SİVÂSÎ EFENDİ KADDESE’LLÂHÜ SIRRAH’ÜL AZÎZ (1563/1639) KAZA VE KADER RİSÂLESİ
GİRİŞ
Babam Hafız
Mehmet Efendinin, can dostu ve vazife arkadaşı Zeki Hayran [1] Hoca
Efendinin, kütüphanem raflarımda bulunan bir Risâleye ait tercümesinin, umumun
menfaatine sunulması gerektiği düşüncesi hâsıl olduğundan, meccanen adına
tekrar hazırlamayı uygun gördüm. Bu vesile ile babamı, müftülük yaptığı halde
vaizliği ile tanınan ve bunu şiar edinen, gayretli Zeki HAYRAN Hocamı
yâd etmek istedim. Ruhu şad olsun. Çünkü insanların dünyayı terk ettikten sonra
anılması ile hem bir vefa borcu ödenmiş olup, sadakatimiz de izhar edilmiş
olunacaktır. Yapılan birçok şey, bir gün birileri tarafından gün yüzüne
çıkarılır. Bu nedenle iyi olmaya mecbur olup gayret etmemiz gerektiğini,
hafızalara nakşederek bir şekilde muradımız da gerçekleşmiş oldu.
Bu vesile ile hocamın
tercüme ederek hazırladığı çalışmaya sadık kalarak, bazı ilavelerle günümüz insanının
anlayabileceği şekilde faydalı olmayı nasip eden Allah Teâlâ’ya şükürler olsun.
İhramcızâde
Esenler/İstanbul
2010
ÖNSÖZ
İnsanı, mahlûkatın
en şereflisi olarak yaratan,
Rahman ve Rahim olan Allah Teâlâ'ya hamd ü senâ olsun.
Salât
ve selâm, iki cihanın mânevi güneşi Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve
selleme, O'nun hidâyet yolundan ışık alan âline ve ashabıma olsun.
Milletlerin
yaşaması, büyümesi ve gelişmesi için geçmişi ile geleceği arasında
kopmaz ve sarsılmaz bağların kurulması lâzımdır. Tarihten ibret almayan,
geçmişten haberi olmayan, kültür ve mânevi değerlerden mahrum olan toplumlar,
nesiller, daima perişan olmuş, tarihten silinip gitmişlerdir. Büyüklerini
unutup ecdadının haliyle hemhal olmayan, mazi ile aralarındaki köprüleri
tahrip edem milletler, anarşi içindi boğulmuş ve tarih sahnesinden çekilmeye
mecbur edilmişlerdir. Bunun gibi milletler, maddeten köksüz ve ruhen
öksüzdürler. Çünkü fertlerin içtimâi terbiyesi, irfan derecesi ancak büyüklerini,
onların eserlerini tanımak ve geçmişle irtibatı koparmamakla mümkündür.
Yeni
neslin heyecan ve şevkini artırmak için ümmetin içinde yetişen büyük kişilerin
hayat ve eserlerinden mutlaka haberdar olmamız lâzımdır.
Hayatları
başlı başına bir tarih, düşünce ve içtihatlarıyla bir ferman hükmünde olan
ecdadımızın hepsini tanıtmaya imkân yoktur. Bu açıdan baktığımızda Sivas İlimiz
dâhilindeki Abdülmecîd-i Sivâsî Efendiyi tanıtabilirsek kendimizi bahtiyar
addederiz.
Gayemiz;
ölümü, ölümsüzlük inancıyla bekleyen, o din serdarlarına, o iman abidelerine,
küfür derecesinde yapılan hakaretleri ve o hakaretleri kusan şom ağızları, ilmin
altın kilidiyle kilitlemektir.
Aziz
okuyucular!
Elimizdeki şu küçük, fakat çok önemli
ve çet-
refilli bir konuya ışık tutan “RİSÂLE”, 16. yüzyıl Müslüman– Türk âlemimin
maddi ve manevî en büyük üstatlarından olan “Abdülmecîd-i Sivâsî kaddese’llâhü
sırrahu’l azîz Efendi (hyt. 1049 / 1639)” nin “Kaza ve Kader Risâlesi” [2]
isimli eserinin kısmen tercüme, kısmen de sadeleştirmesidir. Çünkü Abdülmecîd-i Sivâsî, Risâlesinin baş taraflarını Arapça,
bazı şiirleri Farsça ve diğer kısımları ise Osmanlıca olarak, üç dili birden kullanarak
yazmıştır. Âyet ve Hadislere mümkün olduğu kadar kaynak göstermeye çalışıldı. Âyet
meallerini Hasan Basri Çantay’ın meâli referans alındı. Lüzumlu gördüğümüz yerlerde
muteber kitaplarımızdan dipnotlar halinde açıklama yaparak, asıl metinle karışmamasını
temin edildi. Osmanlıca olan şiirlerin estetiği bozulmasın diye nesre çevrilmeyip
aslı ile bırakılmış, anlaşılması zor kelimelerin manalarını dip not olarak verilmiştir.
Bu
vesile ile Yüce Dinime ve onun asırlarca hâmisi bulunan aziz milletime ufacık
bir hizmet yapabildiysem ne mutlu bana...
Elimde
olmayarak bazı hatalarımın olacağını, mevzunun çetrefilli olması ve:
“Bir eser ki, onu yapan insan ola
Mümkün
müdür ki, onda noksan olmaya?”
Kelamındaki göre, peşinen kabul ediyorum. Lâkin
okuyuculardan ve bu işin ehli muhterem büyüklerimden ricam, hatalarımı tashih
edip, hoş karşılamalarıdır. Zira hatadan salim olan ancak Yüce Allah Teâlâ’dır.
Gayret
bizden, tevfik ve hidâyet Allah Teâlâ’ dandır.
TAKDİM
İslâm
dininin itikat esaslarından biri de Kaza ve Kadere imandır.
Buna iman etmek, Kitap ve Sünnet ile sabittir. Konuyla ilgili âyetler pek
çoktur:
“Gerek
yeryüzünde ve gerek kendi nefislerinizde herhangi bir musibet gelmemiştir ki,
bu bizim onu yaratmamızdan önce Kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah'a göre
kolaydır.”[3]
Hz. Ömer radiyallâhü
anhın, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden rivâyet ettiği meşhur “Cibril
Hadisi” ‘inde Kaza ve Kadere itikat, iman esaslarından sayılmıştır.
Hakikatte Kaza
ve Kader fikri pek eskidir. Daha doğrusu insanlara Allah tarafından bildirilmiş
bir hakikattir.
Kaza; kelimesinin birçok manası vardır. Kelime olarak kat’ ve fasıldır. İslâm âlimlerine
göre istılahî manası ise:
“Bütün kâinatın
Levh-i Mahfuzda yani kâinatın ilmi ezelîdeki tertip edilen fihristinde var olmasıdır.”
Kader: Şartların meydana gelmesinden sonra ayrı ayrı zuhurudur.
Yani şartlar yerine geldikten sonra belirli bir zamanda muayyen bir sebeple
meydana gelmesi demektir. Başka bir tarif ile “Hakkın ezelde mahlûkun sıfatını
bilmesidir. Eşyayı irâdesine göre mutlak olarak takdir etmesidir” [4]
Zaten meselenin
asıl can noktası şu ki, Kaza ve Kadere iman, kitap ve sünnette zikredilmese
bile yinede inanmak zaruri olurdu. Çünkü bu önce fıtridir. Sonra Allah Teâlâ’ya
ve O'nun sıfatlarına iman etmek, Kaza ve Kadere imanı da gerektirmektedir. Zira
Kader, Allah Teâlâ’nın “İlim ve İrâde” sıfatlarına, kaza ise, “tekvin”
sıfatına racidir. Lakin bu meselenin önemine binâen âyet ve hadislerde ayrıca
açıkça beyan edilmiştir.
Burada şu
gerçeği de itiraf etmek mecburiyeti hâsıl oldu: Kaza ve Kader meselesi “ Allah
Teâlâ’nın zâtı” gibi araştırılıp düşünülmesi yasak edilen meselelerdendir. İslâm
Dini bizi, Allah Teâlâ'nın varlığından haberdâr eder, O'na iman ile mükellef
kılıp, “Allah Teâlâ'nın zatı şöyle midir, veya böylemidir” diye düşünmekten
nasıl yasaklıyorsa, Kaza ve Kader meselesini düşünmek ve münakaşa etmekten öyle
yasaklar. Çünkü bu mesele, akıl için kati suretle halledilmesi mümkün olmayan muğlâk
meselelerdendir. Kaza ve Kader delillerle sabit olduğu için, biz ona yalnız
iman ederiz. Aslını ve hakikatini araştırmaya lüzum görmeyiz.
Yalnız şu husus
da hiç akıldan çıkarılmasın ki, hakikati anlaşılmayan her şeyin varlığını
inkâr etmek mantıklı bir şey değildir. Buna “Feza, sonsuzluk v.s. gibi nice
şeyler vardır ki, anlaşılmalarına imkân, inkârlarına mecal yoktur.” diye
misal olarak verebiliriz. Elektriğin görünüşte ne olduğunu bilmiyoruz. Fakat
onun mahiyeti hakkındaki bilgisizliğimiz varlığını inkâr etmemizi icap
ettirmez. Çünkü her an ondan istifade ederiz. Bize lâzım olan da budur. Kader
meselesinin aslını araştırmak doğru olmadığı gibi, inkârı da doğru olmaz.
En meşhur
filozoflardan hiç biri bu meseleyi inkâr etmemişlerdir. Ancak her biri ayrı
ayrı muhakeme ve telâkki etmişlerdir. İşte İslâmiyet bizi, Allah Teâlâ'nın varlığından
haberdar ettiği gibi, Kaza ve Kaderden de haberdar etmektedir. Fakat aynı
zamanda bizi, cebir derecesinde ona dayanmayı yasaklayıp, nehiy, çalışıp gayret
etmeyi de emrediyor. İslâm, dünyada çalışmadan hiç bir şeyin olmayacağını bir
kere değil bin kere tekrar ediyor.
KULUN FİİLLERİ
İnsanların
yaptığı fiiller işler hakkında başlıca üç mezhep vardır.
Mutezile,
Cebriyye, Ehli Sünnet.
Bunların kulun fiilleri
hakkındaki görüşleri kısaca şöyledir.
1 — Mutezile
Mezhebi:
İnsanlar
müstakil olarak fiillerinin mucididir. “Kul fiilinin yaratıcısıdır” derler.
Bunlar Kaderi kabul etmezler.
İnsanların fiilleri
kendi ellerinde olmasa (yani fiillerini kendileri yaratmasa) o fiillerin iyilik
veya kötülüğüne göre Allah Teâlâ’nın ceza veya mükâfat vermesinde adaletsizlik
olurdu, derler.
Bu fırka sanki Allah
Teâlâ’yı isyan ve günah yaratmaktan tenzih ederler. Yani Allah Teâlâ, hayrı
yaratır, insanın günah olan fiillerinde insanları bir nevi ulûhiyette ortak
kabul ederler. Allah Teâlâ'yı tenzih edelim derken, O'na şirk koşarlar.
Maalesef bir
zamandan beri bazı kişi ve propaganda vasıtaları tarafından “yaratmak”
fiili insanlara isnat edilmektedir. Bu gibi tabirler, lisan-ı edebe ve dine
muhalif olduğundan kullanılmamalıdır. Hatta batıl bir mezhep olan Kaderiyye
bile, doğrudan doğruya “yaratmak”[5]
kelimesini kullanmaktan sakınmışlardır.
2— Cebriyye
mezhebi:
Ehli Sünnet
akidesine muhalefet
eden din fırkalarından biridir. Buna “Mürcie” de denir.“Kulun iradesi
yoktur. İnsan Kaderin elinde bir oyuncaktır.” akidesini benimserler. Kulun
irâde ve seçmesi olmadığını söyleyerek insanı cansız bir taş gibi düşünürler.
“Âlemde günah
yoktur” derler. Çünkü kul Allah Teâlâ'nın
iradesine uymak zorundadır. Olaylar kaderle tabidir. Emir ve nehiy arasında
fark yoktur.[6]
Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem bir hadisi şeriflerinde bu İki fırkaya şöyle
işaret buyururlar:
“Ümmetimden iki
sınıf vardır ki onların Islâm’dan nasibi yoktur: “Mürcie cebrîyye ve Kaderiyye
fırkalarıdır.” [7]
Bu hadisi
Şerife dayanarak birçokları bu iki fırkanın küfürde olduklarını söylemişlerdir.
Ancak biz, bu görüşlerinden dolayı onlara kâfir demediğimiz gibi bir içtihat
hatasının içinde oldukları kesin bir gerçektir.
Bunlar mümindirler,
fakat İslâm’ın hakikatinden nasipleri yoktur. Tıpkı zengin olan cimri bir
adamın, malı çok olduğu halde, ondan nasibinin olmaması gibi..
3 - Ehli
Sünnet vel-Cemaat Mezhebi:
Ehli Sünnetin
bu husustaki görüşlerini şu üç maddede hülasa etmek mümkündür.
a-Kul, kendi
irâde ve ihtiyariyle yaptığı fillerden sorumludur.
b-Kul, kendi
irâde ve ihtiyarı dışındaki ızdırari fiillerinden sorumlu değildir. (Uyumak, hazmetmek,
ruhi ve uzvî arızalar v.s. gibi fiiller)
c- Allah Teâlâ
dilediğini yaratan, yegâne, yaratıcıdır. Her şeyi olduğu gibi kişinin ihtiyari
fiililerini de yaratan O'dur. Allah Teâlâ külli irâdeye sahiptir. Kula ise
cüz'i irâde vermiştir. Demek ki Cebriyye Mezhebinin söylediğinin aksine kulun
irâdesi ve ihtiyarı vardır. İstediğini yapma kuvveti, dilediğini yapmama
kudreti... İbadetin lezzetii burdadır. İrâde yoksa, bu gökte durmadan dönmektedir.
Fakat bunun için hiç bir sevap yoktur.
Canlı-cansız-
bütün mahlûkatın Allah Teâlâ'ya boyun eğip secde ettiği Kur'an-ı Kerimde haber
verilmektedir. Lakin irâdeleri olmadığı için sorumlu tutulmamışlardır. Bunun
tek istisnası ise insanoğludur.
Sultan Veledin şu
sözü bizim için çok önemlidir: “Allah Teâlâ'nın yarattıkları içinde, Âdem
Oğulları ihtiyar sahibi, onun dışındakiler mecburdurlar, ihtiyarları ellerinde
değildir. Ateş sıcaklık yapmamaya, güneş aydınlık vermemeye kadir değildir.
Ancak Âdemoğulları iyilik ve kötülük yapmada serbest ve muhtar oldukları için hesaba
çekileceklerdir.” [8]
Şeytan ve
nefsin kötülüğe, meleğin ve ruhun iyiliğe ve hayra daveti, insandaki ihtiyar
ve irâdeye en büyük delildir.
“Allah Teâlâ
dilemese ben zâni, hırsız, mülhit, müşrik, kâfir olmazdım” diye söyleyerek Allah Teâlâ’ya cebir isnat eden
Cebriyyecilere ve gafillere Hz. Mevlana’mız şöyle cevap veriyor:
“Benim küfrüm,
zinam, katilliğim v.s. Allah'ın bir dileğidir, dedin. Fakat bil ki senin de, bu
küfür v.s. de bir dileğin var. Çünkü sen istemedikçe kâfir olmazsın. Dileksiz küfür
tenakuzdur.[9]
Hem kafirsin, hem de küfrü istemiyorsun, böyle şey olur mu?...” [10]
Her ne kadar
küfür v.s. Allah Teâlâ'nın takdiriyle ise de, emir ve rızasıyla olmadığında da
şüphe yoktur. İnsanın elde ettiği şey zararsa çalışmamasından, kâr ise çalışıp
çabalamasından ileri gelmiştir.
Yoksa Âdem aleyhisselâm
“Rabb’imiz, biz nefsimize zulmettik”[11]
demezdi. Kader böyle imiş, ihtiyat ve tedbirin ne faydası var, derdi. İblis
gibi: o da: “Sen beni azdırdın. Hem kadehimi kırıyor, hem de bizi dövüyorsun”
[12]
demişti. Hâlbuki takdir-i ilâhi Hakk’tır. İblis gibi kör olmamak lâzımdır...
Demek ki Kaza
ve Kaderi inkâr edenin inkârı dahi, Kaza ve Kaderin dışında değildir. Bu izahlardan,
kesin olarak anlaşılan Mutezile’nin ve nede Cebriyye mezhebinin dediği gibi değildir.
Buna göre ne, kul kendi fiilinin yaratıcısı, ne de yaptığı işlerde Allah
Teâlâ’nın cebri vardır. Hayır ve şer her şeyin yaratısı Allah Teâlâ’dır. Kula
zulmetmez. Fakat irâde-i cüziyye verdiği için kulu me’sul tutar. İnsanoğlunun
bir sanatı seçip, onu iş olarak benimsemesi, onun irâde ve ihtiyarının
varlığına kesin bir delildir. Böyle olmasa sormak lâzım:
“Neden sanat ve
işler arasında bunu seçtin.”
Ayrıca birisi
hırsızlık yapsa da, “bu Allah'ın takdiri” dese, başına iki üç yumruk
vurup da, “bu da Allah Teâlâ'nın takdiridir, koy o çaldığını yerine”
demez misin? Böyle olmayınca; iyilik yapanların yeri olan Cennetle, kötülük ve
günah işleyenlerin yeri Cehennemi inkâr neticesi ortaya çıkar. Kısaca ahireti
inkâr etmek ve dolasıyla Allah Teâlâ'yı inkâr, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemi inkâr etmek ortaya çıkardı. O zaman işin neticesi nereye varırdı?...
“Ezelde ne
takdir edildiği bizce bilinmediğinden, bize lâzım olan, zahiren sahip olduğumuz
irâdeyi, İlâhi emirler dâiresinde sarf et-
mektir. Yâni şerden kaçıp hayra koşmak için kudretimizi sarf etmektir. Bizim
için mesuliyet budur. Fakat çok defa istediğimizi, ümit ettiğimizin aksine
olarak, yapabileceğimizi zannettiğimiz bir isteğimizi, yapamadığımızı düşünürsek
kendi irâdemizden daha kuvvetli bir irâdenin tesiri altında olduğumuzu anlarız.
İşte müslüman, hem kendi irâde ve isteğiyle hareket edeceğine kanidir, hem kendi
irâdesinden daha kuvvetli olan irâdei İlahiyyenin yardımı-
na, himayesine muhtaç olduğunu unutmamalıdır. Gaflet etmemelidir.”[13]
Binaenaleyh, Allah Teâlâ kulun irâde ve ihtiyarını nereye
sarf edeceğini ilmi ezelisi ile bilir. Ancak Allah Teâlâ o işin vaki olacağını
bildiği ve öylece takdir ettiği için kul onu yapmaya ihtiyarını sarf edecek
değildir. Belki kulun irâde ve ihtiyarını, o işi yapmaya sarf edeceği Allah
Teâlâ katında malum olduğu için vukuuna ilim ve takdir-i İlâhiyye taalluk
eder. Nasıl ki! Talebesinin imtihan esnasında başarısını ispat edemeyeceğini,
daha önceden kesin olarak bilen öğretmenin talebesinin haline ait eski bilgisini,
hakikatte imtihanı veremeyen o talebe hakkında bir cebir ve zulüm teşkil etmez.
Bunları gibi Allah Teâlâ’nın ezelde bilmesi de kul için bir cebir ve zulüm
asla değildir.
Kadı Abd-ül’cebbar,
Hz. Ömer radiyallâhü anhden şöyle bir hadis nakleder:
Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki:
“Fiil ve
halleriniz hakkındaki ezeli, İlâhi, ilim üzerinize gerilen sema ile sizi
üstünde taşıyan yer gibidir. Yer ve gök haricine çıkmak nasıl mümkün değil ve
takdirinizin dışında bir iş ise, İlâhi ilim haricine çıkmak da gücünüzün dışındadır.
Bununla beraber yine bu yer ve gök amellerinizin günahı hakkında sizin için
nasıl cebredici bir amil olmuyorsa, İlâhi ilim de öylece cebredici bir amil
olamaz.” [14]
İrade ve
ihtiyarın varlığını inkâr eylediğimiz takdirde dünyada ne hak, ne vazife, ne
ahlâk, ne mesuliyet, ne cürüm, ne ceza, hülasa hiç bir şey kalmaz. İnsanlık âleminin
unsuru mesabesinde olan bu şeyler, insaniyetin ruhu kalkınca, onun yerine bir kargaşa
ve fesat, anarşi hâkim olur. Demek ki ilim malûma tabidir hükmüne göre, Allah
Teâlâ’nın bizden çıkacak fiilleri ezelde bilmesi ile bilir ve zulmü icap
ettirmez. Bizim ihtiyarımızı nasıl kullandığımızı Allah Teâlâ ise ilm-i ezelisi
ile bilir. Biz o işi Allah Teâlâ öyle bildiği için yapmıyoruz, öyle olaydı cebir
zorla yapma lâzım gelirdi ki, bu imkânsızdır.
“NE YAPALIM KADER BÖYLE İMİŞ” SÖZÜNÜN MANASI
Kaza ve Kadere
iman, pek büyük hikmetleri içinde toplar. Meselâ bir müslüman “Ne yapalım, kader
böyle imiş” der! Bu söz yanlış
bir söz müdür?
Evet! Haşa!...
Demek ki bu sözün birbirine zıt iki manası vardır:
1 — Bu söz
yanlıştır. Çünkü: Kaza ve Kadere iman etmek farzdır. Lâkin ona itimat ederek
sebebe sarılmayı bırakmak doğru değildir. Ona itimat ederek kişi kendini mesuliyetten,
kurtaramaz. Meselâ: Bir müslüman: “Takdir-i İlâhi” böyledir diye günah işlemeğe
cesaret edemez. Yine bir günahı işledikten sonra da: “Ne
yapalım Kader böyle imiş” diye kendini mazur sayamaz. Demek ki bu söz müslümanlara
günah işleme cesaretini veriyorsa, günah işlemek için bir mazeret oluyorsa,
sebeplere sarılmayı bıraktırıyorsa, tamamen yanlış ve hatadır. İslâm bunu ve bu
şekilde düşünenleri reddeder.
2 — Bu söz
doğru ve pek haklıdır. Yani; bir olay karşısında, herhangi bir iş hakkında kişi
sebebe sarılır, tedbirinde kusur etmeyip tamamlar. Beşer olarak alacağımız
tedbir bittikten sonra bu sözü söylemek orada doğrudur. İşte hakiki bir
müslümanın inancı bu merkezdedir. Çünkü İslâm dininde kaderi inkâr küfür olduğu
gibi, cebir derecesinde kadere itimatta küfürdür.
Meselâ: Bir
adamın bir hastası var, hastasını doktora gösteriyor, ilaçlarını alıyor.
Beşerîn gücünün yetebileceği bütün tedbire başvuruyor. Lakin ne doktor ve ne de
ilâç tesir etmiyor. Hasta ölüyor. Hakiki bir mümin işte o zaman; kalbi zayıf
kişilere mahsus olan, beyhude telaşlara, manasız ıztıraplara lüzum görmez.
İnsana
yakışan metanet ve teslimiyetle, kaza-i îlâhiyyeye rıza göstererek; “Ne
yapalım! Kader böyle imiş” der. Bu salim ve saf itikadın
tesiriyle, maruz kaldığı musibetlerin karşısında insan gibi durur. O musibetten
dîvânece değil insanca müteessir olur. Demek ki bu söz
sebebe sarıldıktan, tedbirde kusur bırakmadıktan sonra söylenirse o zaman doğrudur.
Dünyada hiç bir
akıllı yoktur ki, tarlasını ekmeden, karşısına geçip otursun da, mahsul zamanı
bol mahsul alma ümidinde bulunsun. Sebebe sarılmadan neticeyi beklemek ahmaklıktan
başka bir şey değildir. Allah Teâlâ her şeyi bir sebebe bağlamıştır. Âdetullah[15]
bu minval üzere cereyan ede gelmiştir.
Allah Teâlâ
şunun bunun hatırı için âdetini değiştirmez. Sebebe sarılmadan neticeyi beklemek
Kudret-i İlâhiyyeyi kendi sefil emellerinin, delice fikirlerinin meydana
gelmesinde kullanmak gibi, küfrü gerektirir. Bu ise faydasız ve boş şeylerle
uğraşmak gibidir.
Mevlâna bu
mesele hakkında buyurdu ki;
“Senin
ormanında senin baltan işliyor, dalları senin baltan kesmektedir. Bir dalı
yetiştiriyor, öbürünü kesip atıyor: Baltaya karşı dalın eli var mı? Ne gezer!
Hiç dal baltanın elinden kurtulabilir mi? Balta senindir. O kudret hakkı için
kereminden bu eğrilikleri düzelt”[16]
Zeki
HAYRAN
ABDÜLMECÎD-İ SİVÂSÎ EFENDİ
Kaddese’llâhü sırrahu’l
azîz
Halvetiyye yolunun Şemsiyye kolu kurucusu Şemseddîn Sivâsî (Kara Şems) kaddese’llâhü
sırrah’ül azîz Hazretlerinin kardeşi Şeyh Muharrem Efendinin oğludur.
İsmi Abdülmecîd, künyesi Ebü'l-Hayr, lakabı Mecdüddîn'dir.
Şiirlerinde Şeyhî mahlasını kullanmıştır. Sivâsî nisbesiyle meşhur olmuştur. 1563 (H.971) senesinde Tokat'ın Zile ilçesinde doğdu. 1639 (H.1049) senesinde İstanbul'da Hakk’a yürüdü.
Kabri saadeti, Eyüb Nişancası'ndaki evinin bahçesindedir.
İsmi Abdülmecîd Şirvânî hazretlerinin ismine hürmeten konulmuş olan Abdülmecîd-i Sivâsî
Efendi, küçük yaşından
itibaren babasından
ilim öğrendi.
Yedi yaşına
geldiği
zaman Kur'ân-ı Kerîm’i
ezberledi. Amcası Şemseddîn
Efendiden (Kara Şems)
zâhirî ve bâtınî
ilimleri tahsil etti. Arabî ilimler, fıkıh, tefsir ve hadis ilimlerinde yüksek derece
sahibi oldu. Keşşâf Tefsîri'ni okutması hususunda amcasından icâzet aldı. Uzun müddet amcası Şemseddîn Sivâsî'nin
sohbetinde kalıp
feyz aldı.
Tasavvufî hakikatlere kavuşup yüksek manevi derecelere ulaştı. Otuz yaşına geldiğinde amcası Şemseddîn Efendi ona;
"Doğru yolu göstermek sana geç vaki olur, ama gâyet
güzel olur. Sen diğer akranlarını geçip hepsinden yüksek
olursun."
buyurarak, Merzifon ve çevresi ahalisine Allah Teâlâ’nın dinini ve Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin güzel ahlâkını anlatmakla vazifelendirdi. Sonra Şemseddîn Sivâsî
hazretleriyle beraber Eğri seferine gidip, orada vefat eden Pîrîzâde
Velî Efendinin yerine, Zile'deki Halvetî Dergâhında vazifelendirildi. Burada insanlara doğru yolu ve güzel ahlâkı anlatmakla ve talebe yetiştirmekle meşgul oldu. 1604 senesinde Sivas'taki Şemsiyye Dergâhı şeyhi ve Kara Şems'in damadı Receb Efendi vefat edince,
onun yerine vazifesini yürüttü. İlim ve irfandaki şöhretini duyan Sultan
Üçüncü Mehmed Han tarafından İstanbul'a davet edildi. Üçüncü Mehmed Han,
Abdülmecîd Efendiyi İstanbul'a davet ederken, kendi el yazılarıyla şu mektubu yazmışlardı:
"Fazîlet ve kerâmet sahibi Sivaslı Abdülmecîd Efendi!
Merhûm amcan Şemseddîn Efendinin, Eğri seferinde maddî ve
manevi çok yardımlarını gördüm. Döndükten sonra İstanbul'da kalmasını istemiştim. Fakat o arzu
etmeyince, ihtiyarlığı sebebiyle memleketine gitmesine izin verdim. Şimdi sizin söz, fiil ve diğer özelliklerinizle ona tam
olarak benzediğinizi duydum. İstanbul'u teşrifinizi cân-ü gönülden
istiyorum. Hatt-ı şerîfim size ulaştığı zaman ihmal etmeyesiniz."
Bu mektup üzerine Abdülmecîd-i Sivâsî Efendi İstanbul'a geldi. İstanbul'daki ilk vaazını Ayasofya Câmiinde verdi.
Bir müddet Ayasofya civarında oturdu. Sonra kendisine talebe olan
Reis-ül-Küttâb La'lî Efendinin hediye ettiği, Eyüb Nişancası'ndaki bahçe içindeki eve yerleşti. Dâr-üs-seâde ağalarından Mehmed Ağa tarafından, Çarşamba'da yaptırılan Mehmed Ağa Dergâhında, insanlara doğru yolu anlatmakla
vazifelendirildi. Şeyhülislâm
Sun'ullah Efendi tarafından câmi hâline getirilen Atpazarı'ndaki Hüsam Bey Mescidinde
de Cumâ vâizi olarak vazife yapıp, insanlara hak ve hakikati anlatmaya devam
etti. Vaazından evvel güzel sesle Fatiha
Suresini okuyup dinleyenlerin içini açardı. İstanbul halkının vaaz ve nasihatlerine gösterdiği yüksek alâka üzerine, Şehzâde Câmiine vâiz olarak
nakledildi. Bir müddet orada insanlara yüce dinimizin emir ve yasaklarını, Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin güzel ahlâkını anlattıktan sonra, Yavuz Sultan Selim Câmiine Cuma
vâizi olarak görevlendirildi. Sultan Selîm civârında bir mescid ve Sivâsî Dergâhını inşâ ettirip, hizmete devam
etti. Sultan Ahmed Câmii yapılırken, temel atma merasiminde bulunup, dua
etti ve temele ilk taşı koydu. Sultan Ahmed Câmiinin yapımı tamamlanıp ibadete açılınca, ilk vaazı Abdülmecîd-i Sivâsî Efendi
verdi. Hakk’a kadar bu câminin vâizliğini yürüttü.
Üçüncü Mehmed, Birinci Ahmed, Birinci Mustafa,
Genç Osman ve Dördüncü Murâd Han devirlerinde yaşadı. İnsanlara hep Hakkı tavsiye edip, kötülüklerden
sakındırdı. İlmi, irfanı ve olgunluğuyla sultanlar ve diğer devlet erkânı yanında büyük bir nüfuz sahibi
oldu. Padişah
ve diğer
devlet erkânı,
önemli hususlarda sık sık görüşlerine başvururlardı. Karayazıcı ve Uzunbölükbaşı isyanlarının bastırılmasında önemli rolü olmuş, Devlet-i Osmaniye’ye faydalı tavsiyelerde bulunmuştu. Sultan Dördüncü Murâd
Hâna Bağdât'ın İranlılardan geri alınacağını müjdelemiş, padişah sefere çıkarken de Hazret-i Ömer
radiyallâhu anhın kılıcını beline kuşatmıştı. Şeyhî Abdülmecîd-i Sivâsî Efendi hazretlerinin
birçok kerametleri ve halleri görülmüştür.
Şeyh Lütfi Efendi Hediyyetü'l-İhvân adlı eserinde bildiriyor ki: Lemezât kitâbı sâhibi Şeyh Hulvî Mahmûd Efendi şöyle nakletti:
"Kocamustafapaşa Dergâhında irşatla vazifeli olan hocam
Necmeddîn Hasan Efendi ikinci defa hacca gittiklerinde veda edecekleri zaman
bana;
"Hulvî Çelebi! Olgun ve olgunlaştırabilen kardeşlerimizden kime kalbin
meylederse ondan tasavvuf yolculuğunu tamamla!" deyince, kalbimde Sivâsî
Abdülmecîd Efendiye karşı bir meyl ve muhabbet peyda oldu. Bilâhare Şeyhî Abdülmecîd Sivâsî'nin huzuruna
varıp
hâlimi arz ettim. Bana Halvetiyye yolunun usulüne göre zikir telkin etti ve
hocana teveccüh et buyurdu. Onun bildirdiği şekilde zikirle meşgul oldum. 1610 senesi Rebîulevvel ayının on beşinci günü tekrar huzuruna
vardığımda
zikir telkininde bulunduktan sonra bana; "Bundan sonra bize teveccüh
et!" dedi. Ben, kendi kendime, her defasında hocana teveccüh et diyordu bunda ise "Bize
teveccüh et." dedi. Bunun bir hikmeti vardır, diye düşündüm. Aradan bir müddet
geçince, hocam Necmeddîn Hasan Efendiyle hacca gidenler döndü. Fakat hocamı onlar arasında göremedim. Sorduğumda, Necmeddîn Hasan Efendinin,
Abdülmecîd Sivâsî hazretlerinin; "Bize teveccüh edin." buyurduğu zaman Yemen'de Hakk’a
yürüdüğünü öğrendim.
Abdülmecîd Sivâsî hazretlerinin huzuruna girip; "Sultanım bu ne büyük
kerâmettir." dediğimde; buyurdu. Zâhirî ve bâtınî ilimlerde
"Hulvî Efendi! Görünen kerâmete îtibâr
edilmez. Asıl
kerâmet mânevî kerâmet olup İslâmiyet’in emir ve yasaklarına uymaktır." yüksek derece sahibi olan Şeyhî Abdülmecîd Sivâsî,
güzel ahlâk ile ahlâklanmıştı. Padişah Birinci Ahmed Hâna sunduğu manzum şikâyetnâmede memleketin ve
milletin içinde bulunduğu hâli anlatmış, muvaffakiyet için kendisine adalet ve meşveret tavsiye etmişti.
Manzum
Şikâyetnamesi şöyledir.
Dinle ey
padişehim nafi' olan sözlerimi
Habl-i Kur
'ân ile sabitkadem ol bi 'l-ikrâm
Bed düâ-yı
fukaradan seni az var sakunur
Habl-i Kur
'ân ile sabitkadem ol bi 'l-ikrâm
Şahsa mansıb
mı gerek, mansıba âdem mi gerek
Din ü devlete
layık nedir ey fahr-i kiram.
Cevr u zulmün
sebebi Rûm u Arap içre bu kim
Câhili zâlimi
vali kılarak tutdu zalâm
Biri bu cahile
hiç maslahat ısmarlama kim
Geçe ashâb-ı maârif önüne
ola imâm
Ulemâ zeyyine
girdi cühela at saldı
Bu dürr-i
saha-yi dîni bozan ey fahr-i izâm
Küfr ile mülk
durub zulmile durmasa gerek
Sakın ey
şah-ı cihâniyân ü cihândâr müdâm
Tişe-i hikmet
ile mezra 'a-i ma'delet
Meşveret
tohumunu saç sula dimağ ile müdâm [17]
İslâm dininin hep ilerlemeyi emrettiğini anlatmış, gelişmelere karşı çıkan din adamı kılığına girmiş din düşmanlarıyla tarikatçı geçinen cahil
ve sapık
kimselerle ve bidat ehliyle mücadele etmişti. İstanbul'da vaaz, irşat ve ilim öğretmekle meşgul iken 1639 (H.1049) senesinde Hakk’a
yürüdü. Eyüp Nişancası'ndaki evinin bahçesine
defnedildi. Hakk’a yürümesinden iki yıl sonra gördüğü bir rüya üzerine, Mahpeyker Kösem Sultan, kabrinin
üzerine bir türbe yaptırdı. Bu türbe bugün müminler tarafından ziyaret edilmekte, vesile
edilerek yapılan
dualar kabul olunmaktadır.
Nakledilir ki:
Mehmed Ağa
Camii İmamı Kefeli Ali Efendi şöyle anlatır: “Bir gece gördüm, şeyh bana kötü
ve çirkin bir iş etti. Ertesi gün şaşarak meclisine vardım. İmam Efendi,
üzülme, senin başına gelen bana Hz. Ali kerremallâhü vechede de vâki oldu,
dedi”
***
[Nâimâ, Sivâsî Efendi'nin IV.
Murat'ın yanında büyük iltifatlara nail olduğunu, defalarca konuşma ve
sohbetlerinde bulunduğunu, pek çok işlerde padişahın huzuruna gizlice
vardığından bahsetmektedir ki, bu durum Sivâsî Efendi'nin o dönemdeki padişah
yanındaki nüfuzunu göstermesi bakımından önemlidir. Nazmî Efendi de Sivâsî
Efendi ile IV. Murat'ın münasebetlerine dair şunları naklediyor;
"Bağdat Fatihi Sultan Murat
oldukça sert tabî'atlı ve cebbar biri idi. Sebepsiz yere Sakarya şeyhini,
Rûmeliye şeyhi'ni, mevâlî ve kuzâttan pek çok kimseyi örf ve izafeti ile selb
edip, hususen Şeyhülislâm Ahî-zâde Hüseyin Efendi'yi şehid etmişti. Sivâsî
Efendi'yi de kendi ifadelerine göre onbeş kere öldürme niyetiyle yanına davet
etmiş, ancak her seferinde Allah Teâlâ'nın emriyle bir gadab-ı İlâhî mani
olmuş, neticede bu niyetinden vazgeçmiştir. Bu niyetten vazgeçmesine sebep olan
hadîse şudur;
Sultân Murat Sivâsî Efendi'yi
Beşiktaş'taki bahçesine davet edip Bostancıbaşıya da;
"Cellâdı çağır, Sivâsî
Efendi'yi katledeceğim." der. Bunun üzerine Bostancıbaşı da haberci
gönderip Sivâsî Efendi'ye Padişahın davetini bildirir. Sivâsî Efendi emre uyup,
Sultân Murad'ın oturduğu köşkün önüne gelip;
"Benim Padişahım, duacınız Sivâsî'den
ne zarar gördünüz ki, katletmek istersiniz? Allah Teâlâ vücudunu korusun şimdi
bir şimşek çakıp bu sarayın bir tarafını yakıp yıkacak olsa, o zaman bir uyanma
gelmez mi?" dediğinde, gökte bulut ve şimşek eseri yok iken büyük
bir gürültü kopup, şimşek çakar. Padişah Sivâsî Efendi'nin eline yapışıp,
"A Sivâsî! Sen ne kuvvetli
bir er imişsin ki, bununla onbeş keredir seni katletmeğe niyet ederim de her
birinde başıma türlü belâlar gelip, mani olur. Şimdi de eğer," Allah vücudunu korusun"
demeseydin, bu yıldırım beni de yakardı." deyip ondan af
dilemiştir. Nazmî Efendi bu durum karşısında;"şehid olan meşâyih bu
kudret ve tasarrufa kadir olamamışlardır." demek suretiyle onun
büyüklüğünü dile getirmiştir.][18]
NASİHATLERİ
[Abdülmecîd-i Sivâsî Efendi "Letâifül-Ezhâr"
[19]
adlı eserinde sadece muhiblerine değil, bütün inananlara muhtasar olarak
zikrettiği nasihatlerinde ise şunları söylemektedir:
"Kulun yaptığı amellerin
en hayırlısı, i'lâ-yi şer'-i Muhammedi'de dikkat-i fikr ve iz'ân-ı mütâla'â
etmek ve ehl-i gayret olan mütedeyyin kullarla meşveret etmektir.
Kulun iyi hâli: kalbin maruz kaldığı beşerî
havâtırlar, nefsânî vesveseler ve dünyevî isteklerin sakin olduğu zamandadır.
Kulun en güzel ibâdeti ise: Allah Teâlâ’nın her hâlini
görüp, bildiğini düşünerek kendini her an O'nun huzurunda bilip ona göre edebe
riâyet etmesidir.
Her kimden hak söz işitse
söyleyeni bırakıp, söze ve söyletene bakıp, Hak için hak sözü kabul edip
huzursuz olmamaktır. Zira ulemânın büyükleri derler ki;
"Hak söyleyiciler, Hakk
dellâllarıdır." Şu hâlde dellâlın şekline ve sözüne bakmayıp, hak metama
bakıp onu almaya gayret etmek, insaf ve basiret ehlinin alâmetidir.
Tüm ayıpların başı kibirdir.
Kibrin başı ise Hakk'ın emrine muhalefet ve tekebbür ve kavl-i Hakk'a ucb
satmaktır.
Cümle a'mâl-i sâlihânın başı,
sabır mahallinde sabır ve şer'a muvafık şiddet ve gazap mahallinde gazap,
sevdiğini Hakk için sevip, sevmediğini Hakk için sevmemektir.
Her hâlde fikir ve teemmül
etmeden birisi
işlemek
mûcib-i şer ve ba'is-i nedamettir.
Halka bakıp kendi ayıbın aramamak
sebeb-i şehvet ve tama' ve hubb-ı câh[20]
ve ba'is-i [21]
humk [22]
ve hubb-ı dünyâ ve temeddühdür.[23]
Ölümü unutup daima merâtib-i
dünyeviye talebinde ve hasmından intikam almak maslahatında olmak, sebeb-i
feth-i ebvâb-ı belâ[24]
ve zahmet ve ba'is-i hırs ve haseddir.
Hak söylemeyi ar edip yahut
başkasının hâtırı için sükût ve sükûn gadab-ı Hakk'a sebeptir.
Hak için intikam almak hükkâma[25]
farzdır.
Ebvâb-ı rahat riyâzet-i vusta ile
rüşveti kahr ve faydalı ilimle meşgul olmak, doğru sözlü sâlih arkadaşla
mukarenet, kötü arkadaştan uzlet, mahâlsiz sözden sükût, mâlâyâni söz ve
fiilden feragat emr maişette kanâat, dünyanın fani olduğunu daima fikredip
hilesinden korkmak, gaflet perdesini bürünüb ölümü unutan gafiller sohbetinden
kaçmak, ehl-i Hakk olanlara tevazu', mütekebbir ve zâlim olanlara Hakk için
tekebbür, güzel huylu ve tatlı dilli olmak, halkın cefasına sabr, elem ve
şiddet deminde rızâ ve tahammül, bi't-tab' şecâ'at ve gördüğü aybı örtmek
mü'minin yerine getirmesi gereken şi'ârı olmalıdır.[26]
Kendilerine kabz hâli vaki olan
mürîdlerine Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ruhu için onbir
kere salavât, ricâlu'l-feth için yirmidört kere, ricâlu'l-kavm için de
sekiz kere İnşirah sûresini okuduktan sonra, kırkbir kere de Hadid sûresi 3. âyetini
okuyup, Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin, kutb-ı âlemin, Hızır
aleyhisselâmın ruhuna hediyye edip,
"Ey (kapalı kapıları) açıcı,
ey nurun nuru, ey kalpleri açan (Allah) kalbimi aç ve beni, gizli ve açık her
hâlu kârda kalp sıkıntısından, tasadan
kederden koru" demelerini ve bu duayı birkaç kere tekrar ederlerse münbasit
[27]
olacaklarını söylerdi. Kalbinden mâsivâyı tamamıyla çıkarıp, saffet-i kalbin
hâsıl olmasını isteyen sâliklere
"Allah Teâlâ’m benim gözümde
Dünya(ya ait şeyler)'i küçült ve kalbimde senin celâlini büyült ve beni
sevdiğin ve razı olduğun şeyleri yapmaya muvaffak et ve kalbimi senin dininde
sabit eyle." duasını son oturuşta salâvat duasından sonra okumaya devam
etmelerini tavsiye ederdi.
Abdülmecîd-i Sivâsî Efendi
Fatiha Tefsiri'nde[28]
ise şu nasihatlerde bulunmaktadır:
"her kim ki, gizli şirkten
ve imansız olmaktan kurtulmak isterse son tahiyyattan sonra yahut âyet-el’kürsiden
önce:
اَلاَ اِنَّ اَوْلِيَاءَ اللّهِ لاَخَوْفٌ
عَلَيْهِمْ وَلاَهُمْ يَحْزَنُونَ
“İyi bilin ki, Allah'ın dostlarına korku yoktur, onlar
üzülmeyeceklerdir.” [29]
Her kim de sabah akşam yüz kere
لاَ إِلِهَ إِلاَّ اللَّهُ
وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ لَهُ
الْـمُــلْـكُ وَلَهُ الْحَمْدُ
"Allah
Teâlâ'Dan başka ilâh yoktur. O tekdir. Şerîki yoktur. Mülk O'nundur. Hamd ona
mahsustur. "
derse o gün ve gece şeytândan emin olur.
Yine her kimin kalbine küfür ve
ilhadla alakalı büyük vesveseler gelirse, bilsin
ki, o kişi Allah Teâlâ'ya yakın olmuştur. Ve yine bilsin ki, o vesvese sâlikin değil
şeytanındır. Kendisinin olsa kendi kendine vesvese verip gam çekmezdi. Bunun
ilacı genzinden bir nesneyi çıkarır gibi tükürüp, sonra üç kere;
لاَ إِلِهَ إِلاَّ اللَّهُ مُحَّمدٌ سَيْفُ اللَّهِ [30]
demektir. Eğer gitmezse bilmelidir ki, Allah
Teâlâ'nın rızasına muhalif büyük bir suçu vardır. Onu
aklına getirip tevbe ve istiğfar etmeli sonra üç kere
هُوَ
اْلاَوَّلُ وَاْلاَخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ وَهُوَ بِكُلِّ شَىْءٍ عَلِيمٌ
بِسْمِ اللَّهِ حَسْبِىَ اللّٰهُ تَوَكَّلْتُ عَلَى اللّٰهِ
فَوَّضْتُ اَمْرِى اِلىٰ اللّٰهِ
لاَ حَـوْلَ وَ لاَ قـوّ ةَ إلاَّ
باللّٰـهِ اْلعَـلِىِّ اْلعَــظِيمِ
demelidir.[31]
Yine buyururlardı ki: "Allah'ım
beni zenginlere, idarecilere, yabancılara ve doktorlara muhtaç etme. Ve beni
sadece senin izzetine iltica ettir." duâsıyla meşgul olan sâlik,
devlet-i üns-i billâh'a[32]
nail olur.
Akşam ile yatsı arası besmeleyle
birlikte yüz kere fatihayı okuyup âmîn dedikten sonra, " يَا
آلِفُ " ( Yâ Âlif ) diye
zikretmenin tarikatın âdabından olduğunu söyleyen Abdülmecîd-i Sivâsî Efendi,
bunları okuduktan sonra sevabını Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ve
silsilelerinde geçen büyük zâtların ruhlarına bağışlayan kimsenin yirmidört
saatinde vaki olacak tenezzüllerinin [33]
mahvolup, terakkiye dönüşeceğini ve ma'nevi ve sûrî zenginliğe ulaşacağını
belirtirdi.
"Sabah namazının sünneti ile farzı arasında yüz kere
"Yüce Allah'ı hamd ile tesbih eder ve kendisine hamd
ile Allah'dan bağışlanmamı dilerim"
سُبْحَانَ اللّٰهِ وَ
بِحَمْدِه سُبْحَانَ اللّٰهِ الْعَظِيمِ وَ بِحَمْدِه اَسْتَغْفِرُ اللَّهِ
Duasını okumaya devam eden kimse zahiri ve batini isteklerine ulaşır, hususen
borçlu olanlar borçlarından kurtulurlar." diye nasihatte bulunurdu.
Kul gündüz ve gece yaptığı ibâdet ve tâ'atten hâsıl olan varlığı ve kibri yok etmek
için teheccüdden sonra secdeye varıp, kırkbir kere:
لَا إِلٰهَ اِلَّا أَنْتَ سُبْحَانَكَ
إِنِّ كُنْتُ مِنَ
الظّالِمِينَ
"Senden başka ilâh yoktur, seni tesbih ederim. Ben hakikaten
zalimlerden idim." [34]
deyip, sonra duâ
ederek kuvvet ve tevfik Allah Teâlâ'nın acz ve iftikâr kendimin diye mülâhaza
etmelidir.
Havâtırı ve vesveseyi yok etmenin ilâcı, izin verilen zikirle meşgul olup, mürşidin
hayalini hâtıra getirmektir. Eğer yok olmazsa dimağından bir şeyi çıkarır gibi
üç kerre kuvvetlice nefesini yukarı çekip, Tevhîd'le meşgul olmalıdır. Yine yok
olmazsa bunun günahından kaynaklandığını bile ve inkisar edip nedametle üç kere
hâlis niyetle:
"Allah Teâlâ’nın kötü kabul ettiği söz, fiil, düşünce,
işitme ve görmenin hepsinden Allah'a sığınırım. Güç ve kuvvet ancak
Allah'ındır." demelidir.
Yine buyurdular ki, sekiz rekât duhâ namazı
kılıp, her ilk rekâtta sûre-i Ve'ş-Şems, her ikinci rekâtlarda sûre-i Duhâ
okunması feth-i tarîk, feth-i dünya, feth-i âhirete [35]
sebeptir. Fakat sâlik tüm hareketini, duruşunu, tâatını ve ibâdetlerini Allah
Teâlâ rızâsı için yapması gerekir. Zira dualar ve esmalar bu surede mutlaka hassasını
verir. Halk ve Allah Teâlâ nezdinde muhterem olmak isteyen, gıybet etmesin. Kişinin
yüzüne gülüp, gönlünü yıkmasın. Halka insaf ile Hakk'a riyasız ihlâs ile nefse
kahr ile kendinden büyüğe hizmet, küçüğe şefkat, düşmana hilm, afv ve güler yüz, dostuna nasihat,
fakire ihsan, cahiller meclisinde sükût, ulemâ yanında edebe riâyet etmek akıl
için yeterli nasihattir.][36]
KÂMİL MÜRŞİDE
TABİ OLMANIN GEREĞİ YE SAHTE MÜRŞİDE ALDANMAMANIN ZARURETİ
Abdülmecîd-i Sivâsî Efendi'ye göre henüz beşeriyet
evinden dahi dışarı çıkmamışken "ruhani mi'raca Hakk'a ulaştım ve geri
geldim" diyen yalancıdan kılavuz edinenlerin sonu, helak olmak veya
şeytâna gıda olmaktır. Çünkü ehl-i sünnet ulemâsının yolundan ayrılanın hali zındıklık
vadisinde helak olmaktır. Eğer bu itikadle ölürse cehennemde ebedi olarak
kalacağı mukadderdir. Onun için mürşidler demişlerdir ki, "şerî'atin
usulünü yitiren Hakk'a ulaşmaya güç yetiremez." Şu halde cahil olduğu halde hakikati
bildiğini iddia edenlerden şeytandan daha fazla korkup kaçmak lâzımdır. Zira cin şeytânları görülmez
bunlar insan şeytanlarıdır, görülür. Onun için "Böylece biz, her
nebiye insan ve cin şeytânlarını düşman kıldık..."[37]
âyetinde
tehlikelerine dikkat çekilerek, insanlar cinlerden önce zikredilmiştir.
Abdülmecîd-i Sivâsî’ye göre ümmi olan sâlike öncelikle gerekli olan kelâm
okumak, ikinci olarak namazın şartları, üçüncü olarak da oruç, zekât, talâk ve
kerahetlerle alâkalı kitâpları okuyup öğrenmektir. Zira marifet ve hakikat binası şerî'at
temeli üzerine yapılır. Temelsiz bina ise yıkılmaya mahkûmdur. Salik bu söylenilenleri yerine
getirdikten sonra haram ve helâli öğrenip Allah Teâlâ'dan korkması gerekir.
Takvayı öğrendikten sonra da vusule ermek için "...O'na yaklaşmaya
vesile arayın..." [38]
âyetinde
işaret edildiği üzere şerî'at ilmini bilen bir mürşide tabi olması gerekir.
Çünkü kişi ancak kâmil bir mürşide tabi olmakla tarîkat ve ma'rifet yolunda
fenadan sonra melekûtun hakikatine ulaşır. Abdülmecîd-i Sivâsî Efendi,
şeyhinden, "sûfi çoğaltmaya gayret eden şeyhler arif değil sefihdir." sözünü işittiğini, bunun
sebebini sorduğunda da onun:
"Kendi nefsi kendine düşman
olarak yeterken düşman çoğaltmak akıl işi değildir." dediğini naklettikten sonra,
kâmillerin, cezbesi sahih olmayan kimse ile tasavvuf ve tarikatın şartlarını,
sonradan kabul etmeyecekleri, tarîkat tavasına koyduğunda yandım diye
kaçacakları, dolayısıyla tevhîd yolundaki çabalarının zayi olacağı endişesiyle
bey'at almaktan korktuklarını belirtir. Abdülmecîd-i Sivâsî Efendi onların bu
tavrını "şeyhler
kuru yere ve havaya kılıç sallamazlar." diyerek açıklamaktadır. Ona göre vâsıl olmadan şeyh olanın davası el
vermektir. Yani hakîkî şeyh olmayanın alâmeti, mürid ve muhib çoğaltmak için el
vermek, hile, riyâ ve gösterişte bulunmak, kendini sâhib-i vücûd ve hâl
göstermektir. Oysa marifetten nasibi olan onu gizler, olmayan ise açığa
çıkarır.
Şehâ tevhidin esrarın diyen bilmez
bilen demez
Ma'ârifsırr-ı güftârın diyen bilmez, bilen demez.
Bir başka şiirinde ise bu hususa
işaretle Sivâsî Efendi şöyle der
Çü bilmek bilmemektir anı bildim
Nedânem (ben bilmem) ilmi ile kat kat oldum.
Sivâsî Efendiye göre böyle kimselerin bir
diğer zararı da, tabi olanlarına taassup yolunu göstermektir. Nitekim ona bu
hususta uyanlar sair meşâyih ve müridleri beğenmez, nefislerine uyarak ulema ve
ehlullâhı sevmezler. Oysa ulemaya muhabbet Kur’ân-ı Kerim’e muhabbettir, düşmanlık
ta yine Kur’ân-ı Kerim’e düşmanlıktır. Bunlar köşesinde oturmuş ve uzlet ehline de
ta'n eder, mürid çoğaltmak için kadınlara ve çocuklara el verirler. Burada
sâlike gereken nakd-i kalbi seçmek, övene basirdir, zemmedene kördür deyip,
halkın hürmetini ve saygısını Hakk'dan bilip, nefsinden bilmemektir. Çünkü
halkın azîz görmesi ile kimse azîz olmaz. "Kim izzet ve şeref istiyor idiyse,
bilsin ki, izzet ve şerefin hepsi Allah Teâlâ'nındır..." Bu makamda sâlike düşen diğer bir
husus da riyaset ve şöhreti terk etmektir. Yani sâlik, tâlib olmalı matlup
olmamalı, av olmalı avcı olmamalı, fakir olmalı zengin olmamalı, kul olmalı
sultân olmamalıdır. Bunlar ebedi saadet sermayesidir ve vusule sebeptir. Aksi
ise talihsizliktir.][39]
ESERLERİ
“Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretleri, mânevî
hâl âleminde, gelip Abdülmecîd Sivâsî'ye; "Benim Mesnevî kitabıma şerh yazmanızı istiyorum." buyurdu. Abdülmecîd-i Sivâsî
Efendi de özür beyan edip;
"Hâşâ benim haddim değildir. Sizin inci gibi
sözlerinizi şerh etmek bir yana anlamaktan acizim. Birçok şerhler yazılmıştır. Bizim şerhimize ne gerek
var."
deyince, Mevlana Hazretleri;
"Onlar da güzel, fakat söz başka hâl başkadır. Benim Mesnevî'mi şerh etmek sizin gibi hâl sahibi,
kelâm ilminde ve tasavvuf marifetlerinde yüksek birisine gerekir." buyurdu. Abdülmecîd Sivâsî
hâl âleminden beşeriyet
âlemine dönünce, emri birkaç gün ihmal etmişti. Bir gün yine hâl âleminde iken Mevlânâ
Hazretleri zuhur edip;
"Size Mesnevî'me şerh yazın demedim mi?" buyurdu. Abdülmecîd-i Sivâsî
Efendi Hazretleri özür beyan etmek istediğinde;
"Biz şimdi sizi topuz ile ikaz ederiz." buyurdu. Ertesi sabah padişah tarafından iki asker gelip, Şerh yazılmasına dair fermanı ve yüz altın sikke getirdiler. Abdülmecîd-i
Sivâsî Efendi fermanda;
"Benim fazîletli pederim, bu saat
Mevlânâ hazretlerinin Mesnevî'sine şerh yazılmasını emr ediyorum. Biz de emrolunduk." diye yazılı olduğunu gördü. Hemen emre uyup şerh yazmağa başladı. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî
Hazretlerinin istediği özellikte, nefis bir şerh yazdı. "Şeyhî" mahlasıyla pek güzel şiirler yazan Abdülmecîd-i Sivâsî
Efendinin birçok kıymetli
eseri vardır.
Bu eserlerin bazıları şunlardır:
1) Fâtiha Tefsîri,
2) Mesnevî Şerhi: Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî
hazretlerinin Mesnevî'sine
yazdığı çok
kıymetli şerhidir.
3) Lezâiz-ül-Âsâr ve Letâif-ül-Ezhâr,
4) Mıskâl-ül-Kulûb,
5) Şerhun alâ Kasîde-i Mîmiyye li-Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî,
6) Fezâilü Salât-in-Nebî,
7) Dürer-ül-Akâid,
8) Dîvân-ı İlâhiyyât,
9) Şerhu Cezîret-il-Mesnevî,
10) Umdet-ül-Müsteiddîn fis-Sarf,
11)Mekâsid-i Ayniyye ve Mesâid-i Ervâh-ı Tayyibe ve Ayniyye: Bu eser Şeyh Yâr Ali bin Siyâvuş Divriği'nin Kitâb-ül-Mekâsid-ün-Nâciye
fil-Mebde-i vel-Meâşî vel-Me'âd adlı eserinin şerhidir.
12) Kahr-üs-Sûs fî İlcâm-in-Nüfûs,
13)Meyâdîn-ül-Fürsân fî Kavâid-i Fârisiyye.
14) İrâde-i Cüz'iyye,
15) Hadîs-i Erba'în.
KAZA VE
KADER
RİSÂLESİ
Hamd, ancak
kendisine ibadet etmemizi, yalnız kendisine boyun eğmemizi emreden Allah Teâlâ'ya
olsun. Yerde ve gökte Ondan başka ilâh yoktur.
Salât ve selam,
beşeriyetin efendisi, müminlerin izzet ve şerefinin dayanağı olan Hz. Muhammed
Mustafa sallallâhü aleyhi ve selleme Onun âline ve “Lâ İlâhe İlla’llah” ilkesinde
Onunla ittifak eden ashabına olsun.
Salât ve
selâmdan sonra; devlet erkânından Hakka ve Allah Teâlâ’nın rızasına nail olan
biri, bu Şeyhi Fakirden:
“Ne olurdu,
kaza ve kader hususunda örnek bir eser yazsaydınız. Böylece de bizler helak
eden fırka ve mezhepleri öğrenir ve Allah Teâlâ'nın rızasını kazanırdık.” diye rica ettiler. Hiç bir şeye ilmî sermayesi
olmayan bu
fakir de:
“Belki ihtimal ki
olmaz... Yapamam” demedim. Bütün kuvvet ve kudretini memleketi için sarf etmeğe
azimli olan bu fakir” sahife-i
hatırımda [40]
bulunanların o gün bir müsveddesini yaptım. Bazısını Arapça, bir kısmını da
Türkçe olarak yazdım. Ömründe bir defa Hakk'a secde eden okuyucularım, bu fakire
bir fatiha bahşetsinler diye.
Nakd-i
vücudu[41]
Şeyhî aşka değişmek ister
Gaşşına[42]
bakma tâki bir kerre ede bazâr
BU RİSALEYİ NİÇİN YAZDIM?
Bu Risâleyi
yazmadaki bütün maksat ve gayemi şu iki hususta toplamak mümkündür:
1— Kudret, izzet
ve ikram sahibi kişilere kaza ve kaderin hakikatini beyan,
2— İşledikleri
günah ve kusurları, noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah Teâlâ’ya nispet edilen
edepsiz isyankârları reddetmektir.
Bu mesele (kaza
ve kaderden bahsetme işinin) zorluğu ve güçlüğü meydandadır. Çünkü Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem bu bahsi konuşmaktan bizleri menetmiştir.[43]
Edepsiz günahkârların ve inanmayanların, Allah Teâlâ’ya zulüm isnat ettiğini
reddetmek için bu konu da konuşan herhalde özürlüdür. (Yani benim konuda bir
şeyler söylemem gerektiği için risaleyi telif ettim.)
NE YAPMAK LÂZIMDIR?
İlim, sahibi
herkes bilir ki, bizim için yapılması lâzım iki iş vardır:
a-Kadere iman
etmek,
b-Cebriyye
mezhebinin söylediği zulüm ve tehlikeli sözlerden sakınmak.
Biz bu iki ana
hususu da yerine getirmekle mükellefizdir.
Çirkin olan şeylerden ve Allah Teâlâ'nın gazabından korunmak için orta yolu
tutmaya mecburuz.
Hatalı olan
görüşler arasındaki doğruyu araştırarak, amel etmek için tebliğ edilen
emirlerin bizzat kendisine ulaşmış oluruz. Bu hususta Allah Teâlâ’dan yardım
ve rahmet, insanlığın efendisi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden şefaat
umarız.
Allah Teâlâ
bilir ancak “Ey Muhammed ümmeti orta bir ümmet yapmışızdır.”[44]
âyetinden maksat, cezayı gideren ve kalplerdeki manevi pası açan bu manadır.
Diğer taraftan: “Zararlı iki işten hafif ve kolay olanını seçmek” [45]
“İlim sahipleri
için gizli bir şey değildir.” [46]
TEVHİDİN
MANASI
Şeyh Muhyiddin-i
Arabî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz, Fütuhat-ı Mekkiyesi’nde: “Ehli Sünnet
Mezhebinin İhtiyar seçme dileme görüşünde olduğunu” söylüyor. Ciddi bir şekilde
düşünüp tefekkür edersek, itikadımız sarsılmaktan kurtulur. Burada müellif iki
çeşit tevhitten bahseder.
1 — Havassın Tevhidi:
Bu avam için
cebirdir. Kamil kişilerin hayat bahşeden tevhitleri Allah Teâlâ’nın zatı
üzerine hiç bir kusur kondurmamaktır. O'na kusur isnat etmek şirktir, küfürdür.
Bu ise Allah Teâlâ'nın yok olduğunu kabul etmektir. Hâlbuki yokluktan, var olan
bir şey ve var olan bir sıfat nasıl meydana gelir?
İhtiyar
etti Cebrî cebr ile
Budurur
ehli aşkın imanı
Cebr-i
âmmı ki, fiili tevhittir.
Beyti
hassın ehassı erkânı.
Kâmilin per-ü bâlidir bu kader [47]
Nakısa kesr-i bâl-ü noksanı [48]
İhtiyar aslı o kudrete tâbi
Kudrete hod vücuttur bânî [49]
“Mahv ve fena ehlinin bile
ortadan yok olduğu bir zamanda, kulda irade ve ihtiyar nerde
kalır, fena mertebesi nerde kalır?[50]
Ey Şeyhî, sen ki
bu sözü söylüyorsun, öyle ise pişman ol. Maddi kisvenden vazgeç.”[51]
Vedûd ve Kahhar
olan Allah Teâlâ cezbe zinciri ve gamzenin, prangası ile âşıkın kalbini tamamen
yağma edip; kuvvet (beş duyu) ordusu aşk sultanının kuvvetli elinde mağlup
olunca kendinden geçip bayılır.. O zaman bu kulun ihtiyar ve iradesi nerde
kalır?[52]
2—Umumun
Tevhidi:
Allah Teâlâ’ya
cebir isnadı tehlikesinden şiddetle kaçınmaktır. Çünkü Allah Teâlâ'ya zulüm ve
kötülük isnat etmek sûi edeptir.
Şeytan secde
etmekle mükellef ve buna muktedir olarak yaratıldığı halde secde etmedi. Bunun
kötülüğünü ve suçunu ise Allah Teâlâ’ya yükledi. Şeytanın bu hareketi reddedildiği
gibi, yaptığı kötülükleri Allah Teâlâ'ya nispet edip: “Ne yapalım kader bu” diyenlerde
reddedilir. Çünkü bu gibi düşünce ve itikatlar Allah Teâlâ’nın hüküm ve adaletini
yok ettiği için bir nevi inkârdır. Bu yol Allah Teâlâ'ya zülüm isnat ederek zalim
mevkiine koymaktır, Allah korusun!
Hâlbuki: “Allah
Teâlâ kullarına zerre kadar zulüm etmez.”[53]
Kulunun zerre kadar zulüm ve küfre kaymasına asla razı değildir. Çünkü böyle
olmasa, hayrı Allah Teâlâ yaratır, şerri yaratmaz dememiz lâzım gelirdi. Hâlbuki
hayrı da şerri de Allah Teâlâ yaratır. Her ikisinin de yaratıcısı Allah Teâlâ’dır.
Bunlara dâir pek çok âyet ve hadisler vardır. Böyle olmasa bütün bu âyet ve
hadisleri inkâr lâzımdır, bu küfürdür.
Bu meselede Hz.
Ali Kerremallâhü veche şöyle diyor: “Kaderi, mutlak hüküm ve zorlama,
kazayı da, zorunlu ve lâzım zannetmeyin. İşte bu, putperestlerin ve Allah Teâlâ
düşmanlarının sözüdür.”
Bize farz olan:
“Allan Teâlâ hayrı da, şeri de yaratır. Cimrilik ve zulmetmekten beridir.”
diye iman etmektir. O, kapısına yönelenleri kovmaz. Hidâyete ermek isteyenleri
reddetmez. Ve: “Güzel amel yapanların mükâfatını zayi etmez.”[54]
Allah Teâlâ
kuluna, hayır ve şer her ikisini de yapabilme kabiliyeti vermiştir. Âyet ve
hadislerden anlaşılıyor ki; kul bu ikiden hayır-şer hangisine muvafakat ederse,
kulun azîm ve kabiliyetine uygun olarak Allah Teâlâ onu yaratır. Allah Teâlâ'ya
zulüm ve cebir isnadı caiz değildir. Allah Teâlâ iyiyi-kötüden, hayrı-şerden
ayırma kuvveti (irâde-i cüziyye) ve hürriyeti vermiştir. Ehl-i Sünnetin
inancı budur Allah Teâlâ muhakkak, amelimize uygun, azmimize muvafık olanı
yaratır. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Sizi de, yaptıklarınızı da Allah
yaratmıştır.”[55]
Mesnevi:
“İman ve taat
yolumda bir nefes alır da, bir kimse” eğer ziyan ederse ben kâfirim.” [56]
Allah Teâlâ buyuruyor
ki:
“Her kim de,
kendisine doğru yol apaçık belli olduktan sonra, rasüle aykırı hareketlerde
bulunur ve müminlerin yolundan başkasına uyar giderse, onu, döndüğü sapıklıkta
bırakırız. Ahirette de kendisini Cehenneme koyarız ki, o, ne kötü bir dönüş
yeridir.” [57]
Hulasa, nazil
olan âyetler, varid olan hadisler ve alimlerin sözleri kesinlikle delâlet eder
ki, fiilleri seçici olan Allah Teâlâ tarafından kullarına irâde-i cüziyye
verilmiştir. Onun için mükelleftirler ve hesaba çekilirler. Onun için azab veya
mükâfat görürüz. Haşa, Allah Teâlâ, iyi kullarını doğru yolla sevk edip, kötü
kullarına da güçlerinin yetmediği şeyleri emrederek onları zorlayıp cefa
etmez. Allah Teâlâ kullarına nasıl zulüm ve cebreder ki; önce kullarına kudret
ve kabiliyet mayası vermiş, ikinci
olarak da; “Bir de insana (Hakk ve batıl) iki yol gösterdik.”[58]
İki yol göstermiştir. Üçüncüsü de:
“Allah Teâlâ, cennet
evine çağırır.” [59] Âyeti kerimesinde olduğu gibi, rahmet için Cennete
davet etmiştir. Sonra doğruya da, sapığa da hidâyet takdir edilmiştir. Zira hidâyet,
herkese yol göstermektir. Bazı kul bu irşadı kabul etmez. Bazısı da eder.[60]
Bunlar
hakkında:
“İman edip de
imanlarını zulüm ve şirkle karıştırmayanlar var ya işte korktuklarından emin
olmak onların hakkıdır. Hidâyete erenler de onlardır.”[61] buyrulduğunu açıklar. Bazıları da bu hidâyetten ve
irşattan yüz çevirirler ki, bunlar için:
“Semûd kavmine
gelince: Biz onlara doğru yolu gösterdik de onlar, körlüğü hidâyete tercih ettiler.”
[62]
“Doğrusu biz
ona, gerçek yolu gösterdik, ister şükreden mümin olsun, ister nankörlük eden (Kâfir) ”[63]
“Hakkı beyan etmek Rabb’ına aittir. Dileyen
iman etsin, isteyen kâfir olsun.”[64]
Bu âyeti kerimelerde, iyilik veya kötülük yapmak
irşattan sonra kulun irade ve ihtiyarına bırakılmıştır.
“O halde siz,
ancak müslüman olarak can verin”[65]
Bu âyeti Kerimede Allah Teâlâ, iman
ile ölmeyi kulluğun işareti kabul ediyor. Bütün bunlardan şu gerçeği anlıyoruz
ki:
“Ey kullarım!
Saadetin ve sapıklığın başlangıcını, netice ve mayasını elinize verdim. İrâde
ve ihtiyarınız var. Eğri ve doğru yolları bütün vasıflarıyla size bildirdim.
İster eğri, İster doğru olun. Ona göre hesaba çekilirsiniz.”
“Eğer Allah'ın
dinine yardım ederseniz, O, size zafer verir.”[66] Âyetinde ise; harpte düşmana galip gelmek için Allah
Teâlâ'nın kelimesini dinini yükseltmek ve birde sevgi şart koşulmuştur.
Niyet halis
olursa Allah Teâlâ, galibiyet vereceğini vaad etmektedir:
“Şu emrettiğim
yol; benim dosdoğru yolumdur. Hep ona uyun. Başka yollara ve dinlere uyup
gitmeyin ki, sizi Onun yolundan saptırıp parçalamasınlar” [67]
“Bize itaat
uğrunda mücâhade edenlere, (iç ve dış
düşmanlarla savaşanlara) gelince, elbette biz onlara (bize ve dış
düşmanlarla savaşanlara) gelince, elbette biz onlara bize götürecek yollarımızı
gösteririz.” [68]
“Deki; Allah,
dilediği kimseyi şaşırtır ve kendisine kalbi ile yöneleni hidâyete erdirir.” [69]
Bu âyeti kerimelerden
Allah Teâlâ’nın hidâyet ve irade-i külliyesinin, bizim irâde-i cüziyyemizi
kullanmaya ve O'na kalbimizle yönelmeye uygun olduğunu anlıyoruz. Allah Teâlâ,
hidâyeti görmek için akıl, idrak ve basiret vermiştir. Hidâyete hizmet için beş
duyumuzu ve aklımızı, sebeplerini yaratmıştır. Hidâyetin ne olduğunu anlamak
için âyetler göndermiştir.
“Şunu da bilin
ki, Allah Teâlâ dilemeyince siz hayır ve şerri dileyemezsiniz.” [70] Allah Teâlâ asıl dileme ve külli irâdesinden
kullarına; ruh, akıl ve havass-ı selime[71]
vasıtalarıyla cüz'i irâde ve dileme vermiştir. İnsana kendi nefsini kullanmak
için kudrette vermiştir. İşte bu kudret ve cüz-i irâdeyi kendi rızası için kullanana sevap, yüz çevirip inat ve kibirlenen ise
azap vaad etmektedir.[72]
Ebussuud Efendi
bazı kitaplarında: “Eğer kullar cebir olunsalardı, (Bir iş onlara Allah
tarafından zorla yaptırılsa idi) Allah Teâlâ’nın faili muhtar olmaması
gerekirdi” diyor.
KAZA VE KADERİN TARİFLERİ
Kelam
kitaplarında Kaza şöyle tarif edilir:
Kaza: İcmâli[73]
bir hüküm manasına gelir.
Mesela: Umumi
olarak bütün insanların öleceğine hükmetmek gibi:
“Her nefis ölümü
tadacak...”[74] Bu âyeti kerime bu çeşit manaya bir delildir.[75]
Kader: Tafsili bir hükümdür.
Mesela: Bir
kulun falan günde, filan yerde, falan sebepten öleceğine hükmetmek gibi. Kader
kulları istidadına tabiidir.[76]
İmam Gazali rahmetullâhi
aleyh diyorki:
“Allah Teâlâ, tamahkârlık
ve cimrilikten münezzehtir. Herkes ne tarafa azmedip yönelirse, doğru ve yanlış
neye istidat ve kabiliyeti varsa, Allah Teâlâ onu yaratır.” Âlimlere bu söz açıktır ki, kulun haline göre, kuluna bazen
mahv ve bazan isbat olmak mukarrerdir.[77]
Lakin “yazılan
bozulmaz” demek, ya bahsi geçen kazaya göredir, icmali bir hüküm manasınadır.
Ya da:
“Bozulmaz yazılan” demek, halk bozamaz demektir.
Yazar bozar Hüdâ, destindedir Ümm’ül-Kitab anın [78]
Dilâ! Demin şarab eyle, yakup cismin kebab eyle[79]
Dil ü can meclisi ânın, şarap anın, kitap ânın...
Çünkü: “Allah
Teâlâ ne dilerse (onu yapar). Bazısını mahveder, (vücuda getirmez. Bazısını da)
vücuda getirir. [80]Ana
kitap [81] O'nun nezdindedir.”[82]
BEYİT:
Yaratan Hakkdır, amel-i azm-i iktiza nefsin dürür.
Kabiliyyet verdi Hakk, kulanmadın, ko illeti.
Ebu-l’ Muin Nesefi
(hyt: Ağustos 1310) bu manayı
bu şekilde açıklamıştır.
Sonra, hayır ve
şerde seçici olmanın büyük nuru ve büyük faydası vardır.
BEYİT:
Cürmü
nefse nisbet edenler Fenâ Fi’llah olur.[83]
Bil
kâmil-i Hakk’tan, iç rah-ı bekadan şerbeti[84]
İş bu beytimde nihândır eviliya sırrı.[85]
Bir kadehtir, dolu içersen bulursun haleti
Mısraın
biri, hayâli varlığın fâni kılar.
İzzet
ıssını duyup, komaz kibirden nefhati.[86]
Biri dahi, var eder kâmil-i kemâlime seni
Tev'em olur anda insan ile Kur'an sâdeti.[87]
Muhyiddin Ârabi
kaddese’llâhü sırrahu’l azîz, Fütuhatın 35. babında şöyle diyor:
“Deki: (iyi ve
kötü) hepsi Allah Teâlâ tarafındandır.” [88]
âyetine göre, ilmimizle, fiillerden kötü ve çirkin olanları — Allah Teâlâ yolunda nefsimizi fedâ etmek için — nefse
nispet ederiz. Hayır ve iyi olan şeyleri ise Hakk'a nispet ederiz.
Bilhassa — Âyet ve hadislerin ispat ettiğine göre — Hakk ile mahlûk
arasında iştirak (ortak olma) kokusu vardır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Hâlbuki sizi
de, yaptığınız şeyleri de Allah Teâlâ yaratmıştır.”[89]
Ve: “Sana gelen her iyilik Allah Teâlâ’dandır. Sana gelen her fenalık da
nefsindendir.” [90], “Herkesin
kazandığı hayır kendi faydasına, yaptığı şer kendi zararınadır.”[91]
Diğer âyetlerde
ise:
“Sonrada ona
hem kötülüğü, hem ondan sakınmayı ilham edene ki..”[92] buyruluyor. “Sonra
ilham onun, o işi yapma bizim olur.”[93]
Başka bir âyette de:
“Her birine
onlara da, bunlara da, Rabb’ının vergisinden bir biri ardınca veririz. Rabb’ının
vergisi kimseden men edilmiş değildir ”[94]
“Allah Teâlâ
dünyada müminlerden de, kâfirlerden de ihsanını esirgemez.”[95] Bu öyle bir meseledir ki, bunda asla ayrılık olmaz.
Allah Teâlâ vereceğini ilham eder, halk ameli eder. Ne keşif yüzünden, ne hayır
yüzünden insan tevhitten ayrı olamaz. Bu meselenin doğrusu şudur ki; emir Hakk
ile halk arasında müşterektir. İki taraftan birine mahsus değildir. Çünkü
varlık ancak Hakk’ındır. Değişmez. Vücutta değişmek ise sonradan
yaratılmışların hükümlerindendir. Şöyle ki; Göz olmasa, hüküm zahir olmazdı.
Zira fiillerde yaratanla yaratılmış lâzımdır.” [96]
Deryayı geçmeğe
gemi gerek. Lakin dümenci dümeni istediği tarafa yöneltmeyip, başka tarafa
tutarsa yollunun hedeften uzaklığı artar. Böylece büyük tehlikeye düşme ihtimali
de fazlalaşır. Burada suç geminin midir, kendisine davet eden zatın mıdır, dümencinin
midir? Elbette bütün suç dümencinindir.
Allah Teâlâ şu âyeti
kerime ile insanları açıkça cennetine, selamet sahiline davet ediyor:
“Allah selam
evine Cennete çağırır ve o kimi dilerse doğru yola iletir.”[97]
Burada Allah Teâlâ
insanları kendisine davet eden zattır. Dünya ise kapkara bir denizdir. Gemi insanoğlunun
cismi, kaptanı (dümencisi) ise, ruhtur.
Öyle ise ey
insanoğlu! Cisim gemisinin yelkenlerini Kur’ân-ı Kerim rüzgarına açarak O'nun çizdiği rotada seyretmeye
ve O davetçi Zat'ın irâdesine uygun olarak kullanmaya mecbursun!...
Başka bir
örnekte şu olabilir. İlim tahsil eden bir öğrenciye “kitap ve defter kalem al”
diye bir kaç lira versen, o da bu parayı boş yerlerde harcasa suç kimindir?
Parayı verenin mi, yoksa harcayan talebenin mi? Elbette ki öğrencinindir.
EY İNSANOĞLU!
Vücudun
paradır. Veren Allah Teâlâ’dır. Sana, “Benim rızam için harca, bana
yaklaşmaya vesile yap”[98]
diye verdi. Sen onu gayenin haricinde kullanırsan suç senindir. Fakat fiilini
yaratan Allah Teâlâ’dır.
Hz. Ali
kerremallâhü veche diyor ki:
“Muhakkak Allah
Teâlâ bizi seçim yapmada serbest bıraktı. Bize emirler gönderdi. Bunları yapmak
bizim için bir saadettir. Nehiyleri ve yasakları, insanları büyük azap ve cezadan
korumak içindir. Bunlar günahlardan korunmak içindir. Allah Teâlâ kula -döğe, döğe-
zorla kulluk ettirmez. Kulun isyan etmesi ise, Allah Teâlâ’nın onu zapt etmeye
gücü yetmediğinden değildir. Fakat azap ve sevap zulüm ile “tercih bila
müreccih”[99]
sebepsiz tercih ile olmasın diyedir.”
“Dünya ahiretin
tarlasıdır” hükmüne göre, herkes kendi ektiğini
biçsin. “Kim ekin zamanını kaybederse, hasat zamanı pişman olur” fetvasına
göre, ekin ekmeyen zulmü kendinden bilsin. Hülâsa herkes kendi gayretine göre, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin risâlet ve nübüvvet çeşmesinden kana kana
şerbetini içsin. Kimsenin Allah Teâlâ ile dava ve husumeti olmasın. Allah Teâlâ
üzerinde kimsenin hücceti kalmasın.
“Söyle onlara mademki öyle bir ilminiz yoktur.
Öyle ise tam ve kâmil hüccet Allah Teâlâ’nın hüccetidir. O isteseydi elbette
hepinizi hidâyete erdirirdi.” [100]
Bu âyet bu konuyu ne güzel anlatmaktadır.
“Eğer biz
dileseydik herkesi elbette hidâyete erdirirdik.”[101]
Fakat benden
çıkan “Cehennemi bütün cinlerle, insanlardan muhakkak dolduracağım sözü hak
olmuştur.” [102]
Yani hepsine hidâyeti istemedi. Belki kulun işini, gayret ve kabiliyetine, hizmet
ve mücahadesine havale etti. Ve:
“Bizim
uğrumuzda nefsiyle, şeytanla, din düşmanları ile mücahade edenlere gelince:
Biz onlara elbette (bize doğru yürüyüp,
bize ulaşacağı) yollarımızı gösteririz.” [103]
buyurmuştur. Kelâm kitaplarında, bütün Ehli Sünnet ve mezheplerinde şöyle
beyan edilir: Sonradan kazanılan kabiliyetlere, Kabiliyet-i Ezeliyyeye galiptir.
Meselâ: Bir çocuğa babasından bolca miras düşüp kötü yolda
harcasa, elbette sonunda iflas ederek muhtaç duruma düşer. Ve “Alış
verişleri onlara kazanç sağlamamış” [104]âyetine
muhatap olur. Fakat sermaye edip akıllıca kullansa pek çok kazanç sağlardı.
Diğer tarafta
fakir ve yetim bir çocuk var. Ebeveyninden tek kuruş kalmamış. Lakin dülgerlik
veya tamircilik sanatını öğrenmiş ve zengin olmuş. “Allah Teâlâ iyi hareket
edenlerin karşılığını zayi etmez.”[105]
Hayır ve şerri
yaratan Allah Teâlâ’dır. Fakat kulun azim, irâde ve ihtiyarına göre yaratmaktadır.
Bilinmelidir
ki, zalim zulüm sıfatını icraya yönelir, zulüm yapmayı azmedip isterse, Allah
Teâlâ onun istediği şeyi yaratır. Bir kimsede zalim ile arkadaşlık eder,
onlara karışırsa, Allah Teâlâ onu da zalimlerden eder.
“Zalimlere
meyletmeyin. Sonra size ateş çarpar.” [106] âyeti buna işaret etmektedir- Bu âyette geçen “meyletmeyin”
kelimesini tefsirciler “azıcık meyletmek” olarak tefsir etmişlerdir.
Allah Teâlâ her
şeyden müstağnidir.[107]
Kulların istek ve meyillerine göre O kötü sıfatı kullarda yaratmaktan cimrilik
etmez. Sonra mahşerde hesaba çekip, azap eder. Sonra Allah Teâlâ der ki; faydalı ve zararlıyı
Kitab-ı Kadimimde bildirdim, niçin nefsine kıydın. Hâlbuki benim kulum ve
muhtacımsın.
“Allah Teâlâ
onları bunun için yaratmıştır.”[108]
Bu âyete göre,
ben seni rahmetim için yaratmadım mı?
Sana doğruyu
tavsiye etmedim mi?
Sana kelamımı
gönderip, anlayacağın kadar basiret ve akıl vermedim mi?
Ki cennetten
vazgeçip cehenneme yuvarlandın?”
“Size iyice
düşünecek kimsenin düşünebileceği, öğüt kabul edebileceği kadar ömür vermedik
mi? Size azap ile korkutan rasül, kitap, akıl, ihtiyarlık ve akrabalarınızın
ölümü de gelmişti. ”[109] âyeti bunu ifade etmektedir.
ALLAH TEÂLÂ
KULLARINA NİÇİN AZAB EDER?
Zulüm eden (zalim),
azim ve isteği ile ve Allah Teâlâ’nın razı olmadığı fiili ile zulme meyletmek
ve onunla münasebet kurmak sureti ile zalimlik sıfatını kazanır. Bu azim ve istekte
ayrıca bir günahtır.[110]
Bu zulmü işlerse o da ayrıca bir günah olarak yazılır.
MAZLUMLAR
İnsanlar, bazen
Allah Teâlâ'ya kullukta hata ederek, bazen da büyük günah ve cürümleri yaparak Allah
Teâlâ'nın azabına müstahak olurlar. Sonra Allah Teâlâ
“İşte biz
zalimlerden kimini, kimine, yapmakta oldukları günahlar yüzünden böylece
musallat ederiz.” [111] Âyetinin
hükmünce, kıyamete kalmadan büyük belâlar verir.
Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“Benim ümmetim
şu ümmeti merhumedir- Onlar için ahirette azap yoktur. Ancak dünyada belâlar,
zelzeleler ve katilliklerle azap vardır.”[112]
BAŞKALARI İÇİN ZALİM OLANLAR
Bunların bazıları
amellerine göre cehennemlik iken, zulme uğrayan birine yardım etmeleri veya Allah
Teâlâ'nın dinini yükseltmek ve yüceltmek içim çalışmaları sebebiyle; Allah
Teâlâ'nın rahmet ve cennetine layık olurlar.
Ya da Allah
Teâlâ rahmet edip -ahirete koymadan- bir zalimi ona musallat ederek, mal
ve nefsine zarar getirerek veya büyük bir semavî musibete uğratarak ahiret
azabından kurtarır.
DÜNYADA CEFASINI ÇEKENE AHİRETTE AZAP VAR MIDIR?
Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“Kime günahı sebebiyle Allah Teâlâ dünyada
azap ederse, ahirette ona azap etmez”[113]
Kudâî’ye açıklamasında
şöyle denilmektedir:
“Katillikten
dolayı asılan adama ahirette azap olmaz. Çünkü cezasını dünyada buldu.”
Bu meselede
ihtilaf ve çok söz vardır. Özeti ise şöyledir.
“Allah Teâlâ ve
Rasûlüne (müminlere) harp açanların yer yüzünde (yol kesmek, suretiyle)
fesatçılığa koşanların cezası, ancak öldürülmeleri, ya asılmaları, veya sağ
elleriyle sol ayaklarının çaprazvâri kesilmeleri, ya da bulundukları yerden
sürülmeleridir. Ahirette de onlara (başkaca) pek büyük bir azap vardır.”[114]
Bu âyetin
tefsirinde bazı müfessirler:
“Zina, katillik
ve hırsızlık gibi günahları işleyen biri, dünyada had veya kısas ile cezasını
görse, ahiret azabı ondan düşmez. İşte bu âyet buna delildir” Zira âyette “Ahirette
ise “bundan başkaca pek büyük bir azap vardır” buyrulmaktadır. İbn-i Hümam
ve Zeylaî bu görüşü müdafaa ederler.
Bir kısım âlimler
ise:
“Dünyada
çekilen ceza had, günahı düşürür.” Çünkü Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Bir kimse bir
günah işler ve cezasını dünyada çekerse, bu ceza günahına keffaret olur.” Nihâye sahibi bunu kabul etmiştir.
Fakirin (Abdülmecîd-i
Sivasî Efendi) görüşüne gelince:
“İslam Dininden
zorluk ve güçlük kaldırılıp, binası kolaylık üzerine kurulduğundan, ikinci görüşü
tavsiye ederim. Ayrıca sünnetle Kur’ân-ı Kerim âyetlerinin neshedilmesi (Hükmünün
kaldırılması) nin ahkâm usulünde olması akıldan çıkarılmamalıdır.
ZALİME RAHMET
YOKTUR
"Zalimler
için rahmet yoktur. Cehennem yazılmıştır.
Öyle ise de; “Ben onlara zalimlere mühlet veririm. (Onların iplerini uzatıveririm) Benim lütuf yüzümden kahrım,
tahammül edemeyecek kadar çetindir.”[115]
Bu âyet
mucibince Allah Teâlâ, zalimin cezasını birkaç gün tehir eder. Fakat sonunda mutlaka
cezalandırır. İhmal etmez. Fakat bazı mazlumlara gelen bela günahları sebebiyle
olmayabilir. Derecelerini ve mertebelerini yükseltmek sebebiyle de olabilir.
BEYİTLER
Gel ey
âşık geçinen merd-i lâfi [116]
Çü
yâren yok, değilsin merd-i safi.[117]
Haber sorsan bu râhın[118]
hâcegânını[119]
Buluptur her dükkânda nice kânı.[120]
Belâ cisrini[121]
geçmeyince kâmil
Velâyet
şehrine olmadı vâsıl
Bunu isterdi istiğnâ-i[122]
Leylâ
Niyaz içre ola mecnunu şeydâ.[123]
Sühan-ı[124]
Şirinin olur mu kalbi yumuşak.
Belâ
kûhuna[125]
Ferhad olmadı çak.[126]
Harim-i[127]
Kâ’be’de olur mu mihman[128]
Yolunda çekmeyen hâr-ı mugaylan [129]
Musallat
etmedin her bî temizi[130]
Habibe
vermedi, nasrı azizi.
Sahabe olmadın dârından ihraç
Demedi Sâdıkûn[131]
anlara göz aç.
Belî[132]
âşık olanlar nice şâna
Belâ
tîrine[133]
oldular nîşâne.
Sınûklar sarıcıdır Rabb-i Cebbâr
Sınûk ol sevdiğim tâki sana yâr
Beyim,
aşk evveli zahm-ı[134]
belâdır
Velî
encamı -eltaf ve atadır
Duyanlar bu gamın zevk-ü safasın
Bıraktılar fena mülkün hevâsın.
Ulular der;
ezel benzer gümâna,[135]
Anın
tîrine halk olmuş nişane.
Kaza çevgânına[136]
top olmuş insan
İrâdetten[137]
yağar üstüne baran.[138]
Olaydın
derd-i dininden haberdâr,
İçüne
girmeyeydi gamm-ı ağyar[139]
Asel[140]
içinde yatan mum pür-nâz[141]
Ne ateş gamımı var anda, ne hodkâz [142]
Kaçan
şem-i [143]olsa,
ateş olsa başı
Ere dûdı
[144]
semâya, yere başı
Duyanın gammı birdir iki olmaz.
Efendi, bir gönülde iki sığmaz[145]
Gamm-ı
dünya değildir, hâk-sârın [146]
Refiki[147]
olma değildir, payidarın.[148]
Değilsin şimdi halinden haberdâr
Veli, hulkuma[149]
gelse murg-i tayyar [150]
Bu sırrı
anlayanlar zara[151]
düştü
Aceb
âvâre hoş bâzara düştü
Rakîb ve muhtesibtir[152]
ince kıldan
Urur bûr[153]
gavs-ı[154]
tir[155]
ile gözünden
Yerindedir
vefası, hem cefâsı
Duyana
tatlıdır gam u belâsı
Tılsımı[156]
cism-i insan özüne sırdır.
Zuhuru kesret[157]
ü pinhânı[158]
birdir.
Cihanı
suret olmuş bir muamma[159]
Ne
fehmetsin,[160]
ne görsün anda âmâ?
Ne tarfa[161]
katradır, ummana sığmaz
Ne güne zerredir, tâbâna[162]
sığmaz.
Aceb
âcûbe sandık[163]
muhaffel[164]
İcazetsiz
kimise vurmaz el
Aceb âcûbe[165]
âfâka[166]
olubdur.
Dışı kayıt[167]
u içi ıtlak[168]
olubdur.
Benim
can garibim ola kurban
Ana kim
sırr-ı Hakk-ı ede iz'an.[169]
Demek halk zulme müstahak[170]
oldu
Sanma kim zulmeden, muhik[171]
oldu.
Hangi
mezhepte var durur bu kelâm?
Ki
helâl ola, bazı zulüm haram?
Bunu şeytan avâne [172]ders
etti
Dillerine bu şahı[173]
gars [174]etti.
Hasr-ı
dâreyne[175]
mazhar [176]
oldular.
Semm-i
zakkumdur[177]
bu şâhi semer [178]
Kerbelâ’da şehid olan ŞAHI[179]
Müstahak sanma zulme vallahi.
“ŞEYHİYA”
aç gözün, uyar canan,
İtikat
aslıdır, Müslümanın.
İTİKADDA DÖRT
MEZHEP VARDIR
Perdeler kaldırılınca
itikat da dört mezhep olduğu görülür.
1—Kaderiyye:
Kaderi tamamen
ortadan kaldırırlar. Bütün fiillerinde kulun serbest olduğunu söylerler. Kul
fiilinin yaratıcısıdır Sahih hadiste Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem bunlar
için:
“Ümmetimin
mecusi (ateşe tapan) sidir”[180]
itabını[181]
layık görmüştür.
2— Cebriyye:
Bunlar kulun iradesini
(İyiyi-kötüden seçme hassasını) tamamen ortadan kaldırmışlardır. Sadece kadere
itimat etmişlerdir. Suç ve günahlarını şeytan gibi Allah Teâlâ'ya nispet
etmişlerdir. Bu cihetten batıldırlar.
3 — Mutezile:
Bunlar şu âyeti
kerimeyi inkâr ederler.
“De ki, iyi ve
kötü hepsi Allah tarafındandır.” [182]
“Şerri yaratan
kuldur, fakat hayrı yaratan Allah Teâlâ’dır” derler.
Bu biçare ve sefihler sadece akıllarına dayanırlar. Kısa akıllarını kâmil, nakil’e
(âyet ve hadislere) tercih ederler.
“Ki ne önünden,
ne ardından ona hiç bir batıl yanaşıp gelemez. O, bütün kâinatın hamd ettiği, O
yegâne hâkim ve hikmet sahibi Allah Teâlâ’dan indirmedir.” [183]âyetini
unuturlar.
Allah Teâlâ’yı
şerden tenzih ettiklerini zannedip benlik ve hodbinliğin[184]
esiri olduklarından; Kadiri Mutlaka hem acizlik isnat etmiş, hem O'na ortak
koşmuşlardır. Küfürlerini atmak isterken, imanlarını kaybetmişlerdir.
4 — Ehl-İ Sünnet ve’l-Cemaat:
Allah Teâlâ
anların sayılarını artırıp, sabit sözlerinde (LA İLÂHE İLLA’LLÂH MUHAMMED’ÜR
RÂSÛLÜ’LLÂH) daim söylesin! Orta yolu tutup, nefislerinden irâde ve
ihtiyarı tamamen kaldırmadılar. Kaza ve Kaderi Allah Teâlâ'dan nefyetmediler.
Kazaya iman ettiler. Allah Teâlâ yaratır, kul ise yapar. Kulun kendi amelini
açıklamakta, yapmakta cüzi iradesi vardır dediler.[185]
İmam Gazzali rahmetullâh-i aleyh dedi ki:
“Kuvvetli söz budur ki; Allah Teâlâ, bir kula,
taat hükmetse, onu ciddi ve cehd ile karşılamak gerekir. Tâ ki, tevfiki [186]
İlâhi daim müyessir [187]
ola.”
“Bizim
uğrumuzda (nefis, şeytan ve din düşmanları ile)
mücâhede[188]
edenlere gelince: Biz onlara elbette (Bize doğru yürüyüp, bize vasıl olacakları)
yollarını gösteririz.”[189]
“Eğer günah işlememize hükmetse, tövbe ve istiğfar ile
karşılamak lâzımdır. Tâ ki Âdem aleyhisselâm gibi afv olalım.
“(Tevbe ederseniz) Rabbinizin sizi esirgeyeceğinizi
umabilirsiniz. (Eğer tekrar fesada) dönerseniz biz de (sizi cezalandırmaya)
döneriz. Biz cehennemi kâfirlere bir zindan yaptık.” [190]
Eğer Allah Teâlâ kul için nimet hükmetse, bu
nimetini artırması için şükür ile karşılamak gerekir.
“Şükrederseniz,
elbette sizin nimetinizi artırırım.”[191] Bu âyeti kerime buna delildir.
Eğer Allah
Teâlâ kul için şiddet ve belâ ile hüküm verse, sevinmek ve sevap almak için
sabır ile karşılamak lâzımdır. Çünkü
“Allah Teâlâ
sabredenleri sever.”[192]
“Ancak
sabredenlere mükâfatları hesapsız ödenecektir.”[193] âyetleri ise bunu anlatmaktadırlar.
(Kaza ve Kader
konusunu tahkik eden hakiki mürşid, müdakkik [194] ve
fâziletli Abdülmecîd-i Sivâsî Efendinin değerli Risâlesi sona erdi. Allah Teâlâ
rahmetiyle yargılasın. Geçmişlerine acıyıp, torunlarını hayra ve iyiliğe
ulaştırsın.)[195]
KAYNAKÇA
ÇANTAY
Hasan Basri Kur'ân-ı Kerim ve Meâli
Kerim [Kitap]. - İstanbul : [s.n.], 1962.
Dr. Milaslı İsmail Hakkı Hakikat-ı İslâm
[Kitap]. - İstanbul : Hilâl Matbaası, 1343.
GÜNDOĞDU Yrd. Doç. Dr. Cengiz Abdülmecîd
Sivâsî'nin Hayatı, Eserleri ve Tasavvufi Görüşleri [Dergi]. -
Erzurum : Atatürk Üniv. İlâhiyat Fak. Tasavvuf Anabilim Dalı,63445 Doktora
Tezi,, 1997.
İzmirli İsmail Hakkı Yeni İlmi Kelâm
[Kitap]. - İstanbul : [s.n.], 1339.
Mesnevi trc:Veled İZBUDAK Mevlâna
Celâleddin Rumi [Kitap]. - İstanbul : [s.n.], 1953.
Sultan Veled İbtidaname
[Kitap]. - Tahran : [s.n.].
Sultan Veled trc: Melih TARIKAHYA Maarif
[Kitap]. - Ankara : [s.n.], 1949.
[1]Doğumu:01.01.1945;
Hakk’a Yürüyüşü: 21.02.2005
[2] [Bu eser İstanbul Üniversitesi Merkez Kütüphânesi'ndeki fiş kaydında "İrâde-i
Cüziyye Risâlesi", Bâyezid Devlet Kütüphânesi'ndeki fiş kaydında ise "Kader
Hakkında Risâle" şeklinde geçmektedir. Abdülmecid Sivâsî 'nin
eserlerinden bahseden kaynakların hiç birisinde ismi yer almayan bu Risâlenin
muhtevası dikkate alındığında ismi kanaatimize göre "Kazâ ve Kader Risâlesi"
olmalıdır.
Sivâsî Efendi bu eseri yazmadaki maksadını şu iki gerekçeye
dayandırmaktadır. Bunlardan birisi ikrâm ve azamet sahibi kişilere kazâ ve
kaderin hakikatini beyân etmek; diğeri ise işledikleri günah ve kusûrları,
noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah Teâlâ'ya nisbet eden isyankârları
reddetmek.
Kader konusunda âyet ve hadisler yanında Hz. Ali kerremallâhü veche,
İmâm-ı Gazâlî, İbn Arabî, Ebûssuûd, EbûT-Mu'in en-Nesefî gibi zâtların bu
konudaki görüşlerini de aktaran Abdülmecîd-i Sivâsî, yerine göre Türkçe, Farsça ve Arapça
şiirlerle eserini zenginleştirmeye çalışmıştır. Nüshaları:
1- Bu eserin incelediğimiz nüshası İstanbul Üniversitesi Merkez Ktp.
Türkçe Yazmalar Bölümü 1903 numarada kayıtlıdır. 1b-10b vr. 21 st. Halinde
beyaz kâğıda nesîh hattıyla yazılmıştır. Ayetlerin üzeri kırmızı mürekkeple
çizilmiştir. Müstensihi ve istinsah tarihi belli değildir. Eserin sırtı kırmızı
meşin, kapaklar siyah bez cilde kaplıdır.
2- Eserin diğer nüshası Bâyezid Devlet Ktp. Velîyüddîn Efendi 347/8
numarada bulunmakta olup, 235x140, 165x65 mm. ebadında 254-260 vr. 21 st.
Halinde nohudî beyaz kâğıda siyah mürekkeple kaleme alınmıştır. Kahverengi
meşin cilde kaplıdır. Bu eser, etüdümüz için ön çalışma yaparken yukarıda
verdiğimiz numarada tespit edilmiş ve bilgi alınmıştı. Ancak bir yıl sonra eser
hakkında tetkiklerimizi sürdürmek için kütüphaneye müracaat ettiğimizde bu
eserin kaydının düştüğünü veya aynı numarada olmadığı görüldü. Yetkililerin bu
durumu düzelteceklerini umarız.]
[3] Hadîd, 22
[4]
[5] Yaratmak
fiilini günümüzde insanlar içini boşalttıkları için Allah Teâlâ’nın yaratmasına
benzer bir düşünceyi akla getirmeden kullandıkları da çoktur. Burada önemli,
olan ulûhiyete layık olan yoktan var etmedir. Var olan bir şeyden bir nesnenin
yaratılması olmaz, teşekkülü vardır. Buna yarattı ve yaratıldı demek bir
bahsedilen yaratma ile ilgisi yoktur. Yalnızca Türkçe dilinin kullanımındaki
yetersizliğinden başka bir şey değildir. Arapçada fazla kelime sorunu olmadığı
için bu türlü ifade sıkıntısı bulunmamaktadır.
[6]
[7] Sünen-i Tirmizi, Kader, 13; Hadis numarası: 2239.
[8]
[9] Tenakuz: Sözün birbirini tutmaması. Konuşmada beyan edilen söz
ve fikirlerin birbirine zıt olması.
[10]
[11] Â’raf, 23
[12] (Şeytan) Dedi ki: "Beni azdırdığından
dolayı ben de herhalde onlar için yeryüzünde bezeyeceğim ve onların hepsini
azdıracağım." (Hicr,
39)
[13]
[14]
Tabakat-ül-Mutezile,
[15] Âdetullah: (Sünnetullah da denir.) Tabiatta canlı cansız bütün
varlıkların nasıl hareket edeceklerini belirleyen Allah Teâlâ'nın emirleri,
O'nun koyduğu değişmez düzen.
[16]
[17] “Sana mansıp mı gerek, mansıba âdem mi gerek? Din-ü Devlete lâyık
nedir, ey fahri kiram?”
“Devlet kapısında adam kayrılıyor. Düşün bir
kere Padişahım! Bir makama ehil olan adam mı lâzım, yoksa adama makam mı
lâzım?”
“Yurdumuzun birçok
yerlerinde halk zulüm ve eziyet altındadır. Bu karanlığın sebebi cahillerin ve
zalimlerin vali olmasıdır.”
“Sana birinci
nasihatim, cahile iş verme, Ehliyetli kişiler dururken onlar öne geçirilir
mi?”
“Devletleri ve
milletleri ayakta tutan adalet, yıkan da zulümdür.”
“Eline bilgi
çapasını al ve adalet tarlasını çapala. Sonra da o tarlaya meşveret tohumuna
ek. Bunun bir an evvel yeşermesi için durmadan gözyaşların ile sula...”
[18]
[19] Sivâsî, Letâifu'l-Ezhâr ve Lezâizü'l Esmâr, Süleymâniye Ktp., Mihrişah Sultân,
No: 255, vr., 161b-162b.
[20] Hubb-u cah: Makam ve mansıb sevgisi
[21] Ba’is: (Ba's. dan) Gönderen. Sebeb olan. İcab ettiren.
[22] Humk: Ahmaklık. Bön olmak. Aklı az olmak.
[23] Temeddüh: Kendi kendini övme, beğendirme; böbürlenme.
[24] sebeb-i feth-i ebvâb-ı belâ: Bela kapılarının açılma sebebi
[25] Hükkâm: Hâkimler, söz sahipleri, devlet adamları.
[26] Rahat kapılarını orta bir riyâzet ile rüşveti kahr ve faydalı
ilimle meşgul olmak, doğru sözlü sâlih arkadaşla yakınlık, kötü arkadaştan
kaçınmak, gereksiz sözden sükût, boş ve faydasız söz ve fiilden sakınmak, emr
maişette kanâat, dünyanın fani olduğunu daima fikredip hilesinden korkmak,
gaflet perdesini bürünüb ölümü unutan gafiller sohbetinden kaçmak, ehl-i Hakk
olanlara tevazu', mütekebbir ve zâlim olanlara Hakk için tekebbür, güzel huylu
ve tatlı dilli olmak, halkın cefasına sabr, elem ve şiddet deminde rızâ ve
tahammül, zarar vermeyen yiğitlik ve gördüğü ayıbı örtmek müminin yerine
getirmesi gereken işlerden olmalıdır.
[27] Münbasit: inbisat eden, yayılan, genişleyen.
[28] Tefsir-i
Sûre-i Fatiha, Süleymâniye
Ktp. Mihrişah Sultân No: 300/2, vr. 39b.
[29] Yunus, 62
[30]
Lâilâhe illa-l’llâh Muhammedün Seyfüllâh
[31] "O
evveldir, sondur, zahirdir, bâtındır. Allah Teâlâ, her şeyi bilicidir. Allah
Teâlâ'nın adıyla, Allah Teâlâ yeter. Allah Teâlâ'ya tevekkül ettim. İşimi ona ısmarladım. Azim olan Allah Teâlâ'dan başka güç
ve kuvvet sahibi yoktur."
[32] Allah
Teâlâ’nın yardımına bağlanmayı ünsiyet eder ve görür.
[33] Manevi
düşüşler
[34] ُEnbiya, 82
[35] Tarikat, dünya ve ahiret işlerinin düzelmesi ve kolaylaşmasına
[36]
[37] En’âm, 112
[38] Maide 35
[39]
[40] O zaman ki
hazır bilgilerimle
[41] Vücud
akçesi, bedenini, kudretini
[42] Gaşş:
Örtmek, setretmek, Bayılmasına bakma
[43] Ebu Hüreyre radiyallâhü anh şöyle rivayet ediyor:
“Kader mevzuunda birbirimizle
münakaşa etmekte iken Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem çıkageldi. O kadar
kızdı ki, yüzü kırmızılaştı. Hatta yanaklarına sanki nar sıkılmıştı. Sonra
şöyle buyurdu:
“Size bu mu (kader mevzuunda çekişmemi)
emredildi? Veya bari size bununla mı gönderildim? Sizden önceki milletler, bu
meşelerle çekiştikleri için helak oldular. Bu mevzuda münazaa etmemenizi ciddi
şekilde sizden istiyorum.” (Sünen-i Tirmizi, Kitabü'ül-Kader bab: 1, 2216)
[44] Bakar, 143
[45] Mecelle,
27. Madde
[46] Yani
kaza ve kader hakkında konuşmaktan Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem bizi menetmiştir.
Diğer tarafta ise Allah Teâlâ’ya zulüm isnadı vardır. Bu iki
meseleden birinciyi tercih ederek, âsileri susturmak lâzımdır. Bu iki
zarardan ikinciyi seçmek umumi bir kaidedir. (Zararı eşedd
zararı ehaf ile izâle olunur)
[47] Per-ü
bâl: Kanadın büyük tüyleri
[48] kesr-i
bâl: Kol
[49] Hod:
Kendi
[50] Mahv: Örf, adet ve alışılan sıfatların kaldırılması.
Fena: Kötü ve yerilen sıfatların yok olmasıdır. Bu hale gelince kul Allah
Teâlâ'nın makbulü olur- Süleyman Uludağ. KAYSERİ Y.İ.E. Tasavvuf Notları
[51] Farsça iki beytin manalarıdır.
[52] Rey ve
tedbirin sebeplere yapışmanın semeresiz ve neticesiz kalabileceğine inanmanın
da Kaza ve kadere inanma olduğuna Hz. Mevlana kaddese’llâhü sırrahu’l azîz
şöylece işaret buyururlar:
“Firavunun,
Allah Teâlâ'nın Takdirini bozmak için tedbir meyânında yüz binlerce çocuk
öldürmüş-
tür. Bu suretle Musa aleyhisselâmın zuhuruna mani olmak istemiştir. Boynuna
binlerce zulüm almış, binlerce kana girmiştir. Fakat bütün bu tedbirlere rağmen
Musa aleyhisselâmın doğumuna ve büyümesine hem de kendi evinde rahatça büyümesine
mani olamamıştır. Demek ki, dünyadakilerin hallerini döndüren Allah Teâlâ
değilse niçin haller dileklere aykırı dönüyor.” (Mesnevi,
c. 2, b. 763-775)
[53] Nisa, 40
[54] Tevbe, 120
[55] Saffat, 96
[56]
[57] Nisa, 115
[58] Beled, 10
[59] Yunus, 25
[60] Ebû Musa'l-Eşari radiyallâhü
anh şöyle demiştir: Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz buyurdu
ki:
"Allah
Teâlâ'nın benimle gönderdiği ilim ve hidâyetin misali, bir araziye düşen yağmur
gibidir. (Bilindiği üzere), bazı araziler var, tabiatı güzeldir, suyu kabul
eder, bol bitki ve ot yetiştirir. Bir kısım arazi var, mümbit değildir, ot
bitirmez, ama suyu tutar. Onun tuttuğu su ile Allah Teâlâ insanları yararlandırır:
Bu sudan kendileri içerler, hayvanlarını sularlar ve ziraat yaparlar. Diğer bir
araziye daha isabet eder ki, bu ne su tutar ne ot bitirir.
Bu
temsilin biri Allah Teâlâ'nın dininde ilim sâhibi kılınana delalet eder,
böylesini Allah Teâlâ benimle göndermiş olduğu hidâyetten yararlandırır; yani
hem öğrenir, hem öğretir. Temsilden biri de, buna iltifat etmeyen Allah
Teâlâ'nın benimle gönderdiği hidâyeti hiç kabul etmeyen kimseye delalet
eder" (Buhârî, İlm 20; Müslim, Fedâil 15 (2282).
[61] En’âm, 82
[62] Fussilet,
17
[63] İnsan, 3
[64] Kehf, 29
[65] Bakara,
132
[66] Muhammed,
7
[67] En’âm, 153
[68] Ankebut,
69
[69] Râd, 27
[70] İnsan, 30
[71] Havâss-ı
selime: sağlam, kuvvetli, emin hisler ve duygular.
[72]Bu
hususta İzmirli İsmail Hakkı Hazretleri şöyle diyor:
“İnsanın ister isteyerek, ister istemeyerek yaptığı
işlerin hepsi Allah Teâlâ’nın yaratmasıyladır. Kader ve Kazayı ilâhi ile
meydana gelir... Bizde hem kudret vardır, hem iyiyi-kötüden ayırma iradesi
vardır.
1—Bizim kudretimiz müessirdir. Fakat yaratan değildir.
Yaratan ancak Allah Teâlâ’dır. Kulun bütün fiillerini O yaratır. Kuldaki kudret
yaratmaz, fakat müessirdir.
2—Bizde irâde de vardır. Kulda bulunan bir işi yapıp
yapmama bakımından birini tercih etme hürriyet ve irâdesi, Allah Teâlâ tarafından
bir hediyedir. Biz seçeriz Allah Teâlâ’da yaratır. Diğer bir tabir ile kulun
irâdesi Allah'ın irâdesine vesile ve sebeptir.”
[73] İcmali: kısaca, toplu olarak, tafsilâtsız.
[74] Âl-i
İmrân, 185
[75] Kaza: “Allah Teâlâ'nın irâde ve takdir
buyurmuş olduğu şeyleri zamanı gelince ilim ve irâdesine muvafık olarak icad
buyurmasıdır.” (Ö.N. Bilmen, İlmi Kelâm Dersleri, s. 316, İstanbul/1339).
[76] Kader: Olacak şeylerin zamanı ve mekânı,
vasıfları ve hususiyetlerini ve diğer tafsilatını Allah Teâlâ’nın bilip ezelde
sınırlayıp ve takdir etmesidir. (a.g.e., s. 315)
[77] Mahv: Örf, adet ve
alışılan sıfatların kaldırılması. Günahların, kalpteki gafletin, Allah
Teâlâ’dan başkasıyla meşgul olmanın mahvı gibi üç kısmı vardır. Şibli’ye
sormuşlar:
“Seni üzgün görüyoruz. Allah Teâlâ seninle ve sen Onunla
değil misin?” Demiş
ki:
“Ben Onunla olsaydım ben, ben olurdum. Fakat ben Onda
mahvoldum” Risâle-tül-Kuşeyrî:
39
İsbat: Bir
kimse nefsinde bulunan kötülükleri mahveder ve bunların yerine güzel huyların
kaim olmasını temin ederse o, MAHV ve İSBAT sahibi olur. Her ikisi de
Allah Teâlâ'nın kudretinden çıkar. Hakkı kulundan gizleyip, nefyetmesine MAHV, açıklayıp izhar etmesine İSBAT denir. Bunların
meydana gelmesi Allah Teâlâ'nın dilemesine bağlıdır (Süleyman Uludağ. Kayseri
Yüksek İslâm E. Tasavvuf notları, 3. Sınıf, s. 24)
[78] Dest : El;
Ümmül-Kitab: Levh-i Mahfuz.
(Birinci beyitte geçen konuyla ilgili olarak Şah Veliyyulah
Dehlevi şu bilgiyi veriyor: “... Âlemlerin Rabbı, olayları ve varlıkları, bazen
de itibari bir şekilde tespit etmektedir. Böyle durumlarda kararlaştırılmış bulunan
bir şeyi, yine İlâhi arzu ile bozulması mümkündür.”
Bu sözüne de Ra'd suresinin 39. âyeti kerimesini delil
olarak getiriyor. (Şah Veliyyullah Devlevi Hüccetullahi'l-Baliğa, c .1, 40.
bölüm)
[79] Dilâ: Ey gönül
[80] İstediğinin hükmünü kaldırır,
dilediğinin hükmünü kaldırmaz. Ya da tövbekâr müminin küfrünü giderir,
imanlarını sabit kılar, ya da, eceli yaklaşanı öldürür veya öldürmez. (Çantay:
c. 1, s. 375, Not: 29)
[81] Her kitabın, her yazılanın aslı
olan Levh-i Mahfuz. Çünkü olacak her şey orada yazlıdır. (a.g.e)
[82] Râ’d, 39
[83] Cürüm: Günah
[84] Rah:
Yol,
[85] Nihan:
Gizli,
[86] Issı:
Sahip, malik
[87] Tev'em: İkiz, İkiz saadeti: Efendi
[88] Nisa Sûresi: 78
[89] Saffat,96
[90]Nisa,79, İyilikte fenalıkta Allah Teâlâ’nın yarattığı şeylerdir. Fakat
iyilik Allah Teâlâ'ın ihsanı, fenalık kulun amelinin karşılığıdır.
[91] Bakara,
286
[92] Şems, 8
[93]
[94] İsrâ, 20
[95]
[96] Bu
meselenin tafsilatı için Fütuhat-ı Mekkiye bakınız.
[97] Yunus, 25
[98] “Ey iman edenler! Allah Teâlâ’dan korkun, Ona yaklaşmak için vesile
arayın ve O'nun yolunda savaşın. Tâki muradınıza eresiniz.” (Maide, 35)
[99] Tercih bilâ
müreccih: Hiç bir
üstünlük sebebi yok iken birbirine eşit iki şeyden birisini diğerine üstün
tutmak
[100] En’âm, 149
[101] “Eğer nefis hidayet yoluna gitmeye gayretini sarf etseydi, biz de
bu hidâyeti lütfederdik”
[102] Secde, 13
[103] Ankebut,
69
[104]
Bakara, 16
[105]
Tevbe, 120
[106]
Hud, 113
[107] Müstağni: kimseden bir menfaat beklemeyen, başkalarına ihtiyaç
duymayan, gözü ve gönlü tok.
[108]
Hud, 119
[109]
Fâtır, 37
[110]
Bezzaziye
ve İhya-i Ulûmi’d-din de böyle yazılıdır.
[111]
En’âm, 29
(Başlarına Vali edip hakim yaparız. Veya onlara dost kılarız)
[112]
Ebû
Davud, Taberi, Beyhaki; (Feyzü'l-Kadir, c: 2, s. 185)
[113]
Câmiu’s-sağir,
c. 2, s. 146
[114]
Mâide, 33
[115]
Â’raf, 183
[116] Merd-i
lâfi: Lafzan adam
[117] Merd-i
safi: Saf kişi
[118] Rah:
Yol
[119] Hâcegân:
Hocalar
[120] Kân:
Maden
[121] Belâ
cisrini: Belâ köprüsünü
[122] İstiğnâ: Allah Teâlâ'dan başka kimsenin minneti altına
girmemek, gönül tokluğu; elindekini kâfi bulmak; zenginlik istemek; muhtaç
olmayıp zengin olmak; nazlanmak; büyüklenmek ve gururlanmak.
[123] Şeyda: f. Tutkun. Divane. * Çok sevgiden hâsıl olan hal.
[124] Sühan: f. Söz, kelâm. Kavl, lâfz.
[125] Kûh:f. Dağ.
[126] Çak: f. Yarık,
çatlak, yırtmaç. Kılıç, bıçak gibi şeylerin sesleri. Sabah vakti beyazlığı.
Küçük pencere. * Hazır. Amâde.
[127] Harîm:Herkesin giremiyeceği, dokunmıyacağı şey. Haram
dairesi. * Şerik. * Bir kişinin olup, başkasının duhul ve taarruzundan masun
yer. * Hacıların Mekke-i Mükerreme'de giydikleri libas.
[128] Mihman: f. Misafir.
[129] Hâr-ı mugâylan: Çölde yetişen bir nevi dikenli çalı. Deve dikeni.
[130] Bî
temiz: Kirli
[131] Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem
[132] Beli: f. Evet.
[133] Tir: f. Ok.
[134] Zahm: Yara, ceriha.
[135] Güman: f. Zan. Tahmin. Sanmak. Şüphe
[136] Çevgan: f. Cirit oyunlarında atlıların birbirlerine attıkları
değnek. * Baston, ucu eğri değnek
[137] İrâdet: irâde, istek, dileme.
[138] Bârân: f. Yağmur. Rahmet.
[139] Gamm-ı
ağyar: Düşman üzüntüsü
[140] Asel: Bal. Şehd. * Tatmak. * Su akarken yüzünde hâsıl olan
kabarcık. * Cennette bir su
[141] Pür-nâz: Çok nazlı
[142] Hodkaz:
Büyüklük, sevinç
[143] Şem: ışık.
[144] Dud: f. Duman, sis. Tütün. * Elem, gam, keder, tasa.
[145]
Dünya-ahiret
[146] Hâk-sar: f. Toz toprak içinde kalmış. Perişan hâlli.
[147] Refik: arkâdaş, ortak, eş, yardımcı, yoldaş.
[148] Pâyidar: iyice yerleşmiş, sağlam, devamlı, kadim.
[149] Hulkum: İnsan veya hayvan boğazı. Ağızdan mideye giden yol.
[150] Murg-i
tayyar: Can kuşu
[151] Zar: f. İnleyen, sesle ağlayan. * Zayıf, dermansız.
[152] Muhtesib: (Hisab. dan) Belediye işlerine bakan memur. * Kanundan
ziyâde idâri ve örfi işler için karar veren. İhtisâb ağası.
İhtisab: Hesab sorma, mes'uliyet. * İhtisab dâiresinin aldığı
vergi. * Emr-i bilma'ruf nehy-i an-ilmünker vazifesi, * Ceza. * Eskiden
belediye işlerine bakan memurun işi ve dâiresi.
[153] Bûr: yük. Hayırsız kişi. * Ekine elverişli
olmayan tarla
[154] Kavs: Yay, yay gibi olan
[155] Tir: f. Ok.
[156] Tılsım: herkesin bilip çözemediği gizli şey; gizli sır,
fevkalâde kuvvet ve tesire sahip olan şey.
[157] Kesret: Çokluk, sıklık. * Bir şeyin ekserisi ve muazzamı.
Bolluk.
[158] Pinhan: f. Gizli, saklı, hafi, mahfi, mestur, müstetir
[159] Muammâ: bilmece, anlaşılmaz iş, anlaşılması. zor olan sır,
bilinmeyen hâl, karışık şey.
[160] Fehm: anlamak; anlayış, zihnen kavrayış.
[161] Tarfa: Ilgın ağacı. Katra (Katıran) Siyah, sert kokulu, süretle yanan,
hararetli, keskin ve suda erimeyen bir madde
Buradaki mana: ne iyi ne kötü anlaşılmaz haldedir.
[162] Tâbân:f. Işıklı. Parlak. * Parlayan güneş.
[163] Zannettik
[164] Haffe: (C.: Hıff) Çulhaların bez sardıkları ağaç.
[165] Acube: Tuhaf kimse; mecaz: Tuhaf, alışılmadık,
garip şey.
[166] Afak: Ufuklar. Yerle göğün birleştiği gibi görünen uzak
dâire.
[167] Kayıt: Bağlamak
[168] Itlak: Salıvermek. Bırakmak
[169] İz'an. Basiret. Anlayış. * Teslim olup itaat etmek. * Akıl.
Zekâ. İnanç. İdrak. Bilmek.
[170] Müstahak: Hak eden, hak etmiş. * Kendisi kazanmış.
[171] Muhik: Haklı, doğru.
[172] Avane: yardımcılar.
[173] Şâh:
Dal, budak
[174] Gars: Ağaç fidanı dikmek. * Dikilmiş fidan.
[175] Dâreyn: her iki dünya. Dünya ile Âhiret.
[176] Mazhar: sahip olma, nâil olma, şereflenme, kavuşma, ortaya
çıkma ve görünme yeri.
[177] Semm-i
zakkum: Zakkum zehri
[178] Semer(e): Meyve, yemiş mahsul. Verim. Netice.
[179] Hz.
Hüseyin aleyhisselâm
[180]
Hadisi
Şerifin tamamı şöyledir: “Kaderiyye mezhebi bu
ümmetin mecusileridir. Hastalanırlarsa onları ziyaret etmeyin, ölürlerse
cenazelerinde bulunmayın.” (Sünen-i Ebu Dâvud, Kitâb’üs-Sünne,
Babü'l-Kader. c. 4, s. 222)
[181] İtab: Tekdir etmek. Şiddetle hitab etmek. Azarlamak.
Terslemek. Paylamak. Rencide etmek. Darılmak.
[182]
Nisa, 78
[183]
Fussilet, 42
[184] Hodbinî: f. Hodbinlik. Kendi menfaat ve lezzetini düşünmek
[185]
Allah Teâlâ bir kulu kör yaratıp, sonra “gör yoksa sana azap ederim” veya
sağır edip “işit yoksa sana azap ederim”, ya da dilsiz yaratıp sonra “konuş
yoksa sana azap ederim” demeyecek kadar âdil ve merhametlidir. (Sadeleştirenin notu:
Zeki Hayran)
[186] Tevfîk: Allah Teâlâ'nın kuluna yardım etmesi.
[187] Müyessir: Kolay yapan, teshil eden, kolaylaştıran.
[188] Mücâhede: cihad etme, din düşmanlarına karşı koyma, çarpışma,
uğraşma, çalışma.
[189] Akebut, 42
[190] İsra, 8
[191] İbrahim, 7
[192] Âl-İmran,
146
[193] Zümer, 10
[194] Müdakkik: inceden inceye dikkatle araştıran.
[195] (Bu güzel ve özlü RİSALE, günahkâr Ömer İbni el-Hac İlyas
es'-Sivâsî tarafından, hicri 1050 tarihinin Muharrem ayının ortalarında
yazıldı.) Allah Teâlâ rahmet eyleye
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar