Print Friendly and PDF

Aşk Yolunda Sona Doğru Parıltılar...Lemeât لمعات...فخرالدين عراقى



"Parıltılar...Lemeât لمعات...فخرالدين عراقى" Kitabından



YİRMİ BİRİNCİ PARILTI

Âşıkın her türlü isteklerini maşukun istek ve iradesine terk etmesi

 

Âşıka gereken: mâşuka karşı hiçbir dileği olmıyarak sohbette bulunmak ve kendi isteklerini ortadan kaldırmak ve hiçbir istekte bulunmamaktır. Hülâsa kendi istek ve muradından vazgeçmeli ve işi mâşukun isteğine bırakmalıdır. Âlemde her ne olursa kendinin isteği olduğunu sanmahdır ki, müsterih ve mesrur olabilsin.

ترك مراد خودنكوي صدبار

 يك بار مراد دركنارت نايد

Yüz kere muradı terk etmeyince bir kere murat kucağa gelmez.

Âşıkm istekte bulunması gittiği yolu kapatır. Âşık, olup biten herhangi iş, rızasına uygun değilse gücü yettiği kadar onu değiştirmeye çalışmalıdır. Âşık, herhangi bir olay, hoşa gidecek bir şey olmadığı halde şayet mâşukun isteğiyle oluyorsa yine onu değiştirmeye çalışmalıdır. Çünkü rızaya uygun olmayan bir şey, mâşukun isteğine uygun olsa bile « ولا رضى لعباده الكفر » Allah kullarının küfürlerine razı olmaz, mealindeki âyet hükmüne uyarak onu değiştirmeğe çalışmak bu cihetten mâşukun isteğine aykırı değildir. Bütün âlem Hakkın tecelliyatı suretleridir. Hakkın kabul etmediklerini Hak ile ve Hak için kabul etmemek Hakkın rızasına muvafakattir. Haram denilen herhangi bir şey Hakkın cemalinden uzaktır. Ondan sakınmak icabeder Tabiat dahi ona rağbet etmez. Bu noktada bir şüphe üzüntü vermektedir. Mükâşefe sahibi mühib tecellinin mahkûmudur ve tecelli her şeyi şâmildir. Muhib tecelli hükmünü kendi görüşünden nasıl kaldırabilir? Buna cevap olarak deriz ki, tecelli iki türlüdür: biri mukaddes zatın diğeri de isimler ve sıfatların tecellileridir. Zatın tecellisi kuvvetiyle ve tecelliye mazhar olanı istilâsı sebebiyle kaldırılamaz. Ve hükmünden kaçılamaz. Lâkin isimlerle sıfatların tecellilerinden “kahır” tecellisi “lütuf” tecellisiyle kaldırılabilir. Meşru olmayan her şeyde Tanrı’nm kahır ve celâli ve meşru olan her şeyde lütuf ve cemali görülmektedir. Böyle tecellilerde « اعوذ بك منك » İlâhi! Seninle sana sığınırım der.

İstiâze edeni ve edileni bir görmüş oluruz.

از تو بتو كردر نكريزم چه كنم

پيش كه روم قصد بدست كه دهم

Senden sana kaçmazsam nideyim kimin huzuruna varayım, dilekçeyi kimin eline sunayım?

YİRMİ İKİNCİ PARILTI

Teklifin esrarı


Âşıklığın şartı; maşuk neyi seviyor, kimi dost ediniyorsa onu sevmek ve dost edinmektir. Mâşuk uzaklık ve ayrılığı seviyorsa, âşık dahi onları sevmelidir. Ta ki mâşukun cefasından aşkın sığınağına doğru kaçıp kurtulabilsin. النار سوط يسوق  اهل الله الى الله   Ateş bir kırbaçtır. Allah’ın ehlini Allah’a koşturur, sözü böyle bir hal için söylenmiş olmalıdır. Mâşukun, uzaklığı ve ayrılığı sevdiği için âşıkın da onları sevmesi aşkın öyle bir ateşidir ki, bu  ateş âşıkı Allah’a doğru koşturuyor ve ayrılıkla dostlukta bulunduğu için teni ayrılıktan kıvranıyor.

اريد وصاله ویريد هجرى

 فأترك ما اريد لا يريد

Ben ona kavuşmak istiyorum, o benim ayrılığımı istiyor. Ben de isteğimi onun isteğine terk ediyorum. Âşıkın ayrılığı hoş görmesi: mâşukun ayrılığı sevdiği içindir. « كل ما يفعل المحبوب محبوب " Sevgili her ne yaparsa sevimlidir. Biçare âşık ne yapsın, onun başlıca istediği şey, mâşuk neyi istiyorsa o isteğin oluşudur.

خواهى بفراق كوش خواهى بوصال

من فارغم از هر دو مرا عشق توبس

İster ayrılığa çalış ister kavuşmaya. Ben her ikisinden de geçmişim bana aşkın yetişir. Âşıka gereken: ayrılığı, kavuşmaktan daha çok sevmesi ve uzaklığı yakınlıktan daha hoş görmesidir. Çünkü yakınlık ve kavuşmak, âşıkm kendi isteği, uzaklık ve ayrılık mâşukun isteğidir.

هجرى كه بود مراد محبوب

 از وصل هزار بار خوشتر

Bir ayrılık ki sevgilinin isteğidir, böyle ayrılık: kavuşmaktan bin kere daha hoştur.

لأ نی فی الوصال عبيد نفسی

 وفی الهجران مولی  للموالى

Kavuşmakta ben nefsimin kölesiyim, ayrılıkta efendilerin efendisiyim.

وشغلی بالحبیب بكل وجه

احب الی من شغل بخلیل

Sevgili ile meşgul olmak: kendi halimle meşgul olmaktan bence her veçhile daha hoştur. Eğer mahbub muhibbin yanında olup da muhib uzaklık ve ayrılıkla dostluk ediyorsa bu hal uzaklık içinde "kavuşmanın gayesidir. Herkesin anlayışı bunu kavrıyamaz. Şunu bilmelisin ki, uzaklığı icabettiren muhibbin vasıflarıdır, muhibbin vasıfları da mahbubun aynıdır, كذت سمعهه وبصره Ben işiten kulağı ve gören gözü olurum, anlamındaki kutsal hadîs gereğince kavuşanın kavuşulana « اعوذ بك منك senden sana sığınırım, diyeceği zaruridir.

دامنش چون بدست بكرفتم

دست او اندر آستين ديدم

Eteğini el ile tutunca onun elini eteğinde gördüm. Bu beytin « اعوذ بك منك » senden sana sığınırım cümlesiyle münasebeti her iki keyfiyetin birleşmekten ibaret olmalarındadır. Bu kıyas üzerine « لا احصى ثناء عليك اذت كما اثنيت على نفسك ben sana, senin kendi nefsine sena ettiğin gibi sena edemem.. Bu senada ben senin dilin olunca sena eden ve sena edilenin her ikisi yine sensin. « اعوذ بك منك »Senden sana sığınırım, cümlesinde istiaze edenle edilen birleşmiş demektir.


YİRMİ ÜÇÜNCÜ PARILTI

Âşıkın varlık sıfatı gerçekten mâşukun olduğu ve bu sıfatın âşıkta emanet bulunduğu ve âşık ve mâşukta sıfatların karşılıklı değişmekte olduğu bahsi

« یحبونهم ویحبونه » O onları ve onlar da onu severler, âyetinin hükmüne göre âşıkın araştırması, mâşukun isteğine örnektir. Hayâ, şevk, ferah ve gülme gibi âşıkın vasıflanmış olduğu sıfatlar asalet itibariyle mâşukundur. Bunların âşıkta bulunuşları emanettir ve bunlarda şirket yoktur. Çünkü sıfatlarda ortaklık; zatların ayrı ayrı olmalarını gerektirir: şuhut göziyle bakılınca mutlak varlıktan ibaret olan bir tek zattan başka diğer bir zat mevcut olamaz.

اشيا اكر صد است و ا كر ز صد هزار بيش

جمله يکى بود بحقيقت چو بنكرى

Eşya yüzden hattâ yüz binden ziyade olsa da hakikatle bakınca hep birdir. Şu halde sıfatlar hep mâşukun olmaktadır. Âşıkın hiçbir varlık sıfatı yoktur. Yokluğun varlık sıfatı nasıl olabilir? Ama mâşuk “tenezzül” ve “tedellî” yoliyle ikram olarak âşıkın evine gelir, kendi cemaliyle evi nurlandırır ve kendi libasiyle âşıkı şereflendirir, âşıkın libasında kendi kendine cilve eylerse âşıkm galata, düşmesi yakışmaz. Çünkü giydiği libas iğretidir, iğreti elbise ise geri verilecek bir emanettir. Bunlar hep hiç içinde hiçtir. Var olan ancak odur o!... Abdullah Ensari-i Herevî diyor ki, Allah kendi sıfatlarını izhar etmeyi isteyince “âlem”i, kendini izhar etmeyi isteyince de “Âdem”i yaratmıştır.

آن بادشاه اعظم در بسته بود محكم

پوشيد دلق آدم ناكاه بردر آمد

Kapı iyice kapalıydı. O yüce padişah, Âdem’in hırkasını giydi, ansızın kapıdan içeri giriverdi.

  

YİRMİ DÖRDÜNCÜ PARILTI

İlmü’l-yakin ve aynü’l-yakin ve hakk-ül-yakin mertebeleriyle âşıkın bu mertebelerdeki ahvali

 

Gözü kapalı bir insanın ateşin hararetiyle vücudu ısınırsa orada ateşin bulunduğunu bilmesi Umu'l-yakin, mertebesidir. Gözünü açıp da ateşi göziyle görmesi aynü’l-yakin mertebesi olur. Ateşe düşüp yanması ve ateş gibi parlaması hakk-ül-yakin makamıdır. Âşık her ne kadar birçok âyetlerin ve eserlerin delâletiyle mâşukun varlığını biliyorsa da maşukun cemalini gözüyle görmek istiyor.   سنريهم آياتنا فى الآفاق Ufuklarda âyetlerimizi kendilerine göstereceğiz, mealindeki âyet gereğince ufukları dolaşırken âyetin sonundaki « وفى انفسهم » âyetlerimizi ufuklarda göstereceğimiz gibi nefislerinde de göstereceğiz, mealindeki âyetten âşıkın sırlara açık olan kulağına şöyle bir ses geliyor:

آن جشمه كه خضر خورد از وآب حيات

در منزل تست ليك انباشتهٔ

Hızırın hayat suyunu içtiği o çeşme senin konağındadır. Lâkin onu yığıntılarla doldurmuşsun. Bu ses üzerine kendi kendine “aynü’l-yakin” gözü ile bakınca kendini kaybediyor. Kayboluşunda maşukunu buluyor. İyice dikkat edince mâşukunun aynı olduğunu görüyor. “Hakk-ül-yakin” makamına erdiği için mâşuküna şöyle hitabediyor: اى دوست ترا بهر مكان مى جستم

هردم خبرت از اين وآن مى جستم

ديدم بتو خويشرا تو خود من بودى

خجلت زده ام كز تو نشان مى  جستم

Dostum! Seni her yerde aradım. Her zaman şundan bundan haberini araştırdım. Şimdi sen benim kendim olduğunu seninle görüyorum. Senden nişan aramış olduğuma sana karşı utanç duymadayım. Bu görüş: her gözü olan için hasıl olmaktadır. Ama neyi görmekte olduklarını bilmezler. Bir karınca, yuvasından sahraya çıkar, zaruri olarak güneşi görür. Fakat neyi gördüğünü anhyamaz. Ne acayip iş!... Mâşukun cemalini “aynü’l-yakin” hep görüyorlar. Çünkü görülen ahadiyetin gayrı değildir. Ama neyi gördüklerini bilemediklerinden zevk alamazlar. Zevk alacak olanlar, gördüklerinin ne olduğunu ve ne ile ve ne için görüldüğünü “hakk-ül-yakin” bilenlerdir. İbrahim Peygamberin ولكن ليطمئن قلبی » [İbrahim Peygamber « رب ارنی كيف تحي الموتی » Yarab, ölüyü nasıl dirilttiğini bana göster, diye dilekte bulunuyor. Allah اولم تؤمن  inanmıyor musun diyor. قال بلى ولكن ليطمئن قلبی  Evet ölüyü dirilttiğine inanıyorum lâkin kalbimin mutmain olması için görmek istiyorum, diye merakının sebebini arz ediyor.]

 Lâkin kalbim' mutmain olmak içindir mealindeki âyet, “hakk-ül-yakin” makamına işarettir. Kalbin itminanı ve nefsin sükûnu, “hakk-ül-yakin” olmadıkça elde edilemez. Sofiyenin büyüklerinden Sehl îbn-i Abdullah’tan yakinin ne olduğunu soruyorlar, yakin: Allah’tır diyor. Sen de sana yakın gelinciye kadar Rabbine ibadet et!

درین ره كی بترك خود بكويی

 يقين كرده ترا كو تو تو اويی

Bu yolda kendini terk edebilirsen onun sen, senin o oluşunu yakin ile bilmiş olursun.

 


 


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar