Print Friendly and PDF

YİRMİ İKİNCİ SİFİR 2.Bölüm

Bunlarada Bakarsınız

 


 

ÜÇ YÜZ OTUZ İKİNCİ BÖLÜM

Mııhammedî Makam Sahipleri İçin İlahi Koruma Menzilinin Musevî Mertebeden Bilinmesi

Her kim meylederse, oluş daire olduğu için meyletti O bir tavırdır, çoğulu ‘etvar’

ilahın sevgisidir, başkası değil                           .

O varlığımızdaki müstear sır    ,

Varlığımız zorunlu olarak O’nunla başladı             .

Afeıl bu konuda zorunluluk hükmü verdi

Varlık sona erseydi, daire olmazdı :

Bunun için akıllı hayrete düşer

Allah Teâlâ sana yardım etsin, bilmelisin ki, Allah Teâlâ bize bildirmek üzere, Hz. Musa’ya şöyle der; ‘Ona Tur’un sağ yönünden nida ettik,’34S Allah Teâlâ Tur’ yönünden nida etti, bunun nedeni onun huni tarzında eğikliğidir. Hz. Musa, kendisine duyduğu şefkade, ailesine/eşine ateş aramak üzere yola çıkmış, bu şefkat onun bir yaratılmışa, yani eşine ‘eğilmesine’ yol açmıştı. Çünkü ailesi (eşi), esas itibarıyla, sol kaburgadan yaratılmıştı ve kaburga ‘eğiktir.’ Kaburgadaki eğiklik, yaratılıştaki yapının ‘düzgün’ olmasından kaynaklanır. Bu sayede eğikliğiyle bütün şeyleri kapsar ve parçaları kendisini korumak üzere eşidenir. Yaratılışın yapısı dairesel olmasaydı, onda boş kenarlar bulunacak, yaratılış gayesini teşkil eden korumadan uzaklaşacaktı. Musa’ya ihtiyaç duyduğu şeyde tecelli gerçek­leşmiş ve ateş görmüştür; çünkü ateş yola çıkmasının nedeniydi. Bu ne­denle Rabbi ona ateşten nida etmişti. Onun ise bu konuda bilgisi yok­tu. Çünkü kendisini bütünüyle aradığı şeye vermişti. Bir kasidemizin zeyniyyat kısmında söylediğimiz şu mısra bu konuyla ilgilidir.

Musa’nın kendi ihtiyacı olarak gördüğü ateş gibi

O ilahtır, fakat Musa bilmiyor

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ herhangi bir varlığı daireselliğe dönük bir me­yil bulunmaksızın çizgisel bir şekilde yaratmadı. Bu durum, anlamlar veya cisimler âlemindeki bütün varlıklar için geçerlidir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Göklerde’ -yüksek kısımdır‘ve yerde’ bu ise süfli kısımdır, çünkü yer­yüzünde ondan daha süfli kısım yoktur. ‘Onun korumasını üstlenir.’34* Burada Allah Teâlâ, kendisini her şeyi korumuş olmakla niteler. Koruma, ko­runana dönük bir ilgi ve eğilmedir. Böylelikle cisimlerin her bir sureti­nin şeklinde bir hunilik (eğiklik, ilgi) bulunur. Anlam ve ruhlarda da eğiklik bulunur. Şimdi cisimlerin daireselliği yönelmesinin nedenini zikredelim: Cismin kabul ettiği ilk şekil, dairedir, o ise, felek, yani daire diye isimlendirilir. Onun hareketinden, cisimler âlemi ortaya çıkmıştır. Bir kısmı, aslın suretiyle ortaya çıkmıştır: Bu kısım, daireselliğini ken­dinde tamamlandığı ve iki ucun bir araya geldiği cisimlerdir. Bir kısmı ise, bu suretten yoksundur. Bu durumda onda daireselliğe dönük bir meyil bulunmalıdır. Bu meyil, duyusal olarak, cisimlerde ortaya çıkar. Öyle ki, ağaçların yapraklarında, taşlarda, dağlarda, dallarda bu durum görünür. Cisimler âleminde meyilsiz çizgi, sadece varsayımsal olarak ve vehimde bulunabilir, yoksa fiilen böyle bir şey olamaz. Cisim, dairesel bir surette ortaya çıkmıştır ki, ilk şekille ortaya çıkan tümel cismi kaste­diyorum. Çünkü Allah Teâlâ onunla boşluğu doldurmak istemiştir. Şekli dai­resel olmasaydı, doluluğun bulunmadığı boşlukta kalırdı. Boşluk, ci­simde olmaksızın, mevhum bir dairedir. İş böyle gerçekleşmiştir: Bu­nun nedeni, eşyanın Allah Teâlâ’dan çıkması ve tekrar kendisine dönmesidir. Her şey, O’ndan var olmuş ve Ö’na döner. Bu durum, şekiller âleminde dairesel bir tarzda olmalıdır. Çünkü bir varlığın kendisinden çıktığı yoldan O’na dönmesi mümkün değildir. Onun uzaması, başlangıcına bitişmesini sağlar. Bu ise, çizgisel şekilde gerçekleşmez. Çünkü çizgi ol­saydı, hiçbir zaman başladığı yere dönmezdi, halbuki her varlık, başla­dığı yere döner. Öyleyse varlıkta manevi ve duyüsal olarak bir dairesel­lik bulunmalıdır. Âlemin surete göre yaratılmış olmasının bir yönü de, onun dairesel şekilde yaratılmış olmasıdır. Allah Teâlâ’nın hikmetine bakınız!

Dönülen yer ilahidir, bunun nedeni, sureti eğiklik olan ilginin or­taya çıkmasını sağlamaktır. Bu sayede merhameti kendisine dönen her şeye ulaşır. Allah Teâlâ’nın rahmeti, bütün varlıkları içermiş, Allah Teâlâ her şeyi rahmeti ve bilgisiyle kuşattığı gibi kuşatmıştır. Gazap için, bu ilahi ve rahmanı genişlik zikredilmemiştir. Öyleyse âlemin rahmete varması ka­çınılmazdır, çünkü onun Allah Teâlâ’ya dönmesi zorunludur. Çünkü ‘İş bütü­nüyle O’na döner347 diyen Allah Teâlâ’dır. İş Allah Teâlâ’ya dönünce, başlangıcına dönmüş demektir. Başlangıç, (yani ilke) başta gelen demektir ve her şe­yi kuşatan rahmettir o. Başlangıç, başlatan ve ilke, her şeyi kuştan rah­mettir. Mübdi ise her şeyi bilgi ve rahmetiyle kuşatmıştır. Böylece iş rahmete döner. Bu durumda Allah Teâlâ’nın yaratıkları hakkında azabın ezeli­liğinden emin olunur. Bu müşahede karşısında senin yerin neresidir? Kuşatıcı ve genel rahmetin öne geçmemiş olsaydı, Allah Teâlâ’nın rahmetini zikredilen bü genişlikten olumsuzlayan hakkında azap ebediyen sürerdi.

Fakat rahmetin öne geçmesi, Allah Teâlâ’dan böyle birine karşı bir rahmet or­taya çıkmasını sağlamıştır. Bu sayede o insan, rahmetin bu kadar geniş olduğuna inanmayışına rağmen, hesap etmediği bir yönden rahmetten payını alır. Allah Teâlâ onu bilgisizliği nedeniyle cezalandırmamıştır, çünkü o anlayışında bir şüphe sahibidir. Onun basiret gözü körelmiş, aklı bilgi­sizlik bağında hapistir.

Hayvanlar arasında evini âlemin şekli gibi yapan ve onu imar eden yegâne hayvan, arıdır. Arı evini altıgen yapar ve onda bir boşluk kal­maz. Bu yönüyle altıgen, küresel şekil gibidir. Küre de boşluğu engeller ve bir boşluk bırakmaz. Arı evini balla doldurur. Bal, varlığı kuşatan ve onu içeren ilahi rahmetin bir benzeri olarak, haz veren bir besindir. Arı peteği başkası için balla doldurmamıştır, onu kendisi için balla doldur­muştur. Alem de bu surette ortaya çıkmıştır. Alemdeki her şey, O’nun övgüsünü ve hamdini tespih eder. Öyleyse Allah Teâlâ her şeyi kendisi için var etti, çünkü her şeyi sadece kendisiyle meşgul etmiştir. Allah Teâlâ kendi­sinde hem başkası için hem Allah Teâlâ için çalışabilecek bir istidat yarattığı varlıklardan (insan ve cin) söz etmiş, onları sadece kendisine ibadet et­sinler diye yarattığına dikkat çekmiştir: ‘Cinleri ve insanları bana ibadet etsinler dişe yarattım”4* Onların bir kısmının yaratılış gayelerini yerine getirmemiş olması, onların zikredilen maksatla yaptıkları iş için .yara­tılmış olmalarım gerektirmez. Bu nedenle insan ve cinler, (ibadeti yeri­ne getirmediklerinde) hesaba ve sorguya çekileceklerdir. Bu durum, arının haline benzer: Arı kendisi için sakladığı balın bir kısmını varlığını sürdürmek üzere ortaya çıkartır. Onu alan alır ve kendisi için yaratıldığı gayeden başka bir amaçla onu kullanır. Hayvanlar arasında sadece arıda durum zikrettiğimiz gibi olunca, Allah Teâlâ bize -diğer hayvanlara değilarıya vahyettiğini bildirmiştir. Arının karnından çıkan balın insanlar için şifa olduğunu bildirmiş, onu her şeyi kuşatan rahmet konumuna yerleştirmiştir. Bazı mizaçlar balı yemekten zarar görse bile, Allah Teâlâ balın zararından söz etmemiştir, çünkü bal zararı nedeniyle yenilmemiştir. Başka bir ifadeyle baldaki gaye, varlığa şifadır. Nitekim yağmurun ga­yesi de, birincil olarak, yağmasıyla meydana gelen rızkı var etmektir. Yağmur yaşlı bir yoksulun evini yıkabilir. Bu durumda yağmur, onun adına bu özel yönden bir rahmet değildir. Fakat evin yıkılması, yağmu­run yağma nedeni olan genel amaçla ilgili değildir. Evin yıkılması, ya­pının zayıflığı nedeniyle, yıkılmaya elverişli olan istidattan kaynaklan­mıştır. Aynı şekilde, bal yiyen insanın gördüğü zarar da, onun mizacı­nın istidadından kaynaklanır, yoksa bu zarar, genel maksatla (şifa) ilgili değildir.

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ’nın âlemi koruması, yaratılmışların diliyle kendi­sini övmenin sürekliliğini sağlama amacı taşır. Onlar, sahip oldukları muhtaçlık özelliğinden Allah Teâlâ’yı tenzih ederler. Bu nedenle bu koruma, âleme özen gösterme veya ona inayet amacı taşımaz. Aksine O’nun tecelligâhı olsun, isimlerinin hükümleri ortaya çilesin diye âlem koru­nur. İnsan Allah Teâlâ’nın suretine göre yaratılmıştır ve Allah Teâlâ ‘İnsan için çalıştığı vardır5349 buyurur. Burada Allah Teâlâ insanı sadece kendisi için çalışan say­mıştır. Bu nedenle kendisi için çalışmasını teşvik etmek amacıyla onun çalışmasına ücret bitiştirmiştir. Yüce ve aşağı âlemlerden ücreti olma­yanların durumu böyle değildir. Peygamberlerden sonra ve onların Allah Teâlâ’yı bilme mertebesinin ardında mertebe yoktur. Onlar, uyaran ve ikaz edenlerdir. Bununla birlikte her peygambere ümmetine ‘Size tebliğ etti­ğime karşılık ücret istemiyorum. Ücretim Allah Teâlâ’ya kalmıştır™0 demesi emre­dilmiştir. Çünkü peygambere ücretini, onu görevlendiren ve göndere­nin vermesi gerekir. Öyleyse peygamberler kendi haklarına çalışmış ve tebliğ etmişlerdir. Fakat Allah Teâlâ ehlinden alimler ile sıradan insanlar ara­sındaki fark şudur: Onlar, ücretin ne olduğunu ona neyin eşlik ettiğini, kimden istediklerini, kimden talep edilmediğini ve hükmünün kime döneceğini bilir. Öyleyse herhangi bir konuda çalışan herkes, sadece kendisi için çalışmıştır. Çalışan kim olursa olsun, bu konuda bir istisna yoktur. Bütün iş, Allah Teâlâ’ya aittir. Ücretler ise, maksatlara göre, değişir. En üstünü, methedilmeyi ve övgüyü sevmektir. Çünkü bu, ilahi bir ni­teliktir ve Allah Teâlâ âlemi kendi övgüsünü dile getirsin diye var etti. Bunun aşağısında ise, varlıklar hakkında bilginin artışım talep gelir. Onun aşa­ğısındaki ücret, doğanın -kendisinden edilgenliğin var olması içinru­hani güçlerden talep ettiği şey gelir. Onun aşağısında, doğanın -hayvani ruha özgü olansalt hazzı edinmek için duyusal güçlerden talep ettiği şey gelir. Bunun ardından, talep edilen bir ücret yoktur. Öyleyse ‘çalış­ma’ diye söylediğimiz şey, çalışanın payından ibarettir. Allah Teâlâ’nın âlemi nasıl koruduğunu öğrenince, ‘Gözlerimizin önünde akar”5' ayetinin an­lamını da öğrenirsin. Burada Allah Teâlâ göz kelimesini çoğul söylemiştir. Binaenaleyh âlemde herhangi bir şeyi koruyan herkes, Allah Teâlâ’nın gözü­dür. Çünkü koruma, koruduğu şeye hakim olanın ve korumasına karşı konulamayanın yapabileceği bir iştir. Sen de beraber olduğun şeyin ko­ruyucusu ol ki, onun varlığında Hakkın gözü olasın! O halde âlemin koruyucuları, bu menzilin sahibidir. Onlar ise, Hakkın gözleri oldukla­rını bilmezler. Bunun amacı, müşahede ye vecd (ehl-i vücûd) ehlinin diğerlerinden üstünlüğünün öğrenilmesini sağlamaktır. Nitelikte ortak­lık gerçekleşse bile, Hakkın mertebesi karşısında kendi menzilini bilen ile bunu bilmeyen bir değildir: ‘Bilenlerle bilmeyenler bir midir? Lüb sa­hipleri öğüt alır.’352 Bu ayet, onların bildiklerine ve sonra bir kısmının unuttuğunu gösterir. Bir kısmının unutması süreklidir. ‘Allah Teâlâ’yı unuttu­lar, Allah da onları unuttu.’353 Bir kısmına söylenmiş, o .da hatırlamıştır. ‘Onlar, lüb (akıl) sahibidir.’354 Aklın lübbü, sayesinde akıl sahiplerinin beslendiği şeydir. Onlar, kullanılması geren yerde aklı kullananlardır. Akıl sahipleri ise öyle değildir, onlar, lübbü yitirmiş kabule ehlidir. Lüb sahipleri onların yitirdiği lübbü almıştır. Bu nedenle akılcılar, akletmişler, fakat kullanmaları gereken yerde aklı kullanamamışlardır. Çünkü akıl lüb üzerinde kabuk iken kullanılabilir. Öyleyse akim kulla­nılması, içerdiği ‘kabul’ özelliğine bağlıdır. Bu sayede akıl, Allah Teâlâ’dan kendisine gelen ve lübbü olmayan aklın fikir gücüyle reddedeceği şeyle­ri kabul eder. Bu nedenle Allah Teâlâ ehli, ‘lüb ehlidir1, çünkü onlar için ‘lüb’ gıda demektir. Onlar, varlıklarını sürdürmeyi sağlayan şeyi kullanırlar. Akıl ehli ise, gerçeği -imkân ölçüsündebulunduğu hal üzere bilenler ve delili inceleyenlerdir. Delili öğrendiklerinde, akıl sahibidirler. O ma’kulü gerektiği gibi kullandıklarında ise, lüb sahibi olurlar.

Lübde -şayet bilirsenyağın lübbü var

Yağda ise -anlayan kimse içinyardım var

Bir yaratılmışa anlayış ihsan edilirse, bilgiyle rızıklandığı gibi bil­giyle rızıklanan da anlayış sahibi demektir. Anlamak, yaratıklar içinde yüce bir mertebedir ve Hakkın bilgisi o sayede yaratıkların bilgisinden . ayrışır. Çünkü Allah Teâlâ bilgi sahibidir, fakat O’nun için anlama söz konu­su değildir. Yaratılmış ise, hem bilgi hem anlamak özelliğiyle nitelenir. (Hakikatleri) Allah Teâlâ’dan anlamada ise, Allah Teâlâ’yı bilenler arasında bir dere­celenme vardır. Anlamak, özel olarak, ilahi-surî yardımla ilgilidir. Yar­dım suretin dışında bir şeyde gerçekleşirse, bilgidir ve anlamın onda hükmü yoktur, çünkü anlama bu mertebede söz konusudur. Bu neden­le bu mertebede bilgiyi anlayışından elde ettiği için ‘müstefıd’ diye isim­lendirilir. Çünkü istifade, intikal ye yer değiştirme olmaksızın gerçek­leşmez. Bu intikal, öğretenin idrak mahallinden öğrenin idrak aracına doğru gerçekleşir. Öyleyse istifade, bir anlayıştan meydana gelebilir. O halde, bilgi öğrenciye ve öğretilmek istenilen suretlerin inşasını sağlar­ken, istifade eden ondan ‘anlar’. Anlayış gücü olmasaydı, istifade ol­mazdı. Karanlıklar ile ışık, gölge ve sıcaklık, ölü ve diri bir olmayacağı gibi, ‘kör ile gören de bir değildir.ms Kastedilen anlamayan, dolayısıyla öğrenemeyendir. Gören ise, bilen ve anlayandır. İyilik ve kötülük de bir değildir. Dolayısıyla Hakk ve halk da bir değildir. Çünkü Allah Teâlâ’nın ‘benze­ri bir şey yoktur.™6 Bunu bilmelisin! ‘0 duyan ve görendir.’357 Burada be­lirsiz bırakmış, akılları ve anlayışları bilgi ve belirsizlik arasında hayrete düşürmüştür. Ancak rahmet genel olduğu için, Hakk vardıkları içtihadara göre insanlara davranmış, gerçeğe ulaştıran yola isabet etmeleri veya yanlış yapmaları bir sayılmıştır. Çünkü bu yönden âlemde ortaya çıkan hata, daha önce söylediğimiz gibi, bir şeyin gerçekte izafe edilmemesi gereken bir şeye izafesinden ortaya çıkar. Söz gelişi bir şeyi var olduğu sebepten başka bir şeyden talep etmek gibi. Böyle bir talep sahibi, elde etme ücreti değil, talep ücreti kazanır. Öyle biri suda ateş koru arayan insana benzer. Öyleyse bu belirsizlikte ilahi bir tuzak vairdır. Alim ise, ferleri basiret ve keşif üzere, köklerine katarken hayrete düşen ferleri (dallar) köklerine katar. Bu köklere isabet etmesi, tesadüf yoluyla ger­çekleşebilir ve o kökün bu dalın kökü olduğunu zanneder. Tesadüf ger­çekleşirse, bu, doğru hayal diye isimlendirilirken tesadüf etmezse, ‘bo­zuk hayal’ diye isimlendirilir. Belirsizlik olmasaydı, anlayış gerekmezdi. Öyleyse anlama, mümkün belirsizliklerde ve kapalı işlerde tasarruf ede­bilen bir güçtür.

Anlayış sahibi, mertebelerin bilgisine muhtaçtır. Elinde ilahi terazi bulunduğunda, Allah Teâlâ’nın tuzağını tanır, ayırt eder. Gelecekte ise, tuzak­tan emin değildir. Çünkü o, gaflet ve unutma özelliğine sahiptir. Söz konusu kimse, her vakit bir şey hakkında kesin bilgiye sahip değildir. Öyleyse ferlerin köklere katılmasının yegâne yararı, ferlerin köklerin ve asılların hükmüne sahip olmasıdır. Alemin varlığının aslı, Hakkın varlı­ğıdır. Bu nedenle âlem Hakkın varlığının hükmüne sahiptir ki o da va­cip olmadır. Bu vaciplik, özü gereği vaciplik ile başkası nedeniyle vacip olmak diye iki kısma ayrılır. Bu ise, başka bir konudur. Allah Teâlâ’yı bilmenin aslı ise nefsi bilmektir. Öyleyse Allah Teâlâ’yı bilmek, O’nun aslı olan nefsi bilmenin bir neticesidir. Nefsi bilmek ise, nefsi bilenlere göre, sahilsiz bir deryadır. Dolayısıyla nefse dair bilgi, sona ermez. Nefsi bilmenin gereği budur.

Allah Teâlâ’yı bilmek -ki bu aslın feridirhüküm itibarıyla nefsi bilmeye katılır. Dolayısıyla Allah Teâlâ’yı bilmek de bir sona varmaz. Bu nedenle insan her durumda şöyle der: ‘Rabbim! Bilgimi artır.™* Allah Teâlâ ise, insanın Rabbi hakkındaki bilgisinin artması için, nefs hakkındaki bilgisini artırır. Bu, ilahi keşfin verisidir. Bu nedenle bazı akılcılar, Allah Teâlâ’yı bilmenin nef­si bilmek için asıl ve ilke olduğunu zannetmiştir. Bu görüş, yaratıkların Allah Teâlâ’yı bilmesinde kesinlikle doğru değilse bile, özel olarak Hakkı bil­mede doğru olabilir. Daha önce geçtiği üzere, Hakk varlık itibarıyla de­ğil, mertebe itibarıyla asildir. Varlık itibarıyla Allah Teâlâ’nın kendisini bilmesi, âlemi bilmesidir. Mertebe bakımından asıl olsaydı, illet ve malul hak­kında nazarî akılla söylendiği üzere, asıl olmak, varlıktan kaynaklan­mazdı. Bu ikisi varlıkta eş zamanlı olsa bile, böyle olabilirdi. O halde, illetin mertebesinin malulünün mertebesinden -varlıkta değilaklen geçtiği açıktır. Aynı şekilde, göreli iki şey de böyledir ki bu, anlatmak istediğimiz konuya daha uygun bir örnektir. İki göreliden birisi illet, göreliliğin meydana gelebilmesi içindiğeri maluldür. Öyleyse iki göre­li, birbirleri için hem illet hem maluldür. Oğulluk illeti babalıkta onun malulü olmayı gerektirmiştir. Babalık illeti ise, oğulluğun onun malulü olmasını gerektirmiştir. Kendileri açısından ise, bir illet veya malul yok­tur.

Bilmelisin ki, bu konuyla ilgili hususlardan birisi, âlemin Allah Teâlâ’ya muhtaç olmasıdır. Allah Teâlâ, onların bir kısmını kendisine ehil seçmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir hadiste şöyle der: ‘Yaratıklar Allah Teâlâ’nın yakınlarıdır.’ Başka bir rivayette ‘Kuran ehli, Allah Teâlâ’nın ehli ve seçkinleridir’ denilir. Ehliyet, özel bir mertebedir ve genel arasından seçilmedir. Allah Teâlâ rahmi -ki ulu’l-erham ondan çıkmıştırRahman’ın dalı yapmıştır. Çocuk ebe­veyninin bir dalıdır. Allah Teâlâ kendisiyle kulları arasında bir nesep yaratmış­tır. Bu nesep ise, takvadır. Böylelikle Allah Teâlâ kıyamet günü âlemde ortaya çıkmış bağ ve nesepleri alçaltırken, (kullarıyla arasındaki) kendi nesebi­ni yükseltir ve o genelleşir, çünkü sadece takva sahibi vardır! Allah Teâlâ’ya karşı haddi aşan kimse, O’nun kendisini günahları bağışlama, hoş gör­me, mağfiret etme, rahmetinin genelliği hakkında zikrettiği özellikleri nedeniyle kulunu kışkırtmasıyla haddi aşmıştır. Bu nitelikler, bütün na­zar sahipleri için, sadece günahkârlarda etkili olabilir. Bu dürüm, özel­likle el-Afuvv ismi için geçerlidir. Öyleyse bütün günahkârlar Allah Teâlâ’ya ancak O’nun nedeniyle asi olmuş iken, kendisi yönünden ‘takva sahibi­dir.’ Çünkü (Allah Teâlâ ile kul arasında) nesep sahih olunca, haller kendisine etki edemez. Allah Teâlâ, dini nesebi dikkate alır ve insanlar arasında miras ilişkisi bu nesep yoluyla gerçekleşir. Bir şahısta din ve kan nesebi bir araya gelince, nesep ve kan nesebinin perdelediği şey perdelenir. Kan bağı ve nesebi olmayıp din nesebi olursa, o kişi kan nesebiyle dini ne­septen olan varisliği elde eder. Böylelikle Müslümanlar ona varis olur. Ya da kâfir olur ve kâfirler kendisine varis olur. Kan bağı olur ve dini nesebi olmazsa, Allah Teâlâ’nın dininden çıktığı hususlarda Müslümanlar ona varis olur. Takva nesebi, -şayet anladıysanbütün dinleri ve mezhepleri içerir. Öyleyse Allah Teâlâ’nın yakınları olmaları yönüyle Allah Teâlâ bütün âlemi rızıklandırmıştır. Ehlinin âlemde bulunması yönüyle ise, Allah Teâlâ onlara inayet ve şefkat göstermiştir. İlahi surete kâmil bir şekilde yaratılmış olmaları yönüyle onları vekil edinmiş; bir kısmının diğerlerinin suretin­de olması yönüyle onlara yumuşak davranmıştır. Zikredilen nesep yö­nüyle ise er-Rahman ismi vuslat ve toplayıcılık özelliğiyle onlara: bak­mıştır. Allah Teâlâ her yönden âleme ihsanla bakar ve bu nedenle de el-Birr ki ihsan eden demektirve er-Rahim diye isimlendirilir.

Bu bölümle ilgili bu kadar açıklama yeterlidir. Şimdi bölümün içerdiği ilimleri zikredelim. Bunlardan birisi, şekillerin en üstününün bilgisidir. Başka bir konu, kitapların mertebelerinin ve onları açıklayan­ların ilmidir. Münir’in Hakim ile, onun Muhsi, onun Kerim karşısında­ki yeri bu menzilden öğrenilir. Yazılı olanın rakamlı olandan farkı, onun manevi olandan, onun maddi olandan, ananın imamdan vb. farkı bu menzilden öğrenilir. Bütün bunlar, kitapların ve kitabın sınıflarıdır. Çünkü Allah Teâlâ Tevrat’ı eliyle yazmış, kaleme kendi nefsiyle Rabbinin Levh-i mahfuza olan emrini yazdırmıştır. Her kâtibin mertebesi ve ra­himlere yazılan şeyler bu menzilden öğreniliri Onlar, yaratıkların ve rızkın kâtipleridir. Ecel, bedbahriık, mutluluk, kiramen kâtibin melekle­ri bu menzilden öğrenilir. Levh-i mahfuzda yazılan ile korunmayan levhalara yazılanlar, buradan öğrenilir. Bunlar, ilahi yazım türleridir. Bütün bunlar, bü menzilden öğrenilir ve menzile giren, bunları müşa­hede eder. Alemde mamur olan yerler ile olmayan yerler, bu menzilden öğrenilir. Mamur olmayan kısım görmediğimiz bir şekilde mamur mu­dur, yoksa mamur değil midir? Mekânların kendilerinde oluşan bitki veya hayvan veya onlara yerleşen cin, melek gibi varlıkla dolması, bu menzilden öğrenilir. er-Refı (yükselten) ve el-Ali isimleri arasındaki fark, bu menzilden öğrenilir. Er-Refı ismi niçin (refıü’d-derecat şeklin­de) tamlama halinde gelmişken, el-Ali ismi genel zikredilmiştir? Bir şey haddini aştığında niçin zıddına döner? Acaba cevheri bakımından mı, yoksa suretinin cevheri yönünden mi zıddına döner? Allah Teâlâ’nın kendisine, varlıklara ve var olmayanlara yemini, bu menzilden öğrenilir. Geçmiş zamanla -ki gerçekleşen demektirsınırlanarak hakkında yemin edilen şeyler, bu menzilden öğrenilir. Gerçekleşmesi hükmü yönüyle veya dış­taki varlığı bakımından zorunlu olan geleceğe yemin, , bu menzilden öğ­renilir? Niçin hakkında yemin edilen şey -başkası değil debelirli bir yemine tahsis edilmiştir? Bu mesele, âlemin bir olması yönünden böy­ledir. Kaza geri çevrilir mi, çevrilmez mi? Çeviren kişi kazanın bir par­çası mıdır veya kaldırılmasını veya sübutunu gerektiren başka bir şey midir? Niteliklerin değişmesi, bu menzilden öğrenilir. Başkalaşma her­kesin zatında mı bulunur veya zatında veya nitelik sahibiyse niteliğinde değil de hükmünde mi gerçekleşir? Bilgi varken, inkâra yol açan sebep, bu menzilden öğrenilir? Böyle bir inkârcı, hüküm bakımından bilgisizin konumunda değildir. Cahil mazur mudur, değil midir? İyi bilginin kö­tülenmiş bilgiden ayrılması, bu menzilden öğrenilir. Acaba bilginin kı­nanması, bilinen nedeniyle ona ilişen geçici bir durumdan mı kaynakla­nır? Yoksa ne geçici ne zati bir hükme göre ona bir etki etmez mi? Bil­ginin nefs veya histe duyulur bir etkisi var mıdır, yoksa onun sadece ne­fiste mi etkisi vardır? Nefis ile isabetin gerçekleştiğini düşünen, böyle zanneder ve onun mizacı, rengi ve hareketi değişir, dili karışır, ne söy­leyeceğini bilemez. Çünkü bilgi nefiste korku meydana getiren bir etki­ye sahiptir. Bu etkiler, korkunun onda bulunmasından kaynaklanır, yoksa bilginin etkileri değildir. Çünkü bilgi bazen kendine hakim güçlünün nefsinde bulunur ve onda korku oluşturmaz. Dolayısıyla bilgi yar olsa bile, başkalaşma olmaz. Kendisiyle yalancıya azap edilecek şey, bu menzilden öğrenilir. Acaba yalanla ilgisine göre var olmayan bir şeyle mi azap edilir? Ya da yalanın zihni varlıkta mertebesi olması nedeniyle, var olan bir şeyle mi azap görür? Onun cezası duyuya nispetiyle bir mi­dir? Bu durumda var olmayan bir şeyle azap gerçekleşir. Ya da hayale mi benzer. Bu durumda hayalde var olan bir şeyle âzap görür. Bunlar, müşahedelerdeki garip bilgilerdir. Şekilci ve konuları akılla inceleyenle­rin bunlar hakkında bilgisi yoktur. Çünkü onlar, Allah Teâlâ’nın koyduğu tera­ziyi bilmezler. Allah Teâlâ o teraziyi göğü yükseltirken ve yeri yayarken gök ile yer arasına yerleştirmiştir. Bu terazi, oraya konulmuş olsa bile, ger­çekte ed-Dehr diye isimlendirilen Hakkın elinde bulunur. Allah Teâlâ, onunla yükseltir ve alçaltır. Sihir bilgisi neyle ilgilidir? Onda övgüye layık bir kısım var mıdır? Onun fiilde etkisi nedir? ‘Onları korkutsan da, korkutmasan da iman etmezler’359 ayetinde geçen ‘birdir, eşittir’ ifadesi ne de­mektir? Bu kelimeyle ‘Bağışlasan da bağışlamasanda birdir’360 veya ‘Onlar için yetmiş kere bağışlama istesen de, Allah Teâlâ onları'bağışlamayacaktır’361 veya ‘Sabretseniz veya sabretmeseniz, birdir’362 ayetlerinde geçen ‘birdir/eşittir’ kelimesi ne demektir? Bağışlanma isteği, dünyada yapıldığında ahiret hayatından farklı olarak kabul edilmeyi gerektirir. Onlara göre korkut­ma. ile korkutmama bir ise ve bundan dolayı iman etmezlerse, ahiret hayatında onlarda sabrın var olup olmaması birdir. Binaenaleyh uygun ceza, cezanın onlarda uygulanmasına etki etmez. Allah Teâlâ’nın kendisini öv­düğü üzere, Allah Teâlâ’dan başkasına dayanma, bu menzilden öğrenilir. Onun ahiret hayatında uygun cezadaki etkisi nedir? Türün bekası için çoğalmanın kendisinden meydana gelmediği cinsel ilişkinin sebebi, bu menzilden öğrenilir. Bir ihtiyaç olmaksızın, birbirine bir şey vermenin sebebi bu menzilden öğrenilir. Çünkü bir şey alıp vermek ancak ihtiyaç esnasında olabilir. Alış verişte -hibelerde değilbir karşılık olmasına rağmen ihsan, bu menzilden öğrenilir. Hibelerde ihsan ise, bilinen bir şeydir ve bu nedenle ihsanın otoritesi artsın diye mükâfat belirlenmiştir. Alemde ihsanı ortadan kaldıran şey, bu menzilden öğrenilir. Bedel ödemesine rağmen ihsan kim adına gerdelidir? Kehanet ve bedel ara­sındaki fark, bu menzilden öğrenilir. Heva, akıl -ki onun mukabilidir-, bu menzilden Öğrenilir. Âlemin nereden yaratıldığı, bir şeyden mi, yok­sa ‘la-şeyden’ (yokluk) mi yaratıldığı, bu menzilden öğrenilir. Ruhlar güçlerde derecelenir mi? Öyleyse cisimsel güçler gibi birbirlerine etki ederler. İlahi hazineler ve onlarda saklanan şeyler, bu menzilden öğreni­lir. Hakkın mekânı bir nispet mi yoksa var olan bir zarf mıdır? Doğal âlem, herhangi bir miraçta yükselir mi? Acaba o, doğal mıdır? Bu du­rumda miraca muhtaçtır. Yoksa doğal değil midir? Latif anlamların ke­sif cisimlere etkisi, bu menzilden öğrenilir? Niyetin fiillerdeki etkisi, bu menzilden öğrenilir. İlah’ta bulunması gereken nitelilder, bu menzilden öğrenilir. Zanlarm belirli vakiderde boş çıkması Bu menzilden öğrenilir.. Tenzih hallerinin ilmi, bu menzilden öğrenilir.

Bunlar, bu menzilin içerdiği ilimlerin bir kısmıdır. Bu bilgileri, ta­libin himmeti, Allah Teâlâ’dan veya kendilerini bilenden öğrenmeye yükselsin diye zikrettik.

‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

ÜÇ YÜZ OTUZ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

'Eşyayı senin için, seni kendim için yarattım; kendim için yarattığımı kendisi için yarattığım yoldan çıkar­masın' Menzilinin Musevî Mertebeden Bilinmesi

Nefisler kazandıklarına göre karşılık bulur

Her türlü iyilikle, (kötülükte) kazandığıyla cezalandırılmaz

Kazanmaya bağlı olduğunu bilirsen Din günü diktiğin şeyin iyiliğini devşirirsin

Allah Teâlâ sana yardım etsin, bilmelisin ki, Allah Teâlâ yaratığı her şeyi, zillet ve muhtaçlık özelliğinde ve onun için belirlediği makamda yaratmıştır. Bu nedenle Allah Teâlâ’nın yaratıklarından hiçbir şey, yaratıldığı makamı aşa­maz. Bunun istisnası, insan ve cinlerdir. Allah Teâlâ, onları ‘izzet’ makamında ve dünya hayatındaki nefeslerinin sona ermesiyle ulaşacakları makamla­rının dışında yaratmıştır. Bu nedenle onlar, müşahedenin kendilerine kazandırdığı makamlarına ‘yükselme’ ve perdenin ardında bulunmanın yol açtığı ‘makamlara inme’ imkânına sahiptir. Dolayısıyla onlar, iki grup arasında berzahtadırlar: -Ya şükrederler, ya inkâr ederler.’363 Şükre­derlerse yükselirler, inkâr edince, aşağı düşerler. Allah Teâlâ şöyle der: ‘İnsan ve cinleri bana ibadet etsinler diye yaratım.’364 Burada ibadeti söylemiştir. İbadet onların ellerine bırakılınca ve Allah Teâlâ onu onlarm yaratılış sebebi yapınca, bir kısmı yaratılış amacına uymuştur. Bunlar, Allah Teâlâ’nın emrine itaat eden ve ibadet ve amelle O’na gelenlerdir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bana ibadet edin.’^Nitekim bir ayette ‘Ben kendinden başka ilah olmaya­nım, bana ibadet edin365 buyurur. Bu, ibadeti emretmektir. ‘Beni zikret­mek üzere namaz kıl.’366 Bu ise, amel emridir. Amel, ibadet değildir. Amel, bir suret iken ibadet onun ruhudur. O halde ibadet, amele bitişse de bitişmese de, Allah Teâlâ nezdinde her durumda makbuldür. İbadetten başka bir şeye ait olan amel ise, onun gerçekleşmesini amaçlayan -ki yükümlü nefistirniyet sahibi yönünden, her yönden makbul değildir. Amelin organlardan veya belli bir organdan meydana gelmesi yönüyle ise, amelin kendisinden, meydana geldiği organ amel karşılığında ödül­lendirilir. Böylelikle amel, kimden ortaya çıkarsa çıksın makbuldür, fa­kat ondan (ibadet olarak yapılmamışsa) kendisini organlara emreden nefse bir karşılık dönmez. Bu durum, amel sureti itibarıyla iyi oldu­ğunda, böyledir. Misal olarak, münafık ve riyakârın namazını verebili­riz. Yükümlünün organlarında ortaya çıkan ve nefsin ‘ibadet’ niyetiyle yapmadığı bütün iyi ameller böyledir. Yasaklanmış kötü amellere gelir­sek, (natık) nefis, niyeti edeniyle onlardan dolayı cezalandırılırken or­ganlar cezalandırılmaz. Çünkü onlar, nefsin kendilerinden istediği hare­ketleri engelleme gücüne sahip değildir. Organlar, sadece kendisini din­lemeye ve nefse itaate mecburdur. Nefis haksızlık yaparsa, bu onun aleyhinedir. Organlar ise, yükümlülükten kurtulmuştur. Hatta onlar, tam bir iyilik sahibidir. Nefislerin adil olması, hem onların ve hem or­ganların lehinedir. Çünkü nefisler, Hakkın organların üzerindeki valile­ridir. Onlar ise, memur ve mecburdur ve fiillerinde bir iradeleri yoktur. Öyleyse organlar, her bakımdan itaatkârdır. Nefisler ise, öyle değildir. Onların bir kısmı yaratılışı gayesini yerine getirmez, Allah Teâlâ’nın emrettiği amel ve ibadetlere karşı gelerek günahkâr olur. İtaatkâr olandan ise, ita­at zorunluluk ve iradeli olarak meydana gelebilir. Böyle birisi, ameli emretmek yönünden itaatkâr olmasa bile, böyledir. İtaatkâr ve gönüllü olursa, hiç kuşkusuz, yaratılış ve emirde, kendisinden amaçlanan şey gerçekleşmiştir. Çünkü yaratma ve emir, Allah Teâlâ’ya aittir. Alemlerin Rabbi Allah Teâlâ münezzehtir! Günahkâra gelirsek, ondan ibadet, -iradesiyle değilzorunlulukla meydana gelebilir. Bu durumda ondan amelin süreti mey­dana gelir, yoksa emredilen amel değil! O, Allah Teâlâ’nın emrine aykırı hare­ket eder ve bu nedenle yaratma ve emirdeki maksadı yerine getirmemiş olur. Allah Teâlâ, insan ve cinleri yaratılış gayelerini belirleyen bu makamda yaratmıştır. Bunun anlamı ‘Hakk için yaratılmak’ demektir. Böylece in­san ve cinleri bu gayeye tahsis etmiştir ki, bekalarının bağlı olduğu şey­lerle ilgilenerek, (maksada uymadıklarında) bir mazeretleri olmasın. Allah Teâlâ, özel olarak varlıklarının bağlı olduğu eşyayı onlardan dolayı yarat­mıştır. Bunun amacı, onları bütünüyle yaratılış gayelerine yönlendir­mektir. Yaratılış gayelerini yerine getirmediklerinde, Allah Teâlâ’nın onlara karşı delili olur.

Allah Teâlâ onların bir kısmının -başkası hakkında çalışırkenyaratıldığı şey hakkında bir kuşkunun bulunacağını bilir. Bu kuşku, Allah Teâlâ’nın şu sö­züyle ilgilidir: ‘Acıktım, beni yedirmedin.’ Kul şöyle der: ‘Rabbim! Se­ni nasıl yedirebilirim ki, sen âlemlerin Rabbisin.’ Allah Teâlâ şöyle der: ‘Falan kulum senden yemek istedi, sen ona yemek vermedin. Yemek versey­din, onu benim nezdimde bulurdun.’ Böylece Allah Teâlâ kendisini aç kulun konumuna indirir. Bu kuşku kendisine aydınlanınca, kul şöyle der: ‘Biz başkası adına gayret gösterelim ve gayretimizle dolaylı olarak yararlana­lım.’ Allah Teâlâ şöyle der: ‘Beni anlamadın! Ben kullarımdan rızık istemem veya beni doyurmalarını istemem. Rızık veren, siz değilsiniz, güç ve kuvvet sahibi Allah Teâlâ’dır,’ Onların ayetin tamamıyla geride delilleri kal­maz.

Bu rivayetten hareketle de onların bu konuda bir delilleri olamaz. Çünkü Allah Teâlâ, varlığının bağlı olduğu eşyayı senin için yaratınca, onları sana vermiş, varlığının devam etmesi için onları sana ulaştırmıştır. Son­ra insanların bır kısmına, muhtaç olduklarından daha fazlasını vermiştir ki, onu başkasına ulaştırsınlar ve o da verilenle varlığını sürdürsün. Bundan dolayı veren, emaneti sahibine ulaştırma sevabı kazanır. Ema­neti ona yükleyen Allah Teâlâ’dır. İşte bir kul yemek isteyince, muhtaç oldu­ğundan fazlasına sahip olduğu halde istediğini vermeyen kulun azar­lanmasının sebebi budur. Yoksa bu rivayetten İçişinin başkası için gayret göstermesi sonucu çıkmaz. Ayetin devamındaki ‘Onlardan rızık istemi­yorum veya beni doyurmalarını istemiyorum367 derken kast edilen budur.

Allah Teâlâ insanı yaratmış, ona cedel gücü vermiştir. Bu gücü kullanan bir insan şöyle der: ‘Falan benden yemek isteyip de ihtiyaçtan fazla ye­meğe sahip olduğum yemek o kişi adına bende emanet ise, onu engel­leyemem. Bu nedenle, ona yemek vermedim.’ Böyle bir cedelciye İblis’e söylenen söylenir: “Ne zaman ona ait olmadığını anladın ki? Yemeği isteyeiıe vermedikten sonra mı anladın bunu? Yoksa daha, önce Allah Teâlâ sa­na o yemeğin o kişiye ait olmadığını mı göstermişti? Yoksa sana o ye­meğin sahibini mi gösterdi? Yoksa yemeğin ona ait olmadığını, verme­dikten veya adam yanından ayrıldıktan sonra mı öğrendin? ‘Vermedik­ten sonra öğrendim’ demesi gerekir. Bu durumda ona şöyle denilir: ‘İş­te bunun için cezalandırıldın. Çünkü İblis Allah Teâlâ’ya şöyle demişti: ‘Ben­den meydana gelmesini istemediğin bir şeyi bana emrettin. Adem’e secde etmemi dileseydin, ben secde ederdim.’ Allah Teâlâ ona şöyle der: ‘Se­nin secde etmeni irade etmediğimi ne zaman öğrendin? Senden diren­me gerçekleştikten veya emir zamanından sonra veya daha önce mi?’ İblis şöyle der: ‘Direnme meydana geldikten sonra, secde etmemi iste­seydin, secde etmiş olacağımı anladım.’ Bunun üzerine Allah Teâlâ ona şöyle der: ‘Seni cezalandırdım. Herkes sadece bilgisizliği nedeniyle cezalandı­rılır.’ Çünkü Allah Teâlâ’nın yaratıklarında var edeceği hadiseleri gerçekleşmezden önce öğrettiği bilgi sahipleri, kendileri vasıtayla meydana gel­mek üzere emredilen işler meydana gelmedi diye cezalandırılmaz. Çün­kü onlar, bilgiyle yalanlık mertebesindedirler. Emre bağlanmadaki' maksat, yakınlıktır ve yalanlık mertebesi, yükümlülük yeri değildir. Hakka yakın insanlardan itaader meydana geldiğinde, bu durum, mü­şahede yoluyla gerçekleşir, çünkü onlar, Rablerinden açık bir delile sa­hiptir. Dolayısıyla onlar, kendisini getiren bir vasıtadan olmaksızın, ila­hi emri müşahede etmeleri itibarıyla amel sahibidirler. Öyleyse onlar, zahirde görünüş bakimından vasıtalı emri yerine getirirken bâtında tâbi değü, hakikat ehlidirler.

Buradan şu sonuç ortaya çıkar: Bütün hallerinde Allah Teâlâ’ya kulluktan perdelenmeyen kimse, yaratılış gayesini yerine getirmiştir ve itaatkârdır. Böyle birisinin itaatkâr veya muhalif olması, durumu değiştirmez. Çünkü köleyi kaçmış olmak kölelikten çıkartmaz. Böyle bir davranış onu sadece efendinin emirlerine ve kurallarına uymak üzere önünde durmak şeklindeki köleliğin gereğinin dışına çıkartır. Bakınız! Kölelik adı -ister itaatkâr ister muhalif olsunonda kalıcıdır. Nitekim ister iyi ister kötü evlat olsun, çocuk ‘evlat5 adını korur. Öyleyse yaratılış gayesi­ni yerine getiren kul, kendiliğinde iki halden birisindedir: ya değerini müşahede ediyordur. Böyle bir durumda kul, değerinin makamında bu­lunur ve kırılma, teslim olma ve korku kendisine eşlik eder. Ya da bu kişi, efendisiyle gururlanma halindedir ve bundan dolayı kendini be­ğenme hali ortaya çıkar. Misal olarak, hükümdarın kölesini verebiliriz. O, böbürlendiğinde bunun nedeni kendisine sorulmuş ve şöyle demişti: ‘Nasıl böbürlenmeyeyim ki? Bir efendim var, ben onun kölesiyim.’ Ni­tekim gerçek öyledir. Fakat buradaki fazilet, bu işin farkında olmaktır. Öyleyse bu iki hal, övülen hallerdir ve her birisi, yaratılış gayesini yeri­ne getirmiş olmakla, kula ait görülür. Geride hangi halin kula daha la­yık olduğu kalmıştır. Acaba değerini görmek mi, ya da efendisiyle gu­rurlanmak mı? Bir kısmı, birini, bir kısmı ötekini üstün saymıştır. Bana göre, doğrusu zikrettiğimiz nedenle, bir tercih yapmamaktır. Çünkü makam ve mertebeler değişir. Çünkü ‘Allah Teâlâ ile iftihar’ halinin ortaya çıkmasını gerektiren bir mertebede kulun Allah Teâlâ ile iftihar haliyle gö­zükmesi gerekir. Kulun kendi kıymetini müşahede etmesini gerektiren ve bunu talep eden mertebede ise, kıymetini görmekle gözükür. Efen­diyle gururlanma hakkında bazı kimseler ‘Sizden korkunca, sizden kaçtım,36s ayetini delil getirir. Başka bir delil ‘Allah Teâlâ’ya kaçın’369 şeklindeki emirdir. Bu ayet, iki grubun da delilidir. Çünkü bazen Allah Teâlâ’ya kendisiy­le izzet bulmak amacıyla kaçılırken bazen O’nun karşısında zelilleşmek ve sadece O’na muhtaç olmak nedeniyle kaçılır. Çünkü insan muhtaçlık ve yoksulluk özelliğinde yaratılmıştır. Bu nedenle Allah Teâlâ’ya kaçma emrin­den sonra ‘Allah Teâlâ ile birlikte başka ilah edinmeyin”70 buyurur. Kastedilen, muhtaç olacağınız ilahlardır. Aksine yaratılış özelliğiniz olan muhtaçlı­ğınızı gidermek üzere sadece Allah Teâlâ’ya kaçın.

Kaçma gerekçesi olarak Firavun’dan ve kavminden korkmasını gös­teren Hz. Musa’nm kaçmasına gelirsek, onun korkusu, Allah Teâlâ’nın onları kendisine musallat kılmasıydı. Bunu yapacak olan Allah Teâlâ’dır ve Musa Allah Teâlâ’nın bilgisinde neyin bulunduğunu bilmiyordu. Bu nedenle onun kaçması, kendisinden güç almak üzere, Allah Teâlâ’ya kaçmaktı. Allah Teâlâ da ken­disine hikmet ve bilgi vermiş, Allah Teâlâ ile iftihar ederek onlardan korkan­lara peygamber olarak göndermiş, açık mucizelerle kendisini destekle­mişti. Bunun amacı, bu dünya hayatında doğanın hükmünün gerektir­diği üzere, zayıf kaldığı konuda kendisini desteklemedir. Çünkü doğa­nın büyük bir otoritesi vardır. Onunla kuvvet ve otorite sahibi ruhlar arasında bir vasıta ve perde yoktur. Bu nedenle korku şahsın gölgesini takip etmesi gibi kendisine eşlik eder. Dolayısıyla doğa sahibi, ruh ile desteklenmişken güçlenebilir ve böyle bir durumda doğa kendisine etki edemez. Çünkü onda yaygın olan şey, doğanın uygulanmasıdır. Onun ruhaniyeti de -ki bedeni yöneten nefsidirdoğadan meydana gelmiştir. Öyleyse doğa o nefsin annesiyken babası ruhtur. Anne çocukta etkin­dir, çünkü çocuk, onun rahminde ve annenin beslenmesine göre oluşur. Nefs ancak Allah Teâlâ kendisine bakan kutsi ruh vasıtasıyla onu destekledi­ğinde babasından yardım alabilir ve bu durumda doğanın etkisine karşı bir güç kazanarak, doğanın genel eddsi ona işlemez. Bununla birlikte, onda bir etki geride kalır, çünkü etkinin bütünüyle ortadan kalkması mümkün değildir.

Bilmelisin ki, doğa doğurgandır, onda kısırlık bulunmaz; sevecen­dir, eşine, doğurmak arzusuyla sevgi duyar. Çünkü doğa çocukları sever ve evlatlarına karşı büyük bir sevgisi vardır ve bu sevgi nedeniyle onları kendisine çeker. Çünkü çocukların terbiyesi ona aittir, çocuklar doğa­dan başkasını tanımaz. Bu nedenle çocukların çoğu, doğanın kulu köle­sidir; onlarm pek azının dışındakiler, doğal ve duyulur hazlardan uzak­laşamaz. Azınlık ise, babalarına bakar. Onlar, ruhanileşen kimselerdir ve onarın alameti suretlerde değişmemek değildir. Çünkü suretten surete girmek, onlarm olduğu kadar, doğanın özelliğidir. Ruhanileşenlerin alameti, babalarının oğulları olmakla sınırlıdır. Bu durum, onları doğal şehvetlerden uzaklaştırmış, varlıklarının bağlı olduğu şeyleri almakla sı­nırlı kalmışlardır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Ademoğluna belini doğrultacak lokmalar yeter’ demişti. Böylelerin himmeti, ilahi ruhtan ibaret olan babalarına katılmaya yönelir. Bu yaî (bana ait olan anlamında) ruhtur, yoksa emirle ilgili ruh değildir. (Ona kendi ruhumdan üfledim ayetinde geçen ‘benim’ ifadesi.) Burada Allah Teâlâ, ruhu kendisine ait saymıştır, çün­kü Allah Teâlâ, emir ruhuyla kendisine izafe ettiği ruhu ayırt etmiş, emir ru­hunu destekleme ruhu yapmış, kendisine izafe ettiği ruhu doğaya üfle­nen Hakkın kelimesinden ibaret ruhun varlık sebebi yapmıştır. Böylece çocuğun babasına duyduğu sevgi gibi sevgi duymuştur. Bu arzunun nedeni, talep ettiği Hakkı müşahede konusunda ondan yardım almak arzusudur. Hakk ruhun ve doğanın dışındadır. Bu durum, o ikisi yö­nünden veya o ikisine göre veya o ikisinde çocuklara tecelli eden olması yönünden değil, doğa ve ruhtan müstağni olması yönünden Hakkı mü­şahededir. Bütün bunlar Hakka aittir ye bu çetin bir konudur. İnsan buna ulaşıp onunla güçlendiğinde, bir ihsan olmak üzere, arzular ruh­tan kendisine iner, insan da bu arzulara göre arzu duyduğu şeylerde hüküm sahibi olur, şehvet onu etkisi altına almaz. Böyle birisi, şehveti yönlendirenken, başkası şehvetin hükmü altındadır. Bu makam sahibi, şehveti bir kaza ve kendine özgü parçaların isteklerine karşılık vermek üzere, kendinde meydana getirir. Böylelikle söz konusu kısımlar, bu şehvet sayesinde dileklerine Ulaşırlar ve hayvani ruh nimete erer. Böyle bir nefis, Rabbine bakıyordur ve O’ndan perdelenmemiştir Allah Teâlâ elHallak (yaratan) isminde kendisine tecelli etmiş, kendi istediğini değil, Hakkın irade ettiği meydana gelsin diye bu ismi ona giydirmiştir (Hallak ismiyle ahlaklanmak). Bunlar, kendisine ait olduğu kimseye benzeyen değerli ve erdemli nefislerdir. Bu nefisler, doğaya iyi çocuğun annesine baktığı gibi, bakar. Bununla birlikte çocuk, ona muhtaç değil­dir. Fakat onun hakkını yerine getirmek için kendisine bakar.

insanlar bu konuda kısımlara ayrılır. Bir kısmı Allah Teâlâ’ya kulluk hak­kını yerine getirmek üzere ibadet eder ve kulluğunu kemaliyle yaparak ona yaratılışını verir. Bir kısmı, Allah Teâlâ’ya Rabliğin hakkını yerine getir­mek üzere ibadet eder: Allah Teâlâ bu kul hakkında Rabliği Hakk edendir. Böylece kul yaratıcısının kendi üzerindeki efendiliğini tam olarak idrak eder ve ona kendisine bakmaksızın yaratılışını verir. Birinci de, efendi­sinin efendiliğine bakmaksızın, -gerçekteki duruma göre değilher ya­ratılışta ortaya çıkan şeye göre kulluğunu yerine getirmişti. Çünkü kul, işlerin kendiliklerinde gerektirdiği durumlara göre amel etmez. Onların bir kısmı ise, iki yapıyı inşa etmek amacıyla Allah Teâlâ’ya kulluk eder. Böylece her iki yapıya yaratılışını verir ve kulluğu ile efendisinin efendiliğini kendi varlığında ve hakikatinde ortaya koyar. Çünkü kul, bu yaratılışın ve yapının zuhur ettiği bir yerdir. Bir kısmı Allah Teâlâ’ya ibadede memur ol­ması nedeniyle ibadet eder. Bu kulun söz konusu yapıları yerine getir­mekten bir haberi yoktur, sadece kulluğun gereğiyle Allah Teâlâ’ya ibadet eder. Bu kimselerin ibadeti, zati değil, ilahi emirden kaynaklanır. Bir kısmını Allah Teâlâ zati ibadetine yerleştirir. Böyle birinin işi, amelde gerçek­leşir, ibadette değil! Bir kısmı ise, Allah Teâlâ’ya bütün yönlerle ibadet eder. Bu kimse, ibadette kavmin en güçlüsü olduğu kadar böyle bir kuldan meydana gelen ibadetin yapısı, en yetkin yaratılışa sahiptir. Çünkü bir yaratılışı meydana getirmek zorunludur. Bu yapı kulun maksadı ise, kendisine izafe edilir ve bundan dolayı kul övülür, ibadet eden kul onu amaçlamamışsa, Hakk onu kendisine yerleştirir ve bu fiil Allah Teâlâ’ya izafe edilir, kuldan ortaya çıkmış olmasına rağmen Allah Teâlâ övülür. Onu yarat­maya yönelmek, kendisinden gafil olmaktan veya, onu bilmemekten da­ha üstündür. İnsanların bir kısmı, inşa edilen şeyi müşahede ederken, bir kısmı inşa edileni görmez, çünkü bir şey inşa ettiğini bilmiyordur. Bu durumda Allah Teâlâ, kendisinin bilgisi olmaksızın, o fiili inşa işini üstle­nir ve ta ki yapının sureti meydana gelir. Bu durumda kul, kendisinden ortaya çıkması halinde o yapıyı müşahede edip böyle bir yapı kendisin­den ortaya çıktığı için Allah Teâlâ’ya hamd eder. ,

Öyleyse insanlar ibadette derece derecedir. Zahirî ve bâtını amelle­rin suretlerini meydana getirirken insanların durumları da böyledir. Onlar, bu amellerde derece derecedir. Bir kısmı, hepsini ihata ederken bir kısmı daha aşağı derecede bulunur.

FASIL

‘Sayıların ilki, ikidir’ İfadesinin Açıklanması

Bilmelisin ki, birden bir şey meydana gelmez ve ilk sayı, ikidir. İki­den de bir şey meydana gelmez. Fakat ikiyi üçüncü bir şey tek sayı ya­pıp birbirine bağlayarak onların arasında orta terim haline gelirse, iki­den -kendi özelliklerine görebir şey oluşabilir. Bu iki şey ilahi isimler­den ikisi olabileceği gibi, manevi varlıklardan veya duyulur herhangi bir varlık türünden iki şey olabilir. İşin bu tarzda olması gerekir. İşte elFerd isminin gereği budur. O halde üç, teklerin ilkidir ve bu isimden mümkünler ortaya çıkmıştır. Hiçbir mümkün birden var olmamıştır. Her mümkün bir toplamdan/çokluk meydana gelmiştir. Çokluğun ilki ise, üçtür ve tek sayıdır. Böylelikle her mümkün, el-Ferd ismine muh­taçtır. El-Ferd isminin hükmü üçlü olunca, var ettiği mümküne üç du­rum kazandırmıştır ki bunların dikkate alınması zorunludur ve böyle bir durumda onu var edebilir. Toplamın varacağı sayı, üçtür ve üç tek sayıların ilki ve toplamın en azıdır. Bu sayede maksat, onun vasıtasıyla gerçekleşir ve dördüncü bir şeyin kendilerine izafe edilmesi gereksizleşir. Bu nedenle Allah Teâlâ’ya ortak koşanın nihai gücü üç olmuş ve ‘Allah Teâlâ üçün üçüncüsüdür’ demiş, üçe ekleme yapmamıştır. Allah Teâlâ’ya şirk koşan bir insandan Allah Teâlâ hakkında ‘üçün üçüncüsü’ demekten başka bir ifade aktarılmamıştır. Dördün dördüncüsü veya sekizin sekizincisi gibi bir ifade gelmemiştir. Aynı şekilde besmelede üç isim ortaya çıkmıştır, çünkü kendisine yaratma özelliği verilen kimse/Rahman ve Rahim Allah Teâlâ adıyla’ der. Hakkın yaratması ‘ol’ sözünden meydana gelir. O da, üç harftir: kef, vav ve nun. Vav ,kef ile nun arasındadır ve geçici bir ne­denle gözükmez. Onu. nun ile vav harfinin sükûnu gerektirmiştir. Nun’a ait sükûn, emir bildirir. İlk tekliğin varlığa nasıl yayıldığını ve varlıkların ortaya çıkışında nasıl kendini gösterdiğine bakınız! Allah Teâlâ kendisinden üç şeyin meydana geldiği şeyi dikkate alarakbu üç şeyi haklar haline getirmiştir. Amellerinin suretlerini yapan yükümlüler, söz konusu hakların farkında olur ve işi yaparken her Hakk sahibine hakkını verirlerse, böyle insanlar, Allah Teâlâ katında böyle bir maksat taşımayandan daha üstün ve daha yetkindirler. Yaratılan surette üç Hakk bulunur. Bun­lar, el-Ferd ve Hakk olan Allah Teâlâ’nın maksadı olan haklardır. Birincisi yara­tıklardan talep ettiği tenzih ve övgüsünü tespihtir. İkinci Hakk, suretin kendi hakkıdır. Bu Hakk,, suretin el-Ferd isminden talep ettiği haktır ve daha önce yokken kendisini var etmesinden ibarettir. Bu sayede suret, varlık mertebesinde ayrışır, varlıkla boyanır, yaratıcısının niteliği olan varlığa katılır. Onun yaratıcısı Allah Teâlâ’dır. Bu, varlıkta zuhur etmek ve onunla boyanmak üzere, Hakka benzeme derecelerinin ilkidir. Üçüncü Hakk, varlığında başkasına ait maslahata göre, başkasının hakkıdır. Böy­lelikle ibadetin yapısı, ona başkasının hakkını verir ve bu da yaratıcısı­nın amacıdır. ‘Başkası’ ise, İki kısma ayrılır: Birincisi, ilahi isimlerdir. Bu sayede zuhurları söz konusu hakikatin varlığına bağlı olan eserler ortaya çıkar. Diğeri ise, var edilen suretin varlığıyla gerçekleşebilecek mümkünlerin haklarıdır. Onu var eden, var ederken bütün bu durumla­rı amaçlar. Kulun Allah Teâlâ tarafından övülmesi de bunları aklına getirmesi ve bu konudaki maksadına göre gerçekleşir. Bazı insanlar bütün bunları ibadetin ve amelin suretinde bir araya getirir. Böylelikle üçleme (teslis), bütün işlere yayılır. Bunun nedeni, üçlemenin ilk yaratılışta bulunması­dır. Bu nedenle üçlemeyi benimseyen kimsenin kâfir olduğunu söyleye­rek ‘Allah Teâlâ üçün üçüncüsüdür diyenler kâfir oldu371 denilmiş, halbuki onu ‘müşrik’ diye isimlendirmemiştir. Çünkü böyle diyen insan, bir şeyin suretini açıklamak istediğinde açıklaması gereken şeyi ‘örtmüştür’. Onun suretini açıklamış oysaydı, söylediğimizi söyleyecek ve bu konu­da dinleyene gerçeği açıklayacak, açıklamayı örtmeyecekti. Allah Teâlâ onu ‘kâfir’ diye isimlendirdi, çünkü tek ilahtan başka ilah yoktur, bununla birlikte O’nun farklı hükümleri vardır ki, böyle olması zorunludur. Bu ‘kâfir’ gerçeği örtmemiş ve açıklamış olsaydı, gerçeği söyleyecekti. İlah­ların üç olduğunu iddia eden ise, bilgisiz bir müşriktir. Müşrilder ara­sında bilgili bir insanın olabileceğini söylemekten Allah Teâlâ’ya sığınırız. Öy­leyse sayı, birin hükümleridir. Bu bağlamda sayı, Esma-i Hüsna (güzel isimler) arasında gelmiş ve şöyle denilmiştir: ‘De ki, ister Allah Teâlâ’ya dua edin, ister Rahman’a dua edin, hangisine dua ederseniz, en güzel isimler O’nundur.’372 Kastedilen, aynı isimlendirilene delil olması yönünden her isimdir. Allah Teâlâ ve Rahman ismi de isim olmak bakımından o isimler ara­sındadır. Fakat anlayışlar, hangi dilde olursa olsun, Allah Teâlâ’nın hitabında kastettiğini anlamaktan acizdir. Böylece bu menzildeki bazı konuları zikretmiş olduk.      .

Şimdi bu menzilin içerdiği faydalı ilimlerin bir kısmım -öğüt ver­mek üzerezikredelim: ‘Öğüt müminlere fayda verir.”73 ‘Allah doğruyu söyler ve dilediklerini doğru yola ulaştırır.’37* Bu menzilin içerdiği ilimler­den birisi, tekvin isimlerinin ilmidir. Tekvin harflerinin ilmi, -birleştirici değilayırıcı ruhların ilmi, eşyayı taşıyan varlıkların ilmi, onların taşın­ma maksadı, nereye taşınacakları, bu menzilden öğrenilir. Koşmaların nerede sonlanacağı bu menzilden öğrenilir. Bundaki maksat nedir? Sa­hip olmadıkları bir şeye ulaşmak mı, yoksa sahip oldukları bir şeyi ken­dilerine ulaştırmak mı? Bu ise, ya özü gereğidir ki, ‘zati talep’ demektir. Veya o kişinin isteğiyle gerçekleşir. Bu durumda koşuşturan, işini kotaylaştırarak istediğini ona verir, onu koşmaktan ve yorularak sıkıntı çekmekten kurtarır. İşlerin tafsillerinin ilmi, bu menzilden öğrenilir. Tafsil ve taksimler neye döner? Asla mı döner? Asıl ilahi isimlerdir. Yoksa kabiliyetlere mi döner? Kabiliyetler mümkünlerin sabit hakikat­leridir. Yoksa hangi iş olursa olsun, taksimi ve tafsilin talep ettiği şey ikisine birden mi döner? Cezanın bilgisi, vaadin doğruluğunun bilgisi, meleklerin ve bedensel suretlerde taşman ayrık ruhların ve meleklerin dereceleri, bu menzilden öğrenilir. Hilaf ilmi ile ittifak ilmi arasındaki ilişki, hangi konuda ittifakın gerektiği hangi konuda ihtilafın gerektiği, bu menzilden öğrenilir. İhtilafın uyuma uygun düşen bir yönü var mı­dır, yok mudur? Peygamberlik iddiasında bulunan kimse -nebi olmadı­ğı haldehaber verebilmesinin sebebi buradan öğrenilir. Âlemdeki unutmanın sebebi bu menzilden öğrenilir. Fitne ve melahim, buradan öğrenilir. Allah Teâlâ’dan bilginin nasıl alındığı ve bunun keşfe göre nasıl ger­çekleştiği, yükümlülük zamanında amellerinden dolayı bilgi alanların hangi sonuçlara ulaştığı, bu menzilden öğrenilir. Hakları yerine getir­dikten sonra, müsamere ilmi bu menzilden öğrenilir. Örtmenin ve bazı yerlerde açığa çıkartmanın bilgisi, bu menzilden öğrenilir. Hakları yeri­ne getirmek bu menzilden öğrenilir? Hakk sahibi hakkını istedikten son­ra kim hakkı yerine getirir ve bu konuda kim acele eder? Yakinin ala­mederi bu menzilden öğrenilir. Eşyanın mekânları ve her bir mekânın talep ettiği şeylikten ayrışması, bu menzilden öğrenilir. Eşya arasında bağlar nedeniyle gerçekleşen benzerliğin nedenleri, buradan öğrenilir. Onları bazı yönler bir araya getirirken, başka bazı yönler ayrıştırır. Birleştirenin hükmü sürekliyken ayrıştıranın hükmü de süreklidir. Çünkü o bir şeyin zatını var eden hükümdür. Ziyaret edenlerin haklarının bilgisi, bu menzilden öğrenilir. Konuk olan misafire yemek takdim etmeden önce selam vermenin nedeni, yemeği bütün sözlerden öne almanın ne­deni, misafire söylenmesi gereken şeyin bilinmesi, bu menzilden öğre­nilir. Ev sahibinin misafire bildireceği şey veya üstüne vazife olmayan işler, bu menzilden öğrenilir. Resüllük ve onu yerine getirme esnasında beşer suretinde meleğin gözükmesi, bazı hallerde bunun sebebi, bu menzilden öğrenilir. Beşerî resullük bu menzilden öğrenilir. İlahi ceza­landırmalar ve kuvvetin güçlüde mi ya da mutiak anlamda zayıfta veya göreli zayıfta mı etkin olacağı bu menzilden öğrenilir. Giriş, siyaseder, yasa ve şeriadar bu menzilden öğrenilir. Neticeler ve iki çift arasındaki sonuç çıkartma, bu menzilden öğrenilir. Hakkın kullarından genel, mutlak ve sınırlı anlamda talepleri bu menzilden öğrenilir.

ÜÇ YÜZ OTUZ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Madum'un Yenilenme Menzilinin Musevî Mertebeden Bilinmesi

İşık kaydı ve pek çok akü geri döndü Haktan ayrıldı, hevayı öğrendiğinde

Duru ve temiz bir sevgi getirdi

İmkan mertebesinde onu körleştiren kirden arınmış

Özü gereği el-Vedud niteliğini ortaya koydu

Mertlik ve duruluk arasında hatip olarak ayağa kalkarak dedi ki:

Ben kendisine secde edilen aşkım

Aşıklar ona yönelmiş, kendisi ulvidir                                            .

Allah Teâlâ sana yardım etsin, bilmelisin ki, yok olanın (madum) yeni­lenmesi, göreli yok olanda mümkündür. Göreli yokluğa misal olarak, evde bulunan Zeyd’in yokluğunu verebiliriz. Zeyd çarşıdayken bulun­mamış olduğu eve geri döner. Allah Teâlâ bu makamda şöyle der: ‘Onlara rablerinden hâdis bir söz geldiğinde..”75 Böylece söz -kendiliğinde değilonlarda ‘hâdis’ olmuştur! Arazlara gelirsek, acaba onlar yok olduktan sonra bizzat kendileri mi yenilenir? Yoksa kendileri değil de benzerleri mi yenilenir? Nazarî aklın kabulüne göre, onlar yok olduktan sonra geri dönmeleri imkânsız değildir. Harekediden gerçekleşen bir hareket yok­luğa katıldığında, sonra onu durağanlık takip eder. Sonra o durağan şey başka bir zamanda yeniden hareket eder. Onun hareket etmesi, o hare­ketin hükmünün kendisi olabilir. Hakk, yok olduktan sonraya da yokluk * zamanında kendisini başka bir yerde başka bir hareketlide yaratmakla var eder ve varlık onun üzerinde yenilenmiş olur. Böylelikle o şey, iki veya daha fazla varlıkla nitelenir. Keşfe göre, böyle bir şey doğru ola­maz. Bunun nedeni ilahi genişliktir. Keşfe göre, hiçbir şey, tekrarlan­maz. Her şey bir -yenilenme değil-, yeniden yaratma halindedir. Yeniye ‘yenilenme’ adı verilirse, bunun nedeni, aradaki güçlü benzerliktir. Ben­zerliğin ayrıştırılması ve tefriki güçtür. Bu durumda nazari düşüncenin bunu mümkün görmesi nedeniyle, Allah Teâlâ varlığını yenilediğinde, yenileneniri yok olanın aynısı olduğu zannedilir. Gece ve gündüz hakkında ‘yenilenen’ değil, iki yeni şey denilir. Bu bağlamda Cumartesi günü Pa­zar günü değildir, ya da diğer haftanın cumartesi günü veya ayın başka bir günü veya diğer yılın cumartesi günü değildir. Yâ da on ve birden bileşik on birdeki bir, sayıların ilki olaiı bir ve sayının kendisinde sona erdiği on aynı değildir. Sayı ona ulaştığında, bileşik sayılar ortaya çıkar. Aksine o bir ötekinin misli olan bir birdir, on da öteki on’un misli olan bir ondur. İlcisinin bir hakikati vardır, o da, on birin hakikatidir. Yirmi

bir, otuz bir de böyledir. Bileşik olarak, birden ortaya çıkan her şey, di­ğer bileşik birin aynı değildir. Ya da basit birin bileşik olan aynı da de­ğildir. Aksine kendi başına on bir tek bir hakikat olduğu gibi yirmi bir, yüz bir, bin bir de böyledir. Her bir, tamlama yapıldığı şeyle birlikte bir hakikattir; yoksa o iki durumdan bileşik bir şey değildir. Bu, metafizik bahsinde yararlı bir bilgidir, çünkü bu konuda isimler ve zata yüklem olan nitelikler vardır. ‘Zatın şöyle olması, böyle olmasından farklıdır’ bilgisi, bu niteliklerden öğrenilir. Bu durumda her tecellide neyin tecelli ettiğini öğrenirsin. Bu nedenle zevk ehli sûfiler şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ bir surette iki kere veya iki şahsa bir surette tecelli etmemiştir.’ Allah Teâlâ günlerin en küçüğü olan nefeslerin her bir gününde bir işte, hatta işler­de bulunur. Allah Teâlâ’nın genişliğini bilen kimse, O’nun rahmetinin genişli­ğini bilir. Bu nedenle O’nu sınırlama altına sokmaz veya herhangi bir varlığa kendisini tahsis etmez.                               >

Allah Teâlâ bize ve sana yardım etsin, bilmelisin ki, Kuran’ın kendisini okuyanların kalplerine indirilmesi sürekli yenilenen bir iştir. Onu oku­yan herkes, yeni bir şekilde okur. O, Hakim ve Hamid’in indirdiği Kuran’dır. Okuyanların kalpleri ise Kuran-ı Kerîm’in inmesi için Arş gibi­dir. Kuran, yerleşmesi için Arş edinilen o kalbin niteliğine göre kendi­sine iner ve inerken kalbin niteliğiyle ortaya çıkar. Kendisini okuyan bir grup hakkında durum böyleyken başka bir grup hakkmda nitelik Ku­ran’a aittir. Böylece kalbin arşı, o nitelikle kendisine inerken ortaya çı­kar. Cüneyd’e marifet ve arifin ne olduğu sorulunca ‘Suyun rengi, kabı, nın rengidir’ demiştir. Arife Kuran ve kendisine indirildiği kalbin du­rumu sorulsaydı, yine böyle cevap verirdi.

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ Arşı Kuran’ı nasıl nitelemişse öyle nitelemiştir. Kuran -herhangi bir sınırlama olmaksızınmutlak zikredilirken, Arş da öyle zikredilir. Mutlak anlamda Kuran, mutlak anlamıyla Arş’a' veya mutlak anlamıyla Arş mutlak anlamıyla Kuran’a aittir. Bu durum, tesir eden ve edilenin müşahedesine göre değişir. Sınırlı Arş, Kuran’ın sınır­landığı şeye bağlıdır. Yüce Kuran, yüce Arş’a, kerim Kuran kerim Arş’a, mecid Kuran mecid Arş’a aittir. Her Kuran kendi Arş’ının üzeri­ne ikisini birleştiren nitelikle yerleşir. Her kalbin bir Kuran’ı vardır. Bu durumda Kuran, hakikatin yenilenmesi yoluyla değil, indirmenin yeni­lenmesi yönüyle kalbin niteliğidir. Arş sahibine, ait yüksek dereceler, Kuran için ayet ve sureler gibi şeylerdir. Mutlak anlamda Kuran ‘Rama-

zarı ayı ki onda Kuran indirildi376 ayetinde zikredilir. Mutlak anlamıyla Arş ise ‘Dereceleri yükseltendir, Arş sahibidir377 ayetinde geçer. Kalbin dereceleri, Kuran ayetlerinin derecelerinin yükselmesiyle yükselir. Bu nedeiıle Kuran okuyucusuna kıyamet günü ‘daha önce okuduğun gibi oku ve yüksel’ denilir. O da okumaya başlar ve son ayete varana kadar yükselir. Buradaki dereceler, menzillerdir. Kuran bir kulun kalbine iner ve hükmü onda ortaya çıkıp genel olarak bütün özellikleriyle onda yer­leşir ve o kalbin ahlakı haline gelir. İşte böyle bir kalp, Kuran’ın Arş’ıdır. Hz. Aişe’ye Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ahlakı sorulunca, şöyle demişti: ‘Ahlakı Kuran’dı.’ Kuran’daki her bir ayetin o kulun kalbinde bir hük­mü vardır, çünkü Kuran, hüküm vermek üzere inmiştir, yoksa hükme konu olmak için değil! Böylelikle kalp, mutlak anlamıyla, Kuran-ı Kerîm için bir arş haline gelmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Kuran’ı okuduğun­da, nimet ayetine rastlarsa, bu ayet onun üzerinde hüküm sahibi olur, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’nın ihsanını ister ve onun iyiliğini talep ederdi. Azap veya tehdit ayeti okuduğunda, bu ayet peygamberin Allah Teâlâ’ya sı­ğınmasını sağlar, o da Allah Teâlâ’ya sığınırdı. Allah Teâlâ’nın yüceltileceği ayetin okunması, peygamberin Allah Teâlâ’yı yüceltmesini ve o ayette geçtiği tarzda O’nu tespih etmesini sağlardı. Bir kıssa ayeti geldiğinde veya önceki toplumlarla ilgili bir hükmü anlatan bir ayet gelince, ayet peygamberin ibret almasını sağlar, o da ibret alırdı. Herhangi bir fiili yapması gere­ken bir hüküm ayeti okuyunca, ayet o hükmü yerine getirmesini sağ­lardı. Böylece her ayet peygamber üzerinde hüküm verir, o da o işi ya­pardı. Kuran ayetlerini düşünmek ve Kuran hakkında anlayış sahibi olmak tam da bu demektir. Kuran okurken söylediğimiz halde olmayan okuyucunun kalbine Kuran inmediği gibi onun kalbi Kuran’ın istiva edeceği bir arş da olmaz. Çünkü bu ikisi, bu hükümlerle onun yerine istiva etmiştir. Kuran’ın inişi onun hayalinde misali bulunan harflerle gerçekleşir. Bu harfler, -öğrenme yoluyla almışsahocanın sözlerinden ya da -bir Müshaftan okumuşsayazı harflerinden meydana gelmiştir. Okuyan, bu harfleri hayalinde canlandırır ve hayal gözüyle onlara ba­karsa, dil onları aktarır. Bu durumda derinden düşünme veya basiret olmadan onları okur. Hatta harfler hayal mertebesinde kalsın diye okur. Böyle biri Kuran (okuma) sevabı değil, aktarma sevabı kazanır. Bu İti­şinin kalbine Kuran’dan bir şey inmez. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem harflerini ezber­leyerek, Kuran okuyup okudukları boğazlarını geçmeyen bir topluluk­tan söz etmiştir. Kuran onların dimağlarının önünde bulunan hayalden dile iner, dil onu söyler. Okudukları ise, boğazı geçerek göğüsteki kalbe inmez. Dolayısıyla herhangi bir ayet kişinin kalbine ulaşmaz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem böyle insanların dinden, okun yaydan çıkması gibi çıkacaklarını söylemiştir. Bu esnada okta kanın izi görülmez.

Bizim bu nitelikteki okuyuculara söyleyeceğimiz bir söz yok! Ku­ran okuyucusu, Kuran-ı Kerîm’i kalbinden okuyandır. Kuran, Rabbinin niteliği ve zatının niteliğidir. Ona iman eden takva ve vera (şüpheliler­den sakınmak) sahibi kalp, Hakkı sığdıran yerdir. Böyle bir kalp, Arş’ın sahibi ve dereceleri yükselten Hakkın yerleştiği Arş’tır. Allah Teâlâ kalbini zevk ve tecelli yoluyla Kuran-ı Kerîm için Arş haline getiren bu kimse­nin makamına ne güzel dikkat çekmiştir! O kişi zevki ve tecrübesi ne­deniyle Rahman’ın Arş’a istiva etmesinin ne anlama geldiğini bilir. Allah Teâlâ bunu bilmeyene, -onu bilenden taklit yoluyla değilkendinden tec­rübe ederek öğrenmesini emrederek, şöyle demiştir: ‘Sonra Arş’a istiva etti, ondan haberdar olarak sor.’378 Yani böyle bir tecrübesi olan kimse, istivanın ne anlama geldiğini bilebileceği gibi Rahman’ın istiva ettiği Arş da onu bilir. Böyle bir insanın kalbi, daha Önce söylediğimiz gibi, Kuran’ın yerleşmesi için Arş olmuştur. Allah Teâlâ’nın takva sahibi kullarına öğretmesinin ne güzel olduğuna bakınız! Allah Teâlâ onlar hakkında şöyle der: ‘Allah Teâlâ’dan sakınırsanız, sizefurkan verir.”79 Başka bir ayette ‘Allah Teâlâ’dan korkun, size öğretir’380 buyurur. Bunun anlamı, Allah Teâlâ’nın size Kuran’ın an­lamlarını açıklaması demektir ki siz de onu söyleyenin maksadını kav­rarsınız. Çünkü konuşanın sözünü anlamak, kelimenin bütün yönlerini kuşatmak demek değildir. Başka bir ifadeyle kişi, o dilde kullanılan bü­tün anlamları sınırlayacak şekilde, sözü anlamaz. Anlayış, konuşanın o sözle neyi kastettiğini anlamak demektir. Acaba sözün içerdiği bütün yönleri kastetmiş midir, yoksa bir kısmını mı kast etmiştir? Binaenaleyh sözü anlamak ile konuşandan anlamayı -ki gaye budurayırt etmen ge­rekir. Konuşanın (tam olarak neyi kast ettiğini) kendisinden anlamak, onun bildiğini anlamak demektir. Kuran’ın kalbine indiği kimse böyle değildir. Sözü anlamak genelin işidir. Arifler içinde, konuşandan anla­yan herkes, sözü de anlamış demektir. Sözü anlayan herkes ise, konuşa­nın sözüyle tam olarak ya bütün yönleri veya bir kısmıyla neyi kast etti­ğini anlamış değildir. Öyle bir konuya dikkatini çektim ki, Allah Teâlâ’dan bilgi edinirken bu bilgiyi kullanırsan, pek çok iyilik elde etmiş olursun.

Böyle bir durumda sana hikmet verilmiş demektir. Allah Teâlâ, bizi kendisin­den anlamakla rızıklandırdığı kimselerden etsin! Bu özel anlayışa göre, Kuran’ın kalbe inmesi, Hakkın kuluna okumasıdır. Allah Teâlâ’dan Kuran hakkında bir anlayış ise, kulun Hakka okuması demektir. Kulun Hakka okuması ve tilaveti, Haktan anladığını O’na arzı demektir. Bunun ama­cı, kulun Hakkın onaylamasına göre, basiret sahibi olup olmadığını öğ­renmesidir. Ardından kul, onu başkasına öğretmek veya sevap kazan­mak veya başka bir anlama daha meydana getirmek amacıyla, dille okur. Allah Teâlâ, bize kendinden anlamayla rızıklandırdığı kimselerden etsin. Çünkü basireti aydmlanmış kul -ki o Rabbinden bir nura sahiptirher okumada ayet hakkında bir anlayış kazanır. Aynı anlayışa daha önceki okumada sahip değildi veya bir sonraki okumada sahip olmayacaktır. Bu kişi, ‘Rabbim! Benim bilgimi artır”8' ayetinde belirtildiği üzere, Allah Teâlâ’nın duasına karşılık verdiği kimsedir, iki okumada anlayışı eşit olan ise, aklanmıştır. Her okumada bir anlayış sahibi olan kimse, kazançlıdır ve merhamete nail olmuştur. Anlayışı olmadan okuyan ise, mahrum­dur. Böyle birinin zihninde ayet sabittir ve ezberlenmiştir. Ayet hak­kında Allah Teâlâ’dan anlayışı yenilenen kimse için bu yenilenme ancak ‘in­dirme’ ile mümkün olabilir. Bazen onun inişi, mutlak rablik mertebe­sinden değil, özel olarak kula bakan Rab’den inerek yenilenir. Bazen ise mutlak anlamda Rahman’dari rnmesi yenilenir. Çünkü Rahman kuşatıcı Arş üzerine genel anlamıyla istiva edendir. Her şeyi kuşatan rahmet, bu isme aittir ve onun için sınırlanmaz. Rab ise, öyle değildir, çünkü Kuran’da Rab, gâib veya muhatap veya belirli bir yön veya belirli bir varlı­ğa izafe edilerek veya özel bir duayla belirlenmiş bir şekilde zikredilmiş, Rahman ismi gibi kayıtsız ve mutlak olarak yer almamıştır. Allah Teâlâ ismi ise, Rahman ve Rab ismi gibidir. Bu nedenle bazen tamlamalı bazen yalnız zikredilir. ‘Allah Teâlâ diye veya Rahman diye dua edin82 ayeti buna mi­saldir. Burada ‘Allah Teâlâ’ ismi kayıtsız gelmiştir. Başka bir misal ‘Sizin ilahınız83 ayetidir. Burada ise, tamlama yapılarak sınırlı gelmiş, fakat Allah Teâlâ lafzı değil, ilah lafzı zikredilmiştir. Bildirme niyetini dikkate alan kimse, Allah Teâlâ ile ilahı ayırt etmez. İsmi ve onun saygınlığını korumayı dikkate alan -ki bu isimle başka kimse isimlenmemişken ilah ismiyle isimlenmiştiriki lafzı ayırt eder. Ayırt ettiğinde ise, Allah Teâlâ lafzının hükmü sınır­lanmaz. Kuran-ı Kerîm’in kalbe inmesi Rab isminden gerçekleşirse, sı­nırlı iner ve bu durum, kaçınılmazdır. Bu esnada ‘kerim’ veya ‘mecid’

veya ‘azim’ Kuran diye nitelenir. İndiği kalp ise, Kuran’ın indiği özelli-ğe göre, ‘kerim’, ‘azim’, ‘mecid’ arş haline gelir. Kuran kalbe Rahman isminden inerse, özel bir duruma tamlamayla sınırlanmadığı gibi kalp de Kuran karşısında özel bir nitelikle nitelenmeyen ‘arş’ haline gelir. Böyle bir kalp, bütün nitelik ve isimleri kendinde toplar. Rahman ismi, esma-i hüsna’nın sahibi olduğu kadar, bu arş da bütün yüce nitelikleri kendinde toplar.

Bunu söylememizin nedeni şudur: Kuran’ı Allah Teâlâ’dan anlamak hak­kında bize onun bir yerde kayıtsız (mutlak), bir yerde büyüklük özelli­ğiyle sınırlanarak zikredilmesidir. Misal olarak ‘Sana seb-i mesaniyi ve azim Kuran’ı verdik’3*4 buyrulur. Başka bir yerde Allah Teâlâ, Kuran’ı mecid olma özelliğiyle niteleyerek ‘0, mecid Kuran’dırms demiştir. Başa bir ayette ‘Mecid Kuran’a yemin olsun™6 buyrulur. Başka bir ayette Allah Teâlâ Kuran’ı ‘kerim’ diye niteleyerek, şöyle der: ‘0 kerim Kuran’dır.’™7 Bu be­lirli özelliklerle Kuran’ı niteliğinde veya onu niteliksiz yaptığında, kalbi de onun istiva ettiği yer yapmış, kalbe Kuran’ın mutlaklık veya sınırlılık gibi özelliklerini giydirmiştir. Böylelikle kalb arşını bir yerde ‘Arş’a isti­va etti,3SS ayetinde olduğu gibi mutiaklık özelliğiyle nitelemiştir. Allah Teâlâ Rahman’ı nitelemediği gibi Arş’ı da herhangi bir nitelikle nitelememiştir. Arş’ı sınırladığında ise, onu Kuran’ın kendisiyle nitelediği özellikler­le nitelemiş ve söz gelişi azamet hakkında ‘Azim Ârş’ın Rabbi’3S9 demiştir. Bu niteliği ‘azim Kuran’ ifadesinden almıştır. Kerem hakkında ise şöyle demiştir: ‘Kerim Arş’ın Rabbi.’390 Onun üzerine kerim Kuran istiva etmiş ve inmiştir. Başka bir yerde ‘Mecid Arş sahibi’391 demiştir. Bu okuma, ke­limeyi Arş’ın niteliği yapan için böyledir. Mecid Kuran, onun üzerine istiva eder. Burada kalp arşı yüceltilmiş, mecd edilmiş ve kerem özelli­ğiyle nitelenmiştir. Bunun nedeni, Kuran’ın azameti, keremi ve mecd sahibi olmasıdır. Böylece Kuran’ın üç özelliği burada zikredilmiştir. Bunun nedeni, işin kendiliğinde bulunduğu üçleme halidir. Başka bir bölümde el-Ferd isminden söz ederken bu husus zikredilmişti. Üçün mertebesinin kendisinde ortaya çıktığı ilk mertebe, ona aittir. Öyleyse üç, tek sayıların ilkidir. Alemde üçleme mertebesine bakmalısın! Üçle­me hakkında bu anlama işaret eden bazı mısralarımız vardır. O mısralar Tercümanü’l-eşvak adlı divan’dadır ve girişi şöyledir:

Felekleri gözet, biatle hizmete gel İlkbaharda bir bahçeyi gözet

Bazen adım kırda ceylan çobanı Bazen adım rahip ve müneccim

Konuyla ilgili şiir, kasidenin sonuna kadar devam eder ki, Tercümanü’l-eşvak şerhinde onu açıklamıştık.

Dostum! Sınırlanmamış-mutlak Kuran’ın sınırlama bulunmayan kalbe inişinin zamana bağlı oluşunu (hâdislik) öğrendin! Bu yönüyle Kuran, Rahman’dan gelen zikirdir. Fakat bu kalp, zikrinden yüz çevi­ren gibi, ondan yüz çeviremez. Aksine kabul ederek ve ‘merhaba’ diye­rek onu karşılar, şöyle der: ‘Hoş geldin, merhaba!’ Kuran da kendisine ‘hoş bulduk’ diye karşılık verir. Bu kişi, kalbini Kuran için bir arş yapar ve Kuran da hikmederiyle o kalbe yerleşir. Rabbinden gelen ise, zikret­tiğimiz niteliklerle sınırlı Kuran’dır. Kul da onu Rahman’dan gelirken ‘hoş geldin, merhaba’ diyerek karşılar ve kalbini o belirli nitelik yönün­den Kuran’ın arşı yapar; Kuran da beraberinde getirdiği azamet, mecd ve kerem niteliğini kalbe giydirir. Kuran’ın sureti, o kalbin aynasında ortaya çıkar. Kalp ise, Kuran’ın niteliğiyle nitelenir. Kuran kalbe aza­met niteliğiyle inerse, ona heybet, celal, hayâ, murakabe, huzur, kork­ma, kırılma, zillet, yoksunluk, daralma, muhafaza, gözetme ve Allah Teâlâ’nın şiarını yüceltme duygusu kazandırır. Kuran da o kalpte bütün bu nite­liklerle bezenmişti. Bu durum kişiye Allah Teâlâ ehlinin nezdinde saygınlık kazandırır. Bazı insan ve cinlerin dışında, yaratılmışlardan herhangi bi­risi, o şahsın büyüklüğünü bilemez. Çünkü onlar, Hakkın kendisini ta­nıtan nidasını duymamışlardır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şöyle dediği aktarılır: ‘Allah Teâlâ bir kulunu sevdiğinde, Cebrail’e ‘falan kulumu sevdim’ der ve Cebrail de onu sever. Sonra ona bu sevgiyi göktekilere bildirmesini em­reder. Cebrail şöyle der: ‘Bakınız! Allah Teâlâ falan kulunu sevmiştir. Siz de onu sevin.’ Göktekiler de onu sever.’ Sonra yeryüzünde o kişinin kabul görmesini sağlar. Fakat kimin nezdinde? Peygamberlerin öldürülmesiy­le bu kabül arasında nasıl bir ilişki vardır?

Arkadaşımız Musa Sedrani -ki tecrübeli ve taşınan birisiydibize şöyle demişti: ‘Kaf dağma vardım. Kaf dağı, Allah Teâlâ’nın kendisiyle yeryü­zünü çevrelediği büyük bir dağdır. O büyük dağı ise büyüle bir yılanla

çevrelemiştir. Allah Teâlâ, dağı tam olarak çevreledikten sonra, o yılanın ba, şını kuyruğuna bitiştirmiştir. Onun büyüklüğümü yadırgadığımda, beni taşıyan arkadaşım şöyle dedi. ‘Ona selam ver, selamını alacaktır.’ Ben de öyle yaptım. Selamımı aldı ve şöyle dedi: ‘Şeyh Ebu Medyen’in hali na­sıldır?’ Ben de ‘Onu nereden tanıyorsun?’ dediğimde, şöyle cevap verdi: ‘Yeryüzünde Ebu Medyen’i tanımayan biri var mıdır Ki?’ Ben de şöyle dedim: ‘İnsanların büyük kısmı onu tanımaz, yadırgar ve hafife alır.’ Dağ şöyle dedi: ‘Âdemoğluna şaşılır! Allah Teâlâ sevgisini yeryüzündekilere ve yere indirdiğinde, bütün bitkiler ve hayvanlar onu tanır. Ben de on­ların tanıdıkları içerisinde kendisini tanımıştım. Zannediyordum ki, yeryüzünde ondan nefret eden veya onun değerini bilmeyen kimse yok­tur. Allah Teâlâ’nın sevdiği birisi hakkında gök ehlinin durumu böyledir.’

Hikâyeyi duyduğumda, şöyle dedim: Allah Teâlâ’nın kitabında bu mese­lenin yeri nedir?’ ‘Bilmiyorum’ deyince, şöyle dedim: ‘Allah Teâlâ Âdem’i, yani insan-ı kâmil’i suretine göre yaratınca, ona âlemdeki hükmünü vermiş, bu sayede nispet ve bağlar geçerli olmuştur. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ için gökteki ve yerdeki herkesin secde ettiğini görmez misin?’392 Burada Allah Teâlâ, genel ifade kullanmıştır. ‘Güneş, ay, yıldızlar, odar ve hayvanlar.’ Burada türeyenleri zikretmiş, yaratılmış sınıflarından birini geride bı­rakmamıştır. Allah Teâlâ, ayrıntıya girdiğinde ise, insanlara gelerek ‘insanların ise çoğu’ demiş, ‘hepsi’ dememiştir. Allah Teâlâ sevilen salih kulunu hükümde kendisi gibi yapmış, gökte ve yerdeki herkes Allah Teâlâ’nın sevmesi nedeniyle insan-ı kâmili sevmiştir. İnsanların ise çoğunluğu onu severken bir kıs­mı -Allah Teâlâ’yı da inkâr ettikleri ve yalanlayıp kınadıkları gibiinsan-ı kâmili inkâr eder, yalanlar ve kınarlar. Kutsi sahih bir hadiste şöyle denilir: ‘Âdemoğlu beni yalanladı. Böyle yapmak yakışmazdı. Beni kınadı, böy­le yapmak ona yakışmazdı.’   ; _

İnsan zikrettiğimiz bu niteliği okuma esnasında veya Kuran’ı aklına getirdiğinde kendinde bulursa, azim Kuran’ın kendisine o vakitte Rabbinden geldiğini anlar. Allah Teâlâ tecellisiyle insana kendisini Rabbinin sure­tinde yaratması ve ilahi isimlerle zuhur etmesi gibi ihsanlarını bildirerek nefsinin değerini ona gösterebilir. Bunun yanı sıra onu varlıktaki gaye yapmış, kalbinin kendisine tecelli edeni bilecek kadar geniş olduğunu göstermiş ve kendi mertebesindeki değerini açıklamıştır. Bu kalp, sü­rekli olarak, Allah Teâlâ hakkında daha çok bilgiyi kabule ve bu konuda dün­ya ve ahirette sonsuza dek yükselmeye ehliyedidir. Bunun yanı sıra,

göklerde ve yerdeki her şeyi insana amade kılmıştır. Âlemdeki her cüzi varlık, kendisine tazim ve saygı duyarak bakar, âlemdeki her şeyi hizme­tinde görür. Nitekim her şey, insan Rabbinin suretinde onlarda gözük­sün diye, rabbini tespih eder. Bütün bunlar, Kuran’ı tilavet ederken bu şahsa göründüğünde, o kişi, mecid Kuran’ı okumuş olduğunu ve bu Kuran’ın kendisine indiğini ve Rabbinden geldiğini anlar, onun şerefi ve mecdi keşf olunur. Böyle bir durumda mecid Kuran, mecid kalbe yerleşir.

Allah Teâlâ kula tecelli ederek, ona nefsinin keremini çeşitli yönlerde ona gösterebilir. Misal olarak, ihtiyacı olduğu halde kişi Hakkı kendisine tercih eder, mümin'olan ve olmayan bütün insanların ihtiyaçlarını karşı­lamak için emek harcar, tüm âleme rahmet gözüyle bakarak onlara merhamet edervherhangi bir şahsı veya âlemi ayırt etmeden bütün gay­retini merhametini onlara ulaştırrhak için harcar, onların mazerederini kabul ederek kabalıklarına, bilgisizliklerine, eziyetlerine tahammül eder, kötülüğe iyilikle, günaha affetmeyle, hataya bağışlamayla karşılık verir. Bütün bu hususlarda -her kim için çalışırsa çalışsınherkesin rahatı için çalışır. Bütün bunları tilavet esnasında gördüğünde, ‘kerim’ Kuran’ı okuduğunu anlar, çünkü onun niteliği t>udur ve bu Kuran ona Rab­binden gelmiş, Allah Teâlâ kendisine kendisinin insanlara davrandığı gibi davranmıştır. Kulun ‘kerim’ niteliğini kazanabileceği en etkili davranış, Hakkın emrine bağlanmak ve O’na itaat gibi keremli davranışlardır. Çünkü Allah Teâlâ kulunun tövbesiyle sevinir. İnsan tövbe ederek Allah Teâlâ’ya karşı kerem gösterirse, Allah Teâlâ düşmanlarını öfkelendirir. Keremin en büyüğü de budur. Çünkü kul iyi ahlakı ortaya koyduğumuz bu yolla elde edebilir. Öyleyse ortaya konulduğu tarzda ahlakı alan insan, güzel ahlakı tamamlayan ve onlarla nitelenendir. Bu ise, Allah Teâlâ’ya karşı kerem göstermekle mümkün olabilir. Çünkü insanın bütün yaratılmışlara iyi davranarak, herkesin beğenisini kazanmasının mümkün olmadığını an­ladık. Âlem düşmanlık ve farklılık özeliğine sahiptir. Bir insan Ali’yi ra­zı ederse, onun düşmanı Ömer’i kızdırabilir. Bu nedenle insan, ahlakıy­la bütün âlemi kuşatamaz. Kuşatmanın mümkün olmadığını görünce, Allah Teâlâ karşısında ahlaklı olmayı hedefler. Böylece Allah Teâlâ’yı razı eden işleri gözetir, onları yerine getirir, O’nu kızdıracak şeylere bakar ve onlardan uzaklaşır. Bu ahlakın insanların amaçlarına uyup uymadığına değer vermez.        :

insan Kuran okurken bu bakışa sahip olduğunda, ‘kerim’ Kuran’ın kendisine indiğini öğrenir ve Kuran kendi suretini ve niteliğini indiği kalbe verir. Çünkü Allah Teâlâ âlemde ancak insana bakar, yoksa insan sure­tindeki hayvana bakmaz, insana bakar ve ona keremiyle davranır ve nimet verir, insan ise ‘Rabbim bana ikram etti’393 der. Kuran’ı böyle oku­yan insan, âleme Hakkın âleme davrandığı gibi davranır, onun gibi merhamet eder, rızkı -dosta, düşmana, nefret edilen ve sevilenlereher­kese yayar. Allah Teâlâ da bazı kullarına yardımını tahsis etmiş, rızıktaki gibi onu genelleştirmemiştir. Okuma ve tilavet esnasında böyle bir özelliğe sahip kimse, ‘gizli kitapta’ bulunan kerim Kuran’ı okur. Kast edilen, okuyucunun kalbidir. ‘Âlemlerin rabbinden indirilmiştir:394 Halbuki, rızık ve dünya hayatında keremin genelliği nedeniyle, ‘müminlerin rabbi’ dememiştir.   ;

Dostum! Ne okuduğunu, kime okuduğunu ve okurken kimin din­lediğini, Hakk sana okuduğunda kimin duyduğunu bilmelisin! Bu kadar açıklama, bu mertebenin şerefine dikkat çekmek için yeterlidir. Şimdi menzilin içerdiği ilimleri zikredelim. Bunlardan birisi, Kuran menzille­rinin ilmidir Dört direğin ilmi bu menzilden öğrenilir. İmam eşŞafıi’nin onlardan biri olduğu söylenir. Hakkın şaşırması bu menzilden öğrenilir. Halbuki şaşılan her iş, O’nun ahlakıdır. Senden alınan şey ve sende bırakılan şey bu menzilden öğrenilir. Onu senden alan kimdir? Onu ikramın olarak mı, yoksa zorla mı almıştır? O’nun katında bulu­nup bize inmemiş ilahi kitap mertebelerinin bir kısmı, bu menzilden öğrenilir. Bizim ile Allah Teâlâ arasına giren şeylerin bir kısmı, bu menzilden

öğrenilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in sahih hadiste keşif hakkında söylediği ‘Ko. . . !. . . . . . nuşmalarımzda dikkatsizliğiniz ve kalplerinizdeki eğrilik bulunmasaydı,

gördüğümü görür ve duyduğumu duyardınız’ hadisi, bu konuyla ilgili­dir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, gördüğünü kendisinden gördüğü ve duyduğunu kendinden duyduğu bu makama ulaştıran yolu açıklamıştır. Acaba bu engelin kalktığı kimse var mıdır ki, söz konusu kişi o makama ulaşabil­sin? Yoksa öyle biri yok mudur? Bize göre bu perde, kalkabilir, çünkü Allah Teâlâ peygamberine insanlara kendilerine indirilen şeyi açıklamasını emretmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem yüce bir mertebeye yükselmeyi engelleyen bir engeli açıklamışsa, onun amacı onun ortadan kalkmasını sağlamak­tır. Ya da bir değerli mertebe zikretmişse, ona ulaşılsın diye zikretmiş­tir. Öyleyse kim ciddi olursa, onu bulur; kim eksik kalırsa, kendini kı­namalıdır. İtibar ilmi, peygamberlerin sahip olmak istedikleri iyilik ma­kamının ilmi, bu menzilden öğrenilir. Bedenî amellerin meydana getir­diği ilahi bilgiler, keşif yoluyla, bu menzilden öğrenilir. Bilginin inmesi, âlemin kalplerindeki hükümleri, bu makama sahip olmayana göre fazi­letinin artması, bu menzilden öğrenilir. Bilinenin yenilenmesi, başkasına değilbu insana tahsis edilen nefeslerin sayısının bilgisi, bu menzilden öğrenilir. İçilen şeyde sarhoşluğun kısımları, kendisine üfle­nen suretlerin sayısı, bu menzilden öğrenilir. Böylece üflemeden bayıl­ma veya süratle ayılma gerçekleşir. Hakkın bir süreye ulaşıp sonra orta­dan kaybolmak üzere kullarına yönelttiği vekâlet ilmi, bu menzilden öğrenilir. Mutmainlikte görme derecesine ulaşan bilgi, bu menzilden öğrenilir. Onun hakkında Hz Ali şöyle der: ‘Perde kalksaydı, inancım­daki kesinlik artmazdı.’ Farklar arasında temyiz, bu menzilden öğreni­lir. Ahiret hayatında çatışma mahalli, bu menzilden öğrenilir. Öne ge­çenler ve hükümleri, âlemdeki eksikliğin âlemin kemalinden olması, bu menzilden öğrenilir. Muduların varacağı yer ve muduluktaki tabakaları, bu menzilden öğrenilir. Hâzinelerin çıkartılması, varlıkla nitelenenlerin sınıflarının hükümleri, bu menzilden öğrenilir. Sınırlı zikir ve sınırlı olmayan zikir, bu konuda vakit belirlemenin yararı, bu menzilden öğ­renilir. Varidin kolay olanı ve olmayanı, bu menzilden öğrenilir. Ale­min mertebeleri, bu menzilden öğrenilir.

Dostum! Hangi ilmi istiyorsan ona bak, kendisine ulaştıracak yolu öğrenmeye veya onu sana indirecek nitelikle bezenerek, onu elde etmek üzere çalış! Çünkü sen, bedenî amellerin yapılacağı yerde bulunmakta­sın. Bunlar, amellerle süluku sağlayan şeylerdir. Çünkü sen beden amel­leriyle -Ki bunlar amellerle sülük yoludurruhani ahlak ve manevi nite­likler arasında bulunmaktasın. Onlara sahip olunca, seni mertebelere ulaştırır ve zatından sana tecelli ederek, kendileri için seni talep ederler. Bir delil sahibi olunca, onun gayesine de ulaşırsın. Talep eden ile talep edilen, irade eden ile edilen arasında fark vardır.

‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Kardeşlik Mertebesinin Muhammedî-Musevî Merte­beden Bilinmesi

Amâ ve istiva arasında                                                                                                                         .

Üstün akıllar hayrete düştü

İnişi esnasında da

İstiva yerinden göğe inerken

O yerinde bulunurken

Ve kalbimizde ve her neredeysek

Bütün bu alametler                                                                                                                            .

Körlük ve sınırlama bildirir

Onlar yönler gibi altı tanedir . Allah Teâlâ zatıyla münezzehtir Her türlü nitelikten

Allah Teâlâ şöyle der: ‘İyilik ve takva hakkında yardımlaşın:395 Bir ri­vayette ‘Mümin, mümin kardeşinin aynasıdır’ denilir. Mümin, Allah Teâlâ’nın isimlerinden biridir. Allah Teâlâ âlemi kendi suretine göre yarattı ve bu ne­denle âlem Mümin ismiyle ahlaklarıma imkânına sahiptir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Hicret sonrasında Medine’de sahabe arasında kardeşlik kurarken, kendisi de Hz. Ali’nin elini tutarak şöyle demişti: ‘Benim kardeşim de Ali’dir.’ Allah Teâlâ ‘Müminler kardeştir’396 demiş, imanı onların babası yap­mıştır. Onlar, tek babadan olma kardeşlerdir. Hz. Musa kendisini Firavun’a gönderen rabbine şöyle demişti: ‘Rabbim! Gönlümü aç, işimi kolay­laştır, dilimdeki düğümü çöz, sözümü anlaşılır yap, kardeşimi bana yardımcı yap, onu işimde ortağım yap.’397 Allah Teâlâ da kendisine dilediğini vermişti.

Dostum! Bilmelisin ki, mümkünlerde etki sahibi olan tüm ilahi isimleri birleştiren makam (ulûhiyet) ile mümkünlerin kâbiliyederine ait istidadan kendinde toplayan makamla (a'yân-ı sâbite mertebesi) ara­sında sahih ve geçerli bir kardeşlik vardır. Bu iki makam, bir babadan olma iki kardeştir ve her biri ötekini destekler. Fakat isimler istidadar vasıtasıyla Allah Teâlâ’nın onların ‘gediklerini kapatmasını’ diler, bunu anla! Bu


mesele, sır ilimlerinden biridir ve makamı, gizlilik ve açıklık arasındadır ve anlama bakımından en güç ilimlerdendir. Öyle ki iktidarın nüfuzu, iki kardeşte tesadüf yoluyla gerçekleşebilir, yoksa onlardan birisinde gerçekleşmez. O ikisiyle birlikte mümkünlerin varlıkları ortaya çıkarak, var olanların Allah Teâlâ’yı tanıması mümkündür. Bu zamana bağlı bilginin varlığıyla ise, Hakk’ın (âlemi yaratmadaki) gayesine ulaşır. Çünkü Allah Teâlâ âlemi ancak âlem kendisini bilsin diye yarattı. Alem ise, sonradan var olmuştur ve onda ancak hâdis (zamanda var olan) bir bilgi bulunabilir. Öyleyse âlemin Allah Teâlâ hakkındaki bilgiyi ya Allah Teâlâ’nın bildirmesiyle elde edebilir veya kuvve halinde ona sahiptir. Bu gücü onda Allah Teâlâ yaratmış­tır ve'onun sayesinde Allah Teâlâ’yı sadece özel bir yönden bilebilir. Öyleyse kuvve halindeki bilgiyle Allah Teâlâ’yı tenzih eden, hiç kuşkusuz, O’nu bilmiş (olduğunu zanneder) ve O’nu i:eşbih edeni tekfir etmiştir. Aynı güçten hareketle Allah Teâlâ’yı teşbih ederek bilen ise, O’nu bilmiş, Allah Teâlâ’yı tenzih edeni bilgisiz kabul etmiş, hatta tekfir etmiştir, ilahi bildirim yoluyla Allah Teâlâ’yı bilen ise, teşbih edeceği yerde teşbih eder, tenzih edeceği yerde tenzih ederek, her iki yolla Allah Teâlâ’yı bilir. Bunlardan her biri, Allah Teâlâ hak­kında bir bilgiye sahiptir. Öyleyse bu kişi, Allah Teâlâ’nın yaratıklarından her­hangi birisi tarafından cahil kabul edilmez. Dolayısıyla Allah Teâlâ’yı yaratıkla­rından herhangi birisi (bütünüyle) bilmiyor değildir, çünkü Allah Teâlâ onları sadece kendisini bilsinler diye yaratmıştır. Bu güç vasıtasıyla -ki bu güç fikirdirveya ilahi bildirim yoluyla Allah Teâlâ onlara kendini bildirmese, ya­ratıklar O’nu bilemez, varlıkta âlemin yaratılış gayesi gerçekleşmezdi. Bütün inançları kuşatan bu makamla ilgili bir şiirimiz vardır:

İnsanlar Allah Teâlâ hakkında inançlar söyledi

Onların inandıklarının hepsine inandım                                                                   '

Suretler onlara başkalaşmış gözükünce

İnkâr etmeden gördüklerini söylediler

Onların yaratılışının verdiği bilgidir bu                                                                         -

Söyledikleri her şeyi ve inandıklarını

O’nu ortaktan ayırırlarsa, mülkünde gördükleri gibi rab edinirler Şeriat sadece muvahhidi mazur sayar

Müşrikler O’na ibadet etseler de, bedbaht

Kuşku ehli onlardan beter

Yaratanlarını inkâr edenler daha kötü

O’nu nejy edenler bedbaht

Tıpkı üç gibi, O’nu bulamadıklarında                                                    .

Teellüh eden onlara karşı çıkar

Mutlular ise hidayet üzere O’na ibadet eder                                                         ''

İnsanlar kendilerini yoldan çıkacağına uysalardı keşke Saptırmadan uzak kalsalardı

Kamil arif, Allah Teâlâ’yı tecelli ettiği ve indiği bütün suretlerde bilendir (marifet). Arif olmayan ise, Allah Teâlâ’yı sadece inandığı surette tanırken, başka bir surette tecelli ettiğinde1 O’nu inkâr eder. Bununla birlikte o, kendini Allah Teâlâ hakkındaki inancına bağlamayı sürdürür ve başkasının inancını inkâr eder. Allah Teâlâ’yı bilme hakkında en müşkül meselelerden bi­risi, suretlerdeki farklılaşmanın neyle ilgili olduğunu bilmektir. Acaba bu başkalaşma, O’na mı dayanır? İlahi haberler, bunu bildirmiştir. Mü­fekkire gücünün verisi olan aklî delil ise bunu imkânsız saymıştır. İş ila­hi haberin söylediği gibiyse, hiç kimse Allah Teâlâ’dan başkasını görmemiştir. Böyle bir yorumda farklı suretlerde görülen, Allah Teâlâ’nın kendisidir ve O bütün suretlerin aynıdır. (İnanç) suretlerinin farklılığı inançların farklı­lığından kaynaklanmış ise ve suretler -bilinmek istenilen Hakk değil deinançların kendisi ise, bütün suretlerde Hakla tanıyan (kamil bir arif bi­le olsa), herkes kendi inancını görmüş demektir. Çünkü böyle bir arifin inancına göre de Allah Teâlâ, her surette tecelli ve zuhur edebilendir. Ya da O’nu sınırlı bir surette tanımıştır, başka bir surette tanımamıştır. Böyle bir bilgi ilahi bildirim ve hal karinesiyle öğrenilebilir. Bu bağlamda ilahi bildirime gelirsek, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem sahih-kutsi bir hadiste Allah Teâlâ’nın suret­ten surete gireceğini bildirmiştir. Hal karinesi ise, Allah Teâlâ’nın yaratıklarını kendisini bilsinler diye yaratmış olmasıdır. Binaenaleyh insanların keşif veya akıl yoluyla veya bu ikisine sahip olanı taklit ederek Allah Teâlâ’yı bilme­leri gerekir: Görme marifete tabidir. Öyleyse marifet kendisine ilişip Allah Teâlâ bilindiği (maruf) gibi aynı zamanda görme kendisine ilişir ve Allah Teâlâ görülen olur. Allah Teâlâ’nın bilinmesini ve görülmesini inkâr eden ise, Allah Teâlâ’yı bilmenin nazari düşünceden hareket eden insanın O’nu bilmekten aciz­liğe düşmesi olduğunu ileri sürer. Böyle bir dereceye ulaşan insan, bu nitelikteki birinin Allah Teâlâ olabileceğini öğrenir. Bu görüş sahibi Allah Teâlâ hakkındaki bilgiyi, O’nu bilmemede ve bilmeden acizlikte elde etmiştir. Bazı insanların ‘İdrake ulaşmaktan acizlik, bir idraktir’ şeklindeki sözle­rinde bu durum belirtilir ve böyle bir bilgi, ‘Allah Teâlâ’yı bilmek’ diye isim­lendirilir. Böyle bir görüş sahibi sözünün karşılığını bulursa, hiç kuşku­suz, Allah Teâlâ’yı bilemeyeceği gibi O’nu göremez de. Bununla birlikte Allah Teâlâ, bu sözü nedeniyle onu cezalandırmaz ve hesap etmediği bir ihsan ona gelir ve ikinci durumda Allah Teâlâ’dan öğrendiği şeyin zıddını öğrenir. Çün­kü Allah Teâlâ’yı görür ve (gördüğünün) O olduğunu bilir. Bu konuda doğru görüş, Allah Teâlâ’nın bilinebileceği ve görülebileceğidir, çünkü Allah Teâlâ, marifet ve varlık mertebesinin kemale ermesini sağlamak için kendisi hakkında zamana bağlı bilgiyi yaratmıştır. Varlık ve marifet mertebesi ise, Allah Teâlâ hakkındaki zamana bağlı bilginin -kadim bilginin kendisine iliştiği tarz­daAllah Teâlâ’ya ilişmesiyle kemale erebilir. Kadime bilgiden acizlik ilişmedi­ği gibi, zamana bağlı bilgi de Allah Teâlâ’ya O’nun bulunduğu Hakk göre ilişir. Kendiliğinde bulunduğu durum, Hakkın bütün suretlerin aynı olması­dır. Öyleyse O, bütün suretlerdir. Öyleyse kulda acizlik, Hakkı bir su­rette sınırlamasında ortaya çıkabilir ve o tek suret, kendi inancının sure­tidir. Acizlik, kendisine yaraşan şekilde Allah Teâlâ hakkında hüküm vere­memekten ibarettir. Dolayısıyla Allah Teâlâ’yı bilmekten acizlik özelliğiyle bil­giyi aklının delilinden alan kimse nitelenebilir. Allah Teâlâ hakkındaki bilgiyi delilinden ya da nazari gücünden değil de, Allah Teâlâ’dan alan ise, Allah Teâlâ hakkındaki bilgiye ulaşmaktan aciz değildir. Böyle biri, kendisini aciz bıra­kacak bir işe kalkışmamıştır ki, acizliği itiraf etsin! O, aklının delilinde nazar gücüyle talep ettiği değildir. Bü durumda ldşi Allah Teâlâ’yı Allah Teâlâ’nın bil­dirmesi ve tecelli yoluyla öğrenir. Bu yol, hakim ve Hamid’in ihsan et­tiği bilgi yoludur. Öyleyse ‘Kendisini bilmekten acizlikten başka bilgi yolu olmayanı tenzih ederim’ diyen kimse, Hakkın kendisini bildirdiği kimse değil, nazari düşüncesinden hareketle Allah Teâlâ’yı bilmek isteyendir. Allah Teâlâ’nın övgüsünü saymaktan acizliğin itirafı ise, gerçek kâmilin sözü­dür Çünkü Allah Teâlâ’nın övgüsünü saymaktan acizlik, övülenin kim olduğu­nu öğrendikten sonra itiraf edilebilir. Bu durumda insan, Allah Teâlâ’nın bir övgüyle ihata edilemeyecek ve nihai özelliğine ulaşılamayacak kadar yü­ce olduğunu öğrenir. Nitekim bir insan hakkında şöyle denilir:

Seni‘salih’diye övdüğümüze bakma!                                                                           '

Sen bizim övgümüzden yükseksin

Bu ifade, bir yaratılmış hakkında söylenmiştir ve doğrudur! Peki Allah Teâlâ’yı övmek nasıl olabilir? Bu şairin bu yaratık hakkındaki ifadesini doğru kabul ettik. Bununla birlikte, akıl kendi düşüncesiyle yaratılmışı övmeyi ihatanın mümkün olduğunu zanneder. Gerçek öyle değildir ve şair -ya tesadüfen veya o konudaki kesin bilgisiyledoğru söylemiştir. Kast ettiğim ‘Sen bizim övgümüzden yükseksin’ ifadesidir. Başka bir ifadeyle övülen insan, o esnada gerçekte övgüden daha yüksek bir ko­numdadır. Çünkü onun bulunduğu yer, Allah Teâlâ’nın kendisinde yaratacağı övgü niteliklerini kabul edecek bir yerdir ve bu niteliklerle övülür. Ondaki bu niteliklerin bir nihayeti yoktur. Yani bu kendilerinden dolayı kişinin övüldüğü nitelikler sürekli olarak yaratılmaktadır. Bu övgü Hakka yönelik olduğunda ise, övgüye sebep olan nitelikler, özü gereği yokluk kabul etmeyecek şekilde varlıkta süreklidir. Bizim Allah Teâlâ’yı öv­memiz, yenilenir, çünkü içinde bulunduğumuz her an, Allah Teâlâ hakkındaki bilgimiz yenilenir ve Allah Teâlâ’yı yeni bilgiyle överiz. Ya da sahip olmadı­ğımız bir bilgi ediniriz ve o bilgiyle O’nu överiz. Şu mısraı, önceki şair gibi söylemedik, kendi söylediğimiz anlamda söyledik. Bunu bize Allah Teâlâ hakkındaki bilgi vermiştir: Şöyle deriz:

Biz seni ‘salih’ diye översek

Öven sensin, biz değiliz                                                                           '

Bizim ifademiz, şairin söylediğinin bir yönden üzerindeyken bir yönden ona denktir. Bunu kesin bilgiyle veya tesadüf yoluyla bilmeden söylemesi durumu değiştirmez. Böyle bir durumda Allah Teâlâ, kendisinin farkında olmadığı yönden hakikati söyletmiştir. Nitekim kul farkında olmadan ‘istidrac’ gösterebileceği gibi yine farkında olmadan tuzağa düşer. Hakk ise, kendiliğinde malum ve bilinendir. O’nu bilen, kendisine layık tarzda övmekten acizdir ve öyle bir şeyin gerçekleşme imkânı yok­tur. Herhangi bir mümkünün istidadı buna imkân vermez. İstidadarın ile ilahi isimler arasındaki kardeşliğin verdiği bilgi budur ve ulaşılabile­cek en üst kardeşlik budur. Ardından onun aşağısındaki kardeşlik gelir. Bu ise, ‘Müminler kardeştir, onların arasını ıslah edin,39s ayetinde belirti­len kardeşliktir. Allah Teâlâ’nın isimlerinden birisi, el-Mümin’dir. Allah Teâlâ’nın ken­dinden haber verdiği hususlarda onların arasında tartışma meydana ge­lir. Allah Teâlâ bir meselenin ‘şu tarzda’ olduğunu bildirmiş, yaratılmış mü­min ise -ki imanda kendisiyle bir araya gelmiş ve bu iman nedeniyle kardeşlik gerçekleşmiştirO’na karşı gelmiş, aklının deliline göre itiraz etmiştir. Aklın delili, vahyi tasdik etse bile tevile kalkarak, Allah Teâlâ’nın ken­disinden bildirdiği şeyin aksini söyler. Mümin Hakk ile yaratılan mümin (insan) arasında böyle bir tartışma ortaya çıktığında, Allah Teâlâ keşif sahibi bilginlere -şöyle emreder: ‘Kardeşlerinizin arasını bulun (ıslah).’ Bunun üzerine alim ve keşif sahibi müminler, arayı bulmak üzere kardeşlerin arasına girerler. Bu ise, Mümin Hakk’ın kardeşi olan müminin karşısın­da bulunup ona kuvvetini Ulaştırması demektir. Çünkü yaratılmış, her durumda yaratılmıştır. Gücü ona kâmil keşf vermemiş, bu keşfe göre kendisine gözükmemiştir. Öyleyse mertebesinin gereğine göre onunla birlikte olmalıdır. Bu durumda Mümin Hakk, kendisinden tebliğ eden peygambere itirazcı mümine şöyle demesini söyler: ‘Ben Allah Teâlâ olanım.’39? ‘O’nun benzeri bir şey yoktur.’400 ‘Gözler O’nu idrak edemez.’401 ‘Allah Teâlâ ken­disini niteleyenlerin nitelemesinden münezzehtir.’ Peygamber de tartı­şan mümine Allah Teâlâ’nın görevlendirmesiyle gelerek, ona şöyle der: ‘O’nun benzeri bir şey yoktur.’402 ‘Rabbin onların nitelemesinden münezzehtir.’403 Nazari akıl delilinin gereği olan tenzihi söyler. İnsan peygamberden bu ayederi duyunca, kalbi rahadar, O’na yönelir ve tartışma biter. Bu kez alimler, barış yapmak üzere, bu yönden mümin insana gelerek şöyle derler: ‘Sen Mümin Hakkın kendisini senden daha iyi bildiğini biliyor olmalısın. O seni bile kendinden daha iyi bilir. Halbuki sen, Allah Teâlâ’nın sanki senin benzerin bir yaratılmış olduğu gibi bir hüküm vermektesin. Halbuki böyle bir hüküm, aklının ve delilinindir. Bu durumda seninle herhangi bir yaratılmışın Hakkın aciz kalmadığı bir şeyi idrak etmede aciz kalması arasında fark yoktur. Öyleyse Allah Teâlâ karşısında (kendisi hakkmdaki bilgiyi O’na havale etmek şeklinde) teslim olarak durmalı­sın. Allah Teâlâ Mümin, sen de mümin olsan bile, kendine layık mertebede bulunduğun gibi O da kendisine layık mertebededir. Biliyorsun Ki, O’nun benzeri değilsin, iman sizi birleştirmiş olsa bile, imanını Allah Teâlâ ile ilişkisi seninle ilişkisi gibi değildir, çünkü O’nun benzeri değilsin. (İman nedeniyle ortaya çıkan) Benzeşme, seni aldatmamalıdır ve değe­rini bilmelisin. (Metafizikte aklıyla hareket eden ve tartışmaya giren)

İnsan, böyle bir sözü duyunca, barış talep ederek yol açtığı tartışmadan uzaklaşmak ister. Hakk Mümin ise, tenzih hakkındaki duyarlılığına göre, kuluna ihsan eder. Zaten tartışma (kulun aklıyla tenzihi savunması ne­deniyle) tenzihten kaynaklanmıştı. Bu sayede bilgili müminler, Hakk Mümin ile yaratılmış müminin arasını bulur. Kullarına peygamberleri­nin dileriyle vahyettiği ve kitaplarında indirdiği hususa göre, Allah Teâlâ’dan anlamak böyle olmalıdır.

İman kardeşliğinde -keşif dereceleri içerisindebaşka bir derece vardır. O ise Hakkın kendisini Mümin diye isimlendirdikten sonraki şu ifadesidir: ‘Müminler kardeştir.’404 Bu kardeşler, iman babasının kardeşle­ridir. Mümin kardeşinin aynasıdır. Bunu söyleyen -ki peygamberdirarzusundan konuşmaz. Burada kardeşlik, müminler arasında tesis edil­miştir ve Allah Teâlâ müminlerden her birini kardeşinin aynası yapmıştır. Bir mümin aynaya bakarsa, aynada -hangi surette olursa olsunkendisini görür. Her iki mümin de aynı konumdadır. Öyleyse Hakk Mümin de, yaratılmış müminin (insan) aynasıdır. Böylelikle insanı görür ve onun da kendisini gördüğünü bilir. Nitekim ayna sahibi bir aynası olduğunu bilir, sonra aynaya baktığında, aynanın suretini ve aynanın kendisine yansıttığı şeyin suretini görür. Bu nedenle Allah Teâlâ, insana iki göz yarat­mıştır ki, birinci gözüyle kendisini, diğeriyle aynanın onun suretinde yaptığı etkiyi görebilir. Çünkü gerçekte insan, aynanın kendisine yansı­yan surette meydana getirdiği büyüklük, küçüklük, uzunluk, genişlik, doğruluk veya -aynanın şekline göre olanyansıma özelliğine sahip de­ğildir. Bütün bu etkileri aynaya bakan insan, aynadaki suretinde görebi­lir ve aynanın ona doğrudan bir etkisinin olduğunu, kendisini aynada sadece ‘aynaya göre’ görebileceğini anlar. İnsan mümin, Hakk Mümin’in aynası olunca, Hakk ona bakar. Ayna ise, kendiliğinde özel bir istidada sahiptir ve dolayısıyla Haktan ona istidadı ölçüsünde tecelli gerçekleşir. Hakk kendini bu özel aynada aynaya göre görür ve ayna görülen hak­kında bir eksiklik meydana getirir. Bu eksiklik, aynadaki istidadın etki­sidir. Bu yönüyle ayna ona benzer ve bu makam, ‘kardeşlik’ diye ifade edilir. Çünkü iki şey arasında karşılıklı ilişki bulunmasaydı, birisi öteki kardeşinin aynası olmazdı. Allah Teâlâ bu misali vermiştir. Aynaları ise, ken­dilerine bakarak suretlerimizdeki bozuklukları, onlarla ilgili yanlışlıkları düzeltelim diye yaratmıştır. Bu sayede, onlan görerek düzeltiriz. Öyley­se aynalar, ayıpları ve eksiklikleri gidermek için vardır. Bu durum, ay­
naya bakan insanın daha önce sahip olmadığı bir bilgi kazandığını gös­terir. Yaratılmış müminde, bu durum daha anlaşılır ve daha doğrudur. Hakk Mümin’de ise böyle bir şeyi anlamak çetindir. Bu durum
‘Öğrene­lim diye, sizi sınayalım5405 ayetinde belirtilen (yaratılmıştan) bilgi alma konusuyla ilgilidir. Hakk kendisini yaratılmış müminin aynasında gör­düğünde, aynanın istidadına göre gördüğünü bilir, aynada başka bir şey görmez. Bir aynadan ortaya çıkan hüküm farklı aynalara baktığında ise, ortadan kalkar. Böylelikle farklı aynalar nedeniyle bir surette -istidat değişikliği nedeniylefarklılaşma meydana gelir. Hakk ise değişmemiştir, O’dur. Bu durumda (değişikliğin nedeni) istidadın kendi hükmünü or­taya çıkartması olduğu bilinir. Allah Teâlâ ise bulunduğu halde kalmıştır. Bu durumda O’nun hakkında (belli bir surede) ‘sınırlılık eziyeti’ ortadan kalktığı gibi kulların sınanması da ‘tereddüt eziyetini’ ve Hakk galip ol­sun diye ‘delil getirme’ talebini ortadan kaldırır. Allah Teâlâ ‘Ta ki, bilelim’

bağlı bilgi) gerçekleşmesi-

demiş, burada sınamayı o bilginin (zamana

nin sebebi yapmıştır. Halbuki o, bilginin ge [çekleşmesinin değil, suçla-

e delil ortaya koyma sebe-

nan kendisini savunacak delil bulamasın di) bidir.

Suretin Hakka benzemesine gelirsek, suret, (insanın âlemde Hak­ka) vekil ve halife olmasını sağlar, yoksa kardeşliği temin etmez. Çünkü insan, bedeni yöneten ruh bedenden olduğu gibi, âlemin sureti itibarıy­la, âlemdendir. (Kendisine göre yaratıldığı) Hakkın sureti yönüyle de, âlemin kendisiyle zuhur ettiği ve âlemle ilgili ilahi isimlerin hükümleri­dir. Dolayısıyla suret, bazılarının zannettiği gibi, kardeşliğin (nedeni) değildir. Bu nedenle kardeşliğin özel bir durumda olabileceğini söyle­dik. Allah Teâlâ, Mümin’dir. Şu var ki (insanın kendisine göre yaratıldığı) su­ret, iman kardeşliğinin açığını sebeplilik yoluyla kapatabilir, çünkü se­beplerin sebeplide etkisi olmasaydı, Allah Teâlâ onları var etmezdi. Onların sebeplideki hükmü zati olmasaydı, sebep olamaz ve böyle bir şey geçer­lilik kazanmazdı. Bu durum, varlığı ancak belli bir mahalde kabul eden hakkında doğrudur ve orada bir mahal yoktur ki, var eden onu var et­mek istesin. O halde, mahal, varlığı irade edilen o şey nedeniyle var ol­malıdır. Bu durumda mahallin varlığı, iradenin kendisiyle ve var edil­mesiyle ilgili olduğu bu şeyin varlık sebebidir. Buradan sebeplerin se­beplilerde bir hükmünün bulunduğu öğrenilir. Öyleyse sebepler, yara­tan için araç gibidir. Yaratma ve yaratılan şey bu nedenle yapana izafe
edilir, araca değil. Bunun sebebi şudur: Araç kullanıcısının içinde ken­disiyle ne yapacağı hakkında bir bilgiye sahip değildir, aksine o hakikatinin gereğine görebir yapım aracı olduğunu bilir. Yapıcı ise araç ve alet vasıtasıyla bilinir. Bu durumda aracın iş görmesi özü gere­ğidir. Onu kullanana ait olan iş ise iradedir. Bu durum
‘Kendisini irade ettiğimizde, ona ‘ol’ deriz5406 ayetinde belirtilir. ‘Ol’ sözü bir araçtır Hakk onun vasıtasıyla var etmiştir. Kelamın Hakkın zatı olması veya ilave bir şey olması, başka bir bilgiyi gerektiren (başka bir bahistir). Kastedilen, bu mananın anlaşılmasıdır, çünkü bir söz olmaksızın, sadece iradeyle yaratmayı gerçekleşmeyeceği gibi irade eden veya söz söyleyen olmaksı­zın da yaratma gerçekleşmez. Bu durumda sebeplerin hükmü sebepli­lerde ortaya çıkar. Sebeplerin etkisini sadece onların konulma nedenini ve hakikatlerin gereğini bilmeyen, reddedebilir. ‘Dikkat edin! Yaratma ve emir O’na aittir. Âlemlerin rabbi Allah Teâlâ münezzehtir.’407 Bu nedenle Hz. Musa ‘Onu işinde ortak yap demiştir’4011 Başka bir ayette ‘Onunla gediğimi kapat’409 demiştir. Bu ifade, beninı sözümden daha iyi bir açıklamadır ve Musa ne dediğini biliyordu. Biz ise onun işaretle anlattığı meseleden anlayış sahibinin kavrayabileceği hususu anladık. Yardımlaşma bu de­mektir ve ‘Allah Teâlâ’dan yardım isteyin’410 ve‘Ancak senden yardım isteriz5411 ayetlerinde belirtilen husus budur. Kul kardeşinin yardımında olduğu sürece, Allah Teâlâ da kulun yardımındadır.

Kendisinden yardım istenilen ile arada bir varlık ortaklığı bulunmasaydı, yardım isteyen doğru söylemiş olamazdı. Yardım isteyen, kendisine hiç muhtaç Olmadığı halde, sırf onu şereflendirmek amacıyla yardım isteyebilir (Allah Teâlâ’nın kuldan yardım istemesi gibi). Bununla bir­likte bir sebep gerekebilir ya da -sebep olmaksızınkendi başına müsta­kil olarak o işi yapabilir. Bu durumda yardım istenilen kimsenin sebep yapılması, başkasından üstünlüğünü belirtmek amacı taşır ve böylelikle insan, Allah Teâlâ katındaki değerini öğrenir. Çünkü Allah Teâlâ âlemde bir derece­lenme yaratmıştır. İlahi isimler arasındaki kardeşlik, özü gereği birbirini itmeyen isimler arasında olabilir, çünkü Allah Teâlâ, müminleri kardeş yap­mış, mümin ve kâfir arasında kardeşlik kurmamıştır. İman kardeşliği yoksa, nesep kardeşliğinde de miras hakkı vermemiştir. Öyleyse davet edilen şey, iman kardeşliğidir. Bakınız! Kendi dininde olmayan bir kar­deş vefat ettiğinde, nesep, kardeşi ona varis olamaz, din kardeşi ona va­ris olabilir. Bizim ile Hakk arasındaki suret (kardeşlik bağı), nesep ve din bağıdır. Bu nedenle Allah Teâlâ yeryüzüne (son) insan-ı kâmil’in ölü­münden sonra varis olacaktır ki, miras Hakk sahibini bulsun. Gökler de kendilerindeki peygamberlerin ruhlarının hükmü nedeniyle -yoksa me­leklerin bulunduğu bir yer olması nedeniyle değilvaris olmuştur. Me­lekler üflemeyle bayıldıklarında, Allah Teâlâ göğe de varis olur. Böylece elVaris ismi, melekleri gökten indirir, yeryüzünü ve gökleri başka bir yer­le ve gökle değiştirir. Nitekim kitabın başka bölümlerinde bunu söyle­miştik. Öyleyse ‘mümin için mümin, birbirini tutan bir duvara benzer.’ Mümin müminden nefret etmez, mümin mümini öldürmez, çünkü o iman sahibidir. Mümin, mümin olmayan nesep kardeşini (meşru bir durum olduğunda) öldürebilir. Konuyla ilgili bu kadar açıklama yeterlidir. Şimdi bu menzilin içerdiği ilimleri zikredelim.

Bunlardan birisi, Haldan kullarına nidasının bilinmesidir. Hakk, on­lara nereden nida eder? Meşiyetinin hükmüyle mi, yoksa bulundukları lıale göre mi? Kim çağrılır? Yüz çeviren mi, yönelen mi, yoksa her ikisi birlikte mi? İlahi adabın bilgisi, yaratıkların menzillerinin bilgisi, her yaratılmışa hatta her varlığa nasıl davranılması gerektiğinin bilgisi, bu menzilden öğrenilir. Bu bilgi sahibi, istenilen şeyi yerine getirirken, sa­dece kendisinin veya başkasının yararının bulunduğu şeyi yapar. Böyle biri yaptığı işlerde arzusunun dışına çıkmıştır. Her işte maslahatı göze­tir ve -hiçbir şeyin aleyhine değilher şeyin lehine göre davranır. Her sözü anlama bilgisi, bu menzilden öğrenilir ve insan buradan nereden konuştuğunu öğrenir. Meseleyi bilmeyen ise, hatayla suçladığı kişi adı­na mazeret getirmeyi bilir. Bu, değerli bir bilgidir ve ehlinin bu konuda insaf göstermesi az iken bilmeyen ise nasıl insaf göstersin ki? Böyle bir bilgiyle amel etmemek kişide nasıl bir hüsran ve -bilgiyi kullanmadığı içinpişmanlık meydana getirir? Unutur gibi yapmak, görmezden gel­medeki hikmet, bu menzilden öğrenilir: Bu, Hakkın mühlet vermesi veya kudreti yetenin mühlet vermesidir. Bu sayede görmezden gelinen kimse, yapması uygun olmayan veya sahip olması yakışmayan davranış­tan uzaklaşır. Eşyanın Allah Teâlâ’nın elinde olmasının bilgisi, bu menzilden öğrenilir. Yaratıkların elinde bu konuda bir yetki ve güç yoktur. Fiille­rin görünüşte onların elinde ortaya çıkmış olması, sahiplik anlamına gelmez, bu sadece geçici bir durumdur. Allah Teâlâ’nın zahirde ve batinda kul­larına bolca verdiği ilahi ihsanlar, bü menzilden öğrenilir. Yardım alınntası mümkün şeyler, bu menzilden öğrenilir. Birbiriyle çatışan iki şe­yin berzahı, bu menzilden öğrenilir ve tartışmanın ortadan kalkmasını isteyen kimse, berzahta bulunur, isimler ve onların değerleri araların­daki fark, bu menzilden öğrenilir. Bunların hangisi özel isimdir, hangisi övgü veya kınama için konulmuştur? Kul ile bilginin gerçekleşmesi ara­sına giren ‘yoldan uzaklaşmak’, bu menzilden öğrenilir. Bilgi, talep edi­len en üstün şey, elde edilecek en faziletli iş, kendisiyle iftihar edilebile­cek en büyük özellik, sayılacak ve saklanacak en sağlam araçtır. Allah Teâlâ onunla kendisini ‘yetkin delil sahibi’ olmakla övmüştür. Kast ettiğimiz, bilgidir, insanların yaratılış dereceleri, bu menzilden öğrenilir, çünkü onlar, bu konuda derece derecedir. Acaba bir insanın yarattığı ve ‘insan’ denilen varlık, insan mıdır, yoksa beden yapısı itibarıyla insan suretin­deki bir hayvan mıdır o? Düşünen (natık) nefsin böyle bir yaratılmışta ortaya çıkmasından aciz bırakan şey nedir? Acaba bunun nedeni, istida­dın olmayışı mıdır? Bu durumda o sureti inşa eden, düşünen nefsin tümel nefsten kabul edebileceği biı şeyle hüküm verir. Veya buna im­kân vermeyen Allah Teâlâ’nın iradesi midir? Çünkü bu önemli bir meseledir ve onun fiilen gerçekleştiği söylenmiştir. el-Fellahatü’n-nebtıyye’de söylen­diğine göre, bazı doğa bilimciler, insan menisinin özel bir ölçüyle ve belirli bir zaman ve mekanda kokuşturulmasıyla, sureti itibarıyla insan meydana getirmişlerdir. Bir sene yaşamış, gözlerini açıp kapatabiliyor­du, fakat konuşamıyor, beslendiği şeye bir şey ekleyemiyordu. Bir sene yaşamış, sonra ölmüştü. Onun dilsiz hükmündeki bir insan mı, yoksa insan suretinde bir insan olup olmadığı bilinmiyor. Hasep-nesep ilmi, bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ yükümlüde neyi dikkate alır? Acaba zâhirini mi, yoksa bâtınını mı dikkate alır yoksa yükümlülükten sonra kendisinden gelen şeyi kabul etmede her ikisini birden mi dikkate alır? Yükümlülük çağından önce ise, bir sınırlama yoktur, insan herhangi bir sorumluluk olmaksızın doğasına göre hareket eder. Bu durum ‘Biz pey­gamber göndermeden azap edici değiliz5412 ayetinde belirtilir. Hal böyle iken, küçük çocuğun acı duyması nereden kaynaklanır ki duyduğu acı nedeniyle ağlar? Cahilin bilgiye döndürülmesi, bu menzilden öğrenilir. İşlerin münezzehliği (mertebesinde) Allah Teâlâ’ya döndürülmesi hangi tarzda gerçekleşir? Acaba irca ve döndürme, Allah Teâlâ’nın onları yaratmış olmasıyla mı ilgilidir, yoksa onların gayesi olmasından mı kaynaklanır? Bu konu­nun mahiyeti nedir?

‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Bitkilerin Bütün Zamanlarda Vaktin Sahibi Olan Kutub'a Biat Etmelerinin Muhammedi Mertebeden Bilinmesi

Yemin ettim Allah Teâlâ’ya ki O da yemin etmiş kendine .

. Rabbe yemin olsun, Vallahive billahi diye

O, birleyen olmadan Bir

Yeryüzünde ve her neredeyse yaratıklarıyla

O Arşından iner                                                                                                                                       .

Arşına ise Amâ’dan inmişti

Keyfiyetsiz ve ayrım olmaksızın

Çünkü her ikisinden münezzehtir Allah Teâlâ

Allah Teâlâ sana yardım etsin, bilmelisin ki, genel biadeşme, bilhassa zamanın tekine (vahidu’z-zaman) yapılabilir. Çünkü zamanın teki, var­lıklarda ilahi surede ortaya çıkan kimsedir ve onun kendiliğindeki ala­meti budur. Bunun amacı, hükmün uygulanmasında veya uygulanma­masında veya o şeyle başkasında gözükmede irade ve seçimin kendisine ait olduğunun öğrenilmesidir. Onların bir kısmı zahir iken bir kısmı görünmez ve Hakk kendisine gözükmeyi emretmedikçe kul olarak kalır. Hakk ona görünmesini emretmedikçe, ilahi emrin kendisiyle gerçekleşti­ği ölçüde, ortaya çıkar ve ona bir şey eklemez. Bu yolda itimat edilen yüce makam, budur. Çünkü kul asıl itibarıyla sadece Allah Teâlâ’ya ait olsun diye yaratılmıştır ve sürekli kuldur, ‘rab’ olarak yaratılmamıştır. Allah Teâlâ ona efendilik elbisesi giydirip elbise ile yaratıklarında gözükmesini em­rettiğinde, kendiliğinde kul, kendisini görene ‘efendi’ olarak görünür. Bu, Rabbinin süsü ve üzerindeki hilatidir. Ebu Yezid el-Bestami’ye in­sanların kendisine ‘teberrük’ niyetiyle el sürmeleri sorulmuş, o da şöyle cevap vermiş: ‘Onlar bana el sürmüyor, Rabbimin beni kendisiyle süs­lediği bir süse el sürüyor. O süs bana ait değilken, onları bundan engel­leyeyim imi?’ İnsanların teberrük niyetiyle kendisine ellerini süren ve böyle yapmalarına müsaade eden Ebu Medyen’e ‘İçinden etkileniyor


musun?’ diye sorulunca, şöyle demişti: ‘Hacer-i esved peygamberler, nebiler ve Allah Teâlâ’nın velileri tarafından öpülürken, onu Allah Teâlâ’nın sağ eli olan bir taş olma halinden çıkartacak bir duyguya kapılmış mıdır?’ ‘Ha­yır’ denilince, şöyle demiştir: ‘İşte ben o taşın kendisiyim.’ Allah Teâlâ şöyle der: ‘Sana biat edenler, Allah Teâlâ’ya biat etmiştir.’4'3 Böylelikle suret itibarıyla kendisini olumladıktan sonra, olumsuzlamıştır. Aynı şeyi taş atmayla il­gili bir ayette yaparak, şöyle buyurur: ‘Atmadın sen attığında, fakat Allalrı attı.’414 Allah Teâlâ, biatleşmede elini biat edenlerin ellerinin üzerine koymuş­tur.

Biatleşme adabı şöyledir: Biat edenler, öpmek üzere biat ettikleri kimsenin elini tutarken, ellerini onun elinin altına, biat ettikleri kimse­nin elini ellerinin üzerine koyarlar. Rahman sadaka verenin elinden sa­dakayı sağ eliyle alır. Sadaka veren insanda bulunması gereken edep, sadakayı ‘nefsinin’ avucuna koyup onu aşağı indirmektir. Bu sayede sa­daka alanın eli, sadakayı alırken yukarıda kalır ki, üstteki el, aşağıdaki elden üstündür. Üstteki el, nafaka verendir. Rahman sadakayı alır ve bir ticaret olmak üzere kendisine geri öder. Bu ticaret gelişir. Kıyamette sadaka veren kimse sadakanın berekedendiğini ve arttığını görür. Sûfılerin görüşü budur.

Keşfin verdiği bilgiye göre, bizim görüşümüz böyle değildir: Di­lenci elini sadaka verenden sadaka almak üzere açtığında, Hakk kendi elini dilencinin elinin üzerine koyar. Bu durumda sadaka, dilencinin eline düşmezden önce -sadaka verene bir ikram olmak üzereRahman’ın eline düşer. Rahman sadakanın bir benzerini kendisiyle yarar­lanması için dilencinin elinde yaratırken sadakanın kendisini alıp onu nemalandırır ve büyüklükte Uhud dağı kadar olancaya kadar artırır. Bu durum, sadaka vermenin sırf Allah Teâlâ için olması hususundaki ilahi gayre­tin sonucudur^ Çünkü Allah Teâlâ görür ki, insan arzusundan dolayı hediye verirken değerli malından verir, Allah Teâlâ’dan dolayı bir şey verdiğinde ise, değersiz malından verir, insanlara hakim duygu budur. Bu nedenle Allah Teâlâ, kendi mertebesine karşı gayrete gelerek, mertebenin küçümsenme­sini istememiştir. Bu nedenle o sadaka artar ve büyür. Onu böyle bü­yük bir şekilde gösterdiğinde ise, maksat gerçekleşir. Veren el, alan elin üzerindedir ve bu nedenle hadiste ‘düşer’ denilmiştir. Düşme üsttekin­den olabilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘İp sarkıtsaydınız, Allah Teâlâ’nın üzerine düşerdi’ der. Yani Allah Teâlâ Arş üzerine istiva ederken yüksek yönüne nispet edildiği gibi aşağıda da bulunur. Allah Teâlâ her şeyi korumak üzere ihata edendir. Dairenin çevresi varlığı korur. Varlığın çıktığı noktayla ilişkisi, ihata eden dairenin varlığıyla ihatanın ilişkisi gibidir. Üst O’na aitken alt da O’na aittir. Bâtın O’ha ait olduğu kadar zâhir de O’na aittir. Biat edilen ve eden O’dur, çünkü dinlemek ve uymak üzere biat edilir. Duyan O olabilir. İtaati yerine getirmek, O’nun için yapılabilir. Öyleyse O, duyan ve yapılmasını emrettiği işi yapandır.      ' .

Biatin tarzını zikredelim: Bu konuda Mübayaatü’l-kutub diye isim­lendirdiğimiz ve önemli bilgiler içeren müstakil bir risalemiz vardır. Bildiğim kadarıyla, bu konuda ilk yazan benim. Allah Teâlâ ehli arifler ise, bu konuyu müşahede etmiş ve bilmiş olsalar bile, kendilerine göre daha mühim işlerle ilgilenmeleri, bu konuyu insanlara açıklamaktan onları alıkoymuştur. Bizim için en önemli iş de o meseleyi insanlara açıkla­maktır. Sûfılerin düsturu, ‘daha mühim’ işlerle ilgilenmektir. Bu du­rum, ilahi kuvvetle gözükmediklerinde böyledir. İlahi güçle ortaya çıkılınça, bir iş ötekinden ah koymaz. Çünkü iş bütünüyle Haktır, bunu bilmelisin.

Biatleşmenin Tarzını İzah ve Açıklama: Bilmelisin ki, Allah Teâlâ, kutup, zamanın teki, gavs ve halife diye ifade edilen âlemi gözetmekle birisini görevlendirdiğinde, misal mertebesinde onun adına bir döşek yerleştirir ve onu bu döşeğin üzerine oturtur. O mekânın sureti, onun mertebenin suretini bildirecek tarzdadır. Nitekim Arş’a istiva etmek, her şeyi bilgi bakımından kuşatmayı anlatır. Allah Teâlâ bu kişi için bir döşek koyduğunda, talep ettiği bütün ilahi isimleri kendisine giydirir. O da, söz konusu isimlerle süslenmiş, taçlanmış bir halde gözükür. Bu sayede ilahi isimle­rin ona kazandırdığı ziynet ve süs, onun üstünü altını, ortasını, içini dı­şını ve her yanını kaplar. İlahi suret ile o döşek üzerine oturunca, Allah Teâlâ âleme ‘sevinçte ve kederde, sözünü dinleyeceğiz ve itaat edeceğiz’ diye ona biat etmesini emreder. Bu durumda yukarıda ve aşağı âlemdeki herkes, ona biat eder. En yüce olanlar, biatin dışındadır, çünkü onlar, özü gereği -yoksa emirle değilkendilerini bütünüyle ibadete veren me­leklerdir. Meclise ilk giren, kendi mertebelerine göre Mele-i ala’dır, son­ra sırayla girerler. Onlar ‘sözünü dinleyeceğiz ve itaat edeceğiz’ diyerek, Kutub’un elini tutar, fakat biatlerini sevinç ve kederle sınırlamazlar. Çünkü onlar, bu iki niteliği tanımazlar, bu iki nitelik, ötekini tadarak öğrenilen karşıt niteliklerdir. Mele-i a’la, sürekli sevinç halindedir ve kederin tadını bilmezler, çünkü nahoşu tatmamışlardır. Her ruh biat etmek üzere huzuruna girerken, Kutub Allah Teâlâ hakkında bir meseleyi ona sorar ve şöyle der: ‘Sen şöyle mi diyorsun?’ O da ‘evet’ deyince, Kutup herkesin sorusuna Allah Teâlâ hakkındaki bilginin bir yönünü bildirerek ce­vap verir. Kutub’un cevap verdiği yön, o şahsın sahip olduğu bilgiden üstündür. Bu sayede biat eden herkes, Kutup’tan yararlanarak huzu­rundan çıkarlar. Bu Kutub’un durumu böyledir. Bu konuda yazdığım kitapta devrimizdeki Kutub’un kendisine biat edenlere sorduğu soruları zikrettim. Sorular, her zaman tekrarlanan belirli sorular değildir. Her Kutub Allah Teâlâ’nın o esnada aklına getirdiği şeyleri sorar. Bunlar, kendisine biat eden ruhların hakkında görüş belirtmiş olduğu meselelerdir.

Kutub’a önce ilk akıl, sonra (tümel) nefs, sonra gök ve yerde amel sahibi öncü ve amade melekler, sonra bedenleri yöneten ve ölümle be­denlerinden ayrılan yönetici ruhlar, sonra cinler, sonra türeyenler biat eder. Böylelikle Allah Teâlâ’yı tespih eden mekân-mekânlı, yer-yerleşen her şey, Kutub’a biat eder. Bunun istisnası, kendilerini bütünüyle ibadete adamış büyük melekler ile insanlardan Efrad’dır. Onlar, Kutub’un tesir dairesinin altında değillerdir. Kutub’un tasarrufunun dışındaki kimseler de biat etmez. Onlar Kutub gibidir ve onun kutuplukta elde ettiği şey­lere ehildir. Fakat hakikat bir zamanda bir kişinin Kutub olmasını ve bu görevi üsdenmesini gerektirir. Onun belirlenmesi, bir önceliğe göre gerçekleşmez. Fakat ilahi takdir, onun görevli olmasını belirler. Bunun­la birlikte o esnada Ferder (tekler) içinde Allah Teâlâ’yı bilmede ondan daha bilgili kimseler bulunabilir.

Bu menzil, türeyenlerden bitkilerin (kutub’a) biat etmesini içerir. İnsan cisimleri hakkındaki ‘Sizi yeryüzünden bitirdi415 ayeti, bu konuyla ilgilidir. Siz yeryüzünden biterek çıktınız. Onlardan söz edilirken, ‘bi­tirmek’ (inbat) fiili zikredilmiş, mastarla desteklemek yerine başka bir mastar getirmiştir (nebat). Bu sayede onların yeryüzünden (bir bitki gibi) bittikleri öğrenilir. Bu durumda, kendisiyle yaratıkları arasında or­taklık gerçekleşir ve bitmeye istidadı olmasalardı, kendilerine isimlerin etki etmeyeceğini gösterir. Onlar, isimlerden ve istidattan (birlikte) or­taya çıkmışlardır. O halde isimlere ait olan, ‘Sizi yeryüzünde bitirmiştir416 ayetidir. İstidada ilgili olan, ‘nebat (bitki)’ ifadesidir. Nebat ‘nebete (bitti)’ fiilinin mastaridır, enbete’nin (bitirdi, yetiştirdi) değil, onun mastarı ‘inbat5 kelimesidir. Bakınız! Kuran’ın bağlamları ne kadar sırlı­dır ve hakikatler nasıl ortaya çıkartılır. Allah Teâlâ, verdiği haberlerde işleri bulunduğu Hakk göre nasıl öğretir ve her Hakk sahibine hakkını verir. İlahi iktidar, kendisine nüfuz edilme istidadına sahip kimseye işler. Böyle bir istidat ise mümkünlerde olabilir. İlahi iktidarın kendisi nede­niyle varlığı zorunlu olana etkisi olamayacağı gibi varlığı imkânsız olana da nüfuz edemez. Alim ve Hakim Allah Teâlâ’yı tenzih ederim.

Bilmelisin ki, insan bir ağaçtır. Allah Teâlâ onu ‘ot5 olarak değil, bir ağaç olarak yarattı, çünkü ağacın kökleri vardır. Allah Teâlâ, zıdardan yaratıldığı için insanı ‘teşacür’, yani çatışma anlamı taşıyan ‘ağaç (şecer)’ yapmıştır. Zıdar çatışma ve tartışmayı talep eder, bu nedenle Mele-i a’la da hasımlaşır. İnsanın âlemdeki varlık aslı, hükümde birbirinden farklı olan ilahi isimlerdir ve onun başka bir dayanağı yoktur. Allah Teâlâ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem için şöyle demiştir: ‘Mele-i ala hasımlaştığmda, onlar hakkında bilgim yok­tur.’417 Allah Teâlâ onu bildirene kadar, peygamberin o konuda bilgisi yoktu. Böylece peygamber doğanın onlarda bir etkisinin olduğunu öğrenmiş­tir. Bu durum, türeyenlerin cisimlerinde rükünlerin etkisi olmasına benzer. İnsanlar ağaç oldukları için, hasımlaştıklarında ve tartıştıkların­da aralarında hüküm verip çatışmayı (teşacür) ortadan kaldırsın diye ‘valiler’ görevlendirilmiştir. Allah Teâlâ bu valilerin kendisine dayandığı bir devlet başkanı (imam) belirlemiştir. Dinin bekası için, herkes ona dö­ner. Allah Teâlâ kullarına devlet başkanına karşı gelmemelerini ve başkaldıranı öldürmemizi emretmiştir. Çünkü Allah Teâlâ devlet başkanıyla tartışmanın dinde bozulmaya yol açacağını bilir. Halbuki dini ayakta tutmayı em­retmiştir. Bu düşüncenin kaynağı, ‘O ikisinde Allah Teâlâ’dan başka ilahlar bu­lunsaydı, bozulma ortaya çıkardı5418 ayetidir. Devlet başkanı edinmek ve onun -zahirdehükümdarlığı kılıca bağlı bir kişi olmasının gerekliliği, buradan ortaya çıkmıştır. Vaktin kutbu, bazen bizzat imam olabilir. Misal olarak Hz. Ebu Bekir ve kendi devrinde başka isimleri verebiliriz. Bazen vaktin kutbu devlet başkanı değildir. Bu durumda halife, adalet özelliğiyle ortaya çıkan vaktin kutbu iken zahirdeki halife -kendisi far­kında değilkenbâtındaki o kutub’un vekillerinden biridir. Öyleyse hak­sızlık ve adalet, zahirdeki devlet başkanlarından ortaya çıkabilir, kutup adil olmaz. Onun bazen görünmesi bazen gizlenmesinin sebebi, Allah Teâlâ’nın herhangi bir insanı halifelik makamında bulunmaya zorlamama­sıdır. Allah Teâlâ ona bu makama ehliyet vermiş, kılıç kullanarak makamın gerektirdiği görevi ona teklif etmiştir. Görevi kabul eden, kılıçla ortaya çıkar ve zahirde ve batında halife olur. Bu durumda başka devlet başka­nı yoktur. Uygun gördüğü bir maslahat nedeniyle gözükmemeyi yeğ­lerse, Allah Teâlâ onu gizler ve onun yerine birisini görevlendirir. Bu kişi, ha­life diye isimlendirilir, haksızlık yapar veya adil davranır. Bazen Allah Teâlâ’nın kendisini başarıya erdirdiği ölçüde adil hareket eder. Böyle bir halifenin hükmü, zalim bile olsa, adil devlet başkanının hükmüyle aynıdır. Ona karşı gelen öldürülür. Fakat ‘öteki’ öldürülür, çünkü karşı çıkan odur. Allah Teâlâ bize kimsenin ona itaatsizlik yapmamasını emretmiş, hükümdar­lardan adil olanın hem kendine ve hem bize yarar sağladığını, zalim olanların ise, kendi aleyhine çakşırken bizim lehimizde davrandığını bildirmiştir.

İnsan, daha önce de söylediğimiz gibi, bir ağaçtır. Bu nedenle Allah Teâlâ, ilk insana -diğer ağaçlardan farklı olarakbelirlediği bir ağaca yak­laşmayı yasakladı. Nitekim insan da -diğer ağaçlardan farklı olarakhali­felikle belirli bir ağaçtır. Allah Teâlâ belirlenen ağaca yaklaşmamakla onun dikkatini kendi nefsine çekmiştir. Bu durum Davud peygambere yapı­lan tavsiyede ortaya çıkar: ‘Hevaya uyma.*'9 Kastedilen, nefsin arzusu ve hevadır. Öyleyse yaklaşılması yasaklanan ağaç, hevadır. Başka bir ifa­deyle ayet, çatışma ve muhalefet bölgesine yaklaşma demektir. Böyle yaparsan, unsurdan oluşan doğal bedeninin yapısı, sana etki eder. Allah Teâlâ bu emri bedeni yöneten düşünen nefse (nefs-i natıka) söyler. Çünkü in­san ver emirde veya yasaklarında Allah Teâlâ’ya bu nefs sayesinde karşı gelebi­lir. ‘Bu ağaç5420 ifadesinde, belli bir ağacı belirlemek üzere, işaret zamiri kullanılmıştır. Devlet başkanlığı ve imamlık, tıpkı emanetin teklif ve arz olması gibi, bir tekliftir. Bu nedenle devlet başkanlığı, bir ‘emanet5 sa­yılmıştır ve bazı kutuplar zahirde başkanlık yaparken bir kısmı gizlen­meyi tercih etmiştir. Hakk Kutub’un ehliyetine bakar. Allah Teâlâ bu zahirdeki devlet başkanına da bu gözle bakmış olsaydı, İmamîler’in masum imam hakkında ileri sürdükleri gibi, hiçbir devlet başkanı zalim olamazdı. Çünkü bâtında imam olmanın şartı, masumiyettir. Zahirdeki devlet başkanlığı ise, başkası ise, masumluğa sahip değildir. İşte Imamîler bu­rada yanılmıştır. Zahirdeki devlet başkanlığı Kutub’un istemediği bir iş olsa ve Allah Teâlâ ona bu görevi yapmayı emretseydi, hiç kuşkusuz, bize gö­re Allah Teâlâ onu korurdu. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, bu hususlara dikkat çekerek, kendi uygulamasıyla başkanlığın teklifle olduğuna dikkat çek­miştir. Bu bağlamda Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kimseyi bir göreve zorlamamış, görevi kabul etmeyen insan için bu davranışın daha hayırlı olduğunu ve kıyamet günü görev almanın bir pişmanlık ve zarar olduğuna dikkat çekmiştir. Görevini adil bir şekilde yerine getiren ise kıyamette pişman olmaz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem görevin verildiği kimsenin korunacağına da dikkat çekmiştir: ‘Kim bir göreve talip olursa, onunla baş başa kalır. Kime istemeden görev gelirse, Allah Teâlâ onun için kendisine yardım eden bir melek görevlendirir.’ Korumak da bu demektir. Burada istemek, görevden razı olmak ve onu sevmek demektir. Böylece göreve talip olan insan, içinden onu ister. Ehl-i hal ve akd’in bu görevi almaya zor­ladığı öteki kimse ise, görevi yerine getirmesinin ve onu üstlenmesinin bir gereklilik olduğunu görür. Görevden yüz çevirmek, bozulmaya yol açacaktır. Böyle bir durumda zahirde başkalarının onu bu göreve zor­laması^ Hakkın o görevi üstlenmesini emretmesinin yerini alır. Bu şart­larda görevini yapar ve masum kalır. Öyle bir insan adil olur, çünkü ona yardım eden melek, ona iyi işler tavsiye eder. O melek, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in söylediği gibi, bir dosttur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem (içindeki şeytana karşı) Allah Teâlâ’nın ona yardım ettiğini, kendisinden selamette olduğunu veya bir rivayette Müslüman olduğunusöylemiş, ‘bana sadece iyiliği emreder’ demiştir.

Bitkiler bu Kutub’a kendilerine emrettiği Allah Teâlâ’ya itaatle ilgili hü­kümlerde -sevinçte ve tasadakarşı gelmemek üzere biat eder. Allah Teâlâ her nefsin yükümlülüğünü sahibinin eline vermiş, ona emrederek şöyle de­miştir: ‘Rabbinin makamından korunan ve nefsi arzudan uzak tutan kimse!,i21 Aynı şey Davud’a da ‘Arzuna uyma5422 şeklinde söylenmişti. Kaste­dilen, nefsi olduğu gibi, birinci ayette nefs kastedilmiştir. Allah Teâlâ başkası­nın arzusuna uymayı yasaklayıp; ona uyulmuş olsaydı, kişi yine nefsinin arzusuyla ona uyar, bü konuda kendi nefsini memnun ederdi. Bu ne­denle ayette ‘heva’ derken, insanın nefsini kastettiği ve başkasını kas­tetmediği anlaşılır. Heva, Allah Teâlâ’nın yapılmasını veya yasaklanmasını iste­diği konularda karşı çıkmayı insana emreder. Nefs arzusuna uymak üzere biat ettiğinde, ‘ağaç olmak’ özelliğinden Allah Teâlâ’nın emrine karşı çı­kanlardaki ‘çatışma’ özelliğine geçer ve onun hakikati, Allah Teâlâ’nın emrine karşı çıkanların arasında kalır. Çünkü Allah Teâlâ muhalefetin sürekli olacağı­nı bilir, çünkü nefs, özü gereği bir ağaçtır (şecere, çatışma özelliğine sahiptir). Çatışma ye muhalefet ortadan kalksaydı, nefsin varlığı orta­dan kalkardı. Bu nedenle Allah Teâlâ mutluluğunun bulunacağı özel bir yer belirlemiştir. Binaenaleyh insanlardan Kutub’u tanıyan herkesin ona bi­at etmesi gerekir. Ona biat ettiklerinde ise, biat kendilerini bağlar. Bit­kilerin biatinin bir yönü budur, çünkü o zahirî biattir. Kutub da (bu biat nedeniyle) onun zahirinde dilediği şekilde hüküm verme hakkına sahip iken öteki ona itaat etmelidir. Bunun bir benzeri, şeriatın zahirin­de ortaya çıkar: Kavgalı iki insan tartıştıkları konunda bir hükümde bir­leştiklerinde, görüş birliğine vardıkları hükme uymaları ve bu konuda tartışmaya düşmemeleri gerekir. Hakk yönünden görevlendirilen Kutub, onun bâtındaki imamlığını bilenlerin gözünde, hüküm vermeye daha layıktır. Bu nedenle kendisine biat edenlerin zahirinde olduğunu söyle­diğimiz biatleşmeyi bitkilerin biadeşmesine kattık. Hatta işi incelersen ve bu konuda asla katılırsan, düşünen-tikel neftse bitkilik özelliğini bu­lursun, çünkü o, ancak düzenlenmiş ve itidale kavuşmuş bedende ve onun mizacına göre ortaya çıkar. Öyleyse suretin mizacı, nefs-i natıka’nın (düşünen nefs) kendisinden bittiği bir topraktır. Allah Teâlâ onu o cisme üfleyerek oradan bitirmiştir. Unsurlardan oluşan bedeni yöneten bütün ruhlar böyledir. Böyle biri vaktinin imamını tanıyıp ona biat eden, onun canı, ailesi ve malı hakkındaki hükmünü kabul eden kimse­dir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kendisi için şöyle demişti: ‘Bir kula ben ailesi, malı ve bütün insanlardan daha sevimli gelmedikçe kâmil mümin olamaz.’ Bu nedenle, biatte ‘sevinçte ve tasada’ şartı koşulmuştur. Çünkü insan, nefsinin arzusu Allah Teâlâ’ya uyduğunda Mutlu olabilir. Mutlu olmadığı işler ise, nefsinin arzusu Allah Teâlâ’nın emriyle çeliştiğinde ortaya çıkar ve isteksiz­ce o işi yapar. İsteksizce bile olsa onu yapmasının nedeni, (verdiği söz nedeniyle) insaflı olması ve biatin gereğine uymasıdır, çünkü Kutub’a biat ederken, gerçekte Allah Teâlâ’ya biat etmişti. Gözleriyle biat ettikleri insa­nın elini görseler bile, ‘Allah Teâlâ’nın eli onların ellerinin üzer idedir.H23 Nefis genellikle mizacının hükmü altında bulunur. Bununla birlikte insanların pek azının nefsi, doğasına ve mizacına hakimdir, çünkü annelik, düzen­lenmiş bedene ait bir özellikken babalık nefse ait bir özelliktir. Allah Teâlâ in­sana babasına ve annesine iyilik yapmayı, onların emirlerine uymayı emretmiştir. Bu durum, anne ve babadan birisinin Hakkın emrine aykı­rı davranmayı emretmesiyle sınırlıdır. Böyle bir durumda insan, anne babasına itaat etmez. Allah Teâlâ ‘Seni bana şirk koşmaya zorlarlarsa, onlara itaat etme, dünyada kendilerine karşı iyi davran. Bana uyanların yoluna yöneî’424 buyurur. Allah Teâlâ, kendisine yönelen kimselere uymayı ve direnç gösterdikleri takdirde nefislere karşı çıkmayı emretmiştir. Öyleyse imam (devlet başkanı), kendisine uyulmaya Hakk sahibi olan kimsedir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘İman edenler, Allah Teâlâ’ya emir sahiplerine ve peygambere ita­at edin...42S Emir sahipleri, kutub, halife ve valilerdir. Onların vereceği hüküm, tasarrufun serbest olduğu konularda olabilir, çünkü vacip ve haram Allah Teâlâ’ya ve peygamberine itaatin bir parçasıdır. O halde devlet başkanlarına (imamlar) itaat, karşılığında bir sevabın ve yükümlüğün olmadığı mubah alanıyla sınırlıdır.

Başkanın olup da sözünü dinlemek ve itaat etmek üzere biat ettiğin bir devlet başkanı (imam) herhangi bir mubahla ilgili bir emir verirse, ona uyman zorunludur ve emrine karşı çıkman haramdır. Böyle bir du­rumda mubah fiilin hükmü, vacip haline gelir. Böyle bir durumda in­san, hükümdarın (daha önce mubah olan ve sevabı olmayan bir konu­da) emrini yerine getirmekle vacip sevabı kazanır ve biat ettiği kimsenin hükmüyle mubahlık ortadan kalkar. Bu meseleyi ve imamın mubahı emretmesi hakkında dikkat çektiğimiz hususu iyi düşün ve incele. Biat etmenin mertebesini, onun meydana getirdiği neticeyi ve tesiri öğren­melisin! Mubah olan bir iş -Hakkın (mubah hususlarda başkanlara ita­atle ilgili) emri nedeniyle vacibe dönüşmekle nasıl ortadan kalkmış, devlet başkanı olan imam, -Şâri’nin emriyleŞâri konumuna geçmiştir. Hükme konu olan şeyin durumu, imam’ın verdiği hükümden önce şe­riatta başka (mubah) iken, imam’ın emriyle değişerek başka bir Hakk dönmüştür (vacip veya haram). Hakk bir insanı kendi yerine koyarsa, ona uymak gerekir.

Bilmelisin ki, bitkiler, maden ile hayvan arasındaki orta âlemdir ve ‘berzah’ hükmüne sahiptir. Dolayısıyla bitkilerin iki yönü vardır. Ber­zah özelliğine sahip bir şey, özü gereği, kendini keşfeden insana sahip olduğu yönlerin hakikatinin bilgisini verir. Çünkü berzahlarda kemal, başka yerlerdekinden daha barizdir. Berzah, hem kendisi hem başkası hakkmda bilgi verebilirken berzah ve ‘ortada olma’ özelliğine sahip ol­mayan, sadece kendisi hakkmda bilgi verebilir, başkası hakkında bilgi veremez. Berzah, iki ucun aynasıdır; kim berzahı görürse, iki ucu görür ve bu durum kaçınılmazdır. Bitkilerde berzah sırrı vardır, başkasında o sır yoktur. Çünkü o, ‘nebat olarak426 ayetine göre, kendisiyle ‘sizi bitir­miştir427 ayetine göre, rabbi arasında bir berzahtır. Adil ve insaflı insan, kendisi ve Rabbi arasında hüküm verendir. Bir insan nefsi rabbinin (hükmüyle) çatışıyor iken hakem olamaz. Adil insan, Hakkın lehine ve nefsinin aleyhine hüküm verir. Çünkü bilir ki, her yönüyle ve her du­rumda Hakk, Allah Teâlâ’nındır. Nefsin didişmesinin nedeni ise, ilahi surete gö­re yaratılmış olmasıdır. Benzerlerin zıtlığı -zıdarın zıtlığı değililahi su­rettedir. Böylelikle insan rabbiyle nefsi arasında ‘hakem’ olarak ortaya çıkar. Bakınız! İnsana nefsini arzusundan uzaklaştırması emredildi ve Şâri nefsini bir yabancı konumuna yerleştirdi. Halbuki nefsi denilen şey, insanın kendisidir ve nefis, insanın hakkında otorite sahibi olmayı iddia ettiği şeydir. İş bedenin büyümeyen kısımlarıyla cisimle sınırlı kal­saydı, tartışma ortaya çıkmazdı, çünkü bu yönüyle beden, Allah Teâlâ’nın hamdini tespih etmek özelliğinde yaratılmıştır. İnsan bedeni, köksüz odara benzer ve ancak kendisine üflenen ruhun varlığıyla ‘ağaç’ (köklü, yani çatışma özelliğine sahip olan) haline gelebilir. Bu üflemeyle insan, hayvanı ruh kendilerine üflenmeden kökleriyle ayakta duran ağaçlardan farklı olarak, köklerine dayanır. Öyleyse insan, esas itibarıyla köksüz bir ‘ot’, fakat ‘hayvani ruhun üflenmesi’ nedeniyle köklü olan bir bitkidir. Onun Allah Teâlâ’ya secdesi, gölgenin secdesine benzerken ağaçların Allah Teâlâ’ya secdesi köklü şahısların secdesidir.

Bitkiler, berzah özelliğine sahip olunca, berzahı olduğu şeylerin suretlerini kabul eder. Bunlar, hayvan ve madendir. Bitkiler (Kutub’a) bi­at ettiğinde, kendilerinde gözüken ve aralarında berzah olduğu iki şeyin suretleri nedeniyle biat eder. Bunlar, kendisine tabidir ve böylelikle bit­kilerin biati, hayvan ve madenlerin biaderini içerir. Çünkü bu imam za­hiri suretleri ‘berzah’ aynasında müşahede eder. Bu, garip bir bilgidir. (Berzahın durumuna misal olarak) Aynaya bakan insan, kendinden başka bir suret görür ve ayna kendisine yansıyan sureti şekilden şekle sokar. Böylece aynada şahıslar, gerçekte kendisine bilinseler bile, olduk­larından farklı bir surette algılanır. Öyleyse insan onu ancak parlak bir cisimde görebilir. Bu suret kendisine bakılmadan başka bir bilgi verirse, bu durum, biat edenin biat ettiği kimseye ‘söz dinlemek’ ve itaatten başka verdiği şeye benzer. Bilgi vermezse, onunla ilgili değil, aynaya bakan insanla ilgilidir. Böyle biri imam veya halife olmadığı gibi hiçbir şekilde biati de yoktur. Bu sayede imam başkasından ayrışır ve onun imam olduğu öğrenilir. Surete bakan ise, tefekkür veya itibar yoluyla bilgi alırsa, onun vaktinin imamı olduğu zannedilir. Bunun böyle olma­sı, suretlerin kendiliklerinde bir fikir ve itibar olmaksızın, keşif yoluyla bilgi vermesine bağlıdır. Keşif kaynaklı bilgisinde fikirden hareket eden insan kendisine denk ise, böyle birisi de -(keşf ve fikir) yolun farklılığı nedeniyleimam değildir. Çünkü imam, bilgilerini fikir gücünden elde etmez, aksine kendi düşüncesine başvurursa yandır. Onun nefsi, bdgiyi Allah Teâlâ’dan almaya alışıktır. Allah Teâlâ’nın ona bir şey göstermesi, kendisine dönük inayetinden kaynaklanır. Allah Teâlâ ona bazen fikir yolundan bilgi almayı ihsan edebilir, fakat bu durum, onu Rabbinden perdeler. Hakk, her durumda sadece O’ndan bilgi almasını irade etmiş, o da Hakkın bu­lunduğu her işte Haktan bilgi alır. Kutub’un boş kalması veya başkası­na yönelmesi, mümkün değildir. Akıllı insan, fiilî delili iyice inceledi­ğinde, zikrettiğimizin doğruluğunu görür: Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem hurmaların âşdanmasına engel olunca hurmalar ürün vermemişti. Çünkü peygam­ber, bu sözünü vahiyden hareketle söylememişti. Bedir savaşında suyun olmadığı yere konaklaması da öyleydi. Ardından Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, saha­besinin görüşüne uymuştu. Çünkü peygamber bdgderini Allah Teâlâ’dan al­maya aşinadır ve onun nefsine dönmek gibi bir alışkanlığı yoktu. Pey­gamber, en kâmd nisandır ve ondan daha kâmili yokken, onun aşağısındaküer hakkında ne düşünülür? Allah Teâlâ’yı bdenlerin fikir yoluyla bilgi edinme tarzıyla alakaları yoktur. Bir şahıs bdgderini Hakkı keşif yoluyla Allah Teâlâ’dan alırsa, o zaman ‘dahi’ diye isimlendirilir. Ebu Yezid el-Bestami şöyle der : ‘Siz bdgderinizi ölülerden alıyorsunuz ve ‘falan, falandan ak­tardı’ diyorsunuz? O nerededir: Öldü; ‘O da falandan aktardı.’ Peki o nerede? O da ölmüş.’ Ebu Yezid şöyle devam eder: ‘Biz bdgimizi Ölümsüz Diri’den almaktayız.’ Adah de kuî arasındaki en büyük perde, kulun bdgisinin nefs kaynaklı olması ve bdgisini fikir ve nazari gücün­den almaşıdır. Bu güçlerden aldığı bdgi gerçek bilgiye uysa bile, bdgiyi Allah’tan almak daha üstündür. Akün zorunlu bilgileri, Allah Teâlâ’dandır, çünkü onlar, fikir ve tümevarım (istidlal) yoluyla elde eddemez. Bu ne­denle zorunlu bdgder, insan akd sahibiyse, kuşku ve tereddüt kabul et­mez. Kendisiyle aklı arasında perde olan kimseden söz etmiyoruz.

Bitkilerin biatini ve mertebesini, senin ve hemcinslerinin birer bitki olduğunu açıklamış olduk. Şimdi bu menzilin içerdiği bilgderi zikrede­lim ki, himmetin onlara yükselip kendileriyle bezenmeye yükselebilsin. Bunlardan birisi, rahmût ilmidir. Hakk’a dair mükaşefenin bdinmesi, bâtındaki halâvet fetihlerinin bdinmesi, Allah Teâlâ’dan aktarmada ibare fetih­leri ilminin bilinmesi ve Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den sonra -bizzat peygamberin emriylehükümlerin neshinin bilinmesi, bu menzilden öğrenilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, delillerin çelişmesi durumunda, müçtehidin vereceği hük­mü onaylamıştır ve bu konuda irade ona aittir. Bazı kullara dönük ilahi inayetin bilgisi, işareder bilgisi, tamlık, kemal, tamlığın yapıya kemalin mertebeye ait olması, beyan ve açıklama ilmi, istikamet ilmi, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin Hud suresi nedeniyle yaşlanması, bu menzilden öğrenilir. İlahi nas makamlarını keşf, bu makamdan öğrenilir: Acaba varlıklar onda etkin midir, değil midir? Mutmainlik, yakin ve bilgiyle arasındaki fark buradan öğrenilir. Alemin Allah Teâlâ’ya mülk olması, bu konuda kendi­siyle tartışanın kim olduğu ve niçin tartıştığı, bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ ‘hükümdar5 olması yönüyle orduları olduğunu zikretti. Bu ordu­lar nedir ve sayılarak bilinebilirler mi? Yoksa ayrıntısına girmeden genel olarak mı bilinirler?, Acaba herhangi birisi onları tafsili olarak bilir mi, bilemez mi? Alemdeki ilahi sebepler, bu menzilden öğrenilir. Kullara Hakkın dönmesi, neyle döneceği ve niçin döneceği, bu menzilden öğ­renilir. Allah Teâlâ ‘Bütün iş O’na döner5428 buyurur. Acaba Hakk, dönen o şeyin kendisi midir, değil midir? Bu, değerli bir bilgidir. İlahi tazimi Hakk eden ile Hakk etmeyenin mertebesi, bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ karşı­sında verilen söze -sözü bozma iradesi var ikenvefa göstermek, bu menzilden öğrenilir. Bizim bu konudaki görüşümüz, vefa göstermenin gerekliliğidir. Fakat muteber bir şeyhin veya önceliği olduğuna inanılan bir insanın emriyle söz bozulabilir. Böyle bir şeyh veya insan, Allah Teâlâ kar­şısında verilen ve bozma iradesi kişiye bırakılan o sözü bozabilir. Böyle yapmazsa, o da kabul edilir. Böyle bir durum olmadığı sürece, öyle bir söze vefa göstermek, bizim ve seçkinlerin görüşüdür. İki yaratılış ara­sındaki eşitlik, bu menzilden öğrenilir. Bu sayede zahir, bâtının suretiy­le ortaya çıkar ve bu durum (zahirdeki ile bâtmdakinin örtüşmesi nede­niyle) ‘doğruluk’ denilen şeydir. Hakikati kaybolur endişesiyle, tecelli esnasında gizlenme talebi, bu menzilden öğrenilir. Değiştirme ve de­ğişmeye konu olacak ve -değişmesi mümkün ikenolmayacak şeyler, bu menzilden öğrenilir. Yönelme ve ardışık gelme, bu menzilden öğrenilir. Yönelme bir ‘tevelli’ midir, peş peşe olmaksızın bir yönelme midir? Âlemden güçlüğün kalkması, bu menzilden öğrenilir. Hakkında güçlü­ğün kalktığı kimseden güçlük nasıl kalkar? Rıza, bu menzilden öğreni­lir. Rızanın yeri ve Allah Teâlâ katındaki değeri nedir? İyi işleri acele yapma­nın sonuçları, bu menzilden öğrenilir. İlahi iktidar karşısında varlıkların kudreti, bu menzilden öğrenilir. Alemin birbirine etkisi, bu menzilden öğrenilir. Bu bir nedensellik tesiri midir, değil midir? Alemde asabiyet (dayanışma) hangi sınıfta ortaya çıkar. Yüce melekler, bu özellikle nite­lenir mi, nitelenmez mi? Yükümlülerin fiillerinin kendilerinde ortaya çıktığı varlıkların hallerine etkin ilahi isimlerde ‘dayanışma’nın bir da­yanağı var mıdır, yok mudur? Söz gelişi günahkâra el-Muntakim ve elAfiıvv isminin yönelmesindeki durum gibi. Böyle bir durumda etTevvab, el-Halim ve el-Gafur isimleri günahkârı koruma altına alır. ‘İlahi dayanak’ derken bunu kastediyorum. Yükümlü mümkünlerin var­lıklarında gözüken şeyler Hakk ediş yoluyla mı, yoksa ilahi meşiyet yoluy­la mı ortaya çıkar? Peygamberlerin birleştikleri ve ayrıştıkları özellikler, bu menzilden öğrenilir. Geçmiş üç asrın bir tarzdaki menzilleri, dört asrın menzilleri, bu menzilden öğrenilir. Onlara ait ‘dört haram ay5, bu menzilden öğrenilir. Bunlar, üç tanesi ardışık, biri tektir. Allah Teâlâ’dan sec­deyle talep edilen şey ve secde mertebeleri, bu menzilden öğrenilir. Kendisinden kalkılabilen secde ile bir kez gerçekleştiğinde kendisinden kalmanın mümkün olmadığı (kalbin secdesi) secde, bu menzilden öğ­renilir. Alem secde halinde mi yaratılmış, yoksa ayakta yaratılmış ve sonra secdeye mi davet edilmiştir? Yoksa bir kısmı ayakta, bir kısmı secdede mi yaratılmıştır? Bu iki sınıf nasıl veya secde edenler ile etme­yenler nasıl ayrıştırılır? Eşyadaki ilahi alameder, kulun muduluk veya bedbahtlığını gösteren hususlar, bu menzilden öğrenilir. İlahi vaadin ayrıntıları, bu menzilden öğrenilir. Bu vaat niçin her yönüyle etkindir? Halbuki tehdit edilenlerin hepsinde ‘tehdit’ etkin değildir. Halbuki her ikisi ilahi haberle sabittir. Bunlar, bu menzilin içerdiği ilimlerin bir kısmıdır ve ilimlerin bir kısmını özedemeyi amaçladığımız için zikret­medik. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ye doğru yola ulaştırır.’ Mağrip şehirle­rinden Fas’ta bu menzile ulaştığımızda, beş yüz doksan bir yılında he­nüz gerçekleşmemişken müminlerin kâfirlere karşı muzaffer olacağını öğrendik.

Âlemin Bir kısmmm Karşısında Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem'in Durumunun Musevî Mertebeden Bilinmesi

Bakınız! Allah Teâlâ’nın varlıklardaki hükmüne:

Varlıkta tenakuz esastır

Bir kısmı itaatkâr, bir kısmı günahkâr ve bir kısmı bilgin

               Bir kısmı iniş ve çıkışı bilmeyen

Bir kısmı bilinmez mertebelerde öğrenmiş

Bir kısmı görünür âlemde hakikate ulaşmış

Çokluk çıkmış ortaya, ondaki hakikat

Söz ve delillerle yegâne

Her nitelikle irade edilen münezzehtir

İlahlık ve kulların özelliklerinden

Her şeyi ihata eden münezzeh

Bilgilerle artışla nitelenir O

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Kıyamet günü ben insanların efendisiyim’ der ve bunun sebebi olarak da şeriatının kapsamlı olması nedeniyle, kemalini gösterir. Hz Peygambere, kendisinden önce kimseye verilmeyen bazı özellikler verilmiştir. Halbuki önceki peygamberlerden birisine herhan­gi bir özellik verilmişse, aynı özellik kendisine tahsis edilmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e ‘cevamiü’l-kelim’ verilmiştir, şöyle der: ‘Adem henüz su ve toprak arasındayken ben peygamberdim.’ Diğer peygamberler ise, gön­derildiklerinde peygamber olmuştu. Bu bölümde onun menzil ve mer­tebesini açıklayalım! Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in menzili, Hakkın yaygısında or­taya çıkar ve genel tecelli ile genel ziyaret günündeki doğruluk maka­mıdır. Onun mertebesi, gözle ve müşahedeyle öğrenilir. Onun merte­besi, Hakkın bilgisindeki konumu ve O’nun katındaki yeridir ki, bu, Allah Teâlâ’nın bildirmesiyle öğrenilebilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, makam-ı mahmûd’un sahibidir. Makam-ı mahmûd, melekler için ve onların dı-


şındakiler için şefaat kapısını açmak demektir. İlk şefaat edecek kimse, peygamberdir. Vesile (cenneti) onundur. Vesile, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ümmetinin duasıyla ulaşabileceği en yüksek mertebedir. Onlar bu duayı kendisine uyduklarında muduluğa ulaşacakları yolları açıklamasına kar­şılık yaparlar.    ,

Bilmelisin ki, bu menzile giren insan, başkasında görünmeyen ga­rip sırlar görür. Bunlardan birisi, bedbahtların amellerinin bedenlenmiş halde görünmesidir. Muduların amelleri de bedenlenmiş ve yaratanları­nın varlığını bilen suretler olarak oradadır. Allah Teâlâ o suretlere kendilerin­den var oldukları nefislere talep arzusu yerleştirir. Onlar, kendilerini yapanlardır ve onları arar ve bulurlar. Muduların amelleri ise, sağ yanla­rında yürüyecekleri bir yol görür. Bu yol, onları sahiplerini -ki mudulardırmüşahedeye ulaştırır. Böylelikle birbirlerinden ayrışır ve birbirle­rine soru sorarlar. Amel sahipleri bu amelleri başarı binekleri ve kurtu­luş binekleri edinir. Bu binekler onları rahmetin yerleşik olduğu yere götürür. Bedbahdarın amelleri ise, onlar adına farklı, çelişkili birbirine karışan yollar meydana getirir ve hangi yolun kendilerini sahiplerine ulaştıracağını bilemezler. Bu nedenle hayrete düşer ve doğruyu bula­mazlar. Bu durum, Allah Teâlâ’nın bedbahtlara dönük bir rahmetidir. Amelleri şaşkınlığa düştüğünde, onlar zikirle Allah Teâlâ’ya döner ve bu yolda birbirle­rinden ayrışırlar. Bir kısmı, hiçbir şekilde sahibine ulaşamazken bir kısmı sahibine ulaşır, onu görür ve tanır, sahibi de kendisini tanır. Bu amelin onu bulması tesadüfidir. Böylelikle ona bağlanır, kendisine, ‘seni ararken beni yordun, şimdi beni taşı’ der. Böylelikle amel sahibi, ameli­ni Allah Teâlâ’nın rahmetine ulaştırana kadar taşımaya mecbur kalır.

Amel suretlerinin bulunduğu yerde iki açık yol vardır: Birincisinin sonu, Hakkın varlığıyken ötekinin bir gayesi yoktur, çünkü o yol, ken­disinde yürüyeni yokluğa çıkartır ve yokluk bir gaye ve sonda durmaz. Çünkü yokluk bir tanımla kontrol edilemeyeceği gibi -gerçek varlığın aksineonunla sınırlanmaz. Gerçek varlık, sınırlanır, kendisi mutlak ol­sa bile, mudaklığı gerçekte sınırlama demektir. Gerçek Varlık, mutlaklıkta da sınırlı varlıktan farklılaşmıştır. Öyleyse o mudaklığındadır. Bu iki yol arasında berzah olan üçüncü bir yol vardır. Onun gayesi varlık veya yoklukla nitelenmez. Bu durum kelamcıların bilgisinde hallere benzer.

Sonu ve gayesi varlık olan yolda Allah Teâlâ’yı birleyenler, müminler, müşrikler kâfirler ve olumlayıcı (vücûdî) inanç sahipleri yürürken diğer yolda deisder (Tanrı’nın niteliklerini kabul etmeyen, olumsuzlayanlar) yürür. Bu yol, onları bir gayeye ve sona vardırmaz. Berzah yolunda ise, özellikle Allah Teâlâ’yı bilenler yürür. Onları Hakk ispadamış ve ispatlarında silmiş, fena hallerinde kendilerini baki kılmıştır. Onlar ölmeyen ve Allah Teâlâ kulları arasında hüküm verene kadaryaşamayan kimselerdir. Böylece onlar, sağ yönü Hakkın varlığına götüren bir yol olarak alırlar. Söz konusu insanlar bu yolun hakikatinden bir nitelik kazandıkları gibi ondan varlık menzilinde üzerlerinde gözüken niteliği kazanırlar ve bu sayede birbirlerini tanırlar. İki yol ehli ise, onları tanımaz. Bu, Allah Teâlâ’nın ehline verdiği bir misaldi}:. Bu sayede onlar, hidayete eren, sapan ve hayrete düşünlerin mertebelerini öğrenir. Allah Teâlâ onlar adına bir nur, hatta nurlar yaratmıştır. Bu sayede doğalarının karasından ortaya çıkan karanlıklarda ve fikirlerinin denizinin karanlıklarında yürürler. Bunun yanı sıra, nefislerinin kendiliğinde bulunduğu halde, düşünen nefisleri­nin karalarında ve denizlerinde doğru yolu o nurlar vasıtasıyla bulurlar. Nefis saf nur ile unsurdan oluşan saf doğa arasında oluşmuştur. Onlar­da yaratılan bu nurlar ise, ilahi isimlerdedir. Bu nurları bilen ve kendisi için var olmaları yönüyle onlara bakan, bu nurlar vasıtasıyla işlerin bil­gisine ve keşfine ulaşır. Onları ‘nur’ olarak alan kimse, onlarm doğru yolu bulmak üzere konulduklarını bilemez, onları -sıradan insanların göğün yıldızlarını süs zannetmesi gibii üs sayar, bu konuda gördü­ğünden daha fazlasını elde edemez. Yıldızların yürüyüşlerini menzilleri­ni ve feleklerindeki hareketlerini bilen insan, onların doğru yolu bulmak üzere konulduğunu anlar ve Hakkın kendilerini davet ettiği yola ulaş­mak üzere, yolda yürürken maksatlarına ulaşmak üzere kılavuz edinir­ler. Hakk, onları kendisini bilmeye veya özel olarak kurtuluş anlamındaki muduluğa çağırmıştır:                                   .

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e Verilen Altı Özellik

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin mertebesini efendilik yap­mıştır. O, efendi, diğerleri tebadır. Buradan ona kimsenin karşı koya­mayacağını öğrendik, çünkü teba, sahibine ve efendisine karşı koyamaz. Dolayısıyla onun özel bir menzili varken kölelerin de bir yeri vardır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme bu mertebe ‘Adem su ve toprak arasındayken’ verildi. Buradan şunu öğrendik: Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, ilahi bir yasa getirmek veya hikmet kaynaklı bir yasa ortaya koymak (özelliğiyle) nitelenen tüm kâ­millere yardım edendir. Bu yardımın ilk zuhur ettiği yer ise, Adem idi. Allah Teâlâ onu Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in halifesi yapmış, ona Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e ait cevamiü’l-kelim makamından tüm isimlerle yardım etmiştir. Âdem de, ilahi isimlerin bilgisiyle, Âdem’in varlığı hakkında Allah Teâlâ’ya itiraz edip kendisini üstün sayanlardan üstün oldu. Sonra yeryüzünde peş peşe ha­lifeler gelmiştir. En sonunda, iki yaratılışının bir araya gelerek mertebe­sinin hükmünü izhar amacıyla, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in bedeni ortaya çık­mıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in zuhuru, bir güneş gibiydi: Bütün ışıklar, onun ışığjnda dürülmüştü. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, önceki peygamberlerin şeriadarından -ki onlar ile vekilleri gönderilmiştionayladıklarını onaylamiş, neshettiklerini neshetmiş, ümmetine olan inayeti ve onların arasın­da bulunmasıyla tebarüz etmişti. İnsanlar ve ateşten yaratılanların hep­si, onun ümmetiydi. Fakat bunların özel bir niteliği vardı ve Allah Teâlâ onla­rı ‘insanlar için çıkartılan en hayırlı ümmet’429 yapmıştı. Bu ihsanı ona iki yapıyla birden zuhur etmesi kazandırmıştı. Bu ümmetin diğer ümmet­lerden üstünlüklerinden birisi, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den önce âlemde halife ve vekilleri olarak gelen nebilerin konumuna yerleştirilmesiydi. Çünkü Allah Teâlâ onlara teşri yetkisi vermişken Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin ümmetine hü­kümleri belirlemede ‘içtihat yetkisi’ vermiş, onlara içtihadarının kendi­lerini ulaştırdığı sonuca göre, hüküm verme hakkı tanımıştı. Bu sayede onlara da teşri yetkisi vermiş, İslam ümmetinin müçtehideri bu konuda peygamberlerle bir olmuş, fakat onlar daha önce geldikleri için pey­gamberlerin varisleri olmuştur: Sonra gelen, zorunlu olarak, öncekine varistir. Bütün peygamberler, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e çağırdığı gibi onlar basiret üzere Allah Teâlâ’ya çağırır. Allah Teâlâ da bu konuda onların masumluğunu bildirmiştir. Müçtehiderin bir kısmı, başka müçtehiderin verdiği hük­mü yanlış bulur. Fakat böyle birisi doğrudan ayrılmış değildir, çünkü onun verdiği hüküm de gerçektir. Bir müçtehit Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in hakkında hüküm verdiği fakat bu hükmün (hadis) kendisine ulaşmayışı nedeniyle bir hükümde içtihadıyla yanılırsa, bu yanlış içtihat nedeniyle ona bir sevap verilir. Bu, ‘içtihat sevabıdır.’ İçtihadı peygamberin ver­diği hükme isabet ederse, iki sevap kazanır: Birincisi içtihat sevabıyken diğeri isabet sevabıdır. Müçtehider arasında hangisinin isabet ettiği bi­linmese bile, Allah Teâlâ katında meçhul değildir. Peygamberden sonra üm­metin zamanı içine giren nebiler ve ilk halifeler, âlemde Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şeriatıyla hüküm verebilir ve müçtehitler arasmda belirginleşir. Böyle bir nebi, ilk mertebesi korunmuş olmakla birlikte, Muhammed ümmetine dahildir ve onun iki hükmü vardır. Kıyamette gözükür bu iki hükümle (nebilik ve Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ümmetinden olmak) gözü­kür, burada (nebilik hükmüyle) gözükme imkânı yoktur. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in büyük ziyaret günü mertebesi, Arş’ta tecelli eden sureti ba­kımından, Rahman’ın sağındadır. Kıyamet günündeki yeri ise, Rahman’ın sağında değil, ilahi emirleri ve hükümleri âlemde uygulamak için el-Hakem ve ed-Adl’in önündedir. Öyleyse Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kendi­sinden (bilgi) alan herkes için bütünüyle yüzdür ve bütün yönlerden görür. Bütün yönlerinden Allah Teâlâ hakkında bilgi verir ve anlayışı O’ndandır. Ondan bilgi alanlar, dilleriyle ondan aktarır, ses ve harf ola­rak duyarlar. Cennetteki menzili ise, Vesiledir. Bütün cenneder oradan çıkar. Adn cenneti ise ‘mukame’ yeridir. Bu cennederden her birinin cennette bir şubesi vardır ve Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem cennetliklere orada görü­lür. Söz konusu şube, her cennetin en büyük yeridir. Bütün bunlar, manevi değil, duyusal menzillerdir. Onun sadece yaratıcısının -ki Allah Teâlâ’dırnefsindeki mertebesi manevidir. Bu durum ise, peygambere öz­gü değil, aksine Allah Teâlâ’nın nefesindeki -ki Rahman’ın nefesidirbütün menziller, böyledir. Menziller (menazil) duyulur ve sınırlıdır; menazil, menzilin çoğuludur, menzile kelimesinin çoğulu değildir. Her şeyin mertebesinin O’nun katında manevi olarak bulunması, zatında münez­zeh Allah Teâlâ hakkındaki bilginin özüdür.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in bilgilerdeki menzili ise, kendisinden önce veya sonra gelip de Allah Teâlâ’yı bilen bütün alimlerin bilgisini ihata etmektir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e ve tabilerine ait olan her menzilin bir kokusu vardır. Bu koku, varlıkların ellerinin kullanılmadığı ve kendisine müdahale edeme­dikleri bir kokudur. Bilmelisin ki, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin kemalinin bir yö­nü, daha önce başka peygambere verilmemiş altı özelliğin tahsisidir. Al­tı, sayıların en yetkinidir. Açısı olan şekillere benzerleri eklendiğinde ulaşılan şekillerde boşluksuz olanı altı(gendir). Bu nedenle Allah Teâlâ arıya vahyederek, cdağlardan ve ağaçlardan evler edin430 demiştir. Allah Teâlâ arıya amelinin niteliğini vahyetmiş, o da peteğini altıgen yapmıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kendisine hâzinelerin anahtarlarının verildiğini bildirdi. Bunlar, efendi olduğunu öğrendiğimizde (anladık l<i), zadarının talep ettiği öl­çüsünde kendilerine çıkartsın diye âlemdeki cinslerin hâzineleridir.

Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e yeryüzü hâzinelerinin anahtarları verildi. Yeryü­zünde, maden ve bitki hâzineleri vardır -çünkü hayvan da gelişmesi yö­nüyle bir bitkidir-. Allah Teâlâ ‘Sizi yeryüzünde bitki olarak yetiştirdi*31 buyurmuş, bizim de yeryüzü bitkilerinden birisi olduğumuzu bildirmiş­tir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e bu özelliğin verilmiş olmasının nedeni, kendisiyle onu Hakk edecek bir niteliğe sahip olmasıdır. Nitekim Yusuf peygamber, Mısır valisinden kendisini yeryüzü hâzineleri üzerinde görevlendirmesi­ni istemişti, çünkü ‘bilgili bir koruyucuydu.’ Bu sayede her şey kendisi­ne muhtaç kalır, o da onların üzerinde efendi olabilirdi. Bu nedenle Yu­suf Peygamber o makamın gereği olan özelliği bildirerek, şöyle demiş­tir: ‘Ben bilgili bir koruyucuyum.’432 Kastedilen, hâzineleri korumak ve onları belli bir ölçüyle ortaya çıkartmaktır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Her şeyin hâzinesi katımızdadır, onu belli bir ölçüyle indiririz.’433 Bu nitelik kimde bulunursa, hâzinelerin kilideri onun elindedir. Ardından ‘bilgili koruyu­cu434 demiştir. Burada hâzinelere muhtaç insanların ihtiyacını bildiğini söylemiştir. Hâzinelerde ihtiyaç ölçüsünde onların varlığını sürdürme­sini sağlayan şeyler vardır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e yeryüzü hâzineleri verilin­ce, onun ‘bilgili koruyucu’ olduğunu anladık. Alemde ortaya çıkan her rızkı, o rızkın dayandığı ilahi isim, anahtarları elinde tutan Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in emrinden verir. Nitekim gaybın anahtarları da Allah Teâlâ’ya mah­sustur onu sadece kendisi bilir. Bu efendiye ise, hâzinelerin anahtarları­m vererek, ihtisas mertebesini tahsis etmiştir.    ,

ikinci Özellik

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e cevamiü’l-kelim verilmiştir. Kelim, kelime’nin çoğuludur ve ‘Allah Teâlâ’nın kelimeleri tükenmezdir.’ Öyleyse Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e sonsuz olanın bilgisi verilmiş, varlığın sınırlamasıyla sonluyu ve varlığa girmemiş sonsuzu bilmiş, bilinenlerin hakikatlerini ‘bilgi’ yö­nüyle ihata etmiştir. Bu, başkasına ait olmayan ilahi bir niteliktir ve onun söylediği bir kelime kelimeler haline gelir. Bu durum, ‘göz açıp kapatmak’ gibi, bir kelime olan ilahi emre benzer. Mahsus âlemde bun­dan daha değerli ve göz açıp kapatmaktan kendisine daha uygun bir benzetme olamaz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, cevamiü’l-kelim’i bilince, ona Allah Teâlâ’nın kelimesi olan Kuran’da ‘icaz’ özelliği verilmiştir. Hz: Peygamber, Kuran vasıtasıyla Allah Teâlâ’dan aktarandır. Böylelikle kendisine ait aktarım-


da da ‘icaz’ özelliği ortaya çıkmıştır, çünkü maddelerden soyut mana­larda ‘icaz’ özelliği anlaşılmaz. İcaz manaların harflerin düzenlenmesin­den ibaret olan kelimelere bağlanmasıyla anlaşılabilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, Hakkın gözü, kulağıdır ve bu ilahi mertebelerin en üstünüdür. Bunun aşağısmda ise Hakkın gözü, kulağı ve dili olduğu kimselerin mertebesi gelir. Bu durumda Allah Teâlâ, kulunun mütercimi olur. Nitekim Allah Teâlâ Kuran’da önceki toplumların hallerini ve sözlerini aktarır. Bu kısımda di­ğer üstünlük yoktur. Çünkü Allah Teâlâ, kendi ehli ve melekler gibi O’na ya­lan kimselerin sözlerini aktardığı kadar söylediği söz nedeniyle kovulan, Haktan uzaklaşan ve gerçeği karıştıran İblis’in sözünü de aktarır. Hal­buki Allah Teâlâ’dan söz aktarmak, kendisinden büyük bir ayrıcalığın ve tahsi­sin olmadığı bir özelliğe sahip kimsenin işidir.

Üçüncü Özellik                                                                                                         .

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, bütün insanlara (kâffeten) gönderilmiştir. ‘Kâffe’ toplam anlamındaki ‘kefet’ten gelir. ‘Yeryüzünü toplanma yeri (kifat) yapmadı mı?’*3S Yani üzerinde yaşayan dirilerle içindeki ölüler birbirine katılır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şeriatı bütün şeriatları içerir, dolayısıyla onu duyan herkes iman etmelidir. Cinler Kuran’ın okunduğunu duydukla­rında, kavimlerine şöyle demişti: ‘Kavmimiz! Biz Allah Teâlâ’ya çağıran birisinin davetini kabul ettik, siz de iman edin ki, Allah Teâlâ günahlarınızı bağışlasın ve büyük azaptan kurtarsın. Allah Teâlâ’ya çağıran peygambere icabet etmeyen kimse, yeryüzünde aciz bırakmaz. O’nun Allah Teâlâ’ya karşı dostu da yoktur. Onlar açık dalalet içindedir.’436 Allah Teâlâ ‘yeryüzünde aciz bırakıcı değildir’ derken cinle­ri kast edilmiştir. Ayetin devamı da cinlerle ilgilidir. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in şeriatı, cinleri ve insanları içermiş, şeriatını insanlara ve cinlere getirmiş, getirdiği rahmeti Bütün âlemi kuşatmıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Seni âlemlere rahmet diye gönderdik.’437 Allah Teâlâ peygamberini âleme merhamet etsin diye gönderdik demiştir ve herhangi bir ameli ayırt etmemiştir. Binaenaleyh Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, şeriatıyla yükümlü bazı insanların dışında, âlemdeki tüm sınıfları memnun edecek şeyleri getirse, onlara merhamet etmiş ve getirdiği rahmetin hakkını yerine getirmiş olurdu. Hatta şöyle deriz: Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’nın hükmünü getirmiştir. Onun hükmüyle âlşmdeki sınıflar, hiç kuşkusuz, memnundur. Çünkü bütün âlem, Allah Teâlâ’nın hamdini tespih eder. Alemdeki her şey, daveti genel olan ve rah­meti bütün âleme yayan bu peygamberin getirdiği hükümden razıdır. Fakat insanların bir kısmı, verilen hükümden razı değildir. Hükümden razı olsa, hiç kuşkusuz, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in getirdiği Allah Teâlâ’nın rahmetin­den -peygamberin verdiği özel hükümden razı olduğu ölçüdenasiple­nir. Bu durum özellikle insanlar arasında gerçekleşir. Cinlerin arasında şeytan olan ve olmayanlar vardır. Allah Teâlâ şeytanlarda saptırma özelliği ya­ratmış, uzaklık perdesinin vesvese vermek ardından mallara ve çocukla­ra ortak olmalarını emretmiştir. Bu, onlar için bir imtihan ve sınamadır. Bu bağlamda şeytan insana ‘kâfir ol’ der, kâfir olduğunda ‘Ben senden uzağım, ben âlemlerin rabbi Allah Teâlâ’dan korkarım431 der. Allah Teâlâ’nın ondan böyle haber verir. Sonra şöyle der: O ikisinin akıbeti, yani bu davranış­tan sonra başlarına gelen, âteşe girmektir. Şeytanın sonu, aslına dön­mektir, çünkü şeytan, ateşten yaratılmıştır ve vatanına dönmüştür, in­san ise, peygamberin sözünü kabul etmek yerine şeytanın sözünü kabul edip zalim olduğu için, kâfirliği nedeniyle cezalandırılmıştır. Allah Teâlâ ‘Orada kalıcıdırlar439 der. Şeytan evinde ve yurdunda kalıcıyken, insan kâfir olduğu için bir ceza olarak orada kalır. Bunun için akıbetlerinde aralarındaki farklılık nedeniyle şeytan insandan uzaklaşır. ‘İşte o (in­san)’440 Buradâ Allah Teâlâ tekil zamir kullanmış, cezayı iki kişinin çektiğini söylememiştir. Çünkü şeytan ve insan cezada ortak değildir. Günahının ardından insanın başına gelen, azap iken fiilinden ve sözünden sonra şeytana isabet eden, kendisinden yaratılmış olduğu aslına dönmektir. Akıllı insan, aldanmaz. Cennette Âdem’in hikâyesini düşünün! Âdem ağaca yaklaşınca, Allah Teâlâ onu cennetten yeryüzüne indirmekle cezalan­dırmış, Havva’yı da ve İblis’i de indirmiştir. Bunu anlatmak için de ‘inin’441 diyerek çoğul kullanmıştır. Emir çoğul yapılmış, tekil veya iki kişi zamiri kullanılmamıştır. Âdem bu esnada yaratıldığı asla (toprak) dönmüştür. Âdem topraktan yaratılmış, Allah Teâlâ onu ‘Ben yeryüzünde hali­fe yaratacağım442 buyurduğu için, halife olarak yeryüzüne indirmiştir. Âdem’in yeryüzüne inmesi, kendinden gerçekleşen davranışı nedeniyle, bir cezalandırma amacı taşımaz. Bu inme, kendinden meydana gelen fiilin ardından gerçekleşen bir inişti. Havva ise, çoğalma amacıyla indi­rilmişken İblis -aslına dönsün diye değilcezalandırılma amacıyla indi­rilmişti. Çünkü indiği yer onun vatanı olmadığı gibi ondan yaratılmış değildi. Bu nedenle şeytan, kendisini yeryüzüne indirerek nahoş bir bi­çimde cezalandırdığı için, Âdem’in zürriyetine sürekli vesvese vermesi için Allah Teâlâ’dan dilekte bulunmuştur. Çünkü asıl itibarıyla onun cezalan­dırılmasının sebebi, Âdem’in varlığıydı, çünkü Âdemin varlığıyla secde emri gerçekleşmiş, İblis’ten ortaya çıkan davranış ortaya çıkmış, bu ko­nuda gerçekleşen hadise gerçekleşmişti. Buradan Allah Teâlâ’nın Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’i merhametle gönderdiği ve âlemlere rahmet yaptığını anladık. Herhangi bir insana Allah Teâlâ’nın rahmetinin ulaşmaması peygamber cihe­tinden kaynaklanmaz. Bu, kabul eden yönünden olabilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, güneş ışığı gibidir: Güneş ışınlarını yeryüzüne yayar. Bir duvar gölgesinde veya saklı yerde kalıp ışınlardan gizlenen kimse, ışığın üzeri­ne yayılmasını kabul etmeyen ve ondan yüz çeviren kimsedir. Onu gü­neş engellemiş değildir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kızıl veya siyah renkli insanlara peygamber olarak gönderildiğini söylemiş, renklerin var olduğu cisim­leri zikretmiş, böylelikle kendisini kabul eden herkese genel rahmede ve inanan herkese genel şeriatıyla gönderildiğine dikkat çekmiştir. Onun ümmeti, şeriatı öğretmek üzere gönderildiği herkestir. Bununla birlikte ümmetinin bir kısmı iman ederken bir kısmı inkâr eder. Fakat bu du­rum onları Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ümmeti olmaktan çıkartmaz.

Dördüncü Özellik

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e tahsis edilen dördüncü özellik, bir aylık yoldan düşmanlarına korku salmakla desteklenmesidir. Ay, Kamer’in kuşatıcı feleğin derecelerini kat etme ölçüsüdür ve onu en hızla kat eden gök cismidir. Araplar takvimlerini Ay’a göre hesaplar. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem -ayın hareketine görebir aylık mesafeden düşmanın kalbine korku salmak özelliğiyle desteklenmişti. Peygamber ayı zikretmiş, başka bir şey zikretmemiştir. Arapça konuşan insanlar, bundan Kamer’in hareketini an­lar. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin korkutma özelliğiyle desteklenmiş olması, ka­mer’in bir ayda kat ettiği mesafeye içerir. Böylelikle oluş ve bozuluş âlemini etkileyen yakın feleğin her derecesini kamer’in kendisini kat et­mesiyle kuşatır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, kendisini övmek amacıyla bunu söy­lemişti ve dolayısıyla daha kısa sürede feleği kat eden bir cisim olsaydı, onu söyler, o cismin seyrinin kuşatıcılığı feleğin bütün derecelerini kat ederek daha sürade gerçekleşirdi. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin düşmanların kalple­rine saldığı korkunun genelliği, rahmetinin genelliğidir. Korkuyu ken­disine yönelen düşman hisseder ve savaşmak üzere karşısına çıkan her­kesin kalbinde bu korku bulunur. Fakat Mutlu bedbahttan ayrılsın diye, Allah Teâlâ’nın kendisini ‘bedbaht’ yaptığı ölçüde peygambere karşı kahraman­lık taslar. Böylece korku, düşmanın kahramanlık taslaması nedeniyle Allah Teâlâ’nın irade etiği ölçüde hafifler. Düşmanın cesaretteki eksikliği ölçü­sünde ise, Allah Teâlâ’nın yardımı gerçekleşir.

Beşinci Özellik

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme tahsis edilen beşinci özellik, önceki peygamberle­re helal kılınmayan ganimetlerin ona helal kılınmasıdır. Böylece Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme, ümmetinin şehvetine uygun bir şey verilmiştir. Şehvet, in­sanın içinde bulunup arzu duyduğunu talep eden bir ateştir. Bu durum, özellikle ganimeder için böyledir, çünkü nefis, meşakkade çalışarak ve galip gelerek elde ettiği ganimederle haz duyar. Dolayısıyla elde eder­ken karşılaştığı güçlük ve şiddetin karşılığında, ganimet nimetinden mahrum kalmak istemez. Ganimeder en çok istediği şeydir. Gerçi ga­nimet diğer peygamberlerde de vardı: Savaş bitince, geride bir şey kal­mayacak şekilde bütün ganimeder toplanır ve havadan bir ateş inerek bütün ganimederi yakardı. Bir insan hileyle ganimetten bir şey çalsa, ateş geri döner, alınanı da yakardı. Ateşin inmesi, Allah Teâlâ’nın onların dav­ranışlarını kabul etmesinin alametiydi. Halbuki ganimeder, peygambere helal kılınmış, o da bunları sahabesine paylaştırmış, peygambere olan ikramından kaynaklanan Allah Teâlâ’nın inayetiyle, şehvet ateşleri ganimedere ulaşmıştır. Böyİece Allah Teâlâ, peygamberine başka peygambere yapmadığı ikramda bulunduğu gibi ona iman edenlere başka peygambere iman edenlere yapmadığı ikramda bulunmuştur.

Altıncı Özellik

Allah Teâlâ, onun için yeryüzünü temizlemiş, bütün yeryüzünü mescit yapmıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem veya ümmeti her nerede namaz vaktine .eri­şirlerse, namazlarını orada kılarlar. Mescider Allah Teâlâ’nın evidir ve Allah Teâlâ’nın evleri en saygın evlerdir, çünkü onlar, Allah Teâlâ’ya izafe edilmiştir. Bütün yeryüzü mescit olduğuna göre, aynı zamanda Allah Teâlâ’nın evi haline gelir. Sürekli mescide giden insanın Allah Teâlâ katındaki kıymeti bildirilmiştir. Onun ümmeti, sürekli mescittedir. Çünkü onlar, hayatta ve ölümde yeryüzünden ayrılmaz; ölüm, yeryüzünün sırtından içine göçmektir. Mesciderde oturan kimse, Allah Teâlâ ile oturan kimsedir. Öyleyse bu üm­met, ölüyken ve diriyken Allah Teâlâ ile oturanlardır. Çünkü onlar, mescit olan yeryüzündedir. Allah Teâlâ yeryüzü toprağını temiz yapmış, su bulun­madığında veya bir engel nedeniyle kullanılmadığında, toprak su yerine temizlenmek için kullanılır. Böylelikle Allah Teâlâ, Muhammed ümmetine yeryüzü toprağını ve yeri temiz yapmıştır. Yeryüzünden herhangi bir şey kendisinden ayrıldığında, temizlenmek için kullanılmazken toprak öyle değildir. Maden, kiremit, tuğla gibi herhangi bir şey yerde iken ‘toprak’ diye isimlendirilir, çünkü yeryüzü bütün bunları içerir. Yerden ayrıldığında, kendi adına kavuşur ve ‘yeryüzü’ adını yitirir. Bu nedenle toprağın dışındaki şeylerde temizleyicilik özelliği kalkar. Toprağın yer­den ayrılıp ayrılmaması birdir, çünkü toprak temizdir ve onu temizlikte kullanan insan ondan yaratılmıştır. Toprak, Âdem’i şereflendirmek üze­re, özü gereği temizdir. Bu nedenle Allah Teâlâ, yerden başka adı olan şeyleri değil, sadece toprak hakkmda temizlikle ilgili hüküm vermiştir. O (arz) yerden ayrılınca, yer adını yitirir ve bu kez toprak adı verilir. Tuğla da yerden ayrılınca yer adını yitirir ve tuğla adı kendisine verilir ve yerden ayrıldıktan sonra onunla temizlenilmez. Çünkü Allah Teâlâ insanı ondan de­ğil, topraktan yarattı. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem yer hakkmda şöyle der: ‘Allah Teâlâ onu mescit ve temiz yapmıştır.’ Burada genel ifade kullanmıştır. Başka bir yerde ‘Yeryüzü toprağı bizim için temiz kılınmıştır’ der. Böylece toprak, yeryüzünden ayrıldığında adını yitiren ve başka bir ad kazanan diğer nesnelerden nalsa ayrılmıştır.

Bunlar, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e tahsis edilen altı özelliktir ve bunlar, baş­ka kimsenin ulaşamayacağı ve hükmü bütün menzillerde ortaya çıkan bir mertebe olmuştur. Onun mertebesinin hükmü dünyada -ki zikrettiğimizdirberzahta, cennette, kıyamette, kesib’teki menzillerde ortaya çıkar. O menzillerin her birisinde, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin üstünlüğü ve Allah Teâlâ’nın ona ihsan ettiği niteliklerin belli olması için, Hakkın tahsisinin hükmü ortaya çıkar. Bununla birlikte diğer peygamberlerin birbirlerin­den üstün olmasını sağlayan özellikler de ona verilmiştir.

Dostum, bilmesin ki: Allah Teâlâ’nın Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’i gönderildiği mer­hametin bir yönü, Allah Teâlâ’nın onun diliyle bize açıkladığı ve bildirmesini emredip de onun bize bildirdiği üzere, peygamberliğin şartının doğru­luğunu gösteren alametlerin olmayışıdır. Peygamber sadece bir korku­tucu ve tebliğ etmesi emredilen şeyleri tebliğ edendir. Onun görevi bu­dur ve başka bir yükümlülüğü yoktur. Doğruluğunu gösteren bir mu­cize gösterse, bu, onun gücündeki bir şey değil, Allah Teâlâ’nın ihsanıdır. Bu nedenle bütün peygamberler adına mazereti ortaya koymuş, bütün peygamberlere bu konuda rahmet olmuştur. Kuran’da şöyle denilir: ‘Keşke ona Rabbinden bir mucize indirilseydi ya derler.’443 Bu söz Arap ol­mayan birinin sözüdür, çünkü peygamber, Arapiar için Kuran’ı (Allah Teâlâ’nın ihsanıyla) bir mucize olarak getirmiştir! Arap olmayanlardan baş­kası, Kuran’ın mucize ve ayet olmasını anlayamaz. Dolayısıyla Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den Arapların dışında -Yahudiler veya Hıristiyanlar ve .Mecusiler gibidavet ettiği herkes adına bir mucize göstermesi istenme­miştir. Fakat herhangi bir mucize getirirse, bu, , onun veya diğer pey­gamberlerin bir yükümlülüğü değil, Allah Teâlâ’nın ihsan ettiği bir mucizedir. Bunun üzerine ona şöyle denilir: ‘Onlara de ki, mucizeler Allah Teâlâ katındandır.’444 Sonra şöyle der: ‘Sana kendilerine okunan bir kitap getirmiş olma­mız yetmez mi? Bunda onlara rahmet vardır.™4* ‘Seni âlemlere rahmet ola­rak gönderdik.’446 Kuran bütün toplumların bir peygamberin doğrulu­ğuna mucize sayabileceği bütün özelikleri içermiştir. (Arap olan ve ol­mayan bütün) toplumlar, hal karinesiyle, peygamberin okur-yazar, mü­talaa eden, tecrübeli veya şehrinden ayrılan birisi olmayıp bütün ,ümmiler gibi bir ümmi olduğunu bilir. Halbuki Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem onlara böyle niteliklere sahip birisinin -ki Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem o niteliklere sahiptiken­diliğinden bilemeyeceği ve sadece Allah Teâlâ’nın bildirdiği birinin bilebileceği bilgiler getirmiştir. Böylece Kuran, onların söylediği ve talep ettiği şe­kilde, bir mucizeydi. Kuran’ın mucize olması, özellikle kendi dilerinde indiği Arapiar için geçerlidir ve bu nedenle onlar Kuran’a meydana okumaktan vazgeçmiş -veya vazgeçme olmaksızınbu güce sahip ol­mamışlardı. Kuran önceki kitapların getirdiği bilgileri getirmişti ve Peygamberin o kitapların muhtevası hakkında bir bilgisi yoktu. Onları sadece Kuran’dân öğrenmişti. Yahudiler, Hıristiyanlar ve önceki kitap mensupları da onları öğrenmişti. Böylelikle Allah Teâlâ katından mucize ger­çekleşmiştir, çünkü Kuran, Allah Teâlâ katından gelmiştir.

Hz; Peygamberin diğer peygamberlerin karşısındaki yeri açıklan­mış oldu. Allah Teâlâ ona başka peygamberlerde bulunmayan bilgiler vermiş­tir. Bunlardan birisi, bütün vahiy türlerini ona tahsis etmesidir. Sadık rüya, kalbe ve kulağa aktarma, yükselme halinde veya yükselmeksizin vahiy almak gibi, bütün vahiy türleriyle ona vahyetmiştir. Allah Teâlâ ona bü­tün hallerin bilgilerini tahsis etmiş, bütün hal ve durumlarla ilgili bilgiyi ‘zevk’ yoluyla vermiştir. Çünkü Allah Teâlâ onu halleri birbirinden farklı olan bütün insanlara gönderdi. Bu nedenle Peygamberin resullüğü, tüm hal­lerin bilgisini içerir. Allah Teâlâ ona manevi ve duyusal olarak ölüleri diriltme bilgisi vermiş, manevi hayat hakkında ve maddi hayat hakkında bilgi elde etmiştir. Birincisi'bilgiyle hayat bulmaktır. Diğeri ise Hz. İbra­him’in kısasında yer alan ve Allah Teâlâ peygamberine bildirmek üzere zikre­dilen hikâyede geçer. ‘Sana peygamberlerin haberlerinden aktaracağız, on­larla kalbini sabit kılacaksın5447 denilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme bütün şeriadarın bilgisi tahsis edildi, önceki peygamberlerin şeriatlarını açıklamış, fakat onların hidayetine uymak kendisine emredilmiştir. Bunun yanı sıra Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e diğer peygamberlere verilmeyen altı özellikle birlikte bir şeriat tahsis edilmiştir. Bunlar, önceki peygamberlerin kendisine yer­leşmediği dört menzildir.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin menzili budur ve ondan anlatılabilecekleri anlat­tım. Şimdi menzilin içerdiği ilimleri zikredelim: Bunlardan birisi, perde ilmidir. Kast ettiğim, inkâr ve hikmet ilmidir. Biri de, yolların kendisiy­le belli olduğu ayrımın ilmidir. ‘Her biriniz için bir şeriat ve yöntem belir­ledik, dileseydi hepinizi tek ümmet yapardı5448 ayeti bu konuyla ilgilidir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin herkese gönderilmesi nedeniyle, bütün insanlar bir ümmet midir, değil midir? Allah Teâlâ’nın önceki kitapların mensuplarına ciz­ye hükmünü verip kendilerini dinlerinde bırakması, Allah Teâlâ’dan peygam­ber diliyle gelen bir şeriat mıdır? Onlar, alanın gücü, ve kendilerinin aşağılanması halinde, cizye vermiş, bu verdikleri kendilerine bir fayda sağlamıştır. Bu sayede onlar, yükümlü oldukları şeyi yerine getirmişler­dir. Cizye şeriattan onların payıdır. O insanların kendi dinlerinde bıra­kılması, Muhammedi şeriatın bir yönüdür ve bu sayede onlar Mutlu olur. Böylelikle kendi şeriadarında aşırı kaçanlar, tıpkı diğer günahkâr­lar gibi cezalandırılır. Bunlar, iman ettikleri halde şeriadarının içerdiği bütün konuları bilmeyenlerdir. Bu, garip bir bilgidir ve onu mükaşefe fetihlerinden zevk edeni tanımıyorum. Bu ilim, Allah Teâlâ ehlinin hakkında gayrete geldikleri ve kendisini gizledikleri sır ilmilerindendir. Varlıkla­rın -her ne olursa olsunhakkında muhayyer oldukları husus, bu men­zilden öğrenilir. Sınırlı ve sınırsız iman, bu menzilden öğrenilir. Meşru ilmi bozan ve düzelten şeyler, bu menzilden öğrenilir. Hakkın farklı türleriyle hükümlere nüfuzu ve hepsinin -Haktan gelmeleri nedeniylehakikat olması, bu menzilden öğrenilir. Kefareder, bu menzilden öğre­nilir. Yaratıkların hallerini düzelten hususlar, bu menzilden öğrenilir. Batıl, Hakk bu menzilden öğrenilir? Bu ikisi var olan şeyler midir, öyle değil midir? Tabi olanlarda ortaklık bu menzilden öğrenilir. Ortaklar neye döner, tek bir şeye mi, yoksa farklı şeylere mi döner? Misal veri­lenler ve verilmeyenler, bu menzilden öğrenilir. Varlıklar eliyle gerçek­leşen ilahi kahır, bu menzilden öğrenilir. Ebu Yezid şöyle der: ‘Benim tutuşum daha güçlüdür.’ Güçlükten sonra gelen kolaylık, bu menzilden öğrenilir. Kolaylığın özelliği şiddetten sonra gelmek midir, değil midir? Sınanma türleri bu menzilden öğrenilir. Hayreti sahibinden yok eden nitelik, bu menzilden öğrenilir ve açıklanır. İlahi nefesler, seferlerin ne­ticelerinden tekrar sefere çıkmak, vaazlar, ilahi yardım yok iken, galip gelmek ve niçin galip gelindiği, bu menzilden öğrenilir. Görme ve delil ilmi arasındaki fark, bu menzilden öğrenilir. Bu görme makamının ye­rini alır mı almaz mı? Ziynet türleri, bu menzilden öğrenilir. İlim men­zilleri ve ayrıntıları, bu menzilden öğrenilir. Kaderin reddedilmesi kar­şısında ezeli kaza, bu menzilden öğrenilir. Tab’, mühür, kilit vs. bu menzilden öğrenilir. Baş gözlerinin körlüğüyle basiret körlüğü, bu menzilden öğrenilir. Niçin kalp körlüğü sadırlara tahsis edilir? O, Hak­tan ayrılmak demek midir? Kastedilen önceki bir gelişten sudûr mudur, yoksa zorunludan mümkünün oluşması tarzında südûr mudur? Yoksa o niteliğin değil, mahallin sudûr etmesi midir? Bu durumda onun körlü­ğü, mahalde bulunmasından kaynaklanır. Kendi düşüncesiyle mahalden ayrıldığında ve bir rahatlık ortaya çıktığında, körlüğünün kaybolmasına bakar. Artan ilimlerin belirlenmesi, bu menzilden öğrenilir. Çünkü on­lar, ilavenin gerçekleştiği şeye göre, birbirinden farklıdır. Ayeder ve var­lıklar üzerindeki alameder, bu menzilden öğrenilir. İlahi mertebenin tevhidini bir kişinin elde edebileceği, bu menzilden öğrenilir. Örtüler ve başkasını idrakten gizlenmemizi saklamak üzere üzerimize çekilen örtü türleri, bu menzilden öğrenilir. Bizimle kendisini görmemiz arası­na çekilen ve onu göremediğimiz örtüler nelerdir? Menzilde yerleşmek bu menzilden öğrenilir. Menzilde başkalaşma, buradan öğrenilir. Bir kavme inayet edilirken başka bir kavimde inayetin olmayışı, bu menzil­den öğrenilir. İyilik ve kötülükte azimetlerin neticeleri, bu menzilden öğrenilir. İyilik ve kötülükler, bu menzilden öğrenilir. Rahmanı nispet­ler, imandan fayda veren ve vermeyen hususlar bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onlar gerçek kâfirlerdir.’449 Hakkın uzaklık ve yakınlığı, bu menzilden öğrenilir. Tefekkürün insanı ulaştıracağı yer, bu menzil­den öğrenilir. Neyden dönüleceği ve kime dönüleceği, bu menzilden öğrenilir. Zanda etkin olan ve olmayan hususlar, bu menzilden öğreni­lir. Müşahede bilgisi ve kendisini kabul etmek üzere olan istidadıyla bir­likte ilişmesi, bu menzilden öğrenilir. Burada bir engelleme yoktur ve mahal alıcıdır. Engelleyici meşiyet nedir? Cezalandırmada insaf ve vasi­yet, bu menzilden öğrenilir. Zıdar ve benzerlerle benzer olmayanlar arasındaki fark, bu menzilden öğrenilir. Başka ilimler de vardır. Burada -bilsem bilebütün ilimleri zikretmiyorum, sadece bu menzilin içerdiği bazı yönlere veya imkân ölçüsünde bazı bilgilerine dikkat çekiyorum. Bazen bu ilimleri bütünüyle zikrediyorum. Öyle ki, o menzilde benim dikkat çektiğimin dışında bir ilim kalmaz. Bazen bundan geri kalıyo­rum. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar