KİLİSLİ RİFAT BİLGE’NİN HAYATI VE FİKİRLERİ
Hazırlayan: HASAN
FEVZİ BİLGİÇ
Rifat Bey adına hazırlanan bu tez,
Rifat Bey’e dair lisansüstü seviyesinde yapılan ilk çalışma olmasıyla
önemlidir. Rifat Bey’in ilim camiasında daha pek çok araştırmaya konu olacak
çalışmaları bir kenara not edilmelidir. Bu tezin daha sonra yapılacak bilimsel
araştırmalar için bir başlangıç olacağı kanaatindeyim.
Tezin kapsamı Rifat Bey’in çalışma
dünyası hakkında fikir edinmek ve onun makalelerini tartışmakla
sınırlandırılmıştır. Tezde Rifat Bey’in hayat hikâyesi de incelenmiştir.
Kilisli Rifat Bey, dönemin diğer
naşirleri ve çevirmenleri kadar popüler değildir. Memuriyet kayıtlarından elde
edilen bilgiler de yetersizdir. Bu çerçevede Rifat Bey’in İstanbul
Üniversitesi’ndeki personel kaydı Personel Daire Başkanlığı’ndan talep
edilmiştir. Ancak kişisel verilerle ilgili kanun maddesi gerekçe gösterilerek
talebimiz karşılanmamıştır. Bu hususların çalışmayı sınırlandırdığı ifade
edilmelidir.
Rifat Bey’in kızlarından onu
dinlemenin, onların anlatımını kaydetmenin çalışmayı zenginleştireceği
fikrindeydim. Ancak onların da uzun zaman önce vefat ettiklerini öğrenmemle bu
konuda bir şey elde edemedim. Rifat Bey’in kişisel evrakı var mıdır, varsa
nerededir gibi sorularımın da cevapsız kaldığını söyleyebilirim.
Rifat Bey birkaç farklı dönemi
yaşadı. Mesleğe başladığı 1901’den vefat ettiği 1953 yılına kadar pek çok
tecrübesi olmalıdır. 1901’den 1908’e kadar -belki de okul yıllarını dahil
edersek- II. Abdülhamid dönemini yakından gördüğü söylenebilir. O dönemin
kasvetli havasını yakından hissetmiş olmalıdır. II. Meşrutiyet ve I. Cihan
Harbi yıllarını da tüm canlılığıyla görmüş olsa gerektir. Adım adım gelen ve
Osmanlı’nın sonunu hazırlayan savaş yıllarında, Rifat Bey henüz orta
yaşlarındaydı. Rifat Bey bu dönemlerde işine yoğunlaşan ve sadece kitaplarla
uğraşan bir çizgi içinde görünüyor.
Cumhuriyet rejiminin Türk tarihi ve
kültürüne dair hikaye ve bağ kurma hikayesi biliniyor. Osmanlı öncesi Türk
kaynaklarının gün yüzüne çıkarılması ve okunması çabası rejim için önemlidir.
Aslında Osmanlı’nın son dönemlerinde başlayan bu faaliyetler artık bir arayış
olmaktan çıkıp bir devlet politikası haline getirilmiştir. Osmanlı öncesi
imkânlar sınırlıyken Cumhuriyet dönemi bu konuda biraz fazlaca kredi verdi
dense yanlış olmayacaktır. Güneş Dil Teorisi veya Hititler’le ilişki kuran bir
tarih telakkisi ile dilde Öztürkçecilik faaliyetleri, kurumlar noktasında Türk
Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu burada örnek olarak verilse yeridir. Cumhuriyet
Türkiye’si, tüm bu dil ve kültür faaliyetleri için farklı kişilerden yardım
alırken Rifat Bey de rol alanlar arasındadır. O, Arapça ve Farsça hakimiyetini
kullanarak tercümeler yapmış ve yayımcılık konusundaki maharetiyle de pek çok
eserin neşrine imza atmıştır. Rifat Bey’i Cumhuriyet’in bilgi ve birikiminden
yararlandığı vasıflı bir muallim olarak görmek mümkündür. Önemli dil ve kültür
komisyonlarında Rifat Bey hep başroldedir.
Bu çalışmanın ana gövdesi Rifat
Bey’in makalelerinden oluşuyor. Rifat Bey’in yayımlanması için çaba gösterdiği
eserlerin hikayeleri ve kısmen de bu eserlere dair görüşleri bu makalelerde
bulunabilir. Önemli yazma nüshaları barındıran değerli kütüphaneler de Rifat
Bey’in makalelerinde araştırıldı. Rifat Bey’in etkilendiği ya da yakınen
tanıdığı şahıslar yine bu makalelerin başlıkları arasındadır.
Makalerin incelendiği kısımda
makalelerin kendi içinde kritiği yapıldı. Makalelerdeki kişi ve kurumlar fazla
detaya girilmeden araştırıldı. Katkısını yaptığı eserler çok fazlaydı. Rifat
Bey’in o eserlerden fazla tafsilat vermediği görülmüştür. Arapça ile Farsçadan
yapılan tercümeler ve kaynak eserlerin oluşturduğu bu birikim farklı uzmanlık
gerektiren alanlar arasındadır. Bu ise daha kapsamlı bir çalışmanın konusu
olacaktır.
Anılar ve insanlar isimli eserindeki makaleler
incelenirken Rifat Bey’in anlatımına dokunulmadı. Olaylar Rifat Bey’in
anlattığından farklıysa bunlar dipnotta belirtildi. Makaleler eserler, şahıslar
ve kütüphaneler olarak başlıklandırıldı. Burada Rifat Bey’in neşrine bir
şekilde katkısı bulunduğu eserlerin arka planları üzerinde duruldu. Hatıraların
olduğu kısım ile nadir eserlerin olduğu kütüphanelere dair detaylar da da
tartışmaya tabi tutulmuştur. Rifat Bey’in görev yaptığı okulların listesi çok
uzundu. Tarihleri takip etme konusunda kolaylık olması için çizelge yapıldı.
Rifat Bey’in neşrine katkı yaptığı
eserler oldukça fazladır. Tezde, bu eserler başlıklandırıldı. Eserlerin
künyeleri dipnotta verildi. Nadir eserlerin ise ayrıca demirbaş numaraları
belirtildi. .
HAYATI, EĞİTİMİ, MESLEK YILLARI ve
ŞAHSİYETİ
Asıl adı Ahmet Rifat’tır. Soyadı
kanunundan sonra “Bilge” soyadını almış ve adaşı olan Kilisli Rifat Kardam’la
karıştırılmamalıdır. Kilis’e bağlı Cedit mahallesinde 1876 yılında dünyaya
gelmiştir.[29] Babası, zaptiye çavuşlarından
Abdülkerim Efendi’dir. Babası o doğmadan vefat edince annesi Emine Hanım ve
dayıları tarafından büyütülmüştür.[30] Eşi Fatma Saibe (1304 H-29
Aralık 1969) ile evliliği neticesinde Afife Nebahat, Ülker Nadide ve Zeliha
Melahat isimli kızları olmuştur. Kızları çeşitli kurumlarda memuriyet
yapmıştır. Fatma Saibe Hanım 1955’te İstanbul’a yerleşmiş ve muhtemelen orada
vefat etmiştir.[31] Kilisli Muallim Rifat Bey ise
22 Şubat 1953’te vefat etmiştir. Hakkında çıkan gazete haberi şöyledir:
“Kilisli
Abdülkerim Efendi oğlu, dersiam muallim Tevfik Bilge kardeşi, Saime Bilge eşi,
Melahat, Afife, Ülker Bilge’nin babaları, İffet Ağar’ın amcası, İstanbul
Üniversitesi Arapça muallimliğinden emekli Kilisli Rifat Bilge geçirdiği kalp
rahatsızlığından kurtulamayarak 22.2.1953 günü Ankara’da vefat etmiştir.
Merhumun cenazesi dün Hacıbayram Camiinden kaldırılarak Asri Mezarlıktaki ebedi
istirahatgahına tevdi edilmiştir.”[32]
Rifat Bey, ilköğrenimi ve rüştiyeyi
Kilis’te tamamladı. Medrese eğitimi de Kilis’te devam etti. O sıralar Kilis’in
tanınmış ulemasıyla temas içindeydi. Ulucami imamı Ebubekir Vahid Efendi en çok
faydalandığı kişi olarak bilinir. Bu sırada Kilis müftüsü Keçikzade Abdurrahman
Efendi’den icazet aldı (1892).[33] Aynı sene İstanbul’a giderek
Darülmuallimin’e kaydoldu. 1899’da âli kısımdan mezun oldu.[34]
Mektepte Selim Sabit Efendi, üzerinde en fazla tesire sahip olan hoca
idi. Okulun kadrosunda belâgat-i Arabiyye hocası Abdurrahman Süreyya ile
elfiyye ve fıkıh hocası Müderris Esat Efendi gibi devrin tanınmış hocaları da
vardı. İstanbul’da medrese derslerine devam etti. 1904’te
Mekteb-i Hukuk’a giren Rifat Bey dört sene sonra da başarıyla mezun oldu.[35]
1901’de Feyziye Rüştiye’nde başlayan
meslek hayatı 1946’da emekli oluncaya kadar devam etti. Hayatı boyunca her
zaman “Muallim” sıfatını kullanmayı tercih etti. Çeşitli okullarda Arapça,
Farsça, coğrafya, Türkçe, tarih, akaid ve ceza hukuku derslerini verdi. Vefa
Îdadisi’nde görevli iken 4 Nisan 1915’te Âsâr-ı Îslâmiyye ve Milliyye Tetkik
Encümeni üyesi seçilmiştir. 18 Haziran 1928’de emeklilik için verdiği dilekçe
23 Haziran 1928’de kabul olmuştur. 1930’da[36]
Îlahiyat Fakülesi’nde görev alana kadar farklı yerlerde çalışmıştır.[37] 1938’de yazdığı bir dilekçede
profesörlük unvanı talep etse kabul olunmamıştır. 1940[38]
ve 1941’deki[39] bir arşiv kaydına
göre yaş haddine takılsa da özel izinle görevine birer yıl daha devam eder.
1946’da memuriyete dönmek için dilekçe vermiştir. Dilekçeye göre beş sene daha
küçük olduğu iddiası vardır. Ayrıca üniversite reformu yüzünden mağduriyet
yaşamıştır.[40]
Kendi yazdığı bir hal tercümesinde,
Maarif Vekâleti’nde çalıştığı yıllara ilişkin önemli bilgilere ulaşılıyor. Buna
göre Rifat Bey meslek hayatı boyunca bir defa bile ceza almamış, bir gün bile
kadrosuz kalmamıştır. Resmi kayıtlarda ceza olarak görünen iki vaka vardır.
Bunların asıl sebepleri şöyle verilmiştir. Birincisi Unkapanı Rüştiyesi Müdürü
Osman Bey ile aralarında geçen bir olaya dayanır. Osman Bey mektebin Farisi
dersini kendi vermek istemiştir. Hâlbuki Farsça bilmiyordur. Bu durum
müfettişler eliyle teyit edilince yerine Rifat Bey tayin olur. Osman Bey’in
asıl garazı bu olmakla beraber oğlunu da okulda vazifeye almak istemektedir.
Osman Bey Rifat Bey hakkında “göreve gelmiyor, aksatıyor” konulu dilekçelerle
Rifat Bey’i üç defa şikâyet eder. Rifat Bey’e göre bu, Osman Bey’in
iftirasıdır. Dahası Osman Bey’e göre Rifat Bey şahsına gelen ihtar yazılarını
yırtarak başka bir kabahat yapıyordur. Rifat Bey’in suçu katlanmıştır. Rifat
Bey’in hakkındaki bu suçlamalara inanan Rüştiye Mektepleri Müdürü Celal Bey de
şikâyetçi olur. İş daha da ciddileşmiş ve Meclis-i Maarife taşınmıştır. Rifat
Bey savunmasında bunların iftira olduğunu iddia etse de azli[41] yönünde karar çıkarılır.[42]
İkinci vaka şöyledir. Rifat Bey,
Darülmuallimin’de iken okul müdürü Sadrettin Bey ile araları oldukça iyidir.
Mektebin müdüriyetine Satı Bey geldiğinde ise birtakım ayrı düşmeler olur. Okul
üniforması ve talebenin namaz kılma mevzuu konusunda Rifat Bey müdür ile zıt
fikirlere sahiptir. Müdür, okul üniforması yerine sivil kıyafete geçilmesini ve
artık namazı sadece isteyenlerin kılmasını şart koyacaktır. Rifat Bey’in bu
kararlara itirazı vardır. Anlaşamazlar. Satı Bey’in kararı Rifat Bey’i kadrosuz
bırakmak olacaktır.[43]
Rifat Bey’in mesleki geçmişini
özetleyen çizelge aşağıdaki gibidir:[44]
Çizelge: Rifat Bey’in Memuriyet
Yılları
Vazifede olduğu kurum |
Çalışmada kaldığı süre |
Maaşı |
Verdiği Dersler |
Feyziye Rüştiyesi |
1 Şubat1316-16 Eylül 1317 |
94 kuruş |
Farisi |
Unkapanı, Fevziye ve Beşiktaş
Rüştiyeleri |
17 Eylül 1317-31 Kanunisani 1318 |
394 kuruş |
Farisi |
Fevziye ve Beşiktaş Rüştiyeleri |
1 Şubat 1318-18 Nisan 1319 |
244 kuruş |
Farisi |
Feyziye Rüştiyesi |
19 Mayıs 1319 -30 Teşrinievvel 1324 |
94 kuruştan 188 kuruşa yükseldi |
Farisi |
Feyziye Rüştiyesi |
1 Teşrinisani 1324 -9 Şubat 1325 |
200 kuruş |
Coğrafya |
Darülmuallimin-i İbtidai mektebi |
15 Şubat 1324-30 Haziran 1325 |
320 kuruş |
Tarih ve Coğrafya |
Darülmuallimin-i İbtidai Mektebi/Üsküdar İdadisi |
1 Temmuz 1325 - 25 Teşrinievvel 1325 |
440 kuruş |
Tarih /Türkçe |
Darülmuallimin/Üsküdar İdasisi |
26 Teşrinievvel 1325 - 28 Teşrinievvel 1325 |
620 kuruş |
Arabi/Türkçe |
Vefa İdadisi |
29 Teşrinievvel 1325 - 31
Kanunievvel 1333 |
Önce 500 kuruş sonra artarak 1200
kuruş |
Arabi |
Üsküdar İdadisi |
1 Kanunisani 1334 - 31 Ağustos 1335 |
1500 kuruş |
Arabi |
Kabataş Sultanisi |
1 Eylül 1335 - 20 Eylül 1335 |
750 kuruş |
Akaid |
Kabataş Sultanisi/Medresetü’l Kuzat |
21 Eylül 1335 - 17 Teşrinievvel 1335 |
1350 kuruş |
Akaid/Kanun-i Ceza |
Kabataş Sultanisi/Medresetü’l
Kuzat/İstanbul Kız Muallim Mektebi |
18 Teşrinievvel 1335 - 6 Kanunisani
1336 |
2350 kuruş |
Akaid / Kanun-i Ceza/Arabi |
Kabataş Sultanisi/Medresetü’l
Kuzat/Vefa İdadisi |
7 Kanunievvel 1336 - 31 Ağustos
1338 |
|
Akaid / Kanun-i Ceza |
Gaziosmanpaşa Orta Mektebi/ Vefa
İdadisi/ Medresetü’l Kuzat |
1 Eylül 1338 9 Eylül 1338 |
2850 kuruş |
Akaid / Arabi / Kanun-i Ceza |
Gaziosmanpaşa Orta Mektebi/ Vefa
Sultanisi/ Medresetü’l Kuzat |
15 Eylül 1338 - 31 Kanunisani 1339 |
|
Arabi / Arabi/ |
Kabataş İdadisi / Medresetü’l Kuzat |
1 Şubat 1339 - 12 Şubat 1340 |
|
Akaid (?) / Kanun-i Ceza |
Kız Muallim Mektebi / Medresetü’l
Kuzat |
13 Şubat 1340 - 16 Şubat 1340 |
1600 kuruş |
Arabi / Kanuni Ceza |
Kız Muallim Mektebi / Medresetü’l
Kuzat / Erkek Muallim Mektebi |
17 Şubat 1340 - 30 Mayıs 1340 |
|
Arabi / Kanuni Ceza / Arabi |
Kız Muallim Mektebi / Erkek Muallim
Mektebi / Darülfünun İlahiyat Fakültesi |
1 Mayıs 1340 - 31 Ağustos 1340 |
|
Arabi / Arabi / Arabi |
Erkek Muallim Mektebi / Darülfünun
İlahiyat Fakültesi |
1 Eylül 1340 - 31 Eylül 1340 |
|
Arabi / Arabi |
Darülfünun İlahiyat Fakültesi |
1 Teşrinievvel 1340 - 30
Teşrinisani 1926 (1342) |
3000 kuruş |
Arabi |
Darülfünun İlahiyat Fakültesi /
İstanbul İmam Hatip Mektebi |
1 Kanunievvel 1926 - 13 Eylül 1927 |
4700 kuruş |
Arabi / Ruhiyat ve Ahlak |
Darülfünun İlahiyat Fakültesi |
1 Eylül 1930 - 31 Ağustos 1931 |
|
Arapça |
İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi İslam Tedkikleri Enstitüsü |
1 Ağustos 1933 - 13 Temmuz 1943 |
Yıllara göre değişiyor. |
Arapça |
Kesin emeklilik. |
1 Ağustos 1943 |
32 lira 16 kuruş. |
|
Kilisli Rifat Bilge portresine dair
talebesinin şahitliğinde bilgiler elde etmek mümkündür. Buna göre yumuşak
huylu, alçak gönüllü, ince esprili, iyi yürekli ve güleç yüzlü bir insandır.
Arapçayı talebelerine öğretmek için çırpınan, bunu kendine dert edinen tabiatta
birisidir. Boyu çok uzun olmasa gerektir. Yaşamının sonlarına doğru saçlarına
ve bıyıklarına kırlar düşmüştür. Yaşlı görünümlü sevimli bir hocadır. Dört
mevsim siyah ceket giyer ve beyaz kolalı yakasında papyonlu kravat takıyordur.[45]
Rifat Bey’in elsine-i selaseye yani
Arapça, Farsça ve Türkçeye vakıf olduğu bilinen bir gerçektir. Onun dil
macerasının başlangıcı, eğitim yıllarının başlarında şekillenmiştir. Az bilinen
bir Fransızca hikâyesi vardır. Rüştiye’de iken bir Ermeni mektebinde Fransızca
öğrenme isteği vardır. Ne var ki orayla iltisaklı olanlar, gâvur olmakla suçlanıyordur.
O zaman bu merakı akim kalır. Darülmuallimin’de iken haftada iki saat Fransızca
dersi sayesinde biraz öğrenebilmiştir. Sözlük yardımıyla tercüme edebilmesi
Fransızca konusundaki en üst yeteneği olmuştur. Mezuniyetten sonra Fransızca
faslını kapatır. Çünkü hiçbir zaman bir Fransız kadar Fransızcaya vâkıf
olamayacaktır. Diğer tarafta ise karşısında keşfedilmeyi bekleyen bütün bir
İslam eserleri vardır. Şarkiyat ile meşgul etmeyi tercih eder.[46]
Kilisli Muallim Rifat Bey’in Arapça
ve Farsçadaki uzmanlığı apaçıktır. Şark dünyasının kitapları ve ilimleri
araştırılmayı bekliyordur. Bu uğurda yüz bine yakın kitap elinden geçmiştir. Bu
çalışmalarında maddi kazanç elde edemese de ruhen mest olmuş ve doymuştur.[47]
Rifat Bey’in vatanperver yönünü
görmek de mümkündür. Kilis işgal edildiğinde[48]
Rifat Bey İstanbul’dadır. Gelen haberlere üzülür, yüreği sızlar. Kilis’in
haline yanar ve ağlar. Üzüntüsü ona bir Kilis manzumesi yazdırır. Bu manzume
Kilis’te okunsun, Kilis halkına cesaret versin ister. Alâeddin Yavaşça bu gazeli
bestelemiş, Sait Dilmen ise bir tahmis yazmıştır. Manzume şudur[49]:
GAZEL
Kilis mehd-i vücudum, mevlidim, ilk
aşiyanımdır
Kilis bağım, baharım, cennetim,
ârâm-ı canımdır
Türâbı amberim, miskim, taşı yakutum,
elmasım,
Suyu ab-ı hayatım, evleri kasr-ı
cinanımdır
Ricâli ehl-i irfandır, nisâsı hûr-i
dünyadır
Çocuklar akl-ı evveldir, Kilis başka
cihanımdır
Zümürrüttür bütün dağlar, muattardır
bütün yerler Kilis dünyada bir tane makam-ı dilistânımdır.
Uzak düştüm fakat gönlüm Kilis’ten
çıkmadı Rifat Kilis pek sevgili annem ..Kilis rûh-i revanımdır.
Kilisli Muallim Rifat Bey’in
makaleleri bu bölümde genişçe ele alınıyor. Anılar ve insanlar adı
altında kitaplaşan bu makalelerde Rifat Bey’in fikir serencamı ve uzun yıllara
yaydığı mesaisini görmek mümkündür. Diğer taraftan tanıştığı ünlü ya da
kudretli insanlara ait hatıraları da yer alır.
Bu bölümde
Rifat Bey’in gerek tercümesi gerekse tashihi[50] yönünde katkıda
bulunduğu eserlere dair makaleleri incelendi.
Kâtip Çelebi’nin Keşfu’z Zunûn’u[51]
Rifat Bey bu makalesinde neşrine
katkıda bulunduğu Keşfu’z zunûn’a dair tafsilat vermektedir. Keşfu’z
zunûriun neşri için üç kişilik bir komisyon kurulmuştur. İsmail Saip
(Sencer)[52] neşir faaliyetinin başında
vefat eder. Rifat Bey ve Şerefettin Bey birinci cildi beraberce çıkarır.[53] 1942’de Diyanet İşleri
Riyaseti’ne Şerefettin Bey’in intihap etmesi sebebiyle ikinci cildin
hazırlanmasında iş, Rifat Bey’e kalır. Şerefettin Bey son tashih için söz
vermiştir. Kilisli Rifat Bey yaptığı çalışmaları Şerefettin Bey’e havale eder.
Şerefettin Bey’in yapacağı iş düzeltilmesi gereken yerleri düzeltmek ve Rifat
Bey’in yaptığı küçük hataları gidermektir.[54]
İkinci cilt de bu şekilde çıkar.[55]
Rifat Bey, bu yazısını bir nevi
tarihe not düşmek için yazmıştır. Eserin hazırlanmasında “meşagil-i mühimmesi”
arasında Keşfu’z zunûn çalışmalarından geri kalmayan Şerefettin Bey’e
teşekkürlerini iletmek, gayretlerini takdir etmek gayesi sezilmektedir.[56]
Evliya Çelebi ve Ahkamı Kuran Tabı
Bu makale Seyahatname'nin
basımına ilişkindir.
Kilisli Muallim Rifat Bey, Evliya
Çelebi Seyahatnamesi'ni bastırmayı düşünen ilk kişinin Necip Asım
Yazıksız[57] olduğunu iddia eder. Necip
Asım Bey kütüphane kütüphane dolaşsa da Pertev Paşa’daki nüshadan başkasını
bulamaz. Beşirağa ve Topkapı Sarayı’ndaki nüshalara o sıralar ulaşmak pek
mümkün olmadığından Pertev Paşa nüshası basılır. Pek tabii olarak nüsha
farklarının olmadığı bir çalışmadır.[58]
İkdam Matbaası’nda Seyahatname'nin
ilk altı kitabı çıktıktan sonra matbaa tatil edilmiştir.[59]
Rifat Bey, işin niye yarım bırakıldığını İkdamcı Ahmet Cevdet Bey’e sual eder.
Aldığı cevap şöyledir;
“bu işten müteessirim ne çare ki
sansür üzüntüsünden böyle yapmaya mecbur oldum”.[60]
Türk Tarih Encümeni Seyahatname'nin
tamamlanması için Rifat Bey’i vazifelendirir. Yedinci ve sekizinci cilt Pertev
Paşa nüshası esas alınarak hazırlanır.
Bu makalede Ahkâmü’l Kuran"
ın basım süreci hakkında bilgi veriliyor.
Evkaf Nazırı Hayri Bey’in37
Evkaf Nezareti’ne bağlı olarak bir matbaa38 teşebbüsü olur.
Komisyon, Cessas’ın39 Ahkâmü’l Kurariını basmaya karar verir.
Tabı ilk yapılacak eser bu olacaktır. Eserin tashihi için Hisar Mebusu Kâmil
ile Halep Mebusu Şeyh Beşir Gazzi seçilir. Rifat Bey, bu komisyondaki üçüncü
üyedir. Rifat Bey’in komisyona seçildiğinden haberi olmamıştır.40
Neşir çalışması için komisyona bir
yer tahsis edilir. Kitabın altı nüshası vardır ve neşir için en uygun nüsha
belirlenecektir. Bir nüsha esas edinilecektir. Rifat Bey nüsha farklarının
gösterildiği usulün tatbik edilmesini tavsiye eder. Şeyh Beşir, bu usulü “İslam
âleminde tatbik edilmez, acizlik göstergesidir” deyip kabul etmez. Tatbik
edilecek yol sayfa sayfa okuma yapmaktır. Rifat Bey’in yöntemi
uygulanmayacaktır. Farklı kelimeler bir cetvelle gösterilecek, doğru kelime
için başka ana kaynaklar incelenecek, doğrusu bulunacak ve sebebi yazılacaktır.
En nihayetinde bir değerlendirme yapılacak ve ortak kararla metin tesis
edilecek. Yani tüm nüshaların ortak doğrularında birleştirilecek bir metin
tesis edilecektir. Diğer taraftan bütün bu okuma ve düzeltmeleri Rifat Bey’in
tek başına yapması icap edecektir. Zira diğer iki üye vekildir ve meclis
işlerinin aksatılmaması gerektir. Burada en net anlaşılan durum işin neredeyse
tamamının Rifat Bey’e yıkılması ve Rifat Bey’in de ifade ettiği gibi bu usulün
oldukça zor ve uğraştırıcı olmasıdır. Rifat Bey, kendisine gösterilen teveccüh (ve
muhtemelen gayretkeşliğinden) çalışmalara devam eder. Kâmil Efendi beş altı
oturum sonrasında işlerinin çok olması bahanesiyle ayrılır.[61]
Şeyh Efendi ise Rifat Bey’e fazlasıyla güvenmektedir. İstediği tashihi yapmada
onu serbest bırakır. Birinci cilt bittikten sonra Şeyh Efendi de Halep’e döner.
Gidişinden evvel Evkaf Müsteşarı Münir Bey’e karşı Kilisli Rifat Bey’e
iltifatlar yağdırır. Onun her kitabı hakkıyla tashih edecek yeteneğe sahip
olduğunu belirtir. Münir Bey de aynı minvalde mukabele ederek Rifat Bey’i
takdir ettiğini beyan eder. Şeyh Efendi son olarak çalışmaların aksatılmamasını
ihtar eder.[62]
Şeyh Efendi Halep’ten geri dönmez.
Halep’te müftülük yapmış ve bir süre sonra vefat etmiştir. Arap edebiyatına
vakıf, muhaddis ve müfessir yönü olmakla beraber Türkçe konuşması da iyidir.[63]
Kilisli Rifat Ahkâmü’lKuran"ın
ikinci cildini bitirir.[64] Üçüncü cilde de
başlar. Ancak nezaret içinde matbaa karşıtlığı da başlamıştır. Rifat Bey’in
tafsilatı burada bitiyor. Üçüncü cildin akıbeti hakkında burada bir şey öğrenilemiyor.[65]
Divanu Lügati’t Türk ve Emiri Efendi
Bu makale Divanu Lügati ’t Türk’ün
bulunuş hikâyesini anlatır.
Makalenin giriş kısmı Ali Emiri
Efendi’nin[66] tanıtılmasıyla başlar. Divanu
Lügati ’t Türk’ün keşfedilmesi bir büyük olay olarak kabul edilecekse bunun
şüphesiz en büyük esas kişisi Ali Emiri Efendi olmalıdır. Emiri Efendi
Divanyolu’nda Karababa Sokak’ta bulunan Diyarbakır kıraathanesinin muteber
müşterilerindendir. Onun akşam başlayan sohbetleri gece yarılarına kadar sürer
ve Emiri Efendi hanesine istirahate çekilirdi. Rifat Bey’e göre o bekâr olduğu
için kendisini kitap okumaya vakfetmişti. Emiri Efendi’nin ilgi alanı Osmanlı
tarihi yoğunlukluydu. Hafızası kuvveti olup okuduklarını unutmazdı. Ezberinde
yüz bin Türkçe beyit vardı. Bunu Rifat Bey kendince test etme imkânı da
bulmuştu. Emiri Efendi’nin ilgi duyduğu alanlardan biri de biyografilerdir.
Emiri Efendi İslam hükümdarlarını, âlimleri ve şairleri yazardı.[67]
Rifat Bey, Emiri Efendi’nin edebiyat
ve tarih alanındaki birikiminden faydalanmak için kıraathanede onu dinler ve
onun ders halkasına katılırdı.[68] 1912 yılında bir gece
kıraathanede yine bir sohbet ortamı vardır.[69]
Tam tarihi bilinmeyen o gecede konuşulanlar ve Emiri Efendi’nin heyecanlı
sözleri tarihe damgasını vuracak cinsten şeyler olacaktır. Emiri Efendi,
meclistekilere Divanu Lügati ’t Türk isminde bir kitap görüp
görmediklerini sorar. İlk cevabı veren Kilisli Muallim Rifat Bey’dir. Kâtip
Çelebi’nin Keşfü’z zunûriunda bu eserden bahsettiğini söyler.[70] Diğerleri arasında da ancak
duyanlar vardır. Emiri Efendi’nin sorduğu soru bu defa ona yöneltilir: Peki,
Emiri Efendi kitabı görmüş müdür? Bu esnada belli doz bir heyecan ve merakın
olduğu anlaşılıyor. Emiri Efendi gevrek gevrek gülüp bu soruya cevap verir.
Evet görmüştür. Emiri Efendi bırakın görmeyi basbayağı kitabın sahibi olduğunu
söyler.[71]
Kitabın keşfedilme hikâyesi şöyledir.
Emiri Efendi’nin haftada birkaç defa sahaflar çarşısına[72]
uğraması mutat olarak yaptığı eylemlerdendir. Kitapçı Burhan Bey’in[73] yanına uğradığında ona “bir
şey var mı?” diye sorar. Bu soru kıymetli bir eseri kastederek sorulmuş olsa
gerektir. Burhan Bey’in elinde değerli bir parça vardır. Sahibi otuz lira bedel
istiyordur. Kitap geleli bir hafta olmuştur ve bir gün daha satılmazsa sahibine
iade edilecektir. Kitabın muteber müşterilerinden olan Maarif Nezareti[74] kitaba on liradan fazla değer
biçmediği için satılması mümkün olmamıştır.[75]
Emiri Efendi kitabı eline ilk aldığında ona hayran kalır. Esasen otuz bin lira
değer biçilse yeridir. Kitapçıya değerini belli etmemek için eser hakkında
olumsuz sayılacak bir iki husus zikreder; müellifi namı bilinmez bir
Kaşgarlı’dır, dağınık bir eserdir ve belki de eksikleri vardır. Asıl düşündüğü
ise bunun benzersiz bir Türk kamusu ve grameri olduğu yönündedir. Burhan Bey’e
on beş lira teklif etse de bu kabul görmez.[76]
Zira sahibi olan hanım, kitabı Maliye Nazırı Nazif Bey’den alırken en aşağı
otuz liradan satması tembihlendiği için bu şekilde fiyatlamıştır. Kadının
paraya ihtiyacı olunca kendisine dendiği gibi otuz liradan satışa koymuştur.
Mevzu hepsi hepsi bu kadardır. Emiri Efendi işin bu kısmını öğrenince kitabı
almayı derhal kabul eder.[77] Ancak yanında on beş lirası
vardır ve geri kalanı nasıl tamamlayacağını düşünür. Sanki o vakit kitabı
almasa kitap başkasına satılacaktır. Bir nevi kuruntu yapar. Karşısına bir
dostu çıkması için dua eder. Darülfünun edebiyat muallimlerinden dostu Faik
Reşat Bey’e denk gelir. Ondan yirmi lira istese de o an Faik Reşat Bey’in
yanında o kadar yoktur. Eve gidip on lira daha tedarik ederek Emiri Efendi’ye teslim
eder parayı.[78] Üç lirası Burhan Bey’e bahşiş
olmak
üzere otuz üç liraya mesele
hallolmuştur.[79] Emiri Efendi ile ahbabı
çarşıdan çıktıkları halde Emiri Efendi’nin gözleri arkadadır. Ya Burhan Efendi
pişman olur da kitabı geri ister diye hafiften korkuyordun[80]
Neyse ki bu kaygısı yersiz çıkar.[81]
Emiri Efendi öyle heyecanlıdır ki eve
geldiğinde yemek yemeyi unutur ve kitapla ilgilenir. Birkaç saat vakit geçirir.
Kitap ona göre bütün bir Türkistan’dır. Türklerin tarihteki en büyük kitabı
olmasının yanında bir sembol olma tarafı da vardır. Hakiki kıymeti paha
biçilemezdir. Yusuf peygamber az bir akçe ile satıldıktan sonra Mısır’da
kıymeti anlaşılınca yüksek bir meblağdan satıldı. Divanu Lügati’t Türk
de Burhan Bey’den Emiri Efendi’ye az bir ücretle satıldı. Emiri Efendi, kitabın
kıymetini bu şekilde örneklendirir.[82]
Emiri Efendi kitabı aldıktan sonra
kitap hakkında her tanıdığıyla konuşur olmuştur. Kitabın medhini yapar. Ziya
Gökalp, o sıra bu hadiseden haberdar olur. Kitabı ilk elden görmek istese de
Emiri Efendi tarafında müsaade çıkmaz. Araya hemşerileri olan Diyarbakır
mebuslarını katsa da Emiri Efendi rıza göstermez. Aradan bir müddet geçtikten
sonra Emiri Efendi Rifat Bey’i davet eder. Kitabı Rifat Bey’e açar ve onun
okumasını rica eder. Rifat Bey’in ilk değerlendirme cümlesi Emiri Efendi
tarafından takdir görür: “Cenabı Hak neşrini nasip etsin”, demiştir.[83] Emiri Efendi,
neşrin olması halinde tashihini Rifat Bey’in yapacağını söyler.[84]
Emiri Efendi’nin kitap hakkında bir
iki endişesi vardır. Bir kere kitap parçalı bir yapıya sahiptir; yaprakları
karışık, başı sonu belirsiz, sayfa numaraları sorunlu ve belki de kitap bütün
olarak biraz eksiktir. Bu durum Emiri Efendi’yi mahzun etmektedir. Rifat
Bey’den her gün bu kitap için iki saat çalışmasını ve kitabın tanzimini
yapmasını ister. Rifat Bey, tabii ki bu teklifi kabul eder ve iki ayda kitabı
üç defa baştan sona okur. Eserin düzenlemelerini yapar, sayfaları
numaralandırır. Emiri Efendi yapılan işten mesrurdur ve bir kere de beraberce
kontrolünü sağlarlar. Kitap aşağı yukarı tanzim edilmiştir. Emiri Efendi
mükâfat olarak Rifat Bey’e evinin bir kısmını vermeyi, hibe etmeyi, teklif
eder. Rifat Bey ise eserin neşri mümkün olduğunda ödülünü alacağını söyler.
Emiri Efendi ise bu konuda sabırlı olunmasını ister.[85]
Rifat Bey’in anladığına göre devletlü zatların bir ricası olursa neşir ancak
mümkün olacaktır. Zira Emiri Efendi, kudretli kişilerin iltifatlarını önemseyen
birisidir.[86]
Bu arada Ziya Gökalp kitabı görmek
için daha da ısrarcı davranmaya başlamıştır. Madem Rifat Bey kitabı görmüştür
acaba kendisinin de görme imkânı var mıdır? Neşrini yapmak konusunda ne
yapılabilir? Rifat Bey bunun için bir çözüm tasarlamıştır ve ancak Ziya
Gökalp’in kudreti yardım edebilir. Plan şu şekildedir. Emiri Efendi Talat
Paşa’yla karşı karşıya gelecek, Talat Paşa Emiri Efendi’ye iltifatlar edecek ve
Divanu Lügatit Türk’ün neşri için onun gönlünü alacaktır. Ziya Gökalp’in
yapması gereken ise bu kişileri tesadüfmüş gibi bir yerde buluşturmak ve
birbirleriyle temas etmesini sağlamak olacaktır. Adliye Nazırı İbrahim
Efendi’nin konağında iftar vesilesiyle bir buluşma gerçekleşecektir. Hikâyenin
özünde Emiri Efendi hürmet görmüş (o kadir tazim gösterilmiştir ki 33 defa
estağfurullah çekmiştir) ve konuklar Emiri Efendi’nin karşısında bir müddet
ayakta durmuşlardır. Sohbetin bir yerinde söz Divanu Lugatit Türk’e
gelince Talat Paşa malumat almak istemiş, Emiri Efendi ise memnuniyetle
anlatmıştır. Emiri Efendi’nin anlattıkları karşısında mest olan dinleyiciler,
Emiri Efendi’yi bu kitaba sahip olduğu için tebrik etmişlerdir. Talat Paşa
kitabın başına Emiri Efendi’nin adı yazılması kaydıyla kitabın neşrinin
yapılmasını teklif eder.[87] Emiri Efendi iki şartla neşrin
olmasını kabul edecektir. Öncelikle kitabı Kilisli Muallim Rifat Efendi alacak
ve tashihini o yapacaktır. Zira Rifat Efendi’nin bu konuda ihtimamı vardır.
Diğer taraftan kitap Rifat Bey’de kalmalı ve kimseye verilmemelidir. Bu şartlar
kabul edilir. Talat Paşa ona mükâfat kabilinden devlet makamlarında valilik,
nazırlık vs. teklif eder. Emiri Efendi için bunların bir önemi yoktur.[88]
Emiri Efendi Rifat Bey’e kitabı verir
ve kitabın neşir çalışmaları başlar.[89]
Rifat Bey kitabı teslim aldığı ilk gün bir kopyasını çıkararak Maarif
Nezareti’ne teslim eder. Kitabın basımı için dört personel görevlendirilmiştir.
Aradan üç gün geçtikten sonra Emiri Efendi’ye üç yüz lira hediye Rifat Bey
aracılığıyla takdim edilmiş[90] ancak Emiri Efendi bunu kabul
etmemiştir. Kitabın kısım kısım neşri başlamıştır ve Rifat Bey’i bir müddet
sonra bir korku kaplar: kitap nasıl muhafaza edilecektir? Kitabın bir kopyası
yoktur, fotoğrafını aldırmak (taramak gibi anlaşılıyor) imkânı da kabil
değildir. Kitap, biricik olduğu için başına gelebilecek tüm olumsuzluk
ihtimalleri onu endişelenir. Kitabın muhafazası için nereye başvurduysa da bir karşılık
bulamamıştır. Kimse bu sorumluluğu almak istemez. Rifat Bey, kitabı kendi
aldığı sağlam bir çantada korumayı en sağlıklı yöntem olarak bulur. Çocuklarına
bu eseri muhafaza etmenin her şeyden daha çok kıymetli olduğunu telkin eder.
Kendi ifadesine göre bir buçuk sene sorunsuz bir şekilde emaneti saklamıştır.[91]
Kitabın birinci cildi çıkmış,
ikincisi de yarılanmıştır. Emiri Efendi, bir gece kıraathanedeyken Rifat
Bey’den kitabı geri ister. Gerekçesi ise yabancı kökenli bir şarkiyatçının
kitabı görmek için Emiri Efendi’ye ricacı olmasıdır. Kitabı pek beğenen bu
müsteşrik, kitabın aslını incelemek arzusundadır. Emiri Efendi kitabı bir gün
sonra alacak ve o gün içinde Rifat Bey’e teslim edecektir. Anlaşma bu şekilde
olur. Rifat Bey gerekçenin yalan olmadığına inanarak kitabı teslim eder. Birkaç
senelik dostlukları boyunca Emiri Efendi’nin yalanına şahit olmamıştır. Rifat
Bey olması gerektiği gibi kitabı verince Emiri Efendi artık ona kitabı geri
vermeyeceğini söyler. Rifat Bey’in anlatımına göre kitap, Emiri Efendi’nin
kullanacağı bir koz olacaktır. Onun da özel bir gayesi vardır. Emiri Efendi,
muhasebe memuru olan çok yakın bir akrabasının haksız yere azledildiğini iddia
eder. Bu haksızlığın giderilmesi için bu yola başvurmak yoluna gitmiştir. Rifat
Bey’den kitabı almak için de müsteşrik hikâyesini uydurmuştur. Eğer Maarif
Nazırı Şükrü Bey gerekli adımı atmazsa- akrabasının göreve geri dönmesi
kastediliyor- ölümü göze alarak kitabı sobada yakmayı düşünmektedir. Rifat Bey
sorunun çözümü için Şükrü Bey’e gider. Şükrü Bey’in Rifat Bey’e söyledikleri
yenilir yutulur cinsten değildir. Rifat Bey’e ahmakların ahmağı, dirayetsiz,
değil muallim kapıcı bile olamazsın şeklinde can sıkıcı sözler sarf eder. Rifat
Bey, Şükrü Bey’den umudunu kesmiştir ve kendi gayretleriyle Maliye Müsteşarı
Tahsin Bey’e mevzuyu anlatır. Ertesi gün Rifat Bey’i memnun edecek haber Tahsin
Bey tarafından verilir. Emiri Efendi’nin akrabası olan kişi görevine iade
edilir. Gerçekten de ortada bir yanlışlık olmuştur. Emiri Efendi haberi
doğrulayınca kitabı Rifat Bey’e verir. Rifat Bey’in burada haklı olarak Şükrü
Bey’e sitemi vardır. Olayın çözülmesi sonrasında en azından küçük bir jest
yapıp gönlünü almasını beklemiştir. Böyle bir şeyin olmaması Rifat Bey’i epey
üzmüş olmalıdır.[92]
Kitabın tıpkıbasımı Rifat Bey
tarafından üç kısma ayrılmıştı. Rifat Bey kitabın takımlarını ayarlamış, Arapça
harekeleri düzenlemiş, lügat ilavesi yapmıştır. İddiasına göre kitap aslına
uygun çıkmıştı. Ancak kitabın basıldığı matbaa yeterli derecede kaliteli
değildi. Harflerin iyi çıkmaması ve basımın uzun sürmesi gibi problemler vardı.
İlk iki cildin bu sıkıntılarına binaen üçüncü cildin daha iyi çıkması için
Rifat Bey’in matbaaya müdahalesi olur.[93]
Matbaa üçüncü cildi çıkaramadan arızalanır. Rifat Bey’in müdahalesi makineleri
arızaya uğratmıştır. Maarif Vekili Şükrü Efendi’nin devreye girmesiyle matbaa
tarafındaki sorunlar hallolur.[94] Tıpkıbasım çıkınca
Rifat Bey’e kitabı tercüme etmesi yönünde bir teklif sunarlar. O teklifi kabul
eder. Rifat Bey bunun için yirmi iki defter tutacak bir çalışma yapar.
Tercümenin bitimi Birinci Cihan Harbi sonuna denk gelmiştir ve zaten encümen de
dağılmıştır. Rifat Bey, yaptığı çalışma için bir müddet bekler. Filozof Rıza
Tevfik Bey maarif nazırlığına getirilince çalışmalarını ona sunmak gayesiyle
makamına gider.[95] Rıza Tevfik Bey defterlerin
neyi ihtiva ettiğini sorunca Divanu Lügatit Türk tercümesi olduğu
karşılığını verir. Rifat Bey eski nazır görevinden ayrılsa bile makamın baki
olduğunu ve bu sebeple kendine verilen görevi hakkıyla yerine getirdiğini
söyler. Rıza Tevfik Bey, Kilisli Rifat Bey’in bir mantıkçı gibi konuştuğunu
söyler. Rifat Bey ise Kilis’in mantığın beşiği olduğunu söyleyerek kendine de
bir pay bırakır.[96]
Rifat Bey defterlerin karşılığı
olarak 120 lira ücret alabilmiştir. Bu meblağın birkaç katı değere sahip olduğu
fikri varsa da maddi yetersizlikler bu kadarına imkân vermiştir. Tercüme,
heyetlerin incelemesinden sonra Darülfünun kütüphanesine sevk edilir. Rifat Bey
kendi eserini ara sıra gidip inceleme imkânı da buluyordur.[97]
Rifat Bey bir gün bir gazete haberine
rastlar.[98] Büyük Millet Meclisi, Divanu
Lügatit Türk'ün tercümesi için Samih Rıfat Bey ile Mehmed Akif’e biner
lirayla vazife vermiştir. Rifat Bey kendi tercümesinin faydalı olacağını
düşünerek Samih Rıfat Bey’le temasa geçer. Arzusu, eserin neşrinde kendi
isminin de yer almasıdır. Samih Rıfat Bey bir hafta kadar sonra bir mektupla
Kilisli Rifat Bey’e adeta bir müjde vermektedir. Kilisli Rifat Bey’in
tercümesini Mehmed Akif Bey’le okumuşlar ve pek beğenmişlerdir. Yeni bir tercümeye
ihtiyaç olmamakla beraber Rifat Bey’in yirmi iki defteri aynen bastırılacak ve
Rifat Bey’e telif hakkı verilecektir.[99]
Reşit Galip Bey’in maarif vekili
olduğu dönemde[100] bir kere daha Rifat Bey’e
tercüme için teklif gönderilir. Bu, Rifat Bey’in en baştan hazırladığı ikinci
girişim olmalıdır. Reşit Galip Bey kitabın aynı baskısı yerine kısmi
değişiklikler içeren (harf kurallarının çıkarıldığı ve Latin alfabesine göre
alfabetik olan) bir hal alması taraftarıdır. Rifat Bey’e Türkiyat dairesinde
(Türkiyat Enstitüsü?) bir yer tahsis edilir. Dil Encümeni’nin başkâtibi olan
Ruşen Eşref Bey, kolaylık olması adına Kilisli Rifat Bey’e zamanında Rifat
Bey’in yaptığı tercümesini gönderir. Burada yirmi iki defter halinde yazılan
tercüme kastedilse de Rifat Bey’e gelen nüshalar kusurlu ve işe yaramazdır.
Ayrıca Rifat Bey’e göre bunlar kendi tercümesi değildir.[101]
Rifat Bey bunların kendi eserinin kötü bir kopyası olduğu kanaatindedir.[102] Asıl defterlerin nerede
olduğunu sorar. Bunu bilecek kişi Samih Rıfat biliyor olmalıdır. Samih Rıfat
defterlerin Atatürk’ün hususi kütüphanesinde olduğunu söyler. Atatürk,
defterlerin bir kopyası olduğunu duyunca[103]
defterleri hususi kitaplığına dâhil etmiştir. Defterleri Atatürk’ten istemek
cüreti de mümkün değildir.[104]
Rifat Bey, ifadesine göre ikinci
tercümede yol almaya başlamış ve bitirmek üzere iken Reşit Galip Bey’den bir
mektup alır.[105] Reşit Galip, tercüme
notlarının daktilo ile yazılması gerektiğini ve o şekilde tesliminin mümkün
olacağını söyler. Rifat Bey’e daktiloda yardım edecek bir yardımcı personel
(Caferoğlu Ahmet Bey) bulunur. Yapılan daktilonun Brockelmann’ın eseriyle
kıyası da istenir. Eserin aslı Almancadır ve Rıfat Bey’in Almancası olmadığı
için bu kısmı da Caferoğlu Ahmet Bey’e bırakır.[106]
Aradan bir müddet geçince[107] İbrahim Necmi (DİLMEN) Bey
Dolmabahçe sarayına Rıfat Bey’i çağırır. Divanu Lügati’t Türk'ün yeniden
tercümesi projesinden bahseder. Rifat Bey’in el yazısı nüshasından yani yirmi
iki defterden haberleri vardır ve aslı bulunamamıştır. Kopya edilen nüsha ise
Rifat Bey tarafından tasvip edilmiyordur. Rifat Bey’den yeni bir tercüme
yapması istenir. Tercümenin ücreti konuşulurken Besim Atalay[108] söze karışır. Telif için yüz
liralık teklif yapar ve Rifat Bey teklifin düşük olduğunu söyler. Üç yüz liraya
kadar çıkan teklife Rifat Bey yine razı olmaz. Besim Bey daha evvel yüz yirmi
liraya yaptığı tercümeyi hatırlatınca Rifat Bey onun zor zamanlarda olduğu
cevabını verir. Devir değişmiş, görece bolluk zamanı vardır. Diğer taraftan
Büyük Millet Meclisi, zamanında bu tercüme için iki bin lirayı gözden
çıkarmıştır. Hâsılı, Rifat Bey iki bin liraya yakın bir ücret talep etmektedir.
Anlaşma tabii olarak sağlanmaz ve Besim Bey bu çeviriyi kendisinin yapacağını
söyler.[109] Rifat Bey bu durumu
memnuniyetle karşılar.[110]
Besim Bey
tercümeyi çıkarınca Rifat Bey’e bir adet gönderir. Rifat Bey, Divanu Lügatit
Türk’ü bir elmasa benzetir ve işlenmesi gerektiğini hatta birkaç
tercümesinin daha olmasını ister.90 [111]
Dede Korkut Kitabı’na[112] Dair
Bu makalede Dede Korkut Kitabı’nın
neşir aşamaları anlatılmıştır.
Cenap Şehabettin Bey, Berlin
seyahatinde Dede Korkut Kitabı’nı görmüş, fotoğrafını aldırmış ve Maarif
Nezareti’ne vermiştir. Nezaret, kitabı Milli Tetebbüler Encümeni’ne[113] havale eder. Kilisli Rifat
Bey’in de olduğu bir toplantıda kitabın neşrine karar verilir. Kitap, bir
şekilde faydalı bulunmuş ancak okunması ve anlaşılması noktasında sıkıntılar
vardır. Ziya Gökalp’e kitap teslim edilir. Ondan kitabın müşkülatını halletmesi
ve kitabı neşre hazırlaması istenir. Ziya Gökalp, bir ay kadar kitapla ilgilenmiş
ve işin içinden çıkamamıştır. Kilisli Rifat Bey’in kitapla ilgilenmesi
önerisinde bulunur. Rifat Bey ise on beş defa okuduktan sonra ancak anlar gibi
olmuştur. Sıra kitabın yazımına gelmiştir. Burada da yine on beş defa yazma
girişiminde bulunmuştur. Nihayet kitabın bir mukaddime, bir makale ve on iki
hikâyeden müteşekkil olduğunu idrak eder.[114]
Biçim olarak nazım ve nesir iç içe kullanılmıştır. Nazımdan kasıt aslında
soylamadır. Rifat Bey soylama kelimesinin kökeninin soy olduğunu, soylamak
fiilinin ise bir şeyi etraflıca anlatmak manasına geldiğini söyler.[115]
Kitabı kendi keyfince yazdığını
söyleyen Kilisli Rifat Bey hiçbir şekilde kitaba müdahale etmediğini beyan
eder. Kitabın içeriği düzenlenmiş, hikâyeler kısım kısım bölünmüş, şiir
parçaları nesirden farklılaşmıştır.[116]
Encümen, Kilisli Rifat Bey’in tamam
ettiği bu eserin basılmasına karar verirken tashihi için de Rifat Bey’i
vazifelendirir. Ziya Gökalp Bey ise eseri bir kere daha Rifat Bey’le okumayı
teklif eder. Taslak metin bir hafta daha Ziya Bey’le okunur ve 1916 (1322 R)’de
matbaaya verilir.[117] Rifat Bey’e kitaptaki eski
Türkçe kelimeleri karşılıklarıyla ekleme vazifesi verilir. Bu vazifede tam
muvaffak olamaz ve bu iş sonraya ertelenir.[118]
Dede Korkut Kitabı basılırken kendini müstensih olarak yazdırmasına rağmen
makalenin yazıldığı esnada kendine mürettiplik vasfını da layık bulur.[119]
Kitabın neşrinden sonra Ziya Gökalp,
Kilisli’ye zamanın Dede Korkut’u olması gerektiğini söyler. Buna göre Dede
Korkut’u tanıtacak ve onun namını duyuracak kişi Kilisli Rifat olacaktır. Eline
bir kopuz alıp ülkenin her bir tarafına Dede Korkut hikâyeleri anlatacak ve
soylamalar söyleyecektir. Kilisli Rifat, bunu vazife bilip musiki ve enstrüman
dersi almaya karar verir. Bir ay kadar düzenli olarak ders alır. Musiki
yeteneğinin olmadığının anlaşılması üzerine bu konuda daha da ileri gidemeden
bu işe son verir. Kendisinin yapacağı en iyi iş yazıcı olmaktır.[120]
Kilisli Muallim Rifat Bey, Dede
Korkut Kitabı’ndaki sözlerin büyüklerin söylediği sözlere benzer şekilde kaleme
alındığı kanaatindedir. Yunus Emre, Mevlana gibi zatların sözleriyle mukayese
edileceğini söyler. Sözlerin “olgunluk” eseri söylendiğini düşünür.[121]
Rifat Bey,
Dede Korkut kitabının dört türlü önemi olduğunu belirtir: Kahramanlık, ahlak,
aile muhabbeti ve evlat yetiştirme başlıkları altında toplanabilir.[122]
İki Eser ile Bir Seyahatname Ferhenkname-i Sa’di[123]
Bu makalede Rifat Bey’in neşrine
hizmet ettiği eserlere dair bahis vardır.
Ferhenkname-i Sa’di, Rifat Bey’in 1924 (1340-1342 H)
yılında tashihini yaptığı Hoca Mesud’a[124]
ait bir manzum bir eserdir.[125] Rifat Bey bu tashihi yaparken
Ali Emiri nüshasını kullandı. Nüshanın o zaman tek olduğu biliniyordu. Ayrıca
kusurlu ve bozuktu. Rifat Bey’in metin üzerinde tamir ve düzeltmeler yaptığı
bilinir.105 [126]
Hoca Mesud’un Rifat Bey için ayrı bir
önemi olmalıdır. Süheyl ü Nevbahar isimli eseri hakkında da uzun bir
makale kaleme almıştır.[127] Onu hayırla yâd eder. Onun
hitabına yazdığı manzume şudur; [128]
Kalemle akıtmış abı hayatı
Eserleri ölmez HocaMesud’un
Türklere göstermiş ruh-i necati
Kadrini kim bilmez HocaMesud’un
Bahçesinde solmaz güller açılmış
Çiçekleri yaylalardan seçilmiş
Çakıl yerine cevahir saçılmış
Zaman adın silmez Hoca Mesud’un
Sadi’yi geçmiş sözliyen (?) donatmış
Gökteki ülkere kemendin atmış
Anka, hüma südüne şeker katmış
İkincisi gelmez Hoca Mesud’un
Türkçeye girmesin yabancı diller
Türkçe konuşur dalda bülbüller
Hocamı (Rifat) öğretecektir elbet
Methine kim gelmez Hoca Mesud’un
Hoca Mesud ile çağdaş olan bir diğer
isim Gülşehri’dir. Kilisli Rifat, Gülşehri ve Hoca Mesud’a dair bilgilerin
azlığı sebebiyle bu iki kişiyi aynı kişi olarak gösterme gayretine girmişse de
Mordtman’ın Süheyl ü Nevbahar[129] neşrinden sonra bu
fikrinden vazgeçmiştir.[130] Rifat Bey’in fikrini
değiştirdiği bir husus daha vardır. Gülşehri’ninMantıku’t Tayr isimli
eserini içinde Felekname kelimesi geçiyor diye o eserin Felekname
olduğunu zanneder. Ancak Felekname bulununca hakikat ortaya çıkar.[131]
İbni Mühenna[132]
Rifat Bey, bu makalede neşrini
kendisinin yaptığı İbn Mühenna Lügati[133] olarak
bilinen Hilyetü'l-insan ve hilbetü'l-lisan’a dair kafasında kalan bir
soru işaretini irdeliyor. İbn Mühenna’ya göre Moğollar ihtiyaç olunca
Türklerden kelime devşiriyordur. Buna benzer bir durum Gürcüler ve Ermeniler’in
Rumca’dan kelime almasında görülür. Rifat Bey bu duruma dikkat çeker. Türkçe ve
Moğolca yapı özellikleri bakımından birbirine benzemezdir. Rifat Bey’in asıl
sorduğu soru ise şudur: Madem bu diller gramer itibariyle birbirine benzemiyor.
Öyleyse Moğolların Türklerden farklı bir millet olması icap etmez mi?[134]
Kilisli Rifat
Bey İbn Mühenna’nın 7 dil bildiği varsayımındadır. Eserin ise özellikle Moğolca
için çok önem taşıdığını değerlendirme olarak sunar.[135]
Bir Arapça Sarf Kitabının Hazırlanışı
Makalenin -Rifat Bey’in diğer bazı
makaleleri gibi- farklı konuları içeren bir yapıya sahip olduğu görülüyor.
Rifat Bey, matbaanın müsahhihhane kısmında çalıştığı esnada müsahhihhane
kısmının Muallimler Cemiyeti’ne devri söz konusudur. Matbaa var olduğu sürece
müsahhihhane de vazifesine devam edecektir.
Gidişat, matbaanın kapanması yönünedir.
Rifat Bey’in itirazlarının bir önemi yoktur ve devir teslim gerçekleşir. Matbaa
kapanır.[136]
Bir Arapça eserin Sait Paşa’nın[137] emriyle Rifat Bey’e tercüme
ettirilmesi bahsi vardır. Burada yine Rifat Bey’in parçalı anlatımına denk
geliniyor. Rifat Bey bu çeviriyi yaptığı takdirde mükâfat olarak bir konak
alacaktır. Ne var ki bir takım “manileri” olduğu için buna muvaffak
olamaz.[138]
Makalenin diğer bölümünde başlıkta
belirtilen kendi telifi olan sarf kitabı[139]
vardır. Mesleki tecrübelerine dayanarak bir Arapça sarf [140] kitabı yazma girişiminde
bulunma kararı alır. Rifat Bey’in temel tezi, yazılan eserlerin Arap ya da
Arapça düşünen bakış açısıyla kaleme alınıyor olmasıydı. İfadesine göre
yazarların yüzde doksan dokuzu Arap, yüzde biri Türk idi. Türkler de bu konuda
taklitçilik yaptığı için ilerleme ve kolay bir öğrenim mümkün değildi. Beş yüze
yakın eseri inceleyip bu kanaate varmıştı. Rifat Bey’in yapmak istediği ve
yaptığını söylediği şey Arapça sarfı kolaylaştırmak, öğrenmenin önündeki engel
ve karmaşıklığı bitirmekti. Dört beş sene boyunca bunun için uğraşmıştır.[141] Öylesine bir başarı görür ki
1300 senedir böyle bir eserin yazılmadığını iddia edecektir. Yüzlerce kişi
üzerine yazdıklarını tatbik etmiştir. Eser, pek çok kolaylık getirmiştir.
Kitabın, Rüştiye ve İdadi mekteplerinde müfredata konması için bir dilekçeyle
birlikte kitabın bir örneğini yetkili birime teslim eder.[142]
Hacı Zihni Efendi[143]
müfredatla alakadar olan kişidir. Rifat Bey’in kitabını ders kitabı olarak
kabul edecek müessir kişi Zihni Efendi’dir. Rifat Bey ise kitabının dikkate
alınmayacağı zannındadır. Çünkü hâlihazırda Zihni Efendi’nin el-Müşezzeb isimli
eserinin okutulduğunu biliyordur. Verdiği dilekçenin peşine düşmeyi
düşünmemiştir. Zaten reddedilir fikri vardır. Zihni Efendi gibi hem de makamda
olan bir kişinin kitabı yerine kendi kitabının müfredata girmesini makul
bulmaz. Fakat beklemediği bir şekilde Zihni Efendi’den bir davet alır. Önce
kötüye yorar. Zihni Efendi onu azarlasa dahi karşılık vermeyeceğini kendine
telkin ederek huzura varır. Zihni Efendi, daha ilk anda onu çokça takdir
etmiştir. (onunla musafaha yapar.) Kibar ve nazik tabiatıyla bilinen Zihni
Efendi, kendisinin yıllardan beri yapamadığını yaptığı için Rifat Bey’e iltifat
üstüne iltifat eder. Kitabın, müfredata kendi kitabı yerine konulacağı
müjdesini verir.[144]
Rifat Bey’in yazısında, yaşadığı
coşku ve heyecanı görmemek mümkün değildir. Takdir ve beğeni kelimelerini art
arda sıralar. Eser, ilim camiasının tebriklerini alır. Zamanında 3000 ve 5000
iki defa basımı olmuş ve yok satan bir satış başarısı elde etmiştir.[145]
Rifat Bey’in Arapça öğrenenlere
tavsiyesinin olduğu bir paragraf vardır. 45 senelik tecrübesine dayanarak
Arapçanın çok zor öğrenilen bir dil olmadığını iddia eder. Öncelikle bir ay
“kuvvetli” bir sarf, bir ay da “bir parça” nahiv öğrenmek lazımdır. Dört ay
“bol bol” tercüme ve iki bin kadar da lügat ile Arapçanın öğrenilmiş olacaktır.
Arapçanın çok zengin bir dil olduğunu kabul etmekle birlikte kullanılan kelime
sayısının yarısından çoğunun eskiden yaşamış bedevi unsurlara ait olduğunu, bu
kelimelerin bugün bile Araplar tarafından kullanılmadığını söyler.[146]
Makalede nahiv
kitabı ile ilgili bir kısım vardır. Buna göre Rifat Bey bine yakın nahiv
kitabını incelemiş ve hatta Sibeveyhi’nin ve Müberred’in kitaplarıyla haşir
neşir olmuştur. Neticede kitabı hazırlar. Otuz Ders yahut Yeni Nahvi Arabi kitabı
adından da anlaşılacağı üzere 30 derse ayrılmış 100 sayfalık bir el kitabıdır.
İdadi mektebinde kendi öğrencilerine okuttuğu bu kitabı bastırmaya karar verir.
Ebuzziya Matbaası’nda basılması kararlaştırılsa Ebuzziya Bey’in ölümü sebebiyle
basım akamete uğrar. Matbaanın borcuna binaen matbaanın faaliyetleri durur;
matbaa mühürlenir. Eser bir daha bastırılamaz. Rifat Bey’e göre bu eser de
diğer sarf kitabı gibi “hocasız“ öğretecek kıvamda bir kitaptır.[147]
İki Güzel Eser ve Bir Mısırlı Münevver
Bu makalede İbn-i Sina’nın Edviye-i
Kalbiye[148]
isimli eserinin tercüme süreci ile Mısırlı münevver bir zat üzerine
düşüncelerini anlattığı bir yer vardır. İbn-i Sina’yı anmak için bir heyet
tertip edilir ve bu heyet İbn-i Sina’nın tıbba dair bir kitabını da
tercümesiyle beraber neşretmek gayesindedir.[149]
Naşirlerden bir tanesi de Kilisli Rifat Bilge’den başkası değildir.[150] Rifat Bey, altı kadar Arapça
nüsha bulur ve en doğrusunu esas edindiğini söyler.[151]
Nüsha farkları dipnotta verilmiş ve tercüme aslıyla beraber basılmıştır.[152]
Makalenin ikinci kısmında konu Namık
Kemal’in Gülnihaline[153] gelir. Rifat Bey, Gülnihal’i
üslup bakımından ”güzeller güzeli” diyecek kadar beğenir. İçinde teshir edici
tabirlerin olduğundan bahisle bir örnek nazım verir. Aslında Gülnihal’i anlatırken
sözü kendi Gülnihal tercümesine getirecektir. İlk bakışta anlamsızmış
gibi olan bu durumu hikâyeleştirerek devam ettirir. Mısır ricalinden bir zat
(Ali Fehmi Bey) meşrutiyetten çok sene evvel İstanbul’da bir seneliğine ikamet
edecektir. Bu sürede Türkçe öğrenmek ister. Rifat Bey ona bu konuda tabiri
caizse özel öğretmenlik ve danışmanlık yapar. Beraberce İstanbul gezileri
yapacaklardır. Önemli kişilerin ziyaretinde de Rifat Bey ona eşlik edecektir.
İleride Mekke Şerifi de olacak olan Şerif Bey[154]
ile de tanışan Rifat Bey yazısında bu detayı anlatır ve Şerif Bey hakkındaki
kanaatlerini de zikreder. Rifat Bey bu süreçte Mısır lehçesini öğrenirken Ali
Fehmi Bey de Türkçesini geliştirmiştir.[155]
GülnihaP'in güzel ve doğru bir Türkçe üslupla
yazıldığını beyan eden Ali Fehmi Bey bu eseri Rifat Bey’in Arapçaya tercüme
etmesini rica eder. Mısır’da basılıp basılmadığı konusu meçhul olsa da Rifat
Bey tercümeyi yapmıştır. Beş altı sene sonra Büyükada’da Ali Fehmi Bey ile
tekrar görüşseler de Rifat Bey Ali Fehmi Bey hakkında tafsilat vermemeyi tercih
etmiştir.[156]
Bu makalesinde Rifat Bey mani türüne
ait genel bilgiler verir. Mani okuyanlara manici adı dendiği, Türklerde mani
okuma geleneğinin üç yüz sene evvelki metinlerde de rastlandığı bilgisini
verir. Düz ve ayaklı mani adı altında iki tür mani çeşidi olduğunu söyleyen
Kilisli Rifat, bunlara dair örneklerle konuyu açar.[157]
Makalenin diğer kısımlarında Kilisli
Muallim Rifat Bey’in hayatına dair ipuçları elde etmek de mümkün oluyor.
Çocukluğunda katıldığı bir kına gecesinde gelin olacak hanım için söylenen bir
maninin gelinin şahsına uygun düşen ve biraz da yersiz kaçan bir içeriği olur.
Gelinin muzdarip durumunu görenler, gelin gibi ağlarlar. Rifat Bey, bu durumdan
oldukça etkilenmiş ve neticede bu maniyi ezberlemiştir. [158]Ayrıca
diğer Kilisli hanımlar gibi Rifat Bey’in annesi gibi babası da çok mani
biliyordur.[159]
Asıl önemli kısım denebilecek yer
Rifat Bey’in mani koleksiyonu yaptığına dair ifadeler olmalıdır. Kilis
günlerinden beri manilere ilgisi olduğu ve İstanbul’a geldiğinde bu merakını
daha profesyonel bir şekilde yaptığına rastlanıyor.[160]
Maniler14 kitabı için derlediği mani
örneklerinin bugünden yarına hazırlanmadığı görülüyor.[161] [162]
Bu makalesinde satılığa çıkarılmış
önemli kütüphanelerin akıbetlerinden bahisler vardır. Halis Efendi’nin
kitapları[163] giriş kısmında kendine yer
bulmuştur. Önce Halis Efendi ile tanışma faslını anlatır. Bir kitap
müzayedesinde satışın alevlenmesine sebebiyet veren iki kişi Kilisli Rifat Bey
ile Halis Efendi’dir. Halis Efendi bu gibi durumlara alışık değildir. O gün
Rifat Bey’e takışacağı beklentisi vardır. Bu konuda Rifat Bey’i ikaz ederler.
Ancak beklenilenin aksine bir pürüz çıkmaz. Rifat Bey’in bilgisini ortaya
çıkarması işin rengini değiştirir. Rifat Bey edip yönünü sergilemiş ve bir
dostluk başlamıştır. Sonrasında beraber gittikleri müzayedelerde birbirlerine
yardımcı oluyorlardır.[164]
Halis Efendi’nin şahsi kütüphanesi
satılığa çıkınca Tetebbüler Cemiyeti alıcı olur. Halis Efendi’nin elli bin
değer biçtiği kütüphane 37.500 liraya alınır. Bu alım satımda Rifat Bey’in
doğrudan dahli olmasa da hem ahbabının kütüphanesi hem de encümen üyesi olması
hasebiyle bir bağı olmuştur.[165]
Rıza Paşa[166], İşkodralızade
Celal Paşa, Adliye Nazırı İbrahim Bey ve Bağdatlı Vehbi Bey[167] ile Hoca İsmail
Saip (Sencer) Bey’in de satılığa çıkan kütüphaneleri hakkında malumat verilir.
Bu kütüphaneler de diğerleri gibi satılığa çıkarılan önemli kütüphaneler
arasındadır. Rifat Bey genelde zikredilen kütüphanelerin defterlerini tutacak
komisyonlarda görev alacaktır. Makaleden anlaşıldığı kadarıyla kütüphanelerdeki
eserlerin tasnif ve kayıtlarını yapmıştır. İsmail Saip (Sencer) Efendi’nin
kütüphanesindeki eserlerin kayıt altına alınmasıyla ilgili tafsilat biraz
fazlacadır. Burada on dört bin yazma eserin kaydını tek başına yaptığını beyan
etmektedir. İsmail Saip Efendi’nin telif ettiği eserler olduğu yönünde bir
ümidi olsa bu konuda sükûtu hayale uğrar. Bu kısımda mühtedi Osman Reşer Bey’e[168] de rastlarız.[169]
Şeyhülislam Hüsnü Efendi’nin[170] Yemen’den getirilmiş önemli
eserleri ihtiva eden bir kütüphanesi vardır. Efendi’nin ölümü sonrasında oğlu
kütüphaneyi toptan satmak gayesindedir. Ancak bu yönde bir talep olmayınca
parça parça satmak yoluna gider.[171]
Bağdatlı İsmail Paşa’nın[172] kütüphanesi bu makalede
anlatılanların ikinci kısmını oluşturur. Rifat Bey’e göre her şeyden önce
İsmail Paşa kayıtları vâkıfane yani ustaca tutmuştur. Paşa’nın vefatından sonra
varisleri kütüphaneyi önce Maarif Nezareti’ne sonra Evkaf Nezareti’ne satmayı
düşünürler. Ne var ki bu istekleri gerçekleşmez. Paşa’nın büyük oğlu Şevket Bey
kitapların tamamını alır ve miras onun olmuştur. Kütüphane Şevket Bey’in olsa
da bir müddet sonra onun borçlarından ötürü tekrar satışa çıkarılır. Rifat
Bey’in olaya müdahalesi de bu esnada başlar. Sahaf Raif Bey[173]
Şevket Bey’e Paşa’nın eserlerini rehin almasına mukabil bir miktar para verir.
Şevket, Rifat ve Raif Beyler Beşiktaş’a kitapları görmeye giderler. Rifat Bey,
kitapların değerli olduğunu fark eder ve memlekette kalması yönünde çaba
göstermek gerektiği fikrindedir. Zira kitapların değerini fark eden bir yabancı
almakta tereddüt etmeyecektir. Hüseyin Kazım Bey o sıra Evkaf Nazırı, Halil
Ethem Bey ise Müzeler Müdürü olarak görevlidir. Rifat Bey’in Hüseyin Bey ile
tanışıklığı yoktur. Sözünü dinleyecek kişi olsa olsa Halil Bey’dir. Halil Bey
konuyu Nazır’a iletir. Nazır, işin bir an evvel hallolması için girişimlerde
bulunulması noktasında iken Halil Bey işin vakıflar vasıtasıyla yapılmasını
salık verir. Naklin vakıflar aracılığıyla yapılması daha doğru olacak diye
düşünüyordur. Neticede iş, Halil Bey’in dediği gibi olacaktır. Ayrıca muhtemel
bir iltimas olayına da mahal verilmeyecektir. Şevket Bey bürokrasiye
yönlendirilir. Pek tabii olarak iş savsaklanır. Önce Şevket Bey’e birkaç defa
git gel yaptırılır. Süreç uzar. Kütüphanenin fiyatı noktasında tarafların uzlaşamayacağı
kadar fark vardır. Şevket Bey’in on iki bin lira istediği yerde Evkaf Nezareti
ancak iki bin lira kadar bir ücret önermiştir. Neticede kütüphane on beş bin
liraya Halepli (yahut Şamlı) bir kitapçıya satılır. İsmail
Paşa’nın kendi telifi olan Kefu’z zunûn Zeyli ile Esmaül Müellifin1'54
kitapçı Raif Bey’de kalmıştır. Hiç yoktan bu bile bir başarı sayılır.[174] [175]
Hazine-i Evrak Tasnif Komisyonu
Bu makalede, Rifat Bey’in Hazine-i
Evrak Dairesi’nin faaliyetlerine yönelik fikirlerinden bahis vardır. Rifat Bey,
Ali Emiri Efendi’nin Hazine-i Evrak Komisyon Başkanı iken yapılan çalışmaları
takip ediyordur. Ali Emiri ile olan ahbaplığından olsa gerek ki faaliyetleri
yerinde görme imkânına haizdi. Evrak tanziminde yalnızca çok önemli evrakın
kaydedilmesi ile beraber hızlı bir şekilde tasnif yapılması kanaatindedir.
Cizye, haraç, gümrük makbuzları gibi kâğıtları (belgeleri) işe yarar bulmaz.
Evrakların onda biri ancak gereklidir onun için ve çok tafsilat vermeye de
lüzum yoktur.[176]
Emiri Efendi’nin başkanlığı sonrası
Rifat Bey, Başvekâlet’e bir mektup yazar. Mektupta Rifat Bey kendisinin tüm
evrakı bir ya da iki sene içerisinde yazıp bitirebileceğini, bunun için
görevlendirilmesini yazar. M. Cevdet Bey’in[177]
reisliğinde Rifat Bey’in aza olduğu Hazine-i Evrak komisyonu teşkil
edilir.[178]
Rifat Bey kendi usulünce tasnif için
müsaade alır. Savunduğu şekilde, çok lüzumlu olan evrak dikkate alınacak ve bu
sayede hız kazanılacaktır. M. Cevdet Bey ise aksine evrakın tamamının kayda
geçmesi fikrindedir. Lüzumlu lüzumsuz diye ayrım yapılmasının doğru olmadığını
söyler ve eski usule benzer bir metodun tercih edilmesi kanaatindedir. Rifat
Bey aziz dostum diye andığı, senelerin ahbaplığı olan Cevdet Bey’in bu tavrını
pek yadırgar. Araları açılır. Cevdet Bey sert çıkışır ve arkadaşlık ile
vazifenin farklı şeyler olduğunu ihtar eder.[179]
Rifat Bey ile
Cevdet Bey’in arsındaki küçük takışmalar büyüyerek devam edecektir. Çalışma
odasında sigara içmeyi yasaklayan Cevdet Bey’in bu emri Rifat Bey ve
arkadaşlarına fazlasıyla ağır gelir. Paydos zamanı dairede yemek yemenin
yasaklanması köprülerin iyice atılmasına vesile olmuştur. Huzursuzlukları
artar. Sonrasında Rifat Bey de çok uzun müddet vazifesinde kalamaz.[180]
Güzel Ciltli Güzel Yazılı Kitaplar
Rifat Bey, bu makalesinde kıymeti çok
sonraları anlaşılacak meselelere değinir. Matbaa (Matbaa-i Amire olsa gerek),
İslam eserlerini bastıracak ve bunun sergilenmesini sağlayacaktır. Bu eserlerin
yazıları ve ciltleri güzel kitaplar ile Mushaflardan oluşması isteniyordur. Bu
doğrultuda tasnif ve eserlerin tayini için bir komisyon teşkil edilir.
Komisyon, Bursalı Tahir Bey[181] başkanlığında Rifat Bey’in
aza Hüsameddin Efendi’nin[182] kâtip olduğu bir yapılanmayla
kurulur.[183] Komisyon, mümkün olan tüm
vakıf kütüphanelerini dolaşacak, her bir eseri kayıt altına alacak ve değerli
olanları ayrıca belirleyecektir. İşin herhangi bir son tarihi olmayıp komisyona
fazlaca yetkiler verilecektir.[184]
Komisyon bir hışımla çalışmaya
başlar. Hatta hızını alamayıp kütüphanelerdeki eserlerin değerlerini farklı
kıstaslarla elemeye başlar. Rifat Bey’in anlatımına göre;
“Müellif hattı ile olan kitaplar,
büyük bir âlimin yazısı ile olan kitaplar, başında veya sonunda veya
kenarlarında büyük bir zatın yazısı bulunan kitaplar, başlarında büyüklerden
birisinin imzası veya mührü havi olan kitaplar, başında veya sonunda tarihi bir
vaka kaydedilmiş kitaplara...” daha özel önem atfedilir. Rifat Bey bunu fırsat olarak
değerlendirir.[185]
Kitapların kayıt işlemleri haftada
bir defa arz edilir ve ücretleri haftalık olarak alırlardı.[186]
Kayıtlar çoğalınca defterlerin hacmi
büyüyecek ve vakıf kütüphanelerine ait işlemler nihayete erecektir. İş, saray
kütüphanelerine gelmiştir. Evkaf Nazırı Hayri Bey[187]
vesilesiyle özel izin alınır; zira saray kütüphaneleri açık değildir. Topkapı
Sarayı’ndaki kütüphanelerin kayıt işlemleri de bu arada hallolur. [188]
Bu komisyon ayrıca Arkeoloji
Müzesi’ndeki kitaplar ile Adliye Nazırı İbrahim Bey’in kütüphanesinin
defterlerini de yapar. Veliaht Yusuf İzzettin Efendi, yapılan çalışmaları belli
ki takip etmiştir ve komisyon reisi Tahir Bey’i davet eder. İzzettin Efendi
sarayındaki kitapların defterlerinin yapılmasını rica eder. Çok kısa bir süre
içinde bu işe de başlanacaktır. Tahir Bey heyecanını kısaca “çok nefis yemekler
yemek ve şahane kitaplar görmek” olarak arkadaşlarına anlatır. Rifat Bey’e göre
ise bu çok faydalı bir uğraştır. Saraydaki değerli kitapları zabıt altına
alınacaktır. Ne yazık ki bu çalışmanın bir kopyasının çıkarılmamış olması ve
defterin “ziyana?” uğraması sebebiyle Rifat Bey neticenin ne olduğunu
söyleyemez.[189]
Makalenin son
bölümünde, Arkeoloji Müzesi’ne gönderilen kitaplara dair bir kısım vardır.
Rifat Bey’e göre müze için musavver (resimli, tasvirli) kitaplar ile cildi,
yazısı ve tezhibi güzel kitaplar seçilmiştir. Bu eserler müzede saklanacak ve
ancak uzmanlarınca incelenecektir. Fakat çeşitli bahaneler öne sürülerek o
kitaplara erişim imkânı ortadan kaldırılacaktır. Eserlerin teşhiri engellenir.
Rifat Bey bundan mustariptir. Onun, kitaplara “hasret kaldık” ifadesi ise işin
talihsizliğine olan bir vurgu olsa gerektir.[190]
Dil Kurumu[191]
Bu makalesinde Dil Kurumu ile olan
bağına dair bilgi vermektedir. Buna göre Rifat Bey -1928 civarında olsa gerek
-Dil Encümeni[192] azasıdır. 1. Türk Dili
Kurultayı[193] sonrasında Samih Rifat Bey,
Rifat Bey’i Ankara’ya davet eder. Tafsilat vermediği bir gerekçeden ötürü Rifat
Bey Ankara’nın davetini reddeder. Belirtmek gerekirse azaların vazifesi,
unutulmuş Türkçe kökenli kelimeler ile ilgilenmektir.[194]
Dil Encümeni’nin performansı bir süre
sonra yeterli bulunmaz hale geliyordur. Yeni bir yapı kurulması
kararlaştırılır. Türk Dili Tedkik Cemiyeti (1932) adında yapı kurulur.
Cemiyetin planı Atatürk tarafından şekillenmiştir. Filoloji ve lengüistik,
sözlük, gramer ile etimoloji branşlarında faaliyet yürütülecektir.[195] Arapça ve Farsça kelimelerin
Türkçe karşılıklarını bulmak üzere bir çalışma başlatılınca Rifat Bey’e iş
düşer. Rifat Bey on beş bin fiş tutan malzemesiyle çalışmaya dâhil edilir.[196]
Tanıklarıyla Tarama Sözlüğü için taranması düşünülen 227 eserin
82’sinde Rifat Bey tek başına görülüyor. Muazzam gayretleri olmasına rağmen
yeterli saygıya layık bulunmamıştır. İsmi eserin hazırlayıcısı olarak dahi baş
tarafa yazılmamıştır.[197]
Rifat Bey ödül olarak 150 lira
mükâfat almıştır. Bu işi para ile yapmasa da gelecek paraya da hayır
dememiştir. Tarama işini daha sonra amatörce devam ettirir. Dil Kurumu’na fiş
göndermeye devam etmiştir. Kendi hesabına göre yüzden fazla kitap taramıştır ve
toplam fiş sayısı elli bin civarındadır.[198]
Rifat Bey
makalenin son bölümünde Hüseyin Kazım Bey[199] ile aralarında
geçen bir hatırayı nakleder. Buna göre Hüseyin Kazım Bey, dil işi (muhtemelen
Tedkik Cemiyeti faaliyetleri kastediliyor) için Ankara’ya davet edilir. Ancak
Hüseyin Bey Ankara’nın yanlış yer olduğunu düşünür. Çünkü dil kaynakları
İstanbul’dadır. İlave olarak onu aza sıfatıyla çalışmalara dâhil edeceklerdir.
Hüseyin Kazım Bey aza olmak istemez. Reis olmak ve istediği kişileri kendi
seçmek istediğini söyler. Tabi bu şartları karşılık bulmaz.[200]
Rauf Yekta’nın[201] Tetebbu Tarafı
Rifat Bey bu yazısını Rauf Bey’e
ithaf etmiş desek yanlış olmaz. Burada Rauf Yekta Bey’e olan muhabbeti ve onun
kişiliği hakkında Rifat Bey’de kalanlara ulaşılıyor. Rauf Bey, Rifat Bey’e göre
“Beylerbeyi’nin gülü musiki bahçesinin bülbülüdür.” Okumadığı, bilmediği musiki
eseri yoktur. Musikiye ait en eski eserleri bildiği gibi yeniyi de bilmekten
geri kalmamıştır.[202]
Rauf Yekta Bey, Arapça ve Farsçayı
iyi derecede bilirdi. Rauf Bey Farabi’nin bir müzik eserini[203]
tercüme eder. Yanlış yapıp yapmadığının anlaşılması için Rifat Bey’e beraberce
okumayı rica eder. Rifat Bey’in bu eserin varlığından haberi yoktur. O an
öğrenmiştir. Muallim Rifat eseri ilk başladığında manasını tam olarak
bilemediği bir kelimeye rastlar. Rauf Yekta Bey’in izahına göre bu kelime bir
musiki terimidir. Rifat Bey’in okumalarında müzik terimleri çoğalır ve okuma Rifat
Bey’e zor gelmeye başlar. Bu alan Rifat Bey’e biraz ağır gelir. Rauf Bey’in
tercümesinin doğru olacağına garanti verir. Af ister. Daha fazla okuma
yapamayacaktır. Rauf Bey bunun üzerine Molla Hacı Efendi’nin Farsça musiki
eserini[204] [205]
gösterir. Rifat Bey “cehlim bir kat daha arttı, çünkü bunu ne görmüş ne
işitmiştim” der. Rifat Bey baskıyı pek beğenmiş, hangi matbaada bastırıldığını
sormuştur. Rauf Bey şu şekilde izah etmiştir durumu;
“Mürettiplerin çokları Arabi, Farisi
kelimeleri yanlış diziyor, tashihi güç oluyor. Bunun için ben kendim
mürettiptik öğrendim, bir kasa aldım, lüzumu kadar harf aldım. Bir de küçük el
makinesi. Ben diziyorum, ben basıyorum.”15
Rauf Yekta Bey Hızır bin Abdullah’ın
Türkçe bir kitabını[206] da Rifat Bey’e gösterir. Bu
kitap Rauf Bey’in ifadesine göre bu eserin yalnızca iki nüshası vardır. Biri
kendisinde diğeri İkdamcı Cevdet Bey’dedir. Kendi nüshası ile diğerinin
arasındaki farkları belirtip kayıt altına almıştır.[207]
Rifat Bey bitirirken musiki
bilmediğini[208] ifade eder. Bu sebeple Rauf
Bey’in ilmi hakkında söz söylemeye utanır. Tanıyanların Rauf Bey hakkında
söyledikleri nazar-ı dikkate alınırsa o ilmî olarak çok yüksek mevkidedir.[209]
Darabat-ı Aşk Sahibi İhya Efendi
İhya Efendi (Ömer İhya), Rifat Bey’in
hayatında iz bırakmış kişiler arasında görünüyor. Rifat Bey’den naklen
hatıraları burada bulmak mümkündür.
Rifat Bey Arnavut Hanı’nda ikamet
ederken İhya Efendi Nevşehir Hanı’ndadır. Tanışmaları bu sıra olur.[210] Her sabah, her akşam, her
gece Arnavut Hanı’nın kahvesinde buluştuklarına göre dostlukları sıkı fıkı
olmalıdır.[211]
İhya Bey’in hafızası çok kuvvetlidir.
Nedim, Baki, Nefi ve Fuzuli’nin divanlarını hıfz etmesinin yanında Şeyh Sa’di
ve Kaani gibi Fars divanlarına da hâkimdir. Arapçası çok iyi değildir.
Ezberlediği divanlardaki herhangi bir kasidenin ya da gazelin ilk mısraı
verildiğinde devamını getirebiliyordun[212]
İhya Efendi’nin çok şiiri vardır.
Sürekli şiir yazıyor ve şiir okuyordur.[213]
Bir kasideyi ortalama on beş dakikada yazabilir, istenilen nazım ve kafiyeye
göre gazel yazabiliyordur. Kendi yazdığı şiirine oldukça düşkündür ve bulduğu
her boşlukta bir eserini takdim ediyordur. Rifat Bey’in aktardığına göre
muhatapları İhya Efendi’yi zevkle dinlerdi. İhya Efendi, eserinin beğenilip
beğenilmediği merak eder ve sorardı. Beğenenlere en sevdikleri kısmı sorar,
onlar bilemeyince üzülürdü. Eserlerinden en azından bir beyit olsa bile
ezberlemelerini rica ederdi. Aradan bir müddet geçince rastladığı dostlarına o
beyiti (ezberleneni) sorardı.[214]
Kilisli Rifat, Reşit Akif Paşa
Sivas’a tayin olana kadar İhya Efendi’nin küçük işlerde çalıştığını söyler.[215] Reşit Paşa’nın tayini çıkınca
Paşa’ya bir kaside takdim eder. Paşa, bunu pek beğenir. Mükâfat olarak onu
Tokat mahkemesine aza tayin eder.[216]
İhya Efendi’nin şair tarafı vazifesini aksatacak kadar ağır basar. Kararlar ve
hükümlerle çok ilgili değildir. Defalarca ikaz edilmesine rağmen bildiğinden
geri durmaz. İşini aksatır. En sonunda Paşa’ya şikâyet edilir ve görevinden
azledilir. Reşit Akif Paşa İstanbul’a gelince[217]
İhya Efendi yine peşinden gitmiştir. Bir idadi mektebinde Türkçe, Arapça ya da
Farsça muallimliği ister. Ona Davutpaşa İdadisi’nde vazife verirler.[218]
Maaşlı işine başlayınca ailesini
yanına alır. Kahvedeki muhiplerine sohbetlerin devam edeceğini söyler. Rifat
Bey’in ise onu son kez orada görmüş gibi bir anlatımı vardır. Çünkü üç ay sonra
İhya Efendi’nin kendini astığı yönünde bir haber alacaktır.[219]
İhya Efendi halk şiirleri de
biliyordur. Tokat-Sivas yöresine ait bildiği türküler, koşmalar ve destanlar
vardır. Rifat Bey bunların kâğıda dökülmesini istemiştir. Ne var ki İhya Efendi
işi geçiştiriyordur. Rifat Bey bu eserlerden mahrum olunduğu için üzülür.[220]
Makalenin sonunda Rifat Bey İhya
Efendi’ye dair bir hikâyeyi naklediyor. Rifat Bey bir gün İhya Efendi’nin
üzerinde bir aba görür. Aba İsmail Safa Bey’in İhya Efendi’ye hediyesidir.
İsmail Safa Bey[221] Sivas’a sürgüne
gönderildiğinde İhya Efendi onun için Sivas’a gitmiştir.[222]
Orada dostlukları olmuştur. İhya Efendi kendisi gibi şair olan İsmail Safa
Bey’den istifade etmiştir. İhya Efendi’ye göre aba İbrahim Ethem’in abası
gibidir. Kıymeti büyüktür.[223]
Son
cümlelerinde Kilisli Rifat, İhya Efendi’nin iyi ve itikadı bütün bir Müslüman
olduğunu söyler. İhya Efendi’nin çok kırılgan ve en küçük bir üzücü olaydan
etkilenen bir tabiatı vardır. Rifat Bey’e göre yine böyle küçük bir üzüntü
esnasında canına kast etmiş olmalıdır.[224]
Mahkeme-i Cinayet Reisi Hilmi Bey
Bu makalede Hilmi Bey ile ona dair
bir olay naklediliyor.
Hilmi Bey’in oğlu Fazıl’ın[225] okuma hevesi yoktur. Ailenin
tek erkek çocuğu olması münasebetiyle biraz da şımarık tabiatlıdır.
İsteksizliği, ona hocalık yapan kişilerin onunla uyuşamamasıyla da alakalıdır.
Fazıl’ın babası Hilmi Bey o sıra cinayet mahkemesi reisidir. Hilmi Bey Kilisli
Muallim Rifat Bey’e ulaşır ve oğluna ders vermesini rica eder. Rifat Bey’in
Hilmi Bey’le tanışıklığı da bu vesileyledir.[226]
Rifat Bey’in tedrisatında Fazıl’ın
dersleri düzelmiştir. Artık okumaktan lezzet alır bir Fazıl vardır. Hafızası da
kuvvetlidir. Hukuk Mektebi’ni girer ve mezun olunca adliyede çalışır. Fazıl Bey
genç yaşta vefat etmiştir.[227]
Hilmi Bey’den söz etmek gerekirse, o
Maraş’ta vazifeli olduğu yıllarda Cevdet Paşa ile tanışır. Bu tanışıklık
talihini değiştirir ve Paşa’nın yanına girerek İstanbul’a gider.[228]
Hilmi Bey dürüst, işini hakkıyla
yapan, rüşvet almayan, hakkaniyetli bir kişidir. Meşrutiyetin ilanında
zamanının adamı olmakla suçlanmaz ve görevinde devam eder. Bu, onun işini
hakkıyla yerine getirmesiyle alakalı olmalıdır. Rifat Bey’in bahsi geçen duruma
uygun düşecek bir hatırası vardır. Günlerden bir gün Kilisli Rifat Fazıl’a ders
vermektedir.[229] Avnullah el Kazım[230] Hilmi Bey’i ziyarete gelir.
Avnullah Bey meşrutiyetin ilanından sonra sürgüne gönderilmiştir. Onu sürgüne
yollayan kararın altında Hilmi Bey’in imzası vardır. Aslında çok normal olmayan
bir durum vuku buluyordur. Mahkûm, kendisini menfi eden yani sürgüne gönderen
hâkimini ziyarete geliyor, elini öpüyordur. Avnullah Bey’in beyanatını Rifat
Bey’in kaleminden izlemek ilginçtir. Avnullah Bey Hilmi Bey’i hiçbir şekilde
torpil yapmadığı, hukuktan ayrılmadığı için tebrik etmektedir. Verilen
mahkûmiyetlerde ipten alınan, kayırılan kişiler yoktur. Kendine verilen cezanın
hakkını teslim eder. Avnullah Bey aynı zamanda Hilmi Bey’i mahkûmiyet verdiği
diğer kişilere karşı korumak ister. Zira verilen hükmü beğenmeyip Hilmi Bey’in
şerefine dokunacak haller içinde olan kişilere müdahale etmeye hazırdır. Rifat
Bey’e göre böyle bir durum nadirattan bile değildir. 211
Hilmi Bey’in lügat merakı vardır. Her
kelimenin kökenini araştırıp doğrusunu bulmak gibi bir huya sahiptir.212
Hilmi Bey’e göre hâkim olacak kişinin
boyun eğmemesi gereken üç şey vardır:
Hakkı
yanıltacak, hakikate engel olacak şuh kadınlar
Yemene Gitmiş Bir Muallimin Hatırası
Beyazıt’ta Arif Efendi Matbaası’nın
sahibi Arif Efendi’dir. Onun hemşirezadesi yanı kız kardeşinin oğlu Ahmet Nuri
Efendi’dir. Hatıraları anlatılacak kişi ve bahsi geçen muallim işte Ahmet Nuri
Efendi’dir. Rifat Bey’in teşvikiyle214 Ahmet Nuri Efendi
Darülmuallimin’e kaydolur. Rüştiye kısmından mezun olunca tayin süreci
başlamıştır. Ahmet Nuri Efendi kimsenin gitmek istemediği, türlü bahanelerle
reddettiği Yemen’e gitmeyi kafasına koymuştur. Rifat Bey, bu kararın sebebini
sual eder. Cevap şudur: Yemen halkının Arapçayı fasih bir şekilde yani güzel ve
düzgün konuşması ile Arabistan’ın en birinci Arapça konuşulan yerinin Yemen
olmasıdır.215
Bu genç muallim Yemen’de on seneden
fazla vazifede kalmıştır. Bir zaman İstanbul’a temmuz ayında gelir. Yaz sıcağı
olmasına rağmen üstünde kalın bir hırka, hırkanın
üstünde de kalın bir cübbesi vardır. Bu haldeyken bile sıkı sıkıya sarınıp
havanın soğukluğundan dem vuruyordur. Onu görenler onun bu haline
gülüyorlardır. Ona Yemen’in nasıl bir yer olduğunu sorarlar. Nuri Efendi de
farklı açılarıyla Yemen’i anlatır. Bir defa Yemen Beyoğlu’na benziyordur.
Yüksek binaları olup, havası gayet güzeldir. Tilhatve denilen bölge için ise
aynı şey söylenemez. Yemenliler güzel insanlardır. Birisine iyi zanla
yaklaştıklarında ona kötülük akıllarına gelmez. Doğru sözlü olup, doğru insanı
severler. Çocukların eğitimine önem verir ve bu sebeple muallimlere hürmetleri
vardır. Geceleri bir hanede toplanıp sabaha dek süren uzun sohbetler olur,
kahve içerikli içecekler tüketirler. Toplantılarda herkes okuduğu bildiği şey
üzerine katkıda bulunur, gerekli yerlerde birbirlerini tenkit ederler.[231]
Ahmet Nuri Bey’in Yemen’e dair ilgi
çekici bir hatırası vardır. Dediğine göre Yemenliler görmedikleri insanlar ve
memleketler hakkında bilgi sahibi olmaktan hoşlanırmış. Bir gece sohbetlerin
birinde söz İslam dünyasının en büyük camisinin hangisi olduğu bahsine
gelmiştir. Yemenliler kendilerinden emin bir şekilde San’a Camii’nin en büyük
olduğu fikrinde ittifak halindedir. Ahmet Nuri Efendi suskun kalınca ona
fikrini sorarlar. O, San’a Camii’nden daha büyük olan bir camiinin İstanbul’da
olduğunu söyler. Ayasofya Camii çok daha büyüktür ama bunu söylediğini ispat
etmesi de şu an olası değildir.[232] [233]
Eğer bu iddianın ispatı mümkün olmaz ise Ahmet Nuri Efendi yalancı ilan
edilecek ve memleketten çıkarılması söz konusu olacaktır. İhtilafı, Kadı
Efendi’ye taşırlar. Kadı Efendi hemen işe koyulur. Ayasofya’nın büyüklüğünü
tayin için bir heyet oluşturulacaktır. O heyet camiyi görecek ve mahkeme
huzurunda netice tasdiklenecektir. Heyet İstanbul’a gidip camiyi görür.
Döndüklerinde dava başlar. Söz, gidenlere gelir. Heyet ittifakla Ayasofya’nın
daha büyük olduğunu tasdikler. Muallim efendi haklı çıkmıştır.
Davacılarla Ahmet Nuri Efendi
kucaklaşır ve ona tazminat kabilinden bir para verirler. Tartışmanın çıktığı
hanenin sahibi de bir kat elbise diktirir.218
Ahmet Nuri Bey, bu olaydan sonra
kıymete binmiş, adı “doğru muallim” olmuştur. Ahmet Nuri Bey Yemen’den usanınca
İstanbul’a gelmek istemiştir. Maarif müdüründen izni alamayınca kaçak yollarla
İstanbul’a gelmiştir. Sonraki durakları Nasıra, Taif ve Bursa olacaktır. En son
Uludağ’da bir köy hocası olmuştur.219
Arapların Hayran Kaldığı Bir Paşa
Rifat Bey bu makalede Cemil Paşa’yı221
yazmıştır. Rifat Bey, onun hangi tarihlerde Halep valiliği yaptığını
bilmemektedir. Paşa, 1301 (1885 M)’de Kilis’e ziyarette bulunur. Rifat Bey’in
anlatımına göre ziyaret en az iki gün sürmüştür. Kilis ahalisi Paşa’yı büyük
bir tazimle karşılar, hürmet gösterir. Paşa, Rifat Bey’in talebesi olduğu
rüştiyeye bir ziyarette bulunur. Talebeler Paşa’nın karşısında toplanmıştır.
Cemil Paşa bir bakış ile mevcudun tam sayısını söylemiştir. (tam sayı 95’tir).
Küçük Rifat ve arkadaşları hayret etmiştir.[234]
Cemil Paşa’nın ziyareti yarım saat
civarında sürmüştür. Cemil Paşa, muallimi evvel ve muallim-i sani ile bir
miktar konuşmuş, mektebin ihtiyaçları hakkında bilgi almıştır. Paşanın
ziyaretini bitirmesiyle çantacısı[235]
içeri girmiştir. Çantacı, her çocuğa zamanına göre yüksek sayılabilecek bir
meblağ (beşlik) dağıtır. Rifat Bey, aldığı ilk ihsanın bu olduğunu söyler.[236]
Rifat Bey, çocukluk hatıralarına
dayanarak yazıya devam eder. Cemil Paşa Halep’i iyi idare ediyor, isyan eden
urbanı[237] itaat altına alıyor ve
vergileri de topluyordur. Hele urban onu dünyanın en büyük adamı olarak
biliyordur. Kilisli Rifat’ın bir askerden naklettiğine göre bir müfreze, Halep
ile Şam arasındaki bir çölde bir Arap şeyhinin çadırına misafir olur.
Konuşmanın bir yerinde padişahın ismi geçer. Şeyh, padişahın nasıl birisi
olduğunu ve cesametini sorar. Muhatabı olan başçavuş, Cemil Paşa’nın tabii ki
büyük olduğunu ama padişahın Cemil Paşa gibi birçok paşası olduğunu söyler.
Şeyh kızar ve kılıcına davranır. Dünyada Cemil Paşa’dan büyük adam yoktur,
bunun ihtimali de yoktur. Eğer misafiri olmasaydı başçavuş çoktan dört parçaya
ayrılacaktı.[238]
Urbanın Cemil Paşa’ya verdiği destek
merkez yönetimince bir tehdit olarak görülür. Olası bir isyan bayrağında Cemil
Paşa urbanın tam desteğini alabilecek bir otoriteye sahiptir. Görevden alınması
mevzuu bundan ötürüdür.[239]
Son bölümde Cemil Paşa’ya ait birkaç
bilgi parçası vardır. Onun iri ve sevecen bir görünüşü vardır. Müşir elbisesi
ona ayrı bir hava katıyordur. Hasırcızade
Hafız Mehmed
Ağa hakkında bir kaside yazmıştır. Ve Halep’te onun adına nispetle bir mahalle
de var.[240]
Adliye Nazırı Abdurrahman Paşa
Burada Rifat Bey Abdurrahman Paşa’nın
bir davranışı üzerine bir yazı kaleme almış görünüyor.
Rifat Bey’in Ahmet Hikmet isminde bir
hemşerisi vardır. Hikmet Efendi Hukuk Mektebi’ni bitirir ve memuriyet için bir
arzuhal (dilekçe) kaleme alır. Doğrudan adliye nazırına[241]
yazılan dilekçede resmi yazışmalara uymayacak bir hata yapar. Sehven “devletli
efendim” demek yerine “iffetli efendim” yazmıştır. Arzuhal ilk verildiğinde
hata fark edilmese de memur alım komisyonundan birisi hatanın farkına varır.
Arzuhal yazmayı bilmeyen adam ne diye hâkim olacak derler. Hikmet Bey’in
memuriyeti tehlikededir ve kendini müdafaa etmesi istenir. İşte tam bu noktada
Hikmet Efendi Rifat Bey’e durumu anlatır ve çözüm yolu bulmasını ister. Rifat
Bey’in tavsiyesi şöyledir:
Yanıldım demek olmaz, makam-ı resmide
böyle mazeretler kabul edilmez. Senin için çare şudur: kemal-i şecaatle (cesurca)
komisyona gidersin, maceradan bihaber bulunursun (-bilmezliğe gelirsin
anlamında) “arzıhalim ne oldu, ne muamele gördü” diye sorarsın, muteriz olan (o
fark eden kişi kastediliyor) zat kimse çatar. Cevabında “ne söylüyorsun, ben
iffetlu kelimesini bilintizam (kasdi olarak anlamında kullanıyor) yazdım.
Paşanın devletlu olduğunu herkes bilir ve bu ünvanda bütün vezirler müşterektir
(ortaktır). İş iffettedir ki o paşa efendimize mahsustur. Ben onu diğer
vezirlerden tefrik (ayırt etmek) için böyle yazdım ve zaten mutlaka devletlu
isterse o zaman ben de memuriyet talebinden vazgeçerim” dersin, der.[242]
Hikmet Efendi bu şekilde savunmasını
yapmıştır. İzahat, Paşa’nın hoşuna gitmiş ve kelimeyi kabul etmeye (iffetli
kastediliyor) kendisini mecbur hissetmiştir. İstediği memuriyetin verilmesini
emir buyurur. Rifat Bey Abdurrahman Paşa’nın bu hareketini asilce bulur.[243]
Hikmet Efendi
Rifat Bey’e hikâyesini anlatır. Rifat Bey bu şekilde her zaman
kurtulamayacağını, bir bilene sorarak iş yapmasının her zaman doğru olacağını
öğütler. Bitirirken iffet kelimesinin manasını ahlaksızlığın zıddı olarak tarif
eder.[244]
Eski Devirlerin Üç Tipik Şahsiyeti
Burada hatırası zikredilen kişiler
Maarif Nazırı Münif Paşa, farisişinas Hoca Hüsnü Efendi ve Keçecizade Reşad
Bey’dir.
Münif Paşa, üç kere maarif nazırlığı
yapmış ve iki defa da Tahran Sefiri olmuştur. Kilisli Rifat onunla ilgili iki
durumu anlatır. İlk bahsedilen, Paşa’nın bir konağındaki iki odadır.
Süleymaniye Kız Orta Mektebi[245] olarak da kullanılan bu
konaktaki bu iki oda Rifat Bey’in güzellik anlayışına göre görülmesi ve
tescillenmesi gereken güzelliktedir. Bu odalardan biri hakkında diğerine göre
daha fazla tafsilat vardır: cennet köşesi gibidir, duvarları, kapısı, tavanı,
ocağı fevkaladedir. Kûfi yazı ile süslenmiş talik hatla “ateş kenarı kış
gününün lalezarıdır” mısraı yazılıdır. Rifat Bey, resim konusundaki az
bilgisinden ötürü bu sanatlı odanın kıymetine tam anlamıyla vakıf değildir.
Sanayi-i Nefise’nin bu yapıyı görüp bu güzelliği tescillemesi gerektiğini
düşünür. Diğer oda da güzeldir. Tavanda kalın badana altında kalmış bir beyit[246] güzel bir yazıyla yazılmış
olup Gülistan’da mevcuttur.[247]
Münif Paşa’ya dair ikinci bahis
farisişinas Hoca Hüsnü Efendi ile İranlı bir edip arasında geçen atışma
denebilecek bir olaydır. Burada eski devirlerin ikinci kişisi olan Hoca Hüsnü
Efendi için de tafsilat vardır.[248]
Münif Paşa’nın İran sefirliğinde iken
tanıştığı ediplerden biri İstanbul’a ziyaretine gelir. Laf arası İstanbul’da
farisişinas olmadığını söyler. Bu söz Paşa’nın gücüne gider. Hoca Hüsnü
Efendi’yi çağırtıp bu konuda onunla imtihan etmesini ister. Bu aynı zamanda
İranlı’ya bir kanıt olacaktır. Hemen bir tertibat hazırlar. İranlı ediple Paşa
bir yemek yiyecektir. Yemekten sonra Hoca Hüsnü Efendi Münif Paşa’yı ziyarete
gelmiş gibi yapacaktır. Hüsnü Efendi, Farisi muallimi olarak İranlı edibe
takdim edilecektir. O esnada İranlı edibin muhakkak Hüsnü Efendi’yi yoklaması
beklenecektir. Farisi edebiyatındaki bir konu etrafında beyitler okunarak yani
yarışma şeklinde bir düello olacaktır. İlk söze başlayan İranlı olacaktır.
Sonrasında Hüsnü Efendi okuyacaktır. Anlatıma ve plana göre Hüsnü Efendi’nin
daha fazla beyit okumasıyla sonuç İstanbul lehine olacak, İranlı’nın iddiası
çürütülecektir. Plan aynen uygulanır. Buse temalı bir konuda beyitler
okunmasına karar verilir. O edip 25 beyit okur ve sözü Hüsnü Efendi’ye bırakır.
Hüsnü Efendi, rakibinin okuduklarından farklı 50 beyit okumuştur. Yetişir
demeleriyle bitirir ve bıraksalar 100 beyite ulaşabileceğini söyler. Edip
bozulmuş, savı çürümüş bir şekilde adeta bir mağlup gibi ortamdan ayrılır. Paşa
memnun olmuş ve Hoca Hüsnü Efendi’ye mükâfat olarak bir elbise hediye etmiştir.[249]
Kilisli Rifat şu isimlerle Ali Emiri
tavassutuyla dost olmuştu: Kemal Bey, İbnülemin Mahmud Kemal Bey, Süleyman
Nazif, divan-ı muhasebat başkâtibi Fuat Bey, meskûkât mütehassısı Tevfik Bey,
tarihçi Arifi Bey ve Hikmet Molla Efendi.[250]
Reşad Bey, eski devirlerin üçüncü
kişisidir. En büyük meziyeti belagatli bir anlatıma sahip olmasıdır. Anlatımı
apaçıktır. İnsanı etkileyen, meftun eden bir tarzı vardır. Meddah demek doğru
olmayabilir. Daha yüce olmalıdır. İnsanların gamını, kederini alan neşeli bir
tarafı vardır. O anlatırken gülmemek, sevinmemek olası değildir.[251]
Reşad Bey, Sultan Reşad tarafından
seviliyordur. Destursuz girme ayrıcalığı vardır. Sarayda saatlerce
konuştururlar, o gitmek isteyince Sultan Reşad’ın onu bırakası gelmiyordur.
Sözün burasında Rifat Bey’in bir teorisi vardır. İstanbul’un yerlisi olan
kişiler güzel konuşur, taşralılar ise (kendisi gibi) bu yetenekten yoksundur.[252]
Rifat Bey bir gün Reşad Bey’e bir
merakı hakkında soru yöneltir. Reşad Bey’in bunca sene saraylarda, padişahların
yanında geçen bir hayatı vardır. Anlattıklarını başka yerden duymak kabil
değildir. Bunların yazılmaya değer olup olmadığı konusunda ne gibi bir
düşüncesi vardır acaba? Reşad Bey, anlattığı mevzuları seneler içinde
kazandığını söyler. Yeri geldiğinde bunları kullanıyordur. Rifat Bey, eğer
yazmayı düşünürse kendisinin bu kayıtları tutmak konusunda gönüllü olacağını
beyan eder. Reşad Bey söyleyecek Rifat Bey kâtip olacaktır. Bu fikir Reşad
Bey’i güldürür. Çünkü mevzuyu güzelleştiren kişinin anlatma ve hitap sanatıdır.
Anlatılanların
yazıya geçtiğinde kıymeti kalmayacak ve anlaşılmayacaktır. Bu sebeple yazmanın
bir faydası olmayacaktır. Tabii ki bu hatıralar yazılmaz.[253]
Kolağası Resneli Niyazi Bey İstanbul’da
Rifat Bey hürriyetin[254] ilanından bir gün sonra
Saraçhane’deki İbrahim Paşa Hamamı’nda Resneli Niyazi Bey’e rastlar. Bir
vesileyle konuşma imkânları olur. Resneli Niyazi Bey, Rifat Bey’i pek terbiyeli
bulmuş, “ism-i ali”sini sormuştur. “Kilisli Muallim Rifat” şeklindeki cevabına
binaen Resneli Niyazi Bey muallimleri sevdiğini ve onlara hürmeti olduğunu
söyler. O sıralarda içeriye, elinde mektuplar olan bir çavuş girer. Mektupları
Niyazi Bey’e verir. Yirmiye yakın mektubu tek tek açan Niyazi Bey kızgın bir
tavırla onları yırtar. Niyazi Bey, bu tavrını Rifat Bey’e izah etme gereği
hisseder. Rifat Bey dinlemededir.[255]
Niyazi Bey İstanbul’a geldi geleli
günde yüzden fazla mektup alıyordur. Bunların bir kısmı imzalı, bir kısmı
imzasızdır. İmzalı mektup sahipleri mağduriyetlerine bir çare olarak
görmektedirler Niyazi Bey’i. Hâlbuki Niyazi Bey nihayetinde bir kolağasıdır.
Hükümet etme yetkisi yoktur. Herhangi bir nazırın onun tavsiyesini dinleme kaygısı
da olmayacaktır. Eğer bir mağduriyet varsa hükümete başvurulmalıdır. Onların bu
yaptığı, Niyazi Bey’i uşak gibi kullanmak manasına geliyordur. Diğer taraftan
her mektuba durumu bu şekilde açıklamak, onlara cevap vermek de angaryadır. Her
birine tek tek cevap yazmaktansa onları bir bir yırtmak daha kolay olarak
görünüyordur. İmzasız mektuplara gelince, onların durumu daha vahimdir. Niyazi
Bey’e göre onlar “vatanperver görünen bir takım vatansız hainlerdir”. Bu
mektupların içerikleri hezeyannamedir.[256]
Ayrıca mektuplar imzalı ve içeriği doğru olsa bile Niyazi Bey’in bir cezai
yaptırımı olmayacaktır. Niyazi Bey bunları ”yalan dolan, iftira, şahsi garaza”
olarak nitelendirir. Bu kanaate, mektupların bazılarını tetkik ettirerek
varmıştır. O sebeple içeriği bu tür olan mektupları yırtmak suretiyle bir çözüm
bulmuştur.[257]
Niyazi Bey’e
göre İstanbul’da çokça fesatçı, ahlaksız, menfaatçi, garazkâr insan vardır.
Başkası hakkında iftira edenler kendisi hakkında kim bilir neler düşünüyordur.
Askerlik mesleğini bırakacak köyde bir çiftçi olacaktır.[258] Kararını Rifat
Bey’e sorar. Rifat Bey “çok iyi yaparsın, temiz adını kirletmemiş olursun”
cevabını verir.[259]
Hidiv Hazretleri’nin[260] Türklüğe Meyli
Rifat Bey Meşrutiyet’in ilanından
sonra (1908’in sonbahar ayları olmalı) meydana gelen bir olayı anlatır. Mısır
kethüdası Sıddık isminde biri Türkçe öğrenmek ister. Ona, Rifat Bey’i tavsiye
ederler. Sıddık Bey Türkçeyi biraz biliyordur. Konuşmada ve anlamada sorunu
olmasa da gazetelerde yazılanları anlama konusunda sıkıntısı vardır. Rifat Bey
ile gazete okumak suretiyle bir plan yapılır. Tanin Gazetesi’ni haftada iki gün
okunacaktır. Başmakaleyi cümle cümle okuyup tahlil edecekler ve Rifat Bey
cümlenin çözümünü izah edecektir.249
Sıddık Bey, Mısır Hıdivinin oğulları
için de bir Türkçe muallimi aradıklarını söyler. Burada, aranan muallimlerin
vasıflarına ve müfredata ilişkin detaylar vardır. Buna göre çocukların Türkçe
eğitimi hem konuşma hem de yazma üzerine olacaktır. Muallim halis Türk olacak,
Türk diline hâkim olup edipler gibi yabancı kelimeler kullanmayacaktır. Muallim
İstanbul Türkçesine hâkim olacaktır. Türk milletine ve değerlerine karşı
hürmetkâr olacaktır. Muallimin Hidiv sarayında bir dairesi olacak ve kendine
bir hizmetçi tahsis edilecektir. Mısır içinde özel izinle gezebilecek ancak
gidiş ve dönüş saatleri muayyen olacaktır. Boş vakitlerinde muallimin özel
okumalarına müsaade edilecektir.250
Muallimde aranacak özelliklere devam
edilir. Şayet Hidiv’in çocukları Avrupa’ya giderse muallim de onlara eşlik
edecektir. Türkçe dersleri ve pratiği her daim devam edecektir. Muallim Türk
tarihindeki menkıbeleri okuyacaktır. Muallimin ahlaki gelişimi destekleyen bir
tarafı da olacaktır. Buna benzer teferruatlar etraflıca anlatılır makalede.
Ayrıca Mısır Hükümeti maaş konusunda endişeye mahal vermeyecek kadar cömert
davranacaktır.251 Rifat Bey’in Hidiv’in Türklüğe meylini anladığı
kısımlar bu hususiyetlerden ötürü olmalıdır.252
Sıddık Bey bu evsafta bir muallim
bulmak için Maarif Nazırı Ekrem Bey’e müracaat eder ve kendisine birkaç isim
sunulur. Bu kişiler Sıddık Bey’e göre kusurludurlar. Bulunan isimler şark
kültürüne haiz olmayan garplılaşmış insanlardır. Aslında uzağa gitmeden düşünse
bulacağı bir isim vardır Sıddık Bey’in: Kilisli Muallim
Rifat. Bu vasıfların tamamı Rifat Bey’de vardır. Sıddık Bey düşünüp taşınıp bu
kanaate varmıştır.[261] Bu karara hem Hidiv
hazretleri de memnun olacak ve onu memnun edecektir. Ne var ki Rifat Bey bu
teklifi reddeder. Yazıda birtakım maniler diyerek geçiştirir.[262]
Sıddık Bey
muallimin kim olacağı konusunda topu Rifat Bey’e atmıştır. Madem kabul etmiyor
en azından bir tavsiye vermelidir. Münasip kişiyi Rifat bulacaktır. O, Ereğlili
Sait Bey’i bu işe layık görür. Onun ismini teklif eder.[263]
Devr-i İstibdatta Midilli Adasını Ziyaret
Kilisli Rifat 1314’te Darülmuallimin’de
talebe iken ediplerden birisi ile görüşür. O kişi, Midilli’yi anlatırken
Kilisli Rifat çoktan mest olmuştur. Kanatları olsa hemen gitmek isteyecektir.
Gitmeye karar verse de nerede kalacağı ve kiminle ahbaplık edeceği gibi
sorunlar vardır. Konuyu Meclis-i Maarif azasından akaid hocası Süleyman
Efendi’ye danışmaya karar verir. Süleyman Efendi, oradaki Çınarlı Medresesi
müderrisi Ata Efendi’yi görmesini söyler. Süleyman Efendi bir tavsiye[264] yazacaktır ve Ata
Efendi Rifat’a yardımcı olacaktır. Rifat Bey’in endişeleri hallolmuş ve soluğu
Sirkeci’de almıştır. Deniz yoluyla seyahati başlamıştır. Akşam olup da uyku
zamanı gelince bir kamara kiralar. Bir mecidiye karşılığında güzel bir uyku
geçirir. Sabah olduğunda güzel bir hava ve sakin bir deniz onu karşılayacaktır.
Akşamüzeri Midilli’ye varırlar. İlk iş olarak Ata Efendi’yi bulur ve ona
tavsiyeyi gösterir. Medresede ona bir oda verirler. Rifat Bey’in haricinde hoca
takımından altı kişi daha vardır. Rifat Bey yemek ihtiyacını karşılamak için
olsa gerek adada lokanta olup olmadığını öğrenmek ister. Ata Efendi,
misafirleri için lokantaya lüzum olmadığını zira kendilerinin yemek dâhil tüm
ihtiyaçları gidereceklerini söyler.[265]
[266]
Rifat Bey’in Midilli ziyareti
ramazana denk geldiği için izlenimleri de ramazana dairdir. Güzel ahlak sahibi
ve alicenap olan Ata Efendi’nin odasında teravih sonrası sohbet oluyordur.
Lüzumsuz konuşma olmuyordur. Beylerden (kalburüstü kesim kastediliyor olmalı)
de katılanların oluyordur. Bir gece vaaz için Rifat Bey’e ricacı olurlar. Rifat
Bey’in itirazı hafif kalır ve hayatında ilk defa olmak üzere bir konuşma irad
edecektir. Vaaz, teklifin ertesi günü ikindi namazı sonrası verilecektir. Bu
durum şöyle anlatılır:
“ Ata Efendi’den kadı tefsirini
aldım. O gün mindere oturdum. Tahta başına geçtim, vaızlar gibi tahtayı dövmeye
başladım, çok söz söyledim. Fakat hep vaktiyle hafızamda kalmış ahlaki
hikâyelerden, beyitlerden ibaretti, derine dalamadım. işte bu suretle tarihi
hayatıma bir de vaaz ilave etmiş oldum. Ondan sonra bir daha nasip olmadı.”25,
Rifat Bey oradaki beyleri, ikram
sahiplerini hayırla yâd ederek ilk faslı bitirir.
Bu makalenin sonunda Rifat Bey’in
tuhaf bir hikâyesi vardır. Adaya ilk ayak bastığında hamama gitmiştir. Birkaç
gün sonra tekrar hamama girer. Ancak hamamda işler ters gitmektedir. Zira o gün
hamam kadınların kullanımına tahsis edilmiştir. Rifat Bey hatasını anladığı
gibi gözlerini onlardan sakınır. Kadınlardan birisi onu dışarı çıkarsa iyi
olacaktır. Diğer taraftan gözlerini kapalı tutmaktadır. Bir daha aynı hatayı
yaptığında dayak yiyeceği yönünde ikaz edilir. Rifat Bey, o günkü mahcubiyetini
unutamayacaktır.[267]
2.3.11.310 Zelzelesi260 ve Maarif Nazırı Paşa
Kilisli Rifat 1310 (1894 M) senesinde
Darülmuallimin’de261 öğrenimine başlar. 310 Zelzelesi olarak bilinen
deprem olduğunda okula başlayalı iki ay bile olmamıştır.262 Deprem
onları ders esnasında yakalar. Zelzele oluyor denmesi üzerine tüm sınıf kapıya
yönelir. İki yüze yakın kişi karmaşa, itiş kakış ve telaş içinde tahliye olur.263
Rifat Bey o karmaşalı günde soluğu
Ayasofya Meydanı’nda alır. Her tarafta depremin hasar verdiği yapılar vardır;
damlardan düşen kiremitler, çatlayan duvarlar. Çemberlitaş’ta kadınlar peştamal
ile fırlamış, korkudan titrek vaziyettedir.264
Ertesi gün talebeler mektebe gelir.
Kimsenin sınıflara tekrar girme cesareti yoktur. Okul müdürü Osman Bey
talebeleri teskin edememiştir. Durum Maarif Nazırı Zühdü Paşa’ya[268] nakledilir. Paşa, maiyetiyle
beraber okula gelir. Vücutlu, nurani görünüşlü ve 65 yaşındadır.[269] Talebeyi teskin etmek için şu
konuşmayı yapar: “ Çocuklar, evlatlar, yavrular! Müdür efendi anlattı
korkuyor, sınıflara girmiyormuşsunuz. Evet, eğer ki sınıfta sakatlık varsa
hakkınız var, o zaman başka bir bina buluruz, sizi oraya naklederiz. Yok,
binada bir şey yoksa o zaman cesaretle girmenizi, derslerinize bakmanızı
isteyeceğim. Evlatlar, ben yaşlı adamım, yaşlı insanların canı kıymetli olur,
en küçük tehlikeden kaçar. işte ben mektebi keşf için geldim. Şu iki zat meclisi
maarif azasıdır. Şu zat maarif tabibidir. Şu zat maarif mimarıdır. Şimdi biz
heyetimizle içeriye girecek, her tarafı muayene edeceğiz, size neticeyi
söyleyeceğim.”[270]
Heyet bir süre bina içinde
incelemelerde bulunur ve talebelere binanın sağlam olduğu yönünde garanti
verilir. Tek bir sıva bile düşmemiştir. Talebe iyice emin olsun diye bir saat
kadar daha bina içinde kalacaklardır. Bu izahat yeterli olmalı ki dersler
eskisi gibi devam edecektir. Rifat Bey’e göre o gün Zühdü Paşa gelmeyip bir
maarif müfettişi gönderilseydi ne olacağı bilinmezdi.[271]
Rifat Bey, akşam vakti gecelemek için
her zamanki gibi Dizdariye Medresesi’ne gider.[272]
Medrese hasarlı olduğu için Beyazıt Meydanı’na yönelir. Beyazıt Meydanı’nda
minare[273] çatlamış ikinci bir zelzelede[274] yıkılmasına kesin gözle
bakılıyordur. Rifat, Sultanahmet’e hareket etmiştir. Halk, meydanı tamamen
doldurmuştur. Kalabalık içinde türlü söylentiler de vardır; hapishane duvarları
hasar alınca mahkûmlar da dışarı çıkacaktır. Mahkûmların da silahları olduğu
için kolluk kuvvetleriyle çatışma çıkacaktır. Çatışmalar meydanda olacağı için
burada beklemek anlamsızdır. Rifat Bey hem kalabalık hem de bu iddialardan
ötürü Sirkeci şimendifer istasyonunda tanıdığı Yüzbaşı Adil Bey’in yanına
gitmeye karar verir. Adil Bey hemşerisidir. Ona yer ayarlar. Ancak orada da
risk vardır. İskele yıkılırsa yanındaki diğer yapılarla beraber sulara gömülme
ihtimali vardır. Rifat, artık gidecek başka bir yer olmadığını düşünerek
tevekkül eder ve orada kalır.[275]
Deprem akşamı Sultanahmet’teki
belediye bahçesi kadınlara tahsis edilir. Jandarmalar da etrafını sarıp onları
koruyordur. Rifat oradan geçerken bir kargaşa olur. Kalabalık toplanmış, sesler
yeri göğü inletiyordur. Meğerse bir adam kadın kılığına girip taciz girişiminde
bulunmuştur. Dikkatli bir kadının fark etmesiyle adam yakalanmıştır. Adam linç
edilmiş ve Zaptiye Nezareti’nce alıkonmuştur.[276]
Otuz Ders yahud Yeni Sarf Arabi[277]
Otuz Ders yahud Yeni Nahv-i Arabi[278]
Esma-i Müellifin[279]
İrfan Tazebay’ın kızından aldığı
bilgiye göre Rifat Bey’in son yıllarında üzerinde çalıştığı bir kitapmış. İlk
cildi tamamlansa da ikinci cilt tamamlanamamıştır.[280]
Rifat Bey’in terekesinde müsveddeleri olmalıdır.
3.2.1. Bostan[281]
Sa’di-i Şirazi’nin (Ö.691/1292)
yaklaşık 5000 beyitten oluşan meşhur Farsça mesnevisidir. Rifat Bey kitabı bir
bütün olarak Türkçeye çeviren ilk kişidir.[282]
Sa’di-i
Şirazi’nin farklı konuları ihtiva eden, dünya çapında binlerce yazması bulunan
meşhur Farsça eseridir. Rifat Bey’in tercümesinde Ali Nihat Tarlan’ın Sa’di- i
Şirazi hakkında bir yazısı ile Rifat Bey’in Türkçe diğer Gülistanlara
dair bir değerlendirmesi vardır.[284]
Edviye-i Kalbiye[285]
Hindiba Risalesi[286]
Arapça asıllı eseri Rifat Bey tercüme
etmiştir. İstanbul Üniversitesi Tıp Tarihi Enstitüsü tarafından basılan eserin
önsözünü Süheyl Ünver yazmıştır.
Baharistan[287]
Abdurrahman-ı
Câmî’nin (ö. 898/1492) Farsça ahlâkî ve edebî eseri olan Baharistan’
Rifat Bey 1945’te tercüme etse basımı ancak 1970’de olmuştur.[288]
Tarîhu el-Melik ez-Zâhir[289]
Dürrü'l-Hibeb fi Târihi Haleb[290]
Utbî tercümesinin tercümesi[291]
Rifat Bey’in yaptığı tercümenin
tarihi bulunmamaktadır. "Es'ad Efendi Kütübhânesindeki 2225 numerolu nüsha
esâs itibariyle diğer nüshalardan da mukabele edildikten sonra tercüme
olunmuştur" şeklinde bir not düşülmüştür.
Emir Yeşbek'in Şâh Süvâr Sefer[292]
Vakâyi-i Türkmâniyye[293]
el-Metâli u'l-Bedriyye'den Seçmeler Tercümesi[294]
Eserin notlar kısmında “Mensur
Kilisli Rıfat Bey'in kendi el yazısı olduğu anlaşılmaktadır. Yaprakların sadece
(a) yüzü kullanılmıştır Zahriyedeki bilgi notunda belirtildiğine göre
seyahatname olan kitaptan seçilen edebi sözlerin Kilisli Rıfat Bey tarafından
yapılan tercümesidir, Seyahatnamenin özetidir. Köprülü kütüphanesi No:1390”
ibaresi bulunmaktadır.
TASHİHİNİ YAPIP
NEŞRETTİĞİ ESERLER
Dîvânu Lügati't-Türk[295]
Ferhenkname-i Sa'di Tercümesi[296]
Sa’di’nin Bostan’ından seçilmiş
şiirlerin tercümesini ihtiva eder. Rifat Bey ile Veled Çelebi Hoca Mesud’a ait
bu eserin kapsamlı ve titiz bir tashihini yapmıştır. Rifat Bey kitaptaki her
beyti Bostan" daki asıllarıyla karşılaştırdı. Kitabın müellifini
Mes’ûd b. Osman Gülşehri olarak gösterilse de daha sonra bu hatadan vaz
geçilir. O zaman bilinen tek nüsha olan Ali Emiri nüshasını kullansa da yaptığı
filolojik çalışmanın isabetini daha sonraki neşirler doğrular.[297]
Gülzar-ı savab[298]
Nefeszâde
İbrâhim’in (ö. 1060/1650) hat malzemeleri ve hat sanatına dair teknik bilgileri
içeren eseridir. Rifat Bey, Topkapı Sarayı Müzesi’ndeki Müstakimzade nüshasını
esas almış, bunu İstanbul kütüphanelerindeki on sekiz nüsha ile karşılaştırarak
neşretmiştir. Eserin dipnotları kıymetlidir. Eser hazırlanırken Rifat Bey uzman
sanatkârların fikirlerinden istifade etmiş ve kitabı diğer nüshalardan
ilavelerle zenginleştirmiştir.[299]
Hediyyetü'l-arifin[300]
Divân-ı Türkî-i Sultan Veled[301]
Rifat Bey’in 1925 (1341 R)’te Veled
Çelebi ile neşrettiği Sultan Veled’e ait eserdir. Rifat Bey eserin tashihini
yapmıştır. Maarif Vekâleti tarafından basılmıştır. Eser Türkçe manzumeleri
ihtiva etmektedir.
Hilyetü'l-insan ve hilbetü'l-lisan[302]
İbn Mühenna
Lügati olarak da bilinen eser Arkeoloji
Müzesi Kütüphanesi nüshası esas alınarak hazırlanmıştır. Rifat Bey’in dipnot ve
düzeltmeleri olmuştur. İbn Mühenna Lügatinin muteber bir neşri olduğu
kabul edilir.[303]
Kitâbu Ahkâmi'l-Kur’ân[304]
Hanefi âlim
Cessas’ın (ö.380/980) ahkâm ayetlerine üzerine yaptığı bir tefsirdir. Eserin
dili Arapçadır. Birçok kütüphanede yazma nüshası vardır. Rifat Bey ile Karahisar
Mebusu Kâmil Efendi tarafından İstanbul Üniversitesi’ndeki nüshalar esas
alınarak neşredilmiştir. Eserin en muteber baskısının Rifat Bey’in neşri olduğu
iddia edilir.[305]
Kitab-ı Dede Korkut ala lisanı taife-i Oğuzan[306]
1916 senesinde İstanbul’da Rifat
Bey’in derlediği eser, Dede Korkut Kitabının Dresden nüshasının kötü bir
istinsahına dayanmaktadır ve birtakım eksikleri vardır. Rifat Bey’in neşri Türk
Edebiyatı’nda ve Türk kültüründe önemli bir dönemeç olması bakımından kayda
değerdir.[307]
Evliya Çelebi Seyahatnamesi[308]
Bezm ü
Rezm[309]
Devhatü'l-küttab[310]
Suyolcuzacte Mehmed Necib'in hat
sanatlarında başvuru kaynağı kabul edilen en önemli eseridir. İçinde
hattatların biyografileri vardır. Rifat Bey, Topkapı Sarayı Müzesi’ndeki bir
nüshayı esas alarak kitabın üçüncü bölümünü kısaltarak çevirmiştir. Rifat Bey
tertip ve tashihinde rol almıştır.[311]
İzahü’l-meknun[312]
Izahü’l-meknun
fi zeyl-i ala Keşfü’z-zunûn an esâmi'l-kütüb ve'l-fünûn eserin asıl ismidir. Bağdatlı İsmail Paşa’nın Kâtip Çelebi’nin Keşfu’z
zunûriunda olmayan yaklaşık 19000 kitap içeren zeylidir. Rifat Bey,
Şerefettin Yaltkaya ile bu eseri istinsah ve tashih etmiştir.
el-Kavaninü'l-külliyye li-zabti'l- lugati't-Türkiyye[313]
el İdrak Haşiyesi[314]
Keşfü'z-zunûn[315]
Beyazıt Devlet Kütüphanesi’ndeki
oldukça karmaşık olan müellif nüshası aynı zamanda istinsah da edilmiştir.
Çalışma, Topkapı Sarayı’ndaki nüshayla karşılaştırılmış olup en güvenilir neşir
olduğu kabul edilir.[316]
Arzname[317]
Akkoyunlu
Devleti’nin idari ve askeri yönleri hakkında değerli bilgiler içerir. Müellifi
Devvani’dir. Onun talebesi Müeyyidzade’nin hattıyla yazılmış Topkapı nüshasına
dayanarak Rifat Bey tashihini yapmıştır. Milli Tetebbûlar Mecmuası’nda 1311’de
ikinci sayıda 273-305 ile 385-386 sayfalarında neşredilmiştir.[318]
Das biographische Lexicon...[319]
Das
biographische Lexicon des Şalâhaddin Halil ibn Aibak aş-Şafadî (I-VIII, İstanbul 1929-1931). Safedi’nin el-Vâfî bi’l-vefeyât
isimli eserinin ilk kısmını Helmutt Ritter ile Rifat Bey hazırlamıştır.[320]
Maniler[321]
Sivas Dârü'r-Râha Vakfiyesi[322]
Kitabın nüshası TTK
Kütüphanesi’ndedir. Notlar kısmında “Eser mensurdur. Satır aralarındaki bazı
kelimelerde Kilisli Rifat Bilge'nin tashihleri vardır. Defterin vr. 8b-10b
arası boştur.” ibaresi vardır.
Rifat Bey
buradaki eserlerin son ikisini TDK için diğerlerini ise TTK için istinsah
etmiştir.
Behişti Târihi[323]
Kanunnâme[324]
1 Eylül 1931’de Darülfünun
Kütüphanesi’ndeki nüshadan istinsah edilmiştir.
Teşkilât Risâlesi[325]
Kapucubaşı
Eşref Efendi’ye ait olduğu düşünülen eser 29 Ağustos 1931’de istinsah etmiştir.
Vakfiye suretleri[326]
Rifat Bey’in 15 Haziran 1908 (1324
R)’de istinsah ettiği mensur eserdir. Müellifi bilinmiyor.
el-Fevâid[327]
Karamanoğulları : târîh-i Oğuziyân'dan müstahreçtir.[328]
Avusturya Seferi[329]
Mecmûatü'n-Nezâir[330]
Bu eserde “Manzum Bu nüshayı İ.Hakkı
Uzunçarşılı Kilisli Rıfat'a istinsah ettirmiştir. Seçme şiirler vardır.
Akbıyık, Ahmedi, Ahi, Ezheri, Ekmel, Bedr-i Tokadi, Bedi'i , Baha, Behrâm oğlu,
Tâc Ahmed, Cevri, Hüsâmı Harimi, Hasan oğlu vs. gibi şairlerin şiirleri
vardır.” notu vardır.
Menâkıb-ı Şeyh Bedreddin b. Kâdi İsrâil[331]
3 5 10. Târîh-i İbn-i Bîbî fihristi[332]
Eserin notlar
kısmında “Eser mensurdur. Vr. 16a, 18b, 20a-26b'de derkenar vardır.” ibareleri
vardır.
3.5.12. Muhtelif[334]
Bu eser parçalı bir yapıya sahiptir.
Notlar kısmında “Bazı İstanbul Kütüphanelerinde bulunan Farsça, Arapça
kitaplardan alıntılar (Aksarayî, İbn Bîbî)
Defterin ilk sayfası kopmuştur.
et-Tuhfetü'z-Zekîye fî'l-Lugati't-Türkiye333
Türk Dil
Kurumu Kütüphanesi Türkçe Yazmaları kısmında bulunan eserin müstensihi Rifat
Bey’dir.
3 5 15 Türk Dili334
Aşağıda Tarama Sözlüğü için
Rifat Beyin taradığı eserlerin isimlerini verilmiştir.
Acaib-ül mahlukat
Akrabadin Tercümesi
Âli Divanı
Anasır-ı Erbaa
Antername
Aş-kî Divanı
Ataî Divanı
Cami-ün nasayih
Cevahir-ül ahbar
Cihannüma
Cihan-ül cenan
Divan-ı Türkî Basit
Ehamüslimname
Enis-ül arifin
Fazıl Külliyatı
Ferişteoğlu Lügati
Fetihname-i Budin
Fütuh-uş-Şam Tercümesi
Garibname
Gülistan Tercümesi
Gülşenî Divanı
Gülşen-i Raz Tercümesi
Gülzâr-ı Tennusi
Hadikatüs-suada
Haletî Divanı
Hamse-i Ataî
Hamzaname
Hayat-ülühayvan Tercümesi
Hikmetname
Hüsn-ü Aşk
Hüsn-ü Dil
Irşad-ül-mirid ile-l-murad
İzzet Molla Divanı
Kitab-ı Güzide
Koçubey Risalesi
Kuddisi Divanı
Laylâ ve Mecnun
Maarifname
Mecma-ül Latif
Merazım-ül cevahir
Mevahib-ül-Hallak fi Maratib-il ahlâk
Mevlid
Mihnetkeşan
Mihr ü Müşteri
Muhammediyye
Nasayin-ül mülük
Nigâristan Tercümesi
Nihanî Divanı
Nizamî Divanı
Nuhbe-i Vahbi
Tendname-i Güvahi
Rahat-ül ervah
Ravzat-ül ahbar Tercümesi
Revzat-ül envar
Revanî Divanı
Saadetname
Sabit Divanı
Selâtinname
Selâmen ve Ebsar Tercümesi
Selimname
Seyyid Vehbi Divanı
Surname
Şehname Tercümesi
Şeref-ül insan
Şevahid-ün-nübevve Tercümesi
Şeyh Galip Divanı
Tarih-i Âl-ı Osman
Tarih-i Âl-ı Selçuk
Tazarruname
Tebareke Tefsiri
Tercuman-ı Bidaye
Teshil
Tibr-i Mesluk Tercümesi
Tuhfe-i Asım
Tuhfe-i Vehbi
Tuhfet-ül-kibar fi Esfar-il bihar
Tuhfet-ül letaif,
Veyse ve Ramin
Yahya Bey Divanı
Yusuf ve Zeliha
Zad-ül-ibad Tercümesi
Zehrü-l-kiman Tercümesi. [335]
Netice
Neşrini yaptığı eserlerde en fazla
tashih yönüyle katkı yaptı. Çevirileri ve istinsah ettiği eserleri de oldu.
Müellifi olduğu eserlerin sayısı diğerlerine nazaran azdır. Bu noktada başına
gelen talihsizlikler ya da çalışma yükünün fazla olması sebep olarak
gösterilebilir. Diğer taraftan Rifat Bey, bazı eserlerin matbaa kısmıyla da
ilgilendi.
Rifat Bey’in zaman zaman gazete ve
dergilerde bilgilendirici yazılar yazmıştır. Rifat Bey, TTK ve TDK için
istinsah ettiği eserlerle aynı zamanda bir müstensihtir. Maniler ve halk
edebiyatına dair çalışmaları ile Tarama Sözlüğü için verdiği katkı onun
verimli olduğu diğer bir yönüdür.
Rifat Bey’in makalelerinde sade bir
anlatımın olduğu gözlenmiştir. Makalelerde çok fazla isim ve kurum vardı; tezde
bunlar araştırıldı. Rifat Bey hürmet, vefa ya da hayranlık duygularıyla
makalelerinde şahısları yazdı. Bu kişilerin bir kısmı hakkında herhangi bir
kayıt bulunamadı. Makalelerin bazılarında birden fazla konuya temas edildiği
görüldü. Makalelerin incelendiği kısımda olayların tarihleri, sıralamaları ve
hakikatleri üzerinde duruldu. Rifat Bey’in bazı konularda hataları olduğu
anlaşıldı.
Rifat Bey, en iyi nüshayı esas alarak
nüsha farklarını gösteren tenkitli neşir ya da edisyon kritik kaidelerini
biliyordu. Bu usulü, neşrettiği eserlerinde kullandı.
Türkiye’deki önemli kütüphanelerin
yurt içinde kalması ve muhafazasında Rifat Bey’in önemli rolleri olmuştur.
Rifat Bey, yazma koleksiyonların kıymetini bilen birisidir. Hususi kütüphaneler
ile vakıf kütüphanelerindeki kıymetli eserlerin kayda geçirilmesinde Rifat
Bey’in etkisi oldu.
Türk Dil Kurumu’nun geçirdiği
evreleri ve Türk Dili için yapılan faaliyetleri Rifat Bey yakından takip
etmiştir. Kaynak eserlerin gün yüzüne çıkması ve dil tartışmalarını birinci
ağızdan aktarması bakımından yazdıkları değerlidir.
Rifat Bey’in Selim Sabit Efendi
hakkında yazdığı yazının eğitim tarihimiz adına incelenmesi faydalı olacaktır.
Bu yazı modern eğitim usullerini hem teorik çerçevede bilen hem de uygulamalı
alanda başarılı bir şekilde uygulayan Selim Sabit Efendi’yi anlatması anlamında
kıymetlidir. Yazı, ders notlarına benzer bir yapıya sahiptir. Bu yazının
araştırmacılar tarafından tartışılması faydalı olacaktır.
Rifat Bey’in Arapça ve Farsçadan
tercüme ettiği eserlerin dil ve muhteva bakımından analizi yapılmalıdır.
Yapılan neşirler ilmî açıdan incelenmeye muhtaçtır. Bu çalışmalar akademiye yeni bir soluk getirecektir.
[Bilge], Ahmed
Rıfat, Otuz ders yahud yeni sarf Arabi, Ruşen Matbaası, Dersaadet 1328.
[Bilge], Kilisli Ahmed Rıfat,
“Divan-ı lûgat-it Türk tercümesi”, y.y.
[Bilge], Kilisli Rifat, “İbn Mühennâ
Lugati”, ikdam, (1922).
, “‘Süheyl ü Nevbahar’a Dair”, Türkiyat
Mecmuası, İstanbul (1926).
Akalın, Şükrü Haluk, “Türk Dil
Kurumu”, DİA, 2012, C. 41, ss. 536-538.
Akpınar, Turgut, “Hüseyin Hüsameddin
Yasar”, DİA, 1998, C. 18, ss. 551-552.
Akün, Ömer Faruk, “Bursalı Mehmed
Tahir”, DİA, 1992, C. 6, ss. 452-461.
, “Kilisli Rifat Bilge”, DİA,
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları 2002, C. 26, ss. 18-22.
Albayrak, Nurettin, “Hüseyin Kazım
Kadri”, DİA, 1998, C. 18, s.
, “Kul Mesud”, DİA, 2002, C.
26, ss. 352-353.
, “Mani”, DİA, 2003, C. 27,
ss. 571-573.
Ali Emiri Efendi, “Millet Kütüphanesi
Ne Surette Teşekkül Etti”, Tarih ve Edebiyat, C. 1, S. 3 (1922), s.
53-65.
Anay, Harun, “Devvani”, DİA,
1994, C. 9, ss. 257-262.
Atalay, Besim, “Divanü Lûgatit-Türk
Tercümesi”, Ankara 1985, C. 1 , s. 530.
Bilge, der. Kilisli Rifat, (ed.), Maniler,
Devlet Matbaası, İstanbul 1928.
Bilge, Kilisli Muallim Rifat, Anılar
ve İnsanlar, Kilis Kültür Derneği, Ankara 1997.
Bilgin, A.Azmi, “İsmail Saip Sencer”,
DİA, 2001, C. 23, ss. 122-123.
Bostan, M.Hanefi, “Said Halim Paşa”, DİA,
2008, C. 35, ss. 557-560.
Büyük Türk Filozof ve Tıb Üstadı İbni
Sina Şahsiyeti ve Eserleri Hakkında Tetkikler, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara
2014.
Çelik, Yüksel, “Üsküdar Sakinlerinden
Son Hıdiv II. Abbas Hilmi Paşa (1874-1944) ve Hıdiv Kasrı”, ULUSLARARASI
ÜSKÜDAR SEMPOZYUMU V, ed. Coşkun Yılmaz, Üsküdar Belediyesi, İstanbul 2007,
ss. 401-420.
Cemaleddin B. El-Mühenna
İbnü’l-Mühenna, Hilyetü’l-insan ve hilbetü’l-lisan, ed. nşr. Kilisli Rifat
Bilge, Matbaa-i Âmire, İstanbul 1338.
Ebu Abdullah Muslihuddin Sa’di-I
Şirazi, Ferhenkname-i Sa’di, ed. Kilisli Muallim Rifat Bilge, çev.
Mes’ûd b. Osman Gülşehri, Maarif Vekaleti, Ankara 1340.
Efe, Mehmet Yahya, Kilisli Muallim
Rifat, Kilis Yardımlaşma Derneği, Ankara 2003.
Ergin, Osman Nuri, Muallim M.
Cevdet’in Hayatı, Eserleri ve Kütüphanesi, İstanbul Belediyesi, İstabnul
1937.
Erkan, Mustafa, “İbn Mühenna”, DİA,
1999, C. 20, ss. 218-219.
Erkan, Mustafa, Mustafa Özkan, “Hoca
Mesud”, DİA, 1998, C. 18, ss. 189-191.
Ersoy, Feyzi, “Dîvanu Lugati’t-Türk,
Ali Emiri Efendi’yi Nasıl Buldu?”, Dil Araştırmaları, C. 23 (2018), ss.
79-93.
Evliya Çelebi, Evliya Çelebi
Seyahatnâmesi(7. C.), ed. Muallim Rifat Bey, Devlet Matbaası, İstanbul
1928.
, Evliya Çelebi Seyahatnâmesi(8.
C.), ed. Kilisli Rifat Bey, Orhaniye Matbaası, İstanbul 1928.
, Seyahatname(6. C), ed.
İkdamcı Ahmed Cevdet, İkdam Matbaası, Dersaadet 1314.
Fuad, Köprülüzade Mehmed,
“[”Firhenk-nâme-i Sadi” Yahud Muhtasar Bostan Tercümesi, Nazımı: Hoca Mesud, h.
755, muhaşşi ve Musahhihleri: Veled Çelebi ve Kilisli Muallim Rifat, İstanbul:
Matbaa-i Amire, 1340-1342, s. 87]”, Türkiyat Mecmuası, İstanbul (1926).
Girit, Kadir, Dönemin Olayları
Işığında Resneli Niyazi Bey,(Basılmamış Yüksek Lisans Tezi) Karadeniz
Teknik Üniversitesi 2017.
Gökyay, Orhan Şaik, “Dede Korkut”, DİA,
1994, C. 9, ss. 77-80.
Günaydın, Yusuf Turan, “Kilisli
Muallim Rifat Bilge: Cumhuriyet Devrinde Farsçadan Türkçeye Tercüme
Faaliyetinin Mühim Bir Halkası”, ed. Hicabi Kırlangıç, Türk Tarih Kurumu
Yayınları, Ankara 2009, ss. 175-186.
Güngör, Mevlüt, “Cessas”, DİA,
1993, C. 7, ss. 427-428.
İbn-i Sina, Edviye-i Kalbiye,
çev. Kilisli Ahmet Rifat Bilge, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1937.
İnal, İbnülemin Mahmut Kemal, Son
Asır Türk Şairleri(2. cilt), ed. M. Kayahan Özgül, Atatürk Kültür, Dil ve
Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara 2000.
İpşirli, Mehmet, “Hayri
Efendi,Mustafa”, DİA, 1998, C. 17, ss. 62-64.
, “Hüseyin Hüsnü Efendi”, DİA,
1998, C. 18, ss. 552-553.
Kaçalin, Mustafa S., “Divanü Lügati’t
Türk”, DİA, 1994, C. 9, ss. 446-449.
Kahraman, Mehmet, “Türk Dilinin
Cumhuriyet Devri Terimsel Gelişim Sürecine Tarihi Bakiş (II)”, İnsan ve
Toplum Bilimleri Araştırmaları Dergisi, (2017).
Karaca, Alaattin, “İsmail Safa”, DİA,
2001, C. 23, ss. 121-122.
Kâtib Çelebi, Keşfü’z-zunûn an
esami’l-kütüb ve’l-fünun (2.C), ed. Kilisli Rifat Bilge, Şerefettin
Yaltkaya, Maarif Vekaleti, Ankara 1943.
, Keşfü’z-zunûn an esami’l-kütüb
ve’l-fünun=Keşf-el-zunûn(1.C), ed. Kilisli Rifat [Bilge], Şerefettin
Yaltkaya, Milli Eğitim Bakanlığı, Ankara 1941.
Kılıç, Hulusi, “Bağdatlı İsmail
Paşa”, DİA, 1991, C. 4, ss. 447-448.
, “Hacı Zihni Efendi”, DİA,
2003, C. 28, ss. 542-543.
Kilisli Muallim Rifat, "Mekteb
Hatıraları: Eski Darülmuallimin’de Hocam Selim Sabit Efendi Merhum”, Muallimler
Mecmuası, (1925).
Kocaoğlu, Fazilet Pınar, Türk
Tarihçiliğinde İki Türkçü İsim: Necip Asım (18611935) ve Bursalı Mehmet Tahir
(1861-1924?), Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, 2015.
Koçu, Reşat Ekrem, “BİLGE(Rifat)”, İstanbul
Ansiklopedisi, 1961, C. 5, s. 2774.
Kollektif, Tarama Sözlüğü 1,
Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara 1995.
Küçükalioğlu Özkılıç, Sema, 1894
Depremi ve İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2015.
Kut, Turgut, “Yelkenci, Mehmet Raif”,
DİA, 2013, C. 43, ss. 398-399.
Kutluer, İlhan, “Keşfüz zunûn”, DİA,
2002, C. 25, ss. 321-322.
Mes’ud B. Ahmed, Suheil und
Nevbehar: romantisches gedicht des Mes’ud b.
Ahmed (8. Jhdt. d. H.)=Süheyl ü
nevbahâr, çev.
Johannes Heinrich MORDTMANN, Orient-Buchhandlung Heinz Lafaire, Hannover 1924.
Namık Kemal, Gülnihal, ed.
Kenan Akyüz, Milli Eğitim Bakanlığı, Ankara 1969.
Nuhoğlu, Hidayet Yavuz, “Gülzâr-ı
Savâb”, DİA, 1996, C. 14, s. 260.
Osmanlı Vilayet Salnamelerinde Halep, ed. Cengiz Eroğlu vd., Ortadoğu Stratejik
Araştırmalar Merkezi Kitapları, Ankara 2012.
Oraloğlu, Ali Z., “Zühdü Paşa”, DİA,
2013, C. 44, ss. 538-539.
Özcan, Abdülkadir, “Ahmet Refik
Altınay”, DİA, 1989, C. 2, ss. 120-121
Özcan, Nuri, “Rauf Yekta Bey”, DİA,
2007, C. 34, ss. 468-470.
Özkan, Mustafa, “DİLMEN,İbrahim
Necmi”, DİA, 1994, C. 9, ss. 302-303.
Öztürk, Cemil, “Darülmuallimin”, DİA,
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları 1993, C. 8, ss. 551-552.
Şahin, İlhan, “Abbas Hilmi II”, DİA,
1988, C. 1, ss. 25-26.
Şensoy, Sedat, “Osman Reşer”, DİA,
2008, C. 35, ss. 10-11.
Serin, Muhittin, “Suyolcuzacte Mehmed
Necib”, DİA, 2010, C. 38, s. 2.
Tanç, Halil İbrahim, “Erzurumlu
İsmail Saib Sencer ve İlim Dünyasına Katkıları”, EKEV AKADEMİ Dergisi,
(2007).
Tansel, Fevziye Abdullah, “Kilisli
Ahmed Rifat Bilge’nin Folklor Çalışmaları ve Mora Destanı”, Halk Kültürü,
C. 1 (1984), ss. 119-128.
Tayşi, Mehmet Seyran, “Ali Emiri
Efendi”, DİA, 1989, C. 2, ss. 390-391.
Tazebay, İrfan, Kilisli Muallim
Rifat Bilge, (Mezuniyet Tezi),İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Kütüphanesi 1964.
Tekin, Saadet, “Dr. Reşit Galip ve
Üniversite Reformu”, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, C. 1,
S. 2 (1992).
Tezcan, Nuran, “Seyahatname”, DİA,
2009, C. 37, ss. 16-19.
Tuğluk, İbrahim Halil, “Türk
Edebiyatında Baharistan”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, C.
26, S. 1 (2016), ss. 45-58.
Tuncel, Metin, “Kilis”, DİA,
2002, C. 26, ss. 5-8.
Uçman, Abdullah, “Rıza Tevfik
Bölükbaşı”, DİA, 2008, C. 35, ss. 68-70.
Ülkütaşır, M. Şakir, Büyük Türk
Dilcisi Kâşgarlı Mahmut, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara 1972.
Yavuz, Yunus Vehbi, “Ahkâmü’l Kuran”,
DİA, 1988, C. 1, s. 553.
Yüce, Nuri, “Atalay, Besim”, DİA,
1991, C. 4, ss. 43-44
https://www.nfk.com.tr/sahislar-2/fazil-bey(06.04.2020
tarihli erişim)
Devlet Arşivleri Başkanlığı
Cumhuriyet Arşivi
GENEL, 47 - 243 - 2.
BAKANLIKLARARASI TAYİN DAİRE
BAŞKANLIĞI, 56 - 16 - 5.
KARARLAR DAİRE BAŞKANLIĞI (1928- ),
95 - 47 - 7.
KARARLAR DAİRE BAŞKANLIĞI (1928- ),
91 - 63 - 2.
Devlet Arşivleri Başkanlığı Osmanlı
Arşivi
Maarif Nezareti Tedrisat-ı İbtidaiyye
Kalemi, 224 - 24.
Maarif Nezareti Tedrisat-ı İbtidaiyye
Kalemi, 224 - 38.
Maarif Nezareti Tedrisat-ı İbtidaiyye
Kalemi, 207 - 119
Maarif Nezareti Tedrisat-ı İbtidaiyye
Kalemi, 256 - 85
Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi Evrakı,
1425 - 83.
Emekli Sandığı Arşivi, M0096799.
Bu yazı Rifat Bilge’nin hocası Selim
Sabit Efendi hakkında Muallimler Mecmuası’na yazdığı yazının
transkripsiyonudur.[336]
Eski Darülmuallimin’de Hocamız Selim Sabit Efendi Merhum
310 senesinde Darülmuallimin’e girmiş
idim. O zaman Darülmuallimi’nin tahsili ikisi ibtidaiye, ikisi rüşdiye, üçü
âliye olmak üzere 7 seneden ibaret idi. Mezkûr 7 sene zarfında kırkdan ziyade
muallimden ders gördümse de bunlar meyanında en ziyade merhum Selim Sabit
Efendi’yi severdim; müşarileyhden fikren pek çok müstefid oldum. (s. 1338)
Merhum müşarileyh bize ibtidaiye
kısmında (usül tedris) ile (terbiye-i beşer) dersleri verirdi. Haftanın bir
saatinde birincisi, bir saatinde de İkincisini okudur idi.
Rüşdiye kısmında bir saat kavaid, bir
saat kitab-ı gayri resmiye gösterir idi. Âliye kısmında haftada bir saat
(ahval-i ruh), bir saat (ahlak) dersi verir idi.
Bidayette daha zinde olduğu gibi
kuvve-i samiası da yerinde idi. Fakat gittikçe hem zayıfladı; hem de kulağı
ağırlaşdı hatta son senelerde bir şey soracağımız vakit muallim kürsüsünün yanına
yaklaşarak konuşuyor idik.
Bedeni Terbiye
Terbiye-i beşer dersi tıbben muallim
olan birtakım usüller ve fevaidden bahis idi. En ziyade hatırımda kalan
noktalar: Çocukları doğar doğmaz yıkamak lazım değil mi? Bu babda şark ile
garp, bedavet ile medeniyet arasındaki farklı usüller, çocukları sık sık banyo
etmek, ara sıra tartarak sıklet bedeniye hakkında fikir edinmek ve ona göre
çareler düşünmek gibi şeylerdir.
Çocukara verilecek südler meyanında
keçi südünü tercih eder ve süd ninelerin tam’ül sıhha olmasını şart eder idi.
Bir de süd ninelerin ahlakının, ahval-i ruhiyesinin ve bilhassa mütedeyyine
olmasının behemahâl nazar dikkate alınmasını tavsiye eyler ve bu babda
(er-rızau yüğayyiru’ttıbbe’) hadisi şerifiyle istişhad eder ve eslaf-ı kiramın
buna fevkalade ehemmiyet verdiklerine dair hikâyeler de söyler idi.
Ruhi Terbiye
Çocuğun ahval-i ruhiyesinin
inkişafına annelerin ve bulunduğu ailenin pek büyük tesiri olacağını dermeyan
eder ve çocuk hal-i sabavette bulunmakla beraber bulunması bir nevi mekteb
hayatı demek olduğunu da beyan ile çocuğa birçok malumat-ı basite ve evliyenin
henüz çocukluğunda umur-u adiye kabilinden olarak talimin mümkün olduğunu
tefhim ederdi. (s. 1339)
Aile Terbiyesi
Merhum der idi ki çocuklar gözlerini
açıb da muhitini görmeye başladığı dakikadan itibaren mütemadiyen her şeyi
öğrenmek hissi ile mütehassıs olur. Bu hususda müraacatgahı en ziyade annesi
olur. Her gördüğü şeyi “anne bu ne?” diye mütemadiyen sorar.
İşte annesi eğer akile bir kadın ise
çocuğa mütemadiyen sorduğu şeyleri gayet basit suretde anlatarak ders vermiş ve
ileride mekteblerde öğreneceği birçok şeyleri henüz sabavette kucağında
öğretmiş olur.
Merhum der idi ki çocukları cevabsız
bırakmak, haklarında büyük bir kusur ve hatta evlada karşı hıyanettir. Çünkü
çocuk malumatdan mahrum olacağı gibi artık sorduğu şeylerin cevabını almadıkça
veyahud bu suallere karşı azar, tekdir gördükce sualden vazgeçer ve bu
münasebetle fıtratında merküz olan tecessüs ve taharri-i hakayik hisleri de
sönmüş olur.
Çocukların suallerine âkilane cevap
vermek her kadının ve hatta dökme yiğitlerin harcı değildir. Onun için aile
reisi olan zat evladını mükemmel yetiştirmek istiyorsa mütemadiyen kendi
noksanını ikmal, kendi malumatını tezyide çalışmak mecburiyetindedir.
Çocuklarda Hiss-i Tecessüs ve Tefahhus
Merhum der idi ki: insanlar
yaratılışta fevkalade mütecessis yaratılır. Bu cihet adeta bir yabancı seyyahı
andırır. Efendiler siz şu memlekette veya kendi vatanınızda birtakım mebani-i
âliye vesaire görürsünüz. Fakat bunlar nedir? Kim yapmış? Niçin yapılmış?
sormak külfetine katlanmazsınız. Daha doğrusu hatırınızdan geçmez. Hâlbuki
yabancı bir seyyah bir beldeye gelince, orada ne var, ne yok hepsini anlamak
ister. Emin olunuz ki bir seyyah bir belde hakkında o beldenin yerlisinden
ziyade malumat sahibidir. Hatta en garibi şudur ki, yerliler bir kere
mezaristanı nazar dikkate almak ve orasını gözden geçirmek istemezler. Hâlbuki
bir memleketin ayinesi o memleketin mezaristanıdır. Oraya dikkat eden kimse o
beldenin tarihçesini, rical-i müşahirini, vefiyyatın (s. 1340)
ne gibi hastalıklarla vücuda gelmiş
olduğunu, ulemasının, meşayihinin azlığını, çokluğunu, vefiyyatın hangi sınıf
halk arasında daha çok vukua geldiğini, hangi senede vefiyyat ziyade idüğünü,
memleketin hacmini, nüfusuna nazaran mezarın çokluğu o beldenin vehamet
havasından neş’et ettiğini anlar ve bu babdaki malumatı da doğru bir mikyas ile
ölçülmüş olur.
Merhum bir gün çocukların suallerine
cevap vermenin oldukça zor olduğunu anlatırken bir arkadaşım bu cihetin izahını
istedi. Cevaben dediler ki mesela bir çocuk güneşi görür ve derhal mesela
annesine müracaatla (bu nedir?) der. Annesi de cevaben (oğlum güneştir.) der.
Fakat çocuk onunla kanaat etmez ve derhal (anne güneş nedir?) diye güneşin
hakikatini anlamak ister. İşte meselenin müşkülü budur. İşte şimdi çocuğa
güneşin mahiyetini anlatmak lazımdır. Acaba bunu nasıl anlatmalıyız. İşte
burada hâkim olmak lazımdır.
İlim İhtiyacı
Merhum der idi ki: Annelerin ve aile
reislerinin hâkim olmaması çocukları birçok malumat-ı sahiheden mahrum etmiştir
ve hatta hepimiz bu babdaki aczin kurbanıyız. Efendiler bugün birçok insanlar
birçok eşyayı biliyorlar. Fakat mateessüf o eşyanın hakikatini değil, ismini
biliyorlar ki bu bir kusurdur. Mesela güneşi biliyoruz. Nasıl biliyoruz. Güneş
diye biliyoruz, kameri keza, diğer eşyayı keza. Fakat insaf edelim bizim bu
ilmimiz ilim midir? Haşa! Belki biz birtakım eşyanın esamesini öğrenmişiz ki bu
da bir faide ise de hakaik-i eşyaya nazaran hiçdir. Şu halde malumatımızı
yoklayacak olsak hemen hemen hiçe iniyor. İşte bu hiçlik bize vaktiyle
çocukluğumuzda ilim diye verilmiş, telkin edilmiş âdi şeylerdir. Binaenaleyh
terki için lazımdır ki çocuklarımıza hakaik-i eşyayı öğretelim. Şu kadar var ki
öğretmek için evvela öğrenmek lazımdır. İşte meselenin ruhu buradadır.
Merhum, çocuklar için fenni
oyuncaklara, eğlencelere pek ehemmiyet verilmesini dikkatle tavsiye ederdi ve
hatta Fransızlar’da olduğu gibi bizde de hurufatın şeker ve emsaliyle daha
çocuklukta teşhis ettirilmesi lüzumundan bahis ederdi. (s. 1341)
Tekmil ve Terkib Bahsi
Merhum der idi ki; çocuklar tecrübeye
pek maildir. Bilhassa eşyayı terkib etmekden pek zevk alırlar. İşte çocukların
bu hissiyatını ta’tile uğratmayıb onları kendi haline bırakmak lazımdır ve
hatta böyle terkibat ile uğraşmayı sizlere de tavsiye eylerim. Çünkü birçok
keşfiyat ve ihtiraat böyle terkib ve mezce müteallik tecrübelerden neş’et
etmektedir.
Efendiler! Biz daima gördüğümüz
şeyler ile iktifa ediyoruz ki bu beşeriyet için bir kusurdur. Çalışalım,
zihnimizi istimal edelim, gördüğümüz hal ile kalmayalım! Acaba şöyle olsa nasıl
olur? Böyle olsa nasıl olur? diye birtakım tecrübeler yapalım. Herhalde bu
tecrübeler birtakım nafi neticeler verir.
Mesela tarhana çorbasını nazar
dikkate alalım: Hanımlarımız, aşçılarımız kim bilir kaç yüz seneden beri bu
çorbayı aynı surette pişiriyorlar. Acaba bunu daha nafi, daha mağdi bir halde
ifrağ kabil değil mi? ne olur bir tecrübe edelim. Mesela kırmızıbiber koyacak
yerde karabiber koyalım; bir de öyle pişirelim; bakalım ne oluyor? Üzerine
biraz nane turşu saçalım, bir kere yağ ile pişirelim. Bir kere kıyma ile
pişirelim. Bir kere koyacağımız tarhananın miktarını artıralım. Bir kere
eksildelim. Veileahire . İşte böyle tecrübeler sayesinde mümkün ki en güzel bir
suretini bulabilirsiniz.
Bu bahisde ilave olarak buyurdular ki
en mühim bir şey varsa o da tabh-ı taam meselesidir. Fakat mateessüf bu cihet
bizim ukalanın, hükemanın bir kere nazar dikkatlerine maruz olmamıştır. Doğrusu
bu bir zuldür. Beyefendi, molla bin efendi, veli’nnaim efendi, paşa efendi
veileahire her kısım insan mahaza karın doyurmak için didinir. Fakat yiyeceği
yemek mahiyetini düşünmez. Acaba yediği taam fennen, tıbben nafi midir?
Kuvvet-i gıdaiyesi ne derecedir? Bunları düşünür mü. Düşünmediğini katiyyen
söyleyebilirim.
Efendiler! Bu yemek meselesinde pek
kusur ediyoruz. Biz hemen hemen birkaç Bolulu aşcının elinde zebunuz. Herif ne
pişirirse eyvallah ediyoruz. Hâlbuki doğru değildir. Mamafih yine Bolulu Hasan
Ağa’ya, aşcıbaşıya medyun şükranız. (s.1342)
Çünkü iyi kötü bir şey pişirip
önümüze getiriyor. Ya onlar da olmasa aç kalacaktık ne kadar ayıp!
Efendiler! Bu tabh-ı taam meselesi en
ziyade tıb ile kimyaya aiddir. Bununla bu iki ilmin erbabı uğraşmalıdır ve
hatta bu da bir ders olarak kız mekteblerinde tedris edilmelidir.
Bizdeki aşcılar uzun zaman mümarese
neticesinde bir şey öğrenmişdir. Hâlbuki ilim ve fen sayesinde az vakitde
tabh-ı taamın daha nafi suretde talimi mümkündür.
Tahsilde Usülün Lüzumuna Bir Misal
Size bu babda bir hikâye söyleyeyim:
Sultan Abdülaziz merhum Paris’e
gitdiği zaman kendisine imparator tarafından bir ziyafet verilmiş. Tabiidir ki
bu ziyafetde en ziyade alafranga yemekler yapdırılmışdır. Aradan birkaç gün
geçince merhum müşarileyh de Fransa imparatoruyla vükelasına mukabeleten bir
ziyafet vermiş ve bu ziyafette alaturka yemekler, tatlılar yapdırmışdır.
İmparator Türk pilavından pek
hoşlanmış olduğu cihetle hakan merhuma demiş ki:
-Pilav pek hoşuma gitdi, müsaade
buyrulursa bizim aşcıbaşıyı göndereyim. Sizin aşcıbaşı ona pilav pişirmeyi
tarif etsiler.
Padişah mateşekkür kabul edeceğini
söylemiş. İmparator aşcıbaşısını sarayın aşcıbaşısına göndermiş. Fakat bizim
aşcıbaşı demiş ki:
-Hünkârım! Tarif edeyim. Fakat kabil
değil öğrenemez. Çünkü kulunuz bu pilavı ancak kırk senelik emek ile
öğrenebildim. Bir tarif ile nasıl olur?
Cevaben padişah buyurmuş ki:
-Öğrenir öğrenmez o başka. Sen tarif
ediyor işte o kadar.
Muayyen bir günde Fransız aşcısı
gelmiş. Yanında bir tercüman, elinde bir defter.
Bizim aşçıya demiş ki:
-Haydi bir pilav pişir göreyim!
Bizim aşcı tencereyi eline alınca
Fransız (dur) demiş. Tencerenin katarını, hacmini ölçmüş defterine kaydetmiş.
(s. 1343)
Pirinci ele alınca tartmış. Kaç kere
yıkadığını kaydetmiş. Kaç derece-i hararetde pirinci tencereye attığını, kaç
dakika ateş üzerinde tutduğunu ve tencereyi indirdikden sonra demlenmek için
kaç derece beklediğini hep kaydetmiş. Sonra yağını tartmış. Yağ konuldukdan
sonra ne yapıldığını velhâsıl her noktayı kaydetmiş. Sonra teşekkür ederek
savuşmuş.
Birkaç gün sonra hakan müşarileyh
Fransa tarafından bir ikinci ziyafet verilmiş. Bu ziyafette Türk pilavı da
varmış. Padişahın hoşuna gitmiş.
-Bizim aşcı mı yoksa sizin aşcı mı
yapdı diye sormuş.
Fransız aşcısı tarafından yapıldığını
anlayınca mahsusen bir tabak aldırmış. Aşcıbaşıya göstermiş.
-Ye! Demiş yemiş. Nasıl tarif ile
oluyor mu demiş.
Aşcıbaşı hayretler içinde kalarak
hünkârım bunlar pek akıllı şeylerdir diye takdirde bulunmuştur.
Kıssadan hisse
Efendiler bu hikâyeden mühim bir
faide çıkarmak lazımdır. Şöyle ki Cenab-ı Hak ve vehhab-ı mutlaktır. Aklı,
irfanı, zekâyı kullarına bilatefrik vermektedir. Suret-i mutlakada filan millet
zekidir, filan millet gabidir, fikri doğru değildir. Hatta gabiler bile çalışa
çalışa zekileri geçerler. Taassubun âlemi yoktur. İnsanlar (beni âdem azayı
yekdiğerinde) mantıkça toprak kardeşidirler. Yekdiğere muhtaçdırlar. Birisinde
bulunan meziyeti diğeri taklit etmek iktibas etmek mecburiyetindedir. Terakki
böyle hâsıl olur. İlmin, irfanın, sanatın hakiki memleketi, maliki bulunamaz.
Binaenaleyh bulunmayan veyahud bizdekinden daha iyi bir usül ile istihsal
edilir şeyleri nerede ise, kimde ise öğrenmeliyiz.
Rica ederim, hanım ninelerinizin
çıkrığı, el tezgâhı bugün bütün ihtiyacınızı tesviye ediyor mu? O mini mini
sapan bugün topraklarımızdaki hazain-i gaybiyeyi bize tamamen veriyor mu?
Şimendifer yerine manda arabası kullanmak insaf mı?
Onun için efendiler taassubu
bırakalım. Milletimizi yükseltmek için dünyanın neresinde (s. 1344)
ne gibi vesait-i âliye varsa
edinelim. Müstefid olalım: İlmin memleketi olmaz. Nerede bir ilm-i nafi varsa
öğrenelim. Ve zaten (el-hıkmetü dalletül mü’min eyneme vecdehe ehazehe) hadisi
şerifi de bizlere böyle emretmiyor mu?
Şu halde muallim olduğunuz şehirlerde
ahalideki fikr-i taassubu sureti hakimanede ref etmeye çalışmak da bir ikinci
vazifeniz olmalıdır efendiler!
Tedris-i Münferid ve Tedris-i Müctemi
Merhum küçükler için (tedris-i
münferid), büyükler için (tedris-i müctemi) usülüne taraftar idi. Ve der idi
ki: küçüklere ayrı ayrı ders vermek kadar nafi bir şey yoktur. Şu kadar var ki
bu cihet tatbikat itibariyle fazla külfeti mucibdir. Fakat hükümet fedakârlık
göstermeli ve sıbyan mekteplerinde hiç olmazsa bir sınıfda on çocukdan ziyade
bulundurmamalıdır. Muallim ise bunların her birine ayrı ayrı ders vermelidir.
Mamafih birisine ders verir, anladırken diğerleri de dinleyebilirler. Yalnız
şurasına dikkat lazımdır ki çocukların heyet-i umumiyesine verilen ders o kadar
tesir bırakmaz. Binaenaleyh her birisini ferden ferden nazar dikkate almak
lazımdır.
Muallim ve Muallimeler
Merhum küçük erkek çocukların da muallime
hanımlar tarafından talim ve tedris edilmesine taraftar idi; sebeb tercih
olarak derlerdi ki: çocuklar dünyaya gelir gelmez annesiyle ve daha sonra
dadısıyla velhâsıl hane içindeki kadınlar ile ünsiyet peyda ediyor. Bunlara
karşı muhabbet besliyor; aynı zamanda çocuklar hakkında kadınlar erkeklerden
daha ziyade şefkatlidirler. Ve zaten fıtrat neticesi olarak kadınlar daha
merhametli, daha şefkatli yaradılmışdırlar. Hisli kadınlar bilaistisna tekmil
çocukları yürekden severler. Dikkat ederseniz görürsünüz ki bir kadın yabancı
bir çocuğu bile bilaihtiyar sever okşar. Şimdi mademki çocukların kadınlara,
kadınların çocuklara merhameti var. Binaenaleyh bundan istifade etmeliyiz. Ve
zaten her şeyde en muvafık usül kanun tabiata, nefsü’l emre muvafık olanlarıdır.
Tabiatın zıddına olan şeyler ne kadar kuvve-i mücbire ve kahire ile teyit
edilmiş olsa bile yine tatbikinde güçlük görülür. (s 1345)
Efendiler! Darılmayınız, biz erkekler
bilaistisna kadınlar kadar merhametkar olamayız. Bu bizim muktezay-ı hilkatimizdir.
Bir muallim bir çocuğu en ufak bir temayülü tıflaneden dolayı döver; söver;
saatlerce ağlatır. Fakat kadın bunu yapmaz ve hatta yapamaz. Kadınlar çocukları
seve seve okşaya okşaya okutmayı isterler ki çocuklar için bundan daha güzel
bir usül olamaz.
Erkeklere gelince bir zaruret, bir
mecburiyet olmayınca bunların sıbyan muallimi olmalarını hoş göremem, nihayet
mecburiyet hâsıl olsa bile bekâr, taze, genç muallimlerin sıbyan muallimi
olmasını katiyen kabul edemem. Evet müteehhil ve evlad sahibi olan yaşlı başlı
muallimlerin muallimliğini kabul edebilirim. Çünkü onlar evlad yetiştirdiği
cihetle onların ahlakı yumuşamış, hırçınlığı gitmiş, onlar bir çocuğun ne kadar
fedakârlıkla meydana geldiğini öğrenmiş; çocukların hissiyatı tıflane-i
mecburiyelerini anlamış bulunuyorlar. Binaenaleyh böyle evlad yetiştirmiş
muallimler çocukların ahval ruhiyelerine vakıf bulunduğu cihetle onları talim
ve terbiye ve ikna ve irşad usüllerini daha iyi bilirler; bir de haklarında
rahim ve şefik olarak onları en ufak bir şeyden dolayı hırpalamaz, hürriyet-i
tıflanelerini selbe kalkışmazlar.
Merhum der idi ki efendiler muallimin
bilhassa sıbyan muallimliği birçok mezaya ister.
Muallim rahim olmalı, şefik olmalı,
sabırlı olmalı, geniş yürekli olmalı, adaletkar olmalı, garez-i avz
beslememeli, hatır, gönül, iltimas kabul etmemeli, hüsnü ahlak sahibi olmalı.
Binaenaleyh şimdiden kendi kendinizi
muvazene ve tedkik ediniz. Eğer bu sıfatlar sizde yoksa şimdiden bu meslekden
çekiliniz; çünkü atıyen evlad vatan sizden ziyan göreceği gibi siz de usanır,
bu meslekten çekinmek istersiniz; mümkün ki çekilmek de mümkün olamaz. Ömrünüz,
hayatınız üzüntülerle geçer.
Sizin bir şey bilmiyor zannettiğiniz
o mini mini çocuklar o kadar hassas o kadar ruh aşinadırlar ki muallimlerin
bakışından bütün serair kalbini keşfederler.
Talebe bir kere muallimini haksız,
garezkar, iltimasperver itikad etdi mi artık o talibin o muallimden feyzi
kesilir; ondan bir şey öğrenemez; o da ona bir şey öğredemez. (s. 1346)
Muallim ahval ve ahlakıyla talebesini
teshir etmelidir. Talebe muallim hakkında hiçbir suretle bir kusur
bulmamalıdır. Eğer böyle olursa o muallimin muvaffakiyeti yüzde yüzdür.
Muallimler mümkün olduğu kadar
evlay-ı itfal ile sık sık temasda bulunmalı ve icab ettikce çocuğun ıslah hali
için birlikde istişare etmeli ve müştereken bir gayeye doğru yürümelidir.
İnzibat
Merhum der idi ki: en büyük, en
muhterem muallim talebeye mektebi bir cennet, dersi en güzel bir bezm-i
meserret haline ilka edenler olduğu gibi en fena muallim de mektebi cehennem ve
kendisini zebani vaziyetine koyanlardır.
Bir çocuk İbn Sina dahi olsa çocukluk
muktezası olarak bazen harekât-ı tıflanede bulunmaktan kendini alamaz.
Binaenaleyh muallimler biraz müsamahakâr olarak çocukların her hareketini her
sözünü nazar teftiş ve murakebede bulundurarak tazyikat icrasına kalkışmak
doğru değildir. Mesela çocuklar muallim efendinin karşısında dururlarken yoldan
bir oyuncakçı geçer, bir düdük öttürür bir şey çalar. Çocuklar bilaihtiyar bir
hareket gösterirler. İşte muallim böyle hafif ve tabi halleri hoş görmelidir.
“yahut yoldan anamlar geçer” şimdi muallim katiyen kımıldanmayacaksınız derse
muvaffak olamaz. Orada muktezayı hikmet haydi çocuklarım bakalım diyerek
birlikte bakmaktır. Bazen çocuğun birisi bir kaşmerlik yapar. Diğerini
güldürür. Şimdi muallim vay neye güldün diyerek hemen cezaya kalkışmak doğru
değildir. Velhâsıl çocukluk mukteziyatına riayet lazımdır.
[ (Kaşmer) kelimesi Türkçe olub
şeytan manasınadır demişdi.]
Muhayyilenin Terbiyesi
Merhum der idi ki çocuklar
masallardan hoşlanırlar; binaenaleyh muallimler ara sıra hükmü, ahlakı, hakiki
bazı latif hikâyeleri münasebet aldıkca söylemek ve bu münasebetle çocuklar
nazarında kendi muhabbetini artırmak lazımdır; hatta bu cihet büyükler için de
lazımdır. Evet bilhassa güç bir meseleyi anlatmakdan mukaddem zihinleri
dinlendirmek ve o (s. 1347)
meseleyi kavrayacak bir hale getirmek
için latif bir şey söylemek zihinler üzerinde pek nafi bir tesir vücuda
getirir.
İzzet-i Nefsi
Merhum der idi ki çocukları
azarlamak, tekdir etmek hiç doğru değildir; bilakis çocuklara büyük adamlar
kadar hürmet etmeli; onlarda izzet-i nefs hissini uyandırmalı ve bir yaramazlık
hususunda en aşağıdan başlayarak (evladım sana yakışır mı, aman senden
beklemezdim) gibi sözlerle gayet hafif çin-i cebin göstermelidir; velhâsıl
mümkün ise hiç ceza vermemelidir. Çünkü arsız olurlar.
Çocuk Lisanı
Merhum der idi ki çocuklar gayet sade
konuşurlar; müselsel, mustalah ifadelerden hoşlanmazlar; binaenaleyh muallimler
de çocuklara anlatacakları şeyleri kısa kısa açık Türkçe ifadeler ile
anlatmalıdırlar ve zaten mustalah sözler herkesi sıkar; müselsel sözden herkes
bıkar; bir diziye makine gibi söyleyenlerden herkes kaçar; umur-u âdiye ve
fenniyede ediblik taslayanlar fikren malul insanlardır.
Çocukların zekâlarını tanıma ve
çocukları keşf-i hakikat lezzetiyle zevkyab etmek için bilhassa ulum-i riyaziye
ve emsalinde (tedris Sokratı) usülüne riayet nafidir; bu usülde mukaddematı
muallim gösterir; neticeyi talebe bulur.
Mesela muallim (şunu şöyle yapalım)
ne olur yahud bakınız şuraya bir çizgi çekdim bir de onun altına çekdim;
bunların arasındaki uzaklık bir santimetre ile veya perkar ile ölçsek kıl kadar
fark yok; bu çizgiler nasıl çizgilerdir? Bunların uçlarını istediğimiz kadar
uzatsak bunların uçları birbirine kavuşur mu? Gelin düşünelim; bu çizgilere bir
ad takalım diye sormak velhâsıl hangi bir mesele-i fenniyeyi müteaddid
parçalara ayırarak her parçasını gösterirken ne olur ne görülüyor diye bunu
talebeye buldurmak talebe için pek nafdir der idi.
[merhum bu bahiste Sokrat’ı fevkalade
takdir ile muvahhid olduğunu ve tekmil Yunan hükeması içinde ancak muvahhidlik
şerefini bunun ihraz ettiğini kemal hürmetle anlatmış idi.] (s. 1348)
Usül-i Tedrislere Derair (?)
Merkeziye Nazariyesi
Merhum der idi ki: iki, üç derece
üzere gösterilmesi lazım gelen ulum ve fünun behemehâl böyle derece üzere
gösterilmelidir. Mesela hesab, hendese vesaire gibi. Binaenaleyh program
yapılırken bu nokta nazar dikkate alınmalıdır; mesela rüşdiyede hendesenin en
esaslı mesaili, idadiyede ikinci derecede mesail, yüksek mekteblerde en son
mesail gösterilmelidir.
Bu babda teşbih ile der idi ki bir
defada gösterilemeyen ulum ve fünun için şeker külahı nazar dikkate alınız;
fakat o külahı tersine koyunuz, yani sivri tarafı aşağıda, kalın tarafı
yukarıda olsun; yani aynı ilim mekteblerin derecesiyle mebsuten tevsi’ etsin.
Bunun aksine harekât-ı tazyi o kaydın
başka bir şeyi münteç olmaz.
Bir de bir dereceden diğerine, bir
sınıfdan diğerine atlarken malumat sabıkenin tekrar ve tevsik edilmesini
tavsiye ederdi. Yani her sene mekteb küşadında geçmiş dersin tekrarını ve
meleke haline gelmesini şart ederdi.
Güzideler Sınıfı
Merhum der idi ki kâşif, muhteri’,
ulema, dahi yetiştirmek için her fende fennin bu güne kadar mevcud tekmil-i
mesail ve nazariyatını bihak öğretmeliyiz. Mesela hikmet tabiiyede büyük bir
adam yetişdirmek için hikmet-i tabiiyenin şimdiye kadar nesi var nesi yok
öğretmeliyiz.
İşte bu yolda yetişmiş zevat-ı mesail
mevcudeyi hal ve hazm etmiş olduğunu cihetle o gibi zevat tabiatıyla boş
duramaz; mevcudun üzerine diğer birtakım şeyler ilave etmeye çalışır ve buna
tabian mecbur olur. İşte böyle müntehi zevat yetişdirmedikce terakki edemeyiz.
Merhum der idi ki insan okuduğu şeyi
meleke haline getirmezse okudum demesin. Bunun için de dersin gayet esaslı
noktaları havi olmak şartıyla az olmasını ve ihtilafattan azade bulunmasını
şart ederdi; yani esas dersin metin tarzında olmasını, şerh tarzında derece-i
saniyede teşrih edilmesini tensib ederdi. (s. 1349)
Kendisinin meslek terbiyesi de böyle
idi her dersde takriben yarım sahife kadar bir şey yazdırır idi; yazdırdıktan
sonra bir kere okudur ve galat varsa tashih ettirir, ba’de ona müteallik
izahatı verirdi. Sonra imtihan zamanında bu yazdırdığı dersi bir kat daha
telhis ve tenkıh ile sual ve cevap şeklinde yeniden yazdırırdı. Ve der idi ki
imtihan mihnetten müştaktır; mesail esasiyeyi hatırda tutmak kâfidir; insafsız
imtihan ömür yıkımıdır; biz evlad vatanı imtihanları verip diploma aldıkdan
sonra ölmek için değil onları yaşadmak ve onlardan hizmet beklemek için okuyoruz;
binaenaleyh sıhhatlerini, hayatlarını muhafaza borcumuzdur ve bunun içindir ki
imtihan da talebeye teshilat farzdır. Bir de sual ve cevab tarzına giren dersin
müzakeresi kolaydır; sual ve cevabsız kitabı okurken insan birçok noktaları
kaçırır, fakat sual ve cevabda bir şey kaçmaz. Bir de sual ve cevablı dersi
talebenin yekdiğeri ile müzakeresi kolay olur. Bir de sual tertibi kolay bir
mesele değildir; belki sual ilmin mahiyetini meydana çıkarır; bunun için sualin
muallim tarafından verilmesi pek nafidir.
Merhum der idi ki insanı yalnız
mekteb yetişdirmez, biz mektebde talebeye ulumun miftahını veriyoruz; bir de
onları yıpratmadan, bıkdırmadan onlara mütalaa ve tezyit malumat zevkini
vermeliyiz. Çünkü bir mektebde laakal yirmi fen okunur. Bir insan ne kadar zeki
olursa olsun yirmi fende tecrübe, temehhür edemez; fakat o mütalaadan tezyid
malumatdan zevkyab olunca kabiliyet-i tabiiyesi onu herhangi bir fende
tekemmüle sevkeder ve hayatının sonuna kadar kendini o zevkden alamaz.
Merhum bilmem ne hükmüne mebni
imtihan icra ederken talebeyi cetvelde mürettib olduğu vecihle çağırmaz idi;
bazen nihayetden çağırır; bazen ortadan çağırır velhâsıl gayri mürettib olarak
imtihan ederdi.
[zannediyorum ki başta bulunanlara
daima hüsnü zannıyla iyi numara, dümencilere fena numara verilmemek içindir.]
Merhum der idi ki ulum-i riyaziyeyi
ve hükmiyeyi tedris ederken takdirden ziyade talebeye yapdırmaya gayret ediniz
mesela bir hesap meselesi verdiğiniz zaman mümkün ise (s. 1350)
meseleyi mevcut talebenin her birine
ayrı ayrı yapdırınız. Kezalik kimya okudurken birçok efendilere ve mümkün ise
hepsine tecrübe yapdırınız.
Gerek vazife tashihinde gerek fikir
tashihinde talebenin şevkini kırmayınız. Bazı hataları atiye bırakarak
hoşgörünüz ve talebenin fikrini tashih ederken böyle de olabiliyor; fakat şöyle
olsa daha münasibdir zannındayım gibi cümleler kullanınız.
Lisan-ı Osmani [1]
Merhum lisan-ı Osmaniyi kemal-i
takdir ile yâd eder ve lisanımızın kolaylığından, kemalinden yalnız imlamızı
ıslah etmenin lüzumundan bahsederdi.
Mamafih imlamız dahi mükemmel olup
adem ıttırad dolayısıyla müşkilatı mucib olduğunu anlatır ve “lisanımızın en
büyük müşkilatı zammenin envaıyla, kafin[337]
envaından ileri geliyordu. Fakat gayret-i acizanemle bunlar tefrik edilerek
şimdilik müşkilat zail oldu; fakat mateessüf döktürdüğüm harfler matbaa-i
amirenin bir köşesinde çürüdü kaldı. Tatbikinde kusur eyledi; bugün bunları
tefrik eder ve imlamızı mutarred bir hale koyarsak lisanımızın hiçbir kusuru
yokdur.” der idi.
Selim Sabit Efendi’nin Eserleri
Merhum birisi sarf-ı osmaniye, diğeri
nahv-i osmaniye ait olmak üzere iki eser ta’b etdirmişdi. Bize rüşdiye kısmında
bunları okuttu. Fakat her ikisinde de tadilat icra ederdi ve der idi ki bir
müellif için eserini tenkıh ve tehzib ve ıslah etmek bir kusur değildir.
Bilakis bir vazifedir. Binaenaleyh ileride siz de eser yazdığınız vakit her
ta’bında daha ziyade tekmil etmesine gayret etmelisiniz.
Bizde kavaid-i osmaniyeyi ilk evvel
İngiltere sefaret tercümanlarından birisi yazmış idi. Bunu duyunca müteessir
oldum; Cevdet Paşa’ya müracaat ettim; müştereken bir eser yazdık; fakat Cevdet
Paşa muahhiran bunu münhasıran kendisine mal etti; ben de bir şey demedim.
Merhum musikiye ehemmiyet verir ve
çocuklara ilahi ve emsali neşideler ezber almasını (s. 1351)
kemal dikkatle tavsiye eylerdi.
Cimnastiğe de ehemmiyet verir ve bunun vaktiyle ulema-yı İslamiye tarafından
kabul edildiğini ve hala Musul vilayetinde medreselerin yanında (zorhane,
idmanhane) bulunduğunu söyler idi.
Usul Cedidenin Mekteblere İdhali
Merhum der idi ki İstanbul
mekteblerinde usul-i cedide üzere tedrisi ben düşündüm ve bunu ilk evvel
Süleymaniye’de bir taş mektebde tatbik ettim; oraya Fransa’da olduğu gibi
mükemmel sıralar, hesab tahtaları, haritalar koydurdum. Fakat aradan bir ay
geçmeden bir gün maarif nazırı tarafından çağırıldım. Bakınız ne olmuş: hoca
efendiler mekteblerin bu hale vaz’ını din ve imana menafi görmüşler; onlara
göre Kur’an-ı Kerim diz çökerek hasır veya minder üzerinde okumayıb da sıra
üzerinde bacak sallayarak okutmak günah imiş velhâsıl yapdığım bu yön ıslahat-ı
frenk işi imiş! Dini İslam böyle şeye müsait değil imiş. Bu hoca efendiler beni
şeyhülislam efendiye şikâyet etmişler. Şeyhülislam efendi de padişaha arz ile
cezadide edilmeklik mi istemiş, bir de fetva yazılmış. Fakat padişah şeyhülislam
efendinin şiddetini tadil ile beraber maarif nazırına emretmiş ve bana selam-ı
şahanenin tebliği ile (birden bire değil tedricen terakki edelim, efkâr-ı
umumiyeyi de unutmyalım) tarzında hakimane irşadatda bulunmuş olmakla biz de
harekâtımızı biraz tatil eyledik.
İşte bugün şu sıralarda sizi gördükce
hep o eski hatıraları hatırlar da gülerim.
Elifbanın Usul-ü Tedrisi
Merhum der idi ki elifbayı tarzı
cedidde e, i, ü, be, bi, bü[338] ve ileahire tarzda okutmayı
ilk evvel ben düşündüm; bundan evvel çocuklar ile birlikte hoca efendi
koşularak (elif üstün e, be esre bi, elif iki üstün en, be iki esre bin) gibi
ne demek istediğini muallim efendi kendi de anlamayarak bir ahenk mahsus ve
müştereken bir avaz ile musiki dersi talim eder gibi okutmakda idi.
Bugün bile size tavsiye ederim ki
çocuklara öğredirken sakin harflerin isimlerini söyleyiniz; Mesela (d) harfi
(dal) diye öğretmeyiniz; çünkü çocuk onu nerede (s. 1352)
görse (dal) diye okunacak zanneder;
halbuki batıldır. Belki bunu hareke ile (de, di, dü) tarzında öğretiniz.
Sade Güzel Türkçe
Merhum kitabeti gayri resmiye
dersinde küçük küçük cümleler istimalini ve mecburiyet olmadıkça Arabi ve Farsi
kullanmamayı tavsiye eder idi ki bazı insanlar Arabi ve Farsi elfaz istimaliyle
ibareye letafet vermiş olduklarını zannederler ki batıl bir fikirdir. Sözün
ulviyeti fikrin ulviyetine tabidir. Arabi ve Farsi ile müveşşah birçok
fıkraları halis Türkçeye tercüme ederseniz derhal görürsünüz ki hiçe iner.
Bilakis halis Türkçe söylenmiş öyle sözler vardır ki insanın ruhuna tesir eder.
Binaenaleyh eskiden olduğu gibi bol
bol Arabi ve Farsi istimal etmek saçmadır. Bir de der idi ki kitabet konuşmanın
bir şekl-i mücessimidir; konuşurken sade konuşmak hoşumuza gidiyor;
mustalihatdan ictinab ediyoruz; neden elimize kalemi aldığımız zaman Arabi,
Farsi deryasına dalıyoruz; dünyada bundan ziyade mantıksızlık olamaz.
Hiç unudamam ihtiyar, hasta bir peder
oğluna arz-ı iştiyak ile serîan gelmesi zamanında son bir mektub yazdırmak
istiyor. Şimdi bu yolda bir şey yazınız demişti.
Her birimiz bir dürlü yazdık; her
birini tashih ile beraber bir de kendi hattıyla bir suret kendisi yazdı verdi
ve zaten âdeti böyle idi: hem vazifemizi tashih ettiği noktaları bize anladır
bir de ayrıca kendisi yazar ve bize numune olmak üzere verirdi. Şu zeminde
yazdığı mektubun içinde aynen şu fıkra var idi: “oğlum biraz daha gecikecek
olursan geldiğin zaman mezar taşımı okuyacaksın”. İşte bu söz hala hatırımdadır
ve tesiri daima üzerimdedir; hâlbuki sade bir fıkradır. Eşa’rı iyi anlamak ve
doğru tahlil etmek için derhal nesre tahvil edilmesini tavsiye ederdi. Ve böyle
tahvil sayesinde bize daima şiirin nesrin madununda kaldığını ve şiirde fikir
aynı aynına ifade eylemeyip vezni doldurmak için birtakım moloz bulunacağını
veya veznin adem müsaadesinden dolayı fikrin bir kısmını feda etmek lazım
geldiğini anladır ve Kur’an-ı Kerim’in nesir olarak nüzulünü takdir ederdi. (s.
1353)
Merhumun medresece iyi bir tahsil
görmüş olduğu takdirlerinden anlaşılıyordu. Mesela ahval-i ruh dersinde
Gazali’nin asarından, İbn Rüşd’ün asarından, Fahreddin Razi’nin Tefsir-i
Kebirinden, Seyid Şerifin Şerh-i Muvakkıf ından bazı fıkralar
naklederdi.
Merhum tasavvufa da vakıf idi;
vahdet-i vücud meselesinden ve bu babda ulema ve mutasavvıfenin reylerinden
bahsettiği olurdu.
Farsi’yi iyi bilir ve şive ile güzel
okurdu. Bir gün Abdurrahman Cami hazretlerinin şu rübaisini okurdu:
Çe çerh, çe erkân, çe me’âdin, çe
nebat
Sârîst der eczâ-i heme sırr-ı hayât
Gûyend heme küll-i aşiyyi gadât
Tesbîh-i Hüdavend-i refî’id-deracât
Taassubla Mücadelesi
Ara sıra hoca efendilerin kalt
malumatından, şiddet-i taassublarından yanıla yakıla şikâyet eder ve ulemanın
asr-ı hâzır ulum ve fünununa biganeliklerini tevbih ederdi. Bir gün şöyle bir
hikâyecik nakletmişdi: bilmem hangi padişahın zamanında bir sulh tesis edilmek
istenilmiş: hasım birkaç milyon tazminat istemiş; padişah o 114
vaktin usulünce meseleyi bab-ı
meşihate göndermiş. Şeyhülislam efendi verilmesini tecviz ile fetva vermiş.
Sonra padişah velinni’m efendi hazretlerini muaheze ile beytülmal müslimin bu
kadar parayı nasıl verir, bunu nasıl tecviz ediyorsun? deyince cevaben (efendim
bu Frenklerin milyon dedikleri bizim kese akçe dediğimiz değil midir? saye-i
şevketlerinde o kadar kese akçeyi en küçük bir bendeniz verir. ) demiştir.
Riyaziyat Tahsili
Bir gün fünun riyaziyeden bahis
açıldı; o sırada dediler ki ben Avrupa’da fünun riyaziye tahsil ettim; hem de
her dürlüsünü son derecede olmak üzere tahsil etdim; o derecesi bugün
memleketimizde mateessüf okunmuyor; yalnız harbiyede (s. 1354)
erkan-ı harb kısmı oldukça okuyorlar,
diğerleri hiçtir. Fakat kader bana riyaziye okutmak nasib etmedi; ne yapalım
maksat hizmettir, bu işleri verdiler, bunlara çalışıyorum.
Bir gün imtihan numarası okundu;
tembelce bir efendinin bana tefavvuk ettiğini gördüm; müteessir oldum. Mezkûr
efendinin bir taraftan iltimasa uğramış olduğu evvelce de malumumuz idi.
Bunun üzerine tesir ile müdür odasına
girdim. Filan efendi bana tefavvuk etmiş, bu bir haksızlıktır gibi te’ellüm
gösterdim. İşte o sırada merhum da hâzır olmakla müşarileyhe işaretle benim
sa’y ve gayretimi muallim efendi de biliyor gibi bir cümle sarfettim.
sırada müşarileyh bana manidar bir
bakışla şu beyti okudu:
Neş’e ümit ettikten sağarda senden
gamlıdır
Bir dokun bin ah dinle kâse-i
fağfurdan
Bu beyti işidince tesirim geçdi;
huzur kalp ile müdür odasından çıkdım.
İstanbul’un Âb ve Havası
Merhum der idi ki İstanbul’un her
tarafında oturdum; her cihetini tedkik ettim; her birinin birçok mezayasını
var; fakat sıhhat itibariyle Sarıyer’den daha
muvafıkını göremedim; onun için orada
ihtiyar ikamet ettim. Efendiler sözümü tasdik için bir kere gelin de
kayıkçıların, balıkçıların sin şeyhuhatda bile zindeliklerini görünüz.
Halk ve Tabait-ı Beşeriye Tebdil Eder
mi?
Merhum ahlak dersinin ibtidasında
demiş idi ki en ziyade dağdağalı mesele varsa o da ahlakın tebdil edip etmemesi
meselesidir.
Ahlak tebdil eder diyenlerin, etmez
diyenlerin dillerini uzun uzadıya bast ve beyandan sonra demiş idi ki ahlakın
tebdil etmesi kat’idir. Şu kadar var ki bu tebdil öyle kolaylıkla olacak şeylerden
değildir. Kötü huy müdhiş müzmin bir hastalığa benzer, tedavisi zor olduğu gibi
zaman zaman nüks dahi eder. Yahud fena bir huy yanmış kömürdeki hararete
benzer; bunu bundan nez’ etmek kolay bir (s.1355) mesele değildir; nihayet bir
harîke meydan vermemek için bu ateşi küllemek lazımdır; fakat küllense de yine
ateş bakidir. Müsait bir zaman bulduğu gibi kendisini gösterir. Hülasa ahlak
tebdil eder ve hatta tebdil etmez diyenlerin şiddetli mukabelesine rağmen
tebdil eder. Eğer ahlak tebdil etmeseydi enbiya irsali abes olurdu; çünkü
peygamberler hep ahlak seyyieyi ile izale ile onların yerine ahlak hissine vaz’
etmek için geliyorlar; şu halde peygamberler birer ahlak muallimidir. Fakat
tarih tedkik edilince görülüyor ki peygamberler kuvve-i kudsiye sahibi olmak
ile beraber tebdil-i ahlakda pek yoruluyor, fevk’elbeşer azim ve gayret
gösteriyorlar.
Bazıları da derler ki ahlak tebdil
etmiyor belki ta’dil ediliyor yoksa tebdil mümkün değil. Faraza korkak bir
kimse ne kadar teşci’ edilse yine cesur olamaz; şu kadar var ki korkaklığı bir
derece azalır; korkacağı sırada biraz kendini tutar; dur bakayım ne oluyoruz
gibi biraz metanet gösterir. Kezalik ayyaş bir kimse tövbekâr olsa bile yine
mezkûrat namı zikredildikçe içinden şiddetli arzular geçer ve belki hemen
kalkıp kadehi almak ister; fakat mezkûratın fenalığına dair almış olduğu
telkinat veya korku derhal kendisini meneder yapmaz veya yapamaz.
Mamafih biz bu ikinci nazariyeyi de
kabul edebiliriz; çünkü ta’dil ahlak da beşer için bir saadettir ve biaset enbiyadan
maksud olan neticeyi de menetmiyor.
Teselsül Efkâr, Teşarik Efkâr
Merhum kuvve-i hafızaya medar olmak
üzere (huturat-ı müteselsile) usulünü tavsiye ederdi ve der idi ki bilmediğiniz
bir haneye gitmek lazım geldiği zaman mezkûr haneyi sora sora bulursunuz; fakat
müteaddid şeylere nişan koymazsanız mezkûr haneyi ikinci defa bulamazsınız;
yine yeniden sormaya mecbur olursunuz ki ne kadar yorucu şeydir. Mesela en
büyük bir caddeden ayrılırken orasına dikkat etmeli ve demeli ki evet falan
caddeden falan camin yanındaki köşeden sağa sapdım dar bir sokak idi.
Köşebaşına kadar gitdim; orada bir hava gazı var idi fenerin karşısında, bir
arsa var idi; sağ tarafta sarı boyalı bir hane idi; merdiveni taşdan idi, iki
katlı idi, sol tarafında şöyle bir bina var idi, bir de matbah kapısı var idi,
(s. 1356) zeminden münhat idi, kafesleri biraz eskice idi, kapının üzerinde bir
de çıngırak var idi veileahire.
Şimdi mezkûr haneyi bu kuyut ile
takyid ettiğiniz zaman bir daha unutmazsınız, çünkü bu kuyunun bir kısmı
unudulsa bir kısmı unutulmaz. Bu kayıtlardan hangi birisi hatıra gelirse hane
de hatıra gelir, demek oluyor ki bu kayıtların, bu noktaların tahatturu
birbirine merbuttur; birisi diğerini çekip getirmez.
Fakat mezkûr haneyi böyle müteaddid
noktadan kaydetmeyip de yalnız sarı boyalı bir hane diye kaydederseniz
diğerlerinden fark edemezsiniz, bir de gün geçdikce boyası nasıl idi, sarı mı
idi, aşı boyası mı idi, bu ciheti de unutur veya şüpheye düşer iseniz mezkûr
haneyi artık bulmanın imkânı kalmaz.
Şimdi faraza bir muallimden
işitdiğiniz mühim bir şeyi unutmamak isterseniz onu da böyle müteaddid kayd ile
tekyid ediniz ve kendinizce şöyle düşününüz:
Bir Pazar günü idi, mevsim kış idi,
soba yanıyor idi, muallim efendi kürsüsünde oturuyor idi, o sırada sermebsar
geldi, bir şey söyledi gitti, sonra muallim efendi mendilini açtı, içinden
vazifeleri çıkardı, ilk evvel filan efendinin vazifesini çıkardı, gözlüğünü
taktı, vazifeyi okudu, filan kelimeye ilişti, o sırada filan efendi kalktı,
muallim efendinin yanına yaklaşdı, şöyle bir sual sordu, buna cevaben muallim
efendi de şöyle dedi ve sonra bize sordu, işi muhakeme etirmek istedi, ben
muallime hak verdim, diğer arkadaşım cevaba pek razı olmadı, nihayet razı oldu.
Velhâsıl işte bu gibi birtakım
itibari kayıtlar ile takyid edilen sözler kolay kolay hatırdan çıkamaz.
Kabiliyet-i Terbiye
Merhum der idi ki insanın kuvay-i
akliyesi adeta çocuk gibidir, bir insan bir çocuğu nasıl alışdırırsa öyle olur.
Binaenaleyh dikkatsizlikle, dikkat, muhakemesizlikle, muhakemeye alışdırmak kabildir.
Binaenaleyh aklınızı daima nafi bir suretde terbiye ediniz, (s. 1357)
dinlediğiniz şeyleri dikkatle dinleyiniz, muhakeme ediniz, bu sizde tedricen
bir meleke halini alır.
Bir de kuvve-i akliye diğer a’zayede
şebihtir, mesela her gün veya her hafta bir mikdar tezyid edilmek şartıyla
insan bir takım ağır şeyleri kaldırabilir; kuvve-i akliye de böyledir; tedricen
tezyid edilebilir. Mesela bir zaman bir okumada bir satır ezberleyiniz. Bir
vakit sonra iki satır yapınız ve tedricen imkân müsait olduğu kadar artırınız.
Şu kadar var ki bir derecesi var. O dereceyi geçmeyiniz; çünkü geçecek
olursanız aklınız isyan eder yahud ürker.
Evladım, bir şeyi dikkatle
dinleyiniz, dikkatle okuyunuz, şayet aklınız başka şeylerle meşgul ise katiyen
dinlemeyiniz, okumayınız. Çünkü neticede iki kat ziyan edersiniz: hem
dinlediğiniz veya okuduğunuz şeyden bir istifade edemezsiniz hem de Allah
göstermesin dikkatsizlik sizde adet hükmünü alır, sonra tedavisi müşkül olur.
İşte merhum müşarileyhe aid bazı
hatıratım burada hitam buldu. Aradan çok zaman geçdiği cihetle birçoklarını
unutmuşum; vaktiyle birkaç defter notum var idi; mateessüf mercan harikinde
hepsi yandı gitti.
Artık (çoban armağanı çam sekizi)
kabilinden olarak bu kadarcığın kabulü mutenadır. (s. 1358)
[29] Mehmet Yahya Efe, Kilisli Muallim
Rifat, Kilis Yardımlaşma Derneği, Ankara 2003, s. 15 M. Yahya EFE Rifat
Bilge’nin kızından aldığı bilgiye dayanarak veladetinin miladi 1874 olduğunu
beyan etmektedir. Hüviyet kaydının 1876 olarak girilmiş olması birtakım yanlış
anlamalara sebep olmuştur. Bazı ansiklopedi maddelerinde doğumunun 1876
olmasının esas sebebi bu olmalıdır; Diğer taraftan resmi vesikalara bakacak
olursak 1875-1876 dolaylarındaki doğumu ve hatta nüfus kayıtlarına beş sene geç
kaydolduğu bilgisi işi daha da çıkılmaz hale getirmektedir. Son tahlilde 1876,
1874 ve 1880-1881 yılları olmak üzere üç farklı doğum tarihi var denebilir.
Yusuf Turan Günaydın, “Kilisli Muallim Rifat Bilge: Cumhuriyet Devrinde
Farsçadan Türkçeye Tercüme Faaliyetinin Mühim Bir Halkası”, ed. Hicabi
Kırlangıç, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 2009, ss. 175-86.
[30] M.Şakir Ülkütaşır, Büyük Türk Dilcisi Kâşgarlı Mahmut,
Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara 1972, s. 173.;Efe, Kilisli Muallim
Rifat, s. 49. Tercüme-i Halim isimli bir şiirde şöyle der Kilisli;
Kerim Çavuş oğluyum
Gönlü dertli dağlıyım
Adım Ahmet Rif’at’tır
Ben Kilis’e bağlıyım.
[31] Günaydın, “Kilisli Muallim Rifat Bilge:
Cumhuriyet Devrinde Farsçadan Türkçeye Tercüme Faaliyetinin Mühim Bir Halkası”,
s. 176.
[32] Cumhuriyet, 24 Şubat 1953, Sayı
10263, s. 2
[33] Ömer Faruk Akün, “Kilisli Rifat
Bilge”, DİA, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları (2002), C. 26, s. 19.
İcazet, islami eğitimde diploma anlamına gelen bir kelime olarak
kullanılmaktadır. ; Reşat Ekrem Koçu, “BİLGE (Rifat)”, İstanbul Ansiklopedisi,
(1961), C. 5, s. 2774. Burada Arapça eğitim aldığı bilgisine ulaşılıyor. Şark
edebiyatına dair ilk merakının belki de bu dönemde atılmış olabileceği
söylenebilir.
[34] Darülmuallimin’de üç kısım vardır
ve Âli kısımdan mezun olmak için takribi 6 sene gereklidir. Cemil Öztürk,
“Darülmuallimin”, DİA, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları 1993, C. 8, s.
552.
[35] Akün, “Kilisli Rifat Bilge”, s. 19.
[36] BCA, Bakanlıklararası Tayin Daire
Başkanlığı, 56 - 16 - 5.
[37] Rifat Bey’in tayin olunduğu iki
belgeye ulaşılmıştır. Onlar için bkz: BOA, MF.ÎBT. , 224 - 24 - 0 ve BOA,
MF.ÎBT. , 224 - 38 - 0. Diğer taraftan elde edilen belgelerde iki defa Rifat
Bey’in “tercüme-i hal varakalarının” istendiği kaydına ulaşılıyor. Bkz: BOA,
MF.ÎBT. , 256 - 85 ve BOA, MF.ÎBT. , 207 - 119.
[38] BCA, Kararlar Daire Başkanlığı, 91 - 63 - 2. Bu
belgede “mesaisinden istifade edilmek” üzere devam kararı alınmıştır.
[39] BCA, Kararlar Daire Başkanlığı, 95 - 47 - 7. Bu
belgede “iktidar ve ihtisasından” istifade edilmek gayesi vardır.
[40] Günaydın, “Kilisli Muallim Rifat Bilge:
Cumhuriyet Devrinde Farsçadan Türkçeye Tercüme Faaliyetinin Mühim Bir Halkası”,
ss. 177-180; Akün, “Kilisli Rifat Bilge”, s. 19.
[41] BOA, MF.İBT., 132 - 15.
[42] İrfan Tazebay, Kilisli Muallim Rifat
Bilge, (Mezuniyet Tezi), İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Kütüphanesi 1964, s. 6.
[43] Tazebay, Kilisli Muallim Rifat Bilge, ss. 6-7.
[44] Bu çizelge buradaki belgelere istinaden hazırlanmıştır. Bkz:Emekli
Sandığı Arşivi,
M0096799.(Bu
belgeye M.Yahya Efe, Kilisli Muallim Rifat, s.114'te rastlanmıştır. Bu belge
muhtemelen Emekli Sandığı Arşivi'nden
alınmıştır. Zira Yusuf Turan Günaydın “Kilisli Muallim Rifat Bilge: Cumhuriyet
Devrinde Farsçadan Türkçeye Tercüme Faaliyetinin Mühim Bir Halkası” s. 175'te
bu belgenin numarasını vermiştir.) ; Günaydın, “Kilisli Muallim Rifat Bilge:
Cumhuriyet Devrinde Farsçadan Türkçeye Tercüme Faaliyetinin Mühim Bir Halkası”,
ss. 177-180.
[45] Samim Kocagöz 1937-1941 arası Kilisli Rifat
Bilge’nin talebesi olmuş ve ilk elden bilgileri vermiştir. Efe, Kilisli
Muallim Rifat, ss. 91-92.
[46] Fransızca öğretmeni olan Sait Dilmen’e yazdığı mektupta anlattığı bu
ifadeler Rifat Bey’in görüşlerini doğrudan yansıtması bakımından önemlidir.
Zamanın modasına uyarak Fransızca konusunda kendini geliştirme yoluna gitmiştir
denebilir. Efe, Kilisli Muallim Rifat, ss. 20-21.
[47] Efe, Kilisli Muallim Rifat, s. 21.
[48] 1918’de İngiliz işgaline maruz kalan Kilis
1919-1921 arası Fransız işgali altındaydı. Metin Tuncel, “Kilis”, DİA,
2002, C. 26, ss. 5-8.
[49] Manzume ile diğerleri için bkz: Efe, Kilisli Muallim Rifat,
ss. 33-36.
[50] Tashih için bir eserin eksik noktalarını tespit edip eseri yayına
hazırlama işlemleri denebilir. Bu işlere örnek, okunmayan harf ya da kelimeler
olabileceği gibi sayfa numaraları olmayan yaprakları düzenlemek şeklinde
olabilir. Nüshalardaki farklılıkları dipnotta göstermek başka bir örnek olarak
zikredilebilir.
[51] Daha detaylı bilgi için bkz: İlhan Kutluer, “Keşfüz zunûn”, DİA,
2002, C. 25, ss. 321-322.
[52] İsmail Bey’in Arapçaya vakıf, kültür ve donanım olarak bilgili
olduğu bilinmektedir. Keşfi ’z zunûn hazırlanırken ona başvurulması
tabiidir. 1941’de biten ilk nüshada onun ismi yoktur. Çünkü O, 1940’da vefat
eder. Elindeki Keşfi ’z zunûn’un bir nüshasında sayfa kenarlarına not
aldığı ve bunun dikkate alındığı bilgisine ulaşıyoruz. Bunun doğru olma
ihtimali varsa o da bu çalışmaya katkı yapmıştır denebilir. A.Azmi Bilgin,
“İsmail Saip SENCER”, DİA, 2001, C. 23, ss. 122-123; Ayrıca Saip Bey’in
ilmî katkısı ve Şerefettin Bey’in bu konudaki düşünceleri için,bkz Halil
İbrahim Tanç, “Erzurumlu İsmail Saib Sencer ve İlim Dünyasına Katkıları”, EKEV
AKADEMİ Dergisi, (2007).
[53] Kâtib Çelebi, Keşfü’z-zunûn an esami’l-kütüb
ve’l-fünun=Keşf-el-zunûn (1.C), ed. Kilisli Rifat [Bilge], Şerefettin
Yaltkaya, Milli Eğitim Bakanlığı, Ankara 1941.
[54] Kilisli Muallim Rifat Bilge, Anılar ve
İnsanlar, Kilis Kültür Derneği, Ankara 1997, ss. 4546.
[55] Kâtib Çelebi, Keşfü’z-zunûn an
esami’l-kütüb ve’l-fünun (2.C), ed. Kilisli Rifat Bilge, Şerefettin
Yaltkaya, Maarif Vekaleti, Ankara 1943.
[56] Bilge, Anılar ve İnsanlar, s. 46.
[57] Burada düşünen kişinin Necip Bey olması pek bir anlam ifade etmiyor
olabilir. Zira naşir olarak ismi geçen kişi İkdamcı Ahmet Cevdet’tir. Necip
Bey'in ise Seyahatnamenin altıncı ve yedinci cildini Macarca'ya
çevirmede yardımı olduğu bilgisine ulaşmak mümkündür. Fazilet Pınar Kocaoğlu, Türk
Tarihçiliğinde İki Türkçü İsim: Necip Asım (1861-1935) ve Bursalı Mehmet Tahir
(18611924?) ,Basılmamış Yüksek Lisans Tezi; 2015, s. 54.
[58] Bilge, Anılar ve İnsanlar, ss. 59-60.
[59] 1896 (1314 H) civarında tatil edilmiş
olmalıdır. Evliya Çelebi, Seyahatname (6.C), ed. İkdamcı Ahmed Cevdet,
İkdam Matbaası, Dersaadet 1314.
[60] Cevdet Bey’in burada ne kastettiği pek açık
değil gibi görünüyor. Esere yönelik bir baskı niye olabilir, bunu kim niye
yapsın soruları insanın aklına ilk geliveren sorular. Bilge, Anılar ve
İnsanlar, s. 60.
[61] Nedense Kâmil Efendi’nin ismi eserin yayına hazırlayıcıları
arasında zikredilir. Muhtemelen ne kadar destek verirse versin onun ismini
yazmak lazım gelmiş olmalıdır. Yunus Vehbi Yavuz, “Ahkâmü’l Kuran”, DİA,
1988, C. 1, s. 553.
[62] Bilge, Anılar ve İnsanlar, ss. 62-63. Rifat Bey, Münir Bey’in
yanına vardıklarında Şeyh Efendi’nin Halep’e gitmesine bir gün var demişken
anlatımın sonunda birkaç gün sonra gittiğini söyler. Burada bir ve birkaç arasında
dikkatsiz bir kullanım yapmışa benziyor.
[63] Burada Şeyh Efendi’nin Ziya Paşa’nın Tercii Bendi’ni Arapçaya niçin
çevirdiğini sorduğu bir anekdot var. Bu eserin hususi olarak çevrilmesinin
hikmeti Şeyh Efendi’ye göre “icaz” derecesinde güzel olmasıdır. Bilge, Anılar
ve İnsanlar, s. 64.
[64] Yayınlar, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi
Kütüphanesi Nadir Eser Koleksiyonu İSL 597 1335 C. 2-3 ve İSL 597 1335 C. 1
numaradadır
[65] Bilge, Anılar ve İnsanlar, s. 64; Sonra
üç cilt de tamamlanmıştır. 1917-1920 arası biter. Diğer taraftan 1929’da
Kahire’de basılır. Yavuz, “Ahkâmü’l Kuran”, s. 553.
[66] Mehmet Seyran Tayşi, “Ali Emiri Efendi”, DİA, 1989, C. 2, ss.
390-391.
[67] Bilge, Anılar ve İnsanlar, ss. 107-108.
[68] Kıraathanenin ilmî hizmetlerinin yüksek
olduğu anlaşılıyor. Sivil bir oluşum gibi görülüyor.
[69] Feyzi Ersoy'a göre Ocak/Şubat 1912 veya en geç 1912 Mart’ında kitap
bulunmuştur. Feyzi Ersoy, “Dîvanu Lugati’t-Türk, Ali Emiri Efendi’yi Nasıl
Buldu?”, Dil Araştırmaları, C. 23 (2018), s. 87.
[70] Mustafa S. Kaçalin, “Divanü Lügati’t Türk”, DİA, 1994, C. 9,
s. 449.
[71] Bilge, Anılar ve İnsanlar, ss. 108-109.
[72] Beyazıt’taki çarşı olmalıdır.
[73] Emiri Efendi’nin anlatımında kitapçı iki defa Burhaneddin olarak
zikrediliyor. Ersoy, “Dîvanu Lugati’t-Türk, Ali Emiri Efendi’yi Nasıl Buldu?”,
s. 57.
[74] Emiri Efendi’ye göre kitabın ilk alıcısı Mustafa Asım Bey’dir. Ali
Emiri Efendi, “Millet Kütüphanesi Ne Surette Teşekkül Etti”, Tarih ve
Edebiyat, C. 1, S. 3 (1922), s. 57.
[75] Emiri Efendi’ye göre Maarif Nazırı Emrullah Efendi kitaba değer
biçmesi için kitapçılara danışmıştır. Kitapçılar bu eserin İstanbul fiyatının
iki lira Avrupa’ya gönderilecekse yirmi lira olarak belirlemiştir. Ali Emiri
Efendi, “Millet Kütüphanesi Ne Surette Teşekkül Etti”, s. 57.
[76] Emiri Efendi’nin anlatımına göre de kitabın Burhan isimli satıcıdan
alındığı doğrudur. Ancak satın alma süreci farklı anlatılıyor. Emiri Efendi
kitabı ilk defa kıraathanede görüyor. Ayrıca Emiri Efendi kitaba yirmi lira
fiyat biçmiştir. Tafsilat konusunda farklı bir anlatım görülüyor. Ali Emiri
Efendi, “Millet Kütüphanesi Ne Surette Teşekkül Etti”, s. 57.
[77]Emiri Efendi'nin kendi
anlatımında böyle bir detaya rastlanmadı. Yani kadın muhtaç olduğu için satın
alma kolaylaşmış denemez. Ali Emiri Efendi, “Millet Kütüphanesi Ne Surette
Teşekkül Etti”, ss. 53-65.
[78] Emiri Efendi’ye göre eksik para miktarı on
liradır. Faik Reşat Bey ile karşılaşması çarşıda değil kendi evinde olmuştur.
Fazla bir detay olarak söylemek gerekirse bir Rum sarraftan borç alma girişimi
de olmuştur. Ali Emiri Efendi, “Millet Kütüphanesi Ne Surette Teşekkül Etti”,
ss. 57-58.
[79] Emiri Efendi üç liralık bahşişi her aylık aldığında birer lira
vererek üç defada vereceğini yazmıştır. Zaten ucu ucuna otuz lirayı
denkleştirince elinde avucunda bir şey kalmamış olmalıdır. Kilisli’nin anlatımında
üç liranın nereden geldiği detayı cevapsız kalıyor tabii ki. Ali Emiri Efendi,
“Millet Kütüphanesi Ne Surette Teşekkül Etti”, s. 58.
[80] Emiri Efendi satışın yapıldığına dair bir vesikanın imzalandığını
söyler. Burhan Bey’in pişman olma durumu yoktur. O imzalanan vesikayı Maarif
Nezareti’ne göstermek, kitabın değerli olduğunu göstermek gayesindedir. Ali
Emiri Efendi, “Millet Kütüphanesi Ne Surette Teşekkül Etti”, s. 58.
[81] Bilge, Anılar ve İnsanlar, ss. 109-111.
[82] Bilge, Anılar ve İnsanlar, ss. 111-112.
[83] Rifat Bey’in bu gibi kıymetli eserlerin neşrini
istediği daha önce de görülüyor.
[84] Gerçekten de öyle olmuştur. Bilge, Anılar ve İnsanlar, ss.
112-113.
[85] Ersoy’un tesbitine göre Ocak/Şubat 1912 veya en
geç 1912 Mart’ı ile 5 Ağustos-1 Eylül 1913 tarihleri arasında kitap Ali
Emiri’de kalmıştır. Ersoy, “Dîvanu Lugati’t-Türk, Ali Emiri Efendi’yi Nasıl
Buldu?”, ss. 79-93.
[86] Bilge, Anılar ve İnsanlar, ss. 113-114.
[87] Emiri Efendi’nin anlatımında olayın detayları yer almıyorsa da
Talat Paşa’nın İbrahim Efendi’nın konağında neşir için ricacı olmuştur. Ali
Emiri Efendi, “Millet Kütüphanesi Ne Surette Teşekkül Etti”, s. 55.
[88] Bilge, Anılar ve İnsanlar, ss. 114-120.
[89] Emiri Efendi Talat Paşa ile görüştüklerinin ertesi günü kitabı Ziya
Gökalp’e teslim ettiğini beyan eder. Ali Emiri Efendi, “Millet Kütüphanesi Ne
Surette Teşekkül Etti”, s. 56; Rifat Bey’e göre ise olay farklıdır. Emiri
Efendi, Talat Paşa ile buluşmasından üç dört gün sonra kıraathaneye gelerek
olayı ahaliye anlatır. Ertesi günü sabah Rifat Bey’e kitabı vereceğini söyler
ve öyle olur. Rifat Bey, Ziya Gökalp’e kitabın kendinde olduğu bilgisini verir.
Ziya Gökalp’e kitabı ihtiyatlı bir tavır sergileyerek göstermemiştir. Bilge, Anılar
ve İnsanlar, s. 120.
[90] Emiri Efendi’nin anlatımında da bu detay vardır. Ama reddetiğine
dair bir ifade yok. Emrullah Efendi’ye ise açık bir sitem görülüyor. Ali Emiri
Efendi, “Millet Kütüphanesi Ne Surette Teşekkül Etti”, s. 58.
[91] Bilge, Anılar ve İnsanlar, ss. 120-123.
[92] Bilge, Anılar ve İnsanlar, ss. 123-126.
[93] Rifat Bey’i Divan’vn tashih ve matbaası
için vazifelendiren belge için bkz: BOA, TS.MA.e, 1425 - 83.
[94] 1915-1917 arasında bitiyor üç cilt.
[95] Rıza Tevfik 1918’de Maarif Nazırı olduysa olay
bu sıralarda olmuştur. Abdullah Uçman, “Rıza Tevfik Bölükbaşı”, DİA,
2008, C. 35, s. 68.
[96] Bilge, Anılar ve İnsanlar, ss. 126-129.
[97] Tercümenin neşredilmesi fikri o sıralar rafa
kalkmış olmalıdır. Bilge, Anılar ve İnsanlar, ss. 129-130.
[98] 1920-1921 dolaylarında olmalıdır haber.
Ülkütaşır, Büyük Türk Dilcisi Kâşgarlı Mahmut, s. 117.
[99] Mektuba ulaşılamadı. Bu yöndeki bir şahit yok görünüyor. Rifat Bey
için netice olumsuz görünüyor. Diğer taraftan Samih Rıfat Bey ile Mehmed Akif
Bey bu tercümeyi gerçekleştirmedi. Bilge, Anılar ve İnsanlar, ss.
130-131.
[100] Saadet Tekin, “Dr. Reşit Galip ve Üniversite Reformu”, Çağdaş
Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, C. 1, S. 2 (1992).
[101] Rifat Bey’e ait olmayan bu çevirinin eksikleri bariz gibi
görünmektedir. Hem kendi el yazısının olmaması, hem atlamaların ciddi şekilde
fazlalığı ve zaten Rifat Bey’in inkarı bunu doğrular nitelikte görünüyor.
Ülkütaşır, Büyük Türk Dilcisi Kâşgarlı Mahmut, s. 119.
[102] Bu defterler 5 adet olsa gerektir. Dil Kurumu’nda saklandığını da
teyit edilmesi mümkün sayılabilir. Ülkütaşır, Büyük Türk Dilcisi Kâşgarlı
Mahmut, ss. 118-119; Türk Dil Kurumu Kütüphanesi’ndeki yazmalar bu
kastedilen defterler olmalıdır. Kilisli Ahmed Rıfat [Bilge], “Divan-ı lûgat-it
Türk tercümesi”, 637 yaprak, (nr:ET00149).
[103] Belli ki Atatürk’e eksik bilgi verilmiş olmalı. Acaba aceleye
getirildi de alelacele bir istinsah çalışması mı yapıldı?
[104] Orijinal defterlerin kopyası çıkarılmış olmalıdır. Ama bu kopyayı
kim niye çıkarsın soruları cevapsızdır. Üstelik kopyalar asılların aynısı
olmasa gerek. Bu detaylarla ilgili delil bulmak ise neredeyse imkânsız görünüyor.
Bilge, Anılar ve İnsanlar, ss. 131-132.
[105] Besim Bey’e göre Rifat Bey, elindeki tercüme parçalarım göndermiş
ancak birtakım yanlışları tesbit edilmiştir. Besim Atalay, “Divanü Lûgatit-Türk
Tercümesi”, Ankara 1985, C. 1, s. XXV.
[106] İlk tercümeye kayıp muamelesi yapıldığını
varsayalım. Peki ikinci tercümeye ne oldu? Bilge, Anılar ve İnsanlar, s.
133.
[107] 1932 olmalıdır. Mustafa Özkan,
“DİLMEN,İbrahim Necmi”, DİA, 1994, C. 9, ss. 302-303.
[108] Nuri Yüce, “Atalay, Besim”, DİA, 1991, C. 4, ss. 43-44.
[109] Besim Bey'in tercümesinde Rifat Bey’i
eleştirdiği kısımlar kayda değerdir. Çevirinin önsözünde Rifat Bey’e bir
taraftan saygı ifadeleri kullanırken diğer taraftan onun eserlerine dair
küçümseyici bakış açısı çelişkili olmalıdır. Besim Atalay her şeyden önce Rifat
Bey’i yargılarken Rifat Bey’in kendine ait olmadığını söylediği beş defter ve
tashihini tam yapamadığı ikinci tercüme parçaları üzerinden gitmektedir. Burada
Rifat Bey'e biraz haksızlık etmiş olabilir mi? Atalay, “Divanü Lûgatit-Türk
Tercümesi”, s. XXIX.
[110] Bilge, Anılar ve İnsanlar, ss. 133-134.
[111] Rifat Bey'in makalenin son kısımlarında oldukça sade bir anlatıma
sığındığı görülüyor. Son kısımlarda detayların azaldığı ve geçiştirildiği
görülüyor. Besim Bey'in yaptığı çevirinin teferruatı çok bulunmuyor. Makalede ilginç
gelebilecek noktalardan biri tercümenin telifi için talep ettiği ücretler
olmalıdır. Çeviriye bu kadar tutkulu bir dilcinin para için bu çeviriyi
reddetmesi garip duruyor. Hatırlayamadığı için olsa gerek ki önemli kırılma
noktaları için kesin bir tarihlendirme yapmadığı da gözlerden kaçmıyor. Bilge, Anılar
ve İnsanlar, s. 134.
[112] Muallim Rifat (der), Kitab-ı Dede Korkut
ala lisanı taife-i Oğuzan, Matbaa-i Âmire Âsâr-i İslâmiye ve Milliye Tedkik
Encümeni, İstanbul 1332.
[113] Âsâr-ı İslâmiyye ve Milliyye Encümeni
olmalı. Akün, “Kilisli Rifat Bilge”, s. 21.
[114] Neşir 1916 (1332 H) senesinde gerçekleşir. Kitap sadece Berlin
nüshasını esas aldığı için kusursuzdur denemez. Ancak ilk defa böyle bir eserin
neşredilmesi, onun anlaşılıp bir düzeni konması anlamında hiç şüphesiz çok
önemli katkılar sunduğu gerçeği de görmezden gelinemez. Orhan Şaik Gökyay,
“Dede Korkut”, DİA, (1994).
[115] Bilge, Anılar ve İnsanlar, ss. 1-2.
[116] Bilge, Anılar ve İnsanlar, s. 2.
[117] Bilge, Anılar ve İnsanlar, s. 3.
Kitapta sehven 1906 kaydı düşülmüştür. Doğrusu 1916 olmalıdır.
[118] Bununla ilgili bir belgede Rifat Bey’den bir
“lügatçe” beklenmektedir. BCA, GENEL, 47 - 243 - 2.
[119] Bilge, Anılar ve İnsanlar, ss. 3-4.
[120] Bilge, Anılar ve İnsanlar, ss. 4-5.
[121] Bilge, Anılar ve İnsanlar, ss. 5-6.
[122] Bilge, Anılar ve İnsanlar, ss. 6-7. Bu makalede daha çok
kendi düşünceleri üzerinde yoğunlaştığı söylenebilir. Kendisi Dede Korkut
Kitabim çokça okuyarak bazı sonuçlar üretmiş ve bunları derinlemesine
açıklamamıştır. Kısa kısa değinmeler şeklinde bir anlatım görünüyor. Türk
Dünyası'na önemi yadsınamayacak - ve belki de değeri tayin edilemeyecek- bir
katkı yaptığı noktası ise muhakkaktır.
[123] Ebu Abdullah Muslihuddin Sa’di-i Şirazi, Ferhenkname-i
Sa ’di, ed. Kilisli Muallim Rifat Bilge, çev. Mes’ûd b. Osman Gülşehri,
Maarif Vekaleti, Ankara 1340.
[124] 14. yüzyıl Türk şairi. Farsça Süheyl ü Nevbahar ve Ferhenkname-i
Sa’dî tercümeleriyle tanınır Erkan, Özkan, “Hoca Mesud”, ss. 189-191. Rifat
Bey, Kelile ve Dimne tercümesinin de Hoca Mesud’a ait olabileceğini iddia eder.
Kul Mesud ile karıştırılmamalıdır. Zira o farklı bir kişidir Albayrak, “Kul
Mesud”, ss. 352-353.;
[125] Sa'di’nin Bostan'ından yapılmış iktibaslar vardır. Sa'di
Şirazi’den yapılmış ilk manzum tercüme olması bakımından önemlidir. Dini ve
ahlaki konularda nasihatler vardır. Erkan, Özkan, “Hoca Mesud”, ss. 190-191.
[126] Rifat Bey eserin neşrini yaptığı sıralarda Hoca Mesud ismi
bilinmiyordu. Rifat Bey bu uğurda yığınla kaynak taramıştır. Ferhenkname’
deki Türkçe beyitlerin Farsça asıllarını bulmak için İstanbul’daki altmışa
yakın Bostan nüshasını elden geçirmiştir. Bu çalışma, Rifat Bey’in ne
kadar titiz, sabırlı ve çalışkan olduğunu göstermesi yanında onun ne kadar
gayretli bir insan olduğunu gösteren güzel bir örnek olmalıdır. Akün, “Kilisli
Rifat Bilge”, s. 21. Ayrıca bkz: Köprülüzade Mehmed Fuad, “[”Firhenk-nâme-i
Sadi” Yahud Muhtasar Bostan Tercümesi, Nazımı: Hoca Mesud, h. 755, muhaşşi ve
Musahhihleri: Veled Çelebi ve Kilisli Muallim Rifat, İstanbul: Matbaa-i Amire,
1340-1342, s. 87]”, Türkiyat Mecmuası, İstanbul (1926).
[127] Kilisli Rifat [Bilge], “‘Süheyl ü Nevbahar’a Dair”, Türkiyat
Mecmuası, İstanbul (1926).
[128] Bilge, Anılar ve İnsanlar, ss. 14-15.
[129] Mes’ud b. Ahmed, Suheil und Nevbehar:
romantisches gedicht des Mes’ud b. Ahmed (8. Jhdt. d. H.)=Süheyl ü nevbahâr,
çev. Johannes Heinrich MORDTMANN, Orient-Buchhandlung Heinz Lafaire, Hannover
1924.
[130] Erkan, Özkan, “Hoca Mesud”, s. 190.
[131] Bu karıştırmalar ya da peşin hüküm vermeler
erken dönemde yapılan ilk çalışmalar olması ile izah edilebilir. İlim âlemine
ilk defa kazandırılan bu eserler hakkında ilmî tedkikler ortaya çıktıkça
bilgilerin düzeltiği görülüyor. Bilge, Anılar ve İnsanlar, ss. 13-14.
[132] Mustafa Erkan, “İbn Mühenna”, DİA, 1999, C. 20, ss. 218-219.
[133] Kitap üç lisanı (Farsça, Arapça, Türkçe) öğretmek için yazılmıştır.
Cemaleddin b. el- Mühenna İbnü’l-Mühenna, Hilyetü ’l-insan ve hilbetü
’l-lisan, nşr. Kilisli Rifat Bilge, Matbaa-i Âmire, İstanbul 1338-1340.
Rifat Bey’in lügatle ilgili bir makalesi için bkz: Kilisli Rifat [Bilge], “İbn
Mühennâ Lugati”, İkdam, nr. 9058, ( 5 Haziran 1338/1922).
[134] Bilge, Anılar ve İnsanlar, s. 14. Burada
millet tarifindeki “dil” unsuruna fazlasıyla dikkat çektiği görülüyor.
[135] İbn Mühenna’nın yedi dil bilme mevzusu tartışmaya açık bir nokta
gibi duruyor. Bu varsayımı konusunda temkinli olunmalıdır. Diğer taraftan bu
makalenin kısa kesildiği görülüyor. Uzun uzadıya bir tanıtım yapılmamıştır.
Bilge, Anılar ve İnsanlar, s. 18; Bu bölümün geri kalanında Rifat Bey’in
Kutbüddin el-Mekkî’nin el-Fevâ’idü’s-seniyye fi’r-rihleti’l-Medîne ve’r-Rûmiyye
adlı eserinden yaptığı bir tercümeden bir parça vardır. Akün, “Kilisli Rifat
Bilge”, s. 22.
[136] Burada matbaanın faaliyetlerini niye durdurduğu
konusunda yetersiz bir ayrıntı var gibi görünüyor. Bilge, Anılar ve
İnsanlar, s. 47.
[137] Bu kişi muhtemelen Said Halim Paşa olmalıdır. M.Hanefi Bostan,
“Said Halim Paşa”, DİA, 2008, C. 35, ss. 557-560.
[138] Bilge, Anılar ve İnsanlar, s. 47.
[139] Ahmed Rıfat [Bilge], Otuz dersyahudyeni sarf
Arabi, Ruşen Matbaası, Dersaadet 1328.
[140] Fiil çekimlerini konu edinen ilim.
[141] Muhtemelen ders verdiği öğrencilerine kendi
yöntemi üzere ders veriyordu.
[142] Bilge, Anılar ve İnsanlar, ss. 47-48.
[143] Hulusi Kılıç, “Hacı Zihni Efendi”, DİA, 2003, C. 28, ss.
542-543.
[144] Bilge, Anılar ve İnsanlar, ss. 48-49.
[145] Bilge, Anılar ve İnsanlar, s. 50.
[146] Bilge, Anılar ve İnsanlar, s. 50.
[147] Bilge, Anılar ve İnsanlar, ss. 50-51; Bu kitabının bir
nüshasının Rifat Bey’in kişisel evrakında bulunduğu yönünde bir bilgiye
rastlasak da neticeyi belirlemek mümkün olamadı. Tazebay, Kilisli Muallim
Rifat Bilge, s. 73.
[148] İbn-i Sina, Edviye-i Kalbiye, çev.
Kilisli Ahmet Rifat Bilge, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1937.
[149] Büyük Türk Filozof ve Tıb Üstadı İbni Sina
Şahsiyeti ve Eserleri Hakkında Tetkikler, Türk Tarih Kurumu Yayınları,
Ankara 2014.
[150] Bilge, Anılar ve İnsanlar, s. 27.
Heyetin başkanı Rifat Bilge’nin dostu olan Şemsettin Günaltan’dır.
[151] Süleymaniye Kütüphanesi'ndeki nüsha esas alınmıştır. On sekiz kadar
nüshayı taradığı bilgisine ulaşılıyor. Rifat Bey burada yanlış hatırlıyor
olabilir mi? Akün, “Kilisli Rifat Bilge”, s. 22.
[152] Bilge, Anılar ve İnsanlar; Kitabın 597 ile 717. sayfaları
arası Kilisli Rifat Bey’e ayrılmıştır. Büyük Türk Filozof ve Tıb Üstadı İbni
Sina Şahsiyeti ve Eserleri Hakkında Tetkikler.
[153] Namık Kemal, Gülnihal, ed. Kenan Akyüz,
Milli Eğitim Bakanlığı, Ankara 1969.
[154] Rifat Bey bu hatırasını yazarken “meşrutiyetten
çok evvel” bir vakitte olayların olduğunu beyan eder. Bu hesapça Şerif’in kim
olduğunu tespit etmek çok olası değildir.
[155] Bilge, Anılar ve İnsanlar, ss. 27-29.
[156] Bilge, Anılar ve İnsanlar, ss. 27-30. Makalenin son kısmında
“Gölgemden korkar bir insan olduğum için muhabereye cesaret edemedim.” cümlesi
Rifat Bey’e dair kişisel bir gözlem yapılmasına olanak veriyor. Diğer taraftan
Ali Fehmi Bey Mısır’a gitmiş ve Mısırla yapılan haberleşme “tehlikeli” bir iş
imiş. Rifat Bey’in belki memuriyetle geçen hayatı, belki de istibdat dönemi
hatıraları belki de -mizacı gereği-“burnunu sokma” konusundaki isteksizliği ona
bu sözleri söyletmiş olabilir.
[157] Bilge, Anılar ve İnsanlar, ss. 9-12;
karş. Nurettin Albayrak, “Mani”, DİA, 2003, C. 27, ss. 571-573.
[158] Bilge, Anılar ve İnsanlar, s. 11.
[159] Bilge, Anılar ve İnsanlar, s. 11.
[160] Fevziye Abdullah Tansel, “Kilisli Ahmed Rifat Bilge’nin Folklor
Çalışmaları ve Mora Destanı”, Halk Kültürü, C. 1 (1984), ss. 119-28. Bu
konudaki bilgileri destekleyen mahiyette bir yazıyı Fevziye Abdullah Tansel’in
kaleme aldığı görülüyor. Bu yazıda Rifat Bey’in maniler ile halk kültürüne olan
bakış açısını ve gayretlerini görmek mümkündür. Folklor çalışmalarında kendine
mütevazı bir rol biçen Rifat Bey’in arşivci ve çalışkan portresine şahitlik de
ediliyor. Fevziye Abdullah Tansel’in makalesi birinci ağızdan Rifat Bey’i
anlatması anlamında çok kıymetlidir. Makale Rifat Bey’e ait “Milli Şiirler”
isimli makaleyi kısmen ihtiva etmesi bakımından da değerlidir.
[161] der. Kilisli Rifat Bilge, Maniler, Devlet Matbaası, İstanbul
1928.
[162] Yekunu on üç bini geçen bir koleksiyon
mevzubahistir. 1892’de ilk faaliyetleri başladı. Bilge, Anılar ve İnsanlar,
s. 12.
[163] Halis Efendi’nin kütüphanesindeki yazma eserler şu an İstanbul
Üniversitesi Nadir Eserler Kütüphanesi’nde mahfuzdur.
[164] Anılar ve İnsanlar, ss. 31-33. Yazının başında “hacı hacı ile
mekkede buluşur” diyen Rifat Bey hem kendisisnin hem Halis Efendi’nin birer
kitap aşığı, kitap hayranı olduğunu örtülü olarak vurgulamış oluyor.
[165] Bilge, Anılar ve İnsanlar, s. 33. Ziya Gökalp, anlatımda
oldukça etkili ve karar alıcı mevkide birisi olarak vurgulanır. Güzellikle
verilmediği halde tehditvari bir yaklaşımla olayın halledilebileceği bir hava
vardır. Üstelik bu durum normal gibi de görülür.
[166] Rıza Paşa’nın kütüphanesindeki yazma eserler şu an İstanbul
Üniversitesi Nadir Eserler Kütüphanesi’nde mahfuzdur.
[167] Eserleri Süleymaniye Kütüphanesi’ndedir.
[168] Sedat Şensoy, “Osman Reşer”, DİA, 2008, C. 35, ss. 10-11. Osman
Reşer Musevi kökenli Alman şarkiyatçıdır. Türkiye’ye gelip yerleşir ve ihtida
eder. Bu kararın arkasındaki en büyük tesirin Saip Efendi olduğu söylenir.
Osman Reşer 25 sene kadar Saip Efendi’nin talebeliğini yapmıştır.
[169] Bilge, Anılar ve İnsanlar, ss. 34-36.
[170] Mehmet İpşirli, “Hüseyin Hüsnü Efendi”, DİA, 1998, C. 18, ss.
552-553.
[171] Bilge, Anılar ve İnsanlar, s. 37 Bu
kütüphane hakkında başkaca tafsilat yoktur.
[172] Hulusi Kılıç, “Bağdatlı İsmail Paşa”, DİA, 1991, C. 4, ss.
447-448.
[173] Raif Yelkenci olmalıdır. Turgut Kut, “Yelkenci,
Mehmet Raif’, DİA, 2013, C. 43, ss. 398-399.
[174] Babanzade Bağdatlı İsmail Paşa, Hediyyetü’l-arifm
esmaü’l-müellifm ve asarü'l- musannifin, tsh. ve mst. Kilisli Rifat Bilge,
İbnülemin Mahmûd Kemal İnal, Milli Eğitim Bakanlığı, Ankara 1951
[175] Bilge, Anılar ve İnsanlar, ss. 38-42.
[176] Bilge, Anılar ve İnsanlar, s. 52. Tüm evrakın kendi usülleri
uygulandığı takdirde en geç 2 sene içinde kaydedileceğini öngörür.
[177] Osman Nuri Ergin, Muallim M. Cevdet’in
Hayatı, Eserleri ve Kütüphanesi, İstanbul Belediyesi, İstanbul 1937.
[178] Bilge, Anılar ve İnsanlar, ss. 52-53. Ali Emiri Efendi’nin
1924’te vefatı ve M. Cevdet Bey'in 1935’te göreve gelmesi düşünüldüğünde 10
yıllık sürede arşivcilik adına ne yapıldığına dair bilgilendirme olmadığı görülüyor.
Bulgaristan'a “yanlışlıkla” gönderilen evrakın, sorumluluk noktasında Rifat
Bey'i harekete geçirdiğini söyleyenebilir mi ?
[179] Bilge, Anılar ve İnsanlar, ss. 53-54.
[180] Bilge, Anılar ve İnsanlar, ss. 54-55.
Satır aralarında Rifat Bey’in sigarayı tiryakilik derecesinde sevdiği
öğreniliyor. ; Benzer bir anlatım için bkz: Ergin, Muallim M. Cevdet’in
Hayatı, Eserleri ve Kütüphanesi, ss. 572-574.
[181] Ömer Faruk Akün, “Bursalı Mehmed Tahir”, DİA, 1992, C. 6, ss.
452-461.
[182] Turgut Akpınar, “Hüseyin Hüsameddin Yasar”, DİA,
1998, C. 18, ss. 551-552.
[183] Kütüphaneler Tedkik Komisyonu olmalıdır.
[184] Bilge, Anılar ve İnsanlar, ss. 42-43.
Ayrıcalık olarak aslında mütevazı sayılabilecek yetkiler denebilir. Mesela
çalışmalarını bozacak herhangi bir unsur olmayacaktır.
[185] Bilge, Anılar ve İnsanlar, s. 43.
[186] Rifat Bey 80 kuruş, Tahir Bey 100 kuruş ve Hüsamettin Bey 50 kuruş
alacaktır. Bilge, Anılar ve İnsanlar, s. 43.
[187] İpşirli, “Hayri Efendi,Mustafa”, ss. 62-64.
[188] Burada belki de kamuya açık olmamak manasında
bir anlatım olmuştur. Eserlere sarayda sınırlı sayıda kullanıcı ulaşabiliyor
olmalıdır. Bilge, Anılar ve İnsanlar, s. 43.
[189] Bilge, Anılar ve İnsanlar, ss. 44-45.
[190] Bilge, Anılar ve İnsanlar, s. 45.
[191] Makalede tam olarak kütüphane faaliyetlerinden bahsetmese de en
yakın bölüm burası olduğu için buraya kondu.
[192] Dil encümeni, alfabe değişikliğini hazırlamak üzere 1928’de kuruldu.
Dil Heyeti olarak da biliniyor. Mehmet Kahraman, “Türk Dilinin Cumhuriyet Devri
Terimsel Gelişim Sürecine Tarihi Bakiş (II)”, İnsan ve Toplum Bilimleri
Araştırmaları Dergisi, (2017), C. 6, s. 1293.
[193] Birinci Kurultay 1932’dedir. Şükrü Haluk
Akalın, “Türk Dil Kurumu”, DİA, 2012, C. 41, s. 536.
[194] Rifat Bey’in tarihlerle ilgili bilgilendirmede
eksiği olduğu için olayların sırası art arda mı yoksa daha mı fazla vakit
geçmiş anlamak zor. Bilge, Anılar ve İnsanlar, s. 55.
[195] Kahraman, “Türk Dilinin Cumhuriyet Devri
Terimsel Gelişim Sürecine Tarihi Bakiş (II)”, s. 1295.
[196] Bilge, Anılar
ve İnsanlar, s. 56. İlk etapta on bin kadar kelime çıkmıştır. Atatürk'e
yazdım dediği mektupta on beş bin kelimeden bahsettiği için beş bin kelime daha
bulmak zorunda olmuştur. Bu beş bin kelimeyi ne kadar sürede bulduğu
bilinmiyor. Ayrıca bkz: Tarama Dergisi, İstanbul 1934, I, 95-96 .
[197] Kollektif, Tarama Sözlüğü 1, ss.
X-LXXXTV, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara 1995. Bu eserler aşağıda
verilmiştir.
[198] Tam sayıyı ancak Dil Kurumu’nun bileceğini
söyler. Bilge, Anılar ve İnsanlar, s. 57.
[199] Bu kişinin Hüseyin Kazım Kadri olması kuvvetle muhtemeldir. Türk
Lügati isimli çalışması ve önemli vazifelerde bulunması hasebiyle böyle bir
kanı içinde olunabilir. Bkz: Nurettin Albayrak, “Hüseyin Kazım Kadri”, DİA,
1998, C. 18.
[200] Bilge, Anılar ve İnsanlar, s. 58.
[201] Rauf Yekta Bey, musiki araştırmalarının yanında musiki icra eden bir
yönü de olan velud bir isimdir. Yaptığı çalışmalar değerli olmasının yanında
biricik olma vasfına da layık görünüyor. Nuri Özcan, “Rauf Yekta Bey”, DİA,
2007, C. 34, ss. 468-470.
[202] Bilge, Anılar ve İnsanlar, s. 65.
[203] Muhtemelen el-Mûsîka ’l-kebîr isimli
eseridir.
[204] Bu eserin ismi bulunamadı.
[205] Bilge, Anılar ve İnsanlar, ss. 65-67.
[206] Kitab-ı edvar olmalıdır.
[207] Bilge, Anılar ve İnsanlar, s. 67.
[208] Abd-i aciz der kendine.
[209] Bilge, Anılar ve İnsanlar, s. 67.
[210] Bu tanışıklığa dair bir tarih verilmemiştir.
Ancak 1907 senesinden daha erken olmamalıdır.
[211] Bilge, Anılar ve İnsanlar, s. 72.
[212] Bilge, Anılar ve İnsanlar, s. 72.
Arapçasının iyi olmadığı tayin edebilecek en iyi kişilerden birisi Kilisli
Rifat Bey olmalıdır.
[213] Şiirlerinin bir kısmını Darabat-ı Aşk ismiyle yayımladı.
[214] İhya Efendi kendi şiirlerini çok önemsiyor gibi
görünüyor. Diğer taraftan Rifat Bey onun hatrını kırmamak adına Tokat'taki sıra
selvileri betimleyen bir beytini ezberlemiştir. Beyit şudur:
Ey mah
seninle ikimiz yan yana gelsek/Şemsiyelik etse bize ziybende ağaçlar. Bilge, Anılar
ve İnsanlar, s. 73.
[215] Medreseden mezun olmuş, Sivas'a gidip camilerde hutbe verir,
meclislerde gazel okurdu. Reşid Akif Paşa'nın vazifeye başlaması esnasında
kavaid-i osmanlı muallimi idi. İbnülemin Mahmut Kemal İnal, Son Asır Türk Şairleri,
y. y., s. 1015; Bilge, Anılar ve İnsanlar, s. 74.
[216] Önce Bidayet, sonra İstinaf Hukuk Mahkemesi.
İnal, Son Asır Türk Şairleri, s. 1015.
[217] 1907 olmalıdır. İnal, Son Asır Türk Şairleri (2. cilt), s.
1015.
[218] Bilge, Anılar ve İnsanlar, ss. 74-75;
İnal, Son Asır Türk Şairleri (2. cilt), s. 1015.
[219] İhya Efendi 1909’da kendini astığına göre aradan geçen süre üç ay
değil daha fazla olmalıdır. Muallimliğe tayini 1907 vefatı da 20 haziran 1909
olarak kayıtlardadır İnal, Son Asır Türk Şairleri(2. cilt), s. 1015;
Bilge, Anılar ve İnsanlar, s. 75.
[220] Bilge, Anılar ve İnsanlar, s. 75.
[221] Peyami Safa'nın babasıdır. Jön Türklerle
ilişkisi sebebiyle sürgüne gönderildi. Alaattin Karaca, “İsmail Safa”, DİA,
2001, C. 23, ss. 121-122.
[222] 1900-1901 sıraları olmalıdır. Karaca, “İsmail Safa”, ss. 121-122.
[223] Bilge, Anılar ve İnsanlar, ss. 75-76.
[224] Bilge, Anılar ve İnsanlar, s. 76.
[225] Fazıl Bey Necip Fazıl Kısakürek’in babası olmalıdır. Ailenin
Maraşlı olması, Hilmi Bey’in tek erkek oğlunun olması, onun Hukuk Mektebi’ne
girmesi, adliyede çalışması ve genç yaşta ölümü tıpatıp Necip Fazıl
Kısakürek’in babasını işaret eden özelliklerdir. Bkz: https://www.nfk.com.tr/sahislar-2/fazil-bey
(06.04.2020 tarihli erişim)
[226] Bilge, Anılar ve İnsanlar, s. 99.
[227] Bilge, Anılar ve İnsanlar, s. 99.
Bunlar Necip Fazıl tarafından teyit edilen bilgilerdir.
bkz:https://www.nfk.com.tr/sahislar-2/fazil-bey (06.04.2020 tarihli erişim).
[228] Bilge, Anılar ve İnsanlar, ss. 99-100.
İstanbul'da önemli vazifeler üstlenmiştir. Kendileri Abdülhamid’e düzenlenen
suikastın davasını gören hakimdir. bkz: https://www.nfk.com.tr/sahislar-
2/fazil-bey (06.04.2020 tarihli erişim).
[229] Ders Sarıyer'de Hilmi Bey'in konağında
gerçekleşiyordun Rifat Bey yatılı olarak konakta kalmakta ise eve giren
çıkanlardan haber vermeye yetkili sayılabilir. Bilge, Anılar ve İnsanlar,
s. 101.
[230] Avnullah el Kazım asıl ismi Mehmet Selim Bey olan aynı zamanda
Halide Nusret Zorlutuna’nın babası olan zattır.
[231] Bilge, Anılar ve İnsanlar, ss. 102-103.
[232] Muallim
efendi sanki en büyük olduğunu iddia etmeyip, daha büyüğünü bildiğini ima
[234] Bilge, Anılar ve İnsanlar, s. 68.
[235] Büyük ihtimal Paşa’nın ihsanlarının,
hediyelerinin olduğu çantayı taşıyan kişi kastediliyor.
[236] Rifat Bey tercüme, tashih, neşir, hususi ders
gibi faaliyetlerinden çokça ihsan almışa benziyor. Bilge, Anılar ve
İnsanlar, s. 68.
[237] Çöl Arapları
[238] Bilge, Anılar ve İnsanlar, ss. 68-69.
[239] Bilge, Anılar ve İnsanlar, s. 69.
[240] Bilge, Anılar ve İnsanlar, s. 70. Cemil
Paşa Rifat Bey'in çocukluğuna damga vurmuş bir isim gibi görünüyor. Paşa'ya ait
çocukluk hatırası da olsa, aralarında herhangi bir olay olmasa da yazmaya değer
bulduğu birkaç yön var denebilir.
[241] Abdurrahman Nureddin Paşa adliye nazırıdır.
[242] Bilge, Anılar ve İnsanlar, ss. 70-71.
[243] Bilge, Anılar ve İnsanlar, s. 71.
[244] Bilge, Anılar ve İnsanlar, s. 70. Rifat Bey'in bu yazısında
doğrudan Abdurrahman Paşa'yla ilgili bir anısı yoktur. Verdiği aklın işe yaraması
belli ki hoşuna gitmiş olmalıdır. Hele karşılık bulması ve danışılan olarak
söylediklerinin dikkate alınıyor olması onu pek sevindirmiş görünüyor. Nüfuzlu
kişilerle tanışıklığı sayesinde onların tabiatını bildiği iddia edilebilir.
[245] Rifat Bey’in kızları o okulda okuduğu için
Rifat Bey bu konaktan haberdardır.
[246] Nami Nigü ger bimaned Zademi/Bih Kezo maned Sarayi zer Nigar.
Bilge, Anılar ve İnsanlar, s. 88.
[247] Bilge, Anılar ve İnsanlar, ss. 87-88.
[248] İkinci bahis olduğu anlatımdan çıkarılabilir.
[249] Bilge, Anılar ve İnsanlar, ss. 88-90.
[250] Bu isimleri niçin zikrettiği pek anlaşılmıyor. Zira eski devirlerin
üçüncü kişisi Reşad Efendi gibi görünüyor. O da Rifat Bey’e göre İzzet
Molla’nın torunudur. Ancak İzzet Molla’nın çocuklarından birinin adı Reşad’dır.
Torununun adının da Reşad olması ihtimali elbette var. Ama Reşad Bey hakkında
daha fazla soy bilgileri vermesini beklenebilirdi.
[251] Bilge, Anılar ve İnsanlar, ss. 90-91.
[252] Bilge, Anılar ve İnsanlar, s. 91. Dedesi (?) İzzet Molla da
keza güzel konuşur.
[253] Bilge, Anılar ve İnsanlar, ss. 91-92.
[254] 23 Temmuz 1908’de ilan edilen İkinci
Meşrutiyet’in diğer adı. 1934’e kadar ulusal bayram olarak kutlandı.
[255] Bilge, Anılar ve İnsanlar, ss. 76-77.
[256] Mektupların birinde mesela "filan hafiye
idi şöyle kötülükler yaptı, hala elini kolunu sallaya geziyor, bu melunu
yaşatmamalı, sorgusu sualsiz hemen ipe çekmeli!" ifadesi vardır. Bilge, Anılar
ve İnsanlar, s. 78.
[257] Bilge, Anılar ve İnsanlar, ss. 78-79.
[258] Emekli olup Resne’ye yerleştiği doğrudur. Bir
çiftliği de oldu. Kadir Girit, Dönemin Olayları Işığında Resneli Niyazi Bey,
(Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Karadeniz Teknik Üniversitesi 2017, s. 92.
[259] Bilge, Anılar ve İnsanlar, s. 79.
[260] Hidiv Hazretleri Abbas Hilmi (II) olmalıdır.
İlhan Şahin, “Abbas Hilmi II”, DİA, 1988, C. 1, ss. 25-26.
[261] İlk olarak aklına gelmemesinin bir sebebi var
mı bilinmiyor. Sonuçta Sıddık Bey’e muallimlik yapan Rifat Bey idi.
[262] Bilge, Anılar ve İnsanlar, ss. 97-98.
[263] Bilge, Anılar ve İnsanlar, s. 98. Rfat Bey'in anlatımında
Sait Bey'in nereden mezun olduğu ve onunla tanışıklığı bahsi vardır. Ancak bu
bilgilerin hikâyenin sonuyla bağlantısı yok görünüyor. Sait Bey Mısır'a gitti
mi, gittiyse ne yaptı gitmediyse niye gitmedi gibi merakı celp eden soruların
cevabı yoktur.
[264] Bir nevi referans olmalıdır.
[265] Bilge, Anılar ve İnsanlar, ss. 92-94.
[266] Bilge, Anılar ve İnsanlar, s. 94.
[267] Bilge, Anılar ve İnsanlar, s. 95. Rifat
Bey'in kişiliğine dair ipucu olabilecek bir durum vardır burada. Namuslu ve
mahcup bir tavrı aşikardır.
[268] Darülfünun'un kurulması için büyük çaba harcamıştır.
Uzun yıllar maarif nazırlığı makamında bulundu. Ali Z. Oraloğlu, “Zühdü Paşa”, DİA,
C. 44 ,2013, ss. 538-39.
[269] Aslında 60 yaşındadır. Rifat Bey yanlış
hatırlıyor olmalıdır. Oraloğlu, “Zühdü Paşa”, ss. 538-539.
[270] Bilge, Anılar ve İnsanlar, ss. 80-81;
Deprem sonrası doğru veya asılsız şayialar çıkmıştır. Bunların olması
muhtemelen normaldi. Korku havasını gidermek için hükümet rahatlatıcı raporlar
yayımladı. Paşa'nın okul ziyareti de aynı minvalde olmalıdır. Küçükalioğlu
Özkılıç, 1894 Depremi ve İstanbul, ss. 11-12.
[271] Paşa'ya dair anılar burada bitiyor. Sair
yerlerde de görüldüğü üzere Rifat Bey'in devletlülere karşı hürmeti olduğu
bellidir. Bilge, Anılar ve İnsanlar, s. 81.
[272] Depremin olduğu gün mü yoksa ertesi gün mü olduğu tam belli
değildir. Paşa ile ilgili anısı bitince “310 senesinin akşamı...” şeklinde bir
girişle paragrafa başlar. Muhtemelen ilk günden bahsediyordu. Çünkü deprem
sebebiyle meydana gelen telaşı anlattı. Dehşetli vakitlerin ilk gün olması daha
muhtemel görünüyor.
[273] Beyazıt Camii’nin minaresi olmalıdır.
[274] Artçı sarsıntı gerçekten de vuku bulmuştur.
[275] Bilge, Anılar ve İnsanlar, ss. 82-83;
Depremin tesirleri ve yaşattığı korkuyu anlatan derli toplu bir anlatım için
bakınız: Küçükalioğlu Özkılıç, 1894 Depremi ve İstanbul, ss. 17-32.
[276] Rifat Bey'in tacizci adam için kullandığı
ifadeler oldukça ağırdır:"südü bozuk, hergele, köpek oğlu, it,
rezil". Rifat Bey'in yazılarında böyle ifadelere bir defa rastlanıyor.
Bilge, Anılar ve İnsanlar, ss. 82-83.
[277] Ahmed Rıfat [Bilge], Otuz dersyahudyeni sarf Arabi, Ruşen
Matbaası, Dersaadet 1328.
[278] Ahmed Rıfat [Bilge], Otuz Dersyahud Yeni Nahv-i Arabi, y.y.
[279] Rifat Bilge, y.y.(kitap hakkında herhangi bir bilgiye ulaşılamadı.)
[280] Tazebay, Kilisli Muallim Rifat Bilge, s. 74.
[281] Sadii Şirazî, Bostan, çev. Kilisli Rıfat, Muallim Ahmet Halit
Kitabevi, İstanbul 1942.
[282] Akün, “Kilisli Rifat Bilge”, s. 22.
[283] Sadii Şirazî, Gülistan, çev. Kilisli
Rıfat Bilge, Muallim Ahmet Halit Kitabevi, İstanbul 1941.
[284] Akün, “Kilisli Rifat Bilge”, s. 22.
[285] İbn Sina, Edviye-i Kalbiye, çev. Kilisli
Ahmet Rifat Bilge, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1937.(Süleymaniye Ktp.
Fâtih, nr. 3625)
[286] İbn Sina, Hindiba Risalesi, çev.
Kilisli Rifat Bilge, İstanbul Üniversitesi Tıp Tarihi Enstitüsü, İstanbul 1937.
[287] Abdurrahman-ı Câmî, Baharistan, çev. Kilisli Rifat Bilge,
Meral Yayınevi, İstanbul 1945.
[288] İbrahim Halil Tuğluk, “Türk Edebiyatında
Baharistan”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, C. 26, S. 1
(2016), s. 49.
[289] İzzeddîn Muhammed b. Ali b. İbrahîm b. Şeddâd, Tarîhu
el-Melik ez-Zâhir, çev. Kilisli Rifat Bilge, y.y. 1936.(TTK Kütüphanesi,nr:
Y001525)
[290] Hanbeli-zâde Muhammed b. İbrahim Halebi, Dürrü'l-Hibeb
fi Târihi Haleb, çev. Kilisli Rıfat (Bilge), y.y. 1934.( TTK
Kütüphanesi,nr: Y000926)
[291] Muhammed b. Abdülcebbâr Utbî, Utbî
Tercümesinin Tercümesi, çev. Kilisli Rifat, t.y. (TTK Kütüphanesi,nr:
Y001731)
[292] İbn Kadı Şemseddin, Emir Yeşbek'in Şâh Süvâr
Sefer, çev. Kilisli Muallim Rifat, y.y. (TTK Kütüphanesi,nr: Y000975)
[293] Vakâyi-i Türkmâniyye, çev. Kilisli Muallim Rifat,(TTK, Y/0768-1)
[294] Bedreddin Muhammed b. Radıyüddin Gazzi, el-Metâli u'l-Bedriyye
fı Menâzi li'r- Rümiyye'den Seçmeler Tercümesi, çev. ve mst. Kilisli
Muallim Rifat,(TTK, Y/0776)
[295] Kaşgarlı Mahmud, Dîvânu
lugati't-Türk(I-III), nşr. Kilisli Muallim Rifat Bilge, Matbaa-i Âmire,
İstanbul 1333-1335.
[296] Hoca Mesud bin Osman, Ferhenknâme-i Sâdî
tercümesi yâhud muhtasar Bostan tercümesi, tsh. Kilisli Muallim Rifat
Bilge, Maarif Vekâleti, Ankara 1340-1342.( Edirne Selimiye Yazma Eser
Kütüphanesi, nr: 22 Sel 6912)
[297] Akün, “Kilisli Rifat Bilge”, s. 21.
[298] Nefeszade İbrahim, Gülzar-ı savab, tsh.
Kilisli Rifat Bilge, Güzel Sanatlar Akademisi, İstanbul 1939.( TSMK, Emanet
Hazinesi, nr. 1232)
[299] Hidayet Yavuz Nuhoğlu, “Gülzâr-ı Savâb”, DİA, 1996, C. 14, s.
260.
[300] Babanzade Bağdatlı İsmail Paşa, Hediyyetü’l-arifin
esmaü’l-müellifin ve asarü'l- musannifin, tsh. ve mst. Kilisli Rifat Bilge,
İbnülemin Mahmûd Kemal İnal, Milli Eğitim Bakanlığı, Ankara 1951.
[301] Bahaeddin Muhammed Veled Sultan Veled, Divân-ı
Türkî-i Sultan Veled(nr. A031239), tsh. Kilisli Rifat Bilge, Maarif
Vekâleti, Ankara 1341.
[302] Cemaleddin b. el-Mühenna İbnü'l-Mühenna, Hilyetü'l-insan
ve hilbetü'l-lisan, nşr. Kilisli Rifat Bilge, Matbaa-i Âmire, İstanbul
1338-1340.
[303] Akün, “Kilisli Rifat Bilge”, s. 20.
[304] Ebû Bekr Ahmed b. Alî Râzî Cessâs, Kitâbu
Ahkâmi'l-Kur’ân(I-III), nşr. Kilisli Rifat Bilge,
Matbaatü'l-Evkafi'l-İslâmiyye, Dârülhilâfetilaliyye 1335.
[305] Akün, “Kilisli Rifat Bilge”, s. 20.
[306] Kitab-ı Dede Korkut ala lisan-ı taife-i
Oğuzan, der. Muallim Rifat, Matbaa-i Âmire, İstanbul 1332.
[307] Akün, “Kilisli Rifat Bilge”, s. 21; Gökyay, “Dede Korkut”, ss.
79-80.
[308] Evliya Çelebi, Evliya Çelebi Seyahatnâmesi (VII), ed.
Muallim Rifat Bey, Devlet Matbaası, İstanbul 1928; Evliya Çelebi, Evliya
Çelebi Seyahatnâmesi (VIII), ed. Kilisli Rifat Bey, Orhaniye Matbaası,
İstanbul 1928
[309] Azîz b. Erdeşîr Esterâbâdî, Bezm ü Rezm, tsh. Kilisli Rifat,
İstanbul 1928.(Süleymaniye Ktp., Ayasofya, nr. 3465)
[310] Suyolcuzade Mehmed Necib, Devhatü’l-küttab,
tsh. Kilisli Rifat Bilge, Güzel Sanatlar Akademisi, İstanbul 1942.( Topkap
Hazine Kit., nr. 001294)
[311] Muhittin Serin, “Suyolcuzacte Mehmed Necib”, DİA, 2010, C.
38, s. 2.
[312] Babanzade Bağdatlı İsmail Paşa, İzahü’l-meknun fi zeyl-i ala
Keşfü’z-zunûn an esâmi’l- kütüb ve’l-fünûn(I,II), tsh. Şerefettin Yaltkaya,
Kilisli Rifat Bilge, Milli Eğitim Bakanlığı, Ankara 1945-1947.( Millet ktp. Ali
Emiri Arabi nr.2555)
[313] Ebu Hayyan Muhammed b. Yusuf el-Endelüsi, el-Kavaninü'l-külliyye
li-zabti'l-lugati't- Türkiyye, haz. Kilisli Rifat Bilge, Evkaf
Matbaası,İstanbul 1928. (Şehid Ali Paşa, nr. 2659)
[314] Ebû Hayyân el-Endelüsî, el-İdrâk Hâşiyesi,
haz. Rifat Bilge ve Veled Çelebi, Türk Dil Kurumu, Ankara 1936.( Beyazıt Devlet
Ktp., Veliyyüddin Efendi, nr. 2896)
[315] Hacı Halife Mustafa b. Abdullah Katib Çelebi, Keşfü’z-zunûn an
esâmi'l-kütüb ve'l- fünûn(I,II), tsh. M.[ehmet] Şerefettin Yaltkaya,
Kilisli Rifat Bilge, Maârif Vekaleti, Ankara 1941-
1943.(Süleymaniye
Ktp. Carullah nr. 1619 ve TSMK Revan Köşkü, nr. 2059)
[316] Akün, “Kilisli Rifat Bilge”, s. 21.
[317] Devvani, Arzname, tsh. Kilisli Rifat
(Millî Tetebbûlar Mecmuası, II/5 ), İstanbul 1311. (Süleymaniye Ktp., Hamidiye,
nr. 1438)
[318] Harun Anay, “Devvani”, DİA, 1994, C. 9,
s. 261.
[319] Das biographische Lexicon (al-Wâf
bil-wafayât) des Şalâhaddin Halil İbn Aibak aş- Şafadi(I), haz. Hellmut
Ritter-Kilisli Rifat, İstanbul 1931.
[320] Akün, “Kilisli Rifat Bilge”, s. 21.
[321] Maniler, derleyen Kilisli Rifat Bilge, Devlet Matbaası,
İstanbul 1928.
[322] Sivas Dârü'r-Râha Vakfiyesi, tsh. Kilisli Rifat Bilge.(TTK, Y/0830)
[323] Behişti Ahmed Sinan Çelebi, Behişti Târihi,
mst. Kilisli Muallim Rifat, 1934.(TTK, Y/0723-1)
[324] Kanunnâme, mst. Kilisli Muallim Rıfat(Bilge),1931.(TTK,
Y.I/0174-3)
[325] Kapucubaşı Efendi, Teşkilât Risâlesi,
mst. Kilisli Muallim Rıfat(Bilge),1931.(TTK, Y.I/0174-1)
[326] Vakfiye suretleri, mst. Kilisli Rifat Bilge, 1908.(TTK,
Y/0831 )
[327] Muhammed Kutbeddîn en-Nehrevâlî, el-Fevâidü's-seniyye
fi'r-rıhleti'l-Medeniyye ve'r- Rûmiyye ; Menâzilü’l-hacc ve mesâfetü’l-fecc
li’l- ‘acc ve's-secc min gayri lecc, mst. Kilisli Rifat Bilge, 193?.(TTK,
Y/1041)
[328] Neşrî, Karamanoğulları:târîh-i Oğuziyân’dan
müstahreçtir, mst. Kilisli Rifat Bilge, 1907.(TTK, Y/0833)
[329] Avusturya Seferi (8 Şevval 1093/10 Ekim 1682), mst. Kilisli
Muallim Rıfat(Bilge), 1931.(TTK, Y.I/0174-4)
[330] Ömer b. Mezid,Mecmûatü'n-Nezâir, mst.
Kilisli Rifat Bilge,(TTK, Y/0722)
[331] Hâfız Halil, Menâkıb-ı Şeyh Bedreddin b.
Kâdi İsrâil, mst. Kilisli Muallim Rifat, 1331.(TTK, Y.I/0147)
[332] Muhammed b. el-Müştehir bi'l-Kerîm el-Aksarayî, Târîh-i İbn-i
Bîbî fihristi, mst. Kilisli Rifat Bilge, 1907.(TTK, Y/0832)
[333] Mustafa Âli, Künhü’lAhbâr, mst. Kilisli
Muallim Rifat Bey,1936.(TTK, Y/0737)
[334] Muhtelif :[Bazı İstanbul Kütüphanelerinde bulunan Farsça, Arapça
kitaplardan alıntılar], mst. Kilisli Rifat Bilge,(TTK, Y001741)
[335] Kollektif, Tarama Sözlüğü I, sayfa
X-LXXXTV .
[336] Kilisli Muallim Rifat,
"Mekteb Hatıraları: Eski Darülmuallimin’de Hocam Selim Sabit Efendi
Merhum”, Muallimler Mecmuası, (30 Nisan 1925).
[337] Kef ve elif harfi ile ötreden
bahsediliyor.
[1] :Türkçenin uzman mekteplerde adı
böyle idi.
[338]
Arapça elif ve be harfleri harekelendirilerek yazılmış.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar