TEFSİRU’L-FATİHA VE’D-DUHÂ ÇELEBİ HALÎFE CEMÂL-İ HALVETÎ
Yönünü doğudan batıya doğru
çeviren Halvetilik Tarikatı, ilk defa II. Bayezıd (1481-1512) döneminde Muhammed
Cemaleddin Halvetî (hyt: 903/1497) tarafından İstanbul'a getirilmiştir.
Çelebi Halife diye meşhur
olan Cemâl Halvetî'nin tam adı Ebü'l Füyüzât Muhammed b.Hamidüddin b.Mahmud
b. Muhammed b. Cemaleddin el Aksarâyî'dir.
Çelebi Halife'ye, dedesi
Cemaleddin el-Aksarâyî'ye nisbetle Aksaraylı, babasına nisbetle Karamanlı
denmiş ise de, esas itibariyle kendisi Amasya'da doğmuştur. Neseben Hz.
Ebu Bekr'e radiyallâhü anhe dayanmaktadır. Lemazat'ın kaydına göre, Pîrî Paşa (hyt.939-40/1532-33)
ve Müftü Zenbilli Ali Çelebi (hyt.932/152526) ile akrabalığı vardır. Başka bir
rivayete göre de Yavuz Sultan Selim'in (1512-1520) veziri olan Pîrî Paşa, Şeyh
Çelebi Muhammed Cemaleddin'in amcasıdır.
Çelebi Halife zahirî
ilimleri tahsilden sonra, tasavvufa yöneldi ve sıra ile Zeyniyye Tarikatı
şeyhlerinden Seyyid Abdullah elKastamonî (894/1488-89), Alaeddin Halvetî'nin
müridi Abdullah Karamanî ve Tokat'a giderek ümmî şeyh Tahirzâde'ye intisap
etti. Fakat intisap ettiği bu şeyhlerde umduğunu bulamadı ve ruhen tatmin
olamadı. Daha sonra Bakü'de bulunan Halvetilik'in ikinci pîrî Seyyid Yahya
Şirvanî'den istifade etmek amacıyla yola çıktı. O'nun Hakk’a yürümesi üzerine
halifesi Muhammed Bahâeddin Erzincanî kaddese’llâhü sırrahu’l azîze
intisap etti. Bu şeyhden icazetname aldı ve Amasya'ya dönerek burada irşad
görevine başladı.
Bu sırada şehzade II.
Bayezıd, Amasya'da vali olarak bulunuyordu. Daha sonra Sadrazamlık mevkiine
yükselecek olan Koca Mustafa Paşa ise Hacı Mustafa Ağa adıyla II. Bayezıd'ın
Kapıcıbaşı olarak Amasya'da görev yapıyordu. Bu sırada Koca Mustafa Paşa Çelebi
Halife'ye intisap etmiş ve II. Bayezıd kendisiyle tanışarak zaman zaman
sohbetlerine katılmıştır. Sadık Vicdanî ve Hüseyin Vassaf'ın anlattığına göre II.
Bayezıd bu sohbetlerden "ziyade mütelezziz" olmuştur.
Fatih Sultan Mehmet II'den
sonra tahta geçecek şehzadeler konusunda, Şeyh Vefa dahil Karaman ulemâsı ve
meşâyıhı, Veziri Azam Karamanlı Mehmet Paşa ile birlikte Cem Sultan'ı tutarken;
Çelebi Halife II.Bayezıd tarafını tutmuştur.
Babası Fatih Sultan
Mehmet'in vefatı üzerine, II.Bayezıd (1481-1512) istanbul'a gelerek tahta geçmiştir.
II. Bayezıd’ın tahta geçmesinden sonra, Çelebi Halife, Tezkire-i Halvetiyye'de
belirtildiği gibi, Padişahı ziyaret etmek üzere kendiliğinden mi İstanbul'a
gelmiştir, yoksa diğer kaynaklarda belirtildiği gibi bir fermanla mı İstanbul'a
davet edilmiştir? Sonuç değişmemekle birlikte, Çelebi Halife'nin İstanbul'a
geliş tarzı hakkında kaynaklar değişik bilgiler aktarmaktadır. Fakat verilen bu
değişik bilgiler birlikte değerlendirildiğinde, II. Bayezıd’ın bir fermanla
sadık adamı Koca Mustafa Paşa'yı, Çelebi Halife'yi İstanbul'a davet etmek üzere
Amasya'ya gönderdiği anlaşılmaktadır. Daveti kabul eden Şeyh Muhammed
Cemaleddin, yüz dervişi ile birlikte Amasya'dan kalkıp Üsküdar'a geldi. Mevsim
kıştı. Denizde fırtına vardı. Bundan dolayı karşı tarafa geçmek için üç gün
kadar burada beklemek mecburiyetinde kaldılar. O sırada Üsküdar'da sadece bir
iskele ve bir kaç ev vardı. Anlatılan menkıbeye göre, üçüncü gün şeyh, bu musibetin
dervişler arasındaki bir münasebetsizlikten ileri geldiğini tahmin ederek, bir
araştırma yapmış ve nihayet birinin üzerinde üç akçe bulunmuştur. Şeyh bunu
görünce: "bizi üç gün yolumuzdan alıkoyan işte bu üç akçedir"
dedi ve paraları denize attı. Sonra deniz sakinleşti. Padişah tarafından
gönderilen kadırgalara binerek karşıya geçtiler, ileri gelen devlet
görevlileri, ulemâ ve meşâyıhîn şeyh hazretlerini ta'zimle karşılayarak Haliç
kıyısında bulunan Balat-Gül Camii civarındaki Kapucubaşı Mustafa Ağa konağına
misafir ettiler. Bu sırada Mustafa Ağa, Amasya'da olduğu gibi, yine II.
Bayezıd’ın kapıcıbaşıdır. II. Bayezıd, fermanlarında O'ndan bahsederken "kapıcılarım
başı Hacı Muslihüddin'im" şeklinde ifadelerde bulunurdu.
Padişah başta olmak üzere,
bir çok devlet erkânı, âlimler ve Şeyh Vefa dahil İstanbul şeyhleri Halife Çelebi'yi
ziyaret ettiler. Şeyh Cemaleddin, bir müddet Gül Camii'nde tarikatini ihya
edip, evrâd ve ezkârla halkı irşad etti.
Kapıcıbaşı Mustafa Ağa,
aynı zamanda müridi de olduğu misafirinden istanbul'da kalmasını rica eder. Ricasının
Şeyh Muhammed Cemaleddin tarafından kabul edilmesinden sonra, Padişah'tan Yedikule
semtindeki Kızlar Kilisesi denilen yeri ister. Dileği kabul edilince, bu
kiliseyi tebdil ve tağyir ederek camiye çevirir. Yanına 40 odalı medrese,
imaret, hamam ve büyük bir hanigâh yaptırır. Sonra bu külliyenin yanına Çelebi
Halife'ye tahsis olunmak üzere, bir de ev inşa ettirir. Tebdil ve yeniden inşa
suretiyle meydana getirilen bu binalar, Çelebi Muhammed Cemaleddin'e tahsis
edilir. Camiin tarihinden bahseden kaynaklardan ve halen mevcut kitabelerden bu
yapılaşma işinin 1489 -1491 yılları
arasında gerçekleştirildiği anlaşılmaktadır. Demek ki, Çelebi Halife'nin
Kocamustafapaşa Zaviyesi'ndeki irşad vazifesi bu yıllarda başlamıştır.
Hüseyin Vassaf'ın
belirttiğine göre, İstanbul'da ilk Halvetî âyîni, Kocamustafapaşa Hanigâhı'nda,
Cemâl Halvetî tarafından icra edilmiştir. Aynı konuda Sadık Vicdani
ise, Tomarı Turûku Âliyye de şunları yazmaktadır:
"Tarikatı Âliyyei
Halvetiyye, İstanbul'a işte bu suretle ve müşârun ileyh ile gelmiş, âyini
tarikat, hânigâhı mezkurde, müşârun ileyhin ibtidasıyla başlamış, âstânei
irfanı Cemâlî'den birçok irfan sahibi kimseler yetişmiştir".
Muhammed Cemaleddin burada
Şeyh olarak dokuz yıl tarikat faaliyetinde bulunmuştur. Bu süre içerisinde
Padişah II. Bayezıd iki defa Hanigâha teşrif ederek şeyhi ziyaret etmiş ve
hayır duasını almıştır.
Tasavvuf tarihi ve
Anadolu'da gelişen tasavvufî düşünce açısından Cemâl Halvetî'nin en önemli
özelliği, Halvetiyye Tarikatı'nın İstanbul'daki ilk büyük temsilcisi olmasıdır.
Cemaleddin Halvetî'nin,
Kocamustafapaşa Zaviyesi'nde, ilk Halvetî Tarikatı âyînini icra etmesiyle, bu
tarikat Cemâliyye koluyla İstanbul'a gelmiş oldu.
Sümbüliyye şubesinin
kurucusu olan Sümbül Sinan kaddese’llâhü sırrahu’l azîz Çelebi Halife ile
tanıştı. Medrese öğrenimi yıllarında, sûfîlerin aleyhinde olduğu halde, bir
vesile ile dönemin Halvetî şeyhlerinden, Kocamustafapaşa Hanigâhı postnişini
Muhammed Cemaleddin ile tanıştı ve o'na bîat etti.
Sümbül Sinan, Çelebi
Halife'nin yanında üç yıl süren riyazet ve mücahedeye başlamıştır. Tasavvufî
konularda yapılan sohbet ve konuşmalardan sonra, Sümbül Sinan erba'in çıkartmak
üzere halvete girmiştir. Çelebi Halife gecede birkaç defa odasına gelir, bir
müşkülü olursa halleder, hâl ve hatırını sorardı. Hatta bir defasında coşkulu
bir şekilde sürdürdüğü zikir ve tesbihatı kastederek; "bu gece yalnız
bizi değil, evdeki oğlancıkları da uyutmadınız" diye latife yollu
iltifat etmiştir. Bu üç yıllık riyazet ve çile döneminde Sümbül Sinan, mücahede
kemerini beline takar zikre başlarmış. O'nun bu coşkulu halini müşahede eden
Şeyhi Muhammed Cemaleddin, "başkalarının kırk senede elde ettiği
kemâli, Sinan'ım üç senede elde etti" diyerek, Sümbül Sinan'la iftihar
edermiş.
Bu şekilde sülûkünü
tamamlayan Sümbül Sinan intisabının dördüncü senesinde halifelik icazetini
almış ve şeyhinin arzusu üzerine, 899/1493
900/1494 yılları arasında Mısır'a gitmiştir. Mısır'da üç yıl kaldığı tahmin
edilmektedir.
Çelebi Halife hacca
giderken Mekke'de kendisiyle görüşmek üzere Mısır'a bir derviş göndermiş ve
Sümbül Sinan'ı davet etmiştir. Daveti kabul eden Sümbül Sinan Mekke'ye gelmiş
ise de, orada şeyhi ile görüşecek yerde O'nun ölüm haberini almıştır. Hac
yolunda vefat eden şeyhi, Sümbül Sinan'a kendi kızı Safiye Hatun ile evlenmesini
ve Kocamustafapaşa Hanigâhı'ndaki makamına oturmasını vasiyet etmiştir. Hac
farizasını edadan sonra, Sümbül Sinan Şam yoluyla İstanbul'a geldi. Yapılan
vasiyet doğrultusunda şeyhlik makamına oturdu ve Safiye Hanımla evlendi.
Rivayete göre İstanbul'a gelişinde, 300 derviş, ahâli ve mevâlii 'ayan
karşılamıştır.
Sümbül Sinan 33 yıllık
şeyhlik süresince bir taraftan riyazet ve mücahedeye devam ederken, diğer taraftan
dervişlerini yetiştirmiştir.[1]
Halîfe
Cemâleddîn Muhammed Efendi, yetiştirmiş olduğu pekçok talebe yanında, birçok
kıymetli eser de yazdı. Bu eserlerden başlıcaları şunlardır:
1)
Tefsîr-i Sûre-i Fâtiha,
2)
Şerhu Erba'îne Hadîsen Kudsiyyen,
3)
Şerhu Hadîs-i Erba'în-i Nebevî,
4)
Zübdet-ül-Esrâr,
5)
Cevâhir-ül-Kulûb,
6)
Risâle-i Etvâr,
7)
Risâle-i Sad Kelime-i Sıddîk-ı Ekber,
8)
Risâle-i Fakriyye,
9)
Câmiât-ül-Esrâr ve'l-Garâib,
10)
Cenknâme,
11)
Risâle-i teşrihiyye,
12)
Risâle fî Beyâni'l-Velâyet,
13)
Tefsîr-i Âyeti'l-Kürsî,
14)
Esrâri'l-Vudû (Abdestin Sırları),
15)
Risâle fî İsmeyni'l-Azameyn Allah ve Rahmân, 16) Risâle-i Kevseriyye.
Bu eserleri el yazması olup bildiğimiz kadarıyla hiçbirisi
basılmamıştır. Ancak Çelebi Halîfe Cemâl-i Halvetî hakkında 1998 yılında yüksek
lisans tezi hazırlanmıştır.[2]
Bu nedenle Atatürk Kütüphanesinde bulunan Fatiha sûresi ile ve'd-Duha'dan
Kur’ân'ın sonuna kadar olan surelerin tefsiri [3]
ni mütercimi bilinmeyen[4] nüsha
yardımı ile Türkçeye çevirerek kardeşlerimize faydalı olmayı düşündük.
Tevfik ve inayet Allah Teâlâ’dandır.
İhramcızâde
Hacı İsmail Hakkı
ALTUNTAŞ
Esenler /İstanbul
Ekim/ 2011
TEFSİRU’L-FATİHA VE’D-DUHA
FATİHA SÛRESİ
َاعُوذُ بِاللهِ مِنَ ٱلشَّـيْطَانِ ٱلــرَّجِيمِ
Rahmet-i İlâhiden kovulmuş şeytandan Allah
Teâlâ’ya sığınırım.
Tek olan zâta sığınırım.
Sonra şahsi fiillerinde ruhânî cevherin ve
nefsi emmârenin tuzaklarından kurtulmuş vücud mertebelerini toplamış (geçmiş)
insan-ı kâmile sığınırım.
Eğer “Allah” lafzının zikrinden “insân-ı
kâmil”in murad edilmesindeki hikmet nedir? Diye sorarsan “Cemâl Halvetî”
diye anılan bu fakir der ki;
“Allah Teâlâ ile kulu arasındaki münasebet, ancak
insan-ı kâmil ile olabilir. Bunun için “Meslek-i Muhâmmedî” [5]
ye giren sâlik, akıl ve beden diliyle kavlî, hâl diliyle fiili sayfalarını
okumaya teveccüh ettiği vakit maddî ve mânevi suretler (tehlikeler)de, şeytanın
hilelerinden insan-ı kâmile yapışması her halde lazım ve zaruridir. Ta ki
insan-ı kâmil vasıtasıyla Allah Teâlâ ile kulları arasında bir münasebet hâsıl
olabilsin. Bu sebeble sözlü sayfaların kapıları açılarak “kalp”, “sır”, “ruh”
levhalarından (letaifler) okuyabilsin. Bundan bilindi ki;
Sâlikin “İsm-i âzam”la bağlantısı ancak “insan-ı
kâmil” ile olabilmektedir. Yani, sâlikin zât-ı mutlak olan Allah Teâlâ’ya
yakınlığı ancak insan-ı kâmil vasıtasıyla ism-i âzama ulaşmasından sonra olabileceği
anlaşılmaktadır. Bu nedenle Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“Şeyhi olmayanın dini yoktur” [6]
Kur’ân-ı Kerim’de “Allah Teâlâ’nın ipine yapışınız” [7]
ayeti ile bu manaya işaret edilmiştir.
“Allah Teâlâ’ya yaklaşmağa vesile arayın” [8] ayetide bu
manayı teyid etmektedir. Yine, “Siz ehline sorunuz” manasına gelen “Zikir
ehline sorunuz” [9]
ayeti de bu manayı kuvvetlendirirken, “telkin ehline sorunuz”[10]
manasınıda çağrıştırır.
اَعُوذُ “Eûzü” kelimesi dört harftir. “Elif”, “Ayn”,
“Vav”, “Zel”
“Elif” Hakikî insanın Allah
Teâlâ’nın dışındaymış sanılan şeylerden alakayı kesmesidir.
“Ayn” Hakikî insanın
“ilim” den “ayn”e yönelmesi veya “Mutlak Nur” la birleşmesi
ve hakikâtinde “Mutlak Nur” un kendisine delalet etmesidir.
“Vav” Hakikî insanı “Zâtî”,
“Velâyetî”, “Hassasî (özellik)” ve “Vefâsı” ile sevmeye delalet eder.[11]
“Zel”
Hakikî insanın Allah Teâlâ’nın nuruna kavuşmuş
olduğuna delalet eder. Yani celâl ve cemâl nurlarının sahibi olmasıdır.
Ey Kardeşler!
Biliniz ki; bu söylediğimiz mana çok ince ve narindir.
Nefsânî sıfatlarla perdelenmiş akl-ı kemâl bulmamış, (kısa görüşlüler) bunu
anlayamaz. Zikrettiğimiz harflerin sırrını arif olanlarda ehlinin
dışındakilerden bunu gizlemelidir. Çünkü ruhlar âleminden düşen bu hikmet
damlaları “Nisan yağmuru” na benzer. Nisan yağmuru, sedefe düşünce “inci”,
yılanın ağzında “zehir”, pisliğe düşünce de “pislik-aşağlık (mikrop)”
olur. Anlarsan hikmetin durumu bu şekildedir.
Biliniz ki; “Eûzü”, “avz”[12]
dendir. “Avz” rüzgarın getirdiği toz, topraktan; selin taşıdığı çör-çöpten insanın
kendini korumak için sığındığı şeydir. Öyleyse insan-ı kâmile inanmak ve
dayanmak vaciptir. Çünkü sâlik seyrinde (manevi yolculukta) şeytanın elinden
kurtuluş çaresi bulamaz. Ancak insan-ı kâmilin varlığı ve adını anmakla
kurtulabilir. Bunu iyice anlayın ve gafil olmayın.[13]
Besmeleninde tevilinide işitiniz. Bu nedenle
“Besmele” nin açıklaması için bir önsözün beyanı uygundur.
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيمِ 1
Rahman ve Rahim olan Allah'in adıyla
Allah Teâlâ’ya kurbiyet (yakınlık) iki
kısımdır.[14]
a)
Kurb-u Ferâiz
b)
Kurb-u Nevâfil
Birincisi: Meczub
(her şeyin şuurundan tamamen fâni olmuş) sâlike mahsustur. Tevhidî Zâti’yi içine almaktadır.
İkincisi: (Çalışarak
kazanılan fenâ halindeki) Sâlik-i meczuba mahsustur. Tevhidî Sıfâti’yi barındırmaktadır.
Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem kudsî hadisinde buyurdu ki;
“Kulum bana
devamlı nafile ibadetleri ile yaklaşır. Bunun sonucunda ben onu severim.” [15]
Kurb-u Ferâiz ehli “Besmele”yi hakikâtine ulaşmış
olduktan sonra; Kurb-u Nevâfil ehli de “Besmele”nin hakikâtine ulaşmadan
“Bismillahirrahmanirrahim”i okumaktadır.
Hakikâtiyle “Besmele” yi okuyarak Kur’ân-ı Kerim’e
başlamak ise Allah Teâlâ’nın zâtının umûmî ve husûsî rahmetini câmi olan “Vucüd-u
Hakkânî” ile okumak demektir.
Bu manayı iyi
anlayın. Çünkü ince bir husustur. Kurb-u
Ferâiz
Bir kimse “Besmele”nin bu iki hakikâtine ulaşmadan
Kur’ân-ı Kerim’i iki şekilde okuyabilir.
Birincisi “Bismillahirrahmanirrahim”i
söylemekle,
İkincisi umûmî ve husûsî rahmeti
toplayan insan-ı kâmilin adını anarak.
(Yoksa) Fiili olarak Kur’ân-ı Kerim’i sayfalarını
okumaya başlayamaz.[16]
Ey Kardeşler!
Biliniz ki; Fâtiha Suresinde birçok sırlara
işaret vardır. O çok sırlardan bazılarını bu fakirden dinleyiniz. Şöyleki;
الْحَمْدُ للهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
2
Hamd, âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur.
الْحَمْدُ للهِ kelâmındaki mana; Allah
Teâlâ’ya yakınlığı farzlarla bulan için hamd zâtî, nafilelerle bulan için
sıfâtidir. Eğer hamd-i fiili (avamdaki gibi söz) olursa Allah Teâlâ’nın ef’âlindedir,
demektir.
رَبِّ الْعَالَمِينَ Ruhlar ve bedenler
âleminin efendisi Allah Teâlâ’dır.
3 الرَّحْمـنِ الرَّحِيمِ
O Rahman ve Rahim'dir,
الرَّحْمـنِ Yani, Allah Teâlâ Hazret-i ilimde â’yanı sabitenin (İlmi ilâhide
bulunan yaratılmışların gerçeklerini) başlangıçtan beri kemâlatını ve nimetlerin
asılları ve parçalarına “Rahman” ismi ile feyz verir.
الرَّحِيمِ Allah Teâlâ tevhid, marifet ve muhabbet gibi kemâl
hususlarına “Rahim” ismi ile feyz verir, demektir.
رَبِّ “Rabb” kelimesinden “Mâlik” manasıda murad edilebilir. Bu
şekilde “Muslih: İslah eden”, “Mükemmil: Tamamlayan” manalarıda caiz olur.
Kim Allah Teâlâ’ya farzlarla yakınlaşırsa bütün
ilâhi isimleri toplamış ve mazharı (zuhur yeri) olarak ve tesirlerini
(icraatlarını) görür. Buradan bilmemiz gereken “hamd” le varlıklarda Allah
Teâlâ’nın zâtî hayatiyetini denizde (görür gibi) tafsilatlı olarak bağlantılı
oluşunu (bilmektir).
مَـلِكِ يَوْمِ الدِّينِ 4
Din Günün sahibidir.
Bu bir mertebe ve makamdır ki; bu makamda sâlike;
Kalbî ve ruhî ameller “Ef’âl makamı”nda;
Sırlı ameller “Sıfat makamı” nda;
Gizli ameller “Zât makamı”ında;
olarak “Tevhid” makamları, hâsıl olur.
إِيَّاكَ نَعْبُدُ وإِيَّاكَ
نَسْتَعِينُ 5
Ancak Sana kulluk eder ve yalnız Senden yardım
dileriz.
إِيَّاكَ نَعْبُدُ Kulluk ve tevhid (birleme)
vasıtasıyla ancak seni müşahede ederiz
وإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ Zâtî, Sıfâtî ve Ef’âlî tevhid makamlarında zâtını müşahede ederek ancak
Sen’den yardım talep ederiz.
اهدِنَــــا الصِّرَاطَ
المُستَقِيمَ 6
Bizi dogru yola eriştir.
(Ancak bizi) Tevhid-i Zâtî yolunda sebatlı kılmanı
istiyoruz.
صِرَاطَ الَّذِينَ أَنعَمتَ عَلَيهِم غَيرِ المَغضُوبِ
عَلَيهِمْ وَلاَ الضَّالِّينَ
Nimete erdirdiğin kimselerin yoluna; gazaba uğrayanların,
ya da sapıtanların yoluna değil.
صِرَاطَ الَّذِينَ أَنعَمتَ عَلَيهِم
Kendilerine tevhid
nimetlerini verdiğin nebiler, rasüller, evliyalar ve salihlerin yolunda sabit
kılmanı diliyoruz.
غَيرِ المَغضُوبِ عَلَيهِمْ Onlar Tevhidî
Zâtî’nin müşahedesinden mahrum değildirler.
وَلاَ الضَّالِّينَ Onlar kesrette ve vahdette tevhidin şuhûdundan
ve feyzlerinden ayrı olmayanlardır.[17]
أَنعَمتَ عَلَيهِم de bahsedilen
nimetlerde, Kur’ânî hakikâtler ve sırlar ve diğer ehadiyyetin kemâl sırların murad olunması da
caizdir.
آمين “Amin”
“Allah Teâlâ’m duamızı kabul
buyur” manı diliyoruz. Yani Tevhidin Ef’âl, Sıfât ve Zâtî marifetlerini bize
vermeni istiyoruz.
Namazda ve dışında وَلاَ الضَّالِّينَ den sonra آمين demek sünnettir. Vâil İbnu Hucr radiyallâhü anh anlatıyor:
"Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin gayri'l mağdûbi aleyhim ve lâ'ddâllîn'i okuyunca
âmîn dediğini ve bunu söylerken sesini uzattığını işittim."
Bir başka rivâyette şöyle
gelmiştir. "...Bunu söylerken sesini yükselttiğini işittim." [18]
Hz. Muhammed sallallâhü
aleyhi ve sellem bir Hadis-i Şerif'inde meâlen şöyle buyuruyor:
Ebû Hureyre radiyallâhü
anh rivayet etti ki;
“Duaların sonunda Âmin
demek, âlemler Rabbi Allah’ın, mü’min kullarının dillerindeki mührüdür.”[19]
Ey Kardeşler!
Biliniz ki; Fâtiha kelimesi
ف ا ت ح ة beş harf üzerinedir.
ف Harfi; ilâhî sırlar, rabbânî marifetler ve
Kur’ânî hakikât hazinelerinin Fâtiha sûresi ile fethedileceğine işaret eder.
Ayrıca diğer surelerden daha faziletli olup hak ile batılı ayırdığına;
ا Harfinde üç nokta gizli olduğundan tevhidin Zât, Sıfât ve Ef’âl
makamlarının sırlandığına;
ت Harfi ise Fâtihâ’nın hakikâtte sırf
tevhid olduğuna ve şüphesiz olarak ancak onunla Allah Teâlâ’nın Zât-î birliğine
ulaşabileceğine;
ح Harfi ise Fâtiha sûresi
Kur’ânî ve birçok hakikâtleri taşıdığını ve okuyanı büyük ateşten koruyucu
olduğuna;
ة Harfi ise
Fâtiha sûresinin Kur’ânî hakikâtleri taşıdığına, diğer sürelerden büyüklüğüne
ve semadan inmiş kitaplar ve sahifelerdeki hakikâtleri topladığına delalet etmektedirler.
Yine biliniz ki; ف Harfi “Küllî Ruh”tan ayrılıp geldiğine, ا harfi inişinde gizli sırlar taşıdığına işaret
ederken, ت harfi bu sırlarının ezelden
beri sabit ve gerçek olduğuna, ح harfiyle taşıdığı
sırları da Allah Teâlâ’dan başka kimsenin bilmediğine, ة harfi ise Fâtiha sûresinin
her bir harfinin büyüklüğüne, öyle ki Kur’ân-ı Kerim’in bütün harflerinden daha
azîm olduğuna da işaret etmektedir.
DUHÂ SÛRESİ
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمـَنِ الرَّحِيمِ
وَالضُّحَى 1
Andolsun kuşluk vaktine
Rûhî Muhammedî’nin güneşine yemin olsun ki;
وَاللَّيْلِ إِذَا سَجَى 2
Ve sükûna erdiğinde geceye ki,
Ruh güneşinin yörüngesi olan Muhammedî bedenede yemin olsun ki;
3 مَا وَدَّعَكَ رَبُّكَ وَمَا قَلَى
Rabbin seni bırakmadı ve sana darılmadı.
Rabbin zatından feyzini (ilişkisini) kesmedi.
وَلَلآخِرَةُ خَيْرٌ لَّكَ مِنَ اْلأُولَى 4
Gerçekten senin için ahiret dünyadan daha hayırlıdır.
Seni Zatıyla bir kılması, tevhidin sıfatlar ve diğer hallerinden daha
hayırlıdır.[20]
وَلَسَوْفَ يُعْطِيكَ رَبُّكَ فَتَرْضَى 5
Pek yakında Rabbin sana verecek de hoşnut olacaksın.
Rabbin Seni varlığından fâni kılarak tevhid-i zâtinin bütün
makamlarını verecektir. [21]
أَلَمْ يَجِدْكَ يَتِيمًا فَآوَى 6
O, seni yetim bulup barındırmadı mı?
Hakiki baban olan Ruhu’l Küdüs[22]ten
ayrılmış ve tek başına kalmış bulunurken Rabbin Seni mukaddes canibine aldı ve Feyyâz-ı
Mutlak feyzinide Cebrail vasıtasıyla senin ruhuna ulaştırdı.
وَوَجَدَكَ ضَالاًّ فَهَدَى 7
Şaşırmış bulup da yol
göstermedi mi?
(Dünya âleminde) nefsânî
sıfatlar ile perdelenmenden dolayı tevhid-i zattan uzak kaldığından hidayet
ederek zâtına yanaştırdı. [23]
وَوَجَدَكَ عَائِلاً فَأَغْنَى 8
Seni fakir bulup zengin
etmedi mi?
Rabbin seni ilâhî hakikâtler
ve rabbânî hikmetler ve diğer tevhidi kemâlattan boşalmış bulunca mümkünün
(yani dünya âleminde olması gereken) kadarıyla bahsedilen marifetler ile Seni süsledi.
فَأَمَّا الْيَتِيمَ فَلاَ تَقْهَرْ 9
Öyleyse yetimi sakın ezme.
Onun için Hakiki
babasından ayrılma sebebiyle nefsânî sıfatlar ile perdelenmiş kimseye kahrederek
onun hakkına engel olma. Bilakis onu fuyuzât yoluyla hakiki babasına ulaştır.
وَأَمَّا السَّائِلَ فَلاَ تَنْهَرْ 10
El açıp isteyeni de sakın azarlama.
Tevhid ilmini isteyeni kapından kovarak geri çevirme. Kaabiliyeti
miktarınca bu ilimden ulaşabileceği miktarı vermelisin.
وَأَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّثْ 11
Ve Rabbinin nimetini minnet ve şükranla
an.
Habibim! Kur’ânî hakikâtleri
ve tevhid sırlarından kullarımı haberdar et.[24]
Ey Muhib! (Ey bizi ve bu
ilmi seven)
Şu diğer açıklamayı da
dinle!
وَالضُّحَى :
a) Cemâlullâh.
b) Kalbin nurudur.
c) Allah Teâlâ’nın vücududur. (varlığı)
d) Ezeli, zâti marifetin nurudur.
e) Zâtî muhabbetin nurudur.
وَاللَّيْلِ إِذَا سَجَى :
a)Cemâlullâhı örten Celâlullahdır.
b)Hakkın varlığını örten nefsin karanlığıdır.
c)Hakkın vücudunu örten zillî (gölge) vucüddur.
d)Zilli vücudun karanlığıdır.
e)Dünya muhabbetinin ahiret muhabbetinin zuhurunu ve eserlerini
örterek karartması.
Anladıysan kabiliyetin miktarınca bu manaları artırabilirsin.
مَا وَدَّعَكَ رَبُّكَ وَمَا قَلَى:
Rabbin Seni, müşahedeni perdeli kılmadığı gibi seni beşeri tabiatınla
başbaşa da bırakmadı. [25]
وَلَلآخِرَةُ خَيْرٌ لَّكَ مِنَ اْلأُولَى :
Kalbî amellerindeki durum, nefsâni güzelliklerden daha hayırlıdır.
İnsanın diğer hallerini buraya kıyaslayabilirsin. Fiili hallerin bilgisini
açıklamaya lüzum görmedik. Kim varlığından tecerrüd edip batınî hallerini
anlarsa kabiliyeti miktarınca Kur’ân-ı Kerim’in sırlarına ve bâtınına da
kavuşabilir, deriz.
وَلَسَوْفَ يُعْطِيكَ رَبُّكَ فَتَرْضَى :
Rabbin nurâni varlığını sana verecek sende razı olacaksın. Bu
manadan kasdedilen mana “nutk-u hakkanî” yi verecek. Yani ümmetin için
kabulü mümkün olmayan şeyler hakkında dahi isteyeceğin şefaat etme hakkını
verecek demektir.
أَلَمْ يَجِدْكَ يَتِيمًا
فَآوَى:
Rabbin halka karışman ile Hakk’ın müşahedesine vesile olan hakikâtin
şuhûdundan perdelenmiş bulunca Seni kendinle arif kılarak, feyz ve ruhânî gıda
olan marifeti almannı istedi.[26]
وَوَجَدَكَ ضَالاًّ فَهَدَى :
Rabbin dünya âleminde olan vücudunu kendi nurlu vücuda (Allah Teâlâ) hidayet etti (kavuşturdu.) Bu
tevil âlem-i insan mertebeleri de içinde geçerlidir. İyice düşün ve anla.
وَوَجَدَكَ عَائِلاً فَأَغْنَى :
Yine (dünya âleminde) Allah Teâlâ’nın fiillerinden yoksun bulmuşken
gibi sıfat ve zâtî yönden bile Seni zenginleştirdi.
فَأَمَّا الْيَتِيمَ فَلاَ تَقْهَرْ :
Öyleyse; bedenin zaafların yakınlığı ile Hakk’ın müşahedesinden
perdelenmiş olan kimseye nasibi verdikten sonra kahretme, feyz yolu ile ezelî
nasibini vermelisin
وَأَمَّا السَّائِلَ فَلاَ تَنْهَرْ :
Perdeli olduğu halde hakikât ilimlerinden isteyenide mahrum etme.
وَأَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّثْ
İsteyene ve ehli olana hakikât
ilimlerini, ehadiyyet sırlarını ve hususî velayetlerine ait olan sırları söyle. Çünkü velayet iki
kısımdır.
a)
Mutlak Velâyet: bütün müminlerde mevcuttur. Allah
Teâlâ bu hususa, “Allah inananların dostudur, onları karanlıklardan aydınlığa
çıkarır.”
[27] ayeti ile işaret etmiştir. Yani
Allah Teâlâ müminleri nefsi karanlıklarından “Kalp” “Ruh” “Sır” “Sırr-ul Sır”
nurlarına çıkarır, demektir.
b)
Hususî
Velayet:
“Şüphesiz
sen büyük bir ahlaka sahipsindir.”[28] Ayetinin
mazharı olan Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemdir. Bu velayet kemâl yönünden
ümmetinden seçilmiş evliyaullahta bulunur. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu
ki;
“Bu
ümmet içinde Muhammedîler vardır. Ömer onlardandır.”[29]
Ey Kardeşler!
Biliniz ki; Muhammedî
velâyetin en düşük derecesi, ibadet etmek, zikirler ve sair nurların zuhurudur.
En üstün mertebesi ise fenâfillâh’tır.
Şeyh’ül Ekber kaddese’llâhü sırrahu’l azîz buyurdu ki;
“Ben Muhammedî velâyeti hatemiyim (mührüyüm)”
O (bu sözü söyleyebilecek)
bir alem’dir. İyice anla.[30]
İNŞİRAH
SÛRESİ
(Not: Çelebi Halîfe Cemâl-i Halvetî kaddese’llâhü
sırrahu’l azîz bu sûreyi dört tevil üzere ayrı başlıklar altında beyan
buyurmuşlardır. Ancak biz burada ayetleri altında birleştirilerek sunulması
daha faydalı olacağını düşündük.)
أَلَمْ نَشْرَحْ لَكَ صَدْرَكَ
1
Biz senin göğsünü açıp genişletmedik mi?
a) Ey habibim, biz senin sadrını yani kalbini nübüvvet
ve velayet nurlarıyla ve bunlara bağlı Kur’ânî hükümleri, marifeti rabbaniyeyi,
hakkânî muhabbetleri ve bunun benzeri zâtî, sıfâtî ve fiilî nurlarla süslemedik
mi? (Evet, süsledik demektir.) Bunun açıkça anlatılmasına gerek yoktur.
b)Bizi müşahadeye ve vuslatımıza kavuşman için
sırrını genişletmedik mi? (Evet, gerçekten böyledir.)
c)Sadrını genişleterek yaratılış hakikâtlerinin
kapısını sana açmadık mı? Burada kasdedilen mana, kötü ve kınanmış huylardan
seni kurtararak diğer bütün tevhidlerin özü toplayacısı olan Tevhidî Zâtîyi
sana vermedik mi? (Evet, gerçeğiyle açtık.)
d)Kalbin manası göğüs makamındadır. Cehri (sesli)
zikir sebebiyle kötü ahlakı senden çıkarmadık mı demektir.
Not: d maddesi ile yazdığımız teviller cehrî ve
hafî zikir ile sâlik için hâsıl olan etvarı seb’a (yedi makam) üzere açıklanmıştır.
وَوَضَعْنَا عَنكَ
وِزْرَكَ 2
Yükünü senden alıp atmadık mı?
3
الَّذِي أَنقَضَ
ظَهْرَكَ
O senin belini büken yükü.
a) Bizi
müşahedene mani olacak perdeleri Senden düşürmedik mi? (Evet, düşürdük.)
b) Tarafımıza
yönelmene engel olan gölge bedenini yoketmedik mi?[31]
c)
Senin batınını tevhidi zâtînin ve gereği olan bütün beğenilmiş kemâllerin
zuhuruna sebeb olacak ahlakı hamide süslenmene mani olacak kötü ahlak ve
sıfatları senden çıkarmadık mı? (Evet, çıkardık.)
d) Kalp
makamında ona bağlı oluşan nurlara ve diğer şeylere meylini kesmedik mi? (Evet,
ancak zâtıma meyletmekte olacaksın.)
وَرَفَعْنَا لَكَ ذِكْرَكَ 4
Senin
şânını ve ününü yüceltmedik mi?
a) Seni
İsm-i Âzam güneşinin doğduğu yer kılmadık mı? (Evet, seni İsm-i âzam kıldık.)
b) Tavusu’l
Melekut[32] (Cebrâil
aleyhisselâm) vasıtasıyla indirilmiş kitaplar ve sayfalara cami olan Kur’ân-ı
Kerim’ini ve diğer şeylerden zuhur eden mucizelerini büyük kılmadık mı? (Evet,
öyle olduğuna inanmalısın.)
İlâhi
isimlerin hepsini camî olan bir mertebeyi sana vermedik mi? Manasıda
kasdedilmiştir.
c)Ufuklarda
ilâhî nurların marifetine bağlılığından rububiyet sırlarını Senden zahir etmedik
mi? (Evet, rabblik sırlarına kavuştun.)
d) Ruh
makamında sana bütün diğer isimleri cami olan “İsimler Sutanı” nı vermedik mi?
(Evet, herşeye hükmetme yetkisini verdik, demektir.)[33]
فَإِنَّ مَعَ الْعُسْرِ
يُسْرًا 5
Elbette
zorluğun yanında bir kolaylık vardır.
إِنَّ مَعَ الْعُسْرِ
يُسْرًا 6
Gerçekten,
zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır.
a) Muhakkak gölge vucüd ile hakkanî vücud beraber
bulunması sabit olmuştur.
b) Muhakkak celâl varsa cemal beraberinde vardır.
c) Muhakkak perdelenme varsa müşahede de vardır.
Yine meşakkat, rahatlık ile beraberdir.
d)Sır makamında nur, zulmetiyle beraber bulunur.
Tevhidin Sır u Sır makamında ise gölge vücudun
varlığı ile beraber “Allah Teâlâ’dan başkasının bilmediği ve başkalarının
muttali olamayacağı (anlayamaycağı) nurlu vücudu” vardır.
فَإِذَا فَرَغْتَ
فَانصَبْ 7
Boş
kaldın mı hemen (başka) işe koyul,
a) Aslınla
(Allah Teâlâ) ile cem’den ayıldığın zaman halkı Hakk’a irşad için müşahede ve
vuslat için hazır olmalısın.
b) İki
denizden (Celâl ve cemâl) çıktığında benim rızam için yarattıklarımın ezasına
tahammül et.
Halkla
olan muamelenden boşalınca zâtıma yönelmeni istiyorum.
c) Bedenin gereği olan işlerin bittikten sonra
kalbî, sırrî ve ruhî işlerle nefsini meşgul kıl.
d) Hayret ve kursî makamında nurumdan ayıldığın
zaman şeriata uy ve nefsine muhalefet et. Bu iki hal ile olduğun hal ile kullarıma
hükümlerimi tebliğ et ve her türlü durumda onları feyizlendir.
وَإِلَى رَبِّكَ
فَارْغَبْ 8
Yalnız Rabbine yönel.
a) Her ne kadar kesret ile vahdetten perdelenmemiş
olsanda, kesrette vuslatın müşahesi için kalbinin alakalarını kesip Efendine
vasıl ol.
b) Hakikâtler hakikâti ve âlemlerin Rabbi olan
(bana) vasıl ol.
c) Seni güzel şekilde yaratan, sahibin olan
efendine yönel.
d) Manası fenâ makamında olup zât-ı ehadiyye
nurlarını iste.
Veya; senin vücudundan sıyrılarak hakiki vücüda
yönel, demektir.
Uyarı:
Bu beyan üzere Allah Teâlâ’yı taleb edenlerin hemen
kâmil bir şeyhin kapısında hizmet etmesi, o şeyhin nazarına kavuşması ve muhabbetî
sohbeti gereklidir. Ancak bu şekilde Kur’ân, esma ve diğer hususların hakikâtlerinin
zuhuruna ulaşabilir. (Yani öğreticisi olmadan bu ilme kimse kavuşamayacak
demektir.).
TİN SÛRESİ
وَالتِّينِ 1
İncire, zeytine,
a) Allah Teâlâ
tarafından Cebrâil aleyhisselâm vasıtasıyla indirilen kitapların sırlarını câmi olan
Kur’ân-ı Kerime yemin olsun. Aynı incirin tanelerden oluştuğu gibi şerefli
Kur’ân-ı Kerim’de bütün hususiyetleri topladığı gibi gerçekten tatlıdır.[34]
b) İncirde halk
için faydalı birçok özellikleri taşıdığı gibi Tevhid-i kemâller ve Muhammedî Sıfâtların kaynağı ve zuhur yeri olan Muhammed
sallallâhü aleyhi ve selleme yemin olsun, denilmiştir.
وَالزَّيْتُونِ
a) Zeytinde
saf yağ ve insanlar için faydalı ışık gibi Kur’ân-ı Kerim’de dünya ve ahirette
faydalı nur taşı(dığına yemin ederim.)
b)Zeytinde saf yağ ve insanlar için faydalı ışık
nur olduğu gibi Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem keder verici şeylerden
temiz, varlığıyla iki âlemde rahmet ve faydalı olandır. Nitekim Allah Teâlâ
hakkında buyurdu ki;
“Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik”[35]
وَطُورِ سِينِينَ
2
Sina dağına,
a) Şehâdet âleminin düzeni, dengesi ve sağlamlığına
sebeb olan Tur-u Sina dağı (Kur’ân-ı Kerim)’e yemin olsun.
Zülmün elinden
kurtulmak isteyen mazlumların sığınağı yeryüzünün dengesi ve sağlamlığı
dağlarla olduğu gibi Kur’ân-ı Kerim’de Allah Teâlâ’nın kullarının cehennemden
sığınma merciidir.
b) Mahlûkatın
sığınağı ve iki cihanda şefatçisi Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemdir.
Suçlular
zalimlerin elinden kurtulmak için dağların yolunu tutan günahkârların sığınağı velâyeti
ve nübüvveti ile olan âlemlerin dengesi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme
yemin olsun.
3وَهَذَا الْبَلَدِ اْلأَمِينِ
Ve şu emîn
beldeye yemin ederim ki,
a) Hakkında “ne bir yaş ne de bir kuru yoktur ki
her hal bir kitabı mübînde olmasın” [36]
buyrulan zikredilenleri ve fiili sayfaların sırlarını ve her şeyi câmi, acaiblikleri
ve gariplikleri barındıran Emin belde Mekke gibi Kur’ân-ı Kerim’e yemin olsun.
b) “Ben ruhların anası, bedenlerin babasıyım”[37] diyerek
güzel meziyetleri toplamış Muhammed sallallâhü aleyhi ve selleme yemin
olsun.
Bu Fâkir Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin “aleyküm bi’sevadilâzam” [38]
kelamını ahmedî sırlar ve ehadiyyet kemâlleri toplayan insanı kâmil olarak
yorumladı.
Sevâdı âzamdan övülmüş meziyetleri sebebiyle Cebrail,
Mikâil, İsrâfil ve Azrâil (aleyhimüsselâm) da kasdedilmesi caiz olur.
لَقَدْ خَلَقْنَا
اْلإِنسَانَ فِي أَحْسَنِ تَقْوِيمٍ 4
Biz insanı en
güzel biçimde yarattık.
a) Onun nurlu vucüdunu feyz yoluyla nurda ve
karanlıklarda mertebe ve seviyede mütesavi eyledik.
b) Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellemin vucüdünu nur ile yarattık.
ثُمَّ رَدَدْنَاهُ
أَسْفَلَ سَافِلِينَ 5
Sonra da
çevirdik aşağıların aşağısına attık.
a) Sonra isimler vasıtasıyla mazhariyetinin tamamlanması
için nurlu vücudunu suretî Muhammedî olarak (yeryüzüne) indirdik.
b) Sonra O’nu hidayet ve irşad için halkın arasına
gönderdik.
إِلاَّ الَّذِينَ
آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ فَلَهُمْ أَجْرٌ غَيْرُ مَمْنُونٍ 6
Fakat iman edip
sâlih amel işleyenler için eksilmeyen devamlı bir ecir vardır.
a) Ancak
dönüşlerinden sonra tevhidi zâtî ile çoklukta vahdeti müşahede edenler bu red
(aşağılara atılma) dan kurtulmuşlardır. Çünkü onlar Allah Teâlâ da seyr (Seyr
fillah) den ayrılmamışlardır. Bu manadan
anlaşılan aşağılara atılmanın manası ruhların zâtî şuhud ile müşahededen
perdelenmeye ve tevhidi zâtî den ayrılmış olmasıdır. Yani Allah Teâlâ’nın
müşahedesinden perdelenmemiş olan kesrette vahdetin şahidi olduğu için
aşağılara atılmış değildir. Enbiyanın durumu bu şekildedir. Onların durumu
evliyanın en son kavuştuğu yerden başladığı gibi onların seyrlerini Allah Teâlâ’dan
başkası da bilemez.
Hz. Ali
kerremallâhü veche hakkında rivayet olundu ki;
Annesi diyordu
ki;
“Muhakkak Ali rahmime düştüğü vakit hep ayakta durup beni
putlara eğilmekten men ediyordu.”
Velilerin hali bu şekilde olursa nebilerin durumunu
ona göre kıyas etmelidir. İyice anla.
b) Ancak
benliklerinden kurtulup zât-ı ehadiyyeyi bulanlar aşağılara atılmamış demektir.
Onlar Ebû Yezid Bestamî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz gibi irşad vazifeli olarak
(dünyaya geldikleri halde) Allah Teâlâ’dan ayrı değildiler. Onlar “Kabul
edinilmişler” dendir. Bu sebepten ona “Kutbu’l Mânevî=(Kalb-i Manevî)” denilir.
Şeyhim
kaddese’llâhü sırrahu’l azizden işittiğim bir hatıra bunu teyid eder;
Birgün Bayezid
Bestamî arkadaşları ile beraber yolda gidiyorken durdu. Arkadaşları da durdu ve
sordular. Buyurdular ki;
“Benden iki
hususta üstün olacak bir kişi gelecektir. Biri telkin ve tevbe ile halkı irşad
etmesi, diğer hususu ise bu işe benden daha ehil olmasıdır.” O kişi Ebul Hasan el Harkanî kaddese’llâhü
sırrahu’l azîz dir.
فَمَا يُكَذِّبُكَ
بَعْدُ بِالدِّينِ 7
Artık bundan
sonra, ceza günü konusunda seni kim yalanlayabilir?
a)Nur ile zulmetten kurtulduktan sonra tevhidi
zâtiyi yalanlamaya hangi şey sevk edebilir ki?
b) Allah Teâlâ’nın vücudu hakkâni vücud ile mevcud
olduğunu (bulmuş ve bilmişken) hangi şey seni O’ndan başkasına meylettirebilir.
Bu manayı namazda Fatihada إِيَّاكَ نَعْبُدُ وإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ
“Ancak Sana kulluk eder ve yalnız Senden yar-dım
dileriz.” ayeti okunduğunda kendisine “Ey yalancı” denilen
ehlullâhdan birinin hali bunu teyid eder.[39]
Muhakkak dil ile söylenen söz hak sözdür. Fakat söylenirken kalpten
gelmemiştir. Onun için mukaddes yönden ona “yalancı” denilmiştir. Buradan
bilinmelidir ki;
“(Kim) Allah Teâlâ’nın muhabbetini, marifetini ve
tevhidini iddia ediyor ve Allah Teâlâ’dan başkasına meylediyorsa, ona niçin “yalancı”
denilmesin.”
أَلَيْسَ اللهُ
بِأَحْكَمِ الْحَاكِمِينَ 8
Allah, hüküm
verenlerin en üstünü değil midir?
Allah Teâlâ, insanın diğer şeylere meyletmesi ve
muhabbeti nedeniyle beşeri tabiat derekelerine (aşağı dereceler-düşük) mahsus
nefis sıfatlarında perdelenmiş olmasına hükmeder. Ya da tersi olarak yani sıdkı
doğruluğu sebebiyle bahsedilen nefsin aşağı mertebelerinden kurtulmasına yardım
eder.
ALAK SÛRESİ
ِاقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِي
خَلَقَ 1
Yaratan
Rabbinin adıyla oku!
Bu ayet-i
kerime Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Allah Teâlâ ile birlikteliğinden
ayrılışının (Ayn-ı Cem) ilk mertebesinde Allah Teâlâ tarafından nazil olmuştur.
Bu Kur’ân-ı Kerim’’in ilk inen suresidir.
بِاسْمِ dekiبِ “be” harfi istiâne (yardım etmek) içindir. Buna
göre mana “Halk suretinde gizlenmiş olan Rabb’inin isimleri ile oku” olur. Kim bu şekilde Kur’ân-ı
Kerim’i bu halkta (dünyada) Allah Teâlâ’nın gizlenmiş isimleri okursa onun
varlığı vücudu nurânî (Hakk) meydana gelmesi zaruridir. O halde (insan) İsm-i
âzam olup bir şekilde âmir (Hakk) bir şekilde memur (kul) olur. Çünkü ehlullah
katında İsm-i zat (Allah) sıfattan ibarettir.
Ayrıca bu
ayetten ezberledikten ve öğrendikten sonra nurunu bir zuhur yerinden diğer bir
zuhur yerine kadar intikal ettirerek okumakta emrolunmuştur, demekte caizdir.
اقْرَأْ kelimesinden Muhammedî
nurun tamamlanması ve kemâl bulması ve kendi mazharının nihayet bulmasına, bütün
nebilerin eserlerinin zuhuruna uygun olana kadar, ruhunun bir mazhariyetten
diğer mazhariyete intikaline kadar ezberleyip ve öğrenenmesi için “okumakla”
emrolunmuş denilebilir.
ِاقْرَأْ “oku” emri Tavus-u Melekût (Cebrail aleyhisselâm)
vasıtasıyla nazil olduktan sonra Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
ِاقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ dedi. Bundan akl-ı selim sahibi kişi اقْرَأْ
“oku” nun niçin önce inzal olduğunu anlar.[40]
خَلَقَ اْلإِنسَانَ
مِنْ عَلَقٍ 2
O, insanı bir
aşılanmış yumurtadan yarattı.
Allah Teâlâ insanın
yaratılışında kendini “kan pıhtısı” ile gizledi.
Ey Kardeşler!
Biliniz ki; خَلَقَ”yarattı”
kelimesinin iki defa tekrarlanması iki şeye yani “Sûrî”(zahir) diğeri “manevî”
yaratılışa işarettir. Bunu anlarsan bu Allah Teâlâ ile kulları arasındaki
nur ve zulmete işarettir. Bu büyük bir sırdır. Bu durum Allah Teâlâ’nın sonsuz
kerem ve cömert olduğuna işarettir.
3 اقْرَأْ وَرَبُّكَ
اْلأَكْرَمُ
Oku! Rabbin,
en büyük kerem sahibidir.
Allah Teâlâ,
kulların dilinden düğümleri çözendir.
İkramıda
sonsuz olan Allah Teâlâ kulları ile arasındaki nurânî ve zulmânî perdeleri
kaldırandır.
الَّذِي عَلَّمَ
بِالْقَلَمِ 4
O Rab ki
kalemle (yazmayı) öğretti.
Allah Teâlâ,
harfler âleminin nakışlarının (yazılış şekillerinin) başlangıç sebebi kaynağı
kalem ile birçok şeyleri (şekillerini) öğretti. Bu nedenle Allah Teâlâ’nın zâtı
ile ilgisinden dolayı kaleme “akl-ı külli” de denilir.
عَلَّمَ اْلإِنسَانَ
مَا لَمْ يَعْلَمْ 5
İnsana bilmedikleri
şeyi öğretti.
İnsana
bilmediği gizli ilimleri öğretti. Bu sebeple Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem buyurdu ki;
“Salih
rüyalar, nübüvvetin cüzlerindendir.” [41] bu
hadisi şerifin manası için “ Gayb ilmi nübüvvetin cüzlerinden bir cüzdür” denilmiştir.
Burada “insan” kelimesinden Âdem aleyhisselâm murad edilmiştir. Allah Teâlâ “Âdeme
bütün isimleri öğretti” [42]
buyurarak işaret etmiştir.
كَلاَّ إِنَّ اْلإِنسَانَ
لَيَطْغَى 6
Gerçek şu ki,
insan azar.
أَن رَّآهُ اسْتَغْنَى
7
Kendini
kendine yeterli gördüğü için.
İnsan kendini
(bu bilgi ile) kendini zangin gördüğü için Allah Teâlâ’ya isyan edebilir. Meslekî
Muhammedî sahibi (genellikle tasavvuf erbabı) Allah Teâlâ’dan başkasına meyl
olarak değil bulduğu kemâlatına itimat ederek nefsânî sıfatlarla kendini
perdeler. (Eyvâh)
Nitekim
Firavun da saltanatında tek adam olmasıyla küfrü ile perdelenmişti. Sonra “Ben yüce Rabbinizim” [43] diyerek
rububiyetini iddia etmişti. Bu nedenle Allah Teâlâ’ya seyr-u sülük eden kişi
için başkasına iltifat etmemesi, yolda bulduğu kemâlat güzelliklerine
güvenmemesi gerekir ki, Allah Teâlâ ona zâtî tecellilerini ihsan etsin. Yok bu
şekilde olmazsa, onu âsî ve azgın olarak tabiat âleminde aşağılanmış olarak
bırakır. (Eyvâh)
إِنَّ إِلَى رَبِّكَ
الرُّجْعَى 8
Kuşkusuz dönüş
Rabbinedir.
Dönüş ve varış
yerin Rabbindir. Ef’âl ve sair (sıfat, zât) nurları müşahede ederken başka
şeylere meyletmekten Rabbinden sakın ve kork.
رجْعَى “Rucû” (Dönüş) ile Zâtî fenâ ile dönüşte düşünülebilir. Zira
zât ve sıfat hakikâtte Allah Teâlâ’nın kendisidir. İşte bu sebeble nefsin kendinde
Allah Teâlâ’nın kemâlat zenginliğini görme sebebi de bilinmiş oldu. Bu hususlar
tevhidin ince meseleleridir.
أَرَأَيْتَ الَّذِي
يَنْهَى 9
Gördün mü şu
men edeni,
عَبْدًا إِذَا
صَلَّى 10
Namaz kılarken
bir kulu (rasülü namazdan)? Kararmış ve kibirli nefsiyle ezeli fıtrat nurunu setreden
kişi Allah Teâlâ’ya kavuşmayı men edeni bilmezmisin?
أَرَأَيْتَ إِن
كَانَ عَلَى الْهُدَى 11
Gördün mü, ya
o (rasül) doğru yolda olur,
أَوْ أَمَرَ بِالتَّقْوَى
12
Yahut takvâyı
emrediyorsa?
Ey ezeli
istidatlı nuru örteni sen biliyor musun? Eğer insanın varlık şaibelerinden
kurtulup ruhu sırf tevhid kılmalı ve manevi yolunu Muhammedî kuvvetlerin nazariyatına
bağlamalıdır. Bu nedenle insan tabii evsafından (geçip) hakikî imânı şuhud ile
emrolunmuştur.
أَرَأَيْتَ إِن
كَذَّبَ وَتَوَلَّى 13
Ne dersin o
(meneden, rasülü) yalanlıyor ve doğru yoldan yüz çeviriyorsa!
Allah
Teâlâ’dan yaratılmışlara gelen rûh-i insanî olan elçiyi maddî veya manevi
olarak yalanlayarak, hakikâtten yüz çevirmiş olmasıyla müşahededen perdelenmesini
veya gizleyişini bilmedin mi?
Nitekim
denildi ki;
“Muhakkak
Âdemoğlunun cesedinde insan olmayan, fakat insan şeklinde Allah Teâlâ’nın
yarattığı birçok mahlûk vardır.”
أَلَمْ يَعْلَمْ
بِأَنَّ اللهَ يَرَى 14
(Bu adam)
Allah'ın, (yaptıklarını) gördüğünü bilmez mi!
Yani, Allah
Teâlâ, onların hal ve tavırlarını görüyor. Ve onları ateşe atılacak tabiata
uygun olarak haşreder ve cehenneme atar.
كَلاَّ لَئِن لَّمْ
يَنتَهِ لَنَسْفَعًا بِالنَّاصِيَةِ 15
Hayır, hayır!
Eğer vazgeçmezse, derhal onu alnından (perçeminden), yakalarız (cehenneme
atarız).
كَلاّ men etmedir. Hakkın maddî olarak müşahedesinden perdeli olmayı
men’dir. Yani Ruhu bahsedilen bu müşahededen men eden perdelenmiş kişi eğer bu
(huyundan) vazgeçmezse, biz onu dünya ve ahirette müşahedemizden mahrum bırakacağız.
Allah Teâlâ buyurdu ki;
“Kim bu dünyada kör olursa, ahirette de kördür”[44]
Bu ayette ehline göre daha birçok manalar vardır.
نَاصِيَةٍ كَاذِبَةٍ
خَاطِئَةٍ 16
O yalancı, günahkâr
alından (perçemden),
Ezelî
isti’dadı olarak verilmiş nuru örtenin nasiyesinden tutup, elbette mahcup
edeceğiz. Eğer rûh-i insanî olan elçiyi de men ederse kıyamet günü muhakkak
cehenneme atacağız.
فَلْيَدْعُ نَادِيَه
17
O, hemen gidip
meclisini (kendi taraftarlarını) çağırsın.
Çok meylettiği nefsanî kuvvetlerini çağırabiliyorsa,
çağırsın.
سَنَدْعُ الزَّبَانِيَةَ
18
Biz de
zebânîleri çağıracağız.
Bizde o nefsan kuvvetleri üzerine cismânî olarak
meleklerimizi üzerine musallat kılacağız.
كَلاَّ لاَ تُطِعْهُ
وَاسْجُدْ وَاقْتَرِبْ 19
Hayır! Ona uyma! Allah'a secde et ve (yalnızca
O'na) yaklaş!
كَلاَّ لاَ
تُطِعْهُ َ Rûh-i insanî elçiye (onlara uyma diye)
uyarıdır. Yani gizli zikirle nefsine gaflet veren düşüncelerinden kurtul ve
itaata benzer şeylerde nefsine uyup tavsiye de etme. Çünkü nefis ezeli nasibin
olan nurunu örtüp ortaya çıkmasını istemez.
وَاسْجُدْ وَاقْتَرِبْ
Allah'a secde et ve (yalnızca O'na) yaklaş!
Bütün varlığından fiil, sıfat ve zât’tan soyularak Allah
Teâlâ’nın vücudunda fanî olarak yakınlığını talep ederek secde kıl..
KADR SÛRESİ
إِنَّا أَنزَلْنَاهُ فِي لَيْلَةِ
الْقَدْرِ 1
Biz onu (Kur’ân'ı)
Kadir gecesinde indirdik.
a) Kur’ânî hakikâtleri,
buluşma gecesi manevî nüzül ile Muhammedî kalbe inzal eyledik.
b) Yani,
beşeri (gölge) vücudu karanlığa biz, cem (birlik) den fark (ayrılık)a indirdikten
sonra kabiliyeti gereği Cebrail vasıtasıyla Muhammed sallallâhü aleyhi ve
sellemin kalbine ehadiyet kemâllerini indirdik.
Gölge vücud
olmadan nüzül mümkün değildir. Eğer beşeri vücud olmasa halk Allah Teâlâ’dan
feyz alamazdı. Zira aradaki ilgi beden iledir. Bu sebeple ehlullah demişlerdir
ki;
“Talib-i Hakk,
şeyhinin ölümünden sonra tarikat yolunda sülükünü tamamlamak için şeyhini arar.
Ancak tevhid-i ef’âl ve tevhid-i sıfât’a kavuşanlara gerekmez. Çünkü onun
makamı zâtî ru’yet, mutlak denizin sahilidir”
Allah Teâlâ
buyurdu ki;
“Kalp
gördüğünü yalanlamadı”[45]
Vucüdun eseri
bulunduğundan bu seyre “Seyr ma’allâh” denir.
Allah Teâlâ
işareten buyurdu ki; “Nerde olursanız olun, O sizinle beraberdir.”[46]
وَمَا أَدْرَاكَ مَا لَيْلَةُ الْقَدْرِ 2
Kadir
gecesinin ne olduğunu sen bilir misin?
a) Hangi şey
bu gecenin büyüklüğünü bildirmeye sebep oldu.
Çünkü bu gece gerçekten büyüktür. Sâlik ancak bu geceyi vücudu
zıllîsinden fani olunca bilebilir.
b) Hangi şey
gerçekten büyük bir zulmet olan gölge vücudun keyfiyetini bildirdi.
3 لَيْلَةُ الْقَدْرِ خَيْرٌ مِّنْ أَلْفِ شَهْرٍ
Kadir gecesi,
bin aydan hayırlıdır.
a) Buluşma
gecesi bin menzil ve mertebeden hayırlıdır. Kim o gece kavuşursa Allah Teâlâ
ile arasında perde olan nefisten bütünüyle kurtulur. Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“Kim inanarak
ve sevabını umarak Kadir Gecesini ihya ederse geçmiş günahları affolur” [47]
Zatıyla
alakalı olan bütün perdeler mağfiret olur, demektir.
b) Kadir
gecesi isim ve fiillerin aylarının zuhurundan bin defa daha hayırlıdır.
تَنَزَّلُ الْمَلائِكَةُ
وَالرُّوحُ فِيهَا بِإِذْنِ رَبِّهِم مِّن كُلِّ أَمْرٍ سَلامٌ 4
O gecede,
Rablerinin izniyle melekler ve Ruh (Cebrail), her iş için iner dururlar.
a) Efendilerin
seyyidlerin izniyle veya zuhuruyla ruh hakikâtinin ilmi zahir olur.
b) O gece
ruhanî kuvvetler ve ruh iner. Yani ruh-i küllinin ruhaniyeti kuvvetlerinden
zahir olmaktadır.
بِإِذْنِ رَبِّهِم demek isimleri vasıtasıyla ruh
iner. Her isimden biri kendi mazharında “rabb” (terbiye edicisi) dır. Melekler
ve diğerleri ilâhî isimlerin mazharlarıdır. Meşayih-i kiram kaddese’llâhü sırrahumü’l
azîzan istilâhında bu isimlere “Hadarat’ül Erbâb”
denir.
سَلامٌ مِّن كُلِّ أَمْرٍ
a) O gece(Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem)
Allah Teâlâ’dan başkasından fenâ ile ve başkasının tasarrufundan salimdir.
b) Başkalarının nefsânî ve şeytânî tasarrufundan
emniyettedir.. Çünkü Allah Teâlâ’nın dışındakilerinin vücudu gerçekte var
değildir. Fakat bazen Allah Teâlâ “el-Mudil” (Karıştıran, dalalete düşüren)
ismiyle bazende “el-Hâdî” (hidayet veren) ismiyle tasarruf eder. İyice
anla. Allah Teâlâ bunu teyid için şöyle buyurdu:
“Dilediğini saptırır, dilediğini hidayete erdirir.” [48]
هِيَ حَتَّى مَطْلَعِ
الْفَجْرِ 5
Ta fecrin
doğuşuna kadar O gece, esenlik doludur.
a) O gecenin bitişi Ruh güneşi yokluk karanlığından
doğduğu zamandır.
b) O gece ruh,
nurlu güneşin beden çukurundan çıkmasına kadar durur.
Kur’ân-ı Kerim
hulasasın (özününün) inmesinden murad tevhid makamlarının bilgisi de kasdedilmesi
caiz olabilir. Buna göre üç tertip üzere olan üç derece tevhidin her birisine
nazaran surede zikredilen “üç gece”den ef’âl, sıfât ve zât fenâlarını
kazanmamız gerekir.
Bu şekilde
nüzülden alacağımız ilim dostdoğru olsun. İyice anla ve ehlinden bu sırları
talep et.
Allah Teâlâ
daha iyisini bilir.
BEYYİNE
SÛRESİ
لَمْ يَكُنِ الَّذِينَ
كَفَرُوا مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ وَالْمُشْرِكِينَ مُنفَكِّينَ حَتَّى تَأْتِيَهُمُ
الْبَيِّنَةُ 1
Apaçık delil
kendilerine gelinceye kadar ehl-i kitaptan ve müşriklerden inkârcılar
(küfürden) ayrılacak değillerdi.
Onlar vuslat
yolunu inkârları sebebiyle Hakk’ı ve ezelî yaratılışın nurlarını Ehl-i Kitap ve
Ehl-i put gibi gizlemeye çalıştılar.
Burada kalp
ehlide kastedilebilir. Bu kalp ehline nefsi Levvâme mertede olması
sebebiyle “Yahûdî Mertebesi” de denilir.
Aynı şekilde
Ehl-i Ruhun mertebesine “Nasrânî Mertebesi” de denir. Bu ise bu
mertebedekilerin Firavun’un dediği gibi “Ben
yüce rabbinizim”[49] kelamıyla
rububiyyet ifadelerinden dolayıdır.
Burada Ehl-i
Nefs de kasdetilmiş olabilir. Nitekim nefse “En Büyük Put” denilmiştir.
مُنفَكِّين
Ayrılacak değillerdi.
İşte gerek müşriklerden gerek Ehl-i
kitaptan perdelenmiş olanlar batıl yolda azgınlık ve sapıtmalarından dolayı
ayrılmayacaklarından Hakk’ın nurundan başkasına ve karanlığa meyletmeleri
sebebiyle ezeli fıtrat nurunu örtmeye devam ettiler. Zamanımızdaki halkın
durumu genelde bu şekildedir. Fazla
açıklamaya gerek yoktur, anlamışsınızdır.
حَتَّى تَأْتِيَهُمُ الْبَيِّنَةُ
Apaçık delil
kendilerine gelinceye kadar
Sıfatların tecelliyatı veya apaçık
deliller gelinceye kadar; (küfürden ayrılmazlar)
رَسُولٌ مِّنَ
اللهِ يَتْلُو صُحُفًا مُّطَهَّرَةً 2
(İşte o apaçık
delil,) Allah tarafından gönderilen ve tertemiz sahifeleri okuyan bir elçidir.
Ruh ve kalp
makamında seyredeci olarak âlemin ruhu ve aslı olan Muhammed sallallâhü aleyhi
ve sellem Allah Teâlâ’nın rasülüdür.
صُحُفًا
Sâlik için büyük âlemin ruhu olan Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemden ruhânî levhalarda sabit olan Kur’ânî hakikâtler ve rabbânî
ilhamlar vasıtasıyla sıfât-ı zatî nurları zahir olur.
مُّطَهَّرَةً
Şeytânî ve nefsanî düşünceler ve vesveslerden
temizlenmiş olarak;
3 فِيهَا كُتُبٌ قَيِّمَةٌ
En doğru
hükümler vardır şu sahifelerde.
O temiz
sayfada Allah Teâlâ’nın zâtı birliğine ait saf hakikâtler bulunmaktadır. Bunları
gerçekleriyle Allah Teâlâ’dan başkasıda bilemez.
Veya;
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme itata eden ve onun varlığından lezzet
alan kullarının Hakk’a ulaşmaya engel olan vucüdunu saflaştıran “Sâfî nurlar”
vardır.
وَمَا تَفَرَّقَ
الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ إِلاَّ مِن بَعْدِ مَا جَاءتْهُمُ الْبَيِّنَةُ 4
Kendilerine
kitap verilenler ancak o açık delil (rasül) kendilerine geldikten sonra
ayrılığa düştüler.
Ehl-i kalp (Yahudiler)
Kur’ânî hükümler vasıtasıyla Allah Teâlâ’dan kalplerine gelen şeylerde ayrılığa
düşmediler. Ancak büyük âlemin ruhânî lisanından (Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellem) Kur’ânî hükümlerin zuhurundan sonra veya nefsin derecelerinden safî
olan nurlar sebebiyle sâlikte hâsıl olan rabbânî ilhamların zuhurundan sonra
ayrılığa düştüler.
وَمَا أُمِرُوا
إِلاَّ لِيَعْبُدُوا اللهَ مُخْلِصِينَ لَهُ الدِّينَ حُنَفَاء وَيُقِيمُوا الصَّلاَةَ
وَيُؤْتُوا الزَّكَاةَ وَذَلِكَ دِينُ الْقَيِّمَةِ 5
Hâlbuki onlara
ancak, dini yalnız O'na has kılarak ve hanifler olarak Allah'a kulluk etmeleri,
namaz kılmaları ve zekât vermeleri emrolunmuştu. Sağlam din de budur.
Ruh (Cebrâil aleyhisselâm)la veya ilhamları
göndermekle (Hıristiyanlara) Allah Teâlâ emretmedi. Ancak fenâ-i zâtî ve tevhid
vasıtasıyla Allah Teâlâ’yı müşahede etmelerini emretti.
(Müslümanlar ise) ibadetleri ihlâsları ve tevhide
uymaları sebebiyle tevhid-i zâtî ilminde kazandıkları melekeleri ile Allah
Teâlâ’ya kavuşmalarına engel olacak şeylerden nefislerini temizlediler,
kazandıkları ilm-i hakikiyi taliplerine vermeklede emrolundular.
İşte bahsedilen dostdoğru din tevhid-i zâtî ancak
budur.
إِنَّ الَّذِينَ
كَفَرُوا مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ وَالْمُشْرِكِينَ فِي نَارِ جَهَنَّمَ خَالِدِينَ
فِيهَا أُوْلَئِكَ هُمْ شَرُّ الْبَرِيَّةِ 6
Ehl-i kitap ve
müşriklerden olan inkârcılar, içinde ebedî olarak kalacakları cehennem ateşindedirler.
İşte halkın en şerlileri onlardır.
Muhakak
kendilerine “Kitabullah” denilen (Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem) isti’dadın nurlarını nuraniyet ve zulmaniyet ile örten ehl-i kitap, dünya
ve ahirette “tabi-i ateş” e atılırlar. Bu manaya Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem “İnsanlar yaşadıkları şey üzere ölürler, üzerine
öldükleri şey ile haşrolurlar” diyerek işaret etmiştir. Onlar
Allah Teâlâ’nın “ Sonra kalbleriniz
yine katılaştı, taş gibi, hatta daha da katı oldu.” [50]
buyruduğu gibi dünya ve ahirette perdelenmekten kurtulamazlar. Yine Allah
Teâlâ buyurdu ki;
“İşte onlar
hayvan gibidirler, daha şaşkındırlar” [51]
Anlaşıldıki bunlar yaratılmışların en şerlileridir.
إِنَّ الَّذِينَ
آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ أُوْلَئِكَ هُمْ خَيْرُ الْبَرِيَّةِ 7
İman edip
sâlih ameller işleyenlere gelince, halkın en hayırlısı da onlardır.
Kur’ânî
hükümlerin nuru ve âlemin kitabı ve ruhu (Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem) vasıtasıyla ef’âl ve sıfattan geçerek Allah Teâlâ’yı müşahede edenler
ister sâlik olsun veya olmasın (Tasavvuf erbabı olsun veya olmasın) yaratılmışların
en hayırlılarıdır.
جَزَاؤُهُمْ عِندَ
رَبِّهِمْ جَنَّاتُ عَدْنٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا اْلأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا أَبَدًا
رَّضِيَ اللهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُ ذَلِكَ لِمَنْ خَشِيَ رَبَّهُ 8
Onların
Rableri katındaki mükâfatları, zemininden ırmaklar akan, içinde devamlı olarak
kalacakları Adn cennetleridir. Allah kendilerinden hoşnut olmuş, onlar da
Allah'tan hoşnut olmuşlardır. Bu söylenenler hep Rabbinden korkan (O'na saygı
gösterenler) içindir.
Rableri yanında onların mükafatı kabiliyetleri
miktarınca kendisine “CENNETÜ’Z ZÂT” denilen ruh cennetine koyacaktır.
Allah Teâlâ, “Gir cennetime”[52] وَادْخُلِى جَنَّتِى kelamıyla işaret etmiştir. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin “Allah Teâlâ’nın öyle cennetleri orada ne
huri, ne köşk, ne süt, ne de bal ırmakları vardır.” Hadis-i şerifibuna
işaret etmektedir.
Nitekim Şeyh Şibli kaddese’llâhü sırrahu’l azîze
dünyadan göçtükten sonra sorulduğunda demiştir ki;
“Rabbim beni kutsî cennetine aldı”
جَنَّاتُ
عَدْنٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا اْلأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا أَبَدًا
Onların kalplerinden dört ilim akar. Buradan bilindiki
insanî âlemde de cennetler vardır. Sâlikin kabiliyetine göre ef’âliyye,
sıfâtıyye ve zâtiyye ye mensub cennetlerdir. Bunlar allâm (herşeyi bilen) Allah
Teâlâ’nın ve kâmil mürşidin yardımıyla sâlikin batınından zahirine akar. O göre
sâlik kesin ölüm gelmeden önce söylenilen cennetlerin hâsıl olması için gayret etmelidir.
رَّضِيَ اللهُ
عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُ ذَلِكَ لِمَنْ خَشِيَ رَبَّهُ
Katından nazil olan Ruh’un risletine iman sebiyle
başka şeylere meyl etmeyen kimseden Allah Teâlâ razı oldu.
Onlarda cüz-i zatlarından fenâ bularak Allah
Teâlâ’nın zât-ı tevhidiyi ihsan etmesi sebebiyle razı oldular.
Bahsedilen bu kemâl, Allah Teâlâ’nın celâl ve
azmetinden korku ve haşyet sebebiyle varlığını “Nûr-ullah” da fenâ kılan
kimselere mahsustur.
ZİLZÂL
SÛRESİ
إِذَا زُلْزِلَتِ
اْلأَرْضُ زِلْزَالَهَا 1
Yerküre
kendine has sarsıntısıyla sallandığı,
Ölüm geldiği
vakit, Allah Teâlâ’ya yönelmesi sebebiyle, insanın ruhu şiddetli
hareketlerle bedeni, sarstığı zaman;
وَأَخْرَجَتِ اْلأَرْضُ
أَثْقَالَهَا 2
Toprak
ağırlıklarını dışarı çıkardığı,
Sıfatlarını ve
kuvvetlerini kaybettiği zaman
3 وَقَالَ اْلإِنسَانُ مَا لَهَا
Ve insan
"Ne oluyor buna!" dediği vakit,
İnkâr etmiş ve
unutkanlığı sebebiyle ilâhî müşahededen perdelenmiş insan ise hal diliyle “ne
oluyor?” der. Ancak Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin “Ölmeden
önce ölünüz” sözünün gereği kesin ölümden önce Allah Teâlâ’yı müşahede
edenler vücudlarını Allah Teâlâ’da mahvettiklerinden “Bu rahmanın vadettiği”[53] derler,
(korkmazlar).
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin “Kim ölürse
kıyameti kopmuştur” [54]
hadisi ile işareti vardır.
يَوْمَئِذٍ تُحَدِّثُ
أَخْبَارَهَا 4
İşte o gün
(yer) haberlerini anlatır,
Hal diliyle,
beden zahiri yönüyle ameller işlediğinden ilâhî sırlardan haber verir.
بِأَنَّ رَبَّكَ
أَوْحَى لَهَا 5
Rabbinin ona
bildirmesiyle.
Rabbin ona
rabbânî vahiylerini indirmiştir.
يَوْمَئِذٍ يَصْدُرُ
النَّاسُ أَشْتَاتًا لِّيُرَوْا أَعْمَالَهُمْ 6
O gün insanlar
amellerini görmeleri (karşılığını almaları) için darmadağınık geri dönüp
gelirler.
O vakit Aklî,
nefsânî sahifeler ve ruhânî levhalardakini ispatlamak ve karşılıkları
gösterilmek için kuvvetleri tek tek dağılmış olarak çıkartılır.
فَمَن يَعْمَلْ
مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ 7
Kim zerre
miktarı hayır yapmışsa onu görür.
وَمَن يَعْمَلْ
مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ 8
Kim de zerre
miktarı şer işlemişse onu görür.
Kalbî sayfalarda hayırları, nefsî sayfalarda şerlerini
görür.
Bu sürede ilk, orta ve büyük kıyamete işaret
edilmiştir.
ÂDİYÂT
SÛRESİ
وَالْعَادِيَاتِ ضَبْحًا 1
Harıl harıl
koşanlara,
Zat-ı yolunda
bütün kuvvetleriyle Allah Teâlâ’ya yönelenlere;
فَالْمُورِيَاتِ
قَدْحًا 2
(Nallarıyla)
çakarak kıvılcım saçanlara,
Allah Teâlâ’ya yönelmeleri sebebiyle, Hakk yolunda nefislerinden
temizlenerek ateşler çıkaran âşıkların nefislerine;
3 فَالْمُغِيرَاتِ
صُبْحًا
(Ansızın) sabah baskını yapanlara,
Mutlak nurun sabahına vasıl olmalarıyla ef’âl ve
sıfatlardan soyulup rububiyet sırlarına vakıf olan nefislere;
فَأَثَرْنَ بِهِ
نَقْعًا 4
Orada tozu
dumana katanlara,
Nefislerine muhalefet ederek şeriata bağlı olarak
ayaklarını vuslat yolunda sağlamca tutup kibir tozlarından arındıran ariflerin
nefislerine;
فَوَسَطْنَ بِهِ
جَمْعًا 5
Derken orada
bir topluluğun ta ortasına girenlere yemin ederim ki ,
Cem’e (birleşmeye) vasıl olmuş has evliyaların
nefislerine;
Yemin olsun.
إِنَّ اْلإِنسَانَ
لِرَبِّهِ لَكَنُودٌ 6
Şüphesiz
insan, Rabbine karşı pek nankördür.
Muhakkak insan
rabbini müşahededen perdelenmiştir. Yani; maddî veyâ manevî olsun evlatlar ve
malların çokluğundan meydana gelen kibirle ezelî anlaşmayı unutmalarından Allah
Teâlâ’nın emirlerine isyan ederler.
Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“İhlas sahibi
olanlar büyük tehlike üzerindedirler.”[55]
Biliniz ki; كَنُودٌ (nankör)
şeriatta farzları; tarikatte faziletleri, hakikâtte Allah Teâlâ’nın muradını
terk edendir. Nankör nimetin hakkını bilmeyip meşiet firavunu (arzusu niza olan
nefis) olmuştur.
Bu ayet yemin
edilen şeylerin cevabıdır.
وَإِنَّهُ عَلَى
ذَلِكَ لَشَهِيدٌ 7
Şüphesiz buna
kendisi de şahittir ,
Kıyamet günü maddî
ve manevi olarak insan hallerinin şahididir.
وَإِنَّهُ لِحُبِّ
الْخَيْرِ لَشَدِيدٌ 8
Ve o, mal
sevgisine de aşırı derecede düşkündür.
İnsan, marifeti,
ihlâsı, keşf ve kerametleri sevmede hırslıdır. Bu ise Allah Teâlâ’yı kemâl mertebede
müşahede etmesine ve vusulüne engel olur.
أَفَلاَ يَعْلَمُ
إِذَا بُعْثِرَ مَا فِي الْقُبُورِ 9
Kabirlerde
bulunanların diriltilip dışarı atıldığını düşünmez mi?
Allah Teâlâ’nın emirlerini ve Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin sünnetlerini terk etmesi sebebiyle nefsânî sıftalarla
perdelenip fıtrat ve yaratılış nurlarını bilemez.
Ayetteki “Kabir” den “beşeriyet kabri” bedendeki
kuvvetler nefisler veya normal kabirdeki şeyler murad edilmesi caizdir.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“Ya Rabbî! Beşeriyyet kabrinden Sana sığınırım”
وَحُصِّلَ مَا
فِي الصُّدُورِ 10
Ve kalplerde
gizlenenler ortaya konduğu zaman ,
Kalbteki
bedenî amellerin sonuçları
(niyetleri) ortaya konduğu zaman;
إِنَّ رَبَّهُم
بِهِمْ يَوْمَئِذٍ لَّخَبِيرٌ 11
Şüphesiz
Rableri o gün onlardan tamamıyla haberdardır.
Allah Teâlâ gizli ve açık amellerin sırlarını ve iç
yüzünü bilir ve hakikî karşılığınıda verir.
KARİA SÛRESİ
الْقَارِعَةُ 1
Kapı çalan!
(Çarpan olay)
Birinci
kıyamettir. Bu istidat yönüyle insanî, hayvânî ve diğer hususların süflî ve
ulvî şeylerin değişimi suretiyle sâlikin fiilerinin ef’âlullahın nurlarında
fâni olmasıdır. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem;
“Kim ölürse kıyameti kopmuştur.”[56] Hadisi ile
işaret etmiştir.
مَا الْقَارِعَةُ
2
Nedir o kapı
çalan?
Orta kıyamettir. Sâlik, sıfatını sıfat’âlullahın nurlarında
fâni kılmasıdır. Allah Teâlâ,
“Ölü iken kendini dirilttiğimiz”[57] ayeti ile işaret etmiştir.
3 وَمَا أَدْرَاكَ
مَا الْقَارِعَةُ
O kapı çalanın
ne olduğunu bilir misin?
Büyük
kıyamettir. Sâlik, varlığını zât’âlullahın zuhurunda fâni kılmasıdır.
Allah Teâlâ,
“Herşeyi bastıran o büyük felaket geldiği zaman”[58] ayeti ile işaret etmiştir.
يَوْمَ يَكُونُ
النَّاسُ كَالْفَرَاشِ الْمَبْثُوثِ 4
İnsanların, ateşin etrafını sarmış
pervaneler gibi olur,
Allah Teâlâ’nın nurunun Zât, sıfat
ve ef’âl yönünden zuhuru vaktinde nefsânî kuvvetler ve diğer hususlar pervane
gibi zelil, hakir ve fani olur. Cem (birleşme) den sonra kabiliyeti miktarınca Allah
Teâlâ’nın ef’âl ve sıfat nurları eserleri ondan zuhur eder. Bu manada hadisi
kudside buyruldu ki;
“Kulum kendisine farz kıldığım şeylerden daha sevimli bir şeyle bana
yaklaşmamıştır. Kulum bana devamlı nafile ibadetleri ile yaklaşır. Bunun
sonucunda ben onu severim. Bir kere onu sevdim mi ben onun işiten kulağı,
gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Eğer benden bir şey isterse onu
veririm. Bana sığınırsa muhakkak onu korurum.” [59]
Ey Kardeşler!
Biliniz ki; Ehlullah yanında “Büyük
Kıyamet” Allah Teâlâ da fâni olmak ezeli hayatta tekrar dirilmektir. Bundan
anlaşılıyor ki; ezeli hayatta Allah Teâlâ’nın zatının zuhurundan sonra gölge
vücudun bir eserinin kalmadığıdır. “Kadim, hadis (yaratan yaratılanla)
olanla karşılaştığı zaman onda eser bırakmaz” denilmiştir.
وَتَكُونُ الْجِبَالُ
كَالْعِهْنِ الْمَنفُوشِ 5
Dağların da atılmış
renkli yüne dönüştüğü gündür (o Kâria!)
Tevhid mertebelerinin nurlarının zuhuruyla nefsanî,
aklî ve ruhanî dağların hepsi fâni olur. Allah Teâlâ buyurdu ki;
“O'nun zâtından başka her şey yok olacaktır.” [60]
Ayrıca;
“Bugün hükümranlık kimindir? Kahhâr olan tek
Allah'ındır.” [61]
ayeti de bu konuyu teyid eder. Allah Teâlâ’nın
zatının zuhurunda ufukların (diğer şeylerin) durumu bu şekildedir.
فَأَمَّا مَن ثَقُلَتْ
مَوَازِينُهُ 6
O gün kimin
tartılan ameli ağır gelirse.
فَهُوَ فِي عِيشَةٍ
رَّاضِيَةٍ 7
İşte o, hoşnut
edici bir yaşayış içinde olur.
Akıl, kalbî
ameller (ve niyetler) gizli zikir vasıtasıyla kudsî nurlarla nurlanmasıyla
terazisi ağır geldiğinden kabiliyetine göre ruhaniyet-i insaniye cennetlerinde
bulunur.
وَأَمَّا مَنْ
خَفَّتْ مَوَازِينُهُ 8
Ameli hafif
olana gelince.
فَأُمُّهُ هَاوِيَةٌ
9
İşte onun
anası (yeri, yurdu) Hâviye'dir.
Eğer nefsine
ve hevâsına tabi olursa mizanı hafif olacağından onun yeri “tabii cehennem”
dedir. (Dünyada zor hayat şartları, ahirette ateştedir.)
وَمَا أَدْرَاكَ
مَا هِيَهْ 10
Nedir o
(Hâviye) bilir misin?
نَارٌ حَامِيَةٌ
11
Kızgın ateş!
Haviye, salih
amelleri, ilmi ve diğer birçok şeyi eserlerini bırakmadan yakan tutuşturulmuş
ateştir.
TEKÂSÜR SÛRESİ
أَلْهَاكُمُ التَّكَاثُرُ 1
Çokluk
kuruntusu sizi o derece oyaladı ki,
Dünyevî tatlarla
veya mutlak zât-ın muhabbeti ve marifetine kavuşmanızdan dolayı zevklenmeniz,
sıfatlarınızda kemâl ve zuhurlarına engel oldu.
حَتَّى زُرْتُمُ
الْمَقَابِرَ 2
Nihayet
kabirleri ziyaret ettiniz.
Bedenlerinizden
ve unsurlar âleminden ayrılarak vuslatınızla gerçekleri görüp müşahede edene
kadar sizi meşgul etti
3 كَلاَّ سَوْفَ تَعْلَمُونَ
Hayır! Yakında bileceksiniz!
Hayır, ruhlarınız bedenden ayrılınca bileceksiniz.
ثُمَّ كَلاَّ سَوْفَ
تَعْلَمُونَ 4
Elbette
yakında bileceksiniz!
Vaat edeilen günde bileceksiniz.
كَلاَّ لَوْ تَعْلَمُونَ
عِلْمَ الْيَقِينِ 5
Gerçek öyle
değil! Kesin bilgi ile bilmiş olsaydınız,
Eğer siz, fanî lezzetler ile oyalanıp Allah
Teâlâ’nın müşahedesinden perdeli olacağınızı bilseydiniz, bu lezzetlerden
kaçınırdınız.
لَتَرَوُنَّ الْجَحِيمَ
6
Mutlaka
cehennem ateşini görürdünüz.
Açık şekilde
tabii ateşi (cehennem) göreceksiniz.
ثُمَّ لَتَرَوُنَّهَا
عَيْنَ الْيَقِينِ 7
Sonra ahirette
onu çıplak gözle göreceksiniz.
Sonra ona gireceksiniz.
ثُمَّ لَتُسْأَلُنَّ
يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ 8
Nihayet o gün
(dünyada yararlandığınız) nimetlerden elbette ve elbette hesaba çekileceksiniz.
Zâhirî ve batınî nimetlerden sorgulanacaksınız.
Evliyaullahın genelinde isimler, fiiller ve sıfatların
nurlarından tat almak caiz görülmüştür. Ancak bu lezzetlerin hepsi kemâlatı
rabbaniye, esmâ-i ilâhiyyenin mertebelerine ve varlığı Allah Teâlâ’nın
varlığında fâni kılmaya engel olmaktadır.
Eğer bu fenâ yolunda fiillerin ve diğer şeylerin
müşahedelerinden tat almanın zararını bilseydiniz meşgul olmazdınız.
Nitekim Allah Teâlâ Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem hakkında buyurdu ki;
“Gözü şaşmadı ve sınırı aşmadı” [62]
Bu nedenle sâlik’in, fenâ fî’llâh yolunda seyrederken
mülk, melekût, ceberut ve bunların içindekilere Allah Teâlâ’ya vasıl olana
kadar meyletmemesi gerekir.
ASR SÛRESİ
وَالْعَصْرِ 1
Asra yemin
ederim ki
Meşrepleri
yönünden “cem” den “fark”a yöneldikten sonra sâlike zuhur eden
nübüvvet bilgisidir.
“Vuslat vakti”
veya tevhid
makamlarının nurlarına kavuşulduğu vakit de demek caizdir. Buna göre başka
şeyleri kıyas edebilirsin.
إِنَّ اْلإِنسَانَ
لَفِي خُسْرٍ 2
İnsan
gerçekten ziyan içindedir.
Ezelî nuru örterek Allah Teâlâ’yı müşahededen
mahrum olanlar önceden ve sonradan perdelenmiştirler. Bu manaya Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem “İnsanlar yaşadıkları şey üzere ölürler, üzerine öldükleri
şey ile haşrolurlar”
Allah Teâlâ’da
“Kim bu dünyada kör olursa, ahirette de kördür”[63] buyurarak işaret etmiştir.
إِلاَّ الَّذِينَ
آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ
Bundan ancak
iman edip iyi ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı
tavsiye edenler müstesnadır.
Ancak şuhûdî
iman ile iman edenler, kabiliyetleri miktarınca beşerî sıfatlarından
temizleninceye kadar fenâ fi’llah yolunda çalışanlar ve celâlî ve cemâlî ilâhî
sıfatların tecelliyatına sabr ile tavsiyeleşenler
perdelenmekten kurtulmuşlardır.
Sâlik’e ölmeden önce “Kalp Namazı” nı
kılması gerekir ki kurtuluşa erebilsin. Allah Teâlâ buyurdu ki;
“Namazlara ve orta namaza devam edin. Allah'a saygı
ve bağlılık içinde namaz kılın.” [64]
Yani, Âdemoğlunun ortasında bulunan tecelliyatın
merkezi olan kalbin namazını kılması demektir. Bu konuda Allah Teâlâ
buyurdu ki;
“Yere göğe sığmadım, fakat
mümin, müttaki, temiz ve vera sahibi kulumun kalbine sığdım” [65]
HÜMEZE
SÛRESİ
وَيْلٌ لِّكُلِّ هُمَزَةٍ لُّمَزَةٍ
1
Arkadan
çekiştirmeyi, yüze karşı eğlenmeyi âdet edinen herkesin vay haline!
Veyl, lisnanından
ta’n ve gıybet zahir olan kişiyedir. Bu sıfatların menşei hayvanî sıfatlardır.
Ayrıca öfke, şehvet ve her kabahatin başı dünya sevgisidir. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“Dünya sevgisi
her hatanın başıdır.” [66]
Bu ayeti
kerimede sanki Allah Teâlâ buyuruyor ki;
“nefislerinizi temizleyiniz ki, şiddetli azap, perdelenmekten
kurtulduğunuz gibi halkın dilinden emin olursunuz.”
الَّذِي جَمَعَ
مَالاً وَعَدَّدَهُ 2
O ki, toplamış
ve onu sayıp durmuştur.
O kişi, ihlâs,
şevk, kerametleri toplayınca;
3 يَحْسَبُ أَنَّ
مَالَهُ أَخْلَدَهُ
(O), malının
kendisini ebedî kılacağını zanneder.
Onlarla ebedî
olacağını zannetti.
كَلاَّ لَيُنبَذَنَّ
فِي الْحُطَمَةِ 4
Hayır!
Andolsun ki o, Hutame'ye atılacaktır.
İş bu şekilde değildir. Sıfatların nurlarına meylettiklerinden
tabii ateşe atılacaklardır.
وَمَا أَدْرَاكَ
مَا الْحُطَمَةُ 5
Hutame'nin ne
olduğunu bilir misin?
Hutame'nin ne
olduğunu sana bildirmiştir.
نَارُ اللهِ الْمُوقَدَةُ
6
Allah'ın,
tutuşturulmuş ateşidir.
الَّتِي تَطَّلِعُ
عَلَى اْلأَفْئِدَةِ 7
(Yandıkça)
tırmanıp kalplerin ta üstüne çıkar.
Onun mahiyeti,
Allah Teâlâ’dan başka kimsenin bilmediği insanın gönlünde (kalbinde) beliren
izzet (büyüklenme) ateşidir.
Kabiliyete
göre aşk ateşi de demek caiz olabilir.
إِنَّهَا عَلَيْهِم
مُّؤْصَدَةٌ 8
O, onların
üzerine kapatılıp kilitlenecektir.
Hamam kapılarının üzeri başka ağaçlarla kat kat
kaplandığı gibi tabiat ateşi, ezeli fıtrat nurunu örterek kapatmıştır.
فِي عَمَدٍ مُّمَدَّدَةٍ
9
(Bu ateşin
içinde) uzatılmış sütunlara bağlanmışlar.
Ezelî fıtrat nuru hususi ateşten bir bina ile katlanmıştır.
FİL SÛRESİ
أَلَمْ تَرَ كَيْفَ
فَعَلَ رَبُّكَ بِأَصْحَابِ الْفِيلِ 1
Rabbin fil
sahiplerine neler etti, görmedin mi?
Rabbâni
vahiyle Sana nefis ashabını nasıl helak ettiği haberi bildirilmedi mi? (Evet
bildirildi.)
“Nefis Ashabı” ndan nefsânî kuvvetler
murad edilmesi cazidir.
أَلَمْ يَجْعَلْ
كَيْدَهُمْ فِي تَضْلِيلٍ 2
Onların kötü
planlarını boşa çıkarmadı mı?
Allah Teâlâ,
onların hakka muhalif işlerini helak etmekle niyetlerini boşa çıkardı.
Helakten (son
olmadığı için) “fenâ-i ef’âl” makamı da murad edilebilir.
3 وَأَرْسَلَ عَلَيْهِمْ
طَيْرًا أَبَابِيلَ
Onların üstüne
ebâbil kuşlarını gönderdi.
تَرْمِيهِم بِحِجَارَةٍ
مِّن سِجِّيلٍ 4
O kuşlar,
onların üzerlerine pişkin tuğladan yapılmış taşlar atıyordu.
Allah Teâlâ,
ebâbil kuşları suretinde “kahır sıfatı”
ile tecelli etti.
“Kuşlar”dan nefsin hakkanî fikirler ve
rabbânî ilhamların murad edilmesi caizdir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem buyurdu ki;
“Bir saat tefekkür yetmiş yıl ibadetten hayırlıdır.” [67]
فَجَعَلَهُمْ كَعَصْفٍ
مَّأْكُولٍ 5
Böylece Allah
onları yenilip çiğnenmiş ekine çevirdi.
Allah Teâlâ zatıyla zuhur ederek onları “Allah
fâni kıldı”, murad edilmesi caizdir.
KUREYŞ
SÛRESİ
ِلإِيلاَفِ قُرَيْشٍ
1
Kureyş'e
kolaylaştırıldığı,
Nefsâni
kuvvetlere ülfeti kolaylaştırdığı gibi;
إِيلاَفِهِمْ رِحْلَةَ
الشِّتَاء وَالصَّيْفِ 2
Evet, kış ve
yaz seyahatleri onlara kolaylaştırıldığı için ,
Evet, kuvvetlerin,
nefsânî menzillerde olduğu gibi ruhâniyetin (manevi) yolculukta nefsin ve ruhun
menzillerdeki fenâların tahsilinde ruhâni gıdalara da ülfetlerini kolaylaştırdı.
3 فَلْيَعْبُدُوا رَبَّ هَذَا الْبَيْتِ
Onlar, şu evin
Rabbine kulluk etsinler ki,
İnsan evinin Rabbi
(terbiyecisi), Kalb-i insanî ve ruhu (Allah Teâlâ’yı) müşahede yoluyla tevhid
etsinler.
الَّذِي أَطْعَمَهُم
مِّن جُوعٍ وَآمَنَهُم مِّنْ خَوْفٍ 4
Kendilerini
açlıktan doyuran ve her çeşit korkudan emin kıldı.
Rabbânî gıdaları hakkânî fikirleri kalb-i insanî ve
ruhuna[68] (Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve selleme) Cebrail vasıtasıyla indirip fenâ yolunda
nefislerinden emin kılan beytin Rabbini birlesinler.
MÂUN SÛRESİ
أَرَأَيْتَ الَّذِي
يُكَذِّبُ بِالدِّينِ 1
Dini
yalanlayanı gördün mü?
Allah Teâlâ’nın ölmeden önce
temizleyici ameller vasıtasıyla sâlike tecelli ettiği fiilerin nurunun mertebesinden
cahil olup perdelenmişi veya kıyamet gününü bilirmisin?
Amellerin durumuna göre fiilerin nurundan başka,
sıfatların ve zatın nurlarını da düşünebilirsin.
Allah Teâlâ buyurdu ki;هَلْ تُجْزَوْنَ اِلاَّ بِمَا كُنْتُمْ تَكْسِبُونَ
“Kazanmakta olduklarınız dışında, bir başka şeyle
mi cezalandırılacaktınız?” [69]
“Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu görür.
Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onu görür.”[70]
Ayeti kerimeleride
bu hususu teyid eder.
Eğer perdelenmişi bilemiyorsan hallerinden bilebilirsin
demektir.
فَذَلِكَ الَّذِي
يَدُعُّ الْيَتِيمَ 2
İşte o, yetimi
itip kakar;
İşte o kimse
ki; ilim, muhabbet ve bunun benzeri ezelî malı, hakiki babasından ayrılmış olan
yetime vermediği gibi bir hizmet vakti geldiğinde yüzünü çevirip;
3 وَلاَ يَحُضُّ عَلَى طَعَامِ الْمِسْكِينِ
Yoksulu
doyurmaya teşvik etmez;
Kur’ânî hakikâtlere
ve rabbânî marifetlere ulaşmasına engel olur.
فَوَيْلٌ لِّلْمُصَلِّينَ
4
Yazıklar olsun
o namaz kılanlara ki,
الَّذِينَ هُمْ
عَن صَلاَتِهِمْ سَاهُونَ 5
Onlar namazlarını
ciddiye almazlar.
الَّذِينَ هُمْ
يُرَاؤُونَ 6
Onlar gösteriş
yapanlardır,
Hakk’a kavuşmuş gibi görünüp lisanları ile Hakk’a
vasıl olduklarını söylerler. Hâlbuki bunlar Hakk’tan halka meyletmişlerdir.
وَيَمْنَعُونَ
الْمَاعُونَ 7
Ve hayra da
mâni olurlar.
Nefislerinde
kötü ahlaktan temizlemişlerdir.
KEVSER
SÛRESİ
إِنَّا أَعْطَيْنَاكَ
الْكَوْثَرَ 1
(Resûlum!)
Kuşkusuz biz sana Kevser'i verdik.
(Kabiliyete göre) Biz sana tevhid-i zâtî’yi,
ma’rifeti zâtî’yi ve muhabbeti zâtî’yi verdik demektir.
فَصَلِّ لِرَبِّكَ
وَانْحَرْ 2
Şimdi sen
Rabbine kulluk et ve kurban kes.
Rabbine
yaklaşmak ve rızası için bedenini namaz kılarak süslediğin gibi tevhid
mertebelerinden ef’âl, sıfat ve zâttan soyularak kendini de kurban et.
3 إِنَّ شَانِئَكَ
هُوَ اْلأَبْتَرُ
Asıl sonu
kesik olan, şüphesiz sana hınç besleyendir.
Sana ve sünnetine buğz ve itiraz eden kimse Hakk’ı
müşahededen ve vuslattan kesilmiştir.[71]
KAFİRÛN
SÛRESİ
قُلْ يَا أَيُّهَا
الْكَافِرُونَ 1
Ey Muhammed!
De ki: "Ey kâfirler!
Ezelî
yaratılışın nuru (Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem) Seni tanımayı
perdelemeye çalışanlara de ki;
لاَ أَعْبُدُ مَا
تَعْبُدُونَ 2
"Ben
sizin taptıklarınıza tapmam."
Gelecekte
müşahede yoluyla benden başka Allah Teâlâ’ya ibadet edebilecek yoktur.
3 وَلاَ أَنتُمْ
عَابِدُونَ مَا أَعْبُدُ
"Benim
taptığıma da sizler tapmazsınız."
وَلاَ أَنَا عَابِدٌ
مَّا عَبَدتُّمْ 4
"Ben de
sizin taptığınıza tapacak dağilim."
Geçmişte sizin
ibadet ettiğiniz hususî ma’butlarınıza (ilâhlarınıza) yaratıldığımdan beri ibadet edici olmadım.
وَلاَ أَنتُمْ
عَابِدُونَ مَا أَعْبُدُ 5
"Benim
taptığıma da sizler tapmıyorsunuz."
Müşahede yoluyla benim ibadet ettiğim Rabb’ime siz ibadet
edicide değilsiniz.
لَكُمْ دِينُكُمْ
وَلِيَ دِينِ 6
"Sizin
dininiz size, benim dinim banadır."
Sizin tevhidiniz perdelenmiş mahrumiyet, bizim için
ise müşahede yolu üzere tevhidimiz vardır.[72]
NASR SÛRESİ
إِذَا جَاء نَصْرُ
اللهِ وَالْفَتْحُ 1
Allah'ın
yardımı ve zaferi geldiği,
Allah Teâlâ,
ilâhî isimleri ve rabbanî sıfatları ile tecelli edip Mutlak Zât-ını zuhur ettirdiği
zaman
وَرَأَيْتَ النَّاسَ
يَدْخُلُونَ فِي دِينِ اللهِ أَفْوَاجًا 2
Ve insanların
bölük bölük Allah'ın dinine girmekte olduklarını gördüğün vakit,
Muhammedî suretle,
(insanların) nefer nefer Mukaddes Zât’ın tevhid deryasına gark oldukları zaman
gölge vücudundan soyularak;
3فَسَبِّحْ بِحَمْدِ
رَبِّكَ وَاسْتَغْفِرْهُ إِنَّهُ كَانَ تَوَّابًا
Rabbine
hamdederek O'nu tesbih et ve O'ndan mağfiret dile. Çünkü O, tevbeleri çok kabul
edendir.
Bütün yaratılmışları kuşatarak (yani her kesin
anlayacağı şekilde sırları) müşahede yolu üzere Allah Teâlâ’nın zatî hayatınıda
açıklayıcı olarak tesbih ederek (öv).
وَاسْتَغْفِرْهُ Ef’âl ve diğer hallerden fenâ bularak mağfiret ve rahmeti talep
et.
إِنَّهُ كَانَ تَوَّابًا
Muhakak Allah Teâlâ mertebeler yönüyle ef’âl veya
diğerlerinde, nurların dönüşlerini kabul edicidir. (izin verir)
نَصْرُ اللهِ Bütün mertebelerde ve
dinde mutlak yardım da kasdedilmesi caizdir.
Allah Teâlâ’nın dinine insanların girmesinden
murad, manevi bir çıkışla insanların körlükten veya yok demelerinden çıkıp
İslâma girmeleridir. Bu nedenle insanın, Allah Teâlâ’ya yakınlık derecelerini
artırmak için kemâl yoluyla tenzih ve takdis etmesi gerekli ve mecburdur.
Ey Kardeşler!
Biliniz ki, “Allah Teâlâ afv ile tevbeleri kabul
edendir.” Sözü birçok sırları taşımaktadır. Çünkü “mağfiret etmek”,
örtmek manasınadır. Afv, “Mutlak Setr” (Mutlak gizlemek) ise zatının,
zâtını kendinde gizlemesidir.[73]
“Tevvab” müracaat
edilen manasınadır. Önce olsun sonra olsun müracaat edilen Allah
Teâlâ’dır. Nitekim “Nihayet, bidayete rucu’dur” (Bitiş başa dönüş)
denilmiştir. İyice düşün.
MESED SÛRESİ
تَبَّتْ يَدَا أَبِي لَهَبٍ وَتَبَّ
1
Ebu Leheb'in
iki eli kurusun! Kurudu da.
Kötü ve alçak nefsi Allah Teâlâ helak etsin. zaten
helakta oldu.
مَا أَغْنَى عَنْهُ
مَالُهُ وَمَا كَسَبَ 2
Malı ve
kazandıkları ona fayda vermedi.
Fıtrî
kabiliyeti bilmesi (yaratılış bilgilerinde hakem olması), aslî malı ve dünyevî akıl ile elde edilen ilim
ona fayda vermediği gibi;
3 سَيَصْلَى نَارًا
ذَاتَ لَهَبٍ
O, alevli bir
ateşte yanacak.
O tabii
cehennem ateşine girecektir.
وَامْرَأَتُهُ
حَمَّالَةَ الْحَطَبِ 4
Odun taşıyıcı
olarak karısı da (ateşe girecek).
Birçok
perdeler hâsıl olmuş olarak ona tabi olan kuvvetleride ateşe atılacaktır.
فِي جِيدِهَا حَبْلٌ
مِّن مَّسَدٍ 5
Ve boynunda
hurma lifinden bükülmüş bir ip olduğu halde.
O kadının
boynunda ezeli hükümlerden Hakk’ı müşahedesine ve imana engel olacak zincirler
vardır.
Birinci تَبَّتْ
(kurusun) nefs-i
emmârenin tasarrufunun, ikincisiyle nefsi emmârenin kendisinin kesilmesi
murad edilmesi caizdir.
“Malı ve
kazandıkları ona fayda vermedi.” İle ilim
ve benzerleriyle elde edilenler, akılla kazanılan şeylerdir. Âdemoğlu ilmi
genelde akılla kazanır. Ancak bu ilim
akıl levhalarındakinden daha değişik şekle dönüşür.
Akıl devenin
ayağına bağlanan “îkâl”den türetilmiştir. (Yani, akıl bilgisi insan için engeller
sınıfına düşecek bilgileride içerir)
“Karısı” ndan kasdedilen bir manada (hevanın)
tabi olduğu şeylerden feyz alan nefis demektir. Bu durumda “Odun” beşerî
şevklerdir. Nefis beşeri isteklerle tabilerini ve ruhu insaniyi Hakk’ı müşahededen
ve vuslatından engeller.
İHLÂS SÛRESİ
قُلْ هُوَ اللهُ
أَحَدٌ 1
De ki: O,
Allah birdir.
(قُلْ De ki:) Ehlullah yanında birleşmenin aslını (cem)i mazharını açıklayıcı olmak
üzere gelen bir emirdir.
هُوَ Sırf hakikâti ehadiyyedir. Yani Allah Teâlâ’nın kendisinden başka
bilmediği sıfatlarına da itibar etmeksizin (saymaya gerek duymadan) “Bizâtihi kendisidir” demektir.
“De ki: O,” sözü Allah Teâlâ’yı inkâr edip yok
diyene cevaptır.
هُوَ sözünde şu hikmete işaret edilmiştir. Mevcut
varlığın ilki ve sonu O’dur. Çünkü هـ (he) harfi boğazın en altından
çıkan ilk harftir. Çıkış yerlerinin sonudur. و(vav) harfi çıkış yerlerinin ilkidir. Bunu anlamak gerekir.
اللهُ Allah
ismi هُوَ
nin bedeli (karşılığı)dır. Çünkü Allah ismi bütün sıfatları toplayan zât
ismidir. Allah isminin bedel olmasından sıfatların zatından zaid olmayıp aynî
olduğu anlaşıldı. Sıfatla zat arasında fark başka bir şekilde olmayıp ancak
akılladır. (Yani insanın anlaması yönünde çok müşkiller zuhur eder, demektir.)[74] bu
sureye “İhlâs Sûresi” denilmeside bu nedenledir. Çünkü ihlâs, hakikâtı
ehadiyyeyi kesret (çokluk) şaibelerinden kurtarmak demektir. Nitekim Emîru’l
Mü’minîn Hz. Ali kerremallâhü veche buyurdu ki;
“İhlâsın kemâli,
sıfatları nefyetmekle olur.” Şöyleki; her sıfat mevsufun (sıfatlanan), her
mevsuf sıfatın başka olduğuna şehadet eder. (ne aynıdır, ne gayrıdır)
أَحَدٌ Müptedanın haberidir.[75]
“Yaratıcı
ikidir” veya “nurun
yaratıcısı ve zulmetin yaratıcısı başkadır” diyene cevaptır.
“Ehad” ile
“Vahid” arasında fark vardır.
Ehad,
sıfatlara itibar edilmeden zâtın kendisidir. Vahid ise, bütün sıfatları yani
bütün ilâhi isimler ile dahi zâtın birliğidir.
اللهُ lafzı “Hüve” ve “Ehad” arasında oluşu ile “Celâl ve Cemâl” e
açıklamaya işarettir.
Bu ayet tevhidi
zâtiye işaret etmektedir.
اللهُ الصَّمَدُ 2
Allah
sameddir.
“Allah, yer
içer” diyene
cevaptır.
Bütün
yaratılmış şeylerin ihtiyaçlı olmaları nedeniyele mutlak mecburî sığınağı Allah
Teâlâ’dır. Allah Teâlâ ise zengin ve hiçbir şeye muhtaç olmayandır.
Bu ayet tevhidi
sıfatiye işaret eder.
3 لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْ
O, doğurmamış
ve doğmamıştır.
“Melekler
Allah’ın kızlarıdır, Üzeyir oğludur” a cevaptır.
لَمْ يَلِدْ Zatında ortağı
yoktur.
وَلَمْ يُولَدْ Sıfatlarının çıkması için hiçbir şeye muhtaç değildir.
Bu ayet tevhidi
ef’âle işaret eder.
وَلَمْ يَكُن لَّهُ
كُفُوًا أَحَدٌ 4
Onun hiçbir
dengi yoktur.
Hiçbir şey
benzeri olamamıştır.
Müşebbihe (Allahı insana benzeten sapık görüş)
ve mücessime (Allahı bir cisim gibi tasavvur eden sapık) mezheplerine cevaptır.
Allah Teâlâ zalimlerin sözlerinden
münezzehtir. O yücedir, büyüktür.
FELAK SÛRESİ
قُلْ أَعُوذُ بِرَبِّ
الْفَلَقِ 1
De
ki:"Ben ağaran sabahın Rabbine sığınırım,
Mutlak nurun sabahının Rabbi olan “Hâdî” ismine
sığınırım.
مِن شَرِّ مَا
خَلَقَ 2
Yarattığı
şeylerin şerrinden,
Yaratılmışların
mahrum kaldığı perdelendiği şeylerden;
3 وَمِن شَرِّ غَاسِقٍ
إِذَا وَقَبَ
Karanlığı çöktüğü zaman gecenin
şerrinden,
Kararmış nefsin
şerli halleriyle insan âlemini çevrelemesi veya “kalp ayı”nı karanlığa
gömmesinin şerrinden;
وَمِن شَرِّ النَّفَّاثَاتِ
فِي الْعُقَدِ 4
Ve düğümlere
üfürüp büyü yapan üfürükçülerin şerrinden ,
Allah Teâlâ’dan gelecek feyizlerin sözlü veya fiili
kötü ameller ile yolunu bağlanmasının şerrinden;
وَمِن شَرِّ حَاسِدٍ
إِذَا حَسَدَ 5
Ve kıskandığı
vakit kıskanç kişinin şerrinden sabahın Rabbine sığınırım!
Allah Teâlâ’nın nurunda fenâ ile karar ve temkine
mani olan haset sıfatını taşıyan nefsin şerrinden Sana sığınırım. Çünkü haset
ve diğer nefis sıfatları, telvîn ehlinde[76],
nefs, kalp ve sır makamlarında zuhur eder.
Büyük şeyh Seyyid Yahya Şirvânî kaddese’llâhü
sırrahu’l azîz (hyt: 869/1464) buyurdu ki;
“Bu dört makamın sahibi nefsin elinde yenmeye hazır
incir gibidir.”
Allah Teâlâ Yusuf aleyhisselâm diliyle buyurdu ki;
“Ben nefsimi temize çıkaramam. Muhakkak nefis
kötülüğü emreder.”[77]
Bu ayetten anlaşılan diğer mana ise “Enbiyanın
başlangıç mertebesi, evliyanın kavuşacağı son mertebedir.)
Allah Teâlâ doğrusunu bilir.
NAS SÛRESİ
قُلْ أَعُوذُ بِرَبِّ
النَّاسِ 1
De ki:
Sığınırım ben insanların Rabbine,
Bütün
sıfatları taşıyan zâta sığınırım demektir.
İnsan vücud mertelerini topladığı gibi bütün oluşları
da câmidir. (Kulluğun zirvesi insandan istenilmiştir.)
Ehlullah bu sebepten insana onu yaratan kemâlini
kendisine veren rabbine sığınması gerekir demiştir. Onun için رَبِّ “Rabb” kelimesini bütün isim ve sıfatları cami “Allah” yerine kullanmıştır.
Allah Teâlâ buyurdu ki.
“İki elimle yarattığıma secde etmekten alıkoyan nedir?”
[78]
İki ismime karşılık gelen “Celâl” ve “Cemâl” sıfatlarımla
yarattığım Âdem’e secde etmene ne engel oldu? demektir.
مَلِكِ النَّاسِ
2
İnsanların
Melikine (mutlak sahip ve hakimine),
رَبِّ النَّاسِ (Atf-ı beyan) açıklamak ve tekit için gelmiştir. “Melik” fenâ
(dünyevi) halleriyle kullarını gözetleyen ve koruyan demektir.
3إِلَهِ النَّاسِ
İnsanların
İlâhına.
Fenâdan sonra gelen
Bekâ makamının beyanıdır. “İlah” bütün ilâhî sıfatlara malik mutlak
tapılan zâttır.
مِن شَرِّ الْوَسْوَاسِ
الْخَنَّاسِ 4
O sinsi
vesvesenin şerrinden,
Şeytanın şer
kuvvetlerinden;
الَّذِي يُوَسْوِسُ
فِي صُدُورِ النَّاسِ 5
O ki
insanların göğüslerine (kötü düşünceler) fısıldar.
Gerek
insanlardan, gerek cinlerden gelen kötü şeylerden (sığınırım)
مِنَ الْجِنَّةِ
وَ النَّاسِ 6
Gerek
cinlerden, gerek insanlardan(olan bütün vesvesecilerin şerrinden Allah'a
sığınırım!
“İlâh” ismine sığınmak fenâ makamından sonradır. Çünkü
Zât-ı mutlak zuhur edince varlık fenâ bulduğundan vevese için bir vücud mahalli
gerekir.
Allah Teâlâ buyurdu ki;
“ O’nun zatından başka her şey fenâ bulacaktır.” [79]
Ey kardeşler!
Biliniz ki; bu sûrede üç kutba işaret vardır.
Abdurrab, Abdulmelik, Abdullah
Bu şekilde olunca sığınma emri ile üç mertebede rûh-i
izâfî (göreceli ruhun makamları) ile sığınılır. Çünkü
Rabb ismi, ef’âl makamında
Melik ismi, sıfat makamında
İlâh ismi, zât makamında; ruhun taşıdığı izâfî ismidir.
Anlattıklarımızdan anlaşılıyor ki;
Şeytanın hakikâtleri insanın bütün hallerini istila
edebilmek kabiliyetindedir. Öyleki bazen Allah Teâlâ’ya, bazan Rahman’a
karşılık gelebilir (sanılsada) suretiyle (benzeri) ve zuhurları temsil etmesi
caiz değildir.
Unutulmamalıdır ki; şeytan bu iki isim dışında bütün
ilâhî isimleri temsil edebileceğinden cahil ve nakıs şeyhe bağlanan kimseler
için korku unsuru olur. Bu nedenle şeytandan tuzağından ve tasarrufundan
kurtulmak için Allah ve Rahman ismi mazharı olan arif-i
billâhı bulmak sâlik için muhakkak gereklidir.
Şeytanın tasarrufundan kurtulmak ve ilâhî faziletlere
kavuşmak ancak arifin (melek-i Ruhanî) yardımı ile olur. Nitekim Allah Teâlâ
buyurdu ki;
“Muhakkak lütuf, Allah’ın elindedir. Onu dilediğine
verir. Allah Teâlâ büyük lütuf sahibidir.” [80]
Ey Kardeşler!
Sâlik rüyasında bu sûreyi okumuştur. Sâlikin hal
âlemine göre yapılan şu yorumu dinleyiniz.
O kimsede üç mertebe üzere rabb olan nefsi ve
kuvvetleri Allah Teâlâ’nın feyzine kavuşma sebebi olan isme sığınmıştır. Çünkü
sâlik’in ruhu ile o isim arasında ezeli bir münasebet vardır. Bu sebeble
bilindi ki, sâlik şeytanın tuzağından emin değildir. Ancak mazhar olduğu isimle
emin olabilir. Bu üç ismin mertebesinden de bilindiki sığınılacak üç ismin
sahibide avam, havas, hâs-ül havası olmak üzere üç sınıftır. Muhammedî hakikâtlerin
kuvvetlerinde de bu üç durum enfüs ve afakta (iç ve dış âlemde) geçerlidir. (anlatılanlar
ile) Rabbânî aklı anlarsın. Küllî isimlerin zuhurlarıda cinsler ve nev’iler
üzeredir. Böyle olunca afakta ve enfüsteki ilâhi isimler ve varlıklar arasında zıtlıkların
ülfeti ancak bütün yaratılmışları câmî olan Muhammed sallallâhü aleyhi ve
sellem iledir.
Ey Kardeşler!
Allah Teâlâ’nın kulları arasında hakir, fakir, zayıf
ve eksik olan kimseden bu şerhleri ve hakikâtleri eksikleri ile kabul ediniz ve
hakkında hayır söyleyiniz ki; bu kul Allah Teâlâ katında makbul olsun.
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem ve ehli beyti,
ashabı hürmetine diğer halleri afva mazhar olsun.
Ey merhametlilerin en merhametlisi, rahmetinle bize
acı![81]
اَللَّهُمَّ صَلِّى عَلىَ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَي آلِهِ وَصَحْبِهِ أَجْمَعِينَ
[1]
Kaynak: Nazif VELİKÂHYAOĞLU, Sümbüliyye Tarikatı, İstanbul, 2000, s. 76-78
[2]
Çelebi Halife Cemal-i Halveti ve tefsiru’l-fatiha ve’d-duha adlı eseri. / Nazif
Yılmaz. --1998. 99, 47 y. ; 28 cm. Tez (Yüksek lisans).--Marmara Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalı
[3] Atatürk Kütüphanesi-İstanbul, /297.234
-Osman Ergin Yazmaları - OE_Yz_000914/01
[4]
Atatürk
Kütüphanesi-İstanbul, 297.212- Osman
Ergin Yazmaları - OE_Yz_000299/0
Diğer bir nüsha:
Atatürk
Kütüphanesi-İstanbul, Çelebi Halife 297.234 - Osman Ergin Yazmaları - OE_Yz_000071
[5]
Bütün kemâlat Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemde ye onun yolunda
toplanmıştır.
[6] Müzekkin
Nüfus: "Şeyhi olmayanın dini tamam
değildir. Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır."
[7] Al-i İmran,
103
[8] Mâide, 35
[9] Enbiya, 7
[10] Zikri, ilmi
vb. size öğretecek, gösterecek kimseler.
[11] İnsanın
beşeri, ulvi, süflî ve eles bezmindeki verdiği söze bağlı olan hakikâtini
sevmektir.
[12]Avz: (Avez)
(İyâz, meaz, meâze) Sığınma. Sığınak. Melce. Sığınacak yer.
[13] (Nazif
Yılmaz. –1998; s. 56) Tezinde bu kısım fazladan vardır. Bizim gördüklerimizde
bu kısımlar bulunmadığı halde yeri geldikçe dipnot olarak eklemeyi uygun gördük.
[Sebebine gelince: Rabbânî sahîfeler kavli ve
fiili olarak ikiye ayrılır. Bu ikisini biraraya getiren ise insan-ı kâmildir.
Fiili sahîfelere ve bu ikisini kuvvetle bir araya getiren nüshalara başlayan
insan-ı kâmil-i mükemmel-i ekmel ile nefs-i merdûdeden uzak kalarak o nefsin
şerrinden sığınmaya başlayan kimse nihayet fiili ve kavli sahîfelerin sırlarına
muttali olur.
Biliniz ki, insan-ı kâmile sığınmak " Eûzu
" kelimesinin harflerinin işaret ettiği şartlar olmaksızın olmaz. Mesela:
Elif,
istikâmet'e ve sâlikin Allah'ın dışındaki şeylerden alâkayı kesmesine. Allâh
Teâlâ ile ülfete ve Allah Teâlâ ile alâkayı kesmemeye, ihlasa, ünsiyyete, evveliyyete
ve ahiriyyete delalet eder.
Ayn,
ilâhî ilme, ihlasla sıkı ülfete, ibrete, Allah'ın dışındakilere kör olmaya,
Allah'ın muhabbetine sarılmaya ve buna benzer şeylere delalet eder.
Vav, ise
vefaya, ahde, velayete, sevgiye, virde, vecde, kesrette vahdete ve buna benzer
şeylere delalet eder.
Zel, ise
sâlikin niyetini Allah için boyun eğdirmesine, ilâhî marifetlerin tadına,
cennetin derecelerindeki makamının yüceliğine delalet eder.
Bu
söylenilenlerden şu anlaşıldı ki kavlî ve fiilî nüshalar arasındaki nüshalara
başlayan söylenilen sıfatların bir kısmıyla muttasıf olur, Sonra da bunları
kendinde toplayan insan-ı kâmil vasıtasıyla, eğer sâlikin meşrebi insan-ı
kâmil'in meşrebine uygun olursa, diğer sıfatlarla da muttasıf olur Meşrebi
uygun olmazsa bu mümkün olmaz.
Bundan
yine anlaşıldı ki avamın sığınması beden diliyledir. Bunun için de avam,
şeytanın ve nefsîn tuzağından ve hilesinden kurtulamaz. Velhâsıl kavli, fiili
sahîfelere ve her ikisinide bir araya getiren nüshaya insan-ı kâmil vasıtasıyla
başlamayı isteyen kimse " Nefsî merdûde ve kovulmuş şeytandan insân-ı
kâmil-i mükemmel-i ekmel'e sığınırım " desin.]
****
Konuyla alakalı değil, fakat bir
örnek daha verelim. Cinlere karışmış insanlar için muska yazdırılıyor. Eğer
yazan kişi cinler âleminde itibar görmüyorsa yazılan duaların hiçbir etkisi
olmaz. Onun için para ile yazdırılan muskalar veya duaların hiçbir etkisi yoktur.
[14] حَتىَّ لاَ اَرَى وَ
لاَاَسْمَعَ وَ لاَ اَجِدَ وَ
لاَاُحِسَّ اِلاَّ بِـهَا
“Öyle
ki, sadece O´nunla göreyim, O´nunla işiteyim, O´nunla bulayım, O´nunla
hissedeyim.”
Vahdet deryasına dalınması; Gören
gözü ve işiten kulağı ona mahsus olması ile kurb-u nevâfil e, hisler ve ve
kendini kaybederek “benimle görür, benimle işitir,..” ile de kurb-u ferâiz e
işaret edilmiştir. (Et-Temşiş fi
Şerh-i Salâvat İbn-i Meşiş- Seyyid Muhammed Nûr’ül-Arabî)
KURB: Arapça,
yakınlık anlamındadır. Kelime ezelde, yani ruhlar âleminde, Allah Teâlâ ile kul
arasında geçen ahde uymayı ifade eden, bir tabirdir. Kulun Hakk'a yakın olması,
müşahede ve mûkâşefe iledir. Allah Teâlâ'dan gayrisiyle de Allah Teâlâ'dan uzak
olur.
İki türlü
kurb vardır.
1- Kurb-u
Ferâiz (Farzlarla olan yakınlık): Kulun, nefsi de dâhil olmak üzere, her
şeyin şuurundan tamamen fâni olmasıdır. Artık onun nazarında, Hakk'ın vücûdundan
gayri, hiçbir şey kalmaz. Bu, farzların semeresi olarak ortaya çıkan fena
halidir. Özet olarak ifade etmek gerekirse; kurb, Allah'a itaat ve kullukla
elde edilir. Kurb, Kâbe kavseynin hakikâtına da denir.
2-Kurb-u
Nevâfil (Nafilelerle olan yakınlık): Beşerî sıfatların sona erişi ve beşer
üzerinde Allah Teâlâ'nın sıfatlarının zuhuru. Bu durumda beşer, uzaktakileri
duyar ve görür hâle gelir. Buna, beşerî sıfatların, Allah'ın sıfatlarında fani
olması da denir. İşte bu, nafileler ile elde edilen kurbdur.
[15] “Her kim
benim veli kullarımdan birisine düşmanlık ederse ben ona harp açarım. Kulum
kendisine farz kıldığım şeylerden daha sevimli bir şeyle bana yaklaşmamıştır. Kulum
bana devamlı nafile ibadetleri ile yaklaşır. Bunun sonucunda ben onu severim. Bir
kere onu sevdim mi ben onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen
ayağı olurum. Eğer benden bir şey isterse onu veririm. Bana sığınırsa muhakkak
onu korurum.” (Buhârî. Rekaik, 38; İbn. Mâce. Fiten. 16.38)
[16] “Velhâsıl,
muhakkak kim fiilî sahîfelere başlamak isterse, hal diliyle şöyle desin:
"Ârif-i
Ekmel'in kalb levhasına yazılmış olan Kur'ân'ın bâtınını okumaya ve iki nurun
arasını bir araya getiren nûr-û câmî olan insân-ı Kâmil ile okumaya
başlıyorum." (Tez: s.57)
[17] Allah Teâlâ
ile tevhid makamındaki konuşmada “gazaba uğrayanların, ya da sapıtanların”
manası düşünülmez.
[18] [Ebû Dâvud,
Salât 172, (932, 933); Tirmizî, Salât 184, (248).]
[19] İbn-i Adiyy
[20] Diğer
sıfatların tecellileri ile meşgulolmadan zâtına seni kavuşturması yani, ef’âl
ve sıfat mertebelerinde oyalanmadan geçirmesi daha hayırlıdır, demektir.
[21]
(Ehadiyyet’ül Cem makamını yalnız sana ihsan edecek demektir.)
[22] RUHU'L-KUDÜS: Mukaddes
ruh, vahiy meleği Ruhul-Kudüs, "ruh" ve "kudüs"
kelimelerinin birleşmesinden meydana gelmiştir. Bu kelimelerin ikisi de
Arapçadır. "Ruh"; hayat, idrak ve hareketin kaynağı, maddenin tanı
mukabili, manevi varlık, vahiy, Allah kelâmı, Kur'ân-ı Kerim, kuvvet, vahiy
meleği, Cebrâil, his, duygu ve benzeri manalar işin kullanılır (Raşid
el-İsfahânî, el-Müfredât) Garibil-Kur'ân, Mısır 1961, "ruh" md.).
Bununla beraber, ruh'un gerçek manasını Allah'tan başka kimse bilmez. Çünkü
bu husus, Yüce Allah tarafından şöyle haber verilmiştir:
"Sana
ruhtan sorarlar. De ki: Ruh, Rabb'imin emrindendir. Size ilimden pek az bir şey
verilmiştir" (İsrâ, 17/85).
"Kudüs"
kelimesinin aslı ise, "kuds"dür ve mukaddes, mübârek, her türlü
fenalıktan arınma demektir. Bu iki kelimenin birleşmesinden meydana gelen
"ruhul-kudüs", herhangi bir şaibe ile lekelenme ihtimali olmayan,
mukaddes ve temiz ruh, vahiy meleği, Cebrâil demektir (Elmalılı Hamdi Yazır,
Hak Dini Kur'ân Dili, V, 3125).
Ruh
kelimesi Kur'ân'da birkaç yerde geçmekte ve değişik manalara gelmektedir.
Ruhu'l-Kudüs ise, yalnız dört yerde geçmektedir. Bulunduğu âyetlerdeki manası
hakkında âlimlerin farklı yorumları olmuştur. Ancak çoğunluğun kanaatına göre,
vahiy meleği olan Cebrâil demektir. Ruhul-Kudüs kelimesinin geçtiği âyetlerden
birinin meâli şöyledir:
"Andolsun, Musâ'ya Kitâbı verdik, arkasından peygamberler
gönderdik. Meryem oğlu İsaya da açık deliller verdik ve O'nu Ruhu'l-Kudüs
(Cebrâil) ile destekledik " (el-Bakara, 2/87).
Alimlerin bu âyette geçen Ruhul-Kudüs hakkındaki değişik
görüşlerini şöyle sıralayabiliriz:
1- Ruhul-Kudüs, Yüce Allah'ın isimlerinden biridir.
2- Mukaddes kitap olan Kur'ân ve diğer bir görüşe göre İncil
demektir.
3- RUHUL-KUDÜS, ALLAH'IN RUHU DEMEKTİR.
4- Vahiy meleği olan Cebrâil demektir.
Âlimlerin ekseriyeti bu görüştedir. Çeşitli hadislerde ve şairlerin şiirlerinde
de, bu manada kullanılmıştır (et-Taberî, Camiu'l-Beyân, Mısır 1954, I, 404
vd.; el-Kurtubî, el-Camiu li Ahkâmil-Kur'ân, Mısır 1967, II, 24; er-Râzî,
et-Tefsirul-Kebir, III, 177).
Bu
görüşü benimseyen alimlere göre, aşağıdaki âyetlerde geçen Ruhul-Kudüs de
Cebrâil demektir:
"İşte biz, o elçilerden kimini kiminden üstün kıldık. Allah onlardan
kimiyle konuştu, kimini de derecelerle yükseltti. Meryem oğlu İsaya da açık
deliller verdik ve O'nu Ruhul-Kudüs (Cebrâil) ile destekledik " (Bakara,
2/253);
"Allah
demişti ki: Ey Meyrem oğlu İsâ, sana ve annene olan nimetimi hatırla, hani seni
Ruhul-Kudüs (Cebrâil) ile desteklemiştim" (Maide, 5/ 110);
"De
ki: İnsanları sağlamlaştırmak ve müslümanlara yol gösterici ve müjde olmak
üzere onu, Ruhul-Kudüs (Cebrâil), Rabb'inden hak (ve hikmet) gereğine
indirdi" (Nahl, 16/102).
Ruhul-Emin
de, Ruhul-Kudüs ile eş anlamlıdır Yani o da Cebrâil demektir. Kur'ân'da yalnız
bir yerde geçmektedir:
"Onu, er-Ruhu'l-Emin (güvenilir ruh, yani Cebrâil) indirdi" (Şuara,
26/ 193).
Şair
Hassan'ın naklettiğine göre, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem onun için
dua etmiş ve duasında "Ya Rabbi, Hassan'ı Ruhul-Kudüs ile takviye
et" demiştir. Hassan bunu söylerken, Ebu Hüreyre'yi de şahit olarak
göstermiştir (Buhârî, Salat, 68; Müslim, Fedâilu's-Sahabe, 151, 152; Neseî,
Mesâcid, 24. Ayrıca bk. Cebrail mad.).
[23] “Duhâ
sûresinin yedinci âyetinde, “Biz seni yoldan sapmış bulduk doğru yola
yönelttik,” buyurulmuştur. Bunun manası nedir? Bu şu demektir:
Ya Muhammed!
Allah Teâlâ seni yolunu şaşırmış bir halde buldu, sana gerçek yolu gösterdi.
Bunu herkes böyle yorumladı. Hakk, onu yolunu şaşırmış bir durumda buldu
dediler. Nasıl ki, çoban bir buzağıyı kaybeder, o tarafa bu tarafa koşar ki onu
bulsun. Belki Hazreti Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem nefsini
yitirmişti. Yani o kaybettiği nefsini yine kendi nefsiyle buldu. Burada nefis
anlamına gelen söz müennes (dişil) yapılamaz. Çünkü bu, varlığın kendisi olan
zattır. (Şems-i Tebrizî, Makâlat,2007),
(M.62), s. 134
[24] Yani, bu
ilme seninle kavuşabilirler demektir.
[25] “Ve denildi ki: Seni mahlûkatına gönderdiği
zaman yakınlığından uzaklaştırmadı.
Ve yine denildi ki : "
Seni seçtikten sonra ihmâl etmedi. Zâtından perdelemekle makâm-ı sıfatta, şevk
ve muhabbet var olmaya devam ettiğinden dolayı âlem-i nurda tamamen terk edip
gidenin terk etmesi gibi seni terk etmedi. وَمَا قَلَى Allâhu Teâlâ'dan, O'nun
fiillerinden ve sıfatlarından uzak olarak nefs makamında şevksiz ve muhabbetsiz
olarak yaratılmışlarla beraber seni âlem-i zulmette bırakmadı.
Tez: s. 61-62
[26] Bu şekilde
marifetin tahsilide ariflere öğretilmiş olacaktır.
[27] Bakara, 257
[28] Kalem, 4
[29] Buhari ve Müslim Hz Âişe radiyallâhü
anhadan buna benzer şu hadîsi rivayet etmişlerdir:
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
buyurdu: "Önceki ümmetlerde Muhaddes (ALLAH´ın ilhamına mazhar olan)
kullar vardı. Eğer bu ümmette de bir tek muhaddes zât varsa, işte o
Ömer´dir."
Taberâni´nin
ve Beyhaki´nin Hz. Ali kerremallâhü vecheden naklettikleri bir haber vardır:
"Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem ashabı olarak bizler çok sayıda idik ve kendi
aramızda asla şüphe etmeksizin: "Muhakkak melekler Ömer´in dili üzerine
konuşmaktadır" derdik.
[30] Muhyiddin Arabî Hazretlerinin Hatem’ül-Evliyalığı, O’na
Allah Teâlâ’nın ihsan ettiği hususî mertebesine göredir. Yoksa O’nunla velayet
bitecek manasına gelmemektedir. İsmail Hakkı Bursevî kuddise sırruhu’l-azîz
Hatm (Son Halka) hakkındaki görüşü ile durumun hususîlik üzerine olacağından
bahsetmektedir.
“İbâdet sıfatında son mertebe hatmi sücûdladır ki, mahşerde feth-i
bâb-ı şefaat olunduk da ol halde mütekeffil-i-saâdet-i dâreyn şefî’u’s-sakaleynden
sallallâhü aleyhi ve sellem ve sâir şefaate me’zûn olanlardan vâki’ olsa
gerektir. Pes ol secdeden sonra ibâdet-i zâtiyye kalır ki ona emir ve teklîf
mukârin olmaz. Nitekim rûh-i izafi mufârakatinde dahî, hayât-i zâtiyye kalıp meyyitten emr ü nehy
sakıt olur. Ve Kur’ân-ı Azîz’in hatmi, sûre-i beraat iledir. Zîrâ bu sûre
makbul ve merdûd meyânını temyiz eder. Âhir nazil olan hüküm ise, ehl-i cennet
ve nârı birbirinden temyizdir. Ve ahkâm-i şerâyi bizim şerî’atimizle hatm
olunmuştur, Enbiyâ aleyhisselâm bizim Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
mahtûm oldukları gibi; Hz. İsâ aleyhisselâmın nüzûl-i tabi’iyyet ve bazı ahkâmı
tağyîr-i taayyün-i Sâri’ iledir. Fe’fhem. Ve bizim şerîatimizin hükmü şemsin
mağripten tulûuyla hatm olunur. Zîrâ şemsin sûret-i âmme-i kevniyyeye nisbeti,
rûh-i hayvaninin bizim bedenlerimize nisbeti gibidir. Ve kalem-i âlânın
min-haysü’1-insân-i kâmile nisbeti bizim neş’etlerimizi müdebbir olan rûh-i
ilâhînin; nisbeti gibidir. Onun için şems mağripten tulu’ ettikten sonra kimsenin
îmân ü ameline i’tibâr olunmaz. Rûh-ı insanînin tedbîr-i bedenden i’râzı ve
rûh-ı hayvaninin mufârakati hâlinde i’tibâr olunmadığı gibi. Ve hilâfet-i
ilâhiyye-i mutlaka mertebesinin hatmi Hz. İsâ aleyhisselâm iledir. Hilâfet-i
Nebevîyye mertebesinin hatmi, Hz. Mehdî ile olduğu gibi. Ve velâyet-i
Muhammediyye’nin min-haysü husûsi’l-mertebe hatmi arabdan bir hasîb ve nesîb
racül-i kerîmle vaki’ olmuştur. Nitekim husus mertebe-i adi ve seyf âl-i
Osman’dan Fâtih Sultân Muhâmmed (Rahimehu’l-Ehadu’s-Samed) ile hatm olunmuştur.
Ve velâdet-i mutlaka Sîn’de bir mevlûd-i pâkize ile hatm olunur ki, ba’de ez-în
dünyaya ukm sârî olur.
Nitekim “İlim Çin’de de olsa onu arayınız.” (Keşfü’l-Hafâ,
I, h. no: 397) ona işarettir. Ve saltanat-ı mutlaka, saltanat-ı Osmâniyye ile
hatm olunur. Pes Âl-i Osman’ın devleti zamân-ı Mehdî’ye muttasıl olur. Velâkin
husus üzerine kiminle hatm olacağı kimseye ma’lûm değildir. Eğerci ki,
âhiru’l-aktâb bi-husûs malûmdur.
Nitekim takrîr-i sabıktan
fehmolunur. Ve hatm-i vüzerâ Ashâb-ı Kehf tir ki, vezâret-i Mehdî ile
takallüd etseler gerekdir. Ve bunlar gerçi acemdir. Velâkin arabi tekellüm
etseler gerekdir. Pes yediyüz bin lügatin evveli süryânî ve âhiri arabîdir.
Onun için ehl-i cennetin dahî, lisâni arabîdir. Ehl-i nârın a’cemî olduğu gibi
ve fârisî a’cemîden müstesna olmakla lisân-ı ehl-i cennete ilhak olunmuştur.
Ve bâ (ب) ve cîm ( ج) ve zel( ذ) ve kâf ( ك )-i fârisiyye hurûf-i arabiyye ilhak olunduğu gibi. Onun için hurûf otuz
ikidir derler. Ve fesâhat-ı arabiyye Sehbân ile ve fesâhat-ı tefsîriyye
Cârullah ile ve Türkî-i mutlak, Şeyh Yunus Emre kuddise sırruhu’l-azîz ile ve
husus mertebe şeyh-i tarîkatimiz Mahmûd Hüdâyî el-Üsküdârî kuddise sırruhu’l-azîz
ile hatm olunmuştur. Onun için cevâmî’-i kelime mazhâr ve kelimâtmda cemî’-i
merâtibe işâret-i ve hafiyye müyesserdir. Eğerçi ki, ba’zı ehl-i ruûnet ve
haset mezâya-ı kelâma mühtedi olmadığından duayı mücerrede hamleder. Ve lisân-ı
tasavvuf Şeyh-i Ekber ve Şeyh-i Kebir’de kuddise sırruhuma’l-azîz hatmolunmuştur
ki, cemî’-i erbab-ı tarîk onlardan Hakk’a müstefîddir. Onun için onlar
tarîkat-ı mahsûsa mensûb değildir. Ve bu lisânda şey-heyn-i mezkûrînin
birbirlerine nisbetleri lisân-ı Türkî’de Şeyh Yûnus ve Hüdâyi nisbetleri
gibidir, fa’rif (bil). Ve şuyûh-ı kibar hakkında erbâb-ı kîyl ü kâlin halleri
malûmdur. (İsmail Hakkı Bursevî, Tuhfe-i Aliyye, Hzl: Şeyda ÖZTÜRK,
İst., 2000, s.252)
Bu nedenle bir mevzuda umumî hâtemiyet yoktur. Çünkü
İbnü’l Arabî Hazretlerinden sonrada sayısız evliya gelmiş ve gelmektedir.
“Her vakitde
hatmü’l-evliyâ birdir, bu vakitde Allah sübhânehu
ve te’âlâ hatmü’l-evliyâ olmağı Mısriye virdi.” (ÇEÇEN, Halil, Niyazî-iMısrî’nin Hatıraları, İst,
2006, s. 39)
“Geçen gün hocanın biri: Eski günler geçti...
Biz iki kişi kaldık. Biz de gidersek dünyada âlim kalmayacak!”
Diyormuş. Bu çeşit sözler, Hakk’ın tecellîsini inkâr
olur. Şu veya bu zamanda Allah Teâlâ’nın mevcudiyetini inkâr edebilir misin? O
mevcut oldukça da isimlerinin icapları nasıl söner, mevcut olmaz? Bir ismin
noksanı hiç düşünülebilir mi? Böyle bir şey olsa dünya yerinde kalmaz. Çünkü
dünyadan maksat, Hakk’ın bütün esmasının zuhurudur. Hak, istediği vücuttan
tecelli eder. Onun için iş sarıkta, kavukta değildir. Binâenaleyh Hakk’ın
zuhuru kılık kıyafete bağlı değildir.” (Ken’an
Rifâî, Sobetler. s.218)
[31] Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin bedeninin gölgesi olmadığı sebebine bu ayet delil
getirilebilir.
[32] Tavus: Ταος (Taos). Yunancadır. Bir kuş türü.
Yakışıklı adam, süslenmek,
tavus kuşu, her
türlü bitkiyle dolu yeşil arazi.
Tavus-u Melekût: Mecazen
Cebrail'e işarettir.
“Tavus kuşu
gibi pek güzel bir kuş, yumurtadan çıkar, tekâmül eder, semalarda tayarana
başlar. Âfâk-ı âlemde şöhret kazandıktan sonra, yerde kalan yumurtasının kabuğu
içerisinde o kuşun güzelliğini, kemâlâtını, terakkiyatını arayıp bulmak isteyen
adamın ahmak olduğunda şübhe yoktur.” (Mesnevi-i Nuriye. Osman Yalçın Matbaası.1958..86,128,216)
[33] Kur’ân-ı
Kerim’de “sultan” kelimesi ile gelen ayetler, güç, kudret, camî sırlar vb. mana
üzerinden yorumlanmıştır. Burada Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin her
konuda “tek”lik yetkisinin sahibi
olduğuna işaret edilmiştir.
[34] Ahmet Amiş
kaddese’llâhü sırrahu’l azîz buyurdu ki; Üç şeye doyulmaz. Tilavet-i Kur’ân,
musahabeti-l ihvan, mülâkat-ı rahman.
[35] Enbiya, 107
[36] En’âm, 107
[38] İbn-i Mâce,
Fiten, 8; Ahmed b. Hanbel, c.4, 278
إنَّ أُمَّتِي َ تَجْتَمِعُ عَلَى ضََلَةٍ فإِذَا رَأيْتُمُ اخْتَِفاً فَعَلَيْكُمْ
بِالسَّوَاد ِالاعْظَمِ. Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor:
"Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellembuyurdular ki:
"Ümmetim dalâlet (bâtıl)
üzerinde toplanmaz. Öyleyse bir ihtilâf görünce, size çoğunluğu iltizam etmenizi
tavsiye ederim."
[39] Avam olan
için bu hitap zaten yapılmaz. Çünkü o bu bilginin hakikâtini bilmediği için
sorumlu değildir. Bu durumda avam ne kadar şanslıdır. Onun için tasavvuf
erbabıyım diye geçinenler bu duruma çok dikkat etmelidir.
[40] “Oku”mayan
rahmetten uzaktır.
[41] Buhari,
Tabir, 2; Müslim, Rüya, 6
[42] Bakara, 31
[43] Naziat, 24
[44] İsra, 72
[45] Necm, 11
[46] Hadid, 4
[47] Buhari,
Leyletül Kadr, 1, Müslim, Müsafirin, 175
[48] Nahl, 93
[49] Naziat, 24
[50] Bakara, 74
[51] Araf, 174
[52] Fecr, 30
[53] Yasin, 52
[54] Keşfü’l
Hafâ, c.2, s.279
[55] Mevzuatu
Etrafi’l Hadisi’n Nebeviyyi’ş Şerif, c. 8, s.662
[56] Keşfü’l
Hafâ, c. 2. s.291
[57] En’âm, 122
[58] Naziat, 34
[59] Buhârî.
Rekaik, 38; İbn. Mâce. Fiten. 16.38
[60] Kasas, 88
[61] Mümin, 16
[62] Necm, 17
[63] İsra, 72
[64] Bakara, 238
[65] Keşf’ül Hafâ
[66] Keşfü’l
Hafâ, c.1, s. 344
[67] “Bir saat
tefekkür bir sene (nafile) ibadetten hayırlıdır.” Bir değişik
rivayette “Altmış sene ziyadesi vardır.” Bu söz aslında Sırrı Sakati
Hazretlerinin bir sözüdür. Zamanla halk arasında yayılıp hadis
zannedilmiştir. Efendimiz hazretleri Sahabeyi Kiram’a: “Allah hakkında değil
O’nun yarattıkları hakkında tefekkür edin.” diye tavsiye etmiştir. Yani
tefekkür tavsiye edilmiş ama; “Bir saat tefekkür bir sene veya altmış sene
ibadete denktir.” gibi bir şey ifade edilmemiştir.
(Aliyyül Karî, Mevduatı Suğra,
Tahkik Abdulfettah Ebu Gudde, 1994, Beyrut, 5. Baskı hadis no: 94, Keşfül Hafa
Acluni, 1. cilt 1104. Hadis)
[68] Buradaki
terimleri konumları ile anlamak gerekir. Yoksa yanlış fikirlere düşülür.
[69] Yunus, 52
[70] Zilzal, 7-8
[71] Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemi dile dolayanların vay haline denilmektedir.
[72] Ümmetim de
benim gibi müşahede üzere Allah Teâlâ’ya kulluk edeceklerdir, demektir.
[73] Afv:
Allah Teâlâ günahları silen, onları hiç yokmuş gibi kabul edendir.
Bu
manaya göre bu isim, Gafur ismine yakındır. Ancak arada şu fark vardır:
Gufran,
Günahları örtüvermek demektir. Afv ise, günahları kökünden kazımaktır.
Günahları kökünden kazımak, o şeyi örtmekten daha iyidir. Kulun kendisinden ve
meleklerden dahi saklamasıdır.
[74] Ehl-i
sünnet itikadına göre sıfat-ı İlahiyye zatının aynısı olmadığı gibi gayrısı da
değildir. Nasıl ki güneşin ışınları güneştendir, ancak güneş değildir.
Bunun gibi Allah'ın sıfatları da onun zatındandır. Ancak zatının kendisi
değildir.
Allah
Teâlâ, zati sıfatlarının bütününün bir araya gelmesinden meydana gelmiş bir
mahiyet değildir. Başka bir deyişle onun zatı, sıfatının gereği ve sonucu
değil, sıfatları zatının gereği ve sonucudur. Sıfatın gerçek mânası da budur.
Onun varlığı bizatihi vacip olduğu gibi, sıfatları da başka türlü değil,
zatıyla vaciptir. Teşbihte hata olmasın, Güneşin ışıklarının kaynağı güneş
olduğu gibi Allah'ın sıfatlarının kaynağı da zatındandır.
OTUZSEKİZİNCİ
MEKTÛB
Bu
mektûb, Muhammed Çetrîye yazılmışdır.
Zât-i teâlâya muhabbeti ve fenâ mertebelerini bildirmekdedir.
Mektûb-i şerîfiniz gelerek, fakîri çok sevindirdi. Allahü teâlâ,
her zemân kendi ile berâber bulundursun! Bir ân bile, başkası ile bırakmasın!
Zât-i ilâhîden başka her şeye gayr denir. Onun ismleri ve sıfatları da gayrdır.
İlm-i kelâm âlimleri, (Sıfatları, kendinin aynı da değildir, gayrı da değildir)
buyurmuş ise de, gayrı kelimesinin kelâm ilmindeki ma'nâsına göre, böyle
demişlerdir. Yoksa, lügat ma'nâsına göre dememişlerdir. Sıfatlar kelâm
ilmindeki ma'nâsına göre (Gayrı) değil ise de, umûmî ma'nâya göre, Onun
gayrıdır.
Allah Teâlâ, ancak selb sıfatları ile anlatılabilir. Onu, herhangi
bir sıfat ile anlatmak, ilhâd olur. Onu
anlatan en iyi kelime, en geniş ibâre, Şûrâ sûresinin (Ona benziyen birşey
yokdur) meâlindeki, onbirinci âyetidir ki, buna fârisî dilinde (bîçûn ve
bî-çigûne) denir. Hiçbir ilm, hiçbir şühûd, hiçbir ma'rifet, Allahü teâlâyı
bulamaz. Bilinen, görülen ve tanınan herşey O değildir. Bunları ma'bûd bilmek,
gayra tapınmak olur. (Lâ ilâhe) derken, bunların hepsini nefy etmek, yok
bilmek, (İllallah) derken de; O, birşeye benzemiyen, bir ma'bûdu var bilmek
lâzımdır. Bu, önce taklîd ile yanî öğrenip yapmakla olur. Sonraları,
kendiliğinden yapılır.
Sona varmamış olan tesavvuf yolcuları, başka şeyleri, O sanarak
tanır, görür. Taklîd eden mü'minler, böyle tesavvufculardan, katkat iyidir.
Çünki bunlar, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden gelen bilgilere uymakdadır.
Bu bilgilerde hatâ, yanlışlık olamaz. Yarı yoldaki tesavvufcular ise, kendi
gördüklerine, anladıklarına uymakdadır. Bu hareketleri ile Zât-i ilâhîye
inanmamış oluyorlar. Zât-i ilâhîyi görüyoruz, Onun sevgisi içinde yüzüyoruz
diyorlarsa da, Zât-i ilâhîye olan böyle îmânları, hakîkatde, inkâr demekdir.
Müslümânların büyük imâmı, imâm-ı a'zam Ebû Hanîfe 'rahmetullahi
aleyh', (Sana lâyık ibâdeti yapamadığımız, fekat, iyi tanıdığımız,
Allahımız! Sende hiçbir kusûr, noksânlık yokdur!) buyurdu. Ona lâyık ibâdet
yapılamıyacağını herkes bilir. Fakat iyi tanıdığımız buyurması, (Hiçbirşeye
benzemediğini, hiçbir yoldan tanınamıyacağını iyi anladık) demekdir. Allahü
teâlâyı, herkes bu sûretle tanıyamaz. Ma'rifet, ya'nî tanımak başkadır. İlm,
ya'nî bilmek başkadır. Herkes, ilm sâhibi olabilir. Ma'rifet ise, fenâ mertebesi
ile şereflenenlerde bulunur. Fânî olmıyana nasîb olmaz. (İmam Rabbânî Mektubat)
[75] Nahiv
kurallarına göre, "huvellahu ehad" için birçok izahlar yapılmıştır.
Bana göre bunun en uygun izahı, "huve" mupteda, "Allah"
onun haberi, "ehad" ise ikinci haberidir. İkinci haber bakımından
cümlenin anlamı: O (O'nun hakkında Resulullah'a soruyorsunuz) Allah'tır,
birdir, şeklindedir. Diğer bir anlam da şöyle olabilir ve dil bakımından da
yanlış olmaz: "O Allah birdir." Burada şu iyice anlaşılmalıdır: Bu cümlede
"Allah" için, "ehad" kelimesi kullanılmıştır.
[76] Telvin: Bir
halden diğer hale geçmeyi veya bir makamdan diğer makama atlamayı ifade eder.
Bkz.
Cebecioğlu, Ethem, Tasavvuf
Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s. 709.
“Her kim hem
Hakk’ı, hem halkı, hem fenayı hem bekayı, hem hadisi hem kıdemi, hem kendisinin
acizliğinin kemâlini ve hem de Allah Teâlâ’nın kudretinin kemâlini kendi
vücudunda bulup, kulluğu ve ulûhiyeti birbirini görmeye mani perde etmezse,
işte o kimse şek ve şüphelerden ve telvin denilen başka inançlardan kurtulur,
tevhid ehli olur.” (Selim Divane, Sadıkların Müşkillerinin Anahtarı, s.58)
[77] Yusuf, 53
[78] Sâd, 75
[79] Kasas, 88
[80] Hadid, 29
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar