TEFSÎR-İ SURETÜ-L KEVSER
بِسْـــمِ اللهِ الرَّحْمَنِ
الرَّحِيمِ
الحمد لله رب العالمين والصلاة والسلام على رسولنا محمد
وعلى اله وصحبه وسلم اجمعين
Allah Teâlâ Hadîs-i kutside buyurdu
ki;
“ (Ya Muhammed!) Sen olmasaydın
bu kâinatı yaratmazdım” [1]
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemi sevmek ve O´nun ümmeti olduğumuzu bilmek, Allah Teâlâ´nın bizlere ihsan
kıldığı en büyük nimetlerden birisidir. O´nun büyük bir nimet olduğu ve
anlatmanın mümkün olamayacağını her şey itiraf etmiştir. Bu konuda noksan
kalınmışsa, bu Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin yüceliğindendir.
“Sen olmasaydın..” hadis-i kutsisi bize sonradan
yaratılanların Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin mertebesinin kemalini
ve yüceliğini hakkıyla idrak edemez manasını bize ilham etmektedir. Bu nedenle
O´nun Allah Teâlâ ile arasında olan özel hususiyetin yüceliği bizlere kapalı
olduğu için Allah Teâlâ dostları az bir kısmını (Abdürrahim b. Ali El-Melâmî
(Fedâî) Efendi gibi) büyük zâtlar haber vererek bigâne kalmaktan bizi korumaya
çalışmışlardır.
Allah Teâlâ, Davut aleyhisselâma
buyurdu ki;
“Ya Davut! Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellemi kendim için,
Âdemin çocuklarını Muhammed sallallâhü
aleyhi ve sellem için,
Diğer yaratıklarımı Âdem’in çocukları
için yarattım.
Kim benimle meşgul olursa, onun için
yaratıklarımın önüne geçer.
Kendisi için yarattıklarımla meşgul
olanlardan ise kendimi saklarım.”
Bu sevgi nişanesinden Abdürrahim B.
Ali El-Melâmî Fedâi kaddese’llâhü sırrahu’l azîz Efendinin Kevser
Suresine yapmış olduğu Arapça şerhi[2] Osmanlıca
çevirisinden [3] faydalanarak Türkçeleştirdik.
Bu risalede Fedâî Efendi Kevser
süresinin sırlarını makam-ı ehadiyetteki hakikat yönünden açıklaması yaparak istifademize
sunmuştur.
Ayrıca bilgi
birikimi olsun diye Kevser suresi hakkında daha geniş bilgi dağarcığına ulaşmak
için özet bir tefsir ve Bedîüzzaman Sâid Nursî kaddese’llâhü sırrahu’l azîzin
yapmış olduğu mahrem ve özel tefsirlerden birini de ekleyerek Kur’ân-ı Kerim’in
en küçük suresinin mucizevî yönünü de açığa çıkarmaya çalıştık. Bu şekilde
birkaç cepheden sureye bakışı sağlamak ile bazı şeylerin açığa çıkması
açısından faydalı olmayı düşündük.
Müslümanlar olarak Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin ümmeti olmak şerefine kavuştuğumuz için O’na
layık birileri olabilmek adına gayret göstermeliyiz. Kişi tanımadığının kadrini
ve yüceliğini bilemez. Allah Teâlâ’nın Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme
verdiği kıymet ve değeri bu Fedâî Risâle’si ile daha iyi anlayıp sevgimizin kat
kat olacağını belirtmek isterim.
Allah Teâlâ buyurdu ki:
“Kıyamet günü Rabb´in sana şefaat makamını verecek de
hoşnut olacaksın.” [4]
Bu ayet-i kerimenin tefsirinde demişlerdir
ki;
Allah Teâlâ buyurdu ki; “Ya
Muhammed! Cümle mahlûkat Benim rızamı isterler ve biz de Senin rızanı isteriz.”
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemin kazanmak şiarımız olmalıdır.
Ya Rabbî! Seni ve rasülünü çok
severiz. Bu sevgi nâmına bizi, okuyanları, bu risaledeki manaları kabul eden ve
etmeyenleri dahi bağışlamanı diyoruz.
“Muhakkak ki, Sen´in rahmetin geniş ve
en çok olansın.”
Kurtuluş Hudâ´ya tâbi olanlarındır.
İhramcızâde
İsmail Hakkı ALTUNTAŞ
Esenler /İstanbul
2010
MELÂMÎLİK
Abdürrahim b. Ali El-Melâmî (Fedâî) Kaddese’llâhü sırrahu’l azîz Üçüncü Devre
Melâmîlerinden olup için bu usül hakkında kısa bir bilgiyi bu kısımda aktarmaya
çalışacağız.
Melâmet, Arapça Levm kökünden türetilmiş,
kınamak, ayıplamak, azarlamak, serzenişte bulunmak, korkmak, rüsvalık anlamına
gelen melâmet mastar bir kelime olup, melâmeti ise, kınanmaya [5] konu olan demektir.
Tasavvuf ıstılahında ise, temel vasfı, riyadan kaçınmak
amacıyla gizlilik ve şöhretten sakınmak, iddia sahibi olmama, nefsi itham
ederek onun ayıpları ile meşgul olma, güzel amellerini görmeme şeklinde de
ifade edilmiştir. Bu hali
kazanmış kişiye, Melâmî denir.
Melâmet, ibâdeti, âdâb-ı şeriatı,
tarîkat esrarını terk etmek değildir. Melâmet tesettür demektir. Cümle
evliyâullah, melâmet hırkasına bürünmüşlerdir.
“Giy melâmet hırkasın sultanlık anda gizlidir” [6]
Melâmet adında bir tarîkat yoktur. Bununla
beraber umumiyetle tarîkatlarda Melâmet büyük bir makamdır. [7]
Melâmetîlik, ağır bir zühd ve riyâzat
hayatına dayalı, koyu ahlakçı sûfiliğe karşı bir tepki hareketi olarak doğmuş
ve ilahî cezbe ve vecde ağırlık veren estetikçi bir doktrin geliştirmiştir,[8] denilmektedir.
Melâmîlik
konusunda en yetkili söz sahibi araştırmış olan Abdulbâki Gölpınarlı'ya göre de
tarikat değil, bir "aksülamel", yani reaksiyondur.
"Melâmet...
tasavvuf ehline karşı çıkan bir zümrenin benimsediği yoldur. ...Melâmetî,
ululuktan, davadan, kendini göstermekten, halkın sevgi ve saygısını kazanmak
kaydından geçen, kerameti, insana benlik verdiği için erkeklerin hayız görmesi
sayan, kendini herkesten aşağı, herkesi kendinden üstün gören, giyim-kuşam
özelliğiyle, tekkeyle, vakıftan hazır yemekle, zikirle, vecde gelip bağırıp
çağırmayla kendisini göstermeye çalışmayan, halktan hiçbir suretle ayrılmayan,
kazancıyla geçinen, iç yüzden Hakk'la, dış yüzden halkla beraber olan, hatta
halkın saygısını, sevgisini bir kayıt bildiğinden, nafile ibadetlerini bile
gizleyen, buna karşılık, onların kınamasından ürkmeyen, hattâ hattâ, bu yüzden
de halka kendisini kötü gösteren kişidir...[9]
Bir
başka kitabında, [10]
Melâmîliği "varlığından geçmek" olarak anlatır:
"...Sufilerin
bir kısmı tarafından en yüksek makam sayılan "Melâmet", aynı zamanda
Varlık Birliği (Vahdet-i Vücud) inancında oluşa erişen kişinin varacağı en
yüce mertebedir.
Gerçekten
de bilgiyi bir gaye değil de vasıta olarak edinen kişi, sonucu bilmediğini
bilir, öğrenir, bilgisini kınar, inkâr eder, bilgiyle övünen bilginlere güler.
Varlığından
geçmek için savaşan, uğraşan kişi, sonucu, tabiata tutsak olduğunu, maddi
bağlardan kurtulmaya imkân bulunmadığını anlar, kötülükte bulunmasa, hatta
yapacağı şey kötülük olmasa bile içten tepen isteklerinin istekleriyle
kıvranır, kendisini kınar, yerer, halkın iyi sanısından kaçınır.
Hele
aşk yüzünden varını elden çıkaran, hele, kendince, birliğe erip niyazı naza,
ibadeti neşeye, huşuu cezbeye, mücahadeyi müşahedeye değişen, hele kul iken sultan
olan, suttanken kul görünen, küfrü, imanı sevgi ateşine vurup yakan kişi, hele
halden hale giren, bir anı bir anına uymayan aşık, elbette dar fikirliler, geri
görüşlüler, bir dairenin içinde kalanlar, dünyayı kendi dairelerinden görenler
tarafından kınanacaktır; elbette inançları yadırganacak, sözleri anlaşamayacaktır;
hatta bu ruhî halete düşenler de ileri gittikçe gerideki hallerini yerecekler,
kendi kendilerini kınayacaklardır. İşte "Melâmet" budur...".
Yine
Gölpınarlı'ya göre, Melâmîlikle Fütüvvet arasında zamanla ideolojik bir kaynaşma
yaşanmıştır. Melâmîlik düşünce sistemidir, onun iktisadî tamamlayıcısı da Fütüvvet
olmuştur:
"...Halkın
kınayacağı hareketlerden çekinmemek, hatta bilerek ve isteyerek kınanmak esası
dolayısıyle batınîleşmeye daha müsait bir zümre olan Melamet erbabı, ideolojiyi
temsil ederken bu ideolojinin, halk içinde iktisadi bakımdan bünyeleşmesini
"Fütüvvet ehli" ele almış, böylece de ilk devirlerden itibaren,
Sâsânîler zamanında da mevcut olan Fütüvvet[11]
teşkilâtı ve müesseseleri, Melamet erbabıyla kaynaşmıştır..." [12]
Reaksiyoner
bir düşünce sistemi olan Melâmîlik, Türk Halk Edebiyatında tasavvufî bir zümre
edebiyatı meydana getirmiştir:
"...Melâmî-Hamzavi
edebiyatı, Alevi-Bektaşi edebiyatından tamamıyla ayrıdır. Bu edebiyatta varlık
birliği (Vahdet-i Vücud) inancı, sarsılmaz bir temeldir. Batıni temayüller
azdır; Ehli Beyt sevgisi pek kuvvetlidir; böyle olmakla birlikte Varlık Birliği
inancının sonucu olarak Teberrâya[13] pek
açık rastlanmaz; takiyye, yani inancını gizlemek de bu edebiyatın
özelliklerindendir. Tasavvufun bütün esasları, bu edebiyatta görülür; tasavvuf
terimlerine karşılık Alevi-Bektaşi edebiyatında kendi erkân ve inançlarına ait
terimler bulunduğu halde bu edebiyatta tasavvuf terimleri yer almaktadır; fakat
zikir, esma, yani tanrı adlarını anarak yol almaya inanış, taç, hırka, vb.
tekke, hânkah gibi toplanma yerleri kabul ediş, sülükte yani manevi yolculukta
nefsin yedi durağını aşış gibi şeyleri tümden kabul etmedikleri için tasavvufi
edebiyatta sık sık rastlanan bu inançlar ve bunlara ait terimlerde yoktur;
bunlardan, dolayısıyla bahsedilse bile kınanarak, reddedilerek bahsedilir.
Bunlara karşılık aşk ve cezbeye büyük önem verilir. Melâmî-Hamzavi edebiyatında
alay, hemen hiç yoktur; fakat şatıh vardır; şathiyeler,[14]
remizlerle örülür; açık söylenmesinde mahzur görülen bazı inançlar remizlerle
anlatılır ve bunlar, cezbeden çok akla dayanır. Zahitçe olmayan Melâmî-Hamzavi
edebiyatında, zahirî amellere dokunulsa bile ârifçesine dokunulur; tek sözle
söylenmesi gerekirse bu edebiyat, aşka ve cezbeye, fakat akıllıca cezbeye ve
bilgiye dayanan ağır başlı, biraz da Arapça ve Farsça kelime ve terkiplerle
karışık bir edebiyattır.
Melâmî-Hamzavi
edebiyatı, Hacı Bayram'la başlar. Hacı Bayram hem tasavvufi halk edebiyatında
yer almaktadır; hem bu edebiyata bir başlangıç olmaktadır....
...
Hacı Bayram'dan sonra aynı yolda yürüyenlerden güçlü ve özlü bir divan şairi
olduğu halde heceyle de şiirler yazan Dukakinzâde Ahmed (1556-1557) ve Ahmed
Sârban'la (1545-1546) Melâmî edebiyatı gelişmiş, Kaygusuz Vizeli Alâeddin
(1562-1563), bu edebiyatın kurucusu olmuştur..." [15]
GERÇEK MELÂMİLERİN VASIFLARI
Bu konuda şu vasıfları sayabiliriz.
—Sevgi kavramı Melâmîliğin birinci
şiarıdır.
—İbadetlerini, nefsi için değil, Hakk
için ve Hakk ile yapma gayretinde olan kişidir.
—İbadetlerini, ihsan mertebesinde,
Allah Teâlâ’yı görüyormuş gibi yapma gayretinde olan kişidir. İbadetlerini,
kendine bir varlık vermeden, kul olma gayreti içerisinde ifâ eden kişidir.
—İnzivaya çekilmiş halde, halktan
kopuk, insanlardan uzak, halvette yaşamamaktır.
—Halk
içinde, görünüşte aynen onlardan biri olarak yaşamaktır.
—Giyinişlerinde halktan bir
ayrıcalıkları yoktur. Bir tarîkatı düşündürecek özel giyinişleri yoktur.
Giyinişte gösterişe önem vermezler. Ancak; tevazu sınırları içerisinde,
imkânları nisbetinde, en iyi, en güzel tarzda giyinirler. Giyinişlerinde,
İslâm’ın genel ahlâk kurallarına uymayı, prensip edinirler. İnançlarının
gereğini yerine getirmeye özen gösterirler.
—İfrat ve tefritten uzaktırlar. İlim
ehlidirler ve ilme hizmet ederler.
—Halk içinde onlarla uyumlu yaşama
gayreti ve bilinci içerisindedirler. Halka hizmetin, Hakk’a hizmet olduğunun
şuurundadırlar. Hatta daha geniş anlamda, yaratılan bütün varlıklarla uyum
içerisinde yaşama ve yaratılanı yaratandan ötürü hoş görmeye çalışırlar.
—Bilineni, iyiyi, doğruyu ve güzeli
önce kendilerine emrederler. Böylece toplumda örnek insan ve örnek müslüman
olmaya çalışırlar. Yine önce kendilerini kötü olandan, yalandan, dedikodudan ve
çirkinliklerden korurlar. Bu özelliklerini muhafaza etmek için cemaatten
ayrılmamaya özen gösterirler.
—Hizmet anlayışı geniş bir boyutu kapsar.[16]
—Allah Teâlâ’dan uzak kalmamaya, imkân
nisbetinde Allah Teâlâ ile olmaya, O’nsuz yaşamamaya çalışırlar. Bunun basit
bir nişanesi olarak her nefeste Allah Teâlâ’nın zikrini, Allah Teâlâ ile yerine
getirme gayreti içerisindedirler. Toplumun içerisinde gizli veya kalbî zikirden
gafil olmamaya ve kalblerini uyanık tutmaya çalışırlar.
—Mürşidleri insanları kendilerine bağlamazlar.
Allah Teâlâ’ya bağlarlar. Allah Teâlâ’ya biat ettirirler.
Zühdünü ko aşka düş ehl-i canân etsin seni,
Pîr-i aşka kulluk et cânâne cân etsin seni.
Bir zaman bülbül gibi efgânın ağdır göklere,
Şol kadar kıl nâleyi kim gülistân etsin seni.
Âr-u nâmusun bırak şöhret kabâsından soyun,
Gey Melâmet hırkasın kim ol nihân etsin seni.
Yüzünü yerler gibi ayaklar altında ko kim,
Hakk Teâlâ başlar üzre âsumân etsin seni.
Verme rahat nefsine dâim gazâ-yi ekber et,
Kâbe-i dil feth olup dârül-emân etsin seni.
Gel Niyâzi’nin elinden bir kadeh nûş eyle kim,
Mahvedip nâm-ı nişânın bî-nişân etsin seni.
Niyâzi Mısrî
kaddese’llâhü sırrahu’l azîz
MELÂMÎLİK, BUGÜN HÂLÂ DEVAM EDİYOR MU?
Bahsettiğimiz
gibi kendi sistemi içinde gizlilikler barındırdığı için şöhretten uzak fakat
etkisi çok olan bu reaksiyoner sistemin kıyamete kadar usûl ve tarikat izlenimi
olarak devam edebileceğini söyleyebiliriz. ancak;
“Abdülkadir-i
Belhî'nin torunu Ali Erkılıç'a göre, Melâmî silsilesi artık kesilmiştir. Abdülkadir-i
Belhî üç kişiye, Beykoz'da Akbaba Dergâhı şeyhliğine tayin ettiği Ekrem Hocaya,
oğlu Ahmed Muhtar Efendi'ye ve Erzurumlu Hafız Osman Kemali Efendi'ye hilâfet
vermiştir. Zaten ilk ikisinin hilâfeti, Meclis-i Meşayih'te kayıtlıdır. Silsile
bu üç kişiyle kesilir, zira Abdülkadir-i Belhî'nin halifelerinden hiçbiri,
başkalarına hilâfet vermezler. Ali Erkılıç, babası Ahmed Muhtar Efendi'nin
vermediğini kat'iyyetle bildiğini, Ekrem ve Osman Kemalî Efendilerle senelerce
beraber bulunduğunu, onların da bir halife tayin etmediklerini anlatıyor; ama
özellikle son zamanlarda, silsileyi takip ettiklerini iddia edip, kendisine
bile Melâmîliği öğretmeye çalışanların ortaya çıktığını söylüyor.
Dolayısıyla
bugün için Melamîlik, Gölpınarlı'nın dediği gibi, "gönülde bir neş'e,
hafızada bir yâddır"[17]
Seyyid Osman Hulusi kuddise
sırruhu’l-azîz Efendi buyurdu ki;
“Melamî yapmış olduğu amelleri halktan
gizleyen kimselere denir. Ecdadımız Somuncu Baba Hazretleri de Melamîlerin
başıydı. Melamî mürşidiydi.” [18]
Halvetî Ahmet Âmiş kuddise
sırruhu’l-azîz Efendi’nin[19] Melâmîlik hakkındaki halkın yanlış ve
haksız telâkkisini büsbütün kaldırmak maksadıyladır ki;
“Biz o adı yasak ettik!” Demiştir.[20]
Sonuçta anlaşıldığı üzere melâmet
aşkın bir hal olarak Ümmet-i Muhammed içinde kıyamete kadar var olacağı
görülmekte ve devam etmektedir.
ABDÜRRAHİM B.
ALİ EL-MELÂMÎ (FEDÂÎ)
Kaddese’llâhü
sırrahu’l azîz
Abdürrahim b. Ali El-Melâmî (Fedâî), Prizren’de [21] dünyaya gelmiş,
on dokuzuncu yüzyılda yaşamıştır. Dedesi Maksut Bey ve babası Ali Bey Prizren’in ileri
gelen saygın ailelerinden biridir. Katlanova ve Doyran’da han, hamam ve
arazileri olan bu aile oldukça zengindir. Babası Ali Bey, Fedâî’nin eğitimine oldukça önem vermiş,
onu dönemin en iyi okullarında okutmuştur.
İlk eğitimini Üsküp’te alan Fedâî, ardından Mısır el-Ezher’de eğitimini tamamlamış ve
Üsküp’e dönmüştür. Müderris olarak zahirî
ilimler için icazet alan Fedâî, Üsküp Medresesi’nde müderrislik yapmaya başlamıştır. Uzun süre bu görevini
sürdüren Fedâî, dinî ilimler konusunda dönemin sözü dinlenir âlim kişileri arasında yer almıştır.
Üsküp
Medresesi’nde eğitim vermeye devam ettiği sıralarda Muhammed Nûr’ul- Arabî kaddese’llâhü sırrahu’l
azîzin sohbetlerini duyar ve bu sohbetlerden çok etkilenir. Sonraki dönemlerde
Fedâî’nin Muhammed Nûr’la uzun ilim tartışmalarına
girdiğini görmekteyiz. Muhammed Nûr’un
ilimle ilgili görüşlerinden, konuya getirdiği yorumlardan oldukça etkilenen Fedâî, ona biat etmek istediğini açıklar. Muhammed Nûr, bu isteğini kabul etmesi için bir şartı
olduğunu, bu şartı kabul ettiği
takdirde kendisine biat edebileceğini dile getirir. Fedâî, şartını kabul ettiğini
söyler ve şartını sorar. Muhammed Nûr’un şartı Fedâî’nin kalın dudaklı, kara ve çirkin kızıyla evlenmesidir.
Fedâî, bu şarta en ufak bir tereddüt
göstermez ve kararlılığını yineler. Muhammed Nûr, bu
kararı ailesine nasıl kabul ettireceğini
sorunca, Fedâî kararına ailesini karıştırmayacağını söyler. Ailesinin tüm karşı
çıkmalarına rağmen Fedâî sözünden dönmez ve
Muhammed Nûr’un kızı Latife Hanım’la evlenir. Ailesinden, ailesinin zenginliğinden ve şöhretinden tevhit ilmi uğruna fedakârlık yaptığı
için Muhammed Nûr kendisine Fedâî ismini verir. Ancak belirtilmesi gerekir ki
kâmil bir mürşitten maddî ya da manevî bir
çirkinliğin zuhûr etmesi düşünülemez. Dolayısıyla Latife Hanım da aslında çirkin bir
kadın değildir. Fedâî’nin Latife Hanım’la
olan evliliğinden Hacı Kemal Efendi,
Hakkı Efendi ve Ali Efendi olmak üzere üç oğlu olmuştur. Muhammed Nûr’un Latife
Hanım’ın haricinde Şerif Efendi adında bir oğlu vardır. Oğlu ve halifesi olan Şerif Efendi’nin hiç çocuğu olmadığı için Muhammed Nûr’un soyu Latife Hanım ve Abdürrahîm Fedâî
ile onların çocuklarından devam etmiştir.
Fedâî,
tevhit ilminde zevki yüksek bir ihvân ve cezbeli bir zattır. Tevhit makâmlarını
kısa sürede tamamlamış ve ilmindeki derinlik ilhamla
günden güne artmıştır. Muhammed Nûr’un Melâmet-i
Nûriye’yi yaymasında en önde gelen isimlerden biri olmuş, bu uğurda etkin görevlerde bulunmuştur. Geçmiş
dönemlerdeki
melâmîlerin merkezî yönetim tarafından bir tehdit unsuru görülüp kıyıma ve
sürgüne uğratılmalarına rağmen, Muhammed Nûr’un gayreti ve halifelerinin yönlendirmesi
ile melâmîler merkezî yönetim tarafından bir tehdit olarak görülmemiş, herhangi bir kıyım ve sürgüne uğramamışlardır.
Abdürrahîm
Fedâî, Ali Urfî Efendi, İştipli Salih Rıfat Efendi, Hacı
Süleyman Bey, Şeyh Kemal Efendi, Vehbi Efendi,
Hacı Maksut Efendi, Salih Lütfü Efendi ve pek çok önemli melâmî, haklarında ortaya atılan asılsız
iddiaların görüşülerek giderilmesinde ve
melâmetin yeni yüzünün merkezî yönetim tarafından kabul görmesinde etkin rol oynamış, örnek yaşantılarıyla halk tarafından
benimsenmişlerdir. Dolayısıyla melâmet büyük bir coğrafî alanda geniş kitlelere
yayılmıştır. Bu zaman zarfında
Fedâî’nin, Üsküp Melâmî dergâhında Muhammed Nûr’un baş halifesi olarak görev yaptığını
görmekteyiz.
Bursalı
Mehmet Tâhir’in Osmanlı Müellifleri adlı kitabında (1333: 39)
bahsettiğine göre Muhammed Nûr, 1884
yılında ikinci kez hacca gitmeye niyetlenmiş,
damadı Abdürrahîm Fedâî, torunu Hacı Kemal Efendi ve ihvanıyla birlikte bu
hacca katılmışlardır. Fedâî, hac dönüşü sırasında Muharremin birinci günü 1885 tarihinde Hakk’a
yürümüş, Süveyş civarında Ayn-ı Musa denilen yerde sırlanmıştır. Hakk’a
yürüyüşünden sonra Üsküp Melâmi dergâhına büyük oğlu
Hacı Kemal Efendi şeyh olmuştur.][22]
Fudalâ-i meşâyihden, âşık ve muhakkik[23]
bir zât olup Prizren'lidir. Mısırlı Seyyid Hoca (Seyyid Muhamed Nûr’ul-Arabî
el-Melâmî) kaddese’llâhü sırrahu’l azîz Hazretlerinin damadı ve baş halifesidir.
Üsküp'te tedris ve irşâd ile meşgul oldu.
Üsküp Melâmî
tekkesinde şeyh iken 1303-1885 yılı gurresinde (arabî ayın ilk günü) Seyyid'le beraber hacdan dönerlerken
vapur Süveyş kanalını geçtiği sıralarda vefat etmiş ve cenazesi vapurdan
çıkarılıp “Ayn-ı
Mûsâ” denilen mahalde sırlanmıştır. Tedris
halkasında bulunan ilim talebelerine iki defa icazet vermeye muvaffak olmuştur.
Hakk’a yürüyüşüne muhiplerinden Hakkı
şu tarihi söylemiştir:
Bu cihanın devrini hiç bilmediler
şeyhü şâb. Kimse fehmetmez acap seyreyleyüptür bu dolap
Pirimiz kutbi cihan azmeyledi çun Mekke'ye
Bilesince yâr idi mürşidimiz âlî cenap..
Avdet üzre der sefine azmi firdevs
eyledi.
Vaslını arzu edenler ciğerin etti
kebâb.
Cümle ihvan feyz alurdu bahri ilminden
anın, Canları yaktı firakı, çesmimizden kan silâp!
Hayderiydi, almadı evlâdı kabrinden
nişan,
Bahr idi bahrile bahroldu Fedâî'ydi
lakab.
Edelim الحكم لله erdi çün hükmi kader,
Hâkimi mutlak olur, hem cümleye hüsni
meâb.
Hüsni hatmiىe delildir tarihi “Hakki” iyan,
نور ادوب جسم جميلي
روحه ايتي انقلاب[24]
Abdürrahim b. Ali El-Melâmî Efendi âlim bir zât imiş. Bir
defa ulumi resmiyyeden de icazet vermiştir. 1302 de Seyyid Muhammed Nûr'un
mahdumu Hacı Kemâl Efendiye muazzam bir sünnet düğünü yapılmış ve bu düğüne,
İstanbul'dan bile ihvan davet edilmişti. Melâmiler, sahralara yayılıp mesela
bir kısmı bir tarafta sohbet, diğer bir kitle başka bir tarafta zikriyle meşgul
iken bir kısmı da başka bir tarafta davul, zurna ile icrayı aheng ederlermiş.
Bu hâl, bazı mutaasıplar tarafından İstanbul'a "melâmîler davul zurna
ile zikrediyorlar, tarzında bildirilmiş ve durumun açıklanması için Seyyid
Muhammed Nûr, İstanbul'a davet edilmişti.
Seyyid Muhammed Nûr kaddese’llâhü
sırrahu’l azîz İstanbul'a Abdürrahim b. Ali El-Melâmî (Fedâî)’yi göndermiştir. Abdürrahim Efendi Meclisi Meşâyih reisinin
melâmî sülûkünü sorması üzerine
"ednâ sülûkümüz halktan hakka
suut; âlâ sülûkümüz haktan halka nüzuldür„[25] söyleyerek icap eden açıklamayı
yapmış ve tekrar Üsküb' e dönmüştür. İstanbul'da kaldığı vakitlerde Tarsus
tekkesinde misafir olmuştur.
ESERLERİ
Tefsir-i Sûretü’l Kevser, Kâside-i
Nûniyye,
Kâside-i Tâiyye, Manzum Şerh-i Şâfiyye, Şerh-i Sırr-ı Ene'l-Hak, Hediyyetü'l-Hac,
Risâle-i İrâde-i Cüz'iyye, Risâle-i Ahvâl-i Melâmiyye, Manzum
Merâtibü'l-Vücûd, Mecmüa-i
İlâhiyyât eserleridir ki, matbu
değildir.
Tefsir-i Sûretü’l kevser:
Abdürrahim b. Ali El-Melâmî (Fedâî)’nin yegâne arapça
eseridir. İlim ve ihatası, tasavvuftaki derinliği tamamıyla bu tefsirde görünmektedir.
(Fedâî) Efendi bu risalede sofilerin vahdet anlayışı
o kadar açıkça anlatıyor ki, Seyyid Muhammed Nûr'un bile
"makamı ehadiyyetül cem'den vârid
olmuştur, açıklaması caiz değildir. Bulduğunuz yerde yakın yahut ta saklayın”
“Abdürrahim (Fedâî) Efendi ise keşke
bu risâleden başka risale yazmasaydı; hele nazma hiç özenmeseydi...” demiştir.[26]
Risâle-i Vehbiyye:
Bu risale manzumdur. Fakat kafiyeden uzak acayip bir
şeydir. Lisan da gayet bozuktur. Bu risalede merâtibi tevhid ve ittihadı anlatıyor.
Kasîde-i nuniyye:
Bin beyit kadar olup aynı tarz ve aynı şekildedir. Bu
eserle güya "Muhammediyye” yi benzetmeye çalışmıştır !
Hediyyetül Hac
Fenâ ve bekâ mertebelerini anlatan ve
bunları menâsiki hacca tatbik eden küçük mensur bir risaledir. Sonunda Seyyid Muhammed
Nur’un İbni Farız divânı okurken Müzdelife’de nebi ve rasüllerin ruhları ile görüşmesi
olup hacda o mahalli Abdürrahim Efendiye gösterdiği yazılmıştır.
Risâle-i iradei cüz'iyye,
Şerhi sırrı Ene’l Hakk
Risâle-İ Ruhi Kızıl Alâ Esrarı Mebzul Muammayı Sırrı Ezel
Abdürrahim b. Ali El-Melâmî (Fedâî)
Efendi bu acayip isimli risalede Seyyid'in hulefâsından İştip'li Salih Rifat Efendinin
10 beyitlik vezinsiz, kafiyesiz, hatta manasız bir gazelini nazmen şerh etmiştir.
Risaleden anlaşılıyor ki Abdürrahim Efendi
cezbesi kuvvetli meczup bir zât olduğu gibi Salih Rifat Efendiye de pek tutkun
imiş. Esasen Melâmîler de bunu söylemektedirler.
Diğer eserleri
Şerhi Safiye, Kasîdei Tâiye, Merâtibül vücut, manzum
bir eserleridir.
İlâhilerindeki mahlasları “ Fedâi'dir.[27]
ŞİİRLERİNE ÖRNEKLER
Dalarken
bahri vahdette
Beni
bu gün bulan sâlik
Çıkardın
türlü gevherler.
Bulur
ol türlü dilberler!
Muhakkak
nûru Hakk’ım ben
Tecelli
eyledi bedrim,
O
iklimi haki katta;
Göründü
ruyi dildarlar.
Okundu
Besmele ismim
Göründü
her benim cismim.
Verildi
Fatiha resmim;
Bulan
bu yüzü izzetler!
Göründü
dil bana mutlak,
Muhakkak
yüzüdür hem Hak,
Görenler
buldular ıtlak;
Bunu
bulandı Kanberler!
Adım
şehri melâmette
Okundu
hutbede Levlâk[28]
Duyulmuş
ankâyı muğrıb,
Bu
sırdır Hakka çemberler!
Niceler
cehdederler hem
Anınçün
zâhidan bana
Göremezler
bu gün veçhim;
Dediler
dahi ekferler!
Küfürdür
sırrımım zülfü
Bu
gün tutmuş hep âfâkı
Dahi
ol hâli ruhsârım;
Budur
sırrı peygamberler!
“Kuli’llâhümme
sümme zerhüm”[29] hem
Budur
râhı hakikat bil;
Bu
gün sırrı bana geldi,
Sakın
olma o serserler!
Bu
gün benden duyan Hakk'tır,
“Fedâî”
şehri ıtlakta
Sakın
sanma ki insandır!
Kuruldu
veçhe minberler!?
***
İnnallâha
cemîlün yuhibbül cemal[30]
Kimdir
ol kim ola sevmeye cemâl?
Mektebi
irfana varmayan a’ma
Ne bilir
kim kimdir meclâ?[31]
Nüshai
âdemi eyledi mir'ât;
Tecelli
eyledi nice zuhurat.
Ol sofi
Şeytan secde etmedi,
Tardoldu
ebedî kurba yetmedi.
Camii “Fe-ahbebtü”[32] nice der idi?
Bâde-i
aşk ile hem harab idi.
Ol sırrı
şabbı arife sor da bil;
Mescudi
melâik hem ol etmiş bil!
İş bu
gencin[33] tılsımın bulmak muhal;
Ey “Fedâî” aşk ile sen buldun cemâl![34]
KEVSER SURESİ TEFSÎRİ
Kur'an-ı
Kerim'in 108. suresi, 3 ayet, 10 kelime ve 42 harften ibarettir. İlk ayetinde;
kevser'den bahsedildiği için, ona bu isim verilmiştir Kur'an'ın en kısa sure sidir.
Diğer bir ismi de “en-Nahr” dır. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
oğlu Kasım aleyhisselâmın vefat ettiği zaman, müşrikler, O'nun zürriyetinin
kesik olduğunu, vefatından sonra adının unutulacağını söylüyorlardı. As b. Vaîl
ve Ukbe b. Ebî Mu'ayt gibi müşrikler de, buna benzer sözler sarf ettiler. Bunun
üzerine Kevser suresi nazil oldu.
Surenin
kelime kelime manası:
Rahman,
Rahim Allah’ın adıyla…
اِنَّا Gerçekten
اَعْطَيْنَا biz
verdik كَ sana الْكَوْثَرَ kevseri 1)
Gerçekten biz sana kevseri verdik.
فَصَلِّ namaz kıl لِرَبِّكَ Rabbin için وَانْحَرْ ve kurban
kes 2) Rabbin için namaz kıl ve kurban kes.
اِنَّ
Gerçekten شَانِئَكَ
sana buğzeden هُوَ işte
odur اْلاَبْتَر zürriyetsiz
olan 3) Gerçekten sana buğzeden zürriyetsiz olan işte odur.
İniş
Sebebi
Hafız Bezzar'ın sahîh
senetle İbn Abbas radiyallâhü anhdan yaptığı rivayete göre :
Medineli Kab b. Eşref
Mekke'ye geldi. Kureyşli'ler ona dediler ki:
“ Sen bugün için
kavminin efendisi ve ileri gelenisin. Şu kavminden kopuk, soyu kesik adam
(Muhammed) bizden hayırlı olduğunu iddia ediyor. Oysa biz hacıları,
mihmandarlık yapıp gözeten, onlara su dağıtan, Kâbe’ye hizmet eden
kimseleriz.” Bunun üzerine
Kâb b. Eşref onlara:
“Siz ondan
hayırlısınız” dedi. O
sebeple Kevser Sure si indi. [35]
İbn Ebî Şeybe'nin
tahrîcine ve İbn Münzir'in İkrime'den rivayetine göre, adı geçen şöyle
demiştir:
“ Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimize vahiy inmeğe başlayınca, Kureyşli'ler: “
Muhammed bizden kopup (aslından, atalarının dininden) uzaklaştı” diyerek Ona karşı cephe aldılar. Bunun üzerine
ilgili sure indi.” [36]
İbn Ebî Hâtim'in
Süddî'den yaptığı rivayete göre: Bir adamın erkek evlâdı ölünce Kureyşli'ler
onun hakkında
“ Falan adam ebter
oldu” , yani soyu, nesli kesildi derlerdi. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin erkek çocukları ölünce, Âs b. Vâil:
“ Muhammed'in soyu,
nesli kesildi, ebter oldu” dedi. Bu
sebeple Kevser Sure si indi. [37] Ebû'l-Hasan
Nisabûrî'nin tesbitine göre: İbn Abbas (R.A.) şöyle demiştir :
“ Âs b. Vâil Mescid'e
girerken Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz de oradan çıkıyordu.
Bu sebeple Beni Sehm Kapısı'nda karşılaştılar ve bir süre konuştuktan sonra Âs
b. Vâil içeri girdi ki, orada Kureyş'in ileri gelenleri oturuyordu. Ona,
dışarda kiminle konuştuğunu sordular. O da: “ Şu nesli kesik (ebter)
adamla...” diye cevap verdi. Bunun
üzerine Kevser Sure si indi. [38]
İniş sebebiyle ilgili
rivayetlerin çoğu Sure 'nin Mekke'de indiğine delâlet etmektedir. Allah daha
iyisini bilir.[39]
Sure nin
Kapsadığı Başlıca Konular:
1- Müşriklerin daha fazla saldırıya geçtiği bir dönemde
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Kevser'in verildiği konu edilerek hem
İslâm'ın geleceğinin çok parlak olduğuna işaret ediliyor, hem de Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz ile müminlere teselli havası estiriliyor.
2- Allah Teâlâ için namaz kılınması emrediliyor ve yine
O'nun için kurban kesilmesi kapalı bir anlatımla bildiriliyor.
3- Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem kin besleyip
düşmanlık edenlerin soysuz kişiler olduğu ve öylelerinin geriye ahlâk ve
fazilet adına, imân ve irfan namına bir iyilik bırakmayacakları haber
veriliyor. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ve Ona iman edenlerin geriye
sayısız hayır ve iyilikler bırakarak ayrılacaklarına ve isimlerinin kıyamete
kadar rahmetle anılacağına işarette bulunuluyor.[40]
İlgili Hadîsler
Enes radiyallâhü anh
diyor ki:
“ Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz aramızda oturduğu bir sırada hafif
uyukladıktan sonra tebessüm eder halde başını kaldırdı. Bunun üzerine:
“ Ya Rasûlüllah! Sizi
mütebessim yapan nedir?” diye
sorulduğunda, O şu cevabı verdi:
“ Az Önce bana bir
sure indirildi ve Besmele çekip Kevser Suresini okudu. Sonra da bize sordu:
“ Kevser'in ne
olduğunu bilir misiniz?” Biz de:
“ Allah ve Rasulü
daha iyi bilir” dedik. Buyurdu
ki:
“ O bir ırmaktır ki,
Rabbım onu bana vereceğini vaadetti. O çokça hayırdır; o bir havuzdur ki,
kıyamet gününde ümmetim gelip susuzluklarını ondan (içerek) giderirler.
Çevresindeki kaplar (bardaklar) gökteki yıldızlar sayısıncadır. Ümmetimden
bazı kullar ona doğru seğirtirler; (derken) erişemezler. Ben de:
“ Rabbim! onlar benim
ümmetimdendirler” derim. Rabbım buyurur
kî:
“ Senden sonra
onların neler işleyip ortaya çıkardıklarını bilmezsin!” [41]
Abdullah b. Amr b. Âs
radiyallâhü anh, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin şöyle buyurduğunu
haber vermiştir:
“ Benim havuzumun eni
ve boyu bir aylık mesafe kadardır. Suyu sütten daha beyaz, kokusu miskten daha
güzeldir. Bardakları gökteki yıldızlar misali (çoktur). Ondan bir defa içen
kimse bir daha susamaz.” [42]
Enes radiyallâhü anh,
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğunu haber vermiştir:
“ Havuzumun iki
tarafı arasındaki mesafe Eyliya [43] ile Yemen'in San'â
şehri arasındaki mesafe gibidir. Ondaki bardaklar, gökteki yıldızlar sayısı
gibidir.” [44]
Kevser ile ilgili
birçok sahih hadislerden sadece birkaç tanesini nakledildi.
Hadîslerin sıhhat
derecesini dikkate alan Şeyh Muhyiddin Nevevî. Kadı lyaz, hüküm olarak şu
sonucu çıkarmışlardır:
“ Havuzla ilgili
hadîsler sahîhtir. Ona imân farzdır ve onu tasdîk imândandır. Sonra da bu
hadîslerin hepsi Ehl-i Sünnet'e göre zahiri üzeredir, te'vîl edilemezler. Hem
hadîsler mütevatir derecesine varacak şekilde nakledilmişlerdir.”[45]
Edebî Sanatlar
Bu sure birçok edebî
sanatı kapsamaktadır.
1. Ayetinde, çoğul kipinin
kullanılması ta'zîm ifâde eder. Zira Allah Teâlâ, “Biz sana verdik”
demiş, “Ben sana verdim” dememiştir.
2. Cümleye, yemin yerine geçen
te'kîd edatı olan ile başlanarak nefs-i mütekellimden gâibe maal gayr ile (اِنَّا Gerçekten
biz)
denilmiştir. [46]
Buradaki, "Biz"
kelimesini, çoğul anlamına almak mümkün değildir. Ancak, bu atiyye ve bağışın
elde edilmesi hususunda meleklerin, Cebrail ve Mikâil aleyhisselâmın ve önceki rasüllerin
say'ü gayret gösterdiği şey cinninden bir bağış olduğunda, bir çoğul manası
kastedilebilir. Çünkü Ey Muhammed, İbrahim aleyhisselâm senin rasül olarak
gönderilmeni istemiş ve "Ey Rabbimiz, onlara, içlerinden bir peygamber
gönder... "[47]
demiştir. Hz. Musa aleyhisselâm da,
"Ey
Rabbim, beni, Ahmed'in ümmetinden kıl" demiştir ki, bu da Allah Teâlâ'nın, "Musa'ya o
emri vahyettiğîmiz vakit, (habibim) sen batı tarafında değildin, görenlerden de
değildin..." [48] ayetinden
anlaşılan husustur ve
"Benden
sonra gelecek olan ve adı Ahmed olan bir rasülü müjdeci olarak..." [49]demek
suretiyle, İsa aleyhisselâm da, seni müjdelemiştir.
Buradaki', "Biz"
ifadesinin tazim manasına alınmasına gelince, bunda, o bağışın büyüklüğüne
dikkat çekme vardır. Çünkü bu bağışı yapan, göklerin ve yerin Cebbâr'ı olan Allah
Teâlâ, kendisine bağış yapılan, "Hakikaten, biz sana kevseri
verdik" hitabının muhatabı olan Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve
sellemi, hibe ise, Kevser adını alan şeydir. Ki, Kevser; "alabildiğine
çok olan" demektir. Bu lafız, bağışlayanın, kendisine bağış yapılanın
ve bağışın büyüklüğünü ihsas ettirince, bu ne büyük bir nimet! Bu ne ne yüce
lütuf! Bu, ne görülmemiş bir şereftir.[50]
Allah neden biz ifadesini
kullanıyor?
Kur’ân-ı Kerim’de
Allah Teâlâ zaman zaman zatıyla ilgili yerlerde "biz" ifadesi
kullanır. Mesela:
"Hiç şüphe yok ki, Kur'ân'ı biz indirdik,
elbette onu yine biz koruyacağız." [51]
"Biz insanı en güzel biçimde
yarattık." [52]
Müfessirler bu gibi
ayetlerde kullanılan çoğul kipinin "azamet" ifade ettiğini bildirirler. Türkçede
bunun bir örneğini "siz" ifadesinde görürüz. Bizden büyük
olanlara hürmeten "sen" demek yerine "siz"
demeyi tercih ederiz. Buradaki"siz" ifadesi
çoğul anlamda kullanılmadığı gibi, tek olan Allah Teâlâ hakkında bazı ayetlerde
geçen "biz" ifadesi çokluk anlamına gelmez.
Dikkat edilirse Allah Teâlâ’nın
"biz" dediği yerlerde sebeplerin kullanımı
da söz konusudur. Mesela, geçen ayetlere baktığımızda Kur’ân-ı Kerim’in indirilişi
ve insanın yaratılışı anlatılmaktadır. Kur’ân-ı Kerim’in indirilmesinde Hz.
Cebrail aleyhisselâm, insanın yaratılmasında ise anne ve babası sebep olarak
görev yapmaktadır.
"(inna)- meselenin azamet ve ehemmiyetine
işarettir.
(inna): Burada (ya) mütekellim-i maalgayr,
zamirinin zikirlerinden Allah Teâlâ’nın halk, icad ve itaa fiilinde vasıtanın
bulunmadığına, kelam ve hitabında vasıtaların bulunduğuna işarettir.
Konuyu farklı bir
boyutta değerlendirilirse; Allah Teâlâ Kur'ân-ı Kerimde, her zaman "ben"
yerine "biz" diye hitap etmiyor. Âyetler hep bu şekilde
sıralanmıyor. Yerine göre, "Ben", mevzuunun gelişine,
meselenin anlatılışına göre hitap tarzları da değişiyor.
Nitekim meallerini
vereceğimiz şu âyet-i kerimelere dikkat edilirse bu husus açıkça görülür:
"Ey
İsrailoğulları! Size ihsan ettiğim nimetlerimi hatırlayın ve son peygambere
iman edeceğinize dair Bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki, Ben de size
verdiğim sözü yerine getirip mükâfatınızı vereyim. Ve sadece Benden
korkun." [53]
"Kullarım
senden Beni sordukları vakit de ki, muhakkak Ben çok yakınım. Bana dua ettiği
zaman, dua edenin duasına cevap veririm. Öyle ise onlar da Benim davetime
uysunlar. Bana iman etsinler ki, doğru yolu bulmuş olsunlar."[54]
"Ben cinleri
ve insanları ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım" [55]
Birkaç misal olması
bakımından meallerini verdiğimiz bu âyetler gibi daha pek çok âyet-i
kerimelerde Yüce Rabbimiz, kendi zâtından "Ben" mânâsına gelen
zamirlerle ifade etmektedir. Bu âyetlere dikkat edilirse, "Bana
verdiğiniz sözü", "Kabul ederim", "Beni sordukları
vakit", "Benden korkun" gibi ifadelerin doğrudan Allah
Teâlâ’nın zâtıyla ilgili olduğu ve arada hiçbir vasıta kabul etmeyeceği
görülür. İşte Allah'ın "Ben" diye hitap ettiği âyetlerin büyük
ekseriyeti hep zâtıyla ilgilidir.
"Biz" diye hitap edilen âyet-i kerimelerde
ise, umumiyetle arada bir vasıta vardır. Meselâ Kur'ân'ın indirildiğini haber
veren bütün âyet-i kerimelerde "Biz indirdik" buyurulur. Bütün
âyetler vahiy kanalıyla indirildiğine göre, burada Allah ile Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem arasındaki vasıta, bir melek olan Cebrail
aleyhisselâmdır. Yine
"Bulutla gölge
yaptık" [56]gibi
âyetlerde işi yaptıran Allah Teâlâ, işi yapan "Allah'ın memurları"
mesâbesindeki meleklerdir. Ancak burada, meleklerin "memur"
olarak vasıflandırılmasını, insanların işlerini kolaylaştırmak için kullanma
zorunda kaldıkları memurlarla kıyaslamaktan kaçınmak lâzımdır. İnsanlar
acizliklerinden dolayı memur tutuyorlar; Allah Teâlâ ise kâinatta hükmeden
kudretinin icraatını ilân etmek, onlar vasıtasıyla azametini bildirmek için
melekleri istihdam ediyor.
Zaten birçok
müfessirimiz, bu çeşit âyet-i kerimelerde Allah Teâlâ’nın kendi azamet ve
kudreti, ulûhiyet ve kibriyâsı ile hitap ettiğini bildirirler. Yâni Allah Teâlâ,
Esmâü'l-Hüsnâsı ve sıfatlarıyla birlikte hitap ederek, kendi büyüklüğünü ve
celâlini bildirmektedir.
Meselâ, "Kur'ân'ı kesinlikle Biz indirdik, elbette onu yine Biz
koruyacağız"[57]
mealindeki âyet-i kerimenin metninde "biz" mânâsına gelen dört
kelime vardır. Burada hem Allah Teâlâ’nın kibriya ve azametinin ifadesi bahis
mevzuudur, hem de meselenin ehemmiyeti zamirlerle kuvvetlendirilmektedir.
Müfessir Ebu's-Suûd
Efendi, bu âyetin tefsirinde, "Biz azamet-i şânımız ve uluvv-i
cenabımızla Kur'ân'ı indirdik" der.
Kevser Suresinde geçen "Biz" mânâsına gelen "İnnâ"nın
tefsirinde ise Fahrüddin Râzi, "buradaki 'Biz'den murad, Cenab-ı Hakkın
azametini göstermektir" der. "Çünkü Kevser'i Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve selleme hediye olarak veren, yerin ve göğün sahibi olan Allah
Teâlâ’dır. Hediye edilen şey de verenin büyüklüğüne göre bir kıymet ve azamet
kazanır."[58] [59]
3. “Sana verdik”
cümlesinde, mutlak vuku bulacağını ifade eden geçmiş zaman kipi kullanılmıştır.
Yüce Allah “Sana vereceğiz” demedi. Çünkü bu vaad mutlaka yerine gelecektir.
Bu sebeple daha vurgulu olsun diye bunu geçmiş zaman kipiyle ifade etti. Sanki
bu olay gerçekleşmiş ve olmuştur.
4. Kelimesi de, çokluk
ve mübalağa ifade eden bir vezindir.
5. “Rabbin için”
şeklindeki isim tamlaması, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin değer ve
şerefini gösterir.
6. 3. Âyet hasr ifade
eder. “Soyu kesilmiş olan sadece sana buğz edendir” demektir.
7. Sure nin başı ile
sonu arasında, yani “Kevser” ile “Ebter” arasında uygunluk vardır. Çünkü
Kevser, çok hayır; ebter ise, her türlü hayırdan mahrum demektir. Kısalığına
rağmen bu sure birçok edebî sanatı kapsamaktadır.
Surenin İcazı
İ’câz, insanların
aciz olduğu, güç yetiremediği bir durumu ifade eder. Kur’an-ı Kerim Allah Teâlâ
kelamı olduğu için insanlar onun benzerini yapmaktan acizdiler. Nasıl ki,
Allah’ın kudret kelimesi olarak yarattığı bir varlığı yaratmaktan insanlar aciz
ise kelamına da nazire getirmekten acizdirler.
Kur’an-ı Kerimin
i’câzının delili yine Kur’an-ı Kerimdir. Mekke müşrikleri peygamberimizden
(sav) mucize istedikleri zaman yüce Allah onlara Kur’an-ı Kerimi delil
göstermiştir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme hitaben “Kendilerine
okunan Kur’anı sana indirmiş olmamız mucize olarak yetmez mi?” buyurarak
Kur’anın i’câzına dikkatleri çekmiştir.
Kur’ân-ı Kerime
nazire getirmek mümkün değildir. Yüce Allah’ın bu konudaki fermanı şöyledir:
“Yoksa
diyorlar mı ki: "Onu kendisi uydurdu?" Hayır. İmân etmezler. Haydi
onun misli bir söz getiriversinler, eğer doğru sözlü kimseler oldu iseler.” [60]
Bu ayette yüce Allah bir kitap getirsinler demiyor. “Bir söz getirsinler”
yani “Kevser suresi gibi bir satırlık birkaç kelimeden ibaret bir söz söylesinler
de görelim” diyerek onlara meydan okuyor.
Gerçekten de “Kevser
Suresi” gibi bir satırlık söz söylemeleri mümkün değildir. Çünkü
Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin “Rumuzat-ı Semâniye” isimli
eserinde açıkladığı gibi Kevser Suresi bütün Kur’ân-ı Kerim’in bir hülasasıdır.
Bütün Kur’ân-ı Kerim’i inzal etmeyen bu surenin benzerini yapamaz.
1. Surenin harfleri
öyle bir şekilde seçilmiştir ki mevcut 28 harfin benzer ve kardeş olan
harflerinden dile en kolay olanları seçilmiş, dile ağır olan harfler terk
edilmiştir.
2. Harflerinin adedi Besmele ile beraber 65 olup “Hüve” ifade
eder. “Hüve” yani “Allah”[61]
lafzına tevafuk eder.
3. Harflerinin ebcedî
makamı 3000’dir. Bu adedi ile Yasin, Furkan, Fâtır, Saffat, Sa’d, Ra’d, Rûm,
Zuhruf, Şûrâ, İbrahim surelerinin 3000 harfine, tevafuk eder ve onları gösterir.
Hem Bakara, Âl-i İmran ve Nisa Surelerinin 3000 adet kelimelerine parmak basar
ve onlar ile olan münasebetini gösterir.
4. Surede geçen 13 adet
“Elif” harfi ile Fatiha Suresini 13 “Elif-Lâm” olan harf-i
tarifine ve “Elif-Lâm” ile başlayan meşhur 13 surenin başlarına işaret
eder. Bunların yedisi “Elif-Lâm-Mim” ile altısı ise “Elif-Lâm-Ra”
ile başlamaktadır. Böylece Kur’ân-ı Kerim Fatihada, Fatiha da Kevser Suresinde
münderiç olduğunu mu’cizâne ifade eder.
5. “Kevser” kelimesi
kutsi, câmî, küllî ve nurânî bir kelime olup anlamı “Hayr-ı kesîr” demektir.
Ahiretteki “Havz-ı Kevser”i meydana getiren bütün dünyevî hayır ve iyilikleri
ifade eder. Âlemlere rahmet olarak gönderilen peygamberimizin (sav) insanlığa
getirdiği bütün hayır ve iyilikleri ve Kur’an-ı Kerimin insanlık âlemine
sunduğu bütün hayırlı ve güzel işleri içine alacak kadar anlamı geniştir. Bu
hayırların içinde İslamiyeti ve insanlığı şereflendiren bütün fetihler vardır.
Sure bunların tümüne gerek ima, gerek işaret ve gerekse kasıtla işaret eder.
Meselâ: Tekerrürsüz 8 harfi ile hicretin 8. senesinde Mekke’nin fethine işaret
ettiği gibi, “Elif”in ve “Nun” harfinin sekizer defa tekerrürü ve “Kelkevser”in
sekiz harfi ile tevafuk edip İstanbul’un hicri 857 tarihinde fethine işaret
eder.
6. Kevser Suresinin
içinde geçen “El-Kevser” kelimesinin makam-ı ebcedisi 757 olup Sultan Orhan
Gazinin aynı tarihte Sal ile Avrupa yakasına geçerek 40 kahraman askerini şehit
vermekle beraber İstanbul’u ve hükümetini ilk defa İslam hükümetine cizye
vermeye mecbur etmesi tarihine parmak basar. Bundan tam yüz sene sonra da
İstanbul fethedilmiştir. Buna da “İnna A’teynâke” ile niçin verildiğini ifade
eden “Fe-Salli”nin “Fe” si alınsa 857 olup aynı tarihte Sultan Fatih eliyle
İslam dairesine girmesine tevafuk eder.[62]
Kevser Ve İçerdiği Nimetler
“ Kevser” , “ fev'âl” kalıbında “ kesret” ten türetilmiştir.
Tıpkı “nevfel” in “nefeb” den türetilmesi gibi. Araplar genellikle sayı, miktar
ve ölçü bakımından çok olan her şeye “kevser” derler. Nitekim oğlu seferden dönen yaşlı
anneye: “ Oğlunuz nelerle döndü?” diye sorulduğunda, o: “ Kevser ile döndü”
diye cevap verir. İşte çokluk ifade eden
“ kevser” in bu anlamda kullanılması çok yaygındır. Şüphesiz kadının
bundan kastettiği mana “ çok mal” dır. Bazan “kevser” , hayrı,
iyiliği çok olan adama sıfat olarak getirilir. Aynı zamanda arkadaş, dost ve
aşiretin çokluğu da bu kelime ile ifade edilir. Bunları özetleyecek olursak, şu
mana ortaya çıkar: Kevser, çok hayır, çok iyilik, feyiz ve bereket anlamına geldiği
gibi, kıyamet gününde müminlerin susuzluğunu giderme konusunda Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin havuzuna ve onun çokça hayır olarak hizmete sevk
edileceğine de delâlet etmektedir.[63]
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme Verilen Kevser
Âyette ifadesini bulduğu şekilde Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimize verilen Kevser, kaç mânaya veya kaç
farklı nimete delâlet etmektedir?
Gerçi sahih hadislerde
bunun ahiret gününde Hz. Muhammed'e sallallâhü aleyhi ve selleme mahsus
hazırlanmış büyük bir havuz, bir ırmak olduğu açıklanmıştır. Şüphesiz bu
kelimenin en çarpıcı anlamı da budur. Ancak Rasûlüllah Efendimize bundan başka
birçok büyük hayırlar, çokça iyilikler de verildiğini ve verileceğini dikkate
alan ilim adamları bu ismi 16 şekilde yorumlamışlardır. Şöyle ki:
1- Cennet'te bir ırmaktır.
2- Mahşer ehlinin hesap vermek
üzere bekletildikleri “Mevkıf” de Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
Efendimize tahsis olunan bir havuzdur.
3-
Nübüvvet ve Kitap'tır. Nitekim Tabiîn'den İkrime bu yorumu tercih
etmiştir.
4-
Kur’ân-ı Kerim’dir. Bu, Tabiînden el-Hasan'ın yorumudur.
5- İslâmiyet’tir. Çünkü o her yanı ve
yönüyle çokça hayır ve rahmettir. Bu yorum, el-Muğîre'den rivayet edilmiştir.
6-
Kur’ân-ı Kerim’in her bakımdan kolaylaştırılması ve şer'i hükümlerin hafif
tutulmasıdır. Bu yorum, Hasan b. Fazl'den rivayet edilmiştir.
7-
Arkadaş, dost, yandaş ve aşîretin çokluğudur. Bu, Ebû Bekir b. lyaş'ın
yorumudur.
8- En iyi ve en güzel olanı, en
kalıcı ve rahmet saçanı seçip beğenmektir. Bu, İbn Keysan'ın yorumudur.
9-
Nam ve şöhretin çoğalıp yaygınlaşması ve kalıcı bir iz bırakmasıdır.
Bu, Mâverdî'nin yorumudur.
10- Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemin kalbinde bir nurdur ki, bu onu Allah Teâlâ'ya (muttasıl) yaklaştırır.
11-
Şefaat makamı ve yetkisidir.
12- İnsanlardan icabet ehlinin Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin davetine olumlu cevap vermeleri için Allah'ın
tecelli ettirdiği mucizelerdir. Bu, yorum Şa'bî'den rivayet edilmiştir.
13-
“Lâ İlahe İllallah, Muhammed'ün Resûlüllah” sözüdür.
14-
Dinde çokça bilgili ve anlayışlı olmaktır.
15- Beş vakit namazdır.
16-
Çok önemli ve başarı dolu olaylardır.
Bu yorum ve
görüşlerin en sahih ve en muteber olanı, birinci ile ikinci yorumdur. Böylece
Kevser, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizden yana dünya ve âhiret
hayırlarına delâlet eden geniş kapsamlı bir kavramdır. Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin nurlu yolunda yürüyen müminlerin de hem dünyada, hem ahirette
Kevser'in feyiz ve bereketine erişmeleri umulur. Aynı zamanda mahşer alanında Rasûlüllah'ın
havuzuna kavuşmaları ve susuzluklarını gidermeleri için verilen müjdeler
arasında bulunuyor[64].
Rabbin İçin Namaz Kıl
Âyette “ namaz”
mutlak olarak anılmıştır. Surenin
Mekke'de nazil olduğuna bakılırsa, o dönemde Arap Yarımadası'nda putlara
tapılıp onlar adına kurbanlar kesilirken, bu batıl ve çirkin âdeti ve çarpık
inancı kaldırmaya yönelen İslâm Nebisinin Allah Teâlâ'ya ibadet için namaz
kılması ve yalnız O'nun adına kurban kesmesi son derece anlamlıdır. Sure'nin
Medenî olduğunu, yani Medine'de indiğini söylersek, bu namazın sabah ve bayram
namazı olduğu; “nahr” ın da kurban bayramına mahsus kurbana işaret
bulunduğu kendiliğinden ortaya çıkar. Bu iki yorum, âyetin delâlet ve işaretine
ağırlık kazandırdığından ilim adamları âyetini beş ayrı şekilde yorumlamışlardır.
Şöyle ki:
1- İbn Abbas'a radiyallâhü anha
göre: Üzerine farz olan namazı kıl. Tabiîn'den Dahhak de aynı yorumu
benimsemiştir.
2- Katade, Atâ' ve İkrime'ye göre:
Kurban Bayramı namazını kıl. Nitekim Enes radiyallâhü anh diyor ki:
“ Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz önce kurbanlık hayvanı keser, sonra
namaz kılardı. Bilâhare aldığı işaret üzerine, ümmetine önce namaz kılmayı,
arkasından kurban kesmeyi emretti.” [65]
Tabiînden Saîd b.
Cübeyr bu konuyu biraz daha açıklayarak şöyle tefsirde bulunmuştur:
“ Rabbın için farz
olan sabah namazını Müzdelife'de kıl ve Minâ'da kurban kes!” Saîd b. Cübeyr ayrı bir yorum olarak da şöyle
demiştir:
“Bu âyet Hudeybiye'de
inmiştir ki, o günlerde Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz Mekke'ye
girmekten ve Beytullah'ı tavaf etmekten alıkonmuştu. Bunun üzerine Allah Teâlâ
Ona namaz kılmasını, kurbanlık develeri kesmesini ve öylece Medine'ye dönmesini
emretti. O da Hudeybiye'de bu emri aynen yerine getirdikten sonra Medine'ye
döndü. İbnü'l-Arabî diyor ki: “ Namaz
kıl” dan maksat, beş vakit namazsa, şüphesiz bu namaz ibâdetlerin rüknü,
İslâm'ın kaidesi ve dinin en büyük ana direklerinden biridir. O bakımdan bu
çok önemli ibâdete devam edilmesi te'kiden bildirilmiştir. Ama bu namaz,
Müzdelife'de kılınacak sabah namazı ise, şüphesiz bu, kurbana eşlik eden bir
namazdır, yani sabah namazından sonra Minâ'ya gidilip orada kurban kesilir.
Çünkü Minâ'da kurbandan önce sabah namazından başka namaz yoktur. Bu namazın
Kurban Bayramı namazı olduğunu söyleyenlere göre, şüphesiz bu, Mekke'de değil,
Medine'de cereyan etmiştir.. Zira Bayram Namazı, icmâ ile Mekke'de değil,
Medine'de kılınmıştır.”
3- Hz. Ali'ye kerremallâhü vecheye
göre: “ Fesalli lirabbike” den maksat,
“ Namazda sağ elini sol elinin üzerine koy” demektir.[66] Ayrıca ellerin göğüs
hizasında belirtilen şekilde tutulması söz konusudur. Zira “nahr” bu mânaya da delâlet etmektedir.
4- “ İftitah, rükû’ ve secde
tekbîrlerinde elleri göğüs seviyesine kadar kaldır” demektir. Hz. Ali kerremallâhü vecheden yapılan
zayıf bir rivayete göre ise,
“Bu âyet inince Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz Melek Cebrail’e:
“Allah Teâlâ'nın
emrettiği nahîre nedir?” diye sordu. O
da : “ Bu, ayın son gecesi manasına değildir. Allah Teâlâ'nın sana, namaz
için tekbir getirdiğinde ellerini kaldırmanı emretmesidir. Rükû'dan başını
kaldırdığın zaman ve secdeye eğildiğinde de böyle yaparsın.” [67]
5- Ferra', Kelbî ve Ebûlahves'e
göre: Namazda göğsü kıbleye müteveccih bulundurmak anlamınadır.
Namaz İle
Şükürün İlgisi
1- Surede "Nimetten (Kevser) bahsedildiğine
göre, buraya en uygun olan, şükür ifadesinin yer almasıydı.. O zaman niçin, Allah
Teâlâ, "O halde ... namaz kıl" demiş de, "şükret..."
dememiştir?" denilirse, buna şu bakımlardan cevap verebiliriz:
a) Şükür,
tazim demek olup, bunun, üç rüknü vardır:
Birincisi: Kalbi
alakadar eden şey olup, bu da, kişinin, kalben bu nimetin, başkasından değil, Allah
Teâlâ'dan olduğunu bilmesidir.
İkincisi: Bu
nimetin, dili alakadar eden kısmı... Ki bu da, kişinin, lisanıyla, Allah Teâlâ'yı
övmesidir...
Üçüncüsü: Amelle
ilgili olan kısım ki, bu da, kişinin, Allah Teâlâ'ya hizmet etmesi, boyun
eğmesidir. Ki, namaz, bu hususları, hatta daha fazlasını kapsamaktadır. O halde
namaz kılmayı emretmek, fazlasıyla beraber şükrü emretmek demektir. Demek ki,
burada namazın emredilmesi daha güzel ve yerinde olmuştur.
b) Eğer Allah
Teâlâ, "O halde şükret" demiş olsaydı, bu, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin daha önce şükretmemiş olduğunu düşündürürdü. Ne
var ki, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, ta işin başından itibaren
Rabbini tanımış, O'na itaat etmiş ve O'nun nimetlerine şükretmiştir. Ama,
namaza gelince, o, namazı ancak vahiy ile tanımış ve öğrenmiştir. Çünkü Allah
Teâlâ, "Daha önce kitab nedir, iman nedir bilmezdin..." [68] buyurmuştur.
c) Allah
Teâlâ, işin başında (burada), Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme namazı
emretmiştir. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemde, "Ben abdestli
değilim, nasıl namaz kılayım?" buyurmuş, sonra da Cebrail aleyhisselâm,
kanadıyla yere vurmuş, derken, Kevser suyu fışkırmış; Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem de abdest alınca, "Şimdi namaz kıl..."
denilmiştir. Biz, kevseri, nübüvvet manasına aldığımızda, Allah Teâlâ adeta, "Biz,
sana risaleti, hem kendine hem de insanlara taatı emretmen için verdik. Ki,
taatların en kıymetlisi, namazdır. O halde, Rabbin için namaz kıl..." demek
istemiştir.
2) "O
halde Rabbin için namaz kıl..." ifadesi, "İmdi, Rabbin için
şükret..." anlamındadır. Bu, Mücâhid ve İkrime'nin görüşüdür. Bu
görüşe göre, âlimler, bu emrinin başına fâ'nın getirilmesinin faydası
hususunda şu izahları yapmışlardır:
a) Bu, "Nimetlere şükretmenin, hemen değil,
"terahî" (daha sonra da) olabileceğine de dikkat
çekmektedir.
b) Buradaki
takibiyye fâ'sı ile Allah Teâlâ'nın, "Ben, cinleri ve insanı, ancak
Bana ibadet etmeleri için yarattım" [69] ifadesiyle anlattığı şeye işaret etmek kast
olunmuştur. Ne var ki, Allah Teâlâ, bu konuda Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
selleme, daha fazlasını tahsis etmiştir. Ki, bu da, Allah Teâlâ'nın "sana
yakın (ölüm) gelinceye değin, Rabbine ibadet et"[70] ayetinin ifade ettiği husustur. Bir de Allah
Teâlâ, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve selleme demiştir
ki, bu, "Birisinin hemen peşinden senin, diğerini yapman gerekir.
Binâenaleyh, benim nimetim sana ulaştıktan sonra ya nasıl olacak!? Bunun
peşinden, hemen şükretmeye başlaman hemen gerekmez mi?" [71]demektir.
3) Emri, "Allah'a
dua et" manasındadır. Çünkü "namaz" dua demektir.
Mananın böyle olması halinde, emrin başındaki fâ'nın faydasına gelince, bu da
şöyledir: Allah Teâlâ adeta, "Sen, istemezden, dua etmezden önce, Biz,
sana kevseri verme hususunda cimri davranmadık. Binâenaleyh, ya sen istedikten
sonra durum nasıl olur?! Ne var kî, sen iste; sana verilir. Şefaat et; şefaatin
kabul olunur" demek istemiştir. Bu böyledir, zira Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem, hep, nimetini düşünmüştür. Bil ki, bu görüşlerden
en evla olanı, birinci görüştür; çünkü o görüşe göre kelimesinin ifade ettiği
husus, şeriat örfüne en yakın manadır.[72]
Kurban'ın İslâm'daki Yeri Ve Önemi
İslâm Dini, kurban
konusunu en yararlı çizgisine getirip dayamış ve böylece malî ibâdeti, bedenî
ve kalbî ibâdetle birleştirerek bütünleştirmiştir. Allah için, Allah adına,
fakirden, komşudan, muhtaçtan yana kurban kesmek ilk insan, ilk peygamber Âdem aleyhisselâm
ile başlar. İki oğlu arasında ortaya çıkan ihtilâfın, Allah Teâlâ adına, en
samimi niyetle birer kurban kesmeleri suretiyle çözüme kavuşturulması bir
hüküm olarak belirir. Nitekim Mâide Sure si'nde bu ilk kurbandan şöyle söz
edilerek bilgi verilmektedir:
“ Bir de onlara Âdem’in
iki oğlunun haberini (aralarında geçen olayı) gerçek yönüyle anlat: Hani ikisi
birer kurban sunmuşlardı da birinden kabul edilmiş, diğerinden kabul
edilmemişti. (Kurban'ı kabul edilmeyen bu duruma öfkelenmiş) “ And olsun ki
seni öldüreceğim” demişti. O da: “ Allah
ancak muttakîler (Hakk'a saygılı olup kötülüklerden sakın anlar) dan kabul
buyurum., demişti.” [73]
Sonra Kur’ân-ı
Kerim’de yine bu konuda İbrahim aleyhisselâm ile oğlu İsmail arasında cereyan
eden olaya temas edilirken, insanın kurban edilemeyeceği vurgulanır ve İbrahim
aleyhisselâmın kurban etmek istediği oğluna bedel büyükçe bir koçun kurbanlık
olarak gönderildiğine değinilerek, ilâhî beyandan uzak kavim ve milletlerin
bakire kızları, genç erkekleri kurban etmelerinin kutsal, feyizli, bereketli ve
insanî hiçbir yanı bulunmadığına işaret edilir. Şöyle ki: “ Ve İbrahim, ‘şüphesiz
ben Rabbıma gidiyorum, O bana doğru yolu gösterin’ dedi. Ey Rabbım! Bana iyi-yararlı kişilerden
olacak (bir evlâd) bağışla, deyip duâ etti. Biz de O'nu çok sabırlı, zarif ve
yumuşak huylu bir oğul ile müjdeledik. Çocuk onun yanında yürüyüp konuşabilme
çağına gelince, İbrahim ona şöyle dedi;
“ Oğulcağızım!
Doğrusu ben rüyamda seni boğazladığımı görüyorum. Bir bak, bu hususta görüşün
ne?” O da:
“ Babacığım! Sen
emredildiğini yap. Beni -inşallah- sabredenlerden bulacaksın” dedi. Bunun üzerine her ikisi de (Hakk'ın
buyruğuna) teslimiyet gösterdiler ve O, oğlunu alnı üzeri yere yatırdı. Biz de
Ona şöyle seslendik:
“ Ya İbrahim! Rüyayı
cidden gerçekleştirdin. Şüphesiz biz, iyiliği, güzelliği, yararlı işleri huy
edinenleri böyle mükâfatlandırırız. Şüphesiz bu acık bir imtihan idi. Ve onun
yerine fidye olarak büyük bir kurbanlık verdik..” [74]
Ayrıca Musa
aleyhisselâm zamanında bir adamın kim tarafından öldürüldüğünü belirlemek ve
mu'cize doğrultusunda, öldürülenin haber vermesini sağlamak üzere boyunduruk
altına sokulmamış, taze, güçlü; aynı zamanda parlak sarı renkli bir sığırın
kurban edildiği şöyle anlatılmaktadır:
“Hatırlayın ki, bir
vakit de Musa, milletine : “ Allah size bir sığır boğazlamanızı emrediyor” demişti. Onlar (atalarınız): “Bizi alaya mı
alıyorsun?” demişlerdi. O da
“ Öyle cahillerden
olmaktan Allah'a sığınırım” demişti…”
“ Sığırın bir kısmını
öldürülen adama vurun” demiştik.
(Vurulunca da o dirilivermişti). İşte böylece Allah ölüleri diriltir. Aklınızı
iyice kullanasınız diye âyetlerini size gösterir.” [75]
Mevcut Tevrat
nüshalarında da başkası adına kurbandan ve adaktan söz edilerek kurbanın ancak
Allah adına kesileceği belirtilir ve bu konuda şöyle bilgi verilir:
“ Ancak Rabdan başka bir
ilâha kurban kesen helak edilecektir.” [76] Levililer Kitabı'nda
günah takdimesi koçtan söz edilmekte ve kurban edilen koçun günaha keffaret
olacağı belirtilmektedir. [77] Anlaşıldığı üzere
semavî dinler insanı kurban etmeyi kesinlikle yasaklarken, kul ile Rabbi
arasındaki ilgiyi kuvvetlendiren amellerden biri olarak eti yenilen deve ve
davarlardan birinin kurban edilmesini emir ve tavsiye etmişlerdir. Zira eski
Mezopotamya, Hind, Yemen, Mısır ve Yunan efsanelerinde ve destanlarında bakire
kızların, gelinlik kadınların ve genç yakışıklı delikanlıların kurban
edildiğini görmekteyiz. Mısır'da “ Nil Nehri” nin bolluk ve bereket
ilâhı sayıldığı da yine Mısır Mitolojisinde geçmektedir. Orada ön sırada
bulunan kâhinlerin, Nil'in coştuğu Nisan ayında ona üç veya yedi bakire kız
kurban ettikleri bilinen bir gerçektir. Son olarak İslâm Dini, her hüküm ve
konuyu en mükemmel şekliyle düzenleyip insanlığın hizmetine sunduğu gibi. Kurban
konusunu da hem Allah'a yaklaştırıcı bir ibâdet, hem aile ve çevreyi manen tatmin
edip huzur ve güvene kavuşturan kutsal bir destek, hem de komşular ve toplum
arasında dostluk bağlarını kuvvetlendiren ve sosyal adaletin sağlanmasına
yardımcı olan malî bir ibadet kılarak onu en verimli ve bereketli çizgisine
kavuşturmuştur. Âyette sarih şekilde “ kurban kes” denilmeyip “ nahr yap” denildiği için, bazı mezheplerde bu ibadet
vacip, bazısında ise sünnet kabul edilmiştir. Ama ister vacip olsun, ister
sünnet sayılsın konuda hâkim olan ilâhî hikmet ve mantık son derece faydalı
sonuçlar doğurmaktadır. Eğer doğrudan farz kılınsaydı, birtakım zorlukların
ortaya çıkması söz konusu olabilirdi. Vacip veya sünnet derecesinde kalması
ictihad doğrultusunda müminlere rahatlık ve kolaylık getirmiştir.[78]
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme Kin Besleyip Düşmanlık Edenler
“Asıl soyu kesilen,
ismi unutulan, sana kin besleyip düşmanlık eden kimsedir.” Büyük insanın, büyüklüğü ve ortaya attığı
fikri, ideâli ve savunduğu davanın büyüklüğü nispetinde dost ve düşmanı olur.
Şüphesiz ki Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, dünya kuruldu kurulalı
gelip geçen ünlülerin, büyük liderlerin, nebilerin ve mürşidlerin en büyüğü ve
önde gelenidir. Tebliğiyle görevlendirildiği İslâm ve Kur'ân da davaların en
büyüğü ve en kalıcısı, en hayırlısıdır. Davanın azametini, kıyamete kadar
gelecek olan bütün insanlara seslenişini ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemin yaptığı inkılâbın büyüklüğü, devamlılığını; parlak ve kalıcı
sonuçlarını, aynı zamanda mutlak anlamda rahmet yansıttığını görmeyen, idrâk edemeyen
kalp gözleri kör nankörlerin Ona karşı düşmanlıkları da o nispette büyük
olmuştur. O bakımdan bu zihniyette olan inkârcılar ortaya çıkan her olayı İslâm
aleyhine değerlendirmeyi iş edinirler ve Hz. Muhammed'i sallallâhü aleyhi ve
sellemi küçük düşürmek İçin bazı âyet ve hadisleri kendi fasit düşüncelerine
ve çarpık mantıklarına göre yorumlarlar; sonra da her çareye başvurmayı kendilerine
görev sayarlar. Nitekim Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin erkek
çocukları birbiri ardınca ölünce, azılı müşrik Âs b. Vâil ve yandaşları bu
olayı Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin aleyhine yorumlayıp Ona:
“ Ebter” diyecek kadar kinlerini açığa vurdular. Allah
Teâlâ, Resulünü bu çirkin sözlerden korumak için asıl “ Ebter” in onlar
yani Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme karşı kin ve düşmanlık besleyen o
soysuzlar; adı sanı kesilecek ve lanet ile anılacak da ancak onlar olacağına
değinerek, ilâhî takdîr ve hükmünün kimin hakkında nasıl tecelli edeceğine
işarette bulunmaktadır.
“ Beter” kökünden gelen “ ebter” , aynı zamanda
kısır, başarısızlık, feyizsizlik ve bereketsizlik manalarına da delâlet eder.
Nitekim hadiste bu kelime belirtilen manalarda da kullanılmıştır. Şöyle ki: “
Önemli ve anlamlı olan her işe elhamdülillah ile başlanmazsa, o kısır,
başarısız ve bereketsizdir.” [79]
“ Önemli ve anlamlı
olan her işe Bismillah ile başlanmazsa, o kısır ve bereketsizdir..” [80]
Ebter'in bu manasının,
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin düşmanları hakkında aynen tecelli
ettiğini ve iman etmeyenlerin başarısız, feyizsiz ve bereketsiz bir ömür
geçirip nam ve şöhretlerinin sabun köpüğü gibi söndüğünü siyer kitaplarından
okuyor ve yaşadığımız çağda da bunun birtakım misallerini görüyoruz. Kıyamete
kadar da bu ilâhî beyan hükmünü yürütecek; Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem Efendimiz hep minnet, şükran, şan, şeref, saygı ve tazimle anılacak;
neşrine memur olduğu İslâm Dini, milyarların kalbini doldurup yollarını
aydınlatmaya devam edecek; O Yüce Peygambere ve dâvasına düşmanlık ve kin
besleyenler bereketsizlik ve huzursuzluk içinde ömürlerini tüketecek ve ölüm
olayıyla büsbütün silinip belirsiz olacaklardır. İnkarcı sapıkların, Hz.
Muhammed'e kin besleyip düşmanlık edenlerin ismini yaşatmaya çalışmaları hiçbir
olumlu sonuç vermeyecek, bir süre sonra tarih gerçek hükmünü ortaya koyacaktır.
Şüphesiz bugün hâlâ Firavunlardan, Nemrutlardan, Ebû Cehillerden ve benzeri
zalim inkârcı zorbalardan, diktatörlerden söz ediliyorsa, bu, rahmet ve
saygıyla değil, nefret ve lanetledir. Böylece hak eninde-sonunda yerini
bulmakta; herkes lâyık olduğu yeri ve sıfatı almaktadır.[81]
29. MEKTUB'UN
SEKİZİNCİ KISMI[82]
ALTINCI REMİZ
بِسْـــمِ اللهِ الرَّحْمَنِ
الرَّحِيمِ
اِنَّا اَعْطَيْنَاكَ الْكَوْثَرَ فَصَلِّ لِرَبِّكَ وَانْحَرْ اِنَّ شَانِئَكَ هُوَ اْلاَبْتَرُ
“Muhakkak
Biz, sana Kevser'i verdik. Sen de Rabbın için namaz kıl ve kurban kesiver. Sana
buğzeden; şüphesiz ki zürriyetsiz olan, işte odur.” [83]
Sure-i Kevser'in hurufu kırkaltı,
Besmele ile altmışbeş, huruf-u hecaiyeden mevcudu onyedidir. Nüzul-u vahyin
havz-ı ekberi ve ekser Enbiyanın meşhur kevseri olan Kuds-i Şerifin fetih
tarihi olan onyedi adediyle tevafuk etmek sırrıyle işaret eder. Besmele ile
ondokuz, mevcudu olmayan onikidir. Besmele ile dokuz, tekerrürsüz olan
harfleri on, tekrar sekizdir.
Besmele ile tekrarsız sekiz, tekrar
eden oniki, kelimatı on, nahvi kelimatı yirmi. Besmele ile Kevser'in kelimatı
ondörttür. Bir cennet-i dünyeviye ve bir kevser-i İslamiyet olan Şam'ın fethine
tevafuk sırrıyle işaret eder. Nahv-i kelimatı yirmiyedi. Hemze Elif tekerrürü
sekiz, Besmele ile oniki, ن tekrarı
yedi, Besmele ile sekizdir. Çok meşhur sekizler ile beraber Havz-ı Kevser-i
Kur'an'ı olan Mekke-i Mükerremenin fethine tevafuk sırrıyle ima eden ا ve ن, اِنَّا اَعْطَيْنَاكَ den اِنَّا
فَتَحْنَا لَكَ nın
başına baktırıyor.
Sakin Elif üç, Besmele ile beş, ى
bir Besmele ile iki, ك dört, ل beş, Besmele ile dokuz, و üç, ر dört, Besmele ile altı, ب üç, Besmele ile dört, ح
bir, هـ bir, Besmele ile ikişer. İşte şu Sure-i Kevser'in
vaziyet-i hurufatında çok esrar ve işarat ve letaif var. Yalnız burada
tevafuka münasebetdar üç letaifine işaret edeceğiz.
BİRİNCİ LETAFET
( ص ط ف ع ش س ث ) bir (
م ح ه ي)
(Sakin ا و ب ) üç. Bu üçler surenin üç ayetlerinin
adedine tevafukla beraber; kendi ebcedi adedlerinin mecmuu olan dokuzda tevafuk
ediyor.
Besmele ile ( ك ر ب ) dört. Yine Besmele ile dört aded ayetlerde tevafuk
ciheti ile işareti var.
ل ve Besmele ile Sakin Elif beş, Besmele
ile ر altı, ن yedi, Hemze sekiz, Besmele
ile ل dokuz.
İşte birden dokuza kadar tekrarda terakki,
o kudsi hurufatın intizamına bir intizam daha katar.
İKİNCİ LETAFET
Besmele ile aded-i hurufu
altmışbeştir. Bu هُوَ iki rakam hurufa inkilab
etse olur. İhlasın başındaki هُوَ الله ile
هُوَ الَّذِى
اَرْسَلَ رَسُولَهُ deki ye
manidar bakmakla beraber; altmışbeş sene-i veladetle, sene-i vefat dahil olmak
veya arabi seneler itibari ile Sahib-ül Havz-ı vel Kevser olan Zat'ın ömrüne
tevafuk etmekle beraber; Besmelesiz Sure-i Kevser'in aded-i hurufu, sure-i
Kevser'in vakt-i nüzulüne tevafuk sırrıyle işaret eder.
Sure-i Kevser'de mevcud huruf-i
hecaiye ondokuzdur. Ondokuz aded ile Besmelenin ondokuz hurufuna tevafuk sırrıyle
âlem-i esma dâhil olmak şartiyle ondokuzbin alemin kudsi haritası olan
Kur'an'ın Havz-ı Kevser'inden ondokuz cedvel ile ondokuzbin aleme neşr-i ab-ı
hayat ettiğine, Sure-i Kevser ondokuz parmak ile şehadet edip işaret ediyor
gibi bir tevafuk gösterir.
Tekerrürsüz harfler ondur. On aded ile
şu Sure-i Kevser kelimâtının on adedine tevafuk etmekle beraber; o iki
mutevafık nahvi kelimatının yirmi adedine tevafuk sırrı ile yirmi sene bilâfasıla
nuzul-i Kur'an zamanını telvihden hali değildir.
Ve tekrar eden harfler sekizdir. Sekiz
adediyle Besmele ile tekerrürsüz sekiz adedine tevafuk ile beraber, Elif ve ن 'un dahi sekiz adedlerine tevafuk
etmekle Havz-ı Kevser'in sekiz dairelerinden sekiz Cennet'e açılan sekiz
kapısına tevafuk nev'inden şimdi tutamadığım çok işaretler vardır.
Ve tekrar eden harfler onikidir. Oniki
adediyle Besmele ile Elif oniki adedine ve surede mevcut olmayan harflerin
oniki adedine tevafuk münasebeti ile meşhur ve Kur'an ile münasebetdar çok
onikilere remz eder.
ÜÇÜNCÜ LETAFET
Besmelesiz Sure-i Kevser'de hecai hurufat
içinde ikişer kardeş sayılan harflerden her iki kardeşten en güzelini ve en
manidarını almış öteki kardeşini bırakmış.
Mesela: İki kardeş olan: رز den, ر var ر yok. ش س den, ش var س yok. ض ص dan, ص var ض yok. ظ ط den, ط var ظ yok. غ ع den, ع var غ yok. ق ف dan,
ف var ق
yok. ن م dan, ن var م
yok.
Gibi zarif ve muntazam ve manidar bir
intihab var. Hem Kur'an'ın bir misal-i musağğarı olan Kevser'de tekerrür eden
hurufat surelerin başlarına bahusus mukattaat hurufla başlayan surelerin
başlarına Fatiha misillu hafi işaretleri var. Fakat Fatiha-i Şerifinin işareti
sarahata yakındır.
Mesela: اَعْطَيْنَاكَ الْكَوْثَرَ
ayeti doğrudan doğruya Resul-i Ekrem Aleyhissalatü
Vesselam'a hitab edip Kevser'i ihsan ettiğine delalet etmekle elbette o
muhatabın medar-i imtiyazı olan has isimlerine imaen اِنَّا اَعْطَيْنَاكَ deki ط yi طه ve يس
gibi işaretlerle Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselam'ın meşhur iki ismi ve
iki surenin başlarına ve isimlerine işaret ediyor.
Hem Kevser'de Elif tekerrürü onikidir.
الله
lafzının aslı, ال اله olmak cihetiyle Elifin Kevser'de tekrarı onüç olmakla; yedi[84] الم,
altı [85] الر nın mecmu' adedi olan onüçe tevafukla
o surelerin başlarının başlarına küçücük fihristecik nev'inden işaretle var
deriz.
Çünkü Elifin ism-i sarihi o surelerde
zikretmesiyle ve Fatiha-i Şerifede onüç ال yine onüç sureye sarahata yakın işaret etmekle; Kur'an
Fatihada, Fatiha Kevser'de dâhil olmak
sırrıyle Kevser'in manası Kur'an olmak cihetiyle deriz ki: Kevser'de Elifin
onüç defa tekrarı, Fatiha'da onüç defa ال tekrarı gibi; nısf-ı Kur'an'ı teşkil eden
onüç surenin isimlerine işaret ederek başlarına parmak basıyor.
Bu münasebetle Fatiha'nın şu
letafetini bir derece izah için deriz: Madem Kur'an Fatiha'da icmalen münderiç
olduğunu ehl-i tahkik zevk-i şuhudi ile hüküm etmişler. Ve madem Kur'an'da
Fatiha'nı bir ismi:
سَبْعًا مِنَ الْمَثَانِى وَالْقُرْاَنَ
الْعَظِيمَ [86] dır.
Ve madem surelerin
başında mukataat hurufla başlayan mühim sureler الم ve الر 'lar ve حـمlerdir. Ve madem Fatiha-i Şerife'de
onüç ال
lafzı tekerrür ediyor. (HAŞİYE)[87]
yani الف لام zikredilmiş. Ve madem o meşhur surelerin
başında mukattaat hurufundan onüç defa "Elif Lam" ism-i hecaisiyle
okunuyor. Ve ال suretiyle yazılıyor.
Ve madem Fatiha müteaddid vecihler ile
o meşhur الم ler ve الر ler ve حـم
lere bakıyor. Ve madem o meşhur surelerde onbeş defa [88] م ism-i hecaisiyle zikredilmiş. Ve onüç
defa ال ism-i
hecaileri ile tekrar edilir. Ve Fatiha'da dahi onbeş م tekerrür ediyor . Ve o surelerdeki
onbeş م
e tevafuk ediyor. Ve Fatiha'da onüç defa ال tekrar etmekle o surelerdeki onüç ال
adetlerine tevafuk ediyor. Elbette bütün bu tevafuk Fatiha'da o surelere karşı
olan onüç ال
den onüç işaret parmakları hükmünde olan onüç ال tekerrür edilmiştir.
Şimdi yine Kevser'e dönüyoruz. Kevser
kelimesi kudsi, cami', külli, nurani bir kelimedir. Bir manayi luğavisi hayr-ı
kesirdir. Ve o küllinin misalleri çoktur. Başta maddi ve uhrevi Havz-ı
Kevser'den ve manevi ve ehl-i dünyaya ab-ı hayat neşreden en mühim havz-ı
kevser olan Kur'an'dan tut, ta Sahib-i Havz-ı Kevser'e verilen "Hayri
Kesir" ıtlakına masadak olan bütün hedayayı Rahmaniye ve Fütuhat-ı
Rabbaniyeden, ta Feth-i Mekke ve Feth-i Beyt-ül Makdis ve Feth-i Şam, hatta
Feth-i İstanbul'a kadar manaları var.
Evet madem sabıkan geçtiği gibi Sure-i
Kevser, Fütuhat-ı Muhammediyeyi sallallâhü aleyhi ve sellem ihtar eder. Ve
kelimatıyla ve hurufatıyla Feth-i Mekke ve Feth-i Beyt-ül Makdis ve Şam
fütuhatına- işaret eder. Elbette altıyüz seneye karib mühim bir merkez-i
Hilafet-i İslamiye ve menba'ı
neşr-i ahkam-ı Kur'aniye ve Kur'an-ı Hâkimin muazzam ordusunun merkezi olarak,
Kur'an bayrağını dörtyüz sene kadar kâinata karşı
galibane tutan İstanbul'un tarih-i fethini Kur'an'da بَلْدَةٌ
طَيِّبَةٌ [89] işaretiyle müjde verdiği gibi;
sekizyüzelliyedi teşkil eden ف الْكَوْثَرَ ebced-i makamı sekizyüzelliyedi olarak, aynen بَلْدَةٌ طَيِّبَةٌ gibi İstanbul’un İslam eline geçmesi
olan sekizyüzelliyedi tarihine tevafuk etmekle işaret ediyor.
Çünkü: الْكَوْثَرَ kime
verilmiş ve ne için verilmiş sırrıyla, Kevser'in evvelinde اَعْطَيْنَاكَ kime verildiği için ondan ك
'i alır. Ne için verildiğine delalet eden
فَصَلِّ 'den neticeye işaret için ف 'yı alır.ف الْكَوْثَرَ ك olur. Mecmuu sekizyüzelliyedi adediyle İstanbul'un
fethini müjde
veriyor ve Fütuhat-ı Muhammediyeye sallallâhü aleyhi ve sellem dahil olarak en
muhteşem cevami-i İslamiyeye merkez olup kürre-i arzda kılınan salat-ı kübranın
bir mescid-i ekberi olduğuna elbette ima eder.
Hem yediyüzelliyedide İstanbul
İslam'ın eline geçmesine namzed olarak yol açılmış muhasara ile Fatihası
okunmuş. (HAŞİYE)[90]
Demek الْكَوْثَرَ namzedliğini ve akd-i İslamiyete girmesine
yediyüzelliyedide الْكَوْثَرَ
aded-i ebcedisi imaen ifade ediyor. Ve sekizyüzelliyedide الْكَوْثَرَ ك sarahata yakın bir suretde delalet
ediyor.
Evet madem Sure-i Kevser, Resul-i
Ekrem Aleyhissalatü Vesselam'a ihsan edilen fütuhat-ı azimeye delalet ediyor.
Elbette الْكَوْثَرَ İstanbul'a dahi bakıyor.
Evet, madem yirmisekiz huruf-i hecaiyeden
الْكَوْثَرَ de mevcut olan onyedi huruf dahi الْكَوْثَرَ 'in birinci ayeti olan اِنَّا اَعْطَيْنَاكَ
الْكَوْثَرَ aded-i
hurufu olan onyedi adede tevafuk etmekle beraber; mecma-ı Enbiya ve nüzul-i
vahyin Havz-ı Kevser'i olan Beyt-ül Makdis'in fetih tarihinin onyedi adedine
tevafuk ediyor. Elbette Fütuhat-ı Muhammediyeyi sallallâhü aleyhi ve sellem
ihtar eden اِنَّا اَعْطَيْنَاكَ de bu tevafuk rastgele değil, belki kudsi
bir işaret için rast getirilmiştir. Aynen şu birinci ayet, Medde ve Şedde'yi
saymayan mezhebe göre aded-i hurufu ondört olarak Besmele ile Kevser
kelimatının ondört adedine tevafuk etmekle beraber; fütuhat-ı İslamiyenin en
mühimmi olan feth-i Şam tarihi olan ondört senesine tevafuk ediyor. Elbette bu
tevafuk ittifaki değil, belki tevfık edilmiştir.
Madem ف الْكَوْثَرَ ك sekizyüzelliyedi makam-ı ebcedi ile dünyevi bir kevser-i İslamiye olan
İstanbul'un fethine ima eder. Elbette sekiz aded hurufatiyle zemzeme-i Kur'an'ı
ima eder. Elbette sekiz aded-i hurufatiyle zemzeme-i Kur'an'ın menba'ı ve o
Havz-ı Kevser-i İlahinin bir havzı ve en evvel ab-ı zemzeme-i Kur'an ondan
nebean ettiği olan Mekke-i Mükerremenin sekizdeki fethine, tekrarsız hurufların
sekiz adediyle ve mükerrerlerin yine sekiz tekrarıyla ve Elifin sekiz tekrarıyla
beraber; kendi sekiz harfiyle tarih-i feth-i Mekke olan sekiz seneye bil-ittifak
tevafukları şu fütuhatçı surede ittifakı tesadüfî değildir. Belki tevfik
edilerek kudsi bir işaret için rast getirilmiştir.
يا رب بسر سورة الكوثر بحرمة صاحب الكوثر اسقنا ورفقاءنا من
ماء الكوثر في يوم المحشر آمين
İHTAR VE İ'TİZAR
Yirmidokuzuncu Mektubun Sekizinci
Kısmının Altıncı Remzi unutulduğundan, hem kısa surelerden bir nebze
münasebat-ı tevafukiyeden bahsedildiğinden en kısa sure olan şu Sure-i Kevser'e
işaret olmakla beraber bahs açılmamış olduğundan bilmecburiye cismen, kalben,
fikren müşevveş, hastalıklı ve kısa bir zamanda acele ile bu remz yazıldı. Elbette
tabirat ve tafsilat cihetinde benim kusurlarım çok vardır. Lüzumsuz tabirat
içine girmiş. Fakat hatıra nasıl gelmiş, öyle yazıldı. Tanzim ve tashihe lüzum
varsa başkası yapsın.
(Üstadımızın Afyon'dan tahliyesinden
sonra bu remiz için buyurdukları bir emirdir: "Bu kısmı herkes
bilemez. Ve faide vermez. Okunmamak için iğneledim.")[91]
Said
Nursî
TEVHİD
MERTEBELERİ
İki bölümde incelenmekte ve değerlendirilmektedir.
İlk bölüm Fenafillâh mertebeleri olarak
isimlendirilir.
Bu bölüm 3 mertebeden meydana gelmektedir,
Bunlara, Terakki Makamları da denir, Sırasıyla;
a- Tevhid-i Ef’âl,
b- Tevhid-i Sıfat,
c- Tevhid-İ Zât’tır.
İkinci bölüm Beka-billâh mertebeleri olarak
isimlendirilir.
Üç mertebeden ibarettir, Tedellî (İlâhî
alemdeki iniş) Makamları diye de adlandırılmaktadır.
a- Cem,
b- Hazretü-l-cem,
c-
Cem’u’l-cem,
d-Ehadiyyetü’l-cem:
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
Efendimize has ve O’na ait bir makamdır. Telkin edilemez. Edilse de anlaşılamaz
ve inkâr edilme gibi durumlar zuhur eder.[92]
FENAFÎLLAH
MERTEBELERİ
a-Tevhid-i Ef’âl: Fiillerin birliği anlamına gelir.
Bu mertebede gözetilen edebi Fiillerin hepsini yani bize nisbetle iyisini de
kötüsünü de Hakk’a nisbet etmek esastır. Çünkü onların iyiliği ve kötülüğü bize
göredir. Yoksa Hakk’a nisbet edildiğinde hepsi hayırdır ve
isimlendirilmemiştir, Fiillerin iyiliği ve fenalığı, kula nisbet edildiğinde
belirlenir ve bu zamanda, iyi ve kötü diye adlandırılır.
b- Tevhid-i Sıfat: Sıfatlar Hakk’ındır. Yani diri olan,
işiten, gören, söyleyen, irâde eden ve yegâne kudret sahibi Allah Teâlâ’dır.
c- Tevhîd-i Zât: Vücûd Hakk’ındır. Bu makamda salik
hissen, aklen ve hayalen gerek ef’âl, gerek sıfat ve gerek zât aynalarından
vücûdu’llah’a bağlanıp, cümle eşyanın vücûd-ı Hakk olduğunu mülâhaza eder ve
bu esnada istiğrak hâsıl olur.
BEKÂBÎLLAH
MERTEBELERİ
a-Cem Makamı: Hakk’ı zahir, halkı batın olarak
müşahede etmek. Bu makamda, halk ayna olup, oradan Hak zahir olur. Bu makamda,
vahdet şuhûdu galiptir.
b-Hazretü’l-cem
Makamı: Halkı zahir,
Hakk’ı batın olarak müşahede etmek. Burada Hakk aynasından, halk zahir
olmuştur.
c- Cem’u’l-cem Makamı:
Kesret ve vahdeti
cem’eden bir makamdır. Zahir olsun, batın olsun etimle var olanın Hakk olarak
müşahede edildiği yer diye ifade edilir. Zahir olan mukayyed, batın olan mutlaktır.
Mukayyed dediğimiz de, mutlak dediğimiz de hepsi Hak’tır diye zevk olunur.
d- Ehadiyyetü’l-cem
Makamı: Bu makam,
makam-ı Muhammedî’dir. Mukayyed olan varlıktan kaydın kaldırıldığı yerdir. Gerçek
imanın son durağı burasıdır. Bundan sonra başkaca bir makam yoktur. Çünkü
burası en yüce mertebedir.[93]
GAVS-ÜL ÂZAM
ABDULKÂDİR GEYLÂNİ HAZRETLERİNİN
HAKİKÂTE VE MÂRİFETE AİT BEYANLARI
Abdürrahim b.
Ali El-Melâmî (Fedâî)’nin Kevser Tefsirindeki manaların anlaşılmasında Gavs-sül
Âzam Abdulkâdir Geylâni kaddese’llâhü sırrahu’l azîz Hazretlerinin beyan
ettikleri hakikat sırları konunun anlaşılmasında okuyana yardımcı olacaktır.
“Allah Teâlâ
cemâl aynasına tecellî etti, her aynada Habîbi’nin yüzü göründü.”
“Allah Teâlâ her
aynada tecellî edince Hakk’ın bu inişinde isimler olarak zuhur eyledi. Yani
O'nun cemâli her aynada görününce isimler ile adlandı, bunlar birer doğuş
yeridir.”
“Bu nihayetsiz
doğuşlarda sıfatların eserlerini meydana çıkardı. İşte eserler!.. Yapıcısı
kimdir?”
“Bu sıfatlar ve
isimler, eserler: Kâinattır, Âlem'dir, işte o âlemler, zâtın kendisidir. Zira
Allah, câmi' (bütün) dür.”[94]
“Vücûd sahasında
Hakk'dan başka bir şey yokdur.”[95]
“Ondan başka
işitilen ve işiten yoktur.”
“Nûr, karanlık,
su ve hava, ateş ve bütün tabiat O'dur.”
“Hâkim, etki
eden, olan işlerde, aziz, sultân ve gizlenen O'dur.”
“Lâfz ve manâ,
akla hayale gelen zahir olmuş ve olacak hepsi O'dur.”
“Eşyanın mucidi
O'dur.. Eşyanın zâtı da O'dur..”
“Her şey'in zâtı
O bulunduğu gibi, onların her birini benzerinden ayıran bir hâli de bulunduran
da O'dur.”
“O'nun güneşinin
nuru, “halk” ismini alan yıldızlardan görünen yüz olur. Lâkin güneş daima
doğmuş ve asla batmazken yıldızların hükmü ebeden baki kalmaz.”
“Sanki nefsin, zâtından bir parça kaptık da başka bir
şey hâsıl oldu. Lâkin bu, ne senden bir hakîki surette ayrıdır ve ne de
kat'iyyen bağlılığı ile bitişiktir.”
“Halk, kar
gibidir. Sen ise o karı meydana getiren, o karda varlık olan su demeksin. Fakat
kar eridi mi hükmü kalkar. Suyun hükmü tekrar gelir. Emir ise vâkı'dir.”
“Bütün mahlûkat,
vücutlarıyla vekil gibi kar'a benzerler. Müstakil varlıkları yoktur. Zira
kar'ın varlığı, suyun varlığıdır. Sen ise o karı meydana getiren, o karda vücud
olan su demeksin.”
“Suret yüzünden,
bir şey sebebiyle ondan hiç bir şey sana karşı Hakk’a perde olmasın. Zira her
görünüşe perde olanın arkasında nur parlar.”
“Hakk, Âdem'i
(Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemi) kendi sureti üzerinde yarattığına dâir
olan beyanlar sana yüksek mazhariyetini bilmen için sana yeter.”
“Eğer Âdem
(Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem), zâtın nurlarının göründüğü yer
olmasaydı, hiç melekler ona huşu ile secde ederler mi idi?”[96]
“Eğer İblis'in
gözleri Âdem'in hakikî yüzünü (Hakikât-ı
Muhammediye), görebilseydi; isyan etmez, o yalnız itâatde kalırdı.”
“Şimdi, eğer
sen, huşu' sahibi isen, başkalık
kaydını gerçek tenzih[97] ile gönlünden
çıkar, tevhid denizine dal!”
“Mutlak
Tenzîh’den sakın! Zira mutlak tenzîh
seni kayıtlar da, hakikata vâsıl olmana mâni olur. Mutlak Teşbîh’dende kaçın.
Zira mutlak teşbîh’de seni aldatır, hakikatten uzaklaştırır.”[98]
“Onun cemâlinin
güzelliğini tenzih sırasında tenzih et. Fakat teşbih ederken, O'nu hakikî idrâkine mâni' olan şeylerden tenzih et.”
“Hakk’ın
güzelliği ile zâtdan mahcub ve gafil olma. Zira zâttan, görünen zât’ta sensin.
Sıfat, filleri
zâtında toplayanda sensin..”
“Tevhidin bu
hakîkatine bu kısmınada delil isteme.. Zira bu olan makam, akıl kitâbının
ötesindedir.[99]..”[100]
TEFSÎRİ
SURETÜ’L KEVSER
Abdürrahim b. Ali El-Melâmî (Fedâî)
بِسْـــمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
الحمد لله رب العالمين والصلاة والسلام على رسولنا محمد
وعلى اله وصحبه وسلم اجمعين
Allah Teâlâ Kur’ân-ı
Kerim’de buyurdu ki;
اِنَّا اَعْطَيْنَاكَ الْكَوْثَرَ فَصَلِّ لِرَبِّكَ وَانْحَرْ
اِنَّ شَانِئَكَ هُوَ اْلاَبْتَرُ
“Muhakkak Biz, sana Kevser'i verdik. Sen de Rabbın için namaz kıl ve
kurban kesiver. Sana buğzeden; şüphesiz ki zürriyetsiz olan, işte odur.” [101]
Bu surede
birçok sırlar vardır. Ey Allah Teâlâ’m bu sırların hakikatini anlamada bize başarılar
ihsan etmeni diliyoruz.
ِانَّ , fiile benzeyen edâttır. Tahkik
ve te’kid için kullanılır. Allah Teâlâ اِنَّا “Biz” ile (Maal-gayr: Başkası
ile birlikte yani “biz” olarak) kullandı.
“Biz
verdik” te [102] ancak sıfat
maal-gayri tabiri ve nüktesi ve sırrında mutlak hakikate işaret vardır. Öyle
bir mutlak hakîkat ki, kayıt ile görünen zât (Muhammed sallallâhü aleyhi ve
sellem) ile bir olduğu halde kayıta (beşeriyetine) karşılık gelen (fânî)
bağıntıdan ayrı olduğunu belirtti.[103]
Perdelenmişlerin
dışarıdan nazar edip gördükleri Zât-ı Ehadiyye’yi (Allah Teâlâ), başkalarından
tenzihiyyetle [104] beraber Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem ile aynı şeydir.
(Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem) Başkalarının zıddı olunca, hakikatte (Allah
Teâlâ’nın zatınında aynısıdır ve kayıt ve bağıntıdan mukaddestir, demektir.
Sıfat
maal gayr tabiri, burada zât-ı ehadiyyet ile tabir edilir. Zât-ı ehadiyyet Hazerât ve merâtibi külliyenin (bütün mertebelerin)
aynısıdır.[105]
Allah
Teâlâ’nın اِنَّا
(biz) kelâmı mutlak ve mukaddes bir olan zât-ı ki,
külliyat (tüm) ve cüziyyattan (parça) oluşan cemi hazeratın (bütün
mertebelerin) kendisidir.
Allah
Teâlâ buyurdu ki;
“Ya
Muhammed! (sallallâhü aleyhi ve sellem) senin ismin şahsın, suretin, aslın
zâtıyla zahir oldukta;
“Sen
ben, ben sen oldum.”
“Kim
ki seni gördü beni gördü.” [106]
“Her
kim Muhammed dedi Allah dedi.”
“Her
kim Allah dedi, Muhammed dedi.”
“Kim
seni inkâr etti, beni inkâr etti.”
“Kim
ki sana itaat etti, bana itaat etti.”[107]
“Yazıklar
olsun o kimseye ki, beni senden başka yerde bulmak istedi.”[108]
“Hakikatte
Muhammed başkalarından ayrı olmasıyla, benimle beraberdir.”[109]
Yine Allah Teâlâ buyurdu ki;
“Ya Muhammed! (sallallâhü
aleyhi ve sellem) Yazıklar olsun o kimselere ki, benden ayrı olarak
seni talep ve sana muhabbet ederler.”
“Ebedî bize sensiz asla nazar olunmadığı
gibi zâhirde de ayrı olmayız.”
“Benim zât’ım olmaksızın sende bulunmazsın,
görünmezsin ve sana kavuşanda olmaz.”
“Ya Muhammed!
(sallallâhü aleyhi ve sellem) Zeval bulmaz ve yok olmaz aslım ve
zâtım olduğun gibi, sen ezelden beri zâtımsın. Onlar her ne kadar vasıflarını kâmil
isimler ve hazretlerin tümüyle vasf etseler de, senin zât-ı Muhammediye ve
Ahmediyye (zâtımın) kendisi ve birliğidir.”[110]
“İsmimi isminle yakın kıldım.[111] Afâk
ve enfüsteki [112]
varisler (varlıklar) senin Muhammedî ismin, suretler Ahmediyet’inin kendisidir
ki, bu sebeple benim zâtımı ve
hakikatimi müşahede edebildiler.”
سَنُرِيهِمْ اَيَاتِنَا فِى اْلاَفَاقِ
وَفِى اَنْفُسِهِمْ حَتَّى يَتَبَيَّنَ لَهُمْ اَنَّهُ الْحَقُّ اَوَلَمْ يَكْفِ
بِرَبِّكَ اَنَّهُ عَلَى كُلِّ شَىْءٍ شَهِيدٌ
“Biz
ileride onlara delillerimizi gerek dış dünyada, gerek kendi öz varlıklarında göstereceğiz;
ta ki Kur’ân’ın, Allah tarafından gelen gerçeğin ta kendisi olduğu onlar tarafından
da iyice anlaşılacak. Rabbinin her şeye şahid olması yetmez mi?”[113] Buyurdum.
“Yani
bu âyette Muhammedin bir olan zâtını iç ve dış âlemde gösteririm, dedim.”
“Muhakkak
bütün zerreler benim zâtım olduğu için اِنَّا (biz) dedim.”
“Çünkü Ya Muhammed! (sallallâhü aleyhi ve sellem) her şey zâtındır.
O
zâtın da benim zâtımdır.
Onunla
zâhir olup göründüm.”
“İç
ve dış âlemde senin bir olan zâtının tümüyle görünen bendim.”
“Muhakak
âfak ve enfüs (iç ve dış âlem) iki nüsha olduğu gibi sen de hakikatinde iki
nüshasın. Şu sebeple ki, ancak ben sen olduğumdan اِنَّا
ile ile tabir ettim ve söyledim. Yani,
اِنَّا
benim
kendimden başkası değildir.”
اِنَّا
sözümüz hakikatte benim
zât-ı ehadiyyem ve sıfatı vahideyyem[114]
senin makamındır. Bu makamın üstünde de bir makam yoktur. Bu sebeple اَعْطَيْنَاَ “Biz
verdik” diye tabir edip söyledim. Çünkü Ya Muhammed! (sallallâhü aleyhi ve sellem) benimle
senin aranda ayrılık yoktur. Belki اَعْطَيْنَاَ sözümüz ve olan ihsanımız bir olan zâtımı yani kendimi sana vermemizdir. Çünkü ayrılığımız
yoktur. Sen benden hiç ayrı olmadın ki sana benden başkasını vereyim”
وَكَانَ فَضْلُ اللَّهِ عَلَيْكَ عَظِيمًا
“Allah'ın
senin üzerinde bulunan lütfu çok büyüktür.” [115]
Şu
sebeple senin üzerine olan fazilet mutlak fazilettir. Bu fazileti kimse
göremez. Ancak makam-ı ehadiyyenin varisiyyetiyle varis olanlar görür.[116]
Bu
fazileti ancak senin zâtın şühuduyla[117] müşahede edebilirler.
Bu
sebeple tahkik ve te’kid için kullanılan ِانَّ kelimesi ile “Muhakkak” dedim.” Bu Muhakkak ve muhakkak anlaşılan şey üzerine kasd ve yemin ederim,
demektir.
اَلْكَوْثَرَ “Sana Kevseri verdik.”
“Yani şuûnâtı[118]
zâtiyye, tecelli-i sıfatiyye ve esmâiyye [119]
cemi hazretlerin hepsini yeryüzünden arşa, zerreden külliye (parçadan-tüme),
noktadan harflere, harflerden kelimelere, kelimelerden manalara, manalardan
işaretlere, işaretlerden sırlara, sırlardan sırların sırrı istenilen zâtım olan
vahidiyyetime kadar hepsini sana verdik. [120]
“Ya Muhammed! (sallallâhü aleyhi ve sellem)Tek
zâtım da sensin.”
“Kâf ü nun[121]
arasında asıldan ve zâhir olmuş ne kadar tümüyle olan ve olacak şeyler Senin
tek zâtındandır.”
Bu sırrı bu ayet ile bildirdim.
اِنَّمَا اَمْرُهُ اِذَا اَرَادَ شَيًْا اَنْ يَقُولَ لَهُ
كُنْ فَيَكُونُ
“O'nun
emri, bir şeyi dileyince ona sadece “Ol!” demektir. O da hemen oluverir.”[122]
“O
halde Ya Muhammed! (sallallâhü aleyhi ve sellem) benim aynım [123]
senin zâtın, senin aynın benim zâtım olduğumuz halde sen nasıl ebter olursun.”[124]
“Belki;
senin zâtın bütün âlemleri ve çokluğu toplayan hakiki zât iken seni göremeyen,
bulmayan, ayrılık ve başkalık karanlıklarında ve şirkte olan kimse ebterdir.”
كَلاََّ اِنَّهُمْ عَنْ رَبِّهِمْ
يَوْمَئِذٍ لَمَحْجُوبُونَ
“Hayır;
gerçekten onlar, Rablerinden perdelenerek-yoksun tutulmuşlardır.” [125] öyle birçokluk suretleri ile
perdelendin ki, bu âyette belirtilen durumdaki müşrik, kâfir ve cahillerin perdelendirilmesi
gibi onlar Senin hakîki zâtını göremediler.
فَصَلِّ لِرَبِّكَ
اِنَّا اَعْطَيْنَاكَ الْكَوْثَرَ
Kelâmında Makamı Zât-ı Ehâdiyyet-i Muhammediyye’ye konusuna işaret
vardır. Bu Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin, Allah Teâlâ’nın
zâtına olan salât ve ittisali [126]
onunla ittihadıdır. Yani
“Ya Muhammed! (sallallâhü aleyhi ve sellem) sen kendin olduğunda da benim zâtım
gibi ol. Beni kendinde görmeye çalış ve bende mahv ve fânî ol. Bu halde kendini
benimle bâkî, mevcut ve zâtımın birliğine ait bütün kemâl sıfatlarıyla kâdir
bulursun.
Vücüdunun
zerreleriyle benim zâtım ol. Tâ ki benim muradım senin yaratılışınla ortaya
çıkıp zâhir olsun.
Muhakkak
senin vücudun benim zâtımdır. Böylece vücudunun zerrelerini benim zâtımla bağdaştırırsan,
benim niyet ve dilediğim şeyi [127] senden
yaratılmış âlemi de bulursun. Şu birleşmemiz senin üzerine büyük bir fazilet
olan benim fazlım için, namaz kıl ve şükür et.”
وَانْحَرْ
“Ya Muhammed! (sallallâhü aleyhi ve
sellem)
sen Rabbine namaz kıldığın, Rabbi’ninde zât-ı olduğun gibi, iç ve dış âlemdeki
varlıkların bedenlerini bilirsen vücudunun bedenini kurban edersin. Böylece benim
zâtımdan başka senin vücudunda eser yani bir şey bakî kalmasın. [128]Hakikatte
senin zâtın benim zâtım olduğundan, benim dışımdakileri unuttuğun gibi, bütün âlemleri,
mahlûkları, varlıkları oluşları da tasdik edip var kabul et. O âlemler ki, sahiplerin
hayırlı mülkleridir.” Mesela;
deve Arap kabilesinin hayırlı malıdır.
الَّذِى اَعْطَى كُلَّ شَىْءٍ خَلْقَهُ ثُمَّ هَدَى
“Her şeyi yaratan, sonra da onu
yaratılış gayesine uygun yola koyan” [129] ayetinde
buyurduğum gibi Sen’de benim kerem ve cömertliğim, çeşitli tecelliler ve yüksek
ihsanlarım ile bütün zerrelere ve âlemlere keremli ve cömert ol. Hatta her ne şey ki, sen onlara ihsan edip
verdinde, onu bulabildiler. O kendilerine ihsan olunan şeylerden senin kurbana [130] ve
tasdikine sığınanlarını vücuduna (varlığına) ve sırrına kavuştur. Taki ârifler
ve varis olanlar Ayn-ı Küll (her şeyin zâtı), Kitab-ı Mübin, Sebü’l-Mesânî,[131]
Kur’ân-ı Kerim’in Sen olduğunu görsünler.”
اِنَّ شَانِئَكَ هُوَ اْلاَبْتَرُ
“Ya Muhammed! (sallallâhü aleyhi ve
sellem)
Bu meşhur, âli, yüksek, büyük, ulu, bülend Kevser suresinde işaret etiğim senin kadrin ve fâziletin benim
fâzilet ve kadrim olunca kim sana kusur ve noksanlık nisbet edebilir. Bu sure Senin
kadrin ve faziletinden ibaret olunca, bunu bilmeyenler ancak ebterdir.[132] Bu
nedenle Sendeki hakikati inkâr edenlerin varlıkları da ve soyları da kesik ve
neticesizdir.
Senin inkâr edenlerde gördüğün varlık
ve vücut ise mutlak bir hayaldir ve yokturlar. Nitekim inkâr ve vehim (asılsız)
şeylerin varlığı olmadığından bunlara varlık vermende mümkün olamayacağı için onlar
ebterdirler.”
“Ya Muhammed! (sallallâhü aleyhi ve
sellem)
Sen benim Hayy ve Kayyum[133] (Hayatım
ve kayyumiyyetim ) ile Hayy ve Kayyum iken hangi sebep ve keyfiyetle ebter olursun?
“Ya Muhammed! (sallallâhü aleyhi ve
sellem) bir olan zât-ının faziletini Kevser suresinde işaretlerle belirttiğimiz
gibi Sen Hayy ve Kayyum’sun.” (Tefsir bitti.)
Abdürrahim b. Ali El-Melâmî (Fedâî) derki; “Benim için Kurban Bayramı ve Sure-i Kevser için
Makam-ı Ehadiyye lisânıyla layık olan tefsir budur.
Ey Allah Teâlâ’m! beni bu makâm-ı ehâdiyetin
hakikatine ulaştırarak, zikrolunan makamın sahibi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellem ve Ehl-i Beyt’in hürmetine Kevser Suresi’nin sırrına kavuşturmanı
niyaz ediyorum.
Hamd ve şükür âlemlerin Rabb’inedir.[134]
Kaynakça
ERGİN O. Nuri Balıkesirli Abdülazîz Mecdi Tolun Hayatı ve Şahsiyeti [Kitap]. -
İstanbul : [s.n.], 1942.
GÖLPINARLI Abdülkâdir Melâmîlik ve Melâmiler [Kitap]. -
İstanbul : Elif, 1931-Tıpkı Basım 2006.
KUMANLIOĞLU Hasan Fehmi Muhammed Nûr'ul-Arabî Hayatı, Şahsiyeti Ve Bazı
Tasavvufî Görüşleri [Kitap]. - İzmir : Dokuz Eylül Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü- 4112 Yüksek Lisans Tezi, 1988.
ŞAHİN Mine
Abdürrahim Fedâî’nin Kasîde-i Nûniyyesi (Transkripsiyon-Nesre
Çeviri-İnceleme) [Kitap]. - Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü : 253430 Yüksek Lisans Tezi Enstitü Anabilim Dalı: Türk Dili
Ve Edebiyatı Enstitü Bilim Dalı:, Temmuz – 2009.
YEŞİL Şemseddin Gavs-ı Âzam Abdulkâdir Geylâni Hazretlerinin Hakikâte ve Mârifete Ait
Nutukları [Kitap]. - İstanbul : [s.n.], 1978.
[1] Hadis kitaplarında aslı bulunmayan bu
veciz ifade hadis münekkitlerince de red edilmiştir. Aliyu’l- Kâri. Aclûnî ve
Şevkânî, Sağanî’nin mevzu dediğini naklettikten sonra manasının sahih olduğunu
kabul ederler. Bkz.Aliyu’l Kâri. 288; Aclûnî, II/164: Şevkâni. Fevaidu’l-
Mecmua, 326; Deylemi’nin İbn. Abbas’tan; İbn. Cevzi’nin Selman’dan
naklettikleri rivayetlerin her ikisi de mevzu kabul edilir. Suyûti de mevzu
olduğunu tasdik etmiştir. Elbâni de yukarıdakileri naklettikten sonra mevzu
olduğunu açıklar. Bütün bu değerlendirmeler için Bkz. Sağanı. 52: Aliyul Kâri.
295. 296; EIbâni. Silsileni Ahâdis-i Daire. 1/282
[2]
Sure-i Kevser tefsiri / Abd
er-Rahim b. Ali (ö. 1303 H.) Fedai- Osman Ergin Yazmaları
-OE_Yz_000580/06
[3]
Atatatürk Kütüphanesi, İstanbul; Nadir Eserler Bölümü; Sure-i Kevser Tefsiri'nin
Tercümesi / Abd er-Rahim b. Ali (ö. 1303 H.) Fedai; müt.: Mustafa Efendi
"Menlik Müftüsü” 1321 H. - Osman Ergin
Yazmaları - OE_Yz_000901/02
(Günümüzde Menlik) Güneybatı
Bulgaristan'da bulunan bu kasaba Osmanlı zamanında Menlik diye
adlandırılmaktadır. Osmanlı zamanında Serez kasabasına bağlıydı. Serez
günümüzde Yunanistan'da kalmıştır.
[4]
Duha, 5
[5]Kınama: Kendine yönelik özeleştiri
demektir.
Kınanma; başkalarının eleştirilerine açık olmak demektir. Kişi,
her işin en iyisini, en güzelini, en doğrusunu kendisi yapar iddiasında
olmamalıdır. Hikmet, yâni en iyi, en güzel ve en doğru nereden tecelli ederse
kabullenilmeli ve alınmalıdır. Çünkü hikmet iyi insanların veya iyi olma iddiasında
olan insanların malıdır. Bir anlamda kınanma, müşavere demektir. Bir iş
yapılırken ehlinin fikirlerini dinleme, ehline danışma da kendi fikirlerinden
dolayı kınanmayı göze almak demektir.
Melâmet ehlinin kendilerini kınamaları hususu Kur’an-ı Kerim’deki
şu ayetlere dayanmaktadır.
“Ey inananlar, sizden kim dininden dönerse (bilsin ki,), Allah
yakında öyle bir toplum getirecektir ki, O onları sever, onlar da O’nu severler.
Müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve şiddetlidirler. Allah
yolunda cihad ederler, kınayanın kınamasından korkmazlar. Bu, Allah Teâlâ’nın
bir lütfudur. Onu dilediğine verir. Allah Teâlâ’nın lütfu geniştir. O her şeyi
bilendir.” (Mâide, 54)
“Kendini kınayan nefse yemin ederim.” (Kıyamet, 2)
[6] Eşrefoğlu Rûmi
kaddese’llâhü sırrahu’l azîz
[7]
[8]—OCAK, A Yaşar, Osmanlı Medeniyeti Tarihi,
Editör: E. İhsanoğlu, Zaman Yay. İst, 1999, c. I, s.147, A. Gölpınarlı, Melâmîlik
ve Melâmiler,.., s. 22–26
[9]GÖLPINARLI, A,"Türkiye'de
Mezhepler ve Tarikatler", İst. 1969, s. 246-248; Bkz:"100 Soruda
Tasavvufun 118-126.).
[10]
GÖLPINARLI, A, “Yunus Emre ve Tasavvufta”
İst, 1961)
[11] Fütüvvet, Tasavvufta bir akım, Dinî ve mesleki birlik, esnaf
teşkilatı veya
Anadolu'da 13. yüzyıldan bu yana görülen örgütlenmiş zanaatçılar ve esnaf
birlikleri
[12]
GÖLPINARLI,
A,"Mevlânâ'dan Sonra Mevlevîlik" 2. baskı, İst. 1983, s. 186
[13] Teberra: Uzak durma. Sevmeyip yüz çevirme
[14] Şathiye: Dini ve tasavvufi halk şiirinde
mizahi manzumelere genel olarak şathiye adı verilir.
Şathiyeler,
mutasavvıf şairlerce söylenmiş ya da yazılmış, tasavvufi inançları dile
getiren, anlaşılması yorumlanmasına bağlı şiirlerdir. Tasavvufi konuları
işleyenleri şathiyat-ı sûfiyâne adını alırlar. Şathiyelerde Allah Teâlâ’nın
celâl sıfatının değil, cemâl sıfatının ön plana çıkarıldığı görülür. Bu tür
şiirlere genellikle Bektaşi-Alevi şairlerinde rastlanır. Allah Teâlâ ile alay
eder gibi yazılmış şathiyeler küfür sayılmıştır. Ama şathiyeler asla
küfür değildir.Şathiyeler biçimce komik ve alaylı olabilir ama şathiyede aranan
şiirin arkasındaki düşüncedir.Anlanıp yorumlandığında çok derin anlamlara sahip
olduğu görülür.Şathiye çok derin tasavvufi konular işleyen felsefi şiirlerdir.
Abdürrahim b. Ali El-Melâmî (Fedâî)’nin risaleleri ve şiirlerinde bu tür özellikler bulunmaktadır.
[15] (Türk Halk Edebiyatında Zümre Edebiyatları", Türk Dili
Dergisi, Türk Halk Edebiyatı Özel Sayısı. "Yunus Emre ve Tasavvuf un 241.
sayfasına da bakınız. Burada, Melâmî-Hamzavi edebiyatının kaynağının Yunus
olduğunu, Yunus etkisinin Hacı Bayram'dan başladığını anlatıyor).
[16] “İnsanların hayırlısı, insanlara faydalı olandır”
“Milletin efendisi, bu millete hizmet edendir”
“Eğer siz, Allah Teâlâ’nın dinine
yardım ederseniz, Allah Teâlâ da size yardım eder” (Hac, 40)
Öyle muttakiler ki, bollukta da darlıkta da infakta bulunurlar. Ve
öfkeyi yutan ve insanların kusurlarını affeden kimselerdir. Allah Teâlâ da
ihsan edenleri sever.” (Âl-i
İmran 134)
[17]
[18]PALAKOĞLU, İsmail, Gönüller Sultanı S.
Osman Hulusi Efendi, Ankara, 2005, s.424
[19]AHMED AMİŞ EFENDİ kaddese’llâhü sırrahu’l
azîz
Fatih Sultan Mehmed Han’ın türbedarlarından
ve Şa’bâniyye tarîkatının son devir şeyhlerinden. İsmi, Ahmed Amiş (Amiş
kelimesinin Arapçadaki amîş veya a’meş’le ilgisi yoktur. Bu kelime Rumeli’de
amca mânâsında «amm»ın tasğir (küçültme)
sigası olup “küçük amca” demektir. Rumeli’de çok sevilen çocuklar bu
tâbirle çağrılırlar) olup, Türbedar veya Türbedar Ahmed Efendi isimleriyle
de tanınır. 1807 (h.1222) de Tuna vilâyetine bağlı Tırnova’da doğdu.
İstanbul’da 1920 (h.1338) de Hakk’a yürüdü. Aramgâhi ebedisi Fatih Camii
yanındaki kabristandadır.
KIYMETLİ
SÖZLERİNDEN BİR DEMET
“Ben, namazdan ziyade namaz kılanı severim.”
“Marifet ehli, eşya ne üzere ise, hakikatiyle bilmiş ve
görmüşlerdir.” “İnsan
surette muhtar, hakikatte mecburdur.”“Bütün mevcudat Hakkın zuhurudur. İlâhî
şuûnât zatî iradedir.”“Allah, haddi zatında ‘ekber’dir.” “Kalb safâsı, beden
hafifliği iste.”“Allah Teâlâ olmak kolaydır, ama Muhammed sallallâhü aleyhi
ve sellem olmak güçtür.” “Ağzımdan çıkan sözleri zamanla unuturum. Fakat ne
söylersem hâdisât-i âlem öyle zuhûr eder.” “Mütecelli vâhid, mecla müteaddittir.”
(Tecelli eden birdir, Ayna ve görünme yeri çoktur.)
“Ezelde hilkat yok, zuhur vardır.”
“Zahiren Kaderiyyûndan, bâtınen Cebriyyûn-dan ol.” “Bizi
sevenleri sevenler imanlarını kurtarır.”
“Bizim lafımız olduğu zaman sıkılıp kaçanlardan korkarız.” “Birisi
senin yanında benim aleyhimde bulunursa beni müdafaa etme.”
“Ahmed (Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem adlarından biri) in
Mim’i kalkarsa o vakit Ahad olur. Mim kalkar mı? Kalkarsa o vakit sen kalmazsın.” “Göçmüşe
rabıta olmaz.” (Tasarruftan düşmüş evliya için)
“Tevâcüd, vecd, vücûd.. Bundan ötesi söylenmez ki?”
“Şerîati tut, hakîkati yut.”
“Vahdet çeşnisi şimdi Kadirîlerle Halvetîlerde kalmıştır.
Ötekilerde bir şey yoktur.”
Huzuruna gelen bir gence: “Hadi git, meyhanelerde,
kerhanelerde gezmeye devam et!” dedi ve çevredekiler sordular: “Ama
nasıl olur, Efendim?” Cevap verdi: “Bunun, ezelî takdirde işi o.
Bari bunu emirle yapmış olsun.”
[20]—
[21] Prizren (Arnavutça:
Prizren / Prizreni; Sırpça: defacto olarak Kosova Cumhuriyeti'nin Prizren ilinde
ve Sırbistan'ın Kosova-Metohija Özerk İli'ne bağlı Prizrenski Okrugda, dejure
olarak ise UNMIK'in Prizrenski Okrugda yer alan bir şehir. Kosova'nın ikinci
büyük şehridir. Şehir, Şar Dağları’nın eteklerinde konumlanmıştır. Prizren belediye
sınırları Makedonya ve Arnavutluk devletleri ile sınırdaştır.
17 Şubat 2008 tarihinde Kosova Cumhuriyeti’nin tek taraflı olarak ilan ettiği bağımsızlık ilanıyla beraber Prizren, Kosova
Cumhuriyeti’nin ikinci büyük şehri olarak, bu yeni cumhuriyetteki yerini
almıştır. Şehirde Arnavutlar,
Türkler, Boşnaklar, Rumlar, Fandalar (Katolik Arnavutlar) beraberce
yaşamaktadırlar.
[22]
[23] Muhakkik: Hakikatı araştırıp bulan. İç yüzüne inceliyerek vakıf olan. Hakikat âlimi.
Hakikatlere hakkı ile vakıf ve ehl-i tahkik olan büyük İslâm âlimi
[24]
“Nur edip cismi cemili ruha etti inkılap”
[25]
"en düşük derece terbiye usûlümüz halktan Hakk’a
çekmek; en yüksek derece terbiye usûlümüz Hakk’tan halka inişi sağlamaktır„
[26]
Sırların ifşası da kendi içinde görecelidir. İzin olmadan yazılmaz. Lakin bazı
cepheden yazılması ise ehemdir. Bu ise hikmetin genişlemesine ve faydalı
tarafının artışına sebep olur.
[27] Bağdadî,
Hediyyetü'l-Arifin, I,566 Ö.Rıza Kehhale, Mu'cemü'l-Müellifîn, XI,115; Bursalı Mehmed Tâhir, Osmanlı Müellifleri,
Matbaa-i Âmire, c.l, İstanbul, 1333 (Hicri), s.132-133; aynı eserin Türkçe
basımı için bkz.: Bursalı Mehmed Tâhir Efendi, Osmanlı Müellifleri 1299-1915,
C.l, İstanbul: Meral yayınları, Hazırlayanlar: A. Fikri Yavuz, İsmail Özen, s.
38-39.
[28]
“Sen olmasaydın..” hadisine telmih vardır.
[29] قُلِ اللَّهُ ثُمَّ ذَرْهُمْ “Allah” de, sonra da
onları daldıkları sapıklıkta bırak” En’âm, 91
[30]
Allah Teâlâ güzeldir, güzelliği sever.
[31] Mecla: Ayna, mir'at. * Çıkma ve görünme yeri.
[32]
“Öyleyse severim” “Öyle ise sen sev”
[33] Genc (gencine): Define, hazine. Kenz
[34]
[35]
Suyûti/Esbabu Nüzûli'l-Kur'ân: 122
[36]
Suyûti/Esbabu Nüzûli'l-Kur'ân: 122
[37]Suyûtî/Esbabu
Nüzûli'l-Kur'ân: 123
[38]
Nisabûrî/Esbabu'n-Nüzûl: 306
[39]
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
13/7027-7028.
[40]
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
13/7026.
[41]
Müslim/salât; 53, 54, taharet: 37, fezâil: 40-Buharî/meğâzî: 17, 27, rikak: 53- Ebû Dâvud/sünnet: 23;
Nesâî/bi'at: 35, 36- Ahmed : 2/162, 163, 199-3/14, 17, 26- 5/50- 6/297
Bkz: diğer versiyonları: Buhari/fiten: 1, rikak: 53-
Müslim/taharet: 39, fezâil: 25, 26, 31,
32, 44, 45- Nesâî/taharet: 109- İbn
Mâce/fiten: 5, zühd : 36- Ahmed : 1/257, 384, 402, 407, 425, 435
[42]
Müslim/fezâil: 42
[43] Eyliya: Şam ile Mısır arasında deniz sahilinde. bir
şehirdir.
[44]
Tirmizî/kıyâmet : 14, 15- Ahmed : 3/225, 230- 4/149, 154- 5/149
[45] Alaeddin Ali/Lübabu't-te'vü : 4/415Bkz:Celal
Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/7028-7029.
[46] 1) İtikâdi düşünce, söylem ve
davranışlarımızı Tekit ve NASB eden ( إِنَّ ) harfi, bir önceki haber
ile ilişkili saklı bir sorunun cevabı olan cümlenin başına gelir.
Buradaki saklı soru, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme yapılan iftiralara
cevap için gelmesidir.
( إِنَّ )'nin ismine ait
yükümlülüğün (haberin), başkaları tarafından da görülür ve bilinir hâle
geldiğini imâ ettiği için, bu ismi NASB eder. Yani, ismin sahibi sürekli olarak
kendisiyle ilgili haberi doğrulayan davranışlar sergiler.
( إِنَّ )'nin haberinin Ref
olması ise; bu haberin mazide vukû bulduğunu, huy hâline geldiğini ve
muzaride de farkında olmadan devam ettirdiğini bildirir. Kişi bu olumsuz
huyunu, idrâk edinceye kadar devam ettirir. (İdrâk : Vehbî
olarak bildim demektir. Çünkü Arapça'da ( اِدْرَاءٌ )
Bildirmek masdarının
Türkçemizdeki söylenişidir ve “Allah Teala'nın izniyle O bildirdi de,
bildim.” anlamı saklıdır. Bu nedenle de İdrâk etmek, bir lütuftur ve kesbî
değildir.)
[47]
Bakara, 129
[48]
Kasas, 44
[49]
Saf, 6
[50]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/458-459.
[51]
Hicr, 9
[52] Tin, 4
[53]
Bakara,40-41
[54]
Bakara, 186
[55]
Zâriyat, 56
[56]
Bakara, 57
[57]
Hicr, 9
[58]Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir
Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/476-477.
[59]Mehmet Paksu, www. Sorularla risale. com
[60] (Tur,33-34)
[61]
66 sayısına da tekabül eder, Ebced usulüne göre farklılıklar bulunur.
[62]
M. Ali KAYA, http://www.fikirbahcesi.org/ din/
kuranin-ic-zi.html
[63]
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/7029-7030.
[64]
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
13/7030-7031.
[65]
el-Câmi'u Li-Ahkâmi'l-Kur'ân : 20/218.
[66]
Darekutnî/salât: 5
[67]
el-Câmi'u Li-Ahkâmi'l-Kur'ân : 20/219
[68]
Şura, 52
[69]
Zâriyât, 56
[70]
Hicr,99
[71]
İnşirah, 7
[72]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir
Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/472-473.
[73]
Mâide, 27
[74]
Saffat, 99-107
[75]
Bakara, 67-73
[76]
Tevrat/Çıkış: 22/20
[77]
Tevrat/Levililer : 19/22
[78]
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/7036-7038.
[79]
Câmiu'ssağir: 2/92
[80]
Câmiu'ssağir: 2/92 (Hadîs zayıftır.)
[81]
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
13/7038-7039.
[82]
Bediuzzaman Said Nursî, Rumuzât-ı Semâniyye, Hzl: Hüseyin BULUT, İstanbul,
2001, s.123-129
[83]
Kevser, 1-3
[85] الر ile başlayan 6 sure:
Yunus, Hud, Yusuf, Ra'd, İbrahim, Hicr'dir.
[86]
Hicr; 87
[88] Başında Mim bulunan 15 sure: Bakara, Al-i İmran, A'raf,
Ankebut, Rum, Lokman, Secde, Ra'd, Mü'min, Fussilet, Şura, Zuhruf, Duhan,
Casiye, Ahkâf’dır.
[89]
Sebe, 15
[90]Evet, yediyüzelliyedinin ahirlerinde ve ellisekizin evvellerinde Sultan
Orhan zamanında Süleyman Paşa kumandasında Erler tabir edilen kırk kahramanın
şahid olmasıyla, İstanbul Hükümet-i İslamiye akdi altına girmiş ve fatihası o
tarihde okunmuştur. Süleyman Paşa hem muhasara etti. Hem Rumeli'ye geçti. Latif
tevafuktur ki: İstanbul'un fatihası yediyüzelliyedi ve ellisekizde okundu. Ve
sekizyüzelliyedide
اِنَّا
فَتَحْنَا لَكَ sırrına mazhar oldu.
[91]
Said Nursi dahi Kevser Suresi için yaptığı tefsirlerin mahrem ve gizli
kalmasını arzu etmiştir.
[92]
Abdürrahim b. Ali El-Melâmî (Fedâî)’nin Kevser risalesi bu makamda yazılmıştır.
[93]
[94]
Bir şey diğer bir şey'in zâtıdır demekle, iki
şey'in sayısı, durumu ve özelliği müsavi benzer iddia edilmiş olmaz. Meselâ:
Ben denizden bir damla su alıp bu damla denizin kendisidir dersem; damlanın
deniz ile denkliği, benzerliği, denk bulunduğunu mu iddia etmiş olurum?
Hayır!
Deniz yine deniz. Damla yine damladır..
Yalnız ben bu sözümle neyi isbat etmiş olurum?
Şunu isbât etmiş olurum ki: Damlanın deniz hâricinde hiç bir varlığı
olmadığıdır. Ki bu da mutlak hakikâttir.
“Âdem (Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem),
aynı zâtdır” demekle hâşâ! Ne Cenâb-ı Hakkın âlemden ibaret olduğu ve ne de
âlemin Allah bulunduğu iddia edilmiş olur. Allah Teâlâ yine Allah, âlem yine
âlemdir.. Yalnız, âlemin Allah Teâlâ’nın Zât-ından ayrılacak ve başka bir
varlığı yokdur.
[95]
“Fe eynemâ tüvellû fesemme vechullah”
“Nereye dönerseniz Allah'ın yüzü (zatı) oradadır.” Bakara, 115
[96]
Âdem aleyhisselâmın zâtında Hakikati Muhammediye tecelli etmeseydi,
[97] TENZİH: Suç ve noksanlıktan uzak saymak. Allah Teâlâ’yı her çeşit
kusur, noksan, şerik gibi hallerden uzak bilip söylemek. * Kabahati yok olduğu
anlaşılmak ve onu ifade etmek.
[98]
Mahlukun Yaratıcaya benzetme, ayrı görmede ki sınırların inceliğini keşfetmeyen
hakikâti anlayamaz demektir.
[99]
Akıl bunu anlamakta zorlanır. Cevabını akılla vermekte mümkün değildir.
[100]
[101]
Kevser, 1-3
[102]
“Ben verdim demedi”
[103]
Hakâki bağıntı var demektir.
[104] Tenzih: Suç ve noksanlıktan uzak saymak. Allah Teâlâ’yı her çeşit kusur, noksan,
şerik gibi hallerden uzak bilip söylemek.
[105] Hazret:
Hazır olmayı
ifade eden Arapça bir kelime. Şeyhu'l-Ekber, Fütûhat'da (1/237-8) hazret-i
ilâhî ve hazreti insanî'den bahseder, ilâhî hazretin kendine mahsus üç harfi
vardır. Bu iki hazret sayıda ittifak halindedir. Vahdet-i Vücûd'da beş ilâhî
hazretten bahsedilir:
1. Mutlak gayb hazreti. Âlem-i ilahiyye hazretindeki
sabit ayn (öz)lar âlemi olup, mukabilinde mutlak şehâdet hazreti bulunur ki,
bunun âlemi de, mülk âlemidir.
2. Muzâf gayb hazreti: Bu da ikiye
ayrılır:
3.
Mutlak gaybe yakın olan muzaf, gayb ki, âlemi, melekûti ve ceberûtî ruhlar
âlemidir. Buna, soyut nefisler ve akıllar âlemi de denir.
4.
Mutlak şehadete yakın muzâf gayb ki, âlemi, misal âlemidir. Buna melekût âlemi
de denir.
5.
Beşincisi de, bu dördünü kendinde toplayan hazreti
câmi'dir. Bunun âlemi de, bütün âlemleri ve onlarla olanı kendinde toplayan
insan âlemi'dir. Bu hazretleri yediye çıkaran sûfîler de vardır.
Hazret-i
Ehadiyyet: Arapça,
Ehadiyyet (birlik)'in hazır oluşu demektir. Allah Teâlâ'nın sırf kendinden
ibaret zâtı. Burada, sıfatlar ve isimler, söz konusu değildir, buna la te'ayyün
(belirsizlik) mertebesi denir.
Hazret-i
Vâhidiyyet: Arapça,
Vahidiyyet'in hazır oluşu demektir. Hazret-i Ehadiyyetin ortaya çıktığı mertebe
olup, Hazret-i Ehadiyyetten sonra gelir.
Hazret-i
Esmâiyye: Arapça
isimlere ait hazır oluş anlamındadır. Hazret-i Vahidiyyetin ortaya çıktığı
mertebe olup, hazret-i Vâhidiyyetten sonra gelir.
Hazret-i
Hüviyyet: Arapça
hüviyyetin hazır oluşu demektir. Bu gayblerin gaybi hazretidir. Buna mutlak
hüviyyet denildiği gibi, içlerin içi (batnu'l-bevâtın) hazreti de denir.
Hazret-i
İlmiyye-i Amâiyye: Amâ’ya ait
ilmi hazır oluş anlamındadır, Arapça'dır. Bu uluhiyyet veya gaybu'l-guyub
mertebesidir.
[106] "Beni gören Hakk'ı
görmüştür". Buhari,Tabir,
10; Müslim, Rüya, 11; İbn-i Hanbel, III/55; V/356; Heysemî, Mecmau’z zevâid, VII/181; Tebrizî, Mişkâtül-mesâbih, 461;
Beyhakî, Delâilü'n-nübüvve,VII/45; Tirmizî, Şemail, 210. Nevevî
bu hadisi:
"Kişi
Allah Resulünü gerek bilinen sıfatı üzere gerekse bundan başka bir sıfatta
görsün gerçekten kendisini görmüştür diye tefsir eder. " Nitekim Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz Hazretleri "Beni gören Hakk'ı görür" buyurdu.
Zîrâ resullerin her biri insân-ı kâmildir. Ve insân-ı kâmil 'Allah' ism-i câmi'inin mazharıdır. Ve
Allah ismi, bütün esmâ-i ilâhiyyeyi cami' olunca insân-ı kâmil dahi cemî'-i
esmâ-i ilâhiyyenin mazharı düşer. İşte “Allah
Teâlâ âdemi kendi suretinde yarattı” hadîs-i şerifinde beyân buyurulan 'âdem'den murâd, insân-ı kâmildir. Zîrâ
cem'iyyet-i esmaya mazhariyetinden dolayı Hakk'ın suretidir ve Hak onun
hüviyyetidir. Tevhidde kudret,
“Benim
halkıma benim sıfatımla çık, seni gören beni görür; ve seni kasd eden beni kasd eder; ve seni seven beni sever,”
hadîs-i kudsîsine muhâtab olan insân-ı
kâmile mahsûstur."
(Bkz. A.A.Konuk, Füsûsul-Hikem Tercüme ve Şerhi, IV/37,
193).
[107] “(Rasûlüm) De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana
uyunuz ki, Allah Teâlâ da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.
Allah Teâlâ çok bağıslayıcı,
çok esirgeyicidir.” Âl-i İmrân, 31
“Kim
Rasûl’e itâat ederse, muhakkak Allah Teâlâ’ya itâat etmiş olur” Nisâ, 80
[108]
“Rasül size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da
sakının. Allah Teâlâ'dan korkun. Çünkü Allah Teâlâ'nın azabı çetindir.” Haşr, 7
[109] “O’na yaklaşmaya yol
arayın” Mâide, 35
[110]
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellem bütün kemâl sıfatlara sahiptir. Cemâl ve Celâl sıfatının sırlarına şâmildir.
[111]
Adem aleyhisselâm günahı işlediğinde şöyle der:
“Ya Rabbi!, Muhammedin hakkı için beni affetmeni
istiyorum”. Allah Teâlâ,
“Ey Adem onu yaratmadığım halde Muhammedi
nasıl tanıdın” deyince,
“Ey Rabbim! Beni elinle yaratıp, ruhundan
bana üflediğinde başımı kaldırdım ve arşın sütunlarında Lâ ilâhe illallâh
Muhammedun Resulullâh yazılı olduğunu gördüm. Bildim ki, Sen Kendi ismine en
sevgili yarattığını bağlı kıldın”. Bunun üzerine Allah Teâlâ;
“Doğru söyledin Ey Adem! Çünkü o beşer
içerisinde bana en sevgili olanıdır. Bana onun hakkı ile dua ettiğinde seni
bağışlarım, eğer Muhammed olmasaydı seni yaratmazdım” dedi.
(el-Hâkim, Mustedrek
(2/615); İbn
Asâkir (2/323), el-Beyhâki, Delâil’un-Nübuvve (5/488)
[112] Âfâk: Ufuklar, taraflar, yönler; Enfüs:(Nefs. C.) Nefsler, ruhlar, canlar.
Yaşayanlar
Görünen ve görünmeyen, zahir ve batın, iç ve dış âlem
[113]
Fussilet, 53
[114] Ehad: Bir. Tek. İnfiradla muttasıf sıfât-ı kâmileyi cami' olan.
Ehadiyyet: (Ahadiyet) Allah Teâlâ’nın her bir
şeyde kendine âit birlik tecellisi. (Ehadiyyet, her bir şeyde Halik-ı Külli
Şey'in pekçok isimleri tecelli ediyor demektir. Meselâ: Güneşin ziyası, bütün
zemin yüzünü ihata ettiği haysiyeti ile vahidiyyet misâlini gösterir ve her bir
şeffaf cüz'de ve su katrelerinde, güneşin ziyası ve harareti ve ziyasındaki
yedi rengi ve bir nevi gölgesi bulunması ehadiyyet misâlini gösterir. Ve her
bir şeyde, hususan zi-hayatta ve bilhassa her bir insanda o Sani'in ekser
esması onda tecelli ettiği cihetle ehadiyeti
gösterir.
Vahîd: Yalnız, tek. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin de
bir ismidir. Benzeri bulunmayan, hiçbir mahlûkla müsavi olmayan ve tek olan
demektir.
Vâhidiyyet: Allah Teâlâ’nın umum eşyada birden
birlik tecellisi.(Vâhidiyyet ise, bütün o mevcudat birinindir ve birine bakar
ve birinin icadıdır, demektir. Ehadiyyet ise, herbir şeyde Hâlık-ı Küll-i
Şey'in pekçok esması tecelli ediyor demektir.
[115]
Nisa, 113
[116]
Yani bu makam çalışma ile kazanılmaz.
[117] Şühud: şâhidler. Görme, şahid olma. * Müşahede etme. * Görünecek halde şekillenme
[118] Şuûnat: Şuunlar. Keyfiyetler, haller. * Emirler. Kasıtlar. Talepler
[119] Tecellî-i zatî: Arapça, zâta (öze) ait tecellî (ortaya çıkış)
demektir. Sıfat söz konusu olmaksızın, zâtın başlangıcı olan tecellî için
kullanılan bir tâbirdir. Zat tecellîsi; esma ve sıfat tecellîsi vasıtasıyla
olur. Onlarsız olmaz. Hakk'ın zatının, mevcudata, perdeler ardından (isim ve
sıfat perdeleri) tecellî etmesi zarurîdir.
Tecellî-i esma: Arapça, isimlerin tecellîsi (ortaya çıkışı),
demektir. Allah Teâlâ'nın güzel isimlerinden birinin, kulun
kalbine açılması. Bu tecellî meydana gelince kul, o ismin nurları altında
öylesine mağlub olur ve şaşırır ki, Allah Teâlâ'ya o isimle seslense, Allah
Teâlâ ona karşılık verir. Sülük mertebelerinin dördüncüsünde, tecellî-i esma
olayı zuhur eder.
Tecelli-i sıfat: Sıfatlara, ait tecellîyi (ortaya çıkışı) ifade
eden Arapça bir sözcük. Allah Teâlâ'nın sıfatlarından bir sıfatın, kulun
kalbinde ortaya çıkması. Allah Teâlâ'nın sıfatlarından biriyle, mesela işitme
sıfatıyla tecellîye maruz kalan bir kimse, cansız varlıkların zikrini işitir
hâle gelir. Buna, "Hakka'l-Yakîn" makamı denir.
[120] Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selem besmeledeki noktanın topladığı
sırların hepsidir.
Kâinattaki
işlerin olması için söylenen كن deki noktanın da kendisidir.
Besmeledeki noktanın yorumları çok yapılmasına rağmen كن
deki noktanın izâhatı fazla bildirilmemiştir. Besmele kâinatın devamına sebep
iken كن deki nokta varlığına sebeptir. Çünkü irâde-i
küllinin, yani Allah Teâlâ’nın irâdesinin varlıklar üstü muradı ile âlemler
takdir edilmiştir. Bu noktaların her ikisi de Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem Efendimiz´dir. Çünkü Allah Teâlâ’nın Efendimizle olan münasebetini
beşeri olgularla anlamak mümkün değildir. Aşık ile sevgilisi arasındaki
münasebetin yorumları üzerine nice diller dökülmüştür. Fakat sonuç şudur
denecek bir şeye yedinci makamdan haberi olanlar dışında kimse bir şey
söyleyememiştir.
Fazilet
hazinesinin de sahibi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizdir. O bu
hazineyi mahlûkâta ve isteyenlere kabiliyeti miktarınca veren, âlemlere rahmet
olarak geldi. (Salât-ı Meşiş ve Açıklaması, s.8)
“Görmüyor musunuz? Şüphesiz Allah Teâlâ, göklerde ve yerde olanları emrinize
âmâde kılmış ve zâhirî ve bâtınî
nimetlerini genişletip tamamlamıştır.” Lokman, 20
Bu nimetlerin en büyüğü şüphesiz
ki, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin zâtıdır. O’nun
sayesinde nâil olunan nimetler kemmiyyet ve keyfiyyet olarak değerlendirilip
takdîr edilmesi mümkün değildir. Müminlerin Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
selleme getirdikleri salât ü selâmlar, bu nimetlere karşı bir teşekkürdür.
Müminlere karşı son derece düşkün olan ve onlara dünyâ ve âhiret saâdetinin yolunu
gösteren Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme karşı, salât
ü selam getirmek hem bir vefâ hem de sadâkat borcu olmanın ötesinde bir ilâhî
emirdir. Zîrâ Allah Teâlâ müminlere, bütün nimetlere vâsıta ve vesile olan
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme salât ve selâm etmelerini emretmiştir.
Her hayır hakîkatte Allah Teâlâ’dan ise de, o nimete vesile olanlara da teşekkür
etmek mümin olmanın gereğidir. Şüphe yok ki, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
tüm dînî, ve dünyevî hayrın vesilesi ve vâsıtasıdır.
[122]
Yasin, 82
[123] Ayn: (C.:
A'yan-A'yun-Uyûn) Göz. Pınar, kaynak. Çeşme. Tıpkısı, tâ kendisi. Zât. Eşyanın
hakikatı. Kavmin şereflisi. Diz. Altın. Nazar değme. Casus. Her şeyin en iyisi.
[124]
“Her kim benim veli kullarımdan birisine
düşmanlık ederse ben ona harp açarım. Kulum kendisine farz kıldığım şeylerden
daha sevimli bir şeyle bana yaklaşmamıştır. Kulum bana devamlı nafile
ibadetleri ile yaklaşır. Bunun sonucunda ben onu severim. Bir kere onu sevdim
mi ben onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Eğer
benden bir şey isterse onu veririm. Bana sığınırsa muhakkak onu korurum.”
(Buhârî. Rekaik, 38; İbn. Mâce. Fiten. 16.38)
[125]
Mutaffifîn, 15
[126] İttisal: Ulaşmak. Bitişmek. * Birbirine dokunmak. Yakınlık. Bağlılık. Kavuşmak
[127]
Allah Teâlâ’nın emrettiği şeyler ile ile dilediği ve istediği şeyler çok
farklıdır. Allah Teâlâ’nın emrettiklerini herkes bir şekilde bilebilir. Fakat
muradını bilmek ise herkese nasip olmaz.
[128]
"Attığın zaman sen atmadın; ama Allah attı." (Enfal, 17) âyetine işaret vardır.
[129]
Taha, 50
[130]
Kurban; yakınlık kazanmak için fedâ edilen şey.
[131] Sebü’l-mesanî: Tekrar tekrar okunan, iki kez nazil olan Fatiha sûresi.
[132]
Ebter: Sonunda oğlu ve kızı kalmayan insan.
* Ölümünden sonra adı hatırlanıp anılacak hayrı ve ihsanı kalmayan kişi. *
Eksik, tamamlanmamış
[133] Kayyum: Başlangıç, nihayet ve yeniden oluş gibi hallerden münezzeh ve ezelden ebede
kaim, dâim ve var olan Allah Teâlâ. Bütün eşyanın ancak kendisi ile kaim olduğu
Cenab-ı Hakk.
[134]
Menlik Müftüsü Mustafa Efendi, Osmanlıca Tercümesi Bitiş Tarihi: 2 Zi’lkade
1321-16 Şubat 1319-30 Ocak 1904
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar