beşer âlemine gelmiştir.
Kaside-i Bürde´de geçen ifade gerçeği gözler önüne
sermiştir.
“Muhammed
(sallallâhü aleyhi ve sellem) beşerdir, beşer gibi değil”
Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in
hayatı bunu göstermektedir.
Fahri Âlem Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz “Rab’im tarafından
doyurulurum” sırrınca, günlerce aç
durur; “benim gözüm uyur, kalbim uyumaz” buyurarak geceleri devamlı ibadet ederdi.
Bu normal insanlara uygun bir şey değildir.[17] O´nun yaşantısı iradenin cesette ulaşacağı son noktayı
göstermektir. Bazıları gibi O alıştırma yaparak (riyazat) bu
melekeyi kazanmadı.
Binaenaleyh,
eğer Efendimiz Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve
sellem)
manevî âlemden beşer âlemine gelmeyi tercih etmeseydi üstünlüğü Rabb´i katında
bilinir, yaratılmışlar yanında sırlı olur ve Allah (celle
celâlühû)´ı gerçek manada beşere tanıtacak biride olmazdı.
Kullar
Allah (celle
celâlühû)´ı aciz idraklerinde anlayamayınca, sorumsuzluk girdabında
boğulup hayvan sıfatından kurtulmaları mümkün olmazdı.
O öyle bir incidir ki, elmaslar,
yakutlar, hareketler, durgunluklar ve bütün olaylar O´ndan çıkar. O, birlik ve
birin arasındaki ince latif çizgidir.
Vahdet
ve tevhidin sırlarını bilmeyenler imanın zevkli penceresinden bakamazlar.
Vahdet, âlemin Hakk´tan
görünmesi, tevhit Hakk´ın birlenmesidir. Bu inceliği Ümmet-i Muhammed en
mükemmel manada bilmiştir.[18] Diğer
ümmetlerde ise bu bilgi Allah (celle celâlühû)´la
birleşme, yok olma, ilâh olma şekline dönmüş, böylece ilâhi azaba müstahak
olmuşlardır.
Peygamberimiz Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem) iman etmeyi en basit mertebeye kadar
indirerek ağır yükü hafifletmiştir ve buyurmuştur ki;.
“Gecesi gündüz gibi olan çok aydınlık bir şeriat üzere terk
edildiniz.
Çöldeki bedevîlerin ve mahalle mekteplerindeki
çocukların dini üzere olun.
Yani ayet ve hadisten öğretilenleri olduğu
gibi takip edin, kendinizden katıp karıştırmadan taklit edin.” (Müsned-i Hanbel)
İlâhi hitaplarından çıkan suretlere
O´nu sebep kıldın. Beşeriyetin anlayışından saklanmış sırları Manevî
levhalardaki kalemler, O´nun eliyle yazdılar.
Bütün mahlûkatın ilmi toplansa Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizin
deryasında bir damla dahi etmez.
Peygamber
(sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimiz vahyin inişi anında acele ederdi. Cebrail
(aleyhisselâm)´ı
okumada geçerdi. Çünkü Cebrail (aleyhisselâm)´ın
gelmesinden önce, inecek ayet ve sureyi, kalbinde hazır bulurdu. Çünkü O´nun
kalbi kalem, Zat-ı Levh-u Mahfuzdur. Vahiy O´ndan O´na gibi olurdu.
Ayinedir bu âlem, Her şey Hakk ile kâim
Mir’ât-ı Muhammed´den Allah görünür dâim.
Aziz Mahmud HÜDÂYİ (k.s)
Besmeleyi O´nsuz manaya getirmedin. O
mana ki, her şeydir. Ol dediğin şeyde ancak O´nunla kıldın. Çünkü nisbetler ve
maddenin sırları O´nunladır.
“Rabb´inizden
size gerçek burhan[19]
geldi.” (Nisa, 174)
Efendimiz
Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem)´in
bütün bedenî, azaları ve ruhu burhandır. Onun için bedenen ve ruhen Miraca
çıkmıştır.
İsa (aleyhisselâm)
ikinci sema, İdris (aleyhisselâm) dördüncü semada
kalmış, Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)
ise, arşa ve daha nice mertebelere çıkmıştır. Bunun sebebi ise bu makamların
sırrına sahip olmasındandır.
Yolculukta
hedef olmazsa fayda hâsıl olmaz. Serseri gibi gidilen yoldan ancak aşağılık
manalar kazanılır. Bilinmeyenle yapılan yolculukta sarhoşluk vardır. Sarhoşun
yolculuğu kabule şayan bir şey değildir. Yolculukta esas olan kazançlı
olmaktır. Kazanmayı bilmeyen bulamaz. Hangi tüccar malını sefih kimseye teslim
etmiştir.
Yüce
manaların teslim edileceği kimsede kabiliyet ve kudret aranması gerekmez mi?
Allah
(celle
celâlühû)´ta sırlarını Muhammed (sallallâhü aleyhi ve
sellem)´e
emanet etti. O´da emanete layık olup, sırrını ifşa etmediği gibi haddini
aşmadı.[20]
Öyle
bir mana ile karşılılaştı ki, bunu herkese anlatmadı. Anlattıklarını bazıları
anladı[21],
bazıları da anlamadı. Anlayanlardan bazısı canlarının emniyetinden korkarak
sırrı alıp götürdüler.[22]
Bazıları ise göğüslere aktardılar. Bu kısımda silsileler yolu ile bugüne kadar
devam etti. Bu sırların satırlara aktarıldığını söyleyenler yalan söyler.
Bazıları bu sırların benzeri bilgilerine kavuşsalar da bunlar taklitten öteye
geçmeyen manasız şeyler olarak kaldı.
Mesela,
Mevlana Celâleddin Rumî (k.s)´nin Mesnevi´sini okuyarak
talim edenle, 1001 gün çilesini çekenin aldığı sır bir olur mu? Birisi
yüzünden, diğeri içinden ders görmüştür. Bunlar ayrı ayrı şeylerdir. Bazı
Ehlullâhın talebeleri şeyhlerinin sakladığı manaları sonradan açmışlardır.
Açılan manada onlara hidayet olmaktan çok dalâlet olmuştur.
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´i zahir ve batının çözüm anahtarları
yaptın. Kulluk ve rabliğin sırlarını O´nda toplandın.
Efendimiz
Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem)
“Benim
Allah (celle celâlühû) ile öyle bir vaktim
vardır ki, oraya ne Allah (celle celâlühû)´a
yakın bir melek, ne de gönderilen bir peygamber yakın olabilir” buyurdu.
Bu Hadisi
şerifin manası;
“Allah
(celle
celâlühû)´ın “Ya Muhammed ben ve Sen varız. ‘Senden
başkasını Sen´in için yarattım’ demesine Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in
‘Allah
(celle
celâlühû)´ım Sen varsın, ben yokum’,
Allah
(celle
celâlühû) ´ın “Sen´den başkasını zat-ın için yarattım” demesidir.
Bunun
başka bir manası; O´nun başkalarına bakılarak en yüksek kabiliyete sahip olduğunun
gösterilmesidir. Çünkü O, tam bir zuhurat yeridir.
Allah
(celle
celâlühû) tam olarak, zat-ı, isimleri ve sıfatları ile O´nda
tecelli etti.
Bu
nedenle kıyamette herkesin O´nun sancağı altında toplanacak olması ve Allah (celle
celâlühû)´ın daha önce gazaba gelmediği şekilde gazaba geldiğinde
söz sahibi alacak olmasıdır. Allah (celle celâlühû)´ın
huzuruna da çıkacak gücün, ancak O´nun yanında olduğuna imanımız vardır.
Öyle
ki; ahirette cehennem mahşer halkına saldıracak, mahlûkat ve peygamberler diz üstü
yere çökecek, karşı koyacak güç bulamayacaklardır. Fakat Efendimiz Muhammed
Mustafa (sallallâhü
aleyhi ve sellem) tek başına
cehennemi savacaktır.
Vacib ve mümküne vakıf iken O´nu beşeriyet
âleminde gösterdin.
Dünya ‘yaklaşmak’ mastarından
türetilmiştir. Eğer ki bu dünya ortamına gelme olmasa idi, tarlada ekini
olmayanın harmanda yüzü olmayacağı gibi, kıyamette Allah (celle celâlühû)´ı görmek fırsatı da olmayacaktı.
Yani ahiret hayatı ile karşılaşılmayacak ve Allah (celle celâlühû)´ın cemali müşahede edilemeyecekti.
Burada esas olan fırsatlarını iyi değerlendirmektir.
Kutsi hadisi şerifte, “Ey Âdemoğlu
ne yapacaksın dünya ile helalinden hesap, haramından azap göreceksin” (Râmuz) buyruldu.
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) “Dünya bir araçtır. Gaye
değildir”[23] hikmetini ümmetine aşılamıştır.
Fakat dünya sevgisine yenik düşenler ilâhi sevgiden yoksun kalınca Allah (celle celâlühû)´tan uzaklaşmışlardır.
Allah (celle celâlühû)´ın kulu sevmemesi kadar cehennemî
azap yoktur. Allah (celle
celâlühû)´ın
sevmedikleri ise dünyayı sevenlerdir. Ah ne acayip bir sevgi ki sonucu günahtır.
Fakat çok kimsede bu sevginin zararını bilmekten acizdir. Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem)
buyurdular ki;
“Öyle günahlar vardır ki, insanlar
ondan dolayı Allah (celle
celâlühû)´tan
mağfiret dahi istemezler. Bu da “dünya sevgisi” dir.” (Râmuz)
O´da kulluğu kendine şeref kabul
etti.
Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem) bir kulun özelliklerini daimi taşımaya çalışırdı. Devamlı Allah (celle celâlühû)´a
dua eder, O´nun büyüklüğünü meydana çıkarırdı. Öyleki nefsine arız olan bir
hastalığında şifa talebinde bulunur, Rabb´ine acizliğini gösterirdi.
Fakat
son hastalığında “Ey nefis, hastalıktan niçin sığınıyorsun”,
buyurdular ve şifa talep etmediler. Böylece beşerin has özelliği olan ölümü
talep ettiler. Zatına ihsan kılınan şerefi her zaman “kulluk makamı”nda
aradı. Böylece;
Kulluk şerefi de O´nunla açığa çıktı.
Yaratılmışlar O´nunla kul olduklarını anlayıp ilahlık davalarından vazgeçtiler.
Nefsin
temel özelliklerinden olan ilahlık davası, tedavisi zor hastalıklardandır.
Terbiyesi için gerekli kemal mertebesindeki bilgi Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´le bize ulaşmıştır. Onun için “Ben yüksek
ahlakı tamamlamak için gönderildim” buyurması bundandır.
Kur´an-ı
Kerim´de buyruldu ki;
“Hevâ
ve hevesini kendine ilâh edinen, Allah (celle celâlühû)´ın bir
bilgi üzerine saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürleyip gözüne perde çektiği
kimseyi görüyor musun?” (Câsiye, 23)
“Ben
de sizin gibi ancak bir beşerim. Ne var ki, bana ilâhınızın ancak bir ilâh olduğu
vahyolunuyor. Onun için her kim Rabb´ine kavuşmayı arzu ederse iyi amel işlesin
ve Rabbine yaptığı ibadete hiç kimseyi ortak etmesin.” (Kehf, 18)
Terbiye
olacak varlıkta teslimiyet olursa, ona yönelecek himmet illâki bulunur. Eğer
arada teslimiyet vasıtası bulunmazsa, terbiye edilen bulunmayınca terbiye
edicide görünmez olur. Aydınlık unsuru gerçekleri ortaya çıkardığından, hikmet
aydınlık olarak tarif edilmiştir. Karanlığın aydınlık yanında hükümsüz olması
nesneleri saklamasındandır.
Kulluk
teslimiyetin bir görüntüsüdür. Kulluğa kavuşan hikmete, hikmette aydınlanmaya sebeptir.
Aydınlanmada Allah (celle celâlühû) ve
kul ortaya çıkar. Eğer durum bu şekilde olmazsa mahlukât kendindeki mecâzi olan
ilâhi nisbeti hakîkat sanarak, ilahlığın iddiasında bulunarak sapıtır.
Hulâsa;
Manevî terbiyenin potasından geçen her nesne bir şekilde uygun hale getirilir.
Muhammedî (sallallâhü aleyhi ve
sellem) kapıda
mahrum olmak yoktur. Lakin o potanın içine düşmeyen içinde hüsran olmak
mukadderdir.
Arşın hakikatlerinde ve doğru yolunun
ulu kapısında şimşek gibi parlayan marifet güneşidir.
Yaratılmış nurlu nesnelerin bazıları zamanla kararmaya mahkûmdur.
Melekler gibi yaratılanlarda ise durağanlık vardır.
Âlemin yaratılışındaki maksat ulviyet ve aşağılık makamları
kendinde toplayan insandır. İnsan ise bunda kemâlatı ancak Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) ile bulmuştur. Çünkü Fahr-i Âlem (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz diğer yaratılanlar gibi yaratılışın
mertebelerinden inerken ve çıkarken nurunu kaybetmedi[24]. Allah (celle
celâlühû)´ın Arş-ı dahi sahip
olduğu nurları Hz. Peygamber (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimizden emanet alarak durur. Bu nedenle
hariçten hiçbir mahlûkun öznel nûrâniyeti yoktur.
Peygamber
(sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimizin nuru güneş gibi olup, aynaların
nurlanmasına sebep olmuştur. Yani nurlu olmayı özüne alacak her şeyin asıl
nurudur.
İlâhi isimlerin tecelli ettiği kalbin,
sıfatı noksanlık olan bu âlemin sırrını bilendir. O´na büyük hilâfet elbiseni
giydirdin.
Âlimlerin
ilmi, hâkimlerin hikmeti, ariflerin marifeti ve eşyanın bilgisi hep (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz´den aldığı nispet iledir.
Allah (celle
celâlühû) yeryüzünde halife
yaratacağım derken burada kastedilen hakikat Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´dir. Halifeden maksat, aslın makamına
bakabilen demektir. Allah (celle celâlühû)´ın yerine vekil olacak yoktur. Buradaki mana Allah (celle celâlühû)´ın esrarını müşahede kabiliyetine sahip olmak demektir.
Hz. Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz ile Âdem (aleyhisselâm)´la karşılaşınca “beşerî
yaratılış yönünden evlâdım, hakikat yönünden babam olan Fahr-i Âlem (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimize salât ve selâm olsun” demiştir. Onun için Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimize “Ruhların Babası” denilmektedir.
Miraç
gecesi Peygamberimiz Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem ve ala âlihî)´ye Âdem
(aleyhisselâm) “Ey
Salih Oğul” diğer peygamberler ise “Ey Salih Kardeş” dediler. Beşeriyet
itibarı ile Âdem (aleyhisselâm) baba sıfatını
kullandı. Fakat diğer peygamberler bu konuda nesep yönü ile bir babalık iddiasında
bulunmadılar.
Vücuduna zamansızlık ve mekânsızlığı
layık gördün.
Miraç
olayı bu sözün en güzel açıklamasını yapar. Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in miraç olayı dünya şartları içinde olmayıp
zamansız ve mekânsız ortamda olması ve O´nun vücudunun bu hali rahatlıkla
kesbettiğini gösterir. Hiçbir peygamberde bu hal zuhur etmemiştir. İdris (aleyhisselâm)
´ın
göklere miraca benzer bir ziyareti olmuştur. Fakat dönüşü olmamıştır. Çünkü bu
manevî yolun sarhoşluğundan kendini alamamıştır. Bu durumdan Peygamberimiz
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´in
büyüklüğü bir daha açığa çıkmıştır.
Ey Allah (celle celâlühû)´ım varlığın ancak sır olmaktan
Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem)
ile açığa çıktı.
İzafetler
olmasaydı, hakikatler batıl olurdu. Bizim varlığımız Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´e, O´nun varlığı ise Allah (celle
celâlühû)´ın varlığına işarettir.
Bir
şeyin değer olması için, karşılığı olan bir zayıflığın bulunması gereklidir.
Eğer bu zıtlık olmasa değerli olanın bir hükmü kalmazdı. Eğer kullar
yaratılmasa idi, Allah (celle celâlühû)´ın
var olması zat-ı tarafından bilinirdi. Fakat bu bilgiden bir neşe doğmazdı. Eğer
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´in
yaratılışı da olmasaydı, ilahî bilgideki zevkte eksiklik olurdu. Yani Allah (celle
celâlühû) murat etti. Murat´ın karşılığı Hz. Muhammed Mustafa (sallallâhü
aleyhi ve sellem) oldu[25]. Murat´ın
hakikatinde Allah (celle celâlühû)
vardır. Murat, irade etti, mürit olan âlemin aslı yaratıldı. “Sabreden
derviş (mürit), muradına ermiş” te ki mana meydana geldi.
Sana kavuşma vasıtalarının
kilitlerini O´nunla açtın.
“Şüphesiz,
sana biat edenler, ancak Allah (celle celâlühû)´a
biat etmişlerdir. Allah (celle celâlühû)´ın
eli, onların ellerinin üzerindedir. Şu halde, kim ahdini bozarsa, artık o,
ancak kendi aleyhine ahdini bozmuş olur. Kim de Allah (celle
celâlühû)´a karşı verdiği ahdine vefa gösterirse, artık
O da, ona büyük bir ecir verecektir.” (Fetih,
10)
Eğer
Efendimiz Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem) olamasaydı,
Allah (celle
celâlühû)´ı anlamak mümkün olmayacaktı. Beşerin idrakinden müstağni
olan Allah (celle celâlühû), O´nun aynasından insanlığa
tecelli etti. İnsanlık Allah (celle celâlühû)´ı manen
hissederek, ruhlarına akacak feyzi O´nun eli ve ruhaniyeti vasıtasıyla
hissettiler. Böylece kalpler sağlam oldu.
Tasavvuf
yolunda biatleşme[26] illâki
olmazsa olmazlardandır. Çünkü biatleşme silsile yolu ile Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´e, O´ndan
Allah (celle
celâlühû)´a varır. Eğer bu durum bu şekilde olmamış olsaydı, Allah
(celle
celâlühû)´a olan inançta bir eksiklik meydana gelirdi. Bu temasla
kalpler huzura ermiştir. Çünkü beşeriyette temasın olduğu halde güç ve kıymet
vardır.
Kadınların
Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz
ile böyle bir bağlantı kuramadıklarından feyzlerinde eksiklik zuhur etmiştir.
Kadınlar ancak Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´in
hanımları ile bu nispeti alsalar da bir ayrıcalık meydana geldi. Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in hanımları ile evlenmenin yasak edilmesi
bu sebeple olsa gerektir. Eğer evlenme müsaadesi olsaydı, manevî oluşumda karışıklıklar
meydana gelirdi. Erkekler ile kadınlarda olan yaratılış ve verilen ilimde kargaşa
olurdu. Bu evlenme durumu tasavvufî terbiyede de esas tutulmuştur. Müritler, şeyhlerinin
hanımları ile evlenmemiştir. Eğer ki bir evlilik olmuşsa muhakkak o kol
bozulmuştur. Kızlarla olan evlilik ise, kayınbabanın ilmini kabul etmek
olmuştur. Yani kız tarafının galibiyetidir. Onun için Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in soyu kızdan devam etmiştir. Eğer ki
Peygamberimiz Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem ve ala âlihi)´in
soyu oğuldan devam etse idi, nübüvvet nuru çok kısa zamanda zayıflardı. Hz.
Ömer (radiyallahü
anh)
bile Hz. Ali (radiyallahü anh)´a damat olmuştur. Ey Allah (celle
celâlühû)´ım Hz. Fatıma (radiyallahü anha) Validemizin
nurundan bizleri mahrum kılma.
Dikkat
edilecek olursa Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´in
soyu yalnızca kızı Hz. Fatıma (radiyallahü anha)
Validemiz´den devam eder. Diğer Hanımlarından bir soy devamı yoktur. Sebebi ise
soyun ilme verdiği etkidir. Eğer bir devam olsaydı, peygamberlikten miras kalan
ilim berrak olmazdı.
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) varlığın kemali, ezeli şeylerin başlangıcı,
ebedi olan nesnelerin son mührüdür.
Resûlüllâh (sallallâhü
aleyhi ve sellem); “Öncekilerin
ve sonrakilerin ilimleri bana mirastır” buyurdu.
Mühür, yazılı bir metne veya nesneye kıymet kazandıran işarettir.
Bu işaret ile açılan kapanır; kapanan açılır. Mühür sıfatı Fahri Âlem Muhammed
Mustafa (sallallâhü aleyhi ve
sellem) Efendimize layık görülmüştür.
O´nun için her şeyde O´nun tasarruf yetkisi vardır. Maneviyat ve maddiyat âleminde
O´nun izni olmadan bir şey meydana gelmez. Allah (celle celâlühû)´ın O´nun zatına ihsan kıldığı en büyük nimettir.
O, Sen´inle meşgul olup dünyayı terk
eden,
Resûlüllâh (sallallâhü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:
“Tüm düşüncesi ahiret olan kimsenin,
kalbini Allah (celle
celâlühû)
zengin kılar. Onu derler, toparlar ve dünya ona gelip boyun eğer.
Kimin de bütün kaygısı dünya
olursa, Allah (celle
celâlühû)
onun gözlerinin arasına fakirlik yerleştirir, işlerini darmadağın eder.
Dünyadan da ona, sadece kendisi için
takdir edilen şey gelir.” (Tirmizî.)
Geçmiş ve geleceği bilendir.
Geçmiş ve gelecek zamanda olan olgudur.
Zamanın olmadığı yerde ise böyle bir sorun yoktur.
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve
sellem)´in hayatı incelenince
zamansızlık ve mekânsızlık çok defa hissedilmiştir. Boyutlar üstü olan bir nur
olduğu çok defa Allah (celle
celâlühû) tarafından ikrar
edilmiştir. Dünya şartlarını O´nun hakkında düşünmemek lazımdır. Şehitlerin
dahi ölmedikleri (Bakara
154) manevî hayatta, O´na
verilen çok fazla bir şey olmasa gerektir.
Fahri Âlem Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz; “Öncekilerin ve
sonrakilerin ilimleri bana öğretildi” buyurarak bu gerçeği bize haber vermiştir. Yani öncelik ve
sonralık bizde yoktur demektir.
Bilginin oluşmasında “doğru haber[27]” “akıl[28]” “duyular[29]” gerekli şartlardandır.
Bu şartların hepsi Peygamberimiz Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) olduğuna göre bilgi O´nun kendisidir. O´nun bilgisi;
O´ndan O´na dır. Bilgi özünde vardı. Fakat O bilgisini Allah (celle celâlühû)´a nisbet etmiştir. Yani
yaratılışı evrimleşme ve tekâmülden uzak olarak yaratıldı.
O´nun şeriatı ile mülk ayakta durabilmiş.
Bütün
peygamberlerin dininde Allah (celle celâlühû)
Peygamberlere emretti ki;
“Muhammed
Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem) sizin
zamanınızda Peygamber olursa, ona iman etmelerini ümmetlerinize de emrediniz”
Gelmiş
olan bütün dinlerde O´nun müjdesi temel alınmıştır.
“Seçilmiş” adı
ile şereflenmiştir. O´nun geleceği ümidi ile tevhidin sağlamca yerleşeceği,
peygamberler ve ümmetleri de O´nun şefaati bekleyerek inanç yolunda emniyet bulmuşlardır.
Eğer bu ümit olmasa idi; hiçbir peygamber vazifesini yapmakta güç bulamayacaktı.
Çünkü kıyamet gününde şefaat konusunda bütün insanlık O´nun yardımına başvurmuştur.
Mevlâmız Muhammed (sallallâhü
aleyhi ve sellem) buyurdu ki;
“Allah (celle
celâlühû) kıyamet gününde insanları bir araya toplar.
Onlar: “Ey Rabb´imiz! Katında
birisini şefaatçi edinelim.
Rabb´imiz bizleri bu
yerimizde rahata kavuştursun” derler.
Âdem (aleyhisselâm)´a
gelirler:
“Sen, Allah (celle
celâlühû)´nın kendi eliyle yaratmış olduğusun, Allah (celle
celâlühû) kendi ruhundan sana üfledi ve sana secde etmeleri
içinde meleklere emir buyurdu. Rabb´imiz katında bize şefaatçi ol”
derler.
Âdem (aleyhisselâm) “Ben
sizin istediğiniz konumda değilim” der ve işlemiş olduğu hatayı hatırladır.
Onlara: “Siz Nuh (aleyhisselâm)´a
gidin” der.
Nuh (aleyhisselâm)´da:
“Ben sizin istediğiniz mevkide değilim” der ve işlediği hatayı hatırlatır
ve: “Siz Allah (celle celâlühû)´ın
kendisini Halil (yakın dost) edindiği İbrahim (aleyhisselâm)´a
gidin” der.
Ona giderler, o da: “Ben
sizin istediğiniz konumda değilim” der, işlediği hatayı hatırlatır ve: “Siz
İsa (aleyhisselâm)´a gidin” der. Ona giderler.
O da: “Ben sizin istediğiniz
mevkide değilim” der ve devamla: “Siz Yüce Allah (celle
celâlühû)´ın önceki ve sonraki tüm günahlarını bağışlamış
olduğu Fahri Âlem Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve
sellem) ´e gidin” der. Bana gelirler.
Ben de, Rabb´ime nida edip
yalvarmak için izin isterim. O´nu gördüğümde secde yaparım. Allah (celle
celâlühû) beni dilediği zaman belli bir vakte kadar o hâl üzere bırakır.
Sonra:
“Başını kaldır, istediğin verilecektir, söyle söylediğin dinlenecektir, şefaatte
bulun şefaatin makbul olacaktır.” denilir.
Bende
bunun üzerine başımı kaldırırım, Rabb´imin bana öğrettiği gibi hamd ederim
sonra da şefaatte bulunurum. Rabb´im Bana kimler için şefaatçi olacağımı
bildirir. Sonra haklarında şefaatte bulunduklarımı cehennemden çıkarırım Allah (celle
celâlühû)´ın izniyle ve Cennete koyarım. Sonra yine Rabb´imin
huzuruna varırım ve yine aynı şekilde secdede bulunurum. Üçüncü, dördüncü kez böyle
tekrar tekrar bu devam eder. Öyle ki Kur´ân´ın tuttukları[30]
haricinde cehennemde hiç kimse kalmaz.” (Buhari)
Dünya
âleminde ismet (günahsızlık) sıfatına sahip
peygamberlerin ve mahlûkatın bu dünyada ve ahirette biricik dayanakları
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´dir.
Dünya
âlemi, ahiret âlemine kıyas edilince zaman ve mekân yönünden yok gibidir.
Ahiret âleminin Sultanı Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve
sellem)´dir.
Gizli âlemdeki rahmetini dünyaya çekmiştir.
Peygamberimiz
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem ve ala âlihi) “Ben,
Hz. Âdem aleyhisselam yaratılmazdan ondört bin yıl önce, Rabbimin yanında bir
nur olarak mevcuttum.” buyurdular.
Bilindiği
üzere, hakikatlerin aslına akıllarımız
vakıf olamaz. Onları ancak Allah (celle celâlühû) ve ilahî nurdan pay sahibi olanlar bilir.
Hz.
Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem) sahip
olduğu yüksek mertebe nedeniyle beşer batının sırları ile ünsiyet sağlayabilmiştir.
İnsanoğlundan,
cesetleri yaratılmazdan önce, ruhlarından söz alınmıştı. Allah (celle
celâlühû) Âdem (aleyhisselâm)´ın
sırtlarından zürriyetlerini alıp, onları nefislerine karşı şahit kılıp, “Rabbiniz
değil miyim?” deyince, buna “Evet, Rabb´imizsin!” diye ilk cevap
veren Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) olmuştur.
Diğer ruhlarda O´ndan görüp bu cevabı söyleyebilmişlerdir. İşte bu surette O,
en son gönderilen olduğu halde, bütün peygamberlerin önüne geçmiştir. Bu
sebeple Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem),
kendisinin “ilk nebi” olduğunu
söylemiştir.
Bu
hakikatte, Hakikat-ı Muhammediye´ye işaret eder.
Teveccühlerinin kıblesi yaptın da
isimler ve sıfatlar elbiselerini giyebildiler. Sen´in cemalini celp etti de celâlin
sakin oldu. Rütbeleri O´na tayin ettirdin.
Hak ve batılı birbirinden O´nunla
ayırdın.
Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in yaratılışı kendine has bir özellikte oldu ki, benzeri bir daha
tecelli etmedi. Diğer yaratılan bütün nesneler O´nun nurundan dağılanlar
olmakla hayat buldular. Fakat bu yaratılışta bir patlamaya benzeyen uzaklaşmalar
oldu. Bu neden merkezden uzağa düşenlerde ayrılık ve başkalık meydana getirdi.
Böylece imânî ve ruhî yönden farklılıklar oldu.
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve
sellem) “Ruhlar toplu
ordulardır. Onlardan ezelde Allah (celle celâlühû) yolunda birbiriyle tanışanlar anlaşır, Allah (celle
celâlühû) uğrunda tanışmayanlar ise dünyada zıtlaşırlar” (Buhari) buyurdu.
Mesela Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizi gören insanların, bir
konuşması ile İslam´a girmesi, bu önceden olan beraberliğin işaretidir. Yoksa çok
kere İslam´a davet ettiği halde gelmeyenler o zamanda O´ndan uzakta idiler.
Ey Allah (celle celâlühû)´ım, O´nun imanı ve amelini bütün
insanlığa kâfi kıldın.
Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in makamı o kadar yücedir ki Allah (celle
celâlühû) rahmetini O´nunla açıkladı. O´nun için Kur´an-ı Kerim´de
“Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiya,107)
buyruldu. Allah (celle celâlühû)´a
kavuşma yolları da O´na bağlandı. Kıyamette huzuru ilâhide aslî şefaat makamına
ancak O çağırılacaktır.
Fakat
bu sırra erişemeyenlerin olduğunu Allah (celle celâlühû) bize
bildirmiştir.
“Allah'ın
ayetlerini ve O'na kavuşmayı inkâr edenler var ya, işte onlar benim rahmetimden
ümitlerini kesmişlerdir ve onlar için acıklı bir azap vardır.(Ankebut
23)
Rahmetten
ümidi kesenler, diye bildirenler dünyada Peygamber (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimizi tanıyamayıp, kendi nefislerine göre
harekete edip tevhidin sırrına eremeyenlerdir.
O´nun kendine has ilmi yoktur. O´nun
ilmi Sen´in ilmindir. Çünkü kendine ait ilmini terk etti.
Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizin ilmi,
Sen´in ilmine bağlı kıldığından miraç gecesi bütün peygamberlerin makamlarını
geçmiştir. Bundan dolayı Musa (aleyhisselâm) kıskançlığından ağlamıştır.
Allah (celle
celâlühû)´ın ilmine ulaşmak
kullara mümkün değildir. Fakat bu ilme misafir olan yalnızca Efendimiz Muhammed
Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem)´dir. Bunun yorumunu yapmakta imkân dışı bir şeydir.
Ey Allah (celle celâlühû)´ım, O´nun tek düşüncesi Sen oldun.
Hiçbir sevgiyi kendine yar etmedi. O, Sen´de kendini buldu ve varlığını Sana
feda etti.
Hazret-i
Aişe “(radiyallahü
anha)
şöyle anlatmıştır: Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz
sıhhatli olduğu günlerde buyurdu ki:
“Hiçbir
Peygamber Cennetteki makamını görmeden dünyadan gitmez. Onu muhayyer bırakırlar.
İsterse Cennete kavuştururlar. İsterse sıhhate kavuştururlar.”
O, son
hastalığında, mübarek başını benim dizime koymuştu. Bir an gözünü evin tavanına
dikti. Sonra “Allahümme er-refîkül alâ” (Yüce arkadaşı, yani Allah (celle
celâlühû)´ım Seni istiyorum) buyurdu. Anladım ki, Refîkül alâyı seçti.
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´in
son sözü bu oldu.
Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem), Allah (celle celâlühû)´ı
bütün sevgilerine tercih etti.
Çünkü vücuda benlik vermek en büyük günahtır.
Günah işlemediği halde yüzlerce tövbe eder, Sen´in yüceliğini tasdik ederdi.
Fahri Âlem Muhammed Mustafa (sallallâhü
aleyhi ve sellem) buyurmuştur ki;
“Allah (celle celâlühû)'a yemin olsun, ben günde yetmiş kereden fazla Allah (celle celâlühû)´a tövbe ve
istiğfar ederim”
“Şurası muhakkak ki, bazen kalbime gaflet çöker. Ancak ben Allah (celle celâlühû)´a günde yüz defa
affımı dilerim.” (Müslim)
Bu istiğfar hali Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in günah işlediğinden olmayıp
terakkisinin çok fazla olmasındandır. Çünkü O´nun gelmiş ve gelecek bütün
günahları affedilmiştir.(Fetih 2) Yani O günah işlemeyecektir, denilmiştir.
Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz, beşeri kayıtlardan korunmuştu.
O´na verdiğin yakınlığı kullarına dahi Sen tarif etmek istemedin. Manevî katında
olan yakınlığını ise saklı tutup açıkça anlatmadın. Çünkü o hali ancak
Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in
kendi anlayabilir.
Allah
(celle
celâlühû) Kur´an-ı Kerim´de Miracın İsra kısmını, yani Mekke´den Kudüs´e
olan yolculuğunu açıkça, fakat semalardaki seyrini rumuzlar ile anlatmıştır.
Biz bu yolculuğu Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizin
kelamından dinlemiştiriz. Çünkü manevi âlemi beşerin anlayışına uygun olarak O´nun
anlatması daha uygundu. Necm Suresinde anlatılan kısa bir bölüme bile çok
yorumlar getirilmiş işin içindende çıkılamamıştır. Kur´an-ı Kerim´de ki, hakikate
iman etmeyen küfür üzere olacağından Rahmet peygamberi Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in bir şefkati daha açığa çıkmıştır. Çünkü
Aişe (radiyallahü
anha)
validemiz bile bu konuda teyakkuzda kalmıştır. O,
“Her
kim Resûlüllâh (sallallâhü aleyhi ve sellem)´in
Allah (celle celâlühû)´ı baş veya kalp gözü
ile gördü derse yalan söyler” demiştir.
Bu rivayette
ki mana “Hakk-ı Hakk görür” demektir. Daha sonraki makamlara ulaşınca
Aişe (radiyallahü
anha) Validemiz
bu sözünden vazgeçmiştir.
Yani
Allah (celle
celâlühû)´a ulaşmanın Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve
sellem)
ile olduğunu;
Ulaştıranın (Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem), ulaşılanı (Allah (celle
celâlühû)´ı) bilmeden kavuşturamayacağını anlamıştır. Hiç rehber
bilmediği yolu anlatabilir mi?
Zahir
ve batın Allah (celle celâlühû)´tır. Allah (celle
celâlühû)´ın zahir oluşu isim ve sıfatlarla, batın oluşu zat-ı
iledir.O´nun isimleri zat-ına aslında aynadır.
Yaratılanlar
ancak Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´le O´nu
bilebilirler.
Allah
(celle
celâlühû) dışardan bir şeyle gizlenmemiştir. Fakat isimleri ve sıfatlarını
bilmeyene ve özünde bulmayana kendini gizler.
Hz.
Ali (radiyallahü
anh)´ın;
“Ben
görmediğim Allah (celle celâlühû)´a
ibadet etmem” buyurması Allah (celle
celâlühû)´ın görüleceğine işarettir. Fakat bu görülme bu sırları
bilene olmayıp bunu özünde bulanadır ki; çokları görme konusunda bir şeyler söyleseler
de, onlarda bu halden habersizdirler.
Allah
(celle
celâlühû)´ı beşer âlemi ile ancak değişmeceli (mecâzi)
anlatırız. Hakikati kendinde saklıdır. Kur´an-ı Kerim bile bu ilâhî konuyu beşerin
idrakine az bir mana ile aktarmıştır. Hakiki bilgi Fahri Âlem Muhammed Mustafa (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimize aittir. Onun için “Yetimin malına
yaklaşmayın” (Enam 152) ayetindeki batini sır
budur.
Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in hususî mertebesine ait yakınlığı
isteyemeyiz. Yetim olmak insan için eksiklik olmadığı kıymetinin yüceliği
ortaya çıkar.
Fahri
Âlem Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz
“O bir nurdur, ben O´nu gördüm” buyurdu.
Sen O´nunla, O Seninle; Sidre-i münteha
O´na layık oldu. Fakat O´nun gözü Senin ne varlığına takıldı, nede ayrıldı ve
karışmak istedi.
Fahri
Âlem Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimize
bütün nimetler ve azaplar gösterildi de, hâlinde bir zerre değişiklik olmadı.
Kur´an-ı Kerim´de “Gözü ne kaydı, ne de aştı.” (Necm,
17) buyruldu.
Bir
şeyden etkilenmek eksiklikten olur. Eksiklik yaratılıştan olursa tedavisi
olmaz. Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´in
yaratılışı tam olduğuna göre O´nun bu konuda hataya düşmesi olmamıştır.
Bir
şeye merak duyan ya hasretinden veya rağbetinden olur ki, bu eksikliktir. O´nun
bu halden uzak olması, gördüğü şeyleri önceden bilmesi veya kendinde onları
bulmasıdır.
Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in bilgisi yaratılışı ile beraber mevcuttu.
Fakat O beşere gönderildiğinden beşerin sıfatı gibi sonradan öğretilir gibi öğretildi
ve bildirildi.
Peygamberimiz
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) şaşkınlıktan
ve cahillikten korunmuştur. O, kavuştuğu makamlara hakkıyla layıktı.
Bu yakınlıktan dolayı sarhoş olup yanında
kalmak arzusuna da düşmedi. Güzel sevgilin kulluğuna yönelip Sen´i tercih etti.
Ey Allah (celle celâlühû)´ım, Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´i çok seversin.
Bazıları kendini sevdirmek için birçok şeyler yapmaya çalışır.
Fakat Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) aslıyla sevilmesi takdir edilen zattır. Her haliyle Allah (celle celâlühû) tarafından
beğenilmiş olması ise erişilmez fazilettir.
Bizler için ise sevilmek için mecburiyetler vardır. Mesela kul
olmanın gereğini yapmak mecburiyettir. Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem) için ise kulluğun ta kendisidir.
O kullukla aynileşmiştir.
Çünkü O´nu öyle yarattın
ki, kendisiyle düğümler çözülür, sıkıntı ve zahmetler kolaylaşır, ihtiyaçlar
karşılanır, isteklere ve güzel sonuçlara ulaşılır. Kendisinin yüzü suyu hürmetine
rahmet istenir.
Ey Allah (celle celâlühû)´ım, Fahri Âlem Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz benzeri, ikincisi ve yokluğu
olmayan mecburiyet ve gayendir.
Bütün ilimlerin icadı O´nunla oldu.
Kendisi ümmî olduğu halde, kâtiplere bile yazının şekillerini
öğretmiştir. Yazıdan ve harflerden anlayanlar çok şeyi Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) öğrenmiştir. Bu sebepten dolayı bütün insanlar O´nun
ilmine ve kemaline muhtaçtırlar.
Hakikatin ilmine kavuşmak isteyeni O´ndan
almaya mecbur kıldın.
Yaratılmışların vücudu bütün mertebelerde bizzat Hakk´tan
feyz almağa istidat sahibi değildir. Onun için peygamberlerin gelmesine ihtiyaç
duyulmuştur. Çünkü insanda ise terakkiler
sonsuzdur. Fakat yaratılışı gibi yavaş ve çeşitli şekillerden geçerek olmuştur.
Bu yolun hocası ise Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve
sellem)´dir. Çünkü “Ben güzel ahlakı
tamamlamak için gönderildim” buyurmuştur.
Hayatın aslı olan ahiret âleminde Liva-ül Hamd (Şükür sancağı) Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in elinde
olacaktır. Her şey O´nun Kevser Havuzundan sulanacaktır. Durum böyle olunca
dünya hayatında O´nun önder olmasına şaşmamak lazımdır.
Her sırrın sırrı, hakikatlerin
zorunlu gerçeği;
Allah
(celle
celâlühû) yarattığı şeylerde sebebiyet ilkesini koymuştur.
Olayları ve eşyayı bir silsile içinde yaratmıştır. Bazen durumların bozulması
olmuşsa, bunlar mucize sınıfında yaratılmıştır.
Durumun
böyle olmasıyla mecburî neticeye gerek duyulmuştur. Bu mecburiyet Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´dir. Eğer ki bu usul olmasa idi, mahlûkatta
bir sonsuzluk anlayışı gelişirdi ki, sonuç olmazdı. Allah (celle
celâlühû) bütün kâinatı Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve
sellem)´e
bağıntılı yaratarak hem kendini saklamış ve hemde yaratılıştaki nihayeti
sağlamıştır. “Sen olmasaydın bu âlemleri yaratmazdım” buyrulması âlemin
varlığına Sen´i sebep kıldım, demektir.
Eşyada
aslolan hakikati olan şeydir. Hakikat ise öz itibarı ile Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´e, O´da Allah (celle celâlühû)´a
işaret eden şeydir.
İslam toplumunun sahibi ve
efendisidir.
Yaratılıştan
beri insanlardan istenen İslam dinin kabul edilip yaşanmasıdır. Bütün inanç
sahiplerinin dini İslam olduğundan geçmiş ve geleceğin Efendisi Peygamberimiz
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem ve ala âlihi)´dir.
Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem) buyurdu ki;
“Ben,
Âdemoğullarının seyyidiyim, önce ve sonra gelenlerin en kerimiyim,
öğünmüyorum!”
O, secde yerlerinin nurudur.
Allah
(celle
celâlühû)´ın Âdem (aleyhisselâm)´e secde
emri insanın kıymetini açığa çıkarmak için olmuştur. Yoksa secde Allah (celle
celâlühû) içindir. Bu secdeden işaretle, Allah (celle
celâlühû) insanın isyan etmemesi ilkesini getirmiş, ihlal edenlere
ise sonsuz azabı teklif kılmıştır. Sonuçta insan imtihan sırrı ile dünyanın
yolcusu olmuş, ağır mesuliyet altında bırakılmıştır.
Secdede
olan sır ise Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´e
bağlanmıştır. Çünkü ruhlar yaratılınca toplandıkları yerde secde emri ile karşılaştılar.
O´nun ruhaniyetine tabi olarak ruhlar bu eylemi gerçekleştirmişlerdir. İki defa
yapanlar iman ile bir defa yapanlar küfür üzere kalmışlardır. Sayısızca
yapanlar ise peygamberlik ile velilik mertebelerinden nasiplenmişlerdir.
Kutsallık
kazanan insana bütün mahlûkat hayran kalmış ve itaat etme hususunda Allah (celle
celâlühû)´ın emrine tabi olmuş ve “İnsana bütün eşya secde
etmiştir.” Çünkü eşyanın hakikati Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem) ´den gelmektedir.
Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem)´de hakikatini kullukta bulduğu için, bu
halin en yüksek mertebesi secde makamını kendine has kılmıştır. Secde yerlerinin
nuru da O´nun nurundan doğmuştur. Nurların aslıda O´ dur.
Hayat yolunda kalplerin huzur bulduğu
garipliğimizi gideren latif arkadaşımızdır.
Öyle insanlar vardır ki; yaratılışında
güzellik bi-zatihî Allah (celle
celâlühû) tarafından
terbiye edilmiştir. Peygamberlerde Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) tarafından, insanlarda peygamberler tarafından terbiye
edilmiştir.
“Ben,
Âdemoğullarının seyyidiyim, önce ve sonra gelenlerin en kerimiyim,
öğünmüyorum!”
Ümmet-i
Muhammed (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in üstün olması peygamberi terbiyeden
bi-zatihî geçmesindendir.
Haller merkezdeki özün
sızıntılarıdır. Bu gerçekte Allah (celle
celâlühû)´ın takdiri de
söz konusudur. Peygamber (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimiz
biri hakkında kötü bir şey duyduğunda
“Falan
neden böyle yapıyor” demezdi. “İnsanlar neden böyle şeyler yapar”
derdi. Hatayı şahsa değil yaratılış mayasının tecellisine yüklerdi.
Mesela Hz. Ebubekir (radiyallahü anh) cahiliye döneminde de iyi bir
insandı. Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´in arkadaşı idi. İslam geldikten sonrada yine değişmedi. Böylece
“Kişi arkadaşının dini üzeredir” hikmetini görmüş oluruz.
Bu hakikate
göre huzuru bulmak, benliğimizin aksettiği aynayı bulmak demektir.
Bizlerin aynası da muhakkak Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve
sellem)´dir.
Ya Rasûlallah (sallallâhü aleyhi ve sellem), Sana nasıl salât kılmayız.
Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz için salât ve selâmın sırrı
şudur.
Salât; ölüye yapılan Selâm; diriye
yapılan duadır.
Bu duayı Allah (celle celâlühû) tarif ettiğine göre (Ahzab 56) Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizde yaşam ve ölüm
birbirine karışmıştır. O´na ölmüş demek yanlış, yaşıyor demek ise; dünya şartlarına
göre açıklaması olmayan bir sırdır.
Olan ve olmayanı birlik içinde bilmezsek,
bu mana hiç anlayamayız.
Bu esrarı taşıyana elbette salât ve
selâm kılmak mecburiyettir. Çünkü Allah (celle
celâlühû) tarafından bu
eylemin yapılması, değerli bir amel olduğunu göstermektedir. Çok yerde bu
konunun açıklamasını yaptığımıza göre ümmete salât ve selâm farzdır.
Çünkü Sen Allah (celle celâlühû)´a layığı ve kemal ile çok hamd eden,
ikincisi olmayan, övülmeye layık, günahları mahveden, cehennemden bizi çıkarabilecek
en mükemmel insansın, ayıplardan maddi ve manevi günah kirlerinden temizsin.
O´nu
anlatmaya kelimeler yetmez. Bir güzellikten bahis açıldı mı, muhakkak O´na
nisbet edilir. O, her hali ile bir beşer gibi olmayıp, üstünlük özellikleri
olan insandır.
Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem) ömürleri boyunca yemek yemese dahi kendileri
kuvvetli idi. Lakin kendileri “bir gün aç kalayım, bir gün doyayım” yolunun
memuru idi. Çünkü O ümmetini ifrattan ve tefritten uzak tutmuştu. İdris (aleyhisselâm) 16
sene boyunca hiç uyumadı ve iftar (yemek) etmedi.
Sonunda ruhanî âleme çıkarıldı. Fakat Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve
sellem)
O´ndan daha faziletlidir. Çünkü İdris (aleyhisselâm)´ın
ruhanî kuvveti az yemekle, Peygamberimiz Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in kuvveti bi-zatihi nefsindendir.
“Ben
Allah (celle celâlühû)´tanım, müminler ise
benim nurumun feyzinden (ışıklar) dir.”
Güneşin
ışıkları dağılırken güneşten kaptığı hisse kadar aydınlık verir. Işık görüldüğü
yerde güneş olarak ad bulsa da, aslında ziyadan başka bir şey değildir. İdris (aleyhisselâm)´da
O´nun ışıklarındandır.
Güzel kokulu, Efendimizsin.
Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem) insanların “dünyada ve ahirette seyyidi´dir”.
Sevilen şeylerden birisi olan koku, bağıntı olmasındandır. Koku özün
habercisidir. O´nun gül kokusunu alan bülbül, bugün hasretini O´na nağmeler
dizerek dile getirirken, insanda O´nda bulduğu kokuda Allah (celle
celâlühû)´ı aramaktadır. O´nun kokusunu bir defa koklayan yıllarca
dimağında O´nu bulur ve bir daha unutamaz.
Öncekileri ve sonrakileri, maddiyat
ve maneviyatı, ümmetini sevgi ve kardeşlikte birleştiren, Ey son peygamber!
Yeri geldiğinde en büyük cengâver, güzel
huyları kendisinde toplayan, güzelliğin baş tacı, kulluk kıyafetini giyen,
Peygamberimiz
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´e kulluk
sıfat verilmiştir. Bu sıfat gayret ve tâbi olmadaki çokluktur. Nefis
terbiyesinin mükemmelliği kulluktadır. Kulluğun artması insanın nefsine ağır
gelen işlerdendir. En güzel kul O´dur. Kullukta O´na erişen olmayacaktır.
Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem) “Kendine ‘O mecnundur’ denilinceye kadar
hiçbiriniz tam imana sahip olamaz” buyurarak ümmetin hedefini
belirlemiştir.
Devamlı ibadet eden,
Fahri Âlem Muhammed Mustafa (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimizin ibadet konusunda titiz davranması, bizim de
titiz durmamızı gerektirir. Eğer böyle olmasa idi, son isteği ibadetlerin baş tacı namaz
olmazdı. Onun varislerinin de son istekleri de namaz olmuştur.
O kadar ibadetle bütünleşmişti ki, her sorununu ibadetlere
endekslemişti. Yani “Herhangi bir şey üzecek
olursa namaz kılardı.” Bu
nedenle yerken, içerken, yatarken, çalışırken, düşünürken; yani, kısaca bütün
yaşamını bir ibadet içerisinde geçirirdi. Bu halinin hayretinde kalanlarına “Şükreden
bir kul olmayayım mı!” diyerek cevap verirdi.
Sırların kendisine saklı olmadığı,
Allah (celle
celâlühû)´ın
kendisi ile bizzat görüştüğü, razı olduğu işleri en güzel bilen ve yapansın. Kurtuluşa
sebep olan salih amelleri bilen ve sevdiren,
Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem) ise bütün kemal isimleri toplayandır.
Peygamberimiz Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem ve ala âlihî)
azimetle amel ederdi. Çünkü zaruret ile amel dünya âleminin özelliklerindendir.
O´nun
bu özelliği taşıması temel özellik sahibi olmasındandır. Mesela; dünyanın asıl özelliklerinden
biri meşakkattir. O´da meşakkati kendine layık görmüştür. Dünyanın aldatıcı özelliği
olan eğlence ve oyunu kabul etmemiş ve dünyevî kalbi ise meşakkatle huzur bulmuştur.
Allah
(celle
celâlühû)´ın rızasını nefse itiraz edilerek kazanılacağını
bildiğinden bir defa dahi ilâhî rızaya muhalif amel işlememiştir.
Doğruyu anlatmada sabrı azalmayan, kıyamette
bizi başına toplayacak, mazlumların sahibisin.
Allah (celle celâlühû)´tan yardımı eksilmeyip devamlı olansın.
Allah (celle
celâlühû), sevgisinin neticesi verdiği bu nimetin sırrını ahirette açacağı
malumdur. Çünkü verilen nimet takdir edilemeyecek kadar büyüktür.
Ey Allah (celle celâlühû)´ım, sevdiğinle Sen´den istiyoruz.
Kur´an-ı
Kerim´de “Bu Allah (celle celâlühû)´ın
fazlıdır, O´nu dilediğine verir. Allah (celle celâlühû)
büyük fazlın sahibidir”(Cuma, 4) buyruldu. Bu
nimetlerin neden ve niçinler ile açıklaması yapılmayacaktır.
Çünkü O, kulların efendisi, tevhit ehlinin
ve büyüyen dairelerin imamı, sırlar levhası, nurların nuru, sıkıntıda olanların
sığınağı, en mükemmel bilgileri kendinde toplayan Kutb-u Rabbanî,
Zat-ı
tecelli Peygamberimiz Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem ve ala
âlihî)´ye
mahsustur. O´nun aracılığı ile O´na uyanlarında bundan nasibi vardır.
Büyüyen
daireler; hikmetlerin birbirlerine sarılarak büyümesidir. Mesela; suya atılan
taştan dolayı oluşan daireler birbirlerini bozmadan büyüyerek ilerler. Daireler
merkezde belirgin iken, sonraki daireler maddeye olan ilgisine bağlı olarak büyük
fakat belirginsiz görünür. Dairelerde bir bitme olmaz. İşte “Ol” emri
ile başlayan dairelerin merkezindeki imam Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem) olmuştur. Yani yaratılışa sebep O´dur. En uzak ve en yakını ile Allah (celle
celâlühû)´ı bulmakta O´na bağlanmıştır. Onun için kıyamete doğru
inançta azalmanın olması bunu göstermektedir.
Büyüyen
daireler için bir başka manada;
Hakikat-ı
Muhammediye dairesi´nden, Ahmediyyet dairesi´ne, oradan Zat-ı Muhabbet dairesi´ne,
oradan yokluklar dairesine, oradan varlıktan düşme dairesine, oradan Allah (celle
celâlühû)´ın varlığında yok olup niyetlerinin O´nda kaybolması
dairesine, oradan beşeri ihtiyaçlardan soyunma dairesi bir nevi oruç dairesine[31]
ulaşmadır. Her gelen dairede bir öncekini içine alır. Temelinde ise Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem) vardır.
En üstün iman elbisesinin belirgin nişanesi,
cömertlik ve iyiliğin kaynağı, semavî himmetler sahibi, ilahi ilimlere erişmiş
olan, ezelî minberdeki hatip, insanlık âlemindeki ilâhi nur,
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´in nuru yaratıldığı zaman,
oluşan kâinata dağılmadan önce, bütün peygamberlerin ve evliyanın ruhları bir bütünlük
ile O´nun nurunda toplanmıştır.
Mahlûkat yok iken bütün varlıklardan önce, özleri olacak parlak
bir nur olarak var olmuş. Ondan sonra bütün yaratıklar O´nun ulvî nurundan varlığını
almıştır.
Celâl tacı, cemal cazibesi, kavuşma güneşi,
ilahi yurdun izzet ve şerefi, vücut letafeti, her mevcudun hayatı, ilahi
saltanatın en yücesi, ilahi kudret ve yüce sanatının açık misali, beğenilenin açık
nişanesi,
İlahi yakınlığa kavuşmuş olan has kişilerin
özüdür.
Hadîs-i
kutside buyruldu ki;
“Allah
(celle
celâlühû), kulum farzları yapmakla bana yaklaştığı
gibi, başka şeyle yaklaşamaz. Kulum nafile ibadetleri yapınca, onu çok severim.
Öyle olur ki, benimle işitir. Benimle görür. Benimle her şeyi tutar. Benimle yürür.
Benden her ne isterse veririm. Bana sığınınca, onu korurum buyurdu”
İbadetlerin
nasıl yapılacağını bize O göstermiştir. Eğer O´nun önderliği olmasa idi, daha
fazla eziyet çekerek ağır ibadetlerde bulunan insanlar Allah (celle
celâlühû)´a kavuşurdu. Fakat onlara bir faydası olmadı. Allah (celle
celâlühû)´a da kavuşamadılar.
Ayrıca
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)
tasarruftan düşmemiştir. Diğer peygamberler ümmetleri hakkında tasarrufları
kesilince, ümmetleri doğru yapıyoruz diye peygamberlerini ilâhlaştırmışlar ve
sapık fikirlerin içine düşmüşlerdir.
Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in şeriatı her yüz senede bir yenileyici
tarafından takviye edilmesi ve bu yenileyicinin bi-zatihî kendi tarafından
yetiştirilmesi O´na mahsus bir ayrıcalıktır.[32]
Ey Allah (celle celâlühû)´ım, Sen´in büyük sırrın; hakikî, kıymetli
gerçek dostun;
Allah
(celle
celâlühû), Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve
sellem)´i
kendi tazimi ile tazim eyledi. Dolayısı ile O´nu tazim etmek Allah (celle
celâlühû)´ı tazim etmektir. Çünkü O Hakk´ın sureti ve mutlak sırrıdır.
O, hem büyük ve hemde büyüklüğü kabul edilmiştir. Bundan dolayı halk O´na karşı
edepli durur ve heybetinden titrerdi.
Allah
(celle
celâlühû), Kur'an-ı Kerim´de, her Peygamberi ismi ile bildirmiştir.
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´i
ise, “Ey Resulüm, Ey Peygamberim” diyerek Onu yücelten vasıflarla ile
bildirmiştir.
Hareket eden şeydeki kuvvet, hakikati
ayakta tutan, ilâhî emirleri yüklenici, kulluğun gerçeğini yaşayan,
Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem) buyurdu ki;
“Bana
Allah (celle celâlühû)´ın kulu ve resulü
deyin” söyleyerek, kulluk şerefini açığa çıkarmıştır.
Kulluğun
anılması da O´na bağlanmıştır. Bir şeyi tanımak ona karşı olan görevi daha
güzel yapmaya sebeptir. Allah (celle celâlühû)´ı
en iyi tanıyan Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)
olduğuna göre, en güzel ibadet edende O olmuştur.
Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem) “Yüce Hakk´ın kulundan yüz çevirmesinin
alameti odur ki, kendine lazım olmayan işlerle meşgul olmasıdır”
buyurarak ibadet halinin kıymetini Allah (celle celâlühû) ´a
yakınlıkla özdeşleştirmiştir.
Sultan,
Sultan;
güç sahibi, demektir. Huzuru ilahîde söz sahibi ancak Fahri Âlem Muhammed
Mustafa (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´dir. Miraçta Sidre-i Münteha´dan ileri
varamayan Cebrail (aleyhisselâm), en büyük sultanın
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)
olduğunu ikrar etmiştir.
Kur´an-ı
Kerim´de “O gün her sınıf insan önderleri ile birlikte çağıracağız” (İsra,
71)
buyrularak, tabisinin kıymeti peşinden gidilen önderle kıyaslanacağı
bildirilmiştir.
Rahmetin babası,
Rahmetin babaya
isnat edilmesi, annede hissiyatın galebe çalmasındandır.[33] Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) merhametli oldu ve tavsiye etti ki;
“Mümin yumuşaktır,
O kadar ki, yumuşaklığından dolayı kendisini ahmak zannedersin” (Râmuz)
Bu sırdan dolayı
kavminin kuvvetlileri O´nu alaya alıp incittiler. Bu sırrı O´nun arkasından
gelen dostlarında da görmek mümkündür.
Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem) önce gelen peygamberler sıkıntılar
ve meşakkatler karşısında kendilerine tanınan imtiyazları bu dünyada acelece kullanmışlardır.
Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem) buyurdu ki;
“Her
Peygamberin duası kabul olur. Her Peygamber, ümmeti için dünyada dua etti. Ben
ise, kıyamet günü ümmetime şefaat izni verilmesi için dua ediyorum.”
Kur´an-ı
Kerim´de “Sana, razı oluncaya kadar, yani yeter deyinceye kadar, her dilediğini
vereceğim” (Duha
5)
Bu
ayet-i kerime geldiği zaman, Cebrail (aleyhisselâm)´a
bakarak, “Ümmetimden birinin Cehennemde kalmasına razı olmam”
“İnşallah
duam kabul olacak. Müşrik olmayanların hepsine şefaat edeceğim” buyurdu.
Konuyla ilgili
olarak Şeyh´ül Ekber Muhyiddin Arabî (ks) Hazretleri Fusûs-ul Hikem kitabında Nuh aleyhisselam ile ilgili
olarak bu sırra şöyle işaret etti.
“Kavmi Nuh
aleyhisselama hile yaptığı gibi, kendiside kavmini Allah (celle celâlühû)´a (anlayamayacakları) davetle mekr (hile) yaptı. Şöyle ki bir kavim
ve ferdi Allah (celle celâlühû)´a davet etmek ona yapılan mekrdir.”
Nuh (aleyhisselâm) Onların seviyelerine
inemedi. Tenzih ve teşbihin sırlarını kavratamadı. Yani “insanlara akılları miktarınca konuşunuz”
daki hikmeti tam uygulayamadı; mesela; köylüye fizikle, doktora hayvan bakımı
ile ilgili konuşarak tebliğ yapılmasının benzeri gibi.
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) davetindeki sabırla
inanmayanları, ta ki, kendi nefisleri ile imtihan olana kadar terk etti. Acele
etmedi. Tebliğ hayatının ilk yarısında kan dökülmemesi ve ezaya sabırda azimli
davranması, iman etme yolunda ümmetini perişan etmemesi O´nun büyüklüğündendir.
Allah (celle celâlühû) O´nun zamanında temiz vücuduna
zarar verenlerden başkasına elem vermemiştir.
Keremli şefaatçi,
Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem) buyurdu ki;
“Mahşer yerinde peygamberler
için nurdan minberler kurulur. Üzerine çıkar otururlar. Benim minberim boş
kalır. Korkumdan minbere çıkıp oturmam ki, Allah (celle
celâlühû) beni cennete gönderirde ümmetim benden
sonraya kalır. Allah (celle celâlühû)´ın
huzurunda ayakta durur, Ümmetim! Derim.”
Allah (celle
celâlühû) buyurur ki,
“Ya Muhammed! Ümmetin
hakkında ne yapmamı istiyorsun?” Bende
derim ki;
“Ya Rabbi hesaplarının acele
yapılmasını” Bunun üzerine ümmetim çağrılır ve ilk önce hesapları görülür.
Bazıları Allah (celle celâlühû) ´ın rahmetiyle, bazıları da
benim şefaatimle cennete girerler. Ben şefaate devam ederim. Hatta defterleri
ellerine verilmiş cehenneme gönderilenleri de kurtaracağım. Nihayet cehennem
kapıcısı Malik der ki;
“Ya Fahri Âlem Muhammed Mustafa (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Allah (celle
celâlühû)´ın gazabına uğrayanları da azapta
bırakmadın.” (Taberâni)
Ya
Rabbi O´nun yüzü suyu hürmetine bizleri kıyametin dehşetinden koru ve cennetine
dâhil eyle. Âmin.
İlmin efendisi; kuruntuların,
zulmetin ve şeytanın vesveselerini nuruyla silip kesen, temizliğin ve saflığın timsali,
O´nunla yokluğu vücuda getirdiğin, zerreleri çıkardığın, kudretli Kâbe´n,
İbrahim
(aleyhisselâm) Kâbe-i
Muazzama´yı Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) için
inşa buyurdu. Çünkü Hz. Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem
ve ala âlihî) âlemin kalbidir. Kâbe´nin sureti de O´nun sureti ve sırrıdır.
Bütün âlem O´nun yüzünün benleridir.
Akılların secde ettiği,
Secde hayranlığın eyleme geçmesidir. Aklın secde etmesi demek,
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´e hayran olup O´na tâbi olmasıdır. Kulların secdede kazandığı halle
yokluk açığa çıkar. Kendisini yok eden itaat eder. İtaat edende cennete
kavuşur.
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) buyurdular ki:
“Akıllı kimse, nefsini muhasebe eden ve ölümden sonrası için çalışandır.
Aciz de, nefsini hevâsını peşine takan
ve Allah (celle celâlühû)´tan temennide bulunan kimsedir.” (Tirmizî)
İlk yaratılanlar konusunda,
aklın olduğu rivayetleri vardır.
Aklın hakikati de, Hakikat-i Muhammediye´dir. Bütün akıllıların
aklı, O´ndan dağılan miktarlardan başka bir şey değildir.
Dinin ölçüsü aklın kuvvetine bağlanmıştır. Akıllı kim diye
sorulunca, Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem),
“Allah (celle celâlühû)´tan en çok korkanınızdır” buyurdular.
Allah (celle celâlühû)´tan çok korkmak, O´nu iyi bilmekten geçer. Allah (celle celâlühû)´ı en iyi bilen Peygamberimiz
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´dir. En çok korkan da O´dur.
Yarattığın mükemmeliyet, kaza ve
kaderi tespit eden, Sen´den Sana ve Sen´inle istediğimiz güneştir.
Kaza
ve kaderi tespit etmek demek, O´nun Allah (celle celâlühû) katında
şeriat sahibi olması ve ezelde O´nun yaratılışının ölçü kabul edilmesidir. Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem) Allah (celle celâlühû)´ın
yarattığında hayran olduğu kuldur.
İmam
Rabbanî (k.s)
Hazretleri bile buyurdular ki;
“Ben
Allah (celle celâlühû)´ı Hz. Muhammed
Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem)´in
Rabbi olduğu için çok seviyorum”
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) Sen´inle dostluk kurmuş, “dünyalara
sığmam kalbe sığarım” dediğin kalbin,
O, Kalptir. Bunu anlamak ve
anlatmak beşer ilmine ve idrakine sığmaz. Çünkü bizler beşerin karanlıkları ile
dolmuş durumdayız. Melekler bile bu beraberliğin sırrına kavuşamadılar. Onlarda
bile nuranî perdeler altında kalmışlar, Allah (celle celâlühû)´a
hakikî bir yakınlık bulamamışlardır. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz ise bu sırrı Allah (celle celâlühû)´ın yardımı ile aşmıştır. O´nun
kalbi yere göğe sığmayan Allah (celle
celâlühû)´a misafirhane
olmuştur. O´nun bu âleme gelmesi ise, bizi Allah (celle celâlühû)´a
kavuşturup yalnızlıktan kurtarmaktır.
“Bana
kulluk edin” dediğin hitabın gerçek muhatabı da O olmuştur.
Fahri Âlem (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz buyurdu ki:
“Ben, sizin görmediklerinizi görür,
duyamadıklarınızı da duyarım.
(O
an) gök gürledi.
Onun gürlemesi hakkıdır.
İçinde dört parmaklık boş bir yer
bile yoktur ki, orada melekler, Allah (celle celâlühû)
için alnını yere koyup secde etmesinler.
Vallahi, siz benim bildiklerimi
bilseydiniz, az güler çok ağlardınız.
Yatakta kadından lezzet duymazdınız.
Çöllere çıkıp, haykıra haykıra
Allah (celle
celâlühû)´a
yalvarırdınız.
Kesilen bir ağaç olmayı ne kadar da
isterdim!” (Tirmizî)
Kulluğun
sır olmaktan çıktığı zât Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve
sellem)´dir.
Allah
(celle
celâlühû)´ın zatına hakikî manada kulluk yapan kutlu Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem) olduğu gibi, kulluk şerefi de O´nun ismi ile
anılmıştır. Bizim kulluğumuz mecburiyet, O´nun ki, ise hakikatin bizzat
kendisidir.
Ey Allah (celle celâlühû)´ım, Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) ne güzeldir. Bizdeki lekeleri O´nun
aynasına bakınca görebildik. O´ndan ne zaman yüz çevirirsek, muhakkak aslımızı
bozardık.
Ebucehil
bir gün Peygamberimiz Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´ e
“Beni
Haşim´de senden daha çirkin suratlı biri gelmemiştir” dedi.
Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem) “her ne kadar haddini aştınsa da yine doğru
söyledin” dedi.
Biraz
sonra Ebubekir (radiyallahü anh) Fahri Âlem Muhammed Mustafa
(aleyhissalâtü vesselâm)´ın yanına gelince
“Ey
güneş yüzlü Resul, Sen´den daha güzel yüzlü bir yüz görmedim” dedi.
Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem) bunun üzerine
“Ey
aziz dost, ey değersiz dünyadan kurtulan, doğru söyledin” dedi.
Orada
bulunanlar bu durum karşısında şaşırıp,
“Ya
Resûlullah (sallallâhü aleyhi ve sellem) bu
ikisi birbirine zıt şeyler söylediler. Sen her ikisine de “doğru söyledin”
dedin, bunun sebebi nedir” diye sordular.
Peygamberimiz
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem ve ala âlihî) “Ben
Allah (celle celâlühû)´ın cilâladığı
aynayım, bana bakan kendini görür” buyurdu.
Ayna
insana kendine bakma imkânı verir. Ayna olmazsa kendimizi kontrol mekanizmasını
çalıştıramayız. O´nun yüzüne bakınca kendimizi eksikliklerimizle görür, Böylelikle
“Kendini tanıyan Rabbini tanır” sırrına ulaşırız.
Kendimizi
Muhammedî (sallallâhü aleyhi ve sellem) sırlar
olmazsa tanımakta mümkün değildir. O´nu tanımakla kendimizi ve sonucunda Allah (celle
celâlühû)´ı tanımış oluruz.
Ey Allah (celle celâlühû)´ım, biliyoruz ki Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) Levh-i mahfuzu yazan kalemden dökülen
nurlu harfleri yazan,
Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz şöyle buyurdu;
“Allah
(celle celâlühû)´ın ilk yarattığı şey, “kalem”dir.
Ona, “Yaz!” dedi. “Ya Rabbi ne yazayım?” dedi. “Kıyamete kadar olacak her şeyin
kaderlerini yaz!”
Kalem Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in
nurundan yaratılmıştır. Harflerde O´nun terinden dökülmüştür.
Kavuştuğu sırları bulan ve bilen
olmadığı gibi kadere razı olduğu açıkça tarafından beyan etmiş, kaderin kendi
olduğunu açıklamıştır. Bir şeye razı olmak, onu aslında bulmak ile olur. O,
Allah (celle celâlühû)´ın muradından razı olmuştur.
“Resûlullah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular ki:
“Hz. Âdem ve Hz. Musa (aleyhimesselam) münakaşa ettiler. Musa (aleyhisselâm), Âdem (aleyhisselâm)´a: “İşlediğin günahla insanları
cennetten çıkaran ve onları bedbahtlığa atan sensin değil mi!” dedi.
Âdem (aleyhisselâm)´da
Musa (aleyhisselâm)´a:
“Sen, Allah (celle celâlühû)´ın peygamberlik vermek suretiyle
seçtiği ve hususi kelamına mazhar kıldığı kimse ol da, daha yaratılmamdan kırk
yıl önce Allah (celle
celâlühû)´ın
bana yazdığı bir işten dolayı beni ayıplamaya kalk bu olacak şey değil!” diye
cevap verdi.” Resûlullah devamla dedi ki: “Hz. Âdem (aleyhisselâm) Musa (aleyhisselâm)´ ı susturdu” (Buhari)
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´in kudretli kelamlarında boş ve
manasız kelam olmamıştır. Bunun sebebi kalemin yazısına tanık olmasıdır.
Olaylar hakkında hiçbir zaman “keşke şöyle olsaydı...”yı kullanmamıştır.
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
“Güçlü mümin, Allah (celle celâlühû) katında güçsüz müminden daha
sevimli ve hayırlıdır. Aslında her ikisinde de hayır vardır.
Sana faydalı olacak şeye karşı hırslı
ol! Allah (celle celâlühû) tan yardım dile ve acze düşme!
Başına bir şey gelirse, sakın şöyle
deme: “Eğer şunu yapsaydım şöyle olurdu.”
Fakat şöyle de: “Allah (celle celâlühû) takdir etti ve dilediğini yaptı.”
Çünkü “Keşke” türünden sözler şeytan
işidir.” (Müslim)
Güçlü ifadesi, kuvvet manasına değil
hikmet sahibi olma olarak düşünülmüştür. Hikmet sahibi kaderi en güzel şekilde
kavrayandır. Bunu ise ruhen terakki eden nefiste buluruz. En yüksek terakki ise
Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem) dedir.
Mukaddes feyizlerini dağıtan, Sen´i
sayılara ihtiyaç duymadan bir olarak bilen, âlemlerin birleştiricisi olan, İsm-i
Azam kıldığın sevgilindir.
İsm-i azam “En
büyük” isim demektir. Allah (celle celâlühû)´ın isimleri hakkında en büyük ifadesi ile derecelendirme yanlış
olabilir. Gerçekte Allah (celle celâlühû)´ın bütün isimleri büyüktür. Öyle ise
bu ifade niçin kullanıldı? Sorusu akıla gelebilir.
Allah (celle celâlühû) ´tan başka şeylerden yüz çevirerek, tam bir ihlâsla zikredilen her isim, İsm-i Âzam´dır,
zira harflerin birbirine karşı farklı bir şerefi yoktur.
Fakat bütün isimler İsm-i Azam´ın çerçevesi içinde saklıdır. Şöyle
ki, Ulvî ve süflî (dünya) Âlemde Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´e muhtaç olmayan bir nesne olmadığına göre, Hakikat-ı
Muhammediye ve İsm-i Azam´da birdir.
Ey Allah (celle celâlühû)´ım, O varlık âlemini yüzü suyu hürmetine
yarattığın ve O´nun sebebiyle eşyaya var olma ruhsatı verdiğin, iyilik ve cömertlik
sahibi, kutsadığın, yaratılışında harikalar görülen, ilimlerin ulaşamadığı, sırlarla
korunmuş,
Mertebesine erişilmeyen,
Hiçbir
şekilde derecesine ulaşan olmadı. Ümmeti bile bu sayede diğer ümmetlere üstün
oldu. Mesela; Her peygamber ve ümmeti bir veya birkaç vakitte ve rükünlerin bir
kısmıyla namaz kılmıştır[34].
Resûlüllâh (sallallâhü aleyhi ve sellem) ve
ümmeti ise beş vakit, bütün rükünler (kıyam, rükû, secde ve
oturuş) ve
yeryüzünün mescit yapılması ile şereflenmiştir.
Anlatılamayacak rabbanî güzellik,
Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem) buyurdu ki;
“Yusuf (aleyhisselâm)
Benden beyazdı; ama ben çok tatlıyım.”
Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in zahiri ve batınî güzelliği kemal
mertebesinde olmuştur. Kamil bir güzelliğin sahibi olduğu için güzelliği Yusuf (aleyhisselâm)
gibi fitne (imtihan) sebebi olmamıştır.
Ne
güzelsin, Ya Muhammed! (sallallâhü aleyhi ve sellem)
Hiçbir
halin insanlara zarar verici bir sebep olmadı.
Kemal sahibi,
Allah
(celle
celâlühû) insanla bilinir. Çünkü insan Rahman´ın tecelliyâtının kemal
suretidir. Bu kemalin tamamıysa Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve
sellem)´dir.
Hadisi şerifte;
“Beni
gören Hakkı görmüştür” buyruldu. Yani Fahri Âlem Muhammed
Mustafa (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimizi basiret gözü ile gören, idrak eden
ve bilen makamına göre Allah (celle celâlühû)´ı
bilmiş ve görmüş olur.
Hazret-i
Aişe (radiyallahü
anha) buyurdu
ki;
“Efendimiz
(sallallâhü aleyhi ve sellem ve ala âlihî)´in ahlakı Kur´ân-ı Kerim´dir” Kur´an-ı
Kerim Allah (celle celâlühû)´ın kelamıdır.
Hakikatin doğduğu ve övülmesi mümkün
olmayan, katında kıymetli olduğu bilinen bir kulundur.
İnsan neslinin temeli
olarak Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´in
kıymeti takdir edilmiştir. Âdem (aleyhisselâm)
Havva Validemiz ile evlenirken verdiği mihr on defa Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´e salâvat getirmek olmuştur.
Varlığı beşeri âlemde zahir olmadan insanlığın
atasına ve nesline hedef tayin edilmiştir.
Ey Allah (celle celâlühû)´ım, Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) e olan nispet ve yakınlık ne güzel
bir nispettir. O, bizi ve insanları azabından korkuttu. Müşriklerin yolundan yüz
çevirtti. Şirkin belini kırıp, halkı hikmet ve güzel nasihatle Sen´in yoluna çağırdı;
Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem) ümmetini
doğru yola çağırdı. Onlara iyilikleri hatırlattı ve tebliğinde kararlı oldu. Az
sözle çok şeyleri ifade etti. Vahdeti çokluğa, çokluğu vahdete kavuşturdu.
En güzel nasihatçi oldu.
İlim ehli O´nun güzel nasihatlerini
dört bölümde topladılar.
a) İbadeti “Ameller niyetlere göredir” e;
b) Adâb
ve ahlakı “Kişinin, kendisini
ilgilendir-meyen söz ve işi terk etmesi iyi müslüman oluşundandır” a;
c) Adalet işlerini ve siyaseti “Mümin
olan, kendi şahsı için arzu ettiğini kardeşi için de arzu etmedikçe kemaliyle
iman etmiş olmaz” a;
d) Muamelâtı
(Hayatın
yaşama bilgilerini),
“Helal
olan açıkça bellidir. Haram olan da bellidir.
Bu ikisi arasında, her ikisine de benzer
tarafları bulunan meseleler vardır ki, insanların çoğu bunu bilmez.
Kim
bu haram veya helal olduğu şüpheli olanlardan kaçınırsa dinini ve namusunu
korumuş olur.
Kim
de bu şüpheli olanlara düşerse, koruluğun etrafında hayvanlarını otlatan çoban
gibidir.
Hayvanların
koruluğa dalması yaklaşmıştır.
Dikkat
edin, her melikin bir koruluğu vardır. Allah (celle
celâlühû)´ın yeryüzünde, yaklaşılmasına razı olmadığı
koruluğu ise haram kıldıklarıdır.
Dikkat edin vücutta bir et
parçası vardır o iyi ve salih olursa vücudun tamamı da iyi ve salih olur.
Bozuk olursa vücudun tamamı
da bozuk ve fasit olur. Dikkat edin o et parçası kalptir”e sığdırmıştır.
O´nun
büyüklüğünü açıklamak için, sayılan bu dört husus hakkında ciltlerce kitap yazılsa,
hikmetlerinin sırrı anlatılmış olmaz.
Putları kırdı; küfrün önderlerini yüzüstü
yere serdi. Sonunda kâfirler topluluğu hüsrana uğrayarak üstünlüklerini
kaybettiler.
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) davasından geri dönmezdi. Zat-ın için
zahmete katlanır, emrinde ciddiyet gösterendi.
Hz. Peygamberimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem) buyurdu ki;
“Allah
(celle
celâlühû) yolunda korkutulduğum kadar hiç kimse
korkutulmamıştır.
Allah
(celle
celâlühû) yolunda bana edilen eziyet kadar, kimseye
eziyet edilmemiştir.”
Fakat
bu ağır mesuliyet altında kalan Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve
sellem)´i
ise Allah (celle celâlühû) bi-zatihi kendisi muhafaza
etmiştir.
Mesela;
diğer Peygamberler, kâfirlerin iftiralarına kendileri cevap verirken, Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem)´e yapılan iftiralara ise, Allah (celle
celâlühû) cevap vermiştir.
O´nun
bu durumu, olayların aslını bildiği için olduğu gibi, Allah (celle
celâlühû)´ı tanıma yönünün bütün mahlûkattan fazla olmasındandır.
Her zaman kulluğun ışığını açık
tutardı. Peygamber (sallallâhü
aleyhi ve sellem)
Efendimiz ile bulduğumuz nimetleri çevremiz görürken bizler hissetmedik.
Bu makamdaki
hikmet şudur. Mesela; Bedirde meleklerin yardımları, savaş alanlarında şehitlerin
yardımları kâfirler tarafından görünürken müminler tarafından nispi olarak fark
edilirdi.
Bir
gün Muhacirin ve Ensar´ın kadınları (radiyallahü anhünne) bir
araya toplanmışlardı. Hazret-i Fatıma (radiyallahü anha)´nında
gelmesi için Resûlüllâh (sallallâhü aleyhi ve sellem)´den
izin istemişlerdi. Hazret-i Fatıma (radiyallahü anha) o
toplantıda giyeceği güzel elbiseleri olmadığı için, gitmek istemedi. Resûlüllâh
(sallallâhü
aleyhi ve sellem)´de;
“Git
ya Fatıma (radiyallahü anha) Bizim
yolumuzda kimseyi ümitsiz bırakmak yoktur” buyurdu.
Hazret-i
Fatıma (radiyallahü
anha)
o toplantıya katıldı. Döndüğünde üzüntülü idi. Resûlüllâh (sallallâhü
aleyhi ve sellem) o toplantıya katılan kadınlardan birini
çağırıp, o toplantının durumunu sordular. O hanım dedi ki:
“Ya Rasûlallah!
Fatıma (radiyallahü anha) gelince bütün
kadınlar onun güzel elbiselerine hayran kaldılar. Birbirlerine böyle güzel
elbiseleri nereden almışlar, diyorlardı”. Hazret-i
Fatıma (radiyallahü
anha);
“Ya Rasûlallah niçin bana öyle görünmedi
ki, ben de sevineydim” dedi. Resûlüllâh (sallallâhü aleyhi ve
sellem);
“O
elbiselerin güzelliği senin üzerine örtülmesindedir. Onları sana göstermediler
ve sende görmedin” buyurdu.
İnsanda
olan güzellik aslî, eşyadaki ise geçicidir. Aslî güzelliğe kavuşanlarda nispi
güzelliklerin değeri yoktur.
Ey Allah (celle celâlühû)´ım istiyoruz ki, kayıtlardan
kurtulup Sana kavuşalım. Fakat her şey yine Sen´in takdirindir.
Allah (celle celâlühû)´ım, varlığımız Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´ e kıldığın salât iledir. Bu salâtın
bizde can, kan ve ruh oldu. Küfrün karanlıklarını, sıkıntılarını bizden uzaklaştırdı.
Fâni dünyada baki hayatın diriliğini
verdi.
Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem) kabrinde, bilmediğimiz bir hayat ile diridir.
Kabrinde Kur'an-ı Kerim okur, namaz kılar. Bütün Peygamberler de böyledir. Hadîs-i
şerifte,
“Peygamberlerin
(aleyhimesselam) mübarek
vücutları çürümez.
Çünkü
toprağın Peygamberleri çürütmesi haram kılındı. Onlar öldükten sonra
diridirler, rızklandırılırlar” buyuruldu
Müminler hayatta, uykuda ve öldükten sonra da
mümindir. Peygamberler de, uykuda iken olduğu gibi, öldükten sonra da
Peygamberdirler. Çünkü mümin ve Peygamber olan, ruhtur. İnsan ölünce de, ruhu
değişmez.
Resûlüllâh
(sallallâhü
aleyhi ve sellem) kabrinde, bilinmeyen bir hayat ile diri olduğunu
bildiren çok Hadîs-i şerif vardır.
“Kabrim
başında söylenen salâvatı işitirim. Uzaktan söylenen salâvat bana bildirilir” ve
“Bir
kimse, kabrim başında bana salâvat okursa, Allah (celle
celâlühû) bir melek gönderip, bu salâvatı bana
bildirir. Kıyamet günü ona şefaat ederim”
Aişe-i
Sıddîkanın (radiyallahü anha) haber verdiği bir hadîs-i şerifte,
“Hayber´de
yediğim zehirli etin acısını duymaktayım. O zehrin tesiri ile atardamarım şimdi
çalışmayacak hale geldi” buyuruldu.
Bu
Hadîs-i şerif Allah (celle celâlühû)´ın,
insanların en üstünü olan Efendimiz Muhammed Mustafa (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´e, peygamberlikle birlikte şehitlik
derecesini de vermiş olduğunu göstermektedir. Kur´an-ı Kerim´de,
“Allah
(celle
celâlühû) yolunda öldürülenleri ölü sanmayınız! Onlar Rablerinin
yanında diridirler. Rızklandırılmakdadırlar” (Al-i İmran 169) buyuruldu.
Hazret-i
Ali (radiyallahü
anh)
bir gün Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´in mescidi
şerifine girip, Hazret-i Fatıma (radiyallahü anha)´ın
mübarek makamını görünce ağladı.[35]
Sonra Hücre-i se'adete giderek, çok ağladı ve
“Esselamü
aleyke ya Rasûlallah ve Esselamü aleyküma ya iki kardeşlerim!” diyerek,
Hazret-i Ebubekir (radiyallahü anh)´ la
Hazret-i Ömer (radiyallahü anh)´a selam verdi.
Ey Allah (celle celâlühû)´ım, Fahri Âlem Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizi ne güzel yarattın. Mübarek
vücudu çok temizdi.
Teri nezih ve kokusu çok güzeldir ki,
ne miske ne de ambere benzedi. O´nunla tokalaşan kimsenin, o gün elinden güzel
kokusu gitmezdi. Mübarek elini hangi çocuğun başına sürse o çocuk diğer çocuklardan
güzel kokusu ile fark edilirdi. Hiç bir koku onun terinden daha güzel kokmadığına
her şey şahitti. Bir yoldan geçse, O´ndan sonra, o yoldan geçenler, Resûlüllâh (sallallâhü aleyhi ve sellem)´in oradan geçtiğini güzel kokusundan
bilirlerdi. Has bir kokusu var idi. Hariçten bir koku sürünmüş değildi. Mübarek
yüzüne değen mendili asla ateş yakmazdı.
Mübarek gözleri çok kuvvetli görür ve
önden gördüğü gibi, arkadan da görürdü.
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem); “Allah (celle
celâlühû) beni nur kıldı” buyurdular. Bu nurdan dolayı “namazda
arka tarafımı görürüm” diye
buyurarak, altı yönü gördüğünü ümmetine haber verdiler.
Ayrıca karanlıkta da görürdü.
Aydınlıkta
görmeyi fizik kuralları ile açıklamak mümkündür. O´nun karanlıkta görmesini
hislerinin kuvvetli olduğunun işareti sayılmalıdır. Teknolojinin yeni ürettiği
araçlar olmasa idi, bu halin açıklamasında inancı zayıf olanların itirazı
olurdu. Fakat bu konuda birçok araç üretilmiştir. İnsanın bunu başarması ise,
acaibattan olmayıp, bir hakikatten başka bir şey değildir.
O´nun hakikatini gece üzerine koydun,
karardı; gündüz üzerine koydun, ağdı; semalara koydun, direksiz durdu; bütün kâinata
koydun, hayat buldu.
Kur´an-ı
Kerim´de yemin edilen yani, Necm (yıldız)[36],
Fecr (Şafak)[37] vb.
şeylerde hakikatte Peygamberimiz Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve
sellem)
kast edilmiştir.
Çünkü
O´nun hakikati olmasa idi eşyanın Allah (celle celâlühû) yanında
bahse değer kıymeti olmayacaktı.
Ey Allah (celle celâlühû)´ım, O´nun kıymetini ancak Sen
bilebilirsin.
Hz. Muhammed Mustafa (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in büyüklüğü nasıl idrak olunur. Kıymeti
nasıl bilinir. Peygamberimiz Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem
ve ala âlihi)´den başkası ayıptan emin değildir. Allah (celle
celâlühû) O´ndan hiçbir zaman yüz çevirmemiş ve ömrüne[38]
yemin etmiştir.
O´nun büyüklüğü ancak kıyamet günü
belli olacak, Âdem (aleyhisselâm) ve insanlık O´nun
sancağı altında toplanacaktır. Çünkü O en büyük şefaatçidir.
Dünya
hayatı iptila âlemi olduğu için hak ve batıl birbiri ile imtizaç etmiş ve
karışmıştır. Bu hususla O´nun hakikatini keşfetmek mümkün değildir.
Dua edenlerin duasını, O´nun ismini
anmadan kabul etmezsin.
Ebu
Said el Hudrî (radiyallahü anh) Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´den şunu rivayet etti.
Cebrail
(aleyhisselâm)
bana gelip dedi ki;
Benim
ve Sen´in Rabbin dedi ki; “Biliyor musun, Sen´in şanını ve ününü
nasıl yücelttim”
“Allah (celle celâlühû) ve
Resulü bilir”
“Ben anıldığım zaman, Sen de benimle
anılıyorsun.”
Allah
(celle
celâlühû) O´nun namını hem dünyada, hem ahirette yükseltmiştir.
Hiçbir hatip, hiçbir şahadet getiren veya namaz kılan yoktur ki;
(Eşhedü
enlâilâhe illallalah ve eşhedü enne Muhammeden Resülüllah)
demesin.
O´nun
adı Allah (celle celâlühû)´ın adı ile beraber
zikredilir.
Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem) “Dualarınıza
öyle bir delil koyarak edin ki günah işlememiş olsun. O delil Allah dostudur.
Onlara tevazu ve sevgi gösterin ki sizin için dua etsinler” buyurdular.
Allah
(celle
celâlühû) dostları için bu durum olurken O´nun Sevgilisi olan
Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)
Efendimizin durumu daha bir ayrıcalık gösterir.
Bizlerin
türlü ihtiyaç ve dualarımız vardır. Öyle ki isteklerimiz olmaz. Dualarımız kabul olunmaz. Fakat O´nun duaları
ve istekleri Allah (celle celâlühû)
tarafından muhakkak kabul edilir.
Konu
gereği dua hakkında şunları hatırlayalım.
“Dua
müminin silahıdır”
Aslında
Allah (celle
celâlühû) duaların hiçbirini ret etmez. Lakin isteyen kulun
menfaatini devamlı olarak da gözetir. Ama kul bunun farkında değildir.
Allah
(celle
celâlühû) duaları muhakkak kabul eder. Birde
dua eden temiz ağız olursa bu duanın ret edilmeyeceğine kuşkumuz olmamalıdır.
Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem) buyurdu ki;
“Allah (celle celâlühû)´a temiz ağızlarla
dua ediniz”
“Temiz ağızlar
nedir” diye sorulunca;
“Birinizin ağzı,
diğerine temizdir” demiştir.
Dualarımızda salât
ve selâm getirmekle Peygamber (sallallâhü aleyhi ve
sellem) Efendimizi delil koymak ve O´nu bizim için dua edici olmasını
temenni etmektir. Çünkü Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem) bilmediğimiz bir şekilde
hayattadır.
Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem) buyurdu ki:
“Rabb´iniz
ziyade hayâ sahibidir, kerimdir.
Kulu
dua ederek kendisine elini kaldırdığı zaman, O, ellerini boş çevirmekten hayâ
eder.”
(Tirmizî)
Kur´an-ı Kerim´de
buyruldu ki;
“Kullarım sana Ben´den
sual ettikleri zaman şüphe yok ki, Ben pek yakınım.
Bana dua ettiği vakit
dua edenin davetine icabet ederim. Artık onlar da Benim için
icabet etsinler. Bana iman eylesinler ki, Hakka isabet etmiş olsunlar”
Bakara186
Bunun için duadan uzak kalmamalıyız.
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:
“Dua, bela ile karşılaşır, kıyamete
kadar birbiriyle çarpışırlar.”
Dua acizlerin kuvvetliye karşı bir
silahıdır. Yani zayıfın acziyetini ortaya çıkararak, kuvvetli tarafından
merhametin ortaya çıkmasına sebep olur. Duadan uzak kalınca zayıfın zayıflığı
ortadan kalkar. Bunun sonucu kuvvetlinin gazabını üzerine çeker.
Hiç yalvaran karşısında merhamete gelmeyen
olmamıştır. Çünkü dua edende benlik kalmaz. Benlik gidince de mesele ortadan
kalkar. Yani birlik ortaya çıkar.
Öyle bir zamana gelindi ki, tek
silahımız dua etmek olmuştur. Çünkü bu ahir zaman insanında dürüst bir hal
kalmadığı gibi, kullukta kalmadı. Tek çare olarak bir dua etmektir. Onu da doğru
dürüst yapanda yok gibidir.
O Sen´in nurlarının denizi, Sırlarının
madeni,
Peygamberimiz
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem ve ala âlihi)´in
saç ve sakalındaki aklar on yedi tane idi. Allah (celle celâlühû)
ümmetine verilecek hayırlı ve saadetle geçen ömrün sırrını bunda sakladı. [39]
Kulların ruhlarının ruhu,
Bütün ruhlar Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve
sellem)´in ruhundan yaratıldı. O´nun için “Nebiyyül Ümmî” (Anasından doğduğu gibi, saf ve her ilme sahip peygamber) dendi. O´nun için normal beşer, ne de bir kuldur; diyebiliriz.
Yüce kudretine bütün boyutların hayran olduğu, uçsuz bucaksız kâinatın
kuvvetine sahip ve layık bulunan ilahi bir ruhtur. Çünkü O, beşer sıfatıyla
Allah (celle celâlühû)´ın huzuruna yolculuk yapan
mukaddes insandır.
Âdem (aleyhisselâm) yaratılırken, Allah (celle celâlühû)´ın O´na “şekil verdiğim ve ona ruhumdan üflediğim”
(Hicr,
29)
derken bahsettiği “ruhumdan” Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in kendisidir.
Allah (celle celâlühû), Davut (aleyhisselâm)´a
“Ya Davut! Muhammedi (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´i kendim için,
Âdemin çocuklarını Muhammed (sallallâhü
aleyhi ve sellem) için,
Diğer yaratıklarımı Âdemin çocukları için yarattım.
Kim benimle meşgul olursa, onun için yaratıklarımın önüne geçer.
Kendisi için yarattıklarımla meşgul olanlardan ise kendimi saklarım.”
Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem) bir şeyin ruhu değil ruhun ta kendisidir.
Paha biçilmez inci, benzersiz güzel
koku, mevcudatın aşk ve mayasıdır.
Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz, bütün kâinata nüfuz etmiş olan ilahi hakikat ve her mahlûkun
yaratılmasında ilk sebep olduğu gibi, mutlak varlık olan Allah (celle celâlühû) ile beşerî âlemi birbirine
bağlıyan küllî akıldır.
Âlem de Hakikati Muhammediye'nin suretinden ibaret olduğu gibi
Hakikati Muhammediye de Allah (celle celâlühû)'ın tecelli eden suretinden başka bir şeyde değildir.
O´nun hakikati, peygamberlerin ve evliyanın ilâhi ilme dair
bilgilerini kendisinden aldıkları bir kaynaktır.
O gizli âlemin özüdür.
Arş ve içindekiler; yer ve gökler;
ahiret ve dünya; gizli ve açık ne
varsa, hepsi bir araya getirilip bakıldığında Mevlâ’mız Muhammed (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in nurundan bir parça olduğu görülür.
Öyle ki, Arş´ın kıymet kazanması O´nun ayağının tozuna kavuşması
ile oldu.
O´nun bütün nuru bir araya getirilip arşa konulsa arş erir; arşı çevreleyen
âlemlere konsa, parçalanırlar.
Bütün yaratıklar bir araya
getirilip o büyük nurla karşılaşsa, hepsi özlerini O´nda kaybedip dağılırlardı.
O, kâmillerin ulaşmak istedikleri şeref
yeridir.
İnsan
ne kadar yüksek derecelere ulaşırsa ulaşsın, hakikatlerin ve marifetleri
hepsini anlamaktan da acizdir. Allah (celle celâlühû)´ın hakikatlerinin
sonu yoktur. Allah (celle celâlühû)
sakladığı bazı ilimlere ve marifetlere, insanların seçilmişlerinden bazılarının
sahip olmasını ihsan buyurmuştur. Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve
sellem)´in
kavuştuğu ilâhî sırlar, ilimler ve marifetler de nihayetsizdir. Fakat Allah (celle
celâlühû) O´na verdiklerine ise kimseyi yaklaştırmamıştır.
O, öyle
bir deryadır ki, O´nda insanı hayretten hayrete düşüren ilimler, hikmetler ve
marifetler sonsuzdur. O apaçık bir nur ve öyle sağlam bir dayanaktır ki, geçmişte
ve gelecekte O´na yetişecekte yoktur.
Peygamberler,
derin âlimler ve yüksek derecelere kavuşmuş olan arifler, O´nun sırlarının
derinliklerine ulaşmayı hedef olarak görmüşlerdir. Fakat sonuçta tam bir acizliğe
düşmüşlerdir.
O´nu gökte Ahmet yeryüzünde Muhammed
diye andın. Ahmet isminde, Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´in bütün isimlerini topladın. Ahmet´in
elifi ulûhiyet ve yüceliğe delâlet eder.
Tevrat’ın
ilk ayeti:
“Allah
(celle
celâlühû) önce muazzam bir nesne yarattı. Sonra gökleri,
sonra da yeri yarattı.”
Bu ayette
geçen “Vehim” (muazzam bir nesne) kelimesi
büyük şan sahibi manasında olup, Efendimiz Muhammed Mustafa (sallallâhü
aleyhi ve sellem) ruhu demektir. Nitekim Hadîs-i şerifte şöyle buyrulmuştur:
“Allah (celle celâlühû) ilk yarattığı şey benim ruhum veya nurumdur”.
Tevrat’ın
ilk ayetinde geçen “El vehim” kelimesini ebcetle (harf
hesabı)
hesap edilirse doksan iki çıkar. Bu rakam “Muhammed” isminin ebcedine
uygundur.
Musa
(aleyhisselâm) Tevrat´tan
okuyarak:
“Ya
Rabb´î! Ben bir ümmet gördüm ki, onlar ümmetlerin hayırlısıdır. İman etmeleri için insanlara emr-i maruf ve nehyi
münker yaparlar. İlk ve son kitaba inanırlar. Dalâlet ehline karşı cihat
ederler. Bir gözü kör olan Deccal ile savaşırlar. Bunları bana ümmet eyle” dedi.
Allah
(celle
celâlühû); “Ya Musa! Onlar Ahmet´in (aleyhissalâtü
vesselam)´ın ümmetidir, buyurdu.
Yine
Musa (aleyhisselâm)
Tevrat´tan
okuyarak:
“Ya Rabbi!
Bir ümmet buldum ki, onlar çok hamd ederler ve hükmedicidirler. Bir iş yapmak
isteyince inşallah derler. Onları bana ümmet eyle, dedi.
Allah
(celle
celâlühû), “Ya Musa! Onlar Ahmet (aleyhissalâtü
vesselam)´ın ümmetidir,
buyurdu.
Yine
İsa (aleyhisselâm) da şöyle
müjde vermiştir:
“Ey İsrail
oğulları! Ben size Allah (celle celâlühû)´ın
peygamberiyim. Tevrat’ın tasdikçisi ve benden sonra gelecek bir peygamberin müjdecisi
olarak geldim ki, o peygamberin ismi “Ahmet”tir.” (Saf
6)
Bu ismini göktekilere zikir olarak
verdin.
Zikir
manevî gıdadır. Mahlûkatın hayatı zikre bağlı olarak yaratılmıştır. Meleklerin
hayat bulması zikre bağlıdır. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve
sellem)
Efendimizin ismini söylemekten başka vazifesi olmayan melekler vardır. Canlılık,
ruhun zikir halinde olmasından başka bir şeyde değildir.
Ahmet sırrı; ilahlık ve mahlûk sırlarının
birleştiği mihraptır. Muhammed sırrı da
batılı haktan ayırandır. İsminin M´si sırların H´sı rahmetlerin, ikinci M´si
ilimlerin, D´si derecelerin kaynağıdır.
Peygamberimiz
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem ve ala âlihi)
keşiflerin tümüne ve aslına sahiptir. O´nun gördüklerini biz göremeyiz ve
keşfedemeyiz. O´nun bütün emirleri doğru ve yerinde olmuştur. Şayet bizlerde
eksiklikler olmasaydı, O bizlere her şeyi haber verecekti. Her şey ancak
O´nunla kemal mertebesine kavuşmuştur. Yinede kendisi kullukta karar kılmıştır.
Bütün zamanı Allah (celle celâlühû)´ın
zikriyle geçmiş, Allah (celle celâlühû)´ta
O´nu çok sevmiştir. Bugün insanlarda görülen manevî haller O´ndan bize kalan
mirastan başka bir şeyde değildir.
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) ne güzel bir insandır. O´nun gibisi
doğmadı ve doğrulmayacaktır. O kulların ihtiyaç kapısıdır.
Ümmet-i
Muhammed her türlü ihtiyacı için O´nun kapısına gider.[40]
Öyle ki, yüz sene önceye kadar Medine-i Münevvere´de doktor bulunmazdı. Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in duası vardı. Bir kimse hastalanınca ona
suyundan içirirler. Eğer geçmezse Huzur-u Saadete varıp dua ederler. Eğer yine
geçmezse vakti tamam oldu diye hazır olurlar, ölümü korkmadan huzurla beklerlerdi.
Çünkü onların hepsi cennetle müjdelenmiş gibidir.
Büyüklerimizin
bildirdiği üzere, Medine-i Münevvere körük gibidir. İnsanın içindeki kiri, pası
dışarıya atar. Bu beldenin insanları diri olsun ölmüş olsun saadet ehlindendir.
Allah
(celle
celâlühû)´ım bu beldenin ehlinden olmayı bizlere nasip et.
Birçok
müşahedelere göre başka memleketlerde ölen imanlı kimseler Medine-i Münevvere´de
Baki Kabristanı´na naklolur imiş.[41]
Sevgide
uzaklık ve yakınlık yoktur. “Kişi sevdiği ile haşrolacaktır”
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım! Kalbimizde O´nun aşkını üstün edip, ölümden önce
müşahedesiyle, ölümden sonra vuslatıyla şereflendir. Âmin.
Peygamberler içinde yaratılışı en mükemmel
olandır.
Allah
(celle
celâlühû) zatından başka bir şeyin bulunmadığı sonsuz öncelerde,
her şeyin aslı Allah (celle celâlühû)´ın
kendisinde idi. Bu mertebede, varlıkların hakikatleri zat-ı ilâhîden ayrı olmadıkları
gibi, birbirinden de farklı ve aynıda değil idi.
Hakikat-i
Muhammedî, bu mertebede olan makamdır. Diğer varlıkların
hakikatleri, Hakikat-i Muhammedî´yenin parçaları ve tafsilâtıdır. Onların
sureti olan tecelliler, O´nun zatındaki tecelliden yayılmıştır. Efendimiz bu hakikati
akıl, kalem, ruh veya nur olarak tarif buyurmuşlardır.
Hadîs-i
şeriflerde;
“Allah
(celle
celâlühû) önce aklı yarattı.”
“Allah
(celle
celâlühû) önce kalemi yarattı.”
“Allah
(celle
celâlühû) ilk önce benim ruhumu veya nurumu yarattı.” gelmiştir.
Farklı
ifadeler, değişik bağıntılar sebebi iledir. Çünkü ilk cevher olma mertebesi Hakikat-i
Muhammedî´yeden başkası değildir. Diğer hakikatlerin varlık sureti o hakikatin
varlığından dolayıdır. Yaratılışta ondan mertebece aşağı inişler olmuştur. Bu
şekilde adları farklılaşmıştır.
Peygamberler
dünyada cisim suretinde ortaya çıkmadıkça, Peygamberlik sıfatı ile sıfatlanmazlar.
Fakat Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem )
Efendimiz mübarek ruhu yaratılınca, peygamberlik ile müjdelendi.
“Âdem
(aleyhisselâm) su
ile toprak arasında iken, ben Peygamber idim” Hadîs-i
şerîfi buna işarettir.
Bütün
peygamberlerin şeriatlarında olan hükümler, Efendimiz Muhammed Mustafa (sallallâhü
aleyhi ve sellem) şeriatından alınmıştır. Aslında diğer nebiler
ve resuller Onu şeriatının hükümlerini tebliğ için gönderilmiş vekilleridir.
Her
asırda gönderilen Peygambere, o asırdaki insanların kabiliyetlerini içine alan
bir emir verilmiştir. Bu sebeple, her asırda gelen insanların kabiliyetlerinin
farklı olmasından dolayı, şeriatları da farklı gibi oldu. Peygamber (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimiz, peygamberliği ile gelince, Onun
kabiliyeti bütün Peygamberlerin kabiliyetlerinden daha mükemmel ve bütün
afetlerden salim olmuştur. Yaratılıştan kıyamete ve Allah (celle
celâlühû)´ın irade ettiği zamana kadar da hükmü devam edecektir.
Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem), “Kıyamet günü sebepler ve nesepler
kesilir, Benim nesep ve sebeplerim kesilmeyecektir” buyurdular.
İnsanlığın irşadına vazifeli biricik önderdir.
Sen´i bulmak O´nu bulmaya bağlanmıştır.
Tebliğin
ve peygamberliğin Efendimiz Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve
sellem)´de
son bulması, bunun açık işaretidir. Yukarıda da çok yerde bahsi geçtiğine
göre kıyamet günü söz sahibi biricik önderde O olacaktır.
Her şey O´nun arkasından yürümekle şeref
bulmuştur.
Resûlüllâh
(sallallâhü
aleyhi ve sellem) buyurdu ki:
“Kırda,
sahrada, köyde yaşayan kabalaşır, av peşinden koşan gaflete düşer. Sultanın
kapısına gelen fitneye düşer. Kişi sultana yakınlığı artırdığı nispette Allah (celle
celâlühû)'tan uzaklaşır.” (Ebu Davut)
İnsanın
tabiatını bozan sebepler yediği içtiği şeyler, bulunduğu ortamlar ve arkadaşlık
ettiği insanların tabiatıdır. Evlenen insanların birbirleri ile bir zaman sonra
ünsiyet etmeleri, eğer anlaşma olmazsa ayrılmaları bunu göstermektedir. Bu
fıtrat kanunudur.
İki
dünyada şeref bulmak isteyen ancak Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve
sellem)´in
peşini takip etmekle bulur.
Bir
işareti ile ayı yardı da,
İbnu Mes'ud (radiyallahü anh) şöyle anlatıyor:
“Biz Mina'da Resûlüllâh (sallallâhü aleyhi ve sellem) ile beraberken, ay iki parçaya ayrıldı. Bir parçası dağın arkasında,
bir parçası dağın önünde idi. Bize: "Şahit olun!" buyurdu.” (Buhari) Ay'ın ikiye bölünmesi olayı Kur'ân-ı Kerim’in zikrettiği
mucizelerden biridir. Bu mucize hicretten beş yıl kadar önce Mekke'de cereyan etmiştir.
Müşriklerin, Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´den bir mucize istemeleri üzerine bunu göstermiştir. Ayın ikiye
bölünme mucizesi diğer peygamberlerde benzeri görülmeyen büyük bir mucizedir.
Bazıları bu mucizeyi inkâr yoluna giderek: ‘böyle bir olay olsaydı bütün
dünya görürdü’, gibi bahaneler ileri sürmüşlerdir. Araştırmalarda
görülmüştür ki; diğer milletlerin efsaneleşmiş hikâyelerinde bu olayın anlatımları
vardır.
Kur´an-ı Kerim
meseleye açık bir şekilde temas etmiştir. Bizim için sahih rivayet budur.
“Kıyamet
yaklaştı, Ay yarıldı” (Kamer 1) Pek çok sahabe tarafından da bu olay rivayet edilmiştir.
Gözünü yükseklere ağmadı.
Kendini
tanıtırken “Allah (celle celâlühû)´ın
kulu ve resulü” dür diye söyleyin buyurması açık delildir.
İdris
(aleyhisselâm)
gökleri
ziyaret için çıkınca daha sonra yeryüzüne dönmek istemedi. Fakat Peygamber (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimiz miraçta kavuştuğu nimetleri terk
ederek dönmesini Kur´an-ı Kerim´de Allah (celle celâlühû)
bizzat tasdik etti.
Razı olduğun şefaatin sahibidir.
Her
şey O´ndan bir şeyler istedi, O, kimseden bir şey istemedi. Zatına tanınan bir
isteğini de ümmeti için kıyamette şefaat makamına bıraktı. Diğer peygamberler
ise acele ettiler. Çünkü her peygamberin kabul edilecek istekleri vardır.
Hadisi
şeriflerde buyruldu ki.;
“Vefatımdan
sonra kabrimi ziyaret eden, hayatımda ziyaret etmiş gibidir”
“Kabrimi
ziyaret edene şefaatim vacip oldu”
“Beni
ziyaret için Medine-i münevvere´ye gelenlere, kıyamet günü şefaat etmekliğim
hak oldu”
Manevî
zenginliğe değilde maddî zenginliğe kavuşmuşları (hac zenginleri ve
sıhhatlileri daha fazla içine ibadet olması) dahi şefaatine dâhil edeceğini buyurması,
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´ın
bu kapıyı geniş tuttuğunu gösterir. Şefaat makamı ahirette O´na verileceği
kesin makamdır.
Allah
(celle
celâlühû) O´nun şefaati ile ümmeti nimetlendirsin. Âmin.
İsteklerini ümmetine saklayandır. İnsanların
şefaat için başvuracağı dermandır. Tek başına Makam-ı Mahmut´ta durabilendir.
Kıyamette hesap
gününde huzursuzluk meydana gelir. Geçen zaman kullara seneler gibi gelse de az
bir zaman içinde, Allah (celle celâlühû) insanlara Fahri Âlem Muhammed Mustafa (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimizi şefaat için araya koymak fikrini kalplerine ilham edecektir.
Çünkü ahiret gününün zorluğu insanlara dehşet ve korku verecektir. Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) şefaat için uzun
secdelere varacaktır. Ümmetim! Ümmetim! Diyerek Allah (celle celâlühû)´a yalvaracaktır. Ancak
O´nun yalvarmaları Allah (celle celâlühû)´ın gazabını rahmetine celp edecektir.
Hadisi şerifte
bu konu şöyle gelmiştir.
“Allah (celle
celâlühû) kıyamet gününde insanları bir araya toplar. Onlar:
“Ey Rabb´imiz! Senin katında
birisini şefaatçi edilelim de, Rabb´imiz bizleri bu yerimizde rahata kavuştursun”
Derler. Âdem (aleyhisselâm)´a
gelirler:
“Sen, Allah (celle
celâlühû)´nın kendi eliyle yaratmış olduğusun, Allah (celle
celâlühû) kendi ruhundan sana üfledi ve sana secde etmeleri
içinde meleklere emir buyurdu. Rabb´imiz katında bize şefaatçi ol” derler.
Âdem (aleyhisselâm) “Ben
sizin istediğiniz konumda değilim” der ve işlemiş olduğu hatayı hatırladır.
Onlara: “Siz Nuh´a gidin” der.
Nuh (aleyhisselâm)´da:
“Ben sizin istediğiniz mevkide değilim” der ve işlediği hatayı hatırlatır
ve: “Siz Allah (celle celâlühû)´ın
kendisini Halil (yakın dost) edindiği İbrahim (aleyhisselâm)´a
gidin” der.
Ona giderler, o da: “Ben
sizin istediğiniz konumda değilim” der, işlediği hatayı hatırlatır ve: “Siz
İsa (aleyhisselâm)´a gidin” der.
Ona giderler.
O da: “Ben sizin istediğiniz
mevkide değilim” der ve devamla: “Siz Yüce Allah (celle
celâlühû)´ın önceki ve sonraki tüm günahlarını bağışlamış
olduğu Fahri Âlem Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem)´e
gidin” der.
Bana gelirler. Ben de, Rabb´ime
nida edip yalvarmak için izin isterim. O´nu gördüğümde secde yaparım. Allah (celle
celâlühû) beni dilediği kadar belli bir vakte kadar o hâl üzere bırakır. Sonra:
“Başını kaldır, istediğin
verilecektir,
Söyle söylediğin
dinlenecektir,
Şefaatte bulun şefaatin
makbul olacaktır.” denilir.
Bende bunun üzerine başımı
kaldırırım, Rabb´imin bana öğrettiği gibi hamd ederim sonra da şefaatte
bulunurum. Rabb´im Bana kimler için şefaatçi olacağımı bildirir.
Sonra haklarında şefaatte
bulunduklarımı cehennemden çıkarırım Allah (celle celâlühû)´ın
izniyle ve Cennete koyarım.
Sonra yine Rabb´imin
huzuruna varırım ve yine aynı şekilde secdede bulunurum. Üçüncü, dördüncü kez böyle
tekrar tekrar bu devam eder. Öyle ki Kur´an´ın tuttukları[42]
haricinde cehennemde hiç kimse kalmaz.” (Buhari)
Tâki cehennemde hiçbir iman ehli kalmayacaktır.
Allah (celle celâlühû) ahirette
kullarına öyle ihsanda bulunacak ki, asi olan kulların halinden itaatkâr kullar
meşgul olmayacaklar ve onları unutacaklardır.
Kalan
kâfir kullar ise; Âdem (aleyhisselâm)´ın cennetten çıkıp dünya
hayatına nasıl uyum sağladıysa, onlarda oraya uyum sağlayacaklardır.
Çok
merhametli Allah (celle celâlühû)
kullar hakkında Rabb´lığın ve yaratıcılığın şanını gösterecektir. Bu şefaate
sebep Efendimiz Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve
sellem) olacaktır.
Nihayet
ahirette 15 bin sene[43]
sonra müminler melek meşrebine, kâfirler şeytan suretine tebdil olur. Neticede
başka meşrepte kalmaz olur.
O´nunla hikmetin[44], rahmetin, mülk ve
melekler Âleminin hazineleri açığa çıktı.
Celâlin tecelli ettiği, Cemalin de
baktığı güzellikler yakutudur.
Yakut; çeşitli renkleri olan kıymetli
süs taşı. İçindeki çeşitli renkler olması birçok özellikleri taşımanın
işaretidir. Peygamberimiz Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve
sellem)
bütün insanlığa gelmesindeki hikmette budur. Kasid-i Bürde´de bu övgü
dile getirilmiştir.
Ayrıca Levh-i mahfuz nurlu bir
incidir. Dışı kırmızı yakuttur. Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve
sellem)´in
bilgisi haricinde bir kıymeti yoktur. Allah (celle celâlühû)
O´nun adını yazmakla Levh-i mahfuz şerefli bir mahlûk oldu.
İlâhi lütufların tecelli edebileceği
asildir.
O´nun
mertebesinin kemalini ve yüceliğini hakkıyla kimse idrak edemez.
Allah
(celle
celâlühû) Hadîs-i kutside “Sen olmasaydın mahlûkatı yaratmazdım.”
Kur´an-ı
Kerim´de buyruldu ki:
“Kıyamet günü Rabb´in sana şefaat
makamını verecek de hoşnut olacaksın.” (Duhâ, 5)
Bu ayet-i
kerimenin tefsirinde demişlerdir ki;
Allah
(celle
celâlühû) buyurdu ki; “Cümle mahlûkat Benim rızamı
isterler ve biz Senin rızanı isteriz.”
Hakikat
şudur ki, O´nun Allah (celle celâlühû) ile
arasında olan hususiyetin yüceliği olmasa idi, manevî âlemi kulların idrak
etmeleri mümkün olmayacaktı. Çünkü sırlar razı olanlara açılır.
Kutlu nefesler O´nun ruhundan bizlere
akar.
Canlılara
hayat veren nefeslerdir. Nefesleri oluşturan şey, cesede hayat veren ruhtur.
Ruhların özü ise, yaratılış hakikat olan Peygamber (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimizdir.
İmdat için gelecek yardım ancak O´ndan
gelir.
Allah
(celle
celâlühû) kulları hakkında emrettiği şeyin yapılmasında mecburiyet
koymamıştır. Fakat irade ettiği şeyde ise mecburiyet vardır. İsyan edenlerdeki
isyan Allah (celle celâlühû)´ın iradesi ile olmayıp,
kulun kendi cüz-î iradesi ile tecelli eder. Şeytan isyan ederken nefsinin
verdiği hükmü Allah (celle celâlühû)´ın
emrine karşı koydu. Emri, imtihan ile karıştırdı. Böylece yanlış yola düştü.
Yaptığını doğru yapıyorum diyerek yaptı. Aynı şeyi günahkâr olanlarda hisseder.
Yaptıkları günahı doğruyu yapıyorum diyerek yaparlar.
İnsanda
inanmadığı şeyi yapmak diye bir şey olmaz. Çünkü akıl sahibidir. Akıl ise
inandığı çizgiye doğru adım atar. Dini inkâr etmek bile bir dindir. Fakat Allah
(celle
celâlühû) bizleri akıl saplantısından korusun. Çünkü mühürlenmiş
kalpler bunun göstergesidir.
Hayat boyunca
imtihanlar küçükten büyüğe doğru gider. Ölene kadar devam eder. Yani sonsuzdur.
İmtihanlardan kurtulan kimsede yoktur.
İmtihan meselesinde peygamberler dahi
ayırt edilmemiştir. Hz. Süleyman (aleyhisselâm) “Bu Rabb´imin fazlındandır. Beni
imtihan etmek içindir. Şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü yapacağım?” (Neml
40)
Fakat onlar ve bizlerden farklı olarak
imtihanın geliş yönünü çok iyi bilirler. Çünkü onlar bizler için var olduğundan
Allah (celle
celâlühû) tarafından yardım
bulurlar.
“Biz
sizi sınamak için hayırla da, şerle de müptela ederiz. Ancak bize döndürüleceksiniz” (Enbiya 35)
imtihanlar ayetinin sırrından ayrı kalmaz.
Eğer Allah (celle celâlühû) bir kulu hakkında neyi
murat ederse, onun olacağını da unutmamak gerekir. Öyleki sıkıntılar hesap
gününe kadar devam eder gider.
Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem) buyurdu ki;
“Ahirette kimin
hesabı münakaşa edilirse, azaba maruz kalacak demektir!”
Hz. Aişe (radiyallahü anha) “Nasıl olur?
Allah (celle celâlühû);”O vakit kimin
kitabı sağ eline verilirse; kolay bir hesapla muhasebe edilecek ve ehline sevinçli
olarak dönecektir” (İnşikak 7–9) buyurmadı mı?
Bu hesap münakaşası
değil mi?” dedim. “Hayır!”, “bu münakaşa
değil arz etmektir” buyurdu.
“Kıyamet günü
hesaba çekilen herkes mutlaka helak olmuş demektir!” (Buhari)
Kıyamet
günü şefaat sahibi olan Efendimiz Muhammed Mustafa (sallallâhü
aleyhi ve sellem) ile bu sıkıntıyı bertaraf edeceğimiz
muhakkaktır.
Cömertlik ancak O´nunla ad bulur.
Hz.
Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem)
Efendimiz buyurdu ki;
“Her
müslüman müslümanın din kardeşidir. Müslüman müslümana zulüm etmez. Müslüman,
müslümanı başına gelen musibette terk etmez.
Hangi
müslüman ki, kardeşinin hacetini giderirse, Allah
(celle celâlühû)´ta onun hacetini giderir.
Müslüman
bir kul, din kardeşinin yardımında bulundukça Allah (celle
celâlühû)´ta ona yardımda bulunur.
Hangi
müslüman ki, bir müslümandan dünya darlığını giderirse, Allah (celle
celâlühû)´ta kıyamet gününde onun darlığını giderip
sevindirir.
Kim
müslüman kardeşinin dünyada ayıbını örterse, Allah (celle
celâlühû)´ta kıyamet gününde onun ayıbını örter”
Ya
Muhammed (sallallâhü
aleyhi ve sellem)! Kapının kölesi olan bizleri kardeşlik ve
ümmetlik hakkı için bırakma.
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım biz O´nun ümmetiyiz, bizi O çok sever. Bu sevgi hakkı
içinde bizleri Sen affet.
O fertler içinde seçilmiş büyük ve sıfatına
ulaşılmayacak biridir. Öyle ki, Fahri Âlem (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizin kabrine dahi uğrayan âşıklarına
Nübüvvet nuru kabrinden parlar, kalbine feyiz verir ve konuşur.
Peygamberler
bizim bilmediğimiz yaratılışla diridirler. Salât ve selamlardaki hikmet bunun
açık ifadesidir. Salât ölmüşlere, selam dirilere yapılan duadır. Bu manadan
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)
bilmediğimiz bir şekilde diridir. Buna inanmak üzerimize bir borçtur. Bu konuya
işaret eden birçok mucizeler zuhur etmiştir.
Ey Allah (celle celâlühû)´ım, yaratılışı benzersiz olan ve sırları
toplayan Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem) ile
bizi yakınlığına ulaştır. Yakınlığın sırları Sen´den O´nun nefsine, oradan
cesedine, oradan kalbine ve bizlerin üzerine indir.
Ahir
zamanda haller o kadar bozulur ki, artık güzel insanı bulmak zorlaştığı gibi,
iyi âlimleri bulmak ve bilmek bile zorlaşacaktır.[45]
Eğer
insan manevî kanaldan beslenmezse hatadan kendini kurtaramaz. Manevî yardımı
O´nun yardımı ile üzerimizde hissederiz. Bu hissetme neticesi ile bir yakınlığa
ve Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´in
“Kişi
dostunun dini üzeredir” müjdesine kavuşuruz. Kur´an-ı Kerim´de “Ey inananlar! Allah'tan sakının ve
doğrularla beraber olun.” (Tevbe 119)
Bu âleme
teşrif buyurması rahmet olan Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´e, başlangıçları
ve sonları olmayan; okundukça artan, tükenmeyen; mahlûkatından geçenler ve
kalanlar, ister mümin, ister kâfir olsun; Sana belli olan şeyler sayıcınca, gözümüz açıp kapayınca,
nefes alış ve verişteki her anımızda sayıların sonsuzluğu, sınırları
ve boyutları kaplayan salât ile salât ve selam ederiz.
Ey Allah (celle celâlühû)´ım, sırların kendisinden fışkırdığı,
nurların kendisinden infilak ettiği; hakikatlerin kendisine yükselip, gerçeğini
bulduğu; ilimlerinin kendisine inip de onun karşısında mahlûkatın aciz kaldığı;
O´nun karşısında anlayışların zayıf kalıp bizden önce ne geçmiş, ne de gelecek
hiçbir kimsenin kendisini idrak edemediği;
Bir şeyin
kıymeti ancak kıymetli bir şeye kıyaslanınca ortaya çıkar. Sineğin uzun
mesafesi kartal yanına çıkınca belli olur. Karınca ile olan kıyası ise sineğe
sonsuz gelmiştir.
Ahirette
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´in
sırrı, Allah (celle celâlühû)´ın cemalini kullar müşahede
edince açığa çıkacaktır. O zaman iman ehli olup ta şirk ehli olurum diyerek
O´na mesafeli duranlar, O´nun sünnetini inkâr edenler, Kur´an-ı Kerim´den başka
bir şey tanımayız diyenlerin halindeki acıklı durumunu görmek lazımdır. Peygamberimiz
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem ve ala âlihi)´yi
sevmeyi şirke bağlayanlar, aslında şeytanın Allah (celle
celâlühû)´ı bilip, Âdem (aleyhisselâm)´a
secde emri verildiğindeki itirazı yapmak gibi olabilir. Secde Âdem (aleyhisselâm)´a
mı, yoksa Allah (celle celâlühû)´a
itaat için mi yapıldı? İyi düşünmek gerekir.
Vesveseler
şeytanın oklarıdır. Okların batmadığı kul yoktur. Kurtuluş yolunu bulmak
gerekir. Kurtuluş yolunu öndersiz arayanlar sonunda kendi kendilerinin
önderleri olurlar. Bunun sonucu helak olmaktır.
Melekler âleminin bahçeleri O´nun cemalinin
çiçekleri ile güzelleştiği; Ceberut âleminin havuzları O´nun nurlarının feyzi
ile dolup taştığı; her şeyin O´na bağlı olduğu;
Huzurunda durabilen,
Gece
ve gündüz; uyanık ve uykuda; yalnız ve kalabalıkta; yolculukta ve evde; harpte
ve normal hayatta; gülerken ve ağlarken; mübarek kalbi hep Allah (celle
celâlühû) ile beraberdi. İradesini Allah (celle
celâlühû)´ta fani kılmıştı.
Allah
(celle
celâlühû)´ta kendini kaybetmişti. Öyle olurdu ki; kendini istiğrak
halinden kurtarabilmek, dünyadaki vazifelerini yapabilmek ve mübarek kalbini dünya
âlemine döndürmek için, hanımı Hazret-i Aişe (radiyallahü anha)´nın
yanına gelip,
“Ey
Aişe! Biraz benimle konuşta, kendime geleyim” buyurur,
ondan sonra insanlara nasihat ve irşat etmeğe giderdi.
Bu
nedenle sabah namazının sünnetini evinde kılar, Aişe (radiyallahü
anha)
ile bir miktar konuştuktan sonra cemaate farzı kıldırmak için mescide giderdi.
Hz.
Aişe (radiyallahü
anha)
ile konuşmadan dışarı çıktığında ilahî tecellîlerden ve nurlardan dolayı, yüzüne
kimse bakamazdı. Çünkü Allah (celle celâlühû)´ın
huzurunda ancak O durmaya dayanıklı olandı.
Allah (celle
celâlühû)´ım,
Birliğini, sayıların bir sayısına
ihtiyaç duymadan gören ve bilen; O´nu mahlûkattan ayıran Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´in soyuna bizi ilhak eyle. O´nun sahip
olduğu şerefi bize layık kıl.
Tevhidin
ve vahdetin sırları Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´de
kemal noktasında bilinmiştir. Tevhidin mertebelerinden vahdete ulaşmak ancak
O´nun eteğine yapışmak ile olur.
Ey Allah (celle celâlühû)´ım, huzuruna giden yolda, yardımınla
kuşatılmış olarak, Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizin yolu ile bize yardım et ve bize öyle
tanıt ki, cehalet kanallarından kurtulup
selâmet bulalım. Fazilet pınarından kana kana içelim.
Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem)´i bize öyle tanıt ki, hakikatini görünce
daha önce keşke tanıyabilseydik demeyelim. Çünkü kıyamette pişmanlığın hiç
faydası olmayacaktır.
Ali
Havvas (k.s) Hazretlerine sordular.
Kur´an-ı
Kerim´de “Rabbin dosdoğru bir yol üzeredir” (Hud,
56) buyruluyor. Allah (celle
celâlühû)´ın izlediği yol nedir?
Cevap
verdi ki;
“Hz.
Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem)´in
yoludur. İnsan bu yola girince kendisine Allah (celle
celâlühû)´ı rehber edinmiş olur”
Ayrıca
Allah (celle
celâlühû) Kur´an-ı Kerim´de “Dosdoğru bir yol
üzerindesin” (Yasin 4) buyurarak, Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in yolunu tercih ettiğini de beyan buyurdu.
Ey Allah (celle celâlühû)´ım, en büyük sırlar sahibi olan Hz.
Muhammed Mustafa (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimizi ruhumun, hayatı kıl. Ruhunu, hakikatimin
sırrı eyle. Hakikatini Hakk´ın gerçekleşmesi ile âlemleri kuşatan kıl.
Şu
duayı okuyanlar bir zaman sonra bu sırra erişirler.
“Ey
Allah (celle celâlühû)´ım! Beni Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in makamlarının komşuluğunda birleştir. Bu ahiretten
önce dünyada, sonrada orada olsun”
Peygamberimiz
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem ve ala âlihi)´in
makamına ulaşılmaz. Ancak O´nun komşuluğuna kavuşmak mümkündür. Ne mutlu O´nun
komşularına.
Ey Allah (celle celâlühû)´ım, Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz ile beni batılın tepesine öyle indir
ki, beynini dağıtayım. Tevhidin hallerinden süratle geçir, birliğin deryalarına
al ve kaynağına gark et ki; nereye baktıksa Sen´i, O´nunla bulalım.
Hazret-i
Aişe (radiyallahü
anha),
“Efendimiz
(sallallâhü aleyhi ve sellem ve ala âlihî)´in ahlakı Kur´ân-ı Kerim´dir”
buyurarak yaşayan kitabı göstermiştir. O´nu bulmayan için Allah (celle
celâlühû)´ı bulmanın olmayacağını bildirmiştir.
Uzaklığımız, O´nunla üzerimizden
soyulsun. O´nunla biz hidayetten haberdar olalım.
Peygamber
(sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimiz bizi yaratan Allah (celle
celâlühû)´ı tanıtarak kurtuluşumuzun yollarından haberdar etti. Eğer
böyle olmasa idi, karanlıklar içinde boğulup kalırdık.
O´nun
haberleri ile Aziz ve celil alan Rabb´imizin müjdelerinden birkaçını burada
zikretmek yerinde olur.
Allah
(celle
celâlühû) şöyle buyurmuştur:
“Ey
kullarım! Ben nefsime zulmü haram ettim, onu sizin aranızda da haram kıldım: Öyleyse
birbirinize zulmetmeyin.
Ey
kullarım! Hidayet verdiklerim dışında hepiniz doğru yoldan sapmışlarsınız. Öyleyse
benden hidayet isteyin de sizi hidayet edeyim!
Ey
kullarım! Benim yedirdiklerim hariç, hepiniz açlarsınız. Öyleyse benden yiyecek
isteyin de size yiyecek vereyim!
Ey
kullarım! Benim giydirdiklerim hariç hepiniz çıplaklarsınız! Öyleyse benden
giyinme talep edin de sizleri giydireyim!
Ey
kullarım! Sizler gece ve gündüz hata işliyorsunuz. Ben ise bütün günahları
affederim. Öyleyse benden mağfiret talep edin de sizleri bağışlayayım.
Ey
kullarım! Bana zarar verme mevkiine ulaşamazsınız ki bana zarar veresiniz! Bana
fayda sağlama mertebesine de ulaşamazsınız ki bana menfaat sağlayasınız.
Ey
kullarım! Şayet sizlerin öncekileri sonrakileri; insan olanları, cinnî olanları
hepsi de sizden en muttaki bir insanın kalbi üzere olsaydınız, bu benim mülkümde
hiç bir şeyi zerre miktar artırmazdı.
Ey
kullarım! Eğer sizin öncekileriniz ve sonrakileriniz, insan olanlarınız, cinnî
olanlarınız sizden en fâcir (kötü) bir kimsenin kalbi üzere olsaydınız, bu
benim mülkümden zerre kadar bir eksiklik hâsıl etmezdi.
Ey
kullarım! Eğer sizlerin öncekileri ve sonrakileri, insan olanları, cinnî
olanları bir düzlükte toplanıp bana talepte bulunsaydınız, ben de her insana
istediğini verseydim, bu, benim yanımda olandan, iğnenin denize batırıldığı
zaman hâsıl ettiği eksilme kadar bir noksanlık ancak meydana getirirdi.
Ey
kullarım! Bunlar sizin amelleriniz, onları sizin için sayıyorum. Sonra bunların
karşılığını size ödeyeceğim. Öyleyse sizden kim bir hayırla karşılaşırsa Bana şükür
etsin. Kim de hayır değil de başka bir şey bulursa, kendinden başka bir şeyi kınamasın,
başına geleni kendinden bilsin.” (Müslim)
“Ey Âdemoğlu!
Sen bana dua edip, affımı ümit ettikçe ben senden her ne sâdır olsa, aldırmam,
ben seni affederim.
Ey Âdemoğlu!
Senin günahın semanın bulutları kadar bile olsa, sonra bana dönüp istiğfar
etsen, çok oluşuna bakmam, seni affederim.
Ey Âdemoğlu!
Bana arz dolusu hata ile gelsen, sonunda hiç bir şirk koşmaksızın bana kavuşursan,
seni arz dolusu mağfiretimle karşılarım.” (Tirmizî)
“İzzetim
ve celalim hakkı için, mağfiret etmek istediğim hiç kimseyi, bedenine bir
hastalık, rızkına bir darlık vererek boynundaki günahlarından temizlemeden dünyadan
çıkarmayacağım.”
“Sen infak et, ben de sana infak edeyim.” (Buhari)
“Ey Âdemoğlu! Beni zikrettikçe şükürdesin. Unuttukça küfürdesin.” (Râmuz)
“Allah (celle celâlühû) için kızıp, Allah (celle celâlühû) için razı olmadıkça, kul imanın
hakikatine kavuşamaz.”
“Her kim ki benim kazama
rıza göstermez ve belâma sabır etmezse, Benden başka Rabb arasın.” (Râmuz)
“Hiçbir kul yoktur ki, onun razı olduğu veya olmadığı bir hüküm
vereyim de onun için hayırlı olmasın.” (Râmuz) “Günah
yapıp ta onu affımın yanında büyük görene, gazaplandığım gibi hiç kimseye
gazaplanmam. Eğer cezayı acele verici
olaydım veya acele etmek şanımdan olaydı, rahmetimden ümit kesenlere cezayı
acele verirdim.
Eğer kullarıma merhamet etmeseydim bile, benim huzurumda durmak
kendilerini korkutanlara bundan dolayı rahmet ederdim. Sevaplarını verirdim,
korktuklarından emin ederdim.” (Râmuz)
Bu Hadîsi şeriflerin ışığında Allah (celle
celâlühû)´ın rahmeti ve ihsanı karşısında bize düşen
insanlığının şükrünü eda etmektir.
Öyle ki Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´in buyurduğu gibi,
“Allah (celle celâlühû)´ı öyle zikredin ki size deli desinler”
“Her taş ve ağacın altında zikret sana mürai desinler” (Râmuz) durumuna düşmek lazımdır.
Ey Allah (celle celâlühû)´ım, zati sıfatının nurları Sen´den O´na,
O´ndan bize dağılsın. O´nunla görelim, O´nunla işitelim, O´nunla bulalım, O´nunla
hissedelim.
İlâhlığın hakkı için, böyle olduğunu,
bize göster. O´nu tanımayana da marifet
kapısını kapat.
Hadîs-i
kutside, Allah (celle celâlühû),
“Kulum
farzları yapmakla bana yaklaştığı gibi, başka şeyle yaklaşamaz.
Kulum
nafile ibadetleri yapınca, onu çok severim.
Öyle
olur ki, benimle işitir. Benimle görür. Benimle her şeyi tutar. Benimle yürür.
Benden
her ne isterse veririm. Bana sığınınca, onu korurum” buyurdu
denilmektedir. Bu sırrın gösterdiği işaretle Efendimiz Muhammed Mustafa (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´i o kadar sevmeliyiz ve salât ve selâm
getirererek ayrılık getiren her şeyden kendimizi kurtarmalıyız. Sevgimizde aşırıya
giderek özümüzü O´nun özüne karıştırmalıyız. Özlerin öze karışması olmasa idi,
yaşamakta bir zevk kalmazdı. Nesillerin çoğalması bile bu kanundan etkilenmiştir.
O´nun gibi yaratılmışlar içinde sırları
konuşan olmadığı gibi, benzeyeni de olmadı ve olmayacaktır.
Efendimiz Muhammed Mustafa (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in
duydukları ve dinledikleri Allah (celle
celâlühû) katından
olunca, hakikat O´nunla açığa çıkmıştır.
“Allah (celle celâlühû) kullarına kelamı ile tecelli eder,
fakat onlar bunu idrak edemezler”(Cafer-i
Sadık radiyallahü anh) sırrınca
fena ve beka mertebesinde olanların sözleri hakikat olur. Bu halin doruğunda
olan ise, Peygamber (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimizdir.
Çünkü “O, hevasından konuşmaz” (Necm,3)
la sıfatlanmıştır.
O´nun yolunda olanlardan ve halifelerinden razı ol.
Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz “İnsanlar krallarının dini üzeredirler”
buyurmuştur.
O´nun ümmeti için “Hayırlı ümmet”
denildi. Nesiller içinden seçilerek geldi. Bunun böyle olmasında ki
mukadderat ise, O´nun bizlere büyük lütfü ihsanından dolayı olmuştur. Yoksa layık
olduğumuzdan değildir. Uçurum kenarında olan insanların ayakları nasıl kayarda
düşerler ya, onun gibi bir şey. Bu düşmede olan hikmet ise, O´nun güzelliği ile
meşgul olan ümmetin kendini kaybetmeleridir ki, bunda Allah (celle celâlühû)´ın bizlere karşı duyduğu rahmetin
Efendimiz Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem) ile tecellisidir.
Buluşmadaki hikmetin tercihi ise,
yaratılışın Hakikat-ı Muhammediye´den aldığı nispettir. Bunu da üzerimize ihsan
eden Fahri Âlem Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem ) Efendimizdir. Çünkü ruhlar âleminde bizleri kendisine ümmet
olarak seçmiştir.
Fakat O´na kavuşmak en zor işlerdendir.
O, aramakla bulunmaz. O, kendine layık
olanları bulur. O; layık olanlara rızkın, yağmura rağbeti gibidir. Cinsine karşı
iştiyak duyan mıknatıs gibi, O ümmetine düşkündür. O´nun yolundan gidenlerde
ise, muhakkak O´nun özelliklerinin serpintileri vardır. Allah (celle celâlühû), O´ndan razı olduğu gibi, yolundan
gidenlerde razı olur.
Sen´in birliğinin toplayıcı kudreti
ile Âdemi (yokluk) mihrabında, meleklerin ruhları O´na
bakarak secde ettiler.
Allah (celle celâlühû) meleklere Âdem (aleyhisselâm)
için secdeyi emretti. Rahman´ın emrine itaat etmek farz olduğundan, hikmetini
aramadan melekler secdeye kapandılar.
Allah (celle celâlühû)´tan
başkasına secde caiz değildir. Meleklerin Âdem (aleyhisselâm)´a
karşı secdeyle emredilmesi, alnında Fahri Âlem Muhammed Mustafa (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimizin nuru bulunduğu içindi.
Âdem (aleyhisselâm)
yaratılınca Cebrail (aleyhisselâm) Resûlüllâh (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in toprağını getirdi. Parlak bir inci gibiydi.
Hiçbir şeyle ölçülmeyecek kadar nurluydu. O´nu toprağına kattı.
İnsan yaratılış gereği meleklerden aşağı olduğu
bilinse de bu emirdeki hikmet, kabuğun içinde saklanmış özün varlığından dolayıdır.
Bu öz Hakikat-ı Muhammediye´ dir.
Âdem (aleyhisselâm)´ın isimleri
meleklerden daha iyi bilmesi mayasında bulunan Nur-î Muhammedî (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´dir. Yoksa o bilgileri bilemez ve isimleri
meleklere sayamazdı.
Eğer bu hal olmasa idi, melekler bu
emre karşı, yatkınlık hissedemeyip “Yeryüzünde fesat çıkaracak, kan dökecek
insanı mı, halife kılıyorsun” (Bakara, 30) sözünde
ısrar edeceklerdi. Allah (celle
celâlühû), yaratılışlarında
cemal sıfatını asıl kıldığı meleklere; “Sizin bilmediğinizi, Ben bilirim”
hikmetini hatırlatarak, insanda sakladığı sırların kaynağı Hakikat-ı
Muhammediye´den haberdar etti. Bu sırdan şeytan habersiz kalınca celal sıfatının
tecellisinden dolayı isyanda sabit kalıp huzurdan kovuldu. Kıyamete kadar da Hakikat-ı
Muhammediye´den habersiz kalacaktır.
Bizlere bildirilen Hakikat-ı
Muhammediye´den nasıl o habersizdir, denilirse; bir şeyi duymak veya kabul
etmek gerçekte kavuşmak değildir.
“İnandık, dediler. Siz iman
etmediniz, ama İslam olduk, deyin. Henüz
iman kalplerinize yerleşmedi” (Hucurat, 14) hakikatince Allah (celle celâlühû)´a şükrümüzü artırmak ve bizlere sahip olması için Efendimiz
Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem)´in yardımını talep etmemiz üzerimize
farzdır.
“Ey Muhammed (alehisselâtü
vesselam)! De ki! Allah (celle celâlühû)´ı seviyorsanız, Bana uyun, Allah (celle celâlühû)´ta sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.
Allah (celle
celâlühû)
af ve merhamet eder.” (Al-i İmran 31)
“Âdem suretimde yaratıldı” diye
Efendimiz Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem) den bahsettin. Yoksa bizim gibiler için
değil. Melekler, bu hakikatin sırrına şahittir.
Nefis
terbiyesinden geçmeyen insan, hakikatte hayvanî mertebelerden kurtulmuş değildir.
İnsanın aşağılardan yukarılara doğru olan bir seyri vardır.
“Biz
insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra
aşağıların aşağısına attık” (Tin,3–4) Bu alçaltılmadaki
hezimetten Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)
Efendimiz korunmuştur.
Diğer
peygamberlerde (aleyhimüsselâm) O´nun yolunun hizmetçileri
olduğundan dünyevî aşağılanmanın ağırlıklarından korunmuşlardır. Çünkü Hakikat-ı Muhammediye´nin nurunu taşımışlardır.
Eğer bu nur onlarda bulunmasa idi, hiçbiri bu peygamberlik vazifesinin ağırlığını
taşıyamazlardı.
“Biz Sen´i âlemlere rahmet olarak gönderdik”
(Enbiya, 107)
Ayetindeki âlemler, peygamberlerin
vazifeli olarak geldiği yerlerdir. Çünkü yaratılan mahlûkattaki yaratılış
hikmeti insana hizmet içindir. İnsan, Allah (celle celâlühû) için yaratılmış; diğer yaratılan mahlûkatta insan içindir. İnsan için
olmayan şeyin yaratılışı diye bir şey yoktur.
Kur´an-ı Kerim´de buyruldu
ki;
“Görmediniz mi? Allah (celle
celâlühû), sizin için göklerdekini ve yerdekini müsahhar
kılmış” (Lokman, 20)
Yaratılışın
mayası ise; “Sen olmasaydın Âlemleri yaratmazdım” hakikatinin sahibi
Efendimiz Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem)´dir.
Fakat
O, her zaman Allah (celle celâlühû)´a
karşı itaatkâr ve kulluğun en büyük önderiydi.
“İnsanlardan
hiçbir kimseye, Allah (celle celâlühû)
kendisine kitap, hüküm ve peygamberlik verdikten sonra, kalkıp insanlara: “Allah'ı
bırakıp bana kul olun.” demesi yakışmaz. Fakat onun: “Öğrettiğiniz ve okuduğunuz
kitap gereğince Rabbe halis kullar olun” demesi uygundur.” (Al-i İmran 79)
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) bütün işlerde açık hüküm sahibi,
Kur´an-ı
Kerim´de Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´e “Biz
sana Kitap (Kur'ân)´ı hak olarak
indirdik ki, insanlar arasında Allah (celle celâlühû)'ın
sana gösterdiği şekilde hüküm veresin. Sakın hainlerin savunucusu olma! (Nisa,105) buyruldu.
Allah (celle celâlühû)´ın bazı kulları hâkim sınıfa
girer. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz bu sınıfa girenlerin başıdır. Onlara sorulan hikmetlerin
cevabı, kadere uygun gelir.
Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem), bir mesele çıkınca, önce kendi çözmeye
çalışırdı. Çözümde af ve iyilik yolunu tercih ederdi. Sukut ettiği zamanda
Allah (celle celâlühû)´ın rahmetini beklerdi. Aslında
bu bekleme çoğu zaman ağır sorumlulukların habercisi idi. O´nun sukut ettiği şeyde
muhakkak celal sıfatı zahir olmuştur.
Bu sırra
istinaden Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) buyurdular ki;
“Suç işleyenlere
şefaatinizi, suçlu hâkimin önüne çıkmazdan önce yapın. Dava hâkime vardıktan
sonra şefaatte bulunsanız, o da affetse Allah (celle celâlühû) hâkimi affetmez”
Onun için Allah (celle celâlühû)´a yakın olmak, ateşe yakın
olmak gibidir. Ateş insana sıcaklık ve rahatlık verir. Fakat yakınlıkta
yanmakta vardır. Onun için meselelerde Efendimiz Muhammed Mustafa (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´e uymakta hayır vardır. Ahir
zamanda “biz Kur´an-ı Kerim´de bulmadığımızı tercih etmeyiz” diyerek
Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizi dışlamak hüsran sebebidir.
“İşte
onlar, kendilerine kitap, hüküm (hikmet ve hükümranlık) ve peygamberlik verdiğimiz
kimselerdir. Bunlar, ona inanmayacak olurlarsa, yerlerine, onu tanımamazlık
etmeyecek bir toplum getiririz.” (Enam 89)
Bazıları O´nun
her şey hakkında açıklık göstermesini beklerler. Fakat O, onların isteklerini,
kendi isteklerine uygun tecelli ettirmiş olsa idi, helake sebep olmaktan başka
bir şey tecelli etmezdi.
Hakikat-ı Muhammediye´nin tecellisi olmasaydı,
yeryüzünde fesat yayılırdı. Eğer insanların bütün istekleri de hemen tecelli
etse idi, yeryüzü helak olurdu.
Ruhu ile batını, ferdiyeti ile cismâniyeti,
verdiği hükümlerde Allah (celle celâlühû)´ın muradını arayan gözetleme yeridir.
Kur´an-ı Kerim´de buyurulmuştur ki;
“Ey iman edenler! Sabredin, düşmanlarınızla sabır yarışı edin,
sınırlarda gözetleyin. Allah (celle celâlühû)´tan korkun böylece kurtuluşa erebilirsiniz” (Âli İmrân 200)
Ayette geçen gözetleyin bazılarınca sınırda bekleşmek olarak
anlaşılmıştır. Ancak, Resûlüllâh (sallallâhü
aleyhi ve sellem) bazı hadislerinde bizzat yaptığı
açıklamalarında “ibadette dikkat”, “ibadette çokluk” manasında tarif
etmiştir.
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:
“Size Allah (celle celâlühû)'ın kendisiyle günahları yok ettiği ve dereceleri yükselttiği şeyi
haber vereyim mi?
Bu, hoşa gitmeyen durumlara rağmen abdesti tam almak, mescitlere
çok adım atmak, namazdan sonra ikinci namazı intizar edip beklemektir.
İşte gözetleme budur, işte gözetleme budur.”
Allah (celle celâlühû)´ın huzurunda devamlı duranda, yalnızca O´dur.
Ey Allah (celle celâlühû)´ım, Görülen âlemde derecelerin
sahibi kıldın. Yardımını üzerimize gönder. Kutlu nefesi üzerimizde olsun,
ruhumuz hayat bulup, olaylar üzerine kuvvetimiz ve silahımız olsun.
Ruh
manevi gıdalarla beslenmezse uzun yolculuğunda perişan olacaktır. Bu
anlatılanlar manevi yolculuğun sermayesinden başka bir şey değildir.
O´ndan bizi ayıracak bir şey
istemiyoruz. O olmasa idi Sen bizi, yok ederdin. O bizi Sen´den koruyan
perdedir.
Ey Allah (celle celâlühû)´ım, Zamanı, O´nun emrine verdin. Çünkü
O´nunla emniyet vardır.
Zaman ile kader kardeştirler.
Birbirini takip ederek yaratılışlara sebep olur. Kaderin emniyeti ise Peygamber
(sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz iledir. Emniyetteki sır
takdir edilene vakıf olmakla olur. Çünkü bu bir Rabbanî sırdır ve O´na aittir.
“Resûlüllâh (sallallâhü aleyhi ve sellem), elinde iki kitap olduğu halde yanımıza
geldi ve:
“Bu iki kitap nedir biliyor
musunuz?” buyurdular.
Cevaben: “Hayır, ey Allah´ın Resulü! Bilmiyoruz. Ancak bildirmenizi
istiyoruz!” dedik.
Bunun üzerine sağ elindekini göstererek:
“Bu Rabbülâlemin´den gelmiş bir kitaptır. İçerisinde cennet ehlinin isimleri
mevcuttur. Hatta onların babalarının ve kabilelerinin isimler de mevcuttur ve
sonunda da toplamını yapmıştır. Bunlara asla ne ilave yapılır, ne de onlardan
eksiltmeye yer verilir. Hiç değişmeden ebedi olarak sabit kalır” buyurdu.
Sonra sol elindekini göstererek: “Bu
da Rabbülâlemin´den bir kitaptır. Bunun içinde de ateş ehlinin isimleri, onların
atalarının isimleri ve kabilelerinin isimleri vardır. En sonda da toplamlarını
yapmıştır. Bunlara asla ne ziyade yapılır, ne de eksiltmeye yer verilir!” buyurdu.
Ashabı sordu: “Öyleyse Ey Allah´ın
Resulü, niye amel ediliyor? Mademki her şey önceden olmuş bitmiş, yazılmış ve
artık yazma işi bitmiş ise bir daha yapma gayreti de niye?”
Resûlüllâh (sallallâhü aleyhi ve sellem) şu cevabı verdi:
“Siz amelinizle doğruyu ve
istikameti arayın! İtidali koruyun, Zira cennetlik olan kimsenin ameli, cennet
ehlinin ameliyle sonlanır; daha önce ne çeşit amel yapmış olursa olsun. Yine
cehennemlik olanın ameli de cehennem ehlinin ameliyle sonlanır, hangi çeşit
amel ile amel etmiş olursa olsun!”
Resûlüllâh (sallallâhü aleyhi ve sellem), sonra elindeki kitapları atıp,
elleriyle işaret ederek dedi ki: “Rabbiniz kullardan artık bu konuda sonuca
erdi, bir kısmı cennetlik, bir kısmı da cehennemliktir.” (Tirmizî)
Böylelikle nefsimizin ve hakikatin sırları
bize açılsın. Evvelin, ahirin, zahirin ve batının suretlerini ve şekillerin
belirmesini görelimde suretlerimiz Sen´in istediğin şekle dönüşsün. Varlığımız
aslında önemli bir şey olmadığı gibi, neticesinin de bir manası yoktur. Bütün
kuvvet ve kudretimiz ise O´dur. Her işimizde efendimiz, O olsun ki menfaat
bulalım.
Ey Allah (celle celâlühû)´ım, salât ve selâmın yaratılmışların en mükemmeli,
yerlerin ve göğün Efendisi, hazinelerin sırrına ulaşılması için gerekli şifre,
İnsanın
sırrı, Allah (celle celâlühû)´ın sırrının zahirî yönü,
Allah (celle
celâlühû)´ın sırrı, insanın batının sırrıdır.
Varlığın özü, âlemlerin devamına
sebep olan sırrın Efendimiz Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem)´in üzerine olsun.
Levlâke
(Sen
olmasaydın) hitabı Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)
ile
bütün insanlara şamildir.
İnsanların
hepsi evvelde (yaratılışta) bir saftadırlar. O safta
Peygamberimiz Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem ve ala âlihî)´dir.
“Muhakkak ki, Allah (celle celâlühû)
ve melekleri Peygamber üzerine salâtta bulunurlar. Ey iman etmiş kimseler O´nun
üzerine salâtta, teslimiyetle selamda bulunun.”(Ahzab
56)
Ey Allah (celle celâlühû)´ım, Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) ile imanı bizler için şirkten
temizlenme vesilesi kıldın.
Ey Allah (celle celâlühû)´ım, Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimize salât ve selâm etmemizi
bize emir buyurdun. Bizde emrine itaat ettik. Ne var ki, O´nun şanına layık bir
salât ve selâm etmeye gücümüz yoktur. Aciz olduğumuzdan tarafından yardımını
talep ederiz. Bizzat Sen, şanına layık salât ve selâm kıl. Bizler işlerini Zat-ı
Âli´ne ısmarlamakla huzur bulmuşuz. Salât ve selâm işimizi dahi Sana ısmarlıyoruz.
Allah (celle celâlühû)´ım, biz Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz ile Sana tevessül ediyoruz.
Peygamber
(sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimizin Cennette bulunduğu makamın ismi “Vesile”dir.
Burası Cennetin en yüksek derecesidir. Cennette bulunan herkese birer dalı yetişecek
olan “Sidret-ül-münteha” ağacının kökü oradadır.
Cennettekilere
her nimet, bu dallardan gelecektir.
Diri
iken olduğu gibi, vefatından sonra da, dünyanın her yerinde, her zaman O´na
tevessül edenlerin, yani O´nun hatırı ve hürmeti için isteyenlerin duasını
Allah (celle
celâlühû) kabul eder.
Bir
bedevi, Ravzâ-i Mutahhara´ya gelip,
“Ya Rabbi!
Köle azat etmeği emrettin.
Bu
senin peygamberindir. Ben de, kölelerinden biriyim. Peygamberinin hatırı için,
Beni Cehennem ateşinden azat et!”dedi.
“Ey
kulum! Niçin yalnız kendinin azat olmasını istedin?
Bütün kullarımın azat olmalarını niçin istemedin?
Haydi
git! Seni Cehennemden azat ettim” sesi işitildi.
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım, bizde Efendimiz Muhammed Mustafa (sallallâhü
aleyhi ve sellem) ile affolunmayı istiyoruz.
Âmin.
O´nu aydınlık bir vasıta, Yüce makam
sahibi ve yüksek bir aracı kıldın. Onun vasıtasıyla Sen´den şefaat etme ihsanını
bekliyoruz.
Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in vasıtası olmadan ve O´na uymadan hiçbir
feyz ve bereketlenme olmaz. İsterse büyük makamlara kavuşulmuş olunsun.
O büyük şefaat sahibidir ve en saygıdeğer
vesilenin ta kendisidir. O, “Kâbe kavseyni ev edna[46]” sırrına ulaşmıştır.
Bizi O´nun vasıtasıyla zat, sıfat ve fiillerinin; isim ve yapıtlarının hakikatine
eriştir. Ta ki, Senden başkasını görmeyelim, işitmeyelim, hissetmeyelim ve âlemde
Senden başkasını bulmayalım.
Bütün
ilimlerin hakikati Hakikat-ı Muhammediye´dir. O hepsini toplar. Çünkü
hakikatlerin hakikatidir. Muhammedî meşrep olmayanlar bundan habersizdir.
O´na vesile ve fazilet makamlarını
ver, şeref ve yüce dereceler ihsan kıl. Onu, vaat ettiğin Makam-ı Mahmud´a
eriştir. Onun sancağı altında bizi toplayıp, Makam-ı Mahmud´unda yükselen
izzet ve şerefine gark eyle.
Ahiret
günü kabirden ilk önce Peygamber (sallallâhü aleyhi ve
sellem)
Efendimiz kalkacaktır. Üzerinde Cennet elbisesi bulunacaktır. Diğer bütün
insanlar çıplak olacaktır. Burak üzerinde mahşer yerine gidecektir. Elinde “liva-ül-hamd”
denilen bayrak olacaktır. Peygamberler ve bütün insanlar bu bayrağın
altında duracaktır.
İnsanlar,
bin sene bekleyecekler, çok sıkılacaklar. Bildikleri büyük şefaati bulmak için önce
Âdem, sonra Nuh, sonra İbrahim ve Musa ve İsa (aleyhimüsselâm)
peygamberlere gidecekler.
Her
biri, birer özür bildirerek, Allah (celle celâlühû)´tan
utandıklarını, korktuklarını söyleyecekler, şefaat edemeyeceklerdir.
Sonra,
Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimize
gelip yalvaracaklardır. Secde edip, dua edecek ve şefaati kabul olacaktır.
İlk
olarak O´nun ümmetinin hesabı görülecek, yine en önce sırattan geçecek ve
Cennete gireceklerdir. Her gittikleri yeri nurlandıracaklardır.
Fahri
Âlem Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizin
şefaati konusunda hadisi şerifler incelenince altı yerde şefaat edeceğini göstermektedir.
Birincisi “Makam-ı
Mahmut” denilen şefaati ile bütün insanları mahşerde beklemek
azabından kurtaracaktır.
İkincisi, şefaati
ile çok kimseyi hesapsız Cennete sokacaktır.
Üçüncüsü, azap
çekmesi lazım olan müminleri azaptan kurtaracaktır.
Dördüncüsü, günahı
çok olan müminleri Cehennemden çıkaracaktır.
Beşincisi, sevabı
ve günahı müsavi olup, “A'raf” denilen yerde bekleyenlerin Cennete gitmelerine şefaat
edecektir.
Altıncısı, Cennette
olanların derecelerinin yükselmesine şefaat edecektir.
Ey Allah (celle celâlühû)´ım, Efendimiz Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem)´e öyle bir salât et ki, mahlûkat
yaratılmazdan önce zatının yalnızlığında O´na kıldığın, Sen´in yanında bulunup
bize tarif ettiğin mertebelerinde, hislere açık, delile ihtiyaç olmayan olsun.
Ferdi varlığının devamı müddetince salâtının devamını istiyoruz.
Sonsuz
salâtlar Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´in
üzerine olsun, demektir. Sonsuzluk ise Allah (celle celâlühû)´a
ait bir sıfattır.
Allah (celle celâlühû)´ım fazilet ve rahmetinle bizi Resûlüllâh
(sallallâhü aleyhi
ve sellem)´in şahsiyetine
kavuştur, bizim şahsiyetimizi O´nunkiyle aynı kıl. Yaratılışımızın başlangıcında
da, sonunda da bizi O´na yakın et. Dostluğunun sevgisine,
Hz. Ömer (radiyallahü anh):
“Ey Allah (celle celâlühû)´ın Resulü!
Sen bana, nefsim hariç her şeyden daha sevgilisin!” dedi. Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) şu cevabı verdi:
“Hayır! Nefsimi
elinde tutan Zat-ı Zül-celâl´e yemin ederim, ben sana nefsinden de sevgili
olmadıkça imanın eksiktir!”
Hz. Ömer (radiyallahü anh): “Şimdi, sen bana
nefsimden de sevgilisin!” dedi.
Bunun üzerine
Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz: “İşte şimdi kâmil imana erdin Ey Ömer!”
buyurdular.” (Buhari)
Muhabbetinin saflığına, basiretinin
nur kapılarına, iç Âleminin sırları toplayıcı özelliğine, merhametinin acıyıp
koruyuculuğuna ve nimetlerine eriştir. [47]
Merhameti
bütün peygamberlerden daha çoktu. Dostundan ve düşmanından gördüğü zararları,
eziyetleri affederdi. Hiçbirine karşılık vermezdi. Uhud gazasında kâfirler mübarek
yanağını kanatıp, dişlerini kırdıkları zaman, bunu yapanlar için,
“Ya Rabbi!
Bunları affet! Cahilliklerine bağışla” diye dua buyurmuştu.
Kimseyi
dövdüğü, sövdüğü hiç görülmedi. Her zaman hizmetinde bulunan Enes bin Malik (radiyallahü
anh) diyor
ki; “Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´e on sene hizmet ettim. Onun bana yaptığı
hizmet, benim O´na yaptığımdan çok idi. Bana incindiğini, sert söylediğini hiç
görmedim. “Bunu niçin yaptın veya yapmadın” demedi.
O´nun
heybetinden kimse yüzüne bakamazdı. Birisi gelip mübarek yüzüne bakınca
terlerdi.
“Sıkılma!
Ben melik değilim, zalim değilim. Kurumuş et yiyen bir kadıncağızın oğluyum” buyururdu.
Adamın korkusu gidip, derdini söylemeye başlardı.
Kimsenin
ayıbını yüzüne vurmazdı. Kimseden şikâyet etmez, arkasından söylemezdi. Bir
kimsenin sözünü veya işini beğenmediği zaman,
“Bazı
kimseler, acaba neden şöyle yapıyorlar?” derdi.
Kendisinden
bir şey istendiğinde yok dediği hiç işitilmedi. Var ise verir, yok ise sükût
ederdi.
Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz ezelden ebede insaniyetin
aslıdır ve kıyamete kadar da baki kıldın.
Hz.
Ali (radiyallahü
anh)
buyurdu ki;
“Allah
(celle
celâlühû) Âdem (aleyhisselâm)
zamanından beri göndermiş olduğu bütün peygamberlerden Fahri Âlem Muhammed
Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem)´e yetiştikleri
takdirde mutlaka O´na iman edeceklerine dair söz almıştır.”(Kavimlerinden
de)
Yaratılış
O´na medyun ve meftun olarak, hayat ve şeref bulmuştur.
Şahsî rahmetini müşahede ederek
kulluk makamında yüksek dereceleri aşarak birliğine ulaştı.
Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in müşahedesine kimse takat getirememiştir.
Çünkü müşahede marifete göredir. Bu bakımdan mahlûkatın evveli ve en kuvvetlisidir.
O´nun
mübarek ruhu, kutsi nurlardan, rabbanî marifetten sulanmıştır.
O´nun
kutlu ruhu, mübarek zatına girince, orada rıza, muhabbet ve kabul sükûneti ile
sakin oldu. Ruhu O´nun zatını kendi esrarı ile destekledi ve yardımda bulundu
ve marifetinden ona verdi. O´nun zatı manevî basamaklarda ve maarifte basamak
basamak yükseldi. Çocukluğundan kırk yaşına kadar bu yükselme devam etti.
Kırk
yaşında ruhla zat arasındaki perde kalktı ve silindi. Kimsenin güç
getiremeyeceği bir müşahede hâsıl oldu. Her şeyi açık şekilde ayan beyan görür
bir müşahedeye erişti. Mahlûkatın zarflar gibi toprak kaplardan olduklarını ve
kendi nefislerine bir fayda ve zararları olmadığını gördü.
Peygamberliği
bu müşahede altında geldiği için ümmetine beddua ve helake uğramaları için
duada bulunmadı. Diğer peygamberler bu müşaheden mahrum oldukları için
ümmetlerinin helak olmaları için duada acele etmişlerdir. Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem) ise bu duasını kıyamete şefaat olarak
bıraktı.
O´nun
daveti rahmet üstüne rahmet ve manevî yükselişi ise sonsuz ve perdesiz oldu.
Diğer peygamberlerde bu yükseliş olmuş, fakat onlar perdeli kalmışlardır.
Bütün
peygamberler Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´in
nurundan istifade etmişlerdir. Fakat tamam olan bir istifade şeklinde
olmamıştır. Her biri kendine münasip olana ulaşmışlardır. Çünkü O´nun nurunda
çeşitlilik vardır. Diğer peygamberlerde ise bir renk çeşiti vardır.
Mesela;
İsa
(aleyhisselâm), gurbet makamını, İbrahim (aleyhisselâm)
rahmet makamını, Musa (aleyhisselâm) müşahede makamından
istifade etti. Onların istifadeleri de Fahri Âlem Muhammed Mustafa (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´de bir noksanlıkta meydana getirmedi. O
makamların hepsini zatında toplamıştır.
Kendi isteği ile O´nu bu dünyadan aldın
kendine götürdün. Böylece bu dünyanın zorluklarından kurtulup yüksek meleklerin
eşliğinde Sen´in rızanla kuşatıldı ve yüce civarına yerleşti.
Ey Allah (celle celâlühû)´ım, O´na öyle bir salât ve selâm kıl
ki, Sen´i hoşnut ettiği gibi, O´nu´da hoşnut etsin. Bizden hoşnut olmaya sebep
olsun. Devamınla devam etsin, bekanla baki kalsın. Sen´in ilmin hariç, salât ve
selâm için bir son olmasın. Sayılarla sayılmasın, hesabı yapılmasın ve tükenmede
olmasın. Devamlı ve peş peşe bağlanarak gitsin. Zerrelerimize işlesin de aklımız,
ruhumuz ve cesedimiz O´nda fena bulsun. Böyle olacağına da imanımız vardır.
Ey Allah (celle celâlühû)´ım, Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) ile emniyette olup, yaşamakta
zorlanmayalım. İslâm´ın ve aşkın kapıları bize açılsın.
Hakiki
aşk doymadan devamlı içmektir. Aşkın kuvveti sevgiliye meyli artırır. İslamî
aşkı, O´nun nefesi ile beslenmek gerekir. Aşkımız Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´e duyduğumuzdan başka bir şeyde değildir.
Lâilâhe illallah kalesine O´nunla
girebileceğimiz gibi, Sana açılan kapı ve yolda O´dur. Başka bir yolda yoktur.
Seninle buluşmakta ancak O´nunla olabilir. Yaratılmışların noksanlıklarından ve
kusurlardan, varlığına ait olgun sıfatları, O´nunla arıtırız. O´nun şeref ve izzeti de noksanlıklardan ve
olumsuz şeylerden yücedir.
Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem)´de hiçbir noksan zahir olmamıştır. Bazı
şeyler ise ümmetine sünnet olsun diye olmuştur. Mesela; Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem) namazı kısaltınca unuttun mu? Diye
sorulunca;
“Ben
unutmadım ve namaz kısalmadı” ve “Bunların hepsi
olmadı” buyurdu.
Başka bir rivayette; “Gerçekten ben
unuturum veya (ümmetime yol göstermek için)
unutturulurum” “Ben unutmam. Fakat size yol göstermem için unutturulurum” (Buhari)
Eğer
ki sende şükrü bilmek istersen
O´nu
yad et, şükür olarak yeter sana.
Ey Allah (celle celâlühû)´ım Sen´i tespih, tazim, yüceltme,
ululama ve büyüklemeyi, ezelden ebede kadar ancak Efendimiz Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem) yapabilir. Cemal ve celal sıfatını
bir bakışla ancak O görebilir.
Salât ve selâmın; ebedi yüzük taşı
olan Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in
ebedi olan açık lisanı üzerine olsun. O, işitenlerin işitme, hareket edenlerin
hareket, sakin olanların sükûnet, oturanların oturma, ayakta duranların durma
sebebidir.
Allah (celle celâlühû)´ım, Muhakkak ki O; Sen´in,
Sana delâlet eden en cami sırrındır. O´nunla, O´ndan, O´na; ezelle
ebed arasını dolduracak ölçüde; sayı kapsamına girmeden; belirli bir zamana sığmadan
bir göz açıp-kapama; şimşek çakması gibi bir zamanda;
her nefeste; Sence bilinen mahlûkat sayısınca; sayısal mertebelerdeki
sonsuz sayılarla; bildiğin şeyler sayısınca;
Sen´den O´na, Sen´in şanına yakışır ve O´nun da layık olduğu bir salât ve
selâm olsun.
Ey Allah (celle celâlühû)´ım, O´nu Melekler bahçesinde ezelî
lisan söylemiş; yüce makamlarda en güzel şekilde tekrarlamış, keder ve sıkıntıları
gidermek için niyazda bulunulmuş ve çözümü zor hususların defedilme çaresi olan
salât ve selâmın, Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´e olsun ki; O´na nice ihsanlar ve
nimetler verdin, yardım ettin, elinden tuttun, kendine yaklaştırdın, feyizlerle
suladın, saygı gösterilmiş ve üstün tuttun, ahlâkın en tatlısı, Sen´in apaçık
nurun, ezelî kulun, en sağlam urganın, sağlam kalen, hikmetli celâlin, keremli cemalindir.
Bu salât, öyle bir makamda söylendi
ki, orada mekân ve zaman, “nereye”, “ne yere”, “nasıl”, “nice” gibi sorular
yok. Her şeyin, Allah (celle celâlühû) ile baki kaldığı; Allah (celle celâlühû)´tan geldiği ve Allah (celle celâlühû)´a döndüğü, Allah (celle celâlühû) ile beraber olduğu yerdeki bir salât
ve selâmdır.
Ey Allah (celle celâlühû)´ım Sen´den uzaklaştırıp meşgul eden,
gönlümüze gelen vesveseden sıyrılmak ve sevmediğin her şeyden muhafaza olunmamızı
talep ediyoruz.[48]
Başarımız, ancak Sen´in iledir. Ancak Sana dayanırız ve Sen´den yardımını bekleriz. Bizi, kendinle meşgul eyle. Bize öyle bir bağışta
bulun ki, O´nda Sen´den başkasının karışması bulunmasın.
Bu bağışın, ilahi ilimlerinle, Rabbanî
sıfatlarınla ve Muhammedî ahlâk ile dolmuş ve gelişmiş bir halde olsun.
Ey Allah (celle celâlühû)´ım, bize güzel bir zan ver.
O´nun yüce ahlakı ahlaklanacağımıza imanımız vardır. Çünkü bu
konuda güzel bir zannımız oldu.
Güven çok şeylere ilaç gibidir. Ey Allah (celle celâlühû)´ım, bu konuda Seni
kendimize şahit tutarız. Güzel bir zan çok amelden daha iyidir.
Allah (celle celâlühû)´a güven hakkında Resûlüllâh (sallallâhü aleyhi ve
sellem)´in
Beni İsrail´den bin dinar borç para isteyen bir kimseden bahsetmesi bize örnek
olmalıdır.
“Beni
İsrail´den biri borç talep etti. Borç verecek kimse:
“Bana
şahitlerini getir, onların huzurunda vereyim, şahit olsunlar!” dedi.
İsteyen
ise: “Şahit olarak Allah (celle celâlühû)
yeter!” dedi.
Öbürü:
“Öyleyse buna kefil getir” dedi. Berikisi “Kefil olarak Allah (celle
celâlühû) yeter” dedi.
Öbürü:
“Doğru söyledin!” dedi ve belli bir vade ile parayı ona verdi.
Adam
deniz yolculuğuna çıktı ve ihtiyacını gördü. Sonra borcunu vadesi içinde ödemek
maksadıyla geri dönmek üzere bir gemi aradı, ama bulamadı. Bunun üzerine bir
odun parçası alıp içini oydu. Bin dinarı sahibine hitabeden bir mektupla
birlikte oyuğa yerleştirdi. Sonra oyuğun ağzını kapayıp düzledi. Sonra da
denize getirip:
“Ey
Allah´ım, biliyorsun ki, ben falandan bin dinar borç almıştım. Benden şahit
istediğinde ben: “Şahit olarak Allah (celle celâlühû)
yeter!” demiştim. O da şahit olarak sana razı oldu.
Benden
kefil isteyince de: “Kefil olarak Allah (celle
celâlühû) yeter!” demiştim. O da kefil olarak sana razı
olmuştu. Ben ise şimdi, bir gemi bulmak için gayret ettim, ama bulamadım. Şimdi
onu sana emanet ediyorum!” dedi ve odun parçasını denize attı ve
odun denize gömüldü.
Sonra
oradan ayrılıp, kendini memleketine götürecek bir gemi aramaya başladı. Borç
veren kimse de, parasını getirecek gemiyi beklemeye başladı. Gemi yoktu ama içinde
parası bulanan odun parçasını buldu. Onu ailesine odun yapmak üzere aldı.
Testere ile parçalayınca parayı ve mektubu buldu.
Bir
müddet sonra borç alan kimse geldi. Bin dinarla adama uğradı ve:
“Malını
getirmek için aralıksız gemi aradım. Ancak beni getirenden daha önce gelen bir
gemi bulamadım” dedi. Alacaklı:
“Sen
bana bir şeyler göndermiş miydin?” diye sordu. Öbürü:
“Ben
sana, daha önce bir gemi bulamadığımı söyledim” dedi.
Alacaklı:
“Allah
(celle
celâlühû), senin odun parçası içerisinde gönderdiğin
parayı sana bedel ödedi. Bin dinarına kavuşmuş olarak dön” dedi.” (Buhari)
Güvenmekte asıl olan şey
acizin verdiği teminat kuvvetli tarafından kabul edilmesidir. Niyet halis
olursa, Allah (celle
celâlühû)
niyeti tecelli ettirir.
Samimi
olmak Allah (celle celâlühû)´ın yardımına kavuşmaktır.
Resûlüllâh
(sallallâhü
aleyhi ve sellem), bir adamın “Allah´a yemin olsun ki, Allah (celle celâlühû) filancayı bağışlamaz” dediğini, Allah (celle
celâlühû)´nın da ona şöyle buyurduğunu
bildirdi:
“Her
kim Benim birisini mağfiret etmeyeceğim üzere yemin edecek olursa, kast ettiği
o kimseyi bağışlar ve kendisinin amelini de boşa çıkarırım.”(Müslim)
Şüphesi olmayan bir inanç ihsan et.
Hal ve durumumuzu yardımınla doğrult, durumlarımızı düzelt. Affımızı talep
edince kabul buyur. Sonumuzu hakikate eriştir.
Ey Allah (celle celâlühû)´ım, salât ve selâmın O´na olsun ki;
O´nunla düğümler çözülür, üzüntü ve kederler, yorgunluk ve sıkıntılar
giderilir.
Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz buyurdu ki:
“Ölüp de pişman olmayan yoktur, mutlaka herkes pişmanlık duyar: İyi yolda olan
hayrını daha çok artırmadığı için pişman olur,
nedamet duyar. Kötü yolda olan da nefsini kötülükten çekip almadığına pişman
olur, nedamet duyar.” (Tirmizî)
Cennet ehli ve cehennem ehli Allah (celle
celâlühû)´ın karşısında mahcup olurlar. Cennetin
amelle kazanılmayacağı, cehenneminde uzak olmadığını yakından görürler.
Neticede insanlar Allah (celle celâlühû)´ın rahmetinden başka bir kurtarıcı şeyin bulunmayacağını anlar
Onun için bu dünyada ve ahirette O´na sığınırız.
Fakat O´nun zatına yol bulmakta da aciz olduğumuzdan, başımıza bir
sıkıntı geldiği zaman, sadece bizler için değil, diğer yaratıklar dahi, hepsi sıkıntısının
giderilmesi için Efendimiz Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve
sellem)´e
müracaatları olur.
Efendimiz Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve
sellem) cömerttir. Bizler için dünya ve ahirette merhametini bolca ihsan
eder. Hakikaten O, Allah (celle celâlühû)´ın kutsal hazineleri sağ elinde taşıyandır.
Medet Ya Muhammed! (sallallâhü aleyhi ve
sellem)
İhtiyaçlar O´nunla yerine getirilir.
Hiç
görüldü mü, padişah kapısında vasıtasız ihtiyaç dilenmek. Duaların kabulü,
bağladığımız yere bağlıdır. Bizimde bağlandığımız yer Efendimiz Muhammed
Mustafa (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´dir.
Allah
(celle
celâlühû)´a kavuşma yolları Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´den geçer. Çünkü kirlenen vücudumuz O´nun
katına yaklaşabilmek için, O´na muhtaçtır.
O´nun
için en küçük bir isteğimizi biz Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve
sellem)´den,
O´da Allah (celle celâlühû)´tan bizim için ister. Yoksa
Allah (celle
celâlühû)´ın yüce katına ulaşmak çok zordur.
Peygamberimiz Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem ve ala
âlihî) buyurdu ki;
“Biriniz Rabb´inden bütün ihtiyaçlarını
istesin, hatta ayakkabısının kopan kayışını bile istesin.” (Tirmizî)
Ey Kendi Zatıyla kaim olup varlığı
Kendinden olan, hiçbir şeye muhtaç bulunmayan, Senin lütuf ve faziletlerini
istiyoruz.
Ey Allah (celle celâlühû)´ım Sen´i hakkıyla bilen ancak Efendimiz
(sallallâhü aleyhi
ve sellem)´dir.
Bizde O´na salât ve selam ederek sıkıntılarımızın giderilmesini istiyoruz.
Abdullah
İbn-i Ömer (radiyallahü anh)´in ayağı uyuştu. Kendisine
şöyle denildi.
“İnsanlardan
en çok sevdiğini yâd et, ayağındaki hastalık gider.”
Bunun üzerine avazı çıktığı kadar
‘Medet
Ya Muhammed (sallallâhü aleyhi ve
sellem)’ diye bağırdı, derhal ayağı iyileşti.
Bizleri kutsal zat-ı etrafında
toplayarak ayrılıktan kurtar ve beraberliğine kavuştur. Birliğin saflığına ulaşalım.
Yoksa yüce zatına nasıl yol buluruz.
Bazı
insanlar Peygamberimiz Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem
ve ala âlihi)´yi bir postacı gibi görmeyi inanç konusu yapmaktadırlar.
Aslında bu durum onları Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve
sellem)´den
kopardığı gibi Allah (celle celâlühû)´a
isyana doğru çekmektedir.
Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem) buyurdu ki;
“Bu
insanlara ne oluyor ki; benim işlediğim şeyden kaçınıyorlar. Allah (celle
celâlühû)´a yemin ederim ki; Ben onların içinde, Allah
(celle
celâlühû)´ı en fazla bilen ve Allah
(celle celâlühû)´tan en çok korkanım” (Buhari)
“Benim
sünnetimden yüz çevirenler Benden değildir.” (Buhari)
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım! O´nun yoluna canımız feda olsun. Âmin.
Ey Allah (celle celâlühû)´ım, bizler O´nun minnet denizinde
korumasıyla korunmuş, nimetiyle gark olmuş, iyiliklerinden haz duymuş ve O´nun
kılıcıyla yardım görmek istiyoruz.
Ey Allah (celle celâlühû)´ım, O´na olan yakınlığımız günahlarımızı
siler, iyiler yurduna ulaştırır, büyükler ve küçükler rahmete kavuşur, bu dünyada
ve ahirette nimetleniriz.
İnsan
yakınlık duyduğu bir şeyin olumlu ve olumsuz etkisi altındadır. Ümmeti Muhammed
(sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in en büyük özelliği ise Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´i her işlerine vesile kılıp öylece Allah (celle
celâlühû)´a niyazda bulunmasıdır.
Onun
için “Peygamberimiz Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem
ve ala âlihi) bir adama dua buyurduğu zaman, o duadan
çocuğu ve torunu bile faydalanırdı.”
Bugün
dikkatle incelendiğinde büyük şahsiyetlerin soy kütüğünde bu durum fark edilir.
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´in zatı, peygamberlerin cesetlerini,
nefislerini ve kalplerinin sırlarını toplamıştır.
Bu sözün açıklamasındaki hakikat Allah
(celle
celâlühû)´ın Kur´an-ı Kerim´de bahsettiği emanet[49] olan Hakikat-ı Muhammediye´dir. Hakikat-ı
Muhammediye Allah (celle celâlühû)´ın
Câmî Sırrı´dır. O´nu da taşıyabilen Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve
sellem)´dir.
O´nun nurlarını ve rahmet rüzgârlarını
kesintisiz ve nihayetsiz üzerimize gönder. Hakikatler bize açılsın. Gecelerin ve gündüzlerin ne getireceğini
bilemeyiz.
Ameller
kulların kavuştuğu nimetlerin karşılığı değildir. Rahmetin üzerimize gelmesi
için Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´i
vesile kılarız. O´nun üzerine daima rahmet dileğimiz vardır.
“Hz.
Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem ve ala âlihî)´ye
rahmet eyle” demekte “bize rahmet eyle” demektir.
Çünkü herkeste ırk-ı (nesep) Muhammediye vardır. O´nun
anılması rahmet vesilesidir.
Allah (celle celâlühû)´ım, Fahri Âlem Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizin makam ve mertebesi hürmetine
Senden mağfiret, hoşnutluk ve tastamam bir kabul olunma istiyoruz.
Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem) için bir hayali iyilik düşünmek bile Allah (celle
celâlühû)´ın rızasına kavuşmaya sebep olur.
Bizi bu hususta bir an olsun kendi
nefsimizle baş başa bırakma.
Ey Allah (celle celâlühû)´ım, Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) ile eksiklerimizi tamamla, aslımıza
kavuştur Ayrılık aramızdan gitsin de zatımız zatı ile sıfatımız sıfatı ile
fiilimiz fiilleri birleşsin.
Hayatımızın
her anını O´nunla paylaşmalıyız. Kim ki, O´nun bahsinden zevk alır, gönlü
huzura kavuşursa, muhakkak O haberdardır. Hiç sevdiğine azap eden bir sevgili görüldü
mü? Sevgi kazanılması kolay bir duygu, mükâfatı ise büyük olan meziyettir.
Kıyamet günü perdelerin kaldırıldığı gün O´nun yüceliği açığa çıkacaktır.
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım fırsatı kaçıranlardan kılma bizi.
Hasan
Basrî (radiyallahü
anh) buyurdu
ki;
“İçine
yılan girdiği yakinen bilinen bir deliğe insan elini sokmaz. Şayet sokarsa
içinde yılan bulunduğuna inanmaması lazım gelir.”
Eğer
bir noksan bir hal varsa onu nefsimizde aramak gerekmektedir.
Ey Allah (celle celâlühû)´ım, bizi Sen´in rızan yolunda O´nunla
destekle ve yardım et.
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) buyurdular ki; “Âdemoğlunun saadet (doğruluk) sebeplerinden biri Allah (celle celâlühû)´nın hükmettiğine rıza göstermesidir.
Şekavet (günah) sebeplerinden biri de Allah (celle celâlühû)´a istihareyi (yönelmeyi) terk etmesidir.
Yine şekavet sebeplerinden bir diğeri
de Allah´ın hükmettiğine razı olmamasıdır.” (Tirmizî)
İnsanın
itirazı bırakması demek terbiye olması demektir.
Terbiyeden
geçmeyen insan hayvan gibidir.
Çünkü
insanlık halini kazanmak zor işlerdendir. Yoksa her gördüğün kişi âdem sıfatlı
değildir.
Sen´in yolunda gitmek için, O´nunla
destek istiyoruz. Bizimle O´nun arasını birleştir. Bizimle, O´ndan başkalarının
arasına gir.
Birleşmek
cesette değil ruhani makamda olur. Bu birleyişte büyük zevkler vardır. Bu makamda
yanılgılar çok olmaktadır. Çokları büyük nisbetler aldıklarından bahsederler. Gerçek
manada O´na olan sevgiye ulaşanda aranacak tek ve biricik ölçü şeriat-ı
Muhammediye ve Sünnet-i Ahmediye´i mükemmelen yaşamak olmalıdır. Eğer bu
özellikler bulunmazsa fitneden emin olunmayacağı açıktır.
Peygamberimiz
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´ i
gören kendi yaşadığı şeriatı durumuna göre, ya da kendi suretine göre görür.
Yoksa Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´ı
hakikatinin misali üzere görülmez.
“Onlar
sana bakar görürüsün, oysa onlar görmezler” (Araf, 198)
Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem)´i gören müşrikler hakikati üzere değilde
sureti üzere gördüklerinden Muhammed (çok övülmüş, güzel huylara
sahip)
demediler. Müzemmem dediler. (kötü sıfatlara sahip, mecnun gibi aşağılık
sıfatlar verdiler) Çünkü onlar O´nu gördüklerinde kendi aşağılanmış
durumlarını görüyorlardı.
Tarafından bize rahmet ihsan eyle,
Allah (celle
celâlühû) kullarına yaptığı muamele rahmet üzere kurulmuştur.
Kur´an-ı Kerim´de “Eğer Allah (celle celâlühû)
insanları
yaptıkları şey yüzünden cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde
hiçbir canlı mahlûk bırakmazdı. Fakat onları belli bir müddete kadar
tehir buyuruyor. Nihayet ecelleri gelince haklarında amellerine göre muamele
yapılacaktır.
Çünkü Allah (celle celâlühû)
kullarını
hakkıyla görücü bulunmaktadır.”(Fatır45)
buyurması bunun açık delilidir.
Allah (celle
celâlühû) kullarına sayılmayacak nimetler vermiştir. Ayrıca kullarına
layık olmadıkları nimetleri rahmetinden fazlaca ihsan etmiştir. Bu nimetlerden
en üstünü Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´i
beşer olarak göndermesidir.
Peygamber (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimizde bu rahmetin sırrıyla sıfatlanmıştır.
“Allah (celle
celâlühû)´tan bir rahmet sebebiyledir ki, onlara yumuşak
davrandın, eğer
sen çirkin huylu, katı yürekli
olsaydın, elbette etrafından
dağılırlardı. Artık onları
affet, onlar için af talebinde bulun ve onlar ile emir hususunda müşavere yap.
Sonra azmettiğin zaman da Allah (celle celâlühû)´a
tevekkül et. Şüphe yok ki, Allah (celle celâlühû)
tevekkül edenleri sever.” (Al-i İmran 159)
İşlerimizde kurtuluş yolları hazırla.
Biliyoruz ki; Peygamberimiz Efendimiz
Muhammed Mustafa (aleyhissalâtü
vesselâm)´ı
severek ölen, imanını kurtararak ölür.
İnsanlara
inen ayetlerin en büyüğü ise Peygamber (sallallâhü aleyhi ve
sellem)
Efendimizdir.
Kur'an-ı
Kerim okurken, edepleri gözetmek lazımdır. Ayrıca Efendimiz Muhammed Mustafa (sallallâhü
aleyhi ve sellem) sözlerini okumakta ibadettir. Okuyana sevap
verilir.
Hadîs-i
şerif okumak için, abdest almak, temiz elbise giymek, güzel koku sürünmek, Hadîs-i
şerif kitabını yüksek bir yere koymak, okuyanın dışarıdan gelenler için ayağa
kalkmaması ve dinleyenlerin birbirleriyle konuşmamaları güzeldir.
Hadîs-i
şerifleri devamlı okuyanların yüzleri nurlu, parlak ve güzel olur.
İmanın
hakikatlerine ermek isteyen, Muhammedî kapıdan girmezse hiçbir şekilde ibadet
ve hayatın tadını bulamaz. Bu dünyada O´na yakınlığı olmayanların ahirette de
yakınlığı yoktur.[50] Çünkü
cennette olmak demek, O´nun etrafında olmak demektir.
Kabrini melekler ziyaretgâh
edinirler.
Kimin
toprağı nereden alındıysa oraya defnedilir. Kabir-i Şerif-i Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in cesedinin suretidir. Onun için “Allah (celle
celâlühû)´ım kabirler içinde Muhammed´in kabrine salât
eyle” rivayeti gelmiştir. Bu sebepten teyemmüm Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´ ın dünyaya teşrifleri caiz oldu. Önceki
ümmetlerde bu durum yoktu. Yeryüzünün hakikati de bu ümmetle açığa çıkmış oldu.
Ravzâ-ı
Mutahhara´da Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´in
hücre-i şerifi içine giren kimse “Arş´tan ve Kürsî´den şerefli bir yere
girdim” diye yemin etse doğrudur. Dört mezhepte de bu şekilde fetva
verilmiştir.
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´i bulmadan ölenler için “Allah (celle celâlühû)´ın rahmetinden umutsuzdur” yazısını,
iki gözünün arasına yazıp, umutsuz yaratırsın.
Ey Allah (celle celâlühû)´ım, âlemler kutbu olan Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´in etrafında nihayetsiz dönüşün
sevdasından kendimizi alamayıp, bakışlarına hayran bir şekilde sarhoş olmuşuz.
Yalnız
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´e
hayran olan bizler değiliz. Melekler, peygamberler ve bütün kâinat O´na
hayrandır.
İsa (aleyhisselâm) O´na
hayran olup kemal sıfatlara kavuşmak için O´nun ümmeti olmayı arzu etti. Şu
anda gökte misafir kalmaktadır.
Ey kerem sahibi, korunmuş kitabın
muhatabı olan Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) ile Sana yüz tuttuk.
Ey kullarının isteğine en güzel cevap
veren! Gerçekten Senin rahmetinin eseri olarak Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) güvenilir bir aracı olarak varlık Âlemine
gelmiştir.
Avcılık terbiyesi gören köpeğin
yakaladığı av temiz olur. Onun için terbiye görmeyene iltifat yoktur. Bu şekilde
huzuru ilâhide durma kabiliyetine kavuşuruz.
Bunun misali; güzel koku, çiçeğin
havayla teması olursa dağılır. Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve
sellem) aradaki havayı oluşturur. Eğer
arada olmasa idi, Allah (celle
celâlühû)´ın güzelliğine
kavuşamazdık.
Resûlüllâh (sallallâhü aleyhi ve sellem) miraca çıktığında, mutlu bir şeye
kavuştuğunda, cennete girdiğinde arkasında bizi arzulayandır. Sen´in yanında
feryadını yalnız bizim için yükseltendir. Bir ihtiyaç için ellerini semaya kaldırdığında,
Ümmetim... Diye lisanın hareket ettirendir.
Bazıları Ümmet
kavramını yalnız Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´den sonra gelen insanlar için düşünürler. Aslında O bütün
âlemlere gönderilmiştir. Şefaati bütün insanlık için olduğu düşünüldüğünde, diğer
peygamberleri ve ümmetlerini de kapsamaktadır.
Çünkü yaratılışın öncesi Ruh-i Muhammedî, sonu ise insaniyetin
yaratılışıdır. Yani bütün kâinatın yaratılışının başlangıcı ve kökü Fahr-i Âlem
Muhammed Mustafa (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimizdir.
Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz yaratılışta
da ruhanî yönü ile her şeyden öncedir. Ruhanî ve cismanî cihetlerin özü ve
geldiği yerdir. Nitekim hadîs-i şerifte gelir,
“Allah
(celle celâlühû) önce
benim ruhumu yarattı.”
Peygamberlerin ve evliyaların ve diğer insanların ruhları
da, O´ndan ayrılan tali unsurlardır. Onun için buyurdu ki,
“Ben
peygamber iken, Âdem (aleyhisselâm) çamur
ve su içinde idi.” “Biz sonradan gelmiş, geçmişleriz”
Yani yaratılış itibarı ile sonra gelmiş olsa bile Hz.
Peygamber (sallallâhü aleyhi ve
sellem) Efendimiz mahlûkattan önce
yaratılmıştır.
Bunun üzerine Fahr-i Âlem (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz kendine
mahsus unsurları ile öncelik sahibi oldu. Kâinatın yaratılışı bu hakikat üzere
tamam oldu.
Zira
mübarek ruhları ruh-u cami olduğu gibi, cisimleri de cism-i kâmil idi. Yaratılmışlardan
ve diğer peygamberlerden O´nun şemail-i ve hilye-i şeriflerini derleyecek,
toplayacak, kemaline ulaşacak ve tamamlayacak biri gelmedi ve gelmeyecektir.
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) ile zamanın ve mekânın; ayrılık ve
uzaklığın; yönlerin, hallerin, istikrarın kalmadığı yerde, fani varlığımız
sebebiyle bizden çıkan günahlarımızı sil.
O bizi unutmaz, Sen´de bizi unutma,
Ey Allah (celle
celâlühû)´ım,
Çünkü
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´in “İki
gözüm uyur, fakat kalbim uyumaz” hadîs-i şerîfi, yalnız kendilerinin Allah (celle
celâlühû)´a olan daimi bağlılık ve uyanıklığını bildirmiyor;
belki, kendi hallerine ve ümmetinin hallerinden uyanık olup, gafil olmadığını
haber vermektedir. Bunun içindir ki,
Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizin
uyuması, abdestini bozmazdı.
Efendimiz
Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem) ümmetini korumakta, bir sürünün çobanı gibiydi.
Zayıfını sağlamını ayırmazdı. O bizi unutmayınca, Allah (celle
celâlühû)´ta bizi hiç unutmaz.
Ey Allah (celle celâlühû)´ım, biz O´nun ümmetinden olduğumuzu
bildiğimizden üzüntü diye bir şeyi düşünmeyiz. Bize ihsanın o kadar fazla oldu
ki, biz ancak yaptıklarımızdan ve yapacaklarımızdan utanıyoruz.
Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem) “Hiçbir peygambere yapılan bana edildiği
kadar eziyet edilmedi”
“Allah
(celle
celâlühû) yolunda korkutulduğum kadar hiç kimse
korkutulmamıştır. Allah (celle celâlühû)
yolunda bana edilen eziyet kadar, kimseye eziyet edilmemiştir.”
“Üzerimden
otuz gün geçti ki, Bilal´in koltuğu altında saklayacağı kadar bir parça
yiyecekten başka yiyeceğimiz yoktu” buyurarak çekilecek
sıkıntılarda ki zirveyi bize haber vermiştir.
Bize O´ndan daha yakın kim olabilir.
Ey Allah (celle
celâlühû)´ım,
bizi O´ndan uzak kılma.
Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem) Hakk´ta fâni; Hakk´ta zat-ı, sıfatı ve
filleri ile bakidir.
Güzel
ahlaka sahip olmak ancak O´nda fâni olunca olur. O´na uymakta zayıf olanın imanı dahi kâmil
olmaz.
Ey Allah (celle celâlühû)´ım, ne zaman ki, kalbimiz kararır,
canımız sıkılır, onu bizden Sen alırsın. Günahlarımız büyür, affımızın Sen´den
yetişeceğini umarız.
Hz.
Ömer (radiyallâhü
anh):
“İnsanda on fıtrî ahlâk vardır, bunlardan dokuzu iyidir, birisi kötü. Bu
kötü (serbest kalırsa) diğerlerini de
bozar.” demiştir.
Güzel
ahlâk ile özdeş olanlar cidden azdır. Kötü ahlâk üzere olanlar ise, insanların
çoğunluğunu teşkil eder. Zira insan tabiatına galebe çalan, şerdir. Bu şerrin
etkisinden çıkmak ise Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´e
uymak ile mümkündür.
Minnetimizi o kadar artır ki, ifadeye
kelimeler yeterli olmasın. Nankörlüğümüzü gördüğünde, O´nun ümmetinin zayıflarından
de, halimizi gizle ve düzeltiver.
Allah
(celle
celâlühû) buyurdu ki, “Ya Muhammed! İste, sana verilecek.
–Ya
Rabbi! Unuttuğumuz, ya da yanıldığımızla bizi azarlama.
–Unuttuğunuzla
sizi azarlamam. Yanıldığınız veya bir şeye zorlandığınız şeyle sizi azarlamam.
–“Ya
Muhammed! İste, istediğin sana verilecek.
–Ya
Rabbi! Bizden öncekilere yüklediğin günahı bize yükleme.”
Eğer Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) bize örnek olmamış olsaydı, âlemin
düzeninde gerekli olan iyiler az olur düzen bozulurdu.
Zayıf
yaratılan insanın ayrıca başka bir zayıfla (kusuruna karşı tövbe
etmesi, aciz kalması, fakir, hasta olması) kuvvetlenmesi belki de Allah
(celle
celâlühû)´ın rahmet neticesidir. Çünkü ahiretin endişesi çoktur.
Efendimiz Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem) ümmetinin
zayıflığını Rabb´i huzurunda devamlı ön planda tutardı. Devamlı olaraktan şöyle
dua etmiştir:
“Allah
(celle
celâlühû)´ım, beni miskin olarak, yaşat, miskin olarak
ruhumu kabzet, kıyamet günü de miskinler zümresiyle birlikte haşret.” (Tirmizî)
“Bana
zayıflarınızı arayın. Zira sizler, zayıflarınız sebebiyle yardıma ve rızka
mazhar kılınıyorsunuz.”
(Ebu Davut)
Sırrına
istinaden de zayıflığın itirafını yaparak rahmeti üzerine almayı tercih etmiştir.
Ey Allah (celle celâlühû)´ım Kur´an-ı Kerim´in inceliklerini,
saklanmış ilimlerin manalarını O´nunla istiyoruz.
Peygamber
(sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimizin ilmi üç kısma ayrılır.
a–Kendisine
verilen bir ilimdir. Ondan ümmetini haberdar etti.
b–Bir
kısım ilimdir ki, bunun bir kısmını kabiliyetli ve istidatlı olanlara bildirdi.
Diğer kısmı ise kendisine has idi, bunu Allah (celle
celâlühû) ümmetinden saklamasını emretti.
Ebû
Hüreyre (radiyallahü
anh)´ın
“Ben Resûlüllâh (sallallâhü aleyhi ve sellem)´den iki türlü ilim öğrendim.
Birini herkese söyledim. Fakat ikinci ilmi söyleyecek olursam müslümanlar benim
gırtlağımı kesip kanımı helal addederler” sözü bunun açık örneğidir.
Bu
ilmin bir kısmı sonradan açıklanmıştır.
Hicretten 600. hicrî seneye kadar ümmetin havas tabakası hakikatleri
rumuz (ima, kinaye, kapalı
sözler) ile dile getirdiler. Çünkü
açıklamaya izinli değildiler. Daha sonra gelenler izin alarak kitapları açıklama
yolu ile yazmaya başladılar.[51] Yinede anlayışlarda zorluklar vardır. Zira batın işi zevk
işidir. Tatmayan bilemez.
c-
Bir kısım ilim daha verildi ki, Allah (celle celâlühû) bu
ilmi, beşerî nefsinden aşkın olarak hakikatine ihsan buyurdu. Bu ilim kaza ve
kader ilmidir. Hakikat-ı Muhammediye (Tevhit, vahdet ve velâyet
ilmi)
dir.
Vahdet
Hakikat-ı Muhammediye´dir. Tevhit ise bu yolun başlangıcıdır.
Eğer
bu ilim kendine devamlı şekilde açık olsa idi, halkın ilmini ve irşadını; dünyanın
kesretini (kargaşasını) müşahede edemez, tebliğde
bulunmazdı. Çünkü en güzel lezzet olan Allah (celle celâlühû)´ın müşahedesinde
ayrılmazdı. Musa (aleyhisselâm) ile Hızır (aleyhisselâm)
arasında geçen kıssa bu konuya biraz açıklık getirir. Fakat ahiret âlemine göçtükten
sonra bu ilimden bazı kısım zat-ı tarafından ümmetine bildirilmiştir. Bu ilim
Kur´an-ı Kerim ile açıkça desteklenmediği için itiraza açık kaldı. Bu itirazdan
ümmet sorumlu tutulmamıştır.
Bu
ilim Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´den,
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´e
aktarılan ilimdir. O´nun yolundan gidenler bu ilmin az bir kısmına varis olmuşlardır.
Bu ilim sinelerden satırlara da aktarılmamıştır.
İlim
talebi için duayı çokça yapmak gerekir. Peygamber (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimiz dua ederken “Ya Rabb´î! Senden
isteyip de verdiğin kimselerin hatırı için Senden istiyorum!” derdi ve böyle
dua ediniz, buyururdu.
Bizde
Allah (celle
celâlühû)´tan Efendimiz Muhammed Mustafa (sallallâhü
aleyhi ve sellem) ile istemeliyiz.
O, insanın ve gözün nurudur. O´nun sıfatlarını
bize giydir. Susuzluğumuzu O´nun marifet şarabı ile sulandır.
Ey Allah (celle celâlühû)´ım, yaratılışta ve ihsanda güzel ve
ayrıcalıklı kıldığın gibi, O´nu sevmede bir tane olalım.
Âlimler
O´nun sözlerini abdestsiz rivayet etmeği mekruh görürlerdi. Hz Aişe (radiyallahü
anha)
hadis rivayet edeceği zaman abdestsiz olursa teyemmüm ederdi.
Bir
kul Peygamberimiz Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem ve ala âlihî)´yi
canından, malından ve evlatlarından çok sevmedikçe imanı kâmil olmaz.
O´na yakın olmanın hususî özelliklerini
bizlere ihsan et. Böylece ancak O´na varis olabiliriz. O´nun cisminde fena
bulup hakikate ulaşalım. Biliyoruz ki, bunu ancak O´nunla başarabiliriz.
Ey yardımcısı olmayanların yardımcısı,
senedi olmayanların senedi; ey azığı olmayanların azığı; ey her garibin sahibi;
ey her yalnızın gönüldaşı! Senden başka ilah yoktur. Hem dünyada, hem ahirette
Seni tenzih ve tespih ederiz.
Ey Allah (celle celâlühû)´ım, celâlinin izzeti ve izzetinin cemaliyle,
saltanatının kudreti ve kudretinin merhametiyle, peygamberin Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´in sevgi ve muhabbetiyle;
Sevgi özellik itibarıyla güzel
ve mükâfatı çok olmasına rağmen birazda elemden de uzak değildir. Her güzelliğin
bir zahmeti vardır. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz
bize bunu şöyle bildirdi.
“Bir adam gelerek “Ey
Allah (celle
celâlühû)´ın Resulü! Ben seni seviyorum” dedi. Resûlüllâh (sallallâhü aleyhi ve sellem);
“Ne söylediğine dikkat
et!” diye
cevap verdi.
Adam: “Vallahi ben
seni seviyorum!” deyip, bunu üç kere tekrar etti. Resûlüllâh (sallallâhü aleyhi ve
sellem) bunun
üzerine adama:
“Eğer beni seviyorsan,
fakirlik için bir zırh hazırla. Çünkü beni sevene fakirlik, hedefine koşan
selden daha süratli gelir.” (Tirmizî)
“Kişi
diyaneti nispetinde belaya maruz kalır. Peygamberler, sonra büyüklükte onlara
ve bunlara yakın olanlar. Kim dininde şiddetli ve sağlam olursa onun belası da şiddetli
olur. Şayet dininde zayıflık varsa, Allah (celle celâlühû) onu
da diyaneti nispetinde imtihan eder. Bela kulun peşini bırakmaz.
Ta
ki o kul, hatasız olarak yeryüzünde yürüyünceye kadar.” (Tirmizî)
Kim
ki, O´nun bahsinden zevk alır, gönlü huzura kavuşursa, muhakkak O, haberdardır.
Hiç sevdiğine azap eden bir sevgili olur mu? Perdelerin kaldırıldığı gün O´nun
yüceliği açığa çıkacaktır.
Merhametsizlikten, kötü, şehevî söz
ve davranışlardan Sana sığınıyoruz.
O´nun
ümmeti olarak yaratılışımızı temiz tutmak üzerimize en büyük borçtur.
Zamanımızda bazı dindarların ettiği gibi, ‘biz aşk ehliyiz’,‘gönüldeki pası
sildik’ gibi söylemlerle Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve
sellem)´in
yapmadığı hareketlerde bulunmaktadırlar. Bu şeytanî halden Allah (celle
celâlühû)´a sığınmak gerekmektedir. Kim hangi makam ve mertebeye
erişse erişsin, Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´in
ayağının bir tozunu kadir ve muktedir olamaz. O´nun sakındığı şeylerden bizde
Allah (celle
celâlühû)´a sığınırız.
Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem) buyurdu ki;
“Cahiliyet
ehlinin işledikleri şeylerden hiçbirini yapmaya asla teşebbüs etmedim. İki kere
teşebbüs etmeye niyet ettim. Fakat Allah (celle celâlühû)
imdadıma yetişip beni yapmaktan kurtardı. Sonra aklımdan en ufak bir kötülük
geçmedi. Nihayet Allah (celle celâlühû)
Beni peygamber olarak göndermekle mükerrem kıldı.
Bir
gece benimle koyun otlatan çocuğa dedim ki;
—Şu
koyunlarıma göz kulak ol da Mekke´ye gidip delikanlı gibi eğleneyim.
Bu
maksatla çıkıp gittim. Mekke´nin ilk evine gelince, birinin düğününde çalınan
def ve kavalları duydum. Bakıp seyretmek için oturdum. Fakat kulağıma öyle
vuruldu ki, uykuya daldım. Güneşin kızgın ziyası beni uyandırdı. Hiçbir şey
yapmadan hemen döndüm. Bana böyle bir şey bir kere daha arız olup ondanda Allah
(celle
celâlühû) beni kurtardı. Ondan sonra herhangi bir
kötülüğü asla aklımdan geçirmedim.”
Bizi nefsanî düşüncelerden kurtar, şeytanî
şehvetlerden koru,
“Peygamberimiz
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem ve ala âlihi)´in eli
hiçbir zaman nikâhında olmayan kadının eline değmemiştir.”
(Buhari)
Beşerî pisliklerden temizle, gerçek muhabbet ile bizleri
sadeleştirip arındır.
Allah (celle celâlühû) şöyle ferman etti:
“İzzetim ve celalim hakkı için, mağfiret etmek istediğim hiçbir
kimseyi, bedenine bir hastalık, rızkına bir darlık vererek boynundaki günahlarından
temizlemeden dünyadan çıkarmayacağım.”
Ebu’d Derda (radiyallahü anh) şöyle buyurdu.
“Üç şey var ki, ben onları seviyorum, ama diğer insanlar kötü
görüyor:
Fakirlik, hastalık ve ölüm.
Ölümü Allah (celle celâlühû)´a duyduğum aşırı sevgiden dolayı;
Fakirliği Allah (celle celâlühû)´a karşı duyduğum tevazudan dolayı;
Hastalığı da hatalarıma
keffaret olduğundan dolayı seviyorum.”
Gaflet ve bilgisizlik kuruntularından
uzak bulundur. Ta ki Sen´in toplayıcı, bir araya getirici birliğinin huzurunda çokluğun
yok olması gibi, şeklimiz ve benliğimizin yok olmasıyla kaybolup gitsin; insanî
hırs ve arzularımız eriyip bitsin.
Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem) buyurdu ki;
“Kıyamet
günü, afiyet ehli kimseler, bela ehline sevapları verilince, dünyada iken
derilerinin makaslarla kazınmış olmasını temenni edecekler.” (Tirmizî)
Ey Allah (celle celâlühû)´ım, en güzel bildiğin şeylerle
tutunmayı, yaramaz olan şeylerden kaçınmayı, yeteri kadar rızık,
Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz buyurdu ki; “Başlarınız kımıldadığı müddetçe rızık
hususunda korkuya düşmeyin. Zira insanı annesi
kıpkızıl, üzerinde hiçbir şey olmadığı halde doğurur, sonra
Allah (celle celâlühû) onu her çeşit rızıkla rızıklandırır”
“Bir kimse Allah (celle celâlühû)´ın ihsan buyurduğu az bir rızka razı olursa, Allah (celle celâlühû) ta o kimseden
az bir amel ve ibadetle ondan razı olur” (Kenz-ül İrfan)
Unutmayalım ki, biz rızık
yiyenlerdeniz, rızık verici ancak Allah (celle
celâlühû) tır. Ölüm
gelene kadar rızık konusuna Allah (celle
celâlühû) kefildir.
Yaşam ihtiyaçlarla şekillendiğine
göre ve en önemlisi de rızıksa, bunda kaygı duymadıktan sonra diğer şeylerinde
o kadar zorluk çekmeyiz. Rızık endişesi insanı hata ve gaflete düşürür.
Bazıları rızık konusunda çok korkak olur. Bu korku ile insan yanlış işleri
yapmaya başlar.
Hazreti Ali (radiyallahü anh) anlattı ki;
Biz Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz ile beraber oturuyorduk. Üzerinde,
deri yamalı bir hırkadan başka bir şey bulunmayan Musâb bin Umeyr geldi.
Peygamberimiz Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem), onun Mekke´deki debdebeli hâlini hatırlayarak ağladı.
Sonra şöyle buyurdu:
“Biriniz sabahleyin ayrı, öğlenden
sonra ayrı elbise giydiği, önüne bir tabak konup diğerinin kaldırıldığı,
evlerinizi Kâbe´nin örtüldüğü gibi örtülere büründürdüğünüz zaman hâliniz nice
olur?”
“Ey Allah´ın Resulü! Elbette o gün
bugünkünden daha iyi olur. Çünkü o zaman geçim sıkıntımız olmaz, kendimizi
tamamen ibadete veririz.” Şöyle
buyurdu:
“Tersine, bugün siz o günkünden
daha iyi durumdasınız.” (Tirmizî)
Kulluk zenginlikte olsa idi,
Peygamber (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimiz
bu konuda bize aşırı tavsiyede bulunurdu.
İyiliği nefsin rahat etmesinde değil,
Allah (celle celâlühû)´a kullukta aramalıdır. Başka bir
Hadisi şerifte ise;
“Dünyayı ehline bırakın, kim ki dünyadan
ihtiyacından fazlasını alırsa o, bilmeyerek helâkini almış olur.” (Râmuz)
Hayat boyunca olan şeye razı olmak en iyi sonuçtur. Takdirin rızasına
kavuşmayan dağlarca büyük servete ve izzete kavuşsa yine yaşamın korkularından
kendini kurtaramaz. Hayatı Allah (celle celâlühû)´a adamak lazımdır.
Züht, şüpheli şeylerden kaçınmayı, öfke
ve rıza halinde merhametini,
Züht: Dünya
lezzetlerinden el çekerek ibadetle meşgul olma,
Takva: Lügat manası, gayet iyi
korunup sakınmak ve sipere girip nefsi kötülüklerden kurtarmaktır.
Kur'ân-ı Kerim’de buyrulmuştur ki;
“Ey İnsanlar, hakikat biz sizi bir erkekle,
bir dişiden yarattık. Sırf birbirinizle tanışmanız için büyük büyük cemiyetlere,
küçük küçük kabilelere ayırdık. Şüphesiz ki, sizin Allah (celle
celâlühû) katında en şerefliniz, takvaca en ileri olanınızdır. (Hucurat
13)
Şurası
unutulmamalıdır ki, takva sanıldığı kadar kolay değildir. Şirkin kokusundan
uzaklaşmayan takvanın lezzetine de kavuşamaz. Hz. Ebû Bekir (radiyallahü
anh)´den
rivayet edilen şu hadis-i şerife dikkat etmeliyiz.
Peygamber (sallallâhü aleyhi ve
sellem)
Efendimiz buyurmuşlardır ki:
“Şirk sizin aranızda karıncanın kımıldamasından
daha gizlidir.” Ebû Bekir (radiyallahü anh) sordular;
“Ey
Allah'ın Resulü! Şirk ancak Allah (celle celâlühû)´tan
başkasına ibadet etmek değil midir? Yahut Allah (celle
celâlühû)´la birlikte başkasına tapmak değil midir?”
“Allah
hayrını versin Ey Sıddık! Şirk sizin aranızda karıncanın kımıldamasından daha
gizlidir. Sana onun büyüğünü, küçüğünü giderecek bir şey haber vereyim mi?” dedi;
Ebû Bekir (radiyallahü anh);
“Evet,
Ya Rasûlallah” diye cevap verince,
“Her
gün üç defa, `Ey Allah'ım! Bile bile şirk koşmaktan sana sığınırım.
Bilmediklerinden de senden af dilerim!” dersin. Şirk: Bana filân ve Allah verdi
demendir. Denktaşlık ise: `Eğer filân olmasaydı, beni filanca öldürecekti'
demektir!” buyurdular.
Zenginlik ve fakirlikte kanaat,
Bir
Hadisi Kutsi´de Allah (celle celâlühû)
buyurdu ki;
“Kullarımdan
bazılarını fakir yaptım. Eğer zengin yapsa idim, kendileri için fena olurdu.
Bazılarını da hasta yaptım, eğer devamlı afiyette yapsa idim onlar için fena
olurdu. Ben kullarımın ihtiyaçlarını bilirim. Ona göre tedbir alırım”
Aşağıda
gelen Hadisi şerifleri kalbimize nakşetmek gereklidir.
“Fahri Âlem Muhammed Mustafa (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimiz ve ailesi üst üste pek çok
geceleri aç geçirirler ve akşam yemeği bulamazlardı. Ekmekleri çoğunlukla arpa
ekmeği idi.” (Tirmizî)
Allah
(celle
celâlühû)´ın en sevmediği şey “bulunduğu hale razı olmamak” tır.
Bize örnek olması açısından O´nun bu hali gözümüzün önünden hiç
kaybolmamalıdır.
Hz.
Ömer (radiyallâhü
anh)
insanların nail oldukları dünyalıktan söz etti ve dedi ki:
“Gerçekten
ben Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizin
bütün gün açlıktan kıvrandığı halde, karnını doyurmaya adi hurma bile
bulamadığını gördüm.” (Müslim)
Yine, Hz. Ömer (radiyallâhü anh) Peygamber (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimizin evininin, başını
dayandığı içerisi lifle doldurulmuş bir yastık, vücudunun ancak bir kısmına
kifayet eden hurma yaprağından örülmüş bir hasır, tepesinin üzerinde asılı duran
işlenmemiş bir kaç deri ve bir miktarda deri işlemede kullanılan ağaç
yaprağından olduğundan bahseder.
Hasırın örgülerinin, Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem) vücudunun açık yerlerinde izler
yapmış olduğunu gören Hz. Ömer (radiyallahü anh) manzaradan müteessir olarak ağlamaya başlar. Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem ) niçin ağladığını
sorunca:
“Nasıl ağlamayayım, şu hasır
vücudunda izler bırakmış, odada ise görülenlerden başka bir şey yok. Şu Kisrâ
ve Kayser nehirler, meyveler içerisinde altın tahtlar, ipek ve atlas yataklar
üzerinde olsunlar, Sen ise Allah (celle celâlühû)´ın Resulü ol da böyle yokluk çek, sana da yatak yapsak olmaz mı? Der.
Fahri Âlem Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve
sellem) Efendimiz
“Onların nimeti dünyada peşin verilmiştir.” “Benim dünya ile ne
alâkam var, ben dünyada kendimi bir ağacın altında gölgelenip, sonra bırakıp giden
yolcu gibi görüyorum” cevabını vermiştir.
Bizlerin nankörlüğü çok olmasına rağmen Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in fedakârlığı Allah (celle celâlühû)´ın bize rahmetini çekerek yerden ve gökten gelecek
azaplara keffâret olmuştur.[52] Uhud dağını altın olarak teklif eden Rabb´ine sabırla
yardım istemesi biz Ümmeti için olmuştur.
O´nun bu hali o hale varmıştı ki; tarifi mümkün olmaz bir
hal almıştı.
Fahri Âlem (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimiz
bir gün namazını oturarak kılıyordu. Kıldığı nafile bir namazdı. Ebû Hüreyre (radiyallahü anh) namazdan sonra sordu:
“Ya
Rasûlallah! Bir hastalığınız mı var? Namazı oturarak kılıyorsunuz? Verilen cevap cihanı ürpertecek şekildeydi:
“Ya
Ebâ Hüreyre, günlerdir ağzıma götürecek bir şey bulamadım. Açlık takatimi
kesti, ayakta duracak dermanım kalmadı, onun için namazımı oturarak kılıyorum.”
Ebû Hüreyre (radiyallahü
anh) diyor ki, bunu duyunca
ağlamaya başladım. Allah Resulü kendi durumunu unutmuş, bana teselli veriyordu:
“Ağlama
Ya Ebâ Hüreyre! Burada çekilen açlık, insanı ahiret azabından kurtarır.” (Kenzu´l-Ummâl)
Çekilen bu sıkıntı Şefaat makamında olanın, Rabb´ine karşı
sermayesidir. Bize düşen O´na layık ümmet olmaktır.
Peygamber (sallallâhü aleyhi ve
sellem)
Efendimizin şu halini gözümüzde bir canlandıralım.
“Gecenin yarısıydı. Açlık Allah (celle
celâlühû) Resulü´nün bütün dermanını tüketmiş ve artık gözüne uyku
da girmez olmuştu. Belki biraz uyuyabilseydi, açlığın o şiddetli ıstırabından
geçici de olsa kurtulacaktı. Ne var ki açlık, O´nu terk edeceğe benzemiyordu.
Evinden çıktı, bir tarafa doğru yürümeye başladı. Biraz sonra da bir karartı
hissetti. Gelen biri vardı. Dikkatini oraya çevirdi; tanımıştı... Bu, hayatının
hiçbir anında O´ndan ayrılmayan insandı. Hayatı boyunca hep Onunla beraber
olmuştu. Şimdi de gecenin yarısında, Medine´nin bu tenha köşesinde
randevulaşmış gibiydiler. Gelen, Hz. Ebû Bekir (radiyallahü anh)´dı
ve Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) ona
selâm verdi. Ardından da sordu:
“Ya Ebâ Bekir!
Gecenin bu vaktinde seni dışarıya çıkaran nedir?”
Ebû Bekir (radiyallahü anh),
Fahri Âlem (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizi
görünce derdini unutuvermişti. Zaten o, hep öyle idi.
Hani Mekke´de Resûlüllâh (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´i kurtarmak için girdiği kavgada komalık
olmuş, bir gün baygın kalmış ve gözlerini ilk açtığında “Allah (celle
celâlühû) Resulü´ne ne oldu?” diye
sormuştu. Anası Ümmi Ümâre kızmış: “Ölüyorsun; fakat hâlâ O´nu düşünüyorsun”
demişti.
Annesi bilmiyordu ki, Ebû Bekir (radiyallahü
anh),
O´nu düşünmediği zaman ölürdü. Çünkü Peygamber (sallallâhü aleyhi ve
sellem) Efendimiz,
onun hayat kaynağıydı. İşte şimdi de O´ndan ayrı kalamamış ve bilemediği bir
his, onu buraya kadar sürüklemişti. Sürüklemişti ve Resûlüllâh (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in sorusuna “Açlık” diye cevap
veriyordu. “Evde yiyecek bir şey bulamadım, gözüme uyku girmedi ve dışarıya
çıktım.”
Hemen ardından ekledi: “Anam babam Sana
feda olsun Ya Rasûlallah, Sen niye çıktın?”
Cevap aynıydı. Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem) da açlıktan dolayı çıkmıştı. Tam bu esnada
bir karartı daha belirdi. Belli ki bu uzun boylu, görkemli insan Hz. Ömer (radiyallahü
anh)´di.
Zaten, tablonun tamamlanması gerekiyordu. Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem) sağ tarafına Hz. Ebû Bekir (radiyallahü
anh)´i
almıştı. Gelen Hz. Ömer (radiyallahü anh)´di.
Karşısında bu iki dostu görünce O da şaşırıp kalmıştı. Selâm verdi, selâmı
alındı. Kâinatın Sultanı (sallallâhü aleyhi ve sellem), Ömer
(radiyallahü
anh)´a
de niçin çıktığını sordu. O da, aynı cevabı verdi:
“Açlık, Ey Allah´ın Resulü, açlık beni
dışarıya çıkardı” dedi.
Efendimizin hatırına Ebu´l-Heysem (radiyallahü
anh)
geldi. Evi o taraflardaydı. İhtimal gündüz de onu bağında görmüştü. Hiç olmazsa
onlara hurma ikram eder ve açlıklarını yatıştırırlardı. “Gelin
Ebu´l-Heysem´e gidelim” dedi.
Ebu´l-Heysem
(radiyallahü
anh)´ın
evine vardılar. Ebu´l-Heysem (radiyallahü anh) ve
hanımı, uyuyordu. Evde, bir de küçük bir çocukları vardı. Yaşı, beş veya
altıydı.
Önce
kapıyı Hz. Ömer (radiyallahü anh)
çaldı. O gür sesiyle “Ya Ebe´l-Heysem!” diye seslendi. Ebu´l-Heysem (radiyallahü
anh)
de hanımı da sesi duymadı. Fakat yatağında mışıl, mışıl uyuyan o yavru, birden
yatağından fırladı, “Baba! Kalk Ömer geldi” dedi.
Ebu´l-Heysem
(radiyallahü
anh),
çocuğunu rüya görüyor sandı. “Yat oğlum, gecenin yarısı, bu vakitte burada
Ömer´in işi ne?” Çocuk yattı.
Kapı
açılmayınca, bu defa da o narin sesli Ebû Bekir (radiyallahü anh),
gelip seslendi: “Ya Ebe´l-Heysem!” Çocuk yine fırladı, kalktı ve “Baba!
Ebû Bekir geldi” diye bağırdı. Babası onu tekrar yatırdı.
Fakat
son gelen, sesi soluğu cenazeleri dahi canlandıran Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem) di. O, “Ya Ebe´l-Heysem!” diye
seslenince, çocuk, artık yayından fırlayan bir ok olmuştu. Hem kapıya doğru
koşuyor, hem de
“Baba
kalk, Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) geldi!”
diyordu.
Ebu´l-Heysem
(radiyallahü
anh),
neye uğradığını şaşırmıştı. Hemen kapıya koştu. Gözlerine inanamıyordu. Gecenin
bu saatinde, hanesine, Sultanlar Sultanı nüzul etmişti. Hemen onları içeri
aldı. Gidip bir oğlak boğazladı. Bu şeref, insana hayatta belki bir kere nasip
olurdu. Hayatının en mutlu anını yaşıyordu. Canını bile sofraya koysa azdı.
Hurma getirdi, süt getirdi, et getirdi ve bu aziz misafirlerine ikram etti.
Açlıklarını bastıracak kadar yediler. Ardından da yine Peygamber (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimizin gözleri dolu dolu oldu.
Dudaklarından şu sözler döküldü:
“Allah´a kasem ederim, işte şu nimetlerden yarın
hesaba çekileceksiniz.” (Müslim)
Ardından da şu ayeti okudu:
“O gün, muhakkak bütün nimetlerden hesaba
çekileceksiniz”
(Tekâsür
8)
“Resûlüllâh
(sallallâhü
aleyhi ve sellem) vefat ettiğinde, evinde rafta bir parça
arpadan başka bir şey bırakmamıştır.” “Yalnız silahını, katırını ve bir de
vakfettiği bir toprak bırakmıştır.” (Buhari)
Ya
Rabb´i sevgilinin halini kazanamayız. Lakin bu sevgi uğruna bizi onun tattığı
elemlerden de mahrum etme.
Şah-ı
Nakşibent (k.s) bu sırra binaen “Allah (celle celâlühû)´ım
ihvanıma zekât verecek kadar çok mal, zekât alacak kadar fakirlik verme” diye dua
ederlerdi. Bunun hikmeti ile ihvan-ı kiramda fazla bir zenginlik zuhur etmedi.
Zenginliğin
artmasını malda değil kanaatte arayınız. Her kolaylığın arkası bir zorluk, her
zorluğun arkası da bir kolaylıktır.
“Fakirlik
neredeyse küfür olacaktı” sırrını da unutmamak lazımdır. Fakat fakirlikteki
sabır yine zenginlikten daha emniyetlidir.
“Kim Allah (celle
celâlühû) için olursa, Allah (celle
celâlühû)´ta onun için olur”
Hadîsi
şerifince, kim kendi nefsinden boşalsa, Hakk onu kendi ile doldurur. Fâniliğini
alır, bakiliği bedel verir.
“Seni
fakir bulup zengin etmedi mi?” (Duha,
8)
Hakiki
fakirlik varlığı boşaltmaktır. Âdem´in kelime manası “yokluk” demektir.
Eğer bu yokluk kabiliyeti insanda olmasaydı halife olamazdı.
Fakirlik
“yokluk” mertebesine ulaşmayan üstün özelliklere kavuşamaz. “Fakirlik
övüncüm”dür demesi “bütün tecelliyatlara mazharım” demektir. Dolu
olana Hakk yüz göstermez.
Fakir
hiçbir şeyi olmayan değil, manada her dediği olandır. Manada
her dediği olan demek, istek sahibi olmaktan azade (hür) olmak
demektir.
Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in“Allah
(celle celâlühû)´ım
Sana (iftikâr ile)
muhtaç olmak ile beni zenginleştir, Sen´den müstağni (zenginleşmek)
olmak suretiyle beni fakirleştirme” buyurmasına buna delildir.
Fakirlik makamına erişen “Kün” yani “ol”
emrinin himmetine kavuşmuştur. Bu makamın sahibi ise Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´dir.
“Fakirlik
tamam olduğunda; O, Allah (celle celâlühû)´tır”
sözü
ile Allah (celle celâlühû)´a kavuşmadan bahsedilmiştir.
İşlerimizde tevazu ve doğruluk, Sen´inle
ve halkın arasındaki günahlarımızı affetmeni ve Sana muhtaç olmayı istiyoruz.
İmanımızı peygamberlerin, sıddıkların,
şehitlerin nimetlere eriştirdiğin bahtiyarların istikamet yolu üzerinde sağlamlaştır.
Bizi öyle bir koruyuşla koru ki, tüm halkın şerrinden emin ve ömrümüzün sonuna
kadar kurtulmuş olalım.
Ey Allah (celle celâlühû)´ım, rağbetimiz Sanadır. Ancak Sen´den
korkarız. Amelemiz yok ki, ona güvenelim. Şerefimiz yok ki, önümüze koyalım.
Bir senet olarak “Muhammed Ümmetiyiz” (sallallâhü aleyhi ve sellem) demekten başka çaremiz yoktur.
“Yemin
ederim bu beldeye. Ve sen bu beldede ikamet etmektesin.”(Beled
1-2)
ayeti açıklanırken “Sen Mekke´den çıktıktan sonra bir daha orada olmazsan,
Ben o beldeye yemin etmem demektir” denilmiştir. Buna göre Mekke´nin şerefi
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)
iledir.
Şerefi
insanlar nerede aramalıdır? ın cevabı budur.
Çünkü günahlarımız çok,
Allah
(celle
celâlühû), Abdulkadir Geylânî (k.s) Hazretlerine
“hiçbir kimse günahları ile benden uzak olmadığı gibi, hiçbir kimsede itaatleri
ile de bana yakın olamaz.
Şayet
bana yakin (tanış) olursa günahkârlardan
olur. Zira günahkârlar aciz ve nedamet sahibidirler” buyurdu.
Yani insan her ne yaparsa yapsın, kullukta günah üzeredir.
Unutmamak gerekir ki, günahkârlar günahları,
itaatkârlar itaatleri sebebiyle mahcupturlar. Fakat bunların dışında bir sınıf
vardır ki; aşk ehli vardır ki, onlar sevgilin hayranı olup gam ve elem çekmezler.
Allah
(celle
celâlühû)´ın sevgilisi Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve
sellem)´i
aşırı sevip bu iptilâdan kurtulmak gerekmektedir.
Emellerimiz uzun,
Peygamberi yolda istek sahibi olmak diye bir şey yoktur.
Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz
elindeki iki çakıldan birini yakına, diğerini uzağa atarak:
“Şu ve şu neye
delalet ediyor biliyor musunuz?” dedi.
Sahabe-i Güzin Efendilerimiz (radiyallahü anhüm):
“Allah ve Resulü
daha iyi bilir” dediler.
Buyurdu ki: “şu
uzağa düşen emeldir, bu yakına düşen de eceldir. Kişi emeline ulaşmak için gayret ederken ulaşamadan ölüverir”. (Tirmizî)
Görülüyor ki; hiçbir
kimse isteklerine kavuşamayacaktır.
Velâyet
mertebesindekilerde dahi, istekler bitmez. Çünkü onlar bile Allah (celle celâlühû) aşkının ızdırâbından sükûnet
bulamazlar. Hep kavuşma arzuları vardır. Buna ise dünya âleminde bir şekilde
kavuşulamaz.
Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizin en
büyük isteğini ahirete bırakması bundandır. Yani şefaat hakkını ahirete bırakarak
ikinci bir halin karşısında isteğini zayi etmemiştir. Biliyordu ki bir isteğin
arkasını bir başka istek takip eder. Ahirette ise istekler karşılanmak ile hüküm
altına alınmıştır.
Basiret
sahipleri istek sahibi olmaktan Allah (celle celâlühû)´a sığınmışlardır. Çünkü istemek, karşısındaki varlığın dilenen için
halinden anlamadığı ihtimalini de ortaya çıkarır ki, bu Allah (celle celâlühû) için olmayacak bir şeydir. Zira
Allah (celle celâlühû) istemeden istekleri vermeye
mutlak kadirdir.
Veliler onun için
Allah (celle celâlühû)´tan bir şey istemekten hayâ
ederler. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz ise istek olarak gösterdiği dualar yolun başındakiler içindir.
Çünkü şeriat avam ile havasa birden inmiştir. Avam daraldığı yerde Allah (celle celâlühû)´a direkt müracaat ederken,
havas beklemeyi tercih ederek Allah (celle celâlühû)´ın büyüklüğünün zahir olmasını bekler. Çünkü bu bekleyiş, tasdik
makamının zirvesidir. Allah (celle celâlühû) her şeye kadirdir.
Fakat yine biz
istek sahibi olmalıyız. Çünkü bu emirle sabittir. Allah (celle celâlühû)´ım bizi affet.
İtaatte tembel, niyetlerimiz emrinin
dışındadır.
Yaratılış gereği insanda tembellik
vardır. Allah (celle
celâlühû)´ın istekleri
yapılırken gayret göstermeden başarıya ulaşılması zordur. Fakat neticede Allah (celle celâlühû)´ın dedikleri olur. Onun için
duadan uzak kalmamalıyız. Garantili bir hayat yoktur. Eğer bir emniyet varsa
oda Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´e
olan sevgimizdir.
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) buyurdu ki;
“Kişi vardır, uzun müddet cennet
ehlinin amelini işler, sonra da ameli cehennem ehlinin ameliyle son bulur. Yine
kişi vardır, uzun müddet cehennem ehlinin ameliyle amel eder de sonunda cennet
ehlinin ameliyle son bulur.” (Müslim)
Şüphesiz ki, biz zalimlerden olduk.
Bizim dost ve yârimiz Sen´sin. Müslüman olduğumuz halde canımızı al. Bizleri
salih kulların zümresine ulaştır. Soy ve evlatlarımızı bizler için ıslah eyle.
Hakikat biz Sana tövbe ediyoruz ve biz Müslümanlardanız.
Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem) buyurdu ki;
“Sen´den
ebedî, devamlı, sürekli olarak zarar verici bir sıkıntı ve yoldan çıkarıcı bir
fitne olmaksızın, yüce yüzüne nazar etme lezzetini isterim”.
Ey Allah (celle celâlühû)´ım, yardım ve merhamet dilendik,
kime derdimizi açtıksa yüzümüze bakmadılar. Sana sevgilin Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz ile yüz tuttuk, boş çevirmeyeceğine
inanıyoruz. O kalplerimizin devası, bedenlerimizin afiyeti, gözlerimizin
nurudur.
Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem) buyurdu ki; “Benden sonra bir takım
insanlar gelecek ki, onların her biri Beni görmek uğruna ehlini ve malını
vermeye can atarlar.”
Ey Allah (celle celâlühû)´ım, bizi O´nun cemaatinde haşret, sünneti
üzere amel işlet, yolu üzerinde öldür. O´nu görmeden iman ettiğimiz için bizi,
Sen´in ve O´nun cemalini bu dünyada ve ahirette görmekle, bize ikramda bulun.
Allah
(celle
celâlühû)´ı görmek isteyenler, dünyada peygamberlerinin yoluna
tabi olup, keşfen O´nu görmelerine bağlıdır. Çünkü Allah (celle
celâlühû)´ın tecellisi peygamberin simasından tecelli edecektir.
Allah (celle
celâlühû)´ı görmek dünyadaki inanca bakar.
Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem)´i görmeyenler Allah (celle
celâlühû)´ı nasıl görebilirler.
Ey Allah (celle celâlühû)´ım nefesini üzerimize gönder, kokusu
ile hayat bulalım. Nefsimizin hakikatini görüp hakikatine ulaşalım da evveli, ahiri,
zahirî ve batını toplayalım.
O
evvel´dir; bütün varlıklar O´dan geldi.
O
ahir´dir; varlıklar arayınca O´nu buldular.
O
zahir´dir; sıfatları açıktır.
O
batın´dır; her manada gizlidir.
Uzaklar ve yakınlar kalksın, bir olalım.
Kemâlat
yolunda ulaşılacak üstün makamlar, halleri cem etmek ve sonra birbirine
karıştırmadan fark etmektir. Yolun sonunda ise yokluk, yokluğun sonunda var
olmak vardır. Varlık ise Allah (celle celâlühû)´ın
varlığıdır. Bu yolun öğretmeni ise kayıtsız ve şartsız Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´e itaattir.
Kur´an-ı
Kerim´de şöyle gelmiştir;
“Hayır,
öyle değil! Rabbine ant olsun ki, onlar aralarında kimi oraya kimi buraya
çektikleri şeylerde seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden yürekleri
hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş
olmazlar” (Nisa 65)
Bu
ayetin geliş sebebi, münafıkla bir
Yahudi arasında cereyan eden bir ihtilaftır.
Bu
iki kimse arasında bir ihtilaf çıkınca, Yahudi, münafığı Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in huzurunda mahkeme olmaya çağırır. Sebebi Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in rüşvet almayacağına, âdilane
hükmedeceğine olan inancıdır. Münafık da rüşvet kabul edeceklerini bildiği için
Yahudiyi kendi hâkimleri önünde mahkeme olmaya davet eder. Bazı rivayetler o sırada
Yahudi hâkimin Ka'b İbnu'l-Eşref veya henüz Müslüman olmayan Ebu Berze
el-Eslemî- olduğunu belirtir.
Münafık:
“Ka'b İbnu'l-Eşref'e gidelim” derse de, Yahudi ağır basar ve Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´e gelirler. Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Yahudiyi haklı çıkarır. Öbürü kabul etmez
ve: “Bir de Ömer'e gidelim” der. Hz. Ömer'e gelip durumu anlatırlar. Hz.
Ömer (radiyallahü
anh)
“Bekleyin hükmümü vereyim” diyerek içeri gidip kılıncını getirir ve “Resûlullahın
hükmüne razı olmayana benim hükmüm budur” diyerek münafığın kellesini
uçuruverir.
İşte
bu hâdise bir taraftan Ömer İbn-ul-Hattab (radiyallahü anh)´ın “Ömer-ul-Faruk”
diye adlandırılmasına ve yukarıdaki ayetin inmesine sebep olur.
Biliyoruz ki; O, beşer suretinde gönderdiğin
bir hakikatindir.
Peygamberimiz
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem ve ala âlihî)´nin
ruhunun yaratılışında, ilk sözü Lâilâhe illâllah olunca, Allah (celle
celâlühû) tarafından Muhammedürrasûlullâh´la şereflenerek risâlet
ve kulluk ihsan olunmuştur.
Lâilâhe
illâllah “kelime-i Muhammedî”, Muhammedürrasûlullâh “kelime-i İlâhî”
dir.
Onun
için Muhammedürrasûlullâh diyen Hakk´tır.
Bu
hakikate göre Lâilâhe illâllah´ı söyleyen biz değil Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´dir. Bu sebeple bizim lisanımız
Peygamberimiz Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´in
lisanı, O´nun lisanı Allah (celle celâlühû)´ın
lisanıdır.
O´nun makamına ulaşamayacağımız gibi,
O´nsuz da yaşayamayız. Biz aciz kullarını, Güzel ve müstecâb isimlerinle O´na
kavuştur. İstiyoruz ki son sözümüz ise Lâilâhe illallah, Muhammed´ur Rasûlallah
olsun.
Ey Allah (celle celâlühû)´ım, yakınlıktan doğan sarhoşluğumuzun
sözlerinden ve fiillerinden Sana sığınıp, O´nun layık olduğuna yönelmeyi
istiyoruz. Çünkü O, bizi helâk olmaktan koruyandır.
Ey Allah (celle celâlühû)´ım, Resûlüllâh (sallallâhü aleyhi ve sellem)´i sevdiğimiz gibi çocuklarını ve ehli
beytini de severiz. Şu sözüne iman etmişizdir. “Gerçekten Fatıma (radiyallahü anha) kamil olarak iffetini
korudu ve bu yüzden Allah (celle celâlühû) onu ve evlatlarını,
cennete dahil etti.” “Rabb´im; ehl-i beytimden, sülâlemden birliğine iman edip ve Benim
peygamberliğimi kabul edene azap etmeyeceğini, vaat etti”
Resûlüllâh
(sallallâhü
aleyhi ve sellem) buyurdu ki;
“Muhammed
(sallallâhü
aleyhi ve sellem) hanedanını bilmek, cehennemden kurtulmaktır.
Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem)
hanedanını sevmek, sırat köprüsünden geçmeye vesiledir. Muhammed (sallallâhü
aleyhi ve sellem) hanedanına yardım etmek ise azaptan emin
olmaktır.”
Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in Ehl-i beytinden ve sülalesinden cehenneme
kimse girmeyecektir. Çünkü her yönden Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve
sellem)
korunmuştur. Leke olacak bir şeyín meydana gelmesi O´nun hakkında düşünülemez.
Soyun temiz ve imanlı olması gerekli bir hakikattir.
Ahiret
günü cehennemin hizmetkârları
“Âlemlere
rahmet ve nur olarak gönderilen Muhammed (sallallâhü aleyhi ve
sellem)´in ümmetinden, şer sahibi olarak hiç birinin ateşe
girmediğini görmekteyiz” diyecekler.
Allah
(celle
celâlühû) O´nun ehlini ve ümmetini dünya ve ahirette temiz
kılmıştır. Ahirette O´nun ümmetinden hiç kimse cehennemde kalmayacaktır.
Ehl-i
beyt adı, O´na tabi olan ve iman eden bütün ümmetine de verilmiştir.
Ayrıca
Âdem (aleyhisselâm)´den
insanlığın son ferdine kadar tüm âlem Fahri Âlem Muhammed Mustafa (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in ümmeti olmuştur. İnsanlığın hepsi Ehl-i
beytin bereketine ve şefaatine nail olmuştur.
Çünkü Peygamberimiz Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem ve ala âlihi) kendi nefsi için “Ben ümmetimin
Efendisiyim” dememiş, “Ben bütün insanların Efendisiyim” buyurmuşlardır.
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) ve çocukları Efendilerimizdir. Biz O´nu
kendimizden, evlatlarımızdan ve her şeyimizden çok severiz. Canımızı isterlerse
Onlara feda ederiz. Çünkü “kısasta hayat vardır.” Canını davası uğruna pazara çıkarana,
elbette Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem) den
büyük ihsanlar olacaktır.
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) “İnsan bir şeyi severse
daima onu yâd eder” “Allah (celle celâlühû) herkesi sevdiği taife ile haşreder” buyurdular.
Nesep
ve sebep bakımından, yani kan ve nikâh bakımından olan akrabalığın kıyamette
faydası yoktur. Ancak Resûlüllâh (sallallâhü aleyhi ve
sellem)
akrabası bundan müstesnadır. Biliyoruz ki bütün insanlık O´nun Ehl-i Beyti´dir.
Ey merhamet edenlerin, en çok
merhamet edeni olan Allah (celle celâlühû)´ım, Aziz kitabın Kur´an-ı Kerim´inle, Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´in kerem dolu nübüvveti ve şerefiyle,
babası İbrahim (aleyhisselâm) ve İsmail (aleyhisselâm) ile, arkadaşları Ebubekir (radiyallahü anh), Ömer (radiyallahü anh) ve Osman (radiyallahü anh) ile, kızı Fatıma (radiyallahü anha), Ali (radiyallahü anh) ve oğulları Hasan (radiyallahü anh) ve Hüseyin (radiyallahü anh) ile, amcası Hamza (radiyallahü anh) ve Abbas (radiyallahü anh) ile, zevcesi Hatice (radiyallahü anha) ve Ayşe (radiyallahü anha) ile ve diğer temiz zevceleri ile
Sana tevessül edip yöneliyoruz. Senden onların hürmetine ihtiyaçlarımızı
istiyoruz.
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem), onları rahmetle andı. Onlar, O´nun
halifeleridir. Dinini ayakta tuttukları gibi ilmine varis oldular, O´nun
yolunda gittiler.
Ey Allah (celle celâlühû)´ım, âline, zürriyetine, Ehl-i
Beytine ve onların dostlarına; içinde güzel bir mükâfat ve edaya lâyık görülmüş
hoşnutluğuna yol açmış salât ve selâmın olsun.
Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem) “Bir kimse onları severse, Ben´i sevdiği
için sever, onlara buğz eden Bana buğz ettiği için eder” [53] buyurdu.
İbrahim (aleyhisselâm)´a ve hanedanına da salâtını indir. Şüphesiz
ki Sen övülmeye lâyıksın, şan ve şeref sahibisin.
Salâvat
içerisinde İbrahim (aleyhisselâm) ´ın Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´den sonra gelmesini şu şekilde
açıklanmıştır.
İbrahim
(aleyhisselâm)
her ne kadar Fahri Âlem Muhammed Mustafa (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in atası olsa da kadir kıymet yüceliği
yönünden lafızda sonra gelmiş ve sonra zikredilmiştir.
Arapça
gramerinde zayıfın kuvvetliye atfedilmesi olmaz. Zira yaratılanlar arasında
kimse O´nun makamına kavuşamamıştır.
Ey Allah (celle celâlühû)´ım, bizi onların sırlarının hakikatine
eriştir, marifet basamaklarında yükselerek hakikatleri anlama imkânını lütfeyle.
Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem) buyurdu ki;
“Benim ümmetimin âlimleri Beni İsrail´in
peygamberleri gibidir.”
Zaman içerisinde terakki eden bazı kutlu kişiler,
Ümmet-i Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem) arasında cemaatlere önder olurlar. Yolları
Peygamberimiz Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem ve ala âlihi)´nin şeriatı üzeredir.
Fakat müntesiplerinin kudretleri ancak o kutlu zatın dairesini aşamayınca,
onunla dini hayatı yaşamışlardır. Bundan dolayı da tabileri ayıplanmazlar.
Fakat istenilen mertebe Resûlüllâh (sallallâhü aleyhi ve sellem)´de fena olmaktır.
Tasavvufta Fena-fi´r-resul makamı ara makamlardan
sayılsa da Allah (celle celâlühû)´ta fena olma makamı bu makamdan ayrı değildir. Fena-fi´llah
makamı ile Fena-fi´r-resul aynîlik ve gayrilikle (başkalık) ile vasıflanmıştır. Eğer ki; mürit O´nun makamına
komşu olmazsa manevî yolu noksan olup, kesik kalır.
Mesela; vefatlarından
sonra bazı evliya tasarruftan men edilir. Bu onların mertebelerine bağlıdır.
Eğer bir veli Muhammedî meşrep değilse onun tasarrufu devam etmez. Çünkü İslâm
dışında bütün dinlerin şeriatı kaldırılmıştır. Yani İsevî, Musevî, İbrahimî vb.
meşrepli veliler vefatlarından sonra tasarrufları kesilince ister istemez
onların bağlıları da zamanla azalır.
Binaenaleyh; kutlu önderleri sevmek, istenilen
netice değildir. Aracı olanı hedefte mahvetmezsek sonuca kavuşamayız. Bazıları bir ömür sermayeyi minnet sınıfından
önderinin kapısında beklemekte görseler de bir neticenin hâsıl olmadığı
mukadderdir. Kabiliyet vasfı yerde yürümek olanın arşta seyri düşünülmez. Bu
sonuçta ayıplanan bir şeyde değildir.
Ey Allah (celle celâlühû)´ım, O´nun dostlarından, kendisine
uyanlardan ve takip edenlerden razı ol.
Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem) buyurdu ki;
“Bir
kimse, insanların kızacakları şeyde Allah (celle celâlühû)´ın
rızasını ararsa, Allah (celle celâlühû)
onu, insanlardan geleceklerden korur.
Bir kimse, Allah (celle celâlühû)´ın
kızacağı şeyde, insanların rızasını ararsa, Allah (celle
celâlühû) onun işini insanlara bırakır”.
Bizim düşüncemizde bu şekilde olmalıdır.
Hakikat yolunda ona uyan Ashab-ı Kiram
ve âlimlerden, iman ehli ve irfan sahiplerinden hoşnut ol. Bizi de o
bahtiyarlara kat.
Resûlüllâh (sallallâhü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:
“Allah (celle celâlühû) beni ve Ashabımı seçti. Onları bana hısım ve yardımcılar kıldı.
Bilesiniz ahir zamanda bir güruh çıkıp onların kadrini düşürmeye
çalışacak.
Sakın onlarla evlenmeyin, onlara kız vermeyin, onlarla birlikte
namaz kılmayın, cenazelerine namaz kılmayın. Onlara lanet etmeniz helaldir.”
“Ümmetimden,
hak üzere olan, doğru yolda yürüyen, her zaman bulunacaktır. Bunlara karşı duranlar, bunlara zarar
yapamaz. Bunlar, Allah (celle
celâlühû)´ın takdir ettiği saate kadar, işlerini
yapacaktır”
Ey
Allah (celle
celâlühû)´ım, Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve
sellem)´in
yolunu takip eden kullarının arasına bizi dâhil eyle.
Ey Allah (celle celâlühû)´ım, salât ve selâmını; ruhlar arasında
bulunan Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in
ruhuna, bedenler arasında bulunan Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´in bedenine; kabirler arasında
bulunan Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in
kabri üzerine indir.
İmam
Malik (radiyallahü
anh)
buyurdu ki;
“Resûlüllâh (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in bulunduğu toprağı, hayvan ayağı ile
çiğneyip geçmeye Allah (celle celâlühû)´tan
utanırım”
Halid
İbn-i Velid (radiyallahü anh) bir savaşta Efendimiz (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in içinde kılı bulunan sarığını yere düşürdü.
Onu alıp başına koymak için çok zaman geçince, bu beklemeden pek çok insan
öldü. Sahabe bu hali hoş karşılamadılar. Halid İbn-i Velid
(radiyallahü anh);
“Ben bunu sarık için yapmadım. Bilakis, Resûlüllâh
(sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in saçında bulunan bereket için yaptım. Ki,
bu kıl müşriklerin eline düşüp onun bereketinden mahrum olmayayım” dedi.
Saçının bir teline cihan feda olsun.
Bu salât ve sebep olacağı feyizler, O´nun
azametli şan ve şerefine uygun düşsün. Kendilerini hürmetle andığımız Peygamber
(sallallâhü aleyhi
ve sellem) Efendimizin,
atalarının, hanedan ve dostlarının değerine uygun, soylu makam ve mertebelerine
münasip düşecek bir salât ve selâm olsun.
Ey Allah (celle celâlühû)´ım Zat-ı´nın
O´na devamlı durmaksızın ettiğin salâtın ile salât ve selam ederiz.
Ey Allah (celle celâlühû)´ım Fahr-i Âlem (sallallâhü aleyhi ve sellem ve ala âlihî)
Efendimizi çok seviyoruz. Ne kadar üzerine salâvat
getirsek, o kadar özümüzü ihya etmiş oluruz. O´na yakın olmak ne büyük şereftir.
İbn-i
Abbas (radiyallahü
anh)
buyurdu ki;
“Evde
kimse yoksa şöyle selam verin ;
Esselâmü
ale’n- Nebiyi ve rahmetullahi ve berakâtühü, esselâmü aleyna ve alâ
ibadillahissâlihin, Esselamü alâ ehlil beyti ve rahmetullahi ve berakâtühü
Eğer
mescitte kimse yoksa şöyle selam verin.
Esselâmü
alâ Rasûlillâh (sallallâhü aleyhi ve sellem)”
Boş mekânlar
O´nun varlığı ile doludur. Eğer ki insan kendini boşaltırsa O´nun hakikatini nefsinde
bulur. Hayrete düşer. Hayret terakki sebebidir. Benlik sahibinde hayret olmaz.
Ey Allah (celle celâlühû)´ım, O´nu öven Sen´sin. Biz nasıl O´nu
methederiz.
Zikirde,
bir zikir eden, bir de zikir olunan vardır.
Zikir eden ve zikir yok olacaklar, yalnız, zikir olunan kalacaktır. Bunun dışında olanların bir kıymeti yoktur.
O,
asıllarının aslıdır. Efendimiz Muhammed
Mustafa (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in sırrına kavuşmaya çalışmak, aslın aslına
yükselmek demektir.
Onun
için Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´i övmekte
ancak Allah (celle celâlühû)´ın kendine ait kaldı. “Ey
Allah (celle celâlühû)´ım, O´na salât kıl” demenin
manası budur.
Daha
açık manası da; “Ya Rabbi! Doğruyu bize doğru olarak göster ve ona
uymağı bize nasip et; yanlış ve bozuk olan şeylerin yanlış olduklarını bize göster
ve onlardan sakınmamızı nasip et. İnsanların en üstünü Efendimiz Muhammed
Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem) hürmetine
bu duamızı kabul buyur”
Fakat övülmeye layık olmayan nice şeylere
övgü dizen bize, Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimize layık olmayan bu övgüyü
nasip kıldığın için binlerce şükürler olsun.
Düşüncelerde safiyete ve berraklığa
ulaşmak çok zordur. Kullar Allah
(celle celâlühû) nasıl dilerse öyle hareket eder ve
düşünür.
Resûlüllâh (sallallâhü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:
“Allah (celle celâlühû) diyor ki: “Ben, kulumun hakkımdaki zannı gibiyim. O, beni andıkça ben onunla
beraberim.
O, beni içinden
anarsa ben de onu içimden anarım.
O, beni bir
cemaat içinde anarsa, ben de onu daha hayırlı
bir cemaat içinde anarım.
O, şayet bana bir karış yaklaşacak olursa, ben ona
bir arşın yaklaşırım.
Eğer o, bana
bir arşın yaklaşırsa ben ona bir
kulaç yaklaşırım.
Kim bana yürüyerek
gelirse ben ona koşarak giderim.
Kim bana şirk koşmaksızın bir yerin dolusu günahla gelse,
ben de onu bir o kadar mağfiretle karşılarım.” (Buhari)
Allah (celle celâlühû) hakkında hüsn-ü zanna ulaşmak
gereklidir. Zamanla manevî terbiye, iyi düşünceleri meydana getirir. Çünkü mümin
düşünce güzelliğine kavuşmadan Rabb´ine kavuşmaz. Çünkü Resûlüllâh (sallallâhü aleyhi ve sellem) buyurdu ki; “Sizden kimse Allah
(celle celâlühû)
hakkında hüsn-ü zanda bulunmadan ölmeyecektir”
(Müslim)
Bu hadis-i şerif ölüme yakın zamanda Allah (celle celâlühû)´ın rahmetinden ümidin galebe çalacağı
ve gönlün gizli perdeleri altında bazı sırların inkişaf edeceğini ifade eder.
Bu hal ile ölen kulda cennete gider.
Mesela; evliyanın sırrı ölmeden ortaya çıkar. Öyle ki velayette
olanın mertebesini ölmeden önce görenler çoktur. Bunun gibi senelerce bigâne (lakayt) yaşayıp son nefesinde sırlara kavuşmak
Allah (celle celâlühû)´ın rahmetinin açığa çıkmasından başka
ne olabilir. Bu şekilde kişi yaşadığı hal üzere ölmüş olur. Hiçbir zaman Allah (celle celâlühû) kullarının üzülmesini istemediği gösterir.
Çünkü Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) buyurdu ki; “Her kul ne üzerine
ölürse o şey üzerine diriltilir.”(Müslim)
Öyleyse yaşlılıkta ümidin galebe çalması, Allah (celle celâlühû) hakkında hüsn-ü zan, Allah (celle celâlühû)´ın rahmetine dayanmak ve ibadet ve
taâta yönelmek Rabbanî edebe aykırı olmamaktadır.
Ey merhamet edenlerin en çok merhamet
edeni Rabb´imiz, şüphesiz ki Sen, her şeyi lâyıkıyla duyar ve bilirsin. Duamızı;
bizden kabul buyur. Bizlere yararlı bir marifet ihsan et. Şüphesiz ki Senin her
şeye gücün yeter. Tövbemizi de, kabul buyur. Muhakkak ki, Sen, tövbeleri çokça
kabul eden Rahîmsin.
Ey Allah (celle celâlühû)´ım canımızdan daha sevimli,
nefsimizden ve aile fertlerimizden daha aziz olan Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´e salât ve selam ederiz.
يآ اَكـــْرَمَ
الْـخَــلْــقِ مٰاليﹺ
مَـنْ اَلــُوذُ بِــهِ
سِــوَاكَ عِـنْــدَ
حُــلُــولِ الْحـَادِثِ الْــعَـمِـمِ
“Ey bütün yaratılmışların en üstünü ve
en cömerdi olan Yüce Efendim (sallallâhü aleyhi ve sellem) son nefesimde,
sığınacağım senden başka kimse yoktur” (Kaside-i
Bürde)
Hamdolsun
Kâinatın Rabbi Allah (celle celâlühû)´a.
Âmin.
25.07.2004
Esenler - İSTANBUL
HZ. MUHAMMED
MUSTAFA (SALLALLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEM) ´İN
HAKK’A YÜRÜMEDEN
ÖNCE İRAD ETTİĞİ SON HUTBESİ
Allah
(celle
celâlühû)´a hamd ve senadan sonra şöyle dedi:
Ey
insanlar!
Ateş
alevlendi ve karanlık gecenin parçaları gibi fitneler ortaya çıkıp insanlara
yöneldi. Allah (celle celâlühû)´a
yemin ederim ki, ben Kur´an´ın helal kıldıklarının dışında size bir şey helal
kılmadım. Kur´an´ın haram kıldıklarının dışında size bir şeyi haram da
kılmadım.
Ey insanlar!
Peygamberinizin ölümünden korktuğunuzu haber
aldım. Benden önce kendilerine vahiy gönderilenlerden hiçbiri ebedi kalmış mı
ki, ben de aranızda ebedi kalayım?
Haberiniz
olsun ki ben Rabbime kavuşuyorum. Siz de bana kavuşacaksınız. İlk hicret
edenlere iyi davranmanızı tavsiye ediyorum.
Muhacirlere
de birbirlerine iyi davranmalarını tavsiye ediyorum. Çünkü Yüce Allah (celle
celâlühû) şöyle buyurur:
“Asra
yemin olsun ki, gerçekten insan ziyan içindedir. Ancak iman edip salih ameller
işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye
edenler müstesna.” (Asr
Suresi)
Bütün
işler Allah (celle celâlühû)´ın
izniyle olmaktadır. Bir işin ağır yürümesi sizi aceleciliğe yöneltmesin. Çünkü
Allah (celle celâlühû) bir insanın acele
etmesiyle acele etmez. Kim Allah (celle celâlühû)´a
karşı üstün çıkmaya kalkışırsa Allah (celle celâlühû) onu
zelil eder. Kim de Allah (celle celâlühû)´ı
kandırmaya kalkışırsa Allah (celle celâlühû)
onun planını boşa çıkarır. Yeryüzünde fesat çıkarıp akrabalık bağlarını koparabilir
misiniz?
Ensara
da iyi davranmanızı tavsiye ederim. O Ensâr ki, sizden önce yurt hazırladılar.
Onlara iyilik yapın. Onlar meyvelerini sizinle bölüşmediler mi? Evlerini size
açmadılar mı? Kendileri ihtiyaç içinde oldukları halde sizi kendi nefislerine
tercih etmediler mi?
Dikkat
edin iki kişi arasında hükmedecek olan kişi iyilik yapanın iyiliğini kabul
etsin ve yanlış yapanı affetsin. Sakın birini diğerine tercih etmeyin.
Haberiniz
olsun ki, sizden önce öleceğim ve siz bana kavuşacaksınız. Bilesiniz ki sizinle
buluşma yerimiz Havz´ın başıdır. Dikkat edin, sizden kim yarın bana kavuşmak
istiyorsa elini ve dilini Allah (celle celâlühû)´ın
yasaklarından sakındırsın. Gerektiği yerlerin dışında onları tutsun.
Ey
insanlar!
Muhakkak
ki günahlar nimetleri değiştirir. İnsanlar iyi olduklarında yöneticileri de
onlara iyi davranır. İnsanlar kötü olduklarında ise yöneticileri onlara kötü
davranır. Hayatım da sizin için hayırlıdır, ölümüm de!
“Muhammed
sadece bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler geçmişti. Eğer o ölür veya
öldürülürse ökçelerinizin üzerine geriye mi döneceksiniz? Kim ökçelerinin
üzerine geriye dönerse Allah (celle celâlühû)´a
bir zarar dokunduramaz. Allah (celle celâlühû)
şükredenlerin karşılıklarını verecektir.”
(Ali İmran 144)
“Biz
peygamberleri ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak göndeririz. Kimler iman eder de durumlarını düzeltirlerse
onlar için korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” (En´am 48)
“De
ki: Allah´a ve peygambere itaat edin.
Eğer yüz çevirirlerse muhakkak ki Allah (celle
celâlühû) kâfirleri sevmez.”
(Ali İmran32)
“Kim
Allah (celle celâlühû)´a ve Peygamberine
itaat ederse Allah (celle celâlühû) onu
içerisinde sonsuza kadar kalacakları altından ırmaklar akan cennetlere sokar.
İşte büyük kurtuluş budur.”
(Nisa 13)
“Ey
iman edenler! Allah´a itaat edin, Peygamber´e itaat edin ve amellerinizi
geçersiz kılmayın.” (Muhammed
33)
“Biz seni şahit, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.”
(Fetih 8)
“De
ki: Ben peygamberlerin ilki değilim. Bana ve size ne yapılacağını da
bilmiyorum. Sadece bana vahyolunana uyuyorum ve ben apaçık bir uyarıcıdan
başkası değilim.” (Ahkaf
9)
PEYGAMBERİMİZ
EFENDİMİZ
(ALEYHİSSALÂTÜ
VESSELÂM VE ALA ÂLİHÎ)'NİN
HAYATI
KRONOLOJİK
CETVEL
M.
571–574
–Abdullah oğlu Muhammed (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Efendimiz (9 Rebi´u´l–evvel, 20 Nisan 571)
Pazartesi gecesi sabaha karşı Mekke'de Fil yılında fil ordusu gelmeden on aylık
iken doğumu oldu.
-(Ayın altısını yediye bağlayan
cumartesi günü gece sabaha karşı doğmuştur.)
–Allah (celle celâlühû), Efendimiz
(sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in bereketi ile fil ordusunu Mekke´den kovup
çıkarmış ve çoğunu helak etmiştir.
–Dört
yaşına kadar sütannesi Halime ile öz annesi Hz. Âmine arasında gidip gelmesi.
—Göğüs
yarılma olayının gerçekleşmesi.
M.
575–576
–İki
yıl annesiyle birlikte kalması.
–Annesiyle
birlikte Yesrib (Medine)´deki dayılarının yanına
gitmesi.
–Yesrib
(Medine)
dönüşünde annesinin Ebvâ´da otuz yaşındayken vefat etmesi ve oraya
defnedilmesi. Hz. Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem) o zaman altı
yaşındaydı. (M. 576)
M.
577–578
–İki
yıl dedesi Abdulmuttalib´in himayesinde kalması.
–Hz.
Muhammed (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in sekiz yaşında olduğu sırada dedesi Abdulmuttalib´in
ölmesi. (M. 578)
M.
578–592
–Amcası
Ebu Talib´in himayesine girmesi.
–İkinci
göğüs yarılma olayının gerçekleşmesi.
–10–12
yaşlarında olduğu yıllarda Mekke kırlarında çobanlık yapması.
–12
yaşına geldiğinde, yaz döneminde amcasıyla birlikte ticaret için Şam´a gitmesi.
(M. 583)
–Hz.
Muhammed (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in yirmi yaşında olduğu sırada Kureyş´le
Kaysi Aylan kabileleri arasında Ficar savaşının ortaya çıkması.
–Yine
20 yaşında olduğu sırada, mazlumlara yardım amacıyla hılfu´l–fudul anlaşmasının
gerçekleştirilmesi.
M.
595
–25
yaşındayken Huveylid´in kızı Hz Hatice (radiyallahü anha)´nın
ticaret mallarıyla Şam´a gitmesi.
–Aynı
yıl, Hz. Hatice (radiyallahü anha)´yle
evlenmesi.
M.
606
–35
yaşında olduğu sırada, yıkılmak üzere olan Ka´be´nin onarılması. Bu onarım
sırasında Haceru´l–Esvet Hz. Muhammed (sallallâhü aleyhi ve
sellem)
tarafından yerine yerleştirilmiştir.
M.
610–613
–
Hira mağarasında ibadete çekilmesi.
–40
yaşında olduğu sırada kendisine vahiy gelmesi ve peygamberlikle
görevlendirilmesi. (M. 610, Ramazan ayı)
–Üç
yıl süreyle dine davetin gizli tutulması.
–İlk
Müslümanlar
Hazreti Hatice
Kübra (radiyallahü
anha)
Hazreti Ebûbekir (radiyallahü
anh)
Hazreti Ali (radiyallahü anh)
Hazreti Zeyd (radiyallahü anh)
Hazreti Ebû Zer Gifârî
(radiyallahü anh)
Hazreti Osman (radiyallahü anh)
Hazreti Abdurrahman (radiyallahü anh)
Hazreti Sa'd (radiyallahü anh)
Hazreti Zübeyr (radiyallahü anh)
Hazreti Talha (radiyallahü anh)
Hazreti Ebû Ubeyde (radiyallahü anh)
Hazreti Saîd (radiyallahü anh)
M.
613–616
–
Açıktan davetin başlaması. (M. 613)
–
Müslümanlar üzerinde şiddet ve baskının başlaması.
–İlk
Müslümanların büyük bir kısmının Habeşistan´a hicret etmesi. (I.Habeşistan
hicreti) (M. 615)
–Hz.
Hamza (radiyallahü
anh) ile
Hz. Ömer (radiyallahü
anh)´ın
Müslüman olması. (M. 616)
M.
617
–Müslümanların
ikinci kez Habeşistan´a hicret etmeleri.
Cafer Tayyar (radiyallahü anh)
–Müslümanların
ekonomik ablukaya alınması için bir belge yazılması, bu belgenin Ka´be´nin
duvarına asılması ve yürürlüğe konması. Bu abluka M. 617´de başlamış ve üç yıl
sürmüştür.
M.
619
–Ekonomik
ablukanın kaldırılması.
–Ebu
Tâlib´in ölümü.
–Hz.
Hatice (radiyallahü
anha)´nın
vefatı. (Bu iki ölüm olayının gerçekleştiği M. 619 yılı hüzün yılı olarak
adlandırılmıştır.)
–Hac
döneminde Yesrib (Medine)´deki Hazrec kabilesine mensup altı kişilik bir hac
kafilesinin Müslüman olması.
M.
620
–Resûlüllâh
(sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in davet için Mekke yakınındaki Taif´e gidip
dönmesi. Taif halkı Resûlüllâh (sallallâhü aleyhi ve sellem)´in davetine ilgi
göstermemiş ve onu çocuklarına taşlatmışlardır.
–Yesrib´deki
Evs ve Hazrec kabilelerinden 12 kişinin Müslüman olması.
–Birinci
Akabe Bey´atı.
M.
621
–Üçüncü
göğüs yarılma olayının gerçekleşmesi.
–İsrâ
ve Miraç mucizesinin gerçekleşmesi ve Miraç esnasında beş vakit namazın farz
kılınması.
–İkinci
Akabe Bey´atı. Bu bey´atta Evs ve Hazrec kabilelerinden 73 erkek ve 2 hanım
bulunmuştur.
–Müslümanların
çoğunluğunun Medine´ye hicret etmesi.
H.
1 M. 622
–Resûlüllâh
(sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in Medine´ye hicreti.
–İlk
Cuma namazının kılınması.
–Mescidi
Nebevi´nin inşası.
–Ezanın
uygulamaya konması.
–Mekke´den
gelen Müslümanlarla (muhacirlerle) Medineli Müslümanların (Ensâr´ın)
birbirleriyle kardeşleştirilmesi.
H.
2 M. 623–624
–Fakirlerin
barındırılması için Mescidi Nebevi´nin önüne suffe (teras) yapılması.
–Kureyş
kervanına askeri taarruz.
–Müşriklerin
Medine otlaklarına saldırarak bazı hayvanları gasbetmelerine karşı
gerçekleştirilen Safevân gazvesi. 624
–Kıblenin
Kudüs´teki Mescidi Aksa tarafından Ka´be tarafına çevrilmesi.
–Ramazan
orucunun farz kılınması.
–İslâm´da
ilk savaş olan Büyük Bedir savaşı. (Bu savaşta Müslümanlar büyük bir zafer elde
etmişlerdir.) (17 Ramazan Çarşamba 2
/ 13 Mart 624)
–Zekâtın
farz kılınması ve fitrenin emredilmesi.
–Resûlüllâh
(sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in kızı Hz. Fatıma (radiyallahü
anha)´nın
Hz. Ali (radiyallahü
anh)´yle
evlenmesi.
–İlk
Kurban bayramı namazının kılınması.
H.
3 M.
624–625
–Müşriklerin
Medine´ye saldıracaklarına dair bir haber alınması üzerine gerçekleştirilen
Gatafan gazvesi. Bu gazve Resûlüllâh (sallallâhü aleyhi ve
sellem)´in
Uhud´dan önce kumanda ettiği en büyük gazvedir.
–Kureyş´le
karşı karşıya gelmek üzere gerçekleştirilen Bahran gazvesi. Bu, aynı zamanda
büyük bir savaş tatbikatı niteliği taşımaktadır.
–Karde
seriyyesi. Bu seriyye Müslümanların Uhud´dan önce gerçekleştirdikleri en büyük
savaş tatbikatı niteliği taşımaktadır.
–Hz.
Osman (radiyallahü
anh)´ın
Peygamberimizin kızı Ümmü Gülsüm (radiyallahü anha)´le
evlenmesi.
–Hz.
Hasan (radiyallahü anh)´ın dünyaya gelmesi.
625
–Resûlüllâh
(sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in Hz. Ömer (radiyallahü anh)´in
kızı Hafsa (radiyallahü anha)´yla evlenmesi.
–Uhud
savaşı. Bu savaşta Müslümanlardan Hz. Hamza (radiyallahü anh)´ ın da içinde
olduğu yetmiş kişi şehit olmuştur. (11 Şevval Salı 3 / 26
Mart 625)
–Uhud
savaşının yaralarının sarılması ve Müslümanlara moral kazandırılması amacına
yönelik Hamrau´l–Esed seferi.
H.
4 M.
625–626
–Arap
kabilelerine davet için gönderilen on Müslümanın şehit edildiği er–Reci faciası.
–Bazı
Arap kabilelerinin isteği üzerine, dini öğretmek üzere gönderilen yetmiş
kurranın (hafızın) pusuya düşürülerek şehit edildiği Bi´ru Maune faciası. Resûlüllâh
(sallallâhü
aleyhi ve sellem) bu olaydan sonra bir ay süreyle, söz konusu
kurraları pusuya düşürenlerin cezalandırılması için sabah namazlarında kunut
duası okudu.
626
–Müslümanlarla
aralarındaki anlaşmaya uymayarak Resûlüllâh (sallallâhü aleyhi ve
sellem)´i
öldürmek için tuzak kuran Beni Nadir Yahudilerinin sürgün edilmesi.
–
İçki ve kumarın haram kılınması.
–Zâtu´r–Rikâ
gazvesi. Korku (havf) namazı bu gazvede teşri edilmiş ve ilk olarak bu gazvede
kılınmıştır.
–Resûlüllâh
(sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in hanımlarından Hz. Zeynep bintu Huzeyme (radiyallahü
anha)´nın
vefatı. Resûlüllâh (sallallâhü aleyhi ve sellem)´in
hanımlarından sadece Hz. Hatice ve Hz. Zeynep onun sağlığında vefat etmiştir.
–Hz.
Hüseyin (radiyallahü anh)´in dünyaya gelmesi.
H.
5 M.
626–627
–Suriye
civarında toplanan eşkıya çetelerinin dağıtılması amacıyla gerçekleştirilen
Dumetu´l–Cendel gazvesi.
–Medine´ye
saldırmaya hazırlanan Mustalik oğullarının susturulması amacına yönelik Beni
Mustalik gazvesinin gerçekleştirilmesi. Bu gazveden dönülürken Hz. Aişe (radiyallahü
anha)´ye
iftira atılmıştır (İfk olayı).
627
–Haccın
farz kılınması.
–Hendek
savaşı. Bu savaşta müşrikler Medine´yi kuşatmış, onlara karşı bir savunma
tedbiri olarak şehrin etrafına hendek kazılmış, müşrikler de kuşatmayı günlerce
sürdürmelerine rağmen umduklarını elde edememiş ve geri dönmek zorunda
kalmışlardır. (1 Şevval Pazartesi
5/23 Şubat 627)
–Hendek
savaşında ihanet eden Kurayzaoğulları Yahudilerinin büyük erkeklerinin
öldürüldüğü, kadınlarının ve çocuklarının da esir edildiği Beni Kurayza
gazvesi.
H.
6 M.627–628
–Bi´ru
Maune´de Müslüman davetçileri pusuya düşürerek öldüren Lihyan oğullarının
cezalandırıldığı Beni Lihyan gazvesi.
–Resûlüllâh
(sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in develerinin yağmalanması ve çobanının
şehit edilmesi olayı ve buna karşılık bazı bölgelere seriyyeler gönderilmesi.
–İslâm´a
davet için bazı devlet başkanlarına elçiler ve mektuplar gönderilmesi.
628
–Resûlüllâh
(sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in kuraklıktan dolayı yağmur duasına çıkması.
–Rıdvan
bey´atı. Bu olayda Müslümanlar, Hudeybiye´deki yeşil bir semure ağacının
altında ya Mekke fethedilinceye ya da Allah yolunda şehit edilinceye kadar cihat
etmek üzere Resûlüllâh (sallallâhü aleyhi ve sellem)´e
bey´at etmişlerdir.
–Müslümanlarla
Mekke müşrikleri arasında, görünüşte Müslümanların aleyhine sanılan ancak
onlara büyük fetihlerin kapılarını açan Hudeybiye anlaşmasının imzalanması. (1 Zilkade Pazar 6 / 13 Mart 628)
H.7 M.628–629
–Yine
bazı devlet başkanlarına İslâm´a davet mektupları ve elçiler gönderilmesi.
–Medine´ye
saldırıda bulunmaya hazırlanan Hayber Yahudilerinin bunu yapmalarına fırsat
vermemek için gerçekleştirilen Hayber gazvesi ve Hayber´in fethi. Bu fetihten
sonra Yahudiler Hayber dışına sürgün edilmişlerdir.
–Daha
önce Habeşistan´a hicret etmiş Müslümanlardan orada kalanların Medine´ye
dönmeleri.
–Medine´ye
saldırıya hazırlanan Vadi´l–Kurra, Fedek ve Teymâ Yahudilerine karşı
gerçekleştirilen Vâdi´l–Kurrâ gazvesi.
–
Umre ziyareti. 629
H.
8 M.629–630
–Amr
ibnu´l–As ve Hâlid ibnu´l–Velid´in Müslüman olması.
–Resûlüllâh
(sallallâhü aleyhi ve sellem)´in elçisini öldüren Rumlara karşı
gerçekleştirilen Mute seferi.
–Mekke´nin
fethi. (20 Ramazan Çarşamba 8 / 11
Ocak 630)
–Müslümanlara
saldırmak üzere toplanan Hemazin kabilelerine ve onlara yardım eden Sakif
kabilesine karşı gerçekleştirilen Huneyn gazvesi.
–Resûlüllâh
(sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in Ci´rane´den ihrama girerek umre yapması.
H. 9 M.
630–631
–Hazreti Abbas (radiyallahü anh)
Ebû Süfyan (radiyallahü anh)
müslüman olmaları.
–Resûlüllâh
(sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in Müslüman bölgelerine valiler ve zekât
tahsil memurları göndermesi.
–Tebük
gazvesi. Bu, Bizans devletine Suriye topraklarında verilen bir derstir.
–Tebük
seferine katılmak istemeyen münafıkların Mescidi Dırar olarak bilinen bir mescit
yapmaları ve orada toplanmaları. Bu mescit daha sonra Resûlüllâh (sallallâhü
aleyhi ve sellem) tarafından yıktırılmıştır.
–Sulh
ve sükûn dönemi. Bu dönemde çeşitli kabilelerden Medine´ye hey´etler gelerek
Müslüman olduklarını bildirmiş, mukabilinde bu kabilelere davetçiler ve
öğreticiler gönderilmiştir. Bu gelişmelerin yaşandığı yıl Senetu´l–Vufud (Hey´etler
Yılı) olarak adlandırılmıştır.
–Müslümanların,
Hz. Ebu Bekir (radiyallahü anh)´in emirliğinde (yönetiminde) hac
yapmaları. 631
–İslâm´ın
bütün Arap Yarımadası´na yayılması.
H.
10 M.
631–632
–İslâm´ın
yayıldığı yeni bölgelere de valiler ve zekât tahsil memurları gönderilmesi.
–Veda
haccı. Bu, Resûlüllâh (sallallâhü aleyhi ve
sellem)´in
ilk ve son haccıdır. Bu hacda yaklaşık yüz bin kişiye hitaben Veda hutbesini
okumuştur. (11 Zilhicce Pazar 10 /8 Mart 632)
H.
11 M.
632
–Beni
Nahle heyetinin gelmesi. Bu, Resûlüllâh (sallallâhü aleyhi ve
sellem)´in
sağlığında Müslüman olduklarını bildirmek üzere gelen son heyettir.
–Resûlüllâh
(sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in ani bir şekilde Baki kabristanını ziyaret
etmesi, orada metfun olan Müslümanları selâmlaması ve şehitler için dua etmesi.
–Usâme
ibnu Zeyd (radiyallahü anh) komutasında bir ordunun
Filistin´e gönderilmesi.
–Resûlüllâh (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in hastalanması ve ardından, (1 Rebîbîulevvel Salı 11/ 26 Mayıs 632) tarihinde (14
Rebi´u´l–evvel 11, 8 Haziran 632) vefat tarihini verenlerde vardır.)
Pazartesi günü öğleden evvel
vefat ederek Makamı Mahmud´a yükselmesi.
–Hazreti Ebubekir´in (radiyallahü anh) Halife Seçilmesi
(1 Rebîbîulevvel Salı 11/ 26 Mayıs 632)
–Resûlüllâh (sallallâhü aleyhi ve sellem)´in Teçhizi ve Defni (2 / 3 Rebîulevvel 11
= 27 /28 Mayıs 632) Salı'yı
Çarşamba'ya bağlayan gece yarısı, vefat ettiği odaya defin edildi.
Allah´ın salâtı ve selâmı
onun ve tüm âlinin, ashabının üzerine olsun.
Âmin
[1]—“Muhakkak ki Sen; büyük bir yaratılış ve ahlak
üzerindesin” (Nun 4)
[2] —“Ey inananlar! And olsun ki, içinizden size,
sıkıntıya uğramanız kendisine ağır gelen, size düşkün, inananlara şefkatli ve
merhametli bir peygamber gelmiştir.”(Tevbe 128)
[3] —Okunduğunda dünya ve ahiret sırları insana açılır.
[4] —Okunduğunda Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve
sellem)´in sevgisine kavuşulur.
[5] —Son
dönem araştırmacılar Muhyiddin Ârâb-î Hazretleri için yeni ve orijinal
fikirleri olmayan, önceki dönem bilgilerini iyi bir şekilde yorumlayan sanatçı
gibi görmüşlerdir. Bu Muhyiddin Ârâb-î Hazretlerine karşı öncekilerin yaptığı
hakaretten başka bir şey değildir. O´nun çağları aşan ilim sahibi olduğu,
ledünniyâta sahip biri olduğu yönünü görmeden söylenen boş sözlerden başka bir
şey değildir. Hz. Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz hakkında
en güzel açıklamaları yapanlardan biride yine O´dur.
[6]—Senin gönlünü açmadık mı? Belini büken yükünü senden
alıp atmadık mı? Ki o, senin belini bükmüştü; Elbette güçlükle beraber şüphesiz
bir kolaylık vardır. Gerçekten, güçlükle beraber bir kolaylık vardır. O halde
boş kaldın mı, yine kalk (başka bir iş ve ibadetle) yorul. Hep Rabbine yönel,
O’na yaklaş! (İnşirah suresi)
[7]—İlk belirtide var olan ve bütün varlığın esası olan
zattır. Buna İsm-i azam´da denir. Peygamberimiz Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve
sellem)´de, yaratıklar yaratılmadan var olan hakikattir.
[8]—Cemal sıfatında kudret yoktur. Onun için melekler aklı
kullanmazlar. Yalnız itaat ederler. İnsanlar ise akılların kudretleri
miktarınca kullanırlar. Öyle ki sınırlarını aşar bazen Firavun, Nemrut gibi
ilahlık iddiasında bulunur. Celal sıfatında tehlikeler var olsa da, cemal
sıfatı bu tehlikelerden korunmuştur.
[9]—Mesela; koyunu konuşturmak; taşa selam verdirmek;
hurma kütüğünü inletmek; kurdun havlamasını anlamak; devenin homurdanması;
ceylanın gözyaşı dökmesini bilmek; Beyt-i Makdis´in temsili resmini görmek;
cinlerle görüşmesi; miraç mucizesi; buluttan yağmur yağdırmak; hendek kazarken
meydana gelen mucize; ağacın kökleriyle birlikte yürümesi; ağacın başka yere
intikal etmesi; ayın yarılması; Kur´an-ı Kerim ile zamanlara hükmünü icra
etmesi gibi mucizeler.
[10]—el-Amâ; lügat olarak ince bulut mânasına gelir.
Allah (celle celâlühû)´a nisbet edilince insan idrakinde tecelli etmesi gereken
mana meçhul kalmaktadır. Yalnızlığın psikolojik etkilerinin nasıl olduğu
bilinmektedir. Bu etkiler Allah (celle celâlühû) için düşünülmese de, korkunç
bir hal olduğu muhakkaktır. Bu ağır hale katlanmak Allah (celle celâlühû) için
bir mana ifade etmez. Lakin Allah (celle celâlühû)´ın dahi yarattıkları ile
meşgul olması zat-ı için bir zevk hâsıl ettiği muhakkaktır. Halk arasında
“yalnızlık Allah (celle celâlühû)´a mahsustur” çok güzel bir ifade tarzıdır.
“Mülk Allah (celle celâlühû)´ındır.”(Mümin 16)
[11]—Haberin olsun, Benim Ben, Rabbin, hemen pabuçlarını
çıkar; çünkü sen mukaddes vadide, Tuva'dasın (Taha 12)
[12] — CANIMIZ AYAĞININ
TOZUNA FEDA OLSUN
Âlemlerin başı üzerinde O´nun
na’linleri vardır.
Yaratılış O´nun gölgesinde
meydana gelmiştir,
Tur Dağında Musa
(aleyhisselâm) ´ya, na’linlerini çıkartan
Ahmet (aleyhisselâm)´in ayaklarıyla
arşını şereflendirdi
Kutlu peygamberin
na’linlerinin şerefli izine
Yıldızlar basılan toprak olmak
istedi
Yedi kat göğün hepsinin muradı
Sultanların taçları ona gıpta
etti.
Seçilmişin na’linlerinin
benzeri olmayacaktır
Gözlerin nuru, kalplerin
sevinci ancak O´nunlaydı.
Onun na’linlerinin suretine
dahi saygı göster
Çünkü bütün başlar O´na ayak olmak
istedi
Ne zaman ki etrafı belalar kaplarsa
O´nun na´linleri sığınılacak kalemizdi.
O´nun na´linlerinin suretine
dahi sığınanlar
Yüce kalesine emniyetle girdi,
Benim için en mesut hayat
arzusu
İki cihanda O´nun na´linin
gölgesine sığınmaktı
İbn-i Mesut (radiyallahü anh) hizmetle
mesut, na´linlerine
Saadetimdir, misaline dahi olurum
bende.
HazretiYusuf Nebhâni (k.s) aşk-ı ile
(na´lin : ayakkabı)
Ey Allah (celle
celâlühû)´ım kıyamet günü Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´in ayaklarının
bastığı topraklara sürülen yüzler hürmetine Sen´den affımızı talep ederiz.
[13]—“Düğümlere üfleyen büyücülerin şerrinden” (Felak 4)
İnsanları etki altına alıp, onları doğru yola götürüyor görünenlerin şerrinden
demektir. Onlar nasihatleri ile dinleyeni düğümlerler. Aklını başından alırlar.
[14]—Beyazıt Bestâmi
(ks) “Allah (celle celâlühû) Âdem (aleyhisselâm)´ın çamurunu ezelde yoğurduğu
zaman, çamuruna suyu ben kattım” buyurdu.
[15]—Allah (celle celâlühû) mahlûkatı yarattı, beni en
üstünlerinden, en iyi neslinden kıldı. Sonra kabileler arasında bir seçme
yaptı, Beni en iyi kabileden kıldı. Sonra batınlar arasında seçme yaptı, Beni
en iyi batından kıldı. Şu halde Ben zat ve şahıs bakımından da, soy bakımından
da en iyilerdenim.”(Tirmizî)
[16]—Ayetteki ikinci nurdan murat, Muhammed (sallallâhü
aleyhi ve sellem)´in nurudur. “O´nun nurunun sıfatı” demekte, “Muhammed
(sallallâhü aleyhi ve sellem)´in nurunun sıfatı” demektir.
[17]—Mesela; Ashab-ı Kehf uyurlardı, kendileri zahmetsizce sağa
sola dönerlerdi. Yapan kendileri, fakat yaptıran ise Allah (celle celâlühû)
idi. İbret manzarası olarak bize anlatıldılar.
Fakat bu
geçen zamanın sırrından mahrum olmuşlardı. Allah (celle celâlühû)´ın
nefislerinde ölümden sonraki yaratılışı ve vaat ettiği şeylerin hakikatini
görmek oldu. Bu mükâfat ise kabul
ettikleri tevhit inancının karşılığı idi. Başlarından geçen olayda insan için
aklın ve vücudun tahammül edemeyeceği şeyi yaşamak olmuştur.
[18] —“Biz Hakk´ı
tevhit derken tenzihi, tecrit ederken takyidi bir şekilde görürüz. Teşbih ile
tenzihi birleştirenlerdir ki, Hakk’ı gereği gibi bilmişlerdir. Yalnız bir
tarafı görmek eksikliktir. Bir makamın hakikatine ermek istersen celalini,
cemalinden ayırma; ayırmadığın gibi birbirine karıştır, gör ki zevkin nasıl
olacak. Bunu bilmeyenler çoğu zaman bu sözlerden bir zevk almadıkları gibi,
birde itiraz sahibi oldular. Şeriat dairesini açık ve geniş tuttuğun gibi de,
unutma. Her fiilin O ´nun emrinde ve gücündedir. Sende kudret yoktur. O sensiz,
sen O´nsuz olamazsın. Böylece işler sana
ve Ona bağlı oldu. Sen de hayret ettin, hayretin de şaştı. Hayret içinde hayret
oldu. Kendisinin yaptığı bir şeyi sana teklif etmesinden dolayı hayret edersin.
Sonra benim yaptığım bir iş yok, O’nun yaptığını görüyorum, dersin. Her yerde
ancak Allah var, Ondan başkası yok. Bu iş böyledir fakat sen yine şeriatın
çizgisinden çıkmadan fiillerini işlemen gerekir”. (Mektubât-ı Haki, İsmail
Hakkı)
[19]— Hakkı batıldan, doğruyu yanlıştın ayıran delil
[20] — Onun gördüğünü kalbi yalanlamadı.(Necm 11) Peygamberin gözü kaymadı, şaşmadı, aşmadı da. (Necm 17)
[21]—Hamd; âli,
sadık, bir, tek, âlim, rızk veren, melik, mukaddes, celal sahibi, rızklar ve
ecelleri takdir eden, ilmi küllîye sahip olan, benzeri olmayan, celali büyük
olan, kaderleri takdir eden, denizleri, karalar kadar yaratan O´nun için
Zatı'na sıfat olarak celal isimi verildi. O´na kimse benzeyemez, nimetleri
toplanıp sayılamaz, yaratılanlar hükmünü değiştiremez. O lütfü ihsanı ile
insana bilmediğini öğretti. Yakin
derecesinde olan hakikati bize ulaştırdı. O Yüce Rab zatıyla birliği ile tek
oldu. Gizlediği ilmi dilediğine ulaştırır. El´in de topladığı kudreti
istediğine verir. Âlemin zerrelerinden kavimleri seçti. Kader kalemini iyilikle hareket ettirdi.
Hakikat varidatlarını insana yükledi. Sonra doğru yola Elest Meclisin´den beri
hidayet etti. Biz buna şahidiz.
Verdiğiniz sözü unutmayın.
Hamd, bizi dalaletten hidayete sevk
eden ve bu yolu seçenedir. Salât ve
selam kesintisiz, bizlerden kadri ve kıymeti yüce olan Nebi´nin üzerine olsun.
Kıyamete yakın gönderilen Hz. Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem)
ikram layıktır. O iyilik hazinesi, cömertlik denizidir. Huda’nın nurudur. Vasıfta Efendi, sıfatta kâmil, nuru
zatı´ndandır, bakanlarından değildir.
O´nun nuruyla Levh-i Mahfuz'da satırlar parıldar. Bize bu haber geldi. O her şeye muttali
olduğu halde, bilinmeyeni bildiği halde hakkına tecavüz etmez ve etmemiştir.
Her şeyin sahibi O´na dostum dedi; O´nu, O´nunla anlattı. Sırları, O´na
anlattı. Bir sözü sakladıysa edebindendir. O´nun göğsünde toplanan ilim gelmiş
ve geleceğin ilmidir. Vera sahibine bu sıfatla kim kıyas edilebilir. Bu bendeki
olan O´nun feyiz deryasından avuçladıklarımdır.
Kudret ve zengin Mevla’mız affına ulaşan Kulu´na sarılarak bu sözleri
söylüyorum.
Ben doğru yola çağıran Hidayet sahibi
Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem)´in Amcası oğlu Ali´yim. Bana Ali adından
başka Haydar, Huneyn ve Hayber Fatih'i derler. Bizimle harp edenlerle döne,
döne tozu dumana katarak savaşırım. Askerler Medine'den çıktıktan sonra sekine
ve yardımla kuvvetlenmesinden sonra emniyetle hükmüne Allah (celle celâlühû)´ın
dinine çağırdılar, ben de çağırdım. Hz. Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve
sellem) Efendimiz´in hiç hatalı görüşü olur mu? Biz O´nunla akılı bulmuşuz. Biz
onunla kendilerine hidayeti getiren Tevrat'ı terk edenlere hidayet gösteren
olmuşuz.
Ey benden ince meseleleri soran
"ilmi ledünni" bana mirastır. Dilersen geçmiş zamanları sor, dilersen
gelecek zamanları sor. Geçmiş ve gelecek
benim yanımda aşikârdır. Onların sırlarını
ancak ben açığa çıkarırım. Bu söz açık
bir delildir. Sen ayetlerden araştırarak beyan edebilirsin. (Kaside-i
Ercûze´den alıntılar Hz. Ali radiyallahü anh)
[22]—Ebû Hüreyre (radiyallahü anh)´ın “Ben Resûlüllâh
(sallallâhü aleyhi ve sellem)´den iki türlü ilim öğrendim. Birini herkese
söyledim. Fakat ikinci ilmi söyleyecek olursam müslümanlar benim gırtlağımı
kesip kanımı helal addederler”
[23]—Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) buyurdu ki; “Biz
peygamberler topluluğu miras bırakmayız. Terk ettiklerimizin hepsi sadakadır.” Onlar
yokluk sırları ile gelip ve gitmişlerdir. Geri dönüşlerinde sırtlarına yük
olacak bir dünya nimeti bırakmayarak; ümmetlerine bu dünyanın gaye olmadığını
gösterdi. Eğer bunu tersi bir şey olması gerekse idi, onlardan daha iyi bir mal
ve mülk sahibi olanda olmazdı.
[24]—Manevi
terbiyedeki seyirler, Müstetir (Yükselen), Müstedil (İnilen-dönülen) makamlar
olarak ikiye ayrılır.
SEYRİ MÜSTETİR
Tevhit makamlarında alınan
yoldur. Bu da letâifleri ve kendini yokluğa (fenaya) erdirmek ile olur.
VİLAYETİ SUĞRA ( Küçük
Velilik) FENA MAKAMLARI
Peygamberler ve meleklerin dışında velilerde görülen
hallerdir. Allah´ın isim ve sıfatlarının görünüşün gölgeleri olan
mertebelerdeki seyirdir.
1-Tecelli-i Ef´âl: Âdem
(aleyhisselâm) ın tahtında ve Kalb´in karşılığı karşılığıdır. Yani esma ve
sıfatın tecellilerinin gölgeleri ve kendilerinde yokluğa erer. Aslının, aslında
ve hakikatinde fena bulur. Kalp latifesinin yok olması, Ef´âli ilahiyyenin
tecelli etmesi ile olur. Bu makamda Allah (celle celâlühû)´ın tecellilerinden
başka bir şey göremez. Kelime-i Tevhid-i söylerken La faile illa´llah (Allah
(celle celâlühû)´tan başka yapan yoktur)´ı düşünür. Bu makamda olana Âdem
(aleyhisselâm) ın tahtında olduğundan Âdemi Meşreb´li denir.
Sırasıyla Tevhid-i Ef´âl, Fena-i
Ef´âl ve Tecelli-i Ef´âl zuhur eder.
2-Tevhid-i Sıfatı Subûti: İbrahim (aleyhisselâm) ve
Nuh (aleyhisselâm) tahtında ve Ruh´un karşılığı:
Bu Latifenin fenası Allah (celle celâlühû)´ın sıfatı
subûtiyyesinde insan, kendi ve bütün mahlûkatın sıfatlarını yok sayar. Kelime-i
Tevhidi söylerken
Sırasıyla Tevhid-i sıfat, Fena-i sıfat ve Tecelli
sıfat zuhur eder.
3-Tecelliyat-ı Şuûnat-ı Zatiye: Musa (aleyhisselam)
tahtında ve Sır´ın karşılığı:
Bu latifenin fenası Allah (celle celâlühû)´ın zatında
kendini ve mahlûkatı yok olmuş bilir. Kendinde istiğrak hali zuhur eder. Bütün
eşyayı Hakk´ın vücudu olarak düşünür. Kelime-i Tevhidi söylerken
Sırasıyla Tevhid-i Zat, Fena-i Zat ve Tecelli-i Zat
zuhur eder.
4-Tecelliyat-ı Şuûnat-ı Selbiye: İsa (aleyhisselâm) tahtında ve Hafi´nin
karşılığı:
Bu Latifenin fenasında cem-i zuhuratta Allah (celle
celâlühû)´ın ferdiyetini görür. Bir önceki ki karışıklıktan ayıklığa geçer.
Yalnız onu tanır ve bilir. Kelime-i Tevhidini söylerken manasını mülahaza eder.
Bu makamda ihvan İsevî meşrep olur. Burada ruh arşa çıkar ve tevhidi orada
söyler. Bundan sonra seyirler de arşta olur.
5-Tecelliyât-ı Şan-ı Cami-i ilmi İlahi: Peygamberimiz
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem ve ala âlihi)´in tahtında Ahfa´nın
karşılığı:
Bu makamda insan Allah (celle celâlühû)´ın ahlakı ile
ahlaklaşır. Tevhidin zevkini alır. Ferdiyet sırrı zahir olur Efendimiz
(sallallâhü aleyhi ve sellem)´e ait bir sırdır. Fena-i Tam ve Beka´da istikrara
kavuşmaktır.
6-Mertebe-i Zilâl-i Esma-i Sıfat Dairesi: Zat´i İlah-i
tahtında Nefsi natıkanın karşılığı:
Zıl, dünyada görünen varlıklardır. Bu varlıklar bir
gölgedir. Zatın isimleri ve sıfatlarının gölgelerin tecellilerini seyr ederek
Hakkı gördüğünü zan ederek bir yokluğa düşer. Ene´l Hakk sırrının tecelli
ettiği yerdir.
7-Zikri Sultan ve maiyyet ve hüviyyet:
Murakabe (düşünce) ile beraber zikir
Son olarak Murakabe-i Maiyyet (Beraberlik) [(siz
nerede olursanız olun o sizinle beraberdir) ayeti celilesini mülahaza etmek]
Ve
Hüviyyet´te (kendisini yoklaştırmak)
[Kendi iradesini, irâde-i ilahiye de yok eder. Kendisini Allah (celle
celâlühû)´la beraber olduğunu his etmek.]
VİLAYET-İ KÜBRA ( Büyük Velilik )
Peygamberlerde görülen hallerde Allah (celle
celâlühû)´ ın Esma ve Sıfatlarının ve iradelerindeki görünüşlerdeki seyre denir.
İsm-i Zahir´in tecellisinde seyr-dir. Bu velayetin özü´nün kabuğudur.
Allah (celle celâlühû)´ın Esma, Sıfat ve Zatına Mahsus
dairede seyrdir. Ne zaman insan Tevhid-i Vücut ve Maiyet (beraberlik) sırrına
erince kendinde arştan yere yayılan her şeyi kuşatan nuru görür. Bu nur Siyaha
yakın koyulukta bir nurdur. O´nunla olma hali zuhur eder. Bu birliğin hakikati
yokluktur. Varlıkta asıl olan gölge değil, bizzat varlığın aslıdır.
Velayet-i Kübra’da asıl olan Murakabe-i Akrabiyyettir.
[Murakabe-i Akrabiyyet (Allah (celle celâlühû)´ın her şeyden yakın) olan sırrı
burada his edilir. “Biz insana şah damarından daha yakınız” ayetinin mefhumu
hayal edilir.] İnsan aşağıda zikredilecek makamları bu murakabe ile birer,
birer geçer. Üç ana daireden ve Gavs´tan meydana gelir. Karıştırılmaması için
şu şekilde sıraya kondu.
1-Daire-i Makam-ı Velâyet-i Kübra Âdem (aleyhisselam)
2-Daire-i Makam-ı Velâyet-i Kübra Nuh
(aleyhisselâm) İbrahim (aleyhisselam)
3-Daire-i Makam-ı Velâyet-i Kübra Musa (aleyhisselam)
4-Daire-i Makam-ı Velâyet-i Kübra İsa (aleyhisselam)
5-Daire-i Makam-ı Velâyet-i Kübra Muhammed
(aleyhisselam)
Bu beş latife yanında Nefiste feyz kaynağı olur.
Akrabiyyet dairesinde meleke kesbedilince;
6-Daire-i Asl´a
(Zat) seyr eder. (Zahirî sıfatların karşılığı)
7-Daire-i Asl´ı Asl´a seyr eder. ( Batıni sıfatların
karşılığı)
8-Daire-i Asl-ı Kül, Ruh-i Kül (Bütün sıfatları cem
etmek)
8-Murakabe-i Gavs-i Muhabbet ve Daire-i Esma-i Sıfat´a
erişir. Fena halinin sureti değil
aslı zuhur eder. Burada Allah (celle celâlühû) sevgisinin murakabesidir. “Kâbe
Kavseyn” sırrı vardır.” “Allah (celle celâlühû) onları sever, onlarda Allah
(celle celâlühû)´ı” ayeti zuhurudur.
Burada insan Nefsi Mutmaine ve Rıza makamına erer.
Artık her şeye razıdır.
VİLAYET-İ ULYA ( En yüce
Mertebe )
Melâike-i Kiram´a ait haller, özlerdeki ve bunlara
bağlı unsurlardaki seyrdir. Toprak unsurları buna dâhil değildir. İsm-i
Batın´ın tecellisinde seyirdir. Bu velayetin özü´dür.
Mertebe-i vilayet-i Ulya
Hüviyyet-i Melekûtiyet Dairesi: Melâike-i
Kiram ile münasebetler meydana gelir.
Derece-i Havassı Melâike zuhur
eder.
VİLAYET-İ ULYA´NIN KEMÂLAT
DAİRELERİ (Yüksek Veliliğin Kemal makamları)
1-Mertebe-i Kemâlat-ı
Nübüvvet, Risâlet ve Heyet-i Vahdaniyye Dairesi:
Peygamberlere zuhur eden haller zuhur eder. Tarifi
mümkün değildir.
Havassı Nübüvvet: Murakabe Zat´a yapılır. Nübüvvetin getirdiği bütün inceliklere aşina
olur. Kendi kusurlarından dolayı bir üzüntü içerisinde bulunur. Fazilet sandığı
şeylerin hayal olduğunu fark eder. Zat-i ve daimi tecelliler vardır.
Havassı Risalet: Murakabe Zat´a yapılır.
Heyet-i Vahdaniyye âlem-i emir ile âlem-i halkın tecellilerinin bir araya gelmesidir.
Bundan hâsıl olan heyet yani manevi bir ilaçtır.
2-Mertebe-i Kemâlatı Ulu´l–azîm Dairesi: Murakabe Zat´a yapılır. Kur´anı Kerim´deki sırlar
insana açılır ve onlar ile tasarrufta bulunur. Allah (celle celâlühû)´ın insana
fazlından vereceği bir makamdır. Akıl ve amel ile elde edilecek bir makam
değildir.
3-Mertebe-i Kemâlatı Câm-i Zat-ı Bahtı Uluhiyyet: Bu makamda fena bulmak için; cihetsiz olarak Allah
(celle celâlühû)´ı düşünmek.
Vilayet-i Kübra ve Ülyâ da Sadır Genişlemesi hali
zuhur eder.
Fenaya ulaşana kadar olan seyr Seyr-i İla´llah (Allah celle
celâlühû)´a olan seyr) da olur. Fena kademelerini vücut menzilleri geçerken Seyr-i
Fi´llah ´ta (Allah (celle celâlühû)´ta olan seyr) olur. Fenada terakkisi nisbetinde insan
kendini Beka´da bulur. Tecelli-i Gaybi-i Zat-i ile de vücut mertebeleri biter
Ahadiyet´ül Ayn mertebesine erer. (Kendisi artık yok gibidir) Bu seyr´e Seyr-i
an-i´llah (Allah celle celâlühû)´tan dönüp âleme hizmet için bu âleme irşat
için dönmektir. Bu makamda vahdeti kesrette, kesreti vahdette görür) denir.
İnsan bunu başardığı vakit ilâh-i vasıflarla
vasıflanır, yani Allah (celle celâlühû)´ın ahlakı ile ahlaklaşır ve mutlak
saadete ermiş, insanlığın hakikati zuhur etmiş olur.
[25]—“Sen´in göğsünü açmadık mı biz” (İnşirah 1) “Rabbin sana
verecek razı olacaksın” (Duha 5)
[26]—Ellerin birbirine kavuşturularak sözler verilmesi.
[27]—Peygamber
(sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz vahyin nüzulü anında acele ederdi.
Cebrail (aleyhisselâm)´ı okumada geçerdi. Çünkü Cebrail (aleyhisselâm)´ın
gelmesinden önce, inecek ayet ve sureyi, kalbinde hazır bulurdu. Çünkü O´nun
kalbi kalem, Zat-ı Levh-u Mahfuzdur. Vahiy O´ndan O´na gibi olurdu.
[28]—İlk
yaratılanlardan bahsedilince, aklın
olduğu rivayetleri de vardır. Aklın hakikati de, Hakikat-i Muhammediye´dir.
Bütün akıllıların aklı, O´ndan dağılan miktarlardır. Allah (celle celâlühû)´tan
çok korkmak, O´nu iyi bilmekten geçer. Allah (celle celâlühû)´ı en iyi bilen
Peygamberimiz Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´dir. En çok korkan da
O´dur.
[29]—Efendimiz
(sallallâhü aleyhi ve sellem); “Allah (celle celâlühû) beni
nur kıldı” buyurdular. Bu
nurdan dolayı “namazda arka tarafımı görürüm” diye buyurarak, altı yönü gördüğünü ümmetine haber
verdiler. Diğer duyularında da aynı kuvvette idi. Duyulmanı duyduğu gibi,
hissedilmeyeni dahi hissederdi.
[30]—Kur´an-ı Kerim´de ebedî cehennemlik bahsedilenlerin
dışında herkes azat olur. Peygamberimiz Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)
buyurdu ki:
Günah vardır, affedilmez. Günah vardır, yapanın yanına
bırakılmaz. Günah vardır, affedilir.
Affedilmeyen günah şirktir.(şirk hali üzere tövbe etmeden ölmek)
Affedilen günah Allah (celle celâlühû) ile kul arasındaki günahtır.
Yapanın yanına bırakılmayan günah, kulların kendi aralarındaki hukuk
ve zulümlerdir.
[31]—Oruç, ulûhiyet sıfatını bulmak için en güzel ameldir.
Çünkü beşerî ihtiyaçlardan müstağni olunduğu için varlık ilâhî bir zevk ile
kendini ruhanî varlığa yakın hisseder.
[32]— İkinci binin yenileyicisi İmam Rabbânî (k.s)
Hazretleridir. İman ve inanç konusunda yirminci yüzyıl Bedîuzzaman Sâid Nursî
(k.s), tasavvufta İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak (k.s) Hazretleridir.
Bu insanların yetişmesinde
de ayrıcalıkların olması “Benim ümmetimin alimleri Ben-i İsrâil peygamberleri
gibidir” hadisinin gerçeğini aksettirir.
[33] —Çünkü anneler özlük ve üveylilikte farklı davranırlar. Baba şefkatli
olursa sevgilerin hepsinin bağrında toplar. (çocuklar, dört kadını bir anda
sevebilmesi vb) Şefkat erkekte olunca daha çok kıymet kazanır. Kadında
yaratılış özelliğidir. Sonradan kazanılma yoktur. Erkek ise yetiştirilince en
yüksek şefkat abidesi olur. Mesela; Hz. Ömer (radiyallahü anh)´ın cahiliyetteki
merhametsiz hali İslam’dan sonra mükemmeliyet olarak zahir olmuştur.
[34] -Musa (aleyhisselâm)´ın miraçtaki elli vakit namaz
ifadesi bizim vakit anlayışımız gibi değildir.
[35]—Hz. Fatıma (radiyallahü anha) Validemizin kabri
şerifleri Ravza-i Şerifin bitişiğindeki evlerindedir. Gece Hz. Ali (radiyallahü
anh) Efendimiz tarafından defnedildiği için bu rivayet kuvvetli görünmektedir.
Çünkü Validemiz ölmeden abdestini almış ve sağ tarafına yatmış ve vasiyetini
yaparak ruhunu teslim etmiştir. Cenaze namazını Hz. Ali (radiyallahü anh) kıldırmıştır.
(3 Ramazan 11- 21 Kasım 632) çünkü Cennet-ül Bâkî Kabristanı´na gömülmüş olsa
idi, insanlar tarafından tevatüren tesbiti kolay olurdu. Ayrıca Hz. Ali
(radiyallahü anh)´ın kabri saadetinin de gaip olması Allah (celle celâlühû)´ın
ümmette takdir ettiği sırlardandır.
Ehl-i Beyti bizler
canımızdan üstün tuttuğumuz gibi yollarına başımız feda olsun inancını taşırız.
Onlar bizlerin “Baş tacı” dır.
“De ki: Ben bunun üzerine sizden akrabalık sevgisinden
başka bir ücret istemiyorum.” (Şurâ 23)
[36]—“Batmakta olan yıldıza and olsun ki” (Necm 1) Çünkü
O´nun kendisi veya kalbi nurların çıktığı yer olduğu gibi gömüldüğü yer
olmuştur. O Allah (celle celâlühû)´tan başkası ile ilgilenmemiştir.
[37] —“Ant olsun tanyerinin ağarmasına” (Fecr 1) Çünkü iman
O´nun kalbinden fışkırmıştır.
[38]—“Senin hayatına
andolsun ki, onlar sarhoşlukları içinde bocalayıp duruyorlardı.” (Hicr 72)
[39]—Rivayet olunur ki, Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve
sellem)´e Yahudi âlimlerinden bir gurup geldiler ve Ya Muhammed! (sallallâhü aleyhi
ve sellem) İşittik ki, sana “Elif lâm mim” ayeti gelmiş. Bu senin ümmetinin
yetmiş bir (ebcet hesabına göre) sene hüküm süreceğine işarettir dediler.
Bunun üzerine Peygamberimiz
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: Bana sadece “Elif lâm mîm” gelmedi. “Hâ mîm
ayn sîn kaf” (278) ve “Kaf ha yâ ayn sâd” (195)
ve “Elif lâm ra”(231) ve “Elif lâm mîm sâd”(161) âyet-i kerîmeleri de
geldi. Yahudi âlimleri bunları işitince işimiz çok zorlaştı Ya Muhammed
(sallallâhü aleyhi ve sellem), diyerek ayrılıp gittiler.
Binaenaleyh, hurufu mukattalar (harf
grupları) bu sırları içlerinde saklar. (harflerin toplam sayısı 3433)
[40] –Vahhabi hükümeti kurulmadan önce doğan çocuklar
Medine âdetince kırk günlük iken temizlenip ve güzelce giydirilerek Efendimiz
(sallallâhü aleyhi ve sellem)´in Hücre-i Saadete desturla (izinle) konulur.
Üzerine türbe örtüsü örtülerek yirmi dakika kadar beklenirdi. Daha sonra izinle
alınırdı. Ne kadar çok ağlayan bir çocuk bile olsa ağlamadığı herkesçe
görülmüştür. Çocuklar çıkınca ağızlarında bir hareket bulunur. Bu da Efendimiz
(sallallâhü aleyhi ve sellem)´in çocuğun ağzına hurma verdiği müşahede
edilmiştir. Yeni doğan çocuğa hurmayı ağızda yumuşatıp eziğini vermek
sünnettir.
Kamerî aylardan
Zilkâde´nin on yedinci gecesi akşam ve yatsı namazı arasında bütün şehir halkı
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´in huzuruna varıp borçlarını arz
ederlerdi. “Ya Rasûlallah! (sallallâhü aleyhi ve sellem) şu kadar borcum var,
ihsan eyle” diye şebikeden içeriye buğday bırakırlar. Daha sonra toplanan
buğdaylardan ekmek yapılıp bazı kimselere hediye edilirdi. Onun için Medine-i
Münevvere de borçlu kimse yoktur.
[41]—Baki Kabristanı´nda yetmiş bin sahabe gömülüdür.
Şehitlerin sayısı belirsizdir. Hicretten bugüne kadar gömülü olan Medineli ve
hacının hesabı yoktur. Bu mezarlığa gömülen müslümanın üzerine ertesi gün
başkasını gömseler, öncekinden eser bulunmaz. Toprağı tuzludur. Kokuşma olmaz.
Büyükler buyurdular ki; mahşer günü hesapsız ve azapsız gül sepeti silkeler
gibi Baki Kabristanı´nda yatan müminleri cennete silkeleseler gerektir. Oraya
defnolunmak her kişiye nasip olmaz.
[42]––“Kur´an-ı Kerim´in tutukları”, bunlar, kendi haklarında ebedi cehennemde
kalmaları kesinkes belli olanlardır.
[43]—Ahiret günü dünya zamanına göre bin yıldır. “Bütün
işleri gökten yere kadar tedbir eder. Sonra o iş ona bir günde yükselir: O
günün miktarı, sizin saydığınızdan bin yıl kadar bulunmuştur.” (Secde, 5)
[44]—Yalancı olana hikmetten haber verilmez. Onun için
şeytan ve arkadaşlarına hikmetten söz edilmemiştir.
[45]—Velilerden biri şeytanı boş oturur gördü. Hayret
edince “Bu zamanda kötü âlimler benim ağır işlerimi görüyorlar. Saptırma ve
azdırma işlerinde bana yardım ediyorlar.”
Ey Allah (celle celâlühû)´ım! Sana
sığınırız.
[46]—Miraçta Peygamber (sallallâhü aleyhi ve
sellem ) Efendimizin Allah (celle celâlühû)´a olan yakınlığın “iki yay uzaklığı
veya daha az” olması.
[47]—Hz. Ali (radiyallahü anh) buyurdu ki;
“Biz harp kızıştığı zaman, gözler öfkeden
kıpkırmızı kesildiğinde Resûlüllâh (sallallâhü aleyhi ve sellem) ile
korunurduk.
Çünkü düşmana O´ndan daha yakın kimse
olmazdı. Bedir günü kendimi gördüm; hepimiz Resûlüllâh (sallallâhü aleyhi ve
sellem) ile korunuyorduk. Zira o gün O´nun düşmana hepimizden daha yakındı. O
gün düşmana O´nun hepimizden hızlı ve cesur hücum ediyordu.”
“Korkmayın bir şey yok” diyordu.
[48]—Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) buyurdu ki;
“Sizden
evvelkilerin yoluna karış be karış ve kulaç be kulaç uyarsınız. Hatta onlardan
biri bir hayvan deliğine girse sizde peşinden girersiniz ve hatta yine onlardan
birisi karısı ile yolda cinsi temasta bulunsa sizde yaparsınız.” Bu hadisi
şerifin gösterdiği bir gerçek vardır ki; bu ümmet azaba müstahak olmuş diğer
ümmetlerin bütün pis işlerini yapacak demektir. Eğer üzerimize azabın acilen
gelmediği görülüyorsa Ümmeti Muhammed´e bahşedilen inayettir. Sebebi Efendimiz
(sallallâhü aleyhi ve sellem)´dir.
[49]—Biz emaneti göklere, yere, dağlara teklif ettik de
onlar bunu yüklenmekten kaçındılar. Zira sorumluluğundan korktular, ama onu
insan yüklendi. İnsan cidden çok zalim, çok cahildir. (Ahzab 72)
[50]-“Rabb´im beni niçin kör olarak haşrettin, hâlbuki ben
görücü idim.”
“Sana
ayetlerimiz geldi de onları unuttun, bugün de böyle bırakılacaksın” (Taha
125-126)
[51]—Muhyiddin Arabî (ks) Hazretleri Fusûs-ul Hikem-i bizzat
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´in izni ile yazmıştır.
[52]— Hz. Ebu Hureyre (radiyallahü anh) anlatıyor: Resûlüllâh (sallallâhü aleyhi ve sellem): “Irak'a
ölçeği ve dirhemi verilmeyecek. Şam'a da ölçeği ve
dinarı verilmeyecek. Mısır'a ölçeği ve
dinarı verilmeyecek. Başladığınız yere döneceksiniz"
buyurdu ve üç kere tekrar etti. Buna Ebu Hureyre'nin eti ve kanı şahit oldu.” (Müslim)
Ahir
zamanda olacak bazı hadiselerden bizleri emniyette bırakacak olan Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve
sellem)´dir.
Hicaz, Mekke, Yemen hastalıktan,
Medine kızıllıktan,
Mısır ve Fas zelzeleden,
Anadolu ve Avrupa kuraklık ve kıtlıktan,
Taberistan, İran´da belalardan,
Irak Beni Süfyan (zalim kâfir hükümdar)
Bağdat Musul Diyarbakır suya gark olarak,
Horasan Tatar Kafkasya bulaşıcı hastalıklardan,
Semerkant´ı Tataristan harap olur.
Kaşkar Hatayî, Keşmir, Kabil Hindistan
kâfirleri tarafından; harap olur.
[53]–Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) buyurdu ki;
“Yaşlı müslümana hürmet, Allah (celle celâlühû)´a yapılacak hürmetten sayılır.”
Bizler bu hürmet yolundan Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´in kapısına
varmak isteriz. Yaşlı demek; bir manada yolda evvel gelen ve makamı yüksek olan
demektir. Ehl-i Beyt maneviyat yolunda yüksek makamların gerçek sahipleridir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar