KEN’ÂN RİFÂÎ’NİN TASAVVUFÎ GÖRÜŞLERİ
Hazırlayan:
Arzu Eylül YALÇINKAYA
KEN’ÂN RİFÂÎ’NİN TASAVVUF ANLAYIŞI
Tasavvuf Anlayışının Kaynakları
Ken’ân Rifâî’nin tasavvuf
anlayışının en temel iki kaynağı Kur’ân-ı Kerîm ve sünnet olarak karşımıza
çıkar.[1]
Rifâî temel tasavvufî meseleleri klasik eserlerdeki üslûpla öncelikle naslara
başvurarak, daha sonra tasavvuf klasiklerine müracaat ederek ele alır.[2]
Bununla birlikte Rifâî tasavvufî görüşlerine dair kaynaklarını eserlerinde
bazen açıkça zikrederken bazen de ihmal eder. Söz gelimi Rifâî insanın
yaradılışından gâyenin aşka erişmek olduğu bahsinde “biz, o aşkı Allah’tan
öğrendik”[3]
derken doğrudan keşfî bilgiye işaret eder. Ancak yokluk ilminden bahsettiği
yerde bu ilmin kaynağının gerek yaşantısı gerekse sözleriyle ümmetine örnek
teşkil eden Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem), Hz. Ali kerrem'allahü
veche radiyallâhü anh ve Ahmed er-Rifâî olduğunu kaydeder.[4]
Rifâî, bazen “tevhîd ehli işte böyle söylüyorlar. Doğruyu bilici Allah’tır.
Biz, büyüklerimizden naklen söylüyoruz”[5]
diyerek kaynağının genel olarak sûfî düşünce geleneği olduğuna dikkat çekerken
bazen de doğrudan müellif ya da eserin ismini verir.
Ken’ân Rifâî’nin metinlerinde ilk
dönem sûfilerine yönelik birçok referans mevcuttur. Bu atıflarda çoğunlukla tasavvufî
hal ve makamlarla ilgili sûfilerin söz ve menkîbelerine yer verilir.[6]
Rifâî böylelikle tasavvufun gayretle ilgili tarafına dikkat çektiği kadar
Hakk’ın iradesine ve inayetine bağlı olan yönüne de dikkat çeker. Ken’ân Rifâî
konunun içeriğine bağlı olarak kimi zaman sûfilerin keşf ve kerametlerini
anlatan menkıbelere de sohbetlerinde yer verir.
Ken’ân Rifâî tasavvufun yalnızca
ilim tahsil etme ve konuyla ilgili eserleri okuyup şerh etmenin ötesinde bir
hal ilmi olduğu kanaatindedir ve bu görüşünü ekseriyetle Cüneyd-i Bağdâdî’nin
“biz tasavvufu kıyl ü kâl ile kuru lâflarla bulmadık. Allah’tan gayri ne varsa
onu terk etmekle bulduk”[7]
sözleriyle destekler. Ancak şeyh tasavvuf yolunun gayretin ötesinde bir aşk,
vecd ve keşf tarafı olduğunu vurgularken Bâyezîd-i Bistâmî’nin (ö. 234/848 [?])
söz ve kerametlerine yer verir.[8]
Ken’ân Rifâî eserlerinde tarîkat kurucularına atıflarda bulunur. Bu isimler
içerisinde en çok adı geçenler icazetli olduğu tarîkatların pirleridir: Ahmed
er-Rifâî, Abdülkâdir-i Geylânî, Ebü’l-Hasen eş-Şâzelî, Mevlânâ Celâleddîn-i
Rûmî. Ken’ân Rifâî tarîkat kurucularının hayatlarından ve sözlerinden örnekler
getirirken, onların dünya ve ahiret dengesini muhafaza eden yönlerine dikkat
çeker. Tarîkat pîrlerinin tasavvufî hal ve makamlarda ve sırasında keramet
göstermedeki öncülüklerini aktardığı kadar, onların dünya hayatı ve
nimetleriyle meşrû ölçüler içindeki irtibatlarına örnekler getirir. Onun
çizdiği Ahmed er-Rifâî ya da Abdülkâdir-i Geylânî portresi bize aşırılıktan
uzak mutedil bir sûfi örneği olarak görünür. Rifâî’nin tarîkat pîrlerinin söz
ve menkıbelerinden yaptığı alıntılarda kendi tasavvuf anlayışını
temellendirmeye yönelik bir seçkinin bulunduğunu söylememiz mümkündür. Ken’ân
Rifâî’nin eserlerinde el-Gazzâlî’ye yönelik atıflar ve değerlendirmeler de yer
alır. Rifâî için el-Gazzâlî bir sûfiden ziyade eserleri ve görüşleriyle bu yola
hizmet etmiş büyük bir İslam alimi ve müelliftir.
Ken’ân Rifâî İbnü’l-Arabî ve onun
takipçilerinden Sadreddin Konevî’ye (ö. 673/1274) eserlerinde yer verir.
Rifâî’nin varlık ve vücûd ile ilgili konularda İbnü’l- Arabî’nin eserlerine ve
görüşlerine müracaat ettiği görülür. Bu bağlamda Füsûsü’l- Hikem ve el-Fütûhâtü’l-Mekkiye
en çok başvurduğu eserlerdir. Şeyh varlığın birliği konusu ile birlik-çokluk
arasındaki ilişkiyi izah etmek için Vahdet-i Vücûd anlayışının iki temel
önermesine yer verir: Mutlak varlık Hak’tır ve eşyanın hakikati Allah’ın ezeli
ilminde, sabit birer gerçekliğe sahiptir (a’yân-ı sâbite). Ancak şeyh tasavvuf
anlayışını ya da varlık anlayışını bütünüyle İbnü’l-Arabî ve takipçilerinin
görüşleri etrafında şekillendirmez. Müstakil olarak bir Füsûsü’l-Hikem
şerhi bulunmayan Rifâî’nin, eserin bazı fasıllarına ait şerhleri el yazması
halinde mevcuttur. Ken’ân Rifâî İbnü’l-Arabî düşüncesinin bazı kavramlarını
kendi tasavvuf anlayışını ortaya koyarken birer araç olarak kullanmış olup
meselenin ayrıntıları aşağıda ele alınacaktır.
Ken’ân
Rifâî’nin tasavvuf anlayışında Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin tesiri kuvvetle
hissedilir. Rifâî tasavvuf düşüncesi ve edebiyatının temel konularından olan
aşk, vuslat, ayrılık gibi konuları çoğunlukla Rûmî’nin yaklaşımlarını
yorumlayarak ele alır. Ken’ân Rifâî Celâleddîn-i Rûmî’nin eserlerine ve
şiirlerine sohbetlerinde yer verir ki bunlar içerisinde Mesnevî ayrı bir
öneme sahiptir. Şeyhin Mesnevî takrîri sırasında İsmail Rusûhî
Ankaravî’nin meşhur eseriMecmûatü’l-letâif ve ma‘mûretü’l-maârif yer
verdiğini daha önce söylemiştik. Rifâî söz konusu eserin takrîri esnasında
tasavvufî meselelerin daha iyi anlaşılması adına Anadolu tasavvufunda öne çıkan
birçok sûfi müellife ve onların eserlerine yer verir. Yunus Emre, Hacı Bayram
Velî (ö. 883/1430), Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Gülşehrî (ö. 717/1317), Niyâzî-i
Mısrî, Âşık Paşa (ö. 733/ 1332), Şeyh Galip (ö. 1213/1799)
gibi isimlere Rifâî’nin Mesnevî şerhinde sıkça
rastlanır. Yukarıda şeyhin Mesnevî
takrirleri sırasında Ahmed er-Rifâî’nin konuyla ilgili yorumlarına yer
verdiğini de söylemiştik. Burada konuyu bütün olarak değerlendirecek olursak
Ken’ân Rifâî’nin Mesnevî şerhini, genelde tasavvuf düşüncesi ve özelde ise
Anadolu tasavvuf düşüncesini aktarmak için etkili bir araca dönüştürdüğünü
eklememiz gerekir. Gerçekten de Rifâî Anadolu halkının gönlünde yer etmiş olan
mutasavvıfların Türk fikir ve irfan hayatı üzerinde hali hazırda devam eden bir
tesiri olduğuna ve bunun muhafaza edilmesi gerektiğine inanmaktadır.
Bahsi geçen isimler içerisinde en
önemlisi Niyâzî-i Mısrî’dir. Ken’ân Rifâî ilk şeyhi Filibeli Edhem Efendi’nin
terbiyesinde iken, şeyhinin en çok okuduğu bir eser olan Niyâzî-i Mısrî
Divânı’nın tesirinde kalmıştır. Bu tesir aynı zamanda Edhem Efendi’nin
müridi olan annesi Hatice Cenan Hanım kanalı ile de Rifâî üzerinde etkili
olmuştur. Şeyhin sohbetleri ve Mesnevî takrirlerinde Niyâzî-i Mısrî’ye
yönelik pek çok atıf mevcuttur. Bu atıflar dikkatle okunduğunda Rifâî’nin
İbnü’l-Arabî düşüncesini öncelikle ve daha çok Niyâzî Mısrî’nin yorumları
üzerinden okuduğu ve değerlendirdiği anlaşılır. Vahdet-i Vücûd düşüncesinin
anahtar kavramları olan vücûd, adem, tecellî, ayna, insan-ı kâmil gibi konuları
ele alan Rifâî, söz konusu kavramları ayrıntılı teozofik izahlardan ziyade
Niyâzî-i Mısrî’nin konuyla ilgili şiirlerine başvurarak izah etmeyi tercih
eder. Aynı zamanda şiir yönü de bulunan Ken’ân Rifâî, Mısrî Divânı’nın İlâhiyât-
ı Ken’ân üzerindeki tesirini izah için “biz de onun [Niyâzî-i Mısrî Dîvânı]
lübbünü İlâhiyât-ıKen’ân’da yaptık”[9]
ifâdelerini kullanır.
Ken’ân Rifâî’nin Tasavvuf Anlayışı
Ken’ân Rifâî tasavvufun, insan
tabiatının vazgeçilmez bir parçası olarak her devirde mevcut olduğu
kanaatindedir. Tasavvuf ona göre, insanın manevi boyutunun gerektirdiği en
temel bir ihtiyaçtır.[10]
İslâm öncesi tasavvuf geleneklerini mistisizm kelimesi ile izah eden Rifâî,
tasavvufun İslâmiyet ile kemâle erdiğini söyler: “Tasavvuf, dünyânın her devrinde
ve her yerde, türlü türlü şekillerde görünmüştür.”[11]
Ancak Rifâî, her tekâmül etmiş oluşumun, önceki devirleri kapsadığına dikkat
çekerek, İslam tasavvufunun kendinden önceki mistik okullardan bazı izler
taşıyabileceğini kaydeder. Bu nedenle tasavvuf tarih boyunca görülmüş mistik
anlayışların en olgunlaşmış halidir.[12]
“İnsanlıkla
beraber başlayan ve dinlerin cevherini meydana vurma keyfiyeti diyebileceğimiz
tasavvuf son istihalelerini İslâm dîni ile beraber yaparak en olgun ve en
kemalli hâlini bulmuştur. Nasıl ki İslâm dîni geçmiş bütün dinleri cami ve
onların zemîni üstünde âbideleşmişse İslâm tasavvufu da böyledir. İndifa eden
bir yanardağın lavlarını tutacak bir el ayası bulunmadığı gibi tasavvufun da
yeryüzüne akmasını önleyecek bir kuvvet yoktur.”[13]
Kenân Rifâî tasavvuf ilmi için kimi
zaman ledün ilmi, bâtın ilmi, hakikat ilmi gibi ifâdeler kullanır. Rifâî ledün
ilmini tanımlarken, bu ilmin ilâhî sırlara dair keşf ilmi olduğunu kaydeder.
Ledün ilmi, Musa (a.s.)’ın Şuayb (a.s.) ve Hızır’dan (a. s.) aldığı bilgidir.
Şeyhe göre tasavvuf ilminin ayırd edici yönü onun bilgiyi edinme yöntemindedir.
Rifâî bu görüşünü “tasavvuf demek, aklın istidlâller nazariyesine müracaat
edilmeksizin kesbolunan kalb marifeti demektir”[14]
sözleriyle dile getirir. Rifâî aklî delilleri kullanmadan elde edilen tasavvuf
ilmini, mârifet ilmi olarak da değerlendirir.[15]
Nitekim şeyh “tarîkat yolu aşk yoludur. Akıl babı değildir” ifadesinde yine
aynı gerçeği farklı açıdan dile getirmektedir.
Ken’ân Rifâî bir başka yerde
tasavvufu, “gönül bilgisi" şeklinde tanımlar. Rifâî, kendi tarifini şu
şekilde izah eder: İnsan zahiri olarak eşya üzerinde tasarrufa sahip en yetkin
bir varlıktır. Alemdeki hareketin kaynağı onun ruh ve iradesi, diğer bir
değişle insandaki manadır. Oysa hakikat nazarı ile bakıldığında, insanın manası
ve ruhu üzerinde müessir olan yegane varlık ise Allah’tır. O halde insan,
zahirden batına dönmeli Rifâî’nin değişiyle: “O yüce hakikatle kendi gönlünde
buluşmalıdır.” Şu halde Ken’ân Rifâî’e göre tasavvuf, insana kendi gönlündeki
ilahî bilgi ile buluşma yollarını öğreten bir ilim dalıdır.
Ken’ân Rifâî’nin eserlerinde
tasavvuf kelimesinin kökeni ile ilgili açıklamalarına da rastlanır.[16]
Rifâî Seyyid Ahmed er-Rifâî (1344/1925) adlı eserinde, sûfî kelimesinin
tarihi açıdan ilk zuhûru üzerinde durmakta ve Ahmed er-Rifâî’den nakille yün
giyme/sûf ve sûfî kelimesi arasındaki ilişkiyi anlatmaktadır. Buna göre sûfî
kelimesinin tarihi, İslâm öncesine dayanmaktadır ki, rivâyete göre, Mudar
kabilesinden bir kadın eğer bir çocuğu olur da yaşarsa, başına yün bağlayıp onu
Kâbe’ye adayacağına ahdetmiştir. Nitekim, dileği gerçekleşen kadının çocukları
Kâbe hizmetiyle meşgul olmuş ve Benu’s-Sûfe nâmıyla anılmışlardır.
İslâmiyet’ten sonra kendilerini ibâdete veren bu aile, sûf giydikleri ve ibâdet
hayatına düşkün oldukları için sûfî olarak anılmışlardır. Sonrasında onlar gibi
ibâdete yönelerek, yün elbise giyenlere de aynı şekilde sûfî denilmiştir.[17]
Bu yaklaşıma ilk dönem tasavvuf klasiklerinden el-Lüma’ da, “Hakk’a ve
halka hizmeti ön planda tutmaları sebebiyle İslâm’dan önce yaşayan ve
kendilerini Kâbe hizmetine adayan Benî Sûfe kabilesiyle benzerlik arzettikleri
için”[18]
ifadesiyle yer alır. Diğer yandan aynı görüş Ebû Nuaym
el-Isfâhânî’nin (ö. 430/1038) Hilyetü’l-Evliyâ'’sında daha ayrıntılı olarak
ele alınmaktadır. Ken’ân Rifâî’nin Ahmed er-Rifâî’den yaptığı bu nakilde, sûf
giyme ve hizmet anlayışının kökenlerini İslamiyet öncesi döneme dayandıran bir
rivayeti öne alınması, onun tasavvuf geleneğini insanlık tarihi ile yaşıt kabul
eden yaklaşımı ile uyumludur.
Ken’ân Rifâî tasavvufu tarif ederken
çoğunlukla ilk dönem sûfılerinin tasavvuf tabirlerine başvurur. Cüneyd-i
Bağdâdî’nin “tasavvuf, Cenâb-ı Hakk’ın bir kulunu nefsinden öldürüp kendi
bekâsı ile diriltmesi, ihyâ ve ibkâ etmesidir” şeklindeki tasavvuf tarifi bu
bağlamda Rifâî’nin en çok başvurduğu tanımlardan biridir. “Cüneyd Hazretleri:
Biz tasavvufu kıyl ü kâl ile kuru lâflarla bulmadık. Allah'tan gayri ne varsa
onu terk etmekle bulduk”[19]
Şeyh Cüneyd-i Bağdâdî’nin yukarıdaki tasavvuf tarifini de çoğunlukla tasavvufun
gayrete ilişkin yönüne vurgu yaparken kullanmaktadır.
Ken’ân Rifâî tasavvufu şeriattan,
hakikate ve oradan da marifete ileten bir yol olarak kabul eder. Onun için
tasavvuf insanı ahlâk güzelleğine ve edebe eriştiren bir terbiye sistemidir. Bu
terbiyeyi irâdî olarak kabul eden sâlik, tasavvufun çeşitli makam ve
hallerinden geçerek nefsinin zaaflarından kurtulur ve böylelikle güzel ahlak ve
edep sahibi olur. Gerçekten de tasavvuf, Rifâî’ye göre esasen ahlak güzelliği
ve edebe ulaştıran bir metoddur:[20]
“Tasavvuf mekârim-i ahlâktır, mekârim-i ahlâk ise edeptir, edep ise Hak'tan
başka bir şey görmemektedir.” Rifâî bir başka bağlamda tasavvufu edep ile
özdeşleştirir ki bu da yine sâlikin bekâ makamına ermesinin tabi neticelerinden
biri olarak değerlendirilir.[21]
Kişi tasavvuf ile ahlakını güzelleştirir, kendisi ve alem ile uyumlu ilişkiler
geliştirir. Ancak burada kalmayarak incelikli bir ruh haline ve davranış
modeline de ulaşır. Tasavufî eğitim ile ahlak ve edebe ulaşan kişi zâhirin ve
bâtının hakkını gözetir. Bir yandan ibadet ve muamelatı gözetirken batınî
anlamda ise herkesin meşrep ve tavrına kalben hürmet etmeyi öğrenir:
“Evvelce
de birçok defalar söylemiştik. Tasavvuf demek, edep demektir. Edep ise, göz ile
Hak'tan başka bir şey görmemek, lisanla bir şeye itiraz etmemek, Allah'ın
buyruğunu tutmak, menettiğinden kaçmaktır. Bunların kendisinde yer ettiği
kimse, şüphesiz adaletten ayrılamaz, kimsenin kalbini kıramaz. Hâsılı, Allah'ın
hoşnutsuzluğuna sebep olacak işlerde bulunamaz.”[22]
Ken’ân Rifâî’ye göre tasavvufun
hakikati bekâ billahtır. Tasavvufun ruhuna eren kimse hayât-ı tayyibeyi bulmuş
ve bu suretle ölümsüz hayata yani bekâya ulaşmıştır. Tasavvuf dünya hayatınının
gelip geçici meselelerinin üzerine yükselmektir. Tasavvuf Hakk’ın sıfatıyla
sıfatlanmak, ahlakı ile ahlaklanmak ve yine Allah’ın isimlerini hakkı ile
bilmektir.[23]
Ken’ân Rifâî, hemen bütün sûfîler
gibi dini, şeriat, tarîkat, hakikat ve mârifet katmanlarından oluşan bir yapı
olarak ele alır. Rifâî’ye göre dinin başlangıcı şeriat; nihâyeti ise hakikat
mertebesine ermektir. Şeyhe göre dinin zâhirî hükümleri olan şeriât, hakikâte
giden yolun başlangıcıdır. Bu yolun kemal noktası ise gerek ibâdeti gerek
kulluğu her an Allah’ı görürcesine bir şuûr ile ifâ etmektir. “Dînin istediği sâdece
namaz kılmak, oruç tutmak, sabahlara kadar oturup ibâdet etmek, hayrat ve
hasenatta bulunmak değildir”[24]
diyen şeyh için bütün ibâdet ve tâatların gayesi Hakk’ın rızâsını kazanmaktır.
“Şeriat
muhafaza olunamazsa, âlemin kıvam ve nizâmı bozulur. Mükevvenatta gördüğün
intizam, hep şeriatın icâbıdır. Çünkü şeriat demek, âlem hayâtının intizâmı
demektir. Şeriat, vücûdu kaplayan deri gibidir. Derinin altındaki et, tarîkat
gibidir. Onun altındaki kemik, hakikat gibidir. Onun içindeki ilik ise marifet
gibidir. Bunların hepsi birden, bir bütündür. Ne et derisiz, ne kemik etsiz; ne
ilik kemiksiz payidar olabilir... Şeriat meş’ale, tarîkat yol, vâsıl olunacak
yer, yâni maksut hakikattir.”[25]
Ken’ân Rifâî’nin burada
şeriat-hakikat ilişkisini ve dinin katmanlı yapısını deri- öz sembolü üzerinden
açıkladığı görülür. Nitekim sûfîlerin hakikatler ilmi olarak tarif ettikleri
tasavvufu kabuk-öz ilişkisi üzerinden izah ettikleri malumdur. Kabuk-öz
ilişkisi esasen dereceli bir din anlayışının ve şeriatta kalmayarak hakikate erişme
gereğinin en yaygın sembolik ifadesidir. Nitekim bir başka yerde Rifâî
zâhir-bâtın irtibatını doğrudan bu örnek ile de dile getirir: “Onun için
cevizin kabuğunda kalmamalı, özüne ve ondan da özünün özüne girmelidir. Çünkü
[Dinin] özü, îman mertebesidir. Halbuki o özü, bir ince deri örtmüştür ki,
cevizi acı yapar. Onu da sıyırınca acılık falan kalmaz. Süt gibi olan özün özü
meydana çıkar.”[26]
Ken’ân Rifâî bu derecelenmede hiç bir unsurun ihmal edilemeyeceğini “hakikatle
kuvvetlenmeyen, perçinlenmeyen şeriat, şeriata bağlı olmayan hakikat makbul
değildir” ifadeleriyle dile getirir. Tarîkat sâliki şeriatten
hakikate ileten yol, yani bir nevi
metoddur. Onun için din zahiri ve bâtını ile bir bütündür.[27]
Yukarıda izah ettiğimiz
derecelendirme, Ken’ân Rifâî’nin dinî-tasavvufî meseleleri ele alırken
kullandığı genel bir yöntemdir. Söz gelimi şeriat ehlinin imanı ile tarîkat
ehlinin imanı arasında, şuhûd açısından derece farkı olduğu gibi ibâdetleri ifa
etmek bakımından da aralarında farklar vardır.[28]
Bunun yanı sıra insanlar mânevî konuları idrak ve dinî yaşantı konusunda
yetkinlik açısından çeşitlilik gösterirler. Rifâî bu farklılığı ifâde etmek
üzere yine tasavvuf düşüncesinde öne çıkan, avam, havas, havâssü’l-havâs
şeklindeki tasnifi kullanır. Dinî-tasavvufî meselelerin idrak ve ifasında, avam
en temel esasları yerine getirmekte zorluk çekerken, seçkinleri ifade eden
havas ve havâssü’l-havâs ise konuların derinliklerine nüfûz ederek bunun gereği
olan ameli yerine getirme gücüne sahiptir. Bu durum tasavvufî meselelerin
izahında her üç grubu dikkate alarak tanım yapılmasını da gerektirmektedir.
İlerleyen bölümlerde Rifâî’nin tasavvufî görüşleri incelenirken, söz konusu
tanımlara dair örnekleri daha ayrıntılı olarak değerlendirilecektir.[29]
Ken’ân Rifâî dinin bu dereceli
izahında hakikat mertebesinin, müşâhede makamı ile örtüştüğü kanaatindedir.
Rifâî’ye göre tahkîk derecesine eren sâlik -ya da bu noktada artık vâsıl- her
şeyin Allah’ın güç ve kudreti ile ayakta durduğunu görmeye başlamıştır. Onun
için dinde hakikat derecesine ermenin işareti ise ibâdet ve kulluğun Allah’ı
görürcesine îfâ edilmesidir. Başka bir deyişle Ken’ân Rifâî dinin hakikatinin
ancak ihsân derecesine ulaşmakla yaşanacağı görüşündedir:
“Dün
Rauf Efendi’nin dükkânına uğramıştım. Mühür kazıyordu, meşguldü. Mühürde hangi
ismi yazıyorsun diye sordum. ‘İhsan ismini hakkediyorum!’ dedi. Evet dedim.
Muhsin o kimsedir ki yaptığı ibâdeti, Allah’ı görür gibi yapar. Çünkü bilir ki
o Allah’ı görmese de Allah onu görür. “İhsan, Allah’ı görür gibi ibâdet
etmektir.”[30] Başlangıcı lâ ilâhe illallah demek,
kemali iman edilen Allah’ı müşâhede etmektir.” 869
Ken’ân Rifâî’ye göre ibâdet Allah’ı
görürcesine yapılmalıdır. Dinin hakikati ve tasavvufun nihâi gayesi de kişiyi
bu makama eriştirmektir. Şeyh eserlerinde Allah’ı görürcesine amel etme ve
Allah’ı müşâhede etme konusuna birçok yerde değinir. Rifâî’ye göre inanç ve
ibâdetle ilgili meseleler dinin esasını oluştururken, Allah’ı görürcesine
ibâdet ve kulluk etme ise dinin hakikat mertebesinde yaşanması anlamına
gelmektedir ki bu da dinin tasavvufî yorumuna tekabül eder. Rifâî müşâhedenin
iki anlamı olduğuna dikkat çeker. Birincisi eşyayı Hakk’ın birliğine delil
olarak görmek, ikincisi ise eşyada Hakk’ı görmektir.[31]
Rifâî, mevcudatı bir aynaya benzeterek, orada görülen her bir varlığın Hakk’ın
bir isim ve sıfatına mazhar olduğunu kaydeder. Müşâhede âlem aynasında Hakk’ın
tecellîleri seyretmekten ibarettir. Şeyh bu meyanda ilk sûfîlerin sözlerini
değerlendirirken sûfîlerin müşâhedeyi ihlas ve kalb selâmeti ile özdeşleştiren
ifadelerine yer verir.[32]
Şeyhin bu gibi iktibaslarından onun düşüncesinde müşâhede kavramının, ihsân ile
ve dolayısıyla tasavvuf ile yakın anlamda kullanıldığı anlaşılmaktadır.
Tasavvuf düşüncesinde müşâhede konusu, muhadara ve mükaşefe ile ilişkili olarak
ele alındığından burada Rifâî’nin konuyla ilgili görüşlerine daha yakından
bakmamız doğru olacaktır.
Ken’ân Rifâî tasavvuf ilmini
tanımlarken batın ve ledün ilmi gibi ifadelerle birlikte keşf ilmini de
kullanır. Rifâî’ye göre keşf ilmi, Musa’nın (a.s.) Hızır’dan öğrendiği şuhûd
ilmidir. Aynı şekilde Musa’nın (a.s.) Sina Dağı’nda nail olduğu tecellî de onun
şuhûd ya da müşadehe derecesine eriştiğinin ve dolayısıyla keşf ve müşâhede
ilmine mazhar olduğunun bir delilidir.[33]
Keşf ilminin sâlike açılması, tıpkı Hz. Musa’nın tecrübe ettiği gibi sülûk
esnâsındaki zorluklara göğüs germek yani mücâhede ve riyâzat ile mümkündür.
Ken’ân Rifâî’ye göre mânevi keşf ya da mükâşefe aklın istidlal yada delil
olmaksızın, mücahede ve riyâzet neticesi şuhûdî bilgiye ermesidir. Keşf ilmi
sâyesinde sâlik mücerret hakikatlere ve gaybî bilgiye erişir.[34]
Bu derecedeki ilme ise keşif ya da marifet ilmi adı verilir.
Ken’ân Rifâî’ye göre tasavvufu diğer
yollardan ve ilimlerden ayıran özelliği, onun keşfi bilgiye ulaştırıcı
metoduyla ilişkilidir.[35]
Bununla birlikte Rifâî’ye göre tasavvufta gâye keşf ve mükâşefe olmayıp asıl
olan müşâhedeye ulaşmaktır. Tasavvuf ehli hakikat ehlidir. Onların bilgisi
nakle dayanmaz. Onlar bilgiyi Hak’tan alır ve bu suretle hakikatten
bahsederler. Tasavvuf ehlinin bilgisi görgüye dayanır. Rifâî’nin anlayışına
göre tasavvuf ehli kalbi her türlü kötü ahlaktan arınmış olduğu halde her yerde
Allah’ın cemalini müşâhede eden kimsedir. Rifâî tasavvuf ilminin keşf ilmi
olduğunu kaydederken bu ilmin metodu olarak gördüğü bir konuya da dikkat çeker.
Ona göre tasavvufun metodu, mücâhede ve riyazet ile nefsin önce kötü
huylarından kurtulması ve sülûkunda ilerledikçe de vücûdunun mevhumiyetinin
idrakine varmasıdır. Rifâî buna örnek olmak üzere ilk dönem sûfîlerinden Ebû
İshâk İbrahim b. Edhem (ö. 161/778[?]) ve Osmanlı dönemi mutasavvıflarından
Niyâzî-i Mısrî’nin riyazet ve zorluklarla geçen sülûklarını örnek olarak verir.[36]
Mücâhede ve riyâzet ile yapılan tezkiye faaliyetinin amacı nefis katmanlarından
arınarak aslî tabiatla buluşmaktır. Nitekim insan kendi varlığından fânî olduğu
nisbette Hakk’ın varlığı ile bâki olacaktır. Bu noktada artık sâlik aleme ve
eşyaya, Hakk’ın nazarıyla nazar kılmaya ve eşyayı Hak’la kâim görmeye
başlamıştır.[37]
İşte tasavvuf kişiye bu görüşü kazandırmayı ya da herşeyi “tevhid nazarıyla
görme” yetisini kazandırmayı hedefleyen bir ilimdir. Bir başka deyişle Ken’ân
Rifâî’ye göre tasavvuf dinde ihsân derecesine erişme ilmidir.
Ken’ân Rifâî’ye göre sâlik, gerek
ibâdethanede gerekse ticarethânede, her iş ve halinde Allah’ın kendisini
gördüğünü bilerek hareket etmelidir. Sâlik devamlı surette
Allah tarafından müşâhede edildiğini
idrak ettikten sonra burada kalmayarak bir derece daha ileri geçmeli ve Hakk’ı
her an görüyormuşçasına yaşama gayretine devam etmelidir. Rifâî’nin bu anlayışı
Cibril hadisinde geçen ihsân anlayışından izler taşır.[38]
Sûfî müelliflerden Ebû Nasr es-Serrac (ö. 378/988),
tasavvuf-fıkıh ilişkisini izah ederken Hz. Peygamber’in “İhsân, Allah’ı
görüyormuşçasına kulluk etmendir.” hadisine referansta bulunur. Rifâî için de
ihsân ilmi olan tasavvufun çalışma alanı hakikat’tir. Rifâî’nin yukarıda
açıkladığımız ifadeleri, es-Serrâc’ın tasavvuf ilmini ihsân ile özdeşleştiren
ifadeleriyle örtüşmektedir. Şeyh için tasavvuf Allah’ı görürcesine ibâdet etme ve
bu suretle O’nun müşâhedesi içinde bir hayat sürmenin yollarını öğreten bir
ilimdir.[39]
Şeyhin metinlerinde geçen yukarıdaki
anlama işaret eden ifadeleri şöyle özetlenebilir: Tasavvuf ehli, fenâ
makamından geçerek bekâya ulaşmış, ölmeden önce ölerek, Hakk’ın ebedî hayatı
ile dirilmiş olanlardır. Onlar kendi özelliklerini bırakıp Hakk’ın sıfatlarıyla
sıfatlanmış, O’nun isimlerini lâyıkıyla tanımış ve bu suretle Allah’ın
ahlâkıyla ahlâklanmış olanlardır.[40]
Tasavvuf ehli kalplerini her türlü kötülükten temizledikleri için, Allah’ın
cemâlini seyretmek derecesine ermişlerdir. Sûfîler Allah tecellîsini
seyrettikleri için zâhir ve bâtın edebe riâyet konusunda hassaslardır.[41]
Bu görüş onları her an Allah’ın istediği şekilde hareket etme yönünde edebe
davet etmektedir.[42]
Sâlik, bu kemal derecesine erinceye kadar, birçok hal ve makamdan geçmek
durumunda olduğu için, tasavvuf ihsân derecesine eriştiren hal ve makamların
ilmi olmaktadır.[43]
Bu izahlardan Rifâî’nin tasavvuf anlayışını büyük ölçüde ihsân kavramı üzerine
şekillendirdiğini söyleyebiliriz.
VARLIK,
BİLGİ ve İNSAN ANLAYIŞI
Varlık,
varlığın mahiyeti ve mevcudatın oluşumu ile ilgili sorular daima insanoğlunun
zihnini meşgul etmiştir. Esasen her davranış ve uygulamanın arkasında bir dünya
görüşü, bu dünya görüşünün arkasında ise bir varlık anlayışı mevcuttur. Bu
nedenle monografisi çalışılan şahsın öncelikli olarak varlık anlayışı ortaya
konulmadan onun söz ve uygulamalarını tam olarak anlamak mümkün değildir.[44] Bu başlık altında Ken’ân Rifâî’nin
genelde “varlık” ve özelde ise tasavvuf düşüncesinin merkezi kavramlarından
“vücûd” ile ilgili görüşleri incelenerek onun düşünce dünyasını şekillendiren
temel prensiplere ulaşılmaya çalışılacaktır.
Vücûd ve tevhid üzerine görüşleri
Varlık konusu, İslam düşüncesinde
merkezi bir öneme sahip olmuş, varlık ve onunla ilişkili kavramlar İslâm
felsefesi, kelam ve tasavvufun tahkîk döneminde “vücûd” başlığı altında ele
alınmıştır. Vücûd kavramı anlam katmanlarına sahip bulunduğundan bu konudaki
yaklaşımların farklılığı oldukça zengin bir literatürün oluşmasına imkan
verirken konu tasavvufun İbnü’l-Arâbî ile başlayan tahkîk döneminde “vahdet-i
vücûd” ibaresi ile özdeşleşmiştir.[45]
İlk dönem tasavvuf klasiklerinde bu terkibe rastlanmamakla birlikte Allah’ın
Mutlak Varlık ve birliği konusu söz konusu eserlerin tevhid, vahdet, vecd,
vücûd ve tevâcüd gibi bahisleri içerisinde ele alınır. İlk dönem tasavvufunda
vücûdun buluş ya da bulma anlamı öne çıkarken; İbnü’l-Arabî ile başlayan
muhakkik sûfîler döneminde ise daha çok oluş/olma anlamı ön plandadır.[46]
İlk dönem sûfîlerinin tevhid ile kastettikleri şey, gerçek vücûd olan Hakk’ın
varlığından başka bir varlık olmadığının idrak edilmesinden ibarettir. Bu
dönemde ortaya çıkan vecd, vücûd ve ilgili kavramlar, mutasavvıfın mânevî
tecrübesinin türlü merhalelerinde tecrübe ettiği tasavvufî haller olarak
değerlendirilmiştir. [47]
Ken’ân Rifâî vücûd kavramını
tasavvuf tarihinin çeşitli dönemlerinde yüklendiği farklı anlamlara temas
ederek ele alır. Rifâî’nin şiirlerinde ve sohbetlerinde öncelikle tevhid vurgusu
hakimdir. Onun tasavvuf düşüncesinde, tevhid ve varlığın birliği anlayışı hakim
olmakla birlikte, tevhidin kapsamlı bir yorumu olan vahdet-i vücûd görüşü ve
buna ilişkili kavramlar eserlerinde doğrudan konu edilmez. Rifâî’nin vahdet-i
vücûd ve ilgili kavramlara ait izahlarına, çoğunlukla basılmamış halde bulunan Mesnevî
II. ve III. cilt şerhine ait not defterlerinde rastlanır. En genel
hatlarıyla bu metinler değerlendirildiğinde şeyhin varlık anlayışının daha çok
ilk dönem sûfîlerinin tevhid ve vücûd anlayışından etkilendiği görülür.[48]
Rifâî’nin varlık anlayışının inceleneeği bu bölüme başlarken, onun öncelikle
tevhidle ilgili görüşleri ele alınacak, sonrasında varlık tecellîsini izah
ederken kullandığı vücûd, adem, merâtib-i vücûd, âyân-ı sâbite gibi vahdet-i
vücûd düşüncesine ait kavramlar hakkındaki görüşleri değerlendirilecektir.
Rifâî, tevhid anlayışını en açık bir
şekilde, manzumelerinin derlendiği Ilâhiyât-ı Ken’ân adlı eserinde yer
alan “tevhid” isimli şiirinde ortaya koyar. Şiirine, “elâ ey cümlenin mûcidi,
bir mübdii Allah! Elâ ey kâinatın muhdisi, bir taptığı Allah!” mısralarıyla
başlayan Rifâî, bu şiirinde bir mutasavvıftan çok kelamcı olarak karşımıza
çıkar. Rifâî, burada Allah’ın bütün mevcûdatın mucidi, muhdîsi, mutlak irâde ve
kudret sahibi bir varlık olduğuna dikkat çeker. Sonrasında Rifâî mülkün Allah’a
ait olduğuna, zahir, bâtın, evvel ve âhir isimlerine ve her türlü noksan
sıfatlardan münezzeh olan Allah’ın idraklerin ötesinde bulunduğuna dikkat
çeker. Rifâî bu sebeple kulların Allah’ı kemâliye bilmeye ve onu hakkıyla hamd
etmeye güc yetiremeyeceğini kaydeder.[49]
Rifâî’nin bu şiir bağlamında
kullandığını retorik, bir mutasavvıftan çok bir kelamcıya benzer. Şeyhin, ilk
dönem klasiklerinden et-Ta’arruf’un yazarı Ebû Bekr el-Kelâbâzî (Ö.380/990)
gibi, sûfîlerin itikadının ehl-i sünnet itikadına sahip olduğunu göstermek
kasdıyla bu şiiri kaleme aldığı söylenebilir.
Ken’ân Rifâî’nin tevhid ile ilgili
kapsamlı yorumlarına daha çok Sohbetler ’inde ve Mesnevî şerhinde
rastlanır. Bu eserler bağlamında Rifâî kademeli bir tevhid anlayışı ortaya
koyar. Şeyhe göre tevhid üç derecedir: Avamın tevhidi lâ fâile illallah demek
yani hadiselerin kaynağını Allah’tan bilmektir. Havassın tevhidi Allah’tan
başka bir şey görmemek, her yerde Hakk’ı müşâhede etmektir. Ehassü’l-havassın
tevhidi ise açıklaması en güç derecedir. Rifâî’ye göre “Allah vardı ve O’nunla
beraber hiç bir şey yoktu”,889 hadisi bu zümrenin halini izah
etmektedir.890 Yani, ehassu’l-havas Allah huzûrunda kendi
varlıklarını, henüz mevcûd olmadıkları döneme irca ederek önceki yokluk haline
dönmüşlerdir. Rifâî’nin yukarıdaki ifadeleri Cüneyd-i Bağdâdî’nin tevhid
yorumundan izler taşır. Nitekim Cüneyd tevhidi açıklarken elest bezmine
gönderme yapar ve (el-Araf, 7/172) konuyu “kulun son hâlinin ilk hâli durumuna
dönmesi, olmadan evvel olduğu gibi olmasıdır” şeklinde izah eder.891
Ken’ân Rifâî, bir başka yerde kamil insanların tevhid anlayışını açıklarken,
“yüksek ve olgun kimselerin tevhidi kâinatta Allah'tan gayri bir şey görmemek,
muamelesini yalnız onunla yaptığını bilmektir”892 ifâdelerini
kullanır ki burada vücûdun birliğine yönelik vurgunun ön planda olduğu
söylenebilir.
Rifâî’nin eserlerinde, Allah’tan
başka fâil görmemek anlamında tevhidin ilk derecesine yönelik açıklamalar
çoğunluktadır. Şeyhe göre en büyük ilim Allah’ı bilme yani tevhid ilmidir. Bu
ilme sahip olmanın en açık işareti ise kişinin her yapılan işi Allah’tan
bilmesi,893 Rifâî’nin ifâdesiyle her yerde ve işte Hakk’ı görmektir.
Rifâî bu gerçeği, “tevhidi elde edip, Hakk’ı her yerde görmek” şeklinde dile
getirir.894 Ona göre mevcudattaki her bir zerre, Hakk’ın nuruna
mazhardır. O nuru her şeyde görerek tevhidi yaşayanlar yakîn ehlidir ki onlar
tevhidi tahkîk derecesinde yaşayanlardır.895 Hatta bu zümre, her
varlığın bir tecellîye mazhar olduğunu görmeleri sebebiyle gören ile görülenin
bir olduğu bir varlık derecesine erişirler. Rifâî “o kimse, her mevcûdun
Cenâb-ı Hakk’a bir mâzhar olduğunu görürse ondan Hâk görünür”[50]
ifadesiyle bu konuya temas eder. Şeyh, bir başka yerde söz konusu hali “kendinin
ve mevcûdatın Hak’tan ibaret olduğunu bilmek” şeklinde izah eder.[51]
Rifâî’nin yukarıdaki açıklamalarından tasavvufî anlamda gerçek bilgi olarak
kabul edilen irfan ve marifeti de yine tevhidde yakîn deredecesine eren
(hakka’l-yakîn) bu seçkin zümreye hasrettiği anlaşılmaktadır.[52]
Ken’ân Rifâî’ye göre tevhid, halkın
fâni ve Hakk’ın ise bâki olduğunu bilmektir. Rifâî bu bağlamda konu ile ilgili
bir hadise değinir. Hz. Peygamber’in, “bu dünya yaratılmadan önce yalnız Allah
vardı”,[53]
meâlindeki hadisini şerhederken, sûfilerin sûfilerin, “el-ân kemâkan” yani
“şimdi de öyledir”[54]
ifâdesine başvurduklarını kaydeder. Rifâî, hadiste belirtildiği ve sûfilerin de
şerh ettiği şekilde aslında varlıkta Allah’tan başka bir hakikatin
bulunmadığını ancak insanın nefis nedeniyle varlıkta ikilik görmeye meyilli
olduğunu belirtir. Eğer sâlik nefis ya da ağyar denilen unsurun olumsuz
tesirinden kendisini kurtarabilirse varlıkta Hak’tan başka bir gerçekliğin
bulunmadığını idrak edecektir. Rifâî bu değerlendirmesini tasavvuf geleneğinde
ifade edildiği şekilde varlıkta Allah’tan başka ilâh, fâil ve mevcûd
bulunmadığı yönündeki tevhid yorumu ile neticelendirir. Şeyhin yine aynı manayı
ifade etmek üzere, Niyâzî-i Mısrî Divanı1 na ve özellikle
şairin “ben beni terk eyledim gördüm ki ağyar kalmamış”[55]
mısraına referansta bulunur.
Rifâî bu bağlamda tevhidi kişinin
kendisinde, alemde ve bütün mevcûdatta Allah’tan başka bir varlığın olmadığını
idrak etmesi şeklinde tanımlar.[56]
Diğer bir deyişle tevhid, insanın nefsini ve âlemi müstakil bir mevcûdiyete
sahip olarak görmemesi ve fakat bütün bunların Allah ile kâim olduğunu
bilmesidir. Rifâî, söz konusu yaklaşımı anlatmak üzere, nefsini “lâ/yok
makamında bilme” ibarelerini kullanır. Şiirlerinde de yok-var olmak ifadesi
sıkça geçer ki bu kullanım Cüneyd-i
Bağdâdi’nin fenâ-bekâ nazariyesinin
Ken’ân Rifâî’nin metinlerindeki karşılığıdır.[57]
Rifâî’nin yok-var olmak ifâdesinden kasdı, kendi varlığından
fâni/yok olan sâlikin hakiki vücûdun Allah olduğu gerçeği ile buluşması
durumudur. Konunun ayrıntıları fenâ ve bekâ başlıkları altında incelenecektir.
Ken’ân Rifâî’ye göre tevhid, kavlî
olarak kelime-i tevhîd ifadesini ikrar ile gerçekleşir. Ancak sâlik tevhidde
derinleştikçe tahkîki iman derecesine erişir. Bu göre sâlik öncelikle Allah’tan
başka fâilin bulunmadığını idrak eder ki bu idrâk “lâ fâile illallah” ifadesi
ile dile getirilir. Bir derece daha ilerleyen kişi, gerçekte Allah’tan başka
bir mevcûd olmadığı idrakine ulaşarak “lâ mevcûde illallah” yani Allah’tan
mevcûd yoktur der. Rifâî, “lâ ilâhe illallah” ifadesinin sırlı olduğunu ve
ancak bahsedilen fiil, sıfat ve zât tevhidini gerçekleştirenlerin hakkıyla
tevhidi gerçekleştirdiklerini kaydeder. Burada esas olan şey sâlikin sülûk
neticesinde vücûdda ikiliğin olmadığını tahkîki olarak bilmesidir: “Mademki
senin vücûdun vardır, tamâmiyle mü'min olamazsın... Çünkü işiten de, gören de,
bilen, bildiren de hep odur Bil ki ne ben vardır, ne de sen. Var olan ancak
Hak’tır. Tevhid ehli işte böyle söylüyorlar. Doğruyu bilici Allah'tır. Biz,
büyüklerimizden naklen söylüyoruz.”[58]
Rifâî tevhidi bu ölçüde tecrübe eden kişinin muamelelerinin de ona göre
şekilleneceğini ifade ederek, neticeleri üzerinde bir tevhid izahı da yapar.
Tevhid, gerçek vücûdun Allah’a ailt olduğunu bilerek kişinin onun huzurunda
aczini bilmesidir: “İstikâmet, mevcûd olanın Allah olduğunu bilmektir. Yâni lâ
ilahe illallah Muhammed Resûlullah demek lâzımdır. Amma sâde söz ile değil, kendinin
ve mevcudatın Hak’tan ibaret olduğunu bilip muameleni de ona göre yapmak ile
tevhide ermek mümkündür.”[59]
Yukarıdaki izahlarına dayanarak şeyhin tevhidi teorik zemini ve pratik
neticeleri bakımından tasavvuf geleneğindeki yorumlarına temas ederek ele
aldığını söyleyebiliriz.
Tevhidin en ileri derecesi, sâlikin
kendi yokluğunu idrak ettiği yerde, gören ve görülen ikiliğinin ortadan
kalkması ile gerçekleşir. Rifâî bu yaklaşımını aşağıdaki şiirinde açıkça ifâde
eder:
“Yâ Rab seni hiç bilmeye kadir mi
olur ben?
Bilse bilir ancak Seni Sen, bensiz
olan ben.
Ben kendimi kaybettiği anda, Seni
buldum, Devreyledim âlemleri, yok var olarak ben.”[60]
Ken’ân Rifâî’nin tevhid ve vahdet
üzerine görüşleri, büyük ölçüde şiirlerinden okunabilmektedir. Rifâî’ye göre
vücûd birdir ve o da Hakk’ın vücûdudur. Ancak bu gerçek, ancak o tevhid nuruna
erenler için böyledir. Şeriat ehline göre, vücûd kadîm ve hâdis olmak üzere
ikiye ayrılır ve onlar için vücûd bir değil ikidir.[61]
Rifâî, bu itikad da olanların yakînde bir derece daha ilerlemeye teşvik
amacıyla gıyaben “sen zannedersin ki Hakk’ın vücûdundan başka bir vücûd vardır.
Halbuki vücûd birdir. O da, Hak’tır. O ‘nûr-ı münbasit'e’ erip kemâlini
bulunca, o vakit hakikat sana aşikâr olur, kendini gösterir” çağrısında
bulunur.[62]
Rifâî, vücûdun bir olduğunu ancak başta zâhir ve bâtın olmak üzere farklı
tecellîleri olduğunu söyleyerek hakikat ehlinin bu konudaki yaklaşımını ortaya
koyar. Vücûdun batını tek bir nurdur, bu nur çokluk âleminde zâhir olmuştur. [63]
Sâlik o nura eriştiği taktirde alem aynasındaki yansımaların hakikatte bir
olduğunu zevken idrak eder. Rifâî bu bahiste ifadelerini tamamlarken çoğunlukla
Niyâzî-i Mısrî’nin şiirlerine referansta bulunur. “Bahr-i vahdet kaplamıştır
kâffe-i mevcûda bak! Birliği görmek dilersen cümle-i mevcûda bak”[64]
bunlardan en açık olanıdır. “Gitti kesret, geldi vahdet, oldu halvet dost ile
Hep Hak oldu cümle âlem, şehr ü bâzar kalmadı” mısraları da bu referanslardan
en çok öne çıkanıdır. Rifâî aynı manayı ifade ederken, Niyâzî-i Mısrî’nin “ben
beni terk eyledim, gördüm ki ağyar kalmamış”[65]
beytine de sıkça gönderme yapar. Bu durum bize şeyhin
Niyâzî-i Mısrî’nin tevhid ve vahdet-i vücûd yorumundan etkilendiği izlenimini
vermektedir. Rifâî hakîki tevhid ehlinin nazariyesini izah ettiği yerde konuyu
“işte tevhid” ehlinin nazariyesi budur ifadesiyle tamamlar. “İşte tevhid
ehlinin nazariyesi budur. O vücûdun zâhir görülen kısmı ki, bu mezâhir yâni
gördüğümüz şu zuhûr, varlık âlemidir. İşte bütün bu zuhûr âlemi, Hakk’ın isim
ve sıfatlarının mazharları, tecellî mahallî olmuştur.”[66]
Vahdet-i Vücûd’a yönelik izahları
Ken’ân Rifâî varlık anlayışını
ortaya koyarken vahdet-i vücûd düşüncesine ait kavramları da kullanmaktadır. Bu
kavramlara yönelik izahlara eserlerinde çok fazla yer vermemekle birlikte
kavramların kullanımından, Rifâî’nin tasavvuf ve varlık anlayışında
İbnü’l-Arabî ve vahdet-i vücûd düşüncesinin etkili olduğu anlaşılmaktadır. Bu
kısa girişten sonra, Rifâî’nin vahdet-i vücûd ve bu düşünce ile ilişkili
terimler hakkındaki izahlarına daha yakından bakabiliriz. Vücûd, adem, varlık
mertebeleri, a’yân-ı sâbite, tecellî gibi kavramlar bu terimlerden en
önemlileridir.
Ken’ân Rifâî’nin Sohbetler
inde vahdet-i vücûdçuların vücûdun birliğine delil olarak ileri sürdükleri
ayetlerin birçok bağlamda geçtiği ve şeyhin bunları işârî olarak tefsir ettiği
görülür. “Sana biat edenler hakikatte Allah’a biat etmiş olurlar. Allah’ın eli
onların eli üstündedir” (Fetih, 48/10); “Doğu’da Batı’da Allah’ındır. Nereye
dönerseniz Allah’ın veçhi oradadır” (Bakara, 2/115); “O evvel, âhir, zâhir ve
bâtındır” (Hadid, 57/3); “Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’ndan isterler. O
her gün, her an bir iştedir.” (Rahman, 55/29); “İmanlarında yakîn üzre olanlar
için yeryüzünde belge ve deliller vardır. Sizde de var görmüyor musunuz?”
(Zâriyât, 51/20, 21) âyetleri, Rifâî’nin bu bağlamda temas ettiği ve vahdet-i
vücûdun farklı meselelerini izah etmek için tefsir ettiği ayetlerden
bazılarıdır.[67]
Ken’ân Rifâî vahdet-i vücûd ile
ilgili görüşlerini izah ederken “ey kullarım her nereye dönseniz Hakk’ın yüzü
oradadır”, (Bakara, 2/115) âyetini vücûd konusu açısından değerlendirir.
Rifâî’ye göre bu âyet vücûd birliğine delil olarak kabul edilebilecek en mühim
naslardan biridir. Ancak burada Rifâî vücûd birliği ifadesinin tam olarak ne
anlama geldiğinin iyi anlaşılması gerektiği düşüncesindedir. Şeyhe göre bu
terkib “kâinatta yâni yukarıdan aşağı her şeyde ve her yerde, Hakk’ın
vücûdundan başka bir mevcût yoktur” şeklinde anlaşılmalıdır.
Ken’ân Rifâî
vücûdun birliğine ait konuların filozoflar tarafından çoğunlukla reddedildiğini
kaydederken, vücûd konusunun ancak tecrübî olarak idrak edilebilecek bir mesele
olduğuna da dikkat çeker ki şeyhe göre bu durum temelde felsefe ile tasavvufun
yöntem farkından kaynaklanmaktadır. Rifâî konuyla ilgili olarak eşyâ ve Allah
için iki ayrı vücûd tasavvur edilemeyeceği gerçeğinin temel bir prensip olarak
kabul edilmesi gerektiği kanaatindedir. Vücûdun birliği konusu ister tecrübî
olarak ister ilmî açıdan ele alınsın şeyhe göre konunun incelikleri ancak bu
prensibin kabulünden sonra kendini gösterebilecektir. Zira Rifâî’ye göre iki
ayrı vücûd tasavvur edilmesi durumunda, kelam ilmine dair en temel bir kabul
olan “Allah âlem zerrelerinin gizli ve aşikâr, zâhir ve bâtın hareket, gidiş ve
hâlini ilmen bilir” ifadesininin izah edilmesi mümkün olmayacaktır. Zira yine
bu bağlamda tespit edilen hükme göre “iki ayrı vücûd arasında bir oluşun ilmen gerçekleşmesi
mümkün değildir.”[68]
Rifâî, bunu bir şahsın vücûdunda hasıl olan ağrının bir diğeri tarafından aynı
şekilde tecrübe edilemeyeceği, aralarındaki ikilikten dolayı diğeri için bu
ağrının ilmî bir kabulden öteye geçemeyeceğini kaydederek konuyu örneklendirir.
Rifâî konuyu tasavvufî açıdan ortaya koyarken İbnü’l-Arabî’nin birlik-çokluk
ilişkisini temellendiren temsillerinden birine başvurur: “Esasen ilâhî
kelimeler olan her bir zerrenin başlı başına olması ve yekdiğerinin sırrını
hâvî bulunması, vücûd birliğine işarettir. Meselâ bin adet elmanın içinden bir
adedini ayırıp tahlil etsen, bu elmanın terkibi, ötekininkinin aynıdır. Şu
halde aradaki fark, çokluktan ibarettir.”[69]
Rifâî burada ilâhî kelimeler olarak da adlandırılan her bir mevcûdun, bir-çok şeklinde
özel bir tabiatı olduğuna ve bu nedenle her bir varlığın kendine ait özel
hakikate sahip olmanın yanı sıra, bütüne ait bilgiyi taşıdığını da belirtir.
Böylelikle varlığın birliğinin ontolojik imkanını da temellendirmiş olur.
Buradan da anlaşıldığı üzere Ken’ân Rifâî, vücûdun birliğini izah ederken,
konuyu vahdet-i vücûd anlayışının temel kavramlarına başvurarak
değerlendirmektedir.
Rifâî vahdet-i vücûd düşüncesinin,
“Mutlak Varlık Hakk’tır”, şeklindeki temel önermesine manzûmelerinde yer verir.
Özellikle “vücûd-i mâsivâ zıll ü hayâldir, bî- zevâl sensin!/ Hakîkî bir vücûd
ancak senindir Zülcelâl Allah!”[70]
mısralarından anlaşıldığı üzere şeyh, hakiki anlamda vücûdun Allah’a ait
olduğunu, mâsiva denilen şeyin ise gölge ve hayal mertebesinde bulunduğunu bildirmektedir.
Esasen gölge ve hayal kavramları da İbnü’l-Arabî düşüncesinin temel
kavramlarındandır. Rifâî’ye göre bu hayal âleminde mevcûd olan her bir zerre
Allah’ın zât nuru ile ihata edilmiştir. “Hiçbir şey yoktur ki hakikatı Allah
olmasın. Hiçbir şey yoktur ki bâtını Hakîkat-ı Muhammediyye olmasın. Fakat
bütün bu varlığın Hak olması, Hakk’ın bir veya iki ismine mazhar olmaları
itibariyledir. Nüsha-i kübra ise kâmil insandır.”[71]
Şeyh bu meseleyi izah için bir sohbetinde balıkların suyu arayışını konu alan
ve tasavvufi açıdan pek çok sembolü ihtiva eden bir hikayeyi aktarır. Buna göre
birkaç balık toplanarak, kendi aralarında suyun mahiyeti ve nerede olduğu
hakkında konuşmaya başlar. Balıklar işin içinden çıkamayınca bilge balığa gider
ve hallerini arz ederler. Soruyu dinleyen bilge balık “suyun olmadığı yeri siz
bana gösterin!” diyerek Mutlak Varlığın mevcûdatı her yandan kuşatmış olduğunu
temsili bir şekilde ifade eder. Rifâî bu bahsi vücûd birliğine delil olarak
gösterilen “sana benden soranlara de ki: Ben onların yakınındayım” (Bakara,
2/186) ayeti ile tamamlamaktadır.[72]
Vahdet-i vücûd düşüncesinin en
oıjinal taraflarından birisi yaratma kavramına getirdiği yaklaşımdır. Burada
yaratma klasik İslâm teolojisindeki yoktan var etmeden farklı olup Mutlak Varlığın
kendisini aşikar etmesi, bâtından zâhire çıkması anlamındadır. Ken’ân Rifâî de
yaradılıştan bahsederken, vahdet-i vücûd anlayışının birçok ilişkisi ile
ilgili izahlarına başvurur. Rifâî Mutlak Varlığın bir olduğunu ve fakat
mevcûdat aynasında çokluk şeklinde tezâhür ettiğini kaydeder. Bu durum mutlak
bir olan Hakk’ın bilinme arzusunun neticesidir. Ken’ân Rifâî burada Hakk’ın
kendi zâtına duyduğu muhabbete işaret ederek birliğin çokluk şeklinde zuhûrunu
ilâhî rahmet ve muhabbet ile ilişkilendirerek izah eder. Ona göre mutlak
birliğin çokluk şekline zuhûru, birliğin kendini çokluk aynasında görme isteği
ile bağıntılıdır.[73]
Rifâî bu bağlamda Hakk’ın kendi zâtına olan muhabbetinden bahseder ve gizli
hazine hadisine telmihte bulunur. Buna göre “gizli bir hazine gibi kendi
kendinde müstağrak halde bulunan Hak bilinmeyi arzulayınca bu arzu ya da aşk
mevcûdat âleminin zuhûru ile neticelenen ontolojik bir belirlenimin ilk esası
olmuştur.[74]
Ken’ân Rifâî “ben gizli bir hazîneydim, aşk ettim ki bilineyim”[75]
hadisini ilkesel anlamda söz konusu zuhûratın başlangıcına yerleştirir.
Rifâî’nin varlık ile ilgili konuları
izah ederken kullandığı terimlerden biri de nûr- i Muhammedî’dir. Şeyh Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’dan önce gelen bütün peygamberlerin
ve hikmet sahiplerinin nûr-ı Muhammedî’den feyz aldığını kaydeder.[76]
Rifâî Hz.
Peygamber’in “Allah herşeyden önce
benim aklımı yarattı”[77]
mealindeki hadisini şerh ederken konuyu nûr-i Muhammedî içerisinde
değerlendirir. Buna göre herşeyden önce yaratılan akıl, akl-ı evvel, nur-ı
evvel ve benzeri isimlerle anılan ilk prensip Hz. Muhammed’in nûrudur. Diğer
varlıklar o nûrdan aldıkları nasip ile mevcûdat âlemine gelmişlerdir. Rifâî
bunu tohum-ağaç örneği ile izah eder: “Bir buğday tohumunda yaprak, dal, buğday
bilkuvve mevcûd olduğu gibi, akılda da bilcümle mevcûdat ve kâinat gizlidir.”[78]
Ken’ân Rifâî varlıkta görünen
çokluğu, güneşin renkli camlardan farklı renklerde aksetmesi örneği ile
açıklar. Buna göre varlık kendinde tek iken, mezâhir yani zuhûr ettiği yer itibariyle
nisbi bir çokluk göstermiştir. Rifâî çokluktaki birliği görmekten bahsederken
birbirine zıt görünen sûretlerin aynı ilâhî kökenden geldiğini görmek
gerektiğine dikkat çekmektedir.[79]
Ken’ân Rifâî’nin üzerinde en çok
durduğu konulardan biri çokluk ile birlik arasındaki aslî ve sürekli
irtibattır: “Bütün bu görünen kesret, hakikatte vahdettir. Bütün renklerin
birleşmesinden beyaz renk zuhûr ettiği gibi, bütün seslerin birleşmesinden
hâsıl olan sadâ da Hû sesidir!”[80]
Rifâî vücûdun birliğine rağmen, mevcûdatın çokluğunda, Allah’ın yaratmadaki
kudretinin büyüklüğüne dikkat çeker.[81]
Ken’ân Rifâî çokluk aynasından görünen birliği açıklamak için vahdet-i vücûd
düşüncesinin önemli konularından biri olan varlık mertebelerine başvurur[82] ve konuyu en
kapsamlı olarak Mesnevî III. cilt takrîri esnasında ele alır. Konunun
bundan sonraki kısmı söz konusu cilde ait not defterlerinden takip edilecektir.[83]
Ken’ân Rifâî, adı geçen eserde
ahadiyet mertebesini izah ederken, bu mertebeyi her hangi bir belirlenimin ya
da zuhûratın olmadığı varlık derecesi olarak nitelendirir. Rifâî’nin ifadesiyle
gizli bir hazine mesabesinde olan Mutlak Varlık’ın ilk belirlenimi “taayyün-i
evvel” mertebesinde gerçekleşir. Ancak burada hakikatler henüz bir diğerinden
ayrılmamıştır: “Hakâyık-ı âşiyânın yek diğerine mündemiç ve münderic olmaları
hasebiyle ilmen ve aynen yek diğerinden imtiyâzları yoktur.” Varlığın bir
derece daha kesafet kazanması ise, “mertebe-yi sâniye” yani taayyün-i sânî
mertebesine tenezzülü neticesindedir. Rifâî bu mertebenin, gayb-ı sânî,
mertebe-yi sâniye ve taayyün-i sâni gibi farklı isimlerle anıldığını kaydeder.
Şey, “bu mertebede hakâyık-ı eşyâ, a’yân-ı sâbite nâmını alır” ifadeleriyle,
burada mevcûdatın ilmi anlamda birbirinden ayrıştığını ve fakat harici olarak
henüz ortaya çıkmadıklarını da belirtir. Rifâî üçüncü varlık mertebesinin
hazret-i ervâh yani ruhlar mertebesi olduğunu belirterek “âlem-i gayb, âlem-i
emr, âlem-i melekût, âlem-i ulvî” gibi isimlerin aynı mertebe için
kullanıldığını kaydeder. Dördüncü varlık mertebesi hayal mertebesidir ki burası
ruhlar alemi ile şehâdet alemi arasında temsili bir âlemdir. Bu mertebeye
mertebe-yi misâl ya da âlem-i berzâh adı da verilir. Âlem-i misal pek çok
imkanı içerisinde barındırması açısından Rifâî tarafından çok önemli bir varlık
derecesi olarak kabul edilir. Şeyh şehâdet âlemi ile daha üst mertebeler
arasında bir geçit şeklinde değerlendirdiği mertebe-i misâl için risâle
dahilinde oldukça ayrıntılı izahlara yer verir.[84]
Nihayet son mertebe âlem-i nasût olarak isimlendirilen ve içinde yaşadığımız
şehâdet âlemidir. Şehâdet âlemi her ne kadar en denî yani alçak bir mertebe
olarak görülse de beşeriyet burada ortaya çıktığı ve hakikat-i âdem burada
zuhûr ettiği için şeyh bu mertebenin insan tekamülü açısından değerli olduğu
düşüncesindedir. Rifâî irfan ve insanlığa mesken olması bakımından şehâdet
âlemini olumlu bir şekilde ele alır. Varlığın bir olduğunu ve fakat
mertebelerde çoğaldığını ifade eden Rifâî’nin, burada tasavvuf düşüncesinde
özellikle İbnü’l-Arabî’den sonra ortaya çıkan beşli, yedili yada kırklı
meratib-i vücûd tasnifleri içerisinden,[85]
beşli tasnifi benimsemiş olduğu anlaşılır. Ancak şeyhin Sohbetlerdin ve Mesnevî
şerhinin muhtelif bölümlerinde, kimi zaman farklı tasniflere ait terminolojiyi
kullandığı da görülür.
“İşte
bu âlemlerin cümlesini hâvî olan beşinci bir âlem daha vardır ki, o da
beşeriyet ve nâsut âlemidir. Âdemin hakikati ne büyük şeydir. Bu hakîkat-ı
Âdem, cümleyi ihâta etmiş, kuşatmıştır. İrfan denen bir şey vardır. İrfan,
vücûdu bir görmektir. Vücûdu bir görmek de, o “nûr”a ermektir. O “nûr-ı
münbasit”e eren ise bir daha vücûdunu göremez.”[86]
Ken’ân Rifâî eserlerinde, vahdet-i
vücûd anlayışının önemli kavramlarından biri olan a’yân-ı sâbite konusuna da
yer verir. Şeyhe göre, âyân-ı sabite, eşyânın görünür hale gelmeden önce,
Allah’ın ilminde bilgi olarak mevcûdiyetidir. a’yân-ı sâbite mevcûdât âleminde
zâhir olan varlıkların Allah’ın ilmindeki mahiyetleridir. Kısacası a’yân-ı
sâbite, eşyanın Allah’ın ezeli ilmindeki sabit hakikatleri olup Tanrı’nın
kendisine dair bilgisidir.[87]
İbnü’l-Arabî ve takipçilerinin mertebe görüşündeki ilk taayyüne karşılık gelen[88]
a’yân-ı sabitenin vahdet-i vücûd’u müstakil bir anlayış hâline getiren en temel
bir unsur olduğu kaydedilmiştir.[89]
Ken’ân Rifâî’nin tasavvuf
anlayışında, a’yan-ı sâbite ve ilâhî
isimler teorisi önemli bir yere sahiptir. Rifâî’nin konu ile ilgili izahlarına
bakıldığında onun a’yân-ı sâbiteyi ahlâk anlayışı için genel bir prensip olarak
temellendirdiği anlaşılır. Şeyhin konu ile ilgili teorik açıklamaları Mesnevî
III. cilt şerhinde varlık mertebeleri ile ilgili izahlar içerisinde yer alır.
Rifâî burada a’yân-ı sabiteyi eşyânın Hakk’ın varlığındaki ilmi suretleri
olarak değerlendirir: “Bu mertebe Hakk’ın sûver-i ilmiyesidir ki a’yân-ı sâbite
diyoruz. A’yân-ı sâbite o hâlde mir’ât-ı vücûd-i Hak ve esmâ-i sıfât ve vücûd-i
mutlakın meclâsıdır.” Yukarıdaki izahlardan anlaşılacağı üzere, a’yân-ı sâbite,
mutlak vücûd olan Hakk’ın isim ve sıfatları için bir ayna yahut söz konusu
hakikatlerin kendileri vasıtasıyla görünür hale geçtiği cilalı bir sicim
mesabesindedir. Ken’ân Rifâî, a’yân-ı sâbiteyi açıklarken istidat ve tabiat
terimlerine başvurur. Buna göre her varlığın Hakk’ın ezelî ilminde belirli olan
bir istidadı değişmeyen bir “ezel künyesi” vardır ki bu istidat o varlığın mevcûdat
içerisindeki konumunu ve dolayısıyla onun fiilerini belirler.[90]
Şu halde her insan, farkında olsun olmasın Hakk’ın bir ya da iki ismine ayna
durumundadır ve hayatını temelde bu sabit belirlenim çerçevesinde devam
ettirir.[91] Eğer kişi
iradî bir sülûk neticesinde, kendisindeki sâbit hakikati hakkıyla ortaya
çıkararak, kendisinde tecellî eden ilâhî ismi ortaya çıkarmaya muvaffak olursa
o vakit a’yânı sabitesine, yani kendisini terbiye eden ismin hakikatine
kavuşmuş olacaktır. Rifâî’nin tasavvuf ve sülûk anlayışında söz konusu kavuşma,
kulun yaratılışından maksadı hasıl etmesi ile aynı anlama gelmektedir.
A’yân-ı sâbite kavramı kişinin
fiillerini tayin etmesi bakımından Ken’ân Rifâî’nin ahlak anlayışında merkezi
bir öneme sahiptir. Her varlığın ya da her bir bireyin ortaya koyduğu hareket
esasen onun a’yân-ı sâbitesinin verdiği izine tabidir. Dolayısıyla,bir fiili
eleştirmek ya da hoş olmayan bir fiili irtikab eden kimseyi kınamak bu anlamda
bir nevi o kişinin ezelî istidadı ile çatışmak demektir. Rifâî o nedenle
bireysel ve sosyal tekamül açısından tehlikeli bulduğu kınama, hor görme gibi
nahoş tavırların, vücûdun birliği anlayışı içinde yeri olmadığını âyân-ı sabite
anlayışı ile aşmaya çalışmaktadır:
“Bütün
varlık âlemi, Hak’ın küllî veyahut cüz'î isimlerinden bir veya birkaçına
mâliktir.
Meselâ
mümin kimse, Hâdî yâni hidâyet edici ismine mazhardır. Melekler, Hakk’ı teşbih
edici isimlere mazhardır. Şeytan ise, kibredici, dalâlet verici isimlere
mazhardır. Kâmil insan ise cümle isimleri kendinde toplamıştır. Herkesin o
âyân-ı sabitede olan ismi ona rabdır, yâni terbiyecidir. O kimse de bu ismin
terbiyesi ve hükmü altındadır.”[92]
Ken’ân Rifâî için â’yân-ı sâbite
görüşü herkesin kendine has gidişine hürmet etme tutumunun ya da en genel
anlamda tasavvuftaki hoşgörü anlayışının ontolojik olarak temelini teşkil eder.
Bununla birlikte herkesin birbirine aynı muhabbet derecesiyle bağlı
olamayacağını belirten Rifâî, a’yân-ı sâbitesi ya da ilâhî isimleri müşterek
olan kimselerin daha kolay anlaştıklarını belirtir. Â’yân-ı sâbiteleri farklı
olan kimselerin tuttukları yolların da birbirinden farklı olacağını kaydeden
Rifâî, böyle bir durumda bu idrak içinde bulunan sâlikin Hakk yolundaki
muhtelif gidişlere hürmet etmesi gerektiğini vurgular.[93]
Vahdet-i vücûd ile ilişkili temel
kavramlardan bir diğeri ise, varlık mertebelerinin sonuncusu olarak
değerlendirilen insan-ı kâmildir. Tasavvuf tarihinin önemli konularından biri
olan insan-ı kâmil anlayışı, tasavvuf literatürüne Muhyiddin İbnü’l-Arabî ile
dahil olmuştur. Bununla birlikte, felsefi kökenleri “küçük âlem” (mikrokozm) ve
“büyük âlem” (makrokozm) düşüncesiyle bağlantılı olan kavramı tarihi
kökenlerinin çok eski kültürlere kadar uzandığı kaydedilir. Kamil insan
toplayıcı bir varlık olarak değerlendirilir. Literatürdeki ifadesi ile kâmil
insan bir tür kevn-i câmi olup âlemde mevcûd her şey küçük ölçekte onda
mevcuttur. Dolayısıyla insan ile âlem arasında bir yakınlık olduğu
düşünülmüştür. Buna göre, “birinde bulunan özelliklerin en azından bir kısmının
diğerinde de bulunduğuna inanılmıştır.” [94]
İnsan-ı kâmil ile eş anlamlı olarak kullanılan kelimelerin başında akl-evvel,
nûr-ı Muhammedî, levh-i mahfûz gibi isimler gelmektedir.[95]
Kaşânî, insân-ı kâmil için mânâlar hazreti ve ikinci taayyün mertebesi
tabirlerini kullanmaktadır.[96]
Abdülkerîm el-Cîlî (ö. 832/1428) ise, insan-ı kâmilin varlığın başlangıcından
ebediyete kadar tek olduğunu ancak sûret itibariyle çok olup her zamanda o
zamanın sahibi suretinde zuhûr ettiğini ve onun ismiyle adlandırıldığını
söyler: “Bununla birlikte onun gerçek ismi Muhammed, Künyesi Ebû’l-Kasım,
özelliği ise Abdullah’dır.”[97]
Ken’ân Rifâî eserlerinde, insan-ı
kâmil konusuna birçok yerde temas eder. Şeyhin terimi müstakil olarak kâmil
kelimesi ya da kamil mürşid terkibi içinde kullandığı da vakidir. Ken’ân Rifâî
tasavvuf sohbetlerinde yer verdiği Peygamber kıssalarını yorumlarken her
peygamberi devrin kamili olarak ele alır ve onların kalbini incitmenin Hakk’ın
gazabına sebep olacağını belirtir. Rifâî’nin bu tür kıssalara yönelik
izahlarında İbnü’l-Arabî’nin Fusûsü’l-Hikem adlı eserinin etkisinde
olduğu görülür. Rifâî bunun yanı sıra insan-ı kâmil konusunu izah ederken
İbnü’l-Arâbi’nin takipçilerinden Sadrettin Konevi’nin (ö. 673/1274) eserlerine
de müracaat eder.
Ken’ân
Rifâî konuyu İbnü’l-Arâbî ve takipçilerinin eserlerine yönelik referanslar
eşliğinde izah eder. Rifâî’ye göre insan-ı kâmil Allah’ın yetkin bir
tecellîgâhıdır. Harici olarak her insan gibi beşeriyet özelliklerine sahip
olmakla birlikte bâtınî anlamda beşeriyet özelliklerinin ötesinde bazı vasıflara
sahiptir. Nefsâni tarafları ilâhi tecellîler vasıtasıyla ifnâ edilmiş olan
kâmil insan Hak ile bekâ mertebesine erişmiştir. Bu hususta Konevî’nin Nefehât-ı
İlâhiyye’sinden alıntılarda bulunan Rifâî, kamil insanın bu eser dahilinde
beşeriyet sınırlarının ötesine geçerek gerçek insan olma keyfiyetini tecrübe
eden tarafının öne çıktığını belirtir. Kamil insanlar zaman kaydının dışına
çıkarak “ebu’l-vakt” yani zamanın sahibi olmuşlardır. Sırasında alemde tasarruf
etme yetkilerini kullanır, sırasında bu özelliği ihmal ederek ilâhî irâdenin
tecellîlerini rızâ içinde kabul ederler.[98]
İslâmî literatürde bilgiyi ifâde
etmek üzere el-ilm ve el-mârife terimleri kullanılmıştır. Bilgi bilen
(özne-suje) ile bilinen (obje) arasındaki irtibat olarak tanımlanır. Bilinen
şey, bilinmiş anlamında bilgi, mâlumat şeklinde de ifâde edilmiştir.[99]
İslâm düşünürleri ilim terimini, bugünkü bilim/sience ve bilgi/knowledge
anlamını kapsayan bir şekilde kullanmıştır. Farklı bilim dalları ise varlığı
bir bütün olarak kavrama yönünde farklı insan etkinlikleri olarak anlaşılmış ve
hakikate ulaşma yolunda bütün bilgi birikimleri değerlendirilmiştir.[100]
Kur’ân’da bildirildiği üzere “âfakta” ve “enfüste” insan için âyetler vardır.[101]
Vahyin yazılı ifadesi, ilâhî kitaplar olduğu gibi kevnî ifadesi ise insanı
içinden ve dışından sarmış olan mükevvenâttır. Her şey ilâhî bir hakikatin
kevnî ifâdesi olup esâsen bir bilgidir. Bir başka deyişle Allah, insanın her
nesneden ve olgudan bilgi çıkarmasını istemektedir.[102]
Tasavvufta bilgiye ulaştıran metot seyr ü sülûktur. Bu yolda sâlik belli
tasavvufî temrin ve tecrübelerle keşfe erişir ve bilgiyi asıl kaynağından
doğrudan alır. Sûfîler tasavvufun diğer disiplinlerin ilim tassavvurundan
farkına dikkat çekmek için yer yer ilim yerine mârifet, âlim yerine ârif
terimlerini kullanmışlardır.[103]
Ken’ân Rifâî’nin bilgi anlayışının
değerlendirileceği bu bölümde öncelikle şeyhin bilgi edinme kaynaklarından duyu
ve akıl ile ilgili görüşleri ele alınacak, sonrasında keşf ve mârifet
hakkındaki izahları incelenektir. Ken’ân Rifâî’nin konu ile ilgili açıklamaları
büyük ölçüde sûfîlerin görüşlerinden etkilenmekle birlikte, içinde yaşadığı
dönemin epistemolojik problemlerine cevap vermeyi de hedefler mahiyettedir.
Ken’ân Rifâî bilgi kelimesini mutlak
anlamda hakikat kelimesinin mukabili olarak kullanır. Onun için bilginin nihâî
objesi hakikattir. Ona göre her bilgi arayıcısı esâsen hakikatin peşinde
olmuştur. Ken’ân Rifâî bilgiyi genelde hakikat ile özdeşleştirirken, özelde
İslâm inancı içinde tevhid ile özdeşleştirmektedir. Ken’ân Rifâî’ye göre ilim
demek tevhid ilmi demektir. Diğer bütün ilimler tevhide eriştirmeleri
bakımından kıymetlidir.[104]
Şeyh bunu birçok yerde bilgilerin gâyesi de Allah’ı bilmektir şeklinde ifade
eder. Tevhid ilmi ise, âlemde görülen çokluk perdesi ardındaki birliği
idrak etmek anlamında olup bu da
fail olarak Allah’ı bilmek ve her görülen şeyde Hakk’ın tecellîsini görmekle
gerçekleşir.[105]
Sûfî ıstılahında Allah’tan başka fâil görmemek şeklinde ifade edilen bu hal,
şeyhe göre kalb-i selîm sahipleri tarafından gerçekleştirilebilir.[106]
Rifâî esasen tevhidden ibaret olan bilginin varlık derecelerinde kendisini
açması nedeniyle izafi bir çokluk gösterdiği kanaatindedir. “Bu gördüğümüz
âlem, bu varlıklar, hep bir noktanın zuhûrundan ibarettir. İşte bilgi de
böyledir. Gerçek, birçok âlemlerden geçerek bu âleme geldikten sonra zuhûr
ediyor.”[107]
Ken’ân Rifâî’nin ifâdelerinden anlaşıldığı üzere âlemde görülen her şey, mutlak
hakikatin yani Mutlak Varlık’ın bir tür tezâhür ve tecellîsinden ibârettir. Her
mevcûd ve ona dair bilgi, mutlak hakikatin nisbî bir görüntüsüdür. Diğer yandan
Rifâî’ye göre bilme faaliyeti, öncelikle bir hatırlama ameliyesidir. Eşyâ ve
çokluk, sonradan zuhûr ettiğine göre, eşyâya dâir bilgi eşyânın zuhûrunu
öncelemektedir. Bu ontolojik sıralama içerisinde, nesnelerle ilgili
mâlumâtımız, hakikat ya da ezel âlemine ait bir gerçekliği hatırlamamız
anlamına gelmektedir.[108]
Ken’ân Rifâî’ye göre insan, bu
mertebeye diyalektik mertebelerin ötesine geçerek ve nefsini ıslah ederek
erişir.[109]
Nefsin ıslahı ve kalbin tezkiyesi sayesinde, gönül ezel aleminden gelecek
bilgiyi almaya müsait hâle gelecektir. Burada Rifâî, hakikat arayışının
“nefsini bilen Rabbini bilir”956 şeklindeki kadîm ifadesini yineler.957
Ancak burada şeyh için kendini bilmenin anlamı nedir? Rifâî’nin
metinlerine bakıldığında, kendini ya da nefsini bilmenin, hemen birçok yerde
nefsin acziyetini ve yokluğunu bilmekle özdeşleştirildiği anlaşılır. İnsan
kendi varlığının geçiciliği ve yokluğunu idrak ettiği takdirde, Hakk’ın
varlığını da layıkıyla bilmiş ve teslim etmiş olacaktır. İnsan bu idrak
içerisinde iken kalbi bir ayna hâline gelecek ve bu suretle hakikat ilmi kalb
aynasında yansıyacaktır.
Ken’ân Rifâî’ye göre hakikat ilmi
aslında insanın bâtınında mevcûttur. İnsan Allah’ın isimlerini bilmek şerefine
mazhar olan Âdem (as)’ın soyundan gelmekte ve bilkuvve bu isimleri kendi
nefsinde taşımaktadır. Şu halde insana layık olan, Âdem
babasının ilmi mirası olan ilâhi
isimlerin bilgisine vakıf ve varis olmaktır. Ken’ân Rifâî, “kendi
nefislerinizde dahi nice ayetler var. Bunları hiç de görmüyor musunuz?”958
ayetine telmihle Âdem’e varis olan kimselerin, alemde ve kendi
nefislerindeki ayetleri görme kabiliyetine sahip olduklarını kaydeder. Zira
kâinatta tafsilatlı olarak açılmış bulunan ayetler, insan da mücmel olarak
mevcuttur. Şu hade insan, yaratılış gâyesine uygun olarak hareket etmeli ve
kendisinde dürülmüş olan bilgiyi tanımaya çalışmalıdır. Aksi taktirde eşrefi
mahlûkat olan insan, bulunduğu insanlık derecesinden düşmek tehlikesi ile
karşılaşacaktır.959
Bilginin bidâyeti ve sonu hakikat
olmakla birlikte, Ken’ân Rifâî için kişiyi o dereceye eriştiren her bilgi türü
de kıymetlidir. Rifâî irşad faaliyetinin daha etkili olması adına irfan sahibi
kimselerin zâhiri ilimler kadar devrin öne çıkan ilim sahalarında da
kendilerini geliştirmeleri gerektiği kanaatindedir.960 Aslında ona
göre, Hakk’ın bilgi ve kudreti karşısında, insanın ilmi ile cehâleti, ümmî ya
da âlim oluşu arasında pek fark yoktur. Ancak Rifâî, mürşidlerin ve din
görevlilerinin kendi devirlerinde etkin olan ilme vakıf olmalarını, irşâdın
tesiri açısından gerekli görür.961 Bu bağlamda “Rabbim ilmimi
arttır”962 ayetini tefsir eden Rifâî, ayette kastedilen ilmin,
Kur’ân’ın mânâsı yani hakikat ilmi olduğunu kaydeder. Şu halde hakiki bilgiye
erişen kimsenin, bu ilme ulaştıran âlet ilimleri ile fazlaca iştigal etmesi,
yücelere çıktıktan sonra merdiven arayan kimsenin haline benzer ki Rifâî’ye
göre bu durum, bir ölçüde abesle iştigal demektir.[110]
Bu gerçeği bilen hakikat arayıcısı, zâhirî ilimleri tahsil ederken araç
derecesinde olduklarını hatırlamalı ve o ölçüde talip olmalıdır. Kendi nefsinde
ilme erişen kimsenin vasıta ilmine ihtiyacı azalmış olduğundan, bu ilmin
talebinde hırslı olmak onun için doğru olmayacaktır. Ken’ân Rifâî’ye göre esas
olan, kişininin kendini bilme ilminin peşinde olmasıdır.[111]
Şeyhin deyişiyle ilim, sahibini bilmek ve bulmak demektir.[112]
Rifâî’ye göre fen bilimleri insanı mâneviyata ileten bir alet mesabesinde
olduğu sürece hakkıyla çalışılmış demektir. Söz gelimi bir tıp öğrencisi, incelediği
insan vücûdundan Hakk’ın yaratmadaki inceliklerine erişebiliyorsa, o vakit
çalıştığı ilmin hakkını vermiş demektir.[113]
Ken’ân Rifâî’nin keşf ve mârifet ile
ilgili görüşlerine geçmeden önce, onun bilgi kaynağı olarak duyular ve akıl
konusundaki görüşlerini incelememiz gerekir. Bilginin kaynağı ile ilgili
tartışmalar Eflâtun’dan (ö. M.Ö. 347) başlayarak bugüne kadar devam eden önemli
bir meseledir.[114]
İslâm düşüncesine gelindiğinde ehl-i sünnet mezhebinin iki ünlü temsilcisinden
biri olan İmâm Mâturidi’ye (ö. 333/944) göre bilgi kaynakları, her biri ayrı
alanda geçerli olmak üzere temelde üçtür: Duyular (ıyân), haberler (ahbâr) ve
akıl (nazar). Fizik alemle ilgili bilgimizin kaynağı duyular, tarihi bilgimizin
kaynağı haberler, gayba ait konularda ise istidlâl ya da Peygamberin haberi en
temel kaynaklardır.[115]
Eşârî ve Mâturidî ekolleri bu konuda mutabakat hâlindedir: Duyu ve akıl ile
idrâk edilen bilgi mutlak olan vahyî bilgiyi destekleyen ve doğrulayan nazarî
bilgiler olarak kabul edilmektedir. İmam Mâturidi duyulara ve duyularla elde
edilen bilgiye kıymet vermektedir: Duyular, insanın hemen hiç bir şeyi
bilmediği başlangıç hâlinden bilme ve idrak etme seviyesine gelmesine vesile
olan en temel vasıtadır.
Ken’ân Rifâî’ye göre hisler ya da
duyular, hakikati küllî olarak ihata ve idrâk etmek için yeterli bir vasıta
değildir. Şeyh Mesnevî’de geçen dört Hintli’nin karanlıkta fili tanımaya
çalışması ile ilgili hikâyenin şerhinde bu görüşünü açıkça ortaya koymaktadır.[116]
Bu bağlamda Rifâî, küllî bilgiye ulaşmak için beş duyunun ve hatta cüz’i aklın
da yeterli olmadığını kaydeder. Hakikati küllî olarak kavrayabilmek için küllî
akıl ve bütünü görmeye güç yetiren bir görüş lazımdır. Küllî bilgiye ulaşmada
cüz’i aklın hükmü de, aynı şekilde yetersizlik ve liyakatsizlikden ibarettir.
“Deryâ-yı Hakk’ı görmek ister isen, dîde-yi Hak-bîn ile nazar et. İşte bunun
içindir ki Allah’ı ancak Allah görür, Allah’ı ancak Allah bilir, dediler.”[117]
Rifâî’ye göre hakikati kavramak için baş gözü değil idrak gözü gereklidir.
Ken’ân Rifâî’nin ilim anlayışı ve
bilgi ile ilgili yaklaşımlarında XIX. yüzyılın ikinci yarısında öne çıkan
pozitivizme yönelik eleştirileri dikkat çeker. August Comte (ö. 1857) ve Emile
Littre (ö. 1881)’nin öncülüğünü yaptığı pozitivizm, Rifâî’ye göre yalnızca
görülen, işitilen, duyulan hasılı yalnız hisler vasıtası ile elde edilen
bilgiyi kabul etme şeklindeki bilim anlayışıdır. Rifâî’ye göre bu ilim
adamları, duyuların örtesinde bir alanın varlığını ya da böyle bir alanla
ilgili bilgiye ulaşmanın imkansızlığını kabul etmekle asıl meseleyi
kaçırmaktadır: “Garplı ilim adamlarının telâkkilerine göre ilim, hâdiseleri
tahlil ve îzah etmekten ibarettir ki bu connaissance discursive, yâni nazarî
bilginin veya aklın, connaissance intuitive yâni gönül bilgisi ile münâsebeti
yoktur.”[118]
Rifâî’nin burada Fransızca “connaissance intuitive” olarak ifade ettiği ilim,
Mehmet Ali Aynî’ye (ö. 1945) göre, husûli ilmin (okuyup öğrenmekle elde edilen)
karşıtı olan huzûrî ilim (intuition) kavramına denk düşer.[119]
Ken’ân Rifâî, bu tanımın ardından söz konusu anlayışın yetersizliğini çeşitli
örneklerle ortaya koyar. Şeyhe göre hislerle ve akıl ile elde edilen bilgi
derinlemesine incelendiğinde aldatıcı olduğu görülür. Bu yaklaşımını “velhâsıl
hislerimiz, eşyânın hakikati hakkında bizi aldatmaktadır.. duygularımız pek
zayıf ve eksik olduğu için pek çok tabiî hâdiseler, bu hislerin bilgi ve tahkik
dâiresinin dışında kalmaktadır”[120]
sözleriyle ifade eden Ken’ân Rifâî, Batılı ilim adamları arasında gönül
bilgisini kabul edenler bulunduğuna dikkat çekerek onları takdir eder.
Bu isimlerden Louis Pasteur (ö.
1895), ruhu beşeri imkanlar ile görmek mümkün değildir, ruhu ruh ile görmek
lazımdır, diyerek his ve akıl ötesinde bir bilgi kaynağından bahsetmesi
nedeniyle şeyhin takdirini kazananlar arasındadır. Filozoflarından Henri
Bergson ve Pascal (ö. 1662) yine aynı yöntemi kullanması ile diğerlerinden ayrı
bir yerdedir: “Bergson, gönül
bilgisinin hayat ile beraber, maddenin dahi zâtını idrak edebileceğini isbat
etmekte ve demektedir ki: Kül ile ene; mâhiyetçe aynı şeydir. Binâenaleyh
insanoğlu nefsini derinlemesine araştırırsa, onu idrak eyler.”[121]
Felix Ravaisson (ö. 1900) ile Friedrich Schelling (ö. 1854) gönül bilgisini
kabul etmekle Bergson’a eşlik ederken, Charles Darwin (ö. 1882) aklı ve
bilimsel bulguları öne almakla gönül adamları halkasının haricine çıkmıştır.[122]
Ken’ân Rifâî’nin bu ve benzeri ifadelerinden dönemin bilim algısına kaynak
teşkil eden pozitivizm ve materyalizm akımlarına karşı eleştirel bir yaklaşım
içinde olduğu anlaşılır. Şeyh ayrıca bu bilgi anlayışının intaç edeceği dünya
görüşü ve onun ortaya çıkaracağı problemlere dair bir öngörüye de sahiptir.
Rifâî İslâm geleneğinde bir bilgi kaynağı olarak duyuya verilen önemi ortaya
koyduğu kadar XIX. yüzyıl bilim anlayışına temel teşkil etmesi nedeniyle, eserlerinde
duyu ile elde edilen bilginin yetersizliği konusuna özel vurgu yaptığını
söyleyebiliriz.
Bilgi edinme kaynaklarından bir
diğeri de akıldır. Kur’ân’da akıl sahibi olan müminlerin, tezekkür ve tefekkür
fiillerini birlikte icrâ ettikleri/etmeleri gerektiğine değinir.[123]
Hakk’ın zikri, kulu hilkat üzerine tefekküre sevkedecektir. Kur’ân’da akletmek
kalple yapılan bir ameliye olup müminler gerek Kur’ân gerek tabiat ayetleri
üzerinde düşünmeye ve eserden müessire ya da suretten öze yükselmeye, yani
soyutlama yaparak bilgiye/hakikate ulaşmaya çağrılır.[124]
İlk dönem zâhid ve sûfîleri akla, din ve ahlâk alanında sağladığı pratik
faydaları açısından bakmışlar ve aklı naslara uygun yaşamayı temin eden imandan
sonraki en büyük nimetlerden biri olarak görmüşlerdir.[125]
Ancak sûfîler hakikatlerin akıl yoluyla kavranamayacağını belirterek
nazarî aklı reddetmişlerdir. Hak ile
batılı birbirinden ayırd eden nûr anlamındaki akıl, sûfîlerce kalb ile
özdeşleştirilmiş olup ulaşabileceği son nokta hayret olarak kabul edilmiştir.[126]
Sûfîler arasında yaygın olan akl-ı maâş dünya işlerini tedbire yarayan akıl;
akl-ı maad ise âhiret işlerini tedbir eden akıl anlamındadır.[127]
Akl-ı kül, akl-ı evvel gibi terkibler İbnü’l Arabî ve takipçilerinin, birlikten
çokluğun zuhûrunu izah ederken kull andıkl arı kavramlardandır.[128]
Ken’ân Rifâî’ye göre “akıldan maksat
bilmek, düşünmek, öğrenmek ve bulmak demektir.”[129]
Akıl insanın ilâhî teklife muhatab olmasını temin eden en önemli bir yeti olup
insan ancak akıl sayesinde ibâdet ve kulluğu idrak ile imkanına sahip olmuştur.
Yine aynı akıl sayesindedir ki insan tedbirli hareketlerde bulunur bu da ona
cüz-i irâde sahibi olduğunu ve yaptıklarından sorumlu olduğunu hatırlatır.[130]
Ken’ân Rifâî insanı diğer canlılardan üstün ve ilâhî teklife muhatab kılan yönü
sebebiyle akla kıymet verir. Fark ve temyiz edici akıl dolayısıyla insan, bütün
yaratılmışlar içerisinde sorumluluk sahibi olan tek mahlûktur.[131]
Nitekim insan doğru ile yanlışı, küfür ile imânı haram ile helalin arasını akıl
sayesinde ayırd eder.[132]
İnsanın istikamet üzere ilerlemesini temin eden şey, şecaat ve şehvet
güçlerinin akıl ile dengelenmesine bağlıdır.[133]
Rifâî, tarîkat özelinde ise aklın rolüne, daha farklı yaklaşır. Sâlik akıl
sayesinde derûnundaki aşkı, namahremden/anlamayan sakınacak ve yine onun sayesinde
şeyhine söz getirecek davranışlardan uzak duracaktır.[134]
Buradan Rifâî’nin insanı diğer canlılardan ayırt eden ve teklifin temel
şartlarından biri olan akla, tarîkat kurumu içerisinde dengeli derviş profilini
temin edici özelliği sebebiyle ayrıca değer verdiği anlaşılmaktadır. Ken’ân
Rifâî aklı insanın kendi nefsini ve Rabbini bilmesinde en önemli bir araç
olarak görür.[135]
Burada akıl vasıtasıyla nefsi ve Rabbi bilmekten kasıt, Kur’ân ayetleriyle
tavsiye ve emredildiği şekilde, insanın Allah’ı alemlerin hâlıkı ve terbiye
edicisi olarak kabul etmesi ve bu suretle kuluğunu teslim etmesi anlamındadır:
“İnsanlık demek akıl demektir. İnsanlığını, dünyâya gelişinin ve gidişinin
mânâsını bulan akıl demek.”[136]
Fakat Rifâî’ye göre ilâhî hakikatleri keşfetmek ve mârifete ermek aklın gücünü
aşar: “Akıl da ayna da hakikati ayniyle gösterirler.”[137]
Rifâî, ayna tabirini çoğunlukla cilalanmış kalb için kullansa da burada benzer
manada akıl için kullandığı görülür. Aklın aynalık fonksiyonunu yüklenmesi onun
hakikati idrak yönünde bir gelişim göstermesi anlamına gelir. Bu noktada şeyhin
bahsettiği özellikleri kazanmış olan aklın fonksiyon olarak İmam-ı Gazzâli’nin
el-aklü’l-kudsîsi ile benzerlikler arzettiği kaydedilebilir.[138]
Ken’ân Rifâî akıl konusunu işlerken
sûfî literatürde yer etmiş olan maâş ve maad akıl ayrımına da başvurur.
Rifâî’ye göre maaş akıl, yalnız maişete yani geçim işlerine eren akıldır. Maad
akıl ise insanın aslına dönüşünü temin eden ve onun arayışında olan akıldır.
Şeyhe göre bu ikincisi son derece kıymetli olup vücûtta hakim olmamak şartıyla
maaş aklın kendine has işlerini takip ederek salike yardımcı olmasında bir beis
yoktur. Şu halde maaş akıl büsbütün terkedilmemeli ancak maad aklın yani
hakikate ve asla kabiliyeti olan aklın hizmetine verilmelidir. “Fakat hüküm ve
galebe maaş aklının olursa, maâd aklına yol ve meydan vermez”[139]
diyen şeyh, maaş akla tâbi olan bir bünyenin hakiki bilgiye ulaşmaktan mahrûm
kalacağını kaydeder. Çünkü akıl, gönül marifetini tam olarak hiç bir zaman
kavrayamayacaktır.[140]
Ken’ân Rifâî, akıl konusunu ele alırken cüz’î-küllî ayrımına da başvurur. Şeyhe
göre cüz’î akıl, cemâli görmekten perdelidir. Şeyhe göre hakikatlere erme
konusunda cüz’î aklın yeterliliğini savunanlar bilginin gerçek kaynakları
hususunda aldanma içindedir.[141]
Ken’ân Rifâî aklın hakikate
eriştirmedeki kudretsizliğini, insandaki bu gücün mahlûk oluşu ile
ilişkilendirir. İnsanın kendisi mahlûk olduğu gibi düşündüğü ve tasavvur ettiği
şey de ancak mahlûk olabilir. İnsan cüz mesabesinde olduğu için ona ait olan
cüz’î aklın hükümleri de bir nevi zandan ibarettir. İnsan aklının kapasitesi ve
gücü yaratılmışlarla sınırlı olduğu için, onun kendisini yaratanı idrak
edebilmesi mümkün değildir.[142]
Buna karşın akıl kendi kesâfetinden sıyrılarak (külle karışarak) yol aldığında,
görünen alemin ardındaki hakikatleri yani eşyânın hakikatini idrak etmeye
başlar.[143]
Şeyhe göre iç alemi/bâtın akıl izah edilecek bir keyfiyet değildir. Rifâî’nin
burada kastettiği, bâtın âleminin akıl dışı değil fakat akıl üstü olması
durumudur. Bâtın aleminin bu özelliği nedeniyle akılla ilerlemeye çalışan
filozoflar o âleme ait bilgilere tam olarak ulaşamazlar. “Filozoflar içinde
bihakkın hakikate ermiş bir kimse tasavvur edemiyorum. Çünkü bunların
bilgilerine ve bildiklerine akıl delil olmuştur. Akıl ise mahlûk olmak
hasebiyle kendi üstünde olan hakikatleri idrak edecek kudret ve kuvvette
değildir. ”[144]
Zeki olmalarına rağmen Immanuel Kant (ö. 1804)
ya da Arthur
Schopenhauer
(ö.1860) gibi filozoflardan peygamberlik zuhûr etmemesi kullandıkları vasıtanın
yani aklın bu alandaki yetersizliği sebebiyledir.[145] Bu tür tespitlerinde aydınlanma ile
öne çıkan hümanizmin -insan aklının üstünlüğü ve Tanrı’dan bağımsızlığı
anlayışının- geleneksel öğretilerle bir tür sağlamasının yapıldığını söylememiz
de mümkündür.[146] Sonuç olarak şunu kaydetmeliyiz ki
Ken’ân Rifâî İslâm düşünce geleneğinde yer bulduğu şekliyle hevanın karşıtı
olan akla önem verirken, sûfîler arasında hakim olan “metafizik konularda aklın
yetersizliği” şeklindeki genel hükme de katılır.
Keşf kelimesi sözlükte bir şeyi
örten perdeyi kaldırarak açığa çıkarmak, meydana çıkarmak ve bu suretle
bilinmeyen hakkında bilgiye ulaşmak gibi anlamlara gelmektedir.[147]
Seyr ü sülûk esnâsında hicapların ne kadarının aradan kalktığına bağlı
olarak keşfin de dereceleri olduğu
söylenmiştir. Sâlik perdeler açıldıkça sırayla muhâdara, mükâşefe ve müşâhede
derecelerini tecrübe eder. Burada müşâhedenin, mârifete dayandığı ileri
sürülmüştür.[148]
İlme’l-yakîn, ayne’l-yakîn ve hakka’l-yakîn şeklinde ifade edilen yakîne ait
sıralamada[149]
mükâşefe ayne’l-yakîn ile örtüşmektedir. Bu hususta Kitap ve sünnetle
çelişmeyen keşfin Hak olduğu, Kur’ân ve sünnetle uyuşmayan keşifle amel
edilemeyeceği ve dolayısıyla gerçek müridin keşf peşinde değil Kur’ân ile
sünnet peşinde koşması gerektiği söylenmiştir.[150]
İlk devirden itibaren sûfîler keşfî dinî hakikatlere eriştirmede tasavvuf
ilmine has ve onu diğer disiplinlerden ayıran temel bir yöntem olarak kabul
etmişlerdir. Sûfîler, duyu ve akıl ile elde edilen bilgi ile keşif, ilham ve
iyân ile elde edilen bilgi arasında bir ayırıma giderek keşfî bilginin
diğerlerine üstünlüğünü savunmuşlardır.[151]
İlham, keşf ve mârifet kelimeleri bu bağlamda kimi zaman birbirlerinin yerine
kullanılmıştır.[152]
Ken’ân Rifâî’nin metinlerinde keşf
kelimesi çoğunlukla “keşif ehli,” “keşif ve kerâmet mertebesi” gibi terkipler
içerisinde ve perdenin kalkması ile eşyânın hakikatinin ortaya çıkması
anlamında kullanılır. Rifâî mükâşefe terimini de keşf kavramı ile izah eder ve
her iki kavramı birbirinin yerine kullanır.[153]
Rifâî’ye göre keşf sâliğin sülûk esnâsında yaptığı mücâhede ve riyâzâtın bir
neticesidir. Keşf ehli kendisini nefis terbiyesi ve bunun gereği olan bazı
temrinlere adamıştır. Bu süreç içerisinde sûfî gayba ait bazı sırlara vakıf
olabilir ve kendisinden kerâmet zuhûr edebilir. Rifâî’ye göre Hint fakirlerinin
dahi perhiz ve riyâzet ile ulaşabildiği bu türden acaip haller tasavvufun
maksad ve gâyesi olamaz.[154]
Ken’ân Rifâî keşf ehlinin gayba ait bu ilk bilgiye takılmayarak kerameti
gizlemeleri gereği üzerinde durur. Sülûk ehli için bu mertebe tecellîleri
itibariyle tehlikeli olup sâlikin burada kalmayarak ilerlemesi maksada en uygun
olandır. Yukarıdaki izahlardan Rifâî’nin sûfîler arasında yaygın olan gerçek
sûfînin keşf arzusunda olmayarak Kur’ân ve sünnete talip olması gerektiği
şeklindeki yaklaşıma katıldığı anlaşılır.
Kenân
Rifâî keşfin makbul olanını ifâde etmek üzere “mânevî keşf’ tabirini kullanır.
Ona göre mânevî keşf sayesinde sâlik, Allah tecellîsinden hâsıl olan mücerret
hakikatlere ve gayb mânalarına erişecektir. Bu manalara giden yolda mertebeler
vardır ki bunların ilki sûfîlerin hads[155]
adını verdiği mertebedir. Salik hadsin de ötesine geçerse düşünmeye ihtiyaç
duymaksızın aklî manaları keşfettiği nûr-i kuds adı verilen bir hali tecrübe
eder. Rifâî ilham almaya başlayan sâlikin böylelikle kalbine gayb ve ledün
ilimlerinin doğmaya başlayacağını ve bütün gaybî sırların böylelikle ona
açılacağını belirtir. Öyle ki o kimse artık bir şey vücûda gelmeden önce o şeyi
aynıyla bilecek duruma gelir. Rifâî’ye göre burası kemal mertebesi ve onu idrak
edenler de kâmillerdir: “Kemal erbâbı ise himmetlerini Hak’ta fânî olup yine
Hak’ta bakî olma yoluna sarfederler.”[156]
Mânevî yükseliş sırasında kemal erbabının eriştiği bu mertebe, Rifâî’ye göre
müşâhede makamıdır ve mükâşefeden üstündür. Bilineceği üzere es- Serrac, eseri el-Lüma’da
müşahedeyi yakîn kavramına benzer bir anlamda kullanır.[157]
El-Kuşeyrî Abdülkerîm (ö. 465/1072)
ise eseri er-Risâle’de konuyu muhâdara, mükâşefe ve müşâhede şeklinde
üçlü bir tasnifle ele alırken müşâhedenin keşf ya da mükâşefe neticesinde
ortaya çıktığını belirtir.[158]
el-Hücvîrî’de eseri Keşfü’l-Mahcûb’’ da konuyu benzer şekilde ele alır.[159]
Rifâî’nin müşâhede ile ilgili izahlarında, genel olarak onun ilk dönem sûfî
müelliflerinin konuyla ilgili kanaatlerine katıldığını söyleyebiliriz.
Rifâî’ye göre müşâhedenin temelde
iki manası vardır. Birincisi eşyâyı Hakk’ın birliğine delil olarak kabul etmek,
ikincisi ise eşyâda Hakk’ı/Hak tecellîsini görmektir. Şeyhe göre mevcûdatta
görülen her şey Hakk’ın bir esma ve sıfatının tecellîsine mazhar olduğu ve bu
tecellîye de nihayet olmadığı için eşyâda Hakk’ın tecellîsini idrak eden sûfî
aynı esnada müşâhede mertebesini de tecrübe eder. Şeyhin bu ifadelerini
tamamlarken İbnü’l-Arabî’nin “şu halde abd, kendisinde zuhûr eden tecellî
itibariyle Rab’dır, Rab da, mukayyet bir vücûddan zuhûr etmesi îtibâriyle
abddir”1013 ifadelerine başvurması müşâhede anlayışında, onun bu
konuda İbnü’l-Arabî’nin görüşlerinden etkilendiğini göstermektedir.
Sâlikin her şeyde Hakk’ı müşâhede
etmesi nasıl gerçekleşmektedir? Ken’ân Rifâî meseleyi vahdet galebesi tabiri
ile izah eder. Buna göre sâlik müşâhede mertebesinde tam anlamıyla bir
vahdet/birlik idraki içinde olup eşyânın çokluğundan birliğin zuhûr ettiğini
görmeye başlar. Şeyhin deyişiyle “vahdet galebe edince âşıklık mâşukluk, sizlik
bizlik kalmaz. Âşık, mâşuk ve aşk bir olur. Eğer kesret galebe ederse, senlik,
benlik ve taayyün zâhir olur.”1014 Rifâî vahdetin galip gelmesi
durumunu Hz. Mûsa’ya Tûr Dağı’nda vaki olan tecellî ile izah eder: “Onların varlık
gösteren yok olmuş vücûdları Tûr’u, Hakk’ın cezbesi tecellîsinin
sarsıntılarıyle kendinden geçip tamâmiyle muzmahil olmuş, silinip gitmiştir.”1015
Şeyhe göre Hakk’ın cezbesi büyük bir tecellî olup bu konuda istidad sahibi olan
kimsenin kendi varlığına dair şuûrunu tamamen yok eder. Ken’ân Rifâî için
müşâhedenin gerçek anlamı Hakk’a vuslattır. Hakk’a vuslat, zulmani perdelerden
sıyrılarak mükâşefe makamından geçen sâlikin, varlıkta Hak tecellîsinden başka
bir şey görmemesi hâlidir: “Soyun varından ey Ken'ân/ Görürsün vâr olan Allah.
Esasen ondan gayrı bir şey yok ki...”1016 Tevhidi müşâhede etmek
ancak temiz bir kalbin yapabileceği bir iştir. Kavramın kullanıldığı diğer
bağlamlara bakıldığında, Rifâî’nin müşâhedeyi, her mertebede ve her şeyde
Hakk’ı görmek şeklinde tanımladığı anlaşılır. Müşâhede bir anlamda gören ve
görülen ikiliğinin silinmesi hâlidir:
“Böylece
de sâlikin Hakk’ı halksız görmesi, eşyâyı Hak ile görüp kendi kuvvet ve
irâdesinden çıkarak Cenâb-ı Hakk’ıın kudret, kuvvet ve irâdesinin kendinde
tamâmiyle zuhûr etmesidir. [Cem] Sâlikin küllî bir yokluk ile yok olup zâhirde
de bâtında da varlıktan, dünyâdan fenâ bulmasıdır. Sâlik bu mertebede bütün
mahlûkâtı ve mevcudatı Hak gözüyle görür. Böylece de kesreti vahdette, vahdeti
kesrette müşâhede eder. [Cem’ü'l-cem]”[160] “Allah'ı müşâhede etmek üzere amel
eden kimseler ariftir. Allah'ın kendilerini gördüğünü bilerek amel eden
kimseler ise muhlistir.”[161]
Gerçekten de Ken’ân Rifâî için bilme
ve görme arasında bir yakınlık ya da ayniyet vardır. Bunun yanı sıra
kendisindeki ilâhî emânetleri, isimleri bilen ve bu suretle esasında kendini
bilen kimse, şeyhe göre insanlığın gerçek anlamını da bilmiş demektir. Rifâî
için bilme ile görme arasındaki anlam yakınlığı, görme ile irfan arasında da
mevcuttur. Ken’ân Rifâî için hakiki bilgi, görgü ile hasıl olan marifettir.
İnsan o marifete, müspet ile menfiyi, celâl ile cemâli tek bir gerçeklik olarak
kabul etme sayesinde ulaşır. Zira zıt kutupların birleşmesiyle insanın içinde
kemâle/birliğe ait bir ışık uyanır. Kişi o nurun aydınlığında kendindeki hakiki
varlığı görür. Rifâî insan vücûdundaki nefis ile ruhu müspet ile menfiye örnek
olarak verir ve bilgiye ulaşmayı temin eden nurun bu iki gücün izdivacından kaynaklandığını
kaydeder.[162]
Ken’ân Rifâî için mârifet eşyâ
aynasında Allah’ın tecellîsini can gözüyle görmektir. Cenâb-ı Hakk’ı yakîn
gözüyle görücü olmak marifettir.[163]
Şeyhe göre bu görüş, zıtlardaki birliği görmek anlamındadır. Esasen irfan da
budur. Rifâî’nin yaklaşımına göre, zıtlardaki birliği görmek, mevcûdat âleminde
abes bir şey görmemek anlamındadır. Ona göre dünyada görülen çokluk ve zıtlık,
Hakk’ın birliğine perdedir. Allah’ı bilmek ve görmek ise bu çokluk perdesi
ardındaki birliği idrak edebilmek anlamına gelmektedir. Rifâî’nin deyişiyle:
“İşte bu çoklukta birliği görüş ve o suretle Hakk’ın cemâlini temâşâ ediş ne
kadar tatlı şeydir. Sen o münkirde de ilâhî saltanatı seyret.” Rifâî bu görüşe
sahip olan kişinin, mârifet ve irfan sahibi olduğunu kaydeder. Onun için,
irfân-ı Muhammedî, tevhidi çokluk aleminde seyredebilmek demektir.[164]
Ken’ân Rifâî sûfîler arasında
yakînin dereceleri olarak bilinen ilme’l-yakîn aynel yakîn, hakke’l-yakîn
şeklindeki tasnifi benimser.[165]
Bu tasnifin onun tasavvuf düşüncesinde önemli bir yeri olduğunu belirtmemiz
gerekir. Şeyhe göre bir şeyi ilmen bilmek kıymetli olsa da görerek
bilme/ayne’l-yakîn derecesinin yerini tutamaz.[166]
Rifâî bilgideki bu derecelenmeyi Medine şehri hakkında farklı derecede bilgi
sahibi olan kimseler örneği ile izah eder: Medine’yi uzaktan bilenler
ilme’l-yakîn bir bilgiye sahip iken onu bizzat görerek bilenler bu şehri
ayne’l-yakîn seviyesinde bilmektedir. Medine’de yaşayarak Medine’yi bilenler
ise orayı hakka’l-yakîn olarak tanıyor demektir. Şeyhe göre bu üçüncü tür
bilgide kişi bildiği şeyi kendi nefsinde bilmiş başka bir deyişle bildiği şeye
dönüşmüştür.[167]
Mârifet sözlükte masdar olarak
bilmek, tanımak, ikrarda bulunmak anlamlarına gelirken isim olarak bilgi
anlamına gelmektedir. İlim kelimesiyle eş anlamlı olarak kullanılmakla beraber
aralarında bazı farklar vardır.[168]
Sûfîler için gerçek bilgi keşf, ilham, irfan, ilm-i ledün olarak da ifâde
edilen marifettir. Bu bilgi gerçek bilgi olup diğer bilgi kanalları ile elde
edilen bilgiden üstündür.[169]
Buna vesile olan güç kalb ise, sûfî literatüründe keşif ve ilham mahalli olup
ilâhi isim ve sıfatların en mükemmel şekilde tecellî ettiği bir yerdir.[170]
Ken’ân Rifâî eserlerinde kalbin
çeşitli özelliklerine değinir. Ona göre kalp Allah’ın inâyetine muhatap olan,
korku, hüzün, neşe, pişmanlık gibi hallerin taşıyıcısı
olan bir makamdır.[171]
Kalb vücûdun şâhıdır; o düzgün olunca bütün vücûd düzgün olur.[172]
Ken’ân Rifâî’nin metinlerinde kalb Allah’ın nazargâhı,[173]
Hakk’ın halvetgâhı, ayna ve insan vücûdunda Cebrail ya da Peygamber makamını
temsil eden güç gibi özelliklerle tavsif edilir.[174]
Kalb için kullanılan bu ifadelerin ortak özelliği alıcı ve aracı durumunda
bulunmalarıdır.[175]
Rifâî’ye göre kalb merkeze muhatab olan alıcı bir güçtür. Gafletten korunan bir
kalb Allah’ın lütuf ve keremini kabul etmeye hâzır hâle gelmiştir.[176]
Şeyh bu hâli “işte Allah ile senin aranda Cebrâil olduğu gibi, ruh ve cisim
arasındaki kalb de Cebrâil’dir”[177]
şeklinde dile getirir. Bu özelliklere sahip olan bir kalbin Cebrail makamı gibi
olduğunu kaydeden Rifâî, bu ifadeyle insan vücûdunda kalbin ilâhî bilginin
aracısı mesabesinde bulunduğuna dikkat çeker.
Ken’ân Rifâî’ye göre kalb marifet
makamıdır ve tasavvufî anlamda bilgi, onun vasıtasıyla elde edilir.[178]
Rifâî tasavvufî bilgiyi aklın istidlâller nazariyesine başvurulmaksızın
kesbolunan kalb marifeti, bir başka deyişle Allah bilgisi şeklinde tanımlar.[179]
Ebû Hureyre’nin Hz. Peygamber’den aldığı ve halka neşretmekten itina ettiği
özel bilgi türü de aslında budur.[180]
Rifâî’ye göre kalb beşeriyet icabı işlerle fazlaca iştigal ederse perdelenir ve
hastalanır. Şeyh, bu tür bir mânevî kir için, “beşeriyet kesafetinin tozları”
ibaresini kulanır.[181]
Zira dünya şehvet ve arzularına meyleden bir kalb zamanla kararır, paslanır[182]
ve bundan dolayı sıkıntı duymaya başlar.[183]
Böyle bir durumda kalbin üç hastalıktan birine tutulması muhtemeldir: Haset,
ahmaklık ve hakikat nüktelerini anlamaya güç yetirememek.[184]
Esâsen parlak bir cevher olan kalb bu durumda bakımsızlıktan kararmış,
cehaletle perdelenmiş olur ki söz konusu hal kalbin “dîdârı görmesine mâni
olur.”[185]
Ken’ân Rifâî için kalbin cehâletle paslanması ve kararması demek tevhid
bilgisini unutması ve bu nedenle vahdet
tecellîsini görmemesi anlamındadır.
Kalb tevhid ilmine dönmek, ahlâkı güzelleştirmek, her yerde ve her şeyde
Hakk’ın tecellîsini görmek suretiyle temizlenmelidir.[186]
Böylelikle kalb aslî görevi olan aynalık vazifesini yerine
getirmeye devam edebilir. Gönül ise Rahman’ın müşâhede edildiği yerdir.[187]
Ken’ân Rifâî’nin kalbin kirliliği için cehalet kelimesini, temizliği ifade
ederken de bilmek ve görmek ifadelerini kullanması kalbin bilgi aracı olma
özelliğine yönelik bir vurgu olarak değerlendirilebilir.
Ken’ân Rifâî’ye marifeti kalbin
bilgisi ya da Allah bilgisi ifadeleriyle tarif ederken,[188]
başka bir bağlamda marifeti daha kapsamlı bir şekilde şöyle izah eder:
“Cenâb-ı
Hakk’ın rubûbiyetini yâni Rab oluşunu kemâliyle idrak eylemek ve kulluğun
şânına lâyık olan ameller ve vasıflar ile de nefsini tanımak ve hiçbir şeyin
Allah’ın emrinden hâriç olmadığını; rızkı da Cenâb-ı Hakk’ın verdiğini
bilmektir. İşte ancak bu kimse irfan ve zikir sahibidir.”[189]
Konuyla ilgili diğer açıklamaları da
dikkate alındığında, Rifâî için marifetin Allah’ı bilmek ile özdeş olduğunu
söylememiz mümkündür. Buna göre Allah’ı bilme anlamındaki marifet, öncelikle Allah’a
imanla başlar. İmanın kemale ermesi için kelime-i tevhidi kavlen söyledikten
sonra, kalbî ve fiilî olarak da bu imanı tasdik etmek gereklidir. Şu halde
tevhidin manasını hal etmiş kişinin Allah’tan başka fâil ve mevcûd olmadığını
bilerek her hal ve hareketini ona göre düzenlemesi icab eder. Rifâî her
mevcûdun Hak’a mazhar olduğunu gören böyle bir kimseden, Hakk’ın zât
tecellîlerinin zuhûr edeceği kanaatindedir. Ona göre tevhidin kavlî ve fiili
tezâhürleri, aynı zamanda sülûk ehlinin marifetullaha eriştiğinin de en açık
bir işaretidir.[190]
Ken’ân Rifâî’nin metinleri tetkik
edildiğinde onun tasavvufu marifet ile özdeşleştirdiği görülür. Şeyh için
mârifet, seyr ü sülûk neticesinde erişilen bir bilgidir. Kabiliyetli sâlik
sülûkünde, kendinden ve kendisine ait her türlü şeyden samimi bir feragatla
geçtiğinde bu suretle marifete erişecek ve sırlar aleminin nuruna gark
olacaktır.[191]
Ken’ân Rifâî’ye Allah bilgisi ya da
marifet insanın nefsini acz makamında bilmesi demektir. Bu ise, nefsin ancak
sülûk neticesinde ulaşabileceği bir bilgidir.[192]
Seyr ü sülûk sırasında sâlik sabır, şükür, tevekkül, rızâ ve
fenâ gibi makamlardan geçip neticede kendi varlığından sıyrılarak Allah’tan
başka fâil görmediği bir makama erişir.[193] Böyle bir
kimse ölmeden önce ölme derecesine ermiştir ki Rifâî’ye göre bu dereceye eren
kişi henüz hayatta iken marifet cennetine girmiş ve şuhûd gözüyle Hakk’ı
görmeye başlamıştır.[194] Rifâî’ye
göre sâlikin şuhûda ermesine vesile olacak en etkili yöntem ise her zaman
şeyhinin huzurunda olduğunu bilmesidir. “İşte şeyhini gözünün önüne getire
getire, her yerde Allah'ın mevcûdiyetini, hâzır ve nazır olduğunu hal olarak
bilirsin. Müşâhede ve marifet de bunun içindedir.”[195]
Müşâhede ve mârifete eriştiren yol bununla başlar.
Ken’ân Rifâî’nin bilgi anlayışını
incelerken öncelikle duyu ve akıl yolu ile elde edilen bilgi hakkındaki
görüşleri ele alınmıştır. Görüldüğü üzere Rifâî hevanın karşıtı ve insanı diğer
canlılardan üstün kılan bir özellik olarak akla kıymet vermekle birlikte
metazifik alanda bilgiye erişmek için aklı yeterli bulmaz. Şeyhe göre duyular
da metafizik alanda bilgi edinmek için geçerli bir bilgi aracı olamaz. Ken’ân
Rifâî duyular aracılığı ile elde edilen bilgilerin geçersizliği konusuna
sohbetlerinde geniş yer ayırır ki bu durum onun XIX. yüzyılda öne çıkan
pozitivist bilgi anlayışına eleştirel bir yaklaşım içinde olduğunu da gösterir.
Rifâî’nin bu konudaki yaklaşımı ve tespitleri esasen, anlayış ve kurum olarak
tasavvufun içinde bulunduğu duruma yönelik bir özeleştiri olarak da
değerlendirilebilir.
Netice olarak Ken’ân Rifâî’nin
sûfîlerin tasavvufî bilgi olarak adlandırdıkları keşfî bilgi ya da marifeti en
güvenilir bilgi kaynağı olarak kabul ettiğini söyleyebiliriz. Bu bilgiye nazarî
bilginin metodundan farklı olarak yani seyr ü sülûk neticesinde ulaşılır.
Kabiliyetli bir sâlik sülûk içerisinde kalb tasfiyesini gerçekleştirir. Böylece
muhâdara ve mükâşefe derecelerinden geçerek Hakk’ı her yerde müşâhede etme
derecesine ulaşır. Rifâî’nin konuyla ilgili görüşleri, genel olarak sûfîlerin
konuyla ilgili yaklaşımlarını yansıtmaktadır. Şeyhin konuyla ilgili
görüşlerinde tasavvuf düşüncesini büyük ölçüde marifet
üzerine temellendiren İbnü’l-Arabî etkisinin ağırlıklı olduğunu söylemiz
mümkündür.
Kur’an’a göre insan türünün ilk
örneği Adem’in yaradılışıyla ilgili ayetlere istinad edilerek Hakk’ın iki
eliyle yaratılmış bir varlıktır. Bir yönü topraktır ki Hakk’ın celâli
isimlerine mazhardır; diğer yönü ise ruh’tur ki Hakk’ın cemâli isimlerinin
tecellîsidir. İnsan topraktan yaratılan bedene bir varlık ilkesi olarak kabul
edilen ruhun üflenmesi neticesinde tabiatında Hakk’ın celâli ve cemâli bütün
isimlerini cem ederek varlık alanına çıkmıştır. Nihâyet Allah’ın Adem’e bütün
isimleri öğretmesiyle insan kendindeki potansiyele dâir bilgiye de vâkıf olmuştur.
Hilâfet vâzifesinin gerektirdiği donanıma sahip olan insanın çeşitli
yükümlülükleri ve sorumlulukları vardır. İyi ile kötü arasında hayrı tercih
edecek insanın önünde başta kendi nefsi olmak üzere bir çok engel vardır. Ancak
ashen-i takvîm üzere gönderilen ve eşref-i mahlukat[196]
olan insan, çaba gösterdiği takdirde[197]
nefsinin güçlüklerinin üzerine çıkarak ondan beklenen yetkinliğe ve
yaratılışının gayesine erişebilir.[198]
İbnü’l-Arâbî’ye göre insana, insan
denilmesi onun kemale yaklaşma kabiliyeti ve yetkinlik mertebesine olan
yatkınlığı nedeniyledir. İnsan ismi hakikatte kemale ulaşmış insanın ismi
olmakla birlikte, mecazen beşer türünün yetkinliği arayan her bir ferdi için de
kullanılır. İbnü’l-Arabî için varlıkta üç insan vardır: İlk ve küllî insan,
âlem insan ve âdem insan.[199]
İnsan Tanrı isimlerinden ne kadarını kendinde tecellî ettirirse halifeliğe o
kadar yaklaşır. Bu durum onu etrafındaki eşyâ ve diğer insanlar ile huzurlu bir
beraberliğe sevkeder ve insan bu suretle ahengini bulur. “Bir başka ifâdeyle halifelik
elbisesine girdiği oranda huzurda, ondan uzaklaştığı ölçüde ise hüzündedir.”[200]
İbnü’l- Arâbî’nin insan ile ilgili görüşlerini en ayrıntılı şekilde, eseri Fusûsü’l-Hikemfn
giriş kısmında ortaya koymuştur.[201]
İslâm düşüncesinde en genel anlamda
insan, topraktan yaratılan bedene, bir varlık ilkesi olarak kabul edilen ruhun
üflenmesi neticesinde varlık alanına çıkmış, ilâhî isimlere dair bilgisi ile
Allah’ın halifesi vasfına hak kazanmış ve bu nedenle çeşitli yükümlülükleri ve
sorumlulukları olan bir varlık şeklinde tarif edilir. İyi ile kötü arasında
hayrı tercih etmesi beklenen insanın önünde, başta kendi nefsi olmak üzere
birçok engel bulunmaktadır.[202]
Bununla birlikte ahsen-i takvîm üzere gönderilen ve eşref-i mahlukat
(varlıkların en şereflisi) olan insan, çaba gösterdiği takdirde nefsinin
zorluklarını aşarak, yetkinliğe ve yaratılışının gâyesine erişecektir.[203]
Konu daha sonra takipçileri tarafından ve özellikle Abdülkerim el-Cilî (ö.
832/1438) tarafından kapsamlı şekilde ele alınmıştır. Cilî’ni kaleme aldığı Insan-ı
Kâmil adlı eser vahdet-i vücûd düşüncesinin öne çıkan kavramlarından biri
olan kâmil insan anlayışını sistematik bir şekilde ortaya koyması bakımından
tasavvuf literatüründe önemli bir yere sahiptir.[204]
İbnü’l-Arabî sonrasında insan
Allah’ın bütün isimlerini kendinde toplayan kevn- i cami bir varlık[205]
olarak tarif edilmiştir. İnsan toplayıcı varlık olarak her varlık derecesine
belli ölçüde yakınlığa sahiptir. Hakk’ın bütün isimlerini kendinde toplaması
nedeniyle insan sevilme ve sayılmaya da en layık bir varlıktır.[206]
Ancak insan bu güzel vasıfları ile birlikte, fıtratındaki unutma/nisyan
özelliği dolayısıyla ilâhi kökenlerinden uzak düşme tehlikesi ile de karşı
karşıyadır.[207]
Mânâ ve madde arasında gidip gelen insanın yaşadığı söz konusu gerilim insan
tabiatının üçlü bir terkibten meydana gelmiş olması ile ilişkilidir ki bunlar
ruh, nefs ve cesettir. İbnü’l-Arâbî (ö. 638/1240) ve muakipleri döneminde ise
insanın Hakk’ın halifesi olması konusuna vurgu yapılmış ve bu dönemde insan-ı
kâmil anlayışı ortaya çıkmıştır.[208]
Ken’ân Rifâî’nin metinlerinde ise insanın tabiatı, yaratılışı, yeryüzündeki
anlam ve amacına yönelik tespitler oldukça büyük bir yer tutar. Bu noktada
Rifâî’nin insanla ilgili görüşlerini inceleyebiliriz.
Ken’ân Rifâî’ye göre insanın dünyaya
gelişi Hakk’ın azamet ve kudretinin bir delilidir. Zira prensipte insan bir
noktadan vücûda gelmekte ancak bu noktadan aklı, idraki, temyiz kudreti ve
irade gücü ile muntazam bir varlık ortaya çıkmaktadır. Bünyesinde ateş, hava,
su toprak gibi birbirine zıt unsurların son derece hassas bir denge ile bir
araya geldiği insanın yaratılışı, bu nedenle Allah’ın büyüklüğünün bir
tecellîsi ve işaretidir. Şeyh bu konudaki hayretini “kezâlik insan da bir
âbide-i ezdat değil midir?”[209]
ifadeleri ile dile getirirken bu unsurlardan birinin farklı oranda bulunması
halinde insanın dağılıp gideceğine de dikkat çeker.[210]
Ancak maddî unsurlardan mürekkeb olan insan vücûdu eşyânın tabiatı gereği bir
gün fenâ bulacaktır. Şeyhin mükteseb vücûd adını verdiği insan bedeninde, fikir
ve mâneviyattan hâsıl olan manevî bir vücûd daha vardır. İnsan o dereceye bir
mürşide tam olarak bağlanma yani seyr ü sülûk neticesinde erişir ki insanda
bâkî kalacak olan şey o manevi taraftır.[211]
Ken’ân Rifâî maddî olarak insanı tanımlanın mümkün olduğunu
fakat insan da bâki kalacak bu insanlık hakikatini söz ile tarif etmenin kolay
olmadığını kaydeder.
Ken’ân Rifâî insanı tarif ederken
sûfîler arasında yaygın olan bazı tabirleri kullanır: Kevn-i câmi, âlem-i vâsi,
zübde-i kâinât, nüsha-i âzâm, halife-i ekrem bunların başında gelir.[212] Bu
tabirleri biraz açacak olursak Rifâî’ye göre insan, maddî ve mânevî olarak en
güzel şekilde yaratılmış, vücûdunda Hakk’ın isimlerini toplamış, kâinatin özü
olan, kendisi küçük ancak manası büyük olan aziz bir varlıktır. Bu özellikleri
dolayısıyla insan mahlûkatın en şereflisi ve Allah’ın yer yüzündeki
halîfesidir. Kimi yerde Rifâî insanı dünya ve âlemin usturlâbı yani teleskobu
olarak tarif eder.[213]
Usturlap teleskop anlamına gelir ve uzaktaki gök cisimlerini
yakından görmek için kullanılır. Tıpkı bunun gibi insan da dünyada birbirinden
uzak düşen varlık derecelerini kendi vücudundan birbirine yakınlaştıran bir
özelliğe sahiptir. Bir başka açıdan uzakta sanılan ilahî hakikatler ve melekût
âleminin inceliklerine de yine toplayıcı varlık olan insan vasıtasıyla
ulaşılabilir. Yukarıdaki izahlardan hareketle şeyhin insan anlayışının
ayrıntılarına bakabiliriz.
Ken’ân Rifâî’nin Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî (ö.672/1273)’nin Mesnevî-i Mânevisinin ilk on sekiz
beyitini şerh ederken yaptığı insan tarifi, onun bu konuda görüşlerini özetler
mâhiyettedir. Mesnevinin ilk on sekiz beyiti, insanın ezel aleminden bu
dünya âlemine geliş yolculuğunu ve ruhlar âleminden ayrı düşmenin insanda
uyandırdığı ayrılık acısını anlatır. Rifâî bu bağlamda insânı tarif ederken şu
ifadeleri kullanır:
“İnsan
kendi aslından ve hakîkî vatanı olan Tanrı katından uzak kaldıkça, elbette en
sahîh vatana karşı bir sıla sızısı duyacaktır; bir gün tekrar vatanına kavuşmak
için bir imkân ve zaman özleyecektir. İnsan, Allah’tan kopan İlâhî cevherin
iniş kavsini tamamladıktan ve bu kavsi tamamlamak için ateş, hava, su, toprak,
nebat, hayvan merhalelerinden geçtikten sonra, yükseliş kavsine ilk adımı
attığı noktada vücûd bulur. İnsan, ilâhî cevherin işte bu noktadaki
görünüşüdür.”[214]
Ken’ân Rifâî’ye göre insan
potansiyel ve mücmel olarak kendisinde mevcut isimleri tafsilatıyla bilmek için
bu dünyâya gönderilmiştir. Burada bulunmak insan için bir anlamda ayrılıktır.
Diğer yandan dünyada bulunmak Allah’ın isimlerini tafsilatıyla bilme imkanı
açısından insan için büyük bir lütuftur. Nitekim vuslatın gerçek anlamını idrak
için dünya denilen bu hicrân döneminin yaşanması gereklidir. Rifâî’ye göre
insan her ne kadar birlik aleminden ayrılışın acısıyla hasrete ve türlü
çilelere düşse de, yine de beşeriyet derecesini bulmuş olduğu için şanslıdır.
Ancak insan bu seviyede kalmayarak beşeriyetin ötesine geçmeli, kendi
hakikatiyle buluşma ve gerçekten insan olma adına kendisine verilen bu imkanın
kıymetini bilmelidir.[215]
Rifâî, insanı ilâhi ruhun kendisine
nefhedildiği ve bu suretle ilâhî yakınlık ile müşerref bir varlık olarak kabul
eder. İnsana nefhedilen ilâhî ruh onun yüklendiği emânettir.[216]
Şeyh insanın Hakk’a olan kurbiyetini izah ederken özellikle bir ayete gönderme
yapar: “Biz emâneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu
yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi.
Doğrusu o çok zalim, çok cahildir.”[217]
ayetini tefsir eden Rifâî cismen küçük olmakla birlikte yüklendiği ilâhi emânet
dolayısıya insanın mânevî anlamda son derece kıymetli olduğuna dikkat çeker.[218]
Ancak insan unutma/nisyan hastalığı ile malul olduğu için, kimi zaman bu
yükümlülüğünü taşıdığı emâneti unutup cehâlet ve zulme meyledebilir. Bu
emânetin idrakinde olan kimseler ise, insanlıktan maksadı yerine getirenlerdir.
Ken’ân Rifâî için insanın kıymeti
kendi hakikati ve kökenine yönelik bilgisi nisbetindedir. Bu anlamda Rifâî
insan türünü üç sınıfa ayırır: Birincisi bu aleme niçin geldiğini bilmeksizin
yalnızca beşeri ve behimi arzularını tatmin için yaşayanlar. Şeyhe göre, böyle
kimseler insanlık derecesini bulmaktan uzaktır. İkinci sınıf bu âleme gelişten
maksadın kemal elde etme olduğunu bilse de, dünya zevk ve nimetlerinden olan,
nefsini sevme, evlat, mal ve mevki gibi şeyleri put edinme hatasına
düşenlerdir. Bunlar içerisinden, tövbe ederek bu dünyaya geliş gayesini
gerçekleştirenler de bulunabilir. Üçüncü sınıfa gelince, dünyaya gelişten
maksadı gerçekleştiren yani insanlıkta kemal derecesini bulanlardır.[219]
Bu zümre, kendini bilmek ilmine vakıf olarak irfân-ı Muhammedi’yi[220]
ve gerçek anlamda insanlık derecesini bulmuş olanlardır.[221]
Ken’ân Rifâî, Bakara Sûresi’nde
geçen, meleklerin Adem (a.s.)’e secde etmesi ile ilgili ayete telmihle[222]
insanın Rahmân’ın sûreti üzere yaratılmış en şerefli bir varlık olduğuna diğer
bir deyişle insanın Allah’ın hâlifesi olduğuna vurgu yapmaktadır. Allah, Âdem’e
bütün bütün ilâhî isimleri öğrettiği için ademzâde olan insanoğlu da bu
isimlerin bilgisine varistir.[223]
İnsan kendisine bildirilen bu isimleri, nefsinde ve eşyâda tafsiliyle bilme ve
bu suretle Kur’ân’ın manasını öğrenme amacıyla bu aleme gönderilmiştir.[224] Rifâî’ye
göre insan demek, Hakk’ın tecellîlerini her yerde müşâhede eden ve Hakk’ı
müdrik/idrak eden varlık demektir.[225]
İnsanın hakikati ezelî ve ebedî olan Allah’tır. İnsan kendisinden geldiği bu
zâtı müdrik bir cevherdir. Bu bahiste Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin “insan ...bir
hâdistir, fakat hâdis-i ezelîdir”[226]
ifadesine istinad eden Rifâî insanın ilâhî kökeni olan Allah’ı tanıma amacıyla
yaratıldığına vurgu yapar. Şeyhe göre insan Hakk’ı gören göz ve bir görüşten
ibarettir ki bu yaklaşım Fusûsü’l-Hikem’in Adem fassında insan için
kullanılan gözbebeği tabirinin bir yorumu mahiyetindedir.[227]
“İnsan
demek, göz demek, görmek demektir. İnsan vücûdu içinde, görücü, bilici ve idrak
edici olan nura insan, geri kalan kısmına, kemik ve et denir.”[228] “İnsan demek göz demektir. Cemâli
gören göz demektir. Cemâli görmeyen göze, göz denmez. Kör denir. Cemâli görmek
de basîret nurunun üstüne nefis parmağını örtmemekle olur. Cihâna gelmekten
maksat da budur. Eğer bu iş o âlemde olsa idi, dünyâya gelmeğe ne lüzum vardı?”[229]
Rifâî’ye göre görmekten kasıt
Hakk’ın Cemal ve Celal tecellîlerini müşahededir. “Ne vakit kahır ile lutfu bir
görüp de: Eyvallah! dersen, insanlığı o vakit bulmuş olursun.”[230]
Hakk’ın her iki tecellîsinin de hoş karşılanması halinde müşâhede gerçekleşmiş
demektir ki Rifâî’ye göre bu hâl insanlığın kemaline bir işarettir.
Ken’ân Rifâî’ye göre insan,
kendisindeki ünsiyet vasfı sebebiyle, çevresindeki bütün varlık dereceleriyle
uyumlu, ahenkli ve adil bir ilişki içinde bulunma imkanına sahiptir. Şeyhe göre
insanın olgunluğu adalet, ahenk ve uyum içinde bulunuşundan anlaşılır:
“Kendisiyle ve hemcinsiyle, bütün âlemle uygun ve ahenkli bir hayat yaşayan
kimseye âdil insan denir.”[231]
İnsan, bu denge ve nizamı önce kendi nefsinde duyan, sonra da alemde bu
prensibi tatbik edendir.[232]
Ken’ân Rifâî insan ile alem
arasındaki benzerlik hususuna da dikat çeker. İnsan ile dünya arasında
benzerlikler mevcûttur: “Dünya, insanın bir eşidir. İnsan büyük âlem, dünya
küçük âlemdir.”[233]
Kainatta mevcût olan her şey insanda mevcûttur. Bu nedenle insanın kendini
bilmesi, âlemdeki hakikatleri bilmesine; âlemdeki hakikatleri bilmesi ise
marifetullaha ermeye vesiledir. Rifâî’ye göre insan, beşeriyeti icabı âlemin
bir cüzü ve onun çocuğudur ancak mânâ bakımından âlemin babası mevkiindedir.[234]
Burada Rifâî’nin kullandığı, âlemin babası ifâdesi, İbnü’l-Arabî
düşüncesindeki, ulvî babalar anlayışının bir yorumu mahiyetindedir.[235]
Ken’ân Rifâî insanın sahip olduğu
niyet ve fikir ile kıymeti ortaya çıkan bir varlık olarak değerlendirir. İnsan
demek fikir demektir. Şeyhe göre fikir demek ruhânî, mânevî ve ilâhî olan fikir
ve düşüncedir. Ken’ân Rifâî insanın sahip olduğu fikirle kıymetinin ortaya
çıktığını anlatmak için “insan taleb ettiği şeydir” ifadesini kullanır. Şeyh bu
açıklamasıyla insanın kıymetinin himmeti ile mütenasip olduğu gerçeğine dikkat
çekmektedir. Buna göre insan talebi, niyeti ve düşüncesi ile ölçülür.[236]
Talebin neyse osun sen, meâlindeki ifadeler Rifâî’nin metinlerinde sıkça geçer.
Ken’ân Rifâî insanın manevî derecesini tespit için de aynı ölçüyü verir: “O
kimse himmetine ve niyetine nazar etsin, kendisi nedir, sa’y ü gayreti, harekât
ve sekenâtı nasıldır? Eğer o kimsenin, himmeti a’lâya ise, kıymeti de a’lâyâ olur.
Eğer himmeti ednâya ise, kıymeti de elbette ednâya olur.”[237]
Şeyhin bu anlamdaki açıklamalarına sohbetlerinde ve özellikle Mesnevî
III. cild şerhinde çokça rastlanır. “Bir insanın kıymeti himmetiyle
mütenasiptir. Himmeti ulvî ise kendi de ulvîdir. Himmeti süflî ise kendi de
süflidir. Çünkü her şey, kendisini çekene meyleder.”[238]
Rifâî’nin bu anlayışının en önemli kaynaklarından biri Mesnevî’nin
talep-himmet ilişkisini izah eden beyitleridir.[239]
Ken’ân Rifâî eserlerinde insanı
farklı yönleriyle ele alarak insan ve tabiatı üzerine birçok tespitte bulunur.
Rifâî bu tür tespitlerinde mütefekkir kimliği ile
karşımıza çıkar. Onun insan
konusundaki genel kanaatlerini görmek adına bunlardan bazılarını buraya
kaydetmemiz faydalı olacaktır. Rifâî’ye göre insan, mutlak acziyet içindedir[240]
ve men edildiği şeye haris bir tabiata sahiptir.[241]
İnsan pek çok güzel özelliğinin yanı sıra zaafları da olan bir varlıktır.
Suistimalin bunlardan biri olduğuna dikkat çeken Rifâî, devamlı olarak
karşısındaki kimsede rızâ ve teslimiyet emareleri gören bir insanın söz konusu
iyi niyeti suistimal etmeye meyledeceğini kaydeder.[242]
Şeyhe göre insan dert ve mihnetten halas olduğu nisbette
Allah’tan uzaktır.[243]
İnsan yaratılıştan gelen bir vehme sahiptir. Bu huyun tesirinden kurtulmak için
işleri Allah’a havale etmeyi öğrenmelidir.[244]
Rifâî insanın kararsız bir tabiata sahip olduğunu kaydeder ki bu durum nefsin
arzuları ile kalbin değişken yapısından kaynaklanır. İnsan bilmediği şeyin
düşmanı olma itiyadındadır.[245]
İnsan edeb ve hayâ olmaksızın insanlık mertebesini bulamaz.[246]
Hatta insan kendisini zâhirî hislerin tesirinden bütünüyle kurtarmadıkça hikmet
sahibi olamaz.[247]
İnsanın selameti dünyanın mahiyetini yani geçiciliğini bilmesindedir.[248]
İnsanın kemale ve dolayısıyla hürriyete erdiğinin işaretlerinden biri evveline
yani ilâhî kökenine ulaşmasıdır.[249]
Rifâî’ye göre bu kırk yaş civarında tecrübe edilmesi muhtemel bir durumdur:
“İnsanın tekâmülü de kırk yaşındadır. Yemiş sarardığı vakit koparıldığı gibi
insan da yaşlandıkça kemâli artar.”[250]
İnsanda aklın kemale ermesinin en açık işâreti kınama ve
insanlara müdahele etme huylarının o kimsede bulunmamasıdır.[251]
Rifâî’ye göre insan aslına kavuştuktan sonra önceki hayatının bir yükten ibaret
olduğunu ve asıl hayatın bu noktadan sonra başladığını farkeder.[252]
Ken’ân Rifâî genelde insanı İslâm
geleneğinde yer bulduğu şekliyle eşref-i mahlûkât ve Allah’ın halifesi olarak
değerlendirir. İnsanla ilgili tasavvufî izahlarına bakıldığında ise şeyhin
insan anlayışının büyük ölçüde İbnü’l-Arabî ve Mevlânâ Celâleddîn-i
Rûmî’nin düşüncesinden etkilendiğini söyleyebiliriz. Rifâî için insan bir
kevn-i cami, halifetullah ve Hakk’ın kendi zâti tecelisi ile buluştuğu bir
gözbebeği mesabesindedir. Bununla birlikte onu eserleri insan ve tabiatı
üzerine, şeyhin kendine has tespitleriyle doludur. Ken’ân Rifâî kimi zaman bir
Kur’ân ayetinin tefsiri içerisinde kimi zaman da bir hadisenin tahlili
esnâsında, insan fıtratına ilişkin hükümlerde bulunma itiyadındadır. Şeyhin
insan ile igili kanaatlerindeki genel yaklaşımı, insanın anlaşılması güç taraflarına
işaret etmek suretiyle, onu yüceltmek ve yaratılmışlar içerisindeki mevkiine
dikkat çekmek şeklindedir.
SEYRÜ SÜLÛK ile İLGİLİ GÖRÜŞLERİ
Sülûk kelimesi, sözlükte bir yola
girmek, gezmek, gitmek gibi anlamlara gelir. Seyr ü sülûk ise, sâlikin bir
tarîkatta mürşid rehberliği altında, Allah’a erişmek için usûl dâhilinde
yaptığı mânevî yolculuk olarak tanımlanır. Sülûkun konusu, tâlibin Hakk’a
ulaşma kabiliyetini kazanması için dünya kirlerinden arındırılması, ahlâkının
düzelmesi ve güzelleştirilmesidir. Sülûkun amacı, sâlikin nefsini ve bu
vâsıtayla Rabbi’ni bilmesidir. Sülûkun bir takım aşamaları vardır ki bunlar
sûfî müelliflerce üçe, ona, yüze ve bine kadar varan gruplar hâlinde tasnif
edilmiştir.[253]
Tasavvuf ıstılâhında, sülûk teriminin yerini tutan diğer bazı kelimeler, seyr,
sefer, mirâc ve isrâ gibi kelimelerdir. Bunlardan sefer/yolculuk kelimesi
önemlidir.[254]
Sefer sûfî ıstılâhında “sâlikin nefsini terbiye etmek ve Hakk’a ermek için
yaptığı maddî/bedenî ve mânevî/bâtınî yolculuğu ifade eder.”[255]
Sûfîlere göre, sülûkun konusu tâlibin Hakk’a erme yeteneğini kazanması için,
nefsini dünyâ kirlerinden arındırması, ahlâkını düzeltmesi ve güzelleştirmesi,
sülûkun amacı ise nefsini ve Rabbini
bilmesidir. Sûfî müellifler sülûkun mücerred ilimle gerçekleşmeyeceğini, mânevî
makamlara çeşitli hallerden geçerek ulaşılabileceğini bunun için de sâliğin bir
mürşid rehberliğinde riyâzet ve mücâhede gibi yöntemlerle nefsini terbiye
etmesi ve ahlâkını güzelleştirmesi gerekliliğinden bahsetmiştir.[256]
Ken’ân Rifâî’ye göre bilerek ya da
bilmeyerek herkes ma’nâ âlemine, Hakk’a doğru bir seyirde yani yolculuktadır.
Seyr ü sülûk ashâbı ise, bu gidişi idrâk ile yapmaya ve bu seyirde bir zevk ve
vicdânî bir lezzet bulmaya çalışırlar.[257]
Ona göre tarîkat âleminden Hakk’a giden iki yol vardır: Biri kuldan Hakk’a,
diğeri ise Hak’tan kula doğrudur. Birincisi çalışma ve gayret, diğeri ise aşk
yoludur. Allah’a ibâdet ve çalışmayla vâsıl olmak isteyenlerin vücûd kuvvetine
ihtiyacı vardır. Fakat sâlik aşk ile yola düşerse vücûd kuvvetine ihtiyacı
olmaz: Aşıklar, vücûdlarında tâkat kalmamış olsa bile, aşkın verdiği güç ile
adeta kanatlanarak Allah’a doğru seyrederler.[258]
Şeyhe göre seyr ü sülûk esnâsında
sâlik kendi gönlünde sefer halindedir. Başka bir yerde Rifâî salikin kendi
nefsinden çıkıp aslına döndüğü bir yolculukta oldupunu kaydeder: “Evvelâ
kendinden çıkacak, sonra kendiliksiz kendine döneceksin. Yâni kendi hakikatini
bilecek ve nihâyet kendi hakikatini açıkça görüp bulacak ve kayıtsız şartsız,
ikiliksiz tevhde kavuşacaksın.”[259]
Sâlik nefsinden aslına yaptığı bu yolculuk neticesinde kendi hakikatine
erişecektir. Rifâî’nin bu yaklaşımında, el-Kuşeyrî’nin bahsettiği kalbî sefer
anlayışının tesiri olduğu söylenebilir. Nitekim, er-Risâle’de müellif,
kalbî seferin bir sıfattan bir sıfata yükselmek şeklinde gerçekleştiğini
belirtirken,[260]
Ken’ân Rifâî ise sülûkun Allah’ın bir isminden diğer ismine sefer etmek
anlamına geldiğini kaydeder: “[Seyr ü sülûk] nefsinden sefer etmektir.
Mücâhedeler, riyâzetler ile bir isimden bir isme geçmek, vücûd içinde seyreylemek
demektir. Nereye baksan orada Hakk’ın bir ismi görülür. Onun için Cenâb-ı
Hakk’ın isimleri arasında sefer elbet ki bir hazdır, zevktir.”[261]
Yukarıdaki ifadelerinden anlaşıldığı üzere, Rifâî için sülûk en genel anlamda
Hakk’ın bir isminden diğer ismine intikal etme anlamındadır.
Ken’ân Rifâî seyr ü sülûkta kâmil
bir mürşide tabi olma konusuna önem verir. Onun konuyla ilgili görüşleri
ilerleyen bölümlerde mürşid başlığı altında ayrıntılı olarak inceleneceğinden,
burada meseleye kısaca temas edilecektir. Ken’ân Rifâî’ye göre tarîkat yolunda
öncelikle gerçek bir mürşid bulmak esastır ve mürşidin kemâline delâlet eden
bazı vasıflar vardır. Rifâî’ye göre şeyh ya da mürşid, tarîkatın usûlünde ve
edebinde bilgili, dindar bir kimsedir. Mürşidin, tenhada ve halk içindeki hali
birbiriyle uyumlu, yani özü, sözü ve her türlü işi şeriata uygundur. Kamil bir
şeyh, güzel ahlâka sahip olduğu gibi, düzgün söz söyleme kabiliyetine de
sahiptir. Her şeyden önemlisi, o sahih bir icâzetle Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem.)’e bağlı bir rehber olmalıdır.[262]
Seyr ü sülûka giren kimsenin, bir
mürşid huzurunda tövbeden sonra en çok dikkat etmesi gereken şey, şeriatın
zâhir ve bâtın edebini öğrenmek ve bunun gereğine göre amel etmektir.[263]
Rifâî’ye göre sülûkün ilk şartı Hakk’tan gayrısından ve yardan başkasından
kesilmektir. Kalp huzûruyla yalnızca Allah ile birlikte olmak, O’ndan başkasına
iltifat etmemektir. Tasavvufun yani sülûkun gereği yâr olmayanı terk etmektir:[264]
“Bu yolun özü, sülûkta mâsivâyı terk etmek, mânâları gizlemek, dâvâdan ve
iddiadan vazgeçmektedir.”[265]
Fakat bunun için de sâlikin sülûka girerken menfaat endişesini ve nefsine
itimâdı bırakması gereklidir.[266]
Rifâî’ye göre başlangıcı tevbe olan sülûkun son mertebesi tevhid-i zâttır.[267]
Ken’ân Rifâî sûfî ıstılahında seyr-i
urûc olarak adlandırılan ve dört dereceye ayrılan sülûk tasnifine derslerinde
yer vermekle birlikte konuyu en detaylı bir şekilde Mesnevî II. cilt şerhinde
ele alır. Rifâî ehlullah indinde mânevî seferin dört türü olduğundan bahsederek
bu sefer türleri hakkında bilgi verir. Buna göre ilk seyir olan seyr-i
illallah, nefis mertebesinden hâkîki vücûda doğru seyirdir. İkinci seyir olan,
seyr-i fillah, sâlikin Allah’ın sıfatları ile sıfatlandığı, isimleri ile
isimlendiği ve O’nun ahlâkı ile ahlâklandığı bir yolculuktur. Sülûkta üçüncü
mertebeye seyr-i maallah adı verilir.
Sâlik bu
mertebede Allahla birlikte seyir halindedir. Burada ikilik tamamen ortadan
kalkmıştır. Bu nokta veliliğin kemali ya da başka bir deyişle nihâyet-i velâyet
olarak adlandırılır. Rifâî’nin deyişiyle sâlik “hazret-i ehâdiyyete terakki
kılmış” olup mertebe-i cem’dedir. Dördüncü seyir seyr-i anillâh olarak
adlandırılır. Sâlik artık vahdetten kesret tarafına seyir halindedir ki bu
seyre “fark ba’del mevt” de denir. Rifâî vahdetten kesret alemine doğru
seyreden müntehînin irşada ehil olduğunu kaydeder: “İşte bu mertebeye çıkan zât
Cenâb-ı Hak’tan “yâ kulum, benim sıfatımla muttasıf olduğun halde git,
kullarımı bana ulaştır. Sana bu me’mûriyeti verdim, seni gören beni görür,
nihâyet muzhir olarak mürşid postuna oturur. (Ahric bîsıfatihi)”[268]
Ken’ân Rifâî’nin seyr ile ilgili yukarıda açıkladığımız tasnifi, Abdülkâhir
el-Cürcânî’nin (ö. 816/1413)
Ta‘rifafının
sefer bahsinde geçen, dört kademeli sefer tarifiyle uyumludur. Bu anlayışın
asıl kaynağı ise, İbnü’l-Arabî’nin sefer ve sülûk anlayışı olup ayrıntıları el-Fütûhâtü’l-
Mekkiyye ’de yer almaktadır.[269]
Rifâî’ye göre sâlik sülûk esnâsında
efâl, sıfât, esmâ ve zât tecellîlerine mazhar olur. Efâl tecellîsine uğrayan
sâlik, kendisinden ve bütün mevcûdattan zuhûr eden hareket ve fiillerin
kaynağının Allah’tan olduğunu, kendisi ve cümle mevcûdatın ise bu fâilin
kudreti karşısında bir nebat hükmünde bulunduğunu idrak eder. Sâlik sülûkunda,
efâl tecellîsinden sonra sıfat tecellîsine erişir. Bu tecellî sayesinde sâlik
kendisi ve âlemin bir aynadan ibâret olduğunu ve her varlığın kendi kabiliyeti
nisbetinde Hakk’a ayna tuttuğunu idrâk eder. Rifâî bu bağlamda “suyun rengi
kabın rengidir” şeklindeki söyleme telmihte bulunur. Sâlik sülûkunda
ilerledikçe esmâ tecellîsine erişir. Esmâ tecellîsi sırasında sâlik,
kendisinden hasıl olan her türlü kelam, fikir ve zikrin Hakk’tan zuhûr ettiğini,
kendisinin bu tecellîye bir vâsıtadan ibâret bulunduğunu müşâhede eder. Şeyh
sâlikin söz konusu menzillerden geçmek suretiyle ve istidatı müsade ettiği
taktirde zât tecellîsine mazhâr olacağını kaydeder.[270]
Ken’ân Rifâî’ye göre seyr ü sülûka
giren tâlibin mutlaka muvaffak olacağı söylenemez. Bu yolda bazıları yolu
tamamlamaya müyesser olurken bazıları da seyrinde bir makamda kalarak ileriye
geçemez. Buradan anlaşılacağı üzere, sülûk bakımından sâlikler farklı
özellikler gösterirler. Ken’ân Rifâî’ye göre dört tür sâlik vardır. Meczûb-i
sâlik: Bu grup önceden cezbelenmiş olup sonrasında sülûka girenlerdir. Sabr-ı
ânillah makamındadırlar. Bu dünyaya cezbeli ve hazır olarak gelmiş olmalarına
rağmen sonrasında sulûkun incelikleriyle ilgili meselelerde zaaf göstermemeleri
için kısa süreli olarak sulûka alınırlar. Sâlik-i meczûb sülûka girdikten,
senelerce meşakkat ve çile gördükten sonra aşkı bulanlardır. Sâlik-i gayri
meczûb, sülûka girmekle birlikte, süreç içerisinde aşk ve vecd hallerini
tecrübe edemeyenlerdir. Bu kimseler kendilerini kurtarma derdinde oldukları
için halk bunlardan istifâde edemez. Meczûb-ı gayr-i sâlik ise aşkı ve vecdi
olan ancak sülûka girmeyenlerdir. Bunlar kendilerini kurtarmıştır ancak
kendilerinden zuhûr eden haller sebebiyle halk bunlardan istifâde edemez.[271]
Yolun çeşitli vartaları olsa da sâlikin bunları gayret ve
himmet ile birer birer geçmesi ve nihâî menzile erişmesi umulur. Bunun için
sebâtkâr ve Hakk’ın rahmetinden ümitvar olmalıdır. Rifâî’nin bu
derecelendirmesi, Şehâbüddîn Ömer Sühreverdî’nin (ö. 632/1234) ‘Avârifü’l-ma‘ârif
adlı eserindeki sâlik tasnifiyle uyumludur.[272]
Ken’ân Rifaî, sülûkun ortalarında vâki
olan “rahmâni cebir”e dikkat çeker.[273]
Şeyhe göre rahmâni cebir altında bulunan sâlik, riyâzet ve
mücâhede ile nefsine muhâlefet etme ve Hakk yolunda ilerleme gayretindedir. Bu
halde iken henüz kendisinde sebât hâsıl olmadığı için, bir imtihan durumunda bocalayarak
hata yapabilir. Sonrasında pişmanlık duyup tevbe ve istiğfâr ederek yoluna
devam ederse, yüce mertebelere nâil olması mümkündür. Akıl ve edep dairesinde
seyreden aşk ehli ise, Allah’ın merhametine nâil olarak “bu dünya âlemi içinde
o bikr-i manevîye”[274]
yani kimsenin daha önce ulaşamadığı mânevî nimetlere erişir.[275]
Ken’ân Rifâî’ye göre tasavvuf,
dinamik ve sürekli ilerlemenin olduğu bir hayâtı kabûl etmek, devamlı yolcu
olmaktır.[276]
Herşeyden önce seyir Cenâb-ı Hakk’a doğrudur ve bu seyirde en büyük engel
sâlikin kendi ilmine ve bildiğine güvenmesidir.[277]
Her insan bilerek ya da bilmeyerek bir seyirdedir. İnsandan istenen ve beklenen
ise idrak içinde kalbe yönelmesidir.[278]
Ken’ân Rifâî’nin yukarıda geçen ifâdelerine istinaden onun seyr ü sulûk ile
tasavvufu birbiriyle içiçe gördüğünü söylemek mümkündür. Onun için tasavvuf
devamlı ilerleme ve Hak yolunda, Hak’ta ve Hak’la yapılan bir yolculuk, bir
seyr ve sülûktur. Herkesin ister istemez yolculukta olduğu bu âlemde, sâlik
yolculuğunu idrâk ile yapan ve her adımla Hakk’la buluşan kişidir.
“Hâsılı
âlemde ne varsa hepsi sende mevcûttur. Garîbtir ki yine sen sana mefkûdsun.
Kendini bir kere bulsan rabbini bulursun. Tarîkat diyoruz, hepimiz dervişiz
diyoruz. [Ancak] nereye gidiyoruz, biliyor muyuz? Esâs-ı tarîkten maksad,
gönülden gönüle seferdir, diyoruz. Bu yolda sefer eden sâlik, râh-ı ilâhidir ki
o da sensin. Tarikatta yol almak, senliğini katetmektir. Gelmek, senliksiz sana
gelmektir. Bilmekten maksad, ... anlamaktır. Bulmaktan maksad, şuhûd-i ayân ile
onu görmektir. Çünkü burada kör olan, orada da kördür. Olmaktan maksad birliğe
varmaktır. Bu kadar söz ettiğim şeylerin husûlü de ancak mürşid-i kâmilsiz
olamaz.”[279]
Ken’ân Rifâî seyr ü sülûktaki
ilerleyişi, nefisten rûha, ikilikten birliğe ya da başka bir deyişle kesretten
vahdete doğru bir seyir olarak kabûl eder. Rifâî bu yolculuğu taklid
seviyesinde gerçekleştirenlerin, talep ettikleri hakikate erişme konusunda
kabiliyetleri olmadığını ve dolayısıyla bu hakikati görmeye izinli
olmadıklarını kaydeder. Ancak kabiliyetli bir sâlik, seyir neticesinde
ilme’l-yakîn olarak bildiği hakikati görerek yani aynel’l-yakîn olarak bilme
derecesine erebilecektir.[280]
Şeyhe göre görenler tahkik derecesine ermiş olan muhakkiklerdir. Bir de bu
zümreden daha ileri geçenler vardır. Şeyhin bu zümre ile fenâdan sonra bekâ
mertebesine erenleri kastetmiş olduğu anlaşılır.[281]
Bu ifâdelerden genel anlamda Ken’ân
Rifâî’nin sûfîlerin seyr ü sülûkla ilgili görüşlerine katıldığını söylemek
mümkündür. Rifâî’ye göre tasavvuf sâlikte ahlâk dönüşümünü temin etmek üzere,
bir mürşid eşliğinde yapılan mânevî yolculuktur. Bu anlamda, şeyhin diğer
sûfîler gibi tasavvufu sülûk ile özdeşleştirdiği görülmektedir. Ona göre sülûk neticesinde sâlikin ahlâkında bir değişim
gerçekleştiği gibi yakîn derecesinde de bir ilerme olması beklenir. Sülûkun
nihayetinde, kabiliyetli bir müridin ilme’l-yakîn olarak bildiği hakikati,
hakka’l-yakîn derecesinde bilmesi ve bildiğini görmesi gerekir. Rifâî’ye göre
sâlik nefsinden kalbine yolculuktadır ki bu daha önce sûfîlerin dile getirdiği
tanımlardan biridir. Rifâî’nin kalbî seferle ilgili görüşlerinde, ilk dönem
sûfî müelliflerinden el-Kuşeyrî’nin tesiri görülmektedir. İlâhî isimlerde sefer
bahsinde ise, İbnü’l-Arabî’nin konuyla ilgili izahlarının etkili olduğu
görülür. Ken’ân Rifâî’ye göre, âlemdeki her şey bilerek ya da bilmeyerek bir
yolculuktadır. Fakat seyr ü sülûku diğer yolculuklardan ayıran şey onun bilerek
ve idrâk ile yapılması keyfiyetidir.
Ken’ân Rifâî’ye göre nefsin
terbiyesine niyet etmiş kişi seyr ü sülûk vasıtasıyla ahlâkını değiştirmeye
niyetlenmiş kişidir. Rifâî’ye göre sâlik, tevbe ederek sülûka girdikten sonra,
arzularına ve zaaflarına karşı bir mücadeleye girişecek, mücâhede ve riyâzet
ile sabır, tevekkül, fakr makamlarına ulaşacak, nefsin sûfîlerce kabul edilen
yedi mertebesinde nefsin safiyete erdiği ya da nefsin ruha dönüştüğü noktaya
gelecektir.[282]
Bir başka değişle sâlik kendi huy ve ahlâkını terk ederek,
Kur’ân ve Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) ahlâkı ile ahlâklanacaktır.
Rifâî burada sâfiyete eren nefsi, kendi aslî tabiatında mevcût ilâhî emânetle
buluştuğunu kaydetmektedir. Şeyh’e göre o emânetten maksat, insanın kendinde ve
cümle mevcâdatta Allah’ı görmesidir. İnsan bir kez böyle bir görüşe sahip
olduktan sonra âlemdeki her şeyi hoş görecek, incitmeyecek ve kimseden
incinmeyecektir.
Burada şöyle bir soru sormak
gereklidir: Herkes için böyle bir değişim mümkün müdür? Bir başka deyişle
ahlâkî değişim mümkün müdür ve ahlâk eğitiminin bunda tesiri var mıdır? Ahlâkın
değişecebileceği ve güzelleşebileceği konusunda ümitli olan[283]
Ken’ân Rifâî, “nefislerini kötülükten arındıranlar kurtulur ve selâmete erer”
(Şems, 9-10) âyetini bu değişim için bir müjde olarak kabul eder.[284]
Zaten bir kimsenin fenâ ahlâkını tashihe çalışması, o insanın yaratılışındaki iyiliğin
en açık bir kanıtıdır.[285]
Fakat bu değişim insanın yaratılıştan getirdiği özelliklerle
birlikte değerlendirilmelidir. Rifâî bu bağlamda sûfîlerin sıkça kullandıkları
“şaki şakidir anasının karnında, said saiddir anasının karnında” hadisine
başvurarak ahlâkî değişimin ancak kabiliyetler ölçüşünce gerçekleşebileceğini
kaydetmektedir.[286] Şu halde
değişim ve gelişim hangi açıdan mümkündür? Rifâî’ye göre ahlâkî değişim insanın
doğuştan gelen değil fakat ârızî vasıfları için mümkündür. Gerek Peygamberler
gerekse ahlâk eğitimcilerinin hedefi de insana ârız olan bu vasıfları izâle
etmektir.[287] Rifâî bu
kanaatiyle İmam Gâzzâlî’nin konuyla ilgili olarak Ihyâ’u ‘ulûmi’d-dîride
ortaya koyduğu yaklaşımı benimsemiştir.[288]
Rifâî’nin kulun irâdesiyle ilgili görüşleri şu beyitlerinden de açıkça
anlaşılmaktadır:
“Cennet ve dûzah, gamm u sürûr ,
zulmet ile nûr, Yaptıklarının gölgesi, hariçte mi sandın Hâlin ne ise müşteri
sen oldun o hâle Noksanı meğer -i ilâhîde mi sandın?”[289]
Ken’ân Rifâî’nin ahlâk anlayışında
mutlak ilâhî takdir fikri yoktur. O insanların, ilâhî emre uyma ya da onu
reddetme husûsunda serbest ve dolayısıyla yaptıklarından sorumlu oldukları
kanaatindedir. Ancak şeyhin, Allah’tan başka fâil görmemekle ilgili ifâdeleri
dikkate alındığında, onun bu konuda tevhid ehlinin usûlünü benimsediğini ve
“sözüyle cebrî, ameliyle kaderi”[290]
olduğunu söylememiz mümkündür.
Ahlâkın güzelleşmesinde mürid için
şeriatın emirlerine riayetten sonra en önemli hususlar sabırlı olmak, riyâzet,
mücâhede, tasfiye ve hâlini ıslâha yönelmektir.[291]
Rifâî, ahlâk tasfiyesine ve nefis tezkiyesine yönelmiş olanlar için bazı
tedbirler sunar. Bunlara dikkat edildiği taktirde ahlâkın tasfiyesi daha sağlam
bir şekilde gerçekleşecektir. Özellikle Mesnevî II. cilt şerhinde, kötü
ahlâkla mücâdeleyi ayrıntıları ile ele alır. Rifâî için ahlâkın dönüşümünde
etkili olan şeylerden ilki kötü huyların yerine onların tam tersi olan huyları
koymaktır: “Her ahlâkı zemîmenin izâlesine uğraşalım ve bunların defi için
birkaç seneler onun zıddıyla mücâhede etmeye çalışalım. Ah ne büyük teklif
değil mi? Ahlâkı zemime o kadar çoktur ki âh-ı sûz-i sîne ile her birinin defi
için birkaç seneler [sürer]...”[292]
Kötü huyları terk ederken esasen onların yerine güzel huyları koymak
gereklidir: “Meselâ senin kinciliğin var. Onu atınca yerine güzel bir sıfat
gelir: Merhamet. Yalan söylemekten hoşlansan da söylememeye karar vermiş ve
açtığın mücâdelede galip gelmişsin. İşte riyâzet.”[293]
Bu ve benzeri ifâdelerinden Ken’ân Rifâî’nin ahlâk dönüşümünde mücâhede ve
riyâzeti en etkin yöntem olarak gördüğünü söylemek mümkündür. Bu yöntemin
zorluklarının farkında olan Rifâî sâliğin gidişini kolaylaştırmak için yoldaki
bazı tehlikelere dikkat çeker.
Ahlâkını güzelleştirmek için çalışan
kişinin öncelikle sakınması gereken iki şey vardır: Dünya sevgisi ve şehvet.
İkincisi aslında birinci ile var olmaktadır. Bu bakımından belki en önemli
mesele, dünya sevgisinin yıpratıcı etkisinden kurtulmaktır. Ken’ân Rifâî Allah
tecellîsi olarak gördüğü eşyâya ve tabiata ve bizzat hayatın kendisine değer
vermekle birlikte, eşyânın tabiatını unutarak ona bütün varlığı ile yönelmeyi
sakıncalı bulur. Ona göre dünyaya bağlılık hemen bütün kötü huy ve işlerin asıl
sebebidir.[294]
Kaynağı Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem.)’in zühd hayatı olan bu
yaklaşım, tasavvufun zühd döneminde telif edilen eserlerden başlayarak her
dönemde sûfî müelliflerin üzerinde durduğu temel meselelerden biridir.[295]
Ancak burada şeyhin farklılığı, onun muhatabını içerden avlamayı hedefleyen
tavrıdır. Rifâî, bu maksatla dünya hayâtının doğasını açıkça ortaya koyar.
Sohbetlerinde dünya nimetlerinin kısa süreli olduğuna değinen şeyh, onlar
üzerinden ebedi bir saadet arayışının anlamsızlığını adeta ispat etmeye
çalışır. Öyle ise sâlik dünya ve içindekilere, geçici tabiatını göz önünde
bulundurarak yaklaşırsa ona sonsuz bir sevgi ile bağlanma hatasından korunmuş
olacaktır. Bu durum dünya
nimetlerine duyulan şehveti de önleyici bir yaklaşımdır. Şeyhin deyimiyle:
“Dünya sevgisinden kendini çeken kimse kime yalan söyler, kime karşı kibir
eder, kime haset eyler, kime gururlanır, niçin hırsa düşer? Dünya zevk ve
lezzetlerinin sonunun hüsran ve nedâmet olduğunu bilince, ne gibi şehvetlere
kendini atar?”[296]
Rifâî bir nesneye aşırı bağlılık ve sevgi şeklinde yorumladığı şehvet üzerinde
durarak bu konuda psikolojik tahliller yapar. Ona göre insan şehvet nedeniyle
bazı şeylere bağlanıp onları put edinme zaafına düşebilir. Ancak dünya, tabiatı
gereği geçici olduğundan, bir süre sonra sevilen şey ile araya bir mâni girmesi
mukadderdir. Şeyhe göre birçok kötü huy, bu noktada başlar. İnsan put edindiği
şey ile arasına giren mâniye karşı, kin, nefret, öfke ve bunun gibi daha birçok
kötü his ve yaklaşım gösterebilir. O halde eşyânın fenâ bulucu tabiatını görmek
suretiyle, dünyaya olan aşırı bağlılık ve sevgiden kurtulmak, herhangi bir şeye
duyulan şehvet ve onun neden olduğu kötü huylardan kurtulmak için alınacak en
etkili tedbirdir.[297]
Rifâî bu iki büyük tehlikeden insanı kurtaracak olan şeyin esâsen Hakk’ın
cezbesi olduğunu kaydeder: “İnsanda şehvet ateşini söndürecek kuvvet, Allah'ın
cezbesidir, canında, gönlünde Allah'ın cezbesi olmaktır.”[298]
Rifâî bu noktada kulun çabasının, Hakk’ın rahmetini cezbedici yönüne de dikkat
çeker.[299]
Ken’ân Rifâî’ye göre sâlik, sülûk
vasıtasıyla dünyâ sevgisini, şehvetini ve bunların sebep olduğu kötü huyları,
zikir, riyâzet ve mücâhede ile birer birer yok ederek onların yerine Allah ve
Resûlü’nün ahlâkını koymak suretiyle ahlâki bir dönüşüm tecrübe etmiştir. Sülûk
neticesinde sâlik kendi ahlâkını ilâhî ahlâka tebdil etmiştir.[300]
Bilineceği üzere sûfîler, Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanmak
tabirini çoğunlukla ilâhî isimlerin gereği ile amel etmek ve Allah’ın vasıfları
ile tebdîl etmek şeklinde izah etmişlerdir.[301]
Ken’ân Rifâî’ye göre bu dönüşüm esasen tasavvuf ilminin de gâyesidir: “Tasavvuf
ehli olanlar da Hakk’ın sıfatıyla sıfatlanmış, ahlâkiyle ahlâklanmış, esmasını
hakkıyla bilmişlerdir.”[302]
İnsan böylelikle aslî fıtratına da dönmüş olacaktır. Daha açık bir ifade ile
söz konusu ahlakı benimseyenler sabır, hoşgörü, rızâ, tevekkül, teslimiyet gibi
vasıfları ile öne çıkan kimselerdir.[303]
Beşeri sıfatlarını terk etmek
suretiyle sâlik, kendisini aslî fıtratından ve ilâhî sıfatlardan ayıran
engelden de kurtulmuş, başka bir deyişle vuslata erişmiş ve tevhidin hakikatine
ermiştir. Bunlar “Allah’ı seven ve halka şefkat, merhamet, af, hilm ve sabır
ile muamele edip bu suretle ne kimseden incinen ve ne de kimseyi inciten
kullardır.”[304]
“Öyledir,
öyledir... En dikkat edilecek nokta, kimseyi rahatsız etmemek, yâni bâr olmamak
ve incitmemektir. Mahlûk olmak îtibârıyle insanla hayvanın bir farkı olmadığına
göre bütün yaratılmışları kaplayan bir şefkat ve merhamet, derviş kişinin
kârıdır. Hele, bir kimsenin kalbine dokunup incitmemeye, kaba sözler sarfedip
onu mahcup edecek hareketlerde bulunmamaya çok dikkat etmek lâzımdır.”[305] “Biz dervişiz, kimseyle kavgamız
yoktur.”[306]
Rifâî’ye göre Allah’ı seven kendisi
ve âlemle hoş geçinen bir insan için incitmemek ne kadar gerekli ise incinmemek
de aynı derecede önemlidir. Bu anlayış da yine tevhid inancından ileri gelir.
Zira mümin Allah’a inanan, güvenen, ondan gelen herşeyi nihâi planda bir hayra
vesile olacağına inanmış kimsedir. Şu halde nefsine ağır gelen bir durum
yaşadığında, bunu hoşlukla karşılamalıdır. Rifâî bu konuda çok hassastır.
Kırılıp incinmemeyi, gönül koymamayı kâmil iman ve ahlâkın bir gereği olarak
kabul eder ve nahoş bir muameleye mâruz kalanlar için “bunu yaptıran
Allâh’ımdır, diye halkı nefyedince, tabiatiyle incinemezsin.”[307]
tavsiyesinde bulunur. Rifâî’nin kullandığı “halkı nefyetmek” ifadesi, burada
irtibatı Hak ile kurmak yada mutlak fail olan Allah’ı kabul etmek anlamındadır.
Şeyhe göre tevhide eren kimse de esasen kötü ahlâk bulunmaz: “İstikamet eden
kimseler, lâ ilahe illallâh’ı gerçek mânâsıyle yaşayanlardır. O vakit bu kemâle
ermiş olanlarda kötü ahlâklardan hiçbiri bulunmaz. Yalan söylemez, riyâ edemez,
kibir eyleyemez, kin ve intikam hislerine yol veremezler.”[308]
Yukarıdaki izahlardan anlaşıldığı üzere Ken’ân Rifâî’ye göre tasavvuf ahlâk
değişimini gaye edinmiş bir ilimdir. İlk dönem sûfîlerinin ahlâkı tanımlarken kullandığı, Hakk’a rızâ ve halkın eziyetine müsamaha anlayışı
şeyhin izahlarında da öne çıkar. Sûfîlerin ahlâkı nefse zor gelen şeylere ya da
eziyete tahammül ile özdeşleştirmelerinde Hz. Peygamber’in ahlâkî tavır ve
sözlerinin büyük tesiri vardır. Bu anlayışın tasavvuf tarihi boyunca farklı
kültür coğrafyalarında tesirini göstermekle birlikte Anadolu’da daha kuvvetle
benimsendiği söylenebilir. Nitekim Ahmed Yesevi ((ö. 562/1166), Yunus Emre,
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî ve daha birçok Anadolu sûfî ve şair kalp kırmamak,
incitmemek ve hoşgörmek temasını eserlerinde ele almışlardır. Ken’ân Rifâî de
bu geleneğin bir devamı olarak, tasavvuf derslerinde incitmemek ve incinmemek
gereğine dikkat çekmiş ve bu tavrı ahlâki kemalin bir göstergesi olarak kabul
etmiştir.
Nefs sözlükte ruh, can, hayat, hayat
ilkesi, zât, varlık, insan kişi, heva ve heves gibi anlamlara gelir.
Cürcâni’nin tanımına göre nefs “hayât ve his kuvvetleriyle irâdi olarak hareket
edebilen latîf bir cevherdir. Hükemâ buna rûh-i hayvânî der.”[309]
Tasavvufta nefis genel olarak, kulun kötü huyları ve çirkin
vasıfları, kötü his ve huyların mahalli olan latîfe, cism-i latîf ve kötülüğü
emreden nefs (nefs-i emmâre) şeklinde anlaşılmıştır.[310]
Sûfîler nefsin mahiyeti ile ilgili konulardan çok nefsin zaafları, terbiyesi ve
tekamülü gibi konular üzerinde durmuşlardır.[311]
Ken’ân Rifâî’ye göre nefis insan
için bir imtihan vesilesi ve tekâmülünü hızlandırıcı bir güçtür. Rifâî
tekâmülün nefsin icaplarını çiğnemekle elde edileceğini kaydeder.[312]
Nefis tekâmül yolunda insanı hızlandırıcı bir araca dönüştürülebilir. İnsan,
Hakk’ın emirleri karşısında nefse muhalefet ile mücadelede bulunma durumunda
olan bir varlıktır. Bu mücadeleyi kazandığında, meleklerden dahi üstün bir
dereceye erişecektir.[313]
Nefs sahibi olmak, bu nedenle insan için bir tür ayrıcalıktır.[314]
Şu halde nefse hâkimiyet, nefsin arzularına mukavemet etmekle mümkündür.[315]
Bu da nefse istediklerini vermemekle gerçekleşir.[316]
Nefsani arzuların üzerine çıkmak, zorluklarla dolu bir süreçtir fakat nefse
galip gelmesi, kişiyi henüz dünyada iken bir tür cennet hayatına eriştirir.[317]
Ken’ân Rifâî nefsin terbiye ve tasfiye neticesinde hayırlı işlere
yönelebileceğini belirtir. Şeyhe göre bu terbiye, mücâhede ve riyâzet ile
gerçekleştirilir. Şu halde yapılması gereken, nefse muhalefet etmek, onu arzu
ettiği şeylerden men etmek ve kendisinden gelebilecek tehlikelere karşı, daima
uyanık bulunmaktır. Rifâî’ye göre buradaki teyakkuz hâli, nefsi, aklın ve
vahyin gerektirdiği şekilde kontrol atında tutmak anlamındadır.
Ken’ân Rifâî’ye göre Kur’ân’ın en
temel konularından biri nefsin terbiyesidir. Esâsen Kur’ân-ı Kerîm, insanın
kemale ermesi için, nefsinin ayıplarından temizlenerek tezkiye edilmesi ve bu
suretle ruhun cilâlânması için gereken amelleri bildirir.[318]
Tarîkattan maksat da, bütünüye nefsin terbiyesidir.
Dervişler bu gâye uğrunda birçok safhadan geçer, türlü darbelere uğrar ve
imtihanlara tutulur. Fakat karşılaştıkları zorluklar karşısında yıkılmamak
dervişliğin en önemli alametlerindendir. Dervişlik, çeşitli mücâhedelerle,
nefsin kibir özelliğinin yok edildiği kanlı bir yoldur.[319]
Şeyhe göre, nefsi terbiye etmek, onu nefis olmaktan çıkarır.[320]
Rifâî’ye göre Allah yolunda yalnız şeriatla gidenler, nefsin mülhime
mertebesine kadar yükselebilir, mutmainne, râzıye ve marzıyye mertebelerine
yükselebilmek için mutlaka tasavvufî anlamda bir sülûka ve bir mürşide tabi
olmak gereklidir.[321]
Ken’ân Rifâî için insanın Allah’a
kavuşması, nefsin perdelerini kaldırılması anlamındadır. İnsan kendi nefsine
olan muhabbetinden soyunup zulmani perdeleri attığında, şuhûd mertebesine
erişecektir. Hak yolunda sâlikin açtığı perdeler, şeyhin anlatımına göre nefsin
varlık zehabından kurtulması ve aslında kendi vücûdunda Hakk’ın varlığından
başka bir şeyin olmadığını idrâk etmesinden ibârettir.[322]
Rifâî’nin
bu hususta en çok kullandığı tabir,
“nefsini la etmek”, yani “yok etmek” ifadesidir. Bu ifadeden kasıt, kişinin
yokluğunu ve aczini idrak etmesidir.[323]
Nefsin aczini bilme ifadesi, Rifâî’nin düşüncesinde hakiki anlamda vücûdun
Allah’a ait olduğunu bilme anlamındadır.[324]
Ken’ân Rifâî, bu bağlamda Cüneyd-i Bağdâdî’nin bir ifadesine atıfta bulunur
“tasavvuf, Cenâb-ı Hakk’ın bir kulunu nefsinden öldürüp kendi bekâsıyle
diriltmesidir, ihya edip bâki kılmasıdır, buyurmuştur.”[325]
Zira, sâlik için, nûrani hazlar dahi sırasında bir tür nefsani perde olabilir.
Şeyhe göre nefis, ahlâki zaaflardan beslendiği kadar, riya ve gösteriş için
yapılan ve övülmeye sebep olan ibâdetleri dahi kendisi için bir güce dönüştürme
özelliğine sahiptir. Şu halde, hazzın maddî olanlarından çekinmek gerektiği
gibi nefsin kendisine pay çıkardığı mânevî hazlardan da kaçınmak gereklidir.[326]
Bu noktaya erişmek kolay olmayıp ancak Hak yolunda nefsanî ve ruhanî tüm
taleplerini feda eden aşıklar ulaşabilir.[327]
Ken’ân Rifâî için nefsin ıslahını temin
eden en önemli araçlar, zikir ve sohbettir.[328]
Rifâî’ye göre nefsi öldürmek için ise, mücâhede ve aşk lazımdır.[329]
Seyr ü sülûk sırasında sâlik, nefsinden çıkarak sefere koyulur. “Bu nefsinden
sefer etmektir. Mücâhedeler riyâzetler ile bir isimden bir isme geçmek ve vücûd
içinde seyreylemek demektir. Nereye baksan orada Hakk’ın bir ismi görülür. Onun
için Cenâb-ı Hakk’ın isimleri arasında sefer elbet ki bir hazdır, zevktir.”[330]
Ken’ân Rifâî insan vücûdunun akıl, nefis, kalb ve ruhtan mürekkeb bir varlık
olduğunu, ancak seyr ü sülûk neticesinde farklı isimlerle anılan bütün bu
kuvvetlerin tek bir şeye, yani ruha dönüştüğünü belirtir.[331]
Bilineceği üzre esmâ tarîkı denilen
tarîkatlarda, nefsin yedi mertebesi ve sıfatı olduğu kabul edilir ki bunlar
emmâre, levvâme, mülhime, mutmainne, râzıye, marziyye, zekiyye ya da
sâfiye/kâmile şeklinde sıralanır ve etvâr-ı seb’a olarak adlandırılır. Sâlikin
bu mertebeleri aşması için sırasıyla lâ ilâhe illallah, Allah, hû, hak, hay,
kayyûm, kahhâr isimlerini mürşidinin belirlediği sayıda zikretmesi gerekir.
Tasavvuf literatüründe sâliklere nefsin mertebelerini seyr ü sülûkta
karşılaşılan zorluklar ve bunlara ait çözümleri göstermek üzere birçok şeyh
tarafından atvar-ı seb’a risâleleri yazılmıştır. Bu risâlelerde nefsin her bir
mertebede yapması gerekenler, zikredeceği isimler ve takip etmesi beklenen
usuller anlatılmıştır.[332]
Ken’ân Rifâî de eserlerinde nefsin yedi mertebesinden ve o mertebeye ait
özelliklerden yeri geldikçe bahseder. Bununla birlikte Ken’ân Rifâî’nin
Medine’de bulunduğu dönemde yazdığı ve Server Hilmi Bey’e gönderdiği
risalelerden biri, bütünüyle nefsin mertebelerine ayrılmıştır. Risâlenin
başlığı Nefsin Dereceleridir.[333]
Bu çalışma kapsamında söz konusu risâlenin içeriği hakkında kısaca bilgi
verilerek değerlendirilecektir. Ken’ân Rifâî’nin nefis mertebeleri hakkındaki
görüşleri bu risâle vesilesiyle daha iyi anlaşılır.
Ken’ân Rifâî söz konusu risâleye,
insanda mevcut hayvanî ve sultanî ruh ayrımını izah ederek başlar. Burada şeyh,
vücûdu bir nevi ülkeyle benzetir ve ülkeye “vücûd iklimi” adını verir. Şeyhe
göre vücûd iklimi denilen bu toprakta, celal tecellîsinin mazharı olan hayvani
ruh ile cemâl tecellîsine mazhar olan sultanî ruh hükmeder. Her iki padişahın
da işlerinde kendilerine yardımcı olan vezirleri vardır. Hayvanî ruhun veziri
akl-ı maaş ve akıl hocası şeytan iken, sultanî ruhun veziri akl-ı maad ve akıl
hocası ise melektir. Rifâî’ye göre, hayvani ruh esasen nefstir, doğrudan nefsi
emmâreye takabül eder. Nefs-i emmârenin bütün gayesi, her türlü zâhirî haz ve
zevk ile güçlenip sultanî ruha galip gelmektir. Sultanî ruh ise, Allah’ın emir
ve yasaklarına itaat, ibâdet ve zikir ile kuvvetlenip nefse galip gelmek
gayretindedir. Şeyh bu kısa girişten sonra, nefsin yedi mertebesini izaha
başlar. Rifâî’nin en ayrıntılı olarak ele aldığı nefs-i emmâre ve levvâme
bahislerini burada değerlendirmek faydalı olacaktır.
Ken’ân Rifâî’ye göre nefs-i emmâre
ya da sıfat-ı emmâre mertebesi nefsin en aşağı derecesi ya da en ham halidir ve
kendi içinde üç sınıfa ayrılır. Birinci sınıf, Allah’ın emir ve yasaklarından,
hiçbirini yerine getirmedikleri gibi, tarîkat-ı âliye aleyhinde konuşmaktan
dahi çekinmezler. Yaptıkları kötü işlerden memnun ve bu işleri son derece iyi
bulan bu zümreye nasihat kar etmez, onlar ilâhî kelama karşı kayıtsızlardır. Bu
gibi kimselerin, hayvanî ruhu sultanî ruha galip gelmiştir. Yasin Sûresi’nde
geçen, kalpleri, kulakları ve gözleri perdelenmiş kimseler bunlardır.[334]
Ömürlerinin sonunda da imansız giderler. Nefsi emmârenin
ikinci sınıfı dünya ehlidir. Bunlar da ilk sınıf gibi emir ve yasaklara riayet
etmemekle birlikte haram ile helalin ne olduğunu bilirler. Buna rağmen haramı
işlemekten geri durmazlar. Allah’ın affediciliğine güvenerek ilerde tövbe etmek
niyetiyle her türü haramı işlemeye devam ederler. Cenâb-ı Hakk’ın azabından
emin oldukları cihetle içlerinde korku yoktur. Bu gibi kimselerin vücûdunda
sultani ruh, kendisini hayvani ruhun idaresine bırakmış ve ondan razı olmuş
durumdadır. Bu sınıf Araf Suresi 7/129 ayetinde anlatılan, gaflet ehli
kimselerdir.[335]
Nefs-i emmârenin üçüncü sınıfına gelince, bunlarda emir ve yasakları
gözetmezler ancak yaptıkları kötü işlerin ardından pişmanlık gösterirler.
Kusurlarını bilip dil ile itiraf etseler de bu pişmanlıklar sözde kalır, kalbe
ve hale tesir etmez. Çoğunluğu bu hal üzere imansız olarak öteki âleme
giderler.
Ken’ân Rifâî nefsi emmârenin mânevî
rahatsızlıkları içinde bulunan sâlikler için, bir çare olmak üzere şu
tavsiyelerde bulunur: Nefsi levvâmeye geçmek isteyenler, “hesaba çekilmeden
önce kendinizi hesaba çekiniz hadisine”[336]
kulak vererek, nefislerini hesaba çekmeli, yaptıkları hatanın ahiretteki
karşılığını düşünmeli, mizan ve sıratta yaşayacağı zor halleri gözünün önüne
getirmelidir. Bu tefekkür sâliki iyi amel ve hayır işlerine yöneltecektir. Emre
itaat etmeye çalışmalı ve Allah’ın Gafur ve Rahim olarak günahları affedeceğine
yönelik nefsanî telkinlere kulak vermemelidir. Tövbe ederken samimi olmalı ve
fırsat geçerse yine yaparım düşüncesini hatırdan çıkarmalıdır. Şeyh, hata
işleyen kişinin nefsini kınadığı taktirde nefs-i levvâme derecesine erişmesinin
mümkün olduğunu belirtir.
Ken’ân Rifâî nefsin levvâme
derecesinde bulunanları da iki sınıfa ayırmaktadır. Birinci sınıfa ukba ehli
(ahiret ehli) adı verilir ki, bunlar ellerinden geldiğince emir ve yasaklara
dikkat etseler de arada nefislerine meylederler. Sonrasında nefislerini çokça
levmedip tövbe eder ve yaptıkları hatalardan bazılarını tekrar işlememeye de
muvaffak olurlar. Sultanî ruh henüz hayvani ruha galip gelmiş durumda değildir
ancak artık bu
ikisinin yolları ayrılmıştır. İkinci
sınıf ise, tarîkat ehli olan sıfat-ı levvâmedir. Bunların hatası, fiilde değil
haldedir. Hataları şahsi bir menfaat için değildir. Söz gelimi, bir konuyu
tafsilatıyla anlatmak isterken, söze yalan karışmasına engel olamazlar. Rifâî’ye
göre, nefsin levvâme derecesinden geçerek mülhimenin vasıfları ile hallenmesi,
devamlı olarak şeyhini gözünün önüne getirmek ve kurtulmak istediği huyun tam
aksini yapmak suretiyle mümkün olur. Kibirli olan kimsenin, kibrin tam tersi
olan tevâzu ile huylanmaya çalışması, bu yaklaşıma bir örnektir. Diğer bir
yöntem ise başkalarında görülen kusurları, kişinin kendi nefsinde telafi etmeye
çalışmasıdır. Sâlikin bahsedilen konularda gayrete gelmesi onun levvâmeden
mülhimeye geçmeye başladığının bir göstergesidir.
Ken’ân Rifâî’nin henüz tekke
şeyhliğine başlamadığı bir dönemde kaleme aldığı bu risâle ile, atvâr-ı seb’a
yazma geleneğine bir katkıda bulunduğu söylenebilir. Rifâî’nin Ümmü Ken’ân
Dergâhı’nda resmi olarak şeyhlik görevine başladığı dönemde, bir Rifâî
dervişinin seyr ü sülûk esnâsında okuyacağı evrad ve ezkarı açıklamak üzere
müstakil kitaplar yazdığını yukarıda söylemiştik. Nefsin Dereceleri adlı
bu risâlenin oıjinal tarafı ise Rifâî’nin nefis mertebelerinde ilerleyen sâlik
için bir yöntem olarak zikirden ziyade telkin ifadelerini tavsiye etmesidir.
Dünyanın fâni ve ölümün ve kabir azabının hak olduğunun tekrar etme bu
telkinlerden bazılarıdır. Risale kapsamında bir mürşide tâbî olarak ve onun
verdiği zikir ile ilerlemenin en hızlı yol olduğu da yine öne çıkan konulardan
bazılarıdır. Yukarıda ayrıntılarını verdiğimiz risale kapsamında şeyhin seyr ü
sülûkta her tür ilerlemeyi idrak ile ilişkilendirdiği görülür. Ken’ân Rifâî’ye
göre, nefsin bir derece ve mertebeden diğer dereceye ulaşmasını temin eden şey,
onun bir idrak ya da anlayıştan daha üstün olan bir anlayışa yükselmesidir.
Bunun için geleneksel manada zikir şart olduğu kadar, zikir esnasında söylenen
lafızların farkında olma ve o lafızlar sayesinde idrakin gelişmesini temin etme
gibi konular da etkilidir.[337]
Sözlükte yaşlı kimse olarak geçen
şeyh kelimesi, sûfî ıstılâhında velî, pîr, mürşidle eş anlamlı olarak
kullanılmıştır. Tasavvuf ehline göre şeyh bir tarîkata intisâb ederek seyr ü
sülûkunu tamamlayan ve şerîat, tarîkat, hakîkat ilimlerinde yüksek derecelere
ulaşmış bulunan kimsedir.[338]
İlk dönemlerden itibaren, sâlik için bir mürşidin gerekli olduğu görüşü ileri
sürülmüştür. Şeyhin ilmi durumu hakkında kitap ve sünneti iyi bilmesi üzerinde
durulmuş, bununla beraber her âlim ve bilgili kişinin şeyh olamayacağı da ileri
sürülmüştür. Sûfî müellifler müridin mürşidine bağlılığının, sülûk açısından
gerekli olduğuna dikkat çekmişlerdir.[339]
Konunun önemini vurgulayan “mürşid huzurunda gassâl elinde meyyit gibi
olmalıdır” ifadesi sûfîler arasında yaygınlık kazanmıştır.[340]
Ken’ân Rifâî’nin tasavvuf
anlayışında mürşid kavramı merkezî bir öneme sâhiptir. Şeyh, sûfîler arasında
yaygın olan, seyr ü sülûk için mürşid şarttır, anlayışına katılmaktadır. Bu
bakış açısı, onun tasavvufî görüşleri ve yaşantısı üzerinde genel anlamda
müessir olmuştur. Rifâî’ye göre, Kur’ân-ı Kerîm’in mânâsı, temelde mürşid
kavramı etrafında şekillenir.
Ken’ân Rifâî mürşid ve seyr ü
sülûkta mürşidin önemi ile ilgili görüşlerini büyük ölçüde Mesnevî
şerhinde ortaya koyar. Bu durum özellikle mürşidin önemi ve anlamı ile ilgili Mesnevî
beyitlerinin şerhinde açıkça anlaşılabilir. Mesnevî I. cilt içerisinde
yer alan, “pâdişâh ve cariye” hikâyesindeki,[341]
ilâhî tabib Rifâî tarafından kâmil mürşid olarak yorumlanır. Benzer şekilde
Rifâî Mesnevî II. cilt içerisinde yer alan “uyurken ağzına yılan giren
bir kimseyi bir süvarinin kurtarması” adlı hikayenin şerhinde, süvariyi mürşid
olarak değerlendirir ve onun nefse ağır gelen uygulamalarını sülûktaki olumlu
neticeleri açısından yorumlar.[342]
Genel anlamda Mesnevî II. cilt şerhi, mürşidin hakikati, gerekliliği ve
mürşid-mürid ilişkisine ayrılmıştır. Sohbetler adlı eserinde, bu konuda
birçok ayrıntıya temas eden şeyh, Seyyid Ahmed er-Rifâî adlı eserinde
ise meseleyi daha çok Rifâî tarikatında mürid-mürşid irtibatı açısından ele
alır. Biz de konuyu söz konusu eser bağlamında incelemenin gerekli olduğunu
düşünüyoruz.
Ken’ân Rifâî’ye göre mürşidsiz
olarak yol almaya çalışan ehl-i şerîat, bu yolculuk neticesinde cennete ulaşsa
da, hakiki vuslata nail olamama tehlikesi ile karşı karşıyadır. Rifâî mürşidsiz
seyreden bir nefsin ancak emmâre makamına kadar yükselebileceğini kaydeder.[343]
Zira onun nazarında “Cenâb-ı Hakk’ın hakikati, tarikatın verâsında
gizlenmiştir.”[344]
Rifâî’ye göre şeriatta rehber olan kimseler âlimler olduğu gib, tarîkatın
rehberleri de mürşid-i kâmillerdir. Burada Rifâî, kâmil mürşid ile kemale
erememiş mürşid arasında bir ayrım yapar. Buna göre kemal derecesini bulamayan
ve hakikatin künhüne vakıf olamamış bir mürşid sâlikleri maksada eriştirmek hususunda
da zaaf içindedir. Ona tabi olanların da aynı şekilde yolda kalması
kaçınılmazdır. Bir de şeriati ihmâl edip yalan yanlış şeylerle aradığını
bulduğunu zanneden mürşid müsveddeleri vardır ki, Ken’ân Rifâî bunlar için
müteşeyyih ifâdesini kullanır: “Ulûm-i dünyâ ve maârif-i ilâhîye ve hakîkiyeyi
hakkıyla müşâhede etmeyene müteşeyyih denir ki, selefin kavlini bilâ-tahkîk
gerdanına asmış ve kelimât-ı ilâhîyye[yi] babadan kavuğu giyip yerine
oturmuştur.”[345]
Müteşeyyihlere tâbi olanlar da “daha ilk hatvede helâk kuyusuna düşer.”[346]
Rifâî’nin burada, XIX. yüzyıldan itibaren tekke dünyasının tadil edilmesi
gereken mühim bir meselesi olan, beşik şeyhliğine gönderme yaptığı görülür.
Onun anlayışına göre mürşid ya da şeyh, şer’î ilimlerde tahsil görmüş, bir
mürşid eşliğinde sülûkunu tamamlayarak irşad ehliyetini almış tecrübeli bir zât
olmalıdır.
Şu halde hâkîkate ulaşacak olanlar
kimlerdir? Rifâî’ye göre şerîati ve tarîkatı cem etmiş ve irşâda memûr olan bir
mürşid elini tutmuş olan sâlikler hâkîkate erecektir. Şeyh, bu mânâyı ifâde
etmek üzere, Niyâzî-i Mısrî (ö. 1105/1694)’nin “her mürşide el verme ki, yolunu
sarpa uğratır/mürşidi kâmil olanın gâyet yolu âsân imiş” beyitlerine sıkça
atıfta bulunur.[347]
Rifâî kâmil bir mürşidi bularak terbiyesine giren kimsenin bu irtibatın edebine
riayet etmesi gereğine dikkat çekerek, müridin sahip olduğu, ilim ve makama
iltifat etmeyerek, mutlaka şeyhten gelen feyze değer vermesi gerektiğini
kaydeder. Rifâî, tahkik ehline göre bu meselenin izahını şu şekilde yapar:
Müridin, şeyhinin huzurunda kendi aklı ile elde ettiği bilgiyi söylemesi
edepsizlik, bildiğini unutup şeyhinin bildirdiği ile hareket etmesi ise bu
yolun edebidir.[348]
Şeyh, sûfîler arasında yaygın olan ifadeyi, bu babda bir tür netice olarak dile
getirmeyi de ihmal etmez. Müridin, şeyhin iradesi karşısındaki tavrı odur ki:
“Gassâl önünde meyyit gibi ona teslim olmak gerektir.”[349]
Ken’ân Rifâî’nin Mesnevî III. cilt şerhinde konuyla ilgili izahları
büyük ölçüde mürşidsiz ve delilsiz hak yolunda ilerlemenin getirdiği zorluklar
hakkındadır.[350]
Ken’ân Rifâî mürşidin gerekliliğine
işaret ederken onun kemal ehli olması lüzumuna da dikkat çeker. Peki Rifâî’ye
göre mürşid kimdir? Kamil mürşidin vasıfları nelerdir? Rifâî’ye göre mürşid,
vücûdunu ilâhi tecellîler yakmış olan kimsedir. Benliği ilâhî tecellîler ile
yanmış olan bu kimse, fenâ makamına ermiş ve Hakk’ın tecellîsinde bâki olmuş
bulunduğundan, kendisinden Allah tecellî eder. “Ey mazhar-ı mürşidde tecellî
eden Allah!”[351]
mısraı, Rifâî’nin bu manayı ifade etmek üzere sıkça dile getirdiği bir
ifadedir. Ona göre mürşid, fiziksel olarak bir beden ve vücûda sahip olsa da,
hakikatte kendi iradesi olmadığı için onun bir varlığı/vücûdu yoktur.[352]
Tıpkı bu zuhûr âleminin Hakk’ı gizleyen bir peçe olması ve “yarattığı
varlıkların vücûduyla, tasarrufunu ve hükmünü” yürütmesi gibi mürşid de
cemâlullahın peçesidir. [353]
Allah kendisini arayan kuluna mürşid sûretinde tecellî ederek, onu çeşitli
varlık derecelerinden geçip nihâyet insanlık mertebesine ereceği bir yola
iletir. Sâlik bu sûretle nefsinden yola çıkarak aslına ulaşır.[354]
O halde kaybettiği hikmetin arayıcısı olan insan, hakîki bir mürşid bulmak
suretiyle, yitirdiği hikmete kavuşacaktır.[355]
Rifâî’ye göre kâmil mürşid, devrin
Süleymanı gibidir. Her devrin kendine has bir hususiyeti ve ilmî yaklaşımı vardır.
İrşadın tesiri açısından, gerçek bir mürşidin, devrinin meselelerini ve
yaklaşımlarını hülâsaten bilmesi gereklidir:
“İrşâda
memur olanlar için, sâdece manevî ilim kâfi değildir. Bir mürşid, bir mürebbî
zamanın gidişine, maddî ve manevî hayâtına vâkıf değilse talebeleri ile nasıl
anlaşabilir? Sen bana ben mûsikî bilirim, diye, mûsikîden söz açtığın vakit ben
sana bu meselenin esasları hakkında hiç değilse umûmî olarak bir şey
söyleyemezsem hoşuna gider mi?”[356]
Böyle bir kâmil mürşid insanı mânevî
yolculuğunun çeşitli makamlarında karşılayacak ve onu içinde bulunduğu
müşkillerden kurtaracaktır.[357]
Ken’ân Rifâî’ye göre mânevî yolculuğun litaratürdeki ifâdesi olan tarîkat ve
tarîkat dahilindeki ritüeller insanın kurtuluşu için yeterli değildir. Sâlik
mürşide bağlılığın gereklerini yerine getirdiği ölçüde nefsin zorluklarından
kurtulacaktır.
Rifâî’ye göre mürşid, rubûbiyet
tecellîsidir.1215 İnsanın akıl ile halledemeyeceği birçok müşkil,
mürşidler vasıtasıyla çözüme kavuşur.1216 Rifâî, bu dünyâda herkesin
bir gidişi (sırat) olduğu ve buna hürmet etmek gerektiği kanaatindedir. Şu
halde nebî ve mürşidlerin çağrısı ne yönedir? Şeyhe göre, Allah’ın rab ismi ile
muttasıf olan mürşidler tıpkı peygamberler gibi, Hakk’ın Mudil isminden, Hâdi
ismine davet etmekle görevlidir. Her insanın, kendi zannına göre tuttuğu bir
sırat/yol vardır. Mürşid, kişiyi mutlak hakikat olarak gördüğü bu yoldan, Allah
tarafından bildirilen sırat-ı müstakime çağıran mürebbidir. Zira, sırat-ı
müstakim, Hak tarafından bildirilmiş en hızlı ve güvenli yoldur. Bir derece
daha açacak olursak, şeyhe göre her varlığın kendi ayan-ı sabitesinin merbut
olduğu bir ilâhî isim/rab ve ilâhî ismi gerçekleştirme yolunda tuttuğu bir
sırat vardır: “Fakat en doğru sırat, en doğru yol, ihdina’s-sırâta’l-müstakîmdeki
mazhar-ı Muhammedî olan sırât-ı müstakim, yâni tevhîddir.”[358]
Ken’ân Rifâî’nin konu ile ilgili izahlarından, her ne kadar terim olarak
kullanmasa da, İbnü’l-Arâbî düşüncesindeki rabb-i hâs, vech-i hâs gibi vahdet-i
vücûd düşüncesine ait kavramlara göndermeler yaptığı ve meseleyi bu kavramlar
çerçevesinde ele aldığı anlaşılır.
Ken’ân Rifâî, kâmil mürşidin
ayrıntılı bir portresini, Ahmed er-Rifaî’den nakille Seyyid Ahmed er-Rifâî
adlı eserinde çizer. Rifâî, bu eserde, sûfî müelliflerce tespit edildiği şekliyle
mürşidin temel özelliklerinden bahseder. Bu çerçevede mürşid emir ve nehiyleri
hatırlatmada, tıpkı bir nebi gibi devrin vekili olarak tarif edilir: Yeni
şeriat getirmemekle birlikte, mürşid şeriatın tatbiki konusunda bir nebî gibi
hizmet eder. Rifâî, kamil şeyhin, hastaların tedâvisine çalışan bir doktora
benzetir. Şeyhin, müridin terbiyesine yönelik uygulamaları, bir doktorun
hastasını tedaviye yönelik tatbikatı mesabesindedir. Bu müdahele neticesinde,
said olanların saâdeti artarken, şakî olanların da şekavetleri sönmeye yüz
tutmaktadır. Rifâî’ye göre, gerçekte peygamber vârisi olmalarından dolayı,
şeyhlerin yolu, bütün yolları toplayan “Tarîk-i Muhammedî”dir. Onlar, yalnızca
temsilcisi oldukları tarîkat ile kayıtlı değillerdir. Hangi sûfî geleneğe bağlı
bulunursa bulunsun, mürşidin kast ettiği ve istediği, sâlikleri yeteneklerine
göre eğiterek, kavuşma makamından ibâret olan yakîn mertebesine yâni kâmil
insan mertebesine eriştirmektir. Rifâî’ye göre yol birdir. Şu halde mesele o
yoldan Hakk’a vüsûlu temin edecek rehberi bulmaktır.[359]
Ken’ân Rifâî, Rehber-i Sâlikîn
adlı eserinde, mürşidin sahip olması gereken özellikleri şu şekilde özetler:
“Sâhib
ve meshûb da, yani şeyh ve ihvân-ı mürid de bulunması iktizâ eden hal ve sıfât
bir şeyh-i kâmil müteşerri’ mütedeyyin ve tarîkatın husûl ve erkân ve Âdâbına
halvet ve celvetine ezkâr-ı esrâr u sülûkuna arif olmak lâzım geldiği gibi
kavli fi’li hâli şeriata mütâbık kibirden ucubdan hakdeden, hasetten, kizibden
ârî vesâîs-i nefsâniyyeden hâlî, fukarâya meşâyıha ve gurebâya mütevâzi’ ve
hürmet sahibi olmalı tarîf-i sülûkde talâkat-ı lisâne malîk muhezzebûl ahlâk ve
sözünde sabit, kalbine sahib ve hazret-i Resulullah sallalahu aleyhi vessellem
Efendimize vâsıl olan icâze-i müteselsileye mâlik bulunmalıdır.”[360]
Rifâî’nin tabiriyle Cenâb-ı Hakk’ın
memuru olan mürşid ve mürebbiler, sâliki kemâle, yani nefs-i sâfiye makamına
ulaştırır.[361]
Peki mürşid bunu gerçekleştirirken ne gibi yöntemler kullanır? Rifâî’ye göre
mürşidin irşadında esas olan öncelikle sevgi ve merhamettir. Şeyh müridine bir
hekimin hastasına olan ilgi ve şefkati ile muamele de bulunmalı,[362]
zikir telkini, sohbet ve riyâzet gibi yöntemleri kullarak müridinin gelişimini
takip etmelidir. Kamil şeyh, kalplerdeki putları kıran, ölü kalpleri ihyâ eden
bir teshir kabiliyetine sahiptir. Bunu yaparken kullandığı en temel vesile,
Allah muhabbetidir ki bu muhabbet, müridlere sohbet kanalıyla aktarılmaktadır.[363]
Mürşid bu gibi yöntemlerle sâliki “îtirazdan teslîme, tedbîrden havâle etmeye,
bilgisizlikten irfan sâhibi olmaya, uyuşukluktan ibâdete, büyüklenmekten alçak
gönüllülüğe, budalalıktan güzel huya, düşmanlıktan barışık olmaya, insanlara
eziyet vermekten onlara yarar sağlamak özelliklerine, gafletten korkuya
naklettirir.”[364]
Ken’ân Rifâî’ye göre bunun gerçekleşmesi için şeyh ile müridin fiziksel olarak
aynı mekânı paylaşmalarına gerek yoktur. Mürşid sırasında fizik alemde hiç
görünmeden, yani mânevî feyz akışı ile talebelerini eğitme salâhiyetine de
sahiptir.[365]
“Sûfîlere
göre Hak’tan gelen feyiz Resûl-i Ekrem aracılığıyla velîlere, onlar
aracılığıyla insanlara ulaştığından müridlerin feyiz menbaı irşad makamındaki
şeyhlerdir. Şeyhin doğrudan doğruya Hz. Peygamber vasıtasıyla Hak’tan aldığı
feyze “feyz-i ilâhî”, silsile vasıtasıyla aldığı feyze “feyz-i isnâdî” denir.
Müridin tarîkata girip şeyhten feyiz ve irfan almasına “ahz-ı feyz” adı
verilir.”[366]
Mürid, sözlükte nefsini dünya
nimetlerinden alıkoyan, ibâdetlerle ilgilendiği için dünyâ hazlarından yüz
çeviren anlamına gelir. Buna göre irâde, âdet ve alışkanlıkları terk etmek
mânâsına gelirken, mürid ise âdet ve alışkanlıklarını terk eden, Hakk’ın
irâdesine giren kişi anlamındadır. Tasavvuf klasiklerinde konu daha çok irâde
kavramı ile ilişkisi açısından ele alınmış; bu bağlamda irâde ile mürid ve
murâd kelimeleri arasındaki anlam yakınlığı üzerinde durulmuştur.[367]
Mürid, çoğunlukla irâdesiyle nefsinin arzularını terkeden ve kendini Hakk’a
veren kişi olarak tanımlanmaktadır. Sûfî müellifler eserlerinde mürid ve
müridin adabı konusuna yer vermiştir.[368]
Tarikatların yaygınlaşması ve tekke kurumunun önem kazanması, şeyh-mürid
ilişkisinin daha düzenli ve disiplinli hâle gelmesine vesîle olmuş, bu tarihten
sonra müridin adabına yönelik müstakil eserler kaleme alınmıştır.[369]
Müridlerin âdâbı konusu en ayrıntılı bir şekilde Ebü’n-Necîb Abdülkahir
es-Sühreverdî (ö. 563/1167) tarafından kaleme alınan Âdâbü’l-Müridin ve
Şihabüddin es-Sühreverdî’nin ‘Avârifü’l-Ma‘ârif adlı eserlerinde
işlenmiş olup[370]
bu bahiste öne çıkan husus müridin herkesle içinde bulunduğu hâle göre ve lâyık
olduğu şekilde sohbet etmesidir.[371]
Ken’ân Rifâî, sâliğin hakikat
yolunda ilerlerken, kendisine rehberlik eden mürşidiyle irtibatına önem verir
ve eserlerinde müridin adabı ile ilgili bahisleri ayrıntılı olarak yer verir.
Bununla birlikte, Rifâî’nin eserlerinde genel anlamda müridin vasıfları ile
ilgili bazı tespitlerde bulunduğu da görülür. Söz konusu tespitlerden birkaçını
buraya kaydedelim: Şeyhe göre, mürid ilk zamanlarınd, nefsinin arzuları ile
sülûkun icapları arasında mütereddiddir. Başlangıç zamanının zorlukları ile
hemhâl olan müridin, bu zorlukları aşabilmek için mürşidinden iltifat ve ikrâm
görmeye ihtiyacı vardır. Kendi içlerinde dereceleri olan müridler, sülûkte
ulaştıkları makama göre farklı isimler almaktadır. Bunlar içerisinde muhib,
tasavvuf yoluna yeni intisab etmiş kimseye denir. Bu bakımdan muhib, henüz kötü
huylarından vazgeçmeye hazır değilse de, mal bezletmek suretiyle mürşidine ve
ihvanına hizmet eder.[372]
Mürid ise tüm varlığıyla sülûka giren kimseye denir. Şeyhin deyişiyle “müride
gelince, o hem canını hem malını harcayandır.”[373]
Kâmil insan aczini bilen böyle bir müride iltifat etmekte, onun etrafına mânevî
bir ismet ve himâye halkası çizerek onun her türlü tehlikeden korumaktadır.[374]
Ken’ân Rifâî’ye göre mürid, şeriatın
gerek zâhirî gerekse bâtınî edebine riâyet etmesi gerektiği gibi, ayrıca
tarîkatın kendine has edebini de benimsemesi gereklidir. Bu nedenle henüz âşık
mertebesini bulmamış, dolayısıyla da beşer gözüyle mürşidini değerlendirme
ihtimâli olan mübtedilerin, mürşidin huzûrunda fazlaca bulunmaları
tehlikelidir. Mübtediler henüz hamlık mertebelerini geçmediklerinden,
mürşidlerinde gördükleri beşeri haller ile hayallerindeki mürşid kimi zaman
birbiriyle tenakuz arzeder. Şeyh böyle durumlarda müridlerin hüsn-ü zan üzere
bulunmalarının iç karışıklığını önleyeceğini belirtir. Ken’ân Rifâî mürşid
huzurunda kötü zanda bulunan müridin, “şerîatça kâfir olmasa da, tarîkat
kâfiri” olacağını belirtir.[375]
Öte yandan aşıklar ve seyrinde ileri derecelere ulaşanlar için ise huzurda
bulunma müddeti ile ilgili böyle bir sınırlama yoktur. Onlar vaktiyle
hocalarının her türlü cefâ, imtihân ve mekrinden geçmiş olduklarından bu
hususta daha serbestlerdir: “Her çeşit muâmele ve imtihana mâruz kalmış
olduğundan, mürşidin bir beşerî tarafı olmasını tabiî bulur.”[376]
Ken’ân Rifâî gerçek müridleri, asr-ı saâdette daima Hz. Peygamber’in yanında
bulunan ashâb-ı suffe’ye benzetir. Sâdık müridler, mürşidlerinin etrafında
halkalanarak, her hal ve işlerinde mürşidlerine tutunup onun ahlâkını
benimseyenlerdir. Şeyhe göre bu sadık müridler her an mürşidlerinin mânevî
huzûrunda bulunduklarını idrak ettikleri, visâl ve firâk ateşi ile yanıp
tutuştukları için vuslat ile ayrılık onlarda tesir uyandırmaz. Bu vasıflara
sahip olan müridler her an Allah’ın yeni bir tecellîsi ile buluştukları için
seyirleri de daimidir.[377]
Ken’ân Rifâî’ye göre her mürşid,
müridinden öncelikle temizlenmiş bir gönül ister: Sülûkun, gurbet, sohbet,
riyâzât ve çile gibi türlü derecelerinden geçen bir mürid, bu yöntemle gönül
safiyetine ulaşacaktır. Mürşidin sevdiği mürid de aslında budur. Zira şeyh
kendisinden tecellî eden manayı aksettiren ve gösterdiği yolda giden müridleri
sever.[378]
Kâmil mürşidin talebelerinden beklentisi iyi huy ve davranışlarla ebedî saâdet
yolunda olmalarıdır. Ken’ân Rifâî mürşidin gösterdiği yoldan yürümediği halde,
tekrar onun kapısına gelen müridin hâlini, değirmene buğdaysız gelen kimsenin
durumuna benzetir. Mürşidin istediği, müridlerini tekamül yolunda görmektir.
“Lâkin söz dinlemek şarttır.”[379]
Hekim sözü dinleyen hastanın günden güne şifâ bulması gibi, mürşidine teslim
olarak onun tavsiyelerine uyan müridin de günden güne nefsanî hastalıklarından
ve ağırlıklarından kurtulması mümkündür.
Ken’ân Rifâî’ye göre müridin mânevî
yolculuğunun devamı, mürşide olan bağlılığına tâbidir.[380]
Bu yolda kendi kendine çalışmak maksada vasıl olmak için yeterli değildir. Şeyh
bu konuda son derece açıktır. Bir şiirinde bu yaklaşımını “kendi kendine
çalışmak, vâsıl etmez maksada/ Mürşid-i kâmilsiz olmaz bu hakîkat, bilmeli!”
beyitiyle ifade eder.[381]
Nefsin kötü ahlâkının başının kesilmesi, Rifâî’nin deyimiyle ancak seyf-i
zikir/zikir kılıcı ile mümkündür. Rifâî burada zikrin, nefis terbiyesi
üzerindeki etkin rolünü, kılıç örneği ile betimler. Zikrin fayda sağlaması ise,
yine mürşidin telkiniyle yapılması halinde kendisini gösterecektir.[382]
Sâlik kendi bildiğini terkedip nefsini mürşidinin önüne koyduğu taktirde Hakk’a
vâsıl olacaktır.[383]
Mürşid-i kâmili bulan kimsenin sadakatle ona teslim olması ve bildiklerinden
geçerek hocasının ilmine talib olması gereklidir.[384]
Fakat bunun için, mürşidin Hak olduğuna[385]
yani şeyhin Hak tecellîsi için bir mazhar olduğuna inanmalıdır.[386]
Yukarıdaki ifadelerden anlaşıldığı üzere Ken’ân Rifâî müridin bir mürşid
rehberliğine kavuştuktan sonra bu nimetin kıymetini bilmesi hususunda son
derece önem verir. Ona göre sâlikin mânevî derecelere yükselmesi mürşidine
gösterdiği hürmet ile doğrudan ilişkilidir.
Ken’ân Rifâî’nin müridleri, ortaya
koydukları iradeye göre mürid, muhib ve murad şeklindeki derecelendirirken,
es-Serrac’ın el-Lüma’sında ortaya koyduğu yaklaşımı benimser. Buna göre
hakikat talipleri içerisinde mürid adını alan kimse, mürşid ya da şeyhine kendi
iradesini tam manası ile teslim edebilen kimsedir. Sülûkta ilerlemenin esası
teslimiyettir: Sâlik teslimiyeti nisbetinde ilerleyecektir. Ken’ân Rifâî,
bundan sonra inceleyeceğimiz derviş ve dervişlik meselesini ise daha çok bir
mürşidin terbiyesine teslim olarak sulûka koyulmuş dervişin terbiye sürecindeki
merhaleleri ya da pratik konuları açısından değerlendirdiği görülecektir.
Derviş Farsça kökenli bir kelime
olup esasen muhtaç, yoksul, dilenci gibi anlamlara gelir. Tasavvuf
literatüründe ise tarîkata girip bir şeyhe bağlanan, onun izinden Hak yolunda
yürüyüp nefsini ıslâh eden, varlık iddiâsından geçip Allah’ın birliğini bütün
kâinatta görerek kendini Hakk’a ve onun yarattıklarına adayan kimse olarak
tarif edilir. Makbûl dervişin bir lokma bir hırkaya kanaat edecek kadar geniş
gönüllü olduğu, kimseye bâr olmadığı, bilakis herkese yâr ve yardımcı olduğu,
haksızlıklara göğüs gerdiği söylenmiştir. Derviş, tatlı dilli güler yüzlü,
sevgi doludur. Elini dilini haramdan koruyan, her daim hayır işlerine koşan ve
fedâkarlığı ile temayüz eden bir kimsedir. [387]
Ken’ân Rifâî genel anlamda derviş
konusunu eserlerinde farklı yönleriye alırken, Seyyid Ahmed er-Rifâî ve Rehber-i
Sâlikîn adlı eserlerinde ise Rifâî dervişinin seyr ü sülûku hakkında
ayrıntılı olarak bilgi verir.[388]
Öncelikle belirtilmelidir ki Ken’ân Rifâî derviş ve dervişlikten bahsederken
konuyu daha çok bir sâlikin sülûkunda karşılaştığı somut meseleler ve bunlara
karşı takındığı/takınması gereken pratik tavırlardan açısından inceler. Rifâî
mürid ve onunla ilişkili konuları ise sülûkun terorik meseleeri dahilinde ele
alır.
Ken’ân Rifâî Osmanlı Devleti’nin son
döneminde yaşamış bir mutasavvıf olarak, tekke kurumunun ve derviş figürünün
yıpranmış yahut yıpratılmış olduğunun farkındadır.[389]
Konuyla ilgili izahlarında derviş tipinin son asırda kendisiyle
özdeşleştirildiği tembellik, miskinlik ve fakirlik gibi meselelere göndermeler
yaptığı gibi bir taraftan ideal derviş portresini de ortaya koyduğu görülür.
Rifâî’ye göre dervişlerin vurgu yaptığı fakr kavramı, maddî yoksulluk anlamına
gelmez. Bir lokma bir hırka ile ifâde edilmek isten, rızâ ve teslimiyettir.
Dervişlik Hakk’ın güç ve kuvveti karşısında yokluğunu idrak etmektir. Böyle bir
kimsenin Allah’ın kendisine lütfettiği nimetlerden helâlinden istifâde ederek
yiyip içmesi, güzel giyinip gezmesi onun dervişliğine mâni değildir. “O yediğin
yemeklerle bu rızâ lokmasını bulduktan ve giydiğin elbiseler içinde yokluk
hırkası ile olduktan sonra niçin bunlardan vazgeçesin? Elverir ki onlarda da
Hakk’ın tecellîsini göresin.”[390]
Yukarıdaki ifâdeden de anlaşıldığı üzere Rifâî’ye göre dervişlik, bir şey
giymek ya da bir şeyi terk etmekle doğrudan irtibatlı değildir. Onun nazarında
dervişlik, bir idrak derecesine erişmekle özdeştir. Bu idrakin başı ve sonu
yokluğunu bilmek kendi güç ve kuvvetinin Hakk’tan geldiği gerçeğini teslim
etmektir.
Ken’ân Rifâî’ye göre, dervişliğin
esaslarından olan fakr, yanlış anlaşıldığı için, sosyal hayatın içinde üstü
başı perişan, derbeder tiplerle karşılaşılmaktadır. Bunun neticesinde,
dervişliği tekkede bağırarak zikretmek, hoplayıp zıplamak ya da tespihi elinde
gezdirmekle özdeşletiren bir anlayış ortaya çıkmıştır. Bu anlayış dervişliği
zâhirî unsurlarla tanımlamak yani işi yalnızca şekli manada ele alıp özüne
vakıf olamamaktan kaynaklanmaktadır. Oysa Ken’ân Rifâî’ye göre tekke, gönül
makamını temsil eden bir kurum olarak, maddî-mânevî nezaheti telkin eder,
etmelidir. Derviş, mânevî anlamda kalp kabını temiz tuttuğu gibi, organlarını
da şeriate uygun olan taharetle temizlemeye özen göstermelidir.[391]
Bununla birlikte şeriate aykırı davranmadığı sürece, bir dervişi kılık
kıyâfeti, zâhirî unsurlarına bakarak kınamak, gittiği yola söz söylemekten
sakınmalıdır. Rifâî, bu durumu tenkid eden kimsenin, ilâhî yoldan uzaklaşmasına
sebeb olabileceğini kaydeder.[392]
Ken’ân Rifâî’ye göre dünyâya
gelmekten maksat, hakikatleri bilmek için çalışmak ve bu vasıtayla hemcinsimize
hizmet etmektir. Derviş bu hizmette en gayretli olandır. Şu halde dervişliği
yalnız dinin ritüellerini yerine getirmek, evrâd ve ezkârı yüksek sesle tekrar
etmekten ibâret görenler, işin az çok kabuğunda kalanlardır:
“Nerede
dervişlik, kendine niye bühtân ediyorsun? Dervişlik insanlık ve ahlâk demektir.
İnsanın insanlığına lâzım olan irfandır. Yoksa makinelerin çıkarabileceği gibi
ses çıkarmak değil. Çünkü hiçbir şey yoktur ki ilâhı tesbîh ve tahmîd etmesin.
Sen ki mertebe-i beşeriyettesin. İnsan olarak zuhûr etmişsin. Sâir hayvânât gibi
bilmeyerek değil, bilerek söylemek lâzımdır. “^ VI <11 V” demek ne demektir.
Onun ma’nâsını bileceksin. Hayvan, cemâd bilemez, fakat sen bileceksin. Ki sen
hiçsin. Var ve mevcûd olan ancak Allah Zülcelâl’dir.” [393]
Yukarıdaki ifadelerden anlaşıldığı
üzere, şeyhe göre dervişlik esâsen, ahlâkı güzelleştirmek ve bu suretle
insanlık derecesini bulmaktır. Bu da yalnızca tekke de olmaz. Dervişlik kalben
mâsivâyı bırakıp Allâh’ı bir bilmektir. Yoksa eline tesbihi alıp köşeye
çekilmek değildir. Kalbine Allah’tan başka bir endişe ve zevk koymamaktır.[394]
Rûhun tasfiyesi ve cismânî hırslardan kurtulması için her
vakit uyanık olmak ve tekamül için gayret etmektir.[395]
Bu izahlardan anlaşılacağı üzere, Ken’ân Rifâî, içinde bulunduğu dönemde tekke
kurumuna ve derviş figürüne karşı devam eden olumsuz tutumdan rahatsızdır.
Asırlar içerisinde hantallaşan bu müessese ve karakterin kökenlerine ircâ
edilebilmesi için, derviş figürünün derûni vasfılarına vurgu yapmaktadır. Bunu
yaparken her ne kadar yıpranmış olduğunu düşünse de, tekke ve derviş hayâtının
zâhirî unsurlarından hareketle onların mânevî ve fikrî kökenlerine dikkat
çeker.
Ken’ân Rifâî’nin, dervişleri
vasfederken en çok kullandığı ifadelerden biri yokluktur.[396]
Dervişlik yokluktur. Ama yokluktan kasıt, aç kalıp örtüsüz gezmek değildir:
Dervişlikten maksat nesfinden fenâ bulmak, yokluğu ölçüsünde Hak ile bekâya
erişmektir.[397]
Yokluk ve aczini bilmek demek olan dervişlik, nefsinin arzularından peyderpey
fâni olmakla gerçekleşir ve buna muvaffak olan da insanlık derecesine ermiş olur.
Rifâî’ye göre dervişlik irfân demektir ki o da tevhidin hakikatine ermek yani
Allah’tan gayri mevcût olmadığını bilmektir.[398]
Dünyâya böyle bir nazarla bakmak, Rifâî’ye göre ona edep ile bakmaktır.[399]
Öyle ki derviş her yerde Allah ile berâber olup her işittiğinin Hak’tan
olduğunu idrak ettiği taktirde, fenâ fillah derecesine erişecektir.[400]
Dervişin bu edep haline eriştiğinin en açık işareti her şeye ibret ve hürmet
nazarıyla bakmasıdır.[401]
Burada Ken’ân Rifâî’nin edep ile kişinin kendi bakışını düzeltmesi gereğine
işaret ettiği anlaşılmaktadır. Derviş bakışını tedip ederek, kesret gözüyle
değil tevhid gözüyle çevresine baktığında bakışını güzelleştirmiş ve bu suretle
dervişe lazım olan edebi hal edinmiş olur. Söz konusu nazar onu eşyâya karşı
hürmete ve etrafını incitmeden yaşamaya sevkedecektir: O kimseyi kınamaz
incitecek bir söz söylemez.[402]
Derviş Allah’tan başka bir fâil olmadığını bilir. Esâsen lâilâhe illallah demek
Allah’ın bütün isimlerini tasdîk etmekle mümkündür. Allah’ın isimleri de
birbirine zıt olduğundan, şehâdet âleminde birbirine ters gibi görünen şeylerin
de hakikatte bir olduğunu tasdik etmek suretiyle derviş Allah’a imanını ikrar
etmiş olur.[403]
Rifâî’ye göre derviş sahip olduğu
vasıfların kıymetini bilmelidir. Dervişlik hayâtı ile elde edilen huzurun
devâmı, sâlikin sürekli uyanık bulunarak tekâmül etme şartına bağlıdır. Buna
göre, bir dervişin sakınması gereken şeyler olduğu gibi, devam ettiği halde,
sülûkunda ona hız kazandıracak bazı temrinler de vardır. Derviş her durumda
kemâlâtını arttırmaya çalışmalıdır ki olgunluk Allah’ın irâdesine ittiba ve
rızâsını aramaktan ibarettir.[404]
Dervişin, ayna mesabesinde olan kalbinin paslanmaması halk içinde fazlaca
bulunmaktan kaçınması gereklidir. Tekâmül yolunda olan derviş etkiye açık
olduğu için nefsini dünyanın yıpratıcı tesirinden koruması icab eder. Böyle bir
korunmuşluk içinde devam ederse aynası cilalanır ve orada gayb âleminin
gizlilikleri görülmeye başlar. Yine aynı gâyeye matuf olarak dervişin dilini
Hak’tan gayrı şeyleri telaffuz etmekten sakınması, güzellikle susması,
sorulmadıkça konuşmaması, sorulduğu taktirde dahi cevapta acele etmeyip
düşünerek ve güzelce cevap vermesi icab eder. Kendisinden çok bileni görünce
de, ondan yararlanmak için susup dinlemeli ve edep üzre bulunmalıdır.[405]
Dervişlik aşırı dünya zevklerinden ve dünya hırslarından perhiz etme yoludur.[406]
Bütün bunlar dikkate alındığında, dervişin Allah yolunda feda ettiği şeyin mal
mülk değil, fakat bizzat kendi nefsi olduğu anlaşılmaktadır.[407]
Dervişin şeyhine duyduğu bu bağlılık
ve hizmetin anlamı nedir? Ken’ân Rifâî bu sorunun cevabını bir beyitinde özlü
bir şekilde ifade eder: “Kulluğu mü’minlerin bir ulu Sübhân’adır/Hizmeti
dervişlerin er olan insânadır.”[408]
Buna göre derviş kulluğunu Allah’a arzetmekte, Hakk’a davet için çalışan
mürşidine de bu yolda destek olmaktadır.
Dervişlik Hak’la iştigal etmek
anlamında mânevî bir iştir ve maddî işlere engel değildir. İnsan ne kadar kesîf
mevzuların içinde olsa ve şeyhinden uzakta bulunsa da, onunla mânevî irtibatı
devam ettiği sürece ilerlemeye devam edecektir.[409]
Burada Ken’ân Rifâî’nin dervişle ilgili tespitlerinden dervişin şahsında
tekâmül yolunda gayret gösteren bir müridin portresini çizdiği söylenebilir.
Derviş şeyhi tarafından defalarca imtihan edildiği ve bu imtihanlardan
başarıyla çıktığı halde, onun hali hazırda Allah’a giden yolda ulaşması gereken
mertebeler vardır. Dikkatli okunursa belki derviş figürünün bekâ billâha ermiş
ve Hakk’ın muradı olan ermiş için de kullanıldığı görülebilir. Derviş sırasında
Hakk’la beraber, Hakk’ın bir isminden diğerine seferde olan ehlullah da
olabilir. O halde Rifâî’ye göre derviş kimdir? sorusuna, mürşidine ve halka
hizmet etmek suretiyle devamlı bir tekâmül içinde olan kimsedir şeklinde cevap
vermek mümkündür.
Arapça tevb kökünden gelen tevbe
kelimesi, geri dönmek, rucû etmek, dönüş yapmak gibi anlamlara gelir. Tövbenin,
günahı terk etme, pişmanlık duyma, bir daha tekrar etmeme niyetini taşıma ve
sonrasında hayır işlerine yönelerek telafisine çalışma gibi şartları olduğu
söylenmiştir. Dinî bir terim olarak ise beğenilmeyen, yerilmiş şeyleri
bırakarak hayırlı ve güzel olan işlere yönelmektir. [410]
Kur’ân’da müminler yaptıkları
hatalardan bütünüyle tövbe etmeye davet edilir. Birçok ayette, tövbe ettikten
sonra durumlarını düzelterek Allah’ın kitabına ve dinine sarılanların
kurtulacağı, tövbe ederek temizlenen böyle kullarına karşı da Allah’ın muhabbet
duyduğu ifade edilir.[411]
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem.) ise, hakiki tövbenin şartının
pişmanlık olduğunu kaydederek, konu ile ilgili son derece önemli bir prensibe
dikkat çeker.
Tasavvufî bir kavram olarak tövbe,
kişinin düşkün olduğu bir şeyden Allah’a dönmesi anlamında kullanılmış,
küfürden imana, kötü ahlâktan güzel ahlâka, mâsivâdan Allah’a rücû etmek, genel
anlamda tövbe kapsamında değerlendirilmiştir. El-Kuşeyrî’ye göre tövbe,
şeriatın yerdiği şeyden övdüğü şeye yönelmektir.[412]
Tövbe, rızâ ile neticelenen tasavvufî makamların ilki olarak kabul edilmiş ve
diğer derecelere ulaşmak için bir başlangıç olması sebebiyle tövbe konusuna
özel bir önem verilmiştir. Sûfî müellifler eserlerinde mutasavvıfların tövbe
ile ilgili görüşlerine yer vererek, bu bağlamda tövbenin mahiyeti, çeşitleri,
dereceleri, sıhhat şartları, tövbe pişmanlık ilişkisi ve tövbe psikolojisi gibi
konulara değinmişlerdir.[413]
Sûfîler, işlenen günahı hatırda tutma ya da unutma hallerinden hangisinin
tövbenin sıhhati açısından daha yararlı olacağı konusunda farklı görüşler ileri
sürmüşlerdir. Ebû Muhammed Sehl b. Abdullah et-Tüsterî’ye (ö.283/896) göre,
tövbe günahını unutmamak anlamına gelirken Cüneyd-i Bağdâdî’ye göre tövbe,
günahı unutmamak ve ilerlemeye devam etmektir.[414]
Ken’ân Rifâî’ye göre tövbe “sâlikin
kendi irâdesiyle dâr-ı gurûrdan dâr-ı sürûra teveccüh edip Cenâb-ı Hakk’a rücû
etmesi”dir. Rücû yani dönüş kişinin işlediği günahlardan, hayırlı ve güzel
işlere doğrudur. Rifâî’ye göre günah ise kul ile Allah arasında hicâb olan her
türlü dünyâ ve âhiret mertebesidir. Şeyhin burada kelimenin Arap dilindeki
karşılığı olan rücû kelimesinin sözlük anlamından yola çıkarak bir tövbe tanımı
yaptığı görülür ki bu yaklaşımın ilk örnekleri er-Risâle"de yer
alır. Nitekim el- Kuşeyrî tövbe kelimesinin dönme anlamına dikkat çekerek,
tövbeyi şeriatın yerdiği şeyden övdüğü şeye dönmek şeklinde tarif eder. Rifâî
bu tarifi biraz daha açarak, tövbeyi her türlü hatanın sebebi olan dünyaya
değer verme halinden, selamet sebebi olan Allah Teâlâ’ya yönelme şeklinde tarif
etmiştir. Ancak burada öncelikli şart, kişinin tövbe ederken bir daha işlediği
günaha dönmeme niyeti taşımasıdır.[415]
Ken’ân Rifâî’ye göre günah nedir?
Günah temelde insanı Allah’tan alıkoyan herşey iken, günahların en büyüğü ise
vücûd vehmi ile meşgûl olarak Cenâb-ı Hakk’tan gâfil olmaktır. Rifâî bu konuda
Peygamber’in “Senin vücûdun öyle bir günahtır ki onunla hiç bir günah
ölçülemez”[416]
hadisine değinerek, insanın müstakil bir varlığa sahip bulunma iddiasının en
büyük şirk ve günah olduğunu kaydeder.[417] Şeyhin
yukarıdaki tövbe tarifine büyük ölçüde Necmüddîn-i Kübrâ’nın (ö. 618/1221) el- Usulü’l-Aşere"
si ile birlikte İsmail Rusûhî Ankaravî’nin Minhâcü’l-Fukarâ’sında geçen
tevbe ile ilgili izahların kaynak teşkil ettiği söylenebilir.[418]
Tasavvuf geleneğinin kavrama yüklediği anlama sadık kalan Ken’ân Rifâî
eserlerinde konunun çeşitli yönlerini ele alır. Rifâî’nin, “nedâmet tövbedir”
hadisine istinaden tövbede nedametin kâfî olduğunu ileri süren sûfilere
katıldığı anlaşılmaktadır.[419]
Gerçekten de Ken’ân Rifâî’ye göre pişmanlık ya da nedâmet tövbenin en temel
şartıdır.
“Şu
da var ki, dünyâda iken kendisine pişmanlık gelir, tövbekâr olursa, bu takdirde
Allâh'm mağfiretine koşunuz (Hadid, 21) ihtarını almış, Allah bütün günâhları
affedicidir müjdesine sarılıp yakasını kurtarmış demektir.”[420] “Sonra yine Allah'ın lütuf ve
inâyetiyle kalplerine bir korku, tövbe ve nedamet gelerek tövbe ve istiğfar
ederler. Günahtan tövbe eden günah işlememiş gibidir hadîs-i şerifi üzre,
Cenâb-ı Hak bunların tövbelerini kabul eder, yüksek ve ulvî dereceler ihsan
eyler.”[421]
Ken’ân Rifâî şartlarını yerine
getirerek ve bir daha geri dönmemek azmi ile yapılan tövbenin günahları silip
örteceği kanaatindedir. Gerçekten de Rifâî’ye göre tövbe “bir daha o hâle avdet
etmemek” demektir.[422]
Esâsen günahından samimiyetle pişman olup bir daha tekrar etmemek niyetiyle
güzel işlere yönelenlerin, tövbelerinin kabul edileceği Kur’ân’ın da konu ile
ilgili en temel mesajlarından biridir.
Ken’ân Rifâî sâlikin ilk
zamanlarında tövbesinde sebât etmekte zorlanacağını fakat sonrasında tevbesini
tazeleyip sulûküne devam ettiği taktirde maksada nâil olabileceğini belirtir.[423]
Ona göre insanlar şüpheli ve fenâ şeyleri hissetmekte derece derecedir. Kimi
insan mânevî bir işâretle yanlış işi başından anlarken, kimisi zararlı şeyi
yiyip yutunca işin hakikatini anlamaktadır. Bazıları ise işin zararını bu
dünyada göremeyip ancak ahirette göreceklerdir. Rifâî mâhiyetini anladıktan
sonra pişman olup tövbe eden için tövbe kapısı,[424]
yani Allah’ın af ve mağfiret kapısının açık olduğunu kaydeder.[425]
Tövbesinde sebât etmekte zorlanıp yanlıştan sonra her defasında pişmanlıkla af
kapısına dönenler için dahi ümitvâr olan şeyh, sâliklerin ellerinde olmadan
yaptıkları hatâların affolunacağı kanaatindedir.[426]
Bununla birlikte günâhında ısrar edenler için durum farklıdır. Günahlarına
rağmen aynı saâdet içinde hayatına devam edenlerin yaptıkları, ilâhî bir ihmâle
uğramış değil, bilakis imhâle uğramıştır. Yani bu kimselere istiğfar ve tövbe
yolunu tutmaları yahut cezaya uğramaları için bir mühlet verilmiştir.[427]
Peki samimi bir tövbe nasıl olmalıdır?
Ken’ân Rifâî sûfîlerin tövbenin
şartları ile ilgili görüşlerini değerlendirirken meselenin öncelikle
psiko-fizyolojik şartlarını ortaya koyar. Ona göre kişi sağlıklı ve varlıklı
olduğu müddetçe, samimiyetle ve gerçek anlamda hatalarından tövbe edemez.
İnsanın Allah’a dönmesi, büyük ölçüde hayatındaki işlerin ters dönmesi
neticesindedir. Şeyhin ifâdesiyle “kişi, ancak hasta olduğu zamandır ki iyiliğe
ve sağlığa uyanık olur. Bir kırıklığın ve bir acın, olduğu zaman bir yandan
şikâyete başlar, feryat edersin. Öte yandan günahlarını hatırlar, tövbelere
başlarsın”[428]
Ancak Rifâî’ye göre yalnızca can ve nefis korkusu ile yapılan bu tür bir tövbe
de sahih değildir, tövbenin ihlâs ile yani samimi olarak yapılması gereklidir.[429]
Yine de şeyhe göre belâ ve zorluk zamanları insanın kendini muhasebe
ederek,aczini görmesi ve böylelikle Allah’a sığınabilmesi için önemli bir
vesiledir: “Ne bilirsin o dakikada bir tövbe-i nasuh ile yana yakıla Allah’ına
rücû edip senden ileri gitmeyeceğini?”[430]
Şeyh böyle zamanlarda kişinin büyük bir ciddiyet içinde yana yakıla ve hatta
-yaygın tabirle- “Nasuh tövbesi”nin samimiyeti içinde Allah’a dönmesinin mümkün
olduğu görüşündedir.
Ken’ân Rifâî, insan fıtratının bir
parçası olan hata ve günah işleme özelliğinin altını çizer. Ona göre, kişinin
tamamen günahsız olmayı istemesi öncelikle insan fıtratına terstir. Diğer bir
husus ise kusursuzluk talebinin nefsani bir durum olması ve kulluk gerçeği ile
çelişmesidir.[431]
Zira kusur sâlikin kulluğunu ve aczini idrak etmesi ve Allah’a yönelmesi için
en büyük bir vesiledir.
Ken’ân Rifâî’ye göre maddî mânevî
her türlü ilerlemenin önündeki en büyük engellerden birisi kendini affedememek
ve geçmişe takılı kalmaktır. Bir başka deyişle, kulun işlediği günahı
unutamamasıdır. Oysa Ken’ân Rifâî’nin en önem verdiği şeylerden biri, sulûka
giren sâlikin tövbe ettikten sonra, kendini affedip geçmişe takılmaktan
kurtulmasıdır. Sâlik, ancak günahını unutarak güzel işlere yöneldiği sürece mânevî
anlamda tekamül edebilecektir. Şeyhin bu gayeye yönelik olarak önce ve
sonrasıyla hata psikolojisi üzerinde durduğunu söyleyebiliriz. Rifâî’ye göre
hata yaptıktan sonra kalbe gelen sıkıntı, tövbe edip güzel işlere yönelmekle
geçecektir. Sâlik tövbeden sonra, içine çöken darlıktan ferâha çıkacaktır:
“Günahtan olan sıkıntı için Cenâb-ı Hakk’a tövbe ve istiğfar edersin. Senden
kaybolan dünyalık için, sen de dünyâdan geçer, Rabbine rücû edersin. Şundan
bundan bir fenalık gelirse, onun da ilâcı tahammül ve sabırdır. Böylece de
gönlüne çöken o darlığı gidermiş olursun.”[432]
Şeyhe göre, hata yapan ve sonrasında tövbe eden kişinin, psikolojik durumunun
düzelerek ümitvar bir şekilde sülûkuna devam edebilmesi, samimi bir pişmanlık
ve tövbeden sonra mâziye yanıp yakılmayı bırakarak hayırlı işlere yönelmesi ile
mümkündür.[433]
Sâlikin yanlışına takılarak yoldan kalmasını eleştiren
Rifâî’ye göre hataya takılmak, kişinin kendisini günah ve hatadan tamamen
sıyrılmış görme isteğidir ki bu insan yaratılışına ve ilâhi hikmete terstir.
Şeyh böyle bir talebin, sevap arayışı içine gizlenmiş nefsani bir perde, tevâzû
kisvesine bürünmüş gizli bir kibir olduğu kanâatindedir.
Ken’ân
Rifâî bu bağlamda ilk dönem sûfîlerinin üzerinde durduğu, tövbeden tövbe etme
konusuna da değinir. Ona göre mâzîye yanıp yakılmak yahut geleceğin maddî
manevî hesaplarını düşünmek kendini Allah’a götüren yolda vakit kaybıdır:
“Vahdet yolunun yolcuları, kendilerini şeksiz şüphesiz Allah’a adamış
olanlardır. Böyleleri hattâ tövbe etmekten bile tövbe edecek kadar mâzî ve
gelecek hesaplarının üstüne yükselmişlerdir.”[434] Şeyhin bu son ifadelerinde ilk
dönem sûfîlerinden Ruveym b. Ahmed’in (ö. 303/915-916), tövbe tövbeden
tövbedir, şeklindeki yaklaşımının tesiri görülür. Es-Serrâc, Ruveym’in
yukarıdaki cümlesini, kişinin Allah zikrinin galebesi ile önceki hallerini
hatırlamayacak hale gelmesi şeklinde yorumlanmıştır. Rifâî de benzer bir
açıklama ile, sâlikin vahdeti idrak etmesi halinde, geçmiş ve geleceğe yönelik
kaygıların tesirinden kurtulacağını kaydeder. Şeyhin önceki hataları ve
tövbeleri unutmakla ilgili tavsiyelerinde, yine ilk dönem sûfîlerinden Cüneyd-i
Bağdâdî’nin (ö. 297/909) “tövbe günahını unutmandır” ifadesi ile Ruveym’in
“tövbe, tövbeden bile tövbedir” [435] şeklindeki ifadelerinin tesiri
görülür. Ken’ân Rifâî, günahın hatırlanması ve unutulması ile ilgili görüş
farklılıklarında, unutmanın hatırda tutmaktan daha faydalı olduğunu düşünen
sûfîlere katılmaktadır. Şeyhe göre bu düşünce daha olumlu ve salikin gelişimi
açısından daha yapıcıdır.
Sözlükte bir şeyi anmak ve
hatırlamak anlamındaki zikir dinî literatürde Allah’ı hatırlamak, O’nu kalpte
ve dil ile anmak anlamında kullanılmıştır. Kavram Kur’ân’da birçok ayette
Allah’ı hatırlamak anlamında kullanılır ve mü’minler her vesileyle Allah’ı
zikretmeye ve hatırlamaya davet edilir.[436]
Tasavvuf literatüründe zikir konusu farklı yönleriyle işlenmiş ve ilk dönem
eserlerinde[437]
daha çok zikrin dil ve kalp ile yapılan kısmına değinilirken, muhakkik sûfîler
dil ve kalpten sonra gelen zikrin son aşamasına yani zikr-i hakîkîye dikkat
çekmişlerdir. Tasavvuf ıstılahında zikir, sûfîlerin belli kelime ve ibareleri
belli zamanlarda, muayyen sayıda ve gereken edebe riayet ederek söylemeleri
anlamına gelir. Tarîkatlar döneminde zikir kavramı anlamca zenginleşerek, sûfî
cemâatlerin, bir yerde toplanıp şeyh veya halifesinin gözetiminde Allah, hay,
hu gibi ibareleri belirli hareket düzenini takip ederek söylemeleri zikrin bir
türü olarak kabul edilmiştir.[438]
Ken’ân Rifâî zikri tanımlarken,
kalbin temizlenmesine vesile olan özelliğini öne alır. Ona göre kalb denilen
cevher, beşeriyetin türlü toz ve kesâfetiyle kirlenebilir. Bu durum bir
pırlantanın toprağın içinde türlü maddelerle karışmasına benzer. Ancak bir insan
tarafından tatbik edilen işlemler neticesinde o mücevher kendisine arız olan
maddelerden temizlediğinde, böylelikle mücevherin esas güzelliği ortaya
çıkacaktır. Şeyhe göre, bir tür cevher mesabesinde olan kalbin temizliği ve
arınması da zikir ile mümkündür.[439]
Kalb karartısı zikir ile giderilir ve orada zikir nuru uyanır: “Zikir,
vesveselerden kalbi korumak, insanlara meyli bırakmak, her türlü dâvâdan
boşalmak ve birliği çoklukta bulmak, kalbe parlayarak gelen mânâyı iyice
düşünmektir.”[440]
Kalbin hareketi/fiili zikirden hâsıl olur. Rifâî, zikrin kalbi temizlediği
kadar insan bedenini temizleyen, nurlandıran ve güzelleştiren bir yönü olduğunu
da kaydeder. [441]
Ken’ân Rifâî’ye göre zâhirî anlamda
zikrin temeli kelime-i tevhîd ve lafza-i Celâl’e devam etmektir. Bu anlamdaki
zikir, tekkelerde belirli erkan üzere ve kimi zaman da mûsikî eşliğinde yapılır
ve muhabbeti olan dervişler bu halkalarına katılarak zikre devam eder. Rifâî’ye
göre erkanına, adabına ve sayısına dikkat edilerek yapılan bu zikir, zikrin
hakikatine erme bakımından bir başlangıçtır. Bu anlamda mürşidin telkini ile
zikir yapmak semereleri bakımından çok önemlidir. Fenâ ahlâk ve nefsin
problemleri zikir sayesinde ortadan kalkar ancak bunun için zikir kılıcını
sağlam kullanacak bir mürşid lazımdır. Zikirden beklenen feyzin alınması
mürşidden gelen feyzin devamına bağlıdır.[442]
“Çünkü şeyh müridin işlerdeki yüceliklerine ulaşmasına merdivendir.”[443]
Bu nasibe eren müridin yaratılmışlardan ilgisini tamamı ile
çekmesi feyzin kıymetini bilmesi anlamındadır.[444]
Ancak her konuda olduğu gibi zikirde de idrak ederek zikretme önemlidir. Şeyhe
göre maksada erdirecek olan idrak ile yapılan zikirdir. Asıl mesele zikrederken
söylenenleri bilmek, zikrettiğini görmek ve nihâyetinde Allah’ı bulmaktır.[445]
Rifâî, zikrin edebine riâyet ederek
ve hakkını vererek yapılmasına bir işaret olarak, sâlikte gelişen olumlu hal ve
davranışları esas alır. Şeyhe göre zikrin hakikati, nefsi ıslâha ve Hakk’ı
hatırlamaya vesile olan zikirdir. Şu halde sâlikte bu anlamda müspet değişimler
gözlemlenmesi, onun zikrin usulüne uyduğu ve hakikatine erdiğine bir delil
olmaktadır. Rifâî’ye göre böyle bir zikir esâsen kalbe gelen şeytânî
vesveselerden kalbi korumayı, kalbi Allah’tan başkasından boşaltmak suretiyle
onu muhâfaza etmeyi, çoklukta birliği görmeyi temin edici bir vasıtadır. Sâlik
fâili Hak bilip davadan uzaklaştığı, çevresiyle sulh içinde yaşadığı ve kalbine
ilham olan mânâları tefekkür ettiği sürece Allah’ı hatırlamış olur ki bu da
zikrin hakikatidir. Şeyhe göre, zikir esnasında söylenen ibarelerin sayısının
arttırılması bu hakikate ulaşmayı gerektirmez:
“Zikir
kalbe gelen şeytanî vesveselerden o kalbi muhafaza etmek yâni boşaltmak ve
mâlâyânî ile ülfeti terketmektir. Sonra çoklukta birliği görmek, dâvadan
uzaklaşmak yâni tam bir sulh içinde olmak ve kalbe ilham olan mânâları tefekkür
etmek yâni gafil olmamaktır. Yoksa, sabahlara kadar tesbih çekip kafanı
duvarlara vurmuşsun ne fayda? Ondan maksat bu söylediklerimin icrâsıdır, fakat
gaflette olan, senin vâsıl olduğun hakikatlere erişemez.”[446]
Rifâî’ye göre her vakit uyanıklık
hissi ve Allah’la birlikte bulunma idraki içinde olunursa o vakit zikirden
maksat elde edilmiş demektir.[447]
Zikir insanı Hakk’a yakınlaştırdığı ve O’nu hatırlattığı için, nefsin ıslahına
vesile olmaktadır.[448]
Ken’ân Rifâî, sûfî müelliflerin
eserlerinde yer verdiği “kendini unuttuğun vakit Allah’ı zikret” (Kehf, 18/24)
ayetini, zikir konusu içerisinde ele alarak değerlendirir.[449]
Rifâî’ye göre, âyette geçen nefsini unutmak ifadesi, aklı
terk etmek anlamındadır. Zira, insan ile Hak arasındaki perde akıldır.[450]
Rifâî’ye göre ayetin manasında işaret edilen ziki, zikrin en ileri derecesidir.
İnsan Allah’ı öyle zikretmelidir ki zikredenin nefsinde/kendisi de dahil olmak
üzere O’ndan başka hiçbir şey kalmasın. Zikredenin kalbinde, ikilik ve benlik
kalmadığı zaman, kişi kalbine baktığında mâşûk-i hakiki olan Allah’ı ve
dolayısıyla kendi hakikatine ait güzelliği görecektir. Rifâî, gerçek zikrin
insanı bu neticeye eriştireceğini kaydeder. Rifâî’ye göre zikir sâlikin Cenâb-ı
Hakk’ın rab olduğunu, herşeyin Allah’ın emri ile gerçekleştiğini ve nefsinin de
kulluk makamında olduğunu idrak etmek demektir. “Böyle bir zikir ise, zakir,
mezkûr ve zikrin bir olması anlamındadır.” Şeyh, böyle bir zikirde, zikredenin
kalbinden, ikilik ve benlik tamamiyle kalkmış olduğundan, Allah’ın da böyle bir
kulunun kalbine nazar ettiğinde kendi cemâlinin aksini göreceğini belirtir. [451]
Rifâî kalpte ikiliğin ve sâlikte benlik şuûrunun silinerek yalnızca Hak
tecellîsinin kalması durumunu izah için Mülk Sûresi 16. âyete telmihte bulunur.
“O kimsenin kalbine hakîkî sevgili nazar eder ve kendi cemâlini o kimsenin
kalbinde görür. O zaman öyle hitap eder ki: Bu gönülde, bu mülkün içinde yârdan
başkası yoktur. Ve yine öyle hitap eder ki: Bugün âlem mülkü kimin içindir?
Cevap: Kahhâr ve tek olan Allah içindir.”[452]
Yukarıdaki izahlardan anlaşıldığı üzere Rifâî nefsini unutarak Allah’ı
zikretmenin, Hakk’ın kendi zâtını zikretmesi ile hemen aynı anlama geldiği
görüşündedir. Bir başka deyişle onun için gerçek zikir, zakir, zikir ve
mezkûrun bir olmasıdır. Rifâî’nin, zikir konusuyla ilgili yukarıdaki izahları,
Necmeddîn-i Kübrâ’nın Usûlü’l-Aşeresi’indeki zikir bahsinin bir nevi
şerhi mahiyetindedir.[453]
Rifâî’ye göre hafî ve cehrî zikir
tavır olarak farklı görünse de esasta birdir. Rifâî, iki farklı zikir türü
arasındaki ayrımı Nakşibendî tarîkatının uygulamaları ve bu konudaki izahlarına
başvurarak açıklar. Buna göre, Nakşîbendiyye’de zikir, hafî ve kalbîdir. Bir
başka deyişle açıktan değil derûnidir. Onlar, asıl olanın kalbî zikir olduğunu,
maksadın kalbi temizlemek olduğunu söyleyerek cehren yani açıktan değil,
içlerinden zikreder.[454]
Ken’ân Rifâî Seyyid Ahmed er-Rifâî adlı eserinde Ahmed er- Rifâî’den
nakille hafî zikrin hangi durumlarda yapılacağı, cehrî zikrin hangi hallerde
daha münâsip olduğu ve kalbî zikrin hakikati ile ilgili bilgi verir.[455]
Buna göre, Rifâî şeyhlerinin, cehrî zikre devamdan maksatları, kalbde sürekli
olarak Allah zikrine devam etmekle birlikte, dili de bu gaye uğrunda meşgul
etmektir. Yoksa yüksek sesle Allah adını anmaktan maksat, Cenâb-ı Hakk’a
kendini işittirmek değildir. Şeyhin, özellikle yolun başında olan müridini
yüksek ses ile zikre yönlendirmesinden maksat, kalbindeki diğer hatıraları
söküp atması ve başka şeyleri unutması amacıyladır. Ken’ân Rifâî, bu husustaki
uygulamaların, müridin riyâya düşme tehlikesi karşısında değişebileceğini,
riyâdan kurtulmuş müridler için cehrî zikrin, hâli hazırda bu zaafı olanlar
için ise kısık sesle yapılan zikrin daha müessir olduğunu kaydeder. Şeyh
İbnü’l-Arabî’ye atıfla,“tevhidin hakikatinin susmak” olduğunu da ilâve etmekte
ve kalbin ve dilin sükût etmesi hâlini, zikrin en ileri derecesi olarak
değerlendirmektedir.[456] Zikir
telkini, Rifâî’ye göre hemen bütün tarikatlarda, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem.)’in telkin usûlü takip edilerek yapılmaktadır. Buna göre
derviş şeyhinin huzurunda oturur, kendisi için şeyhin uygun gördüğü zikri ondan
üç defa işittikten sonra şeyhinin duyabileceği bir sesle tekrar etmeye başlar.[457]
Zikrin zâhirine devam eden ve
sülûkunda ilerlemiş olan dervişe, mürşidi tarafından zamanı gelince zikrin
hakikati ilham edilir.[458]
Peki bu zamanın geldiği nasıl anlaşılacaktır? Mürşid sâlikin hâl ve ahvâline
bakarak müridini bir zikirden diğerine geçirme ehliyetine sahiptir:
“Yol
erinin kalbinde tevhit yayılmış olup, zikir nûru ile kalbi nurlanmış olduğu ve
bu nûr, fikir, korku ve kalbini, doğruluk ipi ile bağlamış gibi meyveler
verdiği vakit, mürşid, müridi “zikr-i nefy ve isbat” bir başka deyişle ‘Lâ
ilâhe illallâh zikri’nden Zât ismi olan ‘zikr-i evhâd’ yâni bir olan ‘Allâh
zikri’ne nakleder.”[459]
Ken’ân Rifâî’nin üzerinde durduğu
başka bir husus da dâimî zikirdir. Daimi zikir gönlünü mânâ kapısından
ayırmamak, daima o huzurda bulunmak ve mânâya
teveccüh etmektir.[460]
Nefis terbiye ve ıslâhında zikir etkilidir. Hassaten cehrî olarak yapılması,
nefse Allah’ı hatırlatmak bakımından çok etkilidir. Bununa birlikte Rifâî’ye
göre seyr ü sülûkta mertebe almak, ilerlemek bakımından, sohbet daha
tesirlidir. “Bir istîdat sahibi, otuz sene zikirde kazanamayacağını yarım
saatlik bir sohbette kazanabilir. İş, o alışa istidatlı olmaktadır. Sohbetten
muhabbet hâsıl olur. Muhabbetten aşk hâsıl olur. Aşktan ise herşey hâsıl olur.”[461]
Zikir meclislerine mukabele denmesinin sebebi burada dervişlerin dedikodusuz ve
menfaatsizce bir araya gelerek birbirlerine ayna olmaları ile ilişkilidir.[462]
Ken’ân Rifâî’nin, gerçek zikri,
çokluktaki birliği görmek şeklinde ifade etmesi, bir anlamda zikri, ihsân
kavramı ile özdeşleştirdiği anlamına gelmektedir. Zikrin, ihsân ile
özdeşleştirilmesi ise ilk dönemden itibaren, sûfîlerin üzerinde durduğu
konulardan biridir. Ken’ân Rifâî’nin bu yaklaşımı meseleyi ele aldığı hemen
birçok yerde takip edilebilmektedir. Rifâî, zikrin farklı türleri olduğunu ve
fakat kalbe tesir etmesi açısından cehrî zikri, yani dil ile yapılanı öne
aldığı anlaşılır. Sonrasında zikir, kalbe ve insan varlığının derinliklerine
doğru yayılacaktır. Bu yaklaşımıyla, ilk dönem sûfîlerinden Ebü’l-Abbâs İbn
Atâ’nın (ö. 309/922) konuyla ilgili ifadeleri örtüşmektedir. Ken’ân Rifâî,
cehrî zikir usûlünü benimsemiş olan Rifâiyye ve Kâdiriyye tarikatlarından
icazetli olduğu için sohbetlerinde ve eserlerinde cehrî zikir vurgusu hakimdir.
Ancak ister cehrî ister kalbi bütün zikirlerde maksat, Allah’ın hatırlanması ve
her an onu murakabe ederek yaşama halinin sâlikte galip gelmesidir. Rifâî’ye
göre gerçek zikir, kişinin nefsini unutttuğu zaman yaptığı, yahut nefsini
unutmak ile neticelenen zikirdir. Şeyhin, her konuda olduğu gibi zikir
konusunda da idrak unsuruna vurgu yaptığı görülmektedir. Buna göre zikir de esas
mesele, söylenen evradın sayısı değil, sâlikte hasıl ettiği ihsân derecesidir.
Ken’ân
Rifâî’nin tekkesinde Cuma günleri Rifâî zikri yapılmaktadır. Bu günlerde takip
edilen teşrifat ile ilgili Rifâî’nin tekke uygulamaları bahsinde, oğlu Kazım
Büyükaksoy’un ifadelerine yer verilmiştir. Burada konuya eklemek istediğimiz
hususlardan biri zikir esnâsında okunan hizbdir. Rifâî âyini, kıyam hâlinde
yapılmakta ve Ahmed er-Rifâî’nin hizblerinden 8. zihb okunmaktadır. Âyin
sırasında İstanbul’un ünlü hafızları ve bir mıtrıp heyeti de hazır bulunur.
Mûsikî yönü olan Rifâî’nin tekkesinde gerçekleşen Rifâî
âyininin, makam geçkileri açısından oldukça zengin olduğu kaydedilmektedir.
Ümmü Ken’ân Dergâhı’nda icra edilen kıyam zikri, yakın zamanda Birhan Gencer
tarafından “İstanbul Rifâî Geleneğinde Kıyam Zikrinin Şeklî İcrâsı” adlı yüksek
lisans tezi kapsamında ayrıntılı olarak çalışılmıştır. Dervişlerin kıyam zikri
sırasında, uyguladıkları hareketler görsel olarak tespit edilmiş ve o esnada
okunan her bir lafız hakkında bilgi verilmiştir.[463]
Sözlükte kısa bir süre de olsa
birlikte olmak, arkadaşlık ve ünsiyet etmek, beden ya da gönülle uzun süre
berâberlik hâli, dinî veya dünyevî konuların konuşulduğu toplantı gibi
anlamlara gelir. Kur’ân ve sünnette sohbetin arkadaşlık anlamı öne çıkarken
tasavvufî bir terim olarak sohbet ise bir şeyhin ya da din büyüğünün sözlerini
dinlemek üzere düzenlenen dinî-tasavvufî toplantı anlamındadır. İlk sûfîler
sohbete büyük önem vermiş, tasavvufî bilgileri ilgili olan kimselere sohbet vasıtasıyla
aktarmışlardır. Buna bağlı olarak, ilk dönem eserlerinde sohbet adabıyla ilgili
müstakil bölümlere yer verilmiştir.[464]
Sohbet tasavvuf yolundaki kimseyi, mâneviyât yüceliklerine ulaştıran esaslardan
hizmetle beraber zikredilen ikinci ve en mühim bir esastır.[465]
İlk zâhid ve sûfîler kendilerini ziyârete gelenlere tasavvufî ve dinî
tavsiyelerde bulunsalar da o dönem de henüz sohbet faaliyetleri, tekkeler
dönemindeki gibi bir usûl içerisinde devam etmez. Sohbet, tarîkatlar döneminde
tasavvufî bir eğitim metodu olarak kullanılmış, sohbetin adap ve esasları
ayrıntılı olarak tespit edilmiş,[466]
sûfî müellifler eserlerinde sohbet âdabına özel bölümler
ayırmışlardır.[467]
Ken’ân Rifâî, sâlikin terbiyesinde
sohbetin mühim bir yere sahip olduğu kanâatindedir. Salîk ne makama erişirse
mürşidinin himmeti ve sohbetiyle ulaşır. Sohbetin sâlikin derûnî yönünü ortaya
çıkaran ve hakîkatine ulaşması için onu hızlandıran bir tarafı vardır. Tabiî
her konuda olduğu gibi, mânevî konularda da kabiliyet şarttır.[468]
Şeyhe göre sohbet, sülûktaki diğer yöntemlere kıyasla en etkili bir tekamül
aracıdır. “Bir dem bir kâmilin sohbetini dinlemek yüz yıl yapılacak ibâdetten
efdaldir. Çünkü amaç nefsin ıslah edilmesidir ve bu amaç en güzel bir şekilde
sohbet vasıtasıyla elde edilebilir”[469]
ifâdeleriyle bu görüşünü dile getiren şeyh, sohbete devamın tekamülün
sürekliliği açısından önemli olduğunu kaydeder.[470]
Rifâî’nin sülûkta sohbeti en etkili unsur olarak görmesi, esâsen Rifâîliğin
esaslarındandır. Ken’ân Rifâî Rehber-i Sâlikîn adlı eserinde Rifâîliğin
üç esasına değinir ki, bunlardan birincisi şeyhine muhabbet, ikincisi Hz.
Peygamber’e salavât, üçüncüsü ise zikre ve sohbete devamdır.[471]
Ahmed er-Rifâî’nin de sohbeti bir terbiye aracı olarak öne aldığı
bilinmektedir:
“Pîr-i
kebîr-i destgîr gavs-i a'zam- bî-nazîr Seyyid Ahmed er-Rifâî el-Kebîr (k.s.)
hazretleri buyururlar ki: Kişi dostunun dîni üzeredir, fehvâ-yı celîlince
kalpte zikrullah, sohbetin bereketiyle hâsıl olduğu için, bize mülâzemet edin,
bizim sohbetimiz mücerreb bir tiryaktr. Ey mahcûb, sen ilmine mağrur olup
bizden müstanî oluyorsun; fakat amelsiz ilmin ne fâidesi var? Amelim var
dersen, ihlâssız amelin ne menfaati var?
İhlâsım
da var dersen, ihlâs da tarîk-i hatar kenârındadır. İhlâsdan sonra tarîk-i
emîne sana kim delîl olacak?”[472]
Ken’ân Rifâî bir Rifâî şeyhi olarak
muayyen günlere tahsis ettiği ayinler ve zikir ile birlikte, sâlikleri irşad
için sohbet yöntemini etkili bir şekilde kullanmıştır. Ken’ân Rifâî bu bağlamda
özellikle Mesnevî şerhlerinde kâmillerin sohbetinde bulunma gereğine vurgu
yapar. Bu durum aslında Mesnevî hikâyelerinin içeriğinden de
kaynaklanır. Mesnevî’de hemen birçok hikâyede kemâle ermenin, kâmillerin
sohbetinde bulunmakla hâsıl olacağına işâret eden hikâyeler yer alır.
Dolayısıyla Ken’ân Rifâî de bu hikâyelerin/beyitlerin şerhinde, aynı konuya
kendi tasavvuf anlayışıyla katkıda bulunur: “Eğer âşık ve sâdık isen aşk ve
muhabbet bâdesini, bâdeyi bahşedici olan bâde sâhibi yârin elinden iç ve
şarâb-ı ilâhî bâdesini kâsesiz iç, bu sûretle kalp evini mâsivâdan pâk eyle!”[473]
Rifâî bu hususta tasavvuf çevrelerinde yaygın olarak bilinen Mesnevî"
nin “yek demî sohbet be merdân-ı Hüdâ/Bihter ez sad sâl bûden der tükâ:
Yâni bir dem Hüdâ merdi ile sohbet/Yüz sene ibâdetten efdaldir.”[474]
ifadelerine de sohbetlerinde yer verir.
Sohbetin terbiyedeki tesiri üzerinde
duran Ken’ân Rifâî için, nefis terbiyesinde sohbet son derece müessirdir. İnsan
ülfet ettiği kimsenin ahlâkından etkilendiği için, devam edilen meclisin
keyfiyeti ve sohbet edilen arkadaşların ahlâkına dikkat edilmesi gerekir. Rifâî’ye
göre, “mânevî ve yükseltici meclislerin olgunlaştırıcı havası içinde sohbet
eylemek de insan üzerinde aynı müsbet ... tesiri yapar.”[475]
Allah mertleri ile yapılan sohbetin, sâlikin gönlünü temizleyici, yükseltici
bir özelliği vardır.[476]
Buna göre sohbet halkasına katılmak ashâb-ı kirâmın Hz. Peygamber’in sohbetini
dinlemesi kabîlinden hayırlı bir iştir.[477]
Sohbet büyük bir şeydir: Dinleyici samimiyetle ve mürşidin feyzinden istifâde
etmek niyetiyle alıcı olarak gelmiş ise, mânevî anlamda hızla tekamül eder.
Ancak her işte olduğu gibi bunda da niyet selâmeti şarttır. Aksi taktirde taşın
üzerinden dökülüp giden sular gibi, hikmet suyu mesabesinde bulunan sohbet de
sâlikin katılaşmış kalbi üzerinden akar gider ve ziyân olur. Rifâî’ye göre
sohbet veren kişi için bunda bir eksiklik yoktur: Kendi söyleyip kendi istifâde
etmiş olsa bile zevki değişmez.[478]
Ken’ân Rifâî, sâlikin terbiye
sürecinde sohbetin müessir olduğunu kabul etmekle birlikte istidâtın ötesinde
bir etkisi olamayacağı görüşündedir. Sohbetin tesiri asla değil, insanın arızî
vasıflarına yöneliktir.[479]
Bu nedenle, aslen şaki olan bir kimse, bir müddet kâmillerin sohbetinde
bulunmakla onlara benzer haller içine girse de bu hal kalıcı olmayıp kişi
sohbetten uzaklaştığı andan itibaren bu güzel haller de ortadan kalkacaktır.
Aynı hal said bir kimsenin şakilerin meclisinde bulunması durumunda da
geçerlidir.[480]
Hz. Musa ve Firavun’un, Şuayb aleyhisselamın sohbetinden
ayrıldıktan sonra, her birinin kendi yaratılışına münasip işlere dönmeleri
Rifâî tarafından bunun en açık bir örneği olarak değerlendirilir.
Ken’ân Rifâî, eserlerinde sohbet
adabına da değinir.[481]
“Bulursan mürşid-i kâmil hemen maksûdu buldun bil/ Sadakatle gerek teslim ne
bildinse gönülse sil”[482]
mısralarında belirttiği gibi, şeyhe göre sohbete devamın öncelikli
şartı, mürşidin ilmine ve haline teslim olmaktır. Rifâî’ye göre, kâmil bir
şeyhin sohbetine nail olup da ona tâzim ve hürmet hususunda kusur etmek kadar
büyük bir gaflet ve mahremiyet yoktur.[483]
Şeyh, sohbete devam eden sâlikin, günden güne kötü huylarını terk etmesi
halinde, sohbetin edebine riâyet edeceği kanaatindedir. Ona göre kötü huylar,
özellikle hased ve çekememezlik, insanın kıymetini düşüren ve Hakk’ın
rahmetinden uzaklaştıran huylardır. Bu ve benzeri kötü huylar, sohbete devam
eden bir kimsede bulunmamalıdır. Zira düşmanlık, fesat gibi kötü huylar,
sohbetten elde edilecek semereyi ziyân eder.[484]
O halde bir kâmilin sohbetinden feyz alma imkânı bulanların, bu nimetin
zekatını vermesi icab eder ki o da sohbet meclisleri vasıtasıyla, nefsi kötü huylarından
özgürleştirmekten ibarettir. Sâlik başlarda nefis terbiyesinin verdiği bu
zorlukları yüklense de, neticede zevk ve rahatlığa kavuşacaktır.
Rifâî’ye göre, mürşidin sohbet
meclisi kurması, dinleyenlere olan ihtiyaç yahut bir karşılık için değildir.
Mürşid, kendi kereminin gereğini icrâ etmek ve çevresini mâneviyat nurundan
faydalandırmak için sohbet eder. Bir başka deyişle büyük zâtların sohbet
vermekteki muradı, meclise gelenlerin nefislerini, Allah muhabbetiyle
uyandırmak ve bağlı oldukları şeylerden onları azad etmek içindir.[485]
Ken’ân
Rifâî, sûfîlerin sohbetin gereği ve adabı ile ilgili görüşlerine katılır. Es-
Sühreverdî’nin ‘Avârifü’l-ma‘ârifinde, en kapsamlı bir şekilde ortaya
koyduğu sohbet ve sohbet adabı ile ilgili bahisler şeyhin, çeşitli bağlamlarda
üzerinde durduğu meselelerdir. Ken’ân Rifâî sohbeti seyr ü sülûkta en hızlı
tekamül yöntemlerinden biri olarak kabul eder. Bunda, şeyhin şahsi kanaati ve
eğitimci yönü kadar, Rifâiyye tarikatının sohbete verdiği önemin de etkili
olduğu görülür.[486] Elimizdeki sohbet notlarından
anlaşıldığı üzere Ken’ân Rifâî’ nin sülûkta en faydalı bir yöntem olarak
gördüğü sohbet metodunu, hayatı boyunca etkin bir şekilde kullandığı tespit
edilmiştir.
Vekl kökünden Arapça bir kelime olan
tevekkül, sözlükte güvenmek, güvence vermek ve birinin işini üstüne almak gibi
manalara gelir. Dînî bir terim olarak Allah’a güvenmek anlamında olup bir iman
esâsı olarak Kur’ân ve sünnette birçok yerde geçer.[487]
Sûfî ıstılahında, tevekkül kalbin her türlü vesvese ve rızık endişesinden
arınmasıyla hâsıl olan güven hâli ve Hakk’ın inâyet ve vaâdini yeterli görmek
suretiyle nefsin tedbir ve ihtiyarı terk etmesi anlamında kullanılmıştır.[488]
Sûfî müellifler ilk dönemden itibaren eserlerinde tevekküle özel bir bölüm
ayırmış ve farklı yönlerine dikkat çekmişlerdir.[489]
Sûfîler tevekkül kavramını kulun irâdesini ortaya koyduğu tedbîr kavramıyla
ilişkilendirmiş, sünnete ve akla ittiba gereği tedbîr almayı uygun görmekle
birlikte tedbîre güvenmeyi tevekkül zedeleyici bir hal olarak kabul
etmişlerdir.
Ken’ân Rifâî’ye göre tevekkül,
Cenâb-ı Hakk’a istinâd etmektir. Ancak bu istinad sebebe güvenmeyi terk etmeyi
gerektirir. Rifâî, bu meyanda, “kim Allah’a tevekkül ederse O kendisine yeter.
Şüphesiz Allah emrini yerine getirendir. Allah, her şeye bir ölçü koymuştur”
(Talak 76/31) ayetine baş vurarak, Allah’a mütevekkil olan kimseye Cenâb-ı
Hakk’ın kâfî geleceğini kaydeder. Şeyhe göre tevekkül bütün işlerde Allah’a
itimad etmektir ki bu hal, halkın avamı için kolay elde edilir bir şey değildir.
Havas ise bunda zorlanmazlar bilakis onlara kolay ve zevkli gelir. Avama güç
gelmesinin sebebi, zâhir sebeplere güvenmeleridir. Avam, sebeplere müstakil bir
varlık atfederek, onların ilâhî hükme birer alet olduğunu göremedikleri için
tevekkül yolunu tutmakta zorlanır. Havas ise, mülkün Hakk’a ait ve sebeplerin
O’nun kudret elinde bir âlet olduğunu bildikleri için, bütün işlerini Allah’a
tefviz u umûr etmişlerdir. Rifâî’ye göre tevekkül esâsen tefvizin bir şubesi
olup tefviz her halde tevekkülden üstündür. Bu üstünlüğü Rifâî şu sözleriyle
izah eder: “Çünkü tefviz habl-i kuvvetten biri olmak ve kendini Hak rızâsı
için, kendi tasarrufundan tahliye etmektir. Cenâb-ı Hak ne işlerse, ona râzı
olmaktır. Mütevekkil ona derler ki her umûrunda Cenâb-ı Hakk’ı kendine vekîl
ittihaz etmektir. Bunda min vechin cesâret var.” [490]
Rifâî’ye göre tefviz kişinin kendi tasarrufunu Hakk’ın iradesine teslim etmesi
ve onun hükmüne razı olması manasındadır ve bu anlamda tevekkülün en yüksek
derecesidir.
Ken’ân Rifâî’ye göre tedbîr, aklın
icabıdır. Kendisine itimad edilmemek şartıyla tedbir almak gereklidir. Sâlik
şerîata ve Muhammedî edebe muvâfık olarak gereken tedbîri almalı, sebebe
tevessül etmeli ancak sebebe güvenmeyerek neticeyi Hakk’ın irâdesinden
bilmelidir.[491]
Rifâî, kulun ihtiyat ve tedbirinin, tevekküle mani olmadığını, ancak bu
konudaki hükmün de kalpteki niyete göre farklı hükümleri olabileceğini
kaydeder. Söz gelimi, kalben tevekkül hâlinde olan birinin, kış mevsimi için
tedarikte bulunması, ihtiyat alâmetidir. Ancak gelecek günler husûsunda alınan
bu tedbire güvenmek, küfre varan bir düşünce silsilesini başlatacaktır.[492]
“Sen, Hakk’a güvenerek ona tevekkül eyleyerek ihtiyatında kusur eyleme. Yoksa,
gelecek korkusundan, Allah’a itimatsızlık çıkar.”[493]
Rifâî, yukarıdaki ifadelerden anlaşıldığı üzere, tevekkül konusunda hükmün
kişiye göre farklılık arzedeceği kanaatindedir.[494]
Ken’ân Rifâî eserlerinde tedbir ve
tevekkülün kader inancı ile ilişkili tarafını değerlendirir. Şeyhe göre hayâtın
icabı olarak kabul edilmesi gereken tedbir, kaderin bir tür zuhûra gelme
arzusudur. Buna göre alınan tedbir kaderin ortaya çıkış şeklini belirler.
En ileri seviyede bir tevekkül ise
her şeyin Allah’tan geldiğini ve hakîki fâilin Hakk olduğunu bilmektir.[495]
Rifâî’ye göre insan kendini sebep ve sonuç kaydından kurtararak Hakk’ı bütün
tecellîlerinde seyretme gayretinde olmalıdır. Bu tecellîgâhlardan en önemlisi
de insanın kendi vücûdudur. Allah orada tasarruf eder. İnsan ise, Hakk’ın bütün
tecellîlerine sahip bir varlık olarak O’nun iş ve emirlerine bir âlet
mesabesindedir. Böyle düşünen ve gören bir kimse için şu halde tedbirin anlamı
nedir? Bu idrak içerisinde alınan tedbir yani insanın hatırına gelen her türlü
uygulama, esasen ilâhî takdirin bir parçası hükmündedir.[496]
Yukarıdaki izahlardan anlaşıldığı üzere
Ken’ân Rifâî’ye göre tevekkül, Allah’tan başka fail olmadığına ve her olanın
O’nun emriyle olduğuna inanmanın bir gereğidir.[497]
Şeyhe göre, hakikat bilinmedikçe Allâh’a mütevekkilim demek doğru olmaz.[498]
Korku ve endişe hisleri ise henüz tevekkülün tam olarak hâsıl edilmediğini
gösterir. Şeyh, her şeyin Allah’ın irâdesi ve hükmü altında olduğunu idrak eden
endişe ve telâşa kapılmayacağını kaydeder. Bir şeyin gerçekleşip
gerçekleşmemesi Hakk’ın irâdesine tabidir. O halde sâlik, hadiselerin vukûunu
seyretmeli, her ikisinin ortasında yine şeyhin ifâdesiyle “bağdaş kurup
oturmalıdır”. Kul, ehl-i sünnet ve cemâatin cebir anlayışına göre gayret ile
tevekkül arasında bir yol tutmalıdır.[499]
Bu aslında tevhid anlayışının en temel neticesidir. Vahdaniyete yani Hakk’ın birliğine
iman eden, müşâhede makamına eriştiğinde tevhidin hakikatine de ermiş olur. Söz
konusu idrak seviyesinde kul müsebbibü’l-esbâbı gördüğü için doğrudan Allah’a
dayanmaktadır.[500]
Ken’ân Rifâî, işleri Allah’a havâle
ve O’na tevekkül etmek gereğini birçok şiirinde de dile getirir. Rifâî’nin Ilâhiyât-ı
Ken’ân adlı eseri, bu bakımdan oldukça kıymetli bir kaynaktır. Rifâî bu
eserdeki bazı şiirler içerisinde tefvîz konusuna değinir. Örneğin “tefvîz-i
umûr hem de tevekkül ettim O’na/Arş-ı azîmin Rabb’idir O, yok şübhe buna!”
beyitiyle bu konudaki yaklaşımını ortaya koyarken tevekkül sahibinin elde
etmesi gereken tasavvufî hali ise “De! bana kâfî Arş-ı azîm Tanrı’sı
Allah/Ettim O’na ben de tevekkül, bir O’dur Allah!”[501]
beytiyle ifade eder. Şeyh, sülûk ehlinin, her hususta Allah’ın kendilerine
yeteceğini bilerek, O’na dayanıp güvenmelerinin şart olduğunu kaydeder.
Rifâî’ye göre pek çok ehl-i tarîk kötü huylarından kurtulmak ve iyi ahlâkı
benimsemek konusunda başarılı olsa da tevekkül ve işleri Allah’a teslim etme husûsunda
aynı ölçüde başarılı değildir. Bunun en mühim sebebi benlikten kurtulamamaktır.
İşleri Hakk’a teslim etmek, bir anlamda sâlikin nefsini teslim ederek benlikten
geçmesi demektir ki kolay erişilir bir derece değildir.[502]
Ken’ân
Rifâî’ye göre tevekkülün çâresiz bir sabır ve toptan miskinlikle
karıştırılmaması gereklidir. Aslolan çalışma ve gayrettir. Rasûlullah’ın
sünneti de bu yöndedir. Ancak şeyh çalışmaya güvenmenin doğru olmadığına da
dikkat çeker: “Ben size tespihi alıp da, size dünyâdan ferâgat edin demiyorum.
Sen zâhirde çalış, ehl-i iyâlinin nafakasını tedârikte ibârettir. Allah,
battalı ebedü’l abâd sevmez, fakat kalbinle bu dünyâya muhabbet etmeyecek,
Allah’tan gâfil olmayacaksın.”[503] Rifâî’nin içinde yaşadığı dönemde
İslâm toplumlarının sıkıntısını duyduğu miskinlik ve tembellik gibi iki temel
problemin kaynağı, tekke kültürü ve büyük ölçüde tevekkül anlayışına mal
edilmiştir. Rifâî’nin bu konudaki açıklamaları değerlendirildiğinde, söz konusu
yaklaşıma göndermeler yaptığı anlaşılır. Şeyhin anladığı mânâda tevekkül,
çaresizlik ya da çözümsüzlükten doğan bir miskinlik değildir. Her türlü
tedbirin ardından ortaya çıkan bir çaresizliği, hoş karşılama tavrıdır.
Rifâî’nin ifade ettiği şekliyle tevekkül, bir zaaf olma tehlikesinden
kurtularak zorluklar karşısında insanın güçlü kalmasını ve psikolojik dengesini
muhafaza etmesini temin eden bir erdeme dönüşür.[504]
Sabır sözlükte, engellemek,
hapsetmek, güçlü ve dirençli olmak ya da telâşa kapılmadan bekleme, aceleci
davranmama şeklinde tanımlanır. Kur’ân’da müminler, dünyâda karşılaştıkları
musibet ve zorluklar karşısında sabırlı olmaya davet edilir.[505]
Müminden belâ anında sabır göstermesi beklenmiş ancak sabrın
belâyı gerektirmesi nedeniyle ona talip olmak tasvip edilmemiştir. Bu tavır
daha sonra sabır ile şükürden hangisinin daha faziletli olduğu şeklinde bir
tartışmayı tevlid etmiş olup genellikle şükrün sabırdan daha faziletli olduğu
kabul edilmiştir.[506]
Tasavvuf klasiklerinde sabır konusu
en çok işlenen konulardan biridir.[507]
Es- Serrâc eseri el-Luma’ da sabırdan bahsederken sûfîlerden nakillerde
bulunarak, konuyu sabrın tevekküle iletici vasfına dikkat çekerek tamamlar.
Kelabâzî, et-Ta’arruf da sûfîlerin konuyla ilgili açıklamalarına yer
verirken, Sehl Tüsterî’nin “sabır, Allah’tan bir çıkış kapısını açmasını
beklemektir” ifadesi ile birlikte, buna zıt olarak yorumlanabilecek olan
“sabır, sabırda sabretmektir” [508]
ifadesini kaydetmesi konuya yönelik farklı yaklaşımlar olduğunu göstermesi
bakımından ilgi çekicidir. Bu nakiller zemininde sabrın yalnız sabırlı olmak
adına istenecek bir fazilet olup olmadığı tartışıldığı görülür. El-Kuşeyrî
sabrı dört derece ile târif eder: Kulun kendi irâdesiyle ilgili şeylerdeki
sabrı, kulun iradesi dışındaki hususlardaki sabrı, emirlere itâat ve
nehiylerden kaçınmadaki sabrı.[509]
Kur’ân kavramlarından biri olan sabrın, tasavvuf klasiklerinde genel olarak
nefse ağır gelen her türlü zorluğa karşı dayanma gücü olarak tanımlandığı ve bu
husustaki kuvvetin sâlikin sülûkunda ilerledikçe artmasının beklendiği
anlaşılır.
Ken’ân Rifâî’ye göre sabır mücâhede
etmek suretiyle nefsin hazlarından fâni olma ve nefsi tezkiye etme amaçlı
olarak şehevattan kesilmektir. Sabır tarikatta istikamet üzere gitmeyi temin
eden en önemili bir esastır. Gerçekten de Rifâî, nefis mertebelerinde
ilerleyebilmek için sabır ve sebatı elzem bulur. Sâlik, sabır sayesinde, bir
makamın hakkını vererek diğerine geçer ve daha sonra şükür, rızâ, teslimiyet
gibi makamlara yükselir. [510]
Rifâî beşeriyet icaplarıyla kirlenen kalbin sabır denilen “mahfaza” sâyesinde
korunacağını ve cilalanacağını söylerken sabır makamının sülûktaki önemine de
dikkat çeker.[511]
İnsanı dünya zulmetinden çıkararak selâmet sahiline eriştirecek olan meziyet
sabırdır. Bu anlamda Hazreti Yusuf (a.s.)’ın kıssasında
geçen ve onu kuyudan çıkarmaya
vesile olan ip esasen onun sabrıdır.[512]
“Kal sabır mihnet deminde, Hakk’ı dâim tâlib ol!/Merkeb olma nefsine, sen tut
ınânın râkib ol!”[513]
Şeyh sabrın sâliki süratle maksada eriştirecek manevî bir rehber olduğu
görüşündedir.
Ken’ân Rifâî’ye göre, sabrın insanda
bir makam haline gelebilmesi için öncelikle şikayetin kesilmesi gereklidir. Bu
bağlamda başta nefsin hazları olmak üzere, günlük hayatta tecrübe edilen her
türlü zorluk ve nahoş muamele sabırla karşılanmalıdır. Sabır bir bakımdan
insanlardan kırılıp incinmemek anlamındadır.[514]
Sabır her ne kadar güçlükler karşısında gösterilen bir tavır
olsa da onu huy ve ahlâk edinmiş kimse için zorulukları kolaylaştıran bir
vasıftır. Bu yönüyle sabır esasen ferahlık ve genişlik için bir tür anahtar
mesabesindedir.[515]
Sabır insanın ahlâk güzelliğinin bir çeşit ölçüsüdür. Hiddet ve gazab anında
dahi sabrını muhafaza etmek, sabrın en açık alâmetlerindendir.[516]
Ken’ân Rifâî Hz. Peygamber’in ilgili hadisine atıfla, imanın sabır işareti
olduğunu kaydeder: Allah’a inanan ve güvenen insan, elbet sabredecektir.[517]
Ken’ân Rifâî sabra sebep teşkil eden en önemli âmillerden belâyı, bir tür
bâtınî nimet olarak görmektedir. Şeyhin bu yaklaşımı, sûfîler arasında yaygın
olan, “acıyı bal eyledik”, sözünün bir yorumu mahiyetindedir.
Ken’ân Rifâî eserlerinde, ehlullah
ya da ehl-i Hak’dan nakille sabrın dereceleri üzerine farklı tasnifler vererek
söz konusu çeşitliliğin vâridat farkından kaynaklandığını kaydeder. Örneğin Sohbetler
inde geçen bir tasnife göre, sabrın dört derecesi vardır. Bunlardan birincisi
kulluk husûsunda karşılaşılan zorluklara, ikincisi dünya zevk ve surûrûna
kapılmaya, üçüncüsü dünya nimetlerini elde etmeye ve dördüncüsü mûsibetlere
sabırdır.[518]
Bu tasnif el-Kuşeyrî’nin er-Risâlesi’nde geçen sabrın dereceleriyle
genel anlamda örtüşmektedir.[519]
Bir başka tasnif ise sırasıyla sabrullah, sabır alellah, sabır fillah
maallah ve sabr-ı anillâh şeklindedir. Rifâî Mesnevî III. cilt şerhinde,
sabır konusuna uzunca bir bölüm ayırmıştır. “Sabr-ı anillâh, Allah’tan sabır
etmeğe derler. O vakit ki mahbûb, muhiblerin firakını murad eyler o vakit firak
ve hicrâna sabır ve tahammül eylemektir. Bundan eşed bir sabır yoktur.”[520]
Söz konusu tasnife göre sabr-ı anillâh sabrın en ileri derecesidir.
Ken’ân Rifâî sabır konusunu ele
alırken, sûfîlerin sözlerine atıflarda bulunur. Ehl-i Hakk’ın anlayışına göre
sabır, şikâyeti ve hâlini Allah’tan gayrısına arzetmeyi terk etmektir. Buna
mukabil “Cenâb-ı Hakk’a izhâr-ı acz-ı şikâyet; bâb-ı sabırda memdûh”[521]
kabul edilmiştir. Şeyh konunun daha iyi anlaşılması için Muhyiddin İbnü’l-Arâbî’nin
el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye'sinin 255. bâbından bir hikaye nakleder.[522]
Rivâyete göre Bâyezid-i Bistâmî’yi ağlarken gören halk ona
ağlayışındaki hikmeti sorduğunda Bâyezid açlık nedeniyle ağladığı cevabını
vermiştir. Beklemedikleri bu cevap nedeniyle hayrete düşen halk, meselenin
îzahını istemiştir. Bâyezid’in verdiği cevap sabrın yukarda geçen tarifini izah
eder mâhiyettedir: “Evet Hakk’ın bana açlık havâle etmesinden muradı benim
ağlamam içindir, dedi.”[523]
Rifâî konuyla ilgili hükmün sâlikin derecesine göre farklılık arzedebileceğini,
dolayısıyla kişinin sükût etme ya da hâlini Allah’a arzetme yollarından
hangisini seçeceğine kendi bâtınını gözeterek karar vermesi gerektiği
kanaatindedir. “Nasıl ki Hazreti Eyyub ne kadar müddet belâya sabretti çünkü o,
Hakk’ın rızâsını sabırda gördü. Birçok zaman sonra da dua ve tazarru etti. Zira
mukteza-yı vakit o idi.”[524]
Eyyub (a.s.) Peygamber’in tavrı söz konusu durum için bir ölçüdür.
Ken’ân Rifâî Kurân ve sünnet
tarafından övülen ve tavsiye edilen bir tavır olan sabır konusunu eserlerinde
kapsamlı bir şekilde ele alır. Rifâî, sâlikin sülûkunda ilerleyebilmesi için
gereken en temel vasfın sabır olduğu kanaatindedir. Şeyhin, sabır ve diğer
faziletler arasında kurduğu ilişki hususunda, el-Gazzâlî’nin yaklaşımını benimsediği
anlaşılır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, şeyh beşeriyet icaplarıyla kirlenen
kalbin sabır denilen “mahfaza” sâyesinde korunacağını ve cilalanacağını
söyleyerek, sabır makamının sülûktaki önemine dikkat çeker. Ancak, Rifâî için
sabır, pasif kalmak şeklinde tezahür etmez. Onun için sabır, gayret edilen işin
neticeleri konusunda telaşlanmamak anlamındadır.
Sözlükte iyiliği bilmek ve farkında
olmak şeklinde tanımlanan şükür, terim olarak Allah’tan ve insanlardan gelen
nimetlere söz ve fiille mukabelede bulunarak minnettarlığını göstermek
analmındadır. Şükrün zıddı ise nimetin kıymetini inkâr etme ve örtme
anlamındaki küfürdür. Kur’ân-ı Kerim’de ve hadislerde mü’minler şükre davet
edilmekte ve ekseriyetle bu husustaki ihmalkarlıklarına dikkat çekilmektedir.[525]
Edeb ile ilgili litaratürde şükür kavramı genellikle ilgili ayet ve hadislerin
derlenmesi ile sınırlı kalırken,[526]
konunun ayrıntıları sûfî müelliflerin eserlerinde ilgili başlık altında
değerlendirilmiştir.[527]
Sohbetler
adlı eserinde, şükrü iki farklı tasnifle ele alan Rifâî, ilk tasnifte şükrün
insan vücûdundaki yansımalarına işaret eder. Bu tasnife göre şükür üç türlüdür:
Kalp, dil ve azalar ile yapılan şükür. Kalbin şükrü, nimetin sahibini bilmek
ile gerçekleşir ki, burada şükür hali marifetin bir nevi ameli bir neticesi
olarak ele alınır. Bu yaklaşım esasen, şükrün kelime kökünden çıkan ilk
anlamlardan biridir. Nitekim sözlükte şükür kelimesi, nimeti vereni tanıma
manasındadır. Ancak buradaki bilgi analitik bir yöntemle değil kalb ile elde
edilen bir bilgidir. Kalb bilgisi ise insanı harekete sevkeder. Buna göre kalb
ile nimet vereni tanıyan kul şükür hissini öncelikle dil ile ifâde eder. Şükrün
üçüncü bir türü ise azalarla yapılan şükürdür ki en açık işareti ibâdet ve
taata yönelerek hayırlı işlerde bulunma suretiyle gerçekleşir.[528]
Ken’ân Rifâî’nin bu tasnifi İmam-ı Gazzâlî’nin Ihyâ’u ‘ulûmi’d-dîriinda
ortaya koyduğu şükür anlayışının tafsilatlı bir izahı mahiyetindedir.[529]
Ken’ân Rifaî’ye göre, şükrün tam
olması için bütün azaların kendi kabiliyetleri ölçüsünde Hak yolunda hizmette
olması gerekir. Buna göre çalışma, ailesinin hizmetinde bulunma, her yerde
Hakk’ın azametini seyretme, harama müteallik birşey işitme ve Hakk’ın rızâsı
haricinde bir şeye yönelmeden çekinme de yine şükrün azalarda görülen en açık
işaretlerindendir.[530]
Bir başka yerde şükür, Allah’ın verdiği nimetleri yine onun istediği yerde
kullanmak, sabırlı olmak, Allah için nefsinin hazlarını terketmek ve nefse ağır
gelen şeyler karşısında şikâyette bulunmamak şeklinde tanımlanır. Rifâî başkaları
için karşılıksız olarak yapılan iyiliklerin de, Hakk’ın verdiği nimetlere şükür
etme yollarından biri olarak kaydeder. Ken’ân Rifâî’ye göre şükür, esasen şükre
mani olan kötü huyların, güzel ahlâka tebdil edilmesinden sonra gerçekleşir.
Sâlik, ıslâh-ı nefs etmek suretiyle, sırasıyla sabır, şükür, teslimiyet ve rızâ
makamlarını idrak edecektir. Her ne kadar tasavvufî kavramların yapısı, birini
diğerinden ayıran kesin hatları ortaya koymamızı güçleştirse de sûfîler tedrici
olarak bazı mânevî basamakların diğerlerini öncelediği kanaatindedir. Ken’ân
Rifâî’nin de bu gerçeği dikkate alarak şükür kavramını işlerken, belli bir
sıralamayı dikkate aldığı farkedilir. Şu halde şikayeti terkederek, Hakk’ın
rızâsına yönelmiş bir sâlik için, şükür mânevî bir basamaktır. Buraya
ulaşabilmek için kişi kendisine verilen nimetlerin farkında olarak onları Hak
yolunda sarfetmeli ve bu uğurda yaşadığı zorluklara sabretmelidir. Rifâî’ye
göre bu derecelerden geçerek şükre erişen kimse, son derece büyük bir zevke de
erişmiş olacaktır: “Hulâsa şükür, enâniyette bulunmamak, kendini beğenmemek,
Allah’tan gelen her şeye sabretmek, onun verdiği safâyı da, cefâyı da hoş
karşılamaktır.”[531]
Böylelikle salik Hakk’a teslimiyet ve rızâ derecelerine de nâil olacaktır.
Ken’ân Rifâî şükür konusunu,
uygulamaya yönelik pratik çözümler eşliğinde ele alır. Ancak onun tasavvuf
anlayışında şükür, ahlâkî dönüşümün muayyen bir basamağıyla sınırlı değildir.
Şükür kavramını alışageldiğimizden farklı bir açıdan ele alan aşağıdaki pasaj
bu açıdan iyi değerlendirilmelidir:
“Şükür
ne demek? Yüz bin kere şükür ne demek?” diye sordu. “Sahraların denizlerin
kumları, ağaçların yaprakları, yağmurların katreleri, denizlerin dalgaları
kadar da şükür desen yine şükretmiş olamazsın. Çünkü bunlar yine birer adet,
birer haddir. Allah’a karşı kendi vücûdunla olduğun halde şükretmek, aynı
şükürsüzlüktür. ... İş mânâdadır. Makine ise o mânâdan gafil olarak o lafz-ı
şükrü zikir ve tespih eder. Halbuki şükrün mânâsını bilmek senin vazîfendir. O
sana düşer. Çünkü sen insansın, o ise makinedir. Şükrün mânâsı da, Allah’tan
gayri fâil, O’ndan gayri mevcut görmemek, Hakk’ın işine karışmamak, fiiline
itiraz etmemek ve O’ndan ne gelirse hüsn-i kabul etmektir. Bunları yapmadıktan
sonra her ne kadar. “Yâ Rabbi sana yüz binlerce şükür” de demiş olsan yine de
şükretmiş olamazsın.”[532]
Burada konunun tevhid inancı
ekseninde yorumlandığı anlaşılır. Şu halde Rifâî’ye göre, Hakk’tan gayri
müstakil bir vücûda sahip olduğu zannı hakim olduğu sürece sâlik tam olarak
şükrünü eda etmiş olamaz. Ken’ân Rifâî’ye göre asıl nimet varlık yani
yaratılmış olma nimetidir. Zira bir insanın sahip olduğu diğer tüm nimetler,
varlık nimetinden sonra gelir. Öyleyse kul en temel bir nimet olan
varlığının/vücûdunun, Hakk’ın varlığı ile kaim olduğunu idrak ettiği zaman
hakiki anlamda şükrünü eda etmiş olur. Şükür sahibi kimse, geçici varlığının
Hakk’ı tanıması için kendisine verilmiş en büyük bir imkan olduğunu anlayan
kimsedir.[533]
Varlık nimetinin şükrünü eda etmeyi isteyen bir kul, Hakk’ın fiiline ve
takdirine razı olarak bütün varlığıyla O’na yönelmelidir.
Ken’ân Rifaî’nin yine aynı eserde
şükrü, şükre vesile olan nimetlerin türlerine ve şükredenlerin mânevî
derecelerine göre farklı bir tasnife tabi tuttuğu da görülür: Avam, havas ve
havassü’l-havassın şükrü.
“Şükür
üç kısım olduğu gibi, aynı zamanda üç derecedir. Birinci derece, senin için
makbul olan, hoşuna giden şeylere şükretmektir. Bu şükürde avam da havas da
dâhildir. Meselâ evlât sahibi olmak, işi ilerlemek, maaşı artmak gibi,
hoşlanılan hâdiselere şükretmektir. İkincisi, sevdiğin ve sevmediğin şeyleri
bir tutarak, Hak’tan her ne gelirse ona razı olmaktır. Ama bu her kişinin kârı
değildir. Üçüncüsü ise, nimeti veren Allah Zülcelâl’de o kadar müstağrak olmak
ki, nimeti görmeye bile vakti olmamaktır, ki şükrün asıl mânâsı budur. İşte, bu
şükür sahibinin önünde bende ol, yok ol.” [534]
Rifâî’nin
yukarıdaki şükür tasnifinin kaynağı Hâce Abdullah el-Herevî’nin (ö. 481/1089), Menâzilu’s-Sairin’deki
şükür bölümüdür.[535] Rifâî şükür kavramı Mesnevî
cilt
hikayelerinden Sebe kavminin kıssası içerisinde ayrıntılı olarakk ele alır.
Sebe kavmi, yaşadıkları şehirlerin arasındaki mesafenin azlığından
şikayetçidir. Şeyh tarafından, Sebe kavminin sahip olduğu imkan ve rahatlığın,
zamanla o kavmin rahatsızlığına sebep olması, kıymeti bilinmeyen her nimetin
zamanla nikmet/zorluk olarak algılanmasına trajik bir örnektir. Ken’ân Rifâî bu
kıssa bağlamında, şükrün küfür ile ilişkisini inceler. Küfran nimetin örtülerek
kıymetinin takdir edilmemesi ve bu nedenle esasen nimet olan şeyin bir tür şikâyet
ve rahatsızlık sebebine dönüşmesi durumudur. Şeyhin, burada bir kavramı
zıddından yola çıkarak açıklamak gibi bir metod takip ettiği anlaşılır.1395
“İnsanın ne garîb hâli vardır. Yaz gelse kış, kış gelse yaz ister. Ni’met gelse
nikmet, nikmet gelse ni’met ister. Hâsılı kendinde mevcûd olan hâlden başka
hâlin husûlünü ister. Görürsünüz ki dünyânın en bâlâter mertebe ve maîşetinde
bulunan bir kimse bir çobanın hâline gıbtâ eder.” 1396 Şeyhe göre,
küfran, insan tabiatında yer alan fıtri bir özellikle ilişkilidir. Hakk’ın iki
eliyle yaratılmış insan, cemali tecellîleri galip geldiğinde sabır, şükür, rızâ
gibi makamları tecrübe ederken, celal tecellîlerin tesiri altında iken ise
küfür ve şekâvet halleri gösterme eğilimdedir.
Rifâî’ye göre, nefsin arzularına ve
iştihalarına meyletmek zaafından kurtulan kimse için üç türlü şükür vardır.
“Şükür üç şeyden ibârettir ki, nîmet mukâbilinde olur: Birinci mün’im-i
hakîkiye, lisanla şükür, ikinci mün’im-i hakîkiye, kalple muhabbet, üçüncü
mün’im-i hakîkiye, kalple itâat eylemektir. Bunların biri eksik olsa, şükür
tamam olmaz.”1397 Rifâî’ye göre şükrün kendisi bir nimettir. En
büyük nimet Allah’a ibâdet ve kulluk edebilmektir. Şükür ise nimetin ruhu
mesabesinde olup idrak ile yapıldığında eldeki nimeti arttırır.
Yukarıda ayrıntılarını verdiğimiz
üzere Ken’ân Rifâî için şükür nimetin farkında olmak, nimeti ve nimet vereni
bilmek anlamındadır. Bu tarif sûfîlerin üzerinde ittifak ettiği şükrün en temel
tariflerinden biridir. Rifâî, şükrün ilim, kalp ve amel ya da hal ile yapılması
gerektiği şeklindeki tasnifinde Ihyâ’u ‘ulûmi’d-dîn’nin ilgili babını
kaynak alır.1398 Öte yandan, sâliklerin sülûktaki dereceleri
üzerinden yaptığı şükür tasnifine ise, Menâzilü’s-Sâiririin ilgili
bölümü kaynak teşkil eder. Rifâî’nin şükür konusunda kendi yaklaşımı özellikle
şükrün idrak ile yapılması bahsinde öne çıkar. Ona göre insan kendisinde bir güç ve kuvvet bulunmadığını anladığı, Hakk’ın
vücûdu karşısında kendi acziyetini duyduğu ve benlik iddiasından geçtiği
taktirde gerçekten şükretmiş olabilir. Bu idrak derecesine ulaştırmayan yani
yalnızca dil ile yapılan şükü, taklid seviyesinden ileri geçemez. Ken’ân Rifâî
şükredenle şükrolunanın bir olduğu, ya da bu anlayış seviyesinde yapılan şükrü
gerçek şükür olarak nitelendirir.[536]
Havf, sûfî ıstılâhında Allah’ın
kahrından korkarak dinde sâbit olmak şeklinde yorumlanmıştır. Sûfî müelliflerin
eserlerinde konu çoğunlukla ilgili âyetler ve hadislerle birlikte ilk dönem
sûfîlerinden yapılan nakiller ile işlenmiştir. El-Kuşeyrî’ye göre havf
gelecekle ilgilidir. İnsan hoşlanmadığı bir şeyle karşılaşmaktan korkan bir
tabiata sahiptir. Müminler için bu korku, dünya hayâtında belâ, ahirette cezaya
uğrama endişesi şeklinde tezahür etmektedir. Oysa korkunun makbul olanı
Allah’ın zâtından ve yalnız ondan korkmak, her konuda olduğu gibi bu konuda da
ona şirk koşmamaktır.[537]
Recâ, kalbin istenilen, sevilen bir
şeyi umması, bundan ferahlık ve rahatlık duyması hâlidir. Sûfî ıstılahında recâ
ise “kulun ilâhî rahmetin genişliğine bakması, Rabbinin lütfunu kendine yakın
hissetmesi, sonucun iyi olacağını düşünüp sevinmesi, celâli, cemâl gözüyle
görmesi” şeklinde tanımlanmıştır.[538]
Kur’ân’da Allah’a kavuşmayı ümit edip buna göre hazırlık yapanlar övülmüş,
Allah’a kavuşmayı ummayıp kötülükte devam edenler yerilmiştir.[539]
Örneğin iyi işler yapanların mükafat alacakarına ve hatalıların
affolunacaklarına dair duydukları ümit, recânın makbul şekillerinden biridir.
Şer işlerinde ısrar eden birinin, affını ümit etmesi ise makbûl değildir. Havf
konusu genelde recâ kavramı ile ilişkili olarak ele alınmış olup sâlikin
tekâmülü açısından havf ve recâ arasında denge hali içinde olmasının gerekli
olduğu ileri sürülmüştür. Havf ve recâ hâllerini bir kuşun iki kanadına
benzeten sûfîler sâlikin ancak bu iki kanatla ilerleyebileceğini yani korku ve
ümit hali arasında dengede bulunmak gerektiğini kaydetmişlerdir.[540]
Ken’ân Rifâî’ye göre ise, korku
sâlik için son derece önemli bir haldir. Hakk’ın kazâsından hakkıyla
korkanların, âhiret hüznünden emin olacağını kaydeden Rifâî’ye göre, korku
kulun ahiret ve dünya saâdetine vesile olması sebebiyle aslında Allah’ın kerem
ve lütfundan bir ikramdır.[541]
Ken’ân Rifâî’ye göre korkunun üç türlü manası vardır: Bunlar sırasıyla korku,
haşyet, heybettir. Korku îmânın, haşyet amelin, heybet ise mârifetin
şartındandır. Nefis makamında olanlar cezadan korkar, kalp ve huzur makamında
olanlar Allah’ın cilve ve oyunlarından korkar. Sır ve sukût makamından olanlar
ise heybet ve azamet ehlidir. Allah’ı en çok bilenler, ondan en çok
korkanlardır, hükmü gereğince bu taife Hakk’ı en çok bilenlerden çıkar.[542]
Rifâî’ye göre havf ve hüzün birbirine yakın iki kavram olup hüzün geçmişte
yaşananlardan duyulan elem ve sıkıntıdır. Havf ise gelecekte yaşanacaklara dair
duyulan korku ve endişe olup her nefis mertebesinin kendisine göre bir korkusu
vardır. Şeyhin deyimiyle, “her bir makamda bir havf vardır. Kişinin kemâli dahî
havfına göre olur.”
Nefsin ham hali olan nefs-i emmârede
korku bulunmadığını belirten Ken’ân Rifâî, korkunun sonraki mertebelerde
başladığını kaydeder. Sonraki nefis mertebeleri için sırasıyla şu korkular
mevcuttur: “Havf-ı taklîd, havf-ı cehennem, havf-ı ma’siyet, havf-ı rızâ,
havfullah, havf-ı kemâl”. Nefs-i levvâme’de olanların korkusu havf-ı taklîddir
ki emniyetleri korkularına galip geldiğinden, korkularında sabit olamazlar. Bu
sebeple bunlardan bazıları imansız gider. Nefs-i mülhime mertebesinde olanların
korkusu, havf-ı cehennemdir. Bu kimselerin korkusu, emniyete galip geldiğinden,
bunların havfı cehennem korkusu ve cennet arzusu ile ilgildir. Rifâî’ye göre
“böyle havf ehlullâha yakışmaz.”[543]
Nefs-i mülhime mertebesinde olanların korkusu, havf-ı nefsaniye olarak da
adlandırılır. Rifâî’nin konuyla ilgili izahı, çok açık olmasa da, burada
korkunun nefsin hilelerine kapılarak tekrar emareye düşme tehlikesine yönelik
bir korkudan bahsettiği anlaşılır. Zira, mülhimede iken emmâreye kadar inip
îmansız ölenler bulunduğu cihetle, bu korku son derece isabetlidir. Mutmainne
makamındakilerinin havfı, havf-ı ma’siyettir. Ancak bu korku cehennem korkusu
ve cennet arzusu nedeniyle değildir. İlâhî emri layıkıyla eda edememek ve
velâyet hırkasını lekelendirmek korkusudur. Fakat burada sâlikin yine nefse
yönelik bazı endişeleri mevcuttur. Nefs-i râziyenin korkusuna gelince bu
mertebedekiler, Allah’ın rızâsını kazanamamaktan dolayı bir korku içindedirler.
Bunların korkusu, Allah rızâsı için çalışırken yine de sehven bir kusurda
bulunma tehlikesinden korkudur. Nefs-i merdiyyede bulunan zevatın korkusu ise,
hepsinden başkadır. Bu zâtların, hiç bir arzuları, dünyevî ve uhrevî maksadları
yoktur. Onlar varlıklarından geçmişler, hatta neşe ve keder kaydından
kurtulmuşlardır. Buna rağmen daimi bir havf içindedirler. Kemal mertebesinin
ehline gelince, Rifâî’ye göre, bu zâtlar sebebini bilmedikleri bir korku
içindedir. Rifâî bu havfın üstünde, havfın dört mertebesinin daha bulunduğunu
ve fakat bunların tarife gelmeyeceğini söyleyerek konuyu tamamlar. Hepsinin
üstünde bir korku daha vardır ki bu da Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem.)’ın “hepinizden ziyâde Allah’ı ben bilirim ve hepinizden ziyâde ben
korkarım”, hadisi ile ifade ettiği derecedir.
Ken’ân Rifâî, yukarıda özetlediğimiz
havf ile ilgili tasnifi, Mesnevî III. cildin şerhi vesilesiye yapar.[544]
Aynı meyanda bir tasnif daha yapar ki buradaki ayrım, havf-ı avam, havf-ı havas,
havf-ı havassü’l-havâs şeklindedir. Şeyhin gerek altılı gerekse üçlü olarak
yaptığı tasnif için kullandığı kaynak -kendi ifadesiyle- el-Fütûhâtü ’l-
Mekkiyye’dir.[545]*
Ana hatlarıyla söz konusu kaynaktan alınan derecelendirmeyi, Rifâî kendi
anlayışı ile değerlendirmiştir.[546]
Ken’ân Rifâî özellikle nefsânî
kaynaklı korkuyu hüzün haliyle birlikte zikretmektedir. Şeyh’e göre
korku, sebep olduğu üzüntü ve hüzün ile birlikte farklı formlara bürünür.
Ayetin hükmü gereği insan Rabbim Allah deyip istikamet ettiği sürece, korku ve
hüzünden azad olacaktır. “Rabbim Allah’dır diyen, hem müstakîm bir
Müslüman/Kurtulur havf ü hüzünden, dâimâ makbûl-i cân.”[547]
Korku ve hüznü olmayan ise kalb-i selîm sahibidir.[548]
Rifâî’ye göre havf ve hüzünden âzad olan sâlik, geçmiş ve gelecek kaydından
kurtulmuştur. Allah’ın rızâsını kazanmak isteyen için, korku ve hüzün yoktur.
Bir başka deyişle arzu ve beklenti ağırlığından kurtulmuştur. Halktan bir
beklentisi olmayan insanın, halkla bir meselesi de kalmamıştır. Bu kimseler,
muhabbet alışverişinden başka bir şekilde insana yaklaşmadıklarından halkla
olan muameleleri merhamet, sabır, hilim ve af üzerinedir. İnsanları incitmek ve
halk
tarafından gelen muameleden
incinmekten hususiyetle kaçınmak gibi bir meziyete sahiplerdir.[549]
Rifâî’ye göre yalnızca korku ve
yalnızca ümit noksanlığa dalâlet eder. Ancak bu ikisi arasında bulunmak sâliğin
olgunluğa yöneldiğine işâret olup bu halin Hakk’ın rahmetini celbetmesi
mümkündür. Rifâî’ye göre, sâliki yolda bırakan şeyler, korku ya da ümit
halinden birine takılmak ile ilişkilidir. Kişi ya bir günah nedeniyle kendine
itimadı kaybetmiş, ya da fazlaca ümit hali nedeniyle tembellik ve atalete düçâr
olmuştur. Nihayetinde Hakk’ın rahmetinin kula yetişerek iki hal arasında
dengeyi arayan kula, sırat-ı müstakimin nasip olması mümkündür.[550]
“İşte böyle hareket edip Allah Rabbimdir diye istikâmet edenler için havfu
hüzün yâni korku ve endîşe yoktur.”[551]
Havfın mânaları insanda zâhir olunca fakr haline ulaşılır. Fakrın kemâlini
bulması ise vuslatın habercisidir.[552]
Rifâî’nin eserlerinde havf konusuna
ağırlık verdiği ve recâ bahsiyle ilgili olarak çoğunlukla sûfîlerin beynel havf
ve’r-recâ tabirine başvurduğu görülmektedir. Bu konuda Ebu Ali Ruzbâri’ye
atfedilen “havf ve reca kuşun iki kanadı gibidir. İkisi birbirine müsavi olursa
kuş düzgün, uçuş mükemmel olur” ifadesi ümit ile korku arasında bulunmanın
temsili bir anlatımı olarak yaygınlaşmıştır.[553]
“Mademki kalbinde bu iki kelime vardır. Emin ol ki Allah senin dilediğini
verir. Çünkü sırf korku ve sırf ümit, noksan kişi kârıdır. Ama beyne'l- havf ü
ve'r-recâ yâni korku ve ümit arasında olmak, Allah'ın rahmetini çekicidir.”[554]
Ken’ân Rifâî’nin ümit konusunu
ekseriyetle, Kur’ân-ı Kerîm’in müjde ayetleri içerisinde ele aldığı görülür. Bu
bağlamda en çok üzerine durduğu ayetler, istikamet sahipleri için korku ve
hüznün bulunmadığı mealindeki ayetlerdir: “Onlar ki Rabbimiz Allah’tır dediler
ve istikâmet ettiler bu kimseler için korku ve hüzün yoktur, buyuruluyor. Bu
âyetin mânâsı, hem ilmin gayesi olan tevhid, hem amelin gayesi olan istikâmet
sahibi olanlar için korku ve keder olmadığını beyandır.”[555]
Ken’ân Rifâî, kâmil bir mümin için korku ve hüzün arasında bulunmayı yeterli
görmez. Zira her ikisinde de nefis için bir pay mevcuttur. Onun için asıl
ibâdet ve kulluk aşk ehlinin ibâdetidir. “İşte aşk erbabı ile zevk erbabının
farkı, birinin Allah’ın cemâlini istemesi diğerinin ise Hakk’ın sıfatları ile
iktifa etmesidir.”[556]
Bir sevap beklentisi ve ceza endişesi ile kulluk etmek Rifâî’ye göre Allah’ın
sıfatlarından birine yönelmek anlamına gelirken, bu ikisinin kaydından
kurtulanlar Hakk’ın zâtına yönelmiş olanlardır.
Ken’ân
Rifâî, genel olarak havf ve reca konusuyla ilgili olarak bu iki hal arasında
denge halinde bulunmayı tavsiye eder. Onun bu tavrı, sûfîlerin konuyla ilgili
genel yaklaşımını da yansıtır. Ancak şeyhin metinlerinde havf konusunun birçok
ayrıntıyla birlikte ele alındığı ve reca konusuna ise oldukça az yer verildiği
farkedilir. Rifâî’nin bu yaklaşımı Herevî’nin Menâzilü’s-Sâirîn adlı
eserinin recâ bahsinde geçen “recâ, müridlerin mertebelerinin en
zayıfıdır.“Sûfîlere göre recâ, düşüncesizliğe kapılmaktır”[557] ifadesini hatırlatır. Gerçekten de
Rifâî, sâliklerin gevşekliğe kapılmalarından ve zayıf düşmelerinden çekinerek
reca bahsine fazla değinmemiş gibidir. Bu durum, biraz da Rifâî’nin mizaç ve
meşrep özellikleri ile ilgili olmalıdır. Yukarıda da belirttiğimiz üzere,
Rifâî, “Allah ferahlananları sevmez” (Kasas, 28/76) ayetinin hükmü gereği
yaşamayı prensip edinmiştir. Şeyhin mizacının da bunu ilkeyi uygulamaya bir
yatkınlınlığı olduğu dikkate alındığında, onun metinlerinde reca ve ümit
kavramının daha az yer kaplaması anlaşılır hale gelmektedir. Bununla birlikte
Rifâî’nin, sâlikin ancak havf ve reca kanatları ile Hak yolunda
ilerleyebileceği şeklindeki genel kanaati benimsediği ve bu yönde telkinde
bulunduğu anlaşılır.
Dini bir terim olarak rızâ, kulun,
Allah’tan râzı ve hoşnut olması, Allah’ın kazasını kerih görmemek anlamına
gelir.[558]
Tasavvuf ıstılahında rızâ, kalbin, Allah’ın hükmünün akışı altında sükûnet
halinde bulunmasıdır. Genelde rızâ, hüküm ve kazaya itirazda bulunmayıp
hoşnutluk ile karşılamayı ifâde eder.[559]
“Kulun kalbinin hükm-i ilâhî altında sükûnet bulması, ızdırap ve inhiraf
duymaması”[560]
şeklinde tanımlanır ve tasavvuf klasiklerinde farklı yönleriyle ele alınır. İlk
dönem eserlerinde rızâ konusu hakkında yapılan tartışmalar rızânın hal mi makam
mı olduğu, rızâda Hakk’ın iradesi ile kulun gayretinin tesiri, hangi konularda
rızâ halinin mübah olduğu şeklindeki sorular etafında şekillenmiştir.[561]
Bu bağlamda en çok işlenen ayetlerden biri “Allah onlardan razı oldu, onlar da
Allah’tan râzı oldular” (el-Mâide, 5/119) meâlindeki ayettir ve müelliflerin
konu hakkındaki muhtelif yorumlarının ayetin tefsirindeki farklı yaklaşımlardan
kaynaklandığı anlaşılır.[562]
Ken’ân Rifâî’ye göre rızâ ne
demektir? Şeyhe göre rızâ, nimetin artması yahut çilenin kalkması yolunda kulun
Allah’tan bir talebi olmamasıdır. Bilakis hâdiseleri olduğu gibi kabul etmeye
çalışıp bu hâdiselere karşı dargınlık, küskünük ve itirazda bulunmamaktır.
“Kazâya rızâ vermek demek o kazânın hükmünün cereyânı altında, o sâlikin kalbi
bilâ-ıztırâb ebkem olmaktır.”[563]
Rifâî’nin bir sohbetinde rızânın mahiyeti üzerine olan aşağıdaki ifadelerini
burada değerlendirmemiz anlamlı olacaktır:
“Rızâ
nedir? “Allah âşıklarına gerek lütuf, gerek kahır olsun, mahbuptan her ne zuhûr
ederse mahbuptur, sevimlidir, hoştur. Rızâ, tarîk-i erbâb-ı safa ve vazîfe-i
eshâb-ı vefadır. Rızâ, cemâl-nümâ-yı ihlâs ve saykal-ı mir’ât-ı kulûb-ı
havastır. Rızâ, sermâye-i pâzâr-ı ikbal ve pîrâye-i arûs-ı kemaldir. Rızâ,
meheng-i âyâr-ı muhabbet ve nakd-i pâzâr-ı meveddettir. İhlasın yüzünü
gösterici rızâdır. İbâdet ve tâat ve hayrât ve hasenât, rızâ olmazsa, yâni
Allah’ın yaptıklarına itiraz edersen, şeytanetten ibaret kalır. Çünkü taptığın
mâbudunun istediğine razı olmuyorsun demektir. O halde ibâdetin mânâsı ne
olur?”[564]
Rifâî’nin yukarıdaki ifâdelerinden
rızâyı temelde kulluğun icabı ve hakikati olarak değerlendirdiği anlaşılır.
İhlâsın bir işareti olarak rızâ, şeyhin safâ ve vefâ ehli olarak nitelendirdiği
âşıkların ulaşabileceği bir makamdır. Aşk ve onun gereği olan can feda etmeye
hazır olma hali, Allah’ın rızâsı için en önemi vesilelerden biridir. Bu konu
Rifâî’nin şiirlerinde de çokça işlenen bir temadır.[565]
Takdire rızâ gösterebilme, nefsin başını vermek ile ilişkilidir ve bu da şeyhe
göre, Allah muhabbetini duyanların yapabileceği bir iştir. Rızâ makamında
bulunan kimsede ruh, akıl, kalb ve nefis tek bir şey olduğu için birlikte
hareket ederler. Vücûd içindeki güçler ruha karışarak bir olduğunda, ilâhi emre
itiraz ortadan kalkar.[566]
Rifâî bu bağlamda sûfîlerin üzerinde
çokça durduğu “sen O’ndan râzı, O da senden hoşnûd olarak Rabbi’ne dön” (Fecr,
89/28) âyetini de şu şekide tefsir eder: Nefsin ihtiraslarından geçmek demek,
yani nefsin arzularının Allah’ın iradesi önünde ortadan kalkması ve bu suretle
aşığın mâşuğuna dönüşmesi yahut kavuşmasıdır. Bu durum kulun Allah’tan gerek
celâl ve gerekse cemâl her türlü şeyi hoşlukla kabul etmesidir ki bu rızâ hâli
karşısında Allah’da kulunu cemâl cennetine idhâl eyler: “Cenâb-ı Hak diyor ki:
Ey nefs-i mutmainne! Bana, benim has cennetime benden râzı olduğun halde ve ben
de senden râzı olduğum halde gel!”[567]
Ken’ân Rifâî rızâ kavramını
işlerken, sûfîlerin üzerinde görüş beyan ettiği önemli bir konuya, rızâ ve
gayret arasındaki ilişkiye de değinir. Şeyh, Hak’tan gelene râzı olmak
meselesini, elindeki ile yetinerek, çalışmadan geri durmak şeklinde
algılayanların, tembellik içinde bulunduklarını kaydeder. Ona göre rızâ, gayret
ve çalışmadan sonra, ele geçen hususunda hoşnutluk göstermektir. Rızâ ve
teslimiyet ile çalışma ilişkisi üzerinde duran Ken’ân Rifâî, maddî mânevî
kazanımlar yolunda çalışma ve yorulmanın gereğinden bahseder. Bu ikisi
birbirine mâni değildir:[568]
“Kazaya râzı olmak bu çalışmaya engel değildir.”[569]
Nitekim şeyhe göre Hz. Peygamber’in anlayış ve tavrı da budur. Ken’ân Rifâî’nin
konuyla bu ilgili izahları, onun rızâyı makamlar içerisinde değerlendirdiğini
gösterir.
Gerçekten de Ken’ân Rifâî, rızânın
bir makam olduğunu işaret eder ve rızâdan bahsettiği hemen birçok yerde çalışma
ve gayret konularına da temas eder. Buna göre Hakk’ın rızâsını kazanmak için
kul öncelikle, Allah’ın emir ve irâdesi karşısında muhalefet gösteren nefsini
türlü yöntemlerle terbiyeye alacaktır. Burada çalışma ve gayretten kasıt nefsin
arzusuna muhalefet etmektir.[570]
Rızâyı kazanmak isteyen sâlik evvel emirde itirazı bırakacak, sonrasında burada
kalmayarak kahır ve lutfu kaynağı itibariyle bir bilip hoş karşılayacaktır.[571]
Hakk’ın rızâsını kazanma yolunda şeriat-ı Muhammedî’nin zâhirî ve bâtınî
edebine riâyet etme en önemli şeydir.[572]
Ancak şeyhin aşağıdaki ifadelerinden anlaşıldığı kadarıyla nefis terbiyesi
tamamiyle ele alınmadıkça, kulun rızâ derecesine ermesi mümkün değidir:
“Allah’ını, nefsini bilmeye çalış! Bu âlem fânîdir, bekâsı ancak rızâullahtır.
Allah’ın rızâsını kazanmaktır. Çalış ki her yüzde, her eşyâda Cenâb-ı Hakk’ın
vech-i kerîminin tecellîsini göresin ve bu sûretle hayât-ı mecâzîden kurtulup
hayât-ı hakîkîye eresin.”[573]
Hakk’ın kazası nefse ağır gelse de, kul o kazaya teslim olmalı, kazaya rızâ
göstermek suretiyle ruhu kuvvetlendirmelidir. Bu yolda çalışma, öfkeyi yenme,
maruz kalınan kötü muameleleri hazmetme, halkın cevrini nefis mücâhedesi için
fırsat bilmekle mümkündür.
Ken’ân Rifâî’ye göre sâlik, Hakk’ın
kazası ve halkın cefasına râzı oldukça, Allah’ın rızâsı da ona erişecektir.[574]
Ken’ân Rifâî, bu manayı kendine has bir ifade ile şu şekilde dile getirir:
“Önce ben Allah’tan râzı olayım!”. Kendi ifadesini kendi izah eden şeyh şu
şekilde devam eder: “Evet, önce ben rızâ göstereyim, yâni Rabbimin her bir
ihsanına hamdedebileyim, Allah’tan gelen her hediyeyi, bize iyi veya fenâ
görünen her şeyi hoş kabul edeyim ve ona lâzım gelen itibârı göstereyim,
şikâyetten vazgeçip Allah’tan, önce ben râzı ve hoşnut olayım ki, o da benden
râzı olsun.”[575]
Yukarıdaki ifadelerinden anlaşıldığı üzere Ken’ân Rifâî, rızâ makamına erişmede
kulun gayretini öne alır.
Hakk’ın rızâsını kazanmak için nasıl
bir çalışma gereklidir? “İnsanın nefsi celâl sıfatına mazhar olduğu için
Hakk’ın rızâsından kaçar, sultani ruh ise Allah’ın cemâline mazhar olmuştur ve
dâima O’nun rızâsına koşar.”[576]
Rifâî’ye göre tarîkat yoluna giren bir kimsenin sabır ve tevekkül ile birlikte
rızâ halini de kazanması beklenir.[577]
Sâliğin işi Hakk’ın rızâsı yönünde olmalıdır.[578]
Hakk’tan râzı olmak temelde iki türlü gerçekleşir: Birincisi, Allah’ın her
yaptığını beğenerek kalb ve dil ile itirazı terketme, ikincisi de kalb
kırmaktan kaçınmadır.[579]
Hakk’ın rızâsını kazanmak için halkı görmeyip her daim Hakkla olmalı ve muâleyi
de devamlı olarak Allah ile yapmalıdır.[580]
Bir başka yerde Rifâî, Hakk’ın rızâsını kazanmanın maddî ve mânevî iki yolu
olduğunu kaydeder. Maddî olan abidlik yoludur ve dînî esasları tatbik etmekle
bu yolda ilerlemek mümkündür. Bunların içlerinde kalp kırmama, yalan söylememe,
iftirâ etmeme ve emrolunan ibâdetlerde kusur eylememeye çalışma gibi herkesin
bildiği hayırlı işler de mevcuttur. Allah rızâsını kazanmanın mânevî yolu da
Allah’dan başka bir şey görmemek, gıybet, yalan ve dedikodudan çekinmekle
başlar. Bâtın rızâsı ise, kalben uyanık olup, Hak’tan gelen şeylere itiraz
etmemek, abes görmemek ve bu sûretle de edep sâhibi olmaktır.[581]
Rifâî’nin bu husustaki en özlü ifadesi ise “her işini Hakk’ı görerek yap! İşte
o vakit her şeyi Hakk’ın muvafakati ile yapmış olursun”[582]
şeklindeki nasihatidir.
Ken’ân Rifâî Mesnevî
beyitlerini şerhederken, rızâ kavramını, mürşidin rızâsını kazanmakla ilişkili
olarak izah eder:[583] Rızâ-ı ilâhi bir ilimdir ki herşeyin hocası olduğu gibi, bu ilmin de
bir hocası vardır. Mürşid-i kâmil, rızâ ilminin hocasıdır ve mürid onun
rehberiğine uyarak, yoluna gitmek suretiyle Hakk’ın rızâsına ulaşır.[584] Rifâî Mesnevîcilt
şerhi içerisinde, kaza-rızâ ilişkisine yer verir. Müslüman olan için Hakk’ın
kazasına rızâ göstermek öncelikle imanın bir gereğidir. Bunun bir istisnası
vardır ki o da küfre rızâdır. Mü’min her şeye rızâ gösterir ancak küfre rızâ
göstermez. Zira küfre rızâ, aynı küfürdür.
Mesnevî
III. cilt şerhinde dağda yaşayan bir şeyhin kendiliğinden düşen armutlar hariç
hiç bir armudu yememek üzere Allah’a verdiği sözle ilgili bir hikâye geçer.
Hikâyenin devamında ilâhî bir cilve olarak günlerce hiç meyve düşmez ve şeyh
irâdesine yenilerek, sonunda bir armut koparıp onu yer. O esnâda, tutuklanan
bir grup harâminin arasına yanlışlıkla onu da katarlar ve onların dûçâr olduğu
cezâ şeyhe de verilir ve eli kesilir. Hemen akabinde şeyhi tanıyanlar onun
mübârek bir zât olduğunu söyleyerek, onu mahkûmiyetten kurtarırlar. Bu hikâyede
şeyhin mâruz kaldığı hâdise karşısında sergilediği tavır Ken’ân Rifâî
tarafından rızânın en güzel bir örneği olarak yorumlanır. Ona göre, bu
hikayede, şeyhin Allah’ın kazâsı karşısında gösterdiği olgun tavır, sâliklere
rızâyı öğretmek ve kalbin rızâ ile bulacağı sükûnu göstermek amaçlı büyük bir
derstir.
Fakr kelimesi sözlükte fakirlik,
yoksulluk ihtiyaçlılık anlamına gelir ve Kur’ân’da Bakara Suresi’nde bir ayette
geçer.[585]
Zühd döneminde fakrın yoksulluk ve yalnızca Allah’a muhtaç olma şeklinde iki
anlamı öne çıkarken ilk sûfîler bu iki yaklaşımı birleştirerek bunu meslek
edinmeyi bir tür gâye hâline getirmişlerdir. Sûfîler fakrı zamanla zâhirî ve
bâtınî fakr olarak ikiye ayırmışlar birinci ile maddî varlığa sahip olmamayı
vurgularken; bâtınî fakr ile kulun Mevlâsı karşısında hiçbir varlığa sahip
olmadığı anlayışını öne almışlardır. Bâtınî anlamdaki fakrı tecrübe eden sâlik
kendi varlığının gerçek sâhibinin Allah olduğunu idrâk etmekle fenâ mertebesine
ve bu sûretle tevhidin en yüksek derecesine erişmiş olur. Bu mânâ sûfîler
arasında “fakr tamam olunca geriye Allah kalır” ya da “fakir Allah’tır” gibi
sözlerle ifade edilmiştir.[586]
Kavram tasavvuf klasiklerinde ilk dönem sûfîlerinden nakillerle yukarıdaki
meseleler çerçevesinde ele alınmıştır.[587]
Ken’ân Rifâî’nin tasavvuf
anlayışında fakr kavramı merkezî bir öneme sâhiptir. Ona göre îman, amel ve
ihlâsın bütün mânâsı fakr kelimesinde özetlenmektedir. Yapılması gereken, her
hâl ve durumda Hakk’ın karşısında âciz ve ihtiyaç sâhibi olarak bulunmak ve ona
muhtaçlığımızın idrâkinde olmaktır. Şeyhin deyişiyle, “ben yokum sen varsın. Yâ
Rabbî, senden sana sığınırım!” demektir.[588]
Ken’ân Rifâî’ye göre sâlikin bir saat yokluk ve aczini düşünmesi bir yıl
boyunca varlık zehâbı içinde yaptığı ibâdetten üstündür. Bir saat acz ve fakr
ile yaşamak ise bir sene varlık ve benlikle yaşamaktan daha efdaldir.[589]
Fakrını idrak eden sâlikin bunda devam ettiği sürece, Bakara Sûresi 115. ayette
geçen “fesemme vechullah” ibarelerinde belirtilen hakikate ermesi ve bunun
gereği olan ameli yerine getirmesi ümid edilir. Bu ahlâkın kemali ise, kimseyi
incitmemek ve kimseden incinmemektir.
Ken’ân Rifâî bu bağlama sûfîlerin
üzerinde durduğu hadislere sohbet ve derslerinde yer verir. “Fakr fahrımdır”[590]
hadisinde geçen fakrdan maksad Rifâî’ye göre dervişliktir.[591]
Yukarıda, şeyhin fakrı yokluk ve yokluğun gerektirdiği ahlâktan kısaca
bahsedilmiştir. Dervişlikle ilişkisi açısından değerlendirecek olursak
Rifâî’nin dervişliğin gerektirdiği amel ve edebin kaynağı olarak, sâlikin
fakrını yani yokluğunu bilmesini bir ön şart olarak gördüğünü söylemek
mümkündür. Rifâî’nin Hz. Peygamber’den naklettiği bir başka rivayet ise, fakrın
çeşitleriye ilgilidir: “Resûlullah Efendimiz buyuruyorlar: “Fakr iki türlüdür.
Biri ecir ve mesûbâtı, yâni sevabı diğeri de ukûbâtı (cezâsı) vardır. Bir fakr
ki sâhibinin huyunu iyi eder, kazâ ve kadere îtiraz ettirmeyip âsî etmez, ecir
ve mesûbâtı (sevâbı) olanıdır. Bu servet, sâhibine din yolunda ve îmânında
yardım eder, Allah’ın aşkının ziyâdeliğine (artmasına) sebep olur.”[592]
Rifâî bu hadise yer vermekle fakrın insan tekamülü yönünde
olumlu ve olumsuz tarafları olabileceğine dikkat çeker. Genel anlamda tasavvuf
anlayışı gayret üzerine bir başka deyişle sahv anlayışa mebni olan şeyhin
fakrın maddî mânevî sefalet ile karıştırılması tehlikesine karşı uyanık
bulunması tabidir. Bununla birlikte şeyh fakrın kemal noktasını dile
getirirken, sûfîlerin sıkça kullandığı “fakr tamâma erdi mi Allah zâhir olur.”[593]
ifadesini tercih eder. Rifâî bu ifadeyi şu şekilde yorumlar: “Yâni fakr sahibi
olur. Fakr ne demektir? Bu öyle bir isimdir ki kemâlini bulursa vuslat hâsıl
olur. Kendinden bir şey kalmaz, Allah tecellî eder. Fakir denilen kimse herşeye
mâliktir; ona ise kimse mâlik olamaz”.[594]
Bu ifadeler şeyhin fakrı sülûk kavramları içerisinde merkezi bir yere koyduğunu
gösterir.
Ken’ân Rifâî fakrın maddî fakirlikle
karıştırılmaması adına sohbetlerinde meselenin değişik yönlerini izah eder.
Şeyhin bir diğer çekincesi, fakrı yalnızca mânevî olarak değerlendirip sâlikin
dünya malı ve zenginlik arzusunda aşırı gitmesidir. Rifâî’ye göre insanı keder
ve eleme sürükleyen şey eldekine kanaat etmemektir. Fakirlik değil, kanaat
eksikliği insanı mânevî anlamda yıpratır. Dolayısıyla tekamül için ilk
yapılacak şey, dünyanın gelip geçici unsurlarına duyulan şehvetin önünü
kesmektir.[595]
Rifâî bu hususta İbrahim b. Edhem’den (ö. 161/778 [?]) örnek vererek onun asıl
övüncünün maddî fakirlik değil Allah’tan başkasına muhtaç olmamak ve ancak
Allah ile zengin olmak anlamındaki fakirlik olduğuna vurgu yapar:
“İbrahim
Edhem’in bulduğu fakr başka, dilencinin fakrı yine başka, öyle olmasaydı
Resûlullah “El-fakru fahrî” diye buyurur muydu? Yine o İbrahim Edhem değil
miydi o fakriyle hayvanâta ve cemâdâta hükmeden?.. İşte bu fakr ehlinin rahat
ve saltanatı hiçbir dünya sultanında bulunmaz. Binâenaleyh asıl fakr bu
fakrdır. Yoksa fakr dilencilik demek değildir.”[596]
Dilencilik hem şeriat hem de tarîkat
tarafından men edilmiş, ancak Hakk’ın huzurunda aczini bilmek şeklindeki fakr
kabul edilmiştir. Şeyh fakrı böyle idrak ve tecrübe edenlerin, Hakk’ın gani
ismi ile buluşacaklarına dair bir müjde verir: “Dervîş olana lâzım olan havf ü
recâdır/Fakr içre gınadır.[597]
“Bil ki fakr ve kanâat halka rahmet ve nimettir. Sen de birkaç gün sabır ile,
kanâat ile, fakr ve imtihan ile, fakr içinde iki kat gınâ görürsün, çünkü
kanâat kalp gınâsı hâsıl eder.”[598]
Ken’ân
Rifâî için fakr, sâliki devamında fenâ ve bekâ hâline eriştirecek olan bir
idrak derecesidir. İnsanı fakrını bilmeye ileten süreç, sülûk esnâsında bir
belâya dûçar olmakla başlar. Bu durum her belaya uğrayan fakrını bilecektir,
anlamına gelmeyip sülûk esnâsında tekamül sürecinin farkında ve idrakinde olan
sâlikler için geçerlidir: “Belâ fakr u fenâya, fakr u fenâ, lika yâni cemâle,
lika ise bekâya götürür.”[599] Rifâî’ye göre, bu zaviyeden
bakıldığında, sâlikin belâ dediği şey, örtülü ya da kılık değiştirmiş olarak
kişiye erişen bir nimetten ibârettir. Gerçekten de Rifâî, Hakk’ın zâhir
nimetlerinin herkes tarafından bilinen şeyler olduğunu, ancak bâtın nimetinin
-idrak sahiplerine malum olduğu şekliyle- belâ ve musibetler olduğuna inanır.
Şeyhin ifadesine bakıldığında, beladan fakra ve ordan da fenâ ve bekâya uzanan
yol daha iyi anlaşılır: “Bâtın nimetleri de belâdır. Bâtındaki belâdan maksat
müptelâ olmaktır. Çünkü belâ fakra sebebiyet verir. Fakr ise Allah’a ilticaya,
Allah’a rücûa sebebiyet verir. Belâ, mûris-i fakr-i fenâdır. Fakr-i fenâ da
mûcib-i likadır. Lika ise sebeb-i bekâdır ”[600] Rifâî’nin yukarıdaki ifadelerinde,
nefis mertebelerini izah ederken kullandığı yöntemin benzeri görülmektedir.
Şeyh sâlikin bir mertebeyi terk edip diğer mertebeye yükselirken geçirdiği
tehavülü takip etmekte, bir nevî sûlûk psikolojisine odaklanarak makamları izah
etmektedir. Rifâî sâlikin fakr ve acz hâlini duyabilmesi için en etkili amilin
onu bir nevi dermansız bırakacak bir dert ya da bela olduğunu kaydeder. Belâ
karşısında aczini tecrübe eden sâlik oradan fenâ ve bekâya doğru
ilerleyecektir. [601]
Sözlükte yok olmak, ölmek, geçici
olmak anlamına gelen fenâ kelimesi, çoğunlukla var olmak, sürekli olmak
anlamındaki bekâ kelimesi ile birlikte kullanılmıştır. Bir şeyhin gözetimi
altında seyr ü sülûka giren sâlik, mücâhede ve riyâzât ile nefis tezkiyesine
devam eder. Müridin nefis terbiyesi neticesinde eriştiği hâle fenâ-bekâ adı
verilmiş ve çoğunlukla tasavvufî hayatın son merhalesi kabul edilmiştir.
Cürcânî’ye göre, fenâ iki türlü olup birincisi riyâzâtın çokluğu ile, İkincisi
eşyâyı farklı sûretlerde yaratan Hakk’ın müşâhedesi altında mülk ve melekûtu
farkedemez hâle gelmektir.[602]
İlk dönemlerde fenâ daha çok kötü ahlâkın terk edilmesi ve bekâ ise onların
yerine iyi ahlâkın ikamesi anlamına gelirken, tasavvuf tarihi içerisinde diğer
pek çok kavram gibi, fenâ ve bekâ da anlam bakımından genişleyip
zenginleşmiştir. Cüneyd-i Bağdâdî’nin tasavvuf anlayışında, fenâ nazariyesi,
kulun Allah’a varış usûlünü göstermektedir. Buna göre ilâhî varlığına kavuşmak
isteyen kul, beşeri varlığını kaybetmek zorundadır. Cüneyd fenâyı üç dereceye
ayırır: Buna göre birinci mertebede kul, kötü davranış ve ahlâkını terkerek,
Allah’ın beğendiği sıfat ve ahlâkı benimsemeye çalışır. Fenânın ikinci
aşamasında kul, ibâdet ve tâatten zevk alma hissini terkeder. Üçüncü
derecesinde ise kul, Hak şahidi yahut Hak nûrunun galebe etmesi neticesinde;
Allah’ı müşâhede ettiğine dair idrâkini de yitirir. Cüneyd’in deyişiyle “işte o
zaman sen fâni-bâkîsin. Fiziki varlığın (resmin) kalır ama ismin (ferdiyetin)
kalkar, artık sen başkasıyla var olursun”.[603]
Sûfîlerin benimsediği bir başka fenâ-bekâ tâbiri de ilk devir sûfilerinden Ebû
Ya‘küb en-Nehrecûrî (ö. 330/941) aittir. Bu târife göre, kulun Allah’a nisbetle
kendi varlık ve fiilerini görme duygusunun yok olması fenâ; bununla birlikte
dinî hükümlerde Allah’ın irâdesini gözetmesi ise bekâ anlamına gelmektedir.[604]
İbnü’l- Arabî, Fenâ Risalesi adlı eserinde, Cebrail hadisine istinaden,
fenâyı, Allah’ı görüyormuşçasına ibâdet etme anlamındaki ihsân ile aynı anlamda
kabul etmiştir.[605]
Arabî, hadiste geçen “Allah’ı görürcesine ibâdet etme”
ifâdesini, işâret ehlinin, “Eğer sen olmazsan, O’nu görürsün” şeklinde
okuduklarını kaydeder. İbnü’l Arabî, fenâyı ihsân ile özdeşleştirmekte, ihsânı
da, fenâya eren sâlikin Hakk’ı görerek kulluk etmesi şeklinde tanımlar. Aşağıda
açıklayacağımız üzere Ken’ân Rifâî’nin ihsân ve fenâ anlayışlarında söz konusu
yaklaşımın etkisi farkedilir.
Ken’ân Rifâî’nin metinleri
incelendiğinde fenâ-bekâ kavramlarını öne çıkan iki anlamı da dikkate alarak
işlediği anlaşılır. Bunlardan birincisine göre fenâ, riyâzet ile
kötü ahlâkı terk ederek onların
yerine iyi ahlâkı bâki kılmaktır. İkincisi, kendi varlığından fâni olarak
Hakk’ın varlığı ile bâki olmaktır. Söz konusu yaklaşımın Rifâî’nin
sohbetlerinde ve şiirlerinde, fenâ-bekâ, fâni ve bâkî olma terimleriyle
karşılandığı kadar Rifâî’nin kendi tasavvuf terminolojisi içinde, nefsinden yok
olmak- Allah’la var olmak, yok-var olmak ve buna benzer Türkçe ifadelerle
karşılandığı da görülmektedir. Bunlardan özellikle yok-var olmak ifâdesi
şiirlerinde sıkça geçer. Rifâî’ye ait olan yok-var olmak ifadesi, fenâ-bekâ
kavramlarının taşıdığı anlamlarla birlikte, Türk dilinin söz konusu kelimelere
yüklediği anlamları da yansıtır. Yukarıda bahsettiğimiz sıraya sadık kalarak,
öncelikle Rifâî’nin fenâ anlayışının ilk derecesi olan kötü ahlâk ve sıfatları
terk etme fiili üzerinde durulacaktır.
Ken’ân Rifâî için seyr ü sülûkun
nihâî gâyesi kişinin nefsini acz ve yokluk makamında, Rabbini ise yegâne mutlak
güç ve varlık olarak bilmesidir. Ancak sâlik bu dereceye sülûkun tevbe,
tevekkül sabır, rızâ gibi makamlarından geçerek ulaşır. Bir dereceden diğerine
sâliki nakleden en etkili yöntem ise zikir ile birlikte, mücâhede ve
riyâzettir. Resmî bir tekke şeyhi olarak Rifâî, intisabından başlayarak bir
Rifâî dervişinin seyr ü sülûk usûlünü, özellikle bu konuya ayrılmış olan Rehber-i
Sâlikîn (1909) ve Seyyid Ahmed er-Rifâî (1923) adlı iki eserinde
ayrıntıları ile vermiştir. Biz burada şeyhin tasavvuf anlayışında fenâ-bekâ
görüşünün nazarî temelleri üzerinde duracağımızdan işin bu tarafını
hatırlatmakla yetiniyoruz. Bahsettiğimiz gibi sülûk esnâsında sâlik, zikirle
birlikte devâm ettiği mücâhede ve riyâzet vesilesiyle ahlâkî açıdan dönüşüm
yaşamaya başlar. Ken’ân Rifâî’nin metinlerinde bu son iki kavram, şeyhin
“mücâhede ve riyâzet külüngü” ifâdesiyle sıkça yer alır. Ona göre ibâdet, tâat
ve riyâzetin bütün mânâsı, acz ve yokluğunu idrâk ederek lâ ilâhe ilallah’ı
yani kelime-i tevhîdin mânâsını hâl olarak bilmektir.[606]
Nihâî hedefi bu nokta olan riyâzet ve mücâhedenin ilk meselesi, nefsin kötü
huylarını söküp atmaktır.[607]
“Riyâzetten maksat, nefsiyle mücâhede etmek, savaşmaktır.”[608]
Rifâî için hangi formda olursa olsun riyâzetin manası genel anlamda
mahrûmiyettir. Sâlik nefsini zevk aldığı şeyden ve şehevattan mahrum etmek
suretiyle ahlâkî değişim sürecine başlamış olur.[609]
Kötü ahlâklardan kurtulmak için yapılan mücâhede ve riyâzât insanda ateş tesiri
yapar.[610]
Rifâî, kötü huyların yerine iyilerini ikame etmek için bazı yöntemler tavsiye
eder ki bunların en etkili olanı nefse muhalefet ve terk edilen huyun yerine,
iyi bir özellik koymaktır. Sâlik bu minval üzre devam ederken kendi huylarından
fâni ve Allah’ın ahlâkı ile bâki olmayı tecrübe eder.[611]
Sâlik riyâzete devam ederken kendisine ihsân olunan bir göz ve görüşle,
etrafını hikmet nazarıya görmeye ve mahlûkatta Hakk’ın nûrunu seyretmeye
başlar.[612]
Burası Zeyd (r.a)’in riyâzet ile gözlerinin açıldığı ve ilâhî nurlarla
aydınlandığı yerdir.[613]
Rifâî’nin ifâdelerinden anlaşıldığı üzere, bu mertebe ahlâkî bakımdan asli
tabiatına dönmeye başlayan sâlikin artık izâfi vücûdunu terk ederek aslî ve
ilâhî vücûdda fenâyı tecrübe etmeye başladığı yerdir. [614]
Rifâî’nin deyişiyle burası sâlikin, riyâzet külüngü ile birer birer beşeri
tabakalarını yıktığı ve kendi nefsindeki ilâhî emânet ile buluşmaya
hazırlandığı makamdır.[615]
Ken’ân Rifâî’nin fenâ terimini öne
çıkan ikinci anlamını dikkate alarak tanımladığı da görülür. Bunu yaparken
doğrudan Cüneyd-i Bağdâdî’nin konuyla ilgili meşhur ifadesine başvuruda
bulunarak fenâ kavramını tanımlarken nefsinden ölmek anlamına vurgu yapar:
“Tasavvuf nedir? Cüneyd-i Bağdâdî’ye aynı suâli sorduklarında: Tasavvuf Cenâb-ı
Hakk’ın bir kulunu nefsinden öldürüp kendi bekâsıyle diriltmesidir, ihyâ edip
bâkî kılmasıdır, buyurmuştur.”[616]
Rifâî fenâ ile birlikte, kulun bekâyı tecrübe etmesi gereği üzerinde de durur.
Buna göre bekâya eren müntehî nefsini öldüren değil, nefsi Allah tarafından
öldürülen ve yine O’nun tarafından bekâ makamına diriltilendir. Rifâî’nin
ifadelerinden aynı husûsa dikkat çektiği anlaşılır. Şeyhin mücâhede ve riyâzet
külüngü şeklinde ifade ettiği yöntem sâlikin ahlâk ve sıfat değişiminde
etkili/yeterli olsa da, nefsin fenâya ermesi ve vücûdla ilgili idrakin
değişiminde, Allah’ın izni ve hükmü belirleyicidir. Buradan Rifâî’nin tasavvuf
anlayışında gayrete önem verirken, determinist yaklaşımdan uzak durduğu da
farkedilir. Bununla berâber sâlikin gayretinin, Hakk’ın rahmetini cezbeden yönü
şeyhin sohbetlerinde temas ettiği bir konudur.
Yukarıda fakr konusunda
bahsettiğimiz üzere Rifâî’ye göre bekâya giden yolda, sâliki ilerleten en
önemli şey, tecrübe edilen zorluklar karşısında takınılan tavırdır. Şeyh
kişinin belâ diye nitelendirdiği şeyin bekâya ileten önemli bir amil olduğunu
belirtir. Buna göre belâ ya da nefse ağır gelen her türlü terslik insanın fakr
ve aczini hissetmesine vesile olduğu cihetle Hakk’ın gizli bir lütfudur. Bu
fakr hâli kulun Allah’a sığınmasına ve onun kudreti karşısında yokluğunu
hissetmesine de vesile olur. Böylelikle fenâ haline eren kul vuslata yaklaşmış
demektir. Rifâî’nin deyişiyle “fakr u fenâ da mûcib-i likadır. Lika ise sebeb-i
bekâdır.”[617]
Şu halde kulun bela karşısında uyanık bulunuşu ve yokluğunu idrak edişi onu
bekâ ile neticelenen bir sürece iletme imkanı bakımından son derece büyük bir
lütuftur.
Rifâî’nin fenâ tariflerinde söz
konusu yaklaşımın tesiri farkedilir. Gerçek anlamda fenâ/yokluk hâlinin zuhûru, ancak
Allah’ın efâl tecellîsi ile kuluna tecellî ederek, kulun iradesini yok etmesi
ile mümkündür. Kul bu tecellî ile beraber kendi nefsi ve bütün mahlûkatın irade
ve fiilinin Allah’la birlikte olduğunu, kendi başlarına bir iradelerinin
bulunmadığını idrak eder. Bu idrakin ardından bütün muamelesinin Hak’la
olduğunu gören kişi için mâsiva denilen şey ortadan kalkar: Sâlik eşyâdan
teceli edenin Hak olduğunu öncelikle ilmen daha sonra ise tahkiki/yakîni olarak
bilir. Fenâfillah mertebesi her yerde Allah ile berâber olup sâliğin her
işittiğini, gördüğünü Hak’tan bilmesidir. Her zaman Allah’ın huzurunda olduğunu
bilmesidir.[618]
Ken’ân Rifâî’nin, fenâ kavramının
tarîkatlar döneminde kazandığı anlamlara sohbetlerinde temas eder. Fenâ makamı
tarîkatlar döneminde üç kademeden geçmek suretiyle erişilen bir makam olarak
değerlendirilir. Buna göre sâlik, öncelikle şeyhinin güzel huylarında ve
sonrasında Resûlullâh’ın ahlâkında fâni olduktan sonra Allah’ta fenâ olma
makamına erecektir. Literatürde fenâ fi’ş-şeyh, fenâ fi’r-râsul, fenâ fillah
olarak geçen bu anlayış, Rifâî’nin konu ile ilgili izahlarında da yer
bulmuştur. Şeyhe göre tamamiyle fenâ derecesine ermek oldukça zor bir şeydir ve
bu nedenle fenânın dereceleri vardır.[619]
Bir buzun suyun içinde erimesi nasıl hemen olmuyorsa, tamamiyle fenâya ermekte
bir süreç ve nasip meselesidir.[620]
Sâlik nefsinden fenâ bulduğu ölçüde bekâya kavuşur.[621]
Bunun için sâlikin önce mürşidinde fânî olması gerekir ki Rifâî bunu
“mürşidinin boyası ile boyanmak” şeklinde ifâde eder. Tamamiyle mürşidinde fâni
olmanın alâmeti, kişi de kendisine ait bir şeyin kalmamasıdır. Bunun alâmeti de
müride bakıldığında, şeyhin davranış ve halinin görülmesi ve şeyhe nazar
edildiğinde adeta o müridin hatırlanmasıdır. Ken’ân Rifâî fenâ fi’r-râsûl
mertebesini, Şâzelî’den nakille izah eder. “Resûlullah’ta fânî olmadan Allah’ta
fânî olunmaz. Resûlullah’ta yok olmak, fânî olmak için de şeyhinde fânî olmak
mertebesini bulmak lâzımdır.” [622]
Rifâî’ye göre sâliki fenâ derecelerinde ilerleten, her zaman Resûlullah ve
Allah’ın huzûrunda olduğunu idrâk etmektir. “Kâmil insanın zâhiri, senin benim
gibi bir cisimdir. Fakat bâtını Hakîkat-i Muhammediye'dir. Hakikati ise
Allah'tır. İşte şeyhini gözünün önüne getire getire, her yerde Allah’ın
mevcudiyetini, hâzır ve nazır olduğunu hal olarak bilirsin. Müşâhede ve marifet
de bunun içindedir.”[623]
Sonraki derece Allah’da fâni olmaktır ki “Bir derviş, her yerde Allah ile
beraber olup, her işittiğinin ondan olduğunu bilmedikçe Allah’ta fânî olamaz.
Fenâfillah mertebesi işte budur. Nasıl benim yanımda bir kimseyi gıybet etmeye
utanıyorsan hâriçte de utanmalısın. Çünkü her yer huzurdur. Yemen'de de olsan
Allah seninle beraberdir. İşin aslı bunu bilmektedir.”[624]
Fakat bu dereceye eriştirmesi bakımından en önemi olan şey şeyhin huzurunda
bulunduğu idrâkî içinde yaşamaktır.[625]
Bu idrâk zamanla sâliki şeyhin ahlâkı özelliklerinde fânî kılacak, zamanla
sâlik Allah’ın ahlâkında ve zâtında fâni olacaktır. Rifâî’ye göre fenâ fi’l-
mürşid derecesine erişen sâlike, fenâ fi’-rasûl ve fenâ fillah makamının yolu
açılmaktadır.
Ken’ân Rifâî’ye göre fenânın bu son
derecesi, sâliği bekâya eriştirecektir. Buna göre sâlik fenânın son
merhalesinde, fenâ fillahı tecrübe etmekle, kelime-i tevhidin manâsını hal
etmiş bir başka deyişle Allah’tan başka fail, Alah’tan başka mevcûd yoktur
diyerek fâil ve mevcûdun Hak olduğunu idrâk etmiştir. Eğer bu kimse her
mevcûdun bir yönüyle Allah tecellîsine mazhar olduğunu görürse şeyhin deyişiyle
“can cânân olmuş olur” ki artık bu kimseden de Hak tecellî eder. Şeyhe göre
sâlik böylelikle “fenâ mertebesinden bekâ mertebesine geçmiştir.”[626]
Rifâî sâlikin burada bir müddet zât nurları içerisinde medfûn olduktan sonra,
Allah’ın izni ile bekâ ile dirildiğini kaydeder. Sâlik artık bu noktada vâsıl
olmuştur. Müntehî bu noktada Cenâb-ı Hak’tan gelen “benim sıfatımla çık, seni
gören beni görür” şeklindeki ilâhî hitab üzerine fenâdan bekâya dönecek ve
Allah’ın sıfatları ile sıfatlanmış bir şekilde halk içine hizmete yönelecektir.
Ken’ân Rifâî Sohbetler’inde
Allah’ın sıfatlarıyla sıfatlanmış olarak bekâ makamında bulunan kulun
vasıflarından ve hayat algısından söz etmektedir. Şeyhe göre bekâya ermiş kulun
önünde başka bir alem açılmış, eşyânın hakikati yüz göstermiştir. Bu mertebenin
ehli, eşyâ aynasında Hakk’ın tecellî ettiğini ve dahası eşyânın Hak ile kâim
olduğunu görmektedir.
“Ve
bir kesret görür ki, hakikatte ayn-ı vahdettir. Ve bir vahdet görür ki, eşyânın
kesretinde nümâyan olmuştur. İşte bu mertebede ona, zâhir ayn-ı bâtın ve bâtın,
zuhûru itibariyle ayn-ı zâhir göründüğü gibi, âhir de ayn-ı evvel ve evvel
ayn-ı âhir görünür. O kimse bu mertebede ‘Hüve’-âhir, hüve'l-evvel
hüve'z-zâhir, hüve'l-bâtın’ sırrına mazhar olur.”[627] Sâlikin küllî bir yokluk ile yok
olup zâhirde de bâtında da varlıktan, dünyâdan fenâ bulmasıdır. Sâlik bu
mertebede bütün mahlûkâtı ve mevcudatı Hak gözüyle görür. Böylece de kesreti
vahdette, vahdeti kesrette müşâhede eder. Onun için vahdeti görmesi onu kesret
görmekten ve suret âlemine bakmaktan men etmez.”[628]
Bu da bekâ billâh mertebesindeki kul
için, yeni bir hayata doğmak anlamına gelmektedir. Kul burada Allah ile bâkî ve
Rabbâni hayat ile hayy/diri olduğundan, fiili kendinden olmayıp her işini Allah
ile birlikte icrâ etmektedir. Bekâ ehli, her türlü tecellîden memnûn, nimet ve
nikmeti bilen kimselerdir. Rifâî bu mertebenin tasavvuf ıstılahında cemü’l-cem
ve ahadiyet mertebesi ile de ifade edildiğini kaydeder. Ancak, şeyhin tasavvuf
anlayışında bu makamın özel bir ismi vardır ki o da bekâ kavramının geçtiği
hemen birçok yerde belirtildiği üzere “hayât-ı tayyibe”dir. Bekâ makamındaki
kişi hayat-ı tayyibeye doğmuştur. Kendi varlığından yok olarak Hakk’ın varlığı
ile diri olmuştur. Şeyhin deyimiyle “kim ki Allah’a kavuşmak isterse, efâlini
Hakkın efâlinde, sıfatını Hakkın sıfatında, zâtını da gene Hakk’ın zâtında fânî
etsin. İşte o zaman hayât-ı tayyibeyle dirilip ölmezlerden olurlar ve bu
kimseler için korku ve endîşe yoktur.”[629]
Rifâî’nin eserlerinde yok-var olmak
bahsi birçok bağlamda ele alınan bir konudur. Aşağıdaki örnekler, şeyhin konuya
verdiği değeri ve meseleyi çok yönlü ele aldığını göstermesi bakımından
önemlidir: “Bunun topuna birden cevap, yokluk demektir. Bir toprak parçası olan
vücûdunu Hakk’ın varlığında eritmek ile olur. Yok olmayınca var olamazsın. Var
olmayınca bekâ bulamazsın. Bekâ bulunca da ölümsüzlerden olursun.”[630]
Ken’ân Rifâî bu meyanda sûfilerin
çokça kullandıkları, “yok ol” ifadesini hatırlatarak sûfilerin temel
meselesinin izafî olan vücûdun yokluğunu idrak etmekten ibaret olduğunu
kaydeder. “Biz iyi olmaya çalışmıyoruz, yok olmaya çalışıyoruz. Yok ol, demek
dervişlikte hayır duadır. O oldu mu, her şey oldu demektir.”[631]
Rifâî Allah yolunda en büyük gâyenin yokluğunu bilmek olduğuna her vesile ile
dikkat çeker: “Bir binayı kurmak için malzeme, taş, tuğla vesâire lâzımdır. Bu
ateşi anlamak için de yok olmak lâzımdır. Çünkü Allah yolunda en büyük gaye, en
ulu maksat, yok olmaktır. İşte o vakit gizli dediğin ruhu gözle de görürsün.
Ama can gözüyle...”[632]
Ken’ân Rifâî bütün mahlukatın yokluk halinde bulunduğu Kur’ân-ı Kerim’den bir
ayet ile izah eder.
“Bir
zaman gelecek, Cenâb-ı Hak, hitap edip: Bugün kimin günüdür? diye soracak.
Herkes, herşey fenâ bulduğu için kimse cevâba muktedir olamayınca yine kendi
suâline kendi cevap verecek: Vâhidü’l-Kahhâr olan Allah içindir... diyecek...
Kendi benliğin ortadan kalkarsa, yâni sen yok olursan, o vakit kendi aslını
görmüş olursun. Demek oluyor ki sen sen oldukça Allah'ı görmek kabil değildir.
Sen kendiliğinden kurtulup ortada Allah'ın nuru kalacak olursa, o vakit gören
de görülen de bir olmuş olur.”[633]
Rifâî’ye göre, tasavvuf ya da gerçek
irfan her şeyin bir olduğunu yani “vücudun birliğini” görmektir. İrfan sahibi
kimse nefsini acz ve yokluk makamında bilip, baktığı her yerde Hakk’ın
tecellîlerini gören kimsedir. Rifâî aynı manayı kelime-i tevhidin izahı ile
açıklar: Tabiî sen yok olunca ne kalır? Allah kalır. Lâ ilahe deyince, ötesi ne
gelir?
Arapça aslı ışk olan aşk kelimesi,
sözlükte aşırı sevgi, bir kimse veya bir şeye karşı duyulan çok kuvvetli sevgi
ve bağlılık, aşırı muhabbet, bir kimsenin kendisini tamamen sevgilisine vermesi
ve sevgilisinden başka güzel görmeyecek kadar ona düşkün olması gibi anlamlara
gelir.[634]
Sözlük anlamıyla ilgili olarak aynı kökten olan şarmaşık anlamındaki aşeka ile
ilgisi bulunduğu da söylenmiştir.[635]
Zirâ “Nasıl ki sarmaşık kuşattığı ağacın suyunu emer, yaprağını soldurur bazen
de kurutursa, sevgi de sevenin sevgilisinden başka şeylerden ilgisini,
alakasını kestirir ve onu soldurur.”[636]
Kur’ân ve sahih hadis mecmûalarında aşk kelimesi geçmemekle
birlikte hub kökünden muhabbet kavramı farklı kalıplarda Kur’an’da yaklaşık
seksenüç defa geçmektedir.[637]
Muhabbet kelimesinin geçtiği yerler incelendiğinde,
kelimenin birden fazla anlama gelecek şekilde kullanıldığı farkedilir. Bu sebeple
kelimenin eşanlamlıları ve yakın anlamlıları bulunduğu söylenmiştir.[638]
Muhabbetin en yakın olarak ilişkili olduğu diğer iki kavram ise sevilene
meyletmek anlamındaki irade/arzu kavramı ve aşırı sevgi anlamındaki aşk
kavramıdır.
Aşkın bir başka ifadesi olan
muhabbet Kur’ân’ın en temel kavramlarından biridir. Hakikatte Kur’ân sevgi ve
muhabbet konusunu her vesileyle dile getirir ve bu özelliği ile kul ile rabbi
arasındaki ilişkiyi sevgi esâsı üzerine bina eder. Bu hususta, Allah’ın
isimlerinden el-vedûd isminin hükmü gereği Hakk’ın kullarına olan muhabbeti
sâbit olduğu ileri sürülmüştür.[639]
Kur’ân’da farklı sure ve kıssalar içerisinde bidirildiği üzere, Allah’ın
kullarına olan muhabbeti ifade edilirken, yüce Allah dürüstleri, tevbe
edenleri, temizlenenleri, hatalardan sakınanları, güzel davranışlarda
bulunanları, sabredenleri, iyi davrananları, iyilikte bulunanları ve kendisine
dayanıp güvenen yani tevekkül eden kullarını sevdiği ve onlara muhabbet
bildirimektedir.[640]
Muhabbet kavramı ilk dönemden itibaren sûfî müeliflerin eserlerinde yer bulmuş
ve tasavvuf edebiyatının en temel konularından birini teşkil etmiştir.[641]
El-Kuşeyrî muhabbeti tarif ederken, ulema nazarında muhabbetin irade ile özdeş
olduğunu, ancak sûfilerin muhabbete daha farklı anlamlar yüklediklerini
kaydeder. Ona göre sûfilerin üzerinde ittifak ettiği muhabbet tarifi,
muhabbetin muvafakatı gerektirdiği şeklindeki tanımdır. Bu da kalbinde muhabbet
bulunan kişinin, Hakk’ın iradesi karşısında tamamen rıza göstermesi anlamına
gelmektedir.[642]
Ken’ân Rifâî aşk kelimesinin Arapça
karşılığı olarak “garam” kelimesini kullanır. Şeyhe göre her ne kadar lafız
olarak Kur’ân-ı Kerîm’de geçmese de şiddetli muhabbet/eşeddü’l-hub/hubb-i şedîd
ibârelerinin aşk haline tekabül ettiğini kaydeder. Rifâî, Kur’ân’da aşkın açıkça
geçmediğini ve fakat huruf-u mukatta ile örtülü olarak ifade edildiğini
belirtir. Bu nedenle aşkın hakikati bir sır olarak kalmıştır ki şeyhin
ifadelerinden anlaşıldığına göre sırlı olmak aşkın tabiatının bir gereğidir.[643]
Onun tasavvuf anlayışında aşk en genel anlamda Hak tarafından ihsân edilen ve
hükmü altına aldığı kimseleri en hızlı ve güvenli bir şekilde Hakk’a ileten
tasavvufî bir hâldir.[644]
Bu sebeple şeyh, aşkın kesin bir tarifini yapmaktan kaçınır. Ancak aşkın
çeşitli vasıflarını ve tezahürlerini açıkladığı metinlerde, konuyu çeşitli
yönleriyle ele alır.
Rifâî’ye göre her cüz küllüne doğru
yani bütüne doğru bir çekim içerisindedir. Her varlık, kendi aslına gizli
aşikar cezbolur. Ancak, bunu kendi gibi bir cüzi ve sonlu varlığa yöneltenler,
dünyada karar olmadığı için muhabbet duydukları varlık parçasından bir süre
sonra uzak ve ayrı düşerler.[645]
Dünya muhabbetinin acı vermesinin temelinde de bu gerçek vardır. Allah
muhabbetini hasıl edecek ise sohbettir.
Şeyhe göre ilim, sohbet, muhabbet
hepsi aşka ileten bir araç, aşk yolunda bir derecedir. “Sohbetten muhabbet
hâsıl olur. Muhabbetten aşk hâsıl olur. Aşktan ise her şey hâsıl olur.”[646]
“İlim, meyil, muhabbet tâ aşka gelinceye kadar birer mertebedir.”[647]
Şeyhe göre herşey insanın aşka erişmesi içindir fakat buradan aşkın çalışarak
elde edilecek bir hal olduğu neticesi çıkarılmamalıdır: “Aşk nasıl elde edilir?
Aşk, ders ve tâlim ile olmaz, gayretle çabalama ile ele gelmez... Aşk Allah’tan
gelir ve yine ona avdet eder.”[648]
Aşk Allah’ın bir ihsânı olup insanın bütün gayret ve sülûku belki Allah’ın
rahmet ve lütfunu uyandırmaya yönelik olabilir.
Ken’ân Rifâî’e göre Hakk’ın cezbe
nûrunun yaktığı aşık, ancak nefsinin varlığı olmadan Rabbi’nin varlığı ile bâki
kalır.[649]
Muhabbet insanda hal ve tavır değişikliğine neden olmadıkça kuru bir iddiadan
ibaret kalacaktır.[650]
“Âşıkın iştiyakı, sevdiğinin muhabbeti kılıcı ile ölmektir. Yâni onun eliyle
onun için ölmektir.”[651]
Maddî mânevî bir beklenti içinde iş görmek muhabbete aykırı şeylerdir.[652]
Muhabbet insanı bir seçim yapmak durumuna getirerek ikilikten kurtarır.[653]
Dünya ve ahirette nefis başta olmak üzere, evlat, mal, makam, cennet gibi
sevilecek birçok şey varken, Allah aşkı geldiği vakit, insan bunların
muhabbetinden bir anda sıyrılır. Fakat bu durum onlara karşı olan görevlerini
ihmal etmeden gerçekleşir.[654]
“O, bizim kendisine gönül
verdiğimizi bilir. Çünkü asıl bizden evvel O bize gönül bağlamış, kullarını
derin bir muhabbetle yaratmıştır. Kuldaki muhabbet Allah’ın muhabbetinden zuhur
eder. Şimdi Allah tarafından sevilmişlerden biri olmanın mânâsına dalalım ve
bir müddet susalım. Bilelim ki her işin en iyisini ve en doğrusunu ancak Allah
bilir ve Allah yapar.”[655]
Rifâî’e göre sâlikin mertebesi de
zaten muhabbeti nispetindedir. Kişi Allah’a olan muhabbeti arttığı nisbette,
nefsin perdelerinden ve kesafetinden arınacaktır.[656]
Sâlik bu hâlin devamını gördüğü sürece, Hakk’ın da kendisine
muhabbet ve teveccühü olduğunu bilmelidir.[657]
“İnsan, Hak nezdinde makbul olup olmadığını nasıl anlar? Kendini ve amelini
tartmakla. Kalbinde Allâh’ın muhabbeti ne nisbette ise ve Hak nâmına neyini
fedâ ediyor, nasıl bir ferâgatta bulunabiliyorsa, ondan anlaşılır.”[658]
Ken’ân Rifâî’ye göre aşk yaratılışın
hem sebebi, hem de gayesidir. Sebeb ile gâye, başlangıç ile son arasında
varlığı ayakta tutan temel prensip de yine onun eserlerinde aşk olarak
kaydedilir. Aşağıdaki ifâdelerde de aşk varlığın sebebi, gâyesi ve devam
ettiricisi olarak dile getirilmektedir:
“Herşeyin
eğer bir başlangıcı varsa, ki her an yeni bir başlangıçtır. Allah’ın Rahman ve
Rahim isimlerinin zuhurundan başka bir şey değildir. Zira zât-ı ilâhi aşkla
yaratır ve korur.”[659] “Aşk varlığın sebebi olduğu için
dünya ve ahiret aşkla dirilir. Yani insanın içi dışı aşkla dirilir. Zira
insanda ödünç olmayan, yalnız Allah aşkıdır.”[660]
Bu görüş bize, bütün varlığı bir
hareket-i hûb yani bir sevgi hareketinin neticesi olarak değerlendiren
İbnü’l-Arabî düşüncesini çağrıştırır.[661]
İbnü’l-Arabî’nin düşüncesinde rahmet ve muhabbet birbirine yakın
iki kavramdır. İlâhî muhabbet de, Rahmetin aynısıdır. Burada kısaca ilâhî
Rahmet ve bunun yaratma ve yaşatma ile ilişkisinden bahsetmek gerekir.
İbnü’l-Arabî’nin düşüncesinde muhabbet Hakk’ın kendisini izhâr etmesindeki
itici kuvvettir. “Ben bir gizli hazine idim. Bilinmeyi sevdim. Mahlukatı
yaratıp kendimi onlara bildirdim. Onlar da beni bildiler.”[662]
kudsi hadîsini yorumlarken İbnü’l-Arabî, Hakk’ın zâtına olan muhabbetinin
âlemin yaratılış sebebi olduğunu kaydeder. Mevcûdâtı yokluktan varlığa getiren
şey tamamen bir sevgi hareketidir. Hakk’ın zâtına ve zuhûrunun kemâline yönelik
sevgisi âlemin yaratılışının sebebi olmuştur.[663]
Ken’ân Rifâî’ye göre âlemin ve
insanın yaratılış gâyesi Hakk’ın kendi zatına duyduğu muhabbettir. Muhabbet
insanın ayırd edici vasfıdır:[664]
Bu zâtî muhabbet nedeniyle, gizli bir hazîne olan Allah varlık mertebelerinde
kendisini açmış ve âşikar etmiştir. Ken’ân Rifâî işte burada İbnü’l-Arabî’nin
tasavvuf anlayışındaki kavramlara başvurarak muhabbet nedeniyle başlayan
yaratmanın, bir yoktan var etme değil ancak Hakk’ın varlığında ilmen bulunan
eşyânın bâtında zâhire çıkmasından ibâret olduğunu kaydeder. Allah’ın âlemdeki
insana duyduğu muhabbet bu nedenle küllün kendi cüz’üne duyduğu bir muhabbet,
insanın muhabbeti de aslına duyduğu bir muhabbettir.[665]
Bu nedenle insanın yaratılışından, hayattan gâye “Hakk’ın muhabbetidir.”[666]
Bunu idrâk edenler, aşka düşerek kendi asıllarını aramaya başlar. Seyr ü sülûk
esnâsında bu idrake erişenlerin ise şevki artar.[667]
Ona göre varlık dâiresinin yani
yaratılışın başlangıcı aşk olduğu gibi gâyesi ve nihayeti de yine aşktır. Şeyh
bir şiirinde bu hakikati şu ifâdelerle dile getirir: “Noktadan aşk zav’-ı
şems-âsâ edip kendin ayan/ Maksad-ı tekvîn-i âlem aşk imiş oldu beyân.”[668]
Daire ise ancak başlangıca dönmekle tamamlandığından, bütün
bu varlık âlemin sebebi aşk, gayesi aşk ve bu iki nokta arasında hayat ise
bütünüyle aşkla kaimdir. Ken’ân Rifâî’nin tasavvuf kavramlarını yalnızca kitabî
bir bilgi ya da söylem olmaktan çıkarma gayretini, aşkın bu ontolojik yorumu
için de kullandığını görüyoruz. Şeyh söz konusu anlayıştan yola çıkarak sâlike
gereken pratik neticelere ulaşır. Varlığı harekete geçiren ve ayakta tutan
yegane sebebin muhabbet ve aşk olduğu düşüncesinin en pratik sonucu ise, âlemde
en küçüğünden en büyüğüne zuhur eden her hadisenin, Hakk’ın irâdesi, rahmeti ve
muhabbeti ile zuhûra gelmiş olduğudur. Sâlik bu bilgi ile herşey ve herkese
muhabbet ve hoşgörüyle yaklaşacak; hadiseleri teslimiyet ile karşılayacaktır.
Ken’ân Rifâî’ye göre aşk kavramı,
kulu Allah’ına, sâliki maksûduna diğer bir deyişle âşığı maşuğuna ileten en
kuvvetli bir vâsıtadır. Tasavvuf literatüründe aşkın bu tür bir ifâdesine çok
sık rastlanır. Bu bağlamda aşk, bir vücût mertebesi değil fakat mevcûdâta has
tasavvufî bir haldir. Tasavvuf yoluna intisâb eden sâlik, kendisini aslına
kavuşturacak bir yola girer. Seyr ü sulûk tâbir edilen bu idrâk yolculuğuna
tevbe ile başlanır. Sabır, tevekkül, rızâ, gibi çeşitli makamlardan geçerek
nihayet Allah’tan razı olma ve O’nun iradesinde fâni olma derecesine ulaşan
sâlik, bu yolda elinden geleni yapmış ve kalbini Allah muhabbeti ve aşkı için
hazırlamıştır. Bundan sonra ezelî bir nasip olarak sâliklerden ancak seçilmiş
olanların nail olduğu bir dereceye erişmesi beklenir ki o da aşktır.
Aşk tasavvuf literatüründe, bir
makamdan çok bir hal olarak kabul edilmiş ve Hakk’ın bir atâsı ve ikramı olarak
algılanmıştır. Diğer bir deyişle, aşk kesbî olmayıp, vehbîdir. Seyr ü sulûk ile
kalbini mâsivadan temizleyen sâlik, Hakk’ın bir ikrâmı olan aşkı kabule hazır
hale gelir. Ken’ân Rifâî’ye göre bu aşk ateşi, sâlikin gönlüne ancak kendisini
Hak yolunda irşâd eden mürşidinin kalbinden sıçrayan bir kıvılcım ile uyanır:
“Fakat bir gönül ki Hakk’ın cezbesiyle onun aşkıyla kıvılcımlanmıştır...
Hakikatte ateş hâline gelmiş demir, mürşittir, ermiş insandır. Bu demirden
temiz gönüllere sıçrayan kıvılcım, ilâhi aşk nurudur.”[669]
Sâlik her ne kadar ezelî bir istidata sâhip ve her ne kadar mürşidine sağlam
bir rabıta ile bağlı olsa da âşığı yolda bekleyen bazı zorluklar bulunmaktadır.
Sâlik mücâhede ve riyâzat yöntemi ile bu yolda çeşitli makamlar aşar.”[670]
Fakat Ken’ân Rifâî’ye göre nefsini vermek suretiye ulaşılan bu menzil canâna
kavuşma makamıdır. Can veren, canânâ kavuşur; nefsini veren ilâhî nefes ile
dirilir ve ebedî hayy olur. Fani olan bekâ bulur. “Hakikatte konuşan ne ise,
dinleyen de odur. Seven kimse, sevilen de odur, özleyen kimse kıskanan da odur.
Şu halde eğer Hak’ta bakî olmayı istiyorsan, vücûdu ve vücûda ait her şeyi
unut! Nefsi ve nefsin arzularını terk et. Çünkü gaye en büyük varlıkta yok
olabilmektir.”[671]
Ken’ân Rifâî için bilgi, bilen ile
bilinenin birliğini gerektirir. Ona göre ikilik hâlinde ortaya çıkan bilgi zan;
aşk neticesindeki vecd hâlinde ortaya çıkan bilgi ise yakîndir. Aşık
sevgilisinde, maşukunda fânî olup onun varlığında yeni bir can bulmadıkça
gerçek bilgiye kavuşamaz. Diğer bir deyişle kendi vücûdundan fânî olan aşık,
Hakk ile bâki olur. Aşk ateşinde yanarak nefsinin yokluğunu bilen âşık, gerçek
vücûdun/varlığın Hakk’a ait olduğunu bilecektir. Bu bilgi gerçek bilgi olup
akıl ehlinin değil ancak Hakk’a aşık olanların nail olabileceği bir bilme
tarzıdır.[672]
Bu bilgi kitabî bir bilgi olmayıp tecrübî bir bilgidir. Sûfî ıstılahında bu tür
bilgiye yakîn adı verilir. [673]
Yakîni arttıran şey ise aşktır. Sâliğin perdeleri aşk ile
kalkar ve sâlik hakiki sevgili ile bir olduğu o vecd halinde, işte tam o anda
gerçeğin bilgisine ulaşılır.[674]
[1] Meseleleri ele
alış tarzından anlaşıldığı üzere, Rifâî ayet ve hadislerin hıfzedilmesi ve dînî
konularda
delil olarak kullanılmasını önemsemektedir. Bununla
birlikte, onun gâyesi naslardaki zâhirî mananın ötesine geçerek anlam
katmanlarım ortaya çıkarmak yani bu
iki kaynaktan irfan elde
edebilmektir.Rifâî, Sohbetler, s. 50, 74, 42.
[2] Ken’ân Rifâî,
tasavvuf meselelerin ilişkili olduğu ayetlere referanslar yapılan yerlerde,
işari tefsir olarak kabul edilebilecek yorumlar da dikkat çekmektedir.Hassaten
vücûd konusu ile ilişkili ayetlere getirdiği yorumlar işârit tefsirin kayda
değer örneklerinden kabul edilebilir. “Doğu’da Batı’da Allah’ındır. Nereye
dönerseniz Allah’ın veçhi oradadır.” (Bakara, 2/115) ve “O evvel, ahir, zâhir
ve bâtındır.” (Hadid, 57/3) gibi sûfilerin vücûdun birliğini anlatmak üzere
kullandığı ayetlere; ilişkili konuları izah ederken başvurduğu anlaşılmaktadır.
Rifâî’nin vücûd konusu ile ilgili işari yorumlarına örnekler için bkz. Rifâî, Sohbetler,
s. 124, 179, 260, 347; Ahmet Atlı, “Ken’ân Rifâî’de İşârî Tefsir Örnekleri”, Bozok
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. VI, S. 6, (2014), ss. 29-58.
[3] Rifâî, Sohbetler,
428.
[4] a.g.e., s. 429.
[5] a.g.e., s. 566.
[6] Kenân Rifâî’nin
ilk dönem sûfilerine yönelik referansları için bkz.
[7] Rifâî, Sohbetler,
s. 431.
[8] Ken’ân Rifâî’nin
eserlerinde Bâyezid-i Bistâmî’ye yönelik atıflar için bkz. a.g.e, ss. 68, 113,
431, 518
519, 552, 556, 566, 605, 661.
[9] Rifâî, İlâhiyât-ı
Ken’ân, Notalarıyla Bestelenmiş Manzumeler, s. 14.
[10] Rifâî, Sohbetler, s.
368.
[11] a.g.e., s. 354.
[12] Ken’ân Rifâî’nin
İslamiyet öncesi mistik okullar ile ilgili görüşleri için bkz. a.g.e., ss.
354-366.
[13] Rifâî’den nakil ile
Ayverdi, Araz, “Din ve Tasavvuf Anlayışı”, Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın
Işığında Müslümanlık, s. 221.
[14] Rifâî, Sohbetler,
s. 172.
[15] a.g.e., s. 366.
[16] Sûfî kelimesinin
kökeni ile ilgili ilk dönem klasiklerindeki açıklamalar için bkz. Es-Serrâc
et-Tûsi, el- Luma‘,ed. Abdülhalim Mahmûd Kahire: Dâre’l-Kutub el-Hâdise,
1960, ss. 17-21; el-Kelâbâzî, et- Ta‘arruf li mezhebi ehli’t-tasavvuf,
A. J. Arberry, Kahire, Maktebet e-Hanci, 1994, s. 61; el-Kuşeyrî, Er-Risâletü’l-Kuşeyriyye,
ed. Abdülhalim Mahmûd, Tâhâ Abdülkâdir Sürûr, Kahire: Müessesetü Dâri-ş-Şab,
1989, ss. 464-469; el-Hücvîrî Ali b. Osman Cüllâbî, Hakikat Bilgisi,
Keşfü’l-Mahcûb, çev. Süleyman Uludağ, İstanbul: Dergâh Yayınları, 1982, ss.
111-125; Tasavvuf literatüründe konuyla ilgili yaklaşımlar hakkında daha fazla
bilgi için bkz. Mustafa Kara, Tasavvuf ve Tarîkatlar Tarihi, İstanbul:
Dergâh Yayınları, 1995, s. 26.
[17] Rifâî,
Ebu’l-Alemeyn SeyyidAhmed er-Rifâî, s. 108.
[18] Serrac, a.g.e., s.
41.
[19] Rifâî, Sohbetler,
s. 431.
[20] a.g.e., s.
319.
[21] Rifâî, “Tasavvuf ve
Aşk Anlayışı”, Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s.
222.
859 Rifâî, Sohbetler, s. 319.
[22] a.g.e, s. 379.
[27] a.g.e., ss.
542-543.
[28] a.g.e., s. 190.
[29] a.g.e., s. 316.
[30] Müslim, İman, 1.
[31] a.g.e., s. 580.
[32] “Allah’ı müşâhede
etmek üzere amel edenlerin dilleri tutulur, söylemez olur ve her an Cenab-ı
Hak’tan hayâ ederler... Allah’ı müşâhede etmek üzere amel eden kimseler
âriftir. Allah’ın kendilerini gördüğünü bilerek amel eden kimseler ise
muhlistir.”
[33] Rifâî, Sohbetler,
s. 366
[34] a.g.e., s. 580.
[35] a.g.e., ss.
366-367.
[36] a.g.e., s.
43.
[37] Rifâî’nin bu
görüşleri ilk dönem sûfîlerinden Ebû Saîd el-Harrâz’ın (ö. 277/890) görüşleriyle
örtüşmektedir. Es-Serrâc eseri el-Lümâ’da, diğer pek
çok sûfî ile birlikte, el-Harrâz’ın tevhid ile ilgili görüşlerine de yer verir.
Harrâz, vecd ile ilm-i tevhide eren tahkik erbabının sülûktaki ilk makamından
bahseder. Buna göre sâlikin kalbinden eşyâ ile ilgili hâtıralar fâni olduğu
noktada, orada Allah duygusu bâkî kalacaktır. Yine aynı sûfîye göre, tevhidin ilk
alâmeti, kulun her şeyden geçerek bütün eşyâyı gerçek sahip ve mütevellisine
bırakmasıdır. Böylelikle eşyaya bakan, eşyâ ile kaim olan ve eşyaya karşı
temkin ehli kişi, eşyada tasarruf eden Allah ile birlikte olacaktır. “Allah
kendilerini kendilerinden gizleyip yine kendilerini kendilerinde öldürerek sırf
kendi zatına has kılar.” Es-Serrâc, Harrâz’ın ifâdelerini şöyle
yorumlamaktadır: “Kalpten eşyanın izinin fâni olması ve zikr-i ilâhinin kalpten
mâsivânın gidip yerini zikr-i ilâhinin alması demektir. Her şeyden geçmenin
mânâsı, kulun kendine ve kabiliyetine herhangi bir şey ilâve etmeden eşyâyı
kendi ile değil, Allah ile kaim görmesidir. Eşyâya gerçek mütevelli ile bakması
ve eşyâda O’nunla kaim olması demek, kendi iradesini Hakk’ın iradesine
bırakması, tevhid hakaikının kulu istilâ etmesi demektir. Bu suretle eşyâyı
kendi ile değil, Allah ile kaim görür. Es-Serrâc burada, konuyla ilgili olarak
aşağıdaki şiiri nakleder: “Her şeyde O’nun bir olduğuna delâlet eden/Şâhit ve
işâretler vardır.” Eşyaya yerleşmek tabiriyle bu sözün sahibini renkli ve
değişken bir yapıya değil, sağlam bir yapıya sahip bulunduğu ve nazarında
eşyanın Allah ile kaim olduğu kastedilmektedir. es-Serrâc el-Luma‘,
Kahire, 1960, s. 53; Ebû Nasr es- Serrâc, el-Lüma’, İslâm Tasavvufu,
çev. Hasan Kamil Yılmaz, İstanbul: Altınoluk, 1996, s. 32.
Müslim,
Îmân 1, 5. Ayrıca bk. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16;
Nesâi, Mevâkît 6.
Rifâî, Sohbetler, s. 10; Nebevi ahlâkta ihsanın
önemi ile ilgili değerlendirmeleri için bkz. Süleyman Ateş, İslâm Tasavvufu,
İstanbul: Yeni Ufuklar Neşriyat, 2004, s. 20.
[44] Farklı dînî
geleneklerin literatürüne bakıldığında varlık ve ilişkili konuların en temel
bir mesele olduğu, hatta dînî akaidin öncelikle varlık temeli üzerine bina
edildiği görülür. Budizm ve Taoizm’de varlık/vücûdla ilgili ayrıntılı izahlar
bulunurken, Yahudilik ve Kabbalizm’de varlığın kendini çeşitli mertebelerde
izhar edişi kapsamlı bir doktrin olarak ortaya konulmuştur. Felfeseye
gelindiğinde, varlık ve mevcudatın kaynağı üzerine düşünmek hemen bütün felsefe
okullarının en mühim mevzusu olduğu görülmektedir. Eflâtun’un idealar
nazariyesinde en yüksekte bulunan “hayır/iyilik idesi” diğer bütün idelerinde
kaynağı olurken, âlem ve eşyâ, bir idenin yansıması tecellîsi şeklinde
değerlendirmektedir. Mahmut Erol Kılıç, Şeyh-i Ekber, İbn Arabî Düşüncesine
Giriş, İstanbul: Sûfî Kitap, s. 91; İlhan Kutluer, “Metafizik”, Türkiye
Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm
Araştırmaları Merkezi, 2004, C. 29, ss. 399-402.
[45] İbnü’l-Arâbî,
vahdet-i vücûd tabirini kullanmamış olmasına rağmen eserlerini varlığın birliği
anlayışla kaleme alması nedeniyle, söz konusu yaklaşımın kurucusu kabul edilir.
Ahmet Avni Konuk, Fusûsü’l- Hikem Tercüme ve Şerhi, haz. Mustafa
Tahralı, Selçuk Eraydın, İstanbul: İfav Yayınları, 1999, s. 4753; Neticede
vahdet-i vücûd anlayışının, İbnü’l-Arabî ve takipçileri tarafından yapılan
kapsamlı bir tevhid yorumu olduğu söylenmiştir. Ekrem Demirli, “Vahdet-i
Vücûd”, Türkiye Diyane Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), İstanbul:
Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2012, C. 42, ss.
431-435. Vahdet-i vücûd anlayışının birinci önermesi, Mutlak/gerçek varlık
Hak’tır şeklindeki ifadedir. İkinci önermesi ise Allah-âlem irtibatını
açıklamaya yönelik olarak ortaya konulan ilâhi isimler ya da âyan-ı sabite
görüşüdür. İbnü’l-Arabî düşüncesinde, Allah-âlem arasındaki ilişkilerin kaynağı
olarak ilâhi isimler hakkında daha fazla bilgi için. bkz. Abdullah Kartal, İlâhî
İsimler Teorisi, Allah-İnsan İişkisi, İstanbul: Hayy Kitap, 2009, ss.
137-143.
[46] Kılıç, a.g.e., s.
236.
[47] Ekrem Demirli, Sadrettin
Konevi ’de Bilgi ve Varlık, İstanbul: İz Yayınları, 2005, s. 189.
[48] Sûfîlerin tevhid
ile ilgili görüşleri için bkz. Ebû Nasr Es-Serrâc, el-Luma‘, ed.
Abdülhalim Mahmûd Kahire: Dâre’l-Kutub el-Hâdise, 1960, ss. 49-56.
[49] Rifâî, İlâhiyât-ı
Ken’ân, İlâhî ve Manzûmler, s. 26.
[50] a.g.e., s. 320.
[51] a.g.e., s. 587.
[52] a.g.e., s. 320.
[53] Erol Kılıç, Şeyh-i
Ekber, İbn Arâbî Düşüncesine Giriş, İstanbul: Sûfi Kitap, 2018, s. 198.
[54] İsmail Rusûhî
Ankaravî, Minhâcü’l-Fukarâ, haz. Safi Arpaguş, İstanbul: Vefa Yay., s.
494.
[55] Rifâî, Sohbetler,
s. 553.
[56] a.g.e., s. 213.
[67] Ken’ân Rifâî’nin vahdet-i vücûda yönelik ayet tefsirleri
için bkz. a.g.e., ss. 347, 124, 179, 305-306, 237-239, 260, 626, 162, 485, 524,
555.
[68] a.g.e., s. 584.
[69] a.g.e., s. 347,
584.
[70] Rifâî, İlâhiyât-ı
Ken’ân, İlâhî ve Manzûmeler, s. 103.
[71] Rifâî, Sohbetler,
s. 33-34.
[72] a.g.e., s. 347.
[73] Rifâî, “Sohbetler”,
Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, ss. 400, 477.
[74] Kılıç, a.g.m., s.
453.
[75] Aclûnî,
Keşfü’l-Hafa, II/191.
[76] Kılıç, a.g.e., s.
379.
[77] “Ey Cabir! Her
şeyden önce Allah’ın ilk yarattığı şey senin peygamberinin nurudur. O nur,
Allah’ın kudretiyle onun dilediği yerlerde dolaşıp duruyordu. O vakit daha
hiçbir şey yoktu. Ne Levh, ne kalem, ne cennet, ne ateş / cehennem vardı. Ne
melek, ne gök, ne yer, ne güneş, ne ay, ne cin ve ne de insan vardı.” Aclunî,
1/265-266.
[78] Rifâî, Sohbetler,
ss. 403-404; Rifâî, Şerhli Mesnevî-i Şerîf, s. 421; Vahdet-i vücûd
anlayışının cevap vermek istediği temel sorulardan biri de, varlığın birliğine
rağmen âlemdeki çokluğun nasıl mümkün olabildiği meselesidir. Birlik-çokluk
sorunu özetle şu şekilde ifâde edilebilir: Mutlak ve bir olan varlıktan/vücûd,
etrafımızda gördüğümüz çokluk (alemi) nasıl çıkmıştır? İbnü’l Arabî’de birlik
ve çokluk çelişen iki kavram değildir. İnkâr edilmez bir gerçek olarak içinde
bulunduğumuz çokluk, Mutlak Varlık olan Hakk’ın bir tenezzülünden ve mertebe
mertebe kendini âşikâr edişinden başka bir şey değildir. Varlık birdir,
mertebelerde çoğalır. İbnü’l-Arabî bu sorunu âyân-ı sâbite adı verilen ilâhî
isimler teorisi ile çözer: Âyân-ı sâbite görüşü, (sabit hakikatler) mutlak ve
bir varlıktan çokluğun nasıl ortaya çıktığını îzâh ederken, diğer yandan südûr
teorilerinin çözümleyemediği problemleri de açıklığa kavuşturur. Â’yân-ı sâbite
mertebesinde eşyânın hakîkati vücût giymemiş durumdadır. Îlâhi isimler icmâli
/toplu olarak bu mertebede mevcuttur. Burası çokluğun bir olduğu mertebedir.
Âyân-ı sâbite, eşyânın Allah’ın ezelî ilmindeki sûretlerini ifâde eder ki
varlık tecellîsi (nefes-i Rahman) onlara yayıldığında mutlak vücûd, yine
kendinde fakat bu defa çokluğun birliği anlamındaki vahidiyyet/ulûhiyet
mertebesinde “bir-çok” olarak tecellî eder. İşte bu bilinme arzusu, isimlerin
zuhûr talebi diye tâbir olunur ve âlemin zuhûruna sebep de söz konusu taleb
olarak kabûl edilir. Vücûdun birliği ile beraber eşyânın çokluğu meselesi
Ken’ân Rifâî’nin de üzerinde durduğu meselelerden biridir. İbnü’l-Arabî
düşüncesinde, birlik-çokluk, kesret-vahdet ilişkisini izah eden birçok temsili
anlatım bulunmaktadır. Bir başka deyişle mutlak vücûdun taayyüne geçmesiyle,
izafi vücûdun doğması gerçeğinde sembolik anlatımın önemli bir yeri vardır:
Zâhir-bâtın sembolizmi, buhar-bulut, su-buz sembolizmi, çekirdek ve ağaç
sembolizmi, ışık-gölge sembolizmi, renk ve ayna sembolizmi, sanatkar ve eser,
nokta ve daire, harfler sembolizmi en çok kullanılan sembollerdendir. Daha fazla
bilgi için bkz. Kılıç, a.g.e., ss. 262-288.
[79] Rifâî,
Sohbetler, ss. 237-238.
[80] a.g.e., s. 35.
[81] a.g.e., s. 404.
[82] “Yaratıcı kuvvet,
evvelâ faâl (aktif) olarak zuhûr etmiştir ki buna akl-ı kül derler. Bu
faaliyet, münfail (passif) bir sıfat meydana getirmiştir ki bu da nefs-i
küldür. Akl-ı kül ile nefs-i kül’den, yâni yaratıcı kudretin faal (aktif) ve
münfail (passif) sıfatlarından dokuz felek meydana geldi. Bundan da dört unsur
zuhûr etti: Ateş, hava, su, toprak. Bunların birleşmesinden ise üç varlık doğdu:
Mâden, nebat, hayvan ki hepsi birden on sekiz eder. Her biri zuhûrdaki çokluk
itibariyle bin sayılır. Bu sûretle on sekiz bin olur. Yaratıcı kuvvet, Hakk’ın
mutlak varlığıdır. Akl-ı kül, hakîkat-i Muhammediye’dir. Nefs-i kül, hakîkat-i
Muhammediye’nin toplu olarak, öz olarak zuhûrudur. Bu iki âleme, ahadiyet ve
vâhidiyet denir. Allah, ahadiyyü’z-zât ve vâhidiyyü’s sıfat’tır. Hakîkat-i
Muhammediye’nin tafsil ile zuhûru dokuz feleği meydana getirmiştir.” a.g.e., s.
318.
[83] Ken’ân Rifâî, Mesnevî
Şerhi Notları, C. III, D. IV.
[84] Yalçınkaya, a.g.t.,
s. 251.
[85] Farklı tasnifler
hakkında daha fazla bilgi için bkz. Kılıç, a.g.e., ss. 288-322.
[86] Rifâî, a.g.e., s.
565.
[87] Ayn-ı sabite,
“hakikat, mahiyet ve zât” manasına gelir, çoğulu ise ayan-ı sabite olarak
isimlendirilir. Zât’a nispetle, Tanrı’nın vücûdunda mahiyete denk düşer. Bir
başka deyişle bunlar Allah’ın ezeli ilimde sabit olan yok’lardır. Yoklar yani
a’yân-ı sâbite eşyânın Allah’ın ilmindeki hakikatleri olup hariçte mevcud
değildirler. Süleyman Uludağ, “A’yân-ı sâbite”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm
Ansiklopedisi (DIA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları
Merkezi (İSAM), C. 4,
1991, s. 198.
[88] Konevî, bir şeyin
hakikâtini tanımlarken “İlâhi ilimdeki sâbit hakikâti” diye tanımlamıştır. Bu
durumda âyân-ı sâbite, “Eşyânın ilâhî bilgideki hakikatleri” ile ifâde
edilmiştir. Demirli, İslâm Metafiziğinde Tanrı ve İnsan, s. 207;
Sadrettin Konevî, Vahdet-i Vücûd ve Esasları, İstanbul: İz Yayınları,
2008, s. 108.
[89] Demirli, a.g.e., s.
213; Suâd el-Hakim, “İnsan-ı Kâmil”, İbnü’l-Arabî Sözlüğü, çev. Ekrem
Demirli, İstanbul: Kabalcı Yayınevi, 2005, s. 90.
[92] a.g.e. 275.
[93] Rifâî, “Sohbetler”,
Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 374.
[94] Mehmet S. Aydın,
“İnsan-ı Kâmil”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA),
İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2000, C.
22, s. 330
[95] Diğer eş anlamlı
kelimeler: Hakîkatü’l-Hakaik, el-Hak el-Mahluk bi-hi (yaratmada vasıta olan
Hak), felekü’hayât, aslu’l-âlem, asl-ı cevheri’l-ferd, Heyula, madde-i ûlâ,
cinsü’l-ecnâs, Hakîkat-i külliyye, felek-i muhit, adl, küllî şey, Müfiz,
merkez-i dâire, Akl-ı evvel, Kalem-i A’lâ, Ukab, Dürre-i Beyzâ. Daha fazlası
için bkz. el-Hakim, a.g.e., ss. 367-368.
[96] Abdürrezzak Kâşânî,
“insan-ı kamil”, Tasavvuf Sözlüğü, çev. Ekrem Demirli, İstanbul: İz
Yayıncılık, 2004, s. 218.
[97] Abdülkerim Cîlî, İnsan-ı
Kâmil, çev. Abdülaziz Mecdi Tolun, haz. Selçuk Eraydın, Ekrem Demirli,
Abdullah Kartal , İstanbul: İz Yayıncılık, 1998, s. 17.
[98] Yalçınkaya, a.g.t.,
s. 251.
[99] Necip Taylan,
“Bilgi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), İstanbul:
Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), C. 6, 1992, ss.
157-161.
[100] Bilgiyi evrensel
hakikatlerin o bilim dalındaki ifadesi olarak gördükleri için ilâhi olanla
ilişkilendirmiş ve bu meşru zemin içerisinde hepsini benimsemişlerdir. İslâmî
bilimlerin bilimler sıralamalasındaki yeri ile ilgili görüşler için bkz. Şaban
Ali Düzgün, “Bilimler Hiyerarşisinde İslâm Bilimlerinin Yeri”, Kelam
Anabilim Dalları Toplantısı Metinleri, Ankara, 2008, ss. 7-29.
[101] Fussilet, 41/53.
[102] Bugün bilim
dünyasında hakim olan farklı disiplinlerin kesin hatlarıyla birbirinden
ayrılması anlayışı XVIII. yüzyıl Batı bilim anlayışının bir devamıdır ve bu haliyle
geleneksel kapsayıcı bilgi anlayışımızın çok uzağında bulunmaktadır. Ali Tenik,
Tasavvufî Bilgi, İstanbul: Litera Yayıncılık, 2017, s. 75.
[103] İlhan Kutluer,
“İlim”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), İstanbul:
Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), C. 22, 2000, ss. 109,
114.
[104] Rifâî, Sohbetler,
s. 450.
Kur’ân
kaynaklı bir kavram olan, kalb-i selim’in, yalnızca bilgi konusu dahilinde
değil fakat genel olarak Rifâî’nin tasavvuf anlayışında önemli bir yere sahip
olduğu görülmektedir. a.g.e., s. 213.
[110] “Binâenaleyh
bâde’l-vusûl ile’l medlûl delîl ve kılavuza hâcet kalmaz. Mâdem ki sen
matlûbuna yetiştin, ilmin talebkârlığı doğru olmaz. Çünkü medlûl taayün olunduktan
sonra delîl talebinde bulunmak beyhûde ve abes yere ömrü zâyi’ etmek demektir.”
bkz. Yalçınkaya, a.g.t., ss. 246-247.
[111] Rifâî, “Sohbetler”, Ken’ân
Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 473.
[112] a.g.e., s. 297.
[113] Ken’ân Rifâî bilgi
edinmede devamlı surette ilerlemek ve buna talip olmak gereğine işaret eder.
Zira ona göre bilginin nihayeti yoktur, gittikçe artmakta ve tekâmül
etmektedir. Şeyhin anlayışında, gerçek bilginin hakikate tekabül ettiği
düşünüldüğünde konu daha iyi anlaşılmaktadır. Fakat fizikten metafiziğe kadar
bu tekamül kanunu her boyutta geçerlidir. İnsan, öğrendikçe ve bilginin konusu
olan objeye yaklaştıkça, ona daha iyi anlama ve küllî orak kavrama imkanına
kavuşacaktır. a.g.e., s. 492, 373.
[114] Bilginin mâhiyeti ve
imkanı ile ilgili tartışmalar Batı düşüncesinde ilk olarak milâttan önce VI. ve
V. asırda sofistler tarafından başlamış; Epistemoloji biliminin kurucusu J.F.
Fener (XIX. asır) sayılsa da bilginin kaynağı ile ilgili tartışmalar
Eflâtun’dan bugüne kadar hayatını devam ettirmiştir. Hanifi Özcan, Mâturîdî’de
Bilgi Problemi, İstanbul: İFAV Yayınları, 1994, s. 60; Bu alandaki
problemler John Locke (ö. 1704) ve David Hume (ö. 1776) gibi Aydınlanma
düşünürleri tarafından da farklı yönleriyle ele alınmıştır. Richard Tarnas, Batı
Düşüncesi Tarihi, Antik Yunan’dan Modern Döneme I, çev. Yusuf Kaplan,
İstanbul: Külliyât Yayınları, 2001, s. 31.
[115] Nûreddin Es-Sâbûnî, Mâturidîyye
Akaidi, çev. Bekir Topaloğlu, İstanbul: İFAV Yayınları, 2011, ss. 49-50;
Ebû Mansûr el-Mâturîdî, Kitâbü’t-tevhîd, çev. Bekir Topaloğlu, İstanbul:
İsam Yayınları, 2020, ss. 57-70.
[116] Yalçınkaya, a.g.t.,
ss. 224-225.
[117] a.g.e., ss. 228-229.
[118] Rifâî, Sohbetler,
s. 444.
[119] Mehmet Ali Ayni ilim
öğrenmek için temelde iki yol bulunduğunu kaydeder: Birincisi nazar yolu ikincisi
ise tasfiye yani arınma yoludur. Nazar yani görüş yolu eserleri ve delileri
incelemek suretiyle ede edilir. Bu tür bilgide akıl araç ve yardımcıdır.
Mantığın tümden gelim ve tümevarım (induction) yöntemleri bu görüş yoluna
dahildir. Arınma ile bilgi elde etmeye gelince burada esas olan riyâzet ve
mücâhede yolu ile kalp aynasını temizlemek ve bu suretle hakikatlerin o aynada
görünür hale gelmesini temin etmektir. Bu yol gayb, müşâhede ve irfan yoludur.
Çalışıp okumakla elde edilen ilme huşûli ilim denirken, burhan ve kıyasa muhtaç
olmaksızın arınma yoluyla kalbe dolan ilme de huzûri ilim yani intuition/sezgi
derler ki bu da sofiyyenin yoludur. Kabin arınmasından sonra ruhun kutluluk
alemine cezbolmasıyla elde edilen ilme ise mükâşefe ilmi adı verilir. İlmi
basamakların nihayeti burasıdır. Mehmet Ali Ayni, Tasavvuf Tarihi, haz.
Hüseyin Rahmi Yananlı, İstanbul: Büyüyen Ay Yayınları, 2017, ss. 214-215.
[120] Rifâî, a.g.e.,
ss. 444-448.
[124] Nazar kelimesiyle,
bakmak ve düşünmek arasındaki irtibata, dolayısıyla gözlemden elde edilen
bilgiye de işâret vardır. Subjektif ve objektif ayetler/enfüs ve afak arasında
bir irtibat kurmak suretiyle bilgiye ulaşılacaktır. Aklın soyutlama özelliği
konusunda daha fazla bilgi için bkz. Süleyman Hayri Bolay, “Akıl”, Türkiye
Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı
İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1989, ss. 238-242.
[125] Sûfîler arasında
aklı ikinci plana atma ilk dönemlerde Muhasibi’den itibaren başlayıp El-Kuşeyrî
ve el-Hücvîrî ile devam eden bir anlayıştır. Aklın ilim edinmede ikincil
seviyeye indirgenmesi en sistemli şekide el-Gazzâlî tarafından savunulmuştur.
El-Gazzâlî’nin İbn-i Sina’dan esinlenerek ilâhî bilgileri almaya müsait akla,
“el-aklü’l-kudsî” adını vermiştir. Bu mertebedeki akıl, sûfîlerin keşfine denk
düşmektedir. Metafizik konularda bilgiye götüren birinci araç nazar, ikincisi
ise tasfiye olup ikincisi birinciye göre daha isâbetli bir metoddur. Bir bilgi
kaynağı olarak aklın değeri ile igili daha fazla bilgi için bkz. Bolay, a.g.m.,
s. 238-242.
[126] Uludağ, “a’yân-ı
sâbite”, s. 33; XVIII. sûfilerin, bilgi kaynağı olarak akıl ve kalb hakkındaki
görüşleri için bkz. Süleyman Uludağ, İnsan ve Tasavvuf, İstanbul: Mavi
Yayınları, 2001, s. 191-195.
[127] Ethem Cebecioğlu,
“akl”, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ankara: Otto Yayınları,
2014, s. 39.
[128] Abdürrezzak Kâşânî,
“el-aklu’l-evvel”, Tasavvuf Sözlüğü, İstanbul: İz Yayınları, 2004, s.
396.
[129] Rifâî, Sohbetler,
a.g.e., s. 574.
[130] a.g.e., s. 76.
[131] a.g.e., s. 64.
[132] a.g.e., s. 422.
[133] Ken’ân
Rifâî, Eflatun’un ruhun güçlerini tasvir ettiği arabacı ve atları ile örneği
bir sohbetinde ayrıntılı olarak aktarmakta ve şerh etmektedir. Bu temsili ruh
bir koşuya benzetilmektedir. Bu yarışta arabayı süren yani arabacı akıldır.
Arabacı mevkiindeki aklın ise biri şecaat diğeri şehvet olan iki atı idare
etmektedir. Akıl, ruhun bu arabasını sürdüğü sürece koşunun intizamı temin
edilmiştir. Böyle bir
bünye
sağlam bir istikamette ilerleyecektir. Ken’ân Rifâî’nin konuyla ilgili izahları
için bkz. a.g.e., s. 364.
el-Gazzâlî Ebû Hâmîd, Mişkâtü’l-Envar, Nurlar Feneri,
İstanbul: Bedir Yayınları, 1994, s. 24-27; Süleyman Uludağ, “Akıl”, Türkiye
Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), İstanbul Türkiye Diyanet Vakfı
İslâm Ansiklopedisi, 1989, C. II, ss. 246-247.
“İnde’l-muhakkıkîn akl u zekâ ile hâsıl olan ilmi söylemek
sû-i edebtir.” Yalçınkaya, a.g.t., ss. 236-
[146] Rifâî, Şerhli
Mesnevî-i Şerif, s. 207; Rifâî, a.g.e., 356.
[147] Arif Erkan, “Keşf’, Beyân,
İstanbul: Yasin Yayınları, 2006, s. 1964; Kelimenin İngilizce tercümesi
Arapça’daki anlamı iyi karşılık geldiği söylenebilir. Keşfin İngilizce
tercümesi Arapça anlamına karşılık gelecek şekilde unveiling olarak tercüme
edilmiştir. John Renard, “Kashf” Historical Dictionary of Sufism,
Oxfort: Scarecrow Press, 2005, s. 245; Keşf hakkında daha ayrıntılı bilgi ve
değerendirmeler için bkz. Süleyman Uludağ, “Keşf’, Türkiye Diyanet Vakfı
İslâm Ansiklopedisi
(DİA), İstanbul:
Diyanet İslâm Araştırmaları Merkezi, 2002, C. 25, ss. 315-317; Knysh, Tasavvuf
Tarihi, çev. İhsan Durdu, İstanbul: Ufuk Yayınları, 2011, ss. 290-291.
[148] Seyyid Câfer Seccâdî,
“Keşf” Tasavvuf ve İrfan Terimleri Sözlüğü, çev. Hakkı Uygur, İstanbul:
Ensâr Neşriyât, s. 278; Cafer el-Muhibbi el- Cerrahi, “Keşf”, Istılâhât-ı
Sofyye f Vatan-ı Asliyye, Tasavvuf Terimleri, İstanbul: Kırk Kandil
Yayınları, 1998, s. 224; Abdürrezzâk Kâşânî, “el-Mükâşefe”, Tasavvuf
Sözlüğü, İstanbul: İz Yayınları, 2004, s. 538; Abdürrezzak Kâşânî, “Keşf’, Tasavvuf
Sözlüğü, İstanbul: İz Yayınları, 2004, s. 396
[149] Sûfilerin konuyla
ilgili görüşleri için bkz. El-Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye, ed. Abdülhalim
Mahmûd, Tâhâ Abdülkâdir Sürûr, Kahire: Müessesetü Dâri-ş-Şab, 1989, ss.
266-267; Alî b. Osmân el-Hücvîrî, Keşfü’l-Mahcûb, Hakikat Bilgisi,
İstanbul: Dergah Yayınları, 1982, ss. 523-526.
[150] “Tasavvuf ehli keşfi
doğru ve kesin bilgiye ulaşmada güvenilir bir kaynak olarak kabul etmiştir.
Ancak seyr ü sülûk enâsında meydana gelen keşfî bilgi değişik sebeplerden
dolayı yanılma ihtimali bulunduğundan, bu bilgiler kitap ve sünnetle kontrol
edilmelidir ... O sebeple daha çok bu hali yaşayanlar açısından önem arzeden
keşfin kişiye sağladığı yarar, iman ve amelde yakîn/tatmin meydana
getirmesinden ibârettir.” Reşat Öngören, “Bir Bilgi Kaynağı Olarak Tasavvufta
Keşfin Değeri”, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, S. 5
(2002), ss. 85-96.
[151] Abdullah Kartal,
“el-Kuşeyrî’de Bir Bilgi Sistemi Olarak Tasavvuf’, Bursa’da Dünden Bugüne
Tasavvuf Kültürü, ed. Hasan Basri Öcalan, Bursa: Bursa Kültür, Sanat ve
Turizm Vakfı Yayınları Bursa Kitaplığı, 2004, s. 91.
[152] Bu çerçevede sûfîler
ve özellikle es-Serrâc, el-Kelâbâzî, el-Kuşeyrî, el-Hücvîrî ve es-Sühreverdî
gibi ilk tasavvuf klasiklerinin yazarları bir takım argümanlarla İslâm kültürü
içerisinde bilgiyi elde etme yollarının akıl ve rivâyetle sınırlanamayacağını,
bunlara bir de “keşf” yönteminin eklenmesi gerektiğini özenle
vurgulamışlardır.” Hacı Bayram Başer, “Tasavvuf İlmi ve Keşfin Bir Bilgi
Yöntemi Olarak Değeri”, Entelektüel Bağımlılığı Aşmak: İlim geleneğimiz
Üzerine Araştırmalar, 2009, ed. A. Cüneyd Köksal, ss. 219-220.
[153] Rifâî, Sohbetler,
s. 580.
[154] a.g.e., ss.
428, 79-80.
[155] Hayati Hökelekli,
“Hads”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), İstanbul:
Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), C. 15, 1997, ss.
68-69.
[156] a.g.e., s. 580.
[157] Es-Serrâc, el-Lümâ:
İslâm Tasavvufu, s. 65.
[158] Daha fazla bilgi
için bkz. El-Kuşeyri, KuşeyrîRisâlesi, ss. 168-169.
[159] El-Hücvîrî’nin
konuyla ilgili görüşleri için bkz. El-Hücvîrî, a.g.e., s. 432.
[160] a.g.e., s. 579.
[161] a.g.e., s. 345.
[162] a.g.e., s. 583.
[163] a.g.e., s. 306.
[164] a.g.e., s. 313.
[165] “Sûfîlerin ıstılahına
göre ilme’l-yakîn burhan ve delille ellde edilen bigidir. Ayne’l-yakîn, beyân
hükmünde olan bilgidir. Hakka’l-yakîn âyân beyân ... niteliğinde olan bilgidir.
... İlme’l-yakîn, akıl (nazar, re’y, istidlâl) sahibi olanlara; ayne’l-yakîn
(zevk ve keşfe dayanan) ilim sahibi olanlara, hakka’l-yakîn ise mârifet (irfan
ve hakikat) sâhibi olanlara mahsustur.” El-Kuşeyrî, Er-Risâletü’l-
Kuşeyriyye, s. 171; İlme’l-yakîn, ayne’l-yakîn ve hakka’l-yakîn kavramları
arasındaki farklar için bkz. El-Hücvîrî, Hakikat Bilgisi, Keşfü’l-Mahcûb,
İstanbul: Dergâh Yayınları, 1982, ss. 533-535.
[166] Rifâî, Sohbetler,
s. 637.
[167] a.g.e., s. 549.
[168] Mârifet konusunda
ilk dönem sûfîlerinin görüşleri için bkz. Abu Bakir Muhammed b. İbrâhim el-
Kelâbâzî, et-Ta‘arruf li mezhebi ehli’t-tasavvuf ed. A. J. Arberry,
Kahire, Mektebetü’l-Hanci, 1994 , s. 101-103; el-Kuşeyrî, Er-Risâletü’l-Kuşeyriyye,
ss. 510-516; Hace Abdulah el-Herevî, Tasavvufta Yüz Basamak,
Menâzilü’s-sâirin, çev. Abdürrezzak Tek, Bursa: Emin Yayınları, s. 141;
El-Hücvîrî, Keşfü’l-Mahcûb, ss. 533-535; Konuyla ilgili değerlendirmeler
için bkz. Süleyman Uludağ, “Mârifet”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm
Ansiklopedisi (DIA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları
Merkezi (İSAM), C. 28, 2003, ss. 54-56.
[169] Sûfîlerin tasavvufî
bilgi yöntemi olarak marifeti belirlemeleri ile ilgili süreç ve bu anlayışın
ortaya çıkardığı kakrvramlar için bkz. 32. Abdullah Kartal, Tasavvufun
Oluşumu, Şeriat-Hakikat İlişkisi, Bursa: Emin Yayınları, 2015, s.
[170] Tasavvuf literaründe
kalp hakkında daha fazla bilgi için bkz. Süleyman Uludağ, “Kalb”, Tasavvuf
Terimleri Sözlüğü, İstanbul: Kabalcı Yayınları, 2005, s. 205; Süleyman
Uludağ, “Kalb”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA),
İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), C. 24,
2001, ss. 229-232. Sûfîlerin mânevî irtibatta üç tür vasıtaya itibar ettikleri
görülmektedir. Nicholson, bunları kalp, ruh ve sır olarak özetlemektedir.
Nicholson’ın tasavvufî bilgide kalbin önemi ile ilgili değerlendirmeleri için
bkz. Reynold A. Nicholson, The Mystics of Islam, London: Arkana Penguin
Books, 1989, s. 68; Kalbin, bilgi alma fonksiyonu üzerine değerlendirmeleri
için bkz. Martin Lings, Tasavvuf Nedir?, çev. Semih Ceyhan, İstanbul:
Nefes Yayınevi, 2018, ss. 100-106.
[176] Rifâî, “Sohbetler”, Ken’ân
Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 426.
[177] Rifâî, Sohbetler,
s. 159.
[186] Rifâî, “Sohbetler”, Ken’ân
Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 427.
[187] Rifâî, Sohbetler,
s. 317.
[196] Diğer canlılar
arasında insanın yerine gelince Allah’ın âdemoğlunu şerefli kıldığını belirten
ifade (el- İsrâ 17/70), insanın çeşitli güç ve yeteneklerle donatılıp diğer
varlıkların onun hizmetine verilmesiyle şerefli kılındığı anlamına
gelmektedir.”
[197] Âl-i İmrân 3/14; Hûd
11/9-11; Yûsuf 12/53; en-Nahl 16/4; el-İsrâ 17/83, 100; el-Enbiyâ 21/34-35, 37;
el-Mü’minûn 23/78.
[198] İlhan Kutluer,
“İnsan” Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DIA), İstanbul:
Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), C. 22, 2000, ss. 320-323.
[199] Suâd el-Hakîm, İbnü’l-ArabîSözlüğü,
çev. Ekrem Demirli, İstanbul: Kabalcı Yayınevi, 2005, s. 364.
[200] Aliye Çınar, İslâm
Düşüncesinde Varlığın Asâleti, Bursa: Emin Yayınları, 2011, s.150.
[201] Muhyiddîn
İbnü’l-Arabî, Fusûsü’l-Hikem, çev. Mehmet Nûri Gençosman, İstanbul:
Kırkanbar Kitaplığı, 2003, s. 29
[202] Kur’ân’da ortaya
konulduğu şekliyle insan kavramı ve İslâm’ın insan anlayışı için bkz. İlhan
Kutluer, “İnsân” Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA),
İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), C. 22,
2000, ss. 320-323.
[203] Kutluer, a.g.m., ss.
320-323.
[204] Eserin mukaddimesi
Cîlî’nin konu ile ilgili görüşlerini özetler mahiyettedir. Bkz. Abdülkerim
Cîlî, İnsân-ı Kâmil, İstanbul: İz Yayıncılık, 2002, ss. 32-51.
[205] Ethem Cebecioğlu,
“İnsân”, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ankara: Otto
Yayınları, 2014, s. 243.
[206] Tasavvuf
edebiyatının en önemli temalarından biri de insan ve insan sevgisidir. bkz.
Emine Yeniterzi, “Tasavvuf Edebiyatımızda İnsan Sevgisi”, Gençlik ve Din, TDV
Kadın Kolları Konferans ve Panelleri: 1996-97, Ankara, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları, 1998, S. 287, ss. 175-191; İbrahim Düzen, “Mevlâna’nın
Tasavvufî Görüşüne Göre İnsan”, V. Milli Mevlânâ Kongresi, 1991, Konya,
1992, ss. 29-34.
[207] Söz konusu yaklaşım insan
kelimesinin kökeni olarak ileri sürülen ünsiyet ve nisyan yani yakınlık ve
unutmak kavramları ile ilişkilidir. Her iki kavram hakkında daha ayrıntılı
değerlendirmeler için bkz. İrfan Gündüz, “Tasavvuf ve İnsan”, İstanbul,
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 19871988, ss. 217-230.
[208] Ethem Cebecioğlu,
“İnsan-ı Kâmil”, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ankara: Otto
Yayınları, 2014, s. 244; İbnü’l-Arabî’nin insan anlayışına daha yakından bakmak
gerekirse şu bir kaç ilâveyi de yapmak gerekecektir: İnsana insan denilmesi
onun kemale yaklaşma kabiliyeti ve yetkinlik mertebesine olan yatkınlığıdır.
İnsan ismi hakikatte kemale ulamış insanın ismi olarak beşer türünün yetkinliği
arayan her bir ferdi için de kullanılır. İbnü’l-Arabî için varlıkta üç insan
vardır: İlk ve küllî insan, âlem insan ve âdem ve insan. Suâd el-Hakîm,
“İnsan-ı Kâmil”, İbnü’l-Arabî Sözlüğü, çev. Ekrem Demirli, İstanbul:
Kabalcı Yayınevi, 2005, s. 364; İbnü’l Arabî konuyla ilgili görüşlerine en
ayrıntılı olarak eserinin Âdem fassında yer vermektedir. bkz. Muhyiddin
İbnü’l-Arabî, Füsûsu’l- Hikem, ed. Ebu’l-Alâ Afifi, Beyrut: Dâru'l-Kütübi'l-Arabî, ts., ss.
48-58; “Tasavvufta insan, Allah’ın yer yüzündeki temsilcisi (halife) olarak
görülmüş, onun maddî yönleri bile mânevî boyutunun yansıması sayılmıştır.”
Zafer Erginli, “İslâm Medeniyeti’nin İnsan Tasavvuru ve Tasavvuf Üzerine”, İslâmî
Araştırmalar Dergisi, 2010, C. XXI, S. 1, s. 48.
[209] Rifâî, “Sohbetler”, Ken’ân
Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 411.
[210] Rifâî, Sohbetler,
s. 31.
[211] Rifâî, Mesnevî
Şerhi Notları, C. III, D. IV, vr. 65b.
[212] a.g.e., vr. 64a-b.
[213] “İnsan dünya ve
âhiretin mikroskobudur. Güçlük, efkârın dağınık olmasındandır. Eğer düşünceler
bir noktaya gelebilse her şey kolaylaşır. Rahatlık ancak efkârın topluluğunda,
onu toplayabilmektedir.” Rifâî, “Sohbetler”, Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın
Işığında Müslümanlık, s. 528.
[214] Rifâî, Şerhli
Mesnevî-i Şerîf, ss. 3-4.
[215] Rifâî, Sohbetler,
s. 149.
[216] a.g.e., s. 515.
[217] el-Ahzab, 33/72.
[218] Rifâî, a.g.e., ss.
429.
[219] a.g.e., s. 436.
[220] a.g.e., s. 414.
[221] a.g.e., s. 93, 453,
553.
[222] Bakara, 2/34.
[223] Rifâî, Sohbetler,
s. 492:
[224] Yalçınkaya, a.g.t.,
ss. 180-181.
[225] a.g.e., ss. 200-201.
[226] a.g.e., ss. 209-210;
İfadenin orjinali İbnü’l-Arabî’nin Fusûsu’l-Hikem'in, Âdem fassında kaydettiği
“Şu hade O ezeli olan insan, (şekliyle) hâdis; zuhûr ve neşeti bakımından ebedi
ve daimidir.” şeklindedir. bkz. İbnü’l-Arabî, a.g.e., s. 29; Muhyiddîn
İbnü’l-Arabî, Şerhû Füsûsi’l-hikem, Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiye,
2007, s. 26.
[227] İbnü’l-Arabî,
a.g.e., s. 29.
[228] Rifâî, Sohbetler,
s. 247.
[229] a.g.e., s. 397.
[230] Rifâî, Sohbetler,
s. 150.
[231] a.g.e., s. 365.
[232] a.g.e., s. 369.
[233] a.g.e., s. 419.
[234] a.g.e., s. 433.
[235] Suâd el-Hakîm, “Ulvi
Baba”, İbnü’l-ArabîSözlüğü, İstanbul: Kabalcı Yayınları, 2005, ss. 634-635.
[236] a.g.e., s. 404, 478,
625.
[237] Rifâî, Mesnevî
Şerhi Notları, C. III, D. IV, vr. 64a-b.
[238] Rifâî, Sohbetler,
s. 247.
[239] Rifâî, Mesnevî
Şerhi Notları, C. III, D. IV, vr. 65b.
[240] Rifâî, Sohbetler,
s. 411.
[241] Yalçınkaya, a.g.t.,
s. 203.
[242] Rifâî, “Sohbetler”, Ken’ân
Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 376.
[243] Rifâî, Sohbetler,
s. 559.
[244] a.g.e., s. 640.
[245] Yalçınkaya, a.g.t.,
s. 256.
[246] Rifâî, Sohbetler,
s. 6.
[247] a.g.e.
[248] a.g.e.
[249] a.g.e.
[250] a.g.e.
[251] a.g.e.
[252] a.g.e., s.
54.
[253] Süleyman Uludağ,
“Sülûk”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), İstanbul:
Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), C. 38, 2010, s. 127.
[254] El-Kuşeyrî bu
anlamda yalnızca bedenî seferin bile kişi için faydalı olacağını kaydederken;
Şihâbüddin es-Sühreverdî’ye göre sefer; bedenî ve kalbî olarak ikiye ayrılır;
her ikisinde de kusurların, hastalıkların açığa çıkması ve tedâvî edilmesi için
bir imkân vardır ve bu sebeple de faydalıdır. Gerçekten, sefer eden (misâfir)
iyi niyetle hevâsına muhâlefet, dünyâ lezzetlerinden hicret ederek Allah’a
doğru sefer etmektedir. Bu durum müelliflerce ileri sürülen, seyr ü sülûkun
mücerred ilimle gerçekleşmesinin mümkün olmadığı görüşüyle örtüşür. El-Kuşeyrî,
Kuşeyrî Risâle, ss. 376377; Tasavvufta Hz. İsa, çok seheyat etmesi
nedeniyle, sülûkta bir yöntem olarak seyr ü seyâhin kaynağı olarak kabul
edilmiştir. Mahmud Esad Erkaya, Kur’ân Kaynaklı Tasavvuf Kavramları, Ankara,
Otto Yayınları, 2017, s. 237.
[255] Kavis şeklinde
olduğu düşünülen mânevî seyrin dört basamağından bahsedilir: Sefer-i evvel,
mâsivâdan Allah’a doğru olan seyirdir ki buna seyr-i ilallah denir. Sefer-i
sâni ilim kesretinin üzerinden vahdet perdesini kaldırmakla gerçekleşen
Allah’ta seyrdir (seyr-i fillah). Sefer-i salis, zıtlarla mukayyet olmanın
ortadan kalkması ile gerçekleşen ve kâbe kavseyn makamındaki seferdir. Dördüncü
sefer ise, Hakk’tan halka dönüşü ifâde eder Allah ile Allah’tan seyr (seyr-i
billâh anillâh) makamıdır. Seyyid Şerif Cürcânî, Ta’rîfât: Tasavvuf
Istılahları, çev. Abdülaziz Mecdi Tolun, İstanbul: Litera Yayıncılık, 2014,
ss. 96-97.
[256] Selçuk Eraydın, Tasavvuf
ve Tarîkatlar, İstanbul: M.Ü. İlahiyat Fak. Vakfı Yayınları, 1994, 318 vd.
[257] Rifâî, Sohbetler,
s. 269.
[262] Rifâî, SeyyidAhmedEr-Rifâî,
ss. 163-164.
[263] a.g.e., s. 184.
[264] a.g.e., s. 171.
[265] a.g.e., s. 191.
[266] “Ey râh-ı halâs ve
necâtı tefekkür eden kimse! ... hedâyâ-yı atâ tarafına seyretmek lüzûmunu
görürsün. Senin canın bu tereddüdde, ya’ni ben acaba cânib-i rabbiye’l-a’lâya sülûkde,
Hak yoluna girmekte, bir menfaat bulur muyum? Yâhud benim ilmim, fazlım var,
bildiğim bana yetmez mi gibi tahayyül ve tavakkufda bulunma! Çünkü bu tereddüd
sanki habs ve zindân gibidir. Bu tereddüdün işte senin canını bırakmıyor ki
Cenâb-ı Hak cânibine seyretsin. Bil ki bu gibi tereddüdler ve şeytanın iğvâlan
âkıbet seni bitiriyor ve helâk ediyor.” bkz. Ken’ân Rifâî’den nakil ile
Yalçınkaya, a.g.t., s. 169.
[267] Rifâî, SeyyidAhmedEr-Rifâî,
s. 177.
[268] Rifâî, Mesnevî
Şerhi, C. II, vr. 8b-9a.
[269] Cürcânî, a.g.m., ss.
96-97.
[270] Rifâî, Sohbetler,
s. 439.
[271] a.g.e., ss. 45-46.
[272] es-Sühreverdî
Şehâbüddîn Ömer, ‘Avârifü’l-ma‘ârif İstanbul: Semerkand Yayınları, 2014,
çev. Dilaver Selvi, ss. 125-127.
[273] Burada cebrin rahmet
ile birleştirilmesi son derece önemlidir. Cebir de Hakk’ın kahhar ve cebbâr
isimleri tecellî eder ve şiddetlidir. Öte yandan Rahmân ismi Allah’ın cemâli
isimlerinden olup tabiatı itibariyle latiftir. Ancak burada cebrin aynı rahmet
olduğu düşünülebilir. Çünkü sâlik kendi nefsinden kaynaklanabilecek hata ve
eksiklikleri yine kendi bünyesinde yaşamak suretiyle sonradan ortaya çıkması
muhtemel zorlukları seyr ü sülûkunda bizzat tecrübe ederek nefsini tanıma ve
terbiye etme imkanı bulur. Bu da bir Rahmetin cebir sûreti altında yüz
göstermesinden başka bir şey değildir. Cebir hakkında daha ayrıntılı bilgi için
bkz. Süleyman Uludağ, “Cebir”, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul:
Kabalcı, 2001, s. 84.
[274] Rifâî, a.g.e., s.
272.
[275] a.g.e., ss. 186-187.
[276] Rifâî, Mesnevî
Şerhi Notları, C. II, vr. 13a.
[277] a.g.e., vr. 19a.
[278] a.g.e., vr. 23b.
[279] Rifâî, Mesnevî
Şerhi Notları, C. III, D. IV, vr. 26b-27a.
[280] Rifâî, Sohbetler,
s. 91.
[281] a.g.e., s. 92.
[282] a.g.e., s. 549, 554,
568.
[283] Rifâî, “Sohbetler”, Ken’ân
Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 369.
[284] Rifâî, a.g.e.,,
s. 422.
[285] a.g.e., s.
441.
[286] “Nasıl ki
bir taşa yüz sene “Ey taş, sen zümrüt ol” desen ve eskiye “Yeni ol” desen,
evsâfı cibilîyeleri tağyir ederler mi? Etmezler. Toprağa, su olan suya, süte
“Bal ol” desen, hiç olur mu, tebeddül eder mi? Suyun, toprağın hâlık-ı
Mevlâ’dır ki asûmâna safâ verdi ve suya, toprağa neşvünemâ verdi. Her şey kendi
fıtrat-ı asliye ve muktezâ-yı tabîiyesi üzerime âmil olur, hareket eder. Fenâ
ahlâklı bir adamdan bir iyilik zuhûru ne kadar güçtür. İyi ahlâklı bir adamdan
da kötülük zuhûru ne kadar güç şeydir.” Ken’ân Rifâî, Mesnevî Sohbetleri
Notları, C. III., D. IV, vr. 75a-76a.
[287] “Hakk’ın yarattığı
sıfatlar, hiçbir vakit tebdîl etmez. Meselâ kısalık-uzunluk gibi, güzel olmak
çirkin olmak gibi. İnsan bu sıfatlarda mecbur ve mazurdur. Fakat Cenâb-ı Hak
bir nevî ârız sıfatlar da yarattı ki, onun izâlesi ve yerine evsâf-ı husulü
mümkündür. Bizim bu söylediğimiz husulü mümkün olana göredir. ..Bu böyle
olunca, ilâhî olan tabîbler, enbiyâ ve evliyâ bu ârızî sıfatların izâlesi için
meb’us ve me’murdurlar.” Rifâî, a.g.e., vr. 75b.
[288] el-Gazzâlî Ebû
Hâmîd, İhyâ’u ‘ulûmi’d-dîn, çev. Ahmed Serdaroğlu, İstanbul: Bedir
Yayınları, 1977, C. III. s., 129; el-Gazzâlî, İhyâ’u ‘ulûmi’d-dîn, ed.
Abdullah el-Hâlidî, Beyrut: Dâru’n-Nahdati’l- Arabiyye, 1998, C. III, ss.
70-74; Sûfîlerin ahlâkı konusunda Şihabüddin Sühverdi’nin Avarifü’l maârif adlı
eseri İhyâ’dan önceki en ayrıntılı eserlerden biridir. Müellif, eserini
büyük ölçüde sûfîlerin ahlâk ve edebine ilişkin konulara ayırmıştır. Bkz.
Es-Sühreverdî, ‘Avarifü’l-ma‘ârif, ed. Abdühalim Mahmûd, Mahmut b.
el-Şerif, Kahire: Dârü’l-Maârif, 1991, ss. 56-102.
[289] Rifâî, İlâhiyât-ı
Ken ’ân, İlâhî ve Manzûmeler, s. 111, 210-211
[290] Mustafa Çağrıcı,
“ahlâk”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul: Türkiye Diyanet
Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi, (İSAM), C. 2, s. 8.
[291] Rifâî, Sohbetler,
s. 652.
[292] Ken’ân Rifâî, Mesnevî
Sohbetleri Notları, C. III, D. IV, vr. 75a-76a.
[293] Rifâî, Sohbetler,
s. 602.
[294] a.g.e., s. 447.
[295] Hz. Peygamber’in
zühd hayatı ve sûfîlerin dünyadan yüz çevirmekle ilgili telmihleri için bkz.
Abdullah ibnü’l-Mübarek, Kitabü’z-Zühd ve’-Rakaik, Zahidlik ve İncelikler,
çev. M. Adil Teymur, İstanbul: Seha Neşriyat, 1992, ss. 133-135
[296] Rifâî, a.g.e,
s. 447.
[297] Ken’ân Rifâî, Mesnevî
Sohbetleri Notları, C. III, D. IV, vr. 75b.
[298] Rifâî, Sohbetler,
s. 407.
[303] a.g.e., s.
450.
[304] a.g.e.
[305] a.g.e.
[306] a.g.e.
[307] a.g.e.
[308] a.g.e., s. 480.
[309] Seyyid Şerif
Cürcânî, “Nefs”, Ta’rifât, Tasavvuf Istılahları, çev. Abdülaziz Mecdi
Tolun, İstanbul: Litera Yayınları, 2014, s. 90.
[310] Sûfîlerin nefs
konusundaki sözleri için bkz. El-Kuşeyrî, Kuşeyri Risâlesi, 1981, s.
222; Tasavvufî düşüncede nefs kavramı hakkında bkz. Süleyman Uludağ, “nefs”, Tasavvuf
Terimleri Sözlüğü, İstanbul: Kabalcı Yayınevi, 2005, s. 274; bkz. İsa
Çelik, “Tasavvufî Düşüncede Nefis Kavramı”, II. Uluslararası Şeyh Şa’bân-ı Veli
Sempozyumu: Kastamonu’nun Manevi Mimarları, Kastamonu: Kastamonu Üniversitesi,
2014, ss. 41- 55.
[311] Süleyman Uludağ,
“Nefis”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), İstanbul:
Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2006, C. 32, ss.
526-529; Ömer Türker, “nefis”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi
(DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM),
2006, C. 32, ss. 529-531.
[312] Rifâî, Sohbetler,
s. 514.
[313] a.g.e., s. 607.
[314] a.g.e., ss. 608-609.
[315] a.g.e.
[316] a.g.e.
[317] a.g.e.
[318] a.g.e.
[319] a.g.e., ss. 512-513.
[320] a.g.e., s. 553.
[321] a.g.e., s. 554.
[322] Rifâî, Sohbetler,
s. 544.
[323] a.g.e., s. 553.
[324] a.g.e., s. 586.
[325] Rifâî, a.g.e., s.
614; el-Kuşeyrî, Kuşeyri Risalesi, s. 368.
[326] Rifâî, Sohbetler,
ss. 610-611.
[327] a.g.e.
[328] a.g.e.
[329] a.g.e.
[330] a.g.e.
[331] a.g.e., s. 114, 118.
[332] Niyâzî-i Mısrî,
Sünbül Sinan ve Erzurumlu İbrahim Hakkı bunlara örnek olarak verilebilir. Bu
alanda yapılan çalışmalardan bazıları için bkz. Mehmet Şirin Ayiş, “Sünbül
Sinan ve Atvâr-ı Seb’a Risalesi Bağlamında Nefis Mertebeleri”, Bingöl
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, C. 7, S. 13 (2017), ss.
119-138; Muharrem Çakmak, “ Niyazî-i Mısrî ve “Risale-i Etvâr-ı Seb’a” Adlı
Eseri”, İ.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. 6, S. 1 (2015), ss. 99-128.
[333] Ken’ân Rifâî’nin
“Nefsin Dereceleri” adlı Risâlesi için bkz. Ek 2.
[334] “8. Onların
boyunlarına demir halkalar geçirdik, o halkalar çenelerine dayanmıştır. Bu
sebeple kafaları yukarıya kalkık durumdadır. 9. Biz, onların önlerine bir set,
arkalarına da bir set çekip gözlerini perdeledik. Artık görmezler. 10. Onları
uyarsan da, uyarmasan da onlar için birdir, inanmazlar.” Yasin 36/8-10.
[335] “Dediler ki: “Sen
bize gelmeden önce de bize işkence edildi, geldikten sonra da.” Mûsâ, “Umulur
ki, Rabbiniz düşmanınızı helâk edecek ve sizi bu yerde (Mısır’da) egemen kılıp,
nasıl davranacağınıza bakacaktır” dedi. A’raf, 7/129.
[336] “Ölüm gelip çatmadan
evvel, şehvani ve nefsani hislerinizi terk etmek suretiyle bir nevi ölünüz.”
hadisi için bkz. El-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, II/29.
[337] Ken’ân Rifâî’nin bu
risâle kapsamında kullandığı dil sûfî müelliflerden Muhâsibî’nin er-
Riâye’sindeki uslubu andırmaktadır. Rifâî, sâlikin içi dünyasında girerek
onun haline tecüman olmakta ve sorunlarını tespit ederek çözüm önerileri
getirir ki, bu yaklaşımın tasavvuf tarihindeki ilk örneği Muhâsibî’dir. Nefsin
arzularından sakınmak, nefsin rağbetinin kötülüğünün nasıl bilineceği hakkında
gibi başlıklar altında Muhasibî, kişinin daima nefsinden sakınmasını tavsiye
eder. Bu amaçla nefsin hatalarını tesbit etmek ve yüzüne vurmak suretiyle onu
yanlışını teslim etmeye zorlamak gereklidir. Muhasibi’ye göre kişi, kendi
nefsine hatalarım hatırlatmak ve onu Hak yoluna çağırmak maksadıyla, iç
aleminde devam eden psikolojik süreci takip etmelidir. Böylelikle, nefsin
tekamülü, idrakli bir şekilde ya da kişinin içinde gerçekleşen mânevî durumlara
karşı uyanık bulunması sayesinde gerçekleşecektir. El-Muhasibi Ebû Abdillah, er-Riâye,
li-hukûkillah, çev. Şahin Filiz, Hülya Küçük, İstanbul: İnsan Yayınları, 1998,
ss. 423-431.
[338] Mürşidin vasıfları
ve sohbet adabı hakkında bilgi için bkz. Es-Sühreverdî, a.g.e., ss. 217-223; 15.
Yaşar Nuri Öztürk , Tasavvufun Ruhu ve Tarîkatlar,
İstanbul: Sidre Yayınları, 1988.
[339] el-Hücvîrî, Keşfü’l-Mahcûb, s. 400-404.; Es-Sühreverdî, ‘Avârifü’l-ma‘ârif s.
410-424.
[340] Reşat Öngören,
“Şeyh”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), İstanbul:
Diyanet İslâm Ansiklopedisi (İSAM), 2010, C. 39, s. 50-52.
[341] Ken’ân Rifâî’nin Mesnevî
şerhinde hikâyenin başlığı şöyledir: Pâdişâhın bir cariyeye âşık olup onu satın
alması fakat câriye hasta düşünce pâdişâhın onu iyi etmek için tedbir araması
beyanındadır. Rifâî, Şerhli Mesnevî-i Şerîf, s. 28; Hikâyenin esas metni
için bkz. Mevlâna Celâleddin Rûmi Muhammed, Mesnevî-i Mânevî, Defter-i evvel
, haz. Adnan Karamustafaoğlu, İstanbul: Akçağ Yayınları, 2004, C. I, s. 22vd.
[342] Beyitlerde geçen
hikaye özetle şöyledir: Bir adam sıcak bir yaz günü, bir ağacın gölgesi altında
ağzı açık bir vaziyette uyumaktadır. O sırada bir yılan adamın açık duran
ağzından içeri girer. Oradan geçmekte olan bir süvari de bu durumu görerek
atından iner ve adamı yılanın şerrinden kurtarmak için onu kırbaçlamaya ve
türlü eziyetler etmeye başlar. Uykudan uyanan adam neye uğradığını şaşırır ve
canını kurtarmak için elinde kırbaç tutan adamın dediklerini yapmaya başlar.
Altında uyuduğu elma ağacının dallarında ne kadar olmamış, ham elma varsa
onları yer. Yine süvarinin emri ile yanında dinlediği nehrin suyundan karnı
şişinceye kadar içer. Nihayet adam, Süvarinin emrine itaatle öğle sıcağında
koşmaya başlayınca bir süre sonra dayanamayarak fenalaşır. Bunun üzerine
istifra ederek karnındaki herşeyi dışarı çıkarır. Böylelikle içindeki yılan da
dışarı çıkmış olur. Adam, süvariye, sen benim canımı kurtardın ama neden baştan
içimde bir yılan olduğunu söylemedin? diye sorunca, Süvari, içindeki kötülük
yılanını bilseydin, korku ve endişeden sana teklif ettiğim şeylerin hiçbirini
yapamaz, genç yaşta ölürdün, diye cevap verir. Bu hikayede, elindeki kamçı ve
türlü yöntemlere karşısındakini terbiye eden süvari, nefsin kötülüklerinden
müridini kurtarmak için çeşitli yöntemler tatbik eden mürşid olarak yorumlanmıştır.
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Konularına Göre Açıklamalı Mesnevî Tercümesi,
çev. Şefik Can, C. I-II, İstanbul: Ötüken Neşriyât, s. 17.
[343] “Şerîat erbabından
olup da tamâmıyle farz, sünnet ve müstehaplara riâyet eden ve ahlâkını
tasfiyeye çalışan kimseler, ancak nefsinin yedi mertebesinden olan mülhimeye
kadar çıkabilirler. Mülhimeden yukanki mertebelere mürşidsiz yükselmek kabil
değildir. Böyle olmamış olsa, Hak yolunun sâlikleri varlarıyle yoklarıyle Allah
yoluna düşerler miydi? Bunlar budala da sen mi akıllısın?” Rifâî, Sohbetler,
s. 549
[344] Rifâî, Mesnevî
Şerhi Notları, C. II, vr. 9a-9b.
[345] Yalçınkaya, a.g.t.,
s. 97.
[346] Rifâî, Mesnevî
Şerhi Notları, C. II, vr. 9b.
[347] Rifâî, Sohbetler,
s. 624, 382, 438.
[348] Yalçınkaya, a.g.t.,
s. 237.
[349] Rifâî, Mesnevî
Şerhi Notları, C. II, vr. 11b-12a.
[350] Ken’ân Rifâî, Mesnevî
III. Cilt içerisinde yer alan, köylü ve şehirli hikayesinin şerhinde, köylüyü
ziyâret için yola düşen şehirli ve ailesinin duçar olduğu halleri, klavuzsuz
yola çıkmalarıyla ilişkilendirir: “Çünkü kendi kıyasları üzerine yola çıktılar.
İşte kılavuzsuz yola çıkanın hâli budur. İki günlük yol, yüz yıllık olur. Sen,
kendi kafanla yola gidersen, başını çok taştan taşa urursun. Senin kendi
bildiğin bir zamân gelir ki seni boğar ve neticede maksûdu bulsalar ya, ne
gezer! Binâenaleyh elbette bir sâlik, delile muhtaçtır. Delilsiz Kâbe’ye bile
gidilmez. Bir delîl lâzımdır. Ve üstâtsız bir san’atı tutan kimse felek içre
rüsvây olur. Demek ki bir kimse [27a] bilâ-üstâd ve delilsiz yolu bilemez. Ve
bilâ-üstâd ve lâ-irşâd tarîk-i Hakka gidemez. Ve maksûd-ı bi’z-zâta kendisini
îsâl edemez. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın nazarı bu yolda cân olmuştur.” Yalçınkaya,
a.g.t., ss. 179-180.
[351] Rifâî, Sohbetler,
s. 23, 162.
[352] a.g.e., s. 23.
[353] a.g.e., s. 223.
[354] a.g.e., s. 308.
[355] a.g.e., s. 412.
[356] Rifâî’den
nakille Ayverdi, Araz, “İlim Görüşü”, Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın
Işığında
[358] a.g.e., ss. 122-123.
[359] Rifâî, SeyyidAhmedEr-Rifâî,
ss. 167-168.
[360] Ken’ân Rifâî, Rehber-i
Sâlikîn, İstanbul, 1909, ss. 37-38.
[361] Rifâî, Sohbetler,
s. 551.
[362] a.g.e., ss. 463-464.
[363] Büyükaksoy, MesnevîHatıraları,
ss. 41-42, 36, 53, 58.
[364] Rifâî, SeyyidAhmedEr-Rifâî,
s. 176.
[365] Rifâî, Şerhli
Mesnevî-i Şerîf s. 435
[366] Rifâî, Seyyid
Ahmed er-Rifâî, s. 176.
[367] Süleyman Uludağ,
“Mürid”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul: Türkiye
Diyanet Vakfı İslâm Ansikopedisi, C. 32, ss. 47-49
[368] El-Kelâbâzî, Doğuş
Devrinde Tasavvuf Ta’arruf, haz. Süleyman Uludağ, İstanbul: Dergah
Yayınları, 2014, s. 200, vd. Yapan ve yaptıran O’dur. O’nun yaptığı bir şeyin
sebepli olması gerekmez. Her şeyin illeti ve sebebi O’nun yapıcılığıdır. Şu
hâlde müridi murâd; murâdı mürid olarak görmek doğru bir bakış açısıdır;
el-Kuşeyrî, Kuşeyri Risâlesi, s. 589vd; el-Hücvîrî, Keşfü ’l-Mahcûb,
s. 485
[369] Konu hakkında daha
ayrıtılı bilgi için bkz. Uludağ, a.g.m., s. 47 vd.
[370] Abdülkahir
es-Sühreverdî, Dervişliğin Âdabı, çev. Hamîde Ulupınar, İstanbul, y.y.,
2010, ss. 510524; Müridin şeyhi ve ihvanı ile sohbeti hakkında ayrıntılı bilgi
için bkz. Es-Sühreverdî, ‘Avârifü’l- ma‘ârif ed. Abdühalim Mahmûd,
Mahmut b. el-Şerif, Kahire: Dârü’l-Maârif, 1991, ss. 206-217, 217223, 236-241.
[371] Mürşid ve din
büyüklerine saygı ve muhabbet, onlara hizmetle olur. Arkadaşlarla olan sohbetin
gereği ise; neşeli olmak,-şeriata uygun konularda-onlara uymak ve vakti
birlikte geçirmektir. Üstatlarla sohbet ise onların emir ve yasaklarına uymakla
olur. Es-Sühreverdî, üstadlarla sohbetin onlara hizmetle olduğuna vurgu yapar
ve “İşin aslına bakılırsa hizmet vardır, sohbet yoktur.” der. Abdülkahir
es-Sühreverdî, Dervişlliğin Adabı, s. 67.
[372] Rifâî, Sohbetler,
ss. 205-206.
[373] a.g.e., s. 209
[374] a.g.e., ss. 267-268.
[375] a.g.e., s. 25.
[376] a.g.e., s. 25.
[377] a.g.e., ss. 205-206.
[378] a.g.e., s.
617.
[379] a.g.e., s. 627.
[380] Rifâî, SeyyidAhmedEr-Rifâî,
s. 65.
[381] “Kendi kendine çalışmak,
vâsıl etmez maksada/Mürşid-i kâmilsiz olmaz bu hakîkat, bilmeli!”
Rifâî, İlâhiyât-ı Ken’ân, s. 161.
[382] “Fenâ ahlâk, fakat
bunlarla yalnız ortadan kalkmaz/Buna seyf-i zikir lâzım, bu da mürşidsiz hiç
olmaz!” a.g.e., s. 163.
[383] “Senin bildiklerinle
hiç vusûl mümkin değil Hakk’a!/Boyun ver mürşide, vuslat dilersen Hazret-i
Hakk’a!” a.g.e., s. 164.
[384] “Bulursan mürşid-i
kâmil/Heman maksûdu buldun bil!/ Sadâkatle gerek teslîm/Ne bildinse gönülden
sil”, a.g.e., s. 131
[385] “Mürşidi Hak
bilmeyen bulmaz murâd/Feyz-i Hak’tan olmaz asla bermurâd, a.g.e., s. 56.
[386] Rifâî’nin geç dönem
mürid ya da muhiblerinden olan Safiye Erol, şeyhin mürşidliğini değerlendirdiği
yazısında, bir mürşide tabi olmanın, XX. asrın temel meselelerinden biri olan
ferdiyetçilik/bireycilik anlayışının olumsuz tesirlerinden insanı kurtaran
önemli bir geleneksel unsur olduğundan bahseder. Asrın en büyük meselelerinden,
özgürlük ve hak elbisesi altına gizlenmiş bir gulbayani olan ferdiyetçiliğin
esâretinden bizi kurtararak mürşide/ve ona inkıyadın kıymetini bilmeli ve şükür
etmelidir.
[387] Tahsin Yazıcı,
“Derviş”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul: Türkiye
Diyanet İslâm Ansiklopedisi, 1998, C. 9 ss. 188-190.
[388] Rifâî tarîkinde
dervişliğe kabul usulü için bkz. Rifâî, SeyyidAhmed er-Rifâî, ss.
206-209.
[389] Tarihi süreç
içerisinde, bilhassa Osmanlı toplumunda mühim bir rol oynamış olan derviş
figürü hakkında değerlendirmeleri için bkz. Cemal Kafadar, Kim Varmış Biz
Burada Yoğ İken, Dört Osmanlı: Yeniçeri, Tüccar, Derviş ve Hatun, İstanbul:
Metis Yayınları, 2009, ss. 39-73.
[390] Rifâî, “Sohbetler”, Ken’ân
Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 429.
[391] Rifâî, Sohbetler,
s. 151.
[392] Rifâî, SeyyidAhmed
Er-Rifâî, s. 151.
[393] Yalçınkaya, a.g.t.,
s. 201.
[394] Rifâî, Sohbetler,
s. 588.
[395] Rifâî’ye göre dervişliğin
tembellikle işi yoktur. Dervişlik, işe yaramazlık olmayıp bilakis her hususta
çalışmak ve insanlığa hizmet etmektir. Bunun esâsı da, insanların en hayırlısı,
insanlara en faydalı olandır. İnsan bu dereceye erebilmek için önce nefsini
ıslah için çalışmalı, ahlâkını ve bakışını düzelmeli, Allah’tan başka fâil
görmemelidir. Böyle yapan dervişten, itiraz, dedikodu kalkar ve çevresine
hizmete ehliyet kazanır. İnsanlar böyle bir kimseden maddî mânevî beslenirler.
Bunlara çalışmayarak, tarîkat ve devişlik yolunu muayyen vakitlerde tekkeye
gelerek, orada -zikir maksadlı- bağırmak zannedenler yanılmaktadır. İşin bir
cephesi olsa da yeterli değildir. Dervişlik esasen yanızca tekke ile ilgili
olmayıp tekke içinde ve dışında insana Hakk’ı sevmek ve halka hizmet etmekle
ilgilidir. a.g.e., ss. 492-493.
[396] Ken’ân Rifâî’nin
eserlerinde sıkça geçen yokluk kavramının kaynağı, Ahmed er-Rifâî’nin tasavvuf
anlayışında ve eserlerinde merkezi bir öneme sahip olan tevazu kavramı ile
ilişkilidir. Rifâiliğin temel prensiplerinden birini bu anlayış teşkil eder.
Ahmed er-Rifâî tevâzusu ile tanınmış bir mutasavvıftır. Eserlerinde hiçlik,
tevâzu, zül ve meskenet kavramları sıkça geçer. Şeyhin mütevaziliğini öne
çıkaran menkıbeleri de şöhret bulmuştur. bkz. Ahmed er-Rifâî, Onların Âlemi,
çev. Meral Şentürk, Hatice Şentürk, İstanbul: Altınoluk Yayınları, 2012, ss.
253, 257-259; er-Rifâî, Delillerle Mârifet Yolu, ss. 52-54; el-Kâzerûnî,
a.g.e., ss. 63-77; Rifâiyye tarikatının esasları için bkz. es-Samarrâî, a.g.e.,
ss. 7783.
[397] Ancak Ken’ân
Rifâî’ye göre yokluğun yani fenâ bulmanın da dereceleri vardır. Fenâ hâline
birden eren olduğu gibi zamanla bu dereceyi bulanlar da vardır. Tâmâmen fâni
olmak, kişinin kendinden eser kalmaması mürşidin huy ve ahlâkı ile
donanmasıdır. Sâlik o derece hocasıyla ayniyet kesbeder ki ona bakan mürşidini,
mürşide bakan müridini görür. Konu ile ilgili izahları için bkz. Rifâî,
“Sohbetler”, a.g.e., ss. 243-244.
[398] a.g.e., s. 612.
[399] a.g.e., s. 613.
[400] a.g.e., s. 214.
[401] Rifâî, “Sohbetlef’, Ken’ân
Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, Ayverdi, Araz, Erol, Huri,
a.g.e., s. 467.
[402] Rifâî, Sohbetler,
s. 319.
[403] a.g.e., ss. 509-510.
[404] Rifâî, SeyyidAhmed
Er-Rifâî, s. 40.
[405] a.g.e., s. 54.
[406] Rifâî, Şerhli
Mesnevî-i Şerîf s. 113.
[407] a.g.e., s. 324.
[408] Rifâî, İlâhiyât-ı
Ken’ân, s. 136.
[409] Rifâî, Sohbetler,
s. 305.
[410] Ragıb el-İsfahanî,
“Tevbe”, Müfredât, Kur’ân Kavramları Sözlüğü, çev. Yusuf Türker,
İstanbul: Pınar Yayınları, 2007, s. 278.
[411] Nisa, 4/146; Mâide,
5/39; Nûr 24/31.
[412] El-Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye,
s. 285.
[413] Es-Serrâc et-Tûsi,
el-Luma‘,ed. Abdülhalim Mahmûd Kahire: Dâre’l-Kutub el-Hâdise, 1960, ss. 6869;
Ebu Bekir Muhammed b. İbrâhim el-Kelâbâzî, et-Ta‘arruf li mezhebi
ehli’t-tasavvuf, haz. Abdürrezzak Tek, Bursa: Bursa Akademi, 2016, s. 110;
el-Kuşeyrî, Er-Risâetü’l-Kuşeyriyye, ed. Abdülhalim Mahmûd, Tâhâ
Abdülkâdir Sürûr, Kahire: Müessesetü Dâri-ş-Şab, 1989, ss. 285-289; el-
Hücvîrî, Keşfü’l-Mahcûb, ss. 356-362; el-Gazzâlî Ebû Hamid, İhyâ’u
‘ulûmi’d-dîn, ed. Ebu’l-Fazl Iraki, Beyrut: Dâru’l-İbni Hazm, 2005, C. IV,
ss. 1335-1398.
[414] Es-Serrâc, el-Luma‘,
s. 68. El-Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye, s. 283.
[415] Rifâî, Sohbetler,
s. 236.
[416] Rifâî, Sohbetler,
s. 311; “Senin vücûdun (varlığın, varlığını kendinden bilmen) başka hiç bir
günaha mukayese edilmeyecek bir günahtır” bkz. İsmail Rusûhî Ankaravî, Minhâcü’l-Fukarâ,
haz. Sâfi Arpaguş, İstanbul: Vefâ Yayınları, 2008, s. 258.
[417] Rifâî, Mesnevî
Şerhi Notları, C. II, vr. 13a.
[418] Bkz. Ankaravî, Minhâcü’l-Fukarâ,
ss. 257-260; Necmüddîn-i Kübrâ, Tasavvufta On Esas, haz. Süleyman
Gökbulut, İstanbul: İnsan Yayınları, 2018, s. 52.
[419] El-Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye,
s. 286.
[420] Rifâî, Sohbetler,
s. 192.
[421] a.g.e., s.
187.
[423] Rifâî, Sohbetler,
s. 187.
[424] a.g.e., s.191.
[425] a.g.e., s.192.
[426] a.g.e., s.194.
[427] Rifâî, Şerhli Mesnevî-i Şerîf, s. 183.
[428] a.g.e., s. 92.
[429] a.g.e., s. 369.
[430] Rifâî, Sohbetler,
s. 524.
[434] Rifâî, Şerhli
Mesnevî-i Şerîf, s. 319.
[435] Es-Serrâc et-Tûsi,
el-Luma‘,443.
[436] Ragıb el-İsfahanî,
“Zikir”, Müfredât, Kur’ân Kavramları Sözlüğü, çev. Yusuf Türker,
İstanbul: Pınar Yayınları, 2007, s. 575.
[437] El-Kelâbâzî konuyla
ilgili olan “Unuttuğunda Allah’ı hatırla” (Kehf, 18/24) ayetini “Zikrin
hakikati, zikir esnâsında zikrettiğin şeyin dışındaki her şeyi unutmandır.
..Yani, ancak Allah’tan başkasını unuttuğunda Allah’ı zikretmiş olursun.”
şeklinde tefsir eder. Sûfîlerin konu ile ilgili yaklaşımları için bkz.
El-Kelâbâzî, et-Ta‘arruf li mezhebi ehli’t-tasavvuf, ss. 126-129; El-Kuşeyrî,
Kuşeyri Risâlesi, ss. 301-305; Herevî,Menâzilü’s-Sâirin, ss.
109-110; el-Gazzâlî, İhyâ’u ‘ulûmi’d-dîn, C. IV, ss. 347-392.
[438] Zikir konusunda
ayrıntılı bilgi için bkz. Reşat Öngören, “Zikir”, Türkiye Diyanet Vakfı
İslâm Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm
Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2013, C. 44, ss. 409-412.
[439] Rifâî, Sohbetler,
s. 376.
[440] a.g.e., s. 58.
[441] a.g.e., s. 59.
[442] Rifâî, İlâhiyât-ı
Ken’ân, s. 161.
[443] Rifâî, SeyyidAhmedEr-Rifâî,
s. 194.
[444] Büyükaksoy, Mesnevî
Hatıraları, s. 132.
[445] Rifâî, Sohbetler,
s. 437.
[446] a.g.e., ss. 376-377.
[447] a.g.e., s. 545.
[448] a.g.e., ss. 376-377.
[449] El-Kelâbâzî,
et-Ta‘arruf li mezhebi ehli’t-tasavvuf ss. 126-129.
[450] a.g.e., s. 565.
[451] Rifâî, “Sohbetler”, Ken’ân
Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 416.
[452] Rifâî, Sohbetler,
s. 317.
[453] Necmeddîn-i Kübrâ, TasavvufîHayât:
UsûlüAşere, Risâle ile’l-hâim, Fevâihü’l-Cemâl, haz. Mustafa Kara,
İstanbul: Dergâh Yayınları, 1980, s. 58.
[454] “Nakşîler, öteden
beri zikirlerini hafî, gürültüsüz, kalbî yaparlar. Onların zikirleri cehrî yâni
sesle olmayıp derûnîdir. Maksadın kalp zikri olduğunu söyleyerek ağızları ile
değil içten zikrederler. Cehren zikretmekten maksat yine kalp zikrine
varmaktır. İşte onun için de maksat kalbi temizlemek olduğundan zikrimiz de hafidir,
kalbîdir, derler. Halbuki diğer tarikatlara mensup olanlar, zikirlerini
nefislerine de duyurmak isterler ve onu zikre alıştırdıktan sonra tedricen
kalbe giderler.” Rifâî, a.g.e., s. 557.
[455] Rifâî, SeyyidAhmedEr-Rifâî,
2008, ss. 204-205.
[456] Rifâî, a.g.e., s.
193.
[457] a.g.e., ss. 204-205.
[458] a.g.e., s. 180.
[459] a.g.e., s. 181.
[460] Rifâî, Sohbetler,
s. 535.
[463] Bkz. Birhan Gencer, İstanbul
Rifâî Geleneğinde Kıyam Zikrinin Şeklî İcrâsı, (Yüksek Lisans Tezi),
İstanbul: T.C. Üsküdar Üniversitesi, Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü, Tasavvuf
Kültürü ve Edebiyatı Anabilim Dalı, İstanbul 2020.
[464] El-Kuşeyrî, KuşeyrîRisâlesi,
ss. 381-386.
[465] El-Hücvîrî eseri Keşfü’l-Mahcûbta
konuyu ayrıntılarıyla ele almaktadır. Eserde Sohbet meclisinin adabıyla ilgili
bir bölüm bulunduğu gibi, sûfîlerin ikamet hâlinde ve sefer halindeki
müsahabeti üzerine özel başlıklarda bulunmaktadır. Hücvîrî, Keşfü’l-Mahcûb,
ss. 398-407;
[466] Sohbetin tarîkatlar
döneminde üstlendiği fonksiyonlar için bkz. Hasan Kamil Yılmaz, Tasavvuf
Meseleleri, İstanbul: Erkam Yayınları, 1997.
[467] Es-Serrâc eseri Lüma'da,
sûfîlerin sohbet ve arkadaşlık âdâbıyla ilgili bahiste, sûfîden
alıntılar yapar. Burada geçen ifâdelerden Zünnûn’a âit olan, konuyla ilgili
birçok soruyu cevâplar mâhiyettedir: “Hakk ile sohbetin O’nun emrine muvâfakat
tarzında, halk ile sohbetin onlara öğüt ve nasîhat türünde, nefs ile sohbetin
ona muhâlefet şeklinde, şeytanla beraberliğin ona düşmanlık tarzında olsun!”;
el-Hücvîrî sohbeti, salikin mâneviyat yolundaki perdelerini kaldıran bir unsur
olarak değerlendirirerek; edebi ve hukûku hakkında ayrıntılı malumat verir.
El-Hücvîrî, a.g.e., ss. 396-409 es-Sühreverdî de müridin mürşidiyle ve
ihvanıyla sohbet adabına eserinde geniş bir bölüm ayırmıştır. Es-Sühreverdî, ‘Avârifü’l-ma‘ârif,
ss. 206-217, 217-223, 236-241; el-Gazzâlî Ebû Hâmid, İhyâ’ü
'ulûmi’d-dîn, ed.
Ebu’l-Fazl Irakî, Beyrut: Dâru-İbni Hazm, 2005, C. II, ss. 610-675.
[468] Rifâî, Sohbetler,
s. 68.
[469] a.g.e., s. 395.
[470] a.g.e., s. 545.
[471] Rifâî, Rehber-i
Sâlikîn, İstanbul, 1909, ss. 43-59.
[472] Rifâî, SeyyidAhmed
er-Rifâî, 2008, s. 203.
[473] Büyükaksoy, MesnevîHatıraları,
s. 153.
[474] Rifâî, Sohbetler,
s. 262
[475] a.g.e., s. 68.
[476] Rifâî, Şerhli
Mesnevî-i Şerîf s. 101; a.g.e., s.102; Büyükaksoy, MesnevîHatıraları,
s. 56.
[477] Yalçınkaya, a.g.t.,
s. 156.
[478] Rifâî, “Sohbetler”, Ken’ân
Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 459.
[479] Ken’ân Rifâî’den
nakil ile, Yalçınkaya, a.g.t., ss. 289-290.
[480] Rifâî, Sohbetler,
ss. 68-70.
[481] Rifâî, Mesnevî
Şerhi Notları, C. II, vr. 4a.
[482] Rifâî, Mesnevî
Şerhi Notları, C. III, D. IV, vr. 37a.
[483] Rifâî, Mesnevî
Şerhi Notları, C. II, vr. 6a.
[484] Rifâî, Sohbetler,
s. 71.
[485] a.g.e., s. 133.
[486] er-Rifaî, Delilleriyle
Mârifet Yolu,s s. 87-90.
[487] Ragıb el-Isfahânî,
“Tevekkül”, Müfredât, Kur’ân Kavramları Sözlüğü, çev. Yusuf Türker,
İstanbul: Pınar Yayınları, 2007, s. 1587.
[488] Süleyman Uludağ,
“Tevekkül”, Türkiye Diyanet Vakfı Ansiklopedisi, İstanbul: Türkiye
Diyanet İslâm Araştırmaları Merkezi, 2012, C. 41, ss. 3-4.
[489] Sûfî müelliflerin
eserlerindeki tevekkül bahisleri için bkz. Es-Serrâc et-Tûsi, el-Luma‘,
ss. 78-79; el- Kelâbâzî, et-Ta‘arruf li mezhebi ehli’t-tasavvuf, A. J.
Arberry, Kahire, Maktebet e-Hanci, 1994, s. 71; Herevî, Menâzilu’s-Sairin,
76; Ebû Tâlib El-Mekkî, Kûtü ’l-kulûb, çev. Yakub Çiçek, İstanbul: Ümran
Yayınları, 1999, C. II, ss. 281-345; el- Gazzâlî, İhyâ’ü 'ulûmi’d-dîn,
C. II, ss. 1618-1652.
[490] Rifâî, Mesnevî
Şerhi Notları, C. II, vr. 13b, 14a.
[491] Rifâî, Sohbetler,
s. 413, 478.
[492] a.g.e., s. 99.
[493] a.g.e., s. 100.
[494] Bedevîde hoş olan
tedbirin Ebû Bekir (r.a) için hoş görülmemesi de bu sebeptendir. a.g.e., s. 99.
[495] a.g.e., s. 99, 400.
[496] a.g.e., s. 478.
[497] a.g.e., s. 400.
[498] a.g.e., s. 450.
[499] a.g.e., s. 490.
[500] Fâili Hakk’tan başka
görmemenin bir neticesi olarak sûfî, gerekli gördüğü yerde tedbîrini alır ve
sonucu tedbîrinden değil Hakk’tan umar. Zirâ O’ndan başka varlık yoktur.
Meselenin bu şekilde izâhı İbnü’l-Arabî’nin fâili mevcûdu bir bilen vahdet-i
vücûd anlayışının, temel tasavvufî kavramlar üzerinde meydana getirdiği
dönüşüme güzel bir örnek olarak düşünülebilir. Ancak, ilk dönme sûfîlerinden
Cüneyd’in yaptığı tevekkül tarifi hatırlandığında, henüz doktrinel anlamda
vahdet-i vücûd anlayışı ortaya çıkmadan önce yapılan bu tanımın yüksek bir
tevhid yorumunun bir devamı/gereği olduğu görülecektir. bkz. Büyükaksoy, Mesnevî
Hatıraları, ss. 312-314.
[501] Rifâî, İlâhiyât-ı
Ken’ân, s. 158.
[502] a.g.e., s. 163.
[503] Yalçınkaya, a.g.t.,
ss. 144-145.
[504] Ayverdi, Araz,
“Ahlâk Anlayışı”, Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık,
s. 202.
[505] Ragıb el-Isfahânî
“Sabır”, Müfredât, Kur’ân Kavramları Sözlüğü, çev. Yusuf Türker,
İstanbul: Pınar Yayınları, 2007, ss. 839-840.
[506] Daha fazla bilgi
için bkz. 12. Mustafa Çağrıcı, “Sabır”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm
Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi
(İSAM), 2008, C. 35, ss. 337339.
[507] Es-Serrâc,
el-Luma‘, ss. 76-77; el-Kelâbâzî, et-Ta‘arruf li mezhebi ehli’t-tasavvuf
Bursa, 2008, s. 112.
[508] el-Gazzâlî,
İhyâ’ü ‘ulûmi’d-dîn, C. IV, ss. 1399-1421.
[509] El-Kuşeyrî, Er-Risâletü’l-Kuşeyriyye,
s. 453.
[510] a.g.e., s. 416.
[511] Rifâî, Sohbetler,
s. 376.
[520] a.g.e., vr. 8a-8b.
[521] a.g.e., vr. 6b.
[522] Muyyiddîn
İbnü’l-Arabî, el-Fütûhâtü’l-Mekkiye, ed. Ahmed Şemseddin, Beyrut:
Dâru’l-Kütübi’l- İlmiye, ts., C. IV, s. 275.
[523] Benzer bir sabır
tasnifi de Mesnevî 3. cillte geçen bir hikayenin şerhinde mevcuttur.
Rifâî, Mesnevî Şerhi Notları, C. III, D. 4, vr. 6a-7b.
[524] Rifâî, Mesnevî
Şerhi Notları, C. III, D. IV, vr. 8a.
[525] Ragıb el-İsfahânî,
“Şükr”, Müfredât, Kur’ân Kavramları Sözlüğü, çev. Yusuf Türker,
İstanbul: Pınar Yayınları, 2007, s. 815.
[526] Şükürle ilgii daha
fazla bilgi için bkz. Mustafa Çağrıcı, “Şükür,” Türkiye Diyanet Vakfı İslâm
Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları
Merkezi (İSAM), 2010, C. 39, ss. 259-261.
[527] Kelabâzî, ,
et-Ta‘arruf li mezhebi ehli’t-tasavvuf, s. 119; el-Kuşeyrî, Er-Risâletü’l-Kuşeyriyye,
ss. 436-444; e-Mekkî, Kûtü’l-kulûb, ss. 237-267; el-Herevî, Menâzilu’s-Sâirîn,
s. 34; el-Gazzâlî, İhyâ’ü
'ulûmi’d-dîn, C. IV,
ss. 1421-1487.
[528] Rifâî, Sohbetler,
ss. 315-316.
[529] el-Gazzâlî,
a.g.e., ss. 1421-1487.
[530] Sofi Huri, “Mürşid,
Mürebbi, Filozof”, Ken’ân Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık,
s. 333.
[531] a.yer.
[532] Rifâî, “Sohbetler”, Ken’ân
Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, ss. 470-471.
[533] a.g.e., s. 577.
[534] a.g.e., ss. 315-316.
[535] el-Herevî, Menâzilu’s-Sâirîn,
s. 34.
[536] Rifâî, “Sohbetler”, Ken’ân
Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 470, 522.
[537] El-Kuşeyrî, Er-Risâletü’l-Kuşeyriyye,
s. 342.
[538] Süleyman Uludağ,
“Recâ”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), İstanbul:
Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2007, C. 34, s. 502.
[539] Yûnus 10/7, 11, 15;
el-Kehf 18/ 110; el-Ankebût 29/5.
[540] Reca konusunda
sûfîlerin görüşleri ve bu konudaki değerlendirmeler için bkz. El-Kelâbâzî, et-
Ta‘arruf li mezhebi ehli’t-tasavvuf, Kahire, 1994, s. 68; El-Kuşeyrî, Er-Risâletü’l-Kuşeyriyye,
ss. 355-368; el-Gazzâlî, İhyâ’ü 'ulûmi’d-dîn, C. IV, ss. 1488-1541.
[541] Büyükaksoy, MesnevîHatıraları,
s. 334.
[542] Rifâî, Sohbetler,
s. 319.
[543] Yalçınkaya, a.g.t.,
ss. 170-174.
[544] Ken’ân Rifâî’den
nakil ile, Yalçınkaya, a.g.t., ss. 170-174.
[545] Muhyiddin
İbnü’l-Arabi, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye , ed. Ahmad Shams al-Din, Beirut:
Dar al-Kutub al İlmiyya, t.y., C. I, ss. 259-261.
[546] Yalçınkaya, a.g.t.,
ss. 170-174.
[547] a.g.e., s. 174.
[548] Rifâî, Sohbetler,
s. 215.
[556] a.g.e., s. 578.
[557] El-Herevî, Menâzilü’s-sâirîn,
s. 89.
[558] Ragıb el-Isfahânî
“Rızâ”, Müfredât, Kur’ân Kavramları Sözlüğü, çev. Yusuf Türker,
İstanbul: Pınar Yayınları, 2007, ss. 621-622.
[559] Rızâ konusunda daha
fazla bilgi için bkz. Süleyman Uludağ, “Rızâ”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm
Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları
Merkezi (İSAM), 2008, C. 35, ss. 56-57.
[560] Es-Serrâc et-Tûsi, el-Luma‘,
s. 80.
[561] El-Hücvîrî, Hakikat
Bilgisi, Keşfü’l-Mahcûb, s. 240
[562] İlk sistematik
eserlerden olan Lüma’da, es-Serrâc ‘konuya ilgili ayetle başlayarak
rızânın değerli bir makam olduğunu kaydeder. El-Kelâbâzî’nin Ta’aaruf’ta
aynı ayetle ilgili yorumunda rızânın kul ve Hak tarafından gelen iki yönüne
dikkat çektiği, kulun dünyada gösterdiği rızânın ahirette Hakk’ın ndvânına
vesile olacağı şeklindeki açıklamaları, onun kavramı tasavvufî makamlar
içerisinde değerlendirdiğini gösterir. El-Kuşeyrî Horasanlı sûfîlerin rızânın
hal mi makam mı olduğu şeklindeki sorularına seyr ü sülûktaki derece açısından
yaklaşarak başlangıç itibariyle kulun gayretine mebni olup makamlar, nihâyeti
itibariyle Hakk’ın inayetine mebni olup haller sınıfına girdiğini söylemekte ve
bu suretle iki yorumu bir araya getirir. El-Mekkî, Kûtü ’l-kulûb’da
Mâide sûresinin ilgili ayetinden, kulun rızâsının Hakk’ın rızâsına sebebiyet
vereceği sonucuna ulaşırken; el-Hücvîrî, Keşfü’l- Mahcûb ta konuyu
hal-makam tartışmasına çekerek ilgili ayetin tahlilinde Allah’ın rızâsının
kulun rızâsını öncelediği hükmüne varır. Herevî, önceki eserlerden farklı
olarak “Sen Ondan râzı o da senden hoşnûd olarak Rabbi’ne dön.”(Fecr, 89/28)
ayetiyle konuyu değerlendirir ve kulun ancak Hakk’tan râzı olmak suretiyle
rububiyete döneceğini ifade eder. Sonrasında rızânın üçlü bir
derecelendirmesini yaparak rızânın gayretle kazanılan yönüne vurgu yapması
kavramı makamlar içerisinde değerlendirdiğini gösterir. Bahsi geçen eserlerde
rızâ konusu ve ilgili tartışmalar için bkz. Es-Serrâc, el-Luma‘, ss.
80-81. El-Kelâbâzî, et-Ta‘arruf li mezhebi ehli’t-tasavvuf, ss. 123-124;
El- Kuşeyrî, Kuşeyri Risâlesi, s. 275-279; el-Hücvîrî, a.g.e.,
ss. 240-246; el-Mekkî, Kûtü’l-kulûb, C. III, ss. 132-167; el-Herevî,Menâzilü’s-sâirin,
99; el-Gazzâlî, İhyâ’ü 'ulûmi’d-dîn, C. IV, ss. 1656-1730.
[563] Yalçınkaya, a.g.t.,
ss. 275-276.
[564] Rifâî, “Sohbetler”, Ken’ân
Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, ss. 392-393.
[565] “Allahım sen
mağfiret et, bu günahkâr Ken’ân’a!/Bin canım olsa fedâ dâim rızânın uğruna!”
“İlâhî hep rızânı isterim, Sensin bana maksûd/Ayırma Ümmü Ken’ân’ı kapından,
başka bâb bilmem!” “Selâmet her dü âlemde/Rızâ-yı Hazret-i Allah/Vefâ ister
isen ahde/İşin tut hasbeten lillah!” “Ayırma aşk u derdinden ve kendinden beni
bir ân!/Rızânı, aşkını ister demâdem bu hakîr Ken’ân.” Bkz. Rifâî, İlâhiyât-ı
Ken’ân, s. 6, 27, 122, 182.
[566] Rifâî, Sohbetler,
s. 51.
[567] a.g.e., s. 57.
[568] Rifâî, Şerhli
Mesnevî-i Şerîf, s. 134.
[569] a.g.e., s. 174.
[570] a.g.e., s. 205.
[571] a.g.e., s. 266.
[572] Büyükaksoy, MesnevîHatıraları,
s. 265.
[573] a.g.e., s. 74.
[574] Ken’ân Rifâî’den
nakille, Ayverdi, Dost, 2017, s. 144.
[575] Rifâî, “Sohbetler”, Ken’ân
Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 521.
[576] Rifâî, Sohbetler,
s. 588.
[577] a.g.e., s. 77.
[578] a.g.e., s. 124.
[579] Büyükaksoy, Mesnevî
Hatıraları, s. 24.
[580] Rifâî, “Sohbetler”, Ken’ân
Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 502.
[581] Rifâî, Sohbetler,
ss. 423-424, 616.
[585] Bakara, 2/267; Ragıb
el-Isfahânî, “Fakr”, Müfredât, Kur’ân Kavramları Sözlüğü, çev. Yusuf
Türker, İstanbul: Pınar Yayınları, 2007, ss. 1149-1150.
[586] Süleyman Uludağ,
“Fakr”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), İstanbul:
Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 1995, C. 12, ss.
132-134.
[587] Es-Serrâc et-Tûsi,
el-Luma‘, s. 74-75; el-Kelâbâzî, et-Ta‘arruf li mezhebi ehli’t-tasavvuf,
s. 114; El- Kuşeyrî, Tasavvuf İlmine Dâir KuşeyrîRisâlesi, ss. 358-367;
el-Gazzâlî, İhyâ’ü ‘ulûmi’d-dîn, C. IV, ss. 11541-1571.
[588] Rifâî, Sohbetler,
s. 131, 317.
[589] a.g.e., s. 399.
[590] Acluni 2/87.
[591] a.g.e., s. 601.
[592] Büyükaksoy, Mesnevî
Hatıraları, s. 314.
[593] Rifâî, “Sohbetler”, Ken’ân
Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 446; el-Kuşeyrî, Tasavvuf
İlmine Dâir KuşeyrîRisâlesi, ss. 358-367.
[594] Rifâî, Sohbetler,
s. 319.
[595] Rifâî, Şerhli
Mesnevî-i Şerîf, s. 342, 343; Rifâî, Sohbetler, s. 641; Büyükaksoy,
a.g.e., s. 188.
[596] Rifâî, “Sohbetler”, Ken’ân
Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 497.
[597] Rifâî, İlâhiyât-ı
Ken’ân, s. 144.
[598] Büyükaksoy, Mesnevî
Hatıraları, s.190.
[599] a.g.e., s. 149.
[600] Rifâî, “Sohbetler”, Ken’ân
Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 362.
[601] “Kalp, dünyâ ile
ilgili aşırı isteklerin muhabbetinden vazgeçtiği vakit, billûr gibi olup önünü
arkasını görür. Cenâb-ı Hakk’a ulaşan yollar, yaratılanların nefesleri sayısı
kadar çoktur. En yakın, en açık, en kolay, doğru ve bol bol veren Cenâb-ı Hak
indinde en beğenilen yol ise, hor ve hakir görünme, kırılma, güçsüzlük ve
fakirleşmedir.” Rifâî, SeyyidAhmed Er-Rifâî, s. 58.
[602] Cürcânî, “fenâ”, Tasavvuf
Istılahları Sözlüğü, s. 58; Herevî, Menâilü’s-sâirin, 142-143;
el-Kuşeyrî, Kuşeyri Risâlesi, ss. 196-198; Kelâbâzi, Doğuş Devrinde
Tasavvuf, Ta‘arruf çev. Süleyman Uludağ, İstanbul: Dergâh Yayınları, 1979,
s. 60.
[603] Süleyman Ateş, Cüneyd-i
Bağdâdî, Hayatı, Eserleri ve Mektupları, İstanbul: Yeni Ufuklar Neşriyât,
y.y., s. 154.
[604] Bu ifâde, fenâ
hâlindeki kuldan sorumluluğun kalkacağı şeklindeki yanlış anlayışların önüne
geçmeyi hedefler. Nehrecûrî’ye fenâ ve bekâ ilminin sıhhati sorulduğunda o
“Fenâ ve bekâ ilmine kulluğun da eşlik etmesidir. Fenâ ve bekâ ile birlikte
kulluk yoksa o, kuru bir iddiadan ibarettir.” şeklinde cevap vermiştir.
Es-Serrâc et-Tûsi, el-Luma‘, s. 284.
[605] İbnü’l-Arabî, Fenâ
Risâlesi, İstanbul: İz Yayınları, ss. 62-63.
[606] Rifâî, Sohbetler,
s. 131.
[611] a.g.e., s. 205, 381,
450.
[612] Göz değiştirmekten
maksat, sâlikin derviş olmazdan evvelki gözüdür ki, mürşide intisap ettikten
sonra erbaîn denilen kırk gün zarfında sâlikin riyâzâta girmesi ve bundan sonra
kalbine olunan hikmet nûriyle gözünün görmesidir. Elbet bu göz ile evvelki
gözün arasında büyük fark vardır. îşte bu göze, basiret gözü derler. Resûlullah
Efendimiz buyururlar ki: Bir kimse kırk gün ibiâs eylese, o kimsenin dilinden
hikmet eserleri zuhûr eder. İşte lisânından hikmet cereyan eden bu kimsenin
şüphesiz gözünden de ibret nûru zuhûr eder.” a.g.e., s. 545; Riyâzât ile ilgili
olarak Ken’ân Rifâî’nin görüşleri için bkz. Rifâî, SeyyidAhmed er-Rifâî,
2008, ss. 209-212.
[613] “Demek oluyor ki,
ölmezden evvel ölüp dirilenlere ve Hakkın nûriyle bu eşyâya nazar edenlere,
eşyânın hakikatinin bu dünyâda açılıp tamâmiyle görünmesi kabil oluyormuş.”
Rifâî, Sohbetler, s. 249.
[614] a.g.e., s. 237.
[615] a.g.e., s. 561.
[616] a.g.e., s. 614.
Cüneyd’e ait bu söz tasavvuf klasiklerinde yer alır. Bkz. El-Kuşeyrî, a.g.e.,
s. 368.
[617] Rifâî, “Sohbetler”, Ken’ân
Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 362.
[618] Rifâî, Sohbetler,
s .214.
[619] a.g.e., s. 243.
[620] Rifâî eserlerinde,
seyr ü sülûkun bellli bir mertebesinde oyalanarak yolda kalanlardan sıkça
bahseder. Meselenin gayretle ilgili tarafı olduğu gibi, ezeli nasiple ilgili
bir tarafı da vardır. a.g.e., s. 244.
[621] a.g.e., s. 426.
[622] a.g.e., s. 535.
[623] a.g.e., s. 535.
[624] a.g.e., s. 214.
[625] a.g.e., s. 535.
[626] a.g.e., s. 320.
[627] Rifâî, “Sohbetler”, Ken’ân
Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, ss. 416-417.
[628] Rifâî, Sohbetler,
s. 579.
[629] a.g.e., s. 626.
[630] a.g.e., s. 600.
[631] a.g.e., s. 633.
[632] a.g.e., s. 278.
[633] a.g.e., s. 489.
[634] Süleyman Uludağ,
“Aşk”, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul: Kabalcı Yayınları, 2012, ss.
48-49; Aşk kelimesinin etimoloji ve sufilerin konuyla ilgili görüşleri hakkında
daha ayrıntılı bilgi için bkz. Süleyman Uludağ, “Aşk”, Türkiye Diyanet Vakfı
İslâm Ansiklopedisi, İstanbul: Diyanet İslâm Araştırmaları Merkezi, C. 2,
s. 11.
[635] a.yer.
[636] İsâ Çelik, “Hz.
Mevlânâ’nın Düşüncesinde Aşk Kavramı”, Uluslararası Mevlânâ ve Mevlevîlik
Sempozyumu Bildirileri I, Şanlıurfa, 2007, s. 181.
[637] Mehmet Ünal,
“Kur’an’da Sevgi Yakın Anlamlıları ve Aralarındaki Farklar”, Yüzüncü Yıl
Ünv. İlahiyat Fakültesi, Ekev Akademi Dergisi, Y. 12, S.34, 2008. Kur’an’da
geçtiği yerler için bkz. Muhammed Fuad Abdulbaki, el-Mü’cemu’l-Müfehres li
Elfâzi’l-Kur’ân, Çağrı Yay., İstanbul 1987, s. 191-193; Tasavvufta İlâhî
Aşk kavramı hakkında daha fazla bilgi için bkz. Ebu’l-Alâ Afifi, Tasavvuf,
İslam’da Mânevi Devrim,
çev. H. İbrahim Kaçar, Murat Sülün, 1996, İstanbul: Risâle Yay., 225-269.
[638] Diğer bazı eş ve
yakın anlamlıları şöyledir: Heva, vüdd hülle, şağaf, hanin, rahmet.
[639] Zira şu bir gerçek
ki, sanatkâr, kendi sanatının bir ifâdesi olan ürünü, kendisinden bir parça
olması
sebebiyle sever. Bkz. Sadterrin Konevî, Esmâ-i Hüsnâ Şerhi, İstanbul: İz
Yayıncılık, 2007, s. 146.
[640] Muhabbet konusunda
daha fazla bilgi için bkz. Süleyman Uludağ, “Muhabbet”, Türkiye Diyanet
Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm
Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2005, C. 30, ss. 386-388.
[641] Sûfî müelliflerin
tasavvuf ıstılahları ile ilgili yazdıkları eserlerde muhabbet kavramı için bkz.
El- Kelâbâzî, et-Ta‘arruf li mezhebi ehli’t-tasavvuf, 2008, s. 133;
el-Hücvîrî, a.g.e., ss. 366-376; Herevî, a.g.e., s. 155.
[642] El-Kuşeyrî, KuşeyrîRisâlisi,
a.g.e., ss. 405-413.
[643] Rifâî, Sohbetler,
s. 569.
[644] a.g.e., s. 569.
[645] Rifâî, Şerhli
Mesnevî-i Şerîf, s. 411.
[646] Rifâî, Sohbetler,
s. 602.
[656] a.g.e., s. 247, 243;
[657] a.g.e., s. 594.
[658] a.g.e., s. 649.
[659] a.g.e., s. 428.
[660] Cemalnur Sargut, Hz.Şit,
Fusûsü’l-Hikem Çalışmaları 2, Nefes Yayınları, İstanbul, 2011, s. 102
[661] İbnü’l-Arabî’den
önce Aşk metafiziğiyle ilgili olarak, sistemli olmamakla birlikte ilk olarak
söz eden sûfî, Ahmed Gazzâlî’dir. Gazzâlî, kitabında söz dökülmesi mümkün olmamakla
birlikte, aşkın anlamlarından bazılarını kaleme aldığını kaydetmektedir. Ancak
bu sözler, nasibi olanlar bir ima ve işaret öteye geçemezler. Nasibi olmayanlar
için ise bunların bir hükmü yoktur. Ahmed Gazzâli, Aşıkların Halleri
Sevânihu’l-Uşşâk, çev. Turan Koç, Mehmet Çetinkaya, Ankara: Hece Yayınları,
2008, s. 7, 11.
[662] Keşfü’l-Hafâ,
Aclûnî, 2:133.
[663] Burada muhabbet ile
yakın anlamlı olarak kullanılan, İlâhî Rahmet (merhamet/sevgi) konusunu biraz
açmakta fayda vardır. İlâhî Rahmet kavramı İslâm düşüncesine ilk zamanlardan
beri hakim olan bir konudur. Kur’an-ı Kerîm’de her vesileyle Allah’ın Rahman ve
Rahîm olduğu hatırlatılır. Allah’ın rahmeti, genişliği ile her şeyi kuşatmış
durumdadır. Fakat yaygın anlamıyla rahmetin ilk çağrışımları, merhamet, sevgi,
acıma, iyilik ve ihsanda bulunma gibi kelimelerdir. Ancak İbnü’l-Arabî
düşüncesinde Rahmet, ontolojik bir durumdur. Onun anlayışında Rahmet’in öne
çıkan anlamı “eşyâya can verme” ve “varlık bahşetme fiili” dir. Bu anlamdaki
rahmet, vücûd ile eşanlamlıdır. Ve rahmet etmek de, karşılıksız ihsan yoluyla
varlık (vücûd) bahşetmek demektir. Bu anlayışa göre Kur’an’da “Rahmetim herşeyi
kaplamıştır” meâlindeki âyette geçen Rahmet, Hakk’ın “vücûd vermesine” tekabül
etmektedir. Aynı anlayış için de yaratma özetle şu şekilde mütalaa olunur:
Mutlak varlık olan Allah, kendinde gizli sabit hakikatlere, rahmet ve muhabbet
nazarıyla tenezzül ettiğinde; son merhalesi şehâdet âlemiyle neticelenecek olan
bir tecellî süreci başlar. Hakk’ın kendine olan daimi muhabbet ve rahmeti,
yaratma ve dolayısıyla yaşatmanın sebebidir. O, âlemi yaratmak ve can vermekle
kalmamış, muhabbetinin bir işâreti olan İlâhî rahmet ile mevcudata her dâim
yeniden can vermekte, eşyâyı yeniden yaratmaktadır. Ken’ân Rifâî’nin yukarıdaki
ifâde de “her an yeni bir başlangıçtır” ve “yarattığını korur” şeklinde dile
getirdiği hakikat bu olsa gerektir.
[664] Rifâî, Sohbetler, s.179.
[665] a.g.e., s. 156, 272, 636.
[666] a.g.e., s. 368.
[667] a.g.e., s. 308.
[668] Rifâî, İlâhiyât-ı
Ken’ân, s. 28.
[669] Rifâî, Şerhli
Mesnevî-i Şerif, s. 80.
[670] Rifâî, Sohbetler,
ss. 617-618
[671] Rifâî, Şerhli
Mesnevî-i Şerif, ss. 243-244
[672] Rifâî, Sohbetler,
s. 584.
[673] Cüneydi Bağdâdî
yakîni, “şüphenin ortadan kalkması” ve değişmeyen, bozulmayan, başkalaşmayan
bir ilmin kalpte karar kılması” ve “kendini kaybederek Hakk’ı bulman” şeklinde
tanımlarken; Ebu Osman Mekkî konuyu bilgi edinme yöntemi açısından
açıklamaktadır: “Müşâhede, araya setr ve inkıta hâli girmeden tecellî
nurlarının ard arda sâliğin kalbine gelmesidir.” Kelabâzî, a.g.e., s. 154.
[674] Rifâî, a.g.e., s.
144.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar