YİRMİ İKİNCİ SİFİR 2.Bölüm
ÜÇ YÜZ OTUZ İKİNCİ BÖLÜM
Mııhammedî Makam Sahipleri İçin İlahi Koruma Menzilinin Musevî Mertebeden Bilinmesi
Her kim meylederse, oluş daire olduğu
için meyletti O bir tavırdır, çoğulu ‘etvar’
ilahın sevgisidir,
başkası değil .
O varlığımızdaki müstear sır ,
Varlığımız zorunlu olarak O’nunla
başladı .
Afeıl bu konuda
zorunluluk hükmü verdi
Varlık sona erseydi, daire olmazdı :
Bunun için akıllı hayrete düşer
Allah Teâlâ sana yardım etsin,
bilmelisin ki, Allah Teâlâ bize bildirmek üzere, Hz. Musa’ya şöyle der; ‘Ona Tur’un sağ yönünden nida ettik,’34S
Allah Teâlâ Tur’ yönünden nida etti, bunun nedeni onun huni tarzında
eğikliğidir. Hz. Musa, kendisine duyduğu şefkade, ailesine/eşine ateş aramak
üzere yola çıkmış, bu şefkat onun bir yaratılmışa, yani eşine ‘eğilmesine’ yol
açmıştı. Çünkü ailesi (eşi), esas itibarıyla, sol kaburgadan yaratılmıştı ve
kaburga ‘eğiktir.’ Kaburgadaki eğiklik, yaratılıştaki yapının ‘düzgün’
olmasından kaynaklanır. Bu sayede eğikliğiyle bütün şeyleri kapsar ve parçaları
kendisini korumak üzere eşidenir. Yaratılışın yapısı dairesel olmasaydı, onda
boş kenarlar bulunacak, yaratılış gayesini teşkil eden korumadan uzaklaşacaktı.
Musa’ya ihtiyaç duyduğu şeyde tecelli gerçekleşmiş ve ateş görmüştür; çünkü
ateş yola çıkmasının nedeniydi. Bu nedenle Rabbi ona ateşten nida etmişti.
Onun ise bu konuda bilgisi yoktu. Çünkü kendisini bütünüyle aradığı şeye
vermişti. Bir kasidemizin zeyniyyat kısmında söylediğimiz şu mısra bu konuyla
ilgilidir.
Musa’nın kendi ihtiyacı olarak gördüğü
ateş gibi
O ilahtır, fakat Musa bilmiyor
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ herhangi
bir varlığı daireselliğe dönük bir meyil bulunmaksızın çizgisel bir şekilde
yaratmadı. Bu durum, anlamlar veya cisimler âlemindeki bütün varlıklar için
geçerlidir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Göklerde’ -yüksek kısımdır‘ve yerde’ bu ise
süfli kısımdır, çünkü yeryüzünde ondan daha süfli kısım yoktur. ‘Onun korumasını üstlenir.’34* Burada Allah
Teâlâ, kendisini her şeyi korumuş olmakla niteler. Koruma, korunana dönük bir
ilgi ve eğilmedir. Böylelikle cisimlerin her bir suretinin şeklinde bir
hunilik (eğiklik, ilgi) bulunur. Anlam ve ruhlarda da eğiklik bulunur. Şimdi
cisimlerin daireselliği yönelmesinin nedenini zikredelim: Cismin kabul ettiği
ilk şekil, dairedir, o ise, felek, yani daire diye isimlendirilir. Onun
hareketinden, cisimler âlemi ortaya çıkmıştır. Bir kısmı, aslın suretiyle
ortaya çıkmıştır: Bu kısım, daireselliğini kendinde tamamlandığı ve iki ucun
bir araya geldiği cisimlerdir. Bir kısmı ise, bu suretten yoksundur. Bu durumda
onda daireselliğe dönük bir meyil bulunmalıdır. Bu meyil, duyusal olarak,
cisimlerde ortaya çıkar. Öyle ki, ağaçların yapraklarında, taşlarda, dağlarda,
dallarda bu durum görünür. Cisimler âleminde meyilsiz çizgi, sadece varsayımsal
olarak ve vehimde bulunabilir, yoksa fiilen böyle bir şey olamaz. Cisim,
dairesel bir surette ortaya çıkmıştır ki, ilk şekille ortaya çıkan tümel cismi
kastediyorum. Çünkü Allah Teâlâ onunla boşluğu doldurmak istemiştir. Şekli dairesel
olmasaydı, doluluğun bulunmadığı boşlukta kalırdı. Boşluk, cisimde olmaksızın,
mevhum bir dairedir. İş böyle gerçekleşmiştir: Bunun nedeni, eşyanın Allah
Teâlâ’dan çıkması ve tekrar kendisine dönmesidir. Her şey, O’ndan var olmuş ve
Ö’na döner. Bu durum, şekiller âleminde dairesel bir tarzda olmalıdır. Çünkü
bir varlığın kendisinden çıktığı yoldan O’na dönmesi mümkün değildir. Onun
uzaması, başlangıcına bitişmesini sağlar. Bu ise, çizgisel şekilde
gerçekleşmez. Çünkü çizgi olsaydı, hiçbir zaman başladığı yere dönmezdi,
halbuki her varlık, başladığı yere döner. Öyleyse varlıkta manevi ve duyüsal
olarak bir dairesellik bulunmalıdır. Âlemin surete göre yaratılmış olmasının
bir yönü de, onun dairesel şekilde yaratılmış olmasıdır. Allah Teâlâ’nın
hikmetine bakınız!
Dönülen yer ilahidir, bunun nedeni,
sureti eğiklik olan ilginin ortaya çıkmasını sağlamaktır. Bu sayede merhameti
kendisine dönen her şeye ulaşır. Allah Teâlâ’nın rahmeti, bütün varlıkları
içermiş, Allah Teâlâ her şeyi rahmeti ve bilgisiyle kuşattığı gibi kuşatmıştır.
Gazap için, bu ilahi ve rahmanı genişlik zikredilmemiştir. Öyleyse âlemin
rahmete varması kaçınılmazdır, çünkü onun Allah Teâlâ’ya dönmesi zorunludur.
Çünkü ‘İş bütünüyle O’na döner’347 diyen Allah Teâlâ’dır. İş Allah
Teâlâ’ya dönünce, başlangıcına dönmüş demektir. Başlangıç, (yani ilke) başta
gelen demektir ve her şeyi kuşatan rahmettir o. Başlangıç, başlatan ve ilke,
her şeyi kuştan rahmettir. Mübdi ise her şeyi bilgi ve rahmetiyle kuşatmıştır.
Böylece iş rahmete döner. Bu durumda Allah Teâlâ’nın yaratıkları hakkında
azabın ezeliliğinden emin olunur. Bu müşahede karşısında senin yerin
neresidir? Kuşatıcı ve genel rahmetin öne geçmemiş olsaydı, Allah Teâlâ’nın
rahmetini zikredilen bü genişlikten olumsuzlayan hakkında azap ebediyen
sürerdi.
Fakat rahmetin öne geçmesi, Allah
Teâlâ’dan böyle birine karşı bir rahmet ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bu
sayede o insan, rahmetin bu kadar geniş olduğuna inanmayışına rağmen, hesap
etmediği bir yönden rahmetten payını alır. Allah Teâlâ onu bilgisizliği
nedeniyle cezalandırmamıştır, çünkü o anlayışında bir şüphe sahibidir. Onun
basiret gözü körelmiş, aklı bilgisizlik bağında hapistir.
Hayvanlar arasında evini âlemin şekli
gibi yapan ve onu imar eden yegâne hayvan, arıdır. Arı evini altıgen yapar ve
onda bir boşluk kalmaz. Bu yönüyle altıgen, küresel şekil gibidir. Küre de
boşluğu engeller ve bir boşluk bırakmaz. Arı evini balla doldurur. Bal, varlığı
kuşatan ve onu içeren ilahi rahmetin bir benzeri olarak, haz veren bir
besindir. Arı peteği başkası için balla doldurmamıştır, onu kendisi için balla
doldurmuştur. Alem de bu surette ortaya çıkmıştır. Alemdeki her şey, O’nun
övgüsünü ve hamdini tespih eder. Öyleyse Allah Teâlâ her şeyi kendisi için var
etti, çünkü her şeyi sadece kendisiyle meşgul etmiştir. Allah Teâlâ kendisinde
hem başkası için hem Allah Teâlâ için çalışabilecek bir istidat yarattığı
varlıklardan (insan ve cin) söz etmiş, onları sadece kendisine ibadet etsinler
diye yarattığına dikkat çekmiştir: ‘Cinleri
ve insanları bana ibadet etsinler dişe yarattım”4* Onların bir
kısmının yaratılış gayelerini yerine getirmemiş olması, onların zikredilen
maksatla yaptıkları iş için .yaratılmış olmalarım gerektirmez. Bu nedenle
insan ve cinler, (ibadeti yerine getirmediklerinde) hesaba ve sorguya
çekileceklerdir. Bu durum, arının haline benzer: Arı kendisi için sakladığı
balın bir kısmını varlığını sürdürmek üzere ortaya çıkartır. Onu alan alır ve
kendisi için yaratıldığı gayeden başka bir amaçla onu kullanır. Hayvanlar
arasında sadece arıda durum zikrettiğimiz gibi olunca, Allah Teâlâ bize -diğer
hayvanlara değilarıya vahyettiğini bildirmiştir. Arının karnından çıkan balın
insanlar için şifa olduğunu bildirmiş, onu her şeyi kuşatan rahmet konumuna
yerleştirmiştir. Bazı mizaçlar balı yemekten zarar görse bile, Allah Teâlâ
balın zararından söz etmemiştir, çünkü bal zararı nedeniyle yenilmemiştir.
Başka bir ifadeyle baldaki gaye, varlığa şifadır. Nitekim yağmurun gayesi de,
birincil olarak, yağmasıyla meydana gelen rızkı var etmektir. Yağmur yaşlı bir
yoksulun evini yıkabilir. Bu durumda yağmur, onun adına bu özel yönden bir
rahmet değildir. Fakat evin yıkılması, yağmurun yağma nedeni olan genel amaçla
ilgili değildir. Evin yıkılması, yapının zayıflığı nedeniyle, yıkılmaya
elverişli olan istidattan kaynaklanmıştır. Aynı şekilde, bal yiyen insanın
gördüğü zarar da, onun mizacının istidadından kaynaklanır, yoksa bu zarar,
genel maksatla (şifa) ilgili değildir.
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ’nın âlemi
koruması, yaratılmışların diliyle kendisini övmenin sürekliliğini sağlama
amacı taşır. Onlar, sahip oldukları muhtaçlık özelliğinden Allah Teâlâ’yı
tenzih ederler. Bu nedenle bu koruma, âleme özen gösterme veya ona inayet amacı
taşımaz. Aksine O’nun tecelligâhı olsun, isimlerinin hükümleri ortaya çilesin
diye âlem korunur. İnsan Allah Teâlâ’nın suretine göre yaratılmıştır ve Allah
Teâlâ ‘İnsan için çalıştığı vardır5349 buyurur.
Burada Allah Teâlâ insanı sadece kendisi için çalışan saymıştır. Bu nedenle
kendisi için çalışmasını teşvik etmek amacıyla onun çalışmasına ücret
bitiştirmiştir. Yüce ve aşağı âlemlerden ücreti olmayanların durumu böyle
değildir. Peygamberlerden sonra ve onların Allah Teâlâ’yı bilme mertebesinin
ardında mertebe yoktur. Onlar, uyaran ve ikaz edenlerdir. Bununla birlikte her
peygambere ümmetine ‘Size tebliğ ettiğime karşılık ücret istemiyorum. Ücretim Allah
Teâlâ’ya kalmıştır™0 demesi emredilmiştir.
Çünkü peygambere ücretini, onu görevlendiren ve gönderenin vermesi gerekir.
Öyleyse peygamberler kendi haklarına çalışmış ve tebliğ etmişlerdir. Fakat Allah
Teâlâ ehlinden alimler ile sıradan insanlar arasındaki fark şudur: Onlar,
ücretin ne olduğunu ona neyin eşlik ettiğini, kimden istediklerini, kimden
talep edilmediğini ve hükmünün kime döneceğini bilir. Öyleyse herhangi bir
konuda çalışan herkes, sadece kendisi için çalışmıştır. Çalışan kim olursa
olsun, bu konuda bir istisna yoktur. Bütün iş, Allah Teâlâ’ya aittir. Ücretler
ise, maksatlara göre, değişir. En üstünü, methedilmeyi ve övgüyü sevmektir.
Çünkü bu, ilahi bir niteliktir ve Allah Teâlâ âlemi kendi övgüsünü dile
getirsin diye var etti. Bunun aşağısında ise, varlıklar hakkında bilginin
artışım talep gelir. Onun aşağısındaki ücret, doğanın -kendisinden
edilgenliğin var olması içinruhani güçlerden talep ettiği şey gelir. Onun
aşağısında, doğanın -hayvani ruha özgü olansalt hazzı edinmek için duyusal
güçlerden talep ettiği şey gelir. Bunun ardından, talep edilen bir ücret
yoktur. Öyleyse ‘çalışma’ diye söylediğimiz şey, çalışanın payından ibarettir.
Allah Teâlâ’nın âlemi nasıl koruduğunu öğrenince, ‘Gözlerimizin önünde akar”5' ayetinin anlamını
da öğrenirsin. Burada Allah Teâlâ göz kelimesini çoğul söylemiştir. Binaenaleyh
âlemde herhangi bir şeyi koruyan herkes, Allah Teâlâ’nın gözüdür. Çünkü
koruma, koruduğu şeye hakim olanın ve korumasına karşı konulamayanın yapabileceği
bir iştir. Sen de beraber olduğun şeyin koruyucusu ol ki, onun varlığında
Hakkın gözü olasın! O halde âlemin koruyucuları, bu menzilin sahibidir. Onlar
ise, Hakkın gözleri olduklarını bilmezler. Bunun amacı, müşahede ye vecd
(ehl-i vücûd) ehlinin diğerlerinden üstünlüğünün öğrenilmesini sağlamaktır.
Nitelikte ortaklık gerçekleşse bile, Hakkın mertebesi karşısında kendi
menzilini bilen ile bunu bilmeyen bir değildir: ‘Bilenlerle bilmeyenler bir midir? Lüb sahipleri öğüt alır.’352 Bu ayet, onların
bildiklerine ve sonra bir kısmının unuttuğunu gösterir. Bir kısmının unutması
süreklidir. ‘Allah Teâlâ’yı unuttular, Allah da
onları unuttu.’353 Bir kısmına
söylenmiş, o .da hatırlamıştır. ‘Onlar, lüb (akıl) sahibidir.’354 Aklın
lübbü, sayesinde akıl sahiplerinin beslendiği şeydir. Onlar, kullanılması geren
yerde aklı kullananlardır. Akıl sahipleri ise öyle değildir, onlar, lübbü
yitirmiş kabule ehlidir. Lüb sahipleri onların yitirdiği lübbü almıştır. Bu
nedenle akılcılar, akletmişler, fakat kullanmaları gereken yerde aklı
kullanamamışlardır. Çünkü akıl lüb üzerinde kabuk iken kullanılabilir. Öyleyse
akim kullanılması, içerdiği ‘kabul’ özelliğine bağlıdır. Bu sayede akıl, Allah
Teâlâ’dan kendisine gelen ve lübbü olmayan aklın fikir gücüyle reddedeceği
şeyleri kabul eder. Bu nedenle Allah Teâlâ ehli, ‘lüb ehlidir1,
çünkü onlar için ‘lüb’ gıda demektir. Onlar, varlıklarını sürdürmeyi sağlayan
şeyi kullanırlar. Akıl ehli ise, gerçeği -imkân ölçüsündebulunduğu hal üzere
bilenler ve delili inceleyenlerdir. Delili öğrendiklerinde, akıl sahibidirler.
O ma’kulü gerektiği gibi kullandıklarında ise, lüb sahibi olurlar.
Lübde -şayet bilirsenyağın lübbü var
Yağda ise -anlayan kimse içinyardım
var
Bir yaratılmışa anlayış ihsan
edilirse, bilgiyle rızıklandığı gibi bilgiyle rızıklanan da anlayış sahibi
demektir. Anlamak, yaratıklar içinde yüce bir mertebedir ve Hakkın bilgisi o
sayede yaratıkların bilgisinden . ayrışır. Çünkü Allah Teâlâ bilgi sahibidir,
fakat O’nun için anlama söz konusu değildir. Yaratılmış ise, hem bilgi hem
anlamak özelliğiyle nitelenir. (Hakikatleri) Allah Teâlâ’dan anlamada ise, Allah
Teâlâ’yı bilenler arasında bir derecelenme vardır. Anlamak, özel olarak,
ilahi-surî yardımla ilgilidir. Yardım suretin dışında bir şeyde gerçekleşirse,
bilgidir ve anlamın onda hükmü yoktur, çünkü anlama bu mertebede söz konusudur.
Bu nedenle bu mertebede bilgiyi anlayışından elde ettiği için ‘müstefıd’ diye
isimlendirilir. Çünkü istifade, intikal ye yer değiştirme olmaksızın gerçekleşmez.
Bu intikal, öğretenin idrak mahallinden öğrenin idrak aracına doğru
gerçekleşir. Öyleyse istifade, bir anlayıştan meydana gelebilir. O halde, bilgi
öğrenciye ve öğretilmek istenilen suretlerin inşasını sağlarken, istifade eden
ondan ‘anlar’. Anlayış gücü olmasaydı, istifade olmazdı. Karanlıklar ile ışık,
gölge ve sıcaklık, ölü ve diri bir olmayacağı gibi, ‘kör
ile gören de bir değildir.ms Kastedilen anlamayan, dolayısıyla
öğrenemeyendir. Gören ise, bilen ve anlayandır. İyilik ve kötülük de bir
değildir. Dolayısıyla Hakk ve halk da bir değildir. Çünkü Allah Teâlâ’nın ‘benzeri
bir şey yoktur.™6 Bunu
bilmelisin! ‘0 duyan
ve görendir.’357 Burada belirsiz
bırakmış, akılları ve anlayışları bilgi ve belirsizlik arasında hayrete
düşürmüştür. Ancak rahmet genel olduğu için, Hakk vardıkları içtihadara göre
insanlara davranmış, gerçeğe ulaştıran yola isabet etmeleri veya yanlış
yapmaları bir sayılmıştır. Çünkü bu yönden âlemde ortaya çıkan hata, daha önce
söylediğimiz gibi, bir şeyin gerçekte izafe edilmemesi gereken bir şeye izafesinden
ortaya çıkar. Söz gelişi bir şeyi var olduğu sebepten başka bir şeyden talep
etmek gibi. Böyle bir talep sahibi, elde etme ücreti değil, talep ücreti
kazanır. Öyle biri suda ateş koru arayan insana benzer. Öyleyse bu
belirsizlikte ilahi bir tuzak vairdır. Alim ise, ferleri basiret ve keşif
üzere, köklerine katarken hayrete düşen ferleri (dallar) köklerine katar. Bu
köklere isabet etmesi, tesadüf yoluyla gerçekleşebilir ve o kökün bu dalın
kökü olduğunu zanneder. Tesadüf gerçekleşirse, bu, doğru hayal diye
isimlendirilirken tesadüf etmezse, ‘bozuk hayal’ diye isimlendirilir.
Belirsizlik olmasaydı, anlayış gerekmezdi. Öyleyse anlama, mümkün
belirsizliklerde ve kapalı işlerde tasarruf edebilen bir güçtür.
Anlayış sahibi, mertebelerin
bilgisine muhtaçtır. Elinde ilahi terazi bulunduğunda, Allah Teâlâ’nın tuzağını
tanır, ayırt eder. Gelecekte ise, tuzaktan emin değildir. Çünkü o, gaflet ve
unutma özelliğine sahiptir. Söz konusu kimse, her vakit bir şey hakkında kesin
bilgiye sahip değildir. Öyleyse ferlerin köklere katılmasının yegâne yararı,
ferlerin köklerin ve asılların hükmüne sahip olmasıdır. Alemin varlığının aslı,
Hakkın varlığıdır. Bu nedenle âlem Hakkın varlığının hükmüne sahiptir ki o da
vacip olmadır. Bu vaciplik, özü gereği vaciplik ile başkası nedeniyle vacip
olmak diye iki kısma ayrılır. Bu ise, başka bir konudur. Allah Teâlâ’yı
bilmenin aslı ise nefsi bilmektir. Öyleyse Allah Teâlâ’yı bilmek, O’nun aslı
olan nefsi bilmenin bir neticesidir. Nefsi bilmek ise, nefsi bilenlere göre,
sahilsiz bir deryadır. Dolayısıyla nefse dair bilgi, sona ermez. Nefsi bilmenin
gereği budur.
Allah Teâlâ’yı bilmek -ki bu aslın
feridirhüküm itibarıyla nefsi bilmeye katılır. Dolayısıyla Allah Teâlâ’yı
bilmek de bir sona varmaz. Bu nedenle insan her durumda şöyle der: ‘Rabbim!
Bilgimi artır.™* Allah Teâlâ ise, insanın Rabbi hakkındaki bilgisinin
artması için, nefs hakkındaki bilgisini artırır. Bu, ilahi keşfin verisidir. Bu
nedenle bazı akılcılar, Allah Teâlâ’yı bilmenin nefsi bilmek için asıl ve ilke
olduğunu zannetmiştir. Bu görüş, yaratıkların Allah Teâlâ’yı bilmesinde
kesinlikle doğru değilse bile, özel olarak Hakkı bilmede doğru olabilir. Daha
önce geçtiği üzere, Hakk varlık itibarıyla değil, mertebe itibarıyla asildir.
Varlık itibarıyla Allah Teâlâ’nın kendisini bilmesi, âlemi bilmesidir. Mertebe
bakımından asıl olsaydı, illet ve malul hakkında nazarî akılla söylendiği
üzere, asıl olmak, varlıktan kaynaklanmazdı. Bu ikisi varlıkta eş zamanlı olsa
bile, böyle olabilirdi. O halde, illetin mertebesinin malulünün mertebesinden
-varlıkta değilaklen geçtiği açıktır. Aynı şekilde, göreli iki şey de böyledir
ki bu, anlatmak istediğimiz konuya daha uygun bir örnektir. İki göreliden
birisi illet, göreliliğin meydana gelebilmesi içindiğeri maluldür. Öyleyse iki
göreli, birbirleri için hem illet hem maluldür. Oğulluk illeti babalıkta onun
malulü olmayı gerektirmiştir. Babalık illeti ise, oğulluğun onun malulü
olmasını gerektirmiştir. Kendileri açısından ise, bir illet veya malul yoktur.
Bilmelisin ki, bu konuyla ilgili hususlardan
birisi, âlemin Allah Teâlâ’ya muhtaç olmasıdır. Allah Teâlâ, onların bir
kısmını kendisine ehil seçmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir
hadiste şöyle der: ‘Yaratıklar Allah Teâlâ’nın yakınlarıdır.’ Başka bir
rivayette ‘Kuran ehli, Allah Teâlâ’nın ehli ve seçkinleridir’ denilir. Ehliyet,
özel bir mertebedir ve genel arasından seçilmedir. Allah Teâlâ rahmi -ki
ulu’l-erham ondan çıkmıştırRahman’ın dalı yapmıştır. Çocuk ebeveyninin bir
dalıdır. Allah Teâlâ kendisiyle kulları arasında bir nesep yaratmıştır. Bu
nesep ise, takvadır. Böylelikle Allah Teâlâ kıyamet günü âlemde ortaya çıkmış
bağ ve nesepleri alçaltırken, (kullarıyla arasındaki) kendi nesebini yükseltir
ve o genelleşir, çünkü sadece takva sahibi vardır! Allah Teâlâ’ya karşı haddi
aşan kimse, O’nun kendisini günahları bağışlama, hoş görme, mağfiret etme,
rahmetinin genelliği hakkında zikrettiği özellikleri nedeniyle kulunu
kışkırtmasıyla haddi aşmıştır. Bu nitelikler, bütün nazar sahipleri için,
sadece günahkârlarda etkili olabilir. Bu dürüm, özellikle el-Afuvv ismi için
geçerlidir. Öyleyse bütün günahkârlar Allah Teâlâ’ya ancak O’nun nedeniyle asi
olmuş iken, kendisi yönünden ‘takva sahibidir.’ Çünkü (Allah Teâlâ ile kul
arasında) nesep sahih olunca, haller kendisine etki edemez. Allah Teâlâ, dini
nesebi dikkate alır ve insanlar arasında miras ilişkisi bu nesep yoluyla
gerçekleşir. Bir şahısta din ve kan nesebi bir araya gelince, nesep ve kan
nesebinin perdelediği şey perdelenir. Kan bağı ve nesebi olmayıp din nesebi
olursa, o kişi kan nesebiyle dini nesepten olan varisliği elde eder.
Böylelikle Müslümanlar ona varis olur. Ya da kâfir olur ve kâfirler kendisine
varis olur. Kan bağı olur ve dini nesebi olmazsa, Allah Teâlâ’nın dininden
çıktığı hususlarda Müslümanlar ona varis olur. Takva nesebi, -şayet
anladıysanbütün dinleri ve mezhepleri içerir. Öyleyse Allah Teâlâ’nın yakınları
olmaları yönüyle Allah Teâlâ bütün âlemi rızıklandırmıştır. Ehlinin âlemde
bulunması yönüyle ise, Allah Teâlâ onlara inayet ve şefkat göstermiştir. İlahi
surete kâmil bir şekilde yaratılmış olmaları yönüyle onları vekil edinmiş; bir
kısmının diğerlerinin suretinde olması yönüyle onlara yumuşak davranmıştır.
Zikredilen nesep yönüyle ise er-Rahman ismi vuslat ve toplayıcılık özelliğiyle
onlara: bakmıştır. Allah Teâlâ her yönden âleme ihsanla bakar ve bu nedenle de
el-Birr ki ihsan eden demektirve er-Rahim diye isimlendirilir.
Bu bölümle ilgili bu kadar açıklama
yeterlidir. Şimdi bölümün içerdiği ilimleri zikredelim. Bunlardan birisi,
şekillerin en üstününün bilgisidir. Başka bir konu, kitapların mertebelerinin
ve onları açıklayanların ilmidir. Münir’in Hakim ile, onun Muhsi, onun Kerim
karşısındaki yeri bu menzilden öğrenilir. Yazılı olanın rakamlı olandan farkı,
onun manevi olandan, onun maddi olandan, ananın imamdan vb. farkı bu menzilden
öğrenilir. Bütün bunlar, kitapların ve kitabın sınıflarıdır. Çünkü Allah Teâlâ
Tevrat’ı eliyle yazmış, kaleme kendi nefsiyle Rabbinin Levh-i mahfuza olan
emrini yazdırmıştır. Her kâtibin mertebesi ve rahimlere yazılan şeyler bu
menzilden öğreniliri Onlar, yaratıkların ve rızkın kâtipleridir. Ecel,
bedbahriık, mutluluk, kiramen kâtibin melekleri bu menzilden öğrenilir. Levh-i
mahfuzda yazılan ile korunmayan levhalara yazılanlar, buradan öğrenilir.
Bunlar, ilahi yazım türleridir. Bütün bunlar, bü menzilden öğrenilir ve menzile
giren, bunları müşahede eder. Alemde mamur olan
yerler ile olmayan yerler, bu menzilden öğrenilir. Mamur olmayan kısım
görmediğimiz bir şekilde mamur mudur, yoksa mamur değil midir? Mekânların
kendilerinde oluşan bitki veya hayvan veya onlara yerleşen cin, melek gibi
varlıkla dolması, bu menzilden öğrenilir. er-Refı (yükselten) ve el-Ali
isimleri arasındaki fark, bu menzilden öğrenilir. Er-Refı ismi niçin
(refıü’d-derecat şeklinde) tamlama halinde gelmişken, el-Ali ismi genel
zikredilmiştir? Bir şey haddini aştığında niçin zıddına döner? Acaba cevheri
bakımından mı, yoksa suretinin cevheri yönünden mi zıddına döner? Allah
Teâlâ’nın kendisine, varlıklara ve var olmayanlara yemini, bu menzilden
öğrenilir. Geçmiş zamanla -ki gerçekleşen demektirsınırlanarak hakkında yemin
edilen şeyler, bu menzilden öğrenilir. Gerçekleşmesi hükmü yönüyle veya dıştaki
varlığı bakımından zorunlu olan geleceğe yemin, , bu menzilden öğrenilir?
Niçin hakkında yemin edilen şey -başkası değil debelirli bir yemine tahsis
edilmiştir? Bu mesele, âlemin bir olması yönünden böyledir. Kaza geri çevrilir
mi, çevrilmez mi? Çeviren kişi kazanın bir parçası mıdır veya kaldırılmasını
veya sübutunu gerektiren başka bir şey midir? Niteliklerin değişmesi, bu
menzilden öğrenilir. Başkalaşma herkesin zatında mı bulunur veya zatında veya
nitelik sahibiyse niteliğinde değil de hükmünde mi gerçekleşir? Bilgi varken,
inkâra yol açan sebep, bu menzilden öğrenilir? Böyle bir inkârcı, hüküm
bakımından bilgisizin konumunda değildir. Cahil mazur mudur, değil midir? İyi
bilginin kötülenmiş bilgiden ayrılması, bu menzilden öğrenilir. Acaba bilginin
kınanması, bilinen nedeniyle ona ilişen geçici bir durumdan mı kaynaklanır?
Yoksa ne geçici ne zati bir hükme göre ona bir etki etmez mi? Bilginin nefs
veya histe duyulur bir etkisi var mıdır, yoksa onun sadece nefiste mi etkisi
vardır? Nefis ile isabetin gerçekleştiğini düşünen, böyle zanneder ve onun
mizacı, rengi ve hareketi değişir, dili karışır, ne söyleyeceğini bilemez.
Çünkü bilgi nefiste korku meydana getiren bir etkiye sahiptir. Bu etkiler,
korkunun onda bulunmasından kaynaklanır, yoksa bilginin etkileri değildir.
Çünkü bilgi bazen kendine hakim güçlünün nefsinde bulunur ve onda korku oluşturmaz.
Dolayısıyla bilgi yar olsa bile, başkalaşma olmaz. Kendisiyle yalancıya azap
edilecek şey, bu menzilden öğrenilir. Acaba yalanla ilgisine göre var olmayan
bir şeyle mi azap edilir? Ya da yalanın zihni varlıkta mertebesi olması
nedeniyle, var olan bir şeyle mi azap görür? Onun cezası duyuya nispetiyle bir
midir? Bu durumda var olmayan bir şeyle azap gerçekleşir. Ya da hayale mi
benzer. Bu durumda hayalde var olan bir şeyle âzap görür. Bunlar,
müşahedelerdeki garip bilgilerdir. Şekilci ve konuları akılla inceleyenlerin
bunlar hakkında bilgisi yoktur. Çünkü onlar, Allah Teâlâ’nın koyduğu teraziyi
bilmezler. Allah Teâlâ o teraziyi göğü yükseltirken ve yeri yayarken gök ile
yer arasına yerleştirmiştir. Bu terazi, oraya konulmuş olsa bile, gerçekte
ed-Dehr diye isimlendirilen Hakkın elinde bulunur. Allah Teâlâ, onunla
yükseltir ve alçaltır. Sihir bilgisi neyle ilgilidir? Onda övgüye layık bir
kısım var mıdır? Onun fiilde etkisi nedir? ‘Onları korkutsan da, korkutmasan da iman etmezler’359 ayetinde geçen
‘birdir, eşittir’ ifadesi ne demektir? Bu kelimeyle ‘Bağışlasan da bağışlamasanda birdir’360 veya ‘Onlar için yetmiş kere bağışlama istesen de, Allah Teâlâ
onları'bağışlamayacaktır’361 veya ‘Sabretseniz veya sabretmeseniz, birdir’362 ayetlerinde
geçen ‘birdir/eşittir’ kelimesi ne demektir? Bağışlanma isteği, dünyada
yapıldığında ahiret hayatından farklı olarak kabul edilmeyi gerektirir. Onlara
göre korkutma. ile korkutmama bir ise ve bundan dolayı iman etmezlerse, ahiret
hayatında onlarda sabrın var olup olmaması birdir. Binaenaleyh uygun ceza,
cezanın onlarda uygulanmasına etki etmez. Allah Teâlâ’nın kendisini övdüğü
üzere, Allah Teâlâ’dan başkasına dayanma, bu menzilden öğrenilir. Onun ahiret
hayatında uygun cezadaki etkisi nedir? Türün bekası için çoğalmanın kendisinden
meydana gelmediği cinsel ilişkinin sebebi, bu menzilden öğrenilir. Bir ihtiyaç
olmaksızın, birbirine bir şey vermenin sebebi bu menzilden öğrenilir. Çünkü bir
şey alıp vermek ancak ihtiyaç esnasında olabilir. Alış verişte -hibelerde
değilbir karşılık olmasına rağmen ihsan, bu menzilden öğrenilir. Hibelerde
ihsan ise, bilinen bir şeydir ve bu nedenle ihsanın otoritesi artsın diye
mükâfat belirlenmiştir. Alemde ihsanı
ortadan kaldıran şey, bu menzilden öğrenilir. Bedel ödemesine rağmen ihsan kim
adına gerdelidir? Kehanet ve bedel arasındaki fark, bu menzilden öğrenilir.
Heva, akıl -ki onun mukabilidir-, bu menzilden Öğrenilir. Âlemin nereden
yaratıldığı, bir şeyden mi, yoksa ‘la-şeyden’ (yokluk) mi yaratıldığı, bu
menzilden öğrenilir. Ruhlar güçlerde derecelenir mi? Öyleyse cisimsel güçler
gibi birbirlerine etki ederler. İlahi hazineler ve onlarda saklanan şeyler, bu
menzilden öğrenilir. Hakkın mekânı bir nispet mi yoksa var olan bir zarf
mıdır? Doğal âlem, herhangi bir miraçta yükselir mi? Acaba o, doğal mıdır? Bu
durumda miraca muhtaçtır. Yoksa doğal değil midir? Latif anlamların kesif
cisimlere etkisi, bu menzilden öğrenilir? Niyetin fiillerdeki etkisi, bu
menzilden öğrenilir. İlah’ta bulunması gereken nitelilder, bu menzilden öğrenilir.
Zanlarm belirli vakiderde boş çıkması Bu menzilden öğrenilir.. Tenzih
hallerinin ilmi, bu menzilden öğrenilir.
Bunlar, bu menzilin içerdiği
ilimlerin bir kısmıdır. Bu bilgileri, talibin himmeti, Allah Teâlâ’dan veya
kendilerini bilenden öğrenmeye yükselsin diye zikrettik.
‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
ÜÇ YÜZ
OTUZ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
'Eşyayı senin için, seni kendim için yarattım; kendim için yarattığımı kendisi için yarattığım
yoldan çıkarmasın' Menzilinin Musevî Mertebeden Bilinmesi
Nefisler kazandıklarına göre karşılık
bulur
Her türlü iyilikle, (kötülükte)
kazandığıyla cezalandırılmaz
Kazanmaya bağlı olduğunu bilirsen Din
günü diktiğin şeyin iyiliğini devşirirsin
Allah Teâlâ sana yardım etsin,
bilmelisin ki, Allah Teâlâ yaratığı her şeyi, zillet ve muhtaçlık özelliğinde
ve onun için belirlediği makamda yaratmıştır. Bu nedenle Allah Teâlâ’nın
yaratıklarından hiçbir şey, yaratıldığı makamı aşamaz. Bunun istisnası, insan
ve cinlerdir. Allah Teâlâ, onları ‘izzet’ makamında ve dünya hayatındaki
nefeslerinin sona ermesiyle ulaşacakları makamlarının dışında yaratmıştır. Bu
nedenle onlar, müşahedenin kendilerine kazandırdığı makamlarına ‘yükselme’ ve
perdenin ardında bulunmanın yol açtığı ‘makamlara inme’ imkânına sahiptir.
Dolayısıyla onlar, iki grup arasında berzahtadırlar: -Ya şükrederler, ya inkâr ederler.’363 Şükrederlerse
yükselirler, inkâr edince, aşağı düşerler. Allah Teâlâ şöyle der: ‘İnsan ve cinleri bana ibadet etsinler diye yaratım.’364 Burada
ibadeti söylemiştir. İbadet onların ellerine bırakılınca ve Allah Teâlâ onu
onlarm yaratılış sebebi yapınca, bir kısmı yaratılış amacına uymuştur. Bunlar, Allah
Teâlâ’nın emrine itaat eden ve ibadet ve amelle O’na gelenlerdir. Allah Teâlâ
şöyle der: ‘Bana ibadet edin.’^Nitekim bir ayette ‘Ben kendinden
başka ilah olmayanım, bana ibadet edin’365 buyurur. Bu, ibadeti emretmektir.
‘Beni zikretmek üzere namaz kıl.’366 Bu ise, amel emridir. Amel, ibadet
değildir. Amel, bir suret iken ibadet onun ruhudur. O halde ibadet, amele
bitişse de bitişmese de, Allah Teâlâ nezdinde her durumda makbuldür. İbadetten
başka bir şeye ait olan amel ise, onun gerçekleşmesini amaçlayan -ki yükümlü
nefistirniyet sahibi yönünden, her yönden makbul değildir. Amelin organlardan
veya belli bir organdan meydana gelmesi yönüyle ise, amelin kendisinden,
meydana geldiği organ amel karşılığında ödüllendirilir. Böylelikle amel,
kimden ortaya çıkarsa çıksın makbuldür, fakat ondan (ibadet olarak
yapılmamışsa) kendisini organlara emreden nefse bir karşılık dönmez. Bu durum, amel
sureti itibarıyla iyi olduğunda, böyledir. Misal olarak, münafık ve riyakârın
namazını verebiliriz. Yükümlünün organlarında ortaya çıkan ve nefsin ‘ibadet’
niyetiyle yapmadığı bütün iyi ameller böyledir. Yasaklanmış kötü amellere gelirsek,
(natık) nefis, niyeti edeniyle onlardan dolayı cezalandırılırken organlar
cezalandırılmaz. Çünkü onlar, nefsin kendilerinden istediği hareketleri
engelleme gücüne sahip değildir. Organlar, sadece kendisini dinlemeye ve nefse
itaate mecburdur. Nefis haksızlık yaparsa, bu onun aleyhinedir. Organlar ise,
yükümlülükten kurtulmuştur. Hatta onlar, tam bir iyilik sahibidir. Nefislerin
adil olması, hem onların ve hem organların lehinedir. Çünkü nefisler, Hakkın
organların üzerindeki valileridir. Onlar ise, memur ve mecburdur ve
fiillerinde bir iradeleri yoktur. Öyleyse organlar, her bakımdan itaatkârdır.
Nefisler ise, öyle değildir. Onların bir kısmı yaratılışı gayesini yerine
getirmez, Allah Teâlâ’nın emrettiği amel ve ibadetlere karşı gelerek günahkâr
olur. İtaatkâr olandan ise, itaat zorunluluk ve iradeli olarak meydana
gelebilir. Böyle birisi, ameli emretmek yönünden itaatkâr olmasa bile,
böyledir. İtaatkâr ve gönüllü olursa, hiç kuşkusuz, yaratılış ve emirde,
kendisinden amaçlanan şey gerçekleşmiştir. Çünkü yaratma ve emir, Allah
Teâlâ’ya aittir. Alemlerin Rabbi Allah Teâlâ münezzehtir! Günahkâra gelirsek,
ondan ibadet, -iradesiyle değilzorunlulukla meydana gelebilir. Bu durumda ondan
amelin süreti meydana gelir, yoksa emredilen amel değil! O, Allah Teâlâ’nın
emrine aykırı hareket eder ve bu nedenle yaratma ve emirdeki maksadı yerine
getirmemiş olur. Allah Teâlâ, insan ve cinleri yaratılış gayelerini belirleyen
bu makamda yaratmıştır. Bunun anlamı ‘Hakk için yaratılmak’ demektir. Böylece
insan ve cinleri bu gayeye tahsis etmiştir ki, bekalarının bağlı olduğu şeylerle
ilgilenerek, (maksada uymadıklarında) bir mazeretleri olmasın. Allah Teâlâ,
özel olarak varlıklarının bağlı olduğu eşyayı onlardan dolayı yaratmıştır.
Bunun amacı, onları bütünüyle yaratılış gayelerine yönlendirmektir. Yaratılış
gayelerini yerine getirmediklerinde, Allah Teâlâ’nın onlara karşı delili olur.
Allah Teâlâ onların bir kısmının
-başkası hakkında çalışırkenyaratıldığı şey hakkında bir kuşkunun bulunacağını
bilir. Bu kuşku, Allah Teâlâ’nın şu sözüyle ilgilidir: ‘Acıktım, beni
yedirmedin.’ Kul şöyle der: ‘Rabbim! Seni nasıl yedirebilirim ki, sen
âlemlerin Rabbisin.’ Allah Teâlâ şöyle der: ‘Falan kulum senden yemek istedi,
sen ona yemek vermedin. Yemek verseydin, onu benim nezdimde bulurdun.’ Böylece
Allah Teâlâ kendisini aç kulun konumuna indirir. Bu kuşku kendisine
aydınlanınca, kul şöyle der: ‘Biz başkası adına gayret gösterelim ve
gayretimizle dolaylı olarak yararlanalım.’ Allah Teâlâ şöyle der: ‘Beni
anlamadın! Ben kullarımdan rızık istemem veya beni doyurmalarını istemem. Rızık
veren, siz değilsiniz, güç ve kuvvet sahibi Allah Teâlâ’dır,’ Onların ayetin
tamamıyla geride delilleri kalmaz.
Bu rivayetten hareketle de onların bu
konuda bir delilleri olamaz. Çünkü Allah Teâlâ, varlığının bağlı olduğu eşyayı
senin için yaratınca, onları sana vermiş, varlığının devam etmesi için onları
sana ulaştırmıştır. Sonra insanların bır kısmına, muhtaç olduklarından daha
fazlasını vermiştir ki, onu başkasına ulaştırsınlar ve o da verilenle varlığını
sürdürsün. Bundan dolayı veren, emaneti sahibine ulaştırma sevabı kazanır. Emaneti
ona yükleyen Allah Teâlâ’dır. İşte bir kul yemek isteyince, muhtaç olduğundan
fazlasına sahip olduğu halde istediğini vermeyen kulun azarlanmasının sebebi
budur. Yoksa bu rivayetten İçişinin başkası için gayret göstermesi sonucu
çıkmaz. Ayetin devamındaki ‘Onlardan rızık istemiyorum veya beni
doyurmalarını istemiyorum’367 derken kast edilen budur.
Allah Teâlâ insanı yaratmış, ona
cedel gücü vermiştir. Bu gücü kullanan bir insan şöyle der: ‘Falan benden yemek
isteyip de ihtiyaçtan fazla yemeğe sahip olduğum yemek o kişi adına bende
emanet ise, onu engelleyemem. Bu nedenle, ona yemek vermedim.’ Böyle bir
cedelciye İblis’e söylenen söylenir: “Ne zaman ona ait olmadığını anladın ki?
Yemeği isteyeiıe vermedikten sonra mı anladın bunu? Yoksa daha, önce Allah
Teâlâ sana o yemeğin o kişiye ait olmadığını mı göstermişti? Yoksa sana o yemeğin
sahibini mi gösterdi? Yoksa yemeğin ona ait olmadığını, vermedikten veya adam
yanından ayrıldıktan sonra mı öğrendin? ‘Vermedikten sonra öğrendim’ demesi
gerekir. Bu durumda ona şöyle denilir: ‘İşte bunun için cezalandırıldın. Çünkü
İblis Allah Teâlâ’ya şöyle demişti: ‘Benden meydana gelmesini istemediğin bir
şeyi bana emrettin. Adem’e secde etmemi dileseydin, ben secde ederdim.’ Allah
Teâlâ ona şöyle der: ‘Senin secde etmeni irade etmediğimi ne zaman öğrendin?
Senden direnme gerçekleştikten veya emir zamanından sonra veya daha önce mi?’
İblis şöyle der: ‘Direnme meydana geldikten sonra, secde etmemi isteseydin,
secde etmiş olacağımı anladım.’ Bunun üzerine Allah Teâlâ ona şöyle der: ‘Seni
cezalandırdım. Herkes sadece bilgisizliği nedeniyle cezalandırılır.’ Çünkü Allah
Teâlâ’nın yaratıklarında var edeceği hadiseleri gerçekleşmezden önce öğrettiği
bilgi sahipleri, kendileri vasıtayla meydana gelmek üzere emredilen işler
meydana gelmedi diye cezalandırılmaz. Çünkü onlar, bilgiyle yalanlık
mertebesindedirler. Emre bağlanmadaki' maksat, yakınlıktır ve yalanlık
mertebesi, yükümlülük yeri değildir. Hakka yakın insanlardan itaader meydana
geldiğinde, bu durum, müşahede yoluyla gerçekleşir, çünkü onlar, Rablerinden
açık bir delile sahiptir. Dolayısıyla onlar, kendisini getiren bir vasıtadan
olmaksızın, ilahi emri müşahede etmeleri itibarıyla amel sahibidirler. Öyleyse
onlar, zahirde görünüş bakimından vasıtalı emri yerine getirirken bâtında tâbi
değü, hakikat ehlidirler.
Buradan şu sonuç ortaya çıkar: Bütün
hallerinde Allah Teâlâ’ya kulluktan perdelenmeyen kimse, yaratılış gayesini
yerine getirmiştir ve itaatkârdır. Böyle birisinin itaatkâr veya muhalif
olması, durumu değiştirmez. Çünkü köleyi kaçmış olmak kölelikten çıkartmaz.
Böyle bir davranış onu sadece efendinin emirlerine ve kurallarına uymak üzere
önünde durmak şeklindeki köleliğin gereğinin dışına çıkartır. Bakınız! Kölelik
adı -ister itaatkâr ister muhalif olsunonda kalıcıdır. Nitekim ister iyi ister
kötü evlat olsun, çocuk ‘evlat5 adını korur. Öyleyse yaratılış
gayesini yerine getiren kul, kendiliğinde iki halden birisindedir: ya değerini
müşahede ediyordur. Böyle bir durumda kul, değerinin makamında bulunur ve
kırılma, teslim olma ve korku kendisine eşlik eder. Ya da bu kişi, efendisiyle
gururlanma halindedir ve bundan dolayı kendini beğenme hali ortaya çıkar.
Misal olarak, hükümdarın kölesini verebiliriz. O, böbürlendiğinde bunun nedeni
kendisine sorulmuş ve şöyle demişti: ‘Nasıl böbürlenmeyeyim ki? Bir efendim
var, ben onun kölesiyim.’ Nitekim gerçek öyledir. Fakat buradaki fazilet, bu
işin farkında olmaktır. Öyleyse bu iki hal, övülen hallerdir ve her birisi,
yaratılış gayesini yerine getirmiş olmakla, kula ait görülür. Geride hangi
halin kula daha layık olduğu kalmıştır. Acaba değerini görmek mi, ya da
efendisiyle gururlanmak mı? Bir kısmı, birini, bir kısmı ötekini üstün saymıştır.
Bana göre, doğrusu zikrettiğimiz nedenle, bir tercih yapmamaktır. Çünkü makam
ve mertebeler değişir. Çünkü ‘Allah Teâlâ ile iftihar’ halinin ortaya çıkmasını
gerektiren bir mertebede kulun Allah Teâlâ ile iftihar haliyle gözükmesi
gerekir. Kulun kendi kıymetini müşahede etmesini gerektiren ve bunu talep eden
mertebede ise, kıymetini görmekle gözükür. Efendiyle gururlanma hakkında bazı
kimseler ‘Sizden korkunca, sizden kaçtım,36s ayetini
delil getirir. Başka bir delil ‘Allah Teâlâ’ya kaçın’369 şeklindeki
emirdir. Bu ayet, iki grubun da delilidir. Çünkü bazen Allah Teâlâ’ya kendisiyle
izzet bulmak amacıyla kaçılırken bazen O’nun karşısında zelilleşmek ve sadece
O’na muhtaç olmak nedeniyle kaçılır. Çünkü insan muhtaçlık ve yoksulluk
özelliğinde yaratılmıştır. Bu nedenle Allah Teâlâ’ya kaçma emrinden sonra ‘Allah Teâlâ ile birlikte başka ilah edinmeyin”70 buyurur.
Kastedilen, muhtaç olacağınız ilahlardır. Aksine yaratılış özelliğiniz olan
muhtaçlığınızı gidermek üzere sadece Allah Teâlâ’ya kaçın.
Kaçma gerekçesi olarak Firavun’dan ve
kavminden korkmasını gösteren Hz. Musa’nm kaçmasına gelirsek, onun korkusu, Allah
Teâlâ’nın onları kendisine musallat kılmasıydı. Bunu yapacak olan Allah Teâlâ’dır
ve Musa Allah Teâlâ’nın bilgisinde neyin bulunduğunu bilmiyordu. Bu nedenle
onun kaçması, kendisinden güç almak üzere, Allah Teâlâ’ya kaçmaktı. Allah Teâlâ
da kendisine hikmet ve bilgi vermiş, Allah Teâlâ ile iftihar ederek onlardan
korkanlara peygamber olarak göndermiş, açık mucizelerle kendisini desteklemişti.
Bunun amacı, bu dünya hayatında doğanın hükmünün gerektirdiği üzere, zayıf
kaldığı konuda kendisini desteklemedir. Çünkü doğanın büyük bir otoritesi
vardır. Onunla kuvvet ve otorite sahibi ruhlar arasında bir vasıta ve perde
yoktur. Bu nedenle korku şahsın gölgesini takip etmesi gibi kendisine eşlik
eder. Dolayısıyla doğa sahibi, ruh ile desteklenmişken güçlenebilir ve böyle
bir durumda doğa kendisine etki edemez. Çünkü onda yaygın olan şey, doğanın
uygulanmasıdır. Onun ruhaniyeti de -ki bedeni yöneten nefsidirdoğadan meydana
gelmiştir. Öyleyse doğa o nefsin annesiyken babası ruhtur. Anne çocukta etkindir,
çünkü çocuk, onun rahminde ve annenin beslenmesine göre oluşur. Nefs ancak Allah
Teâlâ kendisine bakan kutsi ruh vasıtasıyla onu desteklediğinde babasından
yardım alabilir ve bu durumda doğanın etkisine karşı bir güç kazanarak, doğanın
genel eddsi ona işlemez. Bununla birlikte, onda bir etki geride kalır, çünkü
etkinin bütünüyle ortadan kalkması mümkün değildir.
Bilmelisin ki, doğa doğurgandır, onda
kısırlık bulunmaz; sevecendir, eşine, doğurmak arzusuyla sevgi duyar. Çünkü
doğa çocukları sever ve evlatlarına karşı büyük bir sevgisi vardır ve bu sevgi
nedeniyle onları kendisine çeker. Çünkü çocukların terbiyesi ona aittir,
çocuklar doğadan başkasını tanımaz. Bu nedenle çocukların çoğu, doğanın kulu
kölesidir; onlarm pek azının dışındakiler, doğal ve duyulur hazlardan uzaklaşamaz.
Azınlık ise, babalarına bakar. Onlar, ruhanileşen kimselerdir ve onarın alameti
suretlerde değişmemek değildir. Çünkü suretten surete girmek, onlarm olduğu
kadar, doğanın özelliğidir. Ruhanileşenlerin alameti, babalarının oğulları
olmakla sınırlıdır. Bu durum, onları doğal şehvetlerden uzaklaştırmış,
varlıklarının bağlı olduğu şeyleri almakla sınırlı kalmışlardır. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Ademoğluna belini doğrultacak lokmalar yeter’
demişti. Böylelerin himmeti, ilahi ruhtan ibaret olan babalarına katılmaya
yönelir. Bu yaî (bana ait olan anlamında) ruhtur, yoksa emirle ilgili ruh
değildir. (Ona kendi ruhumdan üfledim ayetinde geçen ‘benim’ ifadesi.) Burada Allah
Teâlâ, ruhu kendisine ait saymıştır, çünkü Allah Teâlâ, emir ruhuyla kendisine
izafe ettiği ruhu ayırt etmiş, emir ruhunu destekleme ruhu yapmış, kendisine
izafe ettiği ruhu doğaya üflenen Hakkın kelimesinden ibaret ruhun varlık
sebebi yapmıştır. Böylece çocuğun babasına duyduğu sevgi gibi sevgi duymuştur.
Bu arzunun nedeni, talep ettiği Hakkı müşahede konusunda ondan yardım almak
arzusudur. Hakk ruhun ve doğanın dışındadır. Bu durum, o ikisi yönünden veya o
ikisine göre veya o ikisinde çocuklara tecelli eden olması yönünden değil, doğa
ve ruhtan müstağni olması yönünden Hakkı müşahededir. Bütün bunlar Hakka
aittir ye bu çetin bir konudur. İnsan buna ulaşıp onunla güçlendiğinde, bir
ihsan olmak üzere, arzular ruhtan kendisine iner, insan da bu arzulara göre
arzu duyduğu şeylerde hüküm sahibi olur, şehvet onu etkisi altına almaz. Böyle
birisi, şehveti yönlendirenken, başkası şehvetin hükmü altındadır. Bu makam
sahibi, şehveti bir kaza ve kendine özgü parçaların isteklerine karşılık vermek
üzere, kendinde meydana getirir. Böylelikle söz konusu kısımlar, bu şehvet
sayesinde dileklerine Ulaşırlar ve hayvani ruh nimete erer. Böyle bir nefis,
Rabbine bakıyordur ve O’ndan perdelenmemiştir Allah Teâlâ elHallak (yaratan)
isminde kendisine tecelli etmiş, kendi istediğini değil, Hakkın irade ettiği
meydana gelsin diye bu ismi ona giydirmiştir (Hallak ismiyle ahlaklanmak).
Bunlar, kendisine ait olduğu kimseye benzeyen değerli ve erdemli nefislerdir.
Bu nefisler, doğaya iyi çocuğun annesine baktığı gibi, bakar. Bununla birlikte
çocuk, ona muhtaç değildir. Fakat onun hakkını yerine getirmek için kendisine
bakar.
insanlar bu konuda kısımlara ayrılır.
Bir kısmı Allah Teâlâ’ya kulluk hakkını yerine getirmek üzere ibadet eder ve
kulluğunu kemaliyle yaparak ona yaratılışını verir. Bir kısmı, Allah Teâlâ’ya
Rabliğin hakkını yerine getirmek üzere ibadet eder: Allah Teâlâ bu kul
hakkında Rabliği Hakk edendir. Böylece kul yaratıcısının kendi üzerindeki
efendiliğini tam olarak idrak eder ve ona kendisine bakmaksızın yaratılışını
verir. Birinci de, efendisinin efendiliğine bakmaksızın, -gerçekteki duruma
göre değilher yaratılışta ortaya çıkan şeye göre kulluğunu yerine getirmişti.
Çünkü kul, işlerin kendiliklerinde gerektirdiği durumlara göre amel etmez.
Onların bir kısmı ise, iki yapıyı inşa etmek amacıyla Allah Teâlâ’ya kulluk
eder. Böylece her iki yapıya yaratılışını verir ve kulluğu ile efendisinin
efendiliğini kendi varlığında ve hakikatinde ortaya koyar. Çünkü kul, bu yaratılışın
ve yapının zuhur ettiği bir yerdir. Bir kısmı Allah Teâlâ’ya ibadede memur olması
nedeniyle ibadet eder. Bu kulun söz konusu yapıları yerine getirmekten bir
haberi yoktur, sadece kulluğun gereğiyle Allah Teâlâ’ya ibadet eder. Bu
kimselerin ibadeti, zati değil, ilahi emirden kaynaklanır. Bir kısmını Allah
Teâlâ zati ibadetine yerleştirir. Böyle birinin işi, amelde gerçekleşir,
ibadette değil! Bir kısmı ise, Allah Teâlâ’ya bütün yönlerle ibadet eder. Bu
kimse, ibadette kavmin en güçlüsü olduğu kadar böyle bir kuldan meydana gelen
ibadetin yapısı, en yetkin yaratılışa sahiptir. Çünkü bir yaratılışı meydana
getirmek zorunludur. Bu yapı kulun maksadı ise, kendisine izafe edilir ve
bundan dolayı kul övülür, ibadet eden kul onu amaçlamamışsa, Hakk onu kendisine
yerleştirir ve bu fiil Allah Teâlâ’ya izafe edilir, kuldan ortaya çıkmış
olmasına rağmen Allah Teâlâ övülür. Onu yaratmaya yönelmek, kendisinden gafil
olmaktan veya, onu bilmemekten daha üstündür. İnsanların bir kısmı, inşa
edilen şeyi müşahede ederken, bir kısmı inşa edileni görmez, çünkü bir şey inşa
ettiğini bilmiyordur. Bu durumda Allah Teâlâ, kendisinin bilgisi olmaksızın, o
fiili inşa işini üstlenir ve ta ki yapının sureti meydana gelir. Bu durumda
kul, kendisinden ortaya çıkması halinde o yapıyı müşahede edip böyle bir yapı
kendisinden ortaya çıktığı için Allah Teâlâ’ya hamd eder. ,
Öyleyse insanlar ibadette derece
derecedir. Zahirî ve bâtını amellerin suretlerini meydana getirirken
insanların durumları da böyledir. Onlar, bu amellerde derece derecedir. Bir
kısmı, hepsini ihata ederken bir kısmı daha aşağı derecede bulunur.
FASIL
‘Sayıların ilki, ikidir’ İfadesinin
Açıklanması
Bilmelisin ki, birden
bir şey meydana gelmez ve ilk sayı, ikidir. İkiden de bir şey meydana gelmez.
Fakat ikiyi üçüncü bir şey tek sayı yapıp birbirine bağlayarak onların
arasında orta terim haline gelirse, ikiden -kendi özelliklerine görebir şey
oluşabilir. Bu iki şey ilahi isimlerden ikisi olabileceği gibi, manevi
varlıklardan veya duyulur herhangi bir varlık türünden iki şey olabilir. İşin
bu tarzda olması gerekir. İşte elFerd isminin gereği budur. O halde üç,
teklerin ilkidir ve bu isimden mümkünler ortaya çıkmıştır. Hiçbir mümkün birden
var olmamıştır. Her mümkün bir toplamdan/çokluk meydana gelmiştir. Çokluğun
ilki ise, üçtür ve tek sayıdır. Böylelikle her mümkün, el-Ferd ismine muhtaçtır.
El-Ferd isminin hükmü üçlü olunca, var ettiği mümküne üç durum kazandırmıştır
ki bunların dikkate alınması zorunludur ve böyle bir durumda onu var edebilir.
Toplamın varacağı sayı, üçtür ve üç tek sayıların ilki ve toplamın en azıdır.
Bu sayede maksat, onun vasıtasıyla gerçekleşir ve dördüncü bir şeyin
kendilerine izafe edilmesi gereksizleşir. Bu nedenle Allah Teâlâ’ya ortak
koşanın nihai gücü üç olmuş ve ‘Allah Teâlâ üçün üçüncüsüdür’ demiş, üçe ekleme
yapmamıştır. Allah Teâlâ’ya şirk koşan bir insandan Allah Teâlâ hakkında ‘üçün
üçüncüsü’ demekten başka bir ifade aktarılmamıştır. Dördün dördüncüsü veya
sekizin sekizincisi gibi bir ifade gelmemiştir. Aynı şekilde besmelede üç isim
ortaya çıkmıştır, çünkü kendisine yaratma özelliği verilen kimse/Rahman ve
Rahim Allah Teâlâ adıyla’ der. Hakkın yaratması ‘ol’ sözünden meydana gelir. O
da, üç harftir: kef, vav ve nun. Vav ,kef ile nun arasındadır ve geçici bir nedenle
gözükmez. Onu. nun ile vav harfinin sükûnu gerektirmiştir. Nun’a ait sükûn,
emir bildirir. İlk tekliğin varlığa nasıl yayıldığını ve varlıkların ortaya
çıkışında nasıl kendini gösterdiğine bakınız! Allah Teâlâ kendisinden üç şeyin
meydana geldiği şeyi dikkate alarakbu üç şeyi haklar haline getirmiştir.
Amellerinin suretlerini yapan yükümlüler, söz konusu hakların farkında olur ve
işi yaparken her Hakk sahibine hakkını verirlerse, böyle insanlar, Allah Teâlâ
katında böyle bir maksat taşımayandan daha üstün ve daha yetkindirler.
Yaratılan surette üç Hakk bulunur. Bunlar, el-Ferd ve Hakk olan Allah
Teâlâ’nın maksadı olan haklardır. Birincisi yaratıklardan talep ettiği tenzih
ve övgüsünü tespihtir. İkinci Hakk, suretin kendi hakkıdır. Bu Hakk,, suretin
el-Ferd isminden talep ettiği haktır ve daha önce yokken kendisini var
etmesinden ibarettir. Bu sayede suret, varlık mertebesinde ayrışır, varlıkla
boyanır, yaratıcısının niteliği olan varlığa katılır. Onun yaratıcısı Allah Teâlâ’dır.
Bu, varlıkta zuhur etmek ve onunla boyanmak üzere, Hakka benzeme derecelerinin
ilkidir. Üçüncü Hakk, varlığında başkasına ait maslahata göre, başkasının
hakkıdır. Böylelikle ibadetin yapısı, ona başkasının hakkını verir ve bu da
yaratıcısının amacıdır. ‘Başkası’ ise, İki kısma ayrılır: Birincisi, ilahi
isimlerdir. Bu sayede zuhurları söz konusu hakikatin varlığına bağlı olan
eserler ortaya çıkar. Diğeri ise, var edilen suretin varlığıyla
gerçekleşebilecek mümkünlerin haklarıdır. Onu var eden, var ederken bütün bu
durumları amaçlar. Kulun Allah Teâlâ tarafından övülmesi de bunları aklına
getirmesi ve bu konudaki maksadına göre gerçekleşir. Bazı insanlar bütün
bunları ibadetin ve amelin suretinde bir araya getirir. Böylelikle üçleme
(teslis), bütün işlere yayılır. Bunun nedeni, üçlemenin ilk yaratılışta
bulunmasıdır. Bu nedenle üçlemeyi benimseyen kimsenin kâfir olduğunu söyleyerek
‘Allah Teâlâ üçün üçüncüsüdür diyenler kâfir oldu’371 denilmiş, halbuki onu ‘müşrik’ diye
isimlendirmemiştir. Çünkü böyle diyen insan, bir şeyin suretini açıklamak
istediğinde açıklaması gereken şeyi ‘örtmüştür’. Onun suretini açıklamış
oysaydı, söylediğimizi söyleyecek ve bu konuda dinleyene gerçeği açıklayacak,
açıklamayı örtmeyecekti. Allah Teâlâ onu ‘kâfir’ diye isimlendirdi, çünkü tek
ilahtan başka ilah yoktur, bununla birlikte O’nun farklı hükümleri vardır ki,
böyle olması zorunludur. Bu ‘kâfir’ gerçeği örtmemiş ve açıklamış olsaydı,
gerçeği söyleyecekti. İlahların üç olduğunu iddia eden ise, bilgisiz bir
müşriktir. Müşrilder arasında bilgili bir insanın olabileceğini söylemekten Allah
Teâlâ’ya sığınırız. Öyleyse sayı, birin hükümleridir. Bu bağlamda sayı, Esma-i
Hüsna (güzel isimler) arasında gelmiş ve şöyle denilmiştir: ‘De ki, ister Allah Teâlâ’ya dua edin, ister Rahman’a dua edin,
hangisine dua ederseniz, en güzel isimler O’nundur.’372 Kastedilen,
aynı isimlendirilene delil olması yönünden her isimdir. Allah Teâlâ ve Rahman
ismi de isim olmak bakımından o isimler arasındadır. Fakat anlayışlar, hangi
dilde olursa olsun, Allah Teâlâ’nın hitabında kastettiğini anlamaktan acizdir.
Böylece bu menzildeki bazı konuları zikretmiş olduk. .
Şimdi bu menzilin içerdiği faydalı
ilimlerin bir kısmım -öğüt vermek üzerezikredelim: ‘Öğüt müminlere
fayda verir.”73 ‘Allah
doğruyu söyler ve dilediklerini doğru yola ulaştırır.’37* Bu
menzilin içerdiği ilimlerden birisi, tekvin isimlerinin ilmidir. Tekvin
harflerinin ilmi, -birleştirici değilayırıcı ruhların ilmi, eşyayı taşıyan
varlıkların ilmi, onların taşınma maksadı, nereye taşınacakları, bu menzilden
öğrenilir. Koşmaların nerede sonlanacağı bu menzilden öğrenilir. Bundaki maksat
nedir? Sahip olmadıkları bir şeye ulaşmak mı, yoksa sahip oldukları bir şeyi
kendilerine ulaştırmak mı? Bu ise, ya özü gereğidir ki, ‘zati talep’ demektir.
Veya o kişinin isteğiyle gerçekleşir. Bu durumda koşuşturan, işini
kotaylaştırarak istediğini ona verir, onu koşmaktan ve yorularak sıkıntı
çekmekten kurtarır. İşlerin tafsillerinin ilmi, bu menzilden öğrenilir. Tafsil
ve taksimler neye döner? Asla mı döner? Asıl ilahi isimlerdir. Yoksa kabiliyetlere
mi döner? Kabiliyetler mümkünlerin sabit hakikatleridir. Yoksa hangi iş olursa
olsun, taksimi ve tafsilin talep ettiği şey ikisine birden mi döner? Cezanın
bilgisi, vaadin doğruluğunun bilgisi, meleklerin ve bedensel suretlerde taşman
ayrık ruhların ve meleklerin dereceleri, bu menzilden öğrenilir. Hilaf ilmi ile
ittifak ilmi arasındaki ilişki, hangi konuda ittifakın gerektiği hangi konuda
ihtilafın gerektiği, bu menzilden öğrenilir. İhtilafın uyuma uygun düşen bir
yönü var mıdır, yok mudur? Peygamberlik iddiasında bulunan kimse -nebi olmadığı
haldehaber verebilmesinin sebebi buradan öğrenilir. Âlemdeki unutmanın sebebi
bu menzilden öğrenilir. Fitne ve melahim, buradan öğrenilir. Allah Teâlâ’dan
bilginin nasıl alındığı ve bunun keşfe göre nasıl gerçekleştiği, yükümlülük
zamanında amellerinden dolayı bilgi alanların hangi sonuçlara ulaştığı, bu
menzilden öğrenilir. Hakları yerine getirdikten sonra, müsamere ilmi bu
menzilden öğrenilir. Örtmenin ve bazı yerlerde açığa çıkartmanın bilgisi, bu menzilden
öğrenilir. Hakları yerine getirmek bu menzilden öğrenilir? Hakk sahibi hakkını
istedikten sonra kim hakkı yerine getirir ve bu konuda kim acele eder? Yakinin
alamederi bu menzilden öğrenilir. Eşyanın mekânları ve her bir mekânın talep
ettiği şeylikten ayrışması, bu menzilden öğrenilir. Eşya arasında bağlar
nedeniyle gerçekleşen benzerliğin nedenleri, buradan öğrenilir. Onları bazı
yönler bir araya getirirken, başka bazı yönler ayrıştırır. Birleştirenin hükmü
sürekliyken ayrıştıranın hükmü de süreklidir. Çünkü o bir şeyin zatını var eden
hükümdür. Ziyaret edenlerin haklarının bilgisi, bu menzilden öğrenilir. Konuk
olan misafire yemek takdim etmeden önce selam vermenin nedeni, yemeği bütün
sözlerden öne almanın nedeni, misafire söylenmesi gereken şeyin bilinmesi, bu
menzilden öğrenilir. Ev sahibinin misafire bildireceği şey veya üstüne vazife
olmayan işler, bu menzilden öğrenilir. Resüllük ve onu yerine getirme esnasında
beşer suretinde meleğin gözükmesi, bazı hallerde bunun sebebi, bu menzilden öğrenilir.
Beşerî resullük bu menzilden öğrenilir. İlahi cezalandırmalar ve kuvvetin
güçlüde mi ya da mutiak anlamda zayıfta veya göreli zayıfta mı etkin olacağı bu
menzilden öğrenilir. Giriş, siyaseder, yasa ve şeriadar bu menzilden öğrenilir.
Neticeler ve iki çift arasındaki sonuç çıkartma, bu menzilden öğrenilir. Hakkın
kullarından genel, mutlak ve sınırlı anlamda talepleri bu menzilden öğrenilir.
ÜÇ YÜZ OTUZ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Madum'un Yenilenme Menzilinin Musevî Mertebeden Bilinmesi
İşık kaydı
ve pek çok akü geri döndü Haktan ayrıldı, hevayı öğrendiğinde
Duru ve temiz bir sevgi getirdi
İmkan mertebesinde onu körleştiren
kirden arınmış
Özü gereği el-Vedud niteliğini ortaya
koydu
Mertlik ve duruluk arasında hatip
olarak ayağa kalkarak dedi ki:
Ben kendisine secde edilen aşkım
Aşıklar
ona yönelmiş, kendisi ulvidir .
Allah Teâlâ sana yardım etsin,
bilmelisin ki, yok olanın (madum) yenilenmesi, göreli yok olanda mümkündür.
Göreli yokluğa misal olarak, evde bulunan Zeyd’in yokluğunu verebiliriz. Zeyd
çarşıdayken bulunmamış olduğu eve geri döner. Allah Teâlâ bu makamda şöyle
der: ‘Onlara rablerinden hâdis bir söz
geldiğinde..”75 Böylece söz
-kendiliğinde değilonlarda ‘hâdis’ olmuştur! Arazlara gelirsek, acaba onlar yok
olduktan sonra bizzat kendileri mi yenilenir? Yoksa kendileri değil de
benzerleri mi yenilenir? Nazarî aklın kabulüne göre, onlar yok olduktan sonra
geri dönmeleri imkânsız değildir. Harekediden gerçekleşen bir hareket yokluğa
katıldığında, sonra onu durağanlık takip eder. Sonra o durağan şey başka bir
zamanda yeniden hareket eder. Onun hareket etmesi, o hareketin hükmünün
kendisi olabilir. Hakk, yok olduktan sonraya da yokluk * zamanında kendisini
başka bir yerde başka bir hareketlide yaratmakla var eder ve varlık onun
üzerinde yenilenmiş olur. Böylelikle o şey, iki veya daha fazla varlıkla
nitelenir. Keşfe göre, böyle bir şey doğru olamaz. Bunun nedeni ilahi
genişliktir. Keşfe göre, hiçbir şey, tekrarlanmaz. Her şey bir -yenilenme
değil-, yeniden yaratma halindedir. Yeniye ‘yenilenme’ adı verilirse, bunun
nedeni, aradaki güçlü benzerliktir. Benzerliğin ayrıştırılması ve tefriki
güçtür. Bu durumda nazari düşüncenin bunu mümkün görmesi nedeniyle, Allah Teâlâ
varlığını yenilediğinde, yenileneniri yok olanın aynısı olduğu zannedilir. Gece
ve gündüz hakkında ‘yenilenen’ değil, iki yeni şey denilir. Bu bağlamda
Cumartesi günü Pazar günü değildir, ya da diğer haftanın cumartesi günü veya
ayın başka bir günü veya diğer yılın cumartesi günü değildir. Yâ da on ve
birden bileşik on birdeki bir, sayıların ilki olaiı bir ve sayının kendisinde
sona erdiği on aynı değildir. Sayı ona ulaştığında, bileşik sayılar ortaya
çıkar. Aksine o bir ötekinin misli olan bir birdir, on da öteki on’un misli
olan bir ondur. İlcisinin bir hakikati vardır, o da, on birin hakikatidir.
Yirmi
bir, otuz
bir de böyledir. Bileşik olarak, birden ortaya çıkan her şey, diğer bileşik
birin aynı değildir. Ya da basit birin bileşik olan aynı da değildir. Aksine
kendi başına on bir tek bir hakikat olduğu gibi yirmi bir, yüz bir, bin bir de
böyledir. Her bir, tamlama yapıldığı şeyle birlikte bir hakikattir; yoksa o iki
durumdan bileşik bir şey değildir. Bu, metafizik bahsinde yararlı bir bilgidir,
çünkü bu konuda isimler ve zata yüklem olan nitelikler vardır. ‘Zatın şöyle
olması, böyle olmasından farklıdır’ bilgisi, bu niteliklerden öğrenilir. Bu
durumda her tecellide neyin tecelli ettiğini öğrenirsin. Bu nedenle zevk ehli
sûfiler şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ bir surette iki kere veya iki şahsa bir
surette tecelli etmemiştir.’ Allah Teâlâ günlerin en küçüğü olan nefeslerin her
bir gününde bir işte, hatta işlerde bulunur. Allah Teâlâ’nın genişliğini bilen
kimse, O’nun rahmetinin genişliğini bilir. Bu nedenle O’nu sınırlama altına
sokmaz veya herhangi bir varlığa kendisini tahsis etmez. >
Allah Teâlâ bize ve sana yardım
etsin, bilmelisin ki, Kuran’ın kendisini okuyanların kalplerine indirilmesi
sürekli yenilenen bir iştir. Onu okuyan herkes, yeni bir şekilde okur. O,
Hakim ve Hamid’in indirdiği Kuran’dır. Okuyanların kalpleri ise Kuran-ı Kerîm’in
inmesi için Arş gibidir. Kuran, yerleşmesi için Arş edinilen o kalbin
niteliğine göre kendisine iner ve inerken kalbin niteliğiyle ortaya çıkar.
Kendisini okuyan bir grup hakkında durum böyleyken başka bir grup hakkmda
nitelik Kuran’a aittir. Böylece kalbin arşı, o nitelikle kendisine inerken
ortaya çıkar. Cüneyd’e marifet ve arifin ne olduğu sorulunca ‘Suyun rengi,
kabı, nın rengidir’ demiştir. Arife Kuran ve kendisine indirildiği kalbin durumu
sorulsaydı, yine böyle cevap verirdi.
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ Arşı
Kuran’ı nasıl nitelemişse öyle nitelemiştir. Kuran -herhangi bir sınırlama
olmaksızınmutlak zikredilirken, Arş da öyle zikredilir. Mutlak anlamda Kuran, mutlak
anlamıyla Arş’a' veya mutlak anlamıyla Arş mutlak anlamıyla Kuran’a aittir. Bu
durum, tesir eden ve edilenin müşahedesine göre değişir. Sınırlı Arş, Kuran’ın
sınırlandığı şeye bağlıdır. Yüce Kuran, yüce Arş’a, kerim Kuran kerim Arş’a,
mecid Kuran mecid Arş’a aittir. Her Kuran kendi Arş’ının üzerine ikisini
birleştiren nitelikle yerleşir. Her kalbin bir Kuran’ı vardır. Bu durumda
Kuran, hakikatin yenilenmesi yoluyla değil, indirmenin yenilenmesi yönüyle
kalbin niteliğidir. Arş sahibine, ait yüksek dereceler, Kuran için ayet ve
sureler gibi şeylerdir. Mutlak anlamda Kuran ‘Rama-
zarı ayı ki onda Kuran indirildi’376 ayetinde zikredilir. Mutlak
anlamıyla Arş ise ‘Dereceleri yükseltendir, Arş
sahibidir’377 ayetinde
geçer. Kalbin dereceleri, Kuran ayetlerinin derecelerinin yükselmesiyle
yükselir. Bu nedeiıle Kuran okuyucusuna kıyamet günü ‘daha önce okuduğun gibi
oku ve yüksel’ denilir. O da okumaya başlar ve son ayete varana kadar yükselir.
Buradaki dereceler, menzillerdir. Kuran bir kulun kalbine iner ve hükmü onda
ortaya çıkıp genel olarak bütün özellikleriyle onda yerleşir ve o kalbin ahlakı
haline gelir. İşte böyle bir kalp, Kuran’ın Arş’ıdır. Hz. Aişe’ye Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in ahlakı sorulunca, şöyle demişti: ‘Ahlakı
Kuran’dı.’ Kuran’daki her bir ayetin o kulun kalbinde bir hükmü vardır, çünkü
Kuran, hüküm vermek üzere inmiştir, yoksa hükme konu olmak için değil!
Böylelikle kalp, mutlak anlamıyla, Kuran-ı Kerîm için bir arş haline gelmiştir.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Kuran’ı okuduğunda, nimet ayetine
rastlarsa, bu ayet onun üzerinde hüküm sahibi olur, Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’nın ihsanını ister ve onun iyiliğini talep ederdi.
Azap veya tehdit ayeti okuduğunda, bu ayet peygamberin Allah Teâlâ’ya sığınmasını
sağlar, o da Allah Teâlâ’ya sığınırdı. Allah Teâlâ’nın yüceltileceği ayetin
okunması, peygamberin Allah Teâlâ’yı yüceltmesini ve o ayette geçtiği tarzda
O’nu tespih etmesini sağlardı. Bir kıssa ayeti geldiğinde veya önceki
toplumlarla ilgili bir hükmü anlatan bir ayet gelince, ayet peygamberin ibret
almasını sağlar, o da ibret alırdı. Herhangi bir fiili yapması gereken bir
hüküm ayeti okuyunca, ayet o hükmü yerine getirmesini sağlardı. Böylece her
ayet peygamber üzerinde hüküm verir, o da o işi yapardı. Kuran ayetlerini
düşünmek ve Kuran hakkında anlayış sahibi olmak tam da bu demektir. Kuran
okurken söylediğimiz halde olmayan okuyucunun kalbine Kuran inmediği gibi onun
kalbi Kuran’ın istiva edeceği bir arş da olmaz. Çünkü bu ikisi, bu hükümlerle
onun yerine istiva etmiştir. Kuran’ın inişi onun hayalinde misali bulunan harflerle
gerçekleşir. Bu harfler, -öğrenme yoluyla almışsahocanın sözlerinden ya da -bir
Müshaftan okumuşsayazı harflerinden meydana gelmiştir. Okuyan, bu harfleri
hayalinde canlandırır ve hayal gözüyle onlara bakarsa, dil onları aktarır. Bu
durumda derinden düşünme veya basiret olmadan onları okur. Hatta harfler hayal
mertebesinde kalsın diye okur. Böyle biri Kuran (okuma) sevabı değil, aktarma
sevabı kazanır. Bu İtişinin kalbine Kuran’dan bir şey inmez. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem harflerini ezberleyerek, Kuran okuyup okudukları
boğazlarını geçmeyen bir topluluktan söz etmiştir. Kuran onların dimağlarının
önünde bulunan hayalden dile iner, dil onu söyler. Okudukları ise, boğazı
geçerek göğüsteki kalbe inmez. Dolayısıyla herhangi bir ayet kişinin kalbine
ulaşmaz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem böyle insanların dinden, okun
yaydan çıkması gibi çıkacaklarını söylemiştir. Bu esnada okta kanın izi
görülmez.
Bizim bu nitelikteki okuyuculara
söyleyeceğimiz bir söz yok! Kuran okuyucusu, Kuran-ı Kerîm’i kalbinden
okuyandır. Kuran, Rabbinin niteliği ve zatının niteliğidir. Ona iman eden takva
ve vera (şüphelilerden sakınmak) sahibi kalp, Hakkı sığdıran yerdir. Böyle bir
kalp, Arş’ın sahibi ve dereceleri yükselten Hakkın yerleştiği Arş’tır. Allah Teâlâ
kalbini zevk ve tecelli yoluyla Kuran-ı Kerîm için Arş haline getiren bu kimsenin
makamına ne güzel dikkat çekmiştir! O kişi zevki ve tecrübesi nedeniyle
Rahman’ın Arş’a istiva etmesinin ne anlama geldiğini bilir. Allah Teâlâ bunu
bilmeyene, -onu bilenden taklit yoluyla değilkendinden tecrübe ederek
öğrenmesini emrederek, şöyle demiştir: ‘Sonra Arş’a istiva etti, ondan haberdar olarak sor.’378
Yani böyle bir tecrübesi olan kimse, istivanın ne anlama geldiğini bilebileceği
gibi Rahman’ın istiva ettiği Arş da onu bilir. Böyle bir insanın kalbi, daha
Önce söylediğimiz gibi, Kuran’ın yerleşmesi için Arş olmuştur. Allah Teâlâ’nın
takva sahibi kullarına öğretmesinin ne güzel olduğuna bakınız! Allah Teâlâ
onlar hakkında şöyle der: ‘Allah Teâlâ’dan sakınırsanız, sizefurkan verir.”79 Başka bir
ayette ‘Allah Teâlâ’dan korkun, size öğretir’380 buyurur.
Bunun anlamı, Allah Teâlâ’nın size Kuran’ın anlamlarını açıklaması demektir ki
siz de onu söyleyenin maksadını kavrarsınız. Çünkü konuşanın sözünü anlamak,
kelimenin bütün yönlerini kuşatmak demek değildir. Başka bir ifadeyle kişi, o
dilde kullanılan bütün anlamları sınırlayacak şekilde, sözü anlamaz. Anlayış,
konuşanın o sözle neyi kastettiğini anlamak demektir. Acaba sözün içerdiği
bütün yönleri kastetmiş midir, yoksa bir kısmını mı kast etmiştir? Binaenaleyh
sözü anlamak ile konuşandan anlamayı -ki gaye budurayırt etmen gerekir.
Konuşanın (tam olarak neyi kast ettiğini) kendisinden anlamak, onun bildiğini
anlamak demektir. Kuran’ın kalbine indiği kimse böyle değildir. Sözü anlamak
genelin işidir. Arifler içinde, konuşandan anlayan herkes, sözü de anlamış
demektir. Sözü anlayan herkes ise, konuşanın sözüyle tam olarak ya bütün
yönleri veya bir kısmıyla neyi kast ettiğini anlamış değildir. Öyle bir konuya
dikkatini çektim ki, Allah Teâlâ’dan bilgi edinirken bu bilgiyi kullanırsan,
pek çok iyilik elde etmiş olursun.
Böyle bir durumda sana hikmet
verilmiş demektir. Allah Teâlâ, bizi kendisinden anlamakla rızıklandırdığı
kimselerden etsin! Bu özel anlayışa göre, Kuran’ın kalbe inmesi, Hakkın kuluna
okumasıdır. Allah Teâlâ’dan Kuran hakkında bir anlayış ise, kulun Hakka okuması
demektir. Kulun Hakka okuması ve tilaveti, Haktan anladığını O’na arzı
demektir. Bunun amacı, kulun Hakkın onaylamasına göre, basiret sahibi olup
olmadığını öğrenmesidir. Ardından kul, onu başkasına öğretmek veya sevap kazanmak
veya başka bir anlama daha meydana getirmek amacıyla, dille okur. Allah Teâlâ,
bize kendinden anlamayla rızıklandırdığı kimselerden etsin. Çünkü basireti
aydmlanmış kul -ki o Rabbinden bir nura sahiptirher okumada ayet hakkında bir
anlayış kazanır. Aynı anlayışa daha önceki okumada sahip değildi veya bir
sonraki okumada sahip olmayacaktır. Bu kişi, ‘Rabbim!
Benim bilgimi artır”8' ayetinde belirtildiği üzere, Allah
Teâlâ’nın duasına karşılık verdiği kimsedir, iki okumada anlayışı eşit olan
ise, aklanmıştır. Her okumada bir anlayış sahibi olan kimse, kazançlıdır ve
merhamete nail olmuştur. Anlayışı olmadan okuyan ise, mahrumdur. Böyle birinin
zihninde ayet sabittir ve ezberlenmiştir. Ayet hakkında Allah Teâlâ’dan
anlayışı yenilenen kimse için bu yenilenme ancak ‘indirme’ ile mümkün
olabilir. Bazen onun inişi, mutlak rablik mertebesinden değil, özel olarak
kula bakan Rab’den inerek yenilenir. Bazen ise mutlak anlamda Rahman’dari
rnmesi yenilenir. Çünkü Rahman kuşatıcı Arş üzerine genel anlamıyla istiva
edendir. Her şeyi kuşatan rahmet, bu isme aittir ve onun için sınırlanmaz. Rab
ise, öyle değildir, çünkü Kuran’da Rab, gâib veya muhatap veya belirli bir yön
veya belirli bir varlığa izafe edilerek veya özel bir duayla belirlenmiş bir
şekilde zikredilmiş, Rahman ismi gibi kayıtsız ve mutlak olarak yer almamıştır.
Allah Teâlâ ismi ise, Rahman ve Rab ismi gibidir. Bu nedenle bazen tamlamalı
bazen yalnız zikredilir. ‘Allah Teâlâ diye veya Rahman diye dua
edin”82 ayeti buna
misaldir. Burada ‘Allah Teâlâ’ ismi kayıtsız gelmiştir. Başka bir misal ‘Sizin
ilahınız”83 ayetidir. Burada ise, tamlama
yapılarak sınırlı gelmiş, fakat Allah Teâlâ lafzı değil, ilah lafzı
zikredilmiştir. Bildirme niyetini dikkate alan kimse, Allah Teâlâ ile ilahı
ayırt etmez. İsmi ve onun saygınlığını korumayı dikkate alan -ki bu isimle
başka kimse isimlenmemişken ilah ismiyle isimlenmiştiriki lafzı ayırt eder.
Ayırt ettiğinde ise, Allah Teâlâ lafzının hükmü sınırlanmaz. Kuran-ı Kerîm’in
kalbe inmesi Rab isminden gerçekleşirse, sınırlı iner ve bu durum,
kaçınılmazdır. Bu esnada ‘kerim’ veya ‘mecid’
veya ‘azim’ Kuran diye nitelenir.
İndiği kalp ise, Kuran’ın indiği özelli-ğe göre, ‘kerim’, ‘azim’, ‘mecid’ arş
haline gelir. Kuran kalbe Rahman isminden inerse, özel bir duruma tamlamayla
sınırlanmadığı gibi kalp de Kuran karşısında özel bir nitelikle nitelenmeyen
‘arş’ haline gelir. Böyle bir kalp, bütün nitelik ve isimleri kendinde toplar.
Rahman ismi, esma-i hüsna’nın sahibi olduğu kadar, bu arş da bütün yüce
nitelikleri kendinde toplar.
Bunu söylememizin nedeni şudur:
Kuran’ı Allah Teâlâ’dan anlamak hakkında bize onun bir yerde kayıtsız
(mutlak), bir yerde büyüklük özelliğiyle sınırlanarak zikredilmesidir. Misal
olarak ‘Sana seb-i mesaniyi ve azim Kuran’ı
verdik’3*4 buyrulur.
Başka bir yerde Allah Teâlâ, Kuran’ı mecid olma özelliğiyle niteleyerek ‘0, mecid Kuran’dırms demiştir.
Başa bir ayette ‘Mecid Kuran’a yemin olsun™6 buyrulur.
Başka bir ayette Allah Teâlâ Kuran’ı ‘kerim’ diye niteleyerek, şöyle der: ‘0 kerim Kuran’dır.’™7 Bu belirli
özelliklerle Kuran’ı niteliğinde veya onu niteliksiz yaptığında, kalbi de onun
istiva ettiği yer yapmış, kalbe Kuran’ın mutlaklık veya sınırlılık gibi
özelliklerini giydirmiştir. Böylelikle kalb arşını bir yerde ‘Arş’a istiva etti,3SS
ayetinde olduğu gibi mutiaklık özelliğiyle nitelemiştir. Allah Teâlâ Rahman’ı
nitelemediği gibi Arş’ı da herhangi bir nitelikle nitelememiştir. Arş’ı
sınırladığında ise, onu Kuran’ın kendisiyle nitelediği özelliklerle nitelemiş
ve söz gelişi azamet hakkında ‘Azim Ârş’ın Rabbi’3S9 demiştir.
Bu niteliği ‘azim Kuran’ ifadesinden almıştır. Kerem hakkında ise şöyle
demiştir: ‘Kerim Arş’ın Rabbi.’390 Onun
üzerine kerim Kuran istiva etmiş ve inmiştir. Başka bir yerde ‘Mecid Arş sahibi’391 demiştir.
Bu okuma, kelimeyi Arş’ın niteliği yapan için böyledir. Mecid Kuran, onun
üzerine istiva eder. Burada kalp arşı yüceltilmiş, mecd edilmiş ve kerem özelliğiyle
nitelenmiştir. Bunun nedeni, Kuran’ın azameti, keremi ve mecd sahibi olmasıdır.
Böylece Kuran’ın üç özelliği burada zikredilmiştir. Bunun nedeni, işin
kendiliğinde bulunduğu üçleme halidir. Başka bir bölümde el-Ferd isminden söz
ederken bu husus zikredilmişti. Üçün mertebesinin kendisinde ortaya çıktığı ilk
mertebe, ona aittir. Öyleyse üç, tek sayıların ilkidir. Alemde üçleme
mertebesine bakmalısın! Üçleme hakkında bu anlama işaret eden bazı
mısralarımız vardır. O mısralar Tercümanü’l-eşvak adlı
divan’dadır ve girişi şöyledir:
Felekleri gözet, biatle hizmete gel
İlkbaharda bir bahçeyi gözet
Bazen adım kırda ceylan çobanı Bazen
adım rahip ve müneccim
Konuyla ilgili şiir, kasidenin sonuna
kadar devam eder ki, Tercümanü’l-eşvak şerhinde
onu açıklamıştık.
Dostum! Sınırlanmamış-mutlak Kuran’ın
sınırlama bulunmayan kalbe inişinin zamana bağlı oluşunu (hâdislik) öğrendin!
Bu yönüyle Kuran, Rahman’dan gelen zikirdir. Fakat bu kalp, zikrinden yüz çeviren
gibi, ondan yüz çeviremez. Aksine kabul ederek ve ‘merhaba’ diyerek onu
karşılar, şöyle der: ‘Hoş geldin, merhaba!’ Kuran da kendisine ‘hoş bulduk’
diye karşılık verir. Bu kişi, kalbini Kuran için bir arş yapar ve Kuran da
hikmederiyle o kalbe yerleşir. Rabbinden gelen ise, zikrettiğimiz niteliklerle
sınırlı Kuran’dır. Kul da onu Rahman’dan gelirken ‘hoş geldin, merhaba’ diyerek
karşılar ve kalbini o belirli nitelik yönünden Kuran’ın arşı yapar; Kuran da
beraberinde getirdiği azamet, mecd ve kerem niteliğini kalbe giydirir. Kuran’ın
sureti, o kalbin aynasında ortaya çıkar. Kalp ise, Kuran’ın niteliğiyle nitelenir.
Kuran kalbe azamet niteliğiyle inerse, ona heybet, celal, hayâ, murakabe,
huzur, korkma, kırılma, zillet, yoksunluk, daralma, muhafaza, gözetme ve Allah
Teâlâ’nın şiarını yüceltme duygusu kazandırır. Kuran da o kalpte bütün bu niteliklerle
bezenmişti. Bu durum kişiye Allah Teâlâ ehlinin nezdinde saygınlık kazandırır.
Bazı insan ve cinlerin dışında, yaratılmışlardan herhangi birisi, o şahsın
büyüklüğünü bilemez. Çünkü onlar, Hakkın kendisini tanıtan nidasını
duymamışlardır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şöyle dediği
aktarılır: ‘Allah Teâlâ bir kulunu sevdiğinde, Cebrail’e ‘falan kulumu sevdim’
der ve Cebrail de onu sever. Sonra ona bu sevgiyi göktekilere bildirmesini emreder.
Cebrail şöyle der: ‘Bakınız! Allah Teâlâ falan kulunu sevmiştir. Siz de onu
sevin.’ Göktekiler de onu sever.’ Sonra yeryüzünde o kişinin kabul görmesini
sağlar. Fakat kimin nezdinde? Peygamberlerin öldürülmesiyle bu kabül arasında
nasıl bir ilişki vardır?
Arkadaşımız Musa Sedrani -ki
tecrübeli ve taşınan birisiydibize şöyle demişti: ‘Kaf dağma vardım. Kaf dağı, Allah
Teâlâ’nın kendisiyle yeryüzünü çevrelediği büyük bir dağdır. O büyük dağı ise
büyüle bir yılanla
çevrelemiştir. Allah Teâlâ, dağı tam
olarak çevreledikten sonra, o yılanın ba, şını kuyruğuna bitiştirmiştir. Onun
büyüklüğümü yadırgadığımda, beni taşıyan arkadaşım şöyle dedi. ‘Ona selam ver,
selamını alacaktır.’ Ben de öyle yaptım. Selamımı aldı ve şöyle dedi: ‘Şeyh Ebu
Medyen’in hali nasıldır?’ Ben de ‘Onu nereden tanıyorsun?’ dediğimde, şöyle
cevap verdi: ‘Yeryüzünde Ebu Medyen’i tanımayan biri var mıdır Ki?’ Ben de
şöyle dedim: ‘İnsanların büyük kısmı onu tanımaz, yadırgar ve hafife alır.’ Dağ
şöyle dedi: ‘Âdemoğluna şaşılır! Allah Teâlâ sevgisini yeryüzündekilere ve yere
indirdiğinde, bütün bitkiler ve hayvanlar onu tanır. Ben de onların
tanıdıkları içerisinde kendisini tanımıştım. Zannediyordum ki, yeryüzünde ondan
nefret eden veya onun değerini bilmeyen kimse yoktur. Allah Teâlâ’nın sevdiği
birisi hakkında gök ehlinin durumu böyledir.’
Hikâyeyi duyduğumda,
şöyle dedim: Allah Teâlâ’nın kitabında bu meselenin yeri nedir?’ ‘Bilmiyorum’
deyince, şöyle dedim: ‘Allah Teâlâ Âdem’i, yani insan-ı kâmil’i suretine göre
yaratınca, ona âlemdeki hükmünü vermiş, bu sayede nispet ve bağlar geçerli
olmuştur. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ için gökteki ve yerdeki
herkesin secde ettiğini görmez misin?’392 Burada Allah Teâlâ, genel ifade
kullanmıştır. ‘Güneş, ay, yıldızlar, odar ve hayvanlar.’ Burada türeyenleri
zikretmiş, yaratılmış sınıflarından birini geride bırakmamıştır. Allah Teâlâ,
ayrıntıya girdiğinde ise, insanlara gelerek ‘insanların ise çoğu’ demiş,
‘hepsi’ dememiştir. Allah Teâlâ sevilen salih kulunu hükümde kendisi gibi
yapmış, gökte ve yerdeki herkes Allah Teâlâ’nın sevmesi nedeniyle insan-ı kâmili
sevmiştir. İnsanların ise çoğunluğu onu severken bir kısmı -Allah Teâlâ’yı da
inkâr ettikleri ve yalanlayıp kınadıkları gibiinsan-ı kâmili inkâr eder,
yalanlar ve kınarlar. Kutsi sahih bir hadiste şöyle denilir: ‘Âdemoğlu beni
yalanladı. Böyle yapmak yakışmazdı. Beni kınadı, böyle yapmak ona yakışmazdı.’ ; _
İnsan zikrettiğimiz bu niteliği okuma
esnasında veya Kuran’ı aklına getirdiğinde kendinde bulursa, azim Kuran’ın
kendisine o vakitte Rabbinden geldiğini anlar. Allah Teâlâ tecellisiyle insana
kendisini Rabbinin suretinde yaratması ve ilahi isimlerle zuhur etmesi gibi
ihsanlarını bildirerek nefsinin değerini ona gösterebilir. Bunun yanı sıra onu
varlıktaki gaye yapmış, kalbinin kendisine tecelli edeni bilecek kadar geniş
olduğunu göstermiş ve kendi mertebesindeki değerini açıklamıştır. Bu kalp, sürekli
olarak, Allah Teâlâ hakkında daha çok bilgiyi kabule ve bu konuda dünya ve
ahirette sonsuza dek yükselmeye ehliyedidir. Bunun yanı sıra,
göklerde ve yerdeki her şeyi insana
amade kılmıştır. Âlemdeki her cüzi varlık, kendisine tazim ve saygı duyarak
bakar, âlemdeki her şeyi hizmetinde görür. Nitekim her şey, insan Rabbinin
suretinde onlarda gözüksün diye, rabbini tespih eder. Bütün bunlar, Kuran’ı
tilavet ederken bu şahsa göründüğünde, o kişi, mecid Kuran’ı okumuş olduğunu ve
bu Kuran’ın kendisine indiğini ve Rabbinden geldiğini anlar, onun şerefi ve
mecdi keşf olunur. Böyle bir durumda mecid Kuran, mecid kalbe yerleşir.
Allah Teâlâ
kula tecelli ederek, ona nefsinin keremini çeşitli yönlerde ona gösterebilir.
Misal olarak, ihtiyacı olduğu halde kişi Hakkı kendisine tercih eder,
mümin'olan ve olmayan bütün insanların ihtiyaçlarını karşılamak için emek
harcar, tüm âleme rahmet gözüyle bakarak onlara merhamet edervherhangi
bir şahsı veya âlemi ayırt etmeden bütün gayretini merhametini onlara
ulaştırrhak için harcar, onların mazerederini kabul ederek kabalıklarına,
bilgisizliklerine, eziyetlerine tahammül eder, kötülüğe iyilikle, günaha
affetmeyle, hataya bağışlamayla karşılık verir. Bütün bu hususlarda -her kim
için çalışırsa çalışsınherkesin rahatı için çalışır. Bütün bunları tilavet
esnasında gördüğünde, ‘kerim’ Kuran’ı okuduğunu anlar, çünkü onun niteliği
t>udur ve bu Kuran ona Rabbinden gelmiş, Allah Teâlâ kendisine kendisinin
insanlara davrandığı gibi davranmıştır. Kulun ‘kerim’ niteliğini kazanabileceği
en etkili davranış, Hakkın emrine bağlanmak ve O’na itaat gibi keremli
davranışlardır. Çünkü Allah Teâlâ kulunun tövbesiyle sevinir. İnsan tövbe
ederek Allah Teâlâ’ya karşı kerem gösterirse, Allah Teâlâ düşmanlarını
öfkelendirir. Keremin en büyüğü de budur. Çünkü kul iyi ahlakı ortaya
koyduğumuz bu yolla elde edebilir. Öyleyse ortaya konulduğu tarzda ahlakı alan
insan, güzel ahlakı tamamlayan ve onlarla nitelenendir. Bu ise, Allah Teâlâ’ya
karşı kerem göstermekle mümkün olabilir. Çünkü insanın bütün yaratılmışlara iyi
davranarak, herkesin beğenisini kazanmasının mümkün olmadığını anladık. Âlem
düşmanlık ve farklılık özeliğine sahiptir. Bir insan Ali’yi razı ederse, onun
düşmanı Ömer’i kızdırabilir. Bu nedenle insan, ahlakıyla bütün âlemi
kuşatamaz. Kuşatmanın mümkün olmadığını görünce, Allah Teâlâ karşısında ahlaklı
olmayı hedefler. Böylece Allah Teâlâ’yı razı eden işleri gözetir, onları yerine
getirir, O’nu kızdıracak şeylere bakar ve onlardan uzaklaşır. Bu ahlakın
insanların amaçlarına uyup uymadığına değer vermez. :
insan Kuran
okurken bu bakışa sahip olduğunda, ‘kerim’ Kuran’ın kendisine indiğini öğrenir
ve Kuran kendi suretini ve niteliğini indiği kalbe verir. Çünkü Allah Teâlâ
âlemde ancak insana bakar, yoksa insan suretindeki hayvana bakmaz, insana
bakar ve ona keremiyle davranır ve nimet verir, insan ise ‘Rabbim
bana ikram etti’393 der. Kuran’ı böyle okuyan insan, âleme
Hakkın âleme davrandığı gibi davranır, onun gibi merhamet eder, rızkı -dosta,
düşmana, nefret edilen ve sevilenlereherkese yayar. Allah Teâlâ da bazı
kullarına yardımını tahsis etmiş, rızıktaki gibi onu genelleştirmemiştir. Okuma
ve tilavet esnasında böyle bir özelliğe sahip kimse, ‘gizli kitapta’ bulunan
kerim Kuran’ı okur. Kast edilen, okuyucunun kalbidir. ‘Âlemlerin
rabbinden indirilmiştir:394 Halbuki,
rızık ve dünya hayatında keremin genelliği nedeniyle, ‘müminlerin rabbi’
dememiştir. ;
Dostum! Ne okuduğunu, kime okuduğunu
ve okurken kimin dinlediğini, Hakk sana okuduğunda kimin duyduğunu bilmelisin!
Bu kadar açıklama, bu mertebenin şerefine dikkat çekmek için yeterlidir. Şimdi
menzilin içerdiği ilimleri zikredelim. Bunlardan birisi, Kuran menzillerinin
ilmidir Dört direğin ilmi bu menzilden öğrenilir. İmam eşŞafıi’nin onlardan
biri olduğu söylenir. Hakkın şaşırması bu menzilden öğrenilir. Halbuki şaşılan
her iş, O’nun ahlakıdır. Senden alınan şey ve sende bırakılan şey bu menzilden
öğrenilir. Onu senden alan kimdir? Onu ikramın olarak mı, yoksa zorla mı
almıştır? O’nun katında bulunup bize inmemiş ilahi kitap mertebelerinin bir
kısmı, bu menzilden öğrenilir. Bizim ile Allah Teâlâ arasına giren şeylerin bir
kısmı, bu menzilden
öğrenilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in sahih
hadiste keşif hakkında söylediği ‘Ko. . . !. . . . . . nuşmalarımzda
dikkatsizliğiniz ve kalplerinizdeki eğrilik bulunmasaydı,
gördüğümü görür ve duyduğumu
duyardınız’ hadisi, bu konuyla ilgilidir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem, gördüğünü kendisinden gördüğü ve duyduğunu kendinden duyduğu bu makama
ulaştıran yolu açıklamıştır. Acaba bu engelin kalktığı kimse var mıdır ki, söz
konusu kişi o makama ulaşabilsin? Yoksa öyle biri yok mudur? Bize göre bu
perde, kalkabilir, çünkü Allah Teâlâ peygamberine insanlara kendilerine
indirilen şeyi açıklamasını emretmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
yüce bir mertebeye yükselmeyi engelleyen bir engeli açıklamışsa, onun amacı
onun ortadan kalkmasını sağlamaktır. Ya da bir değerli mertebe zikretmişse,
ona ulaşılsın diye zikretmiştir. Öyleyse kim ciddi olursa, onu bulur; kim
eksik kalırsa, kendini kınamalıdır. İtibar ilmi, peygamberlerin sahip olmak
istedikleri iyilik makamının ilmi, bu menzilden öğrenilir. Bedenî amellerin
meydana getirdiği ilahi bilgiler, keşif yoluyla, bu menzilden öğrenilir.
Bilginin inmesi, âlemin kalplerindeki hükümleri, bu makama sahip olmayana göre
faziletinin artması, bu menzilden öğrenilir. Bilinenin yenilenmesi, başkasına
değilbu insana tahsis edilen nefeslerin sayısının bilgisi, bu menzilden
öğrenilir. İçilen şeyde sarhoşluğun kısımları, kendisine üflenen suretlerin
sayısı, bu menzilden öğrenilir. Böylece üflemeden bayılma veya süratle ayılma gerçekleşir.
Hakkın bir süreye ulaşıp sonra ortadan kaybolmak üzere kullarına yönelttiği
vekâlet ilmi, bu menzilden öğrenilir. Mutmainlikte görme derecesine ulaşan
bilgi, bu menzilden öğrenilir. Onun hakkında Hz Ali şöyle der: ‘Perde
kalksaydı, inancımdaki kesinlik artmazdı.’ Farklar arasında temyiz, bu
menzilden öğrenilir. Ahiret hayatında çatışma mahalli, bu menzilden öğrenilir.
Öne geçenler ve hükümleri, âlemdeki eksikliğin âlemin kemalinden olması, bu
menzilden öğrenilir. Muduların varacağı yer ve muduluktaki tabakaları, bu
menzilden öğrenilir. Hâzinelerin çıkartılması, varlıkla nitelenenlerin
sınıflarının hükümleri, bu menzilden öğrenilir. Sınırlı zikir ve sınırlı
olmayan zikir, bu konuda vakit belirlemenin yararı, bu menzilden öğrenilir.
Varidin kolay olanı ve olmayanı, bu menzilden öğrenilir. Alemin mertebeleri,
bu menzilden öğrenilir.
Dostum! Hangi ilmi istiyorsan ona
bak, kendisine ulaştıracak yolu öğrenmeye veya onu sana indirecek nitelikle
bezenerek, onu elde etmek üzere çalış! Çünkü sen, bedenî amellerin yapılacağı
yerde bulunmaktasın. Bunlar, amellerle süluku sağlayan şeylerdir. Çünkü sen
beden amelleriyle -Ki bunlar amellerle sülük yoludurruhani ahlak ve manevi
nitelikler arasında bulunmaktasın. Onlara sahip olunca, seni mertebelere
ulaştırır ve zatından sana tecelli ederek, kendileri için seni talep ederler.
Bir delil sahibi olunca, onun gayesine de ulaşırsın. Talep eden ile talep
edilen, irade eden ile edilen arasında fark vardır.
‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
Kardeşlik Mertebesinin Muhammedî-Musevî
Mertebeden Bilinmesi
Amâ ve
istiva arasında .
Üstün
akıllar hayrete düştü
İnişi
esnasında da
İstiva
yerinden göğe inerken
O
yerinde bulunurken
Ve
kalbimizde ve her neredeysek
Bütün
bu alametler .
Körlük
ve sınırlama bildirir
Onlar yönler gibi altı tanedir . Allah Teâlâ zatıyla münezzehtir Her
türlü nitelikten
Allah Teâlâ şöyle der: ‘İyilik ve takva hakkında yardımlaşın:395 Bir rivayette
‘Mümin, mümin kardeşinin aynasıdır’ denilir. Mümin, Allah Teâlâ’nın
isimlerinden biridir. Allah Teâlâ âlemi kendi suretine göre yarattı ve bu nedenle
âlem Mümin ismiyle ahlaklarıma imkânına sahiptir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem Hicret sonrasında Medine’de sahabe arasında kardeşlik kurarken,
kendisi de Hz. Ali’nin elini tutarak şöyle demişti: ‘Benim kardeşim de
Ali’dir.’ Allah Teâlâ ‘Müminler kardeştir’396 demiş,
imanı onların babası yapmıştır. Onlar, tek babadan olma kardeşlerdir. Hz. Musa
kendisini Firavun’a gönderen rabbine şöyle demişti: ‘Rabbim! Gönlümü aç, işimi kolaylaştır, dilimdeki düğümü
çöz, sözümü anlaşılır yap, kardeşimi bana yardımcı yap, onu işimde ortağım
yap.’397 Allah Teâlâ
da kendisine dilediğini vermişti.
Dostum! Bilmelisin ki, mümkünlerde
etki sahibi olan tüm ilahi isimleri birleştiren makam (ulûhiyet) ile
mümkünlerin kâbiliyederine ait istidadan kendinde toplayan makamla (a'yân-ı
sâbite mertebesi) arasında sahih ve geçerli bir kardeşlik vardır. Bu iki
makam, bir babadan olma iki kardeştir ve her biri ötekini destekler. Fakat
isimler istidadar vasıtasıyla Allah Teâlâ’nın onların ‘gediklerini kapatmasını’
diler, bunu anla! Bu
mesele, sır ilimlerinden biridir ve
makamı, gizlilik ve açıklık arasındadır ve anlama bakımından en güç
ilimlerdendir. Öyle ki iktidarın nüfuzu, iki kardeşte tesadüf yoluyla
gerçekleşebilir, yoksa onlardan birisinde gerçekleşmez. O ikisiyle birlikte
mümkünlerin varlıkları ortaya çıkarak, var olanların Allah Teâlâ’yı tanıması
mümkündür. Bu zamana bağlı bilginin varlığıyla ise, Hakk’ın (âlemi yaratmadaki)
gayesine ulaşır. Çünkü Allah Teâlâ âlemi ancak âlem kendisini bilsin diye
yarattı. Alem ise, sonradan var olmuştur ve onda ancak hâdis (zamanda var olan)
bir bilgi bulunabilir. Öyleyse âlemin Allah Teâlâ hakkındaki bilgiyi ya Allah
Teâlâ’nın bildirmesiyle elde edebilir veya kuvve halinde ona sahiptir. Bu gücü
onda Allah Teâlâ yaratmıştır ve'onun sayesinde Allah Teâlâ’yı sadece özel bir
yönden bilebilir. Öyleyse kuvve halindeki bilgiyle Allah Teâlâ’yı tenzih eden,
hiç kuşkusuz, O’nu bilmiş (olduğunu zanneder) ve O’nu i:eşbih edeni tekfir
etmiştir. Aynı güçten hareketle Allah Teâlâ’yı teşbih ederek bilen ise, O’nu
bilmiş, Allah Teâlâ’yı tenzih edeni bilgisiz kabul etmiş, hatta tekfir
etmiştir, ilahi bildirim yoluyla Allah Teâlâ’yı bilen ise, teşbih edeceği yerde
teşbih eder, tenzih edeceği yerde tenzih ederek, her iki yolla Allah Teâlâ’yı
bilir. Bunlardan her biri, Allah Teâlâ hakkında
bir bilgiye sahiptir. Öyleyse bu kişi, Allah Teâlâ’nın yaratıklarından herhangi
birisi tarafından cahil kabul edilmez. Dolayısıyla Allah Teâlâ’yı yaratıklarından
herhangi birisi (bütünüyle) bilmiyor değildir, çünkü Allah Teâlâ onları sadece
kendisini bilsinler diye yaratmıştır. Bu güç vasıtasıyla -ki bu güç
fikirdirveya ilahi bildirim yoluyla Allah Teâlâ onlara kendini bildirmese, yaratıklar
O’nu bilemez, varlıkta âlemin yaratılış gayesi gerçekleşmezdi. Bütün inançları
kuşatan bu makamla ilgili bir şiirimiz vardır:
İnsanlar Allah Teâlâ hakkında inançlar
söyledi
Onların
inandıklarının hepsine inandım '
Suretler onlara başkalaşmış gözükünce
İnkâr etmeden gördüklerini söylediler
Onların
yaratılışının verdiği bilgidir bu -
Söyledikleri her şeyi ve inandıklarını
O’nu ortaktan ayırırlarsa, mülkünde
gördükleri gibi rab edinirler Şeriat sadece muvahhidi mazur sayar
Müşrikler O’na ibadet etseler de,
bedbaht
Kuşku ehli onlardan beter
Yaratanlarını inkâr edenler daha kötü
O’nu nejy edenler bedbaht
Tıpkı
üç gibi, O’nu bulamadıklarında .
Teellüh eden onlara karşı çıkar
Mutlular
ise hidayet üzere O’na ibadet eder ''
İnsanlar kendilerini yoldan çıkacağına
uysalardı keşke Saptırmadan uzak kalsalardı
Kamil arif, Allah Teâlâ’yı tecelli
ettiği ve indiği bütün suretlerde bilendir (marifet). Arif olmayan ise, Allah Teâlâ’yı
sadece inandığı surette tanırken, başka bir surette tecelli ettiğinde1
O’nu inkâr eder. Bununla birlikte o, kendini Allah Teâlâ hakkındaki inancına
bağlamayı sürdürür ve başkasının inancını inkâr eder. Allah Teâlâ’yı bilme hakkında
en müşkül meselelerden birisi, suretlerdeki farklılaşmanın neyle ilgili
olduğunu bilmektir. Acaba bu başkalaşma, O’na mı dayanır? İlahi haberler, bunu
bildirmiştir. Müfekkire gücünün verisi olan aklî delil ise bunu imkânsız
saymıştır. İş ilahi haberin söylediği gibiyse, hiç kimse Allah Teâlâ’dan
başkasını görmemiştir. Böyle bir yorumda farklı suretlerde görülen, Allah
Teâlâ’nın kendisidir ve O bütün suretlerin aynıdır. (İnanç) suretlerinin
farklılığı inançların farklılığından kaynaklanmış ise ve suretler -bilinmek
istenilen Hakk değil deinançların kendisi ise, bütün suretlerde Hakla tanıyan
(kamil bir arif bile olsa), herkes kendi inancını görmüş demektir. Çünkü böyle
bir arifin inancına göre de Allah Teâlâ, her
surette tecelli ve zuhur edebilendir. Ya da O’nu sınırlı bir surette
tanımıştır, başka bir surette tanımamıştır. Böyle bir bilgi ilahi bildirim ve
hal karinesiyle öğrenilebilir. Bu bağlamda ilahi bildirime gelirsek, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem sahih-kutsi bir hadiste Allah Teâlâ’nın suretten
surete gireceğini bildirmiştir. Hal karinesi ise, Allah Teâlâ’nın yaratıklarını
kendisini bilsinler diye yaratmış olmasıdır. Binaenaleyh insanların keşif veya
akıl yoluyla veya bu ikisine sahip olanı taklit ederek Allah Teâlâ’yı bilmeleri
gerekir: Görme marifete tabidir. Öyleyse marifet kendisine ilişip Allah Teâlâ
bilindiği (maruf) gibi aynı zamanda görme kendisine ilişir ve Allah Teâlâ
görülen olur. Allah Teâlâ’nın bilinmesini ve görülmesini inkâr eden ise, Allah Teâlâ’yı
bilmenin nazari düşünceden hareket eden insanın O’nu bilmekten acizliğe
düşmesi olduğunu ileri sürer. Böyle bir dereceye ulaşan insan, bu nitelikteki
birinin Allah Teâlâ olabileceğini öğrenir. Bu görüş sahibi Allah Teâlâ
hakkındaki bilgiyi, O’nu bilmemede ve bilmeden acizlikte elde etmiştir. Bazı
insanların ‘İdrake ulaşmaktan acizlik, bir idraktir’ şeklindeki sözlerinde bu
durum belirtilir ve böyle bir bilgi, ‘Allah Teâlâ’yı bilmek’ diye isimlendirilir.
Böyle bir görüş sahibi sözünün karşılığını bulursa, hiç kuşkusuz, Allah Teâlâ’yı
bilemeyeceği gibi O’nu göremez de. Bununla birlikte Allah Teâlâ, bu sözü
nedeniyle onu cezalandırmaz ve hesap etmediği bir ihsan ona gelir ve ikinci
durumda Allah Teâlâ’dan öğrendiği şeyin zıddını öğrenir. Çünkü Allah Teâlâ’yı
görür ve (gördüğünün) O olduğunu bilir. Bu konuda doğru görüş, Allah Teâlâ’nın
bilinebileceği ve görülebileceğidir, çünkü Allah Teâlâ, marifet ve varlık
mertebesinin kemale ermesini sağlamak için kendisi hakkında zamana bağlı
bilgiyi yaratmıştır. Varlık ve marifet mertebesi ise, Allah Teâlâ hakkındaki
zamana bağlı bilginin -kadim bilginin kendisine iliştiği tarzdaAllah Teâlâ’ya
ilişmesiyle kemale erebilir. Kadime bilgiden acizlik ilişmediği gibi, zamana
bağlı bilgi de Allah Teâlâ’ya O’nun bulunduğu Hakk göre ilişir. Kendiliğinde
bulunduğu durum, Hakkın bütün suretlerin aynı olmasıdır. Öyleyse O, bütün suretlerdir.
Öyleyse kulda acizlik, Hakkı bir surette sınırlamasında ortaya çıkabilir ve o
tek suret, kendi inancının suretidir. Acizlik, kendisine yaraşan şekilde Allah
Teâlâ hakkında hüküm verememekten ibarettir. Dolayısıyla Allah Teâlâ’yı
bilmekten acizlik özelliğiyle bilgiyi aklının delilinden alan kimse
nitelenebilir. Allah Teâlâ hakkındaki bilgiyi delilinden ya da nazari gücünden
değil de, Allah Teâlâ’dan alan ise, Allah Teâlâ hakkındaki bilgiye ulaşmaktan
aciz değildir. Böyle biri, kendisini aciz bırakacak bir işe kalkışmamıştır ki,
acizliği itiraf etsin! O, aklının delilinde nazar gücüyle talep ettiği
değildir. Bü durumda ldşi Allah Teâlâ’yı Allah Teâlâ’nın bildirmesi ve tecelli
yoluyla öğrenir. Bu yol, hakim ve Hamid’in ihsan ettiği bilgi yoludur. Öyleyse
‘Kendisini bilmekten acizlikten başka bilgi yolu olmayanı tenzih ederim’ diyen
kimse, Hakkın kendisini bildirdiği kimse değil, nazari düşüncesinden hareketle Allah
Teâlâ’yı bilmek isteyendir. Allah Teâlâ’nın övgüsünü saymaktan acizliğin
itirafı ise, gerçek kâmilin sözüdür Çünkü Allah Teâlâ’nın övgüsünü saymaktan
acizlik, övülenin kim olduğunu öğrendikten sonra itiraf edilebilir. Bu durumda
insan, Allah Teâlâ’nın bir övgüyle ihata edilemeyecek ve nihai özelliğine
ulaşılamayacak kadar yüce olduğunu öğrenir. Nitekim bir insan hakkında şöyle
denilir:
Seni‘salih’diye
övdüğümüze bakma! '
Sen bizim övgümüzden yükseksin
Bu ifade, bir yaratılmış hakkında
söylenmiştir ve doğrudur! Peki Allah Teâlâ’yı övmek nasıl olabilir? Bu şairin
bu yaratık hakkındaki ifadesini doğru kabul ettik. Bununla birlikte, akıl kendi
düşüncesiyle yaratılmışı övmeyi ihatanın mümkün olduğunu zanneder. Gerçek öyle
değildir ve şair -ya tesadüfen veya o konudaki kesin bilgisiyledoğru
söylemiştir. Kast ettiğim ‘Sen bizim övgümüzden yükseksin’ ifadesidir. Başka
bir ifadeyle övülen insan, o esnada gerçekte övgüden daha yüksek bir konumdadır.
Çünkü onun bulunduğu yer, Allah Teâlâ’nın kendisinde yaratacağı övgü
niteliklerini kabul edecek bir yerdir ve bu niteliklerle övülür. Ondaki bu
niteliklerin bir nihayeti yoktur. Yani bu kendilerinden dolayı kişinin övüldüğü
nitelikler sürekli olarak yaratılmaktadır. Bu övgü Hakka yönelik olduğunda ise,
övgüye sebep olan nitelikler, özü gereği yokluk kabul etmeyecek şekilde
varlıkta süreklidir. Bizim Allah Teâlâ’yı övmemiz, yenilenir, çünkü içinde
bulunduğumuz her an, Allah Teâlâ hakkındaki bilgimiz yenilenir ve Allah Teâlâ’yı
yeni bilgiyle överiz. Ya da sahip olmadığımız bir bilgi ediniriz ve o bilgiyle
O’nu överiz. Şu mısraı, önceki şair gibi söylemedik, kendi söylediğimiz anlamda
söyledik. Bunu bize Allah Teâlâ hakkındaki bilgi vermiştir: Şöyle deriz:
Biz seni ‘salih’ diye översek
Öven
sensin, biz değiliz '
Bizim ifademiz, şairin söylediğinin
bir yönden üzerindeyken bir yönden ona denktir. Bunu kesin bilgiyle veya
tesadüf yoluyla bilmeden söylemesi durumu değiştirmez. Böyle bir durumda Allah
Teâlâ, kendisinin farkında olmadığı yönden hakikati söyletmiştir. Nitekim kul
farkında olmadan ‘istidrac’ gösterebileceği gibi yine farkında olmadan tuzağa
düşer. Hakk ise, kendiliğinde malum ve bilinendir. O’nu bilen, kendisine layık
tarzda övmekten acizdir ve öyle bir şeyin gerçekleşme imkânı yoktur. Herhangi
bir mümkünün istidadı buna imkân vermez. İstidadarın ile ilahi isimler
arasındaki kardeşliğin verdiği bilgi budur ve ulaşılabilecek en üst kardeşlik
budur. Ardından onun aşağısındaki kardeşlik gelir. Bu ise, ‘Müminler kardeştir, onların arasını ıslah edin,39s ayetinde belirtilen
kardeşliktir. Allah Teâlâ’nın isimlerinden birisi, el-Mümin’dir. Allah
Teâlâ’nın kendinden haber verdiği hususlarda onların arasında tartışma meydana
gelir. Allah Teâlâ bir meselenin ‘şu tarzda’ olduğunu bildirmiş, yaratılmış mümin
ise -ki imanda kendisiyle bir araya gelmiş ve bu iman nedeniyle kardeşlik
gerçekleşmiştirO’na karşı gelmiş, aklının deliline göre itiraz etmiştir. Aklın
delili, vahyi tasdik etse bile tevile kalkarak, Allah Teâlâ’nın kendisinden
bildirdiği şeyin aksini söyler. Mümin Hakk ile yaratılan mümin (insan) arasında
böyle bir tartışma ortaya çıktığında, Allah Teâlâ keşif sahibi bilginlere
-şöyle emreder: ‘Kardeşlerinizin arasını bulun (ıslah).’ Bunun üzerine alim ve
keşif sahibi müminler, arayı bulmak üzere kardeşlerin arasına girerler. Bu ise,
Mümin Hakk’ın kardeşi olan müminin karşısında bulunup ona kuvvetini
Ulaştırması demektir. Çünkü yaratılmış, her durumda yaratılmıştır. Gücü ona
kâmil keşf vermemiş, bu keşfe göre kendisine gözükmemiştir. Öyleyse
mertebesinin gereğine göre onunla birlikte olmalıdır. Bu durumda Mümin Hakk,
kendisinden tebliğ eden peygambere itirazcı mümine şöyle demesini söyler: ‘Ben Allah Teâlâ olanım.’39? ‘O’nun benzeri bir
şey yoktur.’400 ‘Gözler O’nu idrak edemez.’401 ‘Allah
Teâlâ kendisini niteleyenlerin nitelemesinden münezzehtir.’ Peygamber de tartışan
mümine Allah Teâlâ’nın görevlendirmesiyle gelerek, ona şöyle der: ‘O’nun benzeri bir şey yoktur.’402 ‘Rabbin onların
nitelemesinden münezzehtir.’403 Nazari akıl
delilinin gereği olan tenzihi söyler. İnsan peygamberden bu ayederi duyunca,
kalbi rahadar, O’na yönelir ve tartışma biter. Bu kez alimler, barış yapmak
üzere, bu yönden mümin insana gelerek şöyle derler: ‘Sen Mümin Hakkın kendisini
senden daha iyi bildiğini biliyor olmalısın. O seni bile kendinden daha iyi
bilir. Halbuki sen, Allah Teâlâ’nın sanki senin benzerin bir yaratılmış olduğu
gibi bir hüküm vermektesin. Halbuki böyle bir hüküm, aklının ve delilinindir.
Bu durumda seninle herhangi bir yaratılmışın Hakkın aciz kalmadığı bir şeyi
idrak etmede aciz kalması arasında fark yoktur. Öyleyse Allah Teâlâ karşısında
(kendisi hakkmdaki bilgiyi O’na havale etmek şeklinde) teslim olarak durmalısın.
Allah Teâlâ Mümin, sen de mümin olsan bile, kendine layık mertebede bulunduğun
gibi O da kendisine layık mertebededir. Biliyorsun Ki, O’nun benzeri değilsin,
iman sizi birleştirmiş olsa bile, imanını Allah Teâlâ ile ilişkisi seninle
ilişkisi gibi değildir, çünkü O’nun benzeri değilsin. (İman nedeniyle ortaya
çıkan) Benzeşme, seni aldatmamalıdır ve değerini bilmelisin. (Metafizikte
aklıyla hareket eden ve tartışmaya giren)
İnsan, böyle bir sözü duyunca, barış
talep ederek yol açtığı tartışmadan uzaklaşmak ister. Hakk Mümin ise, tenzih
hakkındaki duyarlılığına göre, kuluna ihsan eder. Zaten tartışma (kulun aklıyla
tenzihi savunması nedeniyle) tenzihten kaynaklanmıştı. Bu sayede bilgili
müminler, Hakk Mümin ile yaratılmış müminin arasını bulur. Kullarına
peygamberlerinin dileriyle vahyettiği ve kitaplarında indirdiği hususa göre, Allah
Teâlâ’dan anlamak böyle olmalıdır.
İman kardeşliğinde -keşif dereceleri
içerisindebaşka bir derece vardır. O ise Hakkın kendisini Mümin diye
isimlendirdikten sonraki şu ifadesidir: ‘Müminler
kardeştir.’404 Bu
kardeşler, iman babasının kardeşleridir. Mümin kardeşinin aynasıdır. Bunu
söyleyen -ki peygamberdirarzusundan konuşmaz. Burada kardeşlik, müminler
arasında tesis edilmiştir ve Allah Teâlâ müminlerden her birini kardeşinin
aynası yapmıştır. Bir mümin aynaya bakarsa, aynada -hangi surette olursa
olsunkendisini görür. Her iki mümin de aynı konumdadır. Öyleyse Hakk Mümin de,
yaratılmış müminin (insan) aynasıdır. Böylelikle insanı görür ve onun da
kendisini gördüğünü bilir. Nitekim ayna sahibi bir aynası olduğunu bilir, sonra
aynaya baktığında, aynanın suretini ve aynanın kendisine yansıttığı şeyin
suretini görür. Bu nedenle Allah Teâlâ, insana iki göz yaratmıştır ki, birinci
gözüyle kendisini, diğeriyle aynanın onun suretinde yaptığı etkiyi görebilir.
Çünkü gerçekte insan, aynanın kendisine yansıyan surette meydana getirdiği
büyüklük, küçüklük, uzunluk, genişlik, doğruluk veya -aynanın şekline göre
olanyansıma özelliğine sahip değildir. Bütün bu etkileri aynaya bakan insan,
aynadaki suretinde görebilir ve aynanın ona doğrudan bir etkisinin olduğunu,
kendisini aynada sadece ‘aynaya göre’ görebileceğini anlar. İnsan mümin, Hakk
Mümin’in aynası olunca, Hakk ona bakar. Ayna ise, kendiliğinde özel bir
istidada sahiptir ve dolayısıyla Haktan ona istidadı ölçüsünde tecelli
gerçekleşir. Hakk kendini bu özel aynada aynaya göre görür ve ayna görülen hakkında
bir eksiklik meydana getirir. Bu eksiklik, aynadaki istidadın etkisidir. Bu
yönüyle ayna ona benzer ve bu makam, ‘kardeşlik’ diye ifade edilir. Çünkü iki
şey arasında karşılıklı ilişki bulunmasaydı, birisi öteki kardeşinin aynası
olmazdı. Allah Teâlâ bu misali vermiştir. Aynaları ise, kendilerine bakarak
suretlerimizdeki bozuklukları, onlarla ilgili yanlışlıkları düzeltelim diye
yaratmıştır. Bu sayede, onlan görerek düzeltiriz. Öyleyse aynalar, ayıpları ve
eksiklikleri gidermek için vardır. Bu durum, ay
naya bakan insanın daha önce sahip olmadığı bir bilgi kazandığını gösterir.
Yaratılmış müminde, bu durum daha anlaşılır ve daha doğrudur. Hakk Mümin’de ise
böyle bir şeyi anlamak çetindir. Bu durum ‘Öğrenelim
diye, sizi sınayalım5405 ayetinde belirtilen (yaratılmıştan)
bilgi alma konusuyla ilgilidir. Hakk kendisini yaratılmış müminin aynasında gördüğünde,
aynanın istidadına göre gördüğünü bilir, aynada başka bir şey görmez. Bir
aynadan ortaya çıkan hüküm farklı aynalara baktığında ise, ortadan kalkar.
Böylelikle farklı aynalar nedeniyle bir surette -istidat değişikliği
nedeniylefarklılaşma meydana gelir. Hakk ise değişmemiştir, O’dur. Bu durumda
(değişikliğin nedeni) istidadın kendi hükmünü ortaya çıkartması olduğu
bilinir. Allah Teâlâ ise bulunduğu halde kalmıştır. Bu durumda O’nun hakkında
(belli bir surede) ‘sınırlılık eziyeti’ ortadan kalktığı gibi kulların
sınanması da ‘tereddüt eziyetini’ ve Hakk galip olsun diye ‘delil getirme’
talebini ortadan kaldırır. Allah Teâlâ ‘Ta ki, bilelim’
bağlı
bilgi) gerçekleşmesi-
nin sebebi yapmıştır. Halbuki o,
bilginin ge [çekleşmesinin değil, suçla-
e
delil ortaya koyma sebe-
Suretin Hakka benzemesine gelirsek,
suret, (insanın âlemde Hakka) vekil ve halife olmasını sağlar, yoksa
kardeşliği temin etmez. Çünkü insan, bedeni yöneten ruh bedenden olduğu gibi,
âlemin sureti itibarıyla, âlemdendir. (Kendisine göre yaratıldığı) Hakkın
sureti yönüyle de, âlemin kendisiyle zuhur ettiği ve âlemle ilgili ilahi
isimlerin hükümleridir. Dolayısıyla suret, bazılarının zannettiği gibi,
kardeşliğin (nedeni) değildir. Bu nedenle kardeşliğin özel bir durumda
olabileceğini söyledik. Allah Teâlâ, Mümin’dir. Şu var ki (insanın kendisine
göre yaratıldığı) suret, iman kardeşliğinin açığını sebeplilik yoluyla
kapatabilir, çünkü sebeplerin sebeplide etkisi olmasaydı, Allah Teâlâ onları
var etmezdi. Onların sebeplideki hükmü zati olmasaydı, sebep olamaz ve böyle
bir şey geçerlilik kazanmazdı. Bu durum, varlığı ancak belli bir mahalde kabul
eden hakkında doğrudur ve orada bir mahal yoktur ki, var eden onu var etmek
istesin. O halde, mahal, varlığı irade edilen o şey nedeniyle var olmalıdır.
Bu durumda mahallin varlığı, iradenin kendisiyle ve var edilmesiyle ilgili
olduğu bu şeyin varlık sebebidir. Buradan sebeplerin sebeplilerde bir hükmünün
bulunduğu öğrenilir. Öyleyse sebepler, yaratan için araç gibidir. Yaratma ve
yaratılan şey bu nedenle yapana izafe
edilir, araca değil. Bunun sebebi şudur: Araç kullanıcısının içinde kendisiyle
ne yapacağı hakkında bir bilgiye sahip değildir, aksine o hakikatinin gereğine
görebir yapım aracı olduğunu bilir. Yapıcı ise araç ve alet vasıtasıyla
bilinir. Bu durumda aracın iş görmesi özü gereğidir. Onu kullanana ait olan iş
ise iradedir. Bu durum ‘Kendisini irade ettiğimizde, ona ‘ol’ deriz5406 ayetinde
belirtilir. ‘Ol’ sözü bir araçtır Hakk onun vasıtasıyla var etmiştir. Kelamın
Hakkın zatı olması veya ilave bir şey olması, başka bir bilgiyi gerektiren
(başka bir bahistir). Kastedilen, bu mananın anlaşılmasıdır, çünkü bir söz
olmaksızın, sadece iradeyle yaratmayı gerçekleşmeyeceği gibi irade eden veya
söz söyleyen olmaksızın da yaratma gerçekleşmez. Bu durumda sebeplerin hükmü
sebeplilerde ortaya çıkar. Sebeplerin etkisini sadece onların konulma nedenini
ve hakikatlerin gereğini bilmeyen, reddedebilir. ‘Dikkat edin! Yaratma ve emir O’na aittir. Âlemlerin rabbi Allah
Teâlâ münezzehtir.’407 Bu nedenle
Hz. Musa ‘Onu işinde ortak yap demiştir’4011 Başka bir
ayette ‘Onunla gediğimi kapat’409 demiştir.
Bu ifade, beninı sözümden daha iyi bir açıklamadır ve Musa ne dediğini
biliyordu. Biz ise onun işaretle anlattığı meseleden anlayış sahibinin
kavrayabileceği hususu anladık. Yardımlaşma bu demektir ve ‘Allah Teâlâ’dan yardım isteyin’410 ve‘Ancak
senden yardım isteriz5411 ayetlerinde
belirtilen husus budur. Kul kardeşinin yardımında olduğu sürece, Allah Teâlâ da
kulun yardımındadır.
Kendisinden yardım istenilen ile
arada bir varlık ortaklığı bulunmasaydı, yardım isteyen doğru söylemiş
olamazdı. Yardım isteyen, kendisine hiç muhtaç Olmadığı halde, sırf onu
şereflendirmek amacıyla yardım isteyebilir (Allah Teâlâ’nın kuldan yardım
istemesi gibi). Bununla birlikte bir sebep gerekebilir ya da -sebep
olmaksızınkendi başına müstakil olarak o işi yapabilir. Bu durumda yardım
istenilen kimsenin sebep yapılması, başkasından üstünlüğünü belirtmek amacı
taşır ve böylelikle insan, Allah Teâlâ katındaki değerini öğrenir. Çünkü Allah
Teâlâ âlemde bir derecelenme yaratmıştır. İlahi isimler arasındaki kardeşlik,
özü gereği birbirini itmeyen isimler arasında olabilir, çünkü Allah Teâlâ,
müminleri kardeş yapmış, mümin ve kâfir arasında kardeşlik kurmamıştır. İman
kardeşliği yoksa, nesep kardeşliğinde de miras hakkı vermemiştir. Öyleyse davet
edilen şey, iman kardeşliğidir. Bakınız! Kendi dininde olmayan bir kardeş
vefat ettiğinde, nesep, kardeşi ona varis olamaz, din kardeşi ona varis
olabilir. Bizim ile Hakk arasındaki suret (kardeşlik bağı), nesep ve din
bağıdır. Bu nedenle Allah Teâlâ yeryüzüne (son) insan-ı kâmil’in ölümünden
sonra varis olacaktır ki, miras Hakk sahibini bulsun. Gökler de kendilerindeki
peygamberlerin ruhlarının hükmü nedeniyle -yoksa meleklerin bulunduğu bir yer
olması nedeniyle değilvaris olmuştur. Melekler üflemeyle bayıldıklarında, Allah
Teâlâ göğe de varis olur. Böylece elVaris ismi, melekleri gökten indirir,
yeryüzünü ve gökleri başka bir yerle ve gökle değiştirir. Nitekim kitabın
başka bölümlerinde bunu söylemiştik. Öyleyse ‘mümin için mümin, birbirini
tutan bir duvara benzer.’ Mümin müminden nefret etmez, mümin mümini öldürmez,
çünkü o iman sahibidir. Mümin, mümin olmayan nesep kardeşini (meşru bir durum
olduğunda) öldürebilir. Konuyla ilgili bu kadar açıklama yeterlidir. Şimdi bu
menzilin içerdiği ilimleri zikredelim.
Bunlardan birisi, Haldan kullarına
nidasının bilinmesidir. Hakk, onlara nereden nida eder? Meşiyetinin hükmüyle
mi, yoksa bulundukları lıale göre mi? Kim çağrılır? Yüz çeviren mi, yönelen mi,
yoksa her ikisi birlikte mi? İlahi adabın bilgisi, yaratıkların menzillerinin
bilgisi, her yaratılmışa hatta her varlığa nasıl davranılması gerektiğinin
bilgisi, bu menzilden öğrenilir. Bu bilgi sahibi, istenilen şeyi yerine
getirirken, sadece kendisinin veya başkasının yararının bulunduğu şeyi yapar.
Böyle biri yaptığı işlerde arzusunun dışına çıkmıştır. Her işte maslahatı gözetir
ve -hiçbir şeyin aleyhine değilher şeyin lehine göre davranır. Her sözü anlama
bilgisi, bu menzilden öğrenilir ve insan buradan nereden konuştuğunu öğrenir.
Meseleyi bilmeyen ise, hatayla suçladığı kişi adına mazeret getirmeyi bilir.
Bu, değerli bir bilgidir ve ehlinin bu konuda insaf göstermesi az iken bilmeyen
ise nasıl insaf göstersin ki? Böyle bir bilgiyle amel etmemek kişide nasıl bir
hüsran ve -bilgiyi kullanmadığı içinpişmanlık meydana getirir? Unutur gibi
yapmak, görmezden gelmedeki hikmet, bu menzilden öğrenilir: Bu, Hakkın mühlet
vermesi veya kudreti yetenin mühlet vermesidir. Bu sayede görmezden gelinen
kimse, yapması uygun olmayan veya sahip olması yakışmayan davranıştan
uzaklaşır. Eşyanın Allah Teâlâ’nın elinde olmasının bilgisi, bu menzilden
öğrenilir. Yaratıkların elinde bu konuda bir yetki ve güç yoktur. Fiillerin
görünüşte onların elinde ortaya çıkmış olması, sahiplik anlamına gelmez, bu
sadece geçici bir durumdur. Allah Teâlâ’nın zahirde ve batinda kullarına bolca
verdiği ilahi ihsanlar, bü menzilden öğrenilir. Yardım alınntası mümkün şeyler,
bu menzilden öğrenilir. Birbiriyle çatışan iki şeyin berzahı, bu menzilden
öğrenilir ve tartışmanın ortadan kalkmasını isteyen kimse, berzahta bulunur,
isimler ve onların değerleri aralarındaki fark, bu menzilden öğrenilir.
Bunların hangisi özel isimdir, hangisi övgü veya kınama için konulmuştur? Kul
ile bilginin gerçekleşmesi arasına giren ‘yoldan uzaklaşmak’, bu menzilden
öğrenilir. Bilgi, talep edilen en üstün şey, elde edilecek en faziletli iş,
kendisiyle iftihar edilebilecek en büyük özellik, sayılacak ve saklanacak en
sağlam araçtır. Allah Teâlâ onunla kendisini ‘yetkin delil sahibi’ olmakla
övmüştür. Kast ettiğimiz, bilgidir, insanların yaratılış dereceleri, bu
menzilden öğrenilir, çünkü onlar, bu konuda derece derecedir. Acaba bir insanın
yarattığı ve ‘insan’ denilen varlık, insan mıdır, yoksa beden yapısı itibarıyla
insan suretindeki bir hayvan mıdır o? Düşünen (natık) nefsin böyle bir
yaratılmışta ortaya çıkmasından aciz bırakan şey nedir? Acaba bunun nedeni,
istidadın olmayışı mıdır? Bu durumda o sureti inşa eden, düşünen nefsin tümel
nefsten kabul edebileceği biı şeyle hüküm verir. Veya buna imkân vermeyen Allah
Teâlâ’nın iradesi midir? Çünkü bu önemli bir meseledir ve onun fiilen
gerçekleştiği söylenmiştir. el-Fellahatü’n-nebtıyye’de söylendiğine
göre, bazı doğa bilimciler, insan menisinin özel bir ölçüyle ve belirli bir
zaman ve mekanda kokuşturulmasıyla, sureti itibarıyla insan meydana
getirmişlerdir. Bir sene yaşamış, gözlerini açıp kapatabiliyordu, fakat
konuşamıyor, beslendiği şeye bir şey ekleyemiyordu. Bir sene yaşamış, sonra
ölmüştü. Onun dilsiz hükmündeki bir insan mı, yoksa insan suretinde bir insan
olup olmadığı bilinmiyor. Hasep-nesep ilmi, bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ
yükümlüde neyi dikkate alır? Acaba zâhirini mi, yoksa bâtınını mı dikkate alır
yoksa yükümlülükten sonra kendisinden gelen şeyi kabul etmede her ikisini
birden mi dikkate alır? Yükümlülük çağından önce ise, bir sınırlama yoktur,
insan herhangi bir sorumluluk olmaksızın doğasına göre hareket eder. Bu durum ‘Biz
peygamber göndermeden azap edici değiliz5412 ayetinde
belirtilir. Hal böyle iken, küçük çocuğun acı duyması nereden kaynaklanır ki
duyduğu acı nedeniyle ağlar? Cahilin bilgiye döndürülmesi, bu menzilden
öğrenilir. İşlerin münezzehliği (mertebesinde) Allah Teâlâ’ya döndürülmesi
hangi tarzda gerçekleşir? Acaba irca ve döndürme, Allah Teâlâ’nın onları
yaratmış olmasıyla mı ilgilidir, yoksa onların gayesi olmasından mı
kaynaklanır? Bu konunun mahiyeti nedir?
‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’
Bitkilerin Bütün Zamanlarda Vaktin Sahibi
Olan Kutub'a Biat Etmelerinin Muhammedi Mertebeden Bilinmesi
Yemin
ettim Allah Teâlâ’ya ki O da yemin etmiş kendine .
.
Rabbe yemin olsun, Vallahive billahi diye
O,
birleyen olmadan Bir
Yeryüzünde
ve her neredeyse yaratıklarıyla
O
Arşından iner .
Arşına
ise Amâ’dan inmişti
Keyfiyetsiz
ve ayrım olmaksızın
Çünkü
her ikisinden münezzehtir Allah Teâlâ
Allah Teâlâ sana yardım etsin,
bilmelisin ki, genel biadeşme, bilhassa zamanın tekine (vahidu’z-zaman)
yapılabilir. Çünkü zamanın teki, varlıklarda ilahi surede ortaya çıkan
kimsedir ve onun kendiliğindeki alameti budur. Bunun amacı, hükmün
uygulanmasında veya uygulanmamasında veya o şeyle başkasında gözükmede irade
ve seçimin kendisine ait olduğunun öğrenilmesidir. Onların bir kısmı zahir iken
bir kısmı görünmez ve Hakk kendisine gözükmeyi emretmedikçe kul olarak kalır. Hakk
ona görünmesini emretmedikçe, ilahi emrin kendisiyle gerçekleştiği ölçüde,
ortaya çıkar ve ona bir şey eklemez. Bu yolda itimat edilen yüce makam, budur.
Çünkü kul asıl itibarıyla sadece Allah Teâlâ’ya ait olsun diye yaratılmıştır ve
sürekli kuldur, ‘rab’ olarak yaratılmamıştır. Allah Teâlâ ona efendilik
elbisesi giydirip elbise ile yaratıklarında gözükmesini emrettiğinde,
kendiliğinde kul, kendisini görene ‘efendi’ olarak görünür. Bu, Rabbinin süsü
ve üzerindeki hilatidir. Ebu Yezid el-Bestami’ye insanların kendisine
‘teberrük’ niyetiyle el sürmeleri sorulmuş, o da şöyle cevap vermiş: ‘Onlar
bana el sürmüyor, Rabbimin beni kendisiyle süslediği bir süse el sürüyor. O
süs bana ait değilken, onları bundan engelleyeyim imi?’ İnsanların teberrük
niyetiyle kendisine ellerini süren ve böyle yapmalarına müsaade eden Ebu
Medyen’e ‘İçinden etkileniyor
musun?’ diye sorulunca, şöyle
demişti: ‘Hacer-i esved peygamberler, nebiler ve Allah Teâlâ’nın velileri
tarafından öpülürken, onu Allah Teâlâ’nın sağ eli olan bir taş olma halinden
çıkartacak bir duyguya kapılmış mıdır?’ ‘Hayır’ denilince, şöyle demiştir:
‘İşte ben o taşın kendisiyim.’ Allah Teâlâ şöyle der: ‘Sana biat edenler, Allah Teâlâ’ya biat etmiştir.’4'3 Böylelikle
suret itibarıyla kendisini olumladıktan sonra, olumsuzlamıştır. Aynı şeyi taş
atmayla ilgili bir ayette yaparak, şöyle buyurur: ‘Atmadın sen attığında, fakat Allalrı attı.’414 Allah Teâlâ,
biatleşmede elini biat edenlerin ellerinin üzerine koymuştur.
Biatleşme adabı şöyledir: Biat
edenler, öpmek üzere biat ettikleri kimsenin elini tutarken, ellerini onun
elinin altına, biat ettikleri kimsenin elini ellerinin üzerine koyarlar.
Rahman sadaka verenin elinden sadakayı sağ eliyle alır. Sadaka veren insanda
bulunması gereken edep, sadakayı ‘nefsinin’ avucuna koyup onu aşağı indirmektir.
Bu sayede sadaka alanın eli, sadakayı alırken yukarıda kalır ki, üstteki el,
aşağıdaki elden üstündür. Üstteki el, nafaka verendir. Rahman sadakayı alır ve
bir ticaret olmak üzere kendisine geri öder. Bu ticaret gelişir. Kıyamette
sadaka veren kimse sadakanın berekedendiğini ve arttığını görür. Sûfılerin
görüşü budur.
Keşfin verdiği bilgiye göre, bizim
görüşümüz böyle değildir: Dilenci elini sadaka verenden sadaka almak üzere
açtığında, Hakk kendi elini dilencinin elinin üzerine koyar. Bu durumda sadaka,
dilencinin eline düşmezden önce -sadaka verene bir ikram olmak üzereRahman’ın
eline düşer. Rahman sadakanın bir benzerini kendisiyle yararlanması için
dilencinin elinde yaratırken sadakanın kendisini alıp onu nemalandırır ve
büyüklükte Uhud dağı kadar olancaya kadar artırır. Bu durum, sadaka vermenin
sırf Allah Teâlâ için olması hususundaki ilahi gayretin sonucudur^ Çünkü Allah
Teâlâ görür ki, insan arzusundan dolayı hediye verirken değerli malından verir,
Allah Teâlâ’dan dolayı bir şey verdiğinde ise, değersiz malından verir,
insanlara hakim duygu budur. Bu nedenle Allah Teâlâ, kendi mertebesine karşı
gayrete gelerek, mertebenin küçümsenmesini istememiştir. Bu nedenle o sadaka
artar ve büyür. Onu böyle büyük bir şekilde gösterdiğinde ise, maksat
gerçekleşir. Veren el, alan elin üzerindedir ve bu nedenle hadiste ‘düşer’
denilmiştir. Düşme üsttekinden olabilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem ‘İp sarkıtsaydınız, Allah Teâlâ’nın üzerine düşerdi’ der. Yani Allah
Teâlâ Arş üzerine istiva ederken yüksek yönüne nispet edildiği gibi aşağıda da
bulunur. Allah Teâlâ her şeyi korumak üzere ihata edendir. Dairenin çevresi
varlığı korur. Varlığın çıktığı noktayla ilişkisi, ihata eden dairenin
varlığıyla ihatanın ilişkisi gibidir. Üst O’na aitken alt da O’na aittir. Bâtın
O’ha ait olduğu kadar zâhir de O’na aittir. Biat edilen ve eden O’dur, çünkü
dinlemek ve uymak üzere biat edilir. Duyan O olabilir. İtaati yerine getirmek,
O’nun için yapılabilir. Öyleyse O, duyan ve yapılmasını emrettiği işi yapandır. ' .
Biatin tarzını zikredelim: Bu konuda Mübayaatü’l-kutub diye isimlendirdiğimiz
ve önemli bilgiler içeren müstakil bir risalemiz vardır. Bildiğim kadarıyla, bu
konuda ilk yazan benim. Allah Teâlâ ehli arifler ise, bu konuyu müşahede etmiş
ve bilmiş olsalar bile, kendilerine göre daha mühim işlerle ilgilenmeleri, bu
konuyu insanlara açıklamaktan onları alıkoymuştur. Bizim için en önemli iş de o
meseleyi insanlara açıklamaktır. Sûfılerin düsturu, ‘daha mühim’ işlerle
ilgilenmektir. Bu durum, ilahi kuvvetle gözükmediklerinde böyledir. İlahi
güçle ortaya çıkılınça, bir iş ötekinden ah koymaz. Çünkü iş bütünüyle Haktır,
bunu bilmelisin.
Biatleşmenin Tarzını İzah ve
Açıklama: Bilmelisin ki, Allah Teâlâ, kutup, zamanın teki, gavs ve halife diye
ifade edilen âlemi gözetmekle birisini görevlendirdiğinde, misal mertebesinde
onun adına bir döşek yerleştirir ve onu bu döşeğin üzerine oturtur. O mekânın
sureti, onun mertebenin suretini bildirecek tarzdadır. Nitekim Arş’a istiva
etmek, her şeyi bilgi bakımından kuşatmayı anlatır. Allah Teâlâ bu kişi için
bir döşek koyduğunda, talep ettiği bütün ilahi isimleri kendisine giydirir. O
da, söz konusu isimlerle süslenmiş, taçlanmış bir halde gözükür. Bu sayede
ilahi isimlerin ona kazandırdığı ziynet ve süs, onun üstünü altını, ortasını,
içini dışını ve her yanını kaplar. İlahi suret ile o döşek üzerine oturunca, Allah
Teâlâ âleme ‘sevinçte ve kederde, sözünü dinleyeceğiz ve itaat edeceğiz’ diye
ona biat etmesini emreder. Bu durumda yukarıda ve aşağı âlemdeki herkes, ona biat
eder. En yüce olanlar, biatin dışındadır, çünkü onlar, özü gereği -yoksa emirle
değilkendilerini bütünüyle ibadete veren meleklerdir. Meclise ilk giren, kendi
mertebelerine göre Mele-i ala’dır, sonra sırayla girerler. Onlar ‘sözünü
dinleyeceğiz ve itaat edeceğiz’ diyerek, Kutub’un elini tutar, fakat biatlerini
sevinç ve kederle sınırlamazlar. Çünkü onlar, bu iki niteliği tanımazlar, bu
iki nitelik, ötekini tadarak öğrenilen karşıt niteliklerdir. Mele-i a’la,
sürekli sevinç halindedir ve kederin tadını bilmezler, çünkü nahoşu
tatmamışlardır. Her ruh biat etmek üzere huzuruna girerken, Kutub Allah Teâlâ
hakkında bir meseleyi ona sorar ve şöyle der: ‘Sen şöyle mi diyorsun?’ O da
‘evet’ deyince, Kutup herkesin sorusuna Allah Teâlâ hakkındaki bilginin bir yönünü
bildirerek cevap verir. Kutub’un cevap verdiği yön, o şahsın sahip olduğu
bilgiden üstündür. Bu sayede biat eden herkes, Kutup’tan yararlanarak huzurundan
çıkarlar. Bu Kutub’un durumu böyledir. Bu konuda yazdığım kitapta devrimizdeki
Kutub’un kendisine biat edenlere sorduğu soruları zikrettim. Sorular, her zaman
tekrarlanan belirli sorular değildir. Her Kutub Allah Teâlâ’nın o esnada aklına
getirdiği şeyleri sorar. Bunlar, kendisine biat eden ruhların hakkında görüş
belirtmiş olduğu meselelerdir.
Kutub’a önce ilk akıl, sonra (tümel)
nefs, sonra gök ve yerde amel sahibi öncü ve amade melekler, sonra bedenleri
yöneten ve ölümle bedenlerinden ayrılan yönetici ruhlar, sonra cinler, sonra
türeyenler biat eder. Böylelikle Allah Teâlâ’yı tespih eden mekân-mekânlı,
yer-yerleşen her şey, Kutub’a biat eder. Bunun istisnası, kendilerini bütünüyle
ibadete adamış büyük melekler ile insanlardan Efrad’dır. Onlar, Kutub’un tesir
dairesinin altında değillerdir. Kutub’un tasarrufunun dışındaki kimseler de
biat etmez. Onlar Kutub gibidir ve onun kutuplukta elde ettiği şeylere
ehildir. Fakat hakikat bir zamanda bir kişinin Kutub olmasını ve bu görevi
üsdenmesini gerektirir. Onun belirlenmesi, bir önceliğe göre gerçekleşmez.
Fakat ilahi takdir, onun görevli olmasını belirler. Bununla birlikte o esnada
Ferder (tekler) içinde Allah Teâlâ’yı bilmede ondan daha bilgili kimseler
bulunabilir.
Bu menzil, türeyenlerden bitkilerin
(kutub’a) biat etmesini içerir. İnsan cisimleri hakkındaki ‘Sizi
yeryüzünden bitirdi’415 ayeti, bu konuyla ilgilidir. Siz
yeryüzünden biterek çıktınız. Onlardan söz edilirken, ‘bitirmek’ (inbat) fiili
zikredilmiş, mastarla desteklemek yerine başka bir mastar getirmiştir (nebat).
Bu sayede onların yeryüzünden (bir bitki gibi) bittikleri öğrenilir. Bu durumda,
kendisiyle yaratıkları arasında ortaklık gerçekleşir ve bitmeye istidadı
olmasalardı, kendilerine isimlerin etki etmeyeceğini gösterir. Onlar,
isimlerden ve istidattan (birlikte) ortaya çıkmışlardır. O halde isimlere ait
olan, ‘Sizi yeryüzünde bitirmiştir’416 ayetidir. İstidada ilgili olan,
‘nebat (bitki)’ ifadesidir. Nebat ‘nebete (bitti)’ fiilinin mastaridır,
enbete’nin (bitirdi, yetiştirdi) değil, onun mastarı ‘inbat5
kelimesidir. Bakınız! Kuran’ın bağlamları ne kadar sırlıdır ve hakikatler
nasıl ortaya çıkartılır. Allah Teâlâ, verdiği haberlerde işleri bulunduğu Hakk
göre nasıl öğretir ve her Hakk sahibine hakkını verir. İlahi iktidar, kendisine
nüfuz edilme istidadına sahip kimseye işler. Böyle bir istidat ise mümkünlerde
olabilir. İlahi iktidarın kendisi nedeniyle varlığı zorunlu olana etkisi
olamayacağı gibi varlığı imkânsız olana da nüfuz edemez. Alim ve Hakim Allah Teâlâ’yı
tenzih ederim.
Bilmelisin ki, insan bir ağaçtır. Allah
Teâlâ onu ‘ot5 olarak değil, bir ağaç olarak yarattı, çünkü ağacın
kökleri vardır. Allah Teâlâ, zıdardan yaratıldığı için insanı ‘teşacür’, yani
çatışma anlamı taşıyan ‘ağaç (şecer)’ yapmıştır. Zıdar çatışma ve tartışmayı
talep eder, bu nedenle Mele-i a’la da hasımlaşır. İnsanın âlemdeki varlık aslı,
hükümde birbirinden farklı olan ilahi isimlerdir ve onun başka bir dayanağı
yoktur. Allah Teâlâ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem için şöyle demiştir:
‘Mele-i ala hasımlaştığmda, onlar hakkında bilgim yoktur.’417 Allah Teâlâ onu bildirene kadar,
peygamberin o konuda bilgisi yoktu. Böylece peygamber doğanın onlarda bir
etkisinin olduğunu öğrenmiştir. Bu durum, türeyenlerin cisimlerinde rükünlerin
etkisi olmasına benzer. İnsanlar ağaç oldukları için, hasımlaştıklarında ve
tartıştıklarında aralarında hüküm verip çatışmayı (teşacür) ortadan kaldırsın
diye ‘valiler’ görevlendirilmiştir. Allah Teâlâ bu valilerin kendisine
dayandığı bir devlet başkanı (imam) belirlemiştir. Dinin bekası için, herkes
ona döner. Allah Teâlâ kullarına devlet başkanına karşı gelmemelerini ve başkaldıranı
öldürmemizi emretmiştir. Çünkü Allah Teâlâ devlet başkanıyla tartışmanın dinde
bozulmaya yol açacağını bilir. Halbuki dini ayakta tutmayı emretmiştir. Bu
düşüncenin kaynağı, ‘O ikisinde Allah Teâlâ’dan başka
ilahlar bulunsaydı, bozulma ortaya çıkardı5418 ayetidir.
Devlet başkanı edinmek ve onun -zahirdehükümdarlığı kılıca bağlı bir kişi
olmasının gerekliliği, buradan ortaya çıkmıştır. Vaktin kutbu, bazen bizzat
imam olabilir. Misal olarak Hz. Ebu Bekir ve kendi devrinde başka isimleri
verebiliriz. Bazen vaktin kutbu devlet başkanı değildir. Bu durumda halife,
adalet özelliğiyle ortaya çıkan vaktin kutbu iken zahirdeki halife -kendisi farkında
değilkenbâtındaki o kutub’un vekillerinden biridir. Öyleyse haksızlık ve
adalet, zahirdeki devlet başkanlarından ortaya çıkabilir, kutup adil olmaz.
Onun bazen görünmesi bazen gizlenmesinin sebebi, Allah Teâlâ’nın herhangi bir
insanı halifelik makamında bulunmaya zorlamamasıdır. Allah Teâlâ ona bu makama
ehliyet vermiş, kılıç kullanarak makamın gerektirdiği görevi ona teklif
etmiştir. Görevi kabul eden, kılıçla ortaya çıkar ve zahirde ve batında halife
olur. Bu durumda başka devlet başkanı yoktur. Uygun gördüğü bir maslahat
nedeniyle gözükmemeyi yeğlerse, Allah Teâlâ onu gizler ve onun yerine birisini
görevlendirir. Bu kişi, halife diye isimlendirilir, haksızlık yapar veya adil
davranır. Bazen Allah Teâlâ’nın kendisini başarıya erdirdiği ölçüde adil
hareket eder. Böyle bir halifenin hükmü, zalim bile olsa, adil devlet
başkanının hükmüyle aynıdır. Ona karşı gelen öldürülür. Fakat ‘öteki’
öldürülür, çünkü karşı çıkan odur. Allah Teâlâ bize kimsenin ona itaatsizlik
yapmamasını emretmiş, hükümdarlardan adil olanın hem kendine ve hem bize yarar
sağladığını, zalim olanların ise, kendi aleyhine çakşırken bizim lehimizde
davrandığını bildirmiştir.
İnsan, daha önce de söylediğimiz
gibi, bir ağaçtır. Bu nedenle Allah Teâlâ, ilk insana -diğer ağaçlardan farklı
olarakbelirlediği bir ağaca yaklaşmayı yasakladı. Nitekim insan da -diğer
ağaçlardan farklı olarakhalifelikle belirli bir ağaçtır. Allah Teâlâ
belirlenen ağaca yaklaşmamakla onun dikkatini kendi nefsine çekmiştir. Bu durum
Davud peygambere yapılan tavsiyede ortaya çıkar: ‘Hevaya
uyma.*'9
Kastedilen, nefsin arzusu ve hevadır. Öyleyse yaklaşılması yasaklanan ağaç,
hevadır. Başka bir ifadeyle ayet, çatışma ve muhalefet bölgesine yaklaşma
demektir. Böyle yaparsan, unsurdan oluşan doğal bedeninin yapısı, sana etki
eder. Allah Teâlâ bu emri bedeni yöneten düşünen nefse (nefs-i natıka) söyler.
Çünkü insan ver emirde veya yasaklarında Allah Teâlâ’ya bu nefs sayesinde
karşı gelebilir. ‘Bu ağaç5420
ifadesinde, belli bir ağacı belirlemek üzere, işaret zamiri kullanılmıştır.
Devlet başkanlığı ve imamlık, tıpkı emanetin teklif ve arz olması gibi, bir
tekliftir. Bu nedenle devlet başkanlığı, bir ‘emanet5 sayılmıştır
ve bazı kutuplar zahirde başkanlık yaparken bir kısmı gizlenmeyi tercih
etmiştir. Hakk Kutub’un ehliyetine bakar. Allah Teâlâ bu zahirdeki devlet
başkanına da bu gözle bakmış olsaydı, İmamîler’in masum imam hakkında ileri
sürdükleri gibi, hiçbir devlet başkanı zalim olamazdı. Çünkü bâtında imam
olmanın şartı, masumiyettir. Zahirdeki devlet başkanlığı ise, başkası ise,
masumluğa sahip değildir. İşte Imamîler burada yanılmıştır. Zahirdeki devlet
başkanlığı Kutub’un istemediği bir iş olsa ve Allah Teâlâ ona bu görevi yapmayı
emretseydi, hiç kuşkusuz, bize göre Allah Teâlâ onu korurdu. Nitekim Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem, bu hususlara dikkat çekerek, kendi uygulamasıyla
başkanlığın teklifle olduğuna dikkat çekmiştir. Bu bağlamda Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem kimseyi bir göreve zorlamamış, görevi kabul etmeyen
insan için bu davranışın daha hayırlı olduğunu ve kıyamet günü görev almanın
bir pişmanlık ve zarar olduğuna dikkat çekmiştir. Görevini adil bir şekilde
yerine getiren ise kıyamette pişman olmaz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem görevin verildiği kimsenin korunacağına da dikkat çekmiştir: ‘Kim bir
göreve talip olursa, onunla baş başa kalır. Kime istemeden görev gelirse, Allah
Teâlâ onun için kendisine yardım eden bir melek görevlendirir.’ Korumak da bu
demektir. Burada istemek, görevden razı olmak ve onu sevmek demektir. Böylece
göreve talip olan insan, içinden onu ister. Ehl-i hal ve akd’in bu görevi
almaya zorladığı öteki kimse ise, görevi yerine getirmesinin ve onu
üstlenmesinin bir gereklilik olduğunu görür. Görevden yüz çevirmek, bozulmaya
yol açacaktır. Böyle bir durumda zahirde başkalarının onu bu göreve zorlaması^
Hakkın o görevi üstlenmesini emretmesinin yerini alır. Bu şartlarda görevini
yapar ve masum kalır. Öyle bir insan adil olur, çünkü ona yardım eden melek,
ona iyi işler tavsiye eder. O melek, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
söylediği gibi, bir dosttur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem (içindeki
şeytana karşı) Allah Teâlâ’nın ona yardım ettiğini, kendisinden selamette
olduğunu veya bir rivayette Müslüman olduğunusöylemiş, ‘bana sadece iyiliği
emreder’ demiştir.
Bitkiler bu Kutub’a kendilerine
emrettiği Allah Teâlâ’ya itaatle ilgili hükümlerde -sevinçte ve tasadakarşı
gelmemek üzere biat eder. Allah Teâlâ her nefsin yükümlülüğünü sahibinin eline
vermiş, ona emrederek şöyle demiştir: ‘Rabbinin
makamından korunan ve nefsi arzudan uzak tutan kimse!,i21 Aynı şey Davud’a da ‘Arzuna
uyma5422 şeklinde söylenmişti. Kastedilen,
nefsi olduğu gibi, birinci ayette nefs kastedilmiştir. Allah Teâlâ başkasının
arzusuna uymayı yasaklayıp; ona uyulmuş olsaydı, kişi yine nefsinin arzusuyla
ona uyar, bü konuda kendi nefsini memnun ederdi. Bu nedenle ayette ‘heva’
derken, insanın nefsini kastettiği ve başkasını kastetmediği anlaşılır. Heva, Allah
Teâlâ’nın yapılmasını veya yasaklanmasını istediği konularda karşı çıkmayı
insana emreder. Nefs arzusuna uymak üzere biat ettiğinde, ‘ağaç olmak’
özelliğinden Allah Teâlâ’nın emrine karşı çıkanlardaki ‘çatışma’ özelliğine
geçer ve onun hakikati, Allah Teâlâ’nın emrine karşı çıkanların arasında kalır.
Çünkü Allah Teâlâ muhalefetin sürekli olacağını bilir, çünkü nefs, özü gereği
bir ağaçtır (şecere, çatışma özelliğine sahiptir). Çatışma ye muhalefet ortadan
kalksaydı, nefsin varlığı ortadan kalkardı. Bu nedenle Allah Teâlâ
mutluluğunun bulunacağı özel bir yer belirlemiştir. Binaenaleyh insanlardan
Kutub’u tanıyan herkesin ona biat etmesi gerekir. Ona biat ettiklerinde ise,
biat kendilerini bağlar. Bitkilerin biatinin bir yönü budur, çünkü o zahirî
biattir. Kutub da (bu biat nedeniyle) onun zahirinde dilediği şekilde hüküm
verme hakkına sahip iken öteki ona itaat etmelidir. Bunun bir benzeri, şeriatın
zahirinde ortaya çıkar: Kavgalı iki insan tartıştıkları konunda bir hükümde
birleştiklerinde, görüş birliğine vardıkları hükme uymaları ve bu konuda
tartışmaya düşmemeleri gerekir. Hakk yönünden görevlendirilen Kutub, onun
bâtındaki imamlığını bilenlerin gözünde, hüküm vermeye daha layıktır. Bu
nedenle kendisine biat edenlerin zahirinde olduğunu söylediğimiz biatleşmeyi
bitkilerin biadeşmesine kattık. Hatta işi incelersen ve bu konuda asla
katılırsan, düşünen-tikel neftse bitkilik özelliğini bulursun, çünkü o, ancak
düzenlenmiş ve itidale kavuşmuş bedende ve onun mizacına göre ortaya çıkar.
Öyleyse suretin mizacı, nefs-i natıka’nın (düşünen nefs) kendisinden bittiği
bir topraktır. Allah Teâlâ onu o cisme üfleyerek oradan bitirmiştir.
Unsurlardan oluşan bedeni yöneten bütün ruhlar böyledir. Böyle biri vaktinin
imamını tanıyıp ona biat eden, onun canı, ailesi ve malı hakkındaki hükmünü
kabul eden kimsedir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kendisi için şöyle
demişti: ‘Bir kula ben ailesi, malı ve bütün insanlardan daha sevimli gelmedikçe
kâmil mümin olamaz.’ Bu nedenle, biatte ‘sevinçte ve tasada’ şartı koşulmuştur.
Çünkü insan, nefsinin arzusu Allah Teâlâ’ya uyduğunda Mutlu olabilir. Mutlu
olmadığı işler ise, nefsinin arzusu Allah Teâlâ’nın emriyle çeliştiğinde ortaya
çıkar ve isteksizce o işi yapar. İsteksizce bile olsa onu yapmasının nedeni,
(verdiği söz nedeniyle) insaflı olması ve biatin gereğine uymasıdır, çünkü
Kutub’a biat ederken, gerçekte Allah Teâlâ’ya biat etmişti. Gözleriyle biat
ettikleri insanın elini görseler bile, ‘Allah
Teâlâ’nın eli onların ellerinin üzer idedir.H23 Nefis genellikle mizacının hükmü
altında bulunur. Bununla birlikte insanların pek azının nefsi, doğasına ve
mizacına hakimdir, çünkü annelik, düzenlenmiş bedene ait bir özellikken
babalık nefse ait bir özelliktir. Allah Teâlâ insana babasına ve annesine
iyilik yapmayı, onların emirlerine uymayı emretmiştir. Bu durum, anne ve
babadan birisinin Hakkın emrine aykırı davranmayı emretmesiyle sınırlıdır.
Böyle bir durumda insan, anne babasına itaat etmez. Allah Teâlâ ‘Seni
bana şirk koşmaya zorlarlarsa, onlara itaat etme, dünyada kendilerine karşı iyi
davran. Bana uyanların yoluna yöneî’424 buyurur. Allah
Teâlâ, kendisine yönelen kimselere uymayı ve direnç gösterdikleri takdirde
nefislere karşı çıkmayı emretmiştir. Öyleyse imam (devlet başkanı), kendisine
uyulmaya Hakk sahibi olan kimsedir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘İman
edenler, Allah Teâlâ’ya emir sahiplerine ve peygambere itaat edin...’42S
Emir sahipleri, kutub, halife ve valilerdir. Onların vereceği hüküm, tasarrufun
serbest olduğu konularda olabilir, çünkü vacip ve haram Allah Teâlâ’ya ve
peygamberine itaatin bir parçasıdır. O halde devlet başkanlarına (imamlar)
itaat, karşılığında bir sevabın ve yükümlüğün olmadığı mubah alanıyla
sınırlıdır.
Başkanın olup da sözünü dinlemek ve
itaat etmek üzere biat ettiğin bir devlet başkanı (imam) herhangi bir mubahla
ilgili bir emir verirse, ona uyman zorunludur ve emrine karşı çıkman haramdır.
Böyle bir durumda mubah fiilin hükmü, vacip haline gelir. Böyle bir durumda insan,
hükümdarın (daha önce mubah olan ve sevabı olmayan bir konuda) emrini yerine
getirmekle vacip sevabı kazanır ve biat ettiği kimsenin hükmüyle mubahlık
ortadan kalkar. Bu meseleyi ve imamın mubahı emretmesi hakkında dikkat
çektiğimiz hususu iyi düşün ve incele. Biat etmenin mertebesini, onun meydana
getirdiği neticeyi ve tesiri öğrenmelisin! Mubah olan bir iş -Hakkın (mubah
hususlarda başkanlara itaatle ilgili) emri nedeniyle vacibe dönüşmekle nasıl
ortadan kalkmış, devlet başkanı olan imam, -Şâri’nin emriyleŞâri konumuna
geçmiştir. Hükme konu olan şeyin durumu, imam’ın verdiği hükümden önce şeriatta
başka (mubah) iken, imam’ın emriyle değişerek başka bir Hakk dönmüştür (vacip
veya haram). Hakk bir insanı kendi yerine koyarsa, ona uymak gerekir.
Bilmelisin ki, bitkiler, maden ile
hayvan arasındaki orta âlemdir ve ‘berzah’ hükmüne sahiptir. Dolayısıyla
bitkilerin iki yönü vardır. Berzah özelliğine sahip bir şey, özü gereği,
kendini keşfeden insana sahip olduğu yönlerin hakikatinin bilgisini verir.
Çünkü berzahlarda kemal, başka yerlerdekinden daha barizdir. Berzah, hem
kendisi hem başkası hakkmda bilgi verebilirken berzah ve ‘ortada olma’
özelliğine sahip olmayan, sadece kendisi hakkmda bilgi verebilir, başkası
hakkında bilgi veremez. Berzah, iki ucun aynasıdır; kim berzahı görürse, iki
ucu görür ve bu durum kaçınılmazdır. Bitkilerde berzah sırrı vardır, başkasında
o sır yoktur. Çünkü o, ‘nebat olarak’426 ayetine göre, kendisiyle ‘sizi bitirmiştir’427 ayetine göre, rabbi arasında bir
berzahtır. Adil ve insaflı insan, kendisi ve Rabbi arasında hüküm verendir. Bir
insan nefsi rabbinin (hükmüyle) çatışıyor iken hakem olamaz. Adil insan, Hakkın
lehine ve nefsinin aleyhine hüküm verir. Çünkü bilir ki, her yönüyle ve her durumda
Hakk, Allah Teâlâ’nındır. Nefsin didişmesinin nedeni ise, ilahi surete göre
yaratılmış olmasıdır. Benzerlerin zıtlığı -zıdarın zıtlığı değililahi surettedir.
Böylelikle insan rabbiyle nefsi arasında ‘hakem’ olarak ortaya çıkar. Bakınız!
İnsana nefsini arzusundan uzaklaştırması emredildi ve Şâri nefsini bir yabancı
konumuna yerleştirdi. Halbuki nefsi denilen şey, insanın kendisidir ve nefis,
insanın hakkında otorite sahibi olmayı iddia ettiği şeydir. İş bedenin
büyümeyen kısımlarıyla cisimle sınırlı kalsaydı, tartışma ortaya çıkmazdı,
çünkü bu yönüyle beden, Allah Teâlâ’nın hamdini tespih etmek özelliğinde
yaratılmıştır. İnsan bedeni, köksüz odara benzer ve ancak kendisine üflenen
ruhun varlığıyla ‘ağaç’ (köklü, yani çatışma özelliğine sahip olan) haline
gelebilir. Bu üflemeyle insan, hayvanı ruh kendilerine üflenmeden kökleriyle
ayakta duran ağaçlardan farklı olarak, köklerine dayanır. Öyleyse insan, esas
itibarıyla köksüz bir ‘ot’, fakat ‘hayvani ruhun üflenmesi’ nedeniyle köklü
olan bir bitkidir. Onun Allah Teâlâ’ya secdesi, gölgenin secdesine benzerken
ağaçların Allah Teâlâ’ya secdesi köklü şahısların secdesidir.
Bitkiler, berzah özelliğine sahip
olunca, berzahı olduğu şeylerin suretlerini kabul eder. Bunlar, hayvan ve
madendir. Bitkiler (Kutub’a) biat ettiğinde, kendilerinde gözüken ve
aralarında berzah olduğu iki şeyin suretleri nedeniyle biat eder. Bunlar,
kendisine tabidir ve böylelikle bitkilerin biati, hayvan ve madenlerin
biaderini içerir. Çünkü bu imam zahiri suretleri ‘berzah’ aynasında müşahede
eder. Bu, garip bir bilgidir. (Berzahın durumuna misal olarak) Aynaya bakan
insan, kendinden başka bir suret görür ve ayna kendisine yansıyan sureti
şekilden şekle sokar. Böylece aynada şahıslar, gerçekte kendisine bilinseler
bile, olduklarından farklı bir surette algılanır. Öyleyse insan onu ancak
parlak bir cisimde görebilir. Bu suret kendisine bakılmadan başka bir bilgi
verirse, bu durum, biat edenin biat ettiği kimseye ‘söz dinlemek’ ve itaatten
başka verdiği şeye benzer. Bilgi vermezse, onunla ilgili değil, aynaya bakan
insanla ilgilidir. Böyle biri imam veya halife olmadığı gibi hiçbir şekilde
biati de yoktur. Bu sayede imam başkasından ayrışır ve onun imam olduğu
öğrenilir. Surete bakan ise, tefekkür veya itibar yoluyla bilgi alırsa, onun
vaktinin imamı olduğu zannedilir. Bunun böyle olması, suretlerin
kendiliklerinde bir fikir ve itibar olmaksızın, keşif yoluyla bilgi vermesine
bağlıdır. Keşif kaynaklı bilgisinde fikirden hareket eden insan kendisine denk
ise, böyle birisi de -(keşf ve fikir) yolun farklılığı nedeniyleimam değildir.
Çünkü imam, bilgilerini fikir gücünden elde etmez, aksine kendi düşüncesine
başvurursa yandır. Onun nefsi, bdgiyi Allah Teâlâ’dan almaya alışıktır. Allah
Teâlâ’nın ona bir şey göstermesi, kendisine dönük inayetinden kaynaklanır. Allah
Teâlâ ona bazen fikir yolundan bilgi almayı ihsan edebilir, fakat bu durum, onu
Rabbinden perdeler. Hakk, her durumda sadece O’ndan bilgi almasını irade etmiş,
o da Hakkın bulunduğu her işte Haktan bilgi alır. Kutub’un boş kalması veya
başkasına yönelmesi, mümkün değildir. Akıllı insan, fiilî delili iyice
incelediğinde, zikrettiğimizin doğruluğunu görür: Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem hurmaların âşdanmasına engel olunca hurmalar ürün vermemişti. Çünkü
peygamber, bu sözünü vahiyden hareketle söylememişti. Bedir savaşında suyun
olmadığı yere konaklaması da öyleydi. Ardından Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem, sahabesinin görüşüne uymuştu. Çünkü peygamber bdgderini Allah
Teâlâ’dan almaya aşinadır ve onun nefsine dönmek gibi bir alışkanlığı yoktu.
Peygamber, en kâmd nisandır ve ondan daha kâmili yokken, onun aşağısındaküer
hakkında ne düşünülür? Allah Teâlâ’yı bdenlerin fikir yoluyla bilgi edinme
tarzıyla alakaları yoktur. Bir şahıs bdgderini Hakkı keşif yoluyla Allah
Teâlâ’dan alırsa, o zaman ‘dahi’ diye isimlendirilir. Ebu Yezid el-Bestami
şöyle der : ‘Siz bdgderinizi ölülerden alıyorsunuz ve ‘falan, falandan aktardı’
diyorsunuz? O nerededir: Öldü; ‘O da falandan aktardı.’ Peki o nerede? O da
ölmüş.’ Ebu Yezid şöyle devam eder: ‘Biz bdgimizi Ölümsüz Diri’den almaktayız.’
Adah de kuî arasındaki en büyük perde, kulun bdgisinin nefs kaynaklı olması ve
bdgisini fikir ve nazari gücünden almaşıdır. Bu güçlerden aldığı bdgi gerçek
bilgiye uysa bile, bdgiyi Allah’tan almak daha üstündür. Akün zorunlu bilgileri,
Allah Teâlâ’dandır, çünkü onlar, fikir ve tümevarım (istidlal) yoluyla elde
eddemez. Bu nedenle zorunlu bdgder, insan akd sahibiyse, kuşku ve tereddüt
kabul etmez. Kendisiyle aklı arasında perde olan kimseden söz etmiyoruz.
Bitkilerin biatini ve mertebesini,
senin ve hemcinslerinin birer bitki olduğunu açıklamış olduk. Şimdi bu menzilin
içerdiği bilgderi zikredelim ki, himmetin onlara yükselip kendileriyle
bezenmeye yükselebilsin. Bunlardan birisi, rahmût ilmidir. Hakk’a dair
mükaşefenin bdinmesi, bâtındaki halâvet fetihlerinin bdinmesi, Allah Teâlâ’dan
aktarmada ibare fetihleri ilminin bilinmesi ve Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’den sonra -bizzat peygamberin emriylehükümlerin neshinin bilinmesi, bu
menzilden öğrenilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, delillerin
çelişmesi durumunda, müçtehidin vereceği hükmü onaylamıştır ve bu konuda irade
ona aittir. Bazı kullara dönük ilahi inayetin bilgisi, işareder bilgisi,
tamlık, kemal, tamlığın yapıya kemalin mertebeye ait olması, beyan ve açıklama
ilmi, istikamet ilmi, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin Hud suresi
nedeniyle yaşlanması, bu menzilden öğrenilir. İlahi nas makamlarını keşf, bu
makamdan öğrenilir: Acaba varlıklar onda etkin midir, değil midir? Mutmainlik,
yakin ve bilgiyle arasındaki fark buradan öğrenilir. Alemin Allah Teâlâ’ya mülk
olması, bu konuda kendisiyle tartışanın kim olduğu ve niçin tartıştığı, bu
menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ ‘hükümdar5 olması yönüyle orduları
olduğunu zikretti. Bu ordular nedir ve sayılarak bilinebilirler mi? Yoksa
ayrıntısına girmeden genel olarak mı bilinirler?, Acaba herhangi birisi onları
tafsili olarak bilir mi, bilemez mi? Alemdeki ilahi sebepler, bu menzilden
öğrenilir. Kullara Hakkın dönmesi, neyle döneceği ve niçin döneceği, bu menzilden
öğrenilir. Allah Teâlâ ‘Bütün iş O’na döner5428 buyurur.
Acaba Hakk, dönen o şeyin kendisi midir, değil midir? Bu, değerli bir bilgidir.
İlahi tazimi Hakk eden ile Hakk etmeyenin mertebesi, bu menzilden öğrenilir. Allah
Teâlâ karşısında verilen söze -sözü bozma iradesi var ikenvefa göstermek, bu
menzilden öğrenilir. Bizim bu konudaki görüşümüz, vefa göstermenin
gerekliliğidir. Fakat muteber bir şeyhin veya önceliği olduğuna inanılan bir
insanın emriyle söz bozulabilir. Böyle bir şeyh veya insan, Allah Teâlâ karşısında
verilen ve bozma iradesi kişiye bırakılan o sözü bozabilir. Böyle yapmazsa, o
da kabul edilir. Böyle bir durum olmadığı sürece, öyle bir söze vefa göstermek,
bizim ve seçkinlerin görüşüdür. İki yaratılış arasındaki eşitlik, bu menzilden
öğrenilir. Bu sayede zahir, bâtının suretiyle ortaya çıkar ve bu durum
(zahirdeki ile bâtmdakinin örtüşmesi nedeniyle) ‘doğruluk’ denilen şeydir.
Hakikati kaybolur endişesiyle, tecelli esnasında gizlenme talebi, bu menzilden
öğrenilir. Değiştirme ve değişmeye konu olacak ve -değişmesi mümkün
ikenolmayacak şeyler, bu menzilden öğrenilir. Yönelme ve ardışık gelme, bu
menzilden öğrenilir. Yönelme bir ‘tevelli’ midir, peş peşe olmaksızın bir
yönelme midir? Âlemden güçlüğün kalkması, bu menzilden öğrenilir. Hakkında
güçlüğün kalktığı kimseden güçlük nasıl kalkar? Rıza, bu menzilden öğrenilir.
Rızanın yeri ve Allah Teâlâ katındaki değeri nedir? İyi işleri acele yapmanın
sonuçları, bu menzilden öğrenilir. İlahi iktidar karşısında varlıkların
kudreti, bu menzilden öğrenilir. Alemin birbirine etkisi, bu menzilden
öğrenilir. Bu bir nedensellik tesiri midir, değil midir? Alemde asabiyet
(dayanışma) hangi sınıfta ortaya çıkar. Yüce melekler, bu özellikle nitelenir
mi, nitelenmez mi? Yükümlülerin fiillerinin kendilerinde ortaya çıktığı
varlıkların hallerine etkin ilahi isimlerde ‘dayanışma’nın bir dayanağı var
mıdır, yok mudur? Söz gelişi günahkâra el-Muntakim ve elAfiıvv isminin
yönelmesindeki durum gibi. Böyle bir durumda etTevvab, el-Halim ve el-Gafur
isimleri günahkârı koruma altına alır. ‘İlahi dayanak’ derken bunu
kastediyorum. Yükümlü mümkünlerin varlıklarında gözüken şeyler Hakk ediş
yoluyla mı, yoksa ilahi meşiyet yoluyla mı ortaya çıkar? Peygamberlerin
birleştikleri ve ayrıştıkları özellikler, bu menzilden öğrenilir. Geçmiş üç
asrın bir tarzdaki menzilleri, dört asrın menzilleri, bu menzilden öğrenilir.
Onlara ait ‘dört haram ay5, bu menzilden öğrenilir. Bunlar, üç
tanesi ardışık, biri tektir. Allah Teâlâ’dan secdeyle talep edilen şey ve
secde mertebeleri, bu menzilden öğrenilir. Kendisinden kalkılabilen secde ile
bir kez gerçekleştiğinde kendisinden kalmanın mümkün olmadığı (kalbin secdesi)
secde, bu menzilden öğrenilir. Alem secde halinde mi yaratılmış, yoksa ayakta
yaratılmış ve sonra secdeye mi davet edilmiştir? Yoksa bir kısmı ayakta, bir
kısmı secdede mi yaratılmıştır? Bu iki sınıf nasıl veya secde edenler ile etmeyenler
nasıl ayrıştırılır? Eşyadaki ilahi alameder, kulun muduluk veya bedbahtlığını
gösteren hususlar, bu menzilden öğrenilir. İlahi vaadin ayrıntıları, bu
menzilden öğrenilir. Bu vaat niçin her yönüyle etkindir? Halbuki tehdit
edilenlerin hepsinde ‘tehdit’ etkin değildir. Halbuki her ikisi ilahi haberle
sabittir. Bunlar, bu menzilin içerdiği ilimlerin bir kısmıdır ve ilimlerin bir
kısmını özedemeyi amaçladığımız için zikretmedik. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler
ye doğru yola ulaştırır.’ Mağrip şehirlerinden Fas’ta bu menzile
ulaştığımızda, beş yüz doksan bir yılında henüz gerçekleşmemişken müminlerin
kâfirlere karşı muzaffer olacağını öğrendik.
Âlemin Bir kısmmm Karşısında Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem'in Durumunun Musevî Mertebeden Bilinmesi
Bakınız! Allah Teâlâ’nın varlıklardaki hükmüne:
Varlıkta tenakuz esastır
Bir kısmı itaatkâr,
bir kısmı günahkâr ve bir kısmı bilgin
■
Bir kısmı iniş ve çıkışı bilmeyen
Bir kısmı bilinmez
mertebelerde öğrenmiş
Bir kısmı görünür
âlemde hakikate ulaşmış
Çokluk çıkmış
ortaya, ondaki hakikat
Söz ve delillerle
yegâne
Her nitelikle irade
edilen münezzehtir
İlahlık ve kulların
özelliklerinden
Her şeyi ihata eden
münezzeh
Bilgilerle artışla
nitelenir O
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem Kıyamet günü ben insanların efendisiyim’ der ve bunun sebebi olarak da
şeriatının kapsamlı olması nedeniyle, kemalini gösterir. Hz Peygambere,
kendisinden önce kimseye verilmeyen bazı özellikler verilmiştir. Halbuki önceki
peygamberlerden birisine herhangi bir özellik verilmişse, aynı özellik
kendisine tahsis edilmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e
‘cevamiü’l-kelim’ verilmiştir, şöyle der: ‘Adem henüz su ve toprak arasındayken
ben peygamberdim.’ Diğer peygamberler ise, gönderildiklerinde peygamber
olmuştu. Bu bölümde onun menzil ve mertebesini açıklayalım! Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in menzili, Hakkın yaygısında ortaya çıkar ve
genel tecelli ile genel ziyaret günündeki doğruluk makamıdır. Onun mertebesi,
gözle ve müşahedeyle öğrenilir. Onun mertebesi, Hakkın bilgisindeki konumu ve
O’nun katındaki yeridir ki, bu, Allah Teâlâ’nın bildirmesiyle öğrenilebilir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem, makam-ı mahmûd’un sahibidir. Makam-ı mahmûd,
melekler için ve onların dı-
şındakiler
için şefaat kapısını açmak demektir. İlk şefaat edecek kimse, peygamberdir.
Vesile (cenneti) onundur. Vesile, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
ümmetinin duasıyla ulaşabileceği en yüksek mertebedir. Onlar bu duayı kendisine
uyduklarında muduluğa ulaşacakları yolları açıklamasına karşılık yaparlar. ,
Bilmelisin ki, bu menzile giren
insan, başkasında görünmeyen garip sırlar görür. Bunlardan birisi, bedbahtların
amellerinin bedenlenmiş halde görünmesidir. Muduların amelleri de bedenlenmiş
ve yaratanlarının varlığını bilen suretler
olarak oradadır. Allah Teâlâ o suretlere kendilerinden var oldukları nefislere
talep arzusu yerleştirir. Onlar, kendilerini yapanlardır ve onları arar ve
bulurlar. Muduların amelleri ise, sağ yanlarında yürüyecekleri bir yol görür.
Bu yol, onları sahiplerini -ki mudulardırmüşahedeye ulaştırır. Böylelikle
birbirlerinden ayrışır ve birbirlerine soru sorarlar. Amel sahipleri bu amelleri
başarı binekleri ve kurtuluş binekleri edinir. Bu binekler onları rahmetin
yerleşik olduğu yere götürür. Bedbahdarın amelleri ise, onlar adına farklı,
çelişkili birbirine karışan yollar meydana getirir ve hangi yolun kendilerini
sahiplerine ulaştıracağını bilemezler. Bu nedenle hayrete düşer ve doğruyu bulamazlar.
Bu durum, Allah Teâlâ’nın bedbahtlara dönük bir rahmetidir. Amelleri şaşkınlığa
düştüğünde, onlar zikirle Allah Teâlâ’ya döner ve bu yolda birbirlerinden
ayrışırlar. Bir kısmı, hiçbir şekilde sahibine ulaşamazken bir kısmı sahibine
ulaşır, onu görür ve tanır, sahibi de kendisini tanır. Bu amelin onu bulması
tesadüfidir. Böylelikle ona bağlanır, kendisine, ‘seni ararken beni yordun,
şimdi beni taşı’ der. Böylelikle amel sahibi, amelini Allah Teâlâ’nın
rahmetine ulaştırana kadar taşımaya mecbur kalır.
Amel suretlerinin bulunduğu yerde iki
açık yol vardır: Birincisinin sonu, Hakkın varlığıyken ötekinin bir gayesi
yoktur, çünkü o yol, kendisinde yürüyeni yokluğa çıkartır ve yokluk bir gaye
ve sonda durmaz. Çünkü yokluk bir tanımla kontrol edilemeyeceği gibi -gerçek
varlığın aksineonunla sınırlanmaz. Gerçek varlık, sınırlanır, kendisi mutlak olsa
bile, mudaklığı gerçekte sınırlama demektir. Gerçek Varlık, mutlaklıkta da
sınırlı varlıktan farklılaşmıştır. Öyleyse o mudaklığındadır. Bu iki yol
arasında berzah olan üçüncü bir yol vardır. Onun gayesi varlık veya yoklukla
nitelenmez. Bu durum kelamcıların bilgisinde hallere benzer.
Sonu ve
gayesi varlık olan yolda Allah Teâlâ’yı birleyenler, müminler, müşrikler
kâfirler ve olumlayıcı (vücûdî) inanç sahipleri yürürken diğer yolda deisder
(Tanrı’nın niteliklerini kabul etmeyen, olumsuzlayanlar) yürür. Bu yol, onları
bir gayeye ve sona vardırmaz. Berzah yolunda ise, özellikle Allah Teâlâ’yı
bilenler yürür. Onları Hakk ispadamış ve ispatlarında silmiş, fena hallerinde
kendilerini baki kılmıştır. Onlar ölmeyen ve Allah Teâlâ kulları arasında hüküm
verene kadaryaşamayan kimselerdir. Böylece onlar, sağ yönü Hakkın varlığına
götüren bir yol olarak alırlar. Söz konusu insanlar bu yolun hakikatinden bir
nitelik kazandıkları gibi ondan varlık menzilinde üzerlerinde gözüken niteliği
kazanırlar ve bu sayede birbirlerini tanırlar. İki yol ehli ise, onları
tanımaz. Bu, Allah Teâlâ’nın ehline verdiği bir misaldi}:. Bu sayede onlar,
hidayete eren, sapan ve hayrete düşünlerin mertebelerini öğrenir. Allah Teâlâ
onlar adına bir nur, hatta nurlar yaratmıştır. Bu sayede doğalarının karasından
ortaya çıkan karanlıklarda ve fikirlerinin denizinin karanlıklarında yürürler.
Bunun yanı sıra, nefislerinin kendiliğinde bulunduğu halde, düşünen nefislerinin
karalarında ve denizlerinde doğru yolu o nurlar vasıtasıyla bulurlar. Nefis saf
nur ile unsurdan oluşan saf doğa arasında oluşmuştur. Onlarda yaratılan bu
nurlar ise, ilahi isimlerdedir. Bu nurları bilen ve kendisi için var olmaları
yönüyle onlara bakan, bu nurlar vasıtasıyla işlerin bilgisine ve keşfine
ulaşır. Onları ‘nur’ olarak alan kimse, onlarm doğru yolu bulmak üzere
konulduklarını bilemez, onları -sıradan insanların göğün yıldızlarını süs
zannetmesi gibii üs sayar, bu konuda gördüğünden daha fazlasını elde edemez.
Yıldızların yürüyüşlerini menzillerini ve feleklerindeki hareketlerini bilen
insan, onların doğru yolu bulmak üzere konulduğunu anlar ve Hakkın kendilerini
davet ettiği yola ulaşmak üzere, yolda yürürken maksatlarına ulaşmak üzere
kılavuz edinirler. Hakk, onları kendisini bilmeye veya özel olarak kurtuluş
anlamındaki muduluğa çağırmıştır: .
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’e Verilen Altı Özellik
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin mertebesini efendilik yapmıştır. O, efendi,
diğerleri tebadır. Buradan ona kimsenin karşı koyamayacağını öğrendik, çünkü
teba, sahibine ve efendisine karşı koyamaz. Dolayısıyla onun özel bir menzili
varken kölelerin de bir yeri vardır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme bu
mertebe ‘Adem su ve toprak arasındayken’ verildi. Buradan şunu öğrendik: Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem, ilahi bir yasa getirmek veya hikmet kaynaklı bir
yasa ortaya koymak (özelliğiyle) nitelenen tüm kâmillere yardım edendir. Bu
yardımın ilk zuhur ettiği yer ise, Adem idi. Allah Teâlâ onu Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in halifesi yapmış, ona Hz. Muhammed sallallâhü
aleyhi ve sellem’e ait cevamiü’l-kelim makamından tüm isimlerle yardım
etmiştir. Âdem de, ilahi isimlerin bilgisiyle, Âdem’in varlığı hakkında Allah
Teâlâ’ya itiraz edip kendisini üstün sayanlardan üstün oldu. Sonra yeryüzünde
peş peşe halifeler gelmiştir. En sonunda, iki yaratılışının bir araya gelerek
mertebesinin hükmünü izhar amacıyla, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in
bedeni ortaya çıkmıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in zuhuru, bir
güneş gibiydi: Bütün ışıklar, onun ışığjnda dürülmüştü. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem, önceki peygamberlerin şeriadarından -ki onlar ile vekilleri
gönderilmiştionayladıklarını onaylamiş, neshettiklerini neshetmiş, ümmetine
olan inayeti ve onların arasında bulunmasıyla tebarüz etmişti. İnsanlar ve
ateşten yaratılanların hepsi, onun ümmetiydi. Fakat bunların özel bir niteliği
vardı ve Allah Teâlâ onları ‘insanlar için çıkartılan en hayırlı ümmet’429
yapmıştı. Bu ihsanı ona iki yapıyla birden zuhur etmesi kazandırmıştı. Bu
ümmetin diğer ümmetlerden üstünlüklerinden birisi, Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’den önce âlemde halife ve vekilleri olarak gelen nebilerin
konumuna yerleştirilmesiydi. Çünkü Allah Teâlâ onlara teşri yetkisi vermişken Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin ümmetine hükümleri belirlemede ‘içtihat yetkisi’
vermiş, onlara içtihadarının kendilerini ulaştırdığı sonuca göre, hüküm verme
hakkı tanımıştı. Bu sayede onlara da teşri yetkisi vermiş, İslam ümmetinin
müçtehideri bu konuda peygamberlerle bir olmuş, fakat onlar daha önce
geldikleri için peygamberlerin varisleri olmuştur: Sonra gelen, zorunlu
olarak, öncekine varistir. Bütün peygamberler, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi
ve sellem’e çağırdığı gibi onlar basiret üzere Allah Teâlâ’ya çağırır. Allah
Teâlâ da bu konuda onların masumluğunu bildirmiştir. Müçtehiderin bir kısmı,
başka müçtehiderin verdiği hükmü yanlış bulur. Fakat böyle birisi doğrudan
ayrılmış değildir, çünkü onun verdiği hüküm de gerçektir. Bir müçtehit Hz.
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in hakkında hüküm verdiği fakat bu hükmün
(hadis) kendisine ulaşmayışı nedeniyle bir hükümde içtihadıyla yanılırsa, bu
yanlış içtihat nedeniyle ona bir sevap verilir. Bu, ‘içtihat sevabıdır.’
İçtihadı peygamberin verdiği hükme isabet ederse, iki sevap kazanır: Birincisi
içtihat sevabıyken diğeri isabet sevabıdır. Müçtehider arasında hangisinin
isabet ettiği bilinmese bile, Allah Teâlâ katında meçhul değildir.
Peygamberden sonra ümmetin zamanı içine giren nebiler ve ilk halifeler, âlemde
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şeriatıyla hüküm verebilir ve
müçtehitler arasmda belirginleşir. Böyle bir nebi, ilk mertebesi korunmuş
olmakla birlikte, Muhammed ümmetine dahildir ve onun iki hükmü vardır.
Kıyamette gözükür bu iki hükümle (nebilik ve Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in ümmetinden olmak) gözükür, burada (nebilik hükmüyle) gözükme imkânı
yoktur. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in büyük ziyaret günü
mertebesi, Arş’ta tecelli eden sureti bakımından, Rahman’ın sağındadır.
Kıyamet günündeki yeri ise, Rahman’ın sağında değil, ilahi emirleri ve
hükümleri âlemde uygulamak için el-Hakem ve ed-Adl’in önündedir. Öyleyse Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem kendisinden (bilgi) alan herkes için bütünüyle
yüzdür ve bütün yönlerden görür. Bütün yönlerinden Allah Teâlâ hakkında bilgi
verir ve anlayışı O’ndandır. Ondan bilgi alanlar, dilleriyle ondan aktarır, ses
ve harf olarak duyarlar. Cennetteki menzili ise, Vesiledir. Bütün cenneder
oradan çıkar. Adn cenneti ise ‘mukame’ yeridir. Bu cennederden her birinin
cennette bir şubesi vardır ve Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
cennetliklere orada görülür. Söz konusu şube, her cennetin en büyük yeridir.
Bütün bunlar, manevi değil, duyusal menzillerdir. Onun sadece yaratıcısının -ki
Allah Teâlâ’dırnefsindeki mertebesi manevidir. Bu durum ise, peygambere özgü
değil, aksine Allah Teâlâ’nın nefesindeki -ki Rahman’ın nefesidirbütün
menziller, böyledir. Menziller (menazil) duyulur ve sınırlıdır; menazil,
menzilin çoğuludur, menzile kelimesinin çoğulu değildir. Her şeyin mertebesinin
O’nun katında manevi olarak bulunması, zatında münezzeh Allah Teâlâ hakkındaki
bilginin özüdür.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in bilgilerdeki menzili ise, kendisinden önce veya sonra gelip de Allah Teâlâ’yı
bilen bütün alimlerin bilgisini ihata etmektir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’e ve tabilerine ait olan her menzilin bir kokusu vardır. Bu koku,
varlıkların ellerinin kullanılmadığı ve kendisine müdahale edemedikleri bir
kokudur. Bilmelisin ki, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin kemalinin bir
yönü, daha önce başka peygambere verilmemiş altı özelliğin tahsisidir. Altı,
sayıların en yetkinidir. Açısı olan şekillere benzerleri eklendiğinde ulaşılan
şekillerde boşluksuz olanı altı(gendir). Bu nedenle Allah Teâlâ arıya
vahyederek, cdağlardan
ve ağaçlardan evler edin’430 demiştir. Allah Teâlâ arıya amelinin
niteliğini vahyetmiş, o da peteğini altıgen yapmıştır. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem kendisine hâzinelerin anahtarlarının verildiğini bildirdi.
Bunlar, efendi olduğunu öğrendiğimizde (anladık l<i), zadarının talep ettiği
ölçüsünde kendilerine çıkartsın diye âlemdeki cinslerin hâzineleridir.
Hz.
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e yeryüzü hâzinelerinin anahtarları
verildi. Yeryüzünde, maden ve bitki hâzineleri vardır -çünkü hayvan da
gelişmesi yönüyle bir bitkidir-. Allah Teâlâ ‘Sizi yeryüzünde
bitki olarak yetiştirdi*31 buyurmuş, bizim de yeryüzü
bitkilerinden birisi olduğumuzu bildirmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’e bu özelliğin verilmiş olmasının nedeni, kendisiyle onu Hakk edecek bir
niteliğe sahip olmasıdır. Nitekim Yusuf peygamber, Mısır valisinden kendisini
yeryüzü hâzineleri üzerinde görevlendirmesini istemişti, çünkü ‘bilgili bir
koruyucuydu.’ Bu sayede her şey kendisine muhtaç kalır, o da onların üzerinde efendi
olabilirdi. Bu nedenle Yusuf Peygamber o makamın gereği olan özelliği
bildirerek, şöyle demiştir: ‘Ben bilgili bir koruyucuyum.’432 Kastedilen, hâzineleri korumak ve
onları belli bir ölçüyle ortaya çıkartmaktır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Her
şeyin hâzinesi katımızdadır, onu belli bir ölçüyle indiririz.’433 Bu nitelik kimde bulunursa,
hâzinelerin kilideri onun elindedir. Ardından ‘bilgili
koruyucu’434 demiştir.
Burada hâzinelere muhtaç insanların ihtiyacını bildiğini söylemiştir.
Hâzinelerde ihtiyaç ölçüsünde onların varlığını sürdürmesini sağlayan şeyler
vardır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e yeryüzü hâzineleri verilince,
onun ‘bilgili koruyucu’ olduğunu anladık. Alemde ortaya çıkan her rızkı, o
rızkın dayandığı ilahi isim, anahtarları elinde tutan Hz. Muhammed sallallâhü
aleyhi ve sellem’in emrinden verir. Nitekim gaybın anahtarları da Allah
Teâlâ’ya mahsustur onu sadece kendisi bilir. Bu efendiye ise, hâzinelerin
anahtarlarım vererek, ihtisas mertebesini tahsis etmiştir. ,
ikinci Özellik
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’e cevamiü’l-kelim verilmiştir. Kelim, kelime’nin çoğuludur ve ‘Allah
Teâlâ’nın kelimeleri tükenmezdir.’ Öyleyse Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’e sonsuz olanın bilgisi verilmiş, varlığın sınırlamasıyla sonluyu ve
varlığa girmemiş sonsuzu bilmiş, bilinenlerin hakikatlerini ‘bilgi’ yönüyle
ihata etmiştir. Bu, başkasına ait olmayan ilahi bir niteliktir ve onun
söylediği bir kelime kelimeler haline gelir. Bu durum, ‘göz açıp kapatmak’
gibi, bir kelime olan ilahi emre benzer. Mahsus âlemde bundan daha değerli ve
göz açıp kapatmaktan kendisine daha uygun bir benzetme olamaz. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem, cevamiü’l-kelim’i bilince, ona Allah Teâlâ’nın
kelimesi olan Kuran’da ‘icaz’ özelliği verilmiştir. Hz: Peygamber, Kuran
vasıtasıyla Allah Teâlâ’dan aktarandır. Böylelikle kendisine ait aktarım-
da da ‘icaz’ özelliği ortaya
çıkmıştır, çünkü maddelerden soyut manalarda ‘icaz’ özelliği anlaşılmaz. İcaz
manaların harflerin düzenlenmesinden ibaret olan kelimelere bağlanmasıyla
anlaşılabilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, Hakkın gözü, kulağıdır
ve bu ilahi mertebelerin en üstünüdür. Bunun aşağısmda ise Hakkın gözü, kulağı
ve dili olduğu kimselerin mertebesi gelir. Bu durumda Allah Teâlâ, kulunun mütercimi
olur. Nitekim Allah Teâlâ Kuran’da önceki toplumların hallerini ve sözlerini
aktarır. Bu kısımda diğer üstünlük yoktur. Çünkü Allah Teâlâ, kendi ehli ve
melekler gibi O’na yalan kimselerin sözlerini aktardığı kadar söylediği söz
nedeniyle kovulan, Haktan uzaklaşan ve gerçeği karıştıran İblis’in sözünü de
aktarır. Halbuki Allah Teâlâ’dan söz aktarmak, kendisinden büyük bir
ayrıcalığın ve tahsisin olmadığı bir özelliğe sahip kimsenin işidir.
Üçüncü Özellik .
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem, bütün insanlara (kâffeten) gönderilmiştir. ‘Kâffe’ toplam anlamındaki
‘kefet’ten gelir. ‘Yeryüzünü toplanma yeri (kifat)
yapmadı mı?’*3S Yani üzerinde yaşayan dirilerle
içindeki ölüler birbirine katılır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
şeriatı bütün şeriatları içerir, dolayısıyla onu duyan herkes iman etmelidir.
Cinler Kuran’ın okunduğunu duyduklarında, kavimlerine şöyle demişti: ‘Kavmimiz!
Biz Allah Teâlâ’ya çağıran birisinin davetini kabul ettik, siz de iman edin ki,
Allah Teâlâ günahlarınızı bağışlasın ve büyük azaptan kurtarsın. Allah Teâlâ’ya
çağıran peygambere icabet etmeyen kimse, yeryüzünde aciz bırakmaz. O’nun Allah
Teâlâ’ya karşı dostu da yoktur. Onlar açık dalalet içindedir.’436 Allah Teâlâ ‘yeryüzünde aciz
bırakıcı değildir’ derken cinleri kast edilmiştir. Ayetin devamı da cinlerle
ilgilidir. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in şeriatı, cinleri ve
insanları içermiş, şeriatını insanlara ve cinlere getirmiş, getirdiği rahmeti
Bütün âlemi kuşatmıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Seni
âlemlere rahmet diye gönderdik.’437 Allah Teâlâ peygamberini âleme
merhamet etsin diye gönderdik demiştir ve herhangi bir ameli ayırt etmemiştir.
Binaenaleyh Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, şeriatıyla yükümlü bazı
insanların dışında, âlemdeki tüm sınıfları memnun edecek şeyleri getirse,
onlara merhamet etmiş ve getirdiği rahmetin hakkını yerine getirmiş olurdu.
Hatta şöyle deriz: Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’nın
hükmünü getirmiştir. Onun hükmüyle âlşmdeki sınıflar, hiç kuşkusuz, memnundur.
Çünkü bütün âlem, Allah Teâlâ’nın hamdini tespih eder. Alemdeki her şey, daveti
genel olan ve rahmeti bütün âleme yayan bu peygamberin getirdiği hükümden
razıdır. Fakat insanların bir kısmı, verilen hükümden razı değildir. Hükümden
razı olsa, hiç kuşkusuz, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in getirdiği Allah
Teâlâ’nın rahmetinden -peygamberin verdiği özel hükümden razı olduğu
ölçüdenasiplenir. Bu durum özellikle insanlar arasında gerçekleşir. Cinlerin
arasında şeytan olan ve olmayanlar vardır. Allah Teâlâ şeytanlarda saptırma
özelliği yaratmış, uzaklık perdesinin vesvese vermek ardından mallara ve
çocuklara ortak olmalarını emretmiştir. Bu, onlar için bir imtihan ve
sınamadır. Bu bağlamda şeytan insana ‘kâfir ol’ der, kâfir olduğunda ‘Ben senden
uzağım, ben âlemlerin rabbi Allah Teâlâ’dan korkarım’43’1 der. Allah
Teâlâ’nın ondan böyle haber verir. Sonra şöyle der: O ikisinin akıbeti, yani bu
davranıştan sonra başlarına gelen, âteşe girmektir. Şeytanın sonu, aslına dönmektir,
çünkü şeytan, ateşten yaratılmıştır ve vatanına dönmüştür, insan ise,
peygamberin sözünü kabul etmek yerine şeytanın sözünü kabul edip zalim olduğu
için, kâfirliği nedeniyle cezalandırılmıştır. Allah Teâlâ ‘Orada
kalıcıdırlar’439 der. Şeytan evinde ve yurdunda kalıcıyken,
insan kâfir olduğu için bir ceza olarak orada kalır. Bunun için akıbetlerinde
aralarındaki farklılık nedeniyle şeytan insandan uzaklaşır. ‘İşte o
(insan)’440 Buradâ Allah
Teâlâ tekil zamir kullanmış, cezayı iki kişinin çektiğini söylememiştir. Çünkü
şeytan ve insan cezada ortak değildir. Günahının ardından insanın başına gelen,
azap iken fiilinden ve sözünden sonra şeytana isabet eden, kendisinden
yaratılmış olduğu aslına dönmektir. Akıllı insan, aldanmaz. Cennette Âdem’in
hikâyesini düşünün! Âdem ağaca yaklaşınca, Allah Teâlâ onu cennetten yeryüzüne
indirmekle cezalandırmış, Havva’yı da ve İblis’i de indirmiştir. Bunu anlatmak
için de ‘inin’441 diyerek çoğul kullanmıştır. Emir çoğul yapılmış,
tekil veya iki kişi zamiri kullanılmamıştır. Âdem bu esnada yaratıldığı asla
(toprak) dönmüştür. Âdem topraktan yaratılmış, Allah Teâlâ onu ‘Ben yeryüzünde
halife yaratacağım’442 buyurduğu için, halife olarak
yeryüzüne indirmiştir. Âdem’in yeryüzüne inmesi, kendinden gerçekleşen
davranışı nedeniyle, bir cezalandırma amacı taşımaz. Bu inme, kendinden meydana
gelen fiilin ardından gerçekleşen bir inişti. Havva ise, çoğalma amacıyla indirilmişken
İblis -aslına dönsün diye değilcezalandırılma amacıyla indirilmişti. Çünkü
indiği yer onun vatanı olmadığı gibi ondan yaratılmış değildi. Bu nedenle
şeytan, kendisini yeryüzüne indirerek nahoş bir biçimde cezalandırdığı için,
Âdem’in zürriyetine sürekli vesvese vermesi için Allah Teâlâ’dan dilekte
bulunmuştur. Çünkü asıl itibarıyla onun cezalandırılmasının sebebi, Âdem’in
varlığıydı, çünkü Âdemin varlığıyla secde emri gerçekleşmiş, İblis’ten ortaya
çıkan davranış ortaya çıkmış, bu konuda gerçekleşen hadise gerçekleşmişti.
Buradan Allah Teâlâ’nın Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’i merhametle
gönderdiği ve âlemlere rahmet yaptığını anladık. Herhangi bir insana Allah
Teâlâ’nın rahmetinin ulaşmaması peygamber cihetinden kaynaklanmaz. Bu, kabul
eden yönünden olabilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, güneş ışığı
gibidir: Güneş ışınlarını yeryüzüne yayar. Bir duvar gölgesinde veya saklı
yerde kalıp ışınlardan gizlenen kimse, ışığın üzerine yayılmasını kabul
etmeyen ve ondan yüz çeviren kimsedir. Onu güneş engellemiş değildir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem kızıl veya siyah renkli insanlara peygamber olarak
gönderildiğini söylemiş, renklerin var olduğu cisimleri zikretmiş, böylelikle
kendisini kabul eden herkese genel rahmede ve inanan herkese genel şeriatıyla
gönderildiğine dikkat çekmiştir. Onun ümmeti, şeriatı öğretmek üzere
gönderildiği herkestir. Bununla birlikte ümmetinin bir kısmı iman ederken bir
kısmı inkâr eder. Fakat bu durum onları Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
ümmeti olmaktan çıkartmaz.
Dördüncü Özellik
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’e tahsis edilen dördüncü özellik, bir aylık yoldan düşmanlarına korku
salmakla desteklenmesidir. Ay, Kamer’in kuşatıcı feleğin derecelerini kat etme
ölçüsüdür ve onu en hızla kat eden gök cismidir. Araplar takvimlerini Ay’a göre
hesaplar. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem -ayın hareketine görebir aylık
mesafeden düşmanın kalbine korku salmak özelliğiyle desteklenmişti. Peygamber
ayı zikretmiş, başka bir şey zikretmemiştir. Arapça konuşan insanlar, bundan
Kamer’in hareketini anlar. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin korkutma
özelliğiyle desteklenmiş olması, kamer’in bir ayda kat ettiği mesafeye içerir.
Böylelikle oluş ve bozuluş âlemini etkileyen yakın feleğin her derecesini
kamer’in kendisini kat etmesiyle kuşatır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem, kendisini övmek amacıyla bunu söylemişti ve dolayısıyla daha kısa
sürede feleği kat eden bir cisim olsaydı, onu söyler, o cismin seyrinin
kuşatıcılığı feleğin bütün derecelerini kat ederek daha sürade gerçekleşirdi. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin düşmanların kalplerine saldığı korkunun
genelliği, rahmetinin genelliğidir. Korkuyu kendisine yönelen düşman hisseder
ve savaşmak üzere karşısına çıkan herkesin kalbinde bu korku bulunur. Fakat Mutlu
bedbahttan ayrılsın diye, Allah Teâlâ’nın kendisini ‘bedbaht’ yaptığı ölçüde
peygambere karşı kahramanlık taslar. Böylece korku, düşmanın kahramanlık
taslaması nedeniyle Allah Teâlâ’nın irade etiği ölçüde hafifler. Düşmanın
cesaretteki eksikliği ölçüsünde ise, Allah Teâlâ’nın yardımı gerçekleşir.
Beşinci Özellik
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
selleme tahsis edilen beşinci özellik, önceki peygamberlere helal kılınmayan
ganimetlerin ona helal kılınmasıdır. Böylece Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
selleme, ümmetinin şehvetine uygun bir şey verilmiştir. Şehvet, insanın içinde
bulunup arzu duyduğunu talep eden bir ateştir. Bu durum, özellikle ganimeder
için böyledir, çünkü nefis, meşakkade çalışarak ve galip gelerek elde ettiği
ganimederle haz duyar. Dolayısıyla elde ederken karşılaştığı güçlük ve
şiddetin karşılığında, ganimet nimetinden mahrum kalmak istemez. Ganimeder en
çok istediği şeydir. Gerçi ganimet diğer peygamberlerde de vardı: Savaş
bitince, geride bir şey kalmayacak şekilde bütün ganimeder toplanır ve havadan
bir ateş inerek bütün ganimederi yakardı. Bir insan hileyle ganimetten bir şey
çalsa, ateş geri döner, alınanı da yakardı. Ateşin inmesi, Allah Teâlâ’nın
onların davranışlarını kabul etmesinin alametiydi. Halbuki ganimeder,
peygambere helal kılınmış, o da bunları sahabesine paylaştırmış, peygambere
olan ikramından kaynaklanan Allah Teâlâ’nın inayetiyle, şehvet ateşleri
ganimedere ulaşmıştır. Böyİece Allah Teâlâ, peygamberine başka peygambere
yapmadığı ikramda bulunduğu gibi ona iman edenlere başka peygambere iman
edenlere yapmadığı ikramda bulunmuştur.
Altıncı Özellik
Allah Teâlâ, onun için yeryüzünü
temizlemiş, bütün yeryüzünü mescit yapmıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem veya ümmeti her nerede namaz vaktine .erişirlerse, namazlarını orada
kılarlar. Mescider Allah Teâlâ’nın evidir ve Allah Teâlâ’nın evleri en saygın
evlerdir, çünkü onlar, Allah Teâlâ’ya izafe edilmiştir. Bütün yeryüzü mescit
olduğuna göre, aynı zamanda Allah Teâlâ’nın evi haline gelir. Sürekli mescide
giden insanın Allah Teâlâ katındaki kıymeti bildirilmiştir. Onun ümmeti,
sürekli mescittedir. Çünkü onlar, hayatta ve ölümde yeryüzünden ayrılmaz; ölüm,
yeryüzünün sırtından içine göçmektir. Mesciderde oturan kimse, Allah Teâlâ ile
oturan kimsedir. Öyleyse bu ümmet, ölüyken ve diriyken Allah Teâlâ ile
oturanlardır. Çünkü onlar, mescit olan yeryüzündedir. Allah Teâlâ yeryüzü
toprağını temiz yapmış, su bulunmadığında veya bir engel nedeniyle
kullanılmadığında, toprak su yerine temizlenmek için kullanılır. Böylelikle Allah
Teâlâ, Muhammed ümmetine yeryüzü toprağını ve yeri temiz yapmıştır. Yeryüzünden
herhangi bir şey kendisinden ayrıldığında, temizlenmek için kullanılmazken
toprak öyle değildir. Maden, kiremit, tuğla gibi herhangi bir şey yerde iken
‘toprak’ diye isimlendirilir, çünkü yeryüzü bütün bunları içerir. Yerden
ayrıldığında, kendi adına kavuşur ve ‘yeryüzü’ adını yitirir. Bu nedenle
toprağın dışındaki şeylerde temizleyicilik özelliği kalkar. Toprağın yerden
ayrılıp ayrılmaması birdir, çünkü toprak temizdir ve onu temizlikte kullanan
insan ondan yaratılmıştır. Toprak, Âdem’i şereflendirmek üzere, özü gereği
temizdir. Bu nedenle Allah Teâlâ, yerden başka adı olan şeyleri değil, sadece
toprak hakkmda temizlikle ilgili hüküm vermiştir. O (arz) yerden ayrılınca, yer
adını yitirir ve bu kez toprak adı verilir. Tuğla da yerden ayrılınca yer adını
yitirir ve tuğla adı kendisine verilir ve yerden ayrıldıktan sonra onunla
temizlenilmez. Çünkü Allah Teâlâ insanı ondan değil, topraktan yarattı. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem yer hakkmda şöyle der: ‘Allah Teâlâ onu mescit ve
temiz yapmıştır.’ Burada genel ifade kullanmıştır. Başka bir yerde ‘Yeryüzü
toprağı bizim için temiz kılınmıştır’ der. Böylece toprak, yeryüzünden
ayrıldığında adını yitiren ve başka bir ad kazanan diğer nesnelerden nalsa
ayrılmıştır.
Bunlar, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem’e tahsis edilen altı özelliktir ve bunlar, başka kimsenin
ulaşamayacağı ve hükmü bütün menzillerde ortaya çıkan bir mertebe olmuştur.
Onun mertebesinin hükmü dünyada -ki zikrettiğimizdirberzahta, cennette,
kıyamette, kesib’teki menzillerde ortaya çıkar. O menzillerin her birisinde, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin üstünlüğü ve Allah Teâlâ’nın ona ihsan ettiği
niteliklerin belli olması için, Hakkın tahsisinin hükmü ortaya çıkar. Bununla
birlikte diğer peygamberlerin birbirlerinden üstün olmasını sağlayan
özellikler de ona verilmiştir.
Dostum, bilmesin ki: Allah Teâlâ’nın Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’i gönderildiği merhametin bir yönü, Allah
Teâlâ’nın onun diliyle bize açıkladığı ve bildirmesini emredip de onun bize
bildirdiği üzere, peygamberliğin şartının doğruluğunu gösteren alametlerin
olmayışıdır. Peygamber sadece bir korkutucu ve tebliğ etmesi emredilen şeyleri
tebliğ edendir. Onun görevi budur ve başka bir yükümlülüğü yoktur. Doğruluğunu
gösteren bir mucize gösterse, bu, onun gücündeki bir şey değil, Allah
Teâlâ’nın ihsanıdır. Bu nedenle bütün peygamberler adına mazereti ortaya
koymuş, bütün peygamberlere bu konuda rahmet olmuştur. Kuran’da şöyle denilir: ‘Keşke
ona Rabbinden bir mucize indirilseydi ya derler.’443 Bu söz Arap olmayan birinin
sözüdür, çünkü peygamber, Arapiar için Kuran’ı (Allah Teâlâ’nın ihsanıyla) bir
mucize olarak getirmiştir! Arap olmayanlardan başkası, Kuran’ın mucize ve ayet
olmasını anlayamaz. Dolayısıyla Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den
Arapların dışında -Yahudiler veya Hıristiyanlar ve .Mecusiler gibidavet ettiği
herkes adına bir mucize göstermesi istenmemiştir. Fakat herhangi bir mucize
getirirse, bu, , onun veya diğer peygamberlerin bir yükümlülüğü değil, Allah
Teâlâ’nın ihsan ettiği bir mucizedir. Bunun üzerine ona şöyle denilir: ‘Onlara
de ki, mucizeler Allah Teâlâ katındandır.’444 Sonra şöyle der: ‘Sana
kendilerine okunan bir kitap getirmiş olmamız yetmez mi? Bunda onlara rahmet
vardır.™4* ‘Seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.’446 Kuran bütün toplumların bir
peygamberin doğruluğuna mucize sayabileceği bütün özelikleri içermiştir. (Arap
olan ve olmayan bütün) toplumlar, hal karinesiyle, peygamberin okur-yazar, mütalaa
eden, tecrübeli veya şehrinden ayrılan birisi olmayıp bütün ,ümmiler gibi bir
ümmi olduğunu bilir. Halbuki Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem onlara
böyle niteliklere sahip birisinin -ki Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem
o niteliklere sahiptikendiliğinden bilemeyeceği ve sadece Allah Teâlâ’nın bildirdiği
birinin bilebileceği bilgiler getirmiştir. Böylece Kuran, onların söylediği ve
talep ettiği şekilde, bir mucizeydi. Kuran’ın mucize olması, özellikle kendi
dilerinde indiği Arapiar için geçerlidir ve bu nedenle onlar Kuran’a meydana
okumaktan vazgeçmiş -veya vazgeçme olmaksızınbu güce sahip olmamışlardı. Kuran
önceki kitapların getirdiği bilgileri getirmişti ve Peygamberin o kitapların
muhtevası hakkında bir bilgisi yoktu. Onları sadece Kuran’dân öğrenmişti.
Yahudiler, Hıristiyanlar ve önceki kitap mensupları da onları öğrenmişti.
Böylelikle Allah Teâlâ katından mucize gerçekleşmiştir, çünkü Kuran, Allah
Teâlâ katından gelmiştir.
Hz; Peygamberin diğer peygamberlerin
karşısındaki yeri açıklanmış oldu. Allah Teâlâ ona başka peygamberlerde
bulunmayan bilgiler vermiştir. Bunlardan birisi, bütün vahiy türlerini ona
tahsis etmesidir. Sadık rüya, kalbe ve kulağa aktarma, yükselme halinde veya
yükselmeksizin vahiy almak gibi, bütün vahiy türleriyle ona vahyetmiştir. Allah
Teâlâ ona bütün hallerin bilgilerini tahsis etmiş, bütün hal ve durumlarla
ilgili bilgiyi ‘zevk’ yoluyla vermiştir. Çünkü Allah Teâlâ onu halleri
birbirinden farklı olan bütün insanlara gönderdi. Bu nedenle Peygamberin
resullüğü, tüm hallerin bilgisini içerir. Allah Teâlâ ona manevi ve duyusal
olarak ölüleri diriltme bilgisi vermiş, manevi hayat hakkında ve maddi hayat
hakkında bilgi elde etmiştir. Birincisi'bilgiyle hayat bulmaktır. Diğeri ise
Hz. İbrahim’in kısasında yer alan ve Allah Teâlâ peygamberine bildirmek üzere
zikredilen hikâyede geçer. ‘Sana peygamberlerin haberlerinden
aktaracağız, onlarla kalbini sabit kılacaksın5447 denilir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve selleme bütün şeriadarın bilgisi tahsis edildi, önceki
peygamberlerin şeriatlarını açıklamış, fakat onların hidayetine uymak kendisine
emredilmiştir. Bunun yanı sıra Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e diğer
peygamberlere verilmeyen altı özellikle birlikte bir şeriat tahsis edilmiştir.
Bunlar, önceki peygamberlerin kendisine yerleşmediği dört menzildir.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellemin menzili budur ve ondan anlatılabilecekleri anlattım. Şimdi menzilin
içerdiği ilimleri zikredelim: Bunlardan birisi, perde ilmidir. Kast ettiğim,
inkâr ve hikmet ilmidir. Biri de, yolların kendisiyle belli olduğu ayrımın ilmidir.
‘Her biriniz için bir şeriat ve yöntem belirledik, dileseydi
hepinizi tek ümmet yapardı5448 ayeti bu
konuyla ilgilidir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin herkese
gönderilmesi nedeniyle, bütün insanlar bir ümmet midir, değil midir? Allah Teâlâ’nın
önceki kitapların mensuplarına cizye hükmünü verip kendilerini dinlerinde
bırakması, Allah Teâlâ’dan peygamber diliyle gelen bir şeriat mıdır? Onlar,
alanın gücü, ve kendilerinin aşağılanması halinde, cizye vermiş, bu verdikleri
kendilerine bir fayda sağlamıştır. Bu sayede onlar, yükümlü oldukları şeyi
yerine getirmişlerdir. Cizye şeriattan onların payıdır. O insanların kendi
dinlerinde bırakılması, Muhammedi şeriatın bir yönüdür ve bu sayede onlar Mutlu
olur. Böylelikle kendi şeriadarında aşırı kaçanlar, tıpkı diğer günahkârlar
gibi cezalandırılır. Bunlar, iman ettikleri halde şeriadarının içerdiği bütün
konuları bilmeyenlerdir. Bu, garip bir bilgidir ve onu mükaşefe fetihlerinden
zevk edeni tanımıyorum. Bu ilim, Allah Teâlâ ehlinin hakkında gayrete
geldikleri ve kendisini gizledikleri sır ilmilerindendir. Varlıkların -her ne
olursa olsunhakkında muhayyer oldukları husus, bu menzilden öğrenilir. Sınırlı
ve sınırsız iman, bu menzilden öğrenilir. Meşru ilmi bozan ve düzelten şeyler,
bu menzilden öğrenilir. Hakkın farklı türleriyle hükümlere nüfuzu ve hepsinin
-Haktan gelmeleri nedeniylehakikat olması, bu menzilden öğrenilir. Kefareder,
bu menzilden öğrenilir. Yaratıkların hallerini düzelten hususlar, bu menzilden
öğrenilir. Batıl, Hakk bu menzilden öğrenilir? Bu ikisi var olan şeyler midir,
öyle değil midir? Tabi olanlarda ortaklık bu menzilden öğrenilir. Ortaklar neye
döner, tek bir şeye mi, yoksa farklı şeylere mi döner? Misal verilenler ve
verilmeyenler, bu menzilden öğrenilir. Varlıklar eliyle gerçekleşen ilahi
kahır, bu menzilden öğrenilir. Ebu Yezid şöyle der: ‘Benim tutuşum daha
güçlüdür.’ Güçlükten sonra gelen kolaylık, bu menzilden öğrenilir. Kolaylığın
özelliği şiddetten sonra gelmek midir, değil midir? Sınanma türleri bu
menzilden öğrenilir. Hayreti sahibinden yok eden nitelik, bu menzilden
öğrenilir ve açıklanır. İlahi nefesler, seferlerin neticelerinden tekrar
sefere çıkmak, vaazlar, ilahi yardım yok iken, galip gelmek ve niçin galip
gelindiği, bu menzilden öğrenilir. Görme ve delil ilmi arasındaki fark, bu
menzilden öğrenilir. Bu görme makamının yerini alır mı almaz mı? Ziynet
türleri, bu menzilden öğrenilir. İlim menzilleri ve ayrıntıları, bu menzilden
öğrenilir. Kaderin reddedilmesi karşısında ezeli kaza, bu menzilden öğrenilir.
Tab’, mühür, kilit vs. bu menzilden öğrenilir. Baş gözlerinin körlüğüyle
basiret körlüğü, bu menzilden öğrenilir. Niçin kalp körlüğü sadırlara tahsis
edilir? O, Haktan ayrılmak demek midir? Kastedilen önceki bir gelişten sudûr
mudur, yoksa zorunludan mümkünün oluşması tarzında südûr mudur? Yoksa o
niteliğin değil, mahallin sudûr etmesi midir? Bu durumda onun körlüğü, mahalde
bulunmasından kaynaklanır. Kendi düşüncesiyle mahalden ayrıldığında ve bir
rahatlık ortaya çıktığında, körlüğünün kaybolmasına bakar. Artan ilimlerin
belirlenmesi, bu menzilden öğrenilir. Çünkü onlar, ilavenin gerçekleştiği şeye
göre, birbirinden farklıdır. Ayeder ve varlıklar üzerindeki alameder, bu
menzilden öğrenilir. İlahi mertebenin tevhidini bir kişinin elde edebileceği,
bu menzilden öğrenilir. Örtüler ve başkasını idrakten gizlenmemizi saklamak
üzere üzerimize çekilen örtü türleri, bu menzilden öğrenilir. Bizimle kendisini
görmemiz arasına çekilen ve onu göremediğimiz örtüler nelerdir? Menzilde
yerleşmek bu menzilden öğrenilir. Menzilde başkalaşma, buradan öğrenilir. Bir
kavme inayet edilirken başka bir kavimde inayetin olmayışı, bu menzilden
öğrenilir. İyilik ve kötülükte azimetlerin neticeleri, bu menzilden öğrenilir.
İyilik ve kötülükler, bu menzilden öğrenilir. Rahmanı nispetler, imandan fayda
veren ve vermeyen hususlar bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onlar
gerçek kâfirlerdir.’449 Hakkın uzaklık ve yakınlığı, bu
menzilden öğrenilir. Tefekkürün insanı ulaştıracağı yer, bu menzilden
öğrenilir. Neyden dönüleceği ve kime dönüleceği, bu menzilden öğrenilir. Zanda
etkin olan ve olmayan hususlar, bu menzilden öğrenilir. Müşahede bilgisi ve
kendisini kabul etmek üzere olan istidadıyla birlikte ilişmesi, bu menzilden
öğrenilir. Burada bir engelleme yoktur ve mahal alıcıdır. Engelleyici meşiyet
nedir? Cezalandırmada insaf ve vasiyet, bu menzilden öğrenilir. Zıdar ve
benzerlerle benzer olmayanlar arasındaki fark, bu menzilden öğrenilir. Başka
ilimler de vardır. Burada -bilsem bilebütün ilimleri zikretmiyorum, sadece bu
menzilin içerdiği bazı yönlere veya imkân ölçüsünde bazı bilgilerine dikkat
çekiyorum. Bazen bu ilimleri bütünüyle zikrediyorum. Öyle ki, o menzilde benim
dikkat çektiğimin dışında bir ilim kalmaz. Bazen bundan geri kalıyorum. ‘Allah
Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar