ADİLE NAŞİT’İN SANAT HAYATI
Hazırlayan: MERVE ÇETİNKAYA
Adile Naşit, sahne aldığı
onlarca tiyatro oyunu, rol aldığı yetmişi aşkın sinema filmi ve dâhil olduğu
birçok televizyon çalışmasıyla farklı sanat mecralarında oyunculuğunu
sergilemiş ve canlandırdığı “Düttürü Leyla” “Hafize Ana” ve “Masalcı Teyze”
gibi unutulmaz karakterlerle bu farklı sanat mecralarının seyircilerinin
hafızalarında yer edinmiştir. 1930 yılında Şehzadebaşı semtinde sanatçı bir
ailenin içine, tuluat ustası Komik-i Şehir unvanlı Naşit Bey ile kanto
sanatçısı Amelya Hanım'ın kızı olarak dünyaya gelen Adile Naşit'in yaşamı,
çocukluğundan itibaren sanatla iç içe geçmiştir. Ebeveynlerinin sanatçı
olmasının yanı sıra anneannesi Küçük Verjin kanto sanatçısı, dedesi Kemani
Yorgo Efendi usta bir müzisyen ve dayısı da hem müzisyen hem de düettolarda rol
alan bir oyuncudur.
Ailenin, Naşit Bey'in tiyatro
topluluğunda beraber çalışmış olmalarına ek olarak, topluluğun sahne aldığı
tiyatro binasında yaşıyor olmaları Adile Naşit'in ailesinin sanatlarını icra
etmesine yakından şahitlik etmesine olanak tanımıştır. Ağabeyi Sel im Naşit ile
hem provaları hem temsilleri izleme imkânı elde eden Adile Naşit,
gözlemledikleri bu temsilleri çocukluklarında kendilerince oyunlaştırmalarıyla[1] aslında oyunculuğa
ilk adımlarını atmıştır. Naşit'in çocukluğunda amatör olarak ağabeyi Selim
Naşit ile aile ve komşularına sergiledikleri oyunlarla[2]
başlayan oyunculuğu 1940'lı yıllarda Şehir Tiyatroları’nın Çocuk Bölümü’nün
kadrosuna girmesiyle profesyonel bir nitelik kazanmıştır. Bu adımı takiben
1950'li ve 1960'lı yıllarda tiyatro çalışmaları ağırlık kazanmış fakat
sanatçının kariyeri tiyatro alanıyla sınırlı kalmamıştır. 1947 yılında oynadığı
ilk sinema filmiyle beyazperdede de seyirci karşısına geçen Adile Naşit, tiyatroda
olduğu gibi sinema alanında da kendisine özel bir oyunculuk alanı
oluşturabilmiş ve bunu dâhil olduğu televizyon yapımlarında da devam
ettirmiştir. Adile Naşit, kırık yılı aşan sanat hayatında ailesinin sanat
geçmişinin sağladığı sanat mirasına kendisi de katkıda bulunarak bu mirası geliştirmiş ve tiyatrodan sinemaya ve televizyona birçok
seyirciye ulaşarak kendi farkını da ortaya koymuştur.
“Adile Naşit’in Sanat Hayatı”
adlı bu tez çalışmasının temel hipotezi, Adile Naşit’in bugün tanıdığımız
sanatçı Adile Naşit haline gelmesinde ailesinin sanatsal geçmişi ile içinde
yetiştiği ve daha sonra sanatçı kimliğiyle aktif olarak bir parçası olduğu
kendi döneminin sanatsal gerçekliğinin oluşturduğu sentezin belirleyici bir rol
oynadığı olmuştur. Araştırmalar sırasında bu hipotezin pratik anlamda Adile
Naşit’in kariyerinde karşılık bulduğu belirlenmiştir. Tez kapsamında yer alan
bölümler içinde de bu sentez yapının hangi sanat alanlarında ve hangi
dönemlerde Adile Naşit’in sanatında ne şekilde pratiğe döküldüğü incelenmiştir.
Adile Naşit’in ailesinin
sanatsal geçmişi incelenmiş ve ebeveynlerinin sanat icraatlarının, Batı tarzı
tiyatronun ülkede uygulama alanı bulmaya başladığı ve tiyatro alanının Batı
etkisinde gelişme gösterdiği dönemde yoğunlaştığı görülmüştür. Babası Naşit
Bey, Osmanlı Devleti’nin son yıllarında kariyerinin en yoğun zamanlarını
yaşamış ve tuluat alanında ön plana çıkan bir sanatçı olmuştur. Sarayda kurulan
Müzika-i Hümayun’da hem Batı tarzı hem de halk tiyatrosu alanında ustalardan
eğitim alan Naşit Bey, çoğunlukla halk tiyatrosu geleneğinden besle nen fakat
Batı tiyatrosuna ait unsurları da bünyesinde barındırdığından melez bir tür
olarak nitelendirilebilecek tuluat tiyatrosuna çalışmalarında ağırlık
vermiştir. Bununla birlikte değişen seyirci tercih ve ilgisine göre dram
kumpanyaları gibi farklı topluluklarla iş birliği yapmış, tuluat dışında operet
gibi Batı tiyatrosu etkisinin daha belirgin olduğu türlerde sahne almış ve
tiyatro ile sınırlı kalmayarak kariyerinin son dönemlerinde sinema filmlerinde
de rol almıştır. Adile Naşit’in annesi Amelya Hanım ile ilgili var olan bilgi
kısıtlı da olsa kendisiyle ilgili öne çıkan en önemli nokta başarılı bir kanto
sanatçısı olmasıdır. Adile Naşit, babası vasıtasıyla yakından tanıklık ettiği
tiyatro türlerine ek olarak annesi ve annesinin ailesi (Amelya Hanım’ın
ebeveynleri ve erkek kardeşi) vasıtasıyla kanto, düetto gibi türlere ve müzik
pratiklerine de yakından tanıklık etmiştir. Batı kaynaklı bir tür olan kanto,
tuluat temsilerinin bir parçası haline gelmesi ve icra edilme şekliyle de
tiyatro alanında tuluat gibi melez bir tür olarak gelişmiştir. Adile Naşit’in
çocukluğunda tanıklık ettiği sanat camiası ile kendisinin bir tiyatro oyuncusu
olarak Batı etkisinde gelişen tiyatronun önemli uygulayıcılarından olan Şehir
Tiyatroları’nda çalışmaya başlamasıyla dâhil olduğu sanat dünyasının
oluşturduğu sentez, Adile Naşit’i bu sentezin bir temsilcisi haline
getirmiştir. Kariyerinin ilk otuz yılını yoğun olarak tiyatro çalışmalarıyla
geçiren sanatçı, sanatını yalnız tiyatro alanında değil sinema ve televizyon
mecralarında da icra etmiştir. Bunu yaparken yetiştiği sentez bağlamında
kendisine özel bir pozisyon kurabilmiştir. Bu tez çalışmasıyla, Adile Naşit’i
doğduğu isim olan Adile Özcan veya evliliğiyle edindiği soyadıyla Adile
Keskiner olmanın ötesine taşıyan sanatçı Adile Naşit haline gelmesinde etkisi
olan unsurlar belirlenmeye çalışılmıştır. Babasının isminin tiyatro alanında
bir marka veya bir miras etkisinin oluşu Adile Naşit’in sanatçı kişiliğinin
gelişirken tiyatronun ne denli etkili olduğunu ve ailesinin tiyatro mirasından
kendi sanatında beslendiğini gösterir niteliktedir. Üstelik sinema filmleriyle
popülerleşen ve televizyon çalışmalarına ek olarak filmlerinin televizyonda
tekrar tekrar yayınlanmasıyla kendisini sahnede izleyemeyen nesillerce de
tanınan Adile Naşit, içinde yetiştiği tiyatro alanında edindiği birikimlerden
tiyatrodan farklı bu iki mecrada da faydalanmıştır. Bu sebeple Adile Naşit’in
sanat hayatı yalnız içinde yetiştiğini vurguladığımız sentez yapı ışığında
değil, ayrıca sanatını icra ederken değişime uğramaya devam eden tiyatro,
sinema ve televizyon mecralarının ışığında da ele alınmıştır.
Bu tez için çalışmaların
başladığı 2017 yılında Adile Naşit'in hayatı ve kariyerine odaklanmış herhangi
bir çalışma bulunmamaktaydı. Yapılan incelemelerde Adile Naşit’e odaklanmasa da
sanatçının hayatı ve kariyerine dair bilgi edinilebilecek kitaplaştırılmış tek
kaynak İsmail Biret’in 2005 yılında basılan Komik-i Naşit Bey ve Çocukları
olarak karşımıza çıkmıştır. Bu kitap, Adile Naşit’in ağabeyi Selim Naşit
Özcan’ın ikinci evliliği vasıtasıyla akrabalık bağı kurduğu İsmail Biret
tarafından, aileye ait fotoğraflar, belgeler ve Selim Naşit’in, Biret ile
paylaştığı anı ve düşünceler etrafında şekillenerek oluşturulmuştur. Odak
noktasının Selim Naşit Özcan olduğu bu çalışmada, İsmail Biret olayları başta
Selim Naşit Özcan olmak üzere Adile Naşit, babaları Naşit Özcan ve Selim
Naşit'in eşi Peyker Hanım'ın perspektifinden ele almaya çalışmıştır.
Adile Naşit’in hayatı ve
ailesi ile ilgili, İsmail Biret’in aileye olan yakınlığı ve aileye ait
belgelere erişim olanağı sebebiyle, bu tez çalışması sürerken aileye ait eğitim
alınan okullar, yaşanılan semtler, yapılan evlilikler gibi bilgilerin
edinilmesinde İsmail Biret’in çalışmasından yararlanılmış ve Adile Naşit, Selim
Naşit ve babaları Naşit Bey'in verdiği röportajlar, haklarında çıkan haberler
ile bilgilerin kontrolü yapılmıştır. Her ne kadar verilen bilgiler belgelere ve
Selim Naşit’in anılarına da dayansa İsmail Biret çalışmasını, aile bireylerinin
perspektifinden onların duygu ve düşüncelerini dile getirerek
şekillendirmiştir. Bu sebeple yer yer dramatizasyona kaydığı gibi özellikle
İsmail Biret’in tanışmadığı veya yakın ilişki kurmaması sebebiyle düşünce ve
yaklaşımlarını öğrenme imkânının olmadığı veya sınırlı kaldığı Naşit Bey ve
Adile Naşit’in dilinden kaleme aldığı bölümler okuyucuyu paylaşılanlar
açısından şüpheye düşürmektedir. Selim Naşit’in ölüm anında hissettikleri ve
düşündüklerinin[3] öyküleştirilmesi ile Naşit
Bey'in baba olma sevincinin[4] dile getirilmesi bu
dramatizasyon ve okuyucuda oluşabilecek şüpheye örnek gösterilebilir.
2018 yılında ise Adile
Naşit’in kariyerine odaklanan Sibel Öz Arslan'ın “Eleştirel Perspektiften
Yeşilçam Yıldız Sistemi ve Bir Anti-Yıldız Olarak Adile Naşit” başlıklı yüksek
lisans tezi kabul edilmiştir. Bu çalışmasında Sibel Öz, Adile Naşit’i
Yeşilçam'daki yıldız oyuncu sisteminden sıyrılmış bir oyuncu olarak ele almış
ve Naşit’i bir anti-yıldız olarak tanımlamıştır. Yıldız oyuncu olma
ölçütlerinin dışında “hatta bu ölçütlere tamamen ters düşerek, sanatıyla
‘yıldızlaşan’ Adile Naşit'in”[5] anti-yıldız
niteliğini Yeşilçam sinemasının dinamikleri çerçevesinde ele almıştır. Sibel
Öz’ün bu yüksek lisans tezi, 2020 yılında, Oyuncu Yeşilçam Yıldızı
Sisteminde Bir Anti-Yıldız: Adile Naşit adıyla kitaplaştırılarak
basılmıştır. Sibel Öz bu çalışmasında Adile Naşit’in yıldız sistemi içinde
sinema oyuncusu olarak konumunu incelemiş ve sanatçının “Yeşilçam’ ın baskın
kalıplarının ve klasik yıldız statüsünün dışına nasıl ve neden çıkabildiği”[6] sorusunu cevaplamaya
çalışmıştır. Eser, Yeşilçam sineması kalıpları, yıldız sisteminin sonuçları ve
Adile Naşit’in sinema oyunculuğunun bu kalıplar üzerinden nasıl
değerlendirilebileceğine dair bir perspektif sunmaktadır. Çalışmamızda, Sibel
Öz’ün varlığını kabul edip tanımladığı fakat incelemesinin odağında olmayan
Adile Naşit’in tiyatro kariyerine, Adile Naşit’i var eden halk tiyatrosu ile
Adile Naşit’in var olduğu Batı etkisindeki tiyatro pencerelerinden bakılmıştır.
Dolayısıyla sanatçının sinema ve televizyon kariyeri de geleneksel ve modernin
bir sentezi olan tiyatro tecrübelerinin ışığında incelenmiştir.
İsmail Biret'in Selim Naşit
Özcan üzerinden Adile Naşit ve ailesi hakkında sunduğu bakış açısı ve Sibel
Öz’ün Adile Naşit'in sinema alanındaki yeri ve anti-yıldız statüsüne ek olarak
elinizdeki “Adile Naşit’in Sanat Hayatı” adlı tez, Adile Naşit’e dair
sanatçının kariyerine Adile Naşit’in içinde yetiştiği aile, dönem ve sanat
camiası ışığından bakmaya çalışmakta ve Adile Naşit’in geleneksel ve modernin
bir sentezi olarak kendine ait bir konum elde ettiğini göstermeyi
amaçlamaktadır.
Bu çalışmada aynı zamanda
Adile Naşit’in hayatına ve kariyerine ışık tutacak çeşitli haber, oyun ve film
eleştirileri ile röportajlardan yararlanılmakla birlikte Osmanlı ve Cumhuriyet
dönemi tarihi ve bu dönemlerin tiyatro, sinema ve televizyonu için çeşitli
kaynaklara başvurulmuştur.
Birincil
kaynaklar anlamında çalışmanın temelinde Adile Naşit’in kadrosunda olduğu
tiyatro topluluklarının dergileri ve kariyerinin takibini yapabildiğimiz gazete
haberleri ve röportajları bulunmaktadır. İstanbul Şehir Tiyatroları’nın Türk
Tiyatrosu dergisinin, Adile Naşit’in kurumda çalıştığı yıllar dikkate
alınarak 170. ile 218. sayıları arasına başvurulmuştur. Bununla birlikte
Muammer Karaca Tiyatro Topluluğu’nun çıkardığı Karaca Tiyatro Dergisinden
yararlanılmıştır fakat bu derginin Atatürk Kitaplığı ve Beyazıt Devlet
Kütüphanesi’nde yalnız 1946-1947, 1953, 1958, 1963 ve 1964-1965 yıllarına ait sayılarına
ulaşılabilmiştir. Çeşitli
kaynaklarda, Gazanfer
Özcan-Gönül Ülkü Tiyatro Topluluğu’na ait tiyatro programlarına atıfta
bulunulmuş fakat araştırmalar sonunda bu programlara ulaşılamamıştır.
Dergilere ek olarak Adile
Naşit’in kariyerini basın üzerinden takip edebilmek ve verdiği röportajlara
ulaşabilmek için Milliyet, Cumhuriyet, Hürriyet, Akşam gibi Adile
Naşit’in kariyeri süresince düzenli basılmış, sanat eki olan ve/veya tiyatro
oyunlarının, sinema filmlerinin değerlendirildiği sanat aktivitelerine ayrılmış
köşelerin bulunduğu gazetelerin taraması yapılmıştır. Hürriyet ve Akşam
gazetelerinin taraması COVID-19 salgını sebebiyle kütüphanelerin
kapanmasının ardından tamamlanamamıştır fakat Cumhuriyet ve Milliyet
gazetelerinin arşivleri internet ortamında araştırmaya açık olduğundan Cumhuriyet
gazetesi 1930 yılından, Milliyet gazetesi ise 1950 yılından günümüze
kadar belli sorgulama ifadeleri kapsamında incelenmiştir.
Bunlarla birlikte, odaklanılan
dönemlere şahitlik etmiş sanatçıların anılarına başvurulmuştur. Vasfi Rıza
Zobu’nun O Günden Bu Güne ile Uzun Hikâyenin Sonu adlı anı
kitabından yararlanılmıştır. Zobu’ya ek olarak Muhsin Ertuğrul’un anı kitabı Benden
Sonra Tufan Olmasın eserinden de yararlanılmıştır. Özellikle Zobu’nun O
Günden Bu Güne kitabı Darülbedayi’nin (Şehir Tiyatroları) kurulduğu ilk yıllarda
topluluğun dinamiğini oyuncularından birinin bakış açısından görmek yönünden
önemli olmuştur.
Bu çalışmada, İstanbul’un 2010
yılında Avrupa Kültür Başkenti olması sebebiyle İstanbul’da sahne sanatları
mekânlarına dikkat çekmek için hazırlanan Geleceğe Perde Açan Gelenek
Geçmişten Günümüze İstanbul Tiyatroları kitap serisinden faydalanılmıştır.
Bu seri, İstanbul’daki tiyatro mekânlarını odak noktasına alıp bu mekânların
değişim ve dönüşümlerini ev sahipliği yaptıkları sanat faaliyetlerinin
değişimiyle birlikte ele almış ve yalnız bir mekânın değil, mekân üzerinden
tiyatronun tarihi izlenmiştir. Bu tez çalışmasında ağırlıklı olarak ilk iki
ciltten yararlanılmıştır. Kerem Karaboğa’nın kaleme aldığı serinin ilk cildi
Suriçi İstanbul’u, Bakırköy ve çevresine odaklanırken, Yavuz Pekman’ın kaleme
aldığı ikinci cildi Beyoğlu, Şişli, Beşiktaş ve çevresine odaklanmıştır.
Yararlanılan bir diğer kaynak
ise Metin And’ın 50 Yılın Türk Tiyatrosu adlı eseri olmuştur. Odak
noktası Türk tiyatrosu olan eserde And, hatıratlardan, gazete ve dergilerden
kaynak olarak faydalanmıştır. Bu eserle birlikte tiyatro topluluklarının ve
sanatçılarının dönemler boyunca hareketlerini izleme imkânı elde edilmiştir
fakat odağını Türk tiyatrosu olarak belirlemiş bu kitapta özellikle Darülbedayi’ye
(Şehir Tiyatroları) yoğunlaşılmıştır. Tiyatro tarihiyle ilgili çok sayıda eser
veren And’ın ayrıca 100 Soruda Türk Tiyatrosu Tarihi, Başlangıcından 1983’e
Türk Tiyatro Tarihi ve Cumhuriyet Dönemi Türk Tiyatrosu eserlerinden
faydalanılmıştır.
Tiyatro alanında, tiyatro
tarihçiliğinin Türkiye’deki önemli isimlerinden Refik Ahmet Sevengil’in Türk
Tiyatrosu Tarihi adlı çalışmasından da yararlanılmıştır. Bu çalışma,
yazarın daha önce 1959 ile 1968 yılları arasında basılan Eski Türklerde Dram
Sanatı, Tanzimat Tiyatrosu, Saray Tiyatrosu ve Meşrutiyet Tiyatrosu kitaplarının
tek bir ciltte toplanmasıyla oluşturulmuştur.[7]
Çalışmalarında İstanbul Belediye Arşivi’nden, kendi özel arşivinden,
gazetelerden, süreli yayınlardan ve anı kitaplarından faydalanan Sevengil,
tiyatro alanında çalışan birçok araştırmacıya kaynak sağlamıştır.
Adile Naşit’in Şehir
Tiyatroları’ndaki dönemini ve bir kurum olarak Şehir Tiyatroları’nı daha iyi
anlayabilmek adına Özdemir Nutku’nun Darülbedayi’den Şehir Tiyatrosu’na
adlı eserinden yararlanılmıştır. Darülbedayi’yi odak alan bu çalışma, Nutku’nun
Darülbedayi’nin Elli Yılı adlı çalışmasının genişletilmiş yeni
baskısıdır. Darülbedayi’nin İstanbul Şehir Tiyatroları’na dönüşümünü tarihsel
gelişim süreci olarak ele alan Nutku, kurumun dergisi Darülbedayi/Türk
Tiyatrosu dergisi başta olmak üzere yerli ve yabancı birçok dergi ve
gazeteden faydalanmıştır.
Tiyatro alanında yararlanılan
bir diğer eser ise Cansu Karagül’ün Alternatif Tiyatrolar adlı eseridir.
Alternatif tiyatro olgusunu sanat sosyolojisi ve Türkiye’de tiyatro alanının
değişim süreciyle ele alan Karagül’ün odak noktası Türkiye’de tiyatro alanının
yapısal tarihindeki değişim sürecinin ışığında “2000’li yıllarda İstanbul’da
Tiyatro Alanı ve Alternatif Tiyatrolar”ı sanatçı, seyirci ve mekân gibi
başlıklarda incelemektir.[8] Bu çalışmada, Karagül’ün
eserinden Türkiye’deki tiyatro alanının tarihsel değişim süreci bağlamında
yararlanılmıştır.
Mehmet Fatih Uslu’nun Çatışma
ve Müzakere Osmanlı’da Türkçe ve Ermenice Dramatik Edebiyat eseri ise Batı
etkisinde gelişen tiyatro alanında gayrimüslimlerin özellikle de Ermenilerin
rolünü ele almaktadır. Bu çalışmada, bu eserden Osmanlı Devleti’nde gelişen
Batı etkisindeki tiyatro bağlamında yararlanılmıştır.
Adile Naşit’in sinema
kariyerini ve Türkiye’deki sinema alanının değişimini anlamak için başvurulan
isimlerden ilki Nijat Özön’dür. 1962 yılında basımı yapılan Türk Sinema
Tarihi kitabı Türkiye’deki sinema tarihyazımı açısından büyük önem teşkil
etmektedir. Alanındaki ilk örneklerinden olan bu kitapla Nijat Özön’ün sinema
alanında yaptığı dönemlendirme, kendisini takip eden birçok yazar tarafından
kabul görmüş ve bu dönemlendirme temel alınmıştır.
Giovanni Scognamillo’nun Türk
Sinema Tarihi adlı kitabı, sinema açısından başvurulan bir diğer önemli kaynaktır.
Daha önce iki cilt halinde basılan bu kitabın üçüncü baskısı her iki cildi bir
araya toplamış genişletilmiş bir baskı olmuştur. Scognamillo bu eserinde
Özön’ün dönemlendirmesine sadık kalmış fakat bu dönemler içinde sinemaya, film
akımlarına ve yönetmenlere yönelik Özön’den farklı vurgular ortaya koymuş ve
Türkiye’deki sinema sektörünün ekonomik yönüne ağırlık vermiştir. Bu noktada,
Emrah Özen’in Türkiye’de sinema tarihyazımı noktasında Özön ve Scognamillo’ya
yönelik eleştirileri dikkate değerdir. Emrah Özen, Türkiye’deki sinemanın
tarihine önemli katkıları olsa da Özön ve Scognamillo’nun eserlerinde film ve
yönetmen odaklı anlatıdan kurtulamadıklarını ve bu film merkezci yaklaşımın ele
alınan filmler sebebiyle öznel bir değerlendirmeyle şekillendiğini
vurgulamıştır.[9]
Tiyatro Alanının Tarihsel Gelişimi
Adile Naşit 1930 yılında,
sahne sanatlarının halk geleneğindeki önemli temsilcilerinden Komik-i Şehir
unvanlı Naşit Bey ile kanto alanında döneminin öne çıkan isimlerinden Küçük
Verjin’in yine kanto ve düetto performanslarıyla adını duyuran kızı Amelya
Hanım’ın kızı olarak dünyaya gelmiştir. Müjdat Gezen’in, Naşit ailesinin zengin
tiyatro geçmişini ve tiyatro eğitiminin konservatuarla sınırlandırılamayacağını
vurgulamak için “tiyatronun kulisinde doğmuş”[10]
dediği Adile Naşit, gerçekten de ailesinin dâhil olduğu tiyatro topluluğunun
sahne aldığı Millet Tiyatrosu’nun üst katında, Adile Naşit’in ailesine tahsis
edilen dairede dünyaya gelmiştir. Adile Naşit’in ağabeyi Selim Naşit ile
çocukluklarının ilk yılları tiyatro, sinema gibi gösteri sanatları ile
İstanbul’un eğlence hayatının dikkate değer merkezlerinden Şehzadebaşı’ndaki
Direklerarası semtinde bulunan Millet Tiyatrosu’nda geçmiştir. Adile Naşit’in
sanat hayatını daha iyi kavrayabilmek ve ailesi aracılığıyla içinden yetiştiği
halk tiyatrosu geleneğinin Türk tiyatrosundaki yerini ve mekânsal bağlamda
Direklerarası’nın hem İstanbul hem de sahne sanatlarındaki konumunu
anlamlandırabilmek için Türkiye’deki tiyatro sanatının tarihine kısa bir bakış
atmak yerinde olacaktır.
Cumhuriyet’e Miras Kalan Tiyatro: Tanzimat
Dönemi’nde Batılı Tiyatro ile Tanışma
Cumhuriyet’in 1923’teki ilanı
ile yeni rejim yalnız siyasi ve ekonomik değil, ayrıca kültürel yapının da
mirasçısı konumunda bulmuştur kendisini. Cumhuriyet’e miras kalan bu kültürel
yapı içerisinde tiyatro, özellikle Tanzimat Fermanı’nın 1839 yılında ilan
edilmesiyle hız kazanan bir modernleşme ve Batılılaşma hareketi çerçevesinde
birçok gelişmenin ve değişimin yaşandığı bir alan olmuştur. Bu dönemdeki
gelişmeleri incelemek, Cumhuriyet’e miras kaldığını ifade ettiğimiz tiyatro
alanının geçirdiği değişimi, kurumsallaşma sürecini ve yaşanan dönüşümün
tiyatro için çizdiği rotayı anlamak açısından büyük önem taşımaktadır.
Bu sözü edilen dönemde Osmanlı
Devleti’nin içinde bulunduğu siyasi ve ekonomik gerileme sürecinin yarattığı
bunalımdan kurtulmak adına devlet yüzünü Batı’ya çevirmiş ve Batılılaşma resmi
devlet ideolojisi haline gelmiştir. Devletin sorunlarının nihai çözümü olarak
görülen Batılılaşma ideolojisiyle birlikte modernleşme süreci özellikle askeri
ve teknik modellerin Osmanlı Devleti’nde uygulanmaya başlamasıyla kendisini
göstermiş, daha sonra siyasi, ekonomik ve kültürel alana doğru bir yayılma
eğilimi göstermiştir. Bu bahsi geçen modernleşme sürecinin ilk adımı ise 1839
yılında ilan edilen Tanzimat Fermanı olmuştur.
Kültür alanına da yayıldığını
ifade ettiğimiz modernleşme bu anlamda kendisini tiyatro alanında da büyük
ölçüde göstermiştir. Batılı anlamda tiyatronun ülkeye girişi de Tanzimat
Fermanı’nın ilan edildiği 1830’lı yıllara denk gelmektedir. Bu yıllardaki
tiyatro faaliyetleri, devletin tiyatro topluluklarına yönelik duruşu gibi
etmenlere bakıldığında tiyatronun bir modernleşme ve çağdaşlaşma aracı olarak
görüldüğünü ifade etmek mümkündür. Yavuz Pekman’ın ifadesiyle “Uzun bir dönem,
ülkemizde tiyatronun görevi, toplumsal değişim programına katkıda bulunmak
olmuştur. Başka bir ifadeyle, tiyatro sanatı, batılılaşma ideolojisinin etkin
bir aracı olarak görülmüştür.”[11]
Bu uygarlaşma ve modernleşme
sürecinin toplumsal ve kültürel hayattaki değişiminin lokomotifi; yurtdışında,
özellikle Batı diye ifade edilen ülkelerde eğitim görmüş, yabancı dil bilen,
ülkeye döndükten sonra tanık oldukları Parizyen hayat tarzını kendi yaşamlarına
taşıyan Osmanlı bürokratları olmuştur.[12]
Osmanlı bürokratlarının kültürel hayattaki rolüyle ilgili olarak Dilek Özhan
Koçak şu yorumda bulunmuştur:
“Batı tarzı okullarda yetişen subaylar, memurlar, doktorlar yeni bir
toplumsal kesimi, ‘bürokrat’ kesimi oluşturdular ve Osmanlı’nın toplumsal
yapısının değişiminde etkin rol oynadılar. Avrupa’da toplumsal sınıflar
değişimin itici gücü olurken, Osmanlı’da devlet bu rolü üstlendi ve bunu elde
ettiği ‘kültürel sermaye’ ile başarmaya çalıştı; Osmanlı İmparatorluğu bu
sayede merkezi denetim sağlayabildi ve bütünlüğünü koruyabildi.”[13]
19. yüzyılda tiyatronun
gelişimine bakıldığında ki bu noktada bahsi geçen tiyatro, Batılı anlamda
gelişen Osmanlı-Türk tiyatrosudur, bu gelişim sürecinin temel aktörleri saray,
yabancı tiyatro kampanyaları ve yabancı elçilikler ile azınlıkların tiyatro
faaliyetleri olarak sayılabilir.[14]
Sarayın Batılı anlamda
tiyatroya olan ilgisi Metin And’ın çalışmasında da gösterdiği gibi 17. yüzyıl
başlarına kadar dayanmaktadır fakat bu ilgi modernleşmenin hız kazandığı 19.
yüzyılda, bu sürecin öne çıkan hükümdarları III. Selim ve II. Mahmut döneminde
daha da belirgin hale gelmiştir.[15] Metin And sarayın Batılı
tiyatroya olan tutumunu şu şekilde ifade etmiştir:
“III. Selim çağında biri dışarıda, öteki sarayda iki geçici tiyatro
yapıldığını da ünlü Fransız gözbağcısı Robert Houdin’in anılarından
öğreniyoruz. Ayrıca diplomatik belgelerden de bu çağda Avrupalı tiyatro
oyuncularının, soytarılarının, gözbağcı ve benzerlerinin temsiller verdiğini,
Sultanın sarayına Avrupalı tiyatro sanatçılarını temsil vermek için çağırdığını
öğreniyoruz.”[16]
Yine And’ın aynı çalışmasından
edindiğimiz bilgiye göre II. Mahmut döneminde sarayda Müzika-i Hümayun’un
kurulmasıyla saraydaki tiyatro faaliyetlerinin önü açılmıştır.[17]
Osmanlı sarayı bu dönemde
yalnız saray içindeki tiyatro faaliyetlerinin önünün açılmasını sağlamamış,
aynı zamanda saray dışındaki tiyatro faaliyetlerini de desteklemiştir. Bu
destek kendisini tiyatro topluluklarına sağlanan ödenekler ya da belli
topluluklara sağlanan özel imtiyazlar olarak göstermiştir. Mehmet Fatih Uslu,
sarayın tiyatroya olan ilgisinin ve bu ilginin ürünü olarak yorumlayarak
şunları ifade etmiştir:
“Madalyonun öteki yüzüne bakarsak; Saray’ın desteğinin kör bir
alicenaplıktan kaynaklanmadığı, toplumsal ve siyasal iletişim kabiliyetleri her
geçen gün biraz daha açığa çıkan tiyatronun kontrol edilmesi amacını taşıdığı
da bellidir. Oyun oynamak için verilen imtiyazlar ve hem temsillerin hem
dramatik edebiyatın denetimi için gösterilen çaba bu kontrol arzusunun en açık
tezahürleridir.”[18]
Sarayın dışında, modern
tiyatronun gelişmesine katkı sağlayan bir diğer aktör ise elçilikler ve yabancı
tiyatro topluluklarıdır. Özellikle Fransız ve İtalyan elçiliklerinin faaliyetleriyle
öne çıktığı bu dönemde elçilikler binaları içerisinde tiyatro salonları
oluşturmuş[19] ve düzenledikleri temsillere
saray erkânı ve bürokratlar davet edilmiştir.[20]
Dilek Özhan Koçak, bu elçiliklerin faaliyetlerinin 19. yüzyılda sıklıkla
görülmesine rağmen 17. yüzyıla kadar dayandığını belirtmiştir.[21]
Elçiliklerin tiyatro
faaliyetlerine ek olarak bu dönemde yabancı tiyatro topluluklarının
faaliyetleri de dikkate değer tiyatro gelişmelerindendir. Bu noktada yabancı
tiyatro toplulukları olarak ifade edilen bu toplulukların, elçiliklerden ve
ülkede ikamet eden yabancılardan farklı olarak ülke dışından gelen yabancı
tiyatro kumpanyaları olduklarını belirtmek gerekmektedir. Bu toplulukların
İstanbul ziyaretleri Mehmet Fatih Uslu’nun dikkat çektiği üzere Avrupa’da
karışıklıkların yaşandığı zamanlarda sıklaşmıştır.[22]
Bu yabancı toplulukların İstanbul’da bulundukları süreçte birbirleriyle rekabet
halinde olduğunu belirten Metin And özellikle İtalyan ve Fransız toplulukların
durumunu şu şekilde ifade etmiştir:
“İtalyan toplulukları, özellikle opera toplulukları, bütün yıl boyunca
temsil veriyorlardı. Sonraları aynı yıl birkaç İtalyan topluluğu birden gelip
aynı sırada değişik tiyatrolarda temsiller verip rekabete başladılar.
Donizetti, Bellini, Rossini, Verdi gibi ünlü opera bestecilerinin hemen bütün
eserleri oynanıyordu, öyle ki kimi operalar Avrupa’nın önemli başkentlerinde
henüz oynanmamışken Türkiye’de oynanıyordu. Fransızlar ise tıpkı İtalyanlar
gibi hem lirik hem dramatik topluluklarını gönderiyorlardı.”[23]
Bu yabancı tiyatro
topluluklarının birçoğunun sahne aldığı Naum Tiyatrosu, kapılarını açtığı 1845
yılından bir yangın sebebiyle 1870’te binanın kullanılamayacak kadar yandığı
zamana kadar Beyoğlu-Pera bölgesinde tiyatronun aktif merkezlerinden biri
olmuştur. Naum Tiyatrosu’nun binasının sağladığı geniş sahne, özel localar, iyi
bir akustik ile lüks döşemeler ve süslemeler gibi Avrupai standartlar ile
Avrupa’dan gelen tiyatro topluluklarının sunduğu temsiller, Osmanlı tiyatro
alanında Batılı tarzda tiyatro örnekleriyle tanışılmasında önemli bir rol
oynamıştır.[24] Naum Tiyatrosu aynı zamanda
sarayın, saray dışı tiyatro faaliyetlerine olan desteğinin görülebileceği
örneklerden birini de teşkil etmektedir. Kuruluşu ve işletme izni Sultan’ın
fermanıyla gerçekleşen Naum Tiyatrosu, ayrıca seyirci sayısından duyulan endişe
sebebiyle 1852’de saraydan imtiyaz istemiş ve on yıllık
bir süre için Naum Tiyatrosu’ndan başka kimsenin tiyatro ve opera etkinliğinde
bulunamayacağı tiyatro işletme tekeli ile bu imtiyazı elde etmiştir.[25]
19. yüzyılda tiyatro alanında
tiyatronun taşıyıcısı olarak ifade edilebilecek bir diğer aktör ise
azınlıklardır. Fakat azınlıkların tiyatro faaliyetlerini ve tiyatro alanın a
olan katkılarını ele almadan değinilmesi gereken ve azınlıkların tiyatro
faaliyetlerini diğer aktörlerden ayıran önemli bir nokta ise tiyatronun
ulaşılabilirliğidir. Toplumsal bir etkinlik olan tiyatronun gerek saray gerek
elçiler gerekse yabancı tiyatro toplulukları tarafından yürütülen faaliyetleri
çoğunlukla yabancı dillerde olmuştur. Saray ve elçiliklerin tiyatro
faaliyetlerinin yabancı dilde olmasının yanı sıra devlet erkânı ve
bürokratlarla sınırlı olması[26] ve yabancı tiyatro
topluluklarının temsillerinin dil engeli dışında, fiyatlandırmaları sebebiyle
de hem yabancı dil bilen hem de bu aktiviteyi maddi olarak karşılayabilen üst
sınıfla[27] kısıtlı kalması tiyatronun
toplumun geneline ulaşamamasına sebep olmuştur. Buna ek olarak bu tiyatro
faaliyetlerinin yabancı, gayrimüslim ve/veya üst sınıfa dâhil olan nüfusun
çoğunlukta olduğu Beyoğlu-Pera bölgesinde yoğunlaşması da kısıtlayıcı
etmenlerden birisidir. Dilek Özhan Koçak ulaşım olanaklarının günlük hayatı
şekillendirmede belirli bir rol oynadığı bu dönemde,[28]
Naum Tiyatrosu gibi yabancı toplulukların sahne aldığı, yabancı dilde
sahnelenen oyunların yoğunlaştığı Beyoğlu-Pera bölgesindeki tiyatro
faaliyetlerinin üst sınıfla sınırlı kalmasını (aynı zamanda) bu aktiviteyi
karşılayabilenler tarafından bir “statü”, “ayrıcalık” ve “uygarlık” göstergesi
sayıldığı şeklinde yorumlamıştır.[29]
Hem dil hem de sınıf farkının
sebep olduğu tiyatronun kısıtlı kalması durumu özellikle Güllü Agop’un
liderliğinde kurulan Tiyatro-i Osmani (Osmanlı Tiyatrosu) örneğinde görüleceği
üzere Osmanlı Devleti tebaası olan azınlıkların tiyatro faaliyetleriyle
değişmiş ve tiyatronun halka ulaşmasının önü bu grupların faaliyetleriyle
açılmıştır. Osmanlı Devleti tebaasından olan azınlıkların tiyatro
faaliyetlerini ele alırken dikkat edilmesi gereken önemli noktalardan biri bu
grupların çoğunlukla gayrimüslim olmasıdır. Müslümanların tiyatro oyuncusu
olarak aktif olmamalarında İslam dini âlimlerinin karşıt yöndeki duruşları
etkili olmuştur.[30] Bu
durum, Osmanlı halkı açısından bakıldığında gayrimüslim tebaanın tiyatro
alanındaki faaliyetlerinde öncü rol üstlenmelerindeki sebeplerden biri olarak
gösterilebilir.
Buna ek olarak, özellikle
İstanbul özelinde ve sosyo-ekonomik yönden incelendiğinde, gayrimüslim
azınlıkların ticaret gibi yabancılarla iletişimin ve ülke dışında yaşanan gerek
siyasi gerek ekonomik gerekse kültürel değişimlere dair gelişmelere
ulaşmalarının daha kolay olması ve Mehmet Fatih Uslu’nun belirttiği üzere
özellikle Ermenilerin eğitim için ülke dışında hareket halinde olmaları[31] gibi sebepler, azınlıkların
Batı tarzı tiyatro ile tanışması ve uygulamalarının Müslüman halktan daha önce
olması açısından diğer bir sebep olarak gösterilebilir.
Metin And’ın bu döneme dair
verdiği bilgilere bakıldığında Osmanlı Devleti tebasından olan azınlıklar
arasında Rumları Rumca temsiller sahneledikleri ve Yunanistan’dan gelen
kumpanyaları ağırladıkları,[32] Bulgar nüfusun Bulgarca
oyunlar sahneledikleri[33] göze çarpmaktadır. Bu
grupların tiyatro faaliyetleri Osmanlı Ermenilerinin tiyatro faaliyetleriyle
kıyaslandığında kısıtlı kalmıştır. Ermenilerin Batılı tarzda modern tiyatronun
halka ulaşmasındaki rolünü Mehmet Fatih Uslu şu şekilde ifade etmektedir:
“Bütün bu çok unsurlu teatral alan içinde, modern tiyatronun daha geniş
kitlelere ulaşan yerel halinin esas kurucuları ise hiç şüphesiz Osmanlı
Ermenileridir. 17. yüzyılda öncü örneklerini gördüğümüz tiyatro çalışmalarını
Avrupa tiyatrosu ile yakın ilişkiyle beraber geliştiren Osmanlı Ermenileri, 19.
yüzyılın ikinci yarısında İstanbul’da modern ve profesyonel tiyatronun oluşması
için gerekli zemini sağlamışlardır.”[34]
Başta Sırabyon Hekimyan ve Mıgırdiç
Beşiktaşlıyan olmak üzere Ermeni sanatçıların tiyatro çalışmaları yalnız oyuncu
yetiştirme alanında değil, yabancı tiyatro eserlerinin çevrilmesi ve telif eser
üretiminin başlamasıyla yeni tiyatro metinlerinin kazanılması gibi gelişmeler
Osmanlı’da Batılı tarzdaki tiyatronun hem halklaşması hem de profesyonelleşmesi
yönünden önemli bir adım olmuştur.[35]
1870’lere gelindiğinde ise Güllü Agop adıyla tanınan Hagop Vartovyan’ın
kurduğu Osmanlı Tiyatrosu (Tiyatro-i Osmani) bu profesyonelleşme ve halklaşma sürecinin
en önemli örneklerinden biri ve devletin Batı uygarlığını halka ulaştırmada
dönemin “uygarlaştırma aracı” olmuştur.[36]
Osmanlı Tiyatrosu’nu bu kadar
önemli kılan özelliklerinin başında tiyatroya tanınan imtiyazlardan söz
edilebilir. Bu imtiyazlara göre Güllü Agop tiyatrosunda on yıl süreyle komedya,
tragedya, dram ve vodvil oynama hakkı elde etmiş ve diğer tiyatrolara karşı
tekel elde etmiştir. Bu noktada şunu da belirtmek gerekir ki bu imtiyaz bir
kurum olarak Osmanlı Tiyatrosu’na değil, Güllü Agop’un şahsına tanımlanmıştır.
Bu durumda bu tekelin sahibi Güllü Agop olduğundan onun yöneteceği tiyatrolar
bu imtiyazdan faydalanabilir konumda olmuştur.
Güllü Agop aracılığıyla
Osmanlı Tiyatrosu’nun sahip olduğu tekel yalnızca oyun türlerini değil oyunun oynanacağı
dili de kapsayacak şekilde düzenlenmiştir. Buna göre Güllü Agop İstanbul’da
Türkçe oyun sahneleme tekelini de elde etmiştir.[37]
İster çeviri ister telif eser olsun, oynadıkları oyunların hem Ermenice hem de
Türkçe olması tiyatroyu daha fazla kişiye ulaştırma imkânı sağlamış ve halkın
tiyatroya uzak kalmasındaki nedenlerden biri olan dil engeli böylelikle büyük
oranda aşılmıştır. Osmanlı Tiyatrosu’nun programını incelemiş olan Metin And
oyunlarla ilgili olarak şunu ifade etmiştir “Güllü Agop, tiyatrosunda her hafta
eşit sayıda Türkçe ve Ermenice gösterimlere yer veriyordu. Ramazan süresince
yalnız Türkçe gösterimler sunuluyor, Karnaval gibi Hıristiyan yortularında ise
Ermenice gösterilere öncelik tanınıyordu.”[38]
Osmanlı Devleti’nde gelişen
tiyatro tarihinde, Batı tarzı tiyatronun halklaşması ve profesyonelleşmesi
bağlamında Osmanlı Tiyatrosu’nu ve Güllü Agop’u öne çıkaran bir diğer nokta ise
tiyatro oyunculuğunu bir kariyer olarak gören Müslüman ve/veya Türk
sanatçıların ilk kez Osmanlı Tiyatrosu kadrosunda yer alarak sahne almaları ve
Namık Kemal gibi aydın ve edebiyatçıların burada oynanmak üzere Türkçe tiyatro
eserleri kaleme almaları olmuştur.[39]
Bu aşamada, Osmanlı Tiyatrosu’nun merkezileştiğini ifade eden Mehmet Fatih
Uslu, tiyatronun siyasal anlamda bir değer taşıdığını ve kurulan Tiyatro-i
Osmani Edebiyat Heyeti’nin, Müslüman aydınların bir “ıslah” ve “terbiye” aracı
olarak görülebileceğini ifade etmiştir.[40]
Fakat bu heyet, üyelerinin sürgüne gönderilmesi sebebiyle sürekli olamamış ve
dağılmıştır.
Osmanlı Tiyatrosu’nu tiyatro
alanında öne çıkaran bir diğer önemli sebep ise tiyatro topluluğunun
faaliyetleri için seçtiği mekân olan Beyazıt semtindeki Gedikpaşa
Tiyatrosu’dur. Daha çok Müslüman halkın ikamet ettiği İstanbul Suriçi’ndeki bu
bölgede çalışmayı seçmeleri ve Türkçe oyun sahnelemeleri Batılı standartlardaki
tiyatronun halk tarafından da ulaşılabilir bir etkinlik olmasının önünü
açmıştır. Böylelikle, yabancı, gayrimüslim ya da elit sayılabilecek üst sınıf
bürokratların yoğun olduğu Beyoğlu-Pera bölgesine karşılık, Osmanlı
Tiyatrosu’nun faaliyet gösterdiği Gedikpaşa ve daha sonra üzerinde durulacak
tiyatro faaliyetlerinin yoğun yaşandığı Şehzadebaşı semtleri, halkın (özellikle
daha önce bu etkinliklerin parçası olmayan Müslümanların) ulaşabileceği yeni
seçenekler olmuş ve İstanbul Suriçi’nde yeni bir sanat merkezi haline
gelmiştir. Gedikpaşa’nın Beyoğlu’na karşı bir alternatif olmasını Refik Ahmet
Sevengil şu şekilde aktarmıştır:
“Gedikpaşa’daki Souliee Cambazhanesi Ardeli ve ortakları tarafından Avrupa
tiyatroları intizamında, Avrupa tiyatrolarının icra eyledikleri oyunlara ve
operalara benzer oyunlar icra etmek üzere kiralanmış, birçok masraf ve
fedakârlık edilerek şekli değiştirilmiş, Avrupadan usta oyuncularla rakkaseler
getirtilmitir; yakında oyunlara başlanacaktır. İstanbul ahalisi bu suretle
tiyatro seyretmek için Beyoğlu’na gidip gelmekten, lokanta ve otel masrafından
kurtulmuş olacaklardır.”[41]
Adile Naşit’in 1930 yılında
dünyaya geldiği zamandan uzak bir geçmişe, 1830’lara kadar uzanan ve Tanzimat
Dönemi gelişmeleriyle ele alınan bu yaklaşık yüzyıllık süreç Cumhuriyet devrine
miras kalan modern tiyatro gelişmelerini anlamlandırmak açısından önem
taşımaktadır. Ayrıca, Adile Naşit özelinde, sanatçının doğduğu semtin ve aile
mesleğinin bu gelişmeler ışığında nasıl şekillendiğini anlamak, halk geleneği
içinde yetiştiğini ifade ettiğimiz Naşit’in meslek hayatında olduğu kadar
ülkenin tiyatro tarihinde önemli bir etkiye sahip olan Naşit ailesinin yerini
ve önemini anlamak açısından bir temel teşkil etmektedir.
Direklerarası: Kültür ve Sanat Hayatının Kalbi
Direklerarası, İstanbul Suriçi
bölgesinin en önemli eğlence ve sanat merkezlerinde n biri olarak öne çıkan ve
19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren tiyatro topluluklarının faaliyetlerinin
bu bölgede artmasıyla Beyoğlu-Pera semtine alternatif bir kültür merkezi olan
ve tiyatro hayatını şekillendiren değişimlerin yaşandığı bir mekân olmuştur.
İstanbulluların günlük hayatında sosyalleşmenin ana mekânlarından biri olarak
ifade edilebilecek kahvehaneler, Direklerarası’nın kültürel hayatın önemli
merkezlerinden biri olmasında ilk halkayı oluşturmuştur. Kahvehaneler sanatla
ve ticaretle uğraşanların yanısıra memur, öğrenci ve bürokrat gibi toplumun
farklı kesimlerinden olan insanların bir araya geldiği mekânlar olmuştur. Salah
Bey Tarihi serisinin ilk kitabı olan Kahveler Kitabında kahvelerin
İstanbulluların gündelik hayatındaki yeri ve önemini o döneme dair çizdiği
resim ve paylaştığı anılarla ortaya koyan Salah Birsel ayrıca kahvelerin
edebiyat kahveleri, esrar kahveleri, çalgıcı kahveleri, karagöz meddah
kahveleri, mahalle kahveleri gibi sınıflara ayırarak tek bir kahvehane tipinden
söz edilemeyeceğini vurgulamıştır.[42]
Halkın farklı kesimlerinden birçok farklı meslek grubundan insanın bir araya
geldiği kahveler Dilek Özhan Koçak’ın ifadesiyle “bir çeşit sosyal dayanışma ve
yardımlaşma kulüpleri gibiydiler. Sosyal yapıyı sağlamlaştırmada rol oynayan,
halk arasında bağları güçlendirmeye yönelik mekânlardı.”[43]
Kahvelere ek olarak, zanaatkârların dükkânlarına, birçok esnaf dükkânına,
Karagöz, ortaoyunu, meddah ve kukla gösterilerinin yapıldığı alanlara ev
sahipliği yapan Direklerarası’nı Salah Birsel şu şekilde tarif etmiştir:
“Yeniçeriliğin kaldırılmasına değin Direklerarası hep onların gezi ve
eğlence yeridir. Buraya Direklerarası denilmesinin nedeni de yolun iki yanında
taş direklere dayanan kemerler bulunmasıdır. Direklerin arası altı metre var,
yoktur. Halk, bu kemerlerin altından geçer. Direkler, Meşrutiyetin ilanına
değin vardır. Meşrutiyetten hemen sonra Şehzadebaşı Caddesi genişletilmek
İstenince kemerler, direkler yıkılmış caddeye de tramvay hattı döşenmiştir.”[44]
Direklerarası’nın 19. yüzyılın
ikinci yarısında gerçekleşen yükselişiyle ilgili Kerem Karaboğa üç temel neden
sıralamıştır.[45] Bunlardan ilki Tanzimat
Dönemi’yle birlikte kurumsal anlamda yaşanan değişimin etkisiyle Babıali’de
çalışan orta ve üst düzey devlet memurlarının ve ailelerinin Direklerarası’nın
müdavimleri olmaları ile Darülfünun (İstanbul Üniversitesi) öğretmen ve
öğrencilerinin de bu müdavimlerden olmalarıyla gerçekleşen kozmopolit yapıdır.
Bir diğer sebebi ise Karaboğa, Unkapanı ve Karaköy köprülerinin inşa edilmesine
bağlamaktadır. Buna göre bu iki köprü İstanbul’un Suriçi bölgesiyle Galata
üzerinden Beyoğlu bölgesini birbirine bağlamış ve şehrin Müslüman tebaasının
çoğunlukta yaşadığı yakası ile yabancı ve gayrimüslim azınlıkların çoğunlukta
olduğu yakasının etkileşime geçmesinin önünü açmıştır. Son sebep ise Güllü
Agop’un Osmanlı Tiyatrosu’nun Suriçi’nde kalan Gedikpaşa Tiyatrosu’na yerleşmesiyle
tiyatro faaliyetlerinin Suriçi bölgesinde artması ve Güllü Agop’un Türkçe oyun
sahneleme tekelini elinde tutması sebebiyle Türkçe oyun piyasasında Osmanlı
Tiyatrosu’yla rekabet edebilmek için ortaya çıkan tuluat türünün başarı kazanıp
seyirci edinebilmesi olmuştur. Tuluatın doğuşuna dair anlatıları da inceleyen
Kerem Karaboğa bu süreçle ilgili anlatılarda ortak olan ve tekrarlanan öğeleri
belirlemiştir.[46] Yaptığı çıkarımlara göre
tuluatın doğuşunda ortaoyununda yapılan değişiklikler, eklemeler ya da
çıkarmalarla yeni bir türün elde edilmesi ile bu yeni türün ilk temsilcisinin
Kavuklu Hamdi olarak kabul görmesi tüm anlatılardaki ortak noktalardan
olmuştur. Ortaoyunu gibi geleneksel tiyatro türlerine ait yeni dünya ve meydan
alanları yerini Batılı tarzdaki tiyatronun getirdiği sahne ve sahne dekoruna
bırakmış, ortaoyunu tiplemeleri ile İbiş gibi tuluatla birlikte, yeni yaratılan
tiplemeler sabit bir metnin olmadığı doğaçlamanın esas alındığı oyunlarla
tuluat olarak seyirci karşısına çıkmıştır. Bu yeni tür, Batılılaşma sürecinin
sanat hayatına dâhil ettiği Batılı standartlardaki tiyatro ile kent ve köy
merkezlerinde sergilenen belli bir metni olmayan ve eğlence ile güldürünün
amaçlandığı[47] geleneksel halk
tiyatrosunun melez bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Tuluatla birlikte
meydanlardan, sokaklardaki açık hava gösterilerinden tiyatro salonlarına
kaymaya başlayan halk tiyatrosunun taşıyıcı sanatçılarını, bu yeni türün
yayılmasını ve popüler olmasını sağlayanlar ise Ahmet Fehim’in ifadesiyle
Kavuklu Abdi ve Kel Hasan olmuştur, “Hamdi icat etmiş, Abdi tamamlamış ve Hasan
da taklit ederek, iyi veya kötü bu çığırın kapısını açmışlardır.”[48] Tuluatın bu yeni halk
tiyatrosu pratiğiyle birlikte kazandırdığı bir diğer yenilik ise “Komik-i
Şehir”ler olmuştur. Komik-i Şehir, Tuluat kumpanyalarının baş komiğine ve
ustasına ait bir sıfat olmuştur. Ortaoyununda Kavuklu, Karagöz temsillerinde
Karagöz’ün olduğu gibi komik-i şehirler tuluat temsillerinin odak noktası
olmuştur. Tuluat temsillerinin komik-i şehirlerin çıraklarının sahneye çıktığı
ilk bölümleri ve yine tuluatın halk tiyatrosuna bu dönemde kattığı kanto ve
düellolar bile komik-i şehrin sahneye çıkacağı ana bir hazırlık niteliğinde
olmuştur.[49] 19. yüzyılın ikinci
yarısındaki en ünlü ve popüler komik-i şehirleri Kavuklu Hamdi, Kel Hasan ve
Adile Naşit’in babası Naşit Özcan’ın komik-i şehir unvanını devralacağı hocası
kavuklu Abdi (Abdürrezzak)’dir. Bu noktada, halk tiyatrosu geleneğinde görülen
ve her ne kadar Batılı ve modern tiyatroya dair ögelere sahip olsa da “komik-i
şehir” unvanı özelinde tuluat tiyatrosunda da gözlemlenebilecek bir gelenek
olan usta-çırak ilişkisinden söz etmek yerinde olacaktır. Metin And, tiyatro
temsilleri vermenin dışında başka iş kollarıyla da uğraşmalarına rağmen halk
tiyatrosu geleneğini sürdüren sanatçıların uğraşlarını, profesyonel bir uğraş
olarak nitelendirmiştir.[50] Bu uğraş profesyonel olarak
nitelendirilse de oyuncu yetiştirme noktasında kurumsal bir yapılanmadan söz
etmek mümkün değildir. Oyuncular dâhil oldukları, öncelikle gözlemledikleri
daha sonra ise ufak rollerle sahneye çıktıkları kumpanyalar içerisinde tecrübe
kazanıp bir usta- çırak ilişkisi içinde yetişmekteydi. 19. yüzyıl tiyatro
hayatında kurumsal bir tiyatro eğitimine dair tiyatro okulu olmaya en yakın
yapı saray içerisinde kurulmuş olan Müzika-yi Hümayun olmuştur. Halk tiyatrosu
temsilcilerinden Kavuklu Hamdi, Kavuklu Abdi (Abdürrezzak) gibi tuluatçıların
da yolunun düştüğü Müzika-yi Hümayun bir okul işlevi sağlasa da geleneksel
usta-çırak ilişkisini burada da gözlemlemek mümkündür. Metin And’ın Adile
Naşit’in babası Naşit Özcan ile ilgili olarak “Türk tiyatrosunun II. Meşrutiyet
ve Cumhuriyet dönemlerinin başlangıç yıllarında en önemli sahne
sanatçılarımızdan biri olan Naşit de burada (Müzika-yi Hümayun) yetişmişti”[51] yorumunu yapmıştır. Naşit
Bey’in Müzika-yi Hümayun seçmelerine dair verdiği bilgilere göre seçmeleri
gerçekleştiren jürideki usta tiyatrocuların her birinin üstlendiği bir tipleme
ve taklit olduğundan hala hayatta olan bu ustaları taklit etmek, kendisini kanıtlamak
isteyen bir oyuncu adayı olan Naşit Bey için oldukça zor olmuştur. Ayrıca bu
dönemde, hayatta olmayan ustaların taklitlerini yapmak kabul gören bir
anlayıştır:
“Rahmetli Abdi Efendi peder merhumun ahbabıydı. Ben muzikada çalışırken,
Abdi efendiyi de mabeyn orta oyununa aldılar. Peder kendisine rica etti Abdi
Efendi beni muzika kolundan orta oyunu koluna aldı... [...] beni bu oyundan
imtihan ettiler. Büyük odaya girdim. Bütün üstadlar sıra sıra oturmuşlar... Ben
ufaldım, ufaldım, ufaldım da utancımdan yok oldum: ‘İzin veriniz de arkamı
dönüp konuşayım’ dedim. Duvara döndüm, taklidlere başladım... Münhal
mükallidlik yok. O zaman bir mükallidin yerine geçmek için o mükallidin ölmesi
beklenirdi. Yalnız mühacir münhaldi. Ben mühacir oynamağa başladım... Ondan
sonra saraydaki İtalyan artistlerinin operetinde koroya çıktım.”[52]
Tuluat sanatçıları arasında da
görülen bu usta-çırak ilişkisinin en somut simgesi ise komik-i şehir unvanının
devredilmesi olarak yorumlanabilir. Direklerarası’nda sahne alan usta konumundaki
Kavuklu Abdi (Abdürrezzak) komik-i şehir unvanını çırağı Naşit Bey’e, Kel Hasan
komik-i şehir unvanını çırağı Dümbüllü İsmail’e devretmiş ve ustaları sahneden
ayrıldıktan sonra Direklerarası’nın yeni komik-i şehirleri Naşit Bey ve
Dümbüllü İsmail olmuştur. Bu unvan devretme ritüeli ayrıca oynanan Kavuklu
rolünün aksesuarı olan kavuğun devredilmesi olarak da halk tiyatrosunda
Dümbüllü’den itibaren usta-çırak ilişkisinin ve halk tiyatrosu mirasının bir
simgesi olmuştur.[53]
Tuluat kumpanyalarının
sahneledikleri oyunlara bakıldığında ise komedi, trajedi ve operet gibi
çeşitlilik gözlemlense de tuluatın amacı halk geleneğindeki ortaoyunu, meddah
ve Karagöz’de de olduğu gibi seyirciyi eğlendirmek ve bu eğlenceyi güldürü ile
sağlamak olmuştur. Seyirci kitlesinin çoğunlukla kentli ve orta sınıf
insanlardan oluştuğu bu tür, tabir-i caizse güldürürken düşündüren bir halk
tiyatrosu geleneğinin eğlence ve güldürü amacını Yavuz Pekman şu şekilde ifade
etmiştir:
“Halk tiyatrosunun eğlence biçimi güldürmecedir. Öyle ki, gülmece halk
tiyatrosunda bir araç olmaktan öte bir amaçtır. Egemen sınıf karşında eziklik
duyan kentli orta sınıf, belki sınıf atlama heyecanı, belki de kişilik kazanma
mutluluğuyla, bilgili, yetenekli, zeki bulunmaktan, bu özelliklerinin ortaya
çıkarılmasından haz duymakta, halk tiyatrosu da bu isteği gülünç olanı
kullanarak bir ölçüde karşılamaktadır. Sahnede gülünçleştirilen kişisel ya da
toplumsal zaaflar, kusurlar bir açıdan bu izleyiciye bir üstünlük duygusu
tattırırken, bir başka açıdan da bu zaaflar kendisinde yokmuş gibi davranan
diğer seyircilerle dirsek dirseğe veren bu kentli orta sınıfı temize
çıkarmaktadır. Kaldı ki, seyirci sahnede gülünenin kendi gündelik gerçeği
olduğunu pekâlâ bilmekte, bir yandan da sahnede alay konusu olan kişinin kendisi
olmadığına adeta şükretmekte, böylece bir bakıma rahatlamaktadır.”[54]
Sahnelenen oyunun türünün
komedi olmadığı durumlarda bile en trajik ya da korku uyandırabilecek durumlar
komedi ile harmanlanıp sunulmuştur.
“Bir tuluat kumpanyasının repertuarında, kadronun imkânlarına ve
yaratıcılığına, piyasanın rekabet ve taleplerine bağlı olarak aşk entrikalarına
dayalı komedilerden, içinde kanlı cinayetlerin de yer aldığı trajedilere,
operetlerden, cinli-cadılı-büyücülü romanslara kadar geniş bir oyun dağarcığı oluşabiliyordu.
[...] Ancak şurası unutulmamalıdır ki, tuluatçılar en trajik konuyu alırken
bile içine, ya da ardına mutlaka komediyi ilave ederler, ya da ortaoyununda
olduğu gibi, korku uyandırıcı olaylar rüyada gerçekleşir, sonra iş yine tatlıya
bağlanır. Tuluatın, ‘komik-i şehir’ makamından da ileri gelen başlıca hedefi
güldürerek eğlendirmektir.”[55]
Tuluat temsillerinin olmazsa
olmaz bir öğesi de kantolar ve düettolar olmuştur.
Kanto kelimesinin Türkçe’ye
hangi kelimeden geldiğiyle ilgili bazı farklı yorumlar olsa da kantoya dair
ulaşılan kaynakların birleştiği ortak nokta hem kelimenin hem de bu sahnede
şarkı söyleme biçiminin İtalyan kökenli olduğudur.[56]
Tuluat temsillerinin vazgeçilmez bir parçası olan ve tuluatla özdeşleştirilen
kanto aslında tuluatın bir türü değildir. Bu türle tanışılması, İstanbul’a
gelen İtalyan tiyatro topluluklarının temsilleriyle olmuştur. Kanto söyleme
geleneğinin tiyatroya girişi yle ilgili ilk pratiklerini Sevengil, Güllü
Agop’un Gedikpaşa Tiyatrosu’nda sahnelenen
temsillerin sonunda şarkı
söyleme geleneğinin bir uzantısı olarak yorumlamıştır.[57]
Bu konudaki bir başka yorum ise Güllü Agop’un Türkçe operet oynatma
tekeline sahip olmasının tuluat sanatçılarını rekabete dâhil olabilme
girişimlerinin bir sonucu olarak kantoyu tuluatın vazgeçilmez bir parçası
haline getirmiştir:
“Tuluat tiyatrolarının bu denli geniş ilgi uyandırmasında kantoların
sanat değerlerinden çok sunuluş biçimleri rol oynamıştır. Kantolar aslında
tuluat tiyatrolarının bir ürünü değildir. İlk örnekleri, Tanzimat sonrası
Pera'sında faaliyet gösteren, bahçeli bir birahaneyi andıran, İtalyan
komedilerinin oynandığı küçük tiyatrolarda görülmüştü. Güftelerinin gündelik
hafif zevklere seslenmesi, ezgilerinin kolayca tekrarlanabilmesi yanında
kantonun söyleniş ve sunuluş biçimlerindeki kendine özgü tavır ve eda, kanto
türünün en belirleyici özelliği olmuştur. Bu anlamıyla kantolar. Batı tarzı
tiyatro ile tuluat tiyatrosunun rekabet ortamında doğmuş, toplumun ‘asrileşme’
özlemiyle değer ölçülerinin değişmeye başladığı bir dönemde toplumdaki cinsel
kültürün değişmesine katkıda bulunmuş ‘altkültür musikisi’ örnekleridir.”[58]
Müslüman kadınların sahneye
çıkmalarının mümkün olmadığı bu dönemde kantocular gayrimüslim kadınlardan
oluşmuştur. Özellikle Ermeni kadın sanatçıların öne çıktığı bu türde bazı
istisnalar olduğu yönünde anlatımlar da mevcuttur. Vasfi Rıza Zobu[59] ve Özdemir Nutku’nun[60] anlatımlarına göre Kadriye
Hanım, Amelya adı altında sahneye çıkmış ve yalnız bir kantocu olarak değil
aynı zamanda oyuncu olarak sahneye çıkan ilk Türk kadını olmuştur.
Tuluat türüyle özdeşleşen
kanto temsillerinin asıl amacı tuluatın asıl oyunu olan komik-i şehirin
temsiline kadar seyircinin ilgisini canlı tutmak ve tuluatın gayesi olan
eğlenceyi devam ettirmek olmuştur.[61]
Bu dönemin öne çıkan kantocuları Şamran Hanım, Peruz Hanım ve Adile Naşit’in
anneannesi Küçük Verjin olarak sayılabilir. Halit Fahri Ozansoy[62], Ahmet Rasim ve daha birçok
edebiyatçı ve sanatçının eserlerinde bu büyük kantocuların isimlerine rastlamak
mümkündür. Kantonun tiyatrodaki yeriyle ilgili olarak Murat Belge, “Diyebiliriz
ki kanto toplumun bu belirleyici Batılılaşma sürecine karşı verdiği bir tepki
ya da tepkilerden biridir. Ama “tepki” derken, öyle düşmanca bir tepki de
değildir. Tersine, o sürecin getirdiklerini alıp kullanan bir tepki biçimidir”[63] yorumunu yapmıştır.
Direklerarası’nı eğlence ve
kültür merkezi olarak öne çıkartan önemli etmenlerden biri de Ramazan olmuştur.
Çoğunlukla Müslüman halkın yaşadığı ve Suriçi’ndeki birçok camiiye de yakın
olan Direklerarası, Ramazan ayında iftar, teravih ve sahur vakitlerine göre
şekillenen bir eğlence hayatı sunmuştur. Ramazan ayıyla sınırlı kalmayan
tuluat, ortaoyunu, karagöz, kukla, fasıl gösterileri, dram kumpanyalarının
temsilleri, yılın diğer aylarından farklı olarak neredeyse her akşam
seyircisiyle buluşmuştur. Türkiye’deki ilk kurumsal tiyatro yapılanması
sayılabilecek Darülbedayi de Direklerarası’nda bulunan Letafet Apartmanı’nda
1914’te kurulmuştur ve kurulduğu ilk dönemlerden bu yana kurumun önemli oyuncu
ve yöneticilerinden olan Vasfi Rıza Zobu da Direklerarası’ndaki Ramazan’ın çok
yoğun geçtiğini, bu ayda Darülbedayi’nin 24’e yakın temsil verdiğini
paylaşmıştır.[64]
Ramazan’da Direklerarası’nın
durumuyla ilgili Kerem Karaboğa Şöyle bir resim çizmektedir:
“Bütün bu manzaranın tamamlayıcısı, teravihden sonra sahura kadar sürecek
eğlenceler için gösteri yapacakları mekânın önüne ilanlar asmış, [...]
tiyatrolardı. İftar topunun patlamasıyla birlikte, gündüz piyasasını dolduran
ahali ortadan kaybolduktan, [...] iftarlar açıldıktan ve çevredeki pek çok
camide teravih namazları kılındıktan sonra, cadde yeniden adam almayacak
şekilde dolmaya başlıyor, gündüz caddeden geçenler şimdi de önceden gitmeyi
kararlaştırdıkları eğlencenin (tiyatro, karagöz, meddah, hokkabaz, cambaz,
kukla, saz dinletisi, vs.) seyircileri olmak üzere yola düşüyorlardı. Gece
piyasasının hâkimi hiç kuşkusuz tiyatroculardı.”[65]
Darülbedayi’nin kurulduğu
Letafet Apartmanı, Naşit Özcan’ın komik-i şehir unvanını ustası Kavuklu
Abdi’den devraldığı Fevziye Kıraathanesi, İstanbul Opereti ve Türk Tiyatrosu
gibi topluluklara ev sahipliği yapan Milli Sinema ve Naşit Özcan’ın kariyerinin
son döneminde hem tiyatro salonu hem de ev olarak kullandığı ve Adile Naşit’in
çocukluğunu geçirdiği Millet (Turan) Tiyatrosu gibi birçok tiyatroya ve tiyatro
topluluğuna ev sahipliği yapan Direklerarası, II. Dünya Savaşı yıllarına kadar
İstanbul kültür ve eğlence hayatının öne çıkan mekânlarından olmuştur. Kerem
Karaboğa Direklerarası’nın rolünün sona erdiği zamanı hem simgesel hem de
tarihsel olarak 1941’de Ferah Tiyatrosu’nun yanması ve Naşit Özcan’ın 1943
yılında ölümüyle bağdaştırmıştır.[66] Beyoğlu-Pera bölgesinden
farklı olarak Direklerarası’ndaki binaların çoğunlukla ahşap olması, bakımsız
kalmaları ve birçok defa yangınlarla tahrip veya yok olmaları sebebiyle
bölgenin çehresi tamamen değişmiştir. Bu dönemden sonra tiyatro binaları
Fatih’in Aksaray, Eminönü semtlerine kaymıştır. Ayrıca Beyoğlu’ndaki eski
tiyatro binaları da farklı topluluklar tarafından kullanılmaya devam etmiştir.
Cumhuriyet’in İlanından Çok Partili Döneme
(1923-50)
Türkiye’deki tiyatro hayatında
bu yeni dönem Cumhuriyet’in 1923 yılında ilan edilmesiyle başlayan ve 1950
yılında yapılan genel seçimler sonucunda Demokrat Parti’nin iktidara gelerek
Cumhuriyet Halk Partisi’nin o güne kadar devam eden tek parti yönetiminin sona
erdiği ve çok partili dönemin başladığı dönemi kapsamaktadır. Bu dönemin
tiyatro alanını Cansu Karagül şöyle yorumlamıştır:
“Tanzimat’tan itibaren devlet himayesinde gelişen tiyatro sanatı, merkezi
yönetim anlayışının hâkim olduğu Cumhuriyet döneminde de devletin ideolojik
yönlendirmesi altında gelişmeye devam etmiş, yeni rejim, yeni Türk kimliğini ve
Türk insanını inşa etmenin, diğer bir değişle toplum mühendisliğinin bir gereği
olarak tiyatronun kitleleri etkileme gücünden işlevsel biçimde
yararlanılmıştır.”[67]
Özellikle bu dönemin ilk on
beş yıllık kısmında devlet liderliğini üstlenmiş olan Atatürk’ün tiyatroya olan
yaklaşımıyla ilgili olarak Metin And’ın aktardıklarına göre, Atatürk yazarlara
oyunlar ısmarlamış, önerilerde bulunmuş, kendisine iletilen oyun metinlerini
okuyarak notlar alıp değerlendirmiş ve oyunlardan sonra tiyatro oyuncularını
huzuruna kabul etmiş ve yeni inkılabın sahip olacağı kültürel değerler
açısından rehberlik etmiştir.[68] Metin And’ın saydıklarına ek
olarak Atatürk’ün Müslüman Türk kadınının sahneye çıkması, tiyatro
topluluklarının turneler düzenlemesi gibi isteklerini Yavuz Pekman bir kamu
işlevi olarak yorumlamıştır; “tiyatro sanatının kendisinden çok cumhuriyet
ideolojisini hedeflemekteydi kuşkusuz. Bu bakımdan, tiyatro da yeni kültürel
programın güvenilir, eğitici, ciddi bir parçası olarak görülmektedir.”[69] Tiyatronun Cumhuriyet
dönemindeki kamu işlevi özelliğiyle ilgili olarak değinilebilecek bir diğer
nokta ise yeni rejimin kendisini Osmanlı Devleti’nden ayırma, yeni bir devlet
ve milli kimlik inşa etme gayesiyle kültür sanat faaliyetlerini desteklerken bu
kimlik inşasında Batılılaşma ve modernleşmeyi bir rehber ve bir amaç olarak
görmüştür. Atatürk’ün verdiği demeçte, “Memleketimizi çağdaşlaştırmak
istiyoruz. Bütün çalışmalarımız Türkiye’de çağdaş, bu sebeple Batılı bir
hükümet oluşturmaktır. Uygarlığa girmeyi arzu edip de Batı’ya yönelmemiş millet
hangisidir?”[70] diyerek Batılılaşmanın önemini
vurgulamıştır.
Tanzimat’tan bu yana
Batılılaşma amacıyla devletin teşvikleriyle, bir bakıma devlet himayesinde
gelişen tiyatro alanı, Cumhuriyet döneminde de yeni rejim her ne kadar
kendisini Osmanlı Devleti’nden farklı olarak tanımlamak istese de yönünü
Batı’ya çevirmesi ve kamu desteği sağlaması noktalarında ortaklıktan
kurtulamamıştır.
Tek parti döneminin tiyatro
toplulukları ve kuramlarına bakıldığında özel tiyatrolar ve devlet destekli
tiyatrolar olmak üzere bir ayrım yapmak mümkündür fakat böyle bir
kategorileştirmede özel tiyatroları özel girişimler olarak değerlendirmek
mümkünken devlet destekli tiyatroları homojen bir kategori olarak ele almak
mümkün değildir. Bunun sebebi, bu kategoriye dâhil edilebilecek Darülbedayi,
Devlet Tiyatroları ve Halkevleri’nin devlet desteğini edinme yöntemi, sağlanan
desteğin şekli ve amacı ile bu tiyatro kurumlarının söz konusu devlet
yönetimiyle olan ilişkisinin farklılık göstermesidir.
Adile Naşit’in tiyatro
kariyerine başladığı ve pek çok tiyatrocuyu Türk tiyatrosuna kazandıran kurum
olan Darülbedayi, Osmanlı Devleti’nin Cumhuriyet dönemine bıraktığı miraslardan
biri olmuştur. Batılı standartlarda tiyatro pratiğinin gelişebileceği,
usta-çırak ilişkisiyle sınırlı kalan tiyatro eğilimine katkı sağlayabilecek ve
yeni oyuncular yetiştirebileceği, çeviri oyun yoğunluğunun önüne geçilip yerli
oyunların üretilebileceği bir tiyatro okuluna duyulan ihtiyacın gündeme
gelmesiyle dönemin İstanbul Belediye Başkanı Cemil Topuzlu’nun girişimiyle 1914
yılında Darülbedayi Osmani ismiyle kurulmuştur. Bu yeni tiyatro okulunun yapılanması
içinse Fransız tiyatro sanatçısı Andre Antoine davet edilmiştir.[71]
Cemil Topuzlu Batılı tarzdaki
bu tiyatro okuluna dair girişimlerini şu şeki İde ifade etmiştir:
“İstanbul’da birkaç barakadan başka ne bir tiyatro binamız ve ne de
sahneye çıkabilecek bir artistimiz yoktu. Bundan dolayı pek çok üzülüyordum.
Sultanahmet Meydanı’nda, bir tiyatro ve bir de Şehremaneti [Belediye] binası
yapılmak üzere Şehremaneti Heyet-i Fenniye Müşaviri Mösyö Orik’e [M. Auric] bir
proje hazırlattım. Diğer taraftan aktör ve aktris yetiştirmek üzere, pek çok
tanınmış Fransız artistlerinden Paris’teki Odeon Tiyatro Müdürü Mösyö Antuvan’ı
[M. Antoine] İstanbul’a çağırarak Şehzadebaşı’nda Letafet Apartmanı’nda te’sis
eylediğim ve Darülbedayi ismini verdiğim Tiyatro Mektebi’nin Müdüriyet’ine
ta’yin ettim.”[72]
1914’te Şehzadebaşı Letafet
Apartmanı’nda kapılarını açan Darülbedayi, tiyatro ve müzik olarak iki bölümden
oluşmuş, müzik bölümü Batı ve Türk müziği olmak üzere iki bölüme ayrılmışken
tiyatro bölümü Batı tarzı tiyatro eğitimine ayrılmıştır. Müzik bölümünün Batı
ve Türk müziği olarak iki dalda yapılanmasına rağmen tiyatro bölümünün yalnız
Batı tarzı tiyatro olarak yapılanmasını ve geleneksel tiyatro kaynaklarından
faydalanılmamasını eleştiren Özdemir Nutku, bu durumun özgün bir tiyatro
oluşumunu engellediğini vurgulamıştır.[73]
Bölümlerin yapılanmasını
takiben öğrenci alımlarının da yapıldığı Darülbedayi, I. Dünya Savaşı’nın
çıkması ve İstanbul’un işgali gibi gelişmeleri takiben Antoine’in de ülkeden
ayrılmasıyla okul statüsünden uzaklaşmış ve bir tiyatro topluluğu olarak
varlığını sürdürmüştür. Şehzadebaşı’ndaki Letafet Apartmanı’na ek olarak
Tepebaşı Tiyatrosu, Beyoğlu Odeon, Şehzadebaşı Ferah Tiyatrosu gibi birden
fazla mekânda çalışmalarını sürdüren Darülbedayi işgal sebebiyle Beyoğlu
bölgesinden uzaklaşıp Şehzadebaşı bölgesine taşınmıştır. Bu mekânsal kaymanın
kurumun statüsünü nasıl etkilediğini Vasfi Rıza Zobu anılarında şu şekilde dile
getirmiştir:
“O yıllarda Ferah Tiyatrosu’na yerleşen Darülbedayi, yalnız İstanbul
şehrinin değil, bütün Türkiye’nin ‘Batı örneği’ tek tiyatrosuydu. Yurdun hiçbir
yerinde ondan başka tiyatro yoktu.. Biz gençler, Darülbedayi’ye ‘mektep’
diyorduk. Yalan da değildi. Çünkü birtakım dersler ve onları okutan hocalar
vardı... Bizden evveldekiler de bu müesseseye ‘tiyatro’ diyorlardı. Çünkü: ara
sıra temsil veren bir ‘sanatkârlar heyeti’ mevcuttu. [...] Beyoğlu’nda adımız
‘mektep’ken, bir piyes aylarca prova edilirdi. Şehzadebaşı’nda ‘kumpanya’
olduk; bir haftada yeni piyes çıkarıyoruz.”[74]
1914 yılında kurulmasına
rağmen ilk temsilini 1916 yılında Çürük Temel oyunu ile yapan
Darülbedayi 1916 yılından 1927 yılına kadar Özdemir Nutku’nun ifadesiyle
“dağılma ve bocalama”[75] dönemi yaşamıştır. I. Dünya
Savaşı’nın başlaması, İstanbul’un işgali, Osmanlı Devleti’nin çökmesi ve
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması gibi siyasi, toplumsal ve ekonomik yönden
birçok köklü değişimin yaşandığı bu aralıkta okul olma özelliğini yitiren
Darülbedayi bir tiyatro topluluğu olarak anılmışsa da bu topluluğun düzenli ve
istikrarlı bir özellik gösterdiğini söylemek mümkün değildir. Dağınık durumda
olan Darülbedayi sanatçıları belli dönemlerde farklı tiyatro toplulukları
olarak sahne almış, zaman zaman ise Darülbedayi adı altında oyunlar
sahnelemişlerdir. Örneğin Darülbedayi’nin yöneticilerinden Şadi Fikret Bey, bir
grup Darülbedayi sanatçısıyla Sabık Darülbedayi Sanatkârları adıyla temsiller
vermiş daha sonra bu topluluk aralarında Hazım Körmükçü, Neyyire Neyir, Halide
Pişkin ve İ. Galip Arcan gibi sanatçıların bulunduğu Milli Sahne topluluğuna
dönüşmüştür.[76] Bir başka örnek ise Ferah
Tiyatrosu’nda
temsiller vermeye başlayan Muhsin Ertuğrul ve Arkadaşları adındaki topluluk
olmuştur. 1924-25 sezonunda Darülbedayi dışında kalmayı tercih eden
sanatçıların bir araya gelmesiyle ortaya çıkmıştır.[77]
1927-28
tiyatro sezonuna gelindiğinde ise bu sezon, Darülbedayi’nin istikrar kazandığı
ve Özdemir Nutku’nun “ilk düzenli dönem”[78]
olarak nitelendirdiği dönemin başlangıcı olmuştur. Bu dönemin önünü açan en
önemli gelişme olarak Darülbedayi’nin başına başyönetmen olarak Muhsin
Ertuğrul’un getirilmesi gösterilebilir.[79]
Bu gelişmeyi takiben 1931 yılında Darülbedayi resmen İstanbul Belediyesi
ödeneğine bağlanmış[80] ve 1934 yılında ismi İstanbul
Belediyesi Şehir Tiyatroları olarak değişmiştir. Ayrıca Cumhuriyet dönemi
tiyatrosunda başka ilklerin ve yeniliklerin taşıyıcısı olan Darülbedayi, 1930
yılından itibaren ilk Türk tiyatro dergisini çıkartmış ve bu dergi, kurum
İstanbul Belediyesi ödeneğine bağlı olsa da yerel düzeyde kalmamış birçok
şehirdeki okuyucuya ulaşarak ulusal bir özellik kazanmıştır.[81] Yine bu yıllarda çocuk
tiyatrosu olgusunu gündeme taşımış[82]
ve ilk kez çocuk oyunları sahnelemeye başlamıştır.[83]
1945 yılına gelindiğinde ise aralarında Adile Naşit’in de bulunduğu birçok
çocuk oyuncuyu kadrosuna almıştır.[84]
İstanbul Belediye Başkanı
Cemil Topuzlu’nun girişimleri ve yine belediyenin ödeneğine sahip olmasıyla
Darülbedayi (Şehir Tiyatroları) her ne kadar kamu desteğinden faydalanmış olsa
da özerk kalabilmiş ya da özerk kalmak için çaba göstermiş bir kurum olmuştur.
Kurum, 1931 yılında resmen İstanbul Belediyesi’ne bağlanmış ve 1934 yılında
İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları adını almıştır.[85]
Bu dönemde Şehir Tiyatroları’na ek olarak kamu ödeneği sağlamış bir diğer
tiyatro kurumu ise Devlet Tiyatroları olmuştur. Darülbedayi’nin kurulumundan
yaklaşık yirmi yıl sonra, Darülbedayi’nin kurulmasının amaçları olan yerli
tiyatro oyunu üretme, tiyatro oyuncusu yetiştirme ve halka tiyatro kültürü
aşılamak gibi konular hala güncelliğini koruyan meseleler olmuştur.[86] Bu durum Atatürk’ün
demeçlerinden de anlaşılabilir:
“Güzel sanatlara da alakanızı yeniden canlandırmak isterim. Ankara’da bir
konservatuvar ve bir Temsil Akademisi kurulmakta olmasını zikretmek, benim için
bir hazdır. Güzel sanatların her şubesi için, Kamutay’ın göstereceği alaka ve
emek, milletin insani ve medeni hayatı ve çalışkanlık veriminin artması için
çok tesirlidir.”[87]
Bu sebeple 1936 yılında Devlet
Konservatuarı’nın kurulması için gerekli adımlar atılmıştır. Bu adımların ilki,
kurulması planlanan konservatuarın tiyatro bölümünün başına geçmesi için Alman
tiyatro sanatçısı Carl Ebert ile anlaşılıp bir sözleşme imzalanması olmuştur.[88] Bu sözleşmenin üzerinden 4 yıl
geçtikten sonra konservatuara resmiyet kazandıracak olan, dönemin Milli Eğitim
Bakanı Hasan Ali Yücel tarafından hazırlanan 1940 tarihli ve 3829 sayılı
konservatuarın kuruluşunu ve yönetmeliğini belirleyen kanun çıkarılmıştır.[89]
Bu yasa çerçevesinde aynı yıl,
konservatuara bağlı olarak Tiyatro ve Opera Tatbikat Sahnesi kurulmuş ve ilk
tiyatro temsillerini 2 Nisan 1941 tarihinde gerçekleştirmişlerdir. İlk
temsillerini takiben 3 Nisan 1941 tarihinde ise Devlet Konservatuarı ilk
mezunlarını vermiştir. 1947 yılında hem Konservatuarın hem de Tatbikat
Sahnesi’nin yöneticiliğini yapan Carl Ebert’in Türkiye’den ayrılmasıyla bu
göreve Şehir Tiyatroları’nın başyönetmenliğini yapmış tiyatro sanatçısı Muhsin
Ertuğrul getirilmiştir. Bu dönemde, Tatbikat Sahnesi’nin tiyatro ve opera
çalışmaları, Konservatuar bünyesinden ayrılmıştır.[90]
Bu gelişmeyi takiben 1947 yılında Küçük Tiyatro ve 1948 yılında Büyük Tiyatro
açılmış ve düzenli tiyatro temsillerine başlamıştır.[91]
1949 yılına gelindiğinde ise 16 Haziran 1949 gündemli ve 5441 sayılı “Devlet
Tiyatro ve Opera’sının Kuruluş Yasası” kanunu[92]
ile Devlet Tiyatroları, Devlet Tiyatro ve Operası adıyla resmen kurulmuştur.[93]
Devlet Tiyatroları’nın kuruluş
amaçları da “yerli ve yabancı eserlerle halkın genel eğitimini, dil ve
kültürünü yükseltmek”, “temel değerler üzerinde doğru yargılara varılmasını
sağlamak”, “Türk sahne Sanatlarının yurtiçinde ve yurtdışında gelişmesini,
yayılmasını ve tanıtılmasını sağlamak”, “Türk dilini yerleştirmek ve şive
birliğini meydana getirmek” ile “sanat duygusunu geliştirmek” olarak
sıralanmıştır.[94] Darülbedayi’de
olduğu gibi Batı tarzı tiyatroyu örnek alan Devlet Tiyatroları kurulduğu
tarihten itibaren tiyatro temsillerine ek olarak opera ve çocuk temsilleri de
sürekli olarak sahnelenmiş ve çeviri oyunlara ek olarak yerli yazarların
oyunlarına da yer verilmiştir.[95]
Carl Erbert’in ülkeden
ayrılmasıyla Konservatuar ve Tatbikat Sahnesi’nin başyönetmenlik görevini
üstlenen Muhsin Ertuğrul, Devlet Tiyatroları’nın Milli Eğitim Bakanlığı’na
bağlı olarak resmen kurulmasının ardından 30 Eylül 1949’da kurumun genel
müdürlüğüne getirilmiştir.[96] Muhsin Ertuğrul bu görevi
1949-1951 ve 1954-1958 yılları arasında olmak üzere iki farklı dönemde
üstlenmiştir.
Gerek yurtdışında bulunduğu
dönemlerde Batı tarzı Alman, Fransız, Rus tiyatroları gibi farklı tiyatro
pratiklerini gözlemleme imkânı bulması, gerek bu seyahatlerinde edindiği
birikimlerden hem tiyatro oyuncusu hem de yönetmeni olarak faydalanması, Muhsin
Ertuğrul’un bir yönetici olarak da öne çıkmasını sağlayan özelliklerden
olmuştur. Cumhuriyet’in kurulduğu yıllardan itibaren Türkiye’deki tiyatro
alanının gelişiminde hem Darülbedayi ve Devlet Tiyatroları gibi devlet himayesi
ya da desteğini sağlamış kuramlardaki yönetmenlik ve yöneticilik görevler i,
hem Yeni Turan Temsil Heyeti ve Ertuğrul Muhsin ve Arkadaşları gibi özel
tiyatro girişimleri hem de Darülbedayi (Türk Tiyatrosu) ve Beyaz
Perde gibi tiyatro dergilerini çıkaran kadroların[97]
önemli bir üyesi olmasıyla Muhsin Ertuğrul belirleyici isimlerden biri
olmuştur. Bununla birlikte, Türkiye’deki tiyatro alanında önemli çalışmalar
yapmasına karşın “tek adam” rolü üstlenmesi, Batı tarzı tiyatroya öykünmesinin
“aktarmacı” ve “devşirmeci” olmaktan öteye gitmemesi ve bu sebeple özgün ve
kişiliği olan bir Türk tiyatrosunun kurulamaması gibi argümanlar, Muhsin
Ertuğrul’un tiyatro kimliğine getirilen eleştirilerden olmuştur.[98] Muhsin Ertuğrul’a getirilen bu
eleştiriler aynı zamanda kendisinin tiyatro kimliği üzerinden, yöneticiliğini
yaptığı Darülbedayi ve Devlet Tiyatroları’na da yansıtılan eleştirilerden
olmuştur. Bu Batı öykünmesi ve özgün tiyatro oluşumunun gerçekleşmemesi eleştirilerine
ek olarak her iki kurumun kuruluş aşamasında yurtdışından gelen Batılı tiyatro
sanatçılarının kurucu ve rehber roller üstlenmesi,[99]
yerli oyun yazarı sorunu gibi olumsuz eleştiriler getirilmiştir.
Darülbedayi ve Devlet
Tiyatrolarının tiyatro alanına katkıları ve yapılan olumsuz eleştirileri
dikkate alan Cansu Karagül, her iki kurumun tiyatro alanındaki yeriyle ilgili
şu yorumda bulunmuştur:
“Tüm olumlu ve olumsuz eleştirilere rağmen, Cumhuriyet tarihinden bu yana
bugünkü tiyatro alanını şekillendiren en önemli iki kurum, Şehir Tiyatroları ve
Devlet Tiyatroları olmuştur. 1923-1950 yılları arasında resmiyet kazanan ve
yönetmeliğe bağlanan bu iki ödenekli kurumun açılması, Türkiye’de tiyatronun
devlet himayesinde kurumsallaşması yolunda gerçekleştirilen ilk ciddi
girişimlerdir.”[100]
Tek Parti Dönemi’nin tiyatro
hayatında öne çıkan bir başka yapı ise 1932 yılında kurulan Halkevleri
olmuştur. İktidar Partisi CHP’nin temel ilkeleri olarak benimsenen Atatürk
İlkeleri, 1937 yılında yapılan değişiklikle anayasaya dâhil edilmesiyle hukuken
devlet ilkeleri statüsü elde etmiştir. Devlet-parti bütünlüğünü güçlendiren bu
gelişme ışığında, CHP’nin bir yan örgütü olarak kurulan Halkevleri’nin
çalışmaları, Yavuz Pekman’ın tiyatroyu bir kamu işlevi[101]
olarak ele aldığı bu dönemin devletçilik ve halkçılık ilkeleri kapsamında
şekillendirdiği devlet politikalarının bir ürünüdür. Halkevleri üzerine yaptığı
çalışmasında Nurhan Karadağ, Halkevleri’nde yapılan çalışmaların tamamen bu
ilkelere bağlı kaldığını belirtmiştir.[102]
Aynı zamanda sahnelenecek oyunların önemli bir bölümünün bu ilkeleri “eğitsel
ve öğretsel amaçla” kullandığını ifade ederek bu ilkelerin Halkevleri’nin
çalışmalarını şekillendirmedeki önemini vurgulamıştır.[103]
19 Şubat 1932’de 14 il merkezindeki açılışı takiben, 1951’de kapatılmalarına
kadar her yıl açılış yıldönümlerinde yeni Halkevleri açılmaya devam etmiş,
1951’e gelindiğinde sayı 478’i bulmuştur.[104]
Çalışmaları tiyatroyla sınırlı kalmayan Halkevleri, şiir ve müzik çalışmaları,
resim ve fotoğraf çalışmaları ve sergileri, halk oyunlarının tespiti ve kayıt
altına alınması, spor çalışmaları, okuma-yazma dersleri, meslek kursları,
kütüphane gibi birçok imkân sağlamış ve etkinlikler düzenlemiştir. Tiyatro
açısından bakıldığında ise gerek kullanılan kaynaklar, gerek oyuncular gerekse
temsil yerleri açısından yerel tiyatro özelliği göstermiştir. Bu yerel özelliğe
dair Metin And Halkevleri’ni şu şekilde tanımlamıştır:
“Halkevleri [...] tam bir Bölge Tiyatrosu niteliğindeydi: yerel
kaynakları ve yetenekleri kullanıyorlar, temsiller veriyorlar, gençleri
yetiştiriyorlar, onların yanında yer alıyorlar, komşu bölgelerde gösterimler
veriyorlardı. Halkevleri gelir kaynağı olarak; genel bütçe, özel bütçe, kamu
tüzel kuruluşları, Belediyeler bankasından besleniyordu. 1950’de 63 ilde 477
Halkevi ve 4332 Halkodası vardı. Ancak çok partili döneme geçilmesiyle birlikte
5830 sayılı kanunla Halkevleri kapatıldı.”[105]
Nurhan Karadağ ve Metin And’ın
ifade ve yorumlarından anlaşılabileceği üzere Halkevleri tiyatro çalışmaları,
siyasi-ideolojik bir özellik göstermiştir. Bu görüşü destekleyen bir gelişme de
1950 yılında yapılan genel seçimlerle iktidara gelen Demokrat Parti’nin, CHP
ile özdeşleşen ve parti ile bağlantılı bir yapılanma olarak görülen
Halkevlerini 1951 yılında 5830 sayılı yasa ile kapatma kararı almasıdır.
Böylelikle tüm malları hazîneye devredilmiş ve CHP’ye mal edilebilecek ideoloji
ve kültür politikaları değişime uğramıştır.
Halkevleri’nin yürüttüğü
tiyatro çalışmalarının ve Tek Parti Dönemi’nin tiyatro alanıyla ilgili olarak
Ertem Ünal Demirci şu yorumda bulunmuştur: “[tiyatro] Halkevleriyle milliyetçi;
Devlet Tiyatrolarıyla Batılı bir rol üstleniyor.”[106]
Tek Partili Dönem’in tiyatro
hayatıyla ilgili üzerinde durulması gereken bir başka nokta da özel tiyatro
topluluklarıdır. Bu dönemde faaliyet gösteren tiyatro toplulukları çoğunlukla
Meşrutiyet döneminde kurulmuş topluluklardır. İstanbul Operet Heyeti, Benliyan
Operet Kumpanyası Meşrutiyet döneminden kalan ve genellikle müzikli oyunlar
sahneleyen topluluklar olarak öne çıkmıştır. Halk geleneği tarzını sürdüren
Naşit Özcan’ın Naşit Topluluğu ile İsmail Dümbüllü’nün Darültemsil Kumpanyası
tuluat ve ortaoyunu temsillerinin başlıca örnekleri olmuştur. Tür olarak
tuluatın popülerliğini kaybetmeye başlamasıyla bu topluluklar müzikli oyunlar
sahneleyerek ya da farklı tiyatro topluluklarıyla birleşerek varlıklarını
sürdürmüşlerdir.[107] Meşrutiyet döneminden kalan
tiyatro toplulukları olduğu gibi bu dönemde yeni kurulan topluluklar da vardır.
Avni Dilligil’in girişimiyle kurulan Ses Tiyatrosu Operet Topluluğu ile Muammer
Karaca’nın 1948’de kurduğu Karaca Tiyatro Topluluğu bu yeni tiyatro
girişimlerine örnek olarak gösterilebilir. Şunu da belirtmek gerekir ki Tek
Parti Dönemi’nde kurulmuş olan Karaca Tiyatro Topluluğu asıl başarısını
1950’lerin başından itibaren göstermeye başlamıştır.
Gelir sıkıntısı sebebiyle
tiyatro sahnelerinin sinema salonlarına dönüşmesi ya da farklı amaçlarla
değerlendirilmesiyle tiyatro topluluklarının sahneye çıkacakları tiyatro
binalarındaki yetersizlik,[108] devlet desteğinin Darülbedayi,
Devlet Tiyatroları ve Halkevleri gibi çeşitli ödenek ve bütçe düzenlemeleriyle
kamu desteği sağlamış kurumlarla kısıtlı kalması,[109]
1929 Büyük Buhran’ın yarattığı küresel ekonomik kriz ile savaş sonrası borçlar
ve yapılanma sebebiyle Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik zorluk gibi
sebepler özel tiyatro girişimleri açısından gerek Meşrutiyet’ten kalan tiyatro
topluluklarının gerekse yeni girişimlerin az sayıda kalmasının nedenleri olarak
açıklanabilir.
Sonuç olarak Tek Parti Dönemi
tiyatro hayatı yeni rejimin kabul ettiği devlet ilkeleri ışığında, eğitici,
milli bir kimlik inşa etmeyi amaçlayan ve bu amaçla Batı’yı rol modeli olarak
benimseyen, çağdaşlaşmanın kültür politikalarının temelini oluşturduğu bir kamu
hizmeti olarak ele alınmış ve bu doğrultuda gelişme göstermesi amaçlanmıştır.
Metin And’ın ifadesiyle “çünkü daha Cumhuriyet’in ilk yılında tiyatronun bir
kamu hizmeti olduğu ve kamu eliyle korunması, desteklenmesi kararı verilmişti.”[110]
1950’li Yıllar: Çok Partili Hayata Geçiş
1946 yılında kurulan Demokrat
Parti, iktidara geldiği 1950 yılına kadar tek parti yönetimi iktidarı CHP’ye
karşı muhalefetin sembolü olmuştur. Cumhuriyet Halk Partisi içinde parti içi
sorunlara çözüm arayışıyla başlayan bir parti içi muhalefet hareketi, parti
içinde çözümlenemeyen bir hal alınca Adnan Menderes, Celal Bayar, Refik
Koraltan ve Fuat Köprülü’nün CHP’den ihraç veya istifalarının ardından Demokrat
Parti’yi kurmalarıyla sonuçlanmıştır. 1950 yılına kadar muhalefet rolünü
üstlenen Demokrat Parti, 14 Mayıs 1950 genel seçimleriyle iktidara gelerek
yirmi yedi yıllık tek parti yönetimini sonlandırmıştır. Çok partili parlamenter
sisteme geçilmesi, politik hayatı olduğu kadar ekonomik, toplumsal ve kültürel
hayatı etkileyen ve değiştiren bir gelişme olmuştur.
Demokrat Parti iktidarının
önünü açtığı değişim süreci, öncelikle Demokrat Parti’nin izlediği liberal
ekonomi politikalarıyla, tek parti döneminde süregelmiş devletçi yaklaşımdan
uzaklaşılmasıyla kendini göstermiştir. Bu sebeple, özel sektörün gelişiminin
desteklendiği bir ekonomik alan oluşmuştur. Hızlı bir ekonomik kalkınmanın
yaşandığı, yaşam şartlarının düzelmeye başladığı ve ekonomik yönden yurtdışına
açılımın gerçekleştiği 1950’li yıllardaki bu büyümenin sebepleri yalnız
Demokrat Parti’nin liberal politikaları değildir. II. Dünya Savaşı sırasında
CHP hükümeti tarafından yürütülen tarafsızlık politikası, DP hükümetinin Kore
Savaşı’na asker gönderme kararı ve bu kararı takiben Türkiye’nin NATO üyesi
olması, kurulan uluslararası ilişkilerin Türkiye’nin ekonomik hayatına, uygun
dış ticaret ilişkileri geliştirmesi,[111]
dış kredi kaynakları bulabilmesi, ekonomik yardım paketlerinden
yararlanabilmesi şeklinde yansımıştır.[112]
Yurt içinde ise alınan yardımlar sayesinde tarımda makineleşmeye öncelik
verilmiş ve karayolları ağının büyümesi amaçlanmıştır. Bu sayede köyler ile
kentler hızla birbirlerine bağlanmış ve hızlı bir ekonomik büyüme günlük
hayatta da hissedilir olmuştur.
DP hükümetinin iktidara
gelmesi ve izlediği ekonomi politikaları tiyatro hayatını da etkilemiştir. Öncelikle,
Demokrat Parti’nin Cumhuriyet rejiminin kurulduğu zamandan bu yana izlediği
kültürel politikalar devam ettirilmemiş, Halkevleri ve Köy Enstitüleri gibi tek
parti dönemi ve dolayısıyla CHP ile ilişkili, Demokrat Parti iktidarına miras
kalan kurumlardan bir kısmı kapatılarak kültürel hayatın yerel düzeyde faaliyet
gösteren etkinliklerinde bir düşüş yaşanmıştır. Demokrat Parti hükümeti
döneminde devletin sanat alanında sağladığı kamu desteğinde bir azalma yaşanmış[113] ve bu devlet ödeneğinin
azalması ya da enflasyon oranına uygun olarak artmaması sebebiyle Şehir
Tiyatroları ve Devlet Tiyatroları gibi kuramların kostüm bütçesinden, bina
bakımına kadar değişen harcamalar konusunda zorluklara yol açmıştır.[114] Devlet desteğinin geri planda
kalmasının sonuçlarından birini Cansu Karagül, “Bu durum, devlet alanının
tahakkümünden kurtulmasını sağlamakla birlikte, tiyatro alanını, ekonomik alan
karşısında kırılgan bir konuma yerleştirmiştir.”[115]
şeklinde yorumlamıştır: Devlet desteği sağlama imkanı olmadan ekonomik dalgalanmalardan
daha fazla etkilenme ihtimalini doğurmuştur. Bununla birlikte, Karagül’ün
ifadesiyle “devlet tahakkümünden kurtulmak” hem ekonomik imkânlar dâhilinde
özel tiyatro girişimlerine hem de tiyatro yazını açısından daha fazla hareket
alanı sağlamıştır. Çeviri eserlerin sahnelenmesinin yanında, daha önceki
dönemlerde tiyatro eseri veren Reşat Nuri Güntekin, Ahmet Kutsi Tecer ve Cevat
Fehmi Başkut gibi isimler, oyun yazarlığı açısından çalışmalarını
sürdürmüşlerdir. 1960’lı yıllardan itibaren yazdıkları oyunlarla kendilerinden
söz ettiren Haldun Taner, Turgut Özakman, Orhan Asena, Aziz Nesin, Çetin Altan
ve Necati Cumalı gibi isimlerde de 1950-1960 döneminde tiyatro yazını alanında
ilk ürünlerini vermişlerdir.[116] 1950’li yıllarda kaleme
alınan oyunlarda işlenen konularda da önceki dönemlere kıyasla çeşitlilik
gözlenmeye başlamıştır. Toplumsal sorunlar ele alınmış, siyasi hayata ve devlet
yönetimine eleştiriler getirilmiş, ekonomik ve kültürel hayatta karşılaşılan
sorunlara dikkat çekip bu sorunların çözümüne yönelik yaklaşımlar ele
alınmıştır. Toplumsal hayatta gözlenen yoksulluk, rüşvet, göç ve ahlaki
yozlaşma bu dönemin oyun yazarlarının sıklıkla değindikleri konulardan
olmuştur.[117]
Batılı oyunların çevirilerinin
ve uyarlamalarının sahnelenmeye devam edildiği bu dönemde önceki dönemlerde
olduğu gibi komedi, dram, operet ve vodvil gibi türleri de sahnelemeye devam
etmiş[118] ve bazı topluluklar
geleneksel tiyatronun çeşitli yönlerinden ilham alarak oyunlar sahneye
koymuştur.
1950'li yılların tiyatro
hayatında öne çıkan meselelerden biri de tiyatro binalarında yaşanan sıkıntı
olmuştur. I Dünya Savaşı, Cumhuriyet'in ilanı ile yeni bir rejim ve devletin
kurulmuş olması, II Dünya Savaşı'na zemin hazırlayan 1930'lar ile savaşın
sürdüğü 1940'ların konjöktürünün Türkiye'ye yansımaları gibi gelişmeler ile
yeni bir ulus-devlet kavramının gerçeklik halini alması, yeni devletin
vatandaşları için milli kimlik inşa etme politikaları, 1942 tarihli Varlık
Vergisi örneğinde görülebileceği gibi teoride herhangi bir dini ve etnik grubu
hedeflemese de uygulamada milliyetçi hatta ırkçı olarak nitelendirilebilecek
politika ve yaklaşımlar ülkenin demografik yapısını değiştiren gelişmeler
olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu demografik yapıdaki değişimi toplumsal hayatta
olduğu kadar tiyatro hayatında da görmek mümkündür. Batı tarzı tiyatronun
Osmanlı Devleti ve daha sonra Türkiye'de gelişmesinde öncü rol üstlenen
gayrimüslim vatandaşlar ekonomik hayattan olduğu kadar tiyatro sahnelerinden de
çekilmişlerdir. Bu durum hâlihazırda Osmanlı Devleti’nin yıkılmasının ardından
az sayıda kalmış olan gayrimüslim tiyatro sanatçılarından oluşan toplulukların
birçoğunun dağılmasına ve bu toplulukların sahneye çıktığı tiyatro binalarının
el değiştirmesine yol açmıştır. Tiyatro binalarında görülen azalmanın bir başka
sebebi ise 1930'larda ve 1940'larda yaşanan ekonomik sıkıntıların bina
sahiplerini tiyatro topluluklarına kiralamak yerine binaların işlevini
değiştirerek farklı amaçlar için kullanmaya yönlendirmesi olmuştur Bu işlev
değişikliğinin en sık karşılaşılan hali tiyatro sahnelerinin sinema salonlarına
dönüşmesi olmuştur. Şark Tiyatrosu'nun Hilal Sineması'na, Millet Tiyatrosu'nun
1939'da Turan Sineması'na ve Ferah Tiyatrosu'nun 1928'de Ferah Sineması'na
dönüşmesi bu işlev değişikliğinin öne çıkan örneklerindendir.[119] Ülkenin içinde bulunduğu
ekonomik sıkıntılar tiyatro sahnesi olarak kullanılmaya devam eden yapılarda
ise bakım ve gerekli tadilatların gerçekleştirilememesine, dolayısıyla tiyatro
sahnelerinin yıpranmasına ve korunamamasına yol açmıştır. Özellikle
Direklerarası bölgesindeki binaların çoğunlukla ahşap yapılar olması[120] daha hızlı yıpranmaya ve bu
sahnelerin daha sık tadilata ihtiyaç duymalarına, gerekli bakım ve onarım
yapılmadığında da kullanılamaz duruma gelmelerine neden olmuştur.
Tüm bu olumsuzlukların sebep
olduğu tiyatro binası sıkıntısı tiyatro topluluklarını alternatif seçeneklere
yöneltmiştir. Örneğin yaşanan sahne sıkıntısıyla arayışa giren tiyatro
sanatçıları çözümü, sinema gibi farklı amaçlarla inşa edilmiş yapıları tiyatro
sahnesine çevirme ya da sergi salonu gibi alternatif alanları sahne olarak
değerlendirmede bulmuştur.[121] Bu bina sıkıntısının
yaşandığı dönemdeki en önemli yenilik sponsorluklar sağlayarak özel bazı
tiyatro topluluklarının yeni tiyatro binaları inşa ettirmeleri olmuştur. 1951
yılında Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü görevinden istifa eden Muhsin
Ertuğrul'un Yapı ve Kredi Bankası sponsorluğunda Küçük Sahne'yi kurması bu özel
girişimlerin örneklerindendir. Kadrosunda Sadri Alışık, Aysel Gürel, Agâh Hün,
Münir Özkul, Lale Oraloğlu, Kamuran Yüce gibi oyuncuları barındıran topluluk[122] 1957 yılında dağılmıştır
fakat Küçük Sahne'nin tiyatro binası ismini koruyarak gelecek yıllarda Haldun
Dormen'in kurduğu Dormen Tiyatrosu, Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatro
Topluluğu Tiyatrosu, Ulvi Uraz Tiyatrosu, Ali Poyrazoğlu Tiyatrosu, Aydemir
Akbaş Tlyatrosu ve Ferhan Şensoy'un Ortaoyuncular'ına ev sahipliği yapmıştır.[123] Küçük Sahne ile ilgili Yavuz
Pekman şu yorumda bulunmuştur:
“Aslında Küçük Sahne yeni kurulan topluluklar için uygun bir salondu; bu
yüzden Poyrazoğlu gibi hepsi seyircinin karşısına yeni çıkan topluluklara
kapılarını açması normaldi. Zira seyircinin aşina olmadığı tiyatroların 250
kişilik bir salonu doldurmaları daha kolaydı; yanı sıra sahnenin küçüklüğü de
prodüksiyon masraflarım azaltıyor, sahnelemede ekonomiyi zorunlu kılıyordu.
Üstelik daha önce Muhsin Ertuğrul’un isabetle tespit ettiği gibi, seyirci ve
sahne arasında ilişki daha yakın ve sıcak bir hal alıyor, böylece seyirci ile
topluluk arasında samimi bir ilişki oluşuyordu. Bu yüzden Küçük Sahne pek çok
yeni topluluğun kısmetini açan bir başlangıç noktası oldu, bu sahnede
seyircinin güvenini sağlayarak tutunan tiyatrolar daha sonra büyük salonlara
transfer oluyordu.”[124]
Bu dönemin bir başka yeniliği
ise 1948 yılında kurulan Muammer Karaca Tiyatro Topluluğu'nun yerleşik düzene
geçme kararı vermesi ile Karaca Tiyatrosu'nu inşa ettirmesi olmuştur. Muammer
Karaca'nın Pamukbank'ın desteğini almasıyla 1954 yılında yapımına başlanan
sahne 1955 yılında kapılarını seyirci açmıştır.[125]
Karaca Tiyatro aynı zamanda İstanbul turnesi düzenleyen yerli ve yabancı birçok
tiyatro topluluğuna da sahne olanağı sağlamıştır.[126]
Devlet ya da belediye
ödeneğine bağlı Devlet ve Şehir Tiyatroları'na bakıldığında ise kısıtlı bütçe
sebebiyle zorluk yaşamalarına[127] rağmen bu iki kurum tiyatro
hayatına canlandıracak gelişmelere de önayak olmuştur. Bu dönemde İstanbul
Şehir Tiyatroları Eminönü Bölümü ve Yeni Tiyatro adlı iki sahne açmış, Devlet
Tiyatroları ise İzmir ile Adana'da Devlet Tiyatrosu kurmuştur.[128] Tiyatro hayatı açısından
gerçekleşen bir diğer yenilik ise 1958 yılında Ankara Üniversitesi'nin Dil ve
Tarih- Coğrafya Fakültesi'ne bağlı olarak kurulan Tiyatro Enstitüsü olmuştur.
Bu enstitü kuramsal açıdan Türk tiyatrosunu gelişiminde önemli yere sahip Sevda
Şener, Metin And, Özdemir Nutku ve Refik Ahmet Sevengil gibi isimlerin
çalışmalarında önemli bir etkiye sahip olmuştur.[129]
1950-60 dönemi öncesinde, I
Dünya Savaşı sonrası ödenecek borçlar, 1929 Büyük Buhranı'nın küresel etkisi ve
Türkiye'ye yansıması, II. Dünya Savaşı'nın getirdiği sıkıntılar gibi karşı
karşıya kalınan ekonomik darboğazlar 1950-60 döneminde karşılaşılacak tiyatro
binası sıkıntısı gibi olumsuzluklar miras bıraksa ve yeni iktidar olan DP
hükümeti önceki dönemlere kıyasla devlet yardımını kültür-sanat alanında
kısıtlı tutsa da bu dönemde yaşanan Ekonomik büyüme ile özel girişimlerin
önünün açılması, tiyatro alanında da yeni atılımların gerçekleşebilmesi ne
olanak tanımıştır.
Daha önce ifade edildiği üzere
1948'den bu yana aktif olan Muammer Karaca Tiyatro Topluluğu, Pamukbank
sponsorluğunda inşa ettirdiği Karaca Tiyatro ile Yapı ve Kredi Bankası
yardımıyla kurulan Küçük Sahne, tiyatro yaşamını hareketlendiren atılımların
başında gelmektedir. Bu iki topluluğun dışında, Yeni Ses Opereti dağılınca
topluluğun sanatçılarından bazılarının toplanarak kurduğu İstanbul Tiyatrosu,
yurtdışındaki tiyatro öğrenimini tamamlayıp Türkiye'ye dönen Haldun Dormen'in
kurduğu Dormen Tiyatrosu, 1957'de dağılan Küçük Sahne sanatçılarının
bazılarının kurduğu ve yeni bir tiyatro binası kazandıran Oda Tiyatrosu, Tevhit
Bilge Topluluğu, Şenses Opereti, Beşinci Tiyatro, Cep Tiyatrosu, Elhamra
Tiyatrosu 1950'li yılların yeni özel tiyatrolarının öne çıkan örnekleri
olmuştur. Yine bu dönemin sonunda 1960'larda aktif rol oynayacak olan Kent
Oyuncuları Topluluğu'nun temelleri de Karaca Tiyatro Topluluğu içinden 1959
yılında atılmıştır.[130]
Özetlemek gerekirse 1950'li
yılların tiyatro alanına bakıldığında sahneye taşınan oyunların ele aldığı
konularda çeşitlilik artmış, toplumsal eleştiriler ve eleştirilen sorunlara
çözüm arayışları ele alınmıştır. Batı tarzı tiyatro oyunlarının çevirileri ve
uyarlamaları oynandığı gibi yerli oyun yazınında ve yazarlarında bir artış
yaşanmıştır. Tiyatronun kuramsal gelişimini izleyecek, bilimsel araştırmaların
yapılabileceği yeni bir kurum olan Tiyatro Enstitüsü açılmıştır. Bu gelişmelere
olanak sağlayacak en dikkate değer gelişme ise Demokrat Parti'nin iktidara
gelmesiyle, 1950'li yıllara değin kültür politikalarının tiyatronun bir kamu
işlevi olduğu düşüncesiyle şekillenmesinin son bulması ve tiyatronun devlet
himayesinden sıyrılması olmuştur. Cansu Karagül bu durumu tek parti döneminde
kamu hizmeti olarak desteklenen tiyatronun, yeni iktidar döneminde izlenen
liberal ekonomi politikaları ve özel girişimlerin devlet tarafından
desteklenmesi ile oluşmaya başlayan pazar sayesinde kendi alanını
oluşturduğunun bir kanıtı olarak değerlendirmiştir. [131]
1960’lı Yıllar: Tiyatronun Altın Çağı
27 Mayıs 1960 askeri
darbesiyle ordunun yönetimine el koymasıyla başlayan bu dönem siyasi, ekonomik
ve toplumsal hayatta birçok kırılmanın yaşandığı ve kültürel hayatın bu
kırılmaların sonuçlarıyla şekillendiği bir dönem olmuştur. Askeri darbeyi
takiben hazırlanan ve yürürlüğe sokulan 1961 Anayasası toplumsal hayatı olduğu
kadar sanat hayatını da şekillendirecek ortamın oluşmasında büyük rol
oynamıştır. Bu anayasanın, toplantı hakkı, bilim ve sanat özgürlüğü, basın
özgürlüğü, dernek kurma hakkı, çalışma ve sözleşme hakkı, sendika kurma hakkı,
grev hakkı, konut dokunulmazlığı gibi bireyin hak ve özgürlüklerini güvence
altına almasıyla[132] sanat açısından üretime
elverişli bir ortam oluşturmuştur.
1960’larda tiyatro hayatında
görülen hareketliliğin toplumda yaşanan siyasi, ekonomik ve toplumsal
hareketlilikle eşgüdümlü olduğunu belirten Gülayşe Erkoç bu dönemde
tiyatrolarda sendikal hareketler görüldüğünü, tiyatro sendikaları kurulduğunu
ve az sayıda da olsa tiyatroda grev girişimleri görüldüğünü ifade etmiştir.[133] Türkiye Opera, Tiyatro ve
Yardımcı İşçileri Sendikası (TOTSIS) ile Türkiye Tiyatro İşçileri Sendikası’nın
(TISEN) kurulması bu sendikal hareketlerin öne çıkan örnekleri olmuştur.
Tiyatroda görülen bu hareketlerde dünya genelinde görülen 1968’den itibaren
zirve yapan işçi, öğrenci, kadın ve siyah hareketlerinin küresel etkisinin
Türkiye’ye yansımasındaki payı büyüktür. 1961 Anayasası’nın yarattığı görece
özgür ortamın bir benzerinin dünya genelinde de olduğunu ifade eden Cansu
Karagül, bu duruma dair şöyle bir resim çizmiştir:
“Dünya genelinde de benzer bir dalgalanma söz konusudur. II. Dünya
Savaşı’nın sebep olduğu enkaz yığınından kurtulmaya başlayan ülkelerde 60’lı ve
70’li yıllar boyunca yeşermeye başlayan ekonomik gelişmeler paralel biçimde
toplumsal alanda da serbestleşmeyi ve yeni bir yaşam kültürünü doğurur.
1950’lerin muhafazakâr ruhlu ABD’sinden başlayarak dünyaya yayılan ‘hippie’
akımının ortaya çıkması, Beatles müziğinin uluslararası bir kültür hareketi
haline gelmesi, ‘Yasaklamak Yasaktır’ sloganıyla tarihe geçen 1968 öğrenci
ayaklanmaları gibi gelişmeler tüm dengeleri bozar ve ‘anarşizmin boyutlarını
zorlayan bir özgürlük havası’ dünyaya yayılır.”[134]
Bu özgürlük hareketlerinin
tiyatro alanına yansıması, sansürlenmiş oyunların tekrar sahnelenmesi, sendikal
hareketler, yeni özel tiyatro gruplarının kurulması, 1950’lerde başlayan
alternatif sahne çözümlerinin doğurduğu alternatif ve yenilikçi tarzlar,
sanatın amacının tartışılması gibi konularda gözlemlenmiştir.
Bu dönemin ilk yarısında Şehir
Tiyatroları ve Devlet Tiyatroları, ödenekli kurumlar olarak ayrı
değerlendirildiğinde yeni girişimler sağlamıştır. Sahne sayıları artmış ve
seyirci sayısında da bir artış görülmüştür. Ayrıca Devlet Tiyatroları
bünyesindeki bale ve opera tiyatrodan ayrılmıştır. Bu döneme ilişkin verdiği
bir röportajda Haldun Taner özel tiyatrolar ile ödenekli tiyatrolar arasında
bir karşılaştırma yapmış ve resmi tiyatroların siyasi yöneticilerin tepkisini
çekmemek için bazı yazarları bünyelerine almadığını ve Nazım Hikmet, Aziz Nesin
ve Yaşar Kemal gibi yazarların özel tiyatrolar sayesinde seyirciye ulaşabildiğini
belirtmiştir.[135] Bunlar ışığında bakıldığında
incelediğimiz daha önceki dönemlerde olduğu gibi bu dönemde de yönü ve gücü
farklı olsa da devletin tiyatro alanını şekillendirici bir etkisi olduğu göze
çarpmaktadır.
Özel tiyatrolar
incelendiğinde, tiyatro topluluklarında sayıca bir artış gözlemlemek mümkündür.
Muammer Karaca ve İstanbul Tiyatrosu’nun faaliyetlerini sürdürdükleri bu
dönemde geleneksel Türk tiyatrosuna yakın, meddahlık ve tuluat geleneğinden
beslenen topluluklardan bahsedilebilir. Gönül Ülkü-Gazanfer Özcan Topluluğu,
Nejat Uygur Topluluğu, Zeki Alasya-Metin Akpınar Topluluğu, Münir Özkul
Topluluğu bu topluluklara örnek olarak gösterilebilir. Sahnelerinde telif
eserlere ek olarak yeni eserlere de yer veren ve yenilikçi sanat tiyatroları
olarak nitelendirilen gruplar ise Kent Oyuncuları, Gülriz Sururi-Engin Cezzar
Topluluğu, Gen-Ar Tiyatrosu olarak sıralanabilir.[136]
Deneysel ve alternatif tiyatro açısından ise Arena Tiyatrosu öne çıkmaktadır.
Seyircinin emrinde olduklarını belirten grup sanatı sanat için ele almakla
birlikte gişe endişesinin yansıdığı oyun seçimleri de dikkat çekmektedir.[137]
1960’lı yılların tiyatronun
“altın çağı” haline gelmesini sağlayan koşullar, 1960’ların ikinci yarısından
itibaren değişime uğramış özel toplulukların arttığı, yeni yaklaşımların
denendiği tiyatro alanı 1970’lere yaklaşırken bir dar boğaza sürüklenmiştir.
1960’ların sonunda yüksek enflasyonun yeniden bir sorun haline gelmesi,
toplumdaki ideolojik ayrışmalar ve politik alandaki kutuplaşma tiyatro alanında
görülen büyümenin hızını kesmiştir. Bu dönemde 1968-1972 yıllarını hedef alan ikinci
Beş Yıllık Kalkınma Planı ile bölge tiyatrolarının[138]
kurulması, Devlet Tiyatroları’nın tiyatronun gelişme göstermediği alanlara
yoğunlaşması ve hem belediye hem de özel tiyatrolara teknik ve finansal yardım
ile teşviklerin sağlanması amaçlanmıştır.[139]
Fakat yaşanan ekonomik bunalım, devletin bu girişimini kesintiye uğratmıştır.
İçinde bulunulan ekonomik durumda, kira masraflarının artması, ikinci Beş
Yıllık Kalkınma Planı ’nın sağlayacağı teşviklerin önünün kesilmesi gibi
finansal endişeler tiyatro topluluklarında gişe endişesinin duyulmaya
başlanmasına ve gişede başarı sağlayacağı düşünülen tiyatro oyunlarına
yönelinmesine yol açmıştır. Gülayşe Erkoç 70’li yıllara girerken tiyatro
alanını şu şekilde tarif etmiştir:
“1960'ların yeniliklere açık atmosferinde kurulan topluluklar 1970'li
yıllara doğru bir darboğaza girdiler. [...] Sorunlann birikmesi toplulukların
çoğunda nitelik kaybına yolaçmış, ‘gişe’ endişesini ön plana çıkarmıştır.
Böylece piyasa topluluklan türemiş, bu gidiş tiyatro enflasyonunu doğurmuştur.
Bunun sonucu olarak topluluklardan bazıları dağılır. Tiyatroları banndıran
tiyatro yapılarının bir bölümü yıkılırken bir bölümü ise ‘kazanç getirmediği’
için kapatılmış ve işlevi dışında kullanılmaya başlanmıştır.”[140]
Adile Naşit’in 1930 yılında
Millet Tiyatrosu’nun üst katında başlayan yaşamını ve sanat hayatını
kavrayabilmek için aile geçmişini incelemek yerinde olacaktır. Millet
Tiyatrosu, Direklerarası’na tiyatro ile iç içe olan kimliğini kazandırmada
önemli bir paya sahip olduğu gibi halk tiyatrosu geleneğinin son
temsilcilerinden Naşit Bey ve ailesine ev sahipliği yapmıştır. Aile, kurdukları
tiyatro topluluğu ile bu bina ve bölgeyle özdeşleşmiş ve dönemin kültür
hayatına tiyatro çalışmalarıyla yön veren aktörlerden olmuştur.
Osmanlı Devleti’nin son
dönemlerinde sahneye adım atan ve çalışmalarına rejim değişikliği sonrasında
Cumhuriyet döneminde de devam eden aile, halk tiyatrosu geleneğinin önde gelen
temsilcilerinden olmuştur. Geleneksel ile modern tiyatronun aynı ortamda ve
dönemde var olmaya çalıştığı, kimi zaman birinin diğerini dışladığı, kimi zaman
ise bu iki farklı tiyatro kaynağının birbirini etkilediği tiyatro alanında
Naşit ailesi, sahne sanatlarında kendisine bir yer edinmiş ve farkını ortaya
koymuştur.
Bu tez çalışmasının
hipotezinde vurgulandığı üzere Adile Naşit’in içinde yetiştiği sanat dünyası
ile ailesinden kendisine kalan tiyatro mirasının oluşturduğu sentez, Adile
Naşit’in kariyerinde izlerine rastladığımız bir yapıdır. Her ne kadar bu
sentez, Adile Naşit’in kariyeri boyunca attığı adımlar, yaptığı seçimler,
çalıştığı alanlar ve kendi katkılarıyla değişen ve gelişen bir yapı olsa da söz
konusu sentezin yapı taşlarını başta babası Naşit Bey ve annesi Amelya Hanım
olmak üzere ailesinin sanat çalışmaları ve içinde bulundukları sanat camiası
şekillendirmiştir.
Cumhuriyet’in kazandırdığı
Soyadı Kanunu ile Özcan soyadını alan Naşit Özcan, ününü bu kanun öncesinde
kazandığından ölümüne değin Naşit, Naşit Bey, Komik-i Şehir Naşit olarak
anılmıştır. Bu durum aynı zamanda kurduğu toplulukların da kendi adıyla
anılmasına sebep olmuştur. Çocukları Adile ve Selim de sahne adı olarak soy
isimlerini Naşit olarak seçmişlerdir. Tiyatro alanındaki ününün kapsamı isminin
neredeyse tiyatro tarzıyla markalaştığı Naşit Bey, 1889 yılında sahneye çıktığı
Direklerarası’na çok da uzak olmayan Şehzadebaşı semtindeki Balaban Ağa
mahallesinde dünyaya gelmiştir.[141] Kerem Karaboğa Naşit Bey’in
Direklerarası ile olan ilişkisini şu sözlerle ifade etmiştir:
“Naşit, tüm sanat yaşamı bakımından Direklerarası’yla
özdeşleştirilebilecek bir isimdi. Bunda, sadece Şehzadebaşı’nın Balağan Ağa
mahallesinde, yani Direklerarası’nın birkaç adım mesafesinde doğması değil,
Direklerarası’nda kurulmuş hemen tüm tiyatro binalarında ve tuluattan dramaya,
ortaoyunundan operete tüm oyun türlerinde oyunculuk yapmış olması da etkendi.”[142]
Babası, saray eczacıbaşısı
Miralay Ahmet Bey ve amcası Bahriye Merkez Hastanesi Baştabibi Rafet Paşa olan
Naşit Bey, ilköğretimini Kuyucu Murat ve Şehzadebaşı mekteplerinde
tamamlamıştır.[143] Buradan sonra Beyazıt
Rüştiyesi’nde eğitimine devam etmiştir. Babası ve amcasının, kendilerinin
izinden gidip tıp veya veterinerlik alanında çalışmasını istediklerini belirten
Naşit Bey, eğitiminin bir sonraki aşamasını şu şekilde dile getirmiştir:
“Babam, beni baytar olarak yetiştirmek istiyordu. Fakat ben daha
ilkmekteb sıralarındayken musikiye, tiyatroya, taklitli oyunlara merak
sarmıştım. Bu merak, kuvvetli bir istidadın da yardımile o kadar arttı ki, evde
zaptedilemez oldum. Nihayet ister istemez beni Mabeyn muzikasına yazdırmağa
mecbur oldular. O tarihlerde Mabeyn muzikası, memleketin biricik san’at
merkeziydi.”[144]
1904 yılında 14 yaşındayken
sarayın Müzika-i Hümayun’un temaşa bölümüne öğrenci olarak giren Naşit Bey,
burada yerli ve yabancı birçok sanatçıdan eğit im alma fırsatını yakalamıştır.[145] Kuklacı Halim Bey’den ve
viyolonselist Zeki Bey’den dersler (keman ve basson) almakla birlikte, yine
aynı sarayda o yunlar sergileyen M. Bernard’ın[146]
pandomima ve hokkabazlık kumpanyasıyla çalışmış ve Muzika-i Hümayun’daki
İtalyan Opera Heyeti’ne katılmıştır. Muzika-i Hümayun’daki eğitimine Güllü
Agop’un kurmuş olduğu dram bölümünde devam eden sanatçı, buradaki eğitimini Güllü
Agop’un vefatından sonra yönetime gelen Zati Bey’in idaresinde tamamlamıştır.[147] Saraydaki eğitimi sırasında
ortaoyunu ve tuluat alanında Abdürrezzak Abdi Efendi’den de dersler alan Naşit
Bey saraydan ayrıldıktan sonra Abdi Efendi’nin ortaoyunu ekibine dâhil
olmuştur. Eğitiminin bitimini takiben oyunculuğa Abdi Efendi’nin yanında
başlayan Naşit Bey, Kavuklu Hamdi’nin topluluğu ile ortaoyunu, Mınakyan
Topluluğu ile melodram çalışmaları yapmıştır. Repertuarı ortaoyunu ve
melodramla sınırlı olmayan sanatçı ayrıca tuluat, kukla ve karagöz çalışmaları
da yapmıştır. Tiyatro çalışmalarına ivme kazandıran gelişme ise ustası Abdi
Efendi’nin 1914 yılındaki vefatından kısa bir süre önce “Komik-i Şehir”
unvanını Naşit Bey’e devretmesi olmuştur.
Naşit Bey’in tiyatro eğitimi
ışığında vurgulanması gereken bir nokta da şudur ki Muzika-i Hümayun çatısı
altında verilen eğitim, halk tiyatrosunun usta-çırak ilişkisinin bir
uzantısıdır. Tuluat tiyatrosu özelinde de incelenen bu ilişki gereğince
toplulukların ustaları baş komedyen (Komik-i Şehir) olarak sahne almış ve her
bir tipleme belli bir usta ile ilişkilendirildiğinden o tiplemelerin taklidinin
söz konusu usta hayattayken yapılmaması aşılmaması gereken bir sınır
oluşturmuştur. Müzika-i Hümayun’da ilk başta kendisini göstermekte zorluk
yaşadığını belirten Naşit Bey, taklit devralma sürecini kendi durumunda
örneklendirmiştir:
“Mabeyn müzika takımında kendimi göstermek için, aradan epeyce zaman
geçmesi lazım geldi. Çünkü burada istidattan ziyade eksikliğin değeri vardı.
Nihayet, bana da bir vazife verdiler. Muhacir taklidi yapacaktım. O zamanlar,
her çeşit taklitçiliğin ayrı ayrı üstatları vardı: Mesela İranlı taklidinde
Hakkı Naci, şarklı taklidinde Hakkı, Türk taklidinde Patlıcan Rifat, kocakarı
taklidinde, adı üstünde Kocakarı Fuad Bey, hepsinden fazla muvaffak olurlardı.
O sıralarda, muhacir taklidi yapan Servet Efendi öldüğü için, beni onun yerine
geçirdiler.”[148]
Usta-çırak ilişkisi, Müzika-i
Hümayun eğitimini tamamlayıp oyunculuk hayatına özel topluluklarda devam
ederken de topluluktaki konumunu belirleyen bir etken olmuştur. Özellikle
tuluat kumpanyalarında topluluğun kantocuları ve komedyenlerinin sergilediği
kantolar, düettolar ve kısa komedi piyesleri seyircileri kumpanyanın baş
komedyeni “Komik-i Şehir”in sahneleyeceği asıl oyuna hazırlayan çalışmalar
olarak işlev görmüştür. Sergilenecek bu ana oyunlar Komik-i Şehir’in
canlandıracağı karakter ve yapacağı gülüçlükler çerçevesinde yapılanmıştır.[149] Ustası Abdi Efendi’den
Komik-i Şehir unvanını alan Naşit Bey de bu unvanın verdiği yaratıcı gücü
oyunlarına yansıtarak yalnız taklitlerde değil, oyun sahnelemede de başarılı
olduğunu göstererek farkını göstermiştir. Abdi Efendi’nin unvanını Naşit Bey’e
devretmesini Burhan Arpad, Naşit Bey’in yaşamından kesitleri öyküleştirdiği kitabında
şu şekilde dramatize etmiştir:
“Meşrutiyet ilan edilip Saray Muzikası dağılınca Abdi Efendi yeni kurduğu
heyete Naşit’i de almıştı... Abdi Efendi’nin Şehzadebaşında Fevziye
tiyatrosundaki temsillerinde kantolardan önce bir perdelik komediler oynuyordu.
Bir akşam perde alkışlar arasında kapanıp, Naşit kulise dönünce, Abdi Efendi
yanına yaklaşmış ve: ‘Naşit Molla, bu akşam çok mükemmel oynadın, seninle
iftihar ediyorum’ demişti. Abdi Efendi bunları söylerken, bir yandan da,
belindeki kuşağını çözmüş, başından fesini çıkarmıştı. Naşit şaşkın bakıyordu.
Hiçbir şey anlamıyordu. Abdi Efendi, kuşağını Naşit’in beline dolamış ve fesini
Naşit’in başına koymuş, sırtını da sıvazlamıştı. İyice ihtiyarlamış olan Abdi
Efendi, ‘Komik-i Şehir’liği ona bırakıyordu. Kantolardan sonra temsil edilen
oyunun birinci komiğine de kendi yerine onu çıkartmıştı. Abdi Efendi yerine
Naşit’i sahnede gören seyirciler önce yadırgar gibi olmuşlar, fakat az sonra
keyifle makaraları koyuvermişlerdi.”[150]
1917 yılına gelindiğinde ise
Naşit Özcan, Milli Osmanlı Dram, Komedi ve Operet Kumpanyasını kurmuş ve Şark
Tiyatrosu’nda sahnelediği oyunlarla popüleritesini arttırmıştır. 1924 yılında
kurduğu Türk Temaşa Heyeti ile kariyerinin sonuna dek sahne alacağı ve bir
dönem kendisi ile ailesine yuva olan Millet Tiyatrosu’na geçmiştir. Bu
yıllardan itibaren hem topluluğu hem de tiyatro sahnesi Naşit’in Tiyatrosu
olarak anılmaya başlanmıştır.[151] Cumhuriyet döneminde de
çalışmalarına yoğun bir şekilde devam eden Naşit Bey dönem dönem farklı tiyatro
topluluklarıyla da iş birliği yapmıştır. Naşit Bey’in hem oyunculuğuyla hem de
oyunları sahne koyma şekli ve tiyatro anlayışı yönünden çağdaşı olan diğer
tuluatçılardan ve tiyatroculardan ayıran özelliklere bakılacak olursa
değinilebilecek ilk özelliği taklit yeteneğidir. Çok geniş bir yelpazede
tiplemelere sahnede hayat veren Naşit Özcan, taklitlerinde tekrara düşmemesi,
aşırıya kaçıp güldürü ile gülünçlük arasındaki dengeyi kaybetmemesiyle ön plana
çıkmaktadır. Yılmaz Çetiner kaleme aldığı köşeyazısında Naşit Bey’in taklit
yeteneğini şu şekilde dile getirmiştir:
“En son Naşit’in 3 perdelik oyunu başlardı... Naşit'in sesi sahne
arkasından gelince, tiyatro yıkılırdı alkıştan... O da seyirciye temenna ederek
içeriye girerdi... Arnavut taklidi mi istersiniz, Kayserili mi, Laz mı, Yahudi
mi, Ermeni mi, Rum mu, ne isterseniz Naşit bunların hepsini aslının aynı taklit
ederdi... Kimse kusura kalmasın ama ben 50 yıldır Naşit kadar güzel taklit
yapan, tulûat denilen evvelden hazırlanmamış, anında esprilerle insanları güldüren
bir başka sanatçı görmedim”[152]
Haldun Taner’in vurguladığı
üzere Naşit Özcan karakterlerin kostümlerine de çok önem vermiş, titizlikle
hazırladığı bu kostümlerle canlandırdığı tiplemelere daha fazla ayrıntı ve
derinlik katarak sahneye taşımıştır:
^“Direklerarası’nın kahkaha krallarında biri de muhakkak ki Naşid Bey’di.
Rekoru galiba hâlâ kırılamadı. Naşid Bey’i öbür komik-i şehirlerden ayıran
nitelikler zekâsı, sahnedeki elektriği ve canlılığı idi. [...] Kavukluya
çıktığı zaman da tuluat oynadığı zaman da sahneye hâkim olup karşısındakini
adeta silerdi. Taklit ve mimik yeteneği de herkesi şaşırtacak kertede idi.
Büyük merakı da gardırobu idi, Millet Tiyatrosu’nun en üst katını kendine
lojman seçmişti. Buradaki gardırobu büyük tiyatroların gardırobunda bile bulunamayacak
çok çeşitli giysiler ve aksesuarlarla dolu idi. [...] her türlü eski zaman ve
modern tuvaletlere kadar ne ararsanız bu gardıropta bulursunuz. Naşid Bey
bunları üşenmez bir bir oradan buradan, eskicilerden, ölmüş kişilerin
veresesinden itina ile toplardı.”[153]
Tuluatın öne çıkan
özelliklerinden biri tiyatrocuya doğaçlama için imkân tanıması hatta çoğu
pratikte tuluatçıların oyunlarını doğaçlamaya dayandırmasıdır. Naşit Bey hem
ortaoyunu ve tuluat deneyimlerinden hem de dram kumpanyasında edindiği Batı
tarzı tiyatro deneyimlerinden yararlanarak kendi sahneye koyduğu oyunlarda her
iki tiyatro kaynağından beslenmiştir. Oyunlarında seyirci tepkisini ölçüp
doğaçlamaya hareket alanı bıraktığı gibi her bir oyununun temel bir kurgu ve
metne bağlı kalmasına özen göstermiş ve sürekli yaptığı provalarla oyunlarını
mükemmelleştirmeye çalışmıştır. Kendisi de jübilesi için verdiği röportajda
çalışma şeklini şu şekilde ifade etmiştir:
“Ben tuluat eserlerini, yenibaştan piyes haline sokmadıkça oynıyamam.
Sahnede ölçüsüz lakırdıya, müstehcen, soğuk cinaslara elimden geldiği kadar yer
vermemeye çalıştım. Muhatablarımın canını sıkacak, bir sözün ağzımdan çıktığını
hatırlamıyorum. Seyirciler, benim; oyun oynarken kendilerile meşgul olmadığımı
sanırlar. Hâlbuki ayrı ayrı ayrı bütün localara göz gezdiririm. Oyuncu
seyretmeğe gelenlerin ruhi vaziyetlerini inceden inceye tahlil ederim. Bazan
kendileri de farkında olmadan, tanınmış seyircilerimle adeta senli benli
konuşurum. Onları alakadar eden mevzuların neler olabileceğini, hemen
kestirerek nabızlarına göre şerbet veririm. Halk, en ziyade hangi jestleri
beğeniyorsa, o jestlerle sahnede görünmeyi tercih ederim. [...] Ehemmiyet
verdiğim şeylerden biri de provadır. Birçok defalar prova etmedikçe hiçbir
oyuna girmem.”[154]
Oğlu Selim Naşit de babası
Naşit Bey’in tiyatroculuğunu değerlendirirken tuluat tiyatrosunu, özellikle
İbiş tiplemesini modernleştiren ilk sanatçı olarak nitelendirmiştir. Selim
Naşit’e göre çok yönlü bir oyuncu olan Naşit Bey hiçbir rolü ayırmamış, İbiş
fesini giyip İbiş rolünü oynadığı gibi Otello’da Iago’yu, Hamlet’te mezarcıyı
canlandırmaktan geri kalmamıştır.[155]
Cumhuriyet
döneminde faaliyet göstermeye devam eden topluluklardan biri olan Naşit’in
Topluluğu,[156] 1 93 0’ların ikinci yarısından itibaren tuluat
topluluklarını
etkileyen birçok olumsuzlukla
yüzleşmiştir. Bu olumsuzlukların başında tuluat tiyatrosuna gelen eleştiriler
yer almaktadır. Bu dönemde tuluat tiyatrosuna getirilen eleştirilerin bir kısmı
Batı tarzı tiyatronun temel tiyatro formu olarak kabul edilmesi yönünde
olmuştur. Bu yöndeki eleştiriye dair bir örneği, Şehir Tiyatrosu’nun
kurucularından Faik Bey’in tuluat hakkındaki konuşmasını aktaran Metin And
vermektedir:
“Hakiki tiyatro heyetlerinin çoğalmasiyle tuluat kumpanyaları
kendiliğinden ortadan kalkacaktır. Bence bunların daha evvel kalkması
faidelidir. Bunun için de düşünmeğe hacet yok. Garp’te tatbik edilen usulü
hemen kabul etmeliyiz. Onları ‘Merkezden muhite’ doğru sürmeliyiz. Bu yegâne
çaredir.”[157]
Yöneltilen olumsuz
eleştirilerin bir kısmı ise tuluat tiyatrolarında kullanılan dil üzerine
olmuştur. Vasfi Rıza Zobu’nun anılarında aktardığına göre tuluat oyunlarında
müstehcen sözlerden, anlamlarından biri ayıp manaya gelen cinaslı kelimelerden
kaçınılmasını da içeren düzenlemeler yapılması istenmiştir:
“Bu müracaat, tuluat kumpanyaları aleyhinde değildi. Nasıl olabilirdi ki,
idare heyetimizde Naşit Bey gibi tuluatın büyük üstadı da vardı. Polis
müdüründen istediğimiz şeyler, tuluatın çökmesini önlemek içindi. Bu
tiyatroların patronları birbirlerini yıkarcasına rekabete girişmişlerdi. [...]
tuluat kumpanyalarından kaldırmak istediğimiz müstehcen sözlerin, açık saçık
manalara gelebilen birtakım kelimelerin 1960 yılından sonra sanat tiyatrolarına
girip, kadınlı kızlı seyircilerin önünde uluorta söyleneceği ve bu kelimelerle
sıvanmış piyeslerin ‘epik tiyatro-öncü piyes-sanat eseri’ telakki edileceği
akıl ve hayalimizden geçmemişti!”[158]
Tiyatro ve Musiki
dergisinin sanatçıların tiyatroya dair fikirlerini sorduğu sayısında Naşit Bey
fikrini şu şekilde belirtmiştir:
"Tiyatronun yükselmesi için ne lazımdır? diye soruyorsunuz. Evvela
hükumetin azami yardımı, saniyen sanatla alakası olmayanların tefriki.
Darülbedayi henüz ‘Theatre National’ şeklinde değildir. Zaten bu kadro ile de
olamaz. Malum ya tiyatroyu bir elektrik lambasına teşbih edersek, nasıl bir
lambanın ziya verebilmesi için, tel, ceryan, ampul vesaire teferruat isterse,
Darülbedayi için de bidayet-i tesisinde dâhil olan sanatkârların mesela:
Nurettin Şefkati, Şadi Fikret, Raşit Rıza Beylerin bilhassa ihmal edilmemesi
lazımdır. İkinci derecede düşüncem, alafranga eserlerin Türk sahnesinden
silinmesidir. Milli eser yazacak müelliflerimiz mi yok?"[159]
Diğer birçok tuluat
tiyatrosunu olduğu gibi Naşit Topluluğu’nu da etkileyen bir diğer olumsuzluk
ise Direklerarası’ndaki tiyatro binalarının sinema salonlarına dönüşmesidir.
Sinemaya olan ilginin artmasıyla tuluat seyircisinde azalma yaşanmıştır. Hem
seyirci sayısındaki düşüş hem de tiyatro sahnelerinde film gösterimleri
yapılması sebebiyle mekân sıkıntısının doğması kumpanyaları alternatif aramaya
yönlendirmiştir. Naşit Bey’in topluluğu da Cemal Sahir, Ertuğrul Sadi Tek,
Halide Pişkin gibi sanatçılarla çeşitli dönemlerde iş birliği yapmış ve tuluat
dışında vodvil, operet gibi türler de sahnelemiştir.[160]
Darülbedayi de Naşit Bey’in iş birliği yaptığı tiyatrolardan biridir. Özel
temsillerin, hayır kurumlan için düzenlenen gecelerin birçoğunda Naşit
Topluluğu, Darülbedayi sanatçılarıyla aynı sahneyi paylaşmıştır.[161] Bu dönemde dikkat çeken bir
başka gelişme ise Naşit Bey’in sinema filmlerinde rol almaya başlamasıdır.
Sinemanın ilgi çekmeye başladığı ve tiyatrocuların sahne sıkıntısı yaşadığı bu
dönemde oyunculuğu yeni bir alanda deneyimleyen Naşit Bey 1928 ile 1943 yılları
arasında bir tanesi kısa film olmak üzere yedi tane filme rol almıştır. 1938
yılına gelindiğinde ise 35. sanat yılını kutlayan Naşit Bey’e Darülbedayi’de
jübile düzenlenmiş ve o ayın Türk Tiyatrosu dergisi Naşit Bey’e
adanmıştır.[162]
Direklerarası’nın değişime
uğradığı, tuluat tiyatrosuna olan ilginin azaldığı bu dönemde, 1932 yılında,
Millet Tiyatrosu el değiştirmiş ve tiyatro gösterileri dışında sinema filmleri
de gösterilmeye başlanmıştır. 1936 yılında Halide Pişkin ve Fahri Güldürür’le
birlikte çalıştıkları zaman Millet Tiyatrosu’nun ismi değişmiş ve Turan
Tiyatrosu olmuştur.[163] Aynı yıllarda piyango bayii
işletme girişiminde[164] bulunan fakat kısa bir süre
sonra bu girişimden vazgeçen Naşit Bey’in sağlığı bozulmuş ve sahneye çıkmasını
engeller olmuştur. Sanatçının bir süre, “asabi tansiyon yüksekliği” sebebiyle
Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde yatması gerekmiş[165] ve bu dönemde Turan
Tiyatrosu, Turan Sineması’na dönüştürülerek sadece sinema salonu olarak hizmet
vermeye başlamıştır.[166]
Naşit Bey ve ailesi,
sanatçının hastaneye yatırılmasını takiben ekonomik yönden çok problem
yaşamışlardır. Uzun süredir düzenli olarak sahne çıkamaması, oyun sahnelendiği
zamanlarda seyircinin ilgisinin az oluşuyla geliri azalan aile, Naşit Bey’in
hastalığının yarattığı masraflarla daha da zorlanmış ve sahip oldukları piyano
gibi bazı eşyalarını satmak durumunda kalmışlardır.[167]
Sağlık sorunları ciddileşen Naşit Bey 1943 yılında 54 yaşındayken hayatını
kaybetmiştir. Kerem Karaboğa, Direklerarası ve tuluat tiyatrosunun sona erdiği
tarihi, hem simgesel hem tarihsel olarak yaşamı Direklerarası ile özdeşleşmiş
Naşit Bey’in ölümüyle 1943 yılı olarak vermiştir.[168]
Naşit Bey çalışmalarında
ağırlık verdiği tuluat temsilleriyle halk geleneğinin özelliklerine hâkim
olduğu gibi gerek Müzika-i Hümayun’da Karagöz’den kuklaya, ortaoyunundan drama
kadar tiyatronun çok çeşitli türlerindeki ustalarından aldığı eğitim, gerekse
birlikte çalıştığı tiyatro toplulukları ve sanatçıları vasıtasıyla edindiği
tecrübelerle sahne sanatlarının birçok alanında önemli bir bilgi ve deneyim
birikimine sahiptir. Bu birikimi ve ustalığı çocukları Adile Naşit ve Selim
Naşit’e tiyatro alanında önemli bir kaynak sağlamıştır. Bununla birlikte, Naşit
Bey sarayda eğitim almasına rağmen bu eğitim geleneksel tiyatronun eğitim şekli
olan usta-çırak ilişkisi üzerinden yürümüştür. Bu durumun ışığında
bakıldığında, kaynak olmanın ötesinde çocukları için bir rol modeli teşkil
ettiği ve Adile Naşit ile Selim Naşit’in babaları olmasının yanında ilk tiyatro
ustaları olduğu yorumu da yapılabilir. Üzerinde durulacağı üzere resmi bir
tiyatro eğitimi almayan Adile Naşit önce ailesi daha sonra çalıştığı kurum ve
topluluklarla kendisinden kıdemli sanatçıların yanında usta-çırak ilişkisi
benzeri bir konumlanmayla çırak statüsünde oyunculuğunu geliştirmiş ve daha
sonra kendisi usta konumuna yükselmiştir.
Ardında bıraktığı en değerli
mirası çocukları Adile Naşit ve Selim Naşit olan Naşit Bey pek çok eleştirmen
tarafından tuluat tiyatrosunun en başarılı temsilcilerinden biri sayılmaktadır.
Ölümünün ardından Naşit Bey’in yaşamı, çeşitli eserlere de konu olmuştur.
Tarık Buğra’nın romanı İbiş’in
Rüyası, Naşit Bey’in hayatından esinlenilmiş ve Nahit adlı bir halk
sanatçısının sahnede seyircisini eğlendirip güldürürken özel hayatında acı
çekmesinin yarattığı psikolojik ikilemi anlatmıştır. 1975 yılında ise Unutulanlar
adlı dizinin Naşit bölümü, Naşit Bey’in hayatını konu etmiştir. Bu programda
Naşit Bey’i Erol Günaydın, Naşit Bey’in eşi Amelya Hanım’ı Adile Naşit, Amelya
Hanım’ın babası Kemani Yorgo Efendi’yi de Selim Naşit canlandırmıştır.[169]
2017 yılında ise hayatı bir
tiyatro oyununa uyarlanmış, Komik-i Şehir Naşit Bey adıyla İBB Şehir
Tiyatroları’nda sahneye konan oyunda Naşit Bey’in torunu, Selim Naşit Özcan’ın
oğlu Naşit Özcan da sahne almıştır.[170]
Adile Naşit’in annesi Amelya
Hanım da çocukları gibi sanatçı bir ailenin içine doğmuştur. Babası Kemani
Yorgo Efendi Direklerarası tiyatrolarının aranan k eman sanatçılarından biri,
annesi Verjin Hanım da Küçük Verjin[171]
adıyla sahneye çıkan dönemin önde gelen kantocularından birisidir. Babası gibi
keman çalan ağabeyi Niko ile düettolara çıkan Amelya Hanım, ailenin çalıştığı
kumpanyalarda kantocu olarak da sahne almıştır. Ebeveynleri Yorgo Efendi ile
Verjin Hanım’ın Naşit Bey ile olan çalışmaları vasıtasıyla Naşit Bey ile
tanışan Amelya Hanım 1926 yılında Naşit Bey ile evlenmiştir.[172] Bu evlilikle birlikte Naşit
Tiyatrosu tam bir aile tiyatrosu halini almıştır. Naşit Bey ile olan
evliliğinden Selim ve Adile adında iki çocuğu olan Amelya Hanım[173] ile ilgili çok az bilgi
bulunmaktadır. Yaşamına dair edinilen bilgiler genellikle eşi Naşit Bey ve
çocukları Adile ve Selim Naşit üzerinden verilen bilgilerin ötesine
gitmemektedir. Bu durum, kendisi de sahne sanatçısı olmasına rağmen Naşit
Bey’in gölgesinde kalmasıyla yorumlanabilir. Getirilebilecek bir başka açıklama
ise kadın olmasıdır. Kadın sanatçıların sayıca az olduğu bu dönemde kadın
sanatçılara dair bilgi edinmek çok daha zordur. Buna bir de kadınların sahneye
çıkmak için kimlik/isim değiştirme yollarına başvurmaları eklenince bazı kadın
sanatçılara dair bilgi edinmek imkânsızlaşmaktadır. Amelya Hanım’ın durumunda
ise tuluat tiyatrolarının en aktif topluluklarından birinin parçası olması
Amelya Hanım’a dair tamamen karanlıkta kalmamamızı sağlamıştır.
Amelya Hanım’a dair edinilen
bilgilerden biri yetenekli bir kantocu ve oyuncu[174]
olduğu yönündedir. Seyfi Dursunoğlu’nun Huysuz Virjin karakterini
oluşturmadan önce kanto üzerine yaptığı araştırmalar sırasında görüştüğü sahne
sanatçılarından biri de Amelya Hanım’dır: “Bu arada Niko ve Amelya gibi bu
sanatla doğrudan temasa geçmiş kimseleri tanıdım. Kantocunun okuyuş tavrı ve
üslubu hakkında bilgi edindim. Şimdi oldukça zengin bir repertuarım var. Kadın
görünümünde bir erkek olarak sahneye çıkışım ayrıca ilgi görüyor...”[175]
Selim Naşit de bir söyleşide
annesini şu şekilde anlatmıştır:
“Ağırkanlı ve sempatikti.. Konuşması ağdalı değil ama, tatlı bir ecnebi
diksiyonu taşırdı.. Özellikle de dramlarda.. Çok başarılı bir oyuncuydu..
Hatırladığımca; en güzel özelliği bayılacağı ve öleceği zamanlarda, düşeceği
yere bir koltuk hazırlamasıydı kendine.. Enteresandır, onbir perde dramlar
oynanırdı o zamanlar.. “Balmumu Cinayeti” ve “Demirhane Müdürü” özellikle büyük
ilgi gören dramlardı.. O zamanlar oyunlar sahura kadar sürdüğü için, kulisi ev
gibiydi annemin.. Akşam sekizden itibaren kullandığı kulisinde; şişe suyundan
tut da kaşer peynirine, kahvesinden ekmeğine kadar her şey vardı..”[176]
Amelya Hanım ve annesi Verjin
Hanım’ın kanto, babası Yorgo Efendi ile kardeşi Niko’nun müzik alanındaki
çalışmaları, Adile Naşit’in sanatını müzik ve dans yönünden besleyen kaynaklar
olmuştur. Özellikle sanatçının kariyerinde dâhil olduğu müzikli oyun ve
müzikaller dikkate alındığında Amelya Hanım’ın ve ailesinin kanto ve düettolar
ile dans ve müzik açısından Adile Naşit’e kalan sanat mirasına katkıda
bulunduğu yorumunu yapmak mümkündür. Ayrıca, Naşit Bey’in tiyatro açısından rol
modeli ve Adile Naşit’in ilk “ustası” olduğu değerlendirmesi göz önünde
bulundurulduğunda, aynı değerlendirme Amelya Hanım, Verjin Hanım, Yorgo Efendi
ve Niko için de yapılabilir. Geleneksel usta-çırak ilişkisinin sahnede pratik
yaparak öğrenme, unvan devretme gibi özelliklerini sağla masa da aile
fertlerinin kendi alanlarındaki uzmanlıkları, çocukluğunu ailesini provalarda
ve sahnede izlemekle ve onların temsillerini kendince oyunlaştırarak
taklitlerini yapmakla geçiren Adile Naşit için aile fertleri usta-çırak
ilişkisinin birçok dinamiğini sağlamıştır.
Amelya Hanım’la ilgili öne
çıkan bilgilerden biri Naşit Bey ile evlendikten sonra ismini değiştirip Emel
adını almasıdır. Bu bilgi hem Ergun Hiçyılmaz’ın İstanbul Geceleri ve
Kantolar kitabında[177] geçmekte hem de Adile
Naşit’in annesi Amelya Hanım’ı canlandırdığı Unutulanlar dizisinin Naşit
bölümünde evliliğin gerçekleşmesinin ardından kendisine Emel diye
seslenilmesinde karşımıza çıkmaktadır. Ataerkil toplumlarda soyun devamlılığını
sağlayacak kişinin erkek olduğu anlayışı hâkim olduğundan etnik ve dini kökeni
farklı olan çiftlerde kadının baskın olan kimliği kabullenip isim ve/veya din
değiştirmesi sık karşılaşılan bir durumdur. Sibel Öz’ün de belirttiği üzere
“Amelya’nın Emel oluşu, gerçek adıyla bu evlilikte var olmaması, sadece kişisel
bir tercih olarak değerlendirilemez. Örnekleri çokça görüldüğü üzere, isim ve
din değiştirme, Türk bir erkekle evlenmenin adeta temel şartı durumundadır.”[178] Fakat Amelya Hanım’ın
durumunda isim değişikliğine şüpheyle yaklaşmayı gerektirecek bazı noktalar
mevcuttur. Bunlardan ilki, evlendikten sonra da sahneye çıkmaya devam eden
Amelya Hanım’ın sahnede hâlâ Amelya olarak var olmasıdır. Bir diğeri ise
1966’da vefat eden Amelya Hanım’ın ölüm haberinin Amelya ismiyle duyrulması[179] ve ailesi tarafından verilen
ölüm ilanında da isminin Amelya olarak geçmesidir.[180]
Bu iki durum, pek tabii Amelya Hanım’ın Amelya ismini sahne adı olarak
kullanmaya devam etmesi ama özel hayatında Emel ismini kullanmasıyla da
açıklanabilir fakat bu şüpheleri giderecek ya da kesin bir cevap olacak
herhangi bir bilgiye ulaşılamamıştır.
Amelya Hanım’ın sahne
hayatıyla ilgili edinilen bir başka bilgi ise Naşit Topluluğu dağıldıktan sonra
sahneye çıkmamış oluşudur. 1943 yılında Naşit Bey’in ölümüyle ekonomik yönden
zor zamanlar geçiren ailede, Adile Naşit ve Selim Naşit eğitimlerini bırakıp
çeşitli atölyelerde çalışmaya başlarken Amelya Hanım da restorantlara mezeler
hazırlayarak aile ekonomisine katkı sağlamıştır.
Sanat hayatı boyunca eşi
tuluatçı Komik-i Şehir Naşit Bey ve annesi kantocu Küçük Verjin’in gölgesinde
kalan Amelya Hanım’ın sahne aldığı düettolardan bir örneğ i Ünver Oral
paylaşmıştır:
“Kantolardan sonra sıra düettolara gelir. Kısa pantolonu ve papyonu ile
önce Niko gelir. Sonra nazlı nazlı kırıtarak Amelya...
Niko_______
Gel matmazel inat etme,
İpek gibi delikanlıyım ben!... Pek çok kızlar ve madamlar
Beni görünce bayılıyorlar.
Amelya_______ Bakın
şu armuta,
Gezme demedim mi arkam sıra,
Def ol maymun maskara!...
Niko_______ Zor
bulursun kelepiri,
Fenerle arasın sen beni!
Evde kalır, pişman olursun,
Bulamazsın benim gibi tosun kocayı!...
Niko, para kesesini çıkarıp şıngırdatır. Amelya şaşırır. Yanına gidip
onun boynuna sarılır. Niko da Amelya’ya... Düettonun sonunu beraber söylerler
perde kapanır.”[181]
Adile Naşit’in ağabeyi Selim
Naşit, 15 Ağustos 1928’de, ailesinin sahne aldığı Millet Tiyatrosu’nun üst
katındaki Naşit’in ailesine ayrılan dairede dünyaya gelmiştir. Aralarında iki
yaş olan Adile ve Selim Naşit, çocukluklarını tiyatronun üstündeki bu
dairelerde babaları ve annelerinin temsillerini tekrarlayıp oyunlaştırarak
geçirmişlerdir.[182] Adile Naşit gibi tiyatro
sevgisi çocuk yaşta başlayan sanatçı babaları Naşit Bey’in ölümünün ardından 15
yaşındayken, eğitim gördüğü ticaret lisesinden ayrılmış ve Dolapdere’de bir
kaporta boya atölyesinde çalışmaya başlamıştır.[183]
Bu atölyede uzun süre çalışamayan sanatçı, komşuları Madam Marika aracılığıyla
Muhlis Sabahattin Bey ile tanışmış ve Gül Fatma adlı oyunla Muhlis
Bey’in topluluğuna dâhil olmuştur.[184]
Bu toplulukla olan çalışmaları 1945 yıllarına denk gelmektedir ve kardeşi Adile
Naşit bu sırada Şehir Tiyatroları’nın Çocuk Bölümü’nde çalışmaktadır. Daha
sonra her iki kardeş de Muammer Karaca Topluluğu’na katılmış ve bu andan
itibaren tiyatro kariyerleri pek çok noktada kesişmiştir. Muammer Karaca
Tiyatro Topluluğu’nda oyunculuk dışında dekoratörlük, ses ve elektrik
teknisyenliği gibi pek çok sahne arkası görevlerde de çalışmıştır. Bu da kendi
tiyatrolarını kurarken değerli bir birikim sağlamıştır. 1948 yılında başladığı
Muammer Karaca Tiyatro Topluluğu’ndan Adile Naşit ve Ziya Keskiner ile ayrılan
Selim Naşit, Ankara’da babaları Naşit Bey adına Naşit Tiyatrosu’nu kurmuştur.
Açılışının üzerinden iki ay geçtikten sonra iflas eden Naşit Tiyatrosu’nun
kapanmasının ardından İstanbul’a dönmüş ve Toto Karaca, Gülriz Sururi, Engin
Cezzar gibi oyuncularla İstanbul Tiyatrosu’nda yaklaşık altı yıl çalışmıştır.
İstanbul Tiyatrosu’ndan sonra ise kardeşi Adile Naşit ile yine aynı sahneyi
paylaşacağı Gazanfer Özcan-Gönül Ülkü Topluluğu’na katılmıştır. Bu toplulukta
da 1966’dan 1980’lerin başına kadar yaklaşık 14 sene çalışmıştır. Bu
topluluktan ayrıldıktan sonra Devekuşu Kabare Tiyatrosu’nda çalışan sanatçıya
1981 yılında sahnede geçirdiği 36 yılın şerefine jübile düzenlenmiştir.[185] 1997 yılına gelindiğinde ise Histeri
oyunundaki performansıyla Afife Jale Tiyatro Ödülleri’nin En Başarılı Yardımcı
Erkek Oyuncu dalında ödül kazanmıştır.[186]
Tiyatroya ağırlık vermesine rağmen sinema filmlerinde de rol alan Selim Naşit, Ah
Nerede (1975), Kapıcılar Kralı (1976), Çöpçüler Kralı (1977),
Neşeli Günler (1978), Ne Olacak Şimdi (1979), Çarıklı Milyoner
(1983) gibi birçok filme oynamıştır. Rol aldığı son filmlerden Her Şey Çok
Güzel Olacak (1998) ile 1998 yılı Sinema Yazarları Derneği (SİYAD) En İyi
Yardımcı Erkek Oyuncu ödülünü almıştır.[187]
Gülşen Abi (1994), Ruhsar (1997), Sıdıka (1997) ve Aynalı
Tahir (2000) gibi televizyon dizileriyle televizyon seyircisiyle de
buluşmuştur. Kariyerinin son dönemlerinde kanserle mücadele eden Selim Naşit 18
Ağustos 2000 tarihinde hayatını kaybetmiştir.[188]
Adile Naşit’in Tiyatro Kariyeri
Tuluat ustası “Komik-i Şehir”
unvanlı Naşit Bey ile Kantocu Amelya Hanım’ın kızı Adile Naşit, 17 Haziran 1930
tarihinde İstanbul Şehzadebaşı semtinde Direklerarası diye anılan, tiyatro gibi
kültür-sanat etkinliklerinin yoğunlaştığı bölgede yer alan Millet Tiyatrosu’nun
üst katlarındaki bir dairede dünyaya gelmiştir. 1939 yılında el değiştirip
Turan Sineması adını alıncaya değin uzun yıllar boyunca, Naşit Bey’in ismiyle
anılan tiyatro topluluğuna ev sahipliği yapmış olan Millet Tiyatrosu, aynı
zamanda Naşit Bey ve Amelya Hanım ile yine topluluğun üyeleri olan Amelya
Hanım’ın ebeveynleri Kantocu Küçük Verjin ve Kemani Yorgo Efendi’ye tahsis
edilen daireleriyle ailenin evi işlevini de üstlenmiştir. Adile Naşit için
ailesinin zengin tiyatro geçmişine atfedilerek dile getirilen “tiyatronun
kulisinde doğmuş”[189] ifadesi Adile
Naşit ve ağabeyi Selim Naşit örneğinde Millet Tiyatrosu’ndaki hayatları
bağlamında mecazi anlamı aşmış ve gerçek bir boyut da kazanmıştır.
Çocukluklarının büyük bir bölümünü Millet Tiyatrosu’nda geçiren Adile Naşit ve
Selim Naşit burada babaları Naşit Bey ve anneleri Amelya Hanım performanslarına
ve provalarına yakından şahit olma imkânına sahip olmuşlardır. Ev hayatı ile iş
hayatının aynı binada toplandığı Millet Tiyatrosu ile ilgili Adile Naşit
şunları dile getirmiştir: “Çocukluğumuz, aşağı yukarı altı yaşına kadar
tiyatronun üstündeki binada geçti. Bizim daireden sofita gözükürdü. Sofitadan
da sahneyi görürdük. Aşağıdaki oyunları takip ederdik...”[190]
1936’dan sonra ev ve tiyatroyu ayırma kararı alan aile Vezneciler’de bir daire
taşınmış olsa da tiyatro topluluğu Millet Tiyatrosu’nda sahne almaya devam etmiştir.
Nalan Söylemez’in aktardığına göre bu kararın alınmasının sebebi okul çağına
gelen Adile Naşit ve Selim Naşit’in her gece
oyun seyretmelerinin uygun
görülmemesi olmuştur.[191] Selim Naşit’in verdiği
röportajlar ve paylaştığı anıları[192]
ile anlaşıldığı üzere hem Adile Naşit hem de Selim Naşit’in tiyatro sevgisi bu
döneme uzanmaktadır. Anne ve babalarının rollerini taklit etmeyi oyun haline
getiren iki kardeş daha küçük yaştan oyunculuk yetenekleriyle dikkatleri
çekmiştir. Özellikle babalarının oyunlarından Sürpik ve Haçik tiplemelerini
sıklıkla canlandıran iki kardeş babaları tarafından bu isimlerle de
anılmışlardır. Her iki kardeşin de tiyatroya olan ilgisinin farkında olan Naşit
Bey’in bu ilgiye olan yaklaşımını Adile Naşit şu sözlerle dile getirmiştir:
“Daha sekiz yaşındayken babam beni karşısına alır, Ermeni taklitleri
öğretirdi. Keyfi yerinde olduğu zamanlar kendisini seyre doyamazdık. Makyaj
yapar bize oyunlar gösterirdi. Sonra bizi karşısına alır, monoloklarla
rollerimizi ezberletir makyajımızı yapardı. Dokuz yaşındayken onun yardımı ile
Hamleti oynamıştık. Ağabeyimden çok benim iyi bir tiyatro kültürüne sahip
olmamı daima arzu ederdi. Orta tahsilimi bitirdikten sonra Ankara Devlet
tiyatrosuna göndermeye niyeti vardı. Selim’in tiyatroya intisabını istemezdi.
Onu doktor veya mühendis yapmayı düşünüyordu.”[193]
Bu ifadeden de anlaşılacağı
üzere Adile Naşit yalnız ailesini gözlemleyerek değil, babasının gözetiminde ve
yönlendirmesinde tiyatronun ezber, makyaj ve sahneleme gibi birçok yönüyle
ilgili küçük yaştan itibaren pratik yapma imkânı bulmuştur. Hem klasik hem
geleneksel tiyatro oyunlarıyla ilgili Müzika-ı Hümayun’da eğitim almış,
katıldığı birbirinden farklı sahne sanatları sunan topluluklarla kendisini
geliştirmiş ve son olarak ustası Abdi Efendi’den “Komik-i Şehir” unvanını almış
olan Naşit Bey gibi bir ustanın, çocuklarını tiyatro oyunculuğu anlamında
yönlendirmesi birçok oyuncu adayının gıpta edeceği bir fırsattır. Adile Naşit
ve Selim Naşit’in küçük yaşlardan itibaren bu fırsatlardan yararlanabilmeleri,
çoğunlukla halk geleneğinden beslenen oyunlar sahneleyen Naşit Bey’in
yönlendirmeleri de dikkate alındığında Naşit Bey ve çocukları arasındaki bu
etkileşimin halk tiyatrosu eğitim geleneğindeki usta-çırak ilişkisinin bir
yansıması olduğunu söylemek mümkündür. Buna ek olar ak, yine Adile Naşit’in
verdiği bilgilere dayanarak Hamlet oyununu sahnelemeleri örneğinden
anlaşılacağı üzere Adile Naşit’in çocukluğundan itibaren tanık olduğu ve taklit
ettiği tiyatro oyunları ve rolleri çoğunlukla halk geleneğinden beslense de
sanatçı, Türkiye’deki tiyatro alanını etkileyen ve şekillendiren Batı tarzı
tiyatro pratiğiyle, Batı klasikleriyle de çocukluğunda tanışmıştır.
Adile Naşit ve ağabeyi Selim
Naşit’in tiyatroya duydukları ilginin boyutunu halalarının köşkünün bahçesinde
sahneye koydukları oyunu, Naşit Bey’in hayatının belli bölümlerini
öyküleştirerek anlattığı Direklerarası Türk Tiyatrosundan Hikâyeler adlı
kitabında Burhan Arpad şu şekilde kaleme almıştır:
“Suadiye, Acıçeşme'de büyük bir köşk bahçesinde 1939 ağustosunun sıcak
bir gecesi ‘İzmir Tiyatrosu’nun perdesi ilk ve son kez açıldı. Sahnenin, perde
ve dekorların, seyirci yerlerinin hazırlanması günlerce sürmüştü. Rollerin
çalışılmasına gece gündüz devanı edilmişti. [...] Programda hem dram, hem
komedi vardı. Shakespeare'in ünlü trajedisi Hamlet ve Komik Naşit Bey
heyeti temsiliyesinin en tutmuş oyunlarından ‘Sürpik ile Haçik vardı
programda. [...] İzmir Tiyatrosu'nun Ofelyası: Adile, Kralı: Selim'di. Naşit
Özcan'ın çocuklarıydılar. Tiyatronun rejisörü de Naşit Özcan'dı. [...] Tepebaşı
sahnesinde Naşit Beyin 35. sahne yılı kutlandıktan sonra, çocukların da tiyatro
merakı artmıştı. Adile dokuz, Selim on bir yaşındaydı. [...] Sabah kahvesi
içerken bazı bazı kızı karşısına alıp Sürpik rolünü iyice öğretir, taklitler
yaptırırdı. [...] Naşit Özcan, Suadiye Şenyol bahçesindeki oyun biter bitmez,
makyajını silmeden, İzmir Tiyatrosu’na koştu. Son perdeye olsun yetişmek
istiyordu. Köşkün bahçesine yaklaşınca bir az ağırlaştı. [...] Gözleri
yaşarmıştı. Perde alkışlar arasında kapanınca, o da ağaçların arasından çıktı,
sahneye doğru ilerledi. Çocuklarının yanına gitti. İkisini de kucakladı.
Gündüzden satın aldığı birer altın saati verdi. Hüzünle sevincin karıştığı bir
sesle: ‘İyi oynadınız çocuklar!’ dedi.”[194]
Naşit Bey’in gerek
performansları gerek kendisinin sahneye koyduğu oyunlar ile yol gösterici bir
model olmasına ek olarak Adile Naşit ve Selim Naşit’in anneleri Amelya Hanım
ile anneanneleri Küçük Verjin’in kantocu olması ve dedeleri Kemani Yorgo Efendi
ile dayıları Nico’nun müzisyen olması tiyatro topluluğunun sahnelediği tuluat
ve diğer müzikli oyunlarda tamamlayıcı bir rol üstlenmelerine ve Adile Naşit
ile Selim Naşit’in müzik ve dans ile de iç içe olmalarına olanak sağlamıştır.
Selim Naşit o ortama dair şöyle bir resim çizmiştir:
“Çocukluğumu beş yaşımdan beri hatırlıyorum” dedi... “Evimiz bir perde
arkasıydı sanki, tiyatro binamız ailemiz arasında bölüşülmüştü.. Annem Küçük
Virjin, dedem kemani Yorgo efendi ve dayım Niko, binanın ön tarafında
otururlardı... Üst katımıza da Şamran Hanım yerleşmişti... Şamran Hanım’ın
kocası; zamanın ünlü yağlı boya ustası, Alexander Efendi’ydi...”[195]
Bu kadrodaki müzisyen ve
kantocuların çalışmaları da Adile Naşit’i oyunculuk anlamında etkileyecek öneme
sahip olmuştur. Nitekim Naşit Bey’in dilediğinin aksine Adile Naşit’in bir
konservatuar eğitimi almamış olması, Adile Naşit’in tiyatro kariyeri boyunca
rol aldığı müzikli oyunlar ve müzikallerin çok sayıda olması dikkate
alındığında, çocukluğunda edindiği sahne bilgisi ve pratiğinin müzik ve dans
ile entegre olduğunu ve bunu kariyeri boyunca geliştirip aranan bir müzikal
sanatçısı olmasında önemli bir etkisi olduğu yorumunu yapmak mümkündür.
Yaşadıkları dönemin ve icra
ettikleri sanatın önde gelen sanatçılarından oluşan bir ailenin içine doğmak
Adile Naşit ve Selim Naşit’in durumunda olduğu gibi o sanatın kendisine dair
inceliklerini uzmanından öğrenmeyi, sanat camiasına yakın olmayı ve birçok
tiyatro sanatçısıyla diyalog kurabilmeyi kolaylaştırmıştır. Sanatçı bir ailenin
parçası olmanın, içinde olunan koşullara bağlı olarak hem bir avantaj hem de
bir dezavantaja dönüşebilecek bir tarafı da vardır. Bu dezavantaj, icra edilen
sanatın zorluklarını, sanatçıların yüzleştiği engelleri de ilk elden tecrübe
etmek durumunda kalmaktır. Bu durumun avantaja dönüşebilecek tarafı, Adile
Naşit’in bu zorlukları ve engelleri erken yaşta tanımasının kendisine gelecekte
benzer sorunlara karşı hazırlıklı olma ve bu sorunlardan kaçınabilmek için
çözüm arayışına girme imkânı tanıması ve bu tecrübelerin gelecekte meslek
hayatında yol gösterici bir bilinç kazandırması olarak görülebilir. Nitekim
Adile Naşit’in kariyerine bakıldığında oyunculuğunun tiyatro sahnesiyle sınırlı
kalmaması sinemadan radyoya ve televizyona kadar farklı platformlarda çalışması
ve bu farklı alanlardaki çalışmalarını tiyatro ile edindiği bilgi birikimiyle
besleyip sürdürmesi bu zorlukların avantaja çevrilebileceğinin kanıtıdır.
Karşılaşılan zorluk ve
engellerin bir dezavantaj olması durumu ise tahmin edilebileceği üzere Naşit
Bey ve ailesinin hem motivasyon hem de ekonomik açıdan bu sorunlarla direkt
yüzleşmek durumunda kalmalarıdır. 1930’ların ikinci yarısından itibaren
Direklerarası tiyatrolarının önceki popüleritesini yitirmesi, tuluat
tiyatrosuna dair yapılan eleştiriler,[196]
yine bu dönemlerde tiyatro çalışmalarının seyirci alışanlıklarına bağlı olarak
yıl boyu aynı istikrarlı düzene sahip olamaması[197]
gibi sebepler Adile Naşit’in çocukluğunda, hayatlarını ekonomik yönden zorlayan
tecrübeler olmuştur. Bu ekonomik sorunları Adile Naşit “Bütün ömrü boyunca
sahnede kaldığı halde maddi bakımdan pek müreffeh bir hayat geçirdik sayılamaz.
Elli senelik sahne hayatından sonra biriktirebildiği bütün para 1450 lira idi.
Bu yüzden hastalığı sırasında çok sıkıntı çektik.”[198]
şeklinde ifade etmiştir.
Maddi güçlüğün ek gelir
arayışına itmesiyle bir süre piyango bayiisi işleten Naşit Bey’in ekonomik
açıdan duyduğu kaygı Adile Naşit ve Selim Naşit’in meslek seçimlerine dair
düşüncelerine de yansımıştır. Daha önce Adile Naşit’ten aktarılan Adile
Naşit’in konservatuarda eğitim alması ve Selim Naşit’in doktor ya da mühendis
olması arzusu Naşit Bey’in çocuklarının meslek seçimlerine yönelik arzusuna
dair sıklıkla dile getirilen anılardan olmuştur. Selim Naşit de verdiği
röportajlardan birinde konuyla ilgili “Adile’nin konservatuarda okumasını
ister, benim de ya doktor ya da mühendis olmamı arzu ederdi... Hatta ticaret
lisesine bile gittim bir zamanlar...”[199]
diye dile getirmiştir. Naşit Bey çocuklarının geleceğine dair duyduğu kaygıyı
Vasfi Rıza Zobu’nun anlattıklarından da anlaşılacağı üzere çevresiyle de
paylaşmıştır:
“...Son yılları bir hayli üzüntü ve de yokluk içinde geçmişti
rahmetlinin... İşte bu günlerin birisinde beni karşısına alıp ‘Vasfı’ demişti,
kızı rahmetli Adile Naşit ve oğlu Selim Naşit için... ‘Ne kadar isterlerse
istesinler, sakın yardımcı olma onların tiyatrocu olmalarına...’ [bu isteği
yerine getirememesi, kardeşlere yardımcı olması sorulduğunda] Evet, öyle oldu
ne yazık ki... Ne yazık ki diyorum... Belki o istemedi ama; ben böylesine
yerinde bir davranışımla, tiyatromuza iki yetenekli oyuncu kazandırdım.”[200]
Ailesini gözlemleyerek ve kimi
zaman onların yönlendirmesiyle çocukluğunda amatör oyunlar sergileyen ve
tiyatroya duyduğu ilgi giderek artan Adile Naşit 1943 yılında babası Naşit
Bey’in ölümüyle ödemek zorunda kaldıkları borçların yükü sebebiyle okulu
bırakmak zorunda kalmış ve konservatuar eğitimi ihtimali ortadan kalkmıştır.
Ailesine yardım etmek amacıyla çalışmaya bir bayrak atölyesinde başlayan ve
1944-45 sezonunda Şehir Tiyatrosu kadrosuna giren Adile Naşit ilk işini ve
tiyatroya atılmasını şu şekilde anlatmıştır:
“Babam öldükten sonra; huzur ve refah dolu günlerimiz, hemen sona
ermişti... Sanatçının kaderiydi bu.. Babam komik Naşit efendi, bir yığın borç
bırakmıştı ardından.. aileme katkıda bulunmak için, 13 yaşında çalışmak zorunda
kalmıştım.. Ama bir tiyatroda değil; Tozkoparan’dan aşağıya inen, Kasımpaşa
yokuşundaki bir bayrak atölyesinde... 1943 yılının Haziran ayı idi... Buradaki
işim, Türk bayraklarını kalıplar içinde boyamaktı.. Küçücük bir haftalık
alıyordum... Sonra Necdet Mahfi beyle tanıştık.. Şehir Tiyatrosu’nun çocuk
bölümüne aldırdı beni... 17 lira aylık almaya başladım..”[201]
Adile Naşit İstanbul Şehir Tiyatrosu'nda
Adile Naşit, tiyatro
kariyerine İstanbul Şehir Tiyatroları'nda 1943 yılında tiyatro sanatçısı Necdet
Mahfi Ayral'ın aracılığıyla ve dönemin başyönetmeni Muhsin Ertuğrul'un rızasını
alarak Çocuk Bölümü'nde başlamıştır. Bu dönemin Şehir Tiyatroları'na
bakıldığında 1930'lara kadar süren, oyuncuların zaman zaman ayrılıp kendi
topluluklarını kurduğu,[202] düzenli tiyatro
gösterilerinin yapılamadığı,[203] belediye
girişimleriyle kurulsa da belli dönemlerde yeterli ekonomik desteğin
sağlanamadığı, Özdemir Nutku'nun sınıflandırması ile "dağınıklık ve
bocalama" döneminden sıyrılmış, 1927'de Muhsin Ertuğrul'un başyönetmen
olarak göreve gelmesiyle[204] istikrarlı bir çalışma
düzenine kavuşmuştur. Böylelikle topluluk ile kumpanya tanımlamasından sıyrılıp
kurumsal bir yapıya sahip olduğunu söylemek mümkündür. 1940'ların Şehir
Tiyatrosu kendisi İstanbul Belediyesi'ne ödenek ile bağlı olsa da Anadolu'ya
turneler düzenleyen ve çıkardığı Türk Tiyatrosu adlı dergi ile de
tiyatro alanında neredeyse ulusal düzeyde[205]
bir etkiye sahip olmuştur. Ayrıca 1935 yılından itibaren dram tiyatrosu ile
komedi tiyatrosuna çocuk tiyatrosunu da ekleyerek büyüme ve seyirci kitlesini
genişletme yoluna gitmiştir. Adile Naşit'in kariyerine başladığı birim de Çocuk
Tiyatrosu bölümüdür.
Çocuk
Tiyatrosu, 1935 yılında açılmadan önce 1930'dan itibaren Şehir Tiyatroları'nın
gündeminde olmuştur. Türk Tiyatrosu'nun (1930 tarihinde adı Darülbedayi'dir)
15 Kasım 1930 tarihli sayısında ilk defa yurtdışındaki tiyatrolarda sahnelenen
Shakespeare'in Fırtına isimli oyununun çocuklar için düzenlenen
uyarlamasına dair haberle ele alınan çocuk tiyatrosu,[206] 1935
yılında Çocuk Tiyatrosu bölümü
açılıncaya kadar Türk
Tiyatrosu’nda (Darülbedayi) yayınlanan yazılarla gündemde tutulmuştur. 1935
yılına gelindiğinde ise 15 Şubat 1935 tarihli Türk Tiyatrosu (Darülbedayi)
sayısında[207] gelecek tiyatro sezonunda
Çocuk Tiyatrosu bölümü açılacağı duyurulmuş ve yine aynı yılın sonlarında çocuk
tiyatrosunun sahneleyeceği oyunun saatleri ve fiyatları bildirilmiştir.
Açıldığı tarihten itibaren düzenli bir şekilde çocuk oyunları sahnelerini Çocuk
Tiyatrosu 1950'li yıllara kadar çoğunlukla yerli yazarların oyunlarını
sahnelenmiştir. Çocuk Tiyatrosu'na olan ilgiyi arttırmak amacıyla çocuklar için
olan bilet fiyatlarının yetişkinlerin biletlerinden daha ucuz olması, Darülbedayi
dışında Çocuk Tiyatrosu dergisinin çıkarılması ve çıkarılan bu dergiyle
bilet yerine geçecek kuponların[208] sunulması Çocuk Tiyatrosu'nun
oyunlarına olan ilgiyi arttırmak ve özellikle çocuklardan oluşan seyirci
sayısını yükseltmek için başvurduğu teşviklerden olmuştur. Seyirci sayısının
artmasıyla Şehir Tiyatroları'nın Çocuk Tiyatrosu'na verdiği önemin de arttığını
belirten Özdemir Nutku, kurumun Çocuk Tiyatrosu'na yönelik yaklaşımını şu
şekilde dile getirmiştir:
“Daha ileriki temsillerde, çocuk tiyatrosuna verilen önem de artmıştır.
Temsiller doldukça, çocuk bölümü için on altı kişilik bir orkestra, bir de bale
topluluğu kurulmuştur. Çocuk tiyatrosuna verilen önemde Muhsin Ertuğrul’un payı
büyüktür. Bu alanda ün yapmış Prof. E. Arkin ile görüşen M. Ertuğrul, çocuk
oyunları konusunda özellikle iki ilkeyi kendine düstur edinmiştir. Biri,
öğretici öğe: Bir ders havasında değil, ama tiyatro tekniğinden yararlanılarak
çocuklara eğlenceli bir şekilde sağlanmıştır. Öbürü de, eğlencedir. Söylemek
istenenler çocuklara eğlenceli bir yolda getirilmeliydi.”[209]
Adile Naşit'in Çocuk Tiyatrosu
ile kadrosuna katıldığı Şehir Tiyatroları'nın 19441945 tiyatro sezonuna
bakıldığında, Adile Naşit'in kadroya dâhil olma süreci Şehir Tiyatroları'nın
yeni oyuncu arayışında olduğu döneme denk gelmektedir. 1913 yılında kuruluşu
sırasında Darülbedayi'nin işlevi, yetkin oyuncuların yetişebileceği, yerli
oyunların hem nitelik hem de nicelik yönünden yetersiz görülmesi sebebiyle
nitelikli yerli oyunların üretilebileceği bir konservatuar olarak planlanmış[210] fakat I. Dünya Savaşı'nı
takiben kuruma rehberlik etmesi beklenen Fransız tiyatro sanatçısı Andre
Antoine'nin İstanbul'dan ayrılmasıyla Darülbedayi Rıza Vasfi Zobu'nun tabiriyle
mektepten bir kumpanyaya dönüşmüştür.[211]
Darülbedayi eğitim kurumu olarak işlevini koruyamasa da tiyatro eğitimi ve
tiyatro oyuncusu yetiştirme konusu korumun sürekli gündeminde olmuştur. 1925
yılında müzik okulu olan Darülelhan ile Darülbedayi'nin birleştirilmesiyle bir
konservatuar kurulması planlanıp bu girişim için İstanbul Belediyesi tarafından
bir bütçe ayrılmıştır, 1930 yılına gelindiğinde ise konservatuarın yeniden
düzenlenmesi kararlaştırılıp Tiyatro Meslek Okulu adıyla bir tiyatro okulu
açılmıştır.[212] Bu kurulan okulun amacının
"Avrupa anlayışında oyuncu yetiştirmek” ve "alaydan yetişenleri"
olabildiğince Şehir Tiyatrosu'ndan uzak tutmak" olduğunu belirten Özdemir
Nutku, sanatçı eksikliği sebebiyle gazetelere verilen duyularla, eğitimsiz ama
deneyimli ya da yetenekli görülen gençlerin tiyatroya alındığını ve böylelikle
Şehir Tiyatrosu'ndan "alaylı oyuncuların" da yetiştiğini
vurgulamıştır.[213]
1945 yılı Şehir
Tıyatroları'nın dışarıdan hem genç hem de çocuk oyuncular için çağrıda
bulunduğu bir yıl olmuştur. Şehir Tiyatroları'nın 25 tiyatro oyuncusu adayı
aradığına dair duyurusu üzerine Metin Toker, Muhsin Ertuğrul ile görüşmüştür.
Bu görüşmede Toker'in Şehir Tiyatroları'na müracaat eden olup olmadığı sorusuna
Ertuğrul şu cevabı vermiştir:
“Tahmininizden fazla. Fakat Ankara'da mükemmel bir okulumuz varken,
tiyatro sanatkarlarının hala alaydan yetişmelerine gönlüm razı olmuyordu. Müracaat
edenlerin hepsine, Devlet Konservatuarı'nı gösterdim; o zamandanberi iki genç
kız müstesna, kimseyi almadık. Halbuki bugünkü kadro iki tarafta temsil
verebilmek için kafi gelmiyor. Dramda rol alan arkadaşlar, bazan aynı akşam
komedi de sahneye çıkmak zorunda kalıyorl ar. Bunun ise hakikaten pek zararlı
tesirleri oluyor.”[214]
Aynı röportajda seçilen
gençleri nasıl bir eğitim beklediğini soran Toker'e Muhsin Ertuğrul şu cevabı
vermiştir:
“Bunlar kültürlü kimseler olacaktır; okuduklarını anlayacak, rollerini
kolaylıkla kavrayacaklardır. Onlara evvela nazari bilgi vereceğim, sonra yavaş
yavaş sahneye alıştıracak ve kabiliyetlerine uygun olarak seçilmiş bir piyes
temsil ettireceğim. Hep beraber tam bir fikir anlayışı içinde çalışacağız. Ben
bildiğimi onlara öğreteceğim, onlar bunu kendilerine sermaye yapacaklar. Ben
idealist, tiyatroya âşık gençler arıyorum: mesaimiz çetin olacak, maddi hiçbir
menfaat temin edilmeyecektir. Amatörce işe başlıyacak, sonunda eminim muvaffak
olacağız.”[215]
Genç tiyatrocu adaylarının
aranmasına ek olarak bu yıl bir ilk gerçekleşmiş ve çocuk oyuncu arayışı
gündeme gelmiştir. 1940-1946 sezonunun çocuk oyunu olan Herşeyden Biraz'da
tam 12 çocuk rol almıştır. Adile Naşit de bu oyunda rol alan 12 çocuktan biri
olmuştur. Türk Tiyatrosu'nun 178. sayısında yayınlanan oyun programında Adile
Özcan ismiyle yer alan Adile Naşit oyunda figüran konumunda rol almıştır.[216] Adile Naşit'in ilk oyunu Herşeyden
Biraz ile çocuk oyunculara kadro verilmesi kararına dair gerekçeyi Necdet
Mahfi Ayral Türk Tiyatrosu dergisinde şu şekilde kaleme almıştır:
“[...] Çünkü bir büyük insan, yetişmiş, yaşı ilerlemiş bir aktör ne
yapsa, ne fedakârlık etse, küçük seyircilerin ruh hâletlerini iyice
anlıyamıyacağı için, onların tamamen hoşlarına gidecek, onları eğlendirecek,
ağlatacak, onlara bir şeyler öğretecek ve onları memnun edebilecek şeyleri
yapmağa muvaffak olamayacaktır. [...] Çocuk ancak kendi yaşındaki çocuklardan
zevk alır.”[217]
Herşeyden Biraz adlı
oyundan sonra Çocuk Tiyatrosu'ndaki bir sonraki oyunu Memişin Rüyası
olan Adile Naşit, bu oyunda "3. köylü kızı" olarak rol almıştır.[218] 1943 yılında dâhil
olduğu ve 1947-48 tiyatro sezonuna kadar çalışmalarını sürdürdüğü Şehir
Tiyatroları Çocuk Tiyatrosu bölümü, Adile Naşit için tiyatroya attığı ilk adım
olmakla birlikte gelecekte aynı sahneyi paylaşacağı ya da aynı filmlerde
oynayacağı birçok tiyatro sanatçısıyla yollarının ilk defa kesiştiği sahne
olmuştur. Bu isimlerden bazıları Gülriz Sururi, Halit Akçatepe ve Gazanfer
Özcan olarak sıralanabilir.
Örgün eğitim ve öğretimini
yarıda bırakmış ve Devlet Konservatuarı eğitim hayalini gerçekleştirmemiş Adile
Naşit için Şehir Tiyatroları'nın hem bir meslek hem de bir okul işlevi
gördüğünü söylemek mümkündür. Özdemir Nutku'nun "alaylı" olarak
nitelendirdiği oyuncular sınıfına alabileceğimiz Adile Naşit burada Muhsin
Ertuğrul, Vasfii Rıza Zobu, Galip Arcan Şevkiye May, Cahide Sonku, Necdet Mahfi
Ayral gibi usta tiyatrocularla çalışma ve onları sahnede gözlemleme imkânı
edinmiştir. Alaylı yetişme durumu, Adile Naşit'in yakından tanıdığı halk
tiyatrosu geleneğinin "usta-çırak" ilişkisiyle oyuncu yetiştirme
yöntemine benzerlik göstermektedir. Bu açıdan bakıldığında Adile Naşit'in Şehir
Tiyatroları'nda bulunduğu süre boyunca çırak statüsünde olduğu yorumu
yapılabilir. Oyuncu olarak yetişme şekli her ne kadar halk tiyatrosu eğitim
şekli ile benzerlik taşısa da Adile Naşit, çocukluğunda tecrübe ettiği tiyatro
topluluklarının farklı olarak Şehir Tiyatroları'nda artık Batı etkisinde
şekillenen ve devlet himayesinde kurumsallaşan[219]
modern bir tiyatro kurumunun oyuncusu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu sebeple
Adile Naşit'in oyunculuğunu şekillendiren tiyatro yapısı hem geleneksel hem de
modern tiyatronun birleşiminden oluşmaktadır. Adile Naşit'in konservatuar
eksikliği yerine geçebilecek Şehir Tiyatroları deneyiminin geleneksel ve modern
öğeleri içermesi durumunu Özdemir Nutku'nun Şehir Tiyatroları oyuncuları
üzerine yaptığı "Şehir Tiyatrosu'nun okullu ve okulsuz eğitim yoluyla
kadrosunu genişletmesi bir üslup dağınıklığı getirdiği gibi, bu aynı zamanda
renkliliği ve yeniliğe açık bir mozaiği de sağlamıştır."[220] ifadesi başarılı bir şekilde
özetlemektedir.
Halide Pişkin, Aziz Basmacı ve Vahi Öz ile İş
Birliği
Şehir Tiyatroları'nın 1946
sezonunu kapatmasının ardından Adile Naşit, bu yazı Halide Pişkin'in tiyatro
topluluğuyla İstanbul turnesine çıkarak değerlendirmiştir.[221]
Tiyatro hayatına Milli Sahne'de başlayan Halide Pişkin, çeşitli
dönemlerde Darülbedayi kadrosuna dâhil olmuş, 1935 yılında kendi topluluğunu
kurmuş, zaman zaman başka topluluklarla iş birliği içinde olmuş önemli bir
tiyatro sanatçısıdır. Adile Naşit açısından ele alındığında ise Halide Pişkin,
başarılı bir tiyatrocu olmasının yanı sıra tiyatronun kadın oyuncularının ilk
temsilcilerinden olması, Adile Naşit'in kariyerine başladığı Darülbedayi (Şehir
Tiyatroları) ile olan ilişkisi ve Naşit Bey ile olan iş birliği yönünden önem
taşımaktadır.
Halide Pişkin'in Darülbedayi
oyuncularından olması onu, Batı etkisinde gelişen modern Türk tiyatrosunun önde
gelen kuramlarından birinin temsilcisi haline getirmektedir. Öte yandan,
Darülbedayi'den ayrılıp kendi topluluğunu kurmasının ardından 1935 yılında
Adile Naşit'in babası Naşit Bey'in topluluğuyla birleşmiştir.[222] Bu birleşme
sonucunda Naşit Bey'in topluluğu tuluat oyunları dışında vodvil, operet gibi
oyunlar da sahneye koymuş[223] Halide Pişkin ise halk
geleneğinin önde gelen ustalarından biri ile iş birliği yaparak tiyatronun bu
halk geleneği yönüyle bir bağ kurmuştur. Oyunculuğu hem geleneksel hem de
modern tiyatrodan beslenen Adile Naşit için Halide Pişkin ile çıktığı İstanbul
turnesindeki temsilleri, tecrübe kazandığı ama hala "çırak"
statüsünde olduğu bir aşama olarak yorumlanabilir. Bu çırak statüsü, tiyatro
eleştirmenleri tarafından olumlu eleştiriler almaya başladığı ve ismini duyurarak
kendisini tiyatro alanında kanıtladığı 1950'lerin başına kadar sürmüştür.
İlerleyen bölümlerde de değinileceği üzere Muammer Karaca tarafından Karaca
Topluluğu'na dâhil olması yalnız oyunculuk yeteneği ile değil babası Naşit
Bey'in "yadigârı"[224] olması sebebiyle, babasının
ünü ile de ilişkili olmuştur. Bu açıdan kendisini kanıtlaması ile ifade edilmek
istenen babası olmasının yanında ilk ustası sayılabilecek Naşit Bey'in isminin
gölgesinden sıyrılıp kendi oyunculuğuyla Adile Naşit olarak tiyatro alanında
var olmasıdır.
Halide Pişkin’in tiyatro
topluluğuyla yaptığı çalışmaların ardından 1948 yılında Adile Naşit, Aziz
Basmacı ve Vahi Öz ile bir topluluk kurmuştur.[225]
Bu topluluk da Halide Pişkin topluluğu gibi gezici bir özellik taşımaktadır.
Tiyatro sahnesi açısından mekân sıkıntısının hâkim olduğu bu dönemde topluluk,
İstanbul’un farklı semtlerinde, çay bahçesi ve gazino gibi çeşitli mekânlarda
temsil vermişlerdir. 1950 yılındaki bir oyun ilanına göre aralarında Adile
Naşit, Aziz Basmacı, Ziya Keskiner, İhsan Gülek gibi tiyatrocuların bulunduğu
Büyük Skeç Topluluğu, Yenikapı Çakır Gazinosu’nda oyun sahnelemişlerdir. Bu
ilana göre topluluk müzikli bir skeç olan Alo Fidan Oğlu adlı oyunu
oynamıştır.[226] 1951 yılına kadar bu
toplulukla çalışan Adile Naşit, Halide Pişkin’in topluluğundan ayrılıp Aziz
Basmacı ve Vahi Öz’le henüz Büyük Skeç Topluluğu’nda çalışmaya başlamadığı kısa
sürede Muammer Karaca Tiyatro Topluluğu’nda çalışmıştır. Bu sırada tanıştığı
tiyatro sanatçısı Ziya Keskiner ile evlenen Adile Naşit 1951 yılında oğlu Ahmet
dünyaya geldiği için Aziz Basmacı-Vahi Öz ile kurdukları topluluktan
ayrılmıştır. 1954 yılında ise tekrar Muammer Karaca Tiyatro Topluluğu’na
katılmıştır.
Adile Naşit, Muammer Karaca Tiyatro
Topluluğu’nda
Muammer Karaca Tiyatro
Topluluğu, Adile Naşit’in tiyatro kariyerinde en uzun süre çalıştığı
topluluklardan biri olmuştur. İlk kez 1923 yılında Cemal Sahir Operet
Topluluğu’nda sahneye çıkan Muammer Karaca, 1924’te Darülbedayi kadrosuna
girmiş ve 1930’ların başında Süreyya Opereti’nde sahne aldıktan sonra tekrar
Darülbedayi kadrosuna katılmıştır.[227]
1 945 yılı itibariyle kendi tiyatro topluluğunu kuran Karaca, dönemin en
popüler sanatçılarından biri haline gelmiştir. Bu başarısının ardında,
çalıştığı topluluklarda Alabanda ve Fuar Yıldızı gibi oyunların
ve bu oyunlarda sergilediği performansın seyirci tarafından beğenilmesi
yatmaktadır. Oyuncu olarak ününü, kurmuş olduğu topluluğa taşıyan ve bu
toplulukta hem oyuncu hem de yönetmen olarak Türk tiyatrosunun en gözde
sanatçılarından biri haline gelen Muammer Karaca aynı zamanda Türk Tiyatro
hayatını etkileyecek girişimlerde de bulunmuştur. Topluluğun kurulduğu 1945
yılından kısa bir süre sonra kadroya giren Adile Naşit 1946-48 yılları ile 1954
yılından topluluktan ayrıldığı 1960 yılına kadar bu girişimlerin bir parçası
olmuştur.
Karaca Tiyatro Topluluğu,
kurulduğu ilk yıllarda İstanbul’daki tiyatro sahnesinin yetersizliğinden
olumsuz yönde etkilenmiş, Kristal ve Maksim gibi mekânlarda oyunlar
sahnelemiştir.[228] Sahne yetersizliği topluluğu
turne yapmaya sevk etmiş ve düzenledikleri uzun soluklu Anadolu turneleriyle
Karaca Topluluğu oyunlarıyla ünlerini Anadolu’ya taşımıştır. Bu uzun soluklu
turneleri gelenekselleşmesiyle belli bir seyirci kitlesi de edinmiştir.[229] İstanbul merkezli olup
Anadolu turnesine çıkan tek topluluk olmasa da turnelerinin istikrarlı oluşu
topluluğun ve Muammer Karaca’nın ulusal ölçekte popüler hale gelmesine olanak
tanımıştır. Ekrem Reşid Rey, Akşam gazetesinde kaleme aldığı “Muammer
Karaca ve Tiyatrosu” başlıklı yazısında topluluğun Anadolu turnelerindeki
başarılarını ve karşılaştıkları zorlukları dile getirmiştir:
“Muammer, hiçbir muavenet, hiçbir himaye görmeksizin, sırf sanatının
manevi kuvvetine ve maddi sermayesine dayanarak çalışıyor. Kâh kendisini
aramızda görüyoruz, kâh Anadolu’nun en ücra köşelerinde temsiller verdiğini
haber alıyoruz. Tutturduğu yol, uzun, çetin ve yıpratıcıdır. Büyük
şehirlerimizde bile tiyatro ismini taşımağa lâyik bir bina yoktur. Nerede
kalmış küçük vilayetlerde! Buna yol yorgunluklarını, otel derdini, daha birçok
müşkül mahrumiyetleri ve imkânsızlığı ilave edecek olursak Muammerin kalbinden
irade, azim ve aşkın eksik olmadığını kolayca teslim ederiz.”[230]
Turneleri başarı kazandırsa da
kimi zaman eleştirilere de hedef olmuştur. Bu eleştirilerden birini Muammer
Karaca ile Darülbedayi’den tanışan Vasfi Rıza Zobu getirmiştir. Anılarında,
Mayıs 1950’de Şehir Tiyatroları’nın Bursa’da düzenlediği turnelerin zayıf
geçmesinin sebebini Muammer Karaca’ya bağlamıştır. Şehir Tiyatroları’nın Bursa
turnesi hakkında bilgi sahibi olan Karaca’nın, Şehir Tiyatroları Bursa’ya
gelmeden altı gün önce kendi topluluğu için sahneye çıkma kararı alıp Şehir
Tiyatroları’nın tutmuş olduğu sahneyi kiraladığını aktaran Zobu, aynı durumun
Şehir Tiyatroları’nın farklı şehirlere düzenlediği başka turnelerde de
yaşandığını belirtmiştir.[231]
Anadolu turnelerinin,
özellikle de Muammer Karaca Topluluğu’yla özdeşleşen Cibali Karakolu’nun
başarısının yarattığı gelir sayesinde yerleşik bir tiyatro kurma ihtiyacıyla
1954 yılında Beyoğlu İstiklal Caddesi üzerinde yeni bir tiyatro binası yapımına
başlanmıştır. 1955 yılında kapılarını seyirciye açan Karaca Tiyatrosu’nun
inşası için bu dönemde turne gelirlerine ek olarak Pamukbank ile anlaşılarak
bir sponsorluk kurulmuş ve maddi destek sağlanmıştır.[232]
Karaca Tiyatrosu, 352 kişilik parter ve 131 kişilik balkonuyla 483 seyircilik
bir kapasiteye sahip olarak inşa edilmiştir. Geniş bir sahneye sahip olması,
salonun her iki katında geniş fuaye alanlarının bulunmasıyla da dönemin tiyatro
yapıları açısından epey büyük bir tiyatro salonu olarak öne çıkmıştır.[233] Yavuz Pekman Karaca
Tiyatrosu’nu “Cumhuriyet devrinde artık devletten ve belediyeden ümidini kesen
tiyatrocuların, özel teşebbüsle gerçekleştirdikleri tiyatro binalarının en
önemli örneklerinden biri”[234] olarak nitelendirmiştir.
Büyük ve dönemin mimari ve teknolojik gelişmelerine uygun inşa edilen Karaca
Tiyatro, yalnız fiziksel özellikleri ve özel girişimlerin kazandırdığı tiyatro
salonlarının ilk örneklerinden biri olması sebebiyle değil, Muammer Karaca’nın
salonu farklı toplulukların kullanımına sunmasıyla da tiyatro hayatına
hareketlilik katan bir yapı olarak karşımıza çıkmaktadır. Kendisine ait salonu
olmayan topluluklara, İstanbul’a turneye gelen yerli ve yabancı tiyatro
gruplarına kapılarını açmıştır. Böylelikle, kendi topluluğunun oynamayı tercih
ettiği oyun türlerinin dışında farklı türler ile davet ettiği müzisyenlerin
verdiği konserlerle müziğin önemli temsilcilerinin ve onların eserlerinin
seyirciyle buluşmasını sağlamıştır.
Muammer Karaca Tiyatro
Topluluğu’nun sahnelediği oyunlara bakıldığında topluluğun kurulduğu ilk
yıllarda oyunlarının genellikle revü, operet ve müzikli oyunlardan oluştuğunu,
1950’li yıllara gelindiğinde ise taşlamalı, kimi zaman politik öğeler içeren
halk güldürüsü tarzında oyunlara ağırlık verildiğini söylemek mümkündür.[235] İçinde yaşadığı siyasi
hayatın nabzını tutabilen Muammer Karaca’nın sahnelediği oyunlar, güncel
politik konuların hicivlerini Muammer Karaca’nın espri ve güldürü anlayışıyla
harmanlayıp sahnede doğaçlamaya imkân tanıyacak şekilde tasarlanarak seyirciye
sunulmuştur. Böyle bir yaklaşım, seyircilerin tepkisini inceleyerek oyunda
beğenmedikleri espri ya da taşlamaların tespit edilip değerlendirilmesi ya da
oyundan çıkarılmasına olanak tanımıştır. Oyunlar hazırlanırken doğaçlama yapmaya
imkân tanıyacak özgürlük alanı tanınması, oyuncuların gerek sahnede oyunu
sergilerken gerekse oyunun değerlendirilmesi yapılıp çıkarılan esprilerin
yerine yenilerinin üretilmesi aşamasında yaratıcı sürecin bir parçası
olmalarına olanak tanımıştır. Hem doğaçlama unsuru hem de esprilerin güncel
olaylarla şekillenmesi oyunların temel kurgusunu değiştirmese de komedi
öğelerinde güncellemeye gidilmesiyle sahnelenen her oyunun bir önceki temsilden
farklı olmasını sağlamıştır. Güldürüde seyircinin tepkilerinden yararlanıp
oyunu şekillendirmesi, hiciv ve doğaçlamanın ele alınış şekli Muammer Karaca ve
topluluğunu 1950’lilerdeki halk tiyatrosu geleneğinin bir temsilcisi haline
getirmiştir.
Muammer Karaca tiyatro
anlayışının, komedi ve politik hicvi ele alma şekliyle halk geleneğine ait
tuluatın kendi dönemindeki taşıyıcısı olduğu görüşü aralarında Halide Edip
Adıvar[236], Ekrem Reşit Rey[237], Peyami Safa[238], Reşat Nuri Güntekin, Burhan
Arpad gibi edebiyatçı ve eleştirmenlerin hemfikir olduğu bir konudur. Lütfi
Ay'ın kaleme aldığı Muammer Karaca ve Tiyatrosu yazısı bunun bir
örneğidir:
“Muammer Karaca sahne hayatımızda önemli yeri olan bir sanatçıdır. Her
şeyden önce geniş halk topluluklarının sevgisini kazanmış, yalnız İstanbul'da
değil, dolaştığı bütün Anadolu'da sıkıntıdan, üzüntüden bunalmış, adeta
gülmesini unutmuş yüzbinlerce insana, en az çeyrek yüzyıldan beri, neşe
dağıtmıştır. Bu bakımdan gelmiş geçmiş halk sanatçıları içinde onun kadar
popüler olmuş, yurt ölçüsünde şöhret yapmış birini daha göstermek kolay
değildir. Muammer Karaca bu şöhretini büyük sanat kudretinden çok zekâsına
borçludur. Son temsilcisi Naşit'den devraldığı Tuluat tiyatrosunu, o parlak
zekâsıyla ileriye götürmüştür.”239 240 [239]
Karaca Tiyatro Topluluğu,
oyunlarda genellikle Muammer Karaca'nın ön planda olması, topluluğun Muammer
Karaca liderliğinde kurulması ve Karaca'nın oyun seçimleri ile yönetimlerinde
ağırlıklı olarak söz sahibi olması sebebiyle Muammer Karaca'nın şahsıyla
ayrılmaz bir imaj çizse de kadrosundaki birçok ünlü sanatçıyı da barındırmıştır.
Topluluk, Celal Sururi, Renan Fosforoğlu Aziz Basmacı, Alev Karakaş, Toto
Karaca ve Tevhit Bilge gibi usta sanatçılara ek olarak gelecekte kendi
topluluklarını kuracak birçok genç tiyatrocuya da bir okul hizmeti görmüştür.
Münir Özkul, Adile Naşit, Selim Naşit, Gülriz Sururi gibi isimler bu genç
tiyatroculardan yalnız birkaçıdır.
Adile Naşit'in Muammer Karaca
Topluluğu'na dâhil olmasına bakıldığında ise kadroya girmesi ağabeyi Selim
Naşit ile gerçekleşmiştir. Henüz ismini duyurma şansı elde edememiş olan Naşit
kardeşlerin topluluğa katılmasına anneleri Amelya Hanım önayak olmuştur. İsmail
Biret'in Selim Naşit anılarından dramatize ettiği bu süreçten anlaşıldığı üzere
Muammer Karaca'nın Adile ve Selim Naşit'i kadroya almasında Naşit Bey'in
çocukları olmaları önemli bir etkendir.[240]
Selim Naşit'in Ülkü Erakalın ile yaptığı söyleşide paylaştıkları da bunu
destekler niteliktedir:
“Daha sonra da Muammer Karaca ile çalışmaya başladım... Muammer Bey
‘Ağabeyimin yadigârı’ diye karşıladı beni... Onyedi yaşımdaydım. Yanında
sahneyi süpürdüm, gişeye oturup bilet sattım. Aklına gelebilecek her şeyi
yaptım. Muhsin beyin talebesiydim ama; sahnede ne öğrendimse, Muammer Bey'den
öğrendim.”[241]
Topluluğa dâhil olma şekli ve
Muammer Karaca'nın topluluğun yıldızı ve dolayısıyla ustası olması sebebiyle
başlangıçta Adile Naşit burada da "çırak" statüsünde konumlanmıştır.
Fakat Cibali Karakolu, Masif iskemle, Etnan Bey Duymasın, Şenlik Palas, Fuar
Yıldızı gibi oyunlarda aldığı rollerle tiyatro eleştirmenlerince fark
edilmeye[242] ve ismini, Naşit Bey'in kızı
olmasının yanında performanslarının başarısıyla da duyurmaya başlamıştır:
"Muammer'in teşkil ettiği trupta iyi aktristler vardır. Mesela Belma
rolünü yapan Adile Naşit, Muammer'in sanat arkadaşları arasında büyük bir
kıymettir. Merhum Naşid'in kızı olduğunu öğrendiğim bu sanatkâr, daha bugünden
babasına hayırlı bir halef olduğunu gösteriyor. Onu gördükten sonra istidadın
irsi olduğuna inanacağım geldi."[243]
Sahne aldığı her oyundaki
tekil performansına dair yapılan olumlu eleştiriler dışında tiyatro oyuncusu
olarak izlediği yol ve genel performansı açısından da Muammer Karaca
Topluluğu'nda geçirdiği 1950'li yıllar Adile Naşit için eleştirmenlerce takdir
edildiği bir dönemdir. 1955 yılında çıkarılmaya başlanan aylık tiyatro dergisi Oyurida
düzenlenen “Eleştirmeciler Kimleri Beğeniyor?” başlıklı ankete göre Adile
Naşit, Muammer Karaca, Muhsin Ertuğrul, Bedia Muvahhit ve Münir Özkul gibi
isimlerle en beğenilen tiyatro sanatçılarından biri konumuna gelmiştir.[244] Böylelikle Şehir Tiyatroları,
Halide Pişkin ve Muammer Karaca ile olan çalışmalarında
"öğrenci/çırak" statüsünden sıyrılmıştır.
Karaca Topluluğu'nda on yıldan
uzun süre çalışan Adile Naşit'in başarısında sahneye koyduğu rollerin
çeşitliliğiyle ne kadar geniş bir yelpazede farklı karakterlere bürünebileceğim
göstermesi önemli bir etkendir. 1947 yılında sahnelenen Fuar Yıldızı
oyununda canlandırdığı bitli, yarı deli, sefil bir karakter olarak
nitelendirilen Düttürü Leyla rolü, Cibali Karakolu oyununda
canlandırdığı Nazire rolü[245] ve Masif iskemle
oyununda, aynı yaşta olmalarına rağmen Gülriz Sururi'nin canlandırdığı
karakterin annesi olan Nazmiye Hopdedik rolü bu çeşitliliğin birkaç örneğidir.[246] Adile Naşit'in
aldığı ilk film teklifine dair paylaştığı anısı aynı zamanda farklı
karakterlere bürünebilme başarısını da tasdiklemektedir:
“Tiyatro yaptığım o gençlik yıllarımda, sinemaya çok büyük bir tutkum
vardı... O zamanlarda da çok severdim sinemayı.. Rahmetli eşim Ziya Bey: ‘Senin
hiç sinema şansın yok...’ derdi bana hep... O ara; Muammer Karaca’da, (Masif
İskemle) adlı bir oyun oynuyorduk... 25 yaşımda idim.. Ama bana verilen rol,
Gülriz Sururi’nin annesi rolüydü ve 65 yaşında bir kadını canlandırıyordum..
Bir akşam tiyatroya, bu oyunu izleyen Anadolu Film sahibinden bir film teklifi
geldi... Ziya beyi şaşırtan bu teklif, beni son derece mutlu etmişti.. Ertesi
sabah heyecanla, film yazıhanesine gittim.. Hiç unutmam, kapıyı Hüseyin Peyda
bey açtı.. Ve:
‘Kimi aradınız?’ dedi..
‘Film için geldim, beni çağırtmışsınız’ dedim...
Şaşkındı adam:
‘Bir yanlışlık olacak’ dedi... ‘Biz sizi değil, oyunda oynayan 65
yaşındaki kadını çağırdık...’
Bu defa şaşkınlık sırası bendeydi... Adam devam etti:
‘Kusura bakma kızım, seni buraya kadar yorduk’ dedi...
‘Ne olur beni oynatın diye yalvarmaya başladım... Makyaj yapar,
istediğiniz gibi yaşlanırım’ dedim ama, kabul ettiremedim kendimi... Güldüler
ve kapıyı gösterdiler bana.. Ağlayarak eve döndüm..” [247]
Adile Naşit'in Karaca
Tiyatrosu’nda elde ettiği başarının bir başka nedeni de toplulukla ama
özellikle Muammer Karaca'nın tiyatro anlayışıyla yakaladığı uyumdur. Muammer
Karaca, Darülbedayi'de sahne almış dolayısıyla Darülbedayi'nin oyuncularından
beklediği Batı tarzı tiyatro standartlarına aşina olan ve beklenen bu ölçütlere
uygun performans vermiştir. Bunun yanısıra tiyatro anlayışının halk tiyatrosu
özelliklerinden beslendiği hatta tuluatın modern temsilcilerinden biri olarak
görüldüğü yukarıda ele alınmıştır. Bu iki farklı kaynaktan beslenen Muammer
Karaca'nın tiyatro kişiliği ve sahneye koyduğu oyunlar Adile Naşit'in bu zamana
kadarki tiyatro geçmişiyle benzerlik taşımaktadır. Adile Naşit de halk
tiyatrosu geleneklerini babası Naşit Bey sayesinde yakından tanıma imkânı
bulmuş ve daha sonra Şehir Tiyatroları (Darülbedayi) oyuncularından biri olarak
Muammer Karaca'nın zamanında birlikte çalıştığı Muhsin Ertuğrul, İ. Galip
Arcan, Vasfi Rıza Zobu gibi isimlerle çalışma fırsatı elde etmiştir.
Dolayısıyla Muammer Karaca'nın tiyatro anlayışını besleyen bu iki kaynağı
şekillendiren tiyatro sanatçılarıyla, Adile Naşit'in bir tiyatrocu olarak
yetişmesinde etkisi olan gelenek ve kurumların temsilcileri çoğunlukla aynı
kişilerdir. Bu sebeple halk tiyatrosu geleneğinden yetişmiş olan Adile Naşit'in
bu birikimini, modern tuluatçı olarak adlandırılan Muammer Karaca'nın
tiyatrosunda kullanması ve adından söz ettirmesi şaşırtıcı değildir. Metin And
da 1950'li ve 1960'lı yılların halk sanatçısı olarak en gözde sanatçısının
Muammer Karaca olduğunu belirtirken Adile Naşit de tuluat ve operetçilikte
sivrilen halk sanatçılarının arasında sıralanmıştır.[248]
1960'lı yıllara gelindiğinde
tarzını sürdürmeye devam eden Karaca Tiyatrosu bazı olumsuz eleştirilere de
hedef olmuştur. Dinamizmini yitirip tekrara düştüğüne yönelik yapılan
eleştiriler bu dönemde öne çıkmaktadır. Tiyatronun 1962 yılında, daha önce
Şehir Tiyatroları tarafından sahnelenmiş Lüküs Hayat operetini sahneleme
kararı bir "tekrara düşme" olarak nitelendirilmiştir.[249] Muammer Karaca Tiyatrosu'na
yönlendirilen eleştirilerin bir diğeri ise topluluğun oyunlarıyla sanat yapmayı
amaçlamadığı şeklindedir. Tiyatro sanatçısı Genco Erkal da özel tiyatrolara
dair bir soruya karşılık Muammer Karaca Tiyatrosu'nun "sanat endişesi
olmayan, seyircilerinin gönlünü hoş etmek için kurulmuş tiyatrolar"dan[250] biri olduğunu ifade etmiştir.
Muammer Karaca ise 1963 yılı Karaca
Tiyatrosu Dergisinde yazdığı bir yazı ile hem Lüküs Hayat operetini
oynama kararına hem de sanatsal tiyatro oyunları sahnelememe eleştirilerine
cevap vermiştir. Kaleme aldığı yazıyı da şu şekilde noktalamıştır:
“Dünya tatsızlaştı. Aziz dostlarım, gülemiyoruz, sevinemiyoruz, tebessüm
dudaklarımızda daha açmadan soluyor. Bırakalım büyük sanat fobisini: Gününü
asab bozucu bin bir tezad içinde geçirmiş, efkârdan bunalmış, zihni vergi
borcu, ev kirası, bakkal kasap hesapları ile tarumar olmuş bir kafaya
örüpidesin, faciaları şifa vermez. Biz vermiyor ve vermediği içindir ki işi
sazlı sözlü-tuluata dökmüş bulunuyoruz, sizlere bu badirede bir katre neş’e
sunabilirsek kendimizi bahtiyar addedeceğiz.”[251]
Tiyatronun işlevinin seyirci
şenlendirmek olduğunu düşünen Karaca, Lüküs Hayat opereti örneğinde de
görülebileceği üzere politik taşlamalar ve güldürler dışında müzikli oyunlarda
sahnelenmiştir. Canlandırdığı farklı karakterlere, doğaçlama yapmaya ek olarak
Adile Naşit, bu müzikli oyunlarla sahnede şarkı söyleme ve dans etme imkânı
yakalayarak annesi Amelya Hanım ve anneannesi Küçük Verjin sayesinde yine
yakından tanıklık ettiği kantonun getirilerini yeteneği ile birleştirmiş ve
müzikal alanındaki başarısını da göstermiştir. 1960 yılında ağabeyi Selim Naşit
ve eşi Ziya Keskiner ile Karaca Tiyatrosu'ndan ayrılma kararı alan Adile Naşit,
"çırak" statüsünde başladığı bu evreyi kendi topluluğunu kuracak bir
tiyatro sanatçısı olarak kapatmıştır.
Naşit Tiyatrosu: Bir Aile Girişimi
1960 yılına gelindiğinde kendi
tiyatrolarını kurma kararı alan Adile Naşit ile ağabeyi Selim Naşit ve eşi Ziya
Keskiner, Karaca Tiyatrosu’ndan ayrılmışlardır. Selim Naşit ve Ziya
Keskiner’den farklı olarak Adile Naşit bu girişimle birlikte ilk defa
oyunculuğun ötesinde oyun sahneye koyma sorumluluğu da üstlenmiştir. Selim
Naşit ile Ziya Keskiner, Karaca Tiyatrosu’nda sahne arkasında da
çalıştıklarından bu anlamda tecrübelidirler. Selim Naşit’in röportaj, anı[252] ve söyleşilerinden[253] anlaşıldığı
kadarıyla kendisinin oyunculuğun dışında dekor, özel efekt ve oyun
uyarlamalarında bulunması sahne arkası hazırlığında, yönetmenlik deneyimi
bulunan Ziya Keskiner’in ve yıllardır sahnede olan Adile Naşit’in
tecrübeleriyle birleştiğinde yeni tiyatroları için sağlam bir temel
oluşturmuştur.
Kuracakları tiyatroları için
mekân olarak Ankara’yı seçen grup, burada Güneş Sineması ile anlaşmış ve sinema
salonunu tiyatro oyunlarına uygun hale getirmiştir.
Ayrıca Güneş Sineması’na yakın
bir otel ile anlaşılarak Naşit Tiyatrosu oyuncu ve çalışanlarına tahsis
edilecek odalar ayırtılmıştır.[254]
Bu yeni kurulacak tiyatronun
oyuncu kadrosu için yapılan temasların ardından kadroda Adile Naşit, Selim
Naşit ve Ziya Keskiner’e ek olarak Sıtkı Akçatepe, Aysel Dinmez, Nur Demirok,
Aytekin Berkman, Ayhan Tunalıgil, Nalan Seçkin ve Melahat Özekit yer almıştır.
Seyirci karşısına çıkacakları ilk oyunları olarak, Adile Naşit’in sahneye
koyacağı uyarlamasını Vasfi Rıza Zobu’nun yaptığı, 1952 yılında Şehir
Tiyatroları’nda oynanan Ahududu seçilmiştir.[255]
1 961 yılının Ekim ayında açılışını yapan Naşit Tiyatrosu’nun kuruluşu Selmi
Andak tarafından şu şekilde duyurulmuştur:
“Türk tuluat tiyatrosunun büyük Naşit’i adına, kızı ve oğlu tarafından
Ankara’da Naşit Tiyatrosu kurulmuştur. Babaları çapına erişmek imkânsız olsa
bile, onun gibi bütün hayatlarım sahnenin çilesine vermiş sanatçılar olan Adile
Naşit ile oğlu Selim Naşit’in Naşit Tiyatrosu’nu kurmuş olmalarını Ankara
sanatseverlerinin ilgi ile karşılamış oldukları bildirilmektedir. Her iki
değerli kardeş sanatçıyı bu teşebbüslerinden dolayı tebrik ederken, aynı
zamanda ‘Naşit’ adını kullanabilmenin büyük sorumluluğunu taşıdıklarını da
belirtmekten kendimizi alıkoyamıyoruz. İçleri sanat ateşiyle yanıp tutuşan ve
bilhassa sahnede ‘civa’ kesilen Adile Naşit ve kardeşinin, pek tabii büyük halk
sanatçısı Naşit’in adına yaraşır bir tiyatro kurmuş olarak bunu
yürütebileceklerine şimdiden güveniyoruz.
Naşit Tiyatrosu Ankara’da önümüzdeki ekim ayında temsillerine
başlıyacaktır. [...] Bundan böyle Adile Naşit ile Selim Naşit’in, Muammer
Karaca tiyatrosu ile hiçbir ilgileri kalmamış olduğu da hatırlatılmaktadır.”[256]
Bu duyuruda fark edileceği
üzere Adile Naşit ile Selim Naşit’in Karaca Tiyatrosu’yla olan bağlarının
kesildiği vurgulanmaktadır. Bu vurguyu yapanın köşenin yazarı Selmi Andak mı
yoksa yeni girişimlerine dair bilgi paylaşan Adile Naşit ve Selim Naşit mi
olduğu belirsizdir. Fakat her iki durumda da bu yazı sayesinde Naşit
Tiyatrosu’nun ismi ve Naşit Kardeşlerin kurucu statüleri ön plana
çıkarılmıştır.
24 Kasım 1961’de çıkan bir
habere göre Naşit Tiyatrosu Ankara’da geniş ilgiyle karşılanmıştır.[257] Selim Naşit’in anılarını
derleyip kitaplaştıran İsmail Biret’in Selim Naşit perspektifinden anlattığı
Naşit Tiyatrosu’nun kuruluş sürecinde Naşit kardeşler birikimlerini kullanıp
borçlanarak bu girişime atılmışlardır. Küçük Sahne ve Karaca Tiyatro
örneklerinde görüldüğünün aksine Yapı ve Kredi Bankası, Pamukbank gibi herhangi
bir işletmeden sponsor sağlanmaması, tiyatroyu kuran kemik kadronun sermayeyi
kendilerinin sağlayacağı ve tiyatro kadrosundakilerin ödemeleri ile diğer
harcamaların tamamen gösterilerden elde edilecek gelire bağlı olduğu anlamına
gelmektedir. Bu durum ise bilet satışlarında yaşanacak dalgalanmaların
ödemeleri direkt etkilemesi demektir. Yine İsmail Biret’in aktardığına göre
açıldığı ilk haftalarda ilgi çeken Naşit Tiyatrosu, 27 Mayıs 1960 Askeri
Darbesi’ni takiben görülmeye başlanan Yassıada Duruşmaları’nın son safhasında
hâlâ sokağa çıkma yasağının devam etmesi sebebiyle oyun saatlerinde değişikliğe
gidilmiş ve açılışının üzerinden birkaç hafta geçtikten sonra bilet satışları
azalmıştır.259 [258] Yapılan borçlanma üzerine seyirci
sayısının düşmesi Naşit Tiyatrosu’nu açıldıktan yaklaşık 2-3 ay sonra iflasa
sürüklemiştir. Tiyatroyu kapatma kararı alan Adile Naşit, Selim Naşit ve Ziya
Keskiner İstanbul’a dönmüştür. Basında ve Adile Naşit ve Selim Naşit’in tiyatro
hayatlarına dair paylaştıklarında, Naşit Tiyatrosu girişimlerine dair çok az
bilgi bulunmaktadır. Bu sebeple Naşit Tiyatrosu’nun kuruluşu, amacı ve
başarısızlığına dair Adile Naşit’in ve Selim Naşit’in görüşlerine ulaşmak
mümkün olmamıştır fakat bu durum aynı zamanda her iki kardeşin 2-3 aylık bir
sürenin sonunda kapatmak zorunda kaldıkları tiyatro üzerine konuşmaktan
kaçınmış olabilecekleri ihtimalini de düşündürmektedir.
Naşit
Tiyatrosu’nun iflas edip kapanmasının nedenleri irdelendiğinde tiyatro
kurulurken alınan ekonomik kararın önemli bir payı olduğu yorumu yapılabilir.
Eldeki bilgiler ışığında, herhangi bir sponsorluk veya maddi yardım almaksızın,
yalnızca Adile Naşit, Selim Naşit ve Ziya Keskiner’in birikimlerinin sermaye
olarak kullanıldığı ve hatta borçlanmaya gidildiği söylenebilir. Mekân olarak
Ankara’nın seçilmiş olması, neredeyse tamamı İstanbul’dan gelen kadro için
konaklama meselesini ve tiyatro giderlerine ek olarak yeni bir harcama kalemini
gündeme getirmektedir. Konaklama, kısıtlı ekonomik imkânların söz konusu olduğu
bu durumda tiyatronun işletilmesinde ekstra bir masrafa sebep olmuştur.
Yukarıda değinildiği üzere tiyatro bütçesinin bu şekilde olması gelirin tamamen
bilet satışlarına bağlı kalmasına sebep olmuştur. Bu durumda seyirci
sayısındaki en ufak değişim tiyatro bütçesine gerek olumlu gerek olumsuz olarak
hemen yansıyacağı anlamına gelmektedir.
Bu durumda Naşit Tiyatrosu’nun
başarısızlığa sürüklenmesinde sorgulanması gereken bir sonraki konu seyirci
sayılarındaki düşüşün neden kaynaklanmış olabileceğidir. Her ne kadar, ülkenin
içinde bulunduğu darbe sonrası siyasi durum ile uluslararası ekonomiye
eklemlenmeye başlayan Türkiye’de dış borçlanma ve siyasi çalkalanmaların
etkisiyle enflasyonun yüksek seyrettiği ekonomik koşullar öne sürülebilecek ilk
nedenler gibi görünse de bu koşullar yalnız Naşit Tiyatrosu değil ülkedeki tüm
tiyatroların karşı karşıya kaldığı koşullardır. Ülkedeki siyasi ve ekonomik
hayatın sunduğu zorluklar tüm t iyatrolar için ortak bir payda o İsa da her bir
tiyatro topluluğunun bu olumsuzluklardan aynı oranda etkilenmediği, Naşit
Tiyatrosu gibi yeni ayakları üzerinde durmaya başlayan bir tiyatro için daha
zorlayıcı bir etkiye sebep olması argümanı da ortaya atılabilir. Bu konuda daha
kesin bir yorum yapabilmek için daha çok veriye gereksinim vardır.
Adile Naşit ve Selim Naşit’in
bu girişimlerinin başarısızlığına katkı sağlayabilecek bir başka unsur ise
mekân seçimidir. Tiyatro kariyerleri boyunca turnelerle Anadolu’nun birçok
bölgesinde sahne alan Adile Naşit ve Selim Naşit hep İstanbul merkezli
topluluklarda çalışmışlardır. Hatta çocuklukları bile İstanbul’un öne çıkan
tiyatro merkezlerinden Direklerarası’nda geçen Naşit kardeşler, İstanbul’un
tiyatro hayatını yakından tanımaktadırlar. Yeni tiyatroları için Ankara’yı
merkez seçmeleri ilişkilerinin en güçlü olduğu ve en çok tanındıkları
İstanbul’dan kopmaları anlamına gelmektedir. Naşit Tiyatrosu için Ankara’nın
cazip bir seçenek olması ise özel tiyatro bulunmaması sebebiyle rekabet
yaşanmayacağı gibi bir varsayımda bulunulmasıyla açıklanabilir.[259] Fakat 1961’de Ankara’da Naşit
Tiyatrosu dışında başka özel tiyatro girişimleri de olmuştur. Birleşmiş
Oyuncular adıyla kurulan ve daha sonra ismini Ankara Meydan Sahnesi olarak
değiştiren topluluk bunlardan biridir. Devlet Tiyatroları’ndan ayrılan Ünver
İlsever, Çetin Köroğlu, Kartal Tibet ve yazar Adalet Ağaoğlu’nun oluşturduğu
Meydan Sahnesi çalışmalarına 1961 yılının mart ayında başlamıştır.[260] Bu bilgiler ışığında
1960’ların başında Ankara’da hiç özel tiyatro girişimi bulunmadığını iddia
etmek de asılsız olacaktır.
Naşit Tiyatrosu’nun iki aylık
bir sürenin ardından kapanmasına birçok neden sunulabileceği gibi bu nedenler
gerekli verilerin alınamaması sebebiyle varsayımlardan öteye gitmemektedir.
Sonuç olarak, kapatılması kararlaştırılan Naşit Tiyatrosu başarısızlıkla
sonuçlanmış olsa da Adile Naşit için kadrosuna dâhil olduğu değil kurucu ve
karar verici konumunda, içinde bulundukları girişimi yönlendiren bir aktör
olduğu önemli bir kariyer adımı olmuştur. Bu tecrübeden sonra topluluk
İstanbul’a dönme kararı almış ve Adile Naşit yeni bir topluluğun kadrosunda
vakit kaybetmeden sahneye çıkmaya başlamıştır.
Gazanfer Özcan-Gönül Ülkü Tiyatro Topluluğu
Gazanfer Özcan-Gönül Ülkü
Tiyatro Topluluğu, Adile Naşit’in Naşit Tiyatrosu’nu kapatmalarının ardından
İstanbul’a dönünce kadrosuna katıldığı ve sinema filmlerine ağırlık vermeye
başlayıncaya kadar çalışmaya devam ettiği en uzun soluklu tiyatro topluluğu
olmuştur. Kendisi de bu dönemi “1962 yılında, en uzun tiyatro çalışmama
başladım... 1974 yılı sonuna kadar Gazanfer Özcan ve Gönül Ülkü dostlarımın
Tiyatrosu’na üçüncü kişi olarak devam ettim..”[261]
şeklinde ifade etmiştir.
Topluluğa ismini veren kurucu
üyeler Gazanfer Özcan ile Gönül Ülkü tiyatro oyunculuğuna Adile Naşit gibi
Şehir Tiyatroları’nda başlamıştır.[262]
Burada uzun yıllar çalışan ikili 1960’lı yılların başında “maddi ve manevi
sıkıntılara daha fazla tahammül edemeyeceklerini bildirerek”[263] Şehir Tiyatroları’ndan istifa
edip kendi topluluklarını kurma kararı almıştır.
27 Mayıs 1960 askeri
darbesiyle siyasi, ekonomik ve toplumsal hayatta gözlemlenen büyük değişimlerin
kültürel hayata yansıması, özellikle 1961 Anayasası’nın korumaya aldığı hak ve
özgürlüklerin yarattığı demokratik ve özgür ortam, tiyatro alanında da birçok
değişime olanak tanıyacak kapıyı açmıştır. Özel tiyatro sayılarında ciddi
artışın görüldüğü 1960’lı yıllarda seyirci karşısına çıkmaya başlayan Gazanfer
Özcan-Gönül Ülkü Tiyatro Topluluğu, 1994 yılına kadar tiyatro çalışmalarını
aralıksız sürdürmüştür.[264] Topluluğun orijinal
kadrosunda olan Adile Naşit, 1974 yılında gruptan ayrılsa da topluluk
oyuncularının hazırladığı TRT’de yayınlanan Kuruntu Ailesi gibi
yapımlarla topluluk oyuncularıyla sık sık çalışmaya devam etmiştir.
Aksaray’da yer alan Küçük
Opera Tiyatrosu’nda kurulan Gazanfer Özcan-Gönül Ülkü Tiyatro Topluluğu burada
yalnız 1962-63 tiyatro sezonu boyunca sahne almışlardır. Sahneye koydukları ilk
oyun Musahipzade Celal’in Mum Söndü oyunu olmuştur. Gazanfer Özcan ve
Gönül Ülkü dışında topluluğun kadrosunda Adile Naşit, Ziya Keskiner, Selim
Naşit, Zihni Küçümen, Tevfik Gelenbe, Güzin Gelenbe, Güler Alış, Ender Köseoğlu
ve Sümer Tilmaç gibi tanınmış oyuncular yer almıştır. İlk sezonlarının ardından
Küçük Opera Tiyatrosu’ndan ayrılan topluluk yine aynı bölgede yer alan Azak
Tiyatrosu’na geçmiş ve yaklaşık on yıl bo yunca burada sahne almışlardır.[265] Topluluğun Azak Tiyatrosu’nda
sahne aldığı on yıl boyunca gazete ve dergilerdeki oyun programları ilanlarında
Azak Tiyatrosu, topluluğun ismiyle özdeş anılır hale gelmiştir.[266]
Aksaray ve Fatih bölgesinde
faaliyet gösteren özel tiyatroların hemen hemen hepsi gibi Gazanfer Özcan-Gönül
Ülkü Tiyatrosu da bir bulvar tiyatrosu özelliği taşımaktaydı. Bu topluluğu
diğer bulvar ve komedi tiyatrolarından ayıran nokta ise tuluat geleneğinden
öğeler taşıması olmuştur. Tuluatçılığın öldüğünü, bu tiyatro çeşidini
canlandırmanın mümkün olmadığını fakat tuluat tiyatrosunun geleneksel
özelliklerini başarılı bir şekilde sürdüren sanatçılar olduğunu belirten Metin
And, Gazanfer Özcan’ı da bu alandaki başarılı sanatçılardan biri olarak
değerlendirmiştir.[267] Kerem Karaboğa da Metin
And’ın yorumuna benzer şekilde Gazanfer Özcan-Gönül Ülkü Tiyatrosu’nu şu
şekilde değerlendirmiştir:
“[...] repertuarı oluşturan oyunlardan ve oyuncuların karakteristik
niteliklerinden hareketle gözlenebileceği gibi topluluk 60’lı yıllar açısından
tipik sayılabilecek ‘Bulvar Tiyatrosu’ oluşumlarından biriydi. Ancak,
ülkemizdeki diğer ‘bulvar’ örnekleri gibi içinde Direklerarası döneminden gelme
adaptasyon ve tuluat unsurlarını da barındırıyordu.”[268]
Tiyatronun 1969 yılında
sahneye koyduğu Üsküdar’ın Karşısında Galata oyunu, bulvar türünü tuluat
ile besleyen topluluğun en öne çıkan örneklerinden biridir. Galasından itibaren
yoğun ilgi gören ve kapalı gişe oynanan oyun, eleştirmenlerce modern tuluat olarak
nitelendirilmiştir.[269]
Gazanfer Özcan da topluluğun
tiyatro tarzını ve oyun tercihlerini şu şekilde açıklamıştır:
“Bu güne kadar değişik zamanlarda, değişik insanlar hep bu suali
sormuşlardır; ‘Neden hep adapte ve telif komediler oynuyorsunuz?’ Bu sual bana,
Çinlilere ‘neden çatal kaşıkla değil de çubukla pirinç yiyorsunuz,’ yahut
Eskimolara ‘neden kürklere bürünüyorsunuz’ diye sormak kadar acayip geliyor,
nedense. Çünkü ben derim ki ‘bir şey yapılırken muhakkak önce ortam düşünülmek
gerektir.’ Neden benim ortamım Ahmet, Mehmet, Fatmalar’la doluyken Joan, John,
Elizabeth’lerle bu ortamı yorayım?... Günün yorgunluğundan, hayatın
zorluklarından uzaklaştırmaya çalışırken, neden zora koşayım?... Bu hiç bir
zaman Joan-John’lu oyunları küçümsemek, oynayanları kınamak yahut bu lafları
telaffuz edememek korkusu değil. Bu tamamen yaptığımız tiyatro türünün
icaplarından şartlarından. Yoksa ben de, arkadaşlarım da haddim olmayarak bir
İngiliz, bir Fransız oyunu için de şahıs isimlerini de, icaplarını da giyimini,
kuşamını da her yapan kadar becerebiliriz çok şükür. Nitekim bunu çok kere
yaptık da... Dedim ya bizimki seyirciye kolaylık, seyirciye rahatlık... Eh
biraz da bize rahatlık. Bilmem derdimi anlatabildim mi? Çok gülün, çok eylenin,
bizler de her defa sizlere layık olabilmek için çok çalışalım. Alakanız
gücümüzün iteleyicisi olsun.”[270]
İlk on yılını Azak
Tiyatrosu’nda geçiren Gazanfer Özcan-Gönül Ülkü Topluluğu 1971-72 tiyatro
mevsimini Esentepe Tiyatrosu’nda, 1970’lerin ikinci yarısından 1994’teki
kapanma kararına kadar geçen süreyi ise Şişli Tiyatrosu’nda geçirmiştir.
İstanbul merkezli olan topluluk sıklıkla Anadolu’ya turneler de düzenlemiş
oyunlarını İstanbul dışındaki seyirciye de ulaştırmıştır.
Bu tiyatro topluluğunda Adile
Naşit’in konumuna bakıldığı zaman, artık kendisini kanıtlamış, “çırak”
statüsünü uzun bir süredir geride bırakmıştır. Kendisinin de ifade ettiği üzere
topluluğun üçüncü kişisi konumunda olduğunu söylemek mümkündür. Bu toplulukta
oynadığı oyunlar ve karakterlerin çeşitliliğiyle eleştirmenlerden tiyatro
oyunculuğunun başarısı üzerine övgüler alan Adile Naşit tiyatroda artık
“emektar sanatçı”[271] olarak anılmaya başlanmıştır.
Adile Naşit’e getirilen olumlu eleştirilerden biri de oyunculuğuyla babasını
geçtiği övgüsüdür. Oynadığı rolün değerlendirmesinde “kızım sen babanı geçtin”[272] diye yüceltilen Adile
Naşit’in artık babasının ününün gölgesinden sıyrıldığı görülmektedir. Adile
Naşit gibi Şehir Tiyatroları’nda tiyatro kariyerlerine başlayan Gazanfer Özcan
ve Gönül Ülkü, Şehir Tiyatroları’nın tiyatro anlayışına hâkim olmanın dışında,
aynı usta oyuncuların bu üç oyuncuya model olmaları ve bu isimlerle sahneye
çıkmaları paylaştıkları ortak paydayı arttıran bir etken olmuştur. Bununla
birlikte, paylaştıkları ortak özellikler Adile Naşit, Gönül Ülkü ve Gazanfer
Özcan’ın sahnede kurdukları dinamik ilişkinin başarılı ve sorunsuz olmasını
sağlamıştır. Daha topluluğun kurulduğu ilk dönemlerde sahneledikleri Ben
Çağırmadım isimli oyuna gelen eleştiriler bu toplulukta kurdukları
ortaklığın ne kadar başarılı olduğunu ve oyuncuların ne kadar usta olduklarını
göstermektedir:
“Gazanfer Özcan ve Gönül Ülkü teşekkülü bu sene sahne mevsimini Azak
Tiyatrosunda ‘Ben Çağırmadım’ komedisi ile açtı. Bu eser birkaç sene evvel
Şehir Tiyatrosunda oynanmış, büyük sükse yapmış, hatta uzun müddet- her
temsilde yer için kuyruk yapılmak suretiyle- devam etmişti. [...] Eser ilk
oynandığı muvaffakıyet derecesine hatta ufak bir fark ile dahi erişemezse
hüsran olur. Eserin ilk temsilinde karşımızda Şehir Tiyatrosunun devleri vardı:
Mithat rolünü Vasfi Rıza, Hicranı yine Gönül Ülkü, madam rolünü Bedia Muvahhit,
Fahrünnüsayı da rahmetli Halide Pişkin yapıyordu. Gazanfer ve arkadaşları bu
piyeste böyle artistlerle boy ölçüşeceklerdi. Onları geçmeseler bile, en az
onlar kadar oynamaları gerekti. Bunu bildiğim için Gazanferle arkadaşlarını
ayrı ayrı haddeden geçirdim. Hepsi muvaffakıyet sahasında tam numara aldılar,
hatta geçtiler de... [...] Ya Adile Naşit? Öyle zannediyorum ki ispiritizmacı
madam rolünü onun kadar ihatalı bir şekilde oynayacak bir aktirist tasavvur
etmiyorum. Lehçe taklidinde mübalağa yok... Mimiklerdeki değişmeler yerinde...
En komik bir edadan bir anda ciddiyete atlayış. Gazanfer teşekkülünde Adile
Naşit, san’at kefesini ağır bastıran bir kıymettir. [...] Hülasa bütün heyet tebrike
şayandır. Muvaffak olmalarını çok istiyorum, çünkü bu bir avuç sanatkâr, yalnız
aktör değil, kendilerini san’ata vakfeden fedailerdir.”[273]
Yukarıda verilen oyun
eleştirisinden de anlaşılacağı üzere Gazanfer Özcan, Gönül Ülkü ve Adile Naşit
sahneye koydukları oyunu sadece başarılı oynamakla kalmamışlar, hocaları ya da
ustaları sayılabilecek, tiyatronun usta sanatçıları tarafından daha önce
oynanıp “başarılı oynama” standartlarını yükselten bir oyunda kendi farklarını
da gösterebilmişlerdir. Bu durum Adile Naşit’i daha önce örneği verilmiş,
sınırları çizili bir karaktere kendisinden bir şeyler katarak onu
farklılaştırabileceğini, özgünleştirebileceğini göstermektedir. Ayrıca önünde
örneği bulunan bir rolü canlandırırken rolü devraldığı selefinin taklidi olmaktan
kaçınabilecek kadar yetenekli ve özgün olduğu da ortadadır.
Adile Naşit’i farklı
dönemlerde ve farklı tiyatro topluluklarında sahnede izleme imkânını yakalayan
Selim İleri, sanatçının 1987 yılındaki ölümü üzerine kaleme aldığı yazıda Adile
Naşit’in oyunculuğunun çalıştığı her toplulukta ne şekilde öne çıktığını şu
şekilde ifade etmiştir:
“Karaca'nın topluluğu bir revü tiyatrosuydu. Adile Naşit'i 1963'ten sonra
Gönül Ülkü-Gazanfer Özcan Tiyatrosu'nda izlediğimde, başka bir disipline
inanılmaz uyumla geçtiğini görecektim. Muammer Karaca'nın doğmaca esprilerine
söz yetiştiren Adile Naşit'in yerine, tıpkı babası Naşit'in dram rollerindeki
değişimini çağrıştıran, bir başka sanatçı gelmişti sanki. [...] Gönül
Ülkü-Gazanfer Özcan Tiyatrosundaki rolleri, Adile Naşit'in çok güçlü bir
kompozisyon oyuncusu olduğunu kanıtlar. Bir anlamda, bu toplulukta da ikinci
kişidir. Gönül Ülkü'yle Adile Hanım daima Gazanfer Özcan'ın başoyunculuğuna
katkıda bulunurlar. Ne var ki, gitgide ilgi odağı haline gelecek, sahneye girişiyle
birlikte alkış kopacaktır.”[274]
Adile Naşit’in bu toplulukta
çalıştığı yıllarda özel hayatında yaşanan bir gelişme, Gazanfer Özcan-Gönül
Ülkü Tiyatro Topluluğu başta olmak üzere İstanbul’daki özel tiyatro camiasını
harekete geçiren bir etkiye sebep olmuştur. 1965 yılında 14 yaşındaki oğlu
Ahmet Keskiner’in kısa bir süre önce tanısı konmuş kalp rahatsızlığının
ciddileşmesi ve gerekli tedavinin, dönemin koşullarında çok masraflı olması ile
ABD’ye gidilmesini gerektirmesi basında yankı bulmuştur.[275]
Bunun üzerine harekete geçen tiyatro toplulukları, Gönül Ülkü, Gazanfer Özcan,
Yıldız Kenter, Gülriz Sururi, Engin Cezzar, Haldun Dormen, Bedia Muvahhit gibi
sanatçılardan oluşan bir komite kurup yardım kampanyası başlatmışlardır.
İstanbul’daki tüm özel tiyatroların belirli tarihlerde elde ettikleri geliri bu
yardım kampanyasına bağışlayacağı ve kampanyanın sonunda Dormen Tiyatrosu’nun
yine geliri bağışlanmak üzere özel bir gece düzenleyeceği duyurulmuştur. Bu
kapsamlı yardım girişiminden de anlaşılacağı üzere Adile Naşit, İstanbul
tiyatro hayatında yalnız oyunculuğuyla değil, tiyatro sanatçılarıyla kurduğu
ilişkiler ile de tiyatro camiasının elzem bir parçası olmuştur. Düzenlenen
yardım kampanyası sonrasında ameliyatı gerçekleşen Ahmet Keskiner, ameliyatı
başarılı geçmesine rağmen ameliyat sonrasında komaya girmiş ve hayatını
kaybetmiştir.[276] Adile Naşit’in yaşadığı bu
kayıp gelecekte dâhil olacağı projelerin seçimlerini de şekillendirerek meslek
hayatını da etkilemiştir.[277]
Adile Naşit, Gazanfer
Özcan-Gönül Ülkü Tiyatro Topluluğu’yla çalıştığı 1962-1974 yıllarının ilk
yarısında düzensiz bir tempoda da olsa sinema filmlerinde rol almış ve
oyunculuğunu tiyatro ve sinema olarak iki farklı kanaldan sürdürmüştür. 1971
yılında rol aldığı Beyoğlu Güzeli filminden sonra aldığı film teklifleri
artmış ve sinemaya ağırlık vermeye başlamıştır. Mavi Boncuk filmini
sinema hayatının başlangıcı sayan sanatçı[278]
1974 yılından itibaren sinemanın aranan oyuncularından biri haline gelmiştir.
Sinema çalışmalarının tiyatro çalışmalarını aksatmaya başlamasının üzerine
Gazanfer Özcan-Gönül Ülkü Tiyatro Topluluğu’ndan ayrılma kararı almıştır.
Sanatçı bu kararını şu şekilde açıklamıştır:
“Ben hala tiyatrodan ayrılmış addetmiyorum kendimi. Tiyatronun maddi
imkânsızlıkları olmasa zaten hiç ayrılmazdım sahneden... 1970-71’lere kadar
tiyatrodan aldığımız para, dublaj reklam şu bu zar zor geçiniyorduk. Ama son
4-5 yıldaki hayat pahalılığından tiyatrolarımız kadar zarar gören hiç bir
kuruluş olmadı. [...] Özel tiyatrolar para kazanacak ki sana verecek. [...] Bu
sebeple bugün Münir Özkel, Pekcan Koşar, Meral Taygun, Erol Günaydın, Turgut
Boralı gibi Türk sahnesinin birçok büyük isimleri tiyatro yapamıyorlar. Ya film
çeviriyorlar, ya da televizyona reklam yapıyorlar. En son 3.000 lira alıyordum
Gazanfer Bey’den. Geçimime yardım olsun diye de boş zamanlarımda film
çeviriyordum bir yandan. [...] ama tiyatroda çalışmalarım aksamaya başlamıştı.
Doğrusu ne Gönül Ülkü Hanım ne Gazanfer Özcan Bey hiç bir şey söylemiyorlardı,
ama ben rahatsız oluyordum. ikisinin de çalışmaları gayet ciddidir. Herkesi
provalarda tam saatinde isterken, bana göz yummaları, iş prensiplerini
aksatıyordu. Bir gün dayanamadım, bunun böyle daha fazla yürümeyeceğini
söyledim ve 1975 tiyatro mevsimi başında dostça ayrıldık. Şimdi tamamıyla Arzu Film’e
bağlıyım.”[279]
Tiyatro sahnesinde yolları
ayrılsa da Adile Naşit ile Gönül Ülkü ve Gazanfer Özcan ikilisi gelecekte
televizyon ekranlarında tekrar bir araya gelmiş ve tiyatroda kurdukları
başarılı tempoyu farklı bir tür ve farklı bir mecrada da sürdürmüşlerdir.
Adile Naşit tiyatro alanında
olduğu kadar sinema alanında da birçok rolde seyirci karşısına çıkmış ve Türk
sinema tarihinde seyircilerin hafızalarına kazınan karakterlere hayat
vermiştir. Yetmişten fazla sinema filminde rol alan Adile Naşit’in kazandığı
ödüller ve oynadığı filmlerin gişede sağladıkları başarı, sanatçının sinema
oyuncusu olarak popülerleşmesini sağlamıştır. Sinema filmlerinin vizyon
tarihlerinden sonra yeniden gösterim yapmaları, beyazperde dışında televizyonda
yayınlanması ve video kaset ile DVD gibi araçlar sayesinde filmlerin
kayıtlarının kolay bir şekilde ulaşıma açık olması gibi etmenler Adile Naşit’in
rol aldığı filmlerin de vizyon tarihleriyle sınırlı kalmayarak seyirciye
ulaşmasına olanak tanımış ve Adile Naşit’in ününü arttırmada önemli bir rol
oynamıştır. Yukarıda sayılan bu erişim kolaylığı aynı zamanda, Adile Naşit’i
tiyatro sahnesinde izlememiş seyirciler ya da izleme imkânı elde edememiş
kuşakları için sanatçıyı temel olarak bir sinema oyuncusu olarak tanımalarına
neden olmuştur. Bu durum, Adile Naşit’i bir sinema oyuncusu olarak popüler
kılan sebeplerden olmakla birlikte sanatçının sinema oyunculuğunu besleyen
tiyatro geçmişinin sinema oyunculuğunun gölgesinde kalmasına yol açmıştır.
Ülkü Erakalın ile yaptığı bir
söyleşide gençlik yıllarından itibaren sinemaya karşı büyük ilgi duyduğunu
belirten Adile Naşit, bu ilgisini “Tiyatro yaptığım o gençlik yıllarımda,
sinemaya çok büyük bir tutkum vardı... O zamanlarda da çok severdim sinemayı...
Rahmetli eşim Ziya Bey: “Senin hiç sinema şansın yok...” derdi bana hep...”[280] sözleriyle dile getirmiştir.
Bu sözlerinin ardından 25 yaşındayken aldığı ilk film teklifinin aslında bir
yanlış anlaşılmayla gerçekleştiğini ve bu sebeple reddedildiğini aktarmıştır.
Bu reddedilmenin ardından ilk filmi Yara ile 1947 yılında ilk defa
sinemaya adım atan Adile Naşit, 1970’lere gelinceye kadar az sayıda, düzensiz
aralıklarla ve küçük rollerde sinema alanında çalışmıştır. 1970’ler Adile Naşit
için asıl kırılmanın yaşandığı tarih olmuştur. Yönetmen Ertem Eğilmez’le
tanışmasıyla yeni bir yöne giren sinema hayatı 1970’lerden itibaren tiyatro
çalışmalarının önüne geçmiş ve Adile Naşit, kadrosunda olduğu Gazanfer Özcan-
Gönül Ülkü Tiyatro Topluluğu’ndan ayrılarak film çalışmalarına yoğunlaşmıştır.[281]
Adile Naşit’in sinema
kariyerini daha iyi anlamlandırabilmek adına Türkiye’deki kültür ve sinema
alanının şekillenmesinde rol oynayan siyasi, ekonomik ve toplumsal gelişmeleri
ve bu gelişmeler ışığında değişen sinema sektörünü incelemek yerinde olacaktır.
Bu inceleme, 1970’lerin ilk yıllarının yalnız Adile Naşit’in kariyerinde değil
Türk sinemasında da bir dönüm noktası olması sebebiyle 1970 öncesi ve 1970
sonrası olmak üzere iki ayrı başlıkta ele alınacaktır.
Sinemanın Türkiye’deki
tarihsel gelişme süreci toplumsal hayatla olan ilişkisi yönünden
incelendiğinde, sinemada önemli dönüşümlerin yaşandığı dönemlerin aynı zamanda
Türkiye’de siyasi, ekonomik ve toplumsal değişimlerin yaşandığı dönemlere denk
geldiği görülmektedir. Dâhil olduğu toplumun bir ürünü olarak bu etkileşim,
sinemanın gelişim sürecinde her zaman direkt bir etkiye sahip olmasa da dolaylı
yollardan gelişme hızını ve şeklini yönlendirecek güçte olmuştur.
Türk sineması tarihi üzerine
yapılan erken dönem çalışmalarında genellikle Nijat Özön’un yapmış olduğu
dönemlendirmelerin etkisi görülmektedir. Türk Sineması Tarihi kitabında
ilk kez sunduğu dönemlendirme, İlk Dönem (1910-1922), Tiyatrocular Dönemi
(1922-1939), Geçiş Dönemi (1939-1950), Sinemacılar Dönemi (1950-1970)[282] ve Genç/Yeni Sinemacılar
Dönemi (1970 ve sonrası)[283] şeklindedir. Sinema tarihi
çalışmaları üzerine eleştirel bir çalışma yapan Emrah Özen, Nijat Özön’ün Türk
Sineması Tarihi adlı çalışmasının kendisinden sonra gelen birçok sinema
çalışmasını etkilediğini ve Özön’un çalışmalarına eleştirel yaklaşan Giovanni
Scognamillo ve Âlim Şerif Onaran gibi isimlerin kendi çalışmalarında bile
Özön’un dönemlendirmesinden sıyrılamadıklarını, neredeyse aynı sınırlar
içerisinde kaldıklarını belirtmiştir.[284]
Buna ek olarak Emrah Özen, Özön, Scognamillo ve Onaran’ın çalışmalarının bir
başka ortak özelliğinin film odaklı sinema tarihyazımına dayanmaları olduğunu
vurgulamıştır. Bu film odaklı anlayış sinemayı yalnız filmler ve filmleri
üretenler yönünden değerlendirip ele alma şeklidir ve Özön, Scognomilla ve
Onaran’ın çalışmalarında bu film merkezci yaklaşım, yazarların ele aldıkları,
almadıkları ya da öne çıkardıkları filmlerde öznel bir değerlendirmenin sonucu
olduğunu ortaya koymaktadır.[285] Türk Sinemasında Akım
Araştırması çalışmasında, Özön, Scognamillo ve Onaran’ın kullandığı
Tiyatrocular Dönemi ile Sinemacılar Dönemi dönemlendirmesini kullanan Esin
Coşkun, bu dönemlendirmeyi filmlerin anlatım biçimi üzerinden yapmıştır.[286] Coşkun’un dönemlendirmesinin
belirleyici unsuru yeni yönetmenlerin sinema alanına girmesiyle 1950 öncesi
sinema anlatımının teatral olmaktan çıkıp sinemanın kendine özgü anlatımının
oluşmaya başlaması olmuştur.[287]
1896-1897 yıllarında ilk
olarak sarayda daha sonra ise halka açık alanlarda film gösterimleriyle
başlayan sinema serüveni 1918 yılında kurulan ilk sinema salonu ile yabancı
yapımların gösterimleriyle devam etmiştir.[288]
Yerli sinema filmi üretimi 1914 yılında Fuat Uzkınay’ın girişimleriyle[289] başlamış olsa da bu dönemde
sinemanın gelişmesine olanak sağlayan kurum ordu olmuştur.[290]
1915’te Enver Paşa’nın girişimleriyle kurulan Merkez Ordu Sinema Dairesi ile
ilk resmi kurumuna kavuşmuş olan Türk sinemasının ilk amacı belgeseller
çekmektir. Müdafaa-i Milliye Cemiyeti’nin 1917 yılında başlayan çalışmalarıyla
birlikte Osmanlı Devleti’nin cephelerdeki ordusu filme alınmış ve bu savaş
belgeselleri günümüze dek ulaşmıştır.[291]
Yapımlarda ağırlığın
belgesellere verildiği bu dönemde güldürü türünde filmler de çekilmiş ve
filmlere kaynak olarak tiyatro eserlerinden yararlanılmıştır. Bu filmlerin
oyuncularını da büyük ölçüde tiyatro oyuncuları oluşturmuştur.[292] Yeni bir tür olarak ilgi
çekmesinin dışında, ülkenin içinde bulunduğu savaş koşullarının yarattığı
ekonomik ve toplumsal yönden zorlayıcı şartlar da halkın sinemayı bir eğlence
aracı olarak görmesinde ve güldürü filmlerine olan ilginin artmaya başlamasında
önemli bir rol oynamıştır.
Cumhuriyet’in ilanıyla
birlikte gelen yeni siyasi ve toplumsal değişim sürecinde devletin rejimi
temellendirme, yeni bir çağdaş toplum oluşturma ve bu çağdaş topluma milli
kimlik kazandırma amacıyla kültür politikalarını düzenlediğinden ve tiyatronun
bu politikalardan en çok etkilenen sanat dalı olduğu[293]
önceki bölümlerde ele alınmıştır. Yeni devletin kendisini Osmanlı Devleti’nden
ayırma ve yeni milli kimlik inşa etme çabasıyla şekillendirdiği kültür
politikaları gereğince Halkevleri, konservatuar gibi kuramların kurulup bu
kuramların, farklı kaynaklardan da olsa devlet desteği sağladığı bu dönemde,
devletin sinemaya olan ilgisi ve sinema alanında gösterdiği çaba minimal
seviyede kalmıştır. Engin Ayça, devletin tiyatro gibi sanatları finansal olarak
desteklerken sinemayı ticaret ilişkilerine bağımlı bir şekilde gelişmeye
bıraktığını ve bunun sonucunda hızlı bir ekonomik büyümenin görüldüğü 1950’li
yıllardan itibaren gelişen sinemanın ticari yönü sebebiyle seyircisinin
isteklerine göre şekillenen alan olduğunu vurgulamıştır.[294]
Cumhuriyet’in ilanından
1940’lara kadar geçen sürenin birçok çalışmada Tiyatrocular Dönemi[295] olarak ele alınmasında kuşkusuz
tiyatro insanı Muhsin Ertuğrul’un payı büyüktür. 1922 yılından 1953 yılına
kadar çektiği 30 film ile kadrosunda yer aldığı Kemal film ve kendisinin
kurduğu İpek Film yapım şirket leri Türkiye’deki sinema hayatını
şekillendirmede önemli bir yere sahiptir.[296]
Türkiye’nin önde gelen tiyatro kurumları Darülbedayi’de başyönetmenlik,
Devlet Tiyatroları’nda genel müdürlük görevlerini üstlenmiş olan sanatçı sinema
çalışmalarında da bağlantılı olduğu tiyatroların kaynaklarını kullanarak
filmler çevirmiştir. Sinema filmlerine kaynak olarak tiyatro eserleri ve
tiyatro oyuncularının kullanıldığı bu dönemde Muhsin Ertuğrul’un sinema
alanındaki bu baskın etkisi kendisinin “tek adam” olmakla ve “sinema
diktatörlüğü” kurmakla suçlanmasına neden olmuştur.[297]
Muhsin Ertuğrul’un bu dönemde bu kadar ön plana çıkmasında tiyatroların
kaynaklarını kullanabiliyor olması ve kurduğu yapım şirketi İpek Film ile çok
geniş bir sinema salonu ağına erişiminin olması önemli rol oynamaktadır.
Giovanni Scognamillo Muhsin
Ertuğrul’un sinemacılığını şu şekilde değerlendirmiştir:
“Sinema konusunda yetenekli olup olmaması bir yana, çoğu zaman yabancı
veya yerli kaynaklar kullanarak sinemaya -gerekli ya da gereksiz- yenilikler
getirmiştir. [...] Muhsin Ertuğrul’un oyuncu kadrosu sabittir; Darülbedayi’den
ve Şehir Tiyatrosu’ndandır. Konuların, oyunların büyük bir kısmı, oyuncu
yönetimi, sahne düzenlemesi, planlama, makyaj ve giysi anlayışı da aynı temele
dayanır. Bu koşullar altında ortaya çıkan şey sinema değildir. Sinema olmasını
beklemek, hele aynı dönemdeki -sağlam temelleri olan bir endistriye dayanan-
Batı sinemasına benzemesini beklemek tam bir hayalperestliktir.”[298]
1950’lere kadar savaş
borçlarının ödenmesi, Büyük Buhran, II. Dünya Savaşı gibi gelişmelerin
yarattığı ekonomik darboğaz ile Devletçilik ilkesinin benimsenmesi sebebiyle
kamu girişimlerinin ağırlıklı olması bu dönemde yerli film üretimini etkileyen
ve yeni yönetmen ve yapımcıların atılımını geciktiren koşullar yaratmıştır.
Buna rağmen 1940’lı yıllardan itibaren Faruk Kenç, Turgut Demirağ, Lütfi Akad,
Aydın Arakon gibi Şehir Tiyatroları dışından sinema alanına girmiş ve tiyatro
dışından gelen kişilerin de sinemada başarılı olabileceğini göstermiştir.[299] Bu yeni yönetmenlerin
çalışmaları cesaretlendirici bir etki yaratmış ve 1940’lı yıllardan 1950’lere
kadar olan sürenin genellikle Geçiş Dönemi olarak Anılmasına sebep olmuştur.[300] Bu dönemin en önemli
gelişmelerinden biri ise, tiyatro dışından yönetmenlerin sinema alanında
çalışmasının yanı sıra, 1939 yılında Filmlerin ve Film Senaryolarının
Kontrolüne Dair Nizamname ile sansür yasası yürürlüğe girerek bir denetleme
mekanizması oluşturulmuştur.[301] Esin Coşkun bu dönemin öne
çıkan özelliklerinden bir diğerinin ise dublaj yönteminin kullanılması olduğunu
vurgulamıştır. Bu yöntemin ilk örneğinin Faruk Kenç’in 1943 yılında yönettiği Dertli
Pınar filmi olduğunu belirten yazar bu yeni tekniğin hem olumlu hem de
olumsuz etkileri olduğunu belirtmiştir:
“Bu durum, hem ülkenin tek sesli stüdyosunun sahibi İpekçilerin tekelinin
kırılmasının sağlamış, hem de film maliyetlerini azaltarak birçok kişinin bu
piyasaya girmesine neden olmuştur. Ancak olumsuz bir yanı da vardır ki günümüze
kadar dublaj geleneğinin Türk sinemasında yerleşmesini sağlamıştır. Daha sonra
teknik olanaklarının artmasına, sınırlı da olsa bir film endüstrisinin
oluşmasına rağmen bu yöntemden vazgeçilmemiştir.”[302]
1950 yılına gelindiğinde ise
Demokrat Parti’nin iktidar olmasıyla çok partili sisteme geçen Türkiye’nin
siyasi ve ekonomik hayatında olduğu gibi sinemada da yeni bir sayfa açılmıştır.
Bu tarihe kadar bir sanat dalı ve bir kitle iletişim aracı olarak pek varlık
gösteremeyen sinemada yerli film üretimi sınırlı kalmıştır. 1950’lerden
itibaren artan film sayısında ise 1948 yılında yerli film çekimini
kolaylaştırmak için çıkarılan kanunla sinema gelirlerinden alınan vergide
indirime gidilmesinden yararlanılması önemli bir etken olmuştur.[303] Bu vergi indirimini takiben
liberal ekonomi politikaları benimseyen Demokrat Parti’nin iktidar olmasıyla
özel girişimlerin önünün açılması, uluslararası ticarette artış ve uluslararası
ekonomiyle eklemlenmenin başlaması hızlı bir ekonomik büyümenin önünü açmış ve
bu ekonomik büyüme tiyatro hayatını olduğu gibi sinema hayatını da
canlandırmıştır.[304]
Bu canlılık film sayısında ve
yapımevlerinde artış, gişede ise giderek yükselen hasılatlar olarak kendisini
göstermiştir. Dolayısıyla artık film sektörü kâr sağlayabilen bir sektör olarak
görülmeye başlanmıştır. Tiyatro dışından gelen sanatçıların çoğalmasıyla
tiyatro etkisinden sıyrılmaya başlayan Türk sineması kendine ait bir yapım
ortamı oluşturmaya başlamıştır. Yapımevlerinin artmasını, sinema
salonlarındaki, dağıtım şirketlerindeki ve gerek oyuncu gerek teknik ekip
yönünden çalışanlarının artması gelişmeleri takip etmiştir. Sinemacılar Dönemi
olarak da adlandırılan 1950’ler sinemasının başlangıcı Lütfi Akad’ın 1949
tarihli Vurun Kahpeye ve 1952 tarihli Kanun Namına filmleriyle
kendisini göstermeye başlamış ve kendinden önceki dönemlerden farklı olduğunu
göstermiştir.[305] Ekonomik
gelişmeler ve dublaj sistemi gibi bazı uygulamaların film çekim maliyetlerini
düşürmesi çekilen film sayısında bir atışa sebep olmuştur. Daha fazla seyirciye
ulaşma ve kâr etme endişesi, halkın hoşuna gidecek güldürü, aile filmleri ve
melodramların üretilerek çoğalmasına yol açmıştır. Demokrat Parti hükümetinin
bu dönemde sağladığı bir başka katkı ise karayolları ağının genişletilmesi
olmuştur. Yeni ve düzgün ulaşım ağı sayesinde Anadolu’nun kırsal kesimlerine de
sine ma ulaşmıştır. Büyük şehirlerdeki sinema salonları Anadolu’da da açılmıştır.
Bu yol ağı iki yönlü bir işleve sahiptir: Yapım/dağıtım şirketleri ve sinema
salonları Anadolu’ya ulaşıp burada sayıca artarken hedeflenen seyircinin bu
mekânlara ulaşması da kolaylaşmıştır.
Tüketim kültürünün
özendirilmesi sonucunda artan talep sebebiyle film yapım süreçleri de
hızlandırılmış, Dudaktan Kalbe (1951), Alageyik (1959) ve Ezo
Gelin (1955) gibi filmler roman ve hikâyelerden uyarlanarak perdeye
aktarılarak oluşabilecek kaynak sıkıntısının önüne geçilmiştir. Bunlara ek
olarak 1950’de patlak veren Kore Savaşı’na asker gönderilmesinin etkisiyle
1950’lerde Türk sineması, tarihi ve ulusal duyguları canlandıran filmler
üretmiştir. Kore Gazileri (1951), İstanbul’un Fethi (1952), Kore’den
Geliyorum (1951) gibi filmler bunlara örnek gösterilebilir.[306]
Engin Ayça’nın 1950’liler
sinemasını, yani Yeşilçam’ı, ticari ilişkilere bağımlı olarak tanımladığı bu
dönemde kâr etme amacının seyircinin isteklerine uygun popüler filmler üretme
yaklaşımı aynı zamanda bir kısırdöngü oluşturmuştur.[307]
Seyircinin beğeneceği filmler üretilmiş, bu beklentiyle seyirci çevrilen
filmleri izlemiş (tüketmiş) ve yönetmen ve yapımcılar çalışmalarından kâr
edebilmek için aynı döngüyü sürdürmüşlerdir.
1960’lı yıllar ise başka bir
değişim sürecini beraberinde getirmiştir. 27 Mayıs 1960 askeri darbesiyle
sinema hayatını da derinden etkileyecek siyasi, ekonomik ve toplumsal
kırılmaların yaşandığı bu dönem, sinemanın özgün dilini belirgin bir şekilde
oluşturduğu dönem olmuştur. Demokrat Parti hükümetiyle 1950’lerde yaşanan hızlı
büyüme 1950’lerin ikinci yarısında yerini yüksek enflasyonla yüzleşen, dış
ticaret borcu olan ve işsizliğin ciddi bir sorun olarak yükseldiği bir
Türkiye’ye bırakmıştır. 1960 Askeri darbesini takiben hazırlanan ve yürürlüğe
sokulan 1961 Anayasası kültürel hayatın değişiminde rol oynayan önemli
unsurlardan biri haline gelmiştir. Bu anayasa ile kişi dokunulmazlığı, özel
hayatın gizliliği ve korunması, konut dokunulmazlığı, haberleşme, seyahat
özgürlüğü, düşünce ve inanç hak ve hürriyetleri, vicdan ve din hürriyeti, bilim
ve sanat hürriyeti, basın özgürlüğü, toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı, dernek
kurma hakkı, çalışma ve sözleşme hakkı, sendika kurma, toplu sözleşme ve grev
hakkı gibi maddelerle bireyin temel hak ve özgürlükleri güvence altına
alınmıştır.[308] İktidarın denetlenmesi
açısından da yenilikler getiren 1961 Anayasası, tam anlamıyla parlamenter
sisteme geçilerek önemli demokratik yenilikler getirmiştir. Uluslararası
arenadaki gelişmeler de bu dönemin sonlarında başlayıp 1970’lere uzanacak
Türkiye’deki öğrenci ve işçi hareketlerini etkilemiş eğitim, işsizlik ve gelir
sıkıntısı konularında muhalefet oluşmuştur. 1961 Anayasası’nın sağladığı
bireysel özgürlük ortamı sayesinde sinemada sorunlara değinilebilen, eleştirel
yaklaşımın geliştiği bir ortam oluşmuştur. 1950’lerin sonundan itibaren
gündemde olan işsizlik sorunu sebebiyle köyden kente
göç yoğun olarak
yaşanmış, 1960’lardan itibaren İstanbul gibi büyük şehirlerde gecekondulaşma ve
çarpık kentleşme gibi sorunlar doğurmuştur. Köyden kente göçün artmasındaki bir
diğer sebep ise özel teşebbüslerin sanayi yatırımlarının artmış olmasıdır, bu
durum tarıma dayalı ekonomisi olan Türkiye’de sektörel değişimi de beraberinde
getirmiştir.
1960’lardan itibaren dünyada
ve Türkiye’de görülen toplumsal hareketler kültürel hayatı da etkilemiş ve
sinemada da kendisine yer bulmuştur. 1961 Anayasası’nın özgürlüklere getirdiği
güvencelerin yarattığı ortamda göç, işsizlik, memlekete özlem, gecekondulaşma
gibi konuları gündemine taşıyıp eleştirel yaklaşımlar sergileyen filmlerin
sayısında artış yaşanmıştır.[309] Mevcut toplumsal hayatın
gerçeklerini, problemlerini nesnel ve özgün bir şekilde ele almayı amaçlayan
sanatçılar Toplumsal Gerçekçilik akımı olarak nitelendirilen sinema hareketiyle
çok sayıda filmi perdeye taşımıştır. Gülseren Güçhan da bu dönemi ele alırken
belli bir akım ismi vermese de 1961 Anayasası’nın yarattığı özgür ortamın
“sinemamızın o döne me kadar neredeyse “sırtını döndüğü’ toplumsal gerçeklerle
nihayet ilgilenme fırsatı” verdiğini belirtmiştir.[310]
Halit Refiğ’in Gurbet Kuşları (1964), Lütfi Akad’ın Gelin, Düğün,
Diyet (1973-1974) üçlemesi gibi filmleri köyden kente göçü işlerken Met in
Erksan’ın Acı Hayat (1963) filmi gecekondulaşma sorununu perdeye
taşımıştır.
1960’larda
film üretimini arttıracak bir başka gelişme ise 1963 yılından itibaren renkli
film çekebilmeye başlanması olmuştur. Seyircinin sinemaya olan ilgisini
arttıran bu durumla 1960’ların sonundan itibaren renkli filmler sektöre hâkim
olmuştur.[311] 1966 yılında rekor
sayılabilecek bir sayıyla, 238 filmin perdeye taşındığı ve 1970’lerin
ortalarına kadar yılda ortalama 180-230 film çekilen bu dönemin nicel yönden
bakıldığında sinemanın “altın çağı” olarak nitelendirilmesi şaşırtıcı değildir.[312] Bu dönemde, 1961
Anayasası’nın sağladığı özgürlükçü ortama rağmen sansür uygulamaları film
üretimini olumsuz etkileyen unsurlar olarak karşımıza çıkmaktadır. 1939 yılında
yürürlüğe giren Filmlerin ve Film Senaryolarının Kontrolüne Dair Nizamname, 1948 ve 1957 yılında yapılan ufak
değişiklikler
haricinde, TBMM’de sinemada
sansür olmaması yönünde yapılan tartışmalara rağmen, 1961 Anayasası’nda da
aynen korunmuştur. Bireysel özgürlüklerin ön plana çıkarıldığı bu yeni anayasa
sinema sektörü için özgürlükçü bir ortam yaratmasına rağmen bir denetim aracı
olarak sansür sabit kalmıştır.[313] Bu durumda, sansür kanunun
geçerli olduğu bir ortamda sinemada özgürlüğün kapsamı ve sınırları sorgulanır
hale gelmiştir.
1970 Öncesi Türk Sinemasında Adile Naşit
Sinemaya her zaman ilgisi
olduğunu öğrendiğimiz Adile Naşit, ilk sinema filmi teklifinin bir yanlış
anlaşılmaya dayanması sebebiyle reddedildikten kısa bir süre sonra 1947’de
hayalini gerçekleştirme imkânı elde etmiştir. Seyfi Havaeri’nin yönetmenliğini
yaptığı Yara adlı filmde oynadığı yan rolle sinemaya adımını atmıştır.
Bu filmi, 1950 yılında rol aldığı Lüküs Hayat izlemiştir. Cumhuriyet’in
10. yıl kutlamaları için yazarlığını Ekrem Reşit Rey ve bestekârlığını Cemal
Reşit Rey’in yaptığı bu operet aynı yıl Şehir Tiyatroları tarafından sahneye
konmuştur. İki farklı kültürün, Türk toplumunun Batı kültürüyle yüzleştiği
noktada ortaya çıkan gülünç durumları, bir hırsızlık esnasında kostümlü baloya
denk gelen hırsızlar üzerinden işleyen bu eserde, Adile Naşit Altın Diş
karakterini canlandırmıştır. Kendisi de Şehir Tiyatroları’nda sahne almış Adile
Naşit’in oyunculuğu açısından Lüküs Hayat filmi, kaynağını tiyatro
eserinden alan müzikal bir filmin, yine eseri üreten kurumda yetişmiş bir
tiyatro sanatçısı tarafından perdeye taşınması yönünden önemlidir. Bu müzikalin
aynı zamanda Adile Naşit’in tiyatro deneyiminden beslenen tek film olmadığını
da söylemek mümkündür. İsmini bir sinema oyuncusu olarak duyurmaya başlamasında
ve sinema sektöründe başarılı olmasında tiyatro geçmişinin payı büyüktür. 1950
yılında rol aldığı Lüküs Hayat aynı zamanda sinema sektörünün önemli
yönetmenlerinden Lütfi Akad’la, yönetmenin de kariyerinin ilk evlerinde
yollarının kesiştiği bir film olmuştur. Akad Adile Naşit’le olan çalışmasını
“Sırada gencecik, yirmi yaşında, tatlı bir kız var: Adile Naşit. Onunla küçük
ama çok güzel, hala anımsadığım bir çalışma çıkarıyoruz.”[314]
şeklinde dile getirmiştir.
Rol aldığı bir sonraki filmini
yedi yıl sonra çeken Adile Naşit, dönemin birçok filmi gibi melodram olan Kahpe
Kurşurida (1957) Rebiş adlı yardımcı bir karakteri canlandırmıştır. Nişan
Hançer’in yönettiği filmde birbirlerine kavuşamayan iki köylü gencin hikâyesi
anlatılmıştır. 1959 yılına gelindiğinde ise sanatçı, Semih Evin’in
yönetmenliğini yaptığı Abbas Yolcu adlı komedide sinema seyircisiyle
buluşmuştur. Adile Naşit’in Ermeni Madam Siravuş karakterini canlandırdığı bu
filmde sanatçı, anne tarafından Rum ve Ermeni olması sebebiyle gözlemlerini ya
da deneyimlerini rolüne yansıtma imkânı tanımıştır. Tabii karaktere hayat
verirken oyuncu olarak ne kadar yaratıcı güce sahip olduğu da bu imkânı kullanıp
kullanamama noktasında sorgulanması gereken bir unsurdur. Abbas Yolcu’dan
sonra 1960 yılında rol aldığı Cumbadan Rumbaya filminde Çolpan İlhan,
Efgan Efekan, Vahi Öz, Mürüvvet Sim gibi dönemin önemli oyuncularıyla çalışan
Adile Naşit bu filmde yine Madam rolüyle seyirci karşısına çıkmıştır.
Yeşilçam’ın yıldız sisteminde Adile Naşit’in konumunu inceleyen Sibel Öz
çalışmasında Adile Naşit’in oynadığı “Madam” rollerine dikkat çekmiştir.
Gayrimüslim karakterlerin temsilini ve gayrimüslim oyuncuların Yeşilçam’da
“öteki” olarak konumlandırılmış fiziksel veya zihinsel engeli olan kişileri ya
da gayrimüslimleri canlandırdığını belirtmiştir.[315]
Bu noktada Adile Naşit’in annesi aracılığıyla gayrimüslim köklerine gönderme
yaparak “Madam” gibi gayrimüslim rollerde oynamasına vurgu yaptığı aşikârdır.
Fakat Adile Naşit’in durumunda bunun ne kadar geçerli olduğu sorgulanmalıdır.
Her ikisi de kendi alanında üne sahip Kantocu Küçük Verjin ile Kemani Yorgo
Efendi’nin Naşit Tiyatro Topluluğu’yla çalıştığı ve Naşit Bey’in kızları
kantocu Amelya Hanım ile evlendiği bilinen bir gerçektir. Fakat tiyatro
kariyerine başladığı zamanlardan itibaren tuluat sanatçısı Naşit Bey’in kızı
olduğu bilinen Adile Naşit etnik kimliği sebebiyle profillemeye maruz kalmış
mıdır? Yoksa sinema kariyerinin başında yalnız yardımcı rollerde oynaması için
seçilen Adile Naşit, Ermeni ve Rum aile bağları vasıtasıyla kendisini bu
rollerde mi gösterebilmiştir? Yeşilçam’da gayrimüslim oyuncuların ve filmlerde
gayrimüslim karakterlerin “öteki” olduğu bir ortamda[316]
Adile Naşit’in durumu belirsizliğini korumaktadır.
Sanatçının 1970 öncesinde
oynadığı son film ise 1964 yapımı Son Karar filmidir. 1971’de yolları
Ertem Eğilmez’le kesişmeden önce düzensiz aralıklarla sinemada yer alan Adile
Naşit, Eğilmez’le sürekli bir iş birliğine başlamadığı 1960’lı yıllarda
tiyatrodaki en aktif dönemini geçirmiştir. 1970’li yıllar hem Türkiye’nin hem
de Adile Naşit’in sanat hayatında bir dönüm noktası olmuştur.
1970 Sonrası Türk Sineması
1970’li yıllardaki Türk sinemasının değişiminde,
Türkiye’de ve dünyada 1960’ların ikinci yarısından itibaren siyasi, ekonomik ve
toplumsal alanlarda yaşanan gelişmeler önemli bir rol üstlenmiştir. 1968
yılında ABD’nin Vietnam’a müdahalesi ile başta ABD ve Avrupa olmak üzere bu
müdahaleye karşı başlayan protestolar, yine aynı yıl Fransa’da başlayan işçi ve
öğrenci hareketleri tüm dünyada yankı bulmuş ve tüm dünyada bir dönüşüm
sürecine girilmiştir.[317] Bu hareketler
Türkiye’de 1968-1970 yılları arasındaki öğrenci ve işçi hareketlerinin artışına
yol açarken, siyasi, ekonomik ve toplumsal alanda da gerilimli, bunalımlı
geçecek olan bir dönemin başlangıcı olmuştur.[318]
Fransa’da başlayan ve “68 Hareketi” olarak anılan muhalif işçi ve öğrenci
hareketi Avrupa’yı etkisine aldığı gibi, Kuzey Amerika, Latin Amerika, Ortadoğu
ve Çekoslavakya örneğinde olduğu gibi bazı Doğu Bloku ülkelerini de
etkilemiştir. 68 Hareketi, sadece işçi ve öğrenci hareketi olarak değil, savaş
karşıtı hareketler, siyah hareketleri, kadın hareketleri gibi farklı “sistem
karşıtı hareketler” olarak kendisini farklı ülkelerde, farklı siyasi ve
ekonomik yapılarda göstermiştir.[319]
Küresel
ölçekte yaşanan bu hareketlilik Türkiye’deki öğrenci hareketlerine de ivme
kazandırmıştır. 1968 yılında ABD’nin 6. Filo’sunun Türkiye’ye gelişinin
protesto edilmesi, üniversitelerde boykot ve işgallerin yaşanması, özel
yüksekokulların kamulaştırılması talebiyle başkente yürüyüş düzenlenmesi bu
öğrenci hareketlerinin Türkiye’deki gelişmelerine dair verilebilecek
örneklerden birkaçıdır.[320]
1 970’li
yıllarda siyasi bir kimlik kazanan öğrenci hareketlerinin de etkisiyle politik
ve ideolojik ayrımlarda keskin bir kutuplaşma görülmeye başlanmıştır.
Kutuplaşmanın artmasıyla protestolar, silahların dâhil olduğu şiddet içerikli
eylemlere dönüşmüştür. Gerilimin tırmandığı bu dönemin sonucunda ordu 12 Mart
1971’de verdiği muhtıra ile yönetime el koymuştur. Askeri müdahalelerle
birlikte, 1980’lere kadar yaşanan süreçte siyasi bir istikrarsızlık hâkim
olmuştur. Siyasi ve toplumsal hayatın birçok değişimi deneyimlediği bu dönemde
kültür ve sinema hayatı da değişime uğramıştır. İktidarın sürekli el
değiştirdiği, petrol krizi, enflasyon artışı, dış borçlanma gibi ekonomik
sorunların hükümetler tarafından çözüme ulaştırılamadığı bu dönemde sağ-sol
kutuplaşmasının şiddet içerikli fiillerinin sokaklara taşması sinemayı hem
içerik olarak hem de sinema seyircisinin eğilimleri açısından etkilemiştir.
1968 Hareketleri’nin ivme
kazandırdığı öğrenci ve işçi hareketlerinin siyasal bir nitelik kazanmasıyla
protestoların şiddet içerikli hale gelmesi, siyasi ve ekonomik istikrarsızlık
gerekçe gösterilerek 12 Mart 1971’de ordunun hükümete muhtra vermesiyle
başlayan 1970’li yıllar artık 1960’li yılların görece demokratik ve özgürlükçü
ortamından uzaklaştığı bir dönem olmuştur. Türk sineması bu yıllarda ilk
örnekleri 1960’larda verilmeye başlanmış, politik ve toplumsal sorunlara dikkat
çeken, sınıfsal çalışmaları ile alan filmler üretmeye devam etmiştir. Yılmaz
Güney, Lütfi Akad ve Halit Refiğ gibi yönetmenlerle öne çıkan toplumsal
gerçekçilik akımına ait bu filmlerle, ele alınan konu ne olursa olsun, içinde
yaşanılan gerçeklik mümkün olduğunca olduğu gibi yansıtılmaya çalışılmıştır.
Yılmaz
Güney’in 1971 yapımı Umut filmi, Halit Refiğ’in Fatma Bacı (1972)
filmi ve Lütfi Akad’ın Gelin, Düğün, Diyet (1973-1974) üçlemesi gerçekçi
yaklaşımın bu dönemdeki en öne çıkan örnekleri olmakla birlikte politik duruş
ve kaygıların sinemaya yansımasının en net şekilde görüldüğü filmler olmuştur.[321] 1 972’de
tutuklanıp hapse giren Güney,
hapishane deneyiminin ardından fikirlerini daha açık bir şekilde perdeye
yansıtmıştır. Yoksulluk, eşitsizlik, sınıfsal sorunlar, işçi sorunları ve
hakları Güney’in filmlerinde en çok öne çıkan temalar olmuştur.
1970’li yılların kültürel
hayatını etkileyen bir diğer gelişme ise arabesk kültürünün oluşması olmuştur.
1960’lardan itibaren ekonomik alanda sektörel bir değişimin yaşanarak
sanayileşmenin artmasıyla hız kazanan köyden kente göç, işsizlik gibi ekonomik
kaygılar sonucu ortaya çıksa da bu göç dalgaları sosyal ve kültürel birçok
değişime ve etkiye sebep olmuştur. Göç ettikleri yere yerleşmek, uyum sağlamak
ve bu kentlerde kalıcı olmak için sarf edilen çaba sırasında büyük kentlerde
bir gecekondulaşma sorunu ortaya çıkmıştır. Göç etmeden önce umut edilenleri
kentlerde bulamama, dışlanmış hissetme, göç ederken geride bırakılanlara
duyulan özlem, kentte karşılaşılan yaşam şekillerinden farklı bir yaşama sahip
olmanın getirdiği hayalkırıklığı gibi sorunları dile getiren arabesk kültür
önce müzikte kendisini göstermiş ve gelişmiş ardından sinemaya yansımıştır.[322] Müzikteki bu tarzın en ünlü
ilk temsilcisi olan Orhan Gencebay’ın müziği ve arabesk kültür ile ilgili
olarak Meral Özbek şunları dile getirmiştir:
“Müzik büyük kentlerin sınırlarında gelişmekte olan yeni özel dile,
kentle karşılaşan ve gittikçe büyüyen bu toplum kesiminin yükselen
beklentilerini, arzularını ve düş kırıklıklarını ifade eden bir araç
sağlamaktaydı. Göç eden ve ezilenlerin kültürü Gencebay’ın yapıtlarında kendi
sesini bulmuştu ve bu ses onun müziği aracılığıyla halkın bilincine
taşınıyordu.”[323]
1970’lerin sinemasında arabesk
film furyasını başlatan ilk örneğin, Orhan Gencebay’ın başrolünü üstlendiği ve
sanatçının şarkısıyla aynı adı taşıyan Bir Teselli Ver olduğu
söylenebilir. Arabesk türdeki filmlerle arabesk müzik iç içe olmuştur. Bunun en
büyük sebebi bu filmlerde Orhan Gencebay gibi arabesk müzik yapan sanatçıların
rol almaları ve filmlerde kendi şarkılarını kullanmalarıdır. Orhan Gencebay’ın
öncülüğünü yaptığı bu film türünde İbrahim Tatlıses ve Ferdi Tayfur gibi
sanatçılar da öne çıkan isimlerden olmuştur. Cem Peleman, Orhan Gencebay’ın rol
aldığı arabesk filmleri şöyle nitelendirmiştir:
“Arabeskin ‘baba’sı Orhan Gencebay’ın, arabesk filmler furyasının ilk
yıllarında, Münir Nureddin yahut Zeki Müren benzeri bir rakipsizliği söz
konusudur. Esasında, 1970’lerin ikinci yarısına kadar Gencebay’ın yılda bir
film çevirdiği ve onun tarzına yakın şarkılı film olmadığı düşünüldüğünde ilk
yıllarda arabesk filmlere furya yakıştırması yapmak için henüz erkendir. Ama
şüphesiz, her biri o senenin Gencebay hit’inin ismini taşıyan filmlerin gişesi
ve etkisi büyüktür; plak ve kasetlerden kentlere yayılmaya başlayan arabeskin
perdede görünür olması önemlidir”[324]
Göç sonrası adaptasyon
sorununu, özlemleri, hayal kırıklıklarını işleyen arabesk filmler seyirci
sayısının giderek azaldığı bu dönemde kendisine kayda değer bir seyirci kitlesi
edinebilmiştir.
1970’li yılların sinemasının
film üretim şekillerini etkileyen bir başka unsur ise sinema sektörünün
yüzleştiği sorunlar olmuştur. Bu sorunların ilki seyirci sayısında görülmeye
başlanan düşüştür. Özellikle 1970’lerin ikinci yarısından itibaren gözlemlenen
bu azalmanın en büyük nedenlerinden biri can güvenliği endişesidir. Daha önce
öğrenci ve işçi hareketlerinin siyasi kimlik kazandığından ve protestolarda
şiddet görülmeye başladığından bahsedildiği üzere, bu tarz eylemlerin, sağ-sol
kutuplaşmasının ve fikir ayrılıklarının had safhaya ulaştığı bir ortamda
sokaklara taşması sebebiyle bu dönemin gündelik hayatı tehlikeli bir hal
almıştır. Bu nedenle hem sinema hem de tiyatro seyircisi can güvenliği
endişesiyle bu iki kültür alanından uzaklaşmıştır. 1970’lerin başında
yaygınlaşmaya başlayan televizyon da alternatif bir eğlence kaynağı olarak
görülmüş ve sinemaya gitmeme kararı alınmasında kolaylaştırıcı bir etki
sağlamıştır. Televizyon, TRT’nin popülerleşen yayınları ile sinema seyircisi
için kendi evinin güvenli ortamında ve konforunda bir seyir alternatifi olarak
ciddi bir rakip olmuştur.
Seyirciyi sinemadan
uzaklaştıran bir diğer sebep ise yaşanan ekonomik sıkıntılardır. Petrol krizi,
dış borçlanma ve yüksek enflasyon gibi ekonomik sorunlarla yüzleşen Türkiye,
1970’li yılların büyük bir kısmını ekonomik krizlerle mücadele ederek
geçirmiştir. Bu ekonomik zorluklar sebebiyle sinemaya gitmek seyirci için pahalı
bir aktivite halini almıştır. Özellikle aile ölçeğinde ele alındığında bir
ailenin sinemaya gitmesi, bütçe yönünden ciddi bir yük haline gelmeye
başlamıştır. Nilgün Abisel seyircinin durumunu şu şekilde ifade etmiştir:
“70’li yılların sonları yaklaşırken, televizyon yaygınlaşmış, ekonomik
zorluklar sinema seyircisini salonlardan uzaklaştırır olmuştu. Öteki ülkelerle
karşılaştırıldığında çok ucuz kalan bilet fiyatlarına karşın bir ailenin
sinemaya gitmesi, aile bütçesine ciddi bir yük getirmeye başlamıştı. Aile
seyircisi, belirli bir kazanç ortalamasının altına düşmemek, perdelerini boş
bırakmamak, salonlarını kapatmamak için ucuz-kötü filmleri gösteren sinemaları
kolayca terk etti, evinde televizyon seyretmeyi yeğledi.”[325]
Dönemin sinema sektörünün
yüzleştiği bir başka ekonomik sorun ise sinema salonlarında masrafların
karşılanamaması olmuştur. Seyircinin azalmasıyla salonlarını dolduramayan ve
kâra geçemeyen birçok sinema salonu kapanma ya da daha küçük ölçekli yerlere
taşınma yoluna gitmiştir. Büyük, konforlu salonların kapanması da halen
sinemaya gitmekte olan seyirci için alışkanlıklarının bozulmasına ve sinemadan
uzaklaşmasına sebep olmuştur. Seyirciyi sinemaya gitmeye teşvik edebilecek
olumlu bir unsur ise 1975 yılından itibaren gösterime giren tüm filmlerin
renkli olması olarak gösterilebilir. Öte yandan bu durum, sinema sektörü
açısından başka olumsuzluklara yol açmıştır. Enflasyonun halen yüksek olduğu bu
yıllarda filmlerin çekileceği kaliteli ham filmin pahalı olması bu
olumsuzlukların ilkidir. Bir diğer olumsuzluk ise ucuz ham film kullanmayı
tercih eden yapımcı ve yönetmenlerin filmlerinin görüntü kalitesi açısından
daha kötü olmasıdır. Maliyetlerin hızla yükselmesiyle yılda daha az film
çekilmeye başlanmıştır. Bazı salonlar eski filmleri yeniden gösterime sokma
yoluna başvurmuştur. Kapanmadan ayakta kalan sinema salonlarında da kazanç
sağlanamadığından bakımsızlık, yenilenememiş teknik ekipmanlar yüzünden bozulan
projeksiyon aletleri gibi sorunlar seyirci sayısını daha da düşürmüştür.[326]
Küçülmeye gitmek zorunda kalan
ya da kapanan orta ve küçük ölçekli yapım firmalarının sayısı artınca ülke
genelindeki işsizlik sorunu sinemada da baş göstermiştir. Sinema oyuncuları ve
teknik elamanların bir kısmı televizyon sektörüne geçiş yapabilmiş olsa da
sinema sanatçıları açısından işsizlik sorun olmaya devam etmiştir.
1970-1980 yılları arasında
sinema sektörü seyirci sayısını arttırabilmek ve televizyonla rekabette öne
geçebilmek için televizyonun sunamayacağı mekanizmalar geliştirmiştir. Bunların
ilki 1974’ten itibaren gösterilmeye başlanan yabancı seks filmleridir. Yabancı
filmlerin ilgi çektiği farkedildiğinde ise yerli seks- komedi filmleri
çevrilmeye başlanmıştır.[327] Bu durum, yukarıda sayılan
can güvenliği endişesi, ekonomik problemler gibi nedenlerle sayısı azalan aile
seyircisinde sinemadan uzaklaştırıcı etkiye sebep olmuştur. Öte yandan, bu seks
filmleri erkek seyirci kitlesi oluşturmuştur. Nitelikli olma amacı gütmeyen bu
filmlerin karşısında ise sanat değeri taşıyan, bir hikâye anlatmak ya da sorunu
ele almak, ona dikkat çekmek amacı taşıyan filmler yeterince rağbet
görmemiştir. Bu süreçte müstehcenliğin sınırlarını deneyip pornografiye kaymaya
başlayan bu seks güldürüleri sinemadan uzaklaşan seyirci tarafından tepki
çekmiş ve sansür yasasının değişmesine ön ayak olmuştur.[328]
1 977 yılında Filmlerin ve Film Senaryolarının Denetlenmesi adlı yasanın
yürürlüğe girmesiyle Türk sineması, 1939 yılında yürürlüğe giren sansür
yasasından daha ağır maddeler içeren yeni bir denetim aracıyla yüzleşmiştir.
Sansür yasasına rağmen denetim, denetimden geldikten sonra filmde değişikliğe
gitme gibi yöntemlerle atlatılmış ve bu filmler gösterilmeye devam etmiştir.
1979’a gelindiğinde çekilen 195 filmden 131’ini seks filmleri oluşturmaktadır.[329]
Sinemanın seyirci sayısını
arttırmak için başvurduğu mekanizmalardan biri de aileleri salonlara çekmeyi
hedefleyen aile filmlerinin yaygınlaşmasıdır. Genellikle duygusal öğeler
taşıyan komedi filmleri olarak karşımıza çıkan bu filmler seyircisine keyifli
vakit geçirtmeyi amaçlamış ancak bunu yaparken toplumun gerçekliğinden
kopmamaya çalışmıştır. Bu türde en ünlü örnekleri vermiş yönetmenlerden olan
Ertem Eğilmez filmlerinde işlediği toplum sorunlarını güldürüyü kullanarak
eleştirmiş ama bu eleştiriyi filmin odağı haline getirmemeyi tercih etmiştir.[330] Sinema sektörünün
bir dar boğazı deneyimlediği 1970’li yıllarda rol aldığı aile filmleriyle
sinema alanında yıldızı yükselen Adile Naşit’in bu yükselişinde sinema
kariyerinde Ertem Eğilmez ile yaptığı iş birliğinin rolü büyüktür. Bu sebeple
Ertem Eğilmez’in filmleri ve sinema anlayışına yakından bakmak faydalı
olacağından Ertem Eğilmez ekolü ayrı bir başlıkta ele alınacaktır.
1980’lere gelindiğinde ise
Türkiye bu döneme yine askeri bir müdahale ile başlamıştır. Bu kez Türkiye’nin
siyasi, ekonomik, toplumsal ve kültürel hayatı 12 Eylül 1980 askeri darbesinin
gölgesinde şekillenmiştir.
Askeri müdahaleyi takiben
askeri rejimin siyasi, kanuni ve ekonomik karar ve uygulamaları toplumsal
hayatı büyük ölçüde etkilemiştir. 1982 Anayasası ile merkezi yönetim, özellikle
devlet başkanlığı yani cumhurbaşkanlığı makamı güçlenmiş ve otoriterleşmiştir.
Cumhurbaşkanlığı yetkilerinin arttırılmasına ek olarak, 1982 Anayasası tasarısı
referanduma sunulduğunda anayasanın kabulü için evet oyu kullananların aynı
zamanda cumhurbaşkanı olarak 12 Eylül Darbesi’nin lideri ve Milli Güvenlik
Konseyi başkanı olan Kenan Evren’in seçmiş olacakları maddesi, ordunun siyasi
açıdan yönetimde söz hakkı sahibi olmasına olanak tanımıştır.[331] 1982 Anayasası ile 1961
Anayasası’nda öne çıkan basın, ifade, düşünce özgürlüğü, sendika ve grev hakkı
gibi bireysel özgürlükler yasaklanmasa da kısıtlamaya gidilmiş ve insan
haklarına dayanan değil fakat saygılı olan bir devlet resmi çizilmiştir. Bu
düzenlemeler siyasi hayata olduğu kadar günlük hayata da yansımış ve
dolayısıyla kültür alanı da etkilemiştir.
Ekonomik yönden bakıldığında
ise dönemin ekonomisini 24 Ocak Kararları şekillendirmiştir. Mimarı,
Başbakanlık Müsteşarlığı yapmış Turgut Özal olan bu ekonomik paketle üretimin
artırılması, karaborsacılığın önlenmesi, harcamaların kısıtlandırılması ile
ekonomik istikrarsızlığın önüne geçilmesi amaçlanmıştır. Bu kararlar ile
devletin ekonomideki desteği azalmış, dış ticaretin önü açılarak yabancı
yatırımlar desteklenmiş, serbest döviz kuru ile uluslararası ekonomiye
eklemlenme gerçekleşmiştir. Bu kararların yürürlüğe girmesiyle 1960’lardan bu
yana ağırlığı elinde tutan sanayi sektörü, hizmet sektörünün büyümesiyle geri
planda kalmıştır. Gelir dağılımında da sektörel kayma gözlemlenmiş ve
uluslararası ekonomi ile olan açık ilişki tüketim ekonomisinin etkisiyle
toplumdaki tüketimin hız kazanmasına yol açmıştır.
Bu dönemde 12 Eylül askeri
darbesinden en çok etkilenen sektörlerden biri sinema olmuştur. Başta politik
duruş yansıtan filmler olmak üzere yüzlerce film yasaklanmış, sinemacıların
sendikalarından Sine-Sen kapatılmıştır. Darbe öncesinde yılda 200’leri bulan
film sayısı, darbenin ardından ortalama 60-80 filme kadar düşmüştür.[332] [333]
Yerli film sayısındaki azalmaya karşın yabancı film, özellikle de Hollywood
filmlerinin sayısı artmaya başlamıştır. Bunun ardında yatan temel neden ise 24
Ocak Kararları ile yabancı sermayenin teşvik edilmesi ve Hollywood filmlerinin
yerli filmde yaşanan sıkıntılar sebebiyle ortaya çıkan dar boğazdan
faydalanabilmesi olmuştur. 70’lerde ortaya çıkan Arabesk film furyası bu
dönemde de devam etmiş ve seyircisini nispeten koruyabilmiştir. Atıf Yılmaz,
Ertem Eğilmez, Memduh Ün gibi darbe öncesinde aktif çalışan yönetmenler, 1980
sonrasında da etkinliklerini devam ettirirler. Bu dönemin filmlerinde görülen
bir önemli değişim ise bireyin ön plana çıkması olmuştur. Günlük hayatta toplum
çıkar ve değerlerinin yerini birey çıkar ve değerlerine bıraktığı bu dönemde
sinemada da bireyin ön plana çıkması şaşırtıcı değildir. Bu bağlamda filmlerde,
bireyin sorunları, mutluluğu veya mutsuzluğu, ihtiyaçları gibi konular
işlenmeye başlamıştır. Buna ek olarak, bu dönemde seyirci yapısında
farklılıklar gözlemlenmiş, seyirci ailelerden seyirci bireylere dönüşmüştür. Bu
dönemin sinema açısından bir başka gelişmesi de sinemaya karşı alternatiflerin
videokaset teknolojisi ile artması olmuştur. Video cihazlarının sayılarının
artması, sinemacıların video piyasası için film üretmeye başlamalarına yol
açmıştır.[334] Bu durumda çekilen film
sayısı artmış olsa da her film video kayıtları yapıldıktan sonra sinema
salonlarında gösterime girmemiştir. Videokasetlerin evde izlenebilme özelliği
sinema salonlarına giden seyirci sayısının düşüşünde önemli bir etken olmuştur.
Videokaset seyrinin yaygınlaşmasına ek olarak televizyonun da yaygınlaşma
ivmesini devam ettirip günlük hayatın bir parçası olarak seyircilerin hayatında
sabit bir yer edinmesi, sinema seyircisinin eve kapanma eğiliminin ardındaki
bir başka neden olarak gösterilebilir. Bu bağlamda, vizyon filmi, video kaset
filmleri ve televizyon programları gibi seçeneğin çok olduğu durumda seyircinin
beklentilerinin değiştiği de dikkate değer bir noktadır.
Estetik yönden görselliğin
önemi artmakla birlikte, 1960’ların melodram kalıplarından sıyrılan, güncel
meselelere gerçekçi bir şekilde yaklaşmaya çabalayarak aile, kadın, tüketim,
iletişimsizlik gibi konuları işleyen çalışmalar yapılmıştır. Sinemada yeni bir
kimlik anlayışı olarak adlandırılabilecek bu çalışmalar aynı zamanda bir mesaj
iletme amacı da taşımaktadır. Atıf Yılmaz’ın yönettiği Mine (1981), Kadının
Adı Yok (1988) filmleri şehirli kadın olgusu üzerinde dururken, Başar
Sabuncu’nun Uçurtmayı Vurmasınlar (1989), Erden Kıral’ın Av Zamanı (1988)
gibi filmleri 12 Eylül dönemini ele alarak siyasal ve toplumsal problemler
üzerinde duran örnekler olmuştur.
Ertem Eğilmez Ekolü ve Adile Naşit
Ertem Eğilmez’in hem yönetmen
hem de yapımcı olarak Türk sinemasında önemli bir yeri vardır. Kendine özgü bir
sinema dili geliştirmesi, bir ekol haline gelerek onun izinden gidecek yönetmenlere
ilham kaynağı olması, bir araya getirdiği kadrosundaki oyuncuları seyirciyle
tanıştırıp popülerleştirmesi ve kariyeri boyunca ürettiği filmlerin çeşitlilik
içermesi Eğilmez’i başarılı bir sinema sanatçısı yapan nedenlerin başında
sayılabilir.[335] Eğilmez’in etkisinin
sinemayla sınırlı kalmadığını vurgulayan Cem Pekman, Bizimkiler, ikinci
Bahar, Süper Baba, Ekmek Teknesi gibi yerli televizyon dizileriyle
televizyona taşındığını ve bu etkinin günümüze kadar devam ettiğini “Eğilmez’in
“talebeleri”, halen günümüz sinema ve televizyonunda etkinliklerini
yönlendiriciliklerini sürdürmektedirler”[336]
diye ifade etmiştir. Ertem Eğilmez’i Türk sinemasında bir ekol haline getirecek
başarısındaki en büyük neden belki de hitap ettiği kitlenin gerçekliğini iyi
bir şekilde analiz edebilmesinde ve nabzını tuttuğu seyirciye kendisiyle
ilişkilendirebileceği değer yargılarına dünya görüşüne dair unsurlar
sunabilmesinde yatmaktadır.[337] 1 970’lerde ve 1980’lerde
seyirci sıkıntısı yaşayan sinema sektöründe düzenli ürün verebilmiş ve gişe
başarısı elde edebilmiş olmasında da seyirci beklentilerini okuyup analiz
edebilmesinin payı büyüktür. Bu dönemde ürettiği geniş kadrolu aile filmleri
Eğilmez’in bu analizinin ürünüdür. Hakan Aytekin ve İrfan Eroğlu aile
filmleriyle yakaladığı başarının nedenini şu şekilde açıklamıştır:
“Yeşilçam’ın 1970’li yıllarda içine sürüklendiği seks furyası döneminde
genel sinema izleyicisini yakalayabilecek filmler üretebilmesi, senaryolarının
koşulları doğru tahlil eden diyalektik bir zemine oturmasıyla mümkün
olabilmiştir. Eğilmez, toplumsal değişimin sancıları ve sonuçlarının en
etkileyici biçimde açığa çıkacağı ‘arena’nın ‘aile’ olacağının ciddi bir
biçimde bilincindedir. En kolay ve pratik biçimde kendi aile yapısından hareket
eden ve bu mefhumu çok iyi ‘bilen’, hayatı ve değişimin yönünü ‘gözlem’leyen,
giderek çetinleşen koşullarda toplumsal/bireysel travmanın şiddetini en aza
indirgeyecek popülerleştirilebilir noktaların neler olabileceğini ‘sezen’ bir
sinemacı olarak, Eğilmez’in çok izlenen filmler yapabilmesinde en önemli
etkenlerden biri, sinemada üretiminin ‘aile’ye dönük olmasıdır.”[338]
Bu aile filmleriyle birlikte
Ertem Eğilmez aynı zamanda, tek ya da iki başrol oyuncusunu ön plana çıkaran
yıldız sisteminden farklı olarak kalabalık oyuncu kadrolarıyla kendi
oyuncularını yetiştirmiş ve ekip çalışmasını ön plana çıkartmıştır.[339] Türk sinemasına Kemal Sunal
ve Şener Şen gibi yıldız sisteminin klasik yıldızlarının dışında kalan yeni
yıldızlar kazandıran Ertem Eğilmez, aynı zamanda Adile Naşit ve Münir Özkul
başta olmak üzere Halit Akçatepe, Ayşen Gruda, Zeki Alasya, Metin Akpınar ve
Perran Kutman gibi tiyatro kökenli oyuncuların “yardımcı oyuncu” niteliğini
aşacakları konumlara erişmelerini sağlayarak farklı yıldızlar olmalarına olanak
tanımıştır.[340]
Sinemada yakaladığı başarıda
Ertem Eğilmez’le çalışmasının çok büyük bir payı olduğunu ifade etmiş olan
Adile Naşit, Ertem Eğilmez filmlerinin vazgeçilmez oyuncularından biridir.
Yönetmenin başrol oyunculuğuna yeni bir yaklaşım getirdiği filmlerinde Adile
Naşit, kendisi gibi tiyatrodan gelmiş oyuncularla çalışmış ve bu ortak paydanın
sağladığı imkânla oyuncular birbirlerinin ritmini yakalayıp başarılı bir ekip
çalışması yapmalarını sağlamıştır. Kamera arkasındaki başarılı ekip çalışması
ise perdeye uyumlu, karakterlerin seyircilerin hafızalarında yer edecek kadar
canlı bir şekilde hayat bulduğu filmler olarak yansımıştır. Çoğunluğu
tiyatroculardan oluşan bu kadrolarda Adile Naşit ile çalışmaları açısından
Münir Özkul ayrıca önemli bir isimdir. Özkul da Adile Naşit gibi halk tiyatrosu
geleneğinden yetişmiştir. Halk tiyatrosunun son temsilcilerinden İsmail
Dümbüllü’nün öğrencisidir ve Dümbüllü, gelenek gereği “kavuğunu” Münir Özkul’a
devretmiş böylelikle Özkul’u halefi yapmıştır.[341]
İsmail Dümbüllü aynı zamanda tuluat, ortaoyunu, meddah gibi türlerde, halk
tiyatrosunda Adile Naşit’in babası Naşit Bey’in en büyük rakiplerinden biridir.[342] Her ikisi de halk
tiyatrosunun hem en başarılı hem de son temsilcilerinden olan bu iki ustanın
öğrencileri Adile Naşit ve Münir Özkul halk tiyatrosunun mirasları olarak Ertem
Eğilmez filmlerinde çok başarılı bir takım haline gelmişlerdir. Bu başarıda
elbette, Ertem Eğilmez’in filmlerinde halk sanatlarının çeşitli öğelerini
kullanmasının da payı büyüktür. Böyle bir ortamda Adile Naşit ve Münir Özkul
ikilisinin bir takım olarak çalışmaları daha da parlamaktadır. Adile Naşit de
1976 yılında Ses dergisine verdiği bir röportajda Ertem Eğilmez
filmlerindeki ekip çalışmasına ve tiyatro geçmişine değinmiştir:
“Uzun yıllar tiyatroda oynamamın, sinemada bana çok büyük faydaları oldu.
Fakat asıl başarımı çevreme ve bilhassa birlikte çalıştığım yönetmen Ertem
Eğilmez’e borçluyum. Bence bir oyuncunun asıl başarısını sağlayan en büyük
faktörlerden biri rejidir. Şu anda Arzu Film’le mukavelem var. Birlikte oynadığım
arkadaşlarla çok iyi anlaşıyoruz. Oynayacağımız filmin senaryosunu bir ekip
halinde hazırlıyor ve olayı yaşadıktan sonra gerekli düzeltmeleri yapıp ondan
sonra sinemaya uyarlıyoruz. Bu şekilde çalışmamız hem benim, hem de diğer
arkadaşların sanat gücünü artırıyor ve başarılı olmamızı sağlıyor.”[343]
Bunlara ek olarak, Ertem
Eğilmez, filmleriyle genellikle toplumsal sorunları eleştirel olarak ön plana
almamıştır fakat filmlerinde kullandığı güldürü öğeleriyle bu sorunlara
gönderme yapmıştır. Diğer bir ifadeyle, güldürü öğeleri genellikle dönemin
toplumsal konularıyla iç içe olmuş ve perdeye yansıtılan sorunlar bu sorunların
eleştirileri olarak değil, mizah ya da hüznü pekiştirecek birer öğe olarak
seyircinin karşısına çıkartılmıştır.[344]
Ertem Eğilmez filmlerinin
popüler olmasının nedenlerinden birini de Yavuz Pekman, Eğilmez’in halk
sanatının belli başlı özelliklerini koruyarak yeni bir formda filmlerinde
kullanması olduğunu ileri sürmüştür.[345]
Günlük sıkıntılardan uzaklaştırma amacı taşıması, seyirciyi eğlendirmenin temel
aracının güldürü olması, içinden çıktığı toplumun gerçekliğinden yola çıkması,
zengin-fakir, yöneten- yönetilen ikilikleri sunup bu ikiliklerde hitap ettiği
halkın tarafını, yani dışlanan, ezilen kişinin tarafını tutması gibi halk
sanatının özelliklerini barındırdığını ifade eden Pekman, bunun sonucunda Ertem
Eğilmez filmlerinde halk geleneğindeki Karagöz’e karşılık sinemada İnek
Şaban’ın ortaya çıktığını belirtmiştir.[346]
Halk sanatı öğelerinin seyirci
tepkisinden yoğun olarak beslenmesi, 1970’li ve 1980’li yılların sinemasının
içinde bulunduğu ekonomik zorlukların yarattığı ticari kaygı ve Ertem
Eğilmez’in seyirci isteklerine ve yönelimlerine önem vermesi gişe başarısı
sağlayan filmlerin bir formül gibi örnek alınmasına sebep olmuştur. Bu durum Hababam
Sınıfı ve Gırgıriye gibi filmlerin serilere dönüşmesine de olanak
tanımıştır. Bu formülün sıklıkla uygulanması aynı zamanda kimi zaman
oyuncuların da belli karakter özellikleriyle sınırlı kalmalarına sebep
olmuştur. Adile Naşit’in, Ertem Eğilmez filmlerinde sıklıkla iyi kalpli, yufka
yürekli, sevecen ve fedakâr anne rollerinde oynaması da bu durumun bir
sonucudur. Bu anne rollerini inceleyen Sibel Öz, anne, teyze, hala gibi
rollerin arzu nesnesi olmayan cinsiyetsiz roller olduğunu ve çoğunlukla çocukları
ya da başkaları için fedakârlıklarda bulunan ve birey iradesi taşımayan
karakter olduğu sonucuna ulaşmıştır.[347]
Birey olma özelliği taşımayan bu karakterler ailenin içinde var olmuşlardır.
Adile Naşit’in Ertem Eğilmez
ekolündeki konumu, Eğilmez’in yönettiği filmlerde rol almasa bile Ertem Eğilmez
tarafından kurulan Arzu Film yapımlarıyla ve Kartal Tibet gibi Ertem Eğilmez’in
izinden giden yönetmenlerin çalışmalarıyla değişmemiştir.
1970 Sonrası Türk Sinemasında Adile Naşit
1970’ler, Türk sinemasında olduğu
kadar Adile Naşit’in sinema kariyerinde de kırılmaların yaşandığı bir dönem
olmuştur. Ancak sinema sektörünün bir dar boğazı deneyimlediği bu dönem, Adile
Naşit’in sinema alanında yıldızının yükseldiği ve istikrarlı bir şekilde film
çevirmeye devam ettiği hatta yılda 14 filme ulaşan sayılarla kariyerinin en
yoğun dönemi olmuştur.[348] Bu yoğunluk sebebiyle
Gazanfer Özcan- Gönül Ülkü Tiyatro Topluluğu’ndaki on iki yıllık en uzun
soluklu tiyatro serüvenini sonlandırmak zorunda kalmıştır. 1971 ve 1972 yıllarında
art arda rol aldığı Beyoğlu Güzeli ve Sev Kardeşim filmleriyle
Ertem Eğilmez’le olan iş birliğine başlayan Adile Naşit’in, bu iş birliği,
sinema kariyerini şekillendiren en önemli gelişme olmuştur. Ertem Eğilmez ekolü
değerlendirilirken ele alındığı üzere başarılı ekip çalışmaları ve Ertem
Eğilmez’in sinema yaklaşımının desteğiyle canlandırdığı karakterleri tiyatro
deneyimiyle besleyebilen Adile Naşit unutulmaz karakterlere hayat vermiştir.
Adile Naşit’in yufka yürekli
ve neşeli Hafize Ana rolü bu unutulmaz rollerden en öne çıkanıdır. Ertem
Eğilmez’in Rıfat Ilgaz’ın aynı adlı eserinden uyarladığı Hababam Sınıfı
filmi gişede sağladığı başarıyla[349]
bir seriye dönüşmüş ve sinemadan uzaklaşan aileleri tekrar salonlara çekmeyi
başarmıştır. İlk filmi 1975 yılında vizyona girmiş olan Hababam Sınıfı
serisinin son filmi 1981 yılında çekilmiştir. Sinemada ekonomik sıkıntıların
yaşandığı bu dönemde altı yıllık bir zaman diliminde altı film çevrilerek
istikrarlı bir çizgi göstermiştir. Seri o kadar popüler olmuştur ki 1982
yılında müzikalinin sahneye konması planlanmıştır. Müzikalde Adile Naşit,
Hafize Ana rolünü tekrarlamış fakat Hababam SınfTnın müzikal olması
basında şüpheyle karşılanmıştır. Cumhuriyet gazetesinde çıkan bir yazıda
müzikal, “Kitabını okuduk, sinemada ve TV’de seyrettik müzikale gerek var
mıydı?”[350] sorusuyla sorgulanmış, yazıyı
kaleme alan tarafından “yer yer kendini tekrarlasa da başarılı” bulunmuştur.
Atilla Dorsay, Hababam
Sınıfını “ticari başarı” olarak nitelendirirken bu başarıyı şu şekilde
belirtmiştir:
“Piyasanın tam bir bunalım içinde olduğu, hiçbir filmin, hiçbir ‘star’
oyuncunun sinemaları doldurmayı başaramadığı, filmcilerin kara kara düşünmekte
olduğu, şirketlerin iflas, sinemaların kapanma söylentilerinin birbiri ardına
yapıldığı bir dönemde, hem de mevsim sonuna rastlayan bir filmin Türk
sinemasının şimdiye dek bildiği tüm hasılat rekorlarını altüst edişi, 11
sinemada ikinci haftaya girdikten sonra bunların üçünde üçüncü haftaya
geçmesi... Hababam Sınıfı bu açılardan kuşkusuz bir ‘ticari başarı’dır ve
yalnız şirketine değil, piyasaya da ‘moral aşısı’ yapan bir olay olarak ele
alınmaya değer.”[351]
Canlandırdığı anne rolleriyle
ön plana çıkmaya devam ettiği Bizim Aile (1975), Gülen Gözler
(1977) ve Neşeli Günler (1978) gibi Arzu Film yapımları aynı zamanda
Münir Özkul ile takım oldukları filmler olarak öne çıkmaktadır. Bu filmlerde
canlandırdığı rollerle de oyunculuğuyla dikkat çeken Adile Naşit, özellikle Neşeli
Günlerdeki turşuculuk yapan Saadet Hanım karakteriyle “jönlere gerek
kalmaksızın filmi tek başına götüren lokomotif oyuncular”dan[352] sayılarak tiyatrodan sinemaya
kazandırılan değer olarak nitelendirilmiştir.
1974’te çekilen Salak
Milyonerde canlandırdığı Mesude karakteri ile 1975 yapımı Ah Nerede
filminde canlandırdığı Huriye karakteri anne rolleri dışında canlandırdığı
“evde kalmış”, “dul”, “hafif meşrep” ya da kadınsı özellikleriyle de öne çıkan
sıradışı sayılabilecek rollerinden bazıları olmuştur.
Ertem Eğilmez ve Arzu Film
ekolü dışında rol aldığı filmler de olan sanatçının bu kategoride en öne çıkan
filmi şüphesiz 1975 yılında çekilen işte Hayat filmidir. Filmin
yönetmenliğini Atıf Yılmaz’ın üstlendiği bu filmde başrolleri Uğur Dündar ve
Hülya Koçyiğit oynamıştır. Adile Naşit ise Koçyiğit’in karakterinin annesi
Makbule rolündedir. Yine bir anne rolü oynasa da Makbule’de hırslı, çıkarları
doğrultusunda hareket eden, zeki ve kurnaz bir karaktere hayat vermiştir. Aynı
yıl bu rolüyle Altın Portakal Film Festivali’nde başrol Hülya Koçyiğit olmasına
rağmen “En İyi Kadın Oyuncu” ödülünü kazanmıştır. Bu durumda, Makbule
karakterinin filmin seyrinde önemli bir etkisi olması ile Adile Naşit’in
oyunculuğuyla gösterdiği başarının payı öne çıkan nedenler olarak
yorumlanabilir.
Sinema alanında Adile Naşit’in
öne çıktığı bir başka nokta ise filmlerdeki dublaj uygulamasıdır. Sinemada
dublaj iki şekilde karşımıza çıkmaktadır. Bunların ilki, yabancı filmlerin
Türkiye’deki seyirci için Türkçeleştirilmesidir. Yabancı filmlerin
seslendirmeciler tarafından Türkçe dublajlanmasının yanında ikinci olarak
dublaj, Türk sinemasında aynı zamanda yerli filmlerde de başvurulan bir
yöntemdir.[353] Nezih Erdoğan’ın
Yeşilçam ve dublaj ilişkisini incelediği çalışmasında da belirttiği üzere
dublaj, Yeşilçam’ın standart uygulamalarından biri olarak karşımıza
çıkmaktadır.[354] Sinema hem görsel hem de
işitsel olarak seyircisine ulaşan bir alan olduğundan ses filmlerde anlatılan
hikâyenin ve karakterlerin inşasında da görüntü kadar önemli bir rol
oynamaktadır. İlk olarak Faruk Kenç’in yönettiği 1943 yapımı Dertli Pınar
filmiyle yerli filmlerde dublaj uygulanmıştır.[355]
Bülent Oran’ın aktardığına göre sesli çekim yapılacağı sırada teknik bir sorun
yaşanmış ve sorun giderilene kadar çekim programının aksamaması için sessiz
çekim ve ardından dublaj yapılması kararlaştırılmıştır. Böylelikle filmin
çekimleri daha kolay ve ekonomik olmuştur.[356]
Dublaj uygulamasının yaygınlaşması bu örnekteki teknik soruna dayandırılmasa da
bu örnek 1960’lardan itibaren hızla büyüyen sinema sektörü için daha kolay ve
ekonomik bir yolun varlığını göstermede önemli bir yere sahiptir. Nezih Erdoğan
bu durumu, vergi oranlarının düşmesi, köyden kente göçle birlikte seyirci
sayısının artışıyla büyüyen talep karşısında yapımcıların hazırlıksız
yakalanmaları ve bu sebeple yapımcıların yapım sürecini hızlandıracak, maliyeti
düşürecek çekim yöntemlerine, özellikle dublaja yönelmeleri olarak
açıklamaktadır.[357]
Adile Naşit’i bu alanda farklı
kılan ise sanatçının filmlerinde kendi canlandırdığı karakterleri seslendiren
sınırlı sayıdaki sanatçılardan biri olmasıdır. Yeşilçam’ın dublaj uygulamasıyla
ilgili olarak oyuncuların nadiren kendilerini seslendirdiğini belirten Erdoğan,
yapımcıların seslendirme sanatçıları olarak diksiyonu iyi olan tiyatro
oyuncularından faydalandığını, Cüneyt Arkın, Öztürk Serengil ve Türkan Şoray
gibi ünlü oyuncuların karakterlerinin birden fazla seslendirme sanatçısı
tarafından seslendirilğini vurgulamıştır.[358]
Dublaj yönetimi kendilerini seslendirmeyen oyuncular için aynı zamanda filmdeki
karakterlerin inşası yönünden beden (görüntü) ve ses açısından bir ikilik oluşmasına
neden olmuştur. Bu noktada Münir Özkul, Kemal Sunal gibi filmlerde kendisini
seslendiren Adile Naşit seyirci karşısında yalnız görüntüsüyle değil sesiyle de
var olmuştur. Karakterlerin sesle inşa edilmesi noktasında sesin ne denli
önemli olduğunun bir örneği olarak Adile Naşit’in Hababam Sınıfı
filmlerinde canlandırdığı Hafize Ana karakteri gösterilebilir. Her ne kadar
kahkahası ve gülüşü farklı filmlerde sıkça karşımıza çıksa da Adile Naşit’in
kahkahası Hafize ana karakteriyle özdeşleşmiş ve bu karakterin oluşmasında
olduğu kadar akıllarda kalmasında da önemli bir rol oynamıştır. Bu noktada,
Adile Naşit’in sinemada sesiyle de var olabilmesinde sanatçının tiyatro
geçmişinin etkisini de vurgulamak yerinde olacaktır. Yıllarını tiyatro
sahnesinde geçiren Adile Naşit yaptığı taklitler, üstlendiği şivelerin
zenginliğine ek olarak tiyatro sahnesindeki canlı performanslar sebebiyle
sesinin hâkimiyetinde de ustalaşmıştır. Tiyatro seyircisine ulaşmak için
kullandığı sesini Yeşilçam’da ve daha sonra televizyonda da kullanmaya devam
etmiş ve bir sanatçı olarak Adile Naşit adını oyunculuğuyla olduğu kadar
sesiyle de bütünleştirmiştir.
1980’lerin başında sağlığı
bozulmaya başlayan Adile Naşit, çalışmaya ara vermemiş aksine çok yoğun bir
tempoda birçok alanda ve birçok rolde seyirci karşısına çıkmıştır. Bu dönemde
televizyona da atılarak hem televizyon projelerini hem de sinema çalışmalarını
bir arada yürütmüştür. Ertem Eğilmez ve Kartal Tibet yapımlarında rol almaya
devam eden sanatçı Gırgıriye (1981) , Gırgıriyede Şenlik Var
(1981) ve Gırgıriyede Büyük Seçim (1984) filmlerinden oluşan Gırgıriye
serisi ve Kemal Sunal’ın Şaban tiplemesinin bazı toplumsal durumları alaya
aldığı Şabancık (1981), Şabaniye (1984), Şaban Pabucu Yarım
(1985) gibi filmlerde rol almıştır. Bu serilerin ve komedi filmlerinin dışında Hisseli
Harikalar Kumpanyası (1980), Şen Sazın Bülbülleri (1982) ve Neşe-i
Muhabbet (1982) müzikallerinde de sahne almıştır. Özel hayatında da çeşitli
gelişmelerin yaşandığı bu dönemde, eşi Ziya Keskiner 1982 yılında hayatını
kaybetmiştir. Yaklaşık bir yıl sonra Cemal İnce ile evlenen Adile Naşit
1987’deki vefatına kadar Cemal İnce ile evli kalmıştır.
Sinema kariyerine yetmişten
fazla film sığdıran Adile Naşit’in bu alanda yakaladığı başarıda tiyatro
geçmişinin payı büyüktür. Her ne kadar Arzu film yapımlarında görülebileceği
gibi ticari endişeler sebebiyle belli özellikler sergileyen karakterlerle
sınırlı kaldığı filmler filmografisinde önemli bir yer tutsa da hem bu
karakterlerle oyunculuğunu gösterip “lokomotif’ oyuncularından olabileceğini
göstermiş hem de bu kalıplardan sıyrılma şansı elde ettiği zamanlarda oyunculuk
anlamında yelpazesinin ne kadar geniş olabileceğini kanıtlamıştır. Ertem
Eğilmez’in vizyonuyla şekillenen ve kendisi gibi tiyatro sanatçılarıyla çalıştığı
filmlerle halk tiyatrosu öğelerini sinemaya taşıyan oyunculardan olmuştur.
Sibel Öz’ün “kabul edilmiş
ölçütlerin dışında var olmak, sistem dışı olmasa da gri bölgede durmak,
alternatif yaşamak ve yaratmak, ‘başka olmak’ ” olarak tanımladığı anti-yıldız[359] kavramıyla nitelendirdiği
Adile Naşit sinema sektörünün standart yıldız konumunun dışında kalmıştır.
Yıldız sisteminin gerektirdiği fiziksel güzellik standartlarının dışında
olması,[360] her zaman yardımcı rollerde
oynaması ve rol aldığı birçok filmde canlandırdığı karakterlerin belli
kalıplarda olması gibi sinema sektörünün kendisine uygun gördüğü alanda kalan
Adile Naşit, bu alanda kendi farkını göstererek seyircinin ilgisini çekmiş,
popülerleşmiş ve alternatif bir yıldız olarak konumlanmıştır.
ADİLE NAŞİT VE TELEVİZYON
1943 yılından itibaren tiyatro kariyerine onlarca
oyun ve yüzlerce temsil sığdırmış olan Adile Naşit, sinema oyunculuğu
serüveninde ise 70’i aşkın filmle seyirci karşısına çıkmıştır. 1970’li yıllarda
tiyatroya ara vermesiyle sinema filmlerindeki çalışmalarına ağırlık veren
sanatçının, 1970’lerin başından itibaren Türkiye’de evlere giren ve kültür
hayatının önemli bir parçası haline gelen televizyon ile yollarının kesişmesi
yine bu dönemde gerçekleşmiştir. Tiyatro ve sinemanın ardından televizyon
projelerinde de çalışmış olmasıyla Adile Naşit neredeyse her mecrada sanatıyla
seyirciye ulaşabilmeyi başarmıştır. Bu yönüyle, farklı mecralardan farklı
seyirci kitlelerine hitap edilmiş ve içinde yetiştiği geleneksel sanatlar ile
modern yaklaşımları bir araya getirebilmiştir. Ulaştığı seyirci kitlesi
genişledikçe ünü de artan sanatçı, sinema filmlerinin televizyonda tekrar
yayınlanması ve daha sonra çıkan videokaset ve DVD teknolojileri sayesinde
kendisini tiyatro sahnesinde veya filmlerinin vizyona girdiği tarihlerde
beyazperdede izleme imkânı olmayan yeni kuşak seyirciler de edinmiştir.
Günümüzde hâlâ televizyon kanallarında yayınlanan sinema filmleri, defalarca
yayınlanmalarına rağmen hala reyting listelerinin üst sıralarında yer almakta
ve popülerliğini korumaktadır.[361]
Televizyon’un Türkiye’deki Gelişimi
Türkiye’nin televizyon ile
tanışması diğer dünya ülkeleriyle kıyaslandığında daha geç bir dönemde
gerçekleşmiştir. ABD’de 1927 yılından itibaren ilk yayın denemeleri yapılan
televizyon 1930’ların sonundan itibaren çeşitli spor müsabakalarının
yayınlanabileceği teknik yeterliliğe ulaşmıştır.[362]
Türkiye’de ise televizyon yayını çalışmalarına 1950’lerde başlanmıştır.
Türkiye’de bu çalışmaları yürüten kurum İstanbul Teknik Üniversitesi olmuştur.
Elektrik Fakültesi Laboratuvarları’nda eğitim amaçlı yayın denemeleri yapılmış
ve sürdürülen çalışmalar 1971’de resmen sonlanana kadar Türk televizyon
yayıncılığı için önemli bir birikim sağlamıştır. Deneme yayınlarının
yürütüldüğü 1960’ların başında televizyon tüm dünyada parlak bir dönem yaşarken
Türkiye’de televizyon yayınının hayata geçirilip geçirilmemesi konusu hala
belirsizliğini korumaktaydı. Bu belirsizliğe neden olan en önemli unsurun
ekonomik kaygılar olduğu söylenebilir. Türkiye için yeni bir teknoloji olan
televizyonun gerektireceği teknik donanımın maliyetinin fazla olması televizyon
yayınını gerçekleştirmek için atılacak adımları geciktirmiştir. I. Beş
Yıllık Kalkınma Planı'na konu olan bu durum “eğitim ve ulusal bütünlüğün
sağlanması konusunda etkili bir araç olan” radyoların yaygınlaştırılma
hedefinden bahsedilmiş, bu hedefe ulaşılana kadar televizyonun masraflı olduğu
gerekçesiyle rafa kaldırılmasına karar verilmiştir.[363]
1968-1972 yıllarını içine alan II. Beş Yıllık Kalkınma Planı hazırlanırken
ise televizyon tekrar gündeme gelmiştir. Daha önce radyo konusunda konan hedefe
yakınlık incelendiğinde gelişme yeterli görülmüş ve televizyon yayını için
gerekli adımların atılmasına karar verilmiştir. Yine bu plan gündeminde,
televizyonun işlevi üzerinde durulmuş ve televizyonun bir eğitim aracı olarak
ele alınacağı ifade edilmiştir. Toplumsal değişimleri yönlendirebileceği ve
hızlandırabileceği fikriyle öğretmen ve okul sayısının az olduğu daha az
gelişmiş bölgelerde kurs yayınlarıyla bu eğitim işlevinin ele alınacağı
belirtilmiştir. Ayrıca bu plana göre çalışmalara 1970 yılında başlanması ve
ülke genelinde milli bir televizyon ağının kurulması için 3 döneme ayrılan 15
yıllık bir süre hedeflenmiştir. Hedeflenen süreyi garantileyebilmek ve alınması
planlanan reklamlarla oluşan masrafların düşürülebileceği görüşüyle televizyon
çalışmalarına büyük şehirlerden başlamaya karar verilmiştir.[364] Televizyon yayınına dair
gerekli onay verildikten sonra bu kitle iletişim aracının Türkiye’deki taşıyıcı
aktörü TRT olmuştur. Kurum, televizyon yayınının yapılıp yapılmayacağının
belirsizliğini koruduğu bir dönemde, 1964’te Türkiye Radyo Televizyon Kurumu
adıyla kurulmuştur. Devlet adına düzenli olarak radyo ve televizyon yayınlarını
gerçekleştirme yetkisi verilen TRT özerk tüzel bir kişiliğe sahiptir. Bu statü,
1972 yılında yapılan bir değişiklikle tarafsız bir kamu iktisadi kuruluşuna
dönüşmüştür.[365] TRT, Türkiye’nin
ilk televizyon yayınını 1968 yılında Ankara’da gerçekleştirmiştir. İlk
zamanlarında Ankara ile sınırlı olan televizyon yayını 1971’de İzmir ve 1972’de
İstanbul’a ulaşmış ve bu tarihlerden itibaren ülke geneline yayılması
hızlanmıştır. Yayına başladığı dönemde yayınlar haftada 3 gün gerçekleşirken,
1974 yılında bu durum haftanın her günü olarak değişmiştir. Cumhurbaşkanı İsmet
İnönü’nün cenazesi, Kıbrıs Barış Harekâtı gibi güncel siyasi olayları ekrana
taşımasının dışında, Eurovision Şarkı Yarışması, su altı belgeseli, 23 Nisan
Çocuk Şenliği gibi kültürel yayınlar da yaparak seyircinin ilgisini çekmeye
başlamıştır. 1990’larda özel televizyon kanallarının kurulmaya başlanmasına
kadar televizyon yayını devletin tekelinde kalmıştır. 12 Eylül 1980’de
gerçekleşen askeri darbenin ilk olarak radyoda duyurulmasının ardından Kenan
Evren’in hem radyoda hem de televizyonda darbeyle ilgili açıklama yapması
televizyonun Türkiye’de katettiği yol açısından sembolik bir öneme sahiptir.
Cumhuriyet’in ilanından bu yana tüm ulusa ulaşma ve uygar topluluk olarak
eğitme aracı radyo olarak görülmüş ve kullanılmışken artık kitlelere ulaşma ve
sağladığı görsellikle hem ikna etme hem de ilgi çekme yönünden kayda değer bir
etkisi olan televizyon kendisini ispat etmiştir. Televizyonun yaygınlaşması ve
yayınlanan programların çeşitliliği aynı zamanda bu yeni kitle iletişim
aracının bir eğlence aracı olarak görülmesinin de önünü açmıştır. Ülkede
yaşanan ekonomik bunalımların yarattığı maddi kaygılar ailelerin sinema veya
tiyatroya harcama yapmak yerine evde kalıp televizyonu tercih etmelerine sebep
olmuştur. Vizyona giren filmlerin seyirci zevkine hitap etmemesi durumunda da
televizyon alternatif olarak görülmüştür. Özellikle 1975’ten sonra artan
müstehcen filmlerin bu durumda payı büyüktür. Bir eğlence aracı olarak
televizyonun tercih edilebilirliğini arttıran bir diğer neden ise 1970’ler ve 1980’ler
boyunca yaşanan sağ - sol kutuplaşmasının yarattığı gerginliğin silahlı şiddete
evrilmesinin sonucu olarak duyulan can güvenliği endişesidir. Hal böyle olunca
seyirci evlerinin güvenli ortamlarında kalıp televizyonun sunduklarını tercih
eder olmuştur.
Televizyon Ekranlarında Adile Naşit
Adile Naşit’in televizyon için
hazırlanmış bir programda televizyon ekranlarına ilk çıkışı 1970’lerin başında
gerçekleşmiştir. Ramazan ayı için hazırlanan programda Gazanfer Özcan ile Teraviden
Sonra adlı iki bölümlük bir skeçle ekranlara gelmiştir.[366]
1 972 yılında hazırlanan bu programla Ortaoyunu, Meddah, Pişekâr- Kavuklu,
Karagöz-Hacivat ve Kanto temsilleriyle geleneksel oyun türlerinin
canlandırılması amaçlanmıştır.[367]
Adile Naşit dışında bu
programda yine Adile Naşit gibi tiyatro oyunculuklarıyla tanınan İsmail
Dümbüllü, Münir Özkul, Gülriz Sururi, Vasfi Rıza Zobu, Gazanfer Özcan ve Nisa
Serezli gibi sanatçılar yer almıştır. Hazırlanan programın içeriği ve kadrosu
da dikkate alındığında, Adile Naşit’in televizyondaki, televizyon için
hazırlanmış bir programla ilk kez seyirci karşısına çıkması, halk tiyatrosu
geleneğinin temsilcisi kimliğiyle gerçekleşmiştir. Bu yönden Adile Naşit,
geleneksel sanatları yeni ve modern bir kültür alanı olan televizyona taşıyan
kadronun bir parçası olmuştur. 1972 yılını takiben hazırlanan Ramazan
programlarında Adile Naşit vazgeçilmez sanatçılardan biri halini almıştır ve
her yıl farklı türlerle seyirci karşısına çıkmıştır. Örneğin bir başka
programda ağabeyi Selim Naşit ile çocukluklarında anneleri Amelya Hanım ve
dayıları Niko tarafından icra edilen Öğrenip Pür-fend Oldum düettosunu
sergilemişlerdir.[368]
Öne çıkan bir başka örnek ise
1975 yılında 9. bölümünü üstlendiği Meddah programı olmuştur.[369] Adile Naşit’in birden fazla
ve birbirinden yaş, cinsiyet gibi özellikler açısından farklı karakterleri
canlandırdığı bu programı öne çıkaran, Adile Naşit’in programın açılışını
yaparken sarf ettiği sözler olmuştur. Adile Naşit programı şu şekilde açmıştır:
“Sevgili televizyon seyircileri [...] Selçuk Kaskan geçenlerde
‘Adileciğim sana bir meddah yazdım oynar mısın?’ dedi. Ben de ‘Aman Selçuk
Ağabeyciğim kadından meddah olur mu?’ dediğim zaman ‘Kadından astronot oluyor
da neden meddah olmasın?’ demesin mi? ‘Sen niye oynamayacaksın?’ dedi. Eksik
olmasın bana kuvvet verdiler. [...] ben de elimin hamuruyla erkek işine
karıştım, bakalım beğenecek misiniz? Müsaade edin elimdeki hamuru sileyim de
bunu eski bir erkek Meddah usulü ve tekerlemesiyle işe başlayalım.”[370]
Meddah programıyla
sanatçı, halk tiyatrosu geleneğine ait bir türü modern bir platforma taşımakla
kalmamış bu türün alışılagelmiş cinsiyet bariyerini de yıkmıştır. Yukarıda
verilen alıntıda Adile Naşit’in aktardığı diyaloğun ne kadarının gerçek ne
kadarının kurgu olduğu tartışılır. Bu diyaloğun kurgu olma ihtimali sebebiyle
Adile Naşit’in kadın meddah olgusuna program öncesinde nasıl yaklaştığı
belirsizliğini korusa da bu programda yer alması aslında Selçuk Kaskan
üzerinden verilen olumlu yaklaşımı benimsediğini göstermektedir. Öte yandan
Naşit’in aktardığı bu diyaloğun seyirci için Adile Naşit üzerinden bariyer
yıkıcı etki bırakmasının beklendiği sonucuna ulaşılabilir.
1975 yılında rol aldığı bir
başka program is e Haldun Dormen’in hazırladığı Unutulanlar programı
olmuştur. Sanatçı bu defa babası Naşit Bey’in hayatından kesitler sunan ve
kendi aile hayatına ışık tutan “Naşit” adlı bölümde seyirci karşısına
çıkmıştır. Naşit Bey’i Erol Günaydın’ın canlandırdığı bölümde Adile Naşit,
annesi Amelya Hanım’a hayat vermiş, ağabeyi Selim Naşit ise dedeleri Kemani
Yorgo Efendi’yi canlandırmıştır.[371]
1981 yılına gelindiğinde ise
Adile Naşit’in aile filmleriyle edindiği “anne” imajını pekiştirecek ve ona
“Masalcı Teyze” ismini kazandıracak olan Uykudan Önce programına
başlamıştır.[372] Yapımcılığını ve sunuculuğunu
Ergün Uçucu’nun üstlendiği ve 1979 yılında yayınlanmaya başlayan Uykudan
Önce programının sunuculuğunu 1981 yılında Adile Naşit devralmıştır. Türk
televizyonculuk tarihinde çocuklara yönelik yapılan çocuk programlarından en
öne çıkan örneklerinden biri olan bu program bu dönemde çok popüler olmuştur.
Adile Naşit’in çocuklara masal ve öyküler anlattığı bu program sayesinde
sanatçı çocuklar tarafından “Masalcı Teyze” olarak anılmaya ve tanınmaya
başlamıştır. Seyircilerine “kuzucuklarım” diye seslenen Naşit bu programda aynı
zamanda kendisine mektup gönderen çocuklara isimleriyle seslenip yazdıkları
mektuplara cevaben öğütler ve iyi dileklerini de iletmekteydi. Her bir bölümde,
çocuklara, masal anlatmadan önce veya anlattıktan sonra, aralarında o an
gerçekleşmekte olan bir diyalog varmışçasına seslenen Naşit, bu yolla
çocukların dikkatlerini üzerinde toplayarak onları, seyircisi olan çocukların
deneyimleyebilecekleri durumlar için teşvik etmiş veya başarıları için tebrik
etmiştir.
Uykudan Önce
programının yapımcılarından Canan Meray’ın verdiği bir röportaja[373] göre ekran
karşısındaki çocuklara seslenip diyalog kurmak programın senaryosunda yoktur.
Adile Naşit’in çekim sırasında kendisinin eklediği ve yapımcıları şaşırttığı
kadar seyircilerden olumlu tepkiler alan bu konsept, program boyunca
kullanılmaya devam etmiştir. Adile Naşit’in programa kattığı bu konsept,
sanatçının etkileşime geçebileceği başka bir oyuncu olmamasına getirdiği bir
çözüm olarak yorumlanabilir. Bunun dışında, tiyatronun geleneksel türlerinden
ortaoyunu, tuluat gibi formlarının doğaçlamaya açık, seyircisiyle ilişki kuran
daha interaktif yapıda olduğu ve Adile Naşit’in de babasının bu türlerin
ustalarından olması ve kendisinin de başarılı bir tiyatro sanatçısı olması
sebebiyle bu geleneksel türlere hâkim olduğu göz önünde bulundurulduğunda,
sanatçının Uykudan Önce programında bu diyalog kurma girişimini
çocuklarla yani seyircisi ile ekran üzerinden bu şekilde bir ilişki kurmayı
amaçlaması sebebiyle uygun gördüğü sonucuna ulaşılabilir. Dolayısıyla, sanatçının
tiyatro sahnesinde seyirci ile kurulan ilişkinin bir benzerini ekran üzerinden
çocuklarla kurmaya çalışması, onların seyirci olarak görülmüş, duyulmuş ve
takdir edilmiş hissetmelerini sağlamaya çalışması olarak da yorumlanabilir.
Programın aldığı büyük ilgiye
rağmen 20 Aralık 1981 tarihli bir habere göre Uykudan Önce bazı
ebeveynler tarafından eleştirilmiştir.[374]
Yaptığı açıklamada Naşit, eleştirilerin kaynağının her mektup gönderen çocuğun
ismini programda anamaması ve masal anlatması dışında çocuklarla tek taraflı
sohbet etmesi olduğunu belirtmiştir. Bu eleştirilere cevaben günde ortalama
800-1000 mektup aldığını ve her çocuğun ismine programda değinmenin imkânsız
olduğunu belirtmiştir. Çocuklarla konuşması noktasında ise bunu yavanlığı
önlemek, bir sıcaklık inşa ederek masala geçişi kolaylaştırmak amacıyla
yaptığını ifade etmiştir. Bu eleştirilere yanıt verirken ayrıca yayınlanan her
bir bölümün metninin TRT’nin denetiminden geçtiğini vurgulamış ve programı
yapma amacının iyi niyetli olduğunu da ekleyerek erken yaşta kaybettiği oğlunun
anısına hürmeten yaptığını belirtmiştir. Televizyon kariyeri açısından Uykudan
Önce programını sunma kararını almasında sanatçının çocuk sevgisi ve
oğlunun kaybının acısı ışığında duygusal sebeplerin payının büyük olduğu yorumu
yapılabilir.[375]
Bu dönemde sanatçı aynı
zamanda sanata yaptığı katkılardan dolayı Altın Kelebek Ödülleri’nin ilk onur
ödülünün sahibi olmuştur. 1985’te kazandığı bu ödülü ertesi yıl tekrar kazanan
Adile Naşit aynı zamanda 1982 yılında tüm zamanların en iyi annesi seçilmiştir.
Yılın annesi seçimlerinin 1956 yılında Zübeyda Hanım’ın yılın annesi
seçilmesiyle başlamasının ardından çeşitli özellikleriyle öne çıkan anneler
çeşitli parti, sendika ve dernek gibi kurumlar tarafından yılın annesi
seçilmiştir. Adile Naşit de tiyatro, sinema ve televizyonda hayat verdiği anne
karakterleriyle bu unvanı almaya hak kazanmıştır.[376]
Bu ödüller de Adile Naşit’in “anne” imajını pekiştirmiştir.
Televizyondaki bir başka
çalışması ise 1980 yapımı Annem Annem dizisi olmuştur. TRT’de yayınlanan
dizi 6 bölümden oluşmuş, yönetmenliğini ise Adile Naşit’in birçok filmde
birlikte çalıştığı Kartal Tibet yapmıştır. Dizide Adile Naşit’e, Güngör Bayrak,
Halil Ergün, Suna Pekuysal, Erol Amaç gibi sanatçılar eşlik etmiştir.
1984 yılında ise Uğur
Dündar’ın sunduğu işte Hayatınız adlı programa konuk edilen Adile
Naşit’in hayatı ele alınmıştır.[377] Bu programda kariyeri boyunca
gerek tiyatroda gerek sinemada birlikte çalıştığı Gülriz Sururi, Gazanfer
Özcan, Kartal Tibet, Münir Özkul, Perran Kutman ve hem meslektaşı hem ağabeyi
olan Selim Naşit Özcan, Adile Naşit’e dair anılarını paylaşmış ve nasıl bir
oyuncu, çalışma arkadaşı ve dost olduğundan bahsetmişlerdir.
Adile Naşit’in televizyondaki
bir diğer önemli çalışması ise Kuruntu Ailesi dizisiyle gerçekleşmiştir.
Ülkemizde sitcom türünün ilk örneklerinden sayılabilecek dizi yayın hayatına
1984 yılında TRT’de başlamıştır. 1989’da sona eren dizi 1994-1996 yıllarında
TRT’de Hüsnü Bey Amca ve 1997-1998 TGRT’de Bizim Kuruntu Ailesi adıyla
tekrar canlandırılmış ve son kez 2000-2002 yıllarında TRT’de ekrana gelmiştir.
Hüsnü Kuruntu adlı karakter ve ailesinin yaşamını ele alan dizide Hüsnü
karakterinin yanlış anlamalarından doğan karmaşanın yarattığı gülünç durumlar
sahnelenmiştir. Dizinin başrollerinde, Adile Naşit’in uzun yıllar birlikte
çalıştığı Gazanfer Özcan ve Gönül Ülkü oynamış ve onlara Zihni Göktay,
Selahattin Taşdöğen, Oya Küçümen gibi sanatçılar eşlik etmiştir. Dizinin ilk
bölümlerinde rol alan Adile Naşit, dizide oynadığı dönemde kanserle mücadelesine
devam etmekteydi. 1987 yılında bu mücadeleyi kaybedip vefat ettiğini, Kuruntu
Ailesi’ne dair özel bir yayın hazırlayan dizi kadrosu, yayının hemen öncesinde
öğrendiklerinde bu özel yayının programını değiştirip yayını Adile Naşit’e
adamışlardır.[378] Bu son televizyon projesiyle
Adile Naşit, tiyatroda başladığı ve sinemada devam ettirdiği oyunculuk
yeteneğini televizyon ekranlarına da taşımıştır.
Adile Naşit’in televizyon
alanındaki çalışmalarında da görüleceği üzere, sanatçı bu mecrada yalnız bir
oyuncu olarak yer almamış, aynı zamanda anlatıcı kimliğiyle de televizyon
seyircisinin karşısına çıkmıştır. Uykudan Önce adlı çocuk programıyla,
oynadığı tiyatro oyunları ve sinema filmlerinin hedef seyirci kitlesinin
dışında kalabilecek olan yaş grubuna ulaşmıştır. Bu anlatıcı kimliği aynı
zamanda, son derece modern olan televizyondan seyirciye ulaşsa ve bir kadın
olarak meddah rolünü üstlenmesiyle türün cinsiyet bariyerini yıksa da Meddah
gibi programlarla halk tiyatrosunun anlatı özelliklerini taşımakta ve Adile
Naşit’i halk tiyatrosunun kendi dönemindeki bir temsilcisi haline
getirmektedir. Televizyon gibi daha modern bir kültür alanı içine geleneksel
sanat türleri ve yöntemlerinin dâhil edilmesi ve Adile Naşit’in bu
uygulamaların bir parçası olması, halk geleneğinden yetişmiş fakat pek çok
farklı türde rol almış ve tiyatro, sinema ve televizyon gibi birçok farklı
kültür alanında kendisine yer edinmiş bir sanatçı olan Adile Naşit’in, içinde
yetiştiği sanatsal sentez yapısının bir temsilcisi olmasının dışında, bu sentezi
geliştiren ve şekillendiren bir usta haline de getirmiştir.
Sanatçı bir ailenin çocuğu
olarak dünyaya gelen Adile Naşit, henüz küçük yaşlardayken tuluat ustası babası
Naşit Bey ve kanto sanatçısı annesi Amelya Hanım sayesinde tiyatroyla tanışmış
ve yaşamı sanatla iç içe olmuştur. Babası ve annesinden aldığı sanat mirası,
Osmanlı Devleti’nin özellikle son yüzyılında Batı etkisinde değişen ve dönüşen
kültür alanının tiyatrosu olmuştur. Bu tiyatro da Naşit Bey’in pratiğinde, Batı
tiyatrosunun metin, mekân ve kostüm öğelerini geleneksel halk tiyatrosunun
seyirciyle ilişki kurma, doğaçlama ve güldürü öğeleriyle birleştiren tuluat
tiyatrosu olarak cisimlenmiştir. Amelya Hanım da kanto ve düettolarla halk
tiyatrosunun müzikal yönünü tamamlamıştır. Adile Naşit’in hayatının ilk
dönemlerinin ailesinin hem çalışma hem de yaşam alanı olan Millet Tiyatrosu’nda
geçmesi hem tiyatroya olan ilgisini arttırmış hem de ailesini gözlemlemek nice
tiyatrocu olmak isteyen kişinin yakalayamayacağı bir fırsat yaratmıştır. Aynı
zamanda bu ortam, Adile Naşit’in çocukluğundan itibaren sanat camiasının içinde
olmasına olanak tanımıştır.
Babasının ölümünün ardından
ailenin yüklendiği borçlar ve karşılaştıkları ekonomik zorluklar Adile Naşit’in
eğitimini yarım bırakmasına ve ailesine finansal destek sağlayabilmek için bir
atölyede çalışmasına sebep olmuştur. Bu noktada, İstanbul Şehir Tiyatroları’nın
Çocuk Bölümü’nde çalışma fırsatı elde etmesi bir dönüm noktası olmuş ve tiyatro
ile başlayan ve şekillenen oyunculuğunun ilk kurumsal adımı olmuştur. Ailesi
sayesinde içinde yetiştiği halk tiyatrosu geleneği ile Şehir Tiyatroları’nın
Batı tarzı tiyatro çalışmaları, Adile Naşit’in geleneksel tiyatro ile modern
tiyatronun birlikte var olduğu tiyatro alanında bir oyuncu olarak yetişmesini
sağlamıştır. Şehir Tiyatroları’nın ardından Büyük Skeç Topluluğu olarak da
anılan Aziz Basmacı ve Vahi Öz ile yaptığı tiyatro çalışmaları, Muammer Karaca
Tiyatro Topluluğu, Naşit Tiyatrosu ve Gönül Ülkü-Gazanfer Özcan Tiyatro
Topluluğu, oyunculuk anlamında birikimini kullanabildiği ve incelenen oyun
değerlendirmelerinden anlaşıldığı üzere kendi farkını ortaya koyabildiği
topluluklar olmuştur. Ayrıca dâhil olduğu topluluklar Adile Naşit için birer
okul olmaya devam etmiş ve sanatçı kendi farkını gösterdiği gibi oyunculuğunu
çalışma arkadaşları ve seyirci ile kurduğu ilişki sayesinde zenginleştirmeye
devam etmiştir. Bu bağlamda, tiyatro alanı değişen siyasi, ekonomik ve
toplumsal koşullar altında sabit kalmadığı gibi Adile Naşit’in tiyatroya ve
oyunculuğa yaklaşımı da sabit kalmamıştır.
Adile Naşit’in bugün
tanıdığımız sanatçı Adile Naşit haline gelmesinde ailesinin sanatsal geçmişi
ile içinde yetiştiği ve daha sonra sanatçı kimliğiyle aktif olarak bir parçası
olduğu kendi döneminin sanatsal gerçekliğinin oluşturduğu sentezin belirleyici
bir rol oynadığı hipotezinden yola çıkan bu tez çalışmasında, halk tiyatrosu
geleneğinden yetişmiş Adile Naşit’in modern tiyatroya geçişteki yeri
sorgulanmış ve sanatçının kariyeri Türkiye’deki sanat hayatındaki özel konumu açısından
ele alınmıştır. Hem Osmanlı Devleti hem de Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasi,
ekonomik, toplumsal ve kültürel hayatı üzerinden izlediğimiz Adile Naşit ve
ailesinin hayat hikâyesi, tiyatro anlamında geleneksel halk tiyatrosundan
modern Batı tiyatrosuna kayışın seyrini göstermektedir. Aynı anda aynı alanda
var olmaya çalışan bu iki farklı tiyatro kaynağı kimi zaman birbirini dışlama
eğilimi gösterdikleri gibi kimi zaman uzlaşmacı bir eğilimle aynı alanda var
olabilmişlerdir. Bu ilişki de bir dönüşüm ve sentezin önünü açmıştır. Adile
Naşit de bu sentez yapının bir temsilcisi olmuştur ve bu sentez yapının sunduğu
koşullar bir sanatçı olarak kendisine özel bir konum yaratmasına olanak
tanımıştır.
Ailesinin sanat geçmişi ile
hem ailesinin hem kendisinin yaşadıkları dönemde yaşanan siyasi, ekonomik ve
toplumsal değişimlerin etkilediği kültür alanı, Adile Naşit’in içinde bulunduğu
sentez yapının temel taşlarını oluşturmuştur. Sanatçının yetişmesinde önemli
bir rol oynayan bu sentez aynı zamanda, Adile Naşit’in erken yaşlardan itibaren
içinde bulunduğu sanat camiasında yüzleştiği sorunlara yönelik tepkiler
vermesinde ya da sanatını icra etme şekli açısından yönünü belirlemede önemli
bir etken olmuştur. Bununla birlikte, Adile Naşit’i diğer sanatçılardan farklı kılan
bu birikime sahip olmasının yanında Adile Naşit’in bu sanat mirasına kattıkları
da dikkate değer bir başka noktadır. Sanatçının bu katkıları özellikle sinema
ve televizyon alanında yaptığı çalışmalar ve bu çalışmaların kültür alanındaki
yeri açısından ele alınarak vurgulanmıştır.
Sanatı tiyatro alanı ile
sınırlı kalmayan Adile Naşit, sanatını sinema ve televizyon gibi farklı
mecralarda da icra etmiştir. Tiyatro birikimi gerek oynadığı sinema filmlerini
gerekse kamera karşısına geçtiği televizyon programlarını beslemiş ve
üstlendiği hemen hemen her rolün başarılı ve unutulmaz olmasını sağlamada
önemli bir etmen olmuştur. Sinema ve televizyondaki çalışmaları, 1960’lar ve
1970’lerden itibaren yeni birer kültür ve sanat alanı sunan bu mecralarda
tiyatro seyircisi dışında farklı kitlelere de ulaşabilmesini sağlamıştır.
Dönemin gelişmeleri ve sinema ile televizyonun ulaşılabilirliğindeki değişim
Adile Naşit’in popülaritesini ve ününü arttırmıştır. Bu bağlamda incelendiğinde
de tiyatro birikiminde gözlemlediğimiz geleneksel ve modernin sentezi, sinema
ve televizyon çalışmalarıyla da bu kez farklı sanat alanlarının arasındaki
ilişkinin ışığında Adile Naşit’in oyunculuğunda vü cut bulmuştur. Adile Naşit
canlandırdığı karakterlerle sanatını icra ettiği tüm alanlarda oyunculuk
yönünden yelpazesinin ne denli geniş olduğunu göstermiş, tiyatro topluluğu
kurarak sağladığı oyun sahneleme sorumluluğuyla yönetici ve televizyonda
anlatıcı olarak ekrana çıkmasıyla anlatıcı kimliğiyle sanatçı olarak varlığının
oyunculukla sınırlı olmadığını kanıtlamıştır.
Adile Naşit, 11 Aralık 1987’de
hayatını kaybedene kadar hem tiyatro hem sinema hem de televizyon çalışmalarına
devam etmiştir. Sanatına tutku boyutunda bağlı olan sanatçı hissettiklerini ve
tutkusunun boyutunu şu sözlerle özetlemektedir:
“Beni sevenlerin beni alkışlayanların gücü ile yaşıyorum... [...] Sahneye
çıktığımda ‘Kurban olsun Adile teyzeniz’ diyorum ve bu cümleme kıyamet kopuyor
ya... İnan bana; bu sözü o kadar candan, o kadar ciğerden söylüyorum ki, eğer
bu canım kurban olacaksa onlara, olsun gitsin... Son nefesimi vereceksem, beni
sevenler için vereyim...”[379]
Bugün milyonlarca insan
tarafından tanınan ve çalışmaları severek izlenilmeye devam eden Adile Naşit,
kırk yılı aşan sanat hayatıyla Türkiye’nin kültür hayatında tiyatro, sinema ve
televizyon alanında adını unutulmaz sanatçılar arasına yerleştirmiştir. Bu
başarısında, içinde yetiştiği sanat birikimini kendi sanatına yansıtabilmesi,
bu birikimin kendi sanatına kattıklarını farklı alanlara da uygulamaya
koyabilmesi yatmaktadır. Sanatıyla geleneksel-modern ayrımının ötesine geçerek
birbirinden farklı özellikler taşıyan farklı sanat ve kültür alanlarından
insanlara ulaşması ve bu alanların her birinde kendisine yer edinmesi sanatını
başarıyla icra ettiğini göstermektedir.
“.. .Ve Herşeye Rağmen Oyun Devam Etmeli”. Milliyet
Gazetesi. 20 Nisan 1967.
“1961
Anayasası”. Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesi.
https://www.anayasa.gov.tr/tr/mevzuat/onceki-anayasalar/1961-anayasasi/
[18.03.2020].
“1969-1970
Sezonunda Türk Tiyatrosu”. Milliyet Gazetesi. 5 Temmuz 1970.
“1969-1970
Sezonunda Türk Tiyatrosu”. Milliyet Gazetesi. 5 Temmuz 1970.
http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/Ara.aspx?araKelime=1969-
1970%20SEzonunda%20T%C3%BCrk%20Tiyatrosu&i sAdv=false [13.12.2019].
“7
Tiyatro Sanatçısı Dün İstifa Etti”. Milliyet Gazetesi. 22 Şubat 1963.
“Adile
Naşit / Meddah”. YouTube.
https://www.youtube.com/watch?v=h6M5nnYBLKU
[08.06.2020].
“Adile
Naşit Meddah ile Ekrana Geliyor”. Milliyet Gazetesi. 28 Ağustos 1975.
“Adile
Naşit Ölüm Haberi 11 Aralık 1987” . YouTube
https://www.youtube.com/watch?v=IEzMOdkgd2g
[10.06.2020].
“Adile
Naşit Yine Ekranda.” Milliyet Gazetesi. 28 Eylül 1981.
“Adile
Naşit'ten Uykudan Önce”. YouTube.
https://www.youtube.com/watch?v=7CrNhuUa3dQ
[10.06.2020].
“Adile
Teyze Öldü”. Milliyet Gazetesi. 12 Aralık 1987.
“Adile
Teyze’ye Son Görev”. Milliyet Gazetesi. 14 Aralık 1987.
“Ahmet
Naşit Özcan Keskiner Ölüm İlanı”. Milliyet Gazetesi. 16 Haziran 1966.
“Aktör
Naşid’in Karısı Öldü”. Milliyet Gazetesi. 4 Şubat 1967.
“Ankarada
Devlet Tiyatrosu bu akşam açılıyor”. Cumhuriyet Gazetesi. 2 Nisan 1949.
“Bu
Çocuk Ölüme Mahkûm Fakat Kurtarmak Sizin Elinizde”. Milliyet Gazetesi. 9
Mart 1966.
“Büyük
Skeç Topluluğu”. Cumhuriyet Gazetesi. 8, 9, 10 Haziran 1950.
“Cibali
Karakolu”. Karaca Tiyatro Dergisi. (1953): 3.
“Çirkin
Kompleksli Bir İnsanım”. Ses Dergisi. 13 Eylül 1980.
“Çocuk
Piyesi Değişirken”. Türk Tiyatrosu. s. 178 (1945): 16.
“Çocuk
Tiyatroları”. Darülbedayi. s. 8 (1930): 7.
“Çocuklar
İçin Hem Öğüt Hem Masal Var”. Milliyet Gazetesi. 21 Ekim 1981.
“Darülbedayi’den
Şehir Tiyatrolarına”. İstanbul Büyük Şehir Belediyesi Tiyatroları.
Hakkımızda. https://sehirtiyatrolari.ibb.istanbul/SitePage/index/kurumsal-MTA2
[12.06.2020].
“Devlet
Tiyatrosu Kanunu”. Cumhuriyet Gazetesi, 8 Haziran 1949.
“Devlet
Tiyatrosu Kuruluyor”. Cumhuriyet Gazetesi. 29 Şubat 1936.
“Eleştirmeciler
Kimleri Beğeniyor?”. Oyun Aylık Tiyatro Dergisi. s.2.
“Genco
Erkal’a Sorular”. Oyun Aylık Tiyatro Dergisi. s.7 (1964): 9.
“Gençlere
Duyuru”. Türk Tiyatrosu. s.180 (1945): 4.
“Hababam
Sınıfı”. Milliyet Gazetesi. 04 Ocak 1981.
“Halk
Sanatkârı Naşit”. Türk Tiyatrosu. s. 88 (1938): 2.
“Herşeyden
Biraz”. Türk Tiyatrosu. s. 178 (1945): 16.
“I.
Beş Yıllık Kalkınma Planı (1963-1968)”. T.C. Cumhurbaşkanlığı Strateji ve
Bütçe
Başkanlığı. http://www.sbb.gov.tr/wp-content/uploads/2018/11/Birinci-
Be%C5%9F-Y%C4%B 1 ll%C4%B 1k-Kalk%C4%B 1nma-Plan%C4%B 1 -
1963-1967%E2%80%8B.pdf [18.05.2020].
“II.
Beş Yıllık Kalkınma Planı (1968-1972)”. T.C. Cumhurbaşkanlığı Strateji ve
Bütçe
Başkanlığı. http://www.sbb.gov.tr/wp-
content/uploads/2018/11/%C4%B0kinci-Be%C5%9F- Y%C4%B 1 ll%C4%B 1k-Kalk%C4%B
1 nma-Plan%C4%B 1-1968- 1972%E2%80%8B.pdf [ 18.05.2020].
“İkinci
Beş Yıllık Kalkınma Planı”. T.C. Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı.
http://www. sbb. gov.tr/kalkinma-planlari/ [08.04.2020].
“İşte
Naşit’in Kızı Adile’nin Dünyası”. Ses Dergisi. 1976.
“Kahkaha
Dolu Aile”. Milliyet Gazetesi. 26 Ocak 1985.
“Kitabını
okuduk, sinemada ve TV’de seyrettik müzikale gerek var mıydı?”.
Cumhuriyet
Gazetesi. 27 Nisan 1982.
“Kuruluş
Amacı”. Devlet Tiyatroları.
http://www.devtiyatro.gov.tr/DevletTiyatro/kurumsal/9002?a=kurulus-amaci
[18.03.2020].
“Masalcı
Teyze’nin Yaşamı Ekranda”. Milliyet Gazetesi. 8 Kasım 1984.
“Memişin
Rüyası”. Türk Tiyatrosu. s.182, 182/E (1945): 16.
“Neşeli
Günler”. Cumhuriyet Gazetesi. 26 Ocak 1985.
“Niçin
Bu Dergiyi Çıkarıyoruz?”, Darülbedayi. s. 1 (1930): 1 .
“Okuyucularımıza”.
Darülbedayi. s. 20 (1931): 7.
“Ramazan
72”. Milliyet Gazetesi. 02 Ekim 1972.
“Renk
Gazetesi Özel Ödülleri, Zeki Müren ve Adile Naşit”. Milliyet Gazetesi Renk
Eki. 4 Şubat 1985.
“Tarihçe”.
Devlet Tiyatroları.
http://www.devtiyatro.gov.tr/DevletTiyatro/kurumsal/9003?a=tarihce
[18.03.2020].
“Tarihçe”.
TRT. https://www.trt.net.tr/Kurumsal/Tarihce.aspx
[18.05.2020].
“Türkiye’nin
Anneleri”. Milliyet Gazetesi. 10 Mayıs 1998.
“Uykudan
Önce Hakkında Şikâyet Var!”. Hürriyet Gazetesi. 20 Aralık 1981.
“Uykudan
Önce’nin Sunucuları Değişti”. Milliyet Gazetesi. 17 Ekim 1980.
“Uykudan
Önce’yi Adile Naşit Tek Başına Sunacak”. Milliyet Gazetesi. 14 Kasım
1980.
“Ünlü
Aktörün Oğlu Dedesini, Kızı da Annesini Oynuyor. Erol Günaydın Televizyonda
Naşit Bey Oldu". Milliyet Gazetesi. 12 Ocak 1975.
“Üsküdar’ın
Karşısında Galata”. Cumhuriyet Gazetesi. 09 Kasım 1969.
“Yeşilçam’ın
Yeni Platosu”. Ses Dergisi. 20 Aralık 1975.
“Yine
Gazanfer”. Milliyet Gazetesi. 23 Ekim 1964.
Abisel,
Nilgün. Türk Sineması Üzerine Yazılar. 1. bs. Ankara: Phoenix Yayınevi,
2005.
Adıvar,
Halide Edip. “Komedi Cinsleri ve Muammer Karaca”. Akşam Gazetesi. 31
Mart 1949.
Ahmad,
Feroz. Bir Kimlik Peşinde Türkiye. 1. bs. çev. Sedat Cem Karadeli.
İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2006.
Akad,
Ömer Lütfi. Aydınlıkla Karanlık Arasında. İstanbul: İş Bankası Kültür
Yayınları, 2004.
Akdemir,
Gamze. “Hep Mimliydik”. Cumhuriyet Gazetesi. 12 Ağustos 2019.
Akı, Niyazi. Çağdaş Türk
Tiyatrosuna Toplu Bakış (1923-1967). 1. bs. Ankara: Atatürk Üniversitesi
Yayınları, 1968.
And, Metin. 100 Soruda Türk
Tiyatrosu Tarihi. 1. bs. İstanbul: Gerçek Yayınevi, 1970.
. 50 Yılın Türk Tiyatrosu.
2. bs. İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları, 1973.
. Atatürk ve Tiyatro.
1. bs. Ankara: Devlet Tiyatroları Yayınları, 1983.
. Başlangıcından 1983’e
Türk Tiyatro Tarihi. 7. bs. İstanbul: İletişim Yayınları, 2014.
. Cumhuriyet Dönemi Türk
Tiyatrosu. 3. bs. İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları, 1983.
. Osmanlı Tiyatrosu:
Kuruluşu-Gelişimi-Katkısı Ankara: Dost Kitabevi Yayınları, 1999.
.
Tanzimat ve İstibdat Döneminde Türk Tiyatrosu: 1839-1908. Ankara: Türkiye
İş Bankası Kültür Yayınları, 1972.
. Türk Tiyatro Tarihi.
2. bs. İstanbul: İletişim Yayınları, 1994.
. Türk Tiyatrosunun
Evreleri. 1. bs. Ankara: Turhan Kitabevi, 1983.
Andak Selmi. “Gazanfer Özcan
Yeni Bir Oyuna Başladı: Aşk Memuru”. Cumhuriyet Gazetesi. 23 Ocak 1967.
. “Naşit Tiyatrosu’nu
Ankara’da Kızı ve Oğlu Kurdular”. Cumhuriyet Gazetesi. 14 Ağustos 1961.
. “Naşit Tiyatrosu -
Oraloğlu’lar”. Cumhuriyet Gazetesi. 24 Kasım 1961.
. “Çocuk Tiyatromuz Altı Yaşını
Bitirdi”. Türk Tiyatrosu. s. 130 (1941): 5-6.
Arcan, İ. Galip. “Ferah
Senesi”. Perde ve Sahne. s.1 (1941): 4-5.
Arkin, E. “Çocuk Tiyatrosu ve
Onun Seyircileri”, Türk Tiyatrosu. s. 64 (1935): 1-2.
Arpad, Burhan. Direklerarası:
Türk Tiyatrosundan Hikâyeler. 2. bs. İstanbul: May Yayınları, 1974.
Arrighi, Giovanni, Terence K.
Hopkins, Immanuel Wallerstein, Sistem Karşıtı Hareketler. 3. bs. çev. C.
Kanat, B. Somay, S. Sökmen. İstanbul: Metis Yayınları, 2015.
Arslan, Sibel Öz. Eleştirel
Perspektiften Yeşilçam Yıldız Sistemi ve Bir Anti-yıldız Olarak Adile Naşit,
Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2018.
Atatürk’ün Söylev ve
Demeçleri. c. 1. Ankara: Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü
Yayınları, 1961.
Ay,
Lütfi. “Muammer Karaca ve Tiyatrosu”. Milliyet Gazetesi. 06 Ocak 1965.
Ayangil, Ruhi. “Kanto”. Dünden
Bugüne İstanbul Ansiklopedisi. c. 4. İstanbul: Kültür Bakanlığı ve Tarih
Vakfı ortak yayını, 1994: 419-421.
Ayça,
Engin. Şu Sinema Dedikleri. İstanbul: Artshop Yayıncılık, 2016.
Ayral, Necdet Mahfi. “1946/947
Sezonunun Çocuk Tiyatrosu Başlarken”. Türk Tiyatrosu. s.193 (1946): 7.
Balcı,
Dilara. Yeşilçam’da Öteki Olmak. İstanbul: Kolektif Kitap, 2013.
Başkaya, Fikret. Yeni
Paradigmayı Oluşturmak: Kapitalizmden Çıkmanın Gerekliliği ve Aciliyeti, 1.
bs. İstanbul: Yordam Kitap, 2018.
Belge, Murat. “İstanbul’da
Kanto”. Antik Çağdan XXI. Yüzyıla Büyük İstanbul Tarihi. c. 7. İstanbul:
İBB Kültür A.Ş., 2015: 23-25.
Biret, İsmail. Komik-i
Şehir Naşit Bey ve Çocukları. 1. bs. İstanbul: Doğan Kitap, 2005.
Birsel,
Salah. Kahveler Kitabı. 6. bs. İstanbul: Sel Yayıncılık, 2014.
Boratav, Korkut. Türkiye
İktisat Tarihi. 7. bs. Ankara: İmge Kitabevi Yayınları, 2003.
Coşkun, Esin. Türk
Sinemasında Akım Araştırması. 1. bs. Ankara: Phoenix Yayınevi, 2009.
Çavdar, Tevfik. "Demokrat
Parti". Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi. c.
8.
İstanbul: İletişim Yayınları, 1983: 2060-2075.
Çeçen, Anıl. Atatürk’ün
Kültür Kurumu Halkevleri, Gündoğan Yayınları, Ankara, 1992.
Çetiner, Yılmaz. “Büyük Naşit
ve Adile Naşit’ten Anılar”. Milliyet Gazetesi. 21 Aralık 1987.
Demirci, Erdem Ünal. Türkiye’de
Tiyatronun Siyasal Rolü (1850-1950). 1. bs.
İstanbul:
Federe Yayınları, 2010.
Dorsay, Atilla. Sinemamızın
Umut Yılları 1970-80 Arası Türk Sinemasına Bakışlar. İstanbul: İnkılap
Yayınevi, 1989.
Durmaz, Uğur, “Geleneksel Türk
Tiyatrosunda "Kavuk": Bir Simgenin İşlevi, Özellikleri, Temsilcileri
ve Dünden Bugüne Yolculuğu”. Uluslararası Beşeri Bilimler ve Eğitim Dergisi.
c. 4. s. 9. 2018: 13-47.
Dündar, Uğur. “İşte
Hayatınız”. www.trtarsiv.com/ozel-video/yesilcamin-
eskimeyen-yuzleri/
selim-nasit-ozcan-ve-adile-nasitin-cocukluk-anilari-115358 [7.12.2019].
Erakalın, Ülkü. Direklerarası’nın
Son Direkleri. 1. bs. İstanbul: Arıtan Yayınevi, 1999.
Erdoğan Nezih. “Yeşilçam’da
Sessiz Bedenler, Bedensiz Sesler”. Türk Film Araştırmalarında Yeni
Yönelimler 3. ed. Deniz Bayrakdar. İstanbul: Bağlam Yayınları. 2003:
107-124.
Erkoç, Gülayşe. “Çok Partili
Dönemde Tiyatro ve Kimlik Arayışı”. Tiyatro Araştırmaları Dergisi. s.12
(1995): 17-25.
Ertuğrul, Muhsin. Benden
Sonra Tufan Olmasın. 2. bs. İstanbul: Remzi Kitabevi, 2007.
Erus, Zeynep Çetin. Genç
Sinema ve Devrimci Sinema Hareketleri. İstanbul: Es Yayınları, 2015.
Esler, Suzan. “Babam Naşit”.
İstanbul Şehir Üniversitesi Kütüphanesi Taha Toros Arşivi, http://earsiv.sehir.edu.tr:8080/xmlui/bitstream/handle/11498/50667/001526448
■ Z006.pdf?sequence=1&isAllowed=y
[17.04.2020].
Evren,
Burçak. “Ertem Eğilmez Olayı”. Yeni Ortam Gazetesi. 26 Nisan 1974.
.
“İlk Türk Filmi Üstündeki Kuşkular”. Gelişim Sinema Dergisi. s. 2, 1984.
Fehim,
Ahmet. Sahnede Elli Sene. İstanbul: Mitos Boyut Yayıncılık, 2002.
Gökmen, Mustafa. Başlangıçtan
1950'ye Kadar Türk Sinema Tarihi ve Eski İstanbul Sinemaları. 1. bs.
Denetim Ajans, 1989.
Güçhan, Gülseren. Toplumsal
Değişme ve Türk Sineması. İstanbul: İmge Kitabevi Yayınları, 1992.
Güngör, Salahaddin. “Meşekkat
ve Macera Dolu 35 San’at Yılı Nasıl Geçti?”. Cumhuriyet Gazetesi. 12
Mart 1938.
Gürzap, Can. Perde
Arkasından Devlet Tiyatrosu Gerçeği. 1. bs. İstanbul: Remzi Kitabevi, 2012.
Hiçyılmaz, Ergun. İstanbul
Geceleri ve Kantolar. 1. bs. İstanbul: Sabah Kitapları, 1999.
Hobsbawm, Eric J.. Kısa 20.
Yüzyıl, 1914-1991: Aşırılıklar Çağı. 9. bs. çev. Yavuz Alogan Everest
Yayınları, 2015.
Hür, Ayşe. “Özcan, Naşit”. Dünden
Bugüne İstanbul Ansiklopedisi. c. 6. İstanbul: Kültür Bakanlığı ve Tarih
Vakfı ortak yayını, 1994: 202.
İleri, Selim “Adile Naşit
İçin”. Hürriyet Gazetesi, Pazar Eki. 1987, 4-5. İstanbul Şehir Üniversitesi
Kütüphanesi Taha Toros Arşivi, Belge No: 001526426006, http://earsiv.sehir.edu.tr:8080/xmlui/bitstream/handle/11498/50659/001526426
006.pdf? sequence= 1 &isAllowed=y [17.04.2020].
İpçeken.
“20 Senelik Tiyatro”. Darülbedayi. s. 57 (1935): 1.
Karaboğa, Kerem. Geleceğe
Perde Açan Gelenek Geçmişten Günümüze İstanbul Tiyatroları I. 1. bs.
İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2011.
Karaca,
Muammer. “Hasbühal”. Karaca Tiyatro Dergisi. (1963): 3.
Karacabey, Süreyya.
“Gelenekselden Batı’ya Türk Tiyatrosu”. Tiyatro Araştırmaları Dergisi. s.12
(1995): 01-10.
Karadağ, Nurhan. Halkevleri
Tiyatro Çalışmaları (1932-1951). 1. Bs. Ankara: T.C. Kültür Bakanlığı
Yayınları, 1988.
Karagül,
Cansu. Alternatif Tiyatrolar. 1. bs. İstanbul: Habitus Yayıncılık, 2015.
Kırel, Serpil. Kültürel
Çalışmalar ve Sinema. 2. bs. İstanbul: Kırmızı Kedi Yayınevi, 2012.
Koçak, Dilek Özhan. 19.
Yüzyıl İstanbul’unda Kültürel Dönüşümün Sahnesi ^Osmanlı Tiyatrosu,
İstanbul: Parşömen Yayınları, 2011.
Konur,
Tahsin. Devlet-Tiyatro İlişkisi 1. bs. Ankara: Dost Kitabevi Yayınları,
2001.
Kurtuluş,
Hilmi. Türk Tiyatrosu. 1. bs. İstanbul: Toker Yayınları, 1974.
Lüleci,
Yalçın. “Erken Cumhuriyet Döneminde Atatürk ve CHP’nin Sinema Politikası”. Türkiye
İletişim Araştırmaları Dergisi. s. 31 (2018): 222-248.
Makal,
Oğuz. Sinemada Yedinci Adam Türk Sinemasında İç ve Dış Göç Olayı. 1. bs.
İzmir: Marş Matbaası, 1987.
Nuhrat,
Sezi. “Bir Zamanlar ‘Tiyatroya Gidelim’ Değil, ‘Naşit’e Gidelim’ Denirdi”. 26
Nisan 1983, İstanbul Şehir Üniversitesi Kütüphanesi Taha Toros Arşivi, Belge
No: 001526430006.
http://earsiv.sehir.edu.tr:8080/xmlui/bitstream/handle/11498/50573/001526430
006.pdf?sequence=1&isAllowed=y [12.03.2020].
Nutku, Özdemir. Darülbedayi’den
Şehir Tiyatrosu’na. 1. bs. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,
2015.
.
Darülbedayi'nin Elli Yılı. Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi, 1969.
Onaran,
Âlim Şerif. Türk Sineması I. Cilt. 1. bs. Ankara: Kitle Yayınları, 1994.
.
Türk Sineması II. Cilt. 1. bs. Ankara: Kitle Yayınları, 1995.
Oral, Ünver. Radyo-Sinema-TV
ve Gelenek Tiyatromuz. 1. bs. İstanbul: Kitabevi Yayıncılık, 2015.
Oran Bülent. “Yeşilçam Nasıl
Doğdu, Nasıl Büyüdü, Nasıl Öldü ve Yaşasın Yeni Sinema”. Türk Sineması
Üzerine Düşünceler. ed. Süleyman Murat Dinçer. Ankara: Doruk Yayımcılık,
1996: 277-291.
Oskay, Unsal. Toplumsal
Gelişmede Radyo ve Televizyon. 1. bs. Ankara: Ankara Üniversitesi Siyasal
Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1971.
Ozansoy, Halid Fahri. “Muammer
Karaca Tiyatrosu’nda Şeyhin Encamı”. Havadis Gazetesi. 18 Ağustos 1952.
Ozansoy, Halit Fahri. Eski
İstanbul Ramazanları. İstanbul: İnkılap Kitabevi, 1968.
Öz, Sibel. Oyuncu Yeşilçam
Yıldız Sisteminde Bir Anti-Yıldız: Adile Naşit. 1.bs.
İstanbul: İletişim Yayınları,
2020.
Özbek, Meral. “Arabesk Kültür:
Bir Modernleşme ve Popüler Kimlik Örneği”. Türkiye’de Modernleşme ve Ulusal
Kimlik. yay. haz. Sibel Bozdoğan, Reşat Kasaba. İstanbul: Tarih Vakfı Yurt
Yayınları, 1999: 168-187.
Özen, Emrah. “Özön’ün
Paltosundan Kurtulmak: Türkiye Sineması Tarihi Çalışmalarının Eleştirel Bir
Değerlendirmesi.”. İletişim: Araştırmaları Dergisi. c.1. s.1. 2009:
13-47.
Özgüç, Agâh. Ansiklopedik
Türk Filmleri Sözlüğü. İstanbul: Horizon İnternational ■ ^Yayınları, 2014.
. Başlangıcından
Bugüne Türk Sinemasında İlkler. 1.
bs. İstanbul:
Yılmaz Yayınları, 1990.
. Türlerle
Türk Sineması. 1. bs. İstanbul: Dünya Yayıncılık, 2005.
Özön, Nijat. Karagözden
Sinemaya Türk Sineması ve Sorunları. c. 1, 2. 1. bs. Ankara: Kitle
Yayınları, 1995.
. Sinema El Kitabı. 1.
bs. İstanbul: Elif Yayınları, 1964.
. Sinema: Uygulayımı,
Sanatı, Tarihi. 1. bs. İstanbul: Hil Yayınları, 1985.
. Türk Sinema Tarihi. 1.
bs. İstanbul: Artist Yayınları, 1962.
. Türk Sineması Kronolojisi
(1895-1966). 1. bs. Ankara: Bilgi Yayınevi, 1968.
Öztürk, Ali. “Türk Sinemasında
Toplumsal Gerçekçilik Akımı ve Sansür (1960-1970 Dönemi)”. Yüksek Lisans Tezi.
İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2013.
Pekman, Cem. Filim Bir Adam
Ertem Eğilmez. 1. bs. İstanbul: Agora Kitaplığı, 2010.
.
“Türk Sinemasında Arabesk”. Hayal Perdesi Sinema Dergisi. s. 33. 2013:
38.
Pekman,
Yavuz. Geleceğe Perde Açan Gelenek Geçmişten Günümüze İstanbul Tiyatroları
II. c.2 1. bs. İstanbul: Yapı Kredi Kültür Sanat Yayınları, 2011.
Rey,
Ekrem Reşit. “Muammer Karaca ve Tiyatrosu”. Akşam Gazetesi. 3 Şubat
1948.
..
“Tiyatro Simaları: Muammer Karaca”. Akşam Gazetesi. 21 Mart 1950.
Safa,
Peyami. ”Karaca İçin Ne Dediler?”. Karaca Tiyatro Dergisi. 1968-69.
Scognamillo, Giovanni. Türk
Sinema Tarihi. 3. bs. İstanbul: Kabalcı Yayınevi, 2010.
Sedes, Selami. “Halkın Çok
Sevdiği San’atkar Naşid’in Jübilesi Münasebetile”. Türk Tiyatrosu. s.88
(1938): 7.
“Selim Naşit ve Adile Naşit
Düettosu”. TRT Arşiv. https://www.trtarsiv.com/ozel-
video/en-yeniler/adile-nasit-ve-selim-nasit-ozcandan-duetto-1965680
[05.06.2020].
Sevengil,
Refik Ahmet. Tanzimat Tiyatrosu. İstanbul: Milli Eğitim Basımevi, 1968.
.
Türk Tiyatrosu Tarihi. 1. bs. İstanbul: ALFA Yayınları, 2015.
Solelli,
Sezai. “Kahkahaları Kulaklarımızı Çınlatırken, Gözyaşları İçim ize Akan: Adile
Naşit”. TV'de Yedi Gün Dergisi. 5 Temmuz 1976.
Söylemez,
Nalan. Portre: Adile
Naşit. 29 Aralık 2002,
http://yenifilm. net/2002/12/portre-adile-nasit/
[17.04.2020].
Suner, Levent. “Cumhuriyet
Döneminde Tiyatroların Kurumlaşması”. Tiyatro Araştırmaları Dergisi. s.12
(1995): 11-16.
Şener, Sevda. Cumhuriyet’in
75 Yılında Türk Tiyatrosu. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,
1999.
.
Çağdaş Türk Tiyatrosunda Ahlak, Ekonomi, Kültür Sorunları (19231970). 1.
Bs. Ankara: Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Yayınları,
1971.
. “Cumhuriyet Dönemi Tiyatro
Yazarlığı”. Cumhuriyetin 50. Yıldönümünü Anma Kitabı. Ankara: Ankara
Üniversitesi Basımevi, 1974.
. Gelişim
Sürecinde Türk Tiyatrosu. 2. bs. İstanbul: Mitos-Boyut Yayınları, 2011.
Taner, Haldun. “Naşid Bey”.
Direklerarası Ramazan Takvimi. Milliyet Gazetesi. 16 Temmuz 1980.
. “Sait Faik’e Göre Naşid”.
Direklerarası Ramazan Takvimi. Milliyet Gazetesi. 22 Temmuz 1980.
Tanör, Bülent. “Siyasal Tarih
(1980-1995)”, Türkiye Tarihi c. 5 yay. haz. Bülent Tanör, Korkut
Boratav, Sina Akşin. İstanbul: Cem Yayınevi, 2000: 27-163.
Topuzlu, Cemil. 80 Yıllık
Hatıralarım. İstanbul: 1951 (Aktaran Ertuğrul, Muhsin. Benden Sonra Tufan
Olmasın, 2. bs. İstanbul: Remzi Kitabevi, 2007).
Tuncer, Muammer. “Evlat
Acısı”. Ses Dergisi. 20 Eylül 1975.
Tunçay, Mete. “Siyasal
Gelişmenin Evreleri”. Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi. c. 7.
İstanbul: İletişim Yayınları, 2002: 1966-1990.
Ulunay. “Muammer ve Jorj
Feydo”. Milliyet Gazetesi. 30 Mayıs 1956.
.“Gazanfer Özcan Topluluğu”.
Milliyet Gazetesi. 21 Kasım 1963.
Uslu, Mehmet Fatih. Çatışma
ve Müzakere Osmanlı’da Türkçe ve Ermenice Dramatik Edebiyat. 1 .bs. İstanbul:
İletişim Yayınları, 2014.
Yağız, Nebat. Türk
Sinemasında Karakterler ve Tipler: Türk Sinemasının Türk Toplumuna Bakışı
1950-1975 Dönemi. 1. bs. İstanbul: İşaret Yayınları, 2009.
Yiğit, Melih. Erken Cumhuriyet
Döneminde Türk Tiyatrosu Dergisinin İstanbul Şehir Tiyatrosu'nun
Kurumsallaşmasındaki Rolü (1930-1950), Doktora Tezi, Yıldız Teknik Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2019.
Yüksel, Ayşegül. Türk
Tiyatrosu Üstüne Notlar: Uzun Yolda Bir Mola. 1. bs. İstanbul: Cumhuriyet
Kitapları, 2011.
Zobu, Rıza Vasfi, O Günden
Bu Güne: Anılar. İstanbul: Milliyet Yayınları, 1977.
. Uzun Hikâyenin Sonu. Omaş
Yayınları, 1990.
. Hayat Mecmuası. s.1,
2 (1961).
Zürcher, Erik Jan. Modernleşen
Türkiye’nin Tarihi. 7. bs. çev. Yasemin Saner Gönen. İstanbul: İletişim
Yayınları, 2000.
Ek 1. Adile Naşit’in
Rol Aldığı Tiyatro Oyunları Dizini[380]
Her
Şeyden Biraz (1944) Rolü: Figüran
Memişin
Rüyası (1945) Rolü: 3. Köylü Kızı
Alo
Fidan Oğlu (Müzikli Skeç)
Platin
Palas
Fuar
Yıldızı
Cibali
Karakolu (Komedi) - Rolü: Nazire
Masif
İskemle (Komedi) - Rolü: Nazmiye Hopdedik
Medar-ı
İftihar
Cam
Kırıkları (Sırça Kümes)
Etnan
Bey Duymasın - Rolü: Necla
Muhteşem
Serseri
Müsteşar
Bey - Rolü: Mannik
Milli
İhtikar Anonim Şirketi
Papazlar
Trafiği - Rolü: Miss Barry
Yaman
Şey
Cümbüş
Palas
Tevziat
- Rolü: Belma
Ahududu
(Komedi)
Gazanfer Özcan-Gönül Ülkü Tiyatro Topluluğu
Temsilleri
Mum
Söndü (Komedi) Rolü: Sülükçü lakaplı sokaklarda sülük satan bir erkek çocuğu
Ceza
Kanunu (Komedi) Rolü: Kaynana
Fırıldak
(Komedi)
Ben
Çağırmadım (Komedi) Rolü: Ruhlardan haber getiren, ispirtizmacı Madam
Bebek
Davası (Komedi) Rolü: Kaynana
Armatör
(Komedi) Rolü: Hapishanedeki kadın
Muhteşem
Serseri (Komedi) Rolü: Köylü kadın
Yenerbahçe
Kulübü (Komedi) Rolü: Köylü
İpekçi
Merhum (Komedi) Rolü: 2. Kadın
Kocamın
Nişanlısı (Komedi) Rolü: Gönül Ülkü’nün hapishane arkadaşı tiyatro oyuncusu bir
kadın.
Hacamat
Niyazi (Komedi) Rolü: Geleneklere bağlı hanımefendi tiplemesinde anne
Evdeki
Pazar (Komedi)
Sülüman
Bacanak (Komedi) Rolü: Baldız
Yabancı
Olduk Şimdi (Komedi)
Aşk
Memuru (Komedi)
Deli
(Komedi)
Ayrılmaksa
Maksadın (Komedi) Rolü: Letafet
Gene
mi Para (Komedi)
Bir
Kilo Namus (Komedi) Rolü: Dadı
Kız
Kuruları (Komedi)
Aşk
Çorbası (Komedi)
Milyonluk
Valiz (Komedi) Rolü: Anne, Karadenizli zengin bir fabrikatörün karısı
Üsküdarın
Karşısında Galata (Komedi) Rolü: Çingene
Çocuklarımın
Babası (Komedi)
Yanlış
Hesap
Kürkçü
Dükkanı (Komedi)
Onlar
Ermiş Muradına (Komedi) Rolü: Kaynana
Karım
Gene Doğurdu (Komedi)
Koca
Eşşek (Komedi) Rolü: Anne
Beş
Milyona Kim Ölmez (Komedi)
Nerden
Nereye (Komedi)
Hanımlar
Terzihanesi (Komedi)
Maymun
Gözünü Açtı (Komedi)
Görünmez
Kaza (Komedi)
Oh
Olsun (Komedi)
Karımla
Evlenir misiniz? (Komedi)
Yeşilçam’da
Bir Kral (Komedi)
Azrail’in
Eceli (Komedi)
Baba
ve Gorilleri
Saygısızın
Biri
Olmaz
Benli
Yalancının
Mumu
Üvey
Babam
Tuzak
İsmail
Anan Seni Çağırıyor
Karışık
İş Kimse Durduramaz
Kiralık
Daire
Kuyruksuz
Yalan
Canım
Cennette
Kızlara
Göz Kulak Ol
Bekçi
Murtaza
Cici
Teyze
Leyleğin
Ömrü
Aman
İdare Et
Evlenmek
Kolay Mı?
Ek 2. Adile Naşit’in Rol Aldığı Sinema
Filmleri Dizini[381]
Yara
(1947)
Yönetmen:
Seyfi Havaeri
Rolü:
-
Lüküs
Hayat (1950)
Yönetmen:
Lütfü Ö. Akad
Rolü:
Altın Diş
İstanbul
Yıldızları (1952)
Yönetmen:
Orhan Atadeniz ve Mehmet Muhtar
Rolü:
-
Kahpe
Kurşun (1957)
Yönetmen:
Nişan Hançer
Rolü:
Rebiş
Kör
Kuyu (1957)
Yönetmen:
Hüsnü Cantürk
Rölü:
-
Abbas
Yolcu (1959)
Yönetmen:
Semih Evin
Rolü:
Madam
Cumbadan
Rumbaya (1960)
Yönetmen:
Turgut Demirağ
Rolü:
Madam
Son
Karar (1964)
Yönetmen:
Cevat Okçogil
Rolü:
-
Vur
Patlasın Çal Oynasın (1970)
Yönetmen:
Ülkü Erakalın
Rolü:
-
Beyoğlu
Güzeli (1971).
Yönetmen:
Ertem Eğilmez
Rolü:
Madam
Sev
Kardeşim (1972)
Yönetmen:
Ertem Eğilmez
Rolü:
Mesude
Oh
Olsun (1973)
Yönetmen:
Ertem Eğilmez
Rolü:
Ferit'in Annesi
Canım
Kardeşim (1973)
Yönetmen:
Ertem Eğilmez
Rolü:
Öğretmen
Mavi
Boncuk (1974)
Yönetmen:
Ertem Eğilmez
Rolü:
Mıstık’ın Annesi Adile
Salak
Milyoner (1974)
Yönetmen:
Ertem Eğilmez
Rolü:
Mesude
Hasret
(1974)
Yönetmen:
Zeki Ökten
Rolü:
Sakat Çocuğun Annesi
Aç
Gözünü Mehmet (1974)
Yönetmen:
Süreyye Duru
Rolü:
-
Ceza(1974)
Yönetmen:
Mehmet Dinler
Rolü:
Huriye
Gariban
(1974).
Yönetmen:
Mehmet Dinler
Rolü:
Hizmetçi Külyutmaz Mualla
100
Lira île Evlenilmez (1974).
Yönetmen:
Osman F. Seden
Rolü:
Behice Hala
Delisin
(1975)
Yönetmen:
Engin Orbey
Rolü:
Didar
Bizim
Aile Merhaba (1975)
Yönetmen:
Ergin Orbey
Rolü:
Melek
Hababam
Sınıfı (1975)
Yönetmen:
Ertem Eğilmez
Rolü:
Hafize Ana
Ah
Nerede (1975).
Yönetmen:
Orhan Aksoy
Rolü:
Huriye
Bitirimler
Sınıfı (1975) Yönetmen: Orhan Aksoy Rolü: Zehra Ana
Şehvet
Kurbanı Şevket (1975) Yönetmen: Olgun Eltan Rolü: Mahmure
Televizyon
Çocuğu (1975) Yönetmen: Aram Gülyüz Rolü: Hüsniye
Gece
Kuşu Zehra (1975) Yönetmen. Arşavir Alyanak Rolü: Hacer
Hanzo
(1975) Yönetmen: Zeki Ökten
Rolü:
Şükriye
Minik
Cadı (1975) Yönetmen: Nejat Saydam Rolü: Çiçek’in Büyükannesi
Şaşkın
Damat (1975) Yönetmen: Zeki Ökten
Rolü:
Öğretmen
Plaj
Horozu (1975) Yönetmen: Nejat Okçugil Rolü: Melek
Pembe
Panter (1975)
Haydi
Gençlik Hop Hop (1975) Yönetmen: O. Nuri Ergün Rolü: Kadir Baba’nın eşi
İşte
Hayat (1975)
Yönetmen:
Atıf Yılmaz
Rolü:
Makbule
Sevgili
Halam (1975)
Yönetmen:
O. Nuri Ergün Rolü: Sevgili Hala
Çapkın
Hırsız (1975).
Yönetmen:
Atıf Yılmaz
Rolü:
Binnaz
Ah
Dede Vah Dede (1976) Yönetmen: Nuri Akıncı Rolü: Naciye
Hababam
Sınıfı Sınıfta Kaldı (1976). Yönetmen: Ertem Eğilmez Rolü: Hafize Ana
Hababam
Sınıfı Uyanıyor (1976). Yönetmen: Ertem Eğilmez Rolü: Hafize Ana
Süt
Kardeşler (1976) Yönetmen: Ertem Eğilmez
Rolü:
Melek
Tosun
Paşa (1976) Yönetmen: Kartal Tibet Rolü: Adile Tellioğlu
Aile
Şerefi (1976).
Yönetmen:
Orhan Aksoy Rolü: Emine
Ne
Umduk Ne Bulduk (1976). Yönetmen: Zeki Ökten
Rolü:
Fatma
Gel
Barışalım (1976) Yönetmen: Engin Orbey Rolü: Adile Turşucuoğlu
Gülen
Gözler (1977) Yönetmen: Ertem Eğilmez Rolü: Nezaket
Hababam
Sınıfı Tatilde (1977) Yönetmen: Ertem Eğilmez Rolü: Hafize Ana
Şaban
Oğlu Şaban (1977) Yönetmen: Ertem Eğilmez Rolü: Hala
Sakar
Şakir (1977) Yönetmen: Natuk Baytan Rolü: Fatma Şen
Kibar
Feyzo (1978).
Yönetmen:
Atıf Yılmaz
Rolü:
Feyzo’nun Annesi Sakine
Hababam
Sınıfı Dokuz Doğuruyor (1978).
Yönetmen:
Kartal Tibet
Rolü:
Hafize Ana
Sultan
(1978)
Yönetmen:
Kartal Tibet
Rolü:
Ebe Hatice
Neşeli
Günler (1978)
Yönetmen:
Orhan Aksoy
Rolü:
Saadet
Ne
Olacak Şimdi (1979)
Yönetmen:
Atıf Yılmaz
Rolü:
Orhan'ın Annesi
Erkek
Güzeli Sefil Bilo (1979)
Yönetmen:
Ertem Eğilmez
Rolü:
Sultan Bacı
Vay
Başımıza Gelenler (1979).
Yönetmen:
Zeki Alasya
Rolü:
Fazilet Abla
Aşkın
Gözyaşı (1979).
Orhan
Elmas (Yönetmen
Rolü:
Adile
Doktor
(1979)
Yönetmen: Zeki Alasya
Rolü:
Hatice
Köşe
Kapmaca (1979) Yönetmen: Zeki Alasya Rolü: Fazilet
Yedi
Kocalı Hürmüz (1980) Yönetmen: Atıf Yılmaz
Rolü:
Safinaz
İbişo
(1980) Yönetmen: İhsan Yüce
Rolü:
Pakize
Renkli
Dünya (1980) Yönetmen: Orhan Aksoy Rolü: Fatma
Huzurum
Kalmadı (1980) Yönetmen: Natuk Baytan Rolü: Adile
Beş
Parasız Adam (1980) Yönetmen: Osman F. Seden Rolü: Zehra Teyze
Deliler
Koğuşu (1981). Yönetmen: İhsan Yüce
Rolü:
Sevimli Bakire
Hababam
Sınıfı Güle Güle (1981) Yönetmen: Ertem Eğilmez Rolü: Hafize Ana
Şaka
Yapma (1981)
Yönetmen:
Osman F. Seden
Rolü:
Adile Abla
Davaro:
Son Eşkıya (1981)
Yönetmen:
Kartal Tibet
Rolü:
Hamo Ana
Şabancık
(1981).
Yönetmen:
Temel Gürsu
Rolü:
Adile
Gırgıriye
(1981)
Yönetmen:
Kartal Tibet
Rolü:
Zekiye
Gırgıriye’de
Şenlik Var (1981)
Yönetmen:
Kartal Tibet
Rolü:
Zekiye
Bizim
Sokak (1981) Yönetmen: İhsan Yüce
Rolü:
Cazgır Naciye
Adile
Teyze (1982)
Yönetmen:
Alev Akakar
Rolü:
Adile Teyze
Neşe-i
Muhabbet (1982)
Yönetmen:
Metin Akpınar
Rolü:
Nadide Hanım
Talih
Kuşu (1982)
Yönetmen:
Temel Gürsu
Rolü:
Adile Güney
Görgüsüzler
(1982) Yönetmen: Osman F. Seden
Rolü:
Halime
Şıngırdak
Şadiye (1982)
Yönetmen:
Nuri O. Ergün
Rolü:
Güllü
Buyurun
Cümbüşe (1982) Yönetmen: Yavuz Yalınkılıç
Rolü:
Pakize Hanım
Neşeli
Kuklalar (1983).
Yönetmen:
Ahmet Gülhan
Rolü:
Adile Teyze
Şaşkın
Ördek (1983).
Yönetmen:
Ümit Efekan
Rolü:
Meryem
Gırgıriye'de
Büyük Seçim (1984)
Yönetmen:
Temel Gürsu
Rolü:
Zekiye
Şabaniye
(1984)
Yönetmen:
Kartal Tibet
Rolü:
Hatice
Namuslu
(1984)
Yönetmen:
Ertem Eğilmez
Rolü:
Kaynana
Satmışım
Anasını (1985)
Yönetmen:
Ülkü Erakalın
Rolü:
Adile
Şaban
Pabucu Yarım (1985).
Yönetmen:
Kartal Tibet
Rolü:
Adile
Bin
Yıl Önce (1985)
Yönetmen:
Haldun Dormen
Rolü:
Despina
Kiralık
Ev (1986)
Yönetmen:
Sırrı Gültekin
Rolü:
Hayriye
Milyarder
(1986).
Kartal
Tibet (Yönetmen).
Rolü:
Cennet
Kuzucuklarım
(1986)
Yönetmen:
Semih Evin
Rolü:
Adile
Gülmece
Güldürmece (1986).
Yönetmen:
Engin Temizer
Rolü:
Neriman Hanım
Ağa
Bacı (1986)
Yönetmen:
Semih Evin
Rolü:
Ağa Bacı
Hayroş
(1986)
Yönetmen:
Ülkü Erakalın
Rolü:
Hapishane Gelini
İki
Milyarlık Bilet (1986)
Yönetmen:
Semih Evin
Rolü:
Adile
Kocamın
Nişanlısı (1986)
Yönetmen:
Semih Evin
Rolü:
Adile Hanım
Yaygara
(1986)
Yönetmen:
Kartal Tibet
Rolü:
Resmiye Hanım
Melek
Hanım’ın Fendi (1986)
Yönetmen:
Sırrı Gültekin
Rolü:
Melek Hanım
Annem
Bırakmam Seni (1987)
Yönetmen:
Temel Gürsu
Rolü:
Adile Hanım
Sevgi
Dünyası (1987)
Yönetmen:
Feridun Kete
Rolü:
Fatma Hanım
Aile
Pansiyonu (1987)
Yönetmen:
Kartal Tibet
Rolü:
Saliha
Ek 3. Adile Naşit’in Rol Aldığı Televizyon
Programları Dizini[382]
Ramazan
72
1972
yılının Ramazan ayı için hazırlanmış özel program
Unutulanlar
(1975)
Yönetmen:
Haldun Dormen
Rolü:
Amelya Hanım
Naşit
adlı Adile Naşit’in babasının yaşamını konu alan bölümde kendi annesini
canlandırmıştır.
Kırkından
Sonra (1980)
İlk
bölümden sonra senaryonun düzenlenmesi gerektiği gerekçesiyle iptal edildi
Annem
Annem (1980)
Yönetmen:
Kartal Tibet
Rolü:
Üç kız kardeş annesi
Uykudan
Önce (1981)
Rolü:
Masalcı Teyze
Kuruntu
Ailesi (1986)
Yönetmen:
Uğur Erkır
Rolü:
Müjgan'ın annesi Adile Hanım
Hisseli
Harikalar Kumpanyası (1981)
Aynı
adlı müzikalin TRT’de yayınlanmak üzere çekilmiş versiyonu
Rolü:
Adalet Teyze
Yedi
Kocalı Hürmüz (1982)
Aynı
adlı müzikalin TRT’de yayınlanmak üzere çekilmiş versiyonu
Ek 4. Adile Naşit’in İstanbul Şehir Tiyatroları’nda Sahne
Aldığı İlk Oyun:
Her
Şeyden Biraz
Ek 5. Adile Naşit ve Ailesini İçeren Birkaç
Fotoğraf
Soldan Sağa Ağabeyi Selim Naşit Özcan, Oğlu
Ahmet Keskiner, Adile Naşit ve Eşi Ziya Keskiner. (Kaynak: https://www.ensonhaber.com/biyografi/oyuncu/adile-nasit-kimdir
[04.06.2020])
[1] Uğur
Dündar, “İşte Hayatınız”, 1984. TRT Arşiv, www.trtarsiv.com/ozel-video/yesilcamin-
eskimeyen-yuzleri/selim-nasit-ozcan-ve-adile-nasitin-cocukluk-anilari-115358
[07.12.2019].
[2] Burhan
Arpad, Direklerarası: Türk Tiyatrosundan Hikâyeler, 3. bs. (İstanbul:
Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu Yayını, 1984), 114-118.
[3] İsmail Biret, Komik-i Şehir Naşit Bey ve Çocukları,
1. bs. (İstanbul, Doğan Kitap, 2005), 16-22.
[4] age, 29.
[5] Sibel Öz, Oyuncu Yeşilçam Yıldız Sisteminde
Bir Anti-Yıldız: Adile Naşit, 1.bs (İstanbul: İletişim Yayınları, 2020),
12-14.
[6] Sibel Öz Arslan, “Eleştirel Perspektiften Yeşilçam Yıldız Sistemi
ve Bir Anti-Yıldız Olarak Adile Naşit” (Yüksek Lisans Tezi, Marmara
Üniversitesi Radyo Televizyon ve Sinema Anabilim, Sinema Bilim Dalı, 2018), 3.
[7] Refik Ahmet Sevengil, Türk Tiyatrosu Tarihi,
1. bs. (İstanbul: ALFA Yayınları, 2015).
[8] Cansu Karagül, Alternatif Tiyatrolar, 1.
bs. (İstanbul: Habitus Yayıncılık, 2015).
[9] Emrah Özen, “Özön’ün Paltosundan Kurtulmak:
Türkiye Sineması Tarihi Çalışmalarının Eleştirel Bir Değerlendirmesi.”, İletişim:
Araştırmaları Dergisi, c.1, s.1, (2009): 13-47.
[10] Gamze Akdemir, “Hep Mimliydik”, Cumhuriyet
Gazetesi, 12 Ağustos 2019.
[11] Yavuz Pekman, Çağdaş Tiyatromuzda
Geleneksellik, 1. bs. (İstanbul: Mitos Boyut Yayınları, 2002), 11.
[12] Karagül, age, 62.
[13] Dilek Özhan Koçak, 19. Yüzyıl İstanbul’unda Kültürel Dönüşümün
Sahnesi Osmanlı Tiyatrosu, 1. bs. (İstanbul: Parşömen Yayınları, 2011),
116.
[14] Mehmet Fatih Uslu, Çatışma ve Müzakere
Osmanlı’da Türkçe ve Ermenice Dramatik Edebiyat, 1.bs. (İstanbul: İletişim
Yayınları, 2014), 32.
[15] Metin And, Tanzimat ve İstibdat Döneminde
Türk Tiyatrosu: 1839-1908 (Ankara: Türkiye İş
[16] age, 21.
[17] age, 23.
[18] Uslu, age, 34.
[19] Karagül, age, 64.
[20] Uslu, age, 34.
[21] Koçak, age, 49.
[22] Uslu, age, 36.
[23] And, age, 56.
[24] Koçak, age, 163.
[37] Metin And, Osmanlı Tiyatrosu:
Kuruluşu-Gelişimi-Katkısı (Ankara: Dost Kitabevi Yayınları, 1999), 54.
[38] age, 49.
[39] Koçak, age, 230.
[40] Uslu, age, 61-62.
[41] Refik Ahmet Sevengil, Tanzimat Tiyatrosu (İstanbul:
Milli Eğitim Basımevi, 1968), 57.
[42] Salah Birsel, Kahveler Kitabı, 6. bs.
(İstanbul: Sel Yayıncılık, 2014), 7.
[43] Koçak, age, 236.
[44] Birsel, age, 84.
[45] Kerem Karaboğa, Geleceğe Perde Açan Gelenek
Geçmişten Günümüze İstanbul Tiyatroları I,
1. bs. (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2011), 35-37.
[46] age, 37-38.
[47] Pekman, age, 20.
[48] Ahmet Fehim, Sahnede Elli Sene (İstanbul:
Mitos Boyut Yayıncılık, 2002), 16-17.
[49] Karaboğa, age, 51.
[50] Metin And, Başlangıcından 1983’e Türk
Tiyatro Tarihi, 7. bs. (İstanbul: İletişim Yayınları, 2014), 15.
[51] age, 79.
[52] Selami Sedes, “Halkın Çok Sevdiği San’atkar
Naşid’in Jübilesi Münasebetile”, Türk Tiyatrosu, s. 88 (1938): 7.
[53] Durmaz, age, 25.
[54] Pekman, age, 20.
[55] Karaboğa, age, 52.
[56] Ruhi Ayangil, “Kanto”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi,
c. 4 (İstanbul: Kültür Bakanlığı ve Tarih Vakfı’nın ortak yayını, 1994):
419-421.
[57] Sevengil, age, 293.
[58] Ayangil, age, 419-420.
[59] Vasfi Rıza Zobu, Hayat Mecmuası, s.1-2
(1961).
[60] Özdemir Nutku, Darülbedayi'nin Elli Yılı (Ankara:
Ankara Üniversitesi Basımevi, 1969), 172.
[61] Karaboğa, age, 50-51.
[62] Halit Fahri Ozansoy, Eski İstanbul
Ramazanları, (İstanbul: İnkılap Kitabevi, 1968), 68-69.
[63] Murat Belge, “İstanbul’da Kanto”, Antik
Çağdan XXI. Yüzyıla Büyük İstanbul Tarihi, c. 7 (İstanbul: İBB Kültür A.Ş.,
2015), 23-25.
[64] Vasfi Rıza Zobu, O Günden Bu Güne, 1.
bs. (İstanbul: Milliyet Yayınları, 1977), 67-69.
[65] Karaboğa, age, 41.
[66] age, 113.
[67] Karagül, age, 75.
[68] Metin And, Atatürk ve Tiyatro, 1. bs.
(Devlet Tiyatroları Eğitim Yayınları: 1983), 9-11.
[69] Pekman, age, 188-189.
[70] M. Kemal Atatürk’ün, Cumhuriyet’in ilan edilişinin ardından, 29 Ekim
1923’te Fransız Revue des deux monde için verdiği demeçten aktaran Fikret
Başkaya, Yeni Paradigmayı Oluşturmak: Kapitalizmden Çıkmanın Gerekliliği ve
Aciliyeti, 1. bs. (İstanbul: Yordam Kitap, 2018), 40.
[71] Batılı standartları yakalama amacıyla alanında uzman olan Batılı
isimlerin kurum yapılanmasında görev üstlenmelerinin bir örneğini de 1940’ların
sonunda Carl Ebert’in Devlet Tiyatroları’nın yönetiminde de gözlemlemek
mümkündür.
[72] Dr. Cemil Topuzlu, 80 Yıllık Hatıralarım (İstanbul:
1951), 131’den aktaran Muhsin Ertuğrul, Benden Sonra Tufan Olmasın, 2. bs
(İstanbul: Remzi Kitabevi, 2007), 195.
[73] Özdemir Nutku, Darülbedayi’den Şehir
Tiyatrosuna, 1. bs. (İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2015),
25-29.
[74] Zobu, age, 42-43.
[75] Nutku, age, 42-80.
[76] Metin And, 100 Soruda Türk Tiyatrosu Tarihi,
1. bs. (İstanbul: Gerçek Yayınevi, 1970), 258259.
[77] İ. Galip Arcan, “Ferah Senesi”, Perde ve
Sahne, s.1 (1941): 4-5.
[78] Nutku, age, 80-85.
[79] Karagül, age, 74.
[80] Nutku, age, 85.
[81] “Okuyucularımıza”, Darülbedayi, s. 20
(1931): 7.
[82] “Çocuk Tiyatroları”, Darülbedayi, s. 8
(1930): 7.
[83] Levent Suner, “Cumhuriyet Döneminde Tiyatroların Kurumlaşması”, Tiyatro
Araştırmaları Dergisi c. 12 (1995): 11-16.
[84] “Çocuk Piyesi Değişirken”, Türk Tiyatrosu, s.
178 (1945): 16.
[85] “Darülbedayi’den Şehir Tiyatrolarına” İstanbul
Büyük Şehir Belediyesi Tiyatroları, Hakkımızda, https ://sehirtiyatrolari.
ibb.istanbul/SitePage/index/kurumsal -MT A2 [12.06.2020].
[86] Karagül, age, 83.
[87] “Tiyatro Sanatçılarına Dair, 10.06.1926”, Atatürk’ün
Söylev ve Demeçleri, c. 1 (Ankara: 1961), 387.
[88] “Devlet Tiyatrosu Kuruluyor”, Cumhuriyet
Gazetesi, 29 Şubat 1936, 2.
[89] “Tarihçe”, Devlet Tiyatroları, http://www.devtiyatro.gov.tr/DevletTiyatro/kurumsal/9003?a=tarihce
[18.03.2020].
[90] Metin And, 50 Yılın Türk Tiyatrosu, 2.
bs. (İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları, 1973), 231.
[91] “Ankarada Devlet Tiyatrosu Bu Akşam Açılıyor”, Cumhuriyet
Gazetesi, 2 Nisan 1949, 1.
[92] “Devlet Tiyatrosu Kanunu”, Cumhuriyet Gazetesi, 8 Haziran
1949, 1.
[93] “Tarihçe”, Devlet Tiyatroları, http://www.devtiyatro.gov.tr/DevletTiyatro/kurumsal/9003?a=tarihce
[18.03.2020].
[94] “Kuruluş Amacı”, Devlet Tiyatroları,
http://www.devtiyatro.gov.tr/DevletTiyatro/kurumsal/9002?a=kurulus-amaci
[18.03.2020].
[95] And, 50 Yılın, 234-235.
[96] “Tarihçe”, Devlet Tiyatroları, http://www.devtiyatro.gov.tr/DevletTiyatro/kurumsal/9003?a=tarihce
[18.03.2020].
[97] Ertuğrul, age, 191-204.
[98] And, Başlangıcından, 159.
[99] Can Gürzap, Perde Arkasından Devlet
Tiyatrosu Gerçeği, 1. bs. (İstanbul: Remzi Kitabevi, 2012), 49-57.
[100] Karagül, age, 85.
[101] Pekman, age, 11.
[102] Nurhan Karadağ, Halkevleri Tiyatro
Çalışmaları (1932-1951), 1. bs. (Ankara: T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları,
1988), 7.
[103] age, 25-58.
[104] age, 61.
[105] And, Başlangıcından, 165-166.
[106] Erdem Ünal Demirci, Türkiye’de Tiyatronun
Siyasal Rolü, 1. bs. (İstanbul: Federe Yayınları, 2010), 23.
[107] And, 50 Yılın, 214-219.
[108] Karaboğa, age, 59-99.
[109] Karagül, age, 77-78.
[110] And, Başlangıcından, 158.
[111] Tevfık Çavdar, “Demokrat Parti”, Cumhuriyet Dönemi
Türkiye Ansiklopedisi c. 8 (İstanbul:
[113] Karagül, age, 89.
[114] Yavuz Pekman, Geleceğe Perde Açan Gelenek
Geçmişten Günümüze İstanbul Tiyatroları II,
1. bs (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2011), 146.
[115] Karagül, age, 89.
[116] Sevda Şener, “Cumhuriyet Dönemi Tiyatro
Yazarlığı”, Cumhuriyetin 50. Yıldönümünü Anma Kitabı, (Ankara: Ankara
Üniversitesi Basımevi, 1974), 158.
[117] Sevda Şener, Çağdaş Türk Tiyatrosunda Ahlâk, Ekonomi, Kültür
Sorunları (1923-1970), (Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi, 1971), 194.
[118] Karagül, age, 87.
[119] Karaboğa, age, 82-114.
[120] age, 42.
[121] Pekman, Geleceğe, 146.
[122] And, 50 Yılın, 238-239.
[123] Pekman, Geleceğe, 173-186.
[124] age, 183.
[125] Karaca Tiyatro Dergisi, 1 Mayıs 1955, s.
1, 25.
[126] Pekman, Geleceğe, 193-200.
[127] age, 146.
[128] Gülayşe Erkoç, “Çok Partili Dönemde Tiyatro Ortamı ve Kimlik
Arayışı”, Tiyatro Araştırmaları Dergisi, c. 12 (1995): 17-25.
[129] Pekman, Çağdaş, 200.
[130] Karaca Tiyatro Dergisi, 1959, 6-8.
[131] Karagül, age, 56-57.
[132] “1961 Anayasası”, Türkiye Cumhuriyeti Anayasa
Mahkemesi,
https://www.anayasa.gov.tr/tr/mevzuat/onceki-anayasalar/1961-anayasasi/
[23.03.2020].
[133] Erkoç, age, 20.
[134] Karagül, age, 91.
[135] “1969-1970 Sezonunda Türk Tiyatrosu”, Milliyet
Gazetesi, 5 Temmuz 1970.
[136] Karagül, age, 96.
[137] Arena Tiyatrosu Aylık Dergisi, s. 1-3,
9, 10 (İstanbul: 1962-1964).
[138] Oyun Aylık Tiyatro Dergisi, s. 4-6
(İstanbul: 1963-1964).
[139] “İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planı”, T.C.
Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı, http://www.sbb.gov.tr/kalkinma-planlari/
[08.04.2020].
[140] Erkoç, age, 20.
[141] “Halk Sanatkârı Naşit”, Türk Tiyatrosu,
s. 88 (1938): 3.
[142] Karaboğa, age, 95-96.
[143] “Halk Sanatkârı Naşit”, Türk Tiyatrosu, s.
88 (1938): 3.
[144] age, 11.
[145] Ayşe Hür, “Özcan, Naşit”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi,
c. 6 (İstanbul: Kültür Bakanlığı ve Tarih Vakfı’nın ortak yayını, 1994): 202.
[146] Çeşitli kaynaklarda “Bertran” olarak
geçmektedir.
[147] “Halk Sanatkârı Naşit”, Türk Tiyatrosu,
s. 88 (1938): 2.
[148] age, 12.
[149] Karaboğa, age, 51.
[150]Arpad, age, 151-152.
[151] Karaboğa, age, 95.
[152] Yılmaz Çetiner, “Büyük Naşit ve Adile Naşit’ten
Anılar”, Milliyet Gazetesi, 21 Aralık 1987, 9.
[153] Haldun Taner, “Naşid Bey”, Direklerarası
Ramazan Takvimi, Milliyet Gazetesi, 16 Temmuz 1980, 4.
[154] Salahaddin Güngör, “Meşekkat ve Macera Dolu 35
San’at Yılı Nasıl Geçti?”, Cumhuriyet Gazetesi, 12 Mart 1938.
[155] Sezi Nuhrat, “Bir Zamanlar ‘Tiyatroya Gidelim’ Değil, ‘Naşit’e
Gidelim’ Denirdi”, 26 Nisan 1983, İstanbul Şehir Üniversitesi Kütüphanesi Taha
Toros Arşivi, Belge No: 001526430006, http://earsiv.sehir.edu.tr:8080/xmlui/bitstream/handle/11498/50573/001526430006.pdf?sequence=1&i
sAllowed=y [12.03.2020].
[156] And, 100 Soruda, 259.
[157] And, 50 Yılında, 204.
[158] Zobu, age, 247-248.
[159] And, 50 Yılın, 204.
[160] age, 204 ve Zobu, age, 478-479.
[161] Türk Tiyatrosu, s. 88 (1938): 4.
[162] Mart 1938 tarihli Türk Tiyatrosu Dergisi’nin
88. sayısı “Naşit, 35 Yıl Sahnede” kapağıyla Naşit Bey’e adanmıştır.
[163] Karaboğa, age, 97.
[164] And, 100 Soruda, 255.
[165] Karaboğa, age, 97.
[166] Mustafa Gökmen, Başlangıçtan 1950’ye Kadar Türk Sinema Tarihi ve
Eski İstanbul Sinemaları, 1. bs. (İstanbul: 1989), 46.
[167] Biret, age, 49.
[168] Karaboğa, age, 113.
[169] “Erol Günaydın Televizyonda Naşit Bey Oldu”, Milliyet
Gazetesi, 12 Ocak 1975, 13, 16.
[170] “Komik-i Şehir Naşit Bey”, İBB Şehir
Tiyatroları, https://sehirtiyatrolari.ibb.istanbul/Activity/Detail/46
[22.06.2020].
[171] Verjin ve Virjin isimleri bu dönemde sıklıkla kullanılan sahne
isimlerinden biridir. Adile Naşit’in anneannesi Verjin Hanım kanto sanatçısı
olarak sahne almaya başladığında Minyon Virjin ismiyle sahne alan başka bir
kanto sanatçısı da bulunmaktadır. Ergun Hiçyılmaz, İstanbul Geceleri ve
Kantolar adlı kitabında iki sanatçı arasındaki ayrımı belirtmiştir fakat
oluşabilecek karışıklıkları engellemek adına Verjin Hanım’ın isminin Virjin
olarak anıldığı durumlar olduğunu da belirtmekte fayda vardır. Selim Naşit’in
Ülkü Erakalın’la olan söyleşisinde Verjin Hanım “Virjin” olarak geçmektedir. Bu
yazımın sebebi, söyleşinin 1990’da yapılması ile 1999’da basılması arasında kaleme
alınırken telaffuzun temel alınması olabilir. Bununla birlikte İsmail Biret’in Komik-i
Şehir Naşit Bey ve Çocukları kitabında da Verjin Hanım sürekli Küçük Virjin
olarak anılmaktadır.
[172] Ergun Hiçyılmaz, İstanbul Geceleri ve
Kantolar, 1. bs, (İstanbul: Sabah Kitapları, 1999), 46.
[173] Annesi Küçük Verjin’in isminde yaşanabilecek karışıklık Amelya
Hanım’ın durumuna da kendini göstermektedir. Amelya Hanım’ın sahne aldığı
dönemde hem Büyük Amelya hem de Küçük Amelya adlı iki farklı kanto sanatçısı
bulunmaktadır. (Bu sanatçılara dair detaylı bilgi için bkz. Ergun Hiçyılmaz, İstanbul
Geceleri ve Kantolar, 1. bs. İstanbul: Sabah Kitapları, 1999).
[174] Daha çok kanto sanatçısı kimliğiyle tanınan Amelya Hanım’ın, oğlu
Selim Naşit Özcan’ın Ülkü Erakalın’la yaptığı söyleşi vasıtasıyla topluluğun
sahnelediği dram türündeki oyunlarda oyuncu olarak sahne aldığı bilgisine
ulaşılmıştır. Ülkü Erakalın, Direklerarası’nın Son Direkleri, 1. bs.
(İstanbul, Arıtan Yayınevi, 1999), 56.
[175] age, 30.
[176] Ülkü Erakalın, Direklerarası’nın Son
Direkleri, 1. bs. (İstanbul, Arıtan Yayınevi, 1999), 56.
[177] Hiçyılmaz, age, 46.
[178] Sibel Öz, Oyuncu Yeşilçam Yıldız Sisteminde
Bir Anti-Yıldız: Adile Naşit, 1.bs (İstanbul: İletişim Yayınları, 2020),
44.
[179] Milliyet Gazetesi, 04 Şubat 1967, 7
[180] age.
[181] Ünver Oral, Radyo-Sinema-TV ve Gelenek
Tiyatromuz, 1. bs. (İstanbul: Kitabevi Yayıncılık, 2015), 69.
[182] Uğur Dündar, “İşte Hayatınız”, 1984. TRT Arşiv,
www.trtarsiv.com/ozel-video/yesilcamin-
eskimeyen-yuzleri/selim-nasit-ozcan-ve-adile-nasitin-cocukluk-anilari-115358
[7.12.2019].
[183] Biret, age, 59.
[184] Erakalın, age, 58.
[185] “Sanatçı Selim Naşit’in 36. Yıl Jübilesi
Yapıldı”, Milliyet Gazetesi, 29 Ocak 1981, 1.
[186] Afife Jale Tiyatro Ödülü https://www.afife.org/kazananlar-ve-adaylar/1997/kazananlar
[02.06.2020].
[187] SİYAD Ödülü https://www.siyad.org/1999/05/siyad-odulleri-1998/
[02.06.2020].
[188] Turhan Gürkan, “Üçüncü Naşid de Veda Etti”, Cumhuriyet
Gazetesi, 19 Ağustos 2000.
[189] Akdemir, age.
[190] Selim İleri, “Adile Naşit İçin”, Hürriyet
Gazetesi, Pazar Eki, 1987, 4-5. İstanbul Şehir
Üniversitesi Kütüphanesi Taha Toros
Arşivi, Belge No: 001526426006,
http://earsiv.sehir.edu.tr:8080/xmlui/bitstream/handle/11498/50659/001526426006.pdf?sequence=1&i
sAllowed=y [17.04.2020].
[191] Nalan Söylemez, “Portre: Adile Naşit”, 29
Aralık 2002, http://yenifilm.net/2002/12/portre-adile-
nasit/ [17.04.2020].
[192] İsmail Biret’in kaleme aldığı Komik-i Şehir Naşit Bey ve Çocukları
adlı kitap, Biret’in Selim Naşit’in bacanağı olması ile aileye ait yakından
bilgi sahipi olması ve kitabı hazırlarken aileye ait fotoğraf, mektup vb.
belgelere başvurması sebebiyle dikkate değer bir kaynaktır. Olayların ele
alınış şekli aile üyelerinin perspektifinden öyküleştirilmesi şeklinde
olduğundan Biret’in bazı olayları dramatize etmiş olma ihtimali göz önünde
bulundurulmalıdır.
[193] Suzan Esler, “Babam Naşit”, İstanbul Şehir Üniversitesi
Kütüphanesi Taha Toros Arşivi, http://earsiv.sehir.edu.tr:8080/xmlui/bitstream/handle/11498/50667/001526448006.pdf?sequence=1&i
sAllowed=y [17.04.2020].
[194] Arpad, age, 114-118.
[195] Erakalın, age, 56. (Alıntıdaki “Annem Küçük Virjin” ifadesi
hatalıdır. Adile ve Selim Naşit’in anneleri Amelya Hanım’dır, Küçük Verjin ise
anneanneleridir. Bu hata yazım yanlışı olabileceği gibi söyleşinin daha sonra
yazıya geçirilmesi sırasında kişilerin karıştırılmasıyla yapılmış bir hata da
olabilir. Biz tez boyunca tüm alıntılarda olduğu gibi ifadeleri yazım
yanlışlarını düzeltmeden, orijinalleriyle aktarmayı tercih ettik.).
[196] And, 50 Yılın, 234.
[197] Zobu, age, 86.
[198] Esler, age, [17.04.2020].
[199] Erakalın, age, 57.
[200] age, 19.
[201] age, 46.
[202] Zobu, age, 88-150.
[203] Nutku, age, 42-80.
[204] age, 80.
[205] “Okurlarımıza”, Darülbedayi, s. 20
(1931): 3.
[206] “Çocuk Tiyatroları”, Darülbedayi, s. 8
(1930): 7.
[207] “20 Senelik Tiyatro”, Darülbedayi, (1935): 1.
[208] Türk Tiyatrosu, s.64, (1935): 15.
[209] Nutku, age, 268.
[210] Karagül, age, 72-73.
[211] Zobu, age, 88.
[212] Nutku, age, 188-190.
[213] age, 189.
[214] “Gençlere Duyuru”, Türk Tiyatrosu, s. 180 (1945): 4.
[215] age, 4.
[216] “Herşeyden Biraz”, Türk Tiyatrosu, s.
178 (1945): 16.
[217] Necdet Mahfi Ayral, “1946/947 Sezonunun Çocuk
Tiyatrosu Başlarken”, Türk Tiyatrosu, s.193 (1946): 7.
[218] “Memişin Rüyası”, Türk Tiyatrosu, s.
182, 182/E (1945): 16.
[219] Karagül, age, 75.
[220] Nutku, age, 190.
[221] Erakalın, age, 46.
[222] Zobu, age, 478-479.
[223] And, 50 Yılın, 203-204.
[224] Biret, age, 69-70.
[225] Erakalın, age, 46-47.
[226] “Büyük Skeç Topluluğu”, Cumhuriyet Gazetesi,
8-10 Haziran 1950.
[227] Zobu, age, 151.
[228] Pekman, Geleceğe, 193.
[229] age, 193.
[230] Ekrem Reşit Rey, “Muammer Karaca ve Tiyatrosu”,
Akşam Gazetesi, 3 Şubat 1948.
[231] Vasfi Rıza Zobu, Uzun Hikâyenin Sonu, 1.
bs. (İstanbul: Omaş, 1990), 3-4.
[232] Pekman, Geleceğe, 193.
[233] Metin And, Cumhuriyet Dönemi Türk Tiyatrosu,
3. bs. (İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları, 1983), 295.
[234] Pekman, Geleceğe, 194.
[235] Pekman, Geleceğe, 195.
[236] Halide Edip Adıvar, “Komedi Cinsleri ve Muammer
Karaca”, Akşam Gazetesi, 31 Mart 1949.
[237] Ekrem Reşid Rey, “Tiyatro Simaları: Muammer
Karaca” Akşam Gazetesi, 21 Mart 1950.
[238] Peyami Safa,”Karaca İçin Ne Dediler?”, Karaca
Tiyatro Dergisi, 1968-69.
[239] Lütfi Ay, “Muammer Karaca ve Tiyatrosu”, Milliyet
Gazetesi, 06 Ocak 1965, 6.
[240] Biret, age, 69-70.
[241] Erakalın, age, 59.
[242] Halid Fahri Ozansoy, “Muammer Karaca
Tiyatrosu’nda Şeyhin Encamı”, Havadis Gazetesi, 18 Ağustos 1952.
[243] Ulunay, “Muammer ve Jorj Feydo”, Milliyet
Gazetesi, 30 Mayıs 1956, 3.
[244] “Eleştirmeciler Kimleri Beğeniyor?”, Oyun
Aylık Tiyatro Dergisi, s.2.
[245] “Cibali Karakolu”, Karaca Tiyatro Dergisi,
1953, 3.
[246] Erakalın, age, 47.
[247] age, 47-48.
[248] And, 50 Yılın, 184.
[249] Ses Dergisi, s. 55, 8 Aralık 1962.
[250] “Genco Erkal’a Sorular”, Oyun Aylık Tiyatro
Dergisi, s.7 (1964): 9.
[251] Muammer Karaca, “Hasbühal”, Karaca Tiyatro
Dergisi, 1963, 3.
[252] Biret, age, 70.
[253] Erakalın, age, 58.
[254] Biret, age, 109-110.
[255] Selmi Andak, “Naşit Tiyatrosu - Oraloğlu’lar”, Cumhuriyet
Gazetesi, 24 Kasım 1961, 4.
[256] Selmi Andak, “Naşit Tiyatrosu’nu Ankara’da Kızı
ve Oğlu Kurdular”, Cumhuriyet Gazetesi, 14 Ağustos 1961, 4.
[257] Selmi Andak, “Naşit Tiyatrosu - Oraloğlu’lar”, Cumhuriyet
Gazetesi, 24 Kasım 1961, 4.
[258] Biret, age, 110-111.
[259] Biret, age, 112-113.
[260] And, 50 Yılın, 250-252.
[261] Erakalın, age, 47.
[262] Zobu, Uzun Yol, 2-3, 218.
[263] “7 Tiyatro Sanatçısı Dün İstifa Etti”, Milliyet
Gazetesi, 22.02.1963, 7.
[264] Pekman, Geçmişten, 295-298.
[265] Karaboğa, age, 139-141.
[266] 22-26 Ekim 1963 tarihli Milliyet Gazetesi’nde yayınlanan “Ben
Çağırmadım” oyun ilanında topluluk adı ve sahne adı birlikte duyurulmuştur.
[267] And, 50 Yıl, 462-463.
[268] Karaboğa, age, 141-142.
[269] “Üsküdar’ın Karşısında Galata”, Cumhuriyet
Gazetesi, 09 Kasım 1969, 5.
[270] Karaboğa, age, 142-143.
[271] Selmi Andak, “Gazanfer Özcan Yeni Bir Oyuna
Başladı: Aşk Memuru”, Cumhuriyet Gazetesi, 23 Ocak 1967, 6.
[272] “Yine Gazanfer”, Milliyet Gazetesi, 23 Ekim 1964.
[273] Ulunay, “Gazanfer Özcan Topluluğu”, Milliyet
Gazetesi, 21 Kasım 1963, 3.
[274] İleri, age, 4-5.
[275] “Bu Çocuk Ölüme Mahkûm”, Milliyet Gazetesi,
09 Mart 1966.
[276] “Ahmet Naşit Özcan Keskiner Ölüm İlanı”, Milliyet
Gazetesi, 16 Haziran 1966.
[277] “Uykudan Önce Hakkında Şikâyet Var! Masalcı
Teyze de Kararsız”, Hürriyet Gazetesi, 20 Aralık 1981, 13.
[278] Erakalın, age, 47.
[279] Sezai Solelli, “Kahkahaları Kulaklarımızı
Çınlatırken, Gözyaşları İçimize Akan: Adile Naşit”, TV'de Yedi Gün Dergisi,
5 Temmuz 1976.
[280] Erakalın, age, 47.
[281] Solelli, age.
[282] Nijat Özön, Türk Sineması Tarihi, (İstanbul:
Artist Yayınları, 1962).
[283] Nijat Özön, Sinema Uygulayımı-Sanatı-Tarihi (Hil
Yayın, 1985), 377-400.
[284] Emrah Özen, “Özön’ün Paltosundan Kurtulmak:
Türkiye Sineması Tarihi Çalışmalarının Eleştirel Bir Değerlendirmesi.”, İletişim:
Araştırmaları Dergisi, c.1, s.1, (2009): 13-47.
[285] Özen, age, 13-47.
[286] Esin Coşkun, Türk Sinemasında Akım
Araştırması, 1. bs. (Ankara: Phoenix Yayınevi, 2009), 17-34.
[287] age, 17-20.
[288] Özön, Sinema Uygulayımı, 333.
[289] Burçak Evren, “İlk Türk Filmi Üstündeki
Kuşkular”, Gelişim Sinema Dergisi, s. 2 (1984).
[290] Coşkun, age, 17.
[291] Gülseren Güçhan, Toplumsal Değişme ve Türk
Sineması, (Ankara: İmge Kitabevi, 1992), 73.
[292] Giovanni Scognamillo, Türk Sinema Tarihi,
Genişletilmiş 3. bs. (İstanbul: Kabalcı Yayınevi, 2010), 13-36.
[293] Karagül, age, 61-84.
[294] Engin Ayça, Şu Sinema Dedikleri, (İstanbul:
Artshop Yayıncılık, 2016), 171.
[295] Özön, age ; Scognamillo, age.
[296] Scognamillo, age, 68.
[297] Coşkun, age, 22-23.
[298] Scognamillo, age, 68.
[299] Coşkun, age, 24.
[300] Özön, age, 351-356.
[301] age, 354.
[302] Coşkun, age, 24-25.
[303] Nebat Yağız, Türk Sinemasında Karakterler ve
Tipler: Türk Sinemasının Türk Toplumuna Bakışı 1950-1975 Dönemi, 1. bs.
(İstanbul: İşaret Yayınları, 2009), 32.
[304] Erkoç, age, 18-21.
[305] Coşkun, age, 26-28.
[306] Yağız, age, 39-40.
[307] Ayça, age, 171.
[308] “1961 Anayasası”, Türkiye Cumhuriyeti Anayasa
Mahkemesi,
https://www.anayasa.gov.tr/tr/mevzuat/onceki-anayasalar/1961-anayasasi/
[18.03.2020].
[309] Coşkun, age, 35-37.
[310] Güçhan, age, 82.
[311] Nilgün Abisel, Türk Sineması Üzerine Yazılar,
1. bs. (Ankara: Phoenix Yayınevi, 2005), 109112.
[312] Scognamillo, age, 66.
[313] Ali Öztürk, “Türk Sinemasında Toplumsal
Gerçekçilik Akımı ve Sansür (1960-1970 Dönemi)”, (Yüksek Lisans Tezi, İstanbul
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2013), 65.
[314] Ömer Lütfi Akad, Aydınlıkla Karanlık
Arasında, (İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları, 2004), 101.
[315] Öz, age, 64-65.
[316] Dilara Balcı, Yeşilçam’da Öteki Olmak (İstanbul:
Kolektif Kitap, 2013).
[317] Giovanni Arrighi, Terence K. Hopkins, Immanuel Wallerstein, Sistem
Karşıtı Hareketler, 3. bs. (İstanbul: Metis Yayınları, 2015), 40-45.
[318] Mete Tunçay, “Siyasal Gelişmenin Evreleri”, Cumhuriyet
Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, c. 7, (İstanbul: İletişim Yayınları, 2002) :
1986.
[319] Arrighi, age, 39-45.
[320] Tunçay, age, 1967-1990.
[321] Coşkun, age, 34-50.
[322] Meral Özbek, “Arabesk Kültür: Bir Modernleşme ve Popüler Kimlik
Örneği”, Türkiye’de Modernleşme ve Ulusal Kimlik, yay. haz. Sibel
Bozdoğan, Reşat Kasaba (İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1999), 168-187.
[323] age, 172.
[324] Cem Pekman, “Türk Sinemasında Arabesk”, Hayal
Perdesi Sinema Dergisi, s. 33 (2013): 38.
[325] Abisel, age, 113.
[326] age, 109-115.
[327] Zeynep Çetin Erus, Genç Sinema ve Devrimci
Sinema Hareketleri (İstanbul: Es Yayınları, 2015), 55-56.
[328] Güçhan, age, 91-92.
[329] Oğuz Makal, Sinemada Yedinci Adam, 1.
bs. (Marş Matbaası, 1987), 22.
[330] Burçak Evren, “Ertem Eğilmez Olayı”, Yeni
Ortam Gazetesi, 26 Nisan 1974.
[331] Bülent Tanör, “Siaysal Tarih (1980-1995)”, Türkiye
Tarihi c. 5, yay. haz. Bülent Tanör, Korkut Boratav, Sina Akşin (İstanbul:
Cem Yayınevi, 2000), 49.
[332] Korkut Boratav, Türkiye İktisat Tarihi (Ankara:
İmge Kitabevi, 2003), 20-28.
[333] Nijat Özön, Karagözden Sinemaya: Türk
Sineması ve Sorunları, c. 1 (Ankara: Kitle Yayınları, 1995), 48.
[334] Abisel, age, 115-118.
[335] Yavuz Pekman, “Karagöz’den İnek Şaban’a: Halk Temaşasının
Toplumsal ve Kültürel Dinamikleri”, Filim Bir Adam Ertem Eğilmez, yay.
haz. Cem Pekman, 1. bs. (İstanbul: Agora Kitaplığı, 2010): 164-207.
[336] Cem Pekman, “Filim Bir Adam: Ertem Eğilmez”, Filim Bir Adam Ertem
Eğilmez, yay. haz. Cem Pekman, 1. bs. (İstanbul: Agora Kitaplığı, 2010):
1-67.
[337] Pekman, Yavuz, Filim, 165.
[338] Hakan Aytekin, İrfan Eroğlu, “Ertem Eğilmez’in Sinema Perdesini
Senaryo Penceresinden Aralamak”, 1. bs. Filim Bir Adam Ertem Eğilmez, yay.
haz. Cem Pekman, 1. bs. (İstanbul: Agora Kitaplığı, 2010): 67-117.
[339] Agâh Özgüç, Türlerle Türk Sineması, 1.
bs. (İstanbul: Dünya Kitapları, 2005), 72-73.
[340] Pekman, Cem, age, 36.
[341] Uğur Durmaz, “Geleneksel Türk Tiyatrosunda ‘Kavuk’: Bir Simgenin
İşlevi, Özellikleri, Temsilcileri ve Dünden Bugüne Yolculuğu”, Uluslararası
Beşeri Bilimler ve Eğitim Dergisi, c.4 s. 9 (2018): 13-47.
[342] Karaboğa, age, 86-87.
[343] “İşte Naşit’in Kızı Adile’nin Dünyası”, Ses
Dergisi, 1976.
[344] Evren, age.
[345] Pekman, Yavuz, Filim, 205.
[346] age, 173-178.
[347] Öz, age, 214-215.
[348] Agâh Özgüç, Ansiklopedik Türk Filmleri
Sözlüğü (Horizon International Yayıncılık, 2012).
[349] “Hababam Sınıfı”, Milliyet Gazetesi, 04
Ocak 1981.
[350] “Kitabını Okuduk, Sinemada ve TV’de Seyrettik
Müzikale Gerek Var mıydı?” , Cumhuriyet Gazetesi, 27 Nisan, 1982, 4.
[351] Atilla Dorsay, Sinemamızın Umut Yılları 1970-80 Arası Türk
Sinemasına Bakışlar (İstanbul: İnkılap Yayınevi, 1989), 192.
[352] “Neşeli Günler”, Cumhuriyet Gazetesi, 26
Ocak 1985, 4.
[353] Kırel, age, 105.
[354] Nezih Erdoğan, “Yeşilçam’da Sessiz Bedenler,
Bedensiz Sesler”, Türk Film Araştırmalarında Yeni Yönelimler 3, ed.
Deniz Bayrakdar (İstanbul: Bağlam Yayınları, 2003): 107-124.
[355] Coşkun, age, 24-25.
[356] Bülent Oran, “Yeşilçam Nasıl Doğdu, Nasıl Büyüdü, Nasıl Öldü ve
Yaşasın Yeni Sinema”, Türk Sineması Üzerine Düşünceler, ed. Süleyman
Murat Dinçer (Ankara: Doruk Yayımcılık, 1996): 277291.
[357] Erdoğan, age, 111.
[358] age, 107-113.
[359] Öz, age, 193.
[360] “Çirkin Kompleksli Bir İnsanım” Ses Dergisi,
s.15, 13 Eylül 1980, 22-23.
[361] Pekman, Cem, Filim, vii.
[362] Unsal Oskay, Toplumsal Gelişmede Radyo ve Televizyon (Ankara:
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1971), 17.
[363] “I. Beş Yıllık Kalkınma Planı (1963-1968)”,
T.C. Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı, http://www.sbb.gov.tr/wp-content/uploads/2018/11/Birinci-Be%C5%9F-Y%C4%B1n%C4%B1k-
Kalk%C4%B1nma-Plan%C4%B1-1963-1967%E2%80%8B.pdf [18.05.2020].
[364] “II. Beş Yıllık Kalkınma Planı (1968-1972)”,
T.C. Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı, http://www.sbb.gov.tr/wp-content/uploads/2018/11/%C4%B0kinci-Be%C5%9F-
Y%C4%B1ll%C4%B 1k-Kalk%C4%B1nma-Plan%C4%B 1-1968-1972%E2%80%8B.pdf
[18.05.2020].
[365] “Tarihçe”, TRT, https://www.trt.net.tr/Kurumsal/Tarihce.aspx
[18.05.2020].
[366] “Ramazan 72”, Milliyet Gazetesi, 02 Ekim
1972, 3.
[367] age, 3.
[368] Bu performansın tarihine ve hangi program kapsamında yapıldığına
dair bilgi bulunamamıştır. “Adile Naşit ve Selim Naşit Özcan'dan Düetto”, TRT
Arşiv, https://www.trtarsiv.com/ozel-video/en-
yeniler/adile-nasit-ve-selim-nasit-ozcandan-duetto-1965680 [05.06.2020].
[369] “Adile Naşit Meddah ile Ekrana Geliyor”, Milliyet
Gazetesi, 28 Ağustos 1975, 6.
[370] Daha önce TRT Arşiv’den ulaşılmış olam “Meddah”
programına, bu tezin düzenlendiği Mayıs 2020 tarihinde aynı platformdan
ulaşılamamıştır. Çeşitli video sağlayıcı platformlardan bölümlerine ulaşmak
mümkündür. Alternatif kaynak: “Adile Naşit / Meddah” YouTube https://www.youtube.com/watch?v=h6M5nnYBLKU
[08.06.2020].
[371] “Erol Günaydın Televizyonda Naşit Bey Oldu”, Milliyet Gazetesi,
12 Ocak 1975, 13, 16.
[372] “Uykudan Önce’nin Sunucuları Değişti”, Milliyet
Gazetesi, 17 Ekim 1980.
[373] “Adile Naşit'ten Uykudan Önce”, YouTube, https://www.youtube.com/watch?v=7CrNhuUa3dQ
[10.06.2020].
[374] “Uykudan Önce Hakkında Şikâyet Var! Masalcı
Teyze de Kararsız”, Hürriyet Gazetesi, 20 Aralık 1981, 13.
[375] “Masalcı Teyze’nin Yaşamı Ekranda”, Milliyet Gazetesi, 8
Kasım 1984, 4. “Uykudan Önce’nin benim için anlamı çok büyüktür. Ben bu
programla bir anda milyonların Adile Teyze’si oldum. Programın yayını bittikten
sonra bile küçük izleyicilerimden gelen mektupların ardı arkası kesilmedi.
Mektuplarla gelen armağanlarla evimde bir ‘Uykudan Önce’ köşesi bile yaptım.”
[376] “Türkiye’nin Anneleri” Milliyet Gazetesi,
10 Mayıs 1998, 9.
[377] “Masalcı Teyze’nin Yaşamı Ekranda”, Milliyet
Gazetesi, 8 Kasım 1984, 4.
[378] “Adile Naşit Ölüm Haberi 11 Aralık 1987”,
YouTube, https ://www.youtube.com/watch?v=IEzMOdkgd2g [10.06.2020].
[379] Erakalın, age, 50.
[380] Bu dizini oluştururken Türk
Tiyatrosu ve Karaca Tiyatro Dergileri, gazetelerde yayınlanmış oyun ilanları ve
değerlendirmeleri ile Nalan Söylemez’in “Portre: Adile Naşit” adlı yazısından
faydalanılmıştır. Nalan Söylemez, Portre: Adile Naşit, http://yenifilm.net/2002/12/portre-adile-nasit/
[17.04.2020].
[381] Bu dizini oluştururken Agah
Özgüç’ün Ansiklopedik Türk Filmleri Sözlüğü eserinden ve Türk Sineması
Araştırmaları (TSA) ile IMDb platformlarının Adile Naşit’e ayrılmış
sayfalarından yararlanılmıştır., Agâh Özgüç, Ansiklopedik Türk Filmleri
Sözlüğü, (İstanbul: Horizon International Yayınları, 2014) , https://www.imdb.com/name/nm0621870/?ref_=tt_cl_t4
[02.06.2020], https://www.tsa.org.tr/tr/kisi/kisigoster/281/adile-nasit
[02.06.2020].
[382] Bu dizin hazırlanırken
gazetelerde yayınlanmış haberler ve yayın akışlarından faydalanılmıştır.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar