NİCHOLSON’IN EBU SAİD EBU’L-HAYR HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ
Hazırlayan: Aysun ALTUNEL
Giriş:
I. EBU SAİD EBU’L-HAYR’IN HAYATI
Fazlullah İbn Ahmed b. Muhammed b. İbrahim el-Miheni, Ebu
Said’in esas ismidir. Ebu Said-i Ebu’l-Hayr adıyla tanınmıştır.[1] Türkistan’da yetişen büyük bir
velidir. Muharrem/Aralık 357/967 senesinde Horasan bölgesinde Meyhene (Mihene,
Miheni, Mihne) şehrinde doğmuştur. Merv, Serahs, Nişabur, Horasan, Miheni
arasında yaşamış ve yine Mihene’de vefat etmiştir. Ebu Said’in çağının kutbu ve
o dönemdeki bütün uluların, şeyhlerin padişahı olduğu vurgulanarak, onun
riyazetinin ve kerametlerinin eşi benzerinin olmadığı belirtilmiştir.[2]
Ebu Said’in ailesi de derviş meşreplidir ve Şafii mezhebine
bağlı olarak bilinmektedir. Attar olan babasına Mihene halkı babasına Bâbu
Ebu’l Hayr diye hitap etmişlerdir. Babasının esas ismi Ahmed’dir.[3] Şeriatı ve tarikatı da iyi
bilen Bâbo Bu’l-Hayr, sufilerle Miheni’de her akşam birinin evinde toplanarak
yemek yemişler, namaz kılmışlar, dua ve sema etmişlerdir. Bu toplantılar
yabancı bir sufi ya da bir ‘garip’ şehre geldiği zaman da yapılmaktadır. Ebu
Said’in bir akşam annesinin ısrarıyla, babasıyla birlikte böyle bir toplantıya
katılarak, tasavvuf ile tanıştığı, sema ve sema adabıyla da ilk karşılaştığı
söylenmiştir. Sema müziği başlar başlamaz ilahici (kavval) şu şiiri okumuştur;
o, okunan şiiri hemen ezberlemiştir; dervişler söylenen ilahilerle kendilerinden
geçerek şafağa kadar sema etmişlerdir.[4]
“Aşk dervişe Tanrı’dan armağandır ve aşk ıstıraptır;
O’nun yolunda ölürlerken büyürler.
Cömert gençliğini özgürce feda eden,
Allah erleri için dünya saltanatı hiçtir.” [5]
Ebu Said’in çabuk ezberleme yeteneği vardır ve genç yaşta
ezberlediği şiirlerin beyit sayısı otuzbini geçmiştir. O hafızasındaki Arapça
ve Farsça şiirleri, yeri ve zamanı uygun olduğunda söylemiştir. Bazı hassas ve
ince tasavvufi konularda ise sembolik bir dil oluşturup, onu kullanmıştır.185
[6] Said-i Nefisi, Ebu Said’e
atfedilen şiirleri Suhanan-ı Manzum-ı Ebu Sai-i Ebu’l-Hayr (Tahran,
1334) adlı eserinde bir araya getirmiştir. Bu rubailerin bir kısmını, Esat Dede
‘Ebu Said-i Ebu’l-Hayr’ın Rubailerinin Tercüme ve Şerhi’ isimli eserinde
Türkçe’ye çevirmiştir. Bu şiirlerin bir çoğu Mevlâna ve Ömer Hayyam’a da
atfedilmiştir.[7]
Ebu Said, İslam’ın ilk esaslarını -Kur’ân okumayı-
ve grameri Ebu Muhammed Ayyarî’den öğrenmiştir; onun kabri Nasa’dadır. O,
grameri ise Ebu Said Ayyari’den, İslâm prensiplerini Ebu’l-Kasım Bişr Yasin’den
(v. 380/990),[8] fıkıh ilmini, Şafii
fıkıh alimlerinden Ebu Abdullah el-Hûsri (Husayri, Hıdrı)’den (v. 373/983) ve
onun vefatından sonra da Ebu Bekr Abdullah b. Ahmed el-Kaffal’dan (v. 417/1026)
ve Ebu Ali Zahir b. Ahmed’den (v. 389/999) öğrenmiştir; tasavvuf hocası da
Ebu’l-Fadl Hasan Serahsî’dir (v. 387/997).[9]
Sufilerin tarikat silsilesi önemlidir ve Hz. Peygamber’den başlayan ve damadı
Ali’den aşağıya doğru inen bir pirler listesi vardır.[10]
Buna göre Ebu Said’in silsilesi şöyledir: Muhammed Mustafa (s. a . v. ), Hz.
Ali (v. 40/661), Hasan el-Basrî (v. 110/728), Habib A’cemi (v. 115/737-733),
Dâvud et-Tâî (v. 165/781-783), Ma’rûf el-Kerhi (v. 200/815), Seri es-Sakatî (v.
257-253/867-870), Cüneyd el-Bağdadi (v. 297/909), Murta’iş-i Bağdadi (Ebu
Muhammed Abdullah el- Murtaiş) (v. 328/939), Ebu Nasr el-Serrac-ı Tusî (v.
378/988), Ebu’l-Fadl Hasan Serahşi, Ebu Said Ebu’l-Hayr (v. 440/1049)[11]
Çağın ünlü alimlerinden ve ulu şeyhlerinden olduğu söylenen
Ebu’l-Kasım Bişr Yasin, Ebu Said’i gördüğü zaman, babasından onu yanına
getirmesini istemiştir. O, Ebu Said gelince savmasındaki yüksek raftaki somunu
almasını söylemiştir; Ebu Said’in babasının omuzuna çıkıp aldığı somun fırından
yeni çıkmış gibi sıcaktır. Ebu’l-Kasım Bisr-i Yasin somunu ikiye bölüp yarısını
Ebu Said’e vermiş, yarısını da kendisi yemiştir. Bisr-i Yasin, bu somun ekmeğin
otuz sene önce o rafa konduğunu, bu somun kimin eline sıcak gelirse tasavvufun
onunla hitame ereceğini ve o kişinin de Ebu Said olduğunu, merak içinde kalan babasına
açıklamıştır.[12] Ebu Said, Ebu’l-Kasım Bişr
Yasin’den sufizmin temeli olan çıkarsız aşk öğretisini de öğrenmiştir.[13]
Bir gün Ebu’l-Kasım Bişr Yasin, Hz. Peygamber’in kulun
farzlarla ve nafilelerle Allah’a yakınlaşacağını, sonra da Allah’ın onu seveceğini,
sevince de onun kulağı, gözü, eli ve yardımcısı olacağını bildiren Hadis-i
Kudsi’yi örnek vererek, Ebu Said’e yalnız kaldığında şu dörtlükleri okumasını
söylemiştir:
“Ey sevgili, sensiz ben duramam,
Bana olan ihsanlarını sayamam.
Vücudumdaki her kılın bir dili olsa,
Şükrünün binde birini sayamam.”
O, bu dörtlüğü devamlı tekrarladığını söylemiş ve Allah
yolunun çocuklukta kendisine açıldığından bahsetmiştir.[14]
Ebu’l Kasım 380/990 tarihinde Mihene’de vefat etmiştir. Ebu
Said onyedi yaşına kadar Mihene’de kalıp din, tasavvuf ve Arap Edebiyatı
bilgisini ilerletmiştir. Cahiliye dönemine ait 30 000 beyiti ezbere bildiği
söylenmiştir.[15] Mihene’den ayrılan Ebu Said,
fıkıh öğrenimi için Merv’e gitmiş ve orada Şafii fıkıh alimi Abdullah Muhammed
b. Ahmed Hazri’den (Hıdrî) beş yıl boyunca ders almıştır. Hazri vefat ettikten
sonra Merv’li fıkıh alimi Ebu Bekr Abdullah b. Ahmed el- Kaffal’dan fıkıh
dersleri almıştır.[16] Ebu Ali Zahir Bin Ahmed’den
fıkıh dersleri almak için Merv’den Serahs’a gitmiştir. Ondan sabah Kur’ân
tefsiri, öğlen usul, öğleden sonra Hadis dersleri de almıştır.[17] Ebu Said, Serahs şehrinin
tasavvufi havasından çok etkilenmiştir. Orada Lokman-ı Serahsi ve özellikle
Ebu’l-Fadl Hasan Serahsi gibi pirlere yakınlık duymuş, Ebu’l Fadl’ın hankahına
(tekke) gidip, onu mürşit olarak benimsemiştir ve o öldükten sonra onun kabrini
ziyaret etmeyi ‘Hacc’ gibi görmüştür. Ebu Said, kırk yaşında sülükünü
tamamlamıştır; Pir Ebu’l- Fadl’dan İsmi Celâl zikrini öğrenmiştir. Daha sonra
Ebu’l-Fadl’ın izni ile Mihene’de, babasının evinde inzivaya çekilerek,
tenhalarda, çöllerde, virane yerlerde riyazet ve çileyle geçen bir sürece
girmiştir. Ebu’l-Fadl’ın işaretiyle Nişabur’a, Ebu Abdurrahman Sülemi’nin (v.
412/1021) yanına giderek, orada kısa bir süre kalmış ve Sülemi’den ‘teberrük
hırkası’ giymiştir. Daha sonra Mihene’ye tekrar dönüp, sülüküne ve riyazet ve
mücahede hayatına devam etmiştir. Bu arada anne ve babasını kaybetmiştir. Yedi
sene çöllerde halvet hayatı yaşamış olan Ebu Said, problemli durumlarla
karşılaştığı zaman Ebu’l-Fadl’ın yanına Serahs’a gitmiştir ve bu döngü şeyhin
ölümüne kadar devam etmiştir.[18]
Ebu’l-Fadl’ın vefatından sonra IV./X. Asrın sonlarında
Hanbeli mezhebi yolunda bir sufi olan Ebu’l-Abbas Ahmed b. Muhammed Kassab
Amuli’yi (v. 411/1020) ziyaret etmek için Hazar denizinin güney kıyısındaki
Amül’e gitmiştir; o, Ebu Said’in hayatında etkili olan üçüncü mutasavvıftır.
Ebu Said’in bu yolculuk sırasında Esterabad’da bulunan Ebu’l-Hasan Müsenna’dan
Şibli’nin tasavvufi görüşlerini öğrendiği söylenmiştir. (Doğru olabilir, çünkü Esrâru’t-Tevhîdde
227, 235, 237, 239, 240, 256, 257(iki) sayfalarda Ebu Said’in Şibli’den
aktardığı menkıbelere, sözlere yer verilmiştir.) Ebu Said, Ebu’l-Abbas
Kassab’ın hankahında kalmış ve ondan da ‘teberrük hırkası’ giymiştir. Şeyh Eb’ul-Abbas,
onun Mihene’ye dönmesini işaret etmesi üzerine o, Mihene’ye dönmüş, halka
sohbet meclisleri kurup, irşada başlamıştır. Burada sık sık kabz haline
tutulmuştur; o, kabz halindeyken Ebu’l-Fadl’ın kabrini ziyaret ederek
rahatlamıştır. Ebu Said’in şöhreti
gittikçe artmıştır; elli yaşlarında Nişabur’a gitmiştir. O
dönemde Nişabur’da Melamilik yaygındır. O, Nişabur’da sohbet meclisleri
kurmuştur ve insanlar çevresine toplanmaya başlamışlardır; şeriata sıkı sıkıya
bağlı olan Ebu’l-Kasım Kuşeyri (v. 465/1072) ve onun müritleri bile bu sohbet
meclislerine katılmışlardır. Ebu Said’in sözleri, sohbetleri, sema törenleri
tuhaf bulunup, çok eleştirilmiştir; onun aşk eksenli tasavvufi görüşü, tepki
almıştır. Kuşeyri gibi bir grup İslâm alimleri, onun çalgılı, semalı, rakslı,
coşkulu meclislerini reddetmiştir; hatta Nişabur’daki Keramiyye mezhebinin
reisi Ebu Bekir Kerrami (v. 410/1019) ve Hanefi mezhebi kadısı Said, Gazneli
Sultan Mahmud’a mektup yazarak Ebu Said’i şikayet etmişlerdir. Ebu Said,
Kerrami zahidlerinden Ebu’l-Hasan Tuni’yi ziyaret etmek istemiş, fakat ziyaret
isteği kabul edilmemiştir. Bir gün Ebu Said, Kuşeyri’nin kalbinden geçenleri
bilmiştir ve bu olaydan etkilenen Kuşeyri ile aralarında dostluk başlamıştır.
Ebu Said, Kuşeyri’nin zahiri ilimlerde uzman olduğunu tanımıştır, Kuşeyri’de,
tasavvuf ve hankah adabı konusunda onu üstün görmüştür, hatta Kuşeyri, oğluna
Ebu Said ismini koymuştur.[19] Ancak, Kuşeyri, ünlü Risale’sinde
de, diğer eserlerinde de çağının büyük sufilerini verirken Ebu Said Ebu’l-Hayr’dan
hiç bahsetmemiştir. Halbuki Risalesindeki bilgiye göre, bir oğlunun adı Ebu
Said Abdulvahid Kuşeyri’dir.[20] Yine de onun coşkulu
sohbetleri ilgi görmüş, kerametlerinin ünü yayılmıştır. Zamanla tepkiler ilgiye
dönüşmüş, Nişabur meşayıh ve ulemasının bir kısmının onun dostu ve müridi
olduğu görülmüştür. Ebu Said Nişabur’dayken Hanbeli olan ve onun aşk eksenli
tasavvufunu onaylamayan ünlü sufi Hace Abdullah Ensari de (v. 481/1089) Ebu
Said’i ziyarete gelenler arasındadır. Nişabur’da on yıldan fazla kalmıştır;
oğlu Ebu Tahir ile Hacc’a gitmek istemesi üzerene oradan ayrılmıştır. Harakan’a
varınca ünlü sufi Ebu’l-Hasan Harakâni’yi (v. 425/1033) ziyaret etmiş ve burada
üç gün kalmıştır. Ebu Said, çok saygı duyduğu Harakâni’nin tavsiyesi ile Hacc’a
gitmekten vaz geçip, Bistam yolundan Nişabur’a dönmek istemiştir; Bistam’dan
geçerken ünlü sufi Bayezid Bestami’yi (v. 261/874) ziyaret etmiştir. Nişabur’da
kaldığı sürede bütün ileri gelenlerden, halktan büyük saygı görmüş ve
Nişabur’daki
hankahına bir halife bırakmadan, ömrünün son on yılını
geçireceği Mihene’ye dönmüştür. Yolda attan düşüp kalçasını kırdığı için
Mihene’ye sedye üzerinde getirilmiştir. Mihene’de yine şiirli, rubaili, semalı,
çoşkulu, ziyafetli taşkın meclisler düzenlenmiştir. Hacc’a gidenler aracılığıyla
ünü, Mekke ve Medine’ye yayılarak, oradan da Endülüs’e kadar ulaşmıştır. Ünlü
çağdaşı endülüslü ünlü alim İbn Hazm (v. 456/1064), Ebu Said’i ve onun
tasavvufunu eleştirmiş, onun ipek elbise giymesini, namaz vakitlerine ve
rekatlarına dikkat etmemesini dine aykırı bulmuştur.[21]
Nicholson, Ebu Said’in kendisinden daha deneyimli dervişlerin otoritesini
bozduğunu, yenilikçi davranışlarının disiplini gevşettiğini ifade etmiştir;
Kuşeyri, Ebu Nasr Serrac (v. 378/988), Hucviri (v. 465/1092) gibi ilk dönem
sufi yazarların onun sema uygulamalarındaki düşüncelerine katılmadıklarını,
ahlak bozulmasın diye itiyatlı davranmanın gerekliliği konusunda ısrarar
etttiklerini belirtmiştir.[22] O, Ebu Said’in Kalenderi ve
gezgin dervişler adına cesur ve aykırı konuşmalarını, hayret verici bulmuş,
İslâm’a karşı savaş ilanı gibi algıladığı belirterek, (“Such open declarations of war against the Mohammedan
religion are exceptional. )[23] onun şu çarpıcı dörtlüğüne yer
vermiştir:
“Yeryüzündeki her cami harap oluncaya kadar
Kutsal görevimiz yerine getirilmiş olmaz
Ve imanla küfür bir oluncaya kadar da
Gerçek müslüman bulunmaz.”[24]
Ebu Said, son sohbet meclisinde kendisinin yerine oğlu Ebu Tahir’i halife tayin ettiğini açıklamıştır. Bin ay yaşamış (83 yıl + 4 ay), 83 yaşında Şaban ayının dördünde Mihene’de Şaban 440/Ocak 1049’da vefat etmiştir.[25]
Nicholson, Ebu Said’in hayatına geniş bir
biçimde ele almıştır. O, Ebu Said’in hayatına değinirken, özellikle onun zühdi
yaşam tarzı üzerinde durmuş ve onun zühdünü anlatan menkıbelere daha çok yer vermiştir.
II. EBU SAİD’İN
YAŞADIĞI DÖNEM
Ebu Said, Gazneliler’in Horasan bölgesinde güçlü bir devlet
olarak hüküm sürdükleri dönemde yaşamıştır. Çocukluğunda Sultan Mahmut, Gazne
sultanıdır. Babası, Sultan Mahmud’u çok sevdiği için konağının duvarlarını
Sultan’ın adıyla ve ona ait şeylerle süslemiştir. Ebu Said’de özel odasının
duvarlarını ‘Allah’ ismi ile doldurmuştur ve babasının neden öyle yaptığını
sorması üzerine o, “Her kişi evinin duvarlarına emirinin adını yazar.”cevabını
vermiştir.[26]
Gazneliler, 963-1186 yılları arasında Horasan, Afganistan
ve Kuzey Hindistan’da hüküm sürmüş bir müslüman Türk devletidir. İlk Gazneli
yöneticileri, Samanoğulları’nın valileri olmuşlardır ve uzun bir süre bağımsız
olarak yaşayamamışlardır. İlk bağımsızlık ilanını Sebug Tegin zamanında
yapmışlar ancak tam bağımsızlığa Gazneli Mahmut zamanında ulaşmışlar ve Orta
Asya’da parlak bir dönem geçirmişlerdir. O dönemde, Hindistan’a İslâm’ı yaymak
için onyedi sefer düzenlemişler, kuzey-doğuda bulunan Karahanlılar’la zaman
zaman şavaşmışlardır. Sultan Mahmud 421/1030’da vefat etmiştir; yerine Muhammed
geçmiştir fakat, kardeşi Mesud onu yenip sultan olmuştur. Mesud, yetenekli bir
asker olmasına rağmen babası kadar iyi bir yönetici olamamıştır.[27] Ebu Said’in babasının evini
Sultan Mahmut ile ilgili şeylerle süslemesi, Sultan Mahmud’un başarılı ve
sevilen bir sultan olduğunun ve ülkesinde nasıl bir kahraman göründüğünün
göstergesi sayılabilir.
Kaynaklara göre, o dönemde Horasan yöresinde çoğu millet
emirlik olarak bulunmaktadır ve kimisi de ğöçebe bir yaşam sürmektedir.
Selçuklular’ı, Oğuzlar’ı, Gurlular’ı bunlar arasında sayabiliriz. Selçuklular,
o zaman çadırlarda yaşayan savaşçı bir millettir. İran, Irak, Hindistan,
Afganistan, Gürcistan, Doğu Anadolu, Azerbaycan ve Horasan’ı kapsayan bu geniş
coğrafyadaki çoğu müslüman olan bu milletler, kendi aralarında durmadan
çatışmışlardır.
O dönemde, tarihe önemli ivmeler kazandıran Selçuklular,
Oğuz boylarıyla ve Gazneliler’le çok savaşmışlardır. Çağrı ve Tuğrul Beyler
zamanında ğüçlenmiş, devlet olma yolunda ilk adımlarını atmışlardır.
Selçuklular’ı bu iki kardeş yönetmektedir ve ölene kadar da ikisi hiç kavga
etmeden yönetmişlerdir, bu da saltanat kavgaları olmadan büyümelerinde, en
büyük etkenlerden birisi olmuştur. Maveraünnehir’den memnun olmayan Çağrı ve
Tuğrul beyler, daha elverişli topraklar aramak için harekete geçmişlerdir;
Çağrı Bey, 3000 kişilik bir süvari ile Gazneliler’in olan Horasan’dan
Anadolu’ya, Tuğrul Bey çöllere hareket etmiştir (1016-1021). Ermeni ve Gürcü topraklarında
bir süre kalan Çağrı Bey, tekrar Tuğrul Bey’in yanına dönmüştür. Selçuklu
sultanlarının akrabalarının sorumluğu altındaki Oğuz boyları, onların
emirlerindeyken Gazneli Mahmud’a Selçuklular’dan zulüm gördüklerini söylemiş ve
4000 çadırdan oluşan Oğuz grubu, Horasan’da kendilerine yer edinmişlerdir
fakat, daha sonra Oğuzlar, Sultan Mahmud’u epeyce uğraştırmışlardır. Sultan
Mesud döneminde Oğuzlar’ın Serahs ve Ebiverd (Baverd) halkına zulmettikleri
haberinin gelmesi üzerine, Mesud onların üzerine bir ordu göndermiş, ama
yenilmiştir (1031).[28] İbn Münevver’in naklettiği bir
menkıbede, Sultan Mesut’un saltanatında gaflet içinde ve zevke düşkün olduğunu,
bu yüzden Selçuklular’ın Buhara’dan çıkıp Horasan’a indiklerini ve Baverd ve
Mihene’de egemen olduklarını açıklamıştır. Mesud’un Selçuklular’a bir elçi
göndererek onları tehdit etmesi üzerine Selçuklu sultanlarının, “Bu iş
Allah’ındır, O’nun dilediği olur.” diye cevap verdiklerine yer vermiştir.
Tuğrul ve Çağrı beyler Ebu Said’i ziyarete gelmişler, selamlamışlar, elini öpüp
huzuruna durmuşlardır. Ebu Said bir süre başını eğdikten sonra, “Biz Horasan
mülkünü Çağrı’ya vermiş bulunuyoruz, Irak mülkünü de Tuğrul’a.” dediği
açıklanmıştır. Bu olayı duyan Sultan Mesud, Mihene’ye savaş açmış ve Ebu Said
ve müridlerinin de içinde bulunduğu hisar’ı kuşatmıştır. Hisarda hedefi
şaşmayan 41 okçu, sultanın askerlerine zayiat verdirmiştir. Ebu Said, müridi
Hasan Müeddib’i iple kaleden sarkıtıp, Badine köyünde yaşayan yaşlı bir
kadından zeytin yağı getirmeye yollamıştır. Gelen yağı kalenin ortasına
yaktırdığı ateşte kızdırmıştır. Mihene valisi teslim olup kaleden dışarı
çıkmıştır, sonra Sultan Mesud’un isteği ile 41 okçu dışarı çıkarılmıştır ve
Mesud, onların sağ ellerini kesmiştir. Okçuların getirilip Ebu Said’in önceden
tahmin edip hazırlattığı kızgın yağa elleri batırılmıştır. Ebu Said, “Mesud
kendi mülkünün elini kesmiştir.” diyerek ağlamıştır. Bu olay Gazneliler’in
saltanatının sonuna, Selçuklular’ın yükselişine zemin hazırlamıştır.[29] Bu anlatılanlarla, Ebu Said’in
döneminin kutbu olabileceği ve onun büyüklüğü, öngörüsü, dünyaya tasarruf eden
bir veli olduğu anlatılmaya çalışılmıştır.
Esrâru’t-Tevhîd’de yine benzer bir menkıbe de
şöyledir: Ebu Said bir mecliste, Tuğrul Bey’in bir zaman Mihene’ye geldiğini,
sahrada ordugah kurduğunu, yastığının atının eğeri, yatağının da atının çulu
olduğunu anlatmıştır. Tuğrul Bey’in bir aracı ile misafir ve gariban
olduklarını söyletip un istettiği, unu alıp Serahs’a gittiği ve orada taraftar
toplayıp süvari yaptığı haberi duyulmuştur. Nişabur Sultanı Suri’nin onları
tehdit etmesi üzerine, Selçuklu Bey’inin, “Bu iş ne sizindir, ne de bizim. Ulu
ve yüce Allah’a aittir. O’nun dediği olur.” diye cevap vermesi üzerine, Ebu
Said, bu cevabı beğenerek Dünya devletinin bu zatın eline geçeçeğine karar
verdiğini söylemiştir.[30]
Bu olaydan sonra gerçekten de Selçuklular’ın önlenemez
yükselişleri olmuş ve Cihan İmparatorluğuna doğru adım atmışlardır. Sultan
Mesud, çeşitli hamleler yapmasına rağmen bir türlü başarı sağlayamamıştır ve en
büyük yenilgiye 431/1040’de Merv yakınlarındaki Dandanakan’da uğramıştır.
Selçuklular üç gün süren savaş sonunda büyük bir zafer elde etmişlerdir. Sultan
Mesud 100 kişi ile kaçıp canını zor kurtarmıştır. Tuğrul Bey, Horasan emiri
olarak tahta oturmuştur. Dandanakan zaferinden sonra Tuğrul Bey, Büyük Selçuklu
İmparatorluğu’nun ilk hükümdarı olmuştur (1040-1063) ve elçisini Bağdat’a
Halife’ye göndererek, adil olacağını ve Emir’ül-Mü’minîn’e sadık kalacağını
iletmiştir. 449/1058’de Halife, törenle Tuğrul Bey’e yedi siyah hilat giydirmiş
ve ona ‘Melikü’l-Meşrik ve’l- Mağrib’ unvanını vermiştir. Merv’de kalan Çağrı
Bey, Belh, Toharistan, Tirmiz, Velvaliç, Kubadiyan, Vahş şehirlerini ülkesine
katmıştır ve Gazneli Hükümdar’ı İbrahim ile barış yapmıştır. Çağrı Bey’in oğlu
Alparslan daha sonra 1071’de Malazgirt’te Bizans’ı yenerek Anadolu topraklarına
da egemen olmuşlardır.[31] Selçuklu
İmparatorluğu, 1040-1308 yılları arasında büyük bir Cihan Devleti olarak hüküm
sürmüştür.[32]
IV.
hicri, X. miladi yüzyıl
Horasan’da değişik mutasavvıfların yaşadığı bir dönem olmuştur. XI. miladi, V.
hicri yüzyılda, Bağdat’da Abbasi siyasi nüfuzu azalmıştır; doğuda Büyük
Selçuklular hüküm sürmektedir; Mısır’da Fatimiler ve Endülüs’te yani bügünkü
İspanya’da Emeviler hakim olmuştur.[33]
Esrâru’t Tevhîd yazıldığı dönemde coğrafya değişmiş,
Gazneliler’in gücü kalmamıştır; XII. yüzyılda Gurlular (Şensebaniler) büyük bir
güce sahip olmuşlardır. Horasan, Afganistan ve Kuzey Hindistan bölgesinde hüküm
sürmektedirler (1000-1215). Önceleri emirlikle yönetilen, kabile halinde yaşayan
Gurlular’ın başına Sultan Gıyaseddin Muhammed b. Sam (569/1173-599/1203 hüküm
sürmüştür.) geçince Gurlular’ın hakimiyeti bölgede artmıştır;[34] böyle bir ortamda İbn Münevver
(v. 574/1178), Esrâru’t Tevhîd’i Gur Hükümdar’ı Ebu’l- Feth Gıyaseddin
Muhammed b. Sâm’a ithaf etmiş (1203), [35]
önsözünde ona övgüler yağdırmıştır.[36]
Esrâru’t Tevhîd’de Ebu Said
Ebu’l-Hayr’ın yaşadığı dönemde ve sonrasında Selçuklu Türk sultanlarının ve
vezirlerinin menkıbelerine yer verilmiştir. Seçuklu sultanlarından Tuğrul Bey
ve Çağrı Bey ilgili menkıbelere 131-132, 133, 163-164, 227. sayfalarda, küçük
kardeşleri İbrahim Yenal ile ilgili menkıbelere 226, 131, 227. sayfalarda,
Sultan Sencer ile ilgili menkıbelere 352-354, 369, 375. sayfalarda, Sultan
Tuğrul’un veziri Mansur Verkani ile ilgili olanlara 131, 328-329, 343’de ve
ünlü Selçuklu Veziri Nizamülmülk ile ilgili menkıbelere 84, 110, 179, 180-182,
365-366. sayfalarda yer verilmiştir. Nicholson, Horasan bölgesinde o dönem çok
etkili olan Türk varlığından, özellikle yukarıda Esrâru’t Tevhîd’deki
sayfalarıyla verdiğimiz Selçuklu Türkleri ile ilgili menkıbelerden Studies
in Islamic Mysticism"de hiç bahsetmemeyi tercih etmiştir.
Ebu Said’in yetiştiği
IV-V/X-XI. yüzyılda Horasan’da çok değişik yapıda ve önemli mutasavvıflar
yetişmiştir. Bunlardan Ebu Ali Dekkak (v. 405/1041), Ebu Abdurrahman es-Sülemi
(v. 412/1021), Ebu’l-Hasan Harakâni (v. 425/1034), Ebu Nuaym Istefani (v.
430/1038), Ebu’l-Kasım Cürcani (v. 450/1058), Ebu’l-Kasım Abdülkerim Kuşeyri,
Ali b. Osman el-Cüllabî el-Hucviri gibi önemli isimleri sayabiliriz.[37] Bu devirdeki sufiler,
tasavvufu savunmuşlar, Şeriat’a ve Sünnet’e sıkı bağlı olmuşlardır. Bu sufiler,
sultanlarla görüşmüş ve onlarda
saygı
uyandırmışlardır.[38] Esrâru ’t Tevhîd"de
Ebu Said’in pek çok ünlü sufiden sözler ve menkıbeler aktarmış olduğu
görülebilir; bu devirde bölgelere göre sufilerin ağırlık verdikleri tasavvufi
konular şöyledir: Bağdatlı sufilerin şathiyeleri ve ibadetleri, Horasanlı
sufilerin kalp ve sehaları, Basralı sufilerin zühdü ve kanaati, Şamlılar’ın
hilim ve selameti önemlidir; Hicazlılar ise sabır ve inabeye değer
vermişlerdir.[39]
Nicholson, Horasan’da yalnızca İran etkisinden
bahsetmiştir, ancak, esasında Türk etkisinin de önemli bir rolü olsa gerektir,
çünkü o zamanda Gazneli’ler çok güçlenmiştir, onların da çoğunluğu Türk’tür.
Yine Selçuklular’da güçlenme yolundadır. Horasan adı, Türkistan adını da
çağrıştırmaktadır. Nicholson, sufizmin burcuna diktiği Hallac-ı Mansur’dan, Ebu
Said’i işlerken yalnızca 54. sayfada bir cümlede bahsetmiştir. Ebu Said,
Hallac’ın, Bestami’nin ve Harakâni’nin olduğu gibi, Vahdet-i Vücudun ve ilahi
aşkın temsilcisi olarak nitelenebilir. Ebu Said’in onlardan farkı, onun
hankahlarda coşkulu sema meclisleri düzenlenmesi, şiirlerin okunması, musikiyi
kullanması iledir.
Esrâru’t-Tevhîd"de Ebu Said’in yaşadığı dönemi
anlatan menkıbelerde, şeyh olarak Ebu’l-Hasan Harakâni’nin onun üzerinde
etkisinin büyük olduğu vurgulanmıştır. Ebu Said daha sonra Kuşeyri’nin şeyhi
Sülemi’den etkilenmiştir. Ebu Said’in Abdulkerim Kuşeyri gibi ünlü din alimi ve
İbn Sina (v. 428/1037) gibi ünlü felsefe ve tıp alimi ile yakın ilişki
kurduğuna dair menkıbeler vardır. Ömer Hayyam (v. 526/1132) ile Ebu Said’in
şiirleri birbirine karıştırılmıştır; bu şaşırtıcı değildir, çünkü ikisi de o devirde
şiiri kullanarak pekçok kişiye aykırı gelen sözler söylemişlerdir; ayrıca Ömer
Hayyam, Ebu Said’in son yıllarında, ya da hemen sonra Nişabur’da doğmuştur ve
her ikisi de yakın zaman diliminde, aynı yerlerde yaşamışlardır. Onların
şiirlerinde aşk, şarap, meyhane, sarhoşluk ve dilberler içeren dörtlükler çok
fazladır. Ebu Said’in Kur’ân okurken vaktin daralması üzerine azap
ayetlerini atlayıp rahmet ayetlerine geçmesine itiraz eden birisine karşı
söylediği şu dörtlükler güzel bir örnektir:
“Saki getir bade, mutrip çal udu
İçeyim bugün, neşeleneceğimiz gündür bu
Bade var, para var, al yanaklı dilberler var Gam yok, varsa o düşmanın gönlünün
nasibidir!” [40] O dönemde yaşamış
olan Ebu Said’in şeyhi Ebu’l-Hasan Harakâni’nin ümmi olduğu ve Bayezid
Bestami’nin ruhaniyetiyle terbiye edildiği kuvvetli ihtimaldir.[41] Nicholson, Ebu
Said’in ibadetlere ne kadar riayet ettiğine dikkat çekmiştir. Hacc konusunda,
onun Harakâni’inin yanında kalmasının Hacc olduğunu, Bestami’yi ziyaret
etmesinin de umre olduğunu ifade eden menkıbesine yer vermiştir.[42] Ebu Said’i Harakâni eğittiğine
göre, onun Bestami’nin etkisinde kalması ve yolunu takip etmesi kuvvetle
ihtimaldir. Esrâru’t Tevhîd’de Ebu Said’in aktardığı, Bayezid Bestami’ye
atfedilen menkıbelere ve sözlere, 53, 235, 247(2), 149-150, 274 ve 284.
sayfalarda yer verilmiştir .
Bayezid Bestami, tasavvuf denilince, Hallac ile ismi ilk
akla gelen, sembol olmuş isimlerdendir. Onun şatahatlı, çarpıcı ve aykırı gelen
sözlerinin hemen hemen bütün Batı’lı müşteşriklerin dikkatini çektiği gibi,
Nicholson da onun ismini tasavvufla ilgili neredeyse her yerde zikretmiştir.
Esas ismi Ebu Yezid Tayfur b. İsâ Bistami, Sultanu’l-Arifin
diye anılmaktadır ve ummidir. Dedesi mecusi iken müslüman olmuştur.[43] Bestamlı bir aileden
gelmiştir.[44]Bestami’nin 313 büyük şeyhe
hizmette bulunduğu ve son olarak Cafer-i Sadık’a hizmet ettiği söylenmiştir.[45] Onun, keşf, fenâ ve takvada
çok ileri olduğu belirtilmiştir.[46] Şatahât üslûbuyla duygularını
ifade etmesi, bazen sözlerinin yanlış anlaşılmasına sebep olmuştur.[47] Bestami’nin, Vahdet-i Vücud
felsefesini ilk ortaya çıkmasına sebep olan ve ana fikrini ortaya koyan ilk
sufi olduğu, bu konuyu genişleten ve tanıtanın ise İbn Arabi olduğu ileri
sürülmüştür.[48] Onun meşhur, “Nefsimden
soyunup çıktım; yılanın kendi derisinden çıktığı gibi...Sonra dönüp nefsime
baktım; ne göreyim! Ben O’yum...”,[49] “Sübhânî mâ a’zame şâni” yani
“Ben kendimi tenzih ederim, benim şanım ne yücedir.”, “Cübbemin altında
Allah’tan başkası yok.” sözlerini Vahdet-i Vücûd için başlangıç kıvılcımına
örnek olarak verebiliriz.
Harakâni, Ebu Said’in üzerinde en çok
etkili olan şeyhidir.[50] Nicholson, Ebu’l-Hasan
Harakâni’nin hayatının, Şark Vahdet-i Vücudcu’sunun bir tasvirini verdiğini,
onun karmaşık ve büyük olduğunu söylemiştir.[51]
Ebu’l-Hasan Ali b. Ahmed (Cafer) el-Harakâni, Bistam’ın kuzeyindeki Harakan
köyünde doğmuştur. 352/963 yılında doğduğu düşünülmektedir. Onun ümmi olduğu ve
Bayezid Bestami’nin (v. 234/848)
ruhaniyetiyle terbiye edildiği kaynaklardan tesbit
edilmiştir. Bazı kaynaklarda onun Ebu’l-Abbas el-Kassab’ın
müridi olduğu kaydedilmiştir. Harakâni’nin sözlerini, fikirlerini,
menkıbelerini içeren Nûru’l- ‘Ulûm adlı eserinin tek nüshası British Museum’dadır.
425/1033 yılında vefat etmiştir. Harâkani’nin Kars’ın fethine katıldığı ve
şehid edildiği inancı yaygındır.
III.
Murad döneminde bir askerin
gördüğü rüya üzerine, Lala Mustafa Paşa tarafından kayıp mezarı Kars
yakınlarında bulunmuş, oraya Harâkani adına bir tekke ve bir de cami
yaptırmıştır. Kazvini (v. 682/1283) onun kabrini Harakan’da ziyaret ettiğini
söylemiştir.[52]
Ebu Said Ebu’l-Hayr’ın kendisinden çok etkilendiği,
önemli mürşidlerinden Harakâni, sema ve raksı Ebu Said kadar önemsememiş ve
hırka ve seccade gibi tasavvufun şekli yönüne değer vermemiştir. Bu durumu,
kendisinin kabz ehli, Ebu Said’in ise bast ehli olarak niteleyerek
açıklamıştır. O, Herevi’nin de şeyhidir. Harakâni’nin hayatı ve şathiyelerine
Feridüddin Attar, Tezkiretü’l-Evliya adlı eserinde yer vermiştir; Baklî,
Şerh-i Şathiyyât adlı eserinde bir şathiyesini, Herevî de, ‘Suf
mahluk değildir adlı şathiyesini yorumlamıştır.[53]
Harakâni’den Aynü’l- Kudat Hemedani (v. 525/1131), Necmeddin Daye (v.
654/1256), Feridüddin Attar, Mevlâna Celâleddin Rumi gibi mutasavvıflar da çok
etkilenmiştir. O, heybetli ve haşmetli görünüşlüdür. Zamanın ünlü İslâm
alimlerinden Kuşeyri, Harakâni’ye ziyaretler yapmış, yakından tanımıştır,
fakat, çağının büyük sufilerinden birisi olmasına rağmen, er-Risale’sinde
Harakâni’den ve onun fikirlerinden hiç bahsetmemiştir.[54]
Nicholson, İbn Sina’nın Ebu Said gibi Harakâni’yi de ziyaret ettiğini Mystics
ofİslam’da yazmıştır.[55]
Nicholson, İran’lı, karmaşık, büyük ve Şark Vahdet-i
Vücudcusu olarak tanımladığı[56] Harakâni’nin fikir ve
menkıbelerine, Mystics of İslam'da geniş yer vermiştir. Nicholson’ın yer
verdiği Harakâni’nin fenâ halini anlatan sözlerinden bazıları şöyledir: “Ben
ne bir abid, ne bir zahid, ne bir mütekellim, ne de bir sufiyim. Allah’ım, Sen
Bir’sin, Sen’in Birliğin’le ben de birim.”,[57]
başka örneklerde şöyle demiştir: “Herşey bendedir; fakat bende kendim için
yer yoktur.”,238 “Sen yokluğunu Allah’a verdiğin zaman, O da,
sana Kendini verir.”[58] Nicholson, onun aşk
hakkındaki “Dostların gönlündeki Allah aşkı apaçık ortaya konsa idi, alemi
sel ve ateşle doldururdu.” gibi sözlerine de yer vermiştir. [59]
İbn Münevver’in Esrâru’t Tevhîd kitabında, Ebu Said
ve Kuşeyri ile ilgili birçok menkıbe anlatılmıştır. Menkıbelerde ikisinin de
aynı dönemde Nişabur’da bulundukları ve aynı şeyhlerin eğitiminden geçmiş
oldukları görülebilir. Onların karşılaştıklarını, beraber sohbet meclislerinde
bulunduklarını anlatan menkıbe oldukça fazladır. Nicholson, bu menkıbelerin bir
kısmına Studies in Islamic Mysticism kitabında, sayfa, 27, 33, 34, 35,
37, 73’de yer vermiştir.
Ebu Kasım Abdülkerim Kuşeyri, Nişabur yakınlarında Üstüva kasabasında 376/986’da dünyaya gelmiştir. Anne ve babası, İran’ın müslümanlar tarafından fethedilmesi üzerine Nişabur’a göçüp gelen Araplar’dandır. Kuşeyri, maliye memuru olmak için Nişabur’a gelmiş, bir süre maliye öğrenimi görmüştür. Ebu Ali Dekkak’ın (406/1015) meclisine gittiği bir gün ondan çok etkilenmiştir. Ebu Ali Dekak’ın yönlendirmesiyle Kuşeyri, şer’i ilimleri tamamlamış sonra, Şafii fıkhını öğrenmiştir. O, Kelam ilminde ileri bir seviyeye gelmiş, güçlü bir Hadis bilgisine sahip oluşmuştur. Ebu Ali Dekkak vefat edince, o, Ebu Abdurrahman Sülemi’nin (412/1021) tasavvuf sohbetlerine katılmış, manevi yönünü geliştirmeye devam etmiştir. Kuşeyri 36 yaşında ruhen ve düşünce olarak olgunlaşmıştır. O, ünlü er- Risale’sini 51 yaşında iken yazmıştır. O, vaazlar vermekte, sohbetler yapmakta, öğrenciler yetiştirmektedir ve ‘Horasan Üstadı’ olarak anılmaya başlamıştır.[60] İbn Münevver, Esrâru’t Tevhîd"de de Kuşeyri’den bahsederken “Üstad İmam” adını sıkça kullanmıştır.
Kuşeyri’nin yolu, zühd, takva, ve ibadete gerekli değeri verdikten sonra, mücahede, riyazet, aşk ve muhabbeti esas almıştır.[61] Kuşeyri ve ailesi, amelde Şafii, itikadda Eş’ari idiler. Kuşeyri, 465/1072’de Nişabur’da vefat etmiştir. Hocası ve kayınpederi Ebu Ali Dekak’ın yanına gömülmüştür.[62]Nicholson, Ebu Said ile Kuşeyri’den bahseden menkıbeleri
ilginç bulmuş, fakat bu ilişkinin doğru olamayacağı ihtimalinin altını
çizmiştir. Kuşeyri’nin Muhammedi Şeriat’a ve Sünnet’e sıkı sıkı bağlı,
geleneksel bir sufi olduğunu ve Ebu Said ile zıt olduklarını söylemiştir ve Ebu
Said’in ise Şeriat’a uygun olmayan davranışlar sergilediğine vurgu yapmıştır.[63]
Nicholson’ın Kuşeyri ile Ebu Said’in ilişkilerinden
bahseden menkıbelerden seçtiği bazılarına kısaca göz atalım: Ebu Said’in
Nişabur’a geldiği ilk yıl, Ebu Said’i onaylamamasına rağmen Kuşeyri, yetmiş
müridiyle onun sohbet meclisine katılır. Kuşeyri’nin içinden, Ebu Said’in
kendisinden üstün olmadığını, onun bu mertebeye nasıl geldiğini, geçirmesi
üzerine, Ebu Said’in, “Ey Üstad! Şu tasavvuf denilen şeyi, efendinin adeti
üzere cariyesine ‘dizgini ve eyeri temizle’ demesi esnasında aramazlar. Şu
tasavvuf, dizgin eyer temizliğinde değil, gönül temizliğinde aranır.” demesi
Kuşeyri’yi neşelendirir, Ebu Said’in, kendisinin bir gün önceki halinden
haberdar olduğuna şaşırır, sonra kucaklaşırlar.[64]
Yine başka bir menkıbede: Kuşeyri, Ebu Said’in sema ve raks
coşkusunu eleştirir, sema ve raks edenlerin şahitliklerinin kabul
edilmeyeceğini düşünür. Ebu Said’le yolda karşılaşırlar. Ebu Said, “Ey Üstad!
Bizi ne zaman şahidler arasında gördün?” sorusunu duyunca irkilir, pişmanlık
duyar.[65]
Bu menkıbelerin gerçekte meydana gelip gelmediği belli
değildir, ancak, Ebu Said ile Kuşeyri’nin mizaçlarının, tasavvufa bakış
açılarının aynı olmadığını ortaya koymaktadır. Menkıbelere göre Kuşeyri, ilk
önceleri Ebu Said’in coşkulu, sazlı, sözlü meclislerini, ifrat dolu ziyafet
sofralarını beğenmeyerek, ağır eleştirilerde bulunmuştur; daha sonra onun
kerametlerini görerek onunla dost olma eğilimi göstermiştir. Ancak, Kuşeyri’nin
ünlü er-Risale’sinde Ebu Said Ebu’l-Hayr adına rastlayamadık. Süleyman
Uludağ’ın “giriş” bölümünde belirttiğine göre, başka eserlerinde de Ebu
Said’den bahsetmemiştir. Aynı şekilde Ebu Said’in üzerinde çok etkisi bulunan
hocası, o devrin büyük şeyhlerinden olan Ebu’l-Kasım Harakâni’den ve Ebu’l-Fadl
Hasan Serahsi’den de bahsetmediğini saptadık; yalnızca seksen üç sufiyi
tanıttıkdan sonra, o devirde yaşamış ama yer veremediği zatların adını
zikrederken Kuşeyri Risalesi** sayfa 144 de Şeyh Ebu’l-Abbas Kassab’ın
sadece adı geçmiştir. Kuşeyri, er-Risale’sinde Bayezid Bestami’den
bahsetmiş ancak, onun şatahlı sözlerine de hiç yer vermemiştir. Biz de Tevhidin
Sırları kitabını taradık, Kuşeyri’nin dahil olduğu menkibelerin sayasını
tesbit etmeye çalıştık; bu menkıbelere, 87, 98, 99, 99-100, 100-101, 102,
103-104-105, 107-108, 133-134, 201, 203, 207, 211, 212, 221, 227, 228, 251,
266, 273-274, 275, 362-363. sayfalarda yer verildiğini gördük. Ebu Said’in
kendi adını Kuşeyri’nin bir oğluna vermesini anlatan menkıbeye 99-100.
sayfalarda yer verilmiştir. Kuşeyri’nin oğlunun birisinin adı, Ebu Said
Abdulvahid Kuşeyri’dir.[66] Ebu Said’e ait menkıbeleri
nakleden kişiler arasında Kuşeyri’nin müridlerinin ve torununun da olduğunu
gördük. Bunlar: Hoca İmam Ebu’l-Meali Kuşeyri, Hoca İmam Zahirüddin Es’ad
Kuşeyri, Hoca İmam Ebu Nasr Iyazi, Şeyh Ebu Ahmed, Hoca Bekir b. Müeddib,
Ebu’l-Fütuh Gadâri’dir.
Ebu Said’in, Kuşeyri’nin çok sevdiği ve kitaplarında
övgüyle bahsettiği iki şeyhiyle de irtibatlı olduğu Esrâru’t-Tevhîdde
belirtilmiştir. O, Kuşeyri’nin şeyhi Ebu Abdurrahman Sülemi’nin yanında bir
süre kalmış ve ondan hırka giymiştir.[67]
Ayrıca, onun Kuşeyri’nin diğer şeyhi Üstad Ebu Ali Dekkak’la (v.
405/1014) görüşüp, uzun sohbetler yapmış olduğunu ve Ebu Ali Dekkak’ın kabrini
ziyaretini anlatan menkıbeler de vardır.[68]
Ebu Said’in yanında kalıp, hırka giydiği şeyhlerden birisi
de Ebu Abdurrahman Sülemi’dir. Muhammed b. el-Hüseyn el-Ezdi es-Sülemi,
325/936’da Horasan’da dünyaya gelmiştir. Onun anne ve babası, Arap
kabilelerinden gelmişlerdir. Sülemi, zahir ilimlerde olgunlaştıktan sonra
kendisini tasavvufa vermiştir. Hocası, Ebu’l-Kasım en-Nasrabadi’dir (v.
367/977). O, Hadis derlemek için hocası Ebu’l-Kasım ile Hicaz, Irak, Merv ve
Hemedan gibi şehirlere gitmiştir. Nasrabadi, Ebu Bekr eş-Şibli’nin (v.
334/945), Şibli de Cüneyd’in mürididir. Sülemi, Ebu Sehl Muhammed b. Süleyman
es-Su’lûki’den (v. 369/979) de hırka giymiştir.[69]
Abdurrahman Sülemi büyük bir mutasavvıf olmasının yanında büyük bir muhaddistir
ve kendisinden bir çok Hadis rivayet edilmiştir. Ünlü öğrencilerinden Ebu Said
Ebu’l-Hayr, Ebu’l-Kasım el-Kuşeyri, el-Beyhaki (v. 458/1066), Ebu Nuaym
el-Isfahani (v. 430/1038), Abdullah İbn Yusuf el-Cüveyni (v. 463/1070),
Muhammed ibn İsmail et-Tiflisi’yi sayabiliriz. Kırka yakın eseri olduğu
sanılmaktadır. Eserlerinden Tabakat’s-Sufiyye ünlüdür. 412/1025
tarihinde vefat etmiştir.[70] Kısaca, “Eline, beline, diline
sahip ol.” demek olan “Fütüvvet”, Horasan ve Nişabur’da kullanılmaya
başlamıştır ve mevcud fütüvvetnamelerin ilki de, Ebu Abdurrahman Sülemi’ye
aittir.[71] [72]
Nicholson, Ebu Said’in zühd dönemlerinde Ebu’l-Fadl Hasan’n
vefat etmesi üzerine, Ebu Abdurrahman Sülemi’nin yanına gidip, bir süre onun
yanında kalmasını ve onun elinden hırka giymesini anlatan menkıbeye yer
vermiştir. Ebu Said’in hırka giymesinin, sufi kardeşliğinin bir üyesi olduğunu
ilanı olduğuna vurgu 253
yapmıştır. O, kısaca Sülemi nin hayatına değinmiştir.
Esrâru’t-Tevhîdde Ebu Said’in Sülemi’ye atfettiği
bir menkıbe, o dönemde fikir danışılabilinen hanım sufilerin de olduğunu
belirtmesi açısından önemlidir. Ebu Abdurrahman Sülemi’nin zahid kadınları
içeren eserinde bahsettiği bir bayan sufi olan Saide’nin bu yolun zahidlerinden
olduğunu belittiğini, bir grup insanın bu hanım zahidenin kapısına ondan feyz
almak ve dua talep etmek için gittiklerini ve bu hanım zahidenin: “Allah sizi
kendisinden koparan herşeyden koparsın.” diye dua ettiğini söylemiştir. Ebu
Said’in bu menkıbeyi tedbir konusuna örnek olarak anlattığına yer verilmiştir.[73]
Nicholson, İran Edebiyat tarihinde çok ünlü olan Ebu Said
ile Ömer Hayyam’ın (v. 526/1132) birbirlerine benzetildiğinden[74] bahsederek birinci bölüme
başlamıştır. Ünlü ‘Rubaiyyat’ adlı eserin her ikisinin de olabileceğini,
ancak ikisinin de izlerinin tam olarak taşımadığını vurgulamıştır. Ömer
Hayyam’a isnat edilen dörtlüklerde, Hayyam’ın yaşama bakış açısı ve genel
düşünce yapısının az çok yansıtılmış olmasını, kesin ve ayırd edici şeyler
öğrenilmesi için yeterli bulmamıştır. Aynı durumun Ebu Said’e ısnat edilen
rubailer için de geçerli olduğunu ileri sürmüş, ancak Ebu Said hakkında
mükemmel biyografik materyallerin olduğunu ve çağdaş İran Mistisizmi hakkında
bilgi verdiğini söylemiştir.[75]
Ebu Said ile Hayyam’ı kıyaslayabilmek için Ömer Hayyam’ı
tanımamız gerektiğinden, onun hayatından kısa kesitler sunulmaya çalışıldı.
Ebu’l-Feth Gıyasüddîn Ömer b. İbrahim el-Hayyam, 430-439/1039-1048 yılları
arasında Nişabur’da dünyaya gelmiştir. İran’a yerleşmiş Arap asıllı olan
Hayyami kabilesinden olabileceği fikri benimsenmiştir. O devrin sultanlarıyla
yakın ilişkilerde bulunmuştur; ünlü Selçuklu Veziri Nizamülmülk’ün sarayda
verdiği işi istemeyip, Semerkant, Buhara, Belh, İsfahan gibi bilim ve sanat
merkezlerinde dolaşmayı uygun bulmuştur.[76]
Hayyam, rubaileriyle ünlenmiş bir şair olmasının yanında, alim ve filozof
olarak da kabul edilmiştir. O, aynı zamanda astronomi, matematik, geometri,
fizik ve tıp alanında da çalışmıştır. Onun analitik geometrinin gelişmesinde
etkisinin büyük olduğu söylenmektedir.[77]
Şimdiye kadar bir çok araştırmacı Hayyam hakkında çalışmıştır; Hayyam’a nisbet
edilen, 158 rubaiyi içeren, en eski rubai mecmuasının, 865/1461 yılında
Şiraz’da yazılan Oxford Bodleian nüshasının olduğu açıklanmıştır; bu da
Hayyam’dan üç asır sonrasına işaret emektedir. Yine bu mecmuada da yabancı
rubailer olduğu saptanmıştır. FitzGerald’ın, Hayyam ve ona ait olduğunu
düşündüğü rubaileri hakkında ortaya koyduğu düşüncelerin, Hayyam’la ilgili
yazılan biyografilerin çoğundan önemli olduğu belirtilmiştir.[78] Hayyam’ı şair olarak Batı’ya
tanıtıp, sevdiren de FitzGerald’ın İngilizce tercümeleri olmuştur.260
Onun rubailerini Fransızca’ya çeviren Nicolas, onu, şarap ve saki perdesi
altında ilahi aşkı anlatan bir sufi olarak tanımlamıştır.261
Hayyam’ın ölümünden sonra ona atfen derlenen rubailer dinsizlikle
damgalanmıştır. Necmeddin Razî (v. 654/1256) gibi bazı muhafazakarlar
Hayyam’ın fikirlerini beğenmemiş, onu felsefi, materyalist
(dehri) ve natüristlik (tabiilik) ile suçlamıştır. Razî, Hayyam’ı konu alan
620-621/1223-1224 yılında yazdığı Mirsadu’l-ibad adlı eserinde, onu
uyanık, şaşkın bir alim olarak nitelemiştir.[79]
Hayyam’ın dine zıt gibi görünen düşüncelerinin, başka rubailerle karışmış
olduğu, bazen de kasıtlı değiştirildiği düşüncesi yaygındır.[80] Hayyam’ın rubailerine ait
kesin bir el yazma nüshası bulunmadığı için net birşey söylemek de mümkün
görünmemektedir.[81] Hayyam’dan günümüze Farsça ve
Arapça birkaç felsefi ve bilimsel eser kalmıştır; bunlardan Novruzname
değerli bir edebi eserdir.[82] Hayyam’a atfedilen
aşağıda verilen bu rubai, onun aslında tasavvuf ehli bir alim olduğuna işaret
eder niteliktedir.
“Ezel sırlarını ne sen bilirsin, ne ben;
Bu muammayı ne sen okursun, ne ben.
Perde arkasında var seninle benim dedikodum,
Perde düştü mü, ne sen kalırsın ne ben.” [83]
O da, Ebu Said gibi şaraptan, sarhoşluktan, aşktan,
güzellerden, meyhaneden bahsetmektedir. Sufilerin genelde yaptıkları bu
davranış biçimi gibi, Hayyam’ın da, duygu ve düşüncelerini sembollerle
anlatmaya çalıştığını görebiliriz. Aynı yolu izleyen Hafız-ı Şirazi (v.
720/1318) ve Mevlâna için de aynı durum söz konusudur. Nicholson’ın, Ebu Said
ve Hayyam her ikisinin de, İran’da yaşamış olmalarından, çoğu muhafazakarlar
tarafından hatta bazı sufilerce din dışı bulunmalarından ve şiirlerinde aynı
sembolleri kullanmalarından dolayı rubailerin kime ait olduğunu bilemediğini
belirtmesi haklı bulunabilir. Ebu Said’in yaşadığı dönemin sonuna doğru, ya da
sonunda Hayyam dünyaya gelmiştir, aralarında uzun bir nesil ve kültür farkı da
bulunmamaktadır. (Ebu Said: d. 357/967; v. 440/1049 // Hayyam: d. 430-
439/1039-1048; v. 526/1132)
Nicholson, bir filozof ve tıp bilim adamı olarak tanınan
İbn Sina’nın Ebu Said ve Harakâni ile görüşüp görüşmediği ve onların müridi
olup olmadığı tartışmalarına cevap bulmaya çalışmıştır. Batılı bilim
adamlarının çok ilgi gösterdiği İbn Sina’nın, onların dediği gibi Avicenna’nın
adı, Esrâru’t Tevhîd’de geçmiştir;[84]
Nicholson, onun Ebu Said ile görüşmesine Studies in Islamic Mysticism’de
yer vermiştir;[85] Harakâni ile
görüşmesine Mystics of İslam’da yer verdiğini daha önce belirtmiştik.
(bkz. 56)
Asıl adı, Ebu Ali el-Hüseyin b. Abdillah b. Ali b. Sina
olan ve Batı’da Avicenna olarak bilinen İbn Sina, 370/980-981 yılında Buhara
yakınlarında Efşene köyünde doğmuştur. İbn Sina, küçük yaşlarda Kur’ân’ı
ezberlemiş, dil, edebiyat, fıkıh, felsefe, geometri, matematik, mantık dersleri
almış ve astrolojiyle de ilgilenmiştir. Bu arada esas ün yaptığı tıp ve
eczacılıkta ileri bir seviyeye gelmiştir. Zamanın Samani Hükümdarı Nuh b.
Mansur’un ağır bir hastalığa yakalanması ile doktorlarla yaptığı ortak
çalışmalarla 18 yaşında iken saray hekimliğine alınmıştır. Saray kütüphanesinde
kendini iyice geliştirmiştir. Matematik hariç bütün ilimleri kapsayan el-Hikmetü’l-
‘arûziyye ve yirmi cild olan el-Hasıl ve ’l-mahsûl adlı eserleri
yazmıştır. İbn Sina, Bîrûni ile birlikte Harizm’in bir kasabası olan Gürgeç’te
emirin sarayında çalışmışlardır, daha sonra oradan Cürcan’a gitmiştir; orada
Ebu Muhammed eş-Şirazi ona iyi olanaklar sunmuştur; İbn Sina da orada hem
eserlerini yazmış, hem de dersler vermiştir. O, mantıkla ilgili el-Muhtaşarü’l-
Evsat’ı öğrencisine dikte ettirmiş, Ebu Muhammed eş-Şirazi için el-Mebde
’ ve ’l- Me’ad ve el-Erşâdü’l-Külliyye’yi, el-Kanun fi’t-Tıbb
kitabının başlangıcını ve Muhtaşarü’l-Mecistî adlı eserini yazmıştır.
Hamedan’da 428/1037’de 57 yaşında hastalıktan ölmüştür.[86]
Onun el-Kanun fi’t-Tıbb kitabı yaklaşık bir milyon
kelimeden oluşmuş, o zamana kadar yazılmış en önemli tıp kitabıdır. VI.
yüzyılda neredeyse bütün Asya ve Avrupa’da tıp okullarında okutulmuştur. İbn
Sina, elli yedi yıllık bir ömre, birçok bilimsel ve felsefi çalışma sığdırmıştır.
İbn-i Sina, aynı zamanda iyi bir ruh doktorudur; o, melankoliyi çok iyi
tanımlamıştır. Ruhsal hastalıkların tedavisi o döneme kadar doktorlardan çok
din adamları tarafından yapılmaktadır. İbn-i Sina’ya göre ruh ve beden olarak
iki cevher vardır ve bunların her birinin kendine özgü hastalıkları vardır. St.
Thomas ve Gilbert de La Porre gibi filozoflar, ondan etkilenmiş ve üstad kabul
etmişlerdir. Roger Bacon, onu Aristo’dan sonra en önemli filozof saymıştır.[87]
Nicholson, Studies in Islamic Mysticism’de Ebu
Said’in ünlü çağdaşı İbn sina ile mektuplaştığına ve onların Nişaburdaki bir
manastırda üç gün üç gece aralıksız sobetlerine yer vermiştir ve filozof İbn
Sina’nın öğrencilerine, “ Benim bildiğimi, o görmüş.”, Ebu Said’in de
müritlerine, “Benim gördüğümü, o biliyor.” gibi söylemleri tam doğru olarak
kabul edemeyeceğini ifade etmiştir. Nicholson böyle düşünmesine rağmen, İbn
Sina’nın mistiksel yazılarının olmasını, onun velilik ve tasavvufu ilk defa Ebu
Said’de tanımasından sonra kaynaklanmış olabileceğini ifade etmiştir.[88]
Nicholson, The Mystics of İslam’da İbn Sina ile
Ebu’l-Hasan Harakâni arasında geçen menkıbelere yer vermiştir. İbn Sina’nın
Ebu’l-Hasan Harakâni’yi ziyareti esnasında İbn Sina’nın çok etkilendiğini,
iradesini kaybettiğini ve tasavvufa meylettiğini anlatan menkıbe şöyledir: Ümmi
olan Harakâni ile İbn Sina birlikte uzun ve karışık tartışmışlar yapmışlar ve
bunun üzerine Ümmi Harakâni’nin yorulup, tamir bahanesiyle bahçe duvarına
çıktığında, elindeki keser düşmüştür; İbn Sina kesere koşmuştur ama, keser
kendiliğinden havalanıp, Harakâni’nin eline gitmiştir.[89]
Nicholson, İbn Sina’nın tasavvufa olan coşkun inancının, hayatının son
zamanlarında felsefeyi tasavvufa tercih edinceye kadar sürdüğünü ileri
sürmüştür. “Avicenna lost all
his self-command, and the enthusiastic belief in Sufism which then took
possession of him continued until, at a later period of his life, he abandoned
mysticism for philosophy." [90]
Esrâru’t-Tevhîd’e göre, İbn Sina, Ebu Said’i sık sık
ziyaret etmiş, onun kerametlerini görmüş ve onun müridi olmuştur. Bundan sonra
İbn Sina’nın el-Işârât gibi eserlerinde sufilerin hallerine, evliyanın
kerametlerine, tarikat, hakikat konularına geniş yer verdiği ifade edilmiştir.[91] İbn Sina’nın Ebu Said ile
buluşma olasılığının yüksek olduğunu zikredebiliriz. Harakâni ile de aynı
şekilde görüşme yaptığının söylenmesi, onun Nişabur’a gittiğine bir işarettir.
Nicholson, Esrâru’t Tevhîdde bahsedildiği gibi, İbn Sina’nın Ebu Said’in
müridi olduğundan ne Studies ın Islamic Mysticism’de, ne de The Mystics
of İslam'da bahsetmemiştir. Onun filozof olarak kalması taraftarı gibidir
ve en sonunda tasavvufu bırakıp, felsefeye döndüğünü açıklamıştır.
Nicholson, İslâm sufilerinin (coşkulu ve aşk dolu, aşırı
sözler sarfetmeleri gibi) Ortaçağ Katolik Klisesine bağlı olan Hıristiyan
mistiklerinden daha fazla söz hürriyetine sahip olduklarını ileri sürmüştür.
Sufilerin aşırı gitmesi durumunda, ‘vecd’ halinin onları genellikle mazur
gösterdiğini söylemiştir. Onların pervasızca ve cüretli sözler söylediklerini
zikretmiş, bunlardan birisi olarak gördüğü Ebu Said’in şu dörtlüğünü örnek
göstermiştir:274 [92]
“Sen, benim kalbimde eyleşirsin, yoksa onu kana bularım;
Sen, benim gözümde ışıldarsın, yoksa onu gözyaşlarına
boğarım.
Ruhum, yalnızca Sen’inle bir olmak ister;
Yoksa her şeye başvurarak, onu bedenimden söküp atarım!”[93]
Nicholson’ın da söylediği gibi sufiler, söz hürriyetlerine
pek de fazla sahip değildirler. İfadelerinde sembol, mecaz ve şatah içeren bir
dil kullandıkları için çoğu zaman anlaşılmakta güçlük çekilmişler, büyük tepki
almışlar, hatta dışlanmışlardır. Ebu Said’in hayatında da bu durum net olarak
görülmektedir. Esrâru’t-Tevhîd'de anlatıldığına göre, ona karşı koskoca
bir ordu hazırlanmıştır. (bkz. 111) Sufilerin ‘vecd’ halinde söylediği sözler
yüzünden, değil mazur görülmek, kafaları kesilmiş, derileri yüzülmüştür.
Böylesi İslâm’a aykırıymış gibi gelen söz söyleyenlerden kurtulabilenlerin
sayısı azdır. Ebu Said ve Bayezid Bestami idam edilmekten kurtulabilenlere
yalnızca iki örnektir. Canını kurtaramayanlardan, Hallac, Nesimi (v. m. 1425),
Şems, İmam Ebu Hanife (v. 148/767)[94] ve Hemedânî en ünlüleridir.
Macid Fahri’nin İslam Felsefesi Tarihi
eserinde, IX. yüzyılda ilahi sevgiyle sarhoş olmuş Bestami, Hallac, Şibli ve
Ebu Said (İbn Sina’nın arkadaşı ve mektuplaştığı kişi olarak verilmiştir.) gibi
cüretli sufilerin, tasavvufdaki Vahdet-i Vücud uçurumunun kıyısına son adımı
attığı ve sonraki asırlarda onların izinden giden diğerlerinin, yaşayış ve
düşünceleriyle tasavvufa melamilik ve cünun gibi aşırı ifadeler kattıkları
ileri sürülmüştür.[95]
III.
EBU SAİD EBU'L-HAYR'IN ESRÂRU’T- TEVHİD ADLI ESERİ
Ebu Said Ebu’l-Hayr’ın yazmış olduğu bir kitap
bulunmamaktadır. O, daha çok ezberden şiir okumalarıyla ünlüdür. Onun hayatını,
düşünce sistemini, tasavvufi hayatını daha sonra üçüncü nesil torunlarından
Muhammed b. Münevver b. Ebu Said b.Ebu Tahir Said b. Ebu Said (v. 574/1178), Esrâru’t
Tevhîdfi Makaatı ’ş-Şeyh Ebi Said isimli eserde toplamıştır. İbn Münevver, Esrâru’t
Tevhidi ne zaman yazdığı ile ilgili bilgi vermemiştir ama, Oğuzların
Horasan’ı yağmalamalarından sonra yazdığını söylemiş, kitabı, Herat’ta telif
ettirmiş ve Gur hükümdarı Gıyaseddin Ebu’l-Feth Muhammed b. Sam’a ithaf
etmiştir. [96]
Esrâru’t Tevhîd’in kaynağı Hulat-u Suhunan-ı Şeyh
Ebu Said adlı İbn Münevver’in amca oğullarından Cemaleddin Ebu Ruh
tarafından yazılan menakıpnamedir. Esrâru’t Tevhîd, bu menakıpnamenin
yeniden düzenlenmesi ve yeni bilgiler eklenmesiyle meydana gelmiştir. Kitap, o
zamana kadar yazılmış olan menâkıp kitaplarının en önemlisidir. Yeni eklenmiş
olan menkıbelerin çoğu Ebu Said’in müritlerinden Hasan Müeddib’e ve Hace
Ebu’l-Feth’e ve diğer müridlerinin anlattıklarıdır.[97]
Esrâru’t Tevhîd, Ebu Said ve onun yaşadığı dönemdeki
tasavvuf ve Şeriat ehlinin tasavvufi görüş ve hallerini, özellikle de menkıbelerini
anlatan bir eserdir. Tasavvufta menâkıpnameler önemli bir yer tutmaktadır.
Nicholson, Ebu Said’e ayırdığı bölümde, onun tasavvufi görüşlerine ve
menkıbelerine yer vererek anlatmaya çalışmıştır; onun tasavvufi görüşlerini
ayrı bir bölümde, Esrâru’t Tevhîd’de olduğu gibi ele almamıştır. Bu
anlatılan menkıbeleri abartılı bulmuş, inandırıcı bulmamıştır. Bunun nedeni
olarak da, Ebu Said’in yaşadığı dönemde veya vefatının akabinde yazılmış
herhangi bir eserinin olmamasından kaynaklandığını söyleyebiliriz. Ebu Said’in
bütün kitaplarını ve eserlerini gömdüğünü belirtmiştik ve daha sonra da,
yazmaya teşebbüş etmemiş olsa gerektir. Menakıpnameler, genelde müridler
tarafından yazılanlar, ya da anlatılanlar olduğu için, şeyhinin büyüklüğünü
göstermek için abartılı da olabilir.
Menâkıp (manâkib), lugat manası, öğülecek
iş, hareket ve meziyetlerdir. Hadis mecmualarında Hz. Peygamber’in ashabının
tarihen sabit meziyetlerinden bahseden Hadis’lerin toplandığı fasılların
isimlerinden ekseriya manâkıb kelimesine tesadüf edilir. Aynı manada olarak,
önemli tarihi kişilerin hal tercümelerine dair müstakil eserlere de böyle
isimler verildiği gibi Hulefa-yı Raşidin’in veya bir kabilenin adlarında da bu
kelimeye tesadüf edilir. Manâkib kelimesine, sufiler arasında tarikat
kurucularının, velilerin ve şeyhlerin hal tercümelerine dair eserlerin
adlarında da sık sık rastlanır. Fakat bu gibi eserler, hurafelerle, mucizeli
hareketlerle ve harukuladeliklerle doludur. Bundan dolayı bu gibi eserlerde
manâkib kelimesi halk arasında kerâmet kelimesi ile hemen hemen aynı anlamda
kullanılır. Tasavvufi fikirlerin V/XI. yüzyılda İslâm dünyasında geniş bir
şekilde yayılmasından, tarikatların kuvvetle teşkilatlanmasından sonra Arapça,
sonraları Farsça ve Türkçe önemli bir manâkib edebiyatı meydana gelir. Ciddi ve
esaslı bir tarihi araştırmaya tabi tutulan manâkib eserler, tarih ve edebiyat
tarihi kaynağı olarak, çok verimli bir şekilde faydalanılmaktadır.[98] Tarikatlerin kurulup,
yayılmasından sonra ortaya çıkan menâkıpnâmelerde, ele alınan veli hayatta iken
veya çok yakın bir zamanda yazılıp yazılmaması, menakıpnamenin güvenirliğini
etkileyen en önemli sebeptir. Velinin vefatından çok sonra derlenen, özellikle
müridleri tarafından yazılan menâkıpnâmeler genelde masalımsı
olabilmektedirler.[99] [100]
Evliya menkıbelerinde, kahramanlar gerçektir ve kutsal kişilerdir; olaylar
belirli zaman ve mekanda meydana gelmektedir; uydurulmuş degildirler,
anlatılanların gerçek olduklarına inanılır; yarı kutsaldırlar, bir dogma gibi
kabul görürler; biçim olarak kısa ve sade 283 bir anlatım tarzları vardır.
Nicholson, Ebu Said ile ilgili menkıbeleri seçerken çarpıcı
ve olağan dışı görünenleri seçmiş ve eleştirmiştir. Örnek olarak verdiği bu
menkıbede uç örneklerden birisidir. Nicholson, Ebu Said’in ünü Mekke’ye ulaşınca,
onun mistik güçlerini denemek için ünlü zahid Ebu Amr Beşhuvani’nin Harem’deki
pirlerin onun yanına Mihene’ye göndermelerini anlatan menkıbeyi ele almıştır:
Ebu Amr Beşhuvani, Ebu Said ile üç gün üç gece sohbet ederler; Ebu Said,
Beşhuvani’nin Harem’de kendisinin naibi olmasını ister ve ona eliyle yaptığı üç
misvakı verip, onları otuz dinara satmasını ister. Başhuvani, misvaklardan
birinin batırıldığı suyla hastalara şifa dağıtır, derdine derman bulamayan bir
ağa bunu duyar, misvaklardan birini otuz dinara satın alır, iyileşir ve vefat
etiğinde misvağın kırılıp ağzına konulmasını vasiyet eder. Beşhuvani, aldığı
parayla Harem’e bir hankah inşa ettirir ve o da, misvakla gömülmeyi ister.[101]
Nicholson, bu otantik hikayenin dökümanlardaki gibi resmini
çizdiğini, ancak Ebu Said’i olduğu gibi göstermediğini söylemiştir. Onun
biyografisini yazanlara kızmanın saçma olduğunu, çünkü onların saf ve Ebu
Said’in müridi olduklarından dolayı eleştirel muhakemeden tamamen uzak
olduklarına değinmiştir; ona göre, yazdıkları eserler de inancın etkisindedir,
geleneklere, efsanelere dayanmaktadır; ne kadar titiz analiz edilseler bile, bu
malzemelerden bir alaşım elde edilebileceğini ifade etmiştir. O, Ebu Said’in
gençlik yıllarını, tarikata girişini, çıraklık dönemini anlatan metinlerin,
onun kerametlerini anlatan menkıbelerden daha güvenilir olabileceğini
vurgulamıştır. Nicholson burada, dini buluşların rölünün büyük olduğunu ve hiç
bir doğa kanunuyla sınırlanmadığını belirtmiştir. Ebu Said’e isnad edilen
mistik sözlerin, nazari dinin (spekülatif teosofinin), bilimin ötesinde bir güç
ve özgürlüğe sahip olduğu görüşündedir ve Ebu Said’in ününü ilk başlardaki
azimli ve istekli kişiliğine ve etkileyici bir biçimde sergilemeyi başardığı
pisişik yeteneklerine borçlu olduğunu iddia etmiştir.[102]
Nicholson’ın böyle düşünmesinin nedeni olarak, Ebu Said’in olağanüstü
hallerini, özellikle kerametlerini anlatan menkıbeleri, daha mantık dışı ve din
dışı bulmasından kaynaklanabilir.
İbn Münevver, Esrâru’t Tevhide güvenilmesi
gerektiğine değinmiş, aktardığı menkıbe ve görüşlerin senetlerinin güvenilir
olduğuna vurgu yapmıştır.[103] Esrâru ’t Tevhîd,
çoğunlukla Ebu Said’in müridlerinin anlattıklarından oluşmuştur. Kimden alıntı
yapıldığı belli olmayan menkibe azdır; rivayet edenleri şöyle tespit ettik: Hoca
Hasan Müeddip (Menkıbelerin çoğu onun şahid oldukları, anlattıkları ve bizzat
yaşadıklarıdır.), Hoca Ebu’l-Haşimi, Kemalettin Ebu Said (İbn Münevver’in
amcası), Emir İmam İzzettin İlbaşı (Emir Seyyid Ebu Ali’den), İmamu’l-Harameyn
Ebu’l-Meali Cüveyni, Horasan valisi Amid, Ebu Said Hassab (Ebu Said’in özel
hizmetkarı), Hoca İmam Ebu’l-Feth Abbas, Ebu Bekir Hatib, Üstad Mükri
Abdurrahman (Ebu Said’in hafızı), İbn Münevver’in dedesi Şeyhü’l-İslam Ebu Said
(Ebu Said’in oğlu), Şerahslı vaiz Ebu Bekir Muhammed, Hoca Ebu’l-Berekât,
bilginlerden Ebu Bekir Şevkani (o da, babası ulema Muhammed’den), Hoca İmam Ebu
Ali Farmedi, Üstad İsmail Sabuna (Sabuni), Ebu Bekir Mükerrem, Hoca İsmail
Mükerrem, Reşiduttâife Abdülcelil, Hoca Ebu’l-Feth Iyazi, Şeyh Ebu’l- Hasan Sencari
(o da, Şeyh Ebu Müslüm Farisi’den), Şeyh İsmail Sâvî, Hoca Ebu Tahir (Ebu
Said’in büyük oğlu), Hoca Ebu’l-Feth (Ebu Said’in torunu), Nevkanlı Ebu’l- Fadl
Muhammed b. Ahmed, Şeyh Amr Başhuvani, Hoca Ebu Kasım Zerrad (Ebu Said’in
müridi), Hoca Aliğ, Nureddin Münevver (İbn Münevver’in babası), Serahslı sufi
Şeyh Abdüssamed b. Muhammed (Ebu Said’in özel müridi), Hakim Muhammed Ebuverdi,
Tacu’l-İslâm Ebu Said b. Muhammed Sem’âni (Münevver’in amcasının oğlu),
Nasuhidin Ebu Muharrem, Şeyh Ebu’l-Kasım Rubâhi, Pir Zeynu’t-Taife Ömer Şevkani
ve kardeşi Pir Muhammed Şevkani, Eşref b. Ebu’l- Yemani (o, Pir Ebi Ishak’tan,
o da babasından), Hafız Üstad Mükri Abdurrahman (Ebu Said’in hafızı), Hoca
Mus’id (Hoca İmam Muzaffer Nevkani’nin oğlu), Şeyh Ahmed Nasr, Nureddin
Münevver, Hoca Abdülkerim (Ebu Said’in özel hizmetkarı), (Kuşeyri’nin
torunları) Hoca İmam Ebu’l-Meali Kuşeyri,Hoca
İmam Zahiruddin Es’ad Kuşeyri, Hoca Ebu’l-Fütuh Gadâiri (Kuşeyri’nin müridi),
Serahslı Hoca İmam Ebu Nasr Iyazi (Kuşeyri’nin müridi), Şeyh Ebu Ahmed
(Kuşeyri’nin sırdaşı), Hoca Bekir b. Müeddib (Kuşeyri’nin müridi), Talha
b.
Yusuf, Hoca İmam Ebu Ali
Osmani ve Hoca İmamuddin Muhammed b. Abbas’dır. Görüldüğü üzere neredeyse
menkıbelerin çoğunun kaynağı belirtilmiş, nakledenlerin kendi fikirlerini de
kattıklarını göz önünde bulundursak dahi, Esrâru’t Tevhîd’e çoğunlukla
güvenebiliriz.
Ebu Said, hayatta iken kerametlerinin gizli kalmasına özen
göstermiştir. Sadece sohbet esnasında veya müridlerini heveslendirmek için
dilinden dökülenler olmuştur.[104] Anlatılan menkıbelerde, Ebu
Said’in herkese olan sevgisi, hoşgörüsü, sabrı, affetmesi, kin tutmamaması ve
hatta içki içenlere, şarkıcılara, diğer dinlerden olanlara “Ne olursan ol
gel...” sözlerine uygun, sevecen yaklaşımı sergilenmiştir.
Esrâru’t Tevhîd, İngilizceye,
Fransızca’ya, Arapça’ya çevrilmiştir; Türkçe’ye 2003 yılında Süleyman Uludağ
tarafından çevrilmiştir. Bu nedenle ülkemizde Ebu Said, 2003’ten sonra yeni
yeni tanınmaya başlamıştır.[105] Nicholson, Esrâru’t-
Tevhîd’in, ilk defa Rus müşteşriki V. Jikovsky tarafından Petersburg’da,
1899’da yayımladığını ve Jikovsky’nin bu çevirisinden oldukça yararlandığını
belirtmiştir.[106]
IV.
ESRÂRU'T TEVHİDDE ELE ALINAN KONULAR
A. Ebu
Said Ebu'l-Hayr'ın Tasavvuf Anlayışı
Ebu Said’in tasavvuf anlayışı Kur’ân ve Sünnet’in ışığı
altında gelişmiştir, çünkü gerek Esrâru’t Tevhîd, gerek Studies in
Islamic Mysticism’ de ondan aktarılan hemen her sözünün ve her menkıbesinin
Kur’ân’a veya Sünnet’e dayandırılmış olduğu tespit edilmiştir. S.
Uludağ’ın çevirisi olan Tevhîdin Sırları’ında, Ebu Said’in 109 Âyet (s.
382-386) ve 46 Hadis’in (s. 387-390) kullandığına yer verilmiştir. Ayrıca Ebu
Said, Hz. Adem, Hz. İdris, Hz. Musa, Hz. Süleyman, Hz.
Davud, Hz. İbrahim, Hz. İsmail, Hz.
Zekeriya, Hz. İsa, ve Hz. Yahya gibi peygamberlerin kıssalarından, örnekler
vermiştir; Hz. Ali, Hz. Ömer, Hz. Ebubekir, Hz. Aişe’den sözler ve menkıbeler
nakletmiştir. Ebu Said, şeyhleri, hocaları, çağdaşı mutasavvıf ve alimlerden
başka birçok tanınmış sufiden anekdotlar aktarmıştır; bu sufilerden bazılarına,
Bayezid Bestami (v. 261/874), Cüneyd Bağdadi (v. 297/909), Ebu Bekir Şibli (v.
334/945), Cafer Sadık (v. 148/765), Seri Sakati (v. 257/870), Davud Tai (v.
165/781), Yahya b. Muaz (v. 258/871), Zünnûn Mısri (v. 245/859), Hasan Basri
(v. 110/728), Süfyan Servi (v. 161/777), İbrahim Ethem (v. 162/778) ve Sehl b.
Abdullah Tüsteri’yi ( v. 283/896) sayabiliriz.
Onun tasavvufi hali, maddeye değer vermiyen, çok cömert
davranan, hiç karşılık beklemeden veren, kapısını herkese açan, kin tutmayıp
herkesi affeden, kimseye ayırım yapmadan hoşgören ve herkesi kucaklayan bir
haldir. O, canını hiçe saymıştır, onu her an feda etmeye hazır durumdadır.[107] O, maddi, manevi her şeyde
Allah’ı görmüş, tüm varlığıyla O’na yönelmiştir. Artık “Hem e ost” (Herşey
O’dur.), “Lâ-mevcude illallah.” (Gayr yoktur.) demeye başlamıştır; bu sözü
tasavvuf tarihinde ilk kez Ebu Said’in kullandığı zikredilmiştir. Daha
sonraları “Hüve’l küll” (Her şey O’dur.) sözünü Gazali söylemiştir.[108] [109]
Nicholson, Ebu Said’in ifade ettiği bu Vahdet-i Vücud’un nüveleri olabilecek
görüşünü dikkate almamıştır; onun kerametlerini ön plana çıkararak, masalsı bir
derviş profili çizmeyi uygun görmüştür.
Ebu Said, hayatının ilk
dönemlerini Tefsir, Fıkıh, Hadis ve Arap Dili ve Edebiyatı gibi ilimleri o
devrin en yetkin alimlerinden öğrenmiştir. Bu ilimleri sağlamlaştırıp, güçlü
bir temel oluşturmuş, sonra tasavvufi görüşlerini bu güçlü temel üzerine
oturtmuştur. Tasavvufi yaşamındaki pek çok eleştiriye bu güçlü şer’i bilgisi
sayesinde göğüs gerebilmiştir ve büyük bir kitle tarafından saygı ve kabul 292 görmüştür.
Ebu Said, tasavvufu yüzlerce pirin tanımladığını, birincisi
ne söylemişse sonuncusunun da aynı şeyi söylediğini belirtmiştir; kendisi ise,
tasavvufun külfeti terk etmek olduğunu, benlikten daha büyük külfet olmadığını,
insanın kendisiyle meşgul olmasının, O’ndan geri bırakacağını söylemiştir. Onun
tasavvufu sevgi ağırlıklıdır, korku ve cezadan hemen hiç bahsetmemeyi uygun
görmüştür ve hatta Kur’ân" daki azap ayetlerinden çok rahmet
ayetlerini okumayı tercih etmiştir.[110]
O, tasavvufu bir değirmen aracılığıyla tanımlamıştır: Ebu
Said, bir grup sufiyle bir değirmenin yanından geçerken yanındakilere,
değirmenin ne dediğini sormuş ve değirmenin: “Tasavvuf , benim yaptığım şu
işten ibarettir: Sert ve kaba şeyleri alıyor, yumuşak (nazik) hale getiriyor,
çevremi tavaf ediyor, kendim kendimde sefer ediyor (kendi kendimi temizliyor)
ve bana gerekli olmayan şeyleri kendimden uzaklaştırıyorum.” dediğini
söylemiştir.[111]
Ebu Said’in tasavvuftaki yolunda, Allah sevgisi ve aşkı en
önemlidir; O, aşkı, Allah’ın kullarını avladığı av olarak tanımlamış ve bu ağa
düşen kulun, her şeyden koparak, tamamen Hakk’a yöneldiğini söylemiştir.[112] Ebu Said yolunu, “Allah ile
kul arasındaki mesafe bir adımdır. O da şudur: Benliğinden dışarı bir adım atar
atmaz Hakk’a erersin. Aramızdaki aşkın saf olarak kalması için uyumlu ve güzel
huylu olmak, hiç kırmamak üzerimize borçtur.” cümleleriyle ifade etmiştir.[113] Ona göre, kulluğun hakikati
iki şeydir: Güzel bir şekilde Allah’a ihtiyaç içinde olma ve Hz. Peygamber’i güzel
bir şekilde örnek alma hali olarak açıklamıştır.[114]
Onun tasavvufu, Bayezid Bestami, Hallâc-ı Mansur ve Ebu’l-Hasan Harakâni ile
çok benzeşmiştir; onun tasavvufunda, uzun bir riyazat ve çile döneminden sonra
oldukça coşkulu, vecd ve aşk üzre olan, bütün insanları ayırım yapmadan
kucaklayan, hoşgören, her şeyde ilahi tecellileri gören derin ve sevgi dolu bir
anlayış görülmektedir. Esrâru’t-Tevhîdde daha önce uygulanmamış olan
müzik, sema ve şiirle dolu olan meclisleri ilk Ebu Said’in kurdurmuş olduğundan
bahsedilmektedir. Onun aşk anlayışı ve sema meclisleri Mevlâna Celaleddin
Rumi’ninkiyle benzerlik göstermektedir.[115]
Ayrıca Mevlânâ’ya atfedilen:
“Gel, gel, her ne olursan ol gene gel!
Kafir, ateşperest, putperest isen de gene gel!
Şu dergahımız ümitsizlik dergahı değildir.
Yüz kere tövbeni bozmuş olsan gene gel!”, dizelerinin
Ebu Said’e ait olduğuna dair görüşe, Esrâru’t Tevhîd’in sunuş bölümünde
yer verilmiştir.[116] Bu konuda Yakup Şafak bir
inceleme yapmıştır; bu rubainin Mevlâna’dan iki yüzyıl önce yaşamış olan Baba
Efdal’e de ait olabileceğini, tespitlerinde belirtmiştir. Şafak, bu ünlü
rubainin Ebu Said’in tarz ve düşüncelerine uygun olduğunu, yine de Baba
Efdal’in tarzına daha uygun bulduğunu söylemiştir. Mevlâna’nın herhangi bir
eserinde bu rubainin yer almadığını da belirtmiştir.[117]
Bu rubaiye benzer ifadeleri Attar’ın “Tekrar tövbeni bozdun; hem de adamakıllı
bozdun!....Ey bihaber, şimdi gene döndün, geliyorsun. Eğer maksadın cennetse,
Gel bakalım, gel gene...kapıyı açtık. Suçu sen işledin, durup bekleyen biziz.”[118] dizelerinde de görebiliriz. Esrâru’t-
Tevhîd’de bahsedildiği gibi Ebu Said’in 30 000 şiiri ezberden okuyabildiği
ve bu şiirlerin bir kısmının da kendi şiirleri olabileceği dikkate alınırsa, bu
dizelerin ona ait olma durumu da vardır. Bunun yanında, okuduğu şiirlerin
çoğunun başkalarının olduğu yönüyle ele alınırsa, bu dizelerin Ebu Said’den de
önce yaşamış bir kimseye ait olma ihtimali de vardır. Sonuç olarak bu rubainin
tam olarak kime ait olduğu belli değildir; ama sufi olan birine aittir ve halen
bütün dünyayı etkileyen “Gel!..” çağrısına insanlar akın akın icabet
etmektedir.
Ebu Said, Bayezid ve Harakâni’nin yolunu izlemiştir;
Mevlâna, Senai, Feridüddin Attar, Cami gibi mutasavvıflar da, onun lirik
tasavvuf anlayışını izlemişlerdir. Onun, tasavvufun inceliklerini şiirle
anlatım şekli, önce Farsça yazması, sonra Türkçe yazması ile bu mutasavvıflarla
benzerlik gösterdiği farkedilebilmektedir.[119]
Görüldüğü gibi sufiler kendilerinden öncekilerden etkilenmişler, benzer
cümleler ağızlarından dökülmüş ve benzer davranışlar sergilemişlerdir.
Esrâru’t-Tevhîd’de verildiğine göre, Ebu Said’in
hankahındaki dervişlerin, Kur’ân-ı Kerım'e, Hz. Peygamber’in Sünnet’ine
dikkatle uymak prensipleridir ve Ashab-ı Suffa’nın davranışlarını örnek
almaktadırlar.[120] Ebu Said’in Kur’ân'a dayanan
tasavvuf esaslarından on tanesi şöyledir:
a.
) Dervişin elbiseleri ve
kendisi daima temiz olmalı; Allah: “..ve elbiseni temizle...”(Müdessir,
74/4); “Orada birtakım erler vardır ki, temiz olmayı severler ve Allah
temizlenenleri sever!” (Tevbe, 9/108) buyurmuştur.
b.
) Camide ya da kutsal
yerlerde dedikodu için oturmamalı; Allah: “Orada Allah ’ı sabah akşam tesbih
eden erler var...”(Nur, 24/36) buyurmuştur.
c. ) Namazı ilk vaktinde cemaatle kılmalı; Allah; “Onlar
namazlarını muhafaza ederler.” (Mü’minun, 23/9) buyurmuştur.
d. ) Geceleri çok namaz kılmalı; Allah: “Gecenin bir bölümünde
kalkıp sana özgü olmak üzre teheccüd namazı kıl! ” (Îsra, 17/79)
buyurmuştur.
e. ) Seherde çokça bağışlanma dilemeli; Allah: “...ve seher
vakitleri istiğfar ederler...” (Âl-i Îmran, 3/17) buyurmuştur.
f.
) Sabahları okuyabildikleri
kadar Kur’ân okumalı; güneş doğana kadar konuşmamalı; Allah: “Güneşin
kaynamasından, gecenin kararmasına kadar namazı güzel kıl, bir de kıraatiyle
mümtaz olan sabah namazını; zira sabah Kur’ân’ı hakikaten meşhuddur!”
(İsrâ, 17/78) buyurmuştur.
g.
) Akşam ve yatsı namazı
arasında vird ve zikirlerini tekrar etmeli; Allah: “...gecenin bir
bölümünde, yıldızların batmaya yaklaştığında da O’nu tebih et!” (Tur,
52/49) buyurmuştur.
h.
) Fakirleri ve güçsüzleri
kabul etmeli; onların dertlerine sabırla tahammül etmeli; Allah: “Hakk’ın
rızasını gözeterek sabah akşam Rabb’lerine dua edenleri kovma.” (En’am,
6/52) buyurmuştur.
k. ) Öbürlerinden izinsiz birşey yememeli; Allah:
“Sözleştiklerinde sözlerinde duranlar...’(Bakara, 2/177) buyurmuştur.
l.
) Öbürlerinden izin almadan
bulunduğu yerden ayrılmamalı; Allah: “Ortak bir hususta O’nunla birlikte
bulundukları zaman O’ndan izin almadan ayrılmazlar!” (Nur, 24/62) [121] Nicholson, Kur’ân
hitabı gibi 'yapsınlar' şeklinde bir ifade kullanmış, Kur’ân ayetlerini
Ebu Said’in sözleriymiş gibi ifade etmiştir. Ebu Said’ 'yapmalı’ diye
kendine özgü sözlerini bitirmiş, karşılarına da dayandırdığı
ayeti vermiştir.[122] Nicholson, Ebu
Said’in bir tekke lideri olarak derleyip yazdırdığı ve müridlerinin büyük bir
dikkatle uymaları gereken on kuralın, Nicholson’ın o zamana kadar karşısına
çıkan en eski (‘regula ad monachos’, Latince: rahipler için kural) Muhammedi
öğretiler olduğunu belirtmiştir.[123] O, Ebu Said’in bir tarikat
kurmamış olmasına rağmen, tekke sisteminin organizasyonuna da imza attığı ve
model oluşturduğu fikrindedir.[124] Nicholson’ın, Ebu Said’in
tekke sisteminin, manastır sistemine benzediğini vurgulamaya çalıştığını[125] söyleyebiliriz. Görüldüğü
gibi Ebu Said’in tasavvuf anlayışı tamamen Kur’ân ışığının
rehberliğindedir. Onun Şeriat’a bağlı olduğuna delil niteliğinde bir görünüş
sergilenmektedir.
Nicholson, Ebu Said’in lüks hayat tarzını
ve ehliyetsiz uygulamalarını eleştirmiştir; katı din adamlarının onun hemen her
gün düzenlediği bu coşkun, taşkın ve aşırı yemeli-içmeli ritüellerine
verdikleri sert tepkileri şaşırtıcı bulmamıştır.[126]
O, Ebu Said’in israfı ile ilgili anlatılan ‘öd ağacı’ menkıbesine yer
vermiştir: Ebu Said, Hasan Müeddib’den getirdiği bin dinarla ziyafet sofrası
hazırlamasını, bir demet öd ağacının (tütsü) hepsinin mangala konmasını, gündüz
olmasına rağmen birçok mumun yakılmasını istemiştir ve bu kadar israfın doğru
olmadığı konusunda zabıta tarafından uyarılmıştır.[127]
Nicholson, israf konusunda bu menkıbe’ye atfen, dip notta Kur’ân” da,
En’âm, 6/142 ve A’raf, 7/31 ayetlerinde israfın yasak olduğuna dikkat
çekmiştir. Allah, “Ey Ademoğulları! Her mescid huzurunda zinetinizi tutunuz
ve yeyin-için de israf etmeyin; çünkü O müsrifleri sevmez!” (A’raf, 7/31);[128] “...Allah’ın size merzuk
kıldığı nimetlerden yeyin, fakat Şeytan’ın adımlarına uymayın; çünkü o, sizin
için açık bir düşmandır.” (En’âm, 6/142) [129] buyurmuştur.
Nicholson, Ebu Said’in ve müridleriyle beraber tekkede
sürdürdüğü bu yaşam tarzını liberal bulmuş, bu tarz bir yaşamı sürdürebilmek
için çok paraya ihtiyaç olduğuna değinmiştir. Bu paraların tekkeye devredilen
mal-mülklerden, zenginlerden ve halk tarafından yapılan bağışlardan gelmekte
olduğunu, bu para toplama işini de bu konuda uzmanlaşmış Hasan Müeddib
tarafından yapıldığını açıklamıştır.[130]
Nicholson’ın, Ebu Said’in olgunluk döneminde düzenlediği bu coşkulu
meclislerinin masraflı olmasının İslâm dinine uymadığı fikrini benimsemiş ve
Ebu Said’in bu meclislerini dinin dışında bir rituel olarak değerlendirmiş
olduğunu gözlemledik. Hz. Süleyman’ın saltanına bakarak değerlendirirsek, Hz.
Süleyman’ın kendisinden başka kimseye bu saltanatın benzerinin verilmemesini
istemesini herkesin kendine göre algılaması gibi, Ebu Said’in bu tarz yaşamını
herkes kendince yorumlayabilir. Ebu Said’in israf ve debdebeyi yeren görüşleri
de vardır ve kendisinin aşırı yemeye içmeye, lükse düşkün olduğuna dair bir
menkıbeye rastlayamadık. Aksine dünya sevgisini yeren ifadeler kullanmıştır.
Ebu Said’in müridlerinden birisi ona hediye olarak Irak’dan güzel ve değerli
elbiseler getirmiş, övgü beklerken, Ebu Said, elbiselerin yırtılmasını ve her
bir parçasının dikene asılmasını istemiştir; bu davranışıyla dünyanın yanında
bir değeri olmadığını, üzülen müridinin kuruntusunun da dünyaperestlikten ileri
geldiğini göstermek istemiştir.[131] Yine başka bir menkıbesinde
“Sen kimsin? Nasıl bir insansın?” sorusuna, “Benim ne keseye bağlılığım var, ne
de Allah’ın yarattıklarıyla kavgam var.” diye cevap vermiştir.[132] Ebu Said’in sıklıkla ziyafet
sofraları düzenlemesinden, tütsüler için paralar saçmasından, diğer insanları
etkilemek ve onları zikir meclisine çekmek gayesi ile yaptırdığı düşüncesine
varılabilir, çünkü mal, mülk, saltanat ve debdebeye karşı görüşleri çoktur ve
olgunluk dönemine kadar son derece fakirane bir yaşam sürmüş, yama üstüne
yamalı elbiseler giymiş, aç-susuz dağlarda çöllerde dolaşmış olduğunu hayatını
işlerken belirtmiştik. Onun “Hakk için yaptığın hiçbir şey israf olmaz, ama
nefs için harcadığın beş kuruş bile israftır.”[133]
sözü ve şu dörtlüğü bu konuda son sözü söyler niteliktedir:
“İnsanların işi, daha çok mal edinme, daha çok önde olma
Rahat ve güven dervişliktedir oysa,
Bu dünyada birini tercih et, yeter o sana,
Eğer aklın ve bilgin varsa.”317
İbn Münevver’in belirttiğine göre, Ebu Said, Hz.
Süleyman’ın saltanatına değinirek, onun, bir eşi daha bulunmayan mülkünün
afetlerini görüp, mal, mülk ve saltanatın, Allah’tan uzaklaştırma araçları
olduğunu, bu yüzden kimseye verilmesini istemediği, şeklinde açıklamıştır.318
Yine başka bir yerde Ebu Said, emrinde rüzgar bulunan Hz. Süleyman’ın mülk
istediğinden dolayı kırk sene dünya semasında tutulacağını, bütün
peygamberlerden kırk sene sonra cennete girebileceğini ileri sürmüştür.319
Ebu Said, mala-mülke, ihtişama, debdebeye önem veren birisi ise ‘Neden böyle
bir örneği versin?’ sorusunu akla getirmektedir. O, gönlünden tamamen dünya
sevgisini çıkarmış ama zahirde halkın isteklerine ve beklentilerine göre
hareket etmiş bir sufi profiline daha uygun görünmektedir. Onun böyle
davranması olumlu ya da olumsuz ilgi toplamış, merak edilmesini sağlamış, pek
çok insanın bir araya toplamasına ve onlara hitab edebilme şansını yakalamasına
vesile olmuştur.
İbn Münevver’in verdiği Ebu Said’in şu sözleri, onun
tasavvuf anlayışını özetler niteliktedir: Ebu Said, bir konuşması sırasında,
çok namaz kılanların ve çok zikir yapanların, Allah katında birikmiş
sevaplarının hesabını yaptıklarını, böyle yapmaları yerine Allah’ın onlara
verdiği nimetlerin hesabını yapmış olmalarının onları huzura erdireceğini
söylemiştir. O, Hz. Peygamber’in: “Ölülerle oturmaktan sakının.”
buyurduğunu aktarmıştır; ölüler kimlerdir sorusuna Hz. Peygamber’in: “Nan u
nimet içinde doğan yetişen dünyacılar.” diye cevap veren Allah Rasûlu sonra
Muaz’a: “Ey Muaz! Refah içinde yüzmekten sakın, çünkü Allah ’ın özel kulları
refah içinde yüzmezler.” Hadisler’ini anlatmıştır.320
Ebu Said’in tasavvuf anlayışında insana hizmet önemlidir,
gerçek bir sufi herkese şefkat gösteren ve herkesin yükünü çekendir. Ona göre,
bir kimsenin başkalarını kendisinden daha iyi görmesinin, ibadetten daha iyi
olduğu belirtilmiştir. O, yoksullara, çaresizlere, kimsesizlere, borçlu
olanlara ve hatta müzisyen olup yaşlanıp düşenlere, kendini içkiye verenlere,
viranelerde yaşayanlara, yani her türlü düşmüşlere ayrım yapmadan yardım
etmiştir. Ebu Said, bütün insanlara aynı görerek gayri müslümlere de hoşgörü
göstermiş ve elinden geleni onlar için yapmıştır. Ebu Said’in, Kur’ân
okurken azap ayetlerini atlayıp, rahmet ayetlerini okuduğu, daha çok müjdeci ve
merhamet ile ilgili sözler sarfettiği söylenmiştir.[134]
Hatta o, Nişabur’da yanındakilerin isteğini kıramayarak bir Pazar günü
kilisedeki ayini görmek için kiliseye girmiştir; Hıristiyanlar ona saygı
göstermiş ve Kur’ân’dan birkaç ayet okunması için izin istemişlerdir ve
onun izniyle hafızlar Kur’ân okumuş ve Hıristiyanları mest etmişlerdir.[135] Onun engin hoşgörüsüne dair
hikayeler çoktur. Bir gün Ebu Said, Nişabur’da bir mezarlığı ziyarete gitmiş ve
Meşayıhın mezarların yakınında içki içip eğlenen bir grup görmüştür. Yanındaki
sufiler bu duruma çok öfkelenmişler ama o, grubun yanına yaklaşmış ve: “Mevlâ,
bu dünyada gönlünüz nasıl hoş ise, öbür dünyada da aynı şekilde gönlünüzün şen
olmasını ister.” demiştir; bu sözlerden etkilenen gruptakiler, içkileri döküp,
sazları kırıp, tevbe etmişlerdir.[136]
Yine bir olay onun insan sevgisini ve hoşgörüsünü anlatmaktadır. Ebu Said,
Nişabur’da atına binmiş bir grup dervişle çarşıya geldiğinde, önüne sarhoş,
makyajlı, yüzü açık bir çalgıcı kadın atlamıştır. Çevredekiler kadına kızıp,
uzaklaştırmak istemişlerdir, ama Ebu Said, ellerini kadından çekmelerini
istemiş ve hor görmeden kadınla ilgilenmiştir; onun bu davranışından etkilenen
kadının verdiği zeynet eşyalarıyla halka ziyafet çekilmiştir, ama kendisi ve
müridleri yememiştir ve bu olay kadının mümine olmasına vesile olmuştur.[137] Ebu Said’in bu engin
hoşgörüsünün anlatıldığı menkıbenin benzerini, Mevlâna’ya atfedilen
menkıbelerde de çok rastlanan bir durumdur.
Nicholson, Ebu Said’i bir veli, masalsı bir derviş ve
özellikle bir tekke lideri olarak görmeyi tercih etmiştir. Onun tasavvufi
konularda, en çok önem verdiği kurallardan birisinin, başkalarına yardım
olduğunu ifade etmiştir.[138] O, Ebu Said’in
yardımseverliğinin bütün yaratılmışları kucaklamasına rağmen, onun sufiler ve
diğer halk arasında net bir ayrım yaptığını ifade etmiş ve sufilerin kan
bağından
ziyade, Allah’ın seçimiyle manevi bir bağla bağlandıklarını
söyleyerek, bu fikrini destekleyen onun sözlerine, Esrâru’t-Tevhîdde
anlatıldığı gibi yer vermiştir;[139] kısaca şöyledir:
Ebu Said, Allah’ın bedenleri yaratmadan kırkbin yıl önce ruhları yarattığını,
üzerlerine nur saçtığını, her ruhun da burada aldığı nasip kadar lutuflandığını
anlatmıştır. Bu dünyada birbirlerini sevenlerin orada da birbirlerini
sevdiklerini, bunların Hakk için birbirlerini sevdiklerini ve ‘evliyaullah’
dendiklerini söylemiştir.[140] Ebu Said bu konuyu, “Bu yolda
bizimle aynı fikirde olan akrabamızdır, ondan bize gelinceye kadar merhaleler
olsa da; kim bizimle hemfikir değilse en yakın akrabamız da olsa bizim hiçbir
şeyimiz değildir.”[141] cümleleriyle ifade
etmiştir.
Nicholson, Müslüman bir veli olarak Ebu Said'in bu
açıklamasının, pek çok Hıristiyana göre iki kat çelişkili görünebileceğini ve
Müslüman veli kavramının, zühd üzerine kurulduğunu söylemiştir.[142] O, Muhammedi velinin isminin,
‘vecd’ halinde bulunma ve kuvvetli bir ilham gelmesi ile savunulabileceğini ve
Ebu Said’in, “Cübbemin altında Allah’tan başka hiçbir şey yok!” haykırmasının
merak edilebileceğine değinmiştir. Böylesi bir vahiy alınmasının, -MacDonald’a
gönderme yaparak- dindar müslüman yaşamına, Hıristiyan teslisinden çok
panteizmin yol gösterdiğini ifade etmiştir.[143]
Ebu Said’in müslüman sayılıp sayılmayacağı hususunda tereddüt geçirmiştir.
Bayezid Bestami ile ünlenmiş bu sözü[144]
Ebu Said’in de söylemiş olduğunu[145] görüyoruz.
Nicholson, Ebu Said’in zikir ve sema meclislerindeki
ziyafet sofralarına bakarak, onu lüks bir yaşama düşkün gibi algılayıp, Kur’ân’a
ters düştüğünü söylediği gibi, onun Namaz ve Hacc gibi İslâm’ın beş şartını
yerine getirmediğini de düşünmüştür. Nicholson, Esrâru’t-Tevhîdden
aldığı bir menkıbede onun namaza bakış açısına yer vermiştir: Ebu Said, Kain’de
iken, Muhammed Kaini diye
büyük bir zat ile beraber ziyaretlere gitmişlerdir. Yine
böyle bir mecliste, birlikte sema ederlerken, ezan okunmuştur ve İmam
Muhammed’in herkesi uyarıp namaza çağırması üzerine Ebu Said, zaten namazda
olduklarını söyleyip semaya devam etmiştir.[146]
Nicholson, Ebu Said’in bu davranış biçimine, en cesur Muhammedi Mistiklerin
bile çekinebileceğini söylemiş, onun gibi, içsel olarak aydınlanmış ve evrensel
bulduğu sufi fikirlerin, Şeriat’ın üzerine çıktığını ileri sürmüştür.[147]
Namaz konusunda Mevlâna’nın da benzer yaklaşımlar segileyen
şu sözleri dikkat çekicidir. “Hak erleri için namaz kılmak da, semâ’ etmek de
onların gizlice Allah’ın emirlerine uymak ve nehiylerine uymamanın bir
misalidir. Semâ’da muganni, namazda imam gibidir. Eğer muganni ağır söylerse
semâ’da ağır, hafif söylerse hafif olur....”[148]
O başka bir rubaisinde de şöyle demektedir:
“semâ’ ki, göklere giden bir kapıdır, yoldur!
semâ’ ki, can kuşuna baştır, kanattır, koldur!
ama senin huzurunda semâ’ bir başka olur;
Peygamber’in ardında kılınan, namaz gibi!”[149]
Nicholson, Ebu Said’in Hacc konusundaki tutumuna da bu
şekilde yaklaşmıştır. O, bu konuda Esrâru’t-Tevhîdden aldığı bir
menkıbeye yer vermiştir: Ebu Said’e, diğer pirlerin çile çekerek
zayıfladıklarını, ama kendisinin ensesinin yakasına sığmadığı ve Hacı
olmadığının nedenleri sorulması üzerine o, “Benim yedi kat yere ve göğe
sığmayan ensem Allah’ın bana olan ihsanı ile sığıyor; Kâbe’yi ziyaret için onca
yolu yaya olarak katetmek önemli değil, er odur ki, Kâbe her gün oturduğu yere
gelir ve başının üstünde tavaf yapar.” diyerek cevap vermiş ve oradakilere
göstermiştir.[150] Nicholson, her müslümanın hiç
olmazsa ömründe bir kez ziyaret edilmesi gereken Hacc’a, Ebu Said’in hiç
gitmediğine değinerek, onun, sufinin hacılığının kendi içinde yer aldığına dair
sözlerini zikretmiştir.[151] Yine Hacc konusunda da Ebu
Said ve Mevlâna’nın sözlerinin paralellik arzettiğini görebiliriz:
“A Hacc’a giden topluluk, neredesiniz, neredesiniz?
Sevgili buracıkta; geliniz
geliniz.......................
Suretsiz Sevgilinin yüzünü bir görürseniz ev sahibi de
sizsiniz, ev de sizsiniz, Kabe’de siz.”[152]
Nicholson’a göre Ebu Said, aynı zamanda doğa üstü
yetenekleri olan, büyük bir sufi öğretmen ve vaizdir. Onun doktrininin nadiren
orijinal olduğunu, kendisinden önceki görüşleri harmanlayarak yeni bir biçimde
ortaya koyduğunu ileri sürmüştür. Ebu Said’in tasavvuf yolunu, kendinden önceki
selefleri Bayezid Bestami ve Ebu’l-Hasan Harakâni ile aynı olduğunu ve onların
benimsediği gibi, panteist, şiirsel, skolastisizm karşıtı, ahlak kurallarına
karşı fikirlerin önde gelen savunucusu olarak tasvir etmiştir. “In the historical development he
stands out as a leading exponent of the pantheistic, poetical, anti-scholastic,
and antinomian ideas which had been already broached by his predecessor,
Bâyazid of Bistâm, and Abu ’l-Hasan Kharaqâni.” Nicholson, Bayezid Bestami ve
Harakâni gibi Ebu Said’in de, İran milliyetçiliğinin beşiği dediği Horasan’da
doğup, yaşamını orada sürdürmüş olmasını göz önünde bulundurarak, onun da onlar
gibi İran karekterini taşımasını normal bulmuş, İran din felsefesini en güçlü
şekilde Ebu Said’in yansıttığını söylemiştir.[153]
O, Ebu Said gibi Hallac’ın, Bayezid Bestami’nin, Abdülkerim el- Cili’nin
şatahlı, sembollu aşkın en uç halini anlatan sözlerini, dizelerini, panteizm
gibi değerlendirmiştir. Nicholson’ın, Ebu Said’in zahiri davranış ve
söylemlerinden onu, çoğu insan gibi yanlış değerlendirdiğini söyleyebiliriz.
Nicholson, anlatılan bir menkıbede, Ebu Said’in Levh-i
Mahfuz’un çok geniş olduğunu, bir Arap atının bir ucundan öbür ucuna dört bin
senede varamayacağını, şimdiye kadar olmuş, kıyamete kadar olacak bilgilerin
hepsinin orada olduğunu söylemesine dikkat çekmiştir. O, dipnotta Muhammediler’in
Kıyamet’e kadar olacak herşeyin Tanrı katında bir Tablet’te bulunduğuna
inandıklarını[154] söylerken, biz,
Hıristiyanlık’ta böyle bir inanış yokmuş gibi bir ifade algıladık.
Ebu Said, kendisinden sonra gelen Senai, Attar, Camii gibi
sufileri de etkilemiştir. Hatta yakalaşık iki asır önce yaşamış olan Ebu Said
Ebu'l-Hayr ile Mevlâna'nın tasavvuf anlayışlarının oldukça yakın olduğunu
görüyoruz.
Mevlâna’nın Feridüddin Attar’dan, Attar’ın Ebu Said’den
etkilendiği düşünülürse böylesi ortak noktalarının olması şaşılacak bir durum
değildir.
Feridüddin Attar, Tezkiretü’l-Evliya’ da Ebu Said ve
onun şeyhi Harakâni’nin hayatına ve menkıbelerine geniş yer verdiği gibi, Mantık
al-Tayr'da da yer vermiştir. Feridüddin Attar, Tezkiretü’lEvliyamda
Ebu Said yerine Şeyh Mihne adını kullanmıştır; onun kocakarı,[155] sarhoş,[156]
köylü hikayelerine, [157] Esrâru't-Tevhîd de
geçen Lokman-ı Serahsi’yi,[158] Hz. Süleyman’ın saltanatını
ve Sultan Mahmud’u anlatan menkıbelere geniş yer vermiştir.
Esrâru’t-Tevhîdde anlatılanlara
göre, Ebu Said’in çok zorlu bir ‘seyr u sülûk’ dönemi geçirmiş ve hemen bütün
tasavvufi halleri yaşamış olduğu sonucunu çıkarabiliriz. Ebu Said’in tasavvufi
halleri Esrâru’t-Tevhîd de anlatılan menkıbelerin içinde harmanlanmış
olarak verilmiştir; bu nedenle tasavvufi kavramları detaylı bir biçimde
ayrıştırmamız güç olduğundan, üzerinde çok durulan ve Ebu Said ile özdeşleşmiş
gibi olanları ele aldık. Nicholson, menkıbelerin bir kısmını verirken bir
kısmında bu kavramları ele almıştır. Bazı menkıbeleri olduğu gibi vermiş fakat,
hiç yorum yapmamıştır.
Nicholson’ın Esrâru’t-Tevhîdi incelerken en çok
üzerinde durduğu konuların başında ‘zühd’ gelmektedir. Nicholson,
halvet-uzlet-çileyi, riyazet ve mücahedeyi de zühdi hareketlerin içinde ele
almıştır.
Zühd, lugatta, her türlü zevke karşı koyarak kendini
ibadete verme, olarak anlamlandırılmıştır.[159]
Zühd tasavvufta, dünyaya karşı koymak olarak da ifade edilmektedir. Masivadan
yüz çevirip Allah’a yönelmektir. Zühd, gerçekleştirilmesi amaçlanan ruhi
olgunluğa götüren yalnızca bir araçtır, amaç değildir.347
Zühd konusunda Kur’ân’n pek çok ayetinde
bahsedilmiştir. Allah, “..Her şeyden kesilerek tam anlamıyla Allah ’a
yönel.” (Müzemmil, 73/8)[160] buyurmuştur. Yine Allah, “..Dünya
alçak hayat aldatıcı bir metadan başka bir şey değil! ” (Âlu İmrân, 3/185)[161] buyurmuştur.
Bu konuda Hz. Peygamber’in de sözleri vardır, “Altına,
gümüşe, kumaşa, abaya kul olanlar helak oldu. Böyleleri kendilerine birşey
verilince razı olurlar, verilmeyince kızarlar.”,[162]
“Dünyaya rağbet gösterme, Allah seni sevsin, insanların elinde bulunanlara
göz dikme ki onlar da seni sevsin.”[163] buyururlar. Hz.
Peygamber’in başında olduğu İslâm devletinin sınırları, Aden’den Suriye’ye
kadar genişlemesine rağmen onun son derece sade bir hayatı olmuştur.[164] Hz. Peygamber, vefat ettiği
zaman, geriye altın, gümüş gibi maddi değeri olan bir şey bırakmamıştır.
Yalnızca bindiği katırı, silahı ve yolculara vakfettiği bir arazisi kalmıştır.
O, zahidane yaşama en güzel örnektir.[165]
Bu konuda sufilerden
Süfyan Servi: “Dünyaya karşı zahid olmak, kanaat sahibi olmak demektir. Kuru
ekmek yemek, aba giymek zühd değildir.” diye ifade 354 etmiştir.[166]
Seri Sakati: “Hâk Tealâ, evliyayı dünyadan soyup çıkardı,
(asfiyayı) saf insanları dünyadan korudu, aşıkların gönlünden dünyayı tamamen
çıkardı, çünkü dünyanın bunlara bulaşmasına razı olmadı.” diye söylemiştir.[167]
Zühd konusunda Bayezid Bestami de şöyle demiştir: “Kim
dünyada ‘zühd’ üzre bulunursa, kalbinde o nisbette uyanıklık meydana getirmiş
olur.”[168]
Yahya b. Muaz Razi, “Kim, kader
anahtarları olmadan (İlahi tayin ve taksime tabi olmadan) maişet kapısını açmak
isterse, mahlukat ile başbaşa bırakılır.” 357
demiştir.[169]
Mevlâna’nın Mesnevi" sinde de dünya sevgisi ile
ilgili beyitler çoktur:
“Seni dünya yönetir, gönlüne dünya sevgisi, mal, mülk
sevdası kor da ahiretteki sonsuz gıdayı sana kolay gösterir.” (beyit: 4066)[170]
“Kamil insanın ayağının tozunu gözüne sürme et de, şu
edepsizin, yani dünya sevgisinin başına vur, defet gitsin.” (beyit: 3 3 73)[171]
Nicholson’a göre tasavvufun kökenleri İslâm’ın ilk
asrındaki güçlü ve yaygın olan zühd hareketinde aranmalıdır. Her ne kadar erken
dönem tasavvufunun teşekkülünde Hıristiyanlık bir etkinin de bulunduğunu
vurgulasa da, Davud Tai, İbrahim b. Ethem, Şakik-i Belhi (v. 164/780) ve Fudayl
b. lyaz (v. 187/802) gibi ilk dönem sufilerinde görülen zühdî yaşam, tepki
hareketi olarak ortaya çıkan II. zühdî harekettir. Bu zühdî harekette aşk ve
sevgiden çok, korku ve hüzün hakimdir. Tasavvufa hazırlayan ve öncü hareket
olarak kabul edebileceğimiz bu zühdi hareketin, ne Hıristiyanlık’tan[172] etkilendiği, ne de başka
yabancı kaynaktan etkilendiği söylenemez. Zühdün kaynağı İslâm’dır ve ilk
zahidlerin asılları Arap’tır, ancak ‘ari ırk’, o dönemde pek etkili değildir. [173] Ona göre, ilk sufiler mistik
sayılmazlar ve onların yaşamlarında takva ve zühd hakimdir; VIII. yüzyılda
İslâm’da dinin ana kaynağı korkudur; Allah korkusu, cehennem korkusu, ölüm
korkusu, günah ve ceza korkusu, ahiret korkusu hakimdir. Yalnızca Rabia’da
Allah sevgisinin var olduğu söylenmiştir.[174]
Nicholson, zühd hareketinin, Hıristiyanlık’tan ilham
aldığını ve İslâm’ın dünyevi zevklere dönük ruhuyla ve uygulamalarıyla zıtlık
oluşturduğunu;[175] zühd ve takva eğilimlerin
Hıristiyan fikirlerle uyumlu olduklarını, zühdün bu teorilerden beslendiğini
iddia etmiştir. Nicholson, Hz. İsa’ya atfedilen sözlerin, eski sufi eserlerinde
de nakledilmiş olduğunu ve buna neden olarak da gezici rahipler yoluyla
zahitlerin eğitildiklerini düşünmesi onu böyle bir kanıya ulaştırmıştır. Sukut
orucu, zikr, zühdi diğer tavırların Hıristiyan kaynaklı olduğuna ısrarla vurgu
yapmıştır.[176] O, IX. yüzyılda zühdün
başladığını, ancak bir otoriteye bağlı bir sisteminin olmadığını, bireysel
olarak yaşandığını belirtir. O, ilk dönem sufilerden Hasan Basri, Habib A’cemi
(v. 115/733) ve Davud Tai’nin mistikten ziyade zahid ve takva ehli olduklarını
ifade etmiştir. Ebu Said’den önceki, Cüneyd Bağdadi gibi büyük mutasavvıfların,
okullar kurduklarını söylemiştir. Daha sonraki süreçte, tasavvufun, büyük bir
organizasyonla Hıristiyan keşişliğine doğru yön değiştirdiğini ifade etmiştir.
“...while at a later period
Sufism branched off into great organisations comparable to the Cristian
monastic order.” Nicholson bu açıklamadan sonra Ebu Said’in ruhsal
ilerlemesinden sonra Mihene’ye dönüp, yedi yıl çöllerde ve tenhada geçirdiği halvet
hayatına değinerek, onun geçirdiği o süreci Esrâru’t- Tevhîd de
antıldığı şekliyle vermiştir.[177] Nicholson, Ebu Said’in zühd
esasları üzerindeki terimlerini maddeler halinde vermeyi uygun görmüştür. Onun
tespitlerine göre, Ebu Said zühd uygulaması esnasında şunları yapmıştır:
1-
Her namaz için şevkle
gusul abdesti almış,
2-
Devamlı hücresinin kapı
ve duvarlarını yıkamış,
3-
Hücresinin kapı ve
duvarlarına asla yaslanmamış,
4-
Daima tek bir gömlek
giymiş, yırtıldıkça yama yapmış, yamaların çokluğundan dolayı elbisesi 20
okkaya kadar ulaşmış,
5-
Zorlanmadıkça kimseyle
konuşmamış, tartışmamış,
6-
Gün boyu birşey yememiş,
küçük bir ekmek parçayla orucunu açmış,
7-
Gece ve gündüz uyumamış,
hücresinin duvarlarında kendi boyu ve eni sığacak kadar bir yer açmış (savmanın
duvarları kalın olsa gerek) ve kapı yapmış, zikirle meşgul olurken
konsantrasyonu bozulmasın diye kulaklarını pamukla kapatmış, Allah Tealâ’dan
başka hiçbir şeyin gönlünden geçmemesi için sırrını kontrol etmiştir.[178]
Tasavvufta gerekli olan bu zorlu zühdi yolculuk, önce
zahiri ilimleri çok iyi öğrenmekle başlar, riyazet, mücahede ve halvetle
pişinceye kadar devam eder; bu eğitim şekli, tasavvufta Seyr u Süluk’tür. Seyr
u Süluğünü başarıyla tamamlayan derviş tüm varlığıyla insanlığa hizmet eder.[179] Gerçekten Ebu Said, kırk yaşına
kadar çok çetin bir zühdi yaşam süreci geçirmiştir. O, riyazet, çile ve uzlet
hayatını Allah rızasını kazanıncaya kadar sürdürmüştür. Kalemleri, hokkaları
kırıp, kitapları gömdükten sonra divane bir yaşamla, ölmeden önce ölmeyi
seçmiştir. Nicholson, sufilerin bu zühdi yaşamı ile Hıristiyan keşişleri
arasında benzerlik kurmuştur. Keşişler, münzevi bir hayat sürerler ve yalnız
kendileri için çabalarlar, halktan uzak, tecritte gibidirler. Nefislerini
körelterek Allah’a yaklaşmak isterler. Ebu Said’in hayatına baktığımız zaman
hayattan kopmadan kendi içsel ilerlemesini gerçekleştirmiş, sonra tamamen
halkın arasına karışmış ve hizmet halinde görürüz. Öyle ki, diğer büyük sufler
gibi, o da siyasete bile yön vermiş, sultanların danışmanı olmuştur.
Nicholson, tasavvuftaki takva ve zühd hareketlerinin
Hıristiyanlık ile paralel olduğunu düşünmüştür; ona göre, sufi kaynaklar, Incil
den ve Hz İsa’dan sözler nakletmişler ve bu kaynaklarda Hıristiyan rahipler,
sufilere öğüt vericidirler. İlâhi aşk doktirini, sessizlik orucu, zühdi yaşam,
zikir, Hıristiyan kaynaklardan alınmış olduğu vurgulanmaya çalışılmıştır. O,
sufilerin de Hıristiyan ruhbanlar gibi, bir lokma bir hırka misali dünya
zevklerinden uzak kalarak zühdi bir yaşam tarzını benimsediklerini iddia
etmiştir ki, bu yaşam tarzını müslüman sufilerin Hıristiyanlıktan aldıkları
iddialarını isbat etmek isteği farkedilebilir. Müslümanlıkta ruhbanlık yoktur,
fakat, sanki tasavvufu ve özellikle onun zühdî yaşam tarzını, İslâm dinindeki
Hıristiyanlıktan beslenen bir kolu gibi algılamış ve bu düşüncesini yer yer
isbata çalışmıştır. Bu düşüncesinin önemli bir nedeni, Hıristiyanlıktan farklı
olarak, Hz. Muhammed’in ümmetine hayatın içinde kalmalarını, inzivaya
çekilmemelerini, dünya nimetlerinden ölçülü yararlanmalarını önerdiğini,
ruhbanlık yerine cihadı tavsiye ettiğini, ayrıca Hz. Peygamberin kendisinin
evlilik yapıp bu hususta ümmetini de teşvik etmesini delil olarak görmüştür.
Genelde Hıristiyan din adamları evlenmez, tamamen dünyaya sırt çevirirler.
Onlar, ömrünü tamamen Allah’a adamak adına nefse işkence edecek kadar ileri
seviyelere gidebilir. İslâm her şeyde itidalli olma yolunu ve dengeyi teşvik
eder. Sufilerin nefis mücadelesinde, nefsin aşırı isteklerini dizginleyip
kontrol altında tutmak önemlidir.
Tasavvufta nefis tezkiyesi yapılırken, Ebu
Said’de görüldüğü gibi, geçici bir süre eğitilmek ve başarıya ulaşılınca
sonlardırmak şeklindedir ve sufiler, dünyadan tamamen kopmadan, herşeyle ilgili
olarak yaşamlarını sürdürürler. Ebu Said’in şu sözleri bir sufi profilini en öz
biçimde açıklamaktadır: “Er odur ki, halkla birlikte oturup
kalkar, uyur, onlarla alışveriş yapar, haşır neşir olur, ama bir an bile
Hakk’tan gafil olmaz.”[180]
Aşk, sözlükte, ‘sevgi’ dir, aslı ‘ışk’ tır; ‘aşk-ı
cismani’, maddi aşk, cinsel arzulara dayanan sevgi; ‘aşk-ı deruni’, derinde,
içte olan aşk, içten gelen arzu, istek, olarak verilir.[181]
Nefsi galebe çalmak için en kestirme yol, aşk yoludur. Bununla birlikte ancak
yaşayanın ve tadanın onu bilebileceği, ama asla tarif edemeyeceği bir manevi
zevk ve haz halidir. Mutasavvuflar aşkı, mecazi ve hakiki olmak üzere ikiye
ayırırlar. Mecazi aşk, geçici suretlerden birini sevmektir; şehvetsiz olmak
kaydıyla, ilahi ve hakiki aşka götüren bir köprü olarak hoş karşılanmıştır.
Hakiki aşk, Mutlak Varlığı, yani Allah’ı sevmektir; Hakk’tan başka her şeyden
geçmektir.[182]
Muhabbet (aşk) konusunun Kur’ân’da dayandırıldığı
ayetlerden birisi şöyledir: Allah, “...Allah onları sever ve onlar Allah’ı
sever.” (Mâide, 5/54)[183] buyurmuştur. Yine
Allah, kendisini sevmenin yolunu “habibim” dediği Hz. Peygamber’e uymak ve O’na
tabi olmak koşuluna bağlamış ve buyurmuştur: “De ki: Allah’ı seviyorsanız
bana uyun ki Allah da sizi sevsin...” (Âlu İmrân, 3/31)[184]
Hz. Peygamber bu konuda, “Allah Tealâ’yı ve Resûlü’nü
her şeyden çok sevmeyenin imanı sağlam değildir.”[185]
ve “Kıyamette herkes sevdiği ile beraber olur. ”[186]
buyurmuştur.
Aşk hususunda sufiler önemle dururlar. Bunlardan Cüneyd
Bağdadi’ye (v. 297/909) aşk (muhabbet) konusu sorulunca, “Aşıkın kendi
sıfatlarını terketmesi ve yerine sevgilisinin sıfatlarının girmesidir.” [187] diye cevap vermiştir.
Ebu Bekir Şibli’de (v. 334/945) aşıklık hakkında şöyle
demiştir: “Aşık susunca, arif konuşunca mahv olur.” (Aşık daima sevgilisini
zikreder, arif sevgilisine ait müşahedeleri zikre kadir olmadığı için susar,
sadece onu temaşa eder.)[188]
İmam Gazali (v. 505/1111) aşk konusunda, Allah Tealâ’yı sevmek, makamların en
yükseğidir; belki bütün makamlardan maksadın, bu sevgi olduğudur, demiştir.[189] Yine o aşkı, “Bu sevgi öyle
zordur ki, bazıları Allah Tealâ sevilemez dediler.”[190]
ve “Aslında sevilmeye Allah Tealâ’dan başka layık olan yoktur. O’ndan başkasını
seven cahildir.”[191] sözleriyle ifade etmiştir.
Tasavvufta, aşk denince ilk akla gelen isimlerden
Mevlâna’ya göre aşıklar, Allah’tan başka ne varsa gönüllerinden çıkarırlar; ne
cennet vardır onların gönüllerinde, ne cehennem; hatta ne can vardır, ne beden
vardır. Yalnızca Hakk’ı dilemekten bıkmazlar.[192]
Yine ona göre aşıklar, hiçbir şeyi önemsemeden, Tanrı’ya doğru yol alırlar,
canla-gönülle giderler; binekleri de yoktur, azıkları da; güvenç, dayanç
adımına binmişlerdir; dünyalık hiçbir saltanat onları etkilemez.381
Mevlâna, Hakk aşıklarının en büyüğü olarak Hz. Peygamber’i göstermiştir ve
Muhammed Mustafa’nın (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Mirac’da, yedi kat göğün
görülmemiş şeylerini görmüş, ona arş ve kürsi arz edilmesine rağmen onun,
hiçbirine bakmamış ve “Gözü ne kaydı, ne haddini aştı.” (Necm/17)
ayetince, gözünü Tanrı’nın Cemâl’inden ayırmamış olduğundan bahsetmiştir.382
Aynı hükmü Ebu Said’e atfedilen bir menkıbede de görmekteyiz: İmran adındaki
hizmetkarın Hakk’ı samimi bir şekilde talep ederken karşılaştığı probleme cevap
olarak söylediği sözler şöyledir: “ Ey derviş, manevi hallerin hepsi aynı
nitelikte değildir. Sen ya O’nu talep edersin veya O’ndan talepte bulunursun. 120
000 den fazla peygamber O’ndan talepte bulunmuştur. Hz. Muhammed dünyaya
gelmeden önce hiçkimse O’nu talep etmemiştir; O’nun ilk talibi Muhammed (s. a.
v. ) olmuştur. Allah Tealâ, ona bu hususta teşekkür için, “Onun gözü ne kaydı, ne de şaştı!” (Necm, 53/17)
buyurmuştur.”383 Bu görüşleri kısaca şu şekilde toparlamak
mümkündür: Allah’ın Hz. Peygamber’e “Habibim” diye hitap etmesi, onun en büyük
aşk eri olduğunu göstermektedir. Evliyaullahın da Hz. Peygamber’in temsilcileri
olduğu düşünülürse, tasavvufta böylesine şiddetli aşk halinin yaşanmasına
şaşırmamak gerekir.
İbn Münevver’in anlattığına göre, Ebu Said’in tasavvufi
yaşamında da aşk ve coşku en önemli yeri tutar. Bunu pek çok dizelerinde ifade
etmiştir:
“Toprağın altına girdiğimde beni çağırsan,
Sesine cevap veririm, kemiklerim çürümüşken.
Ey sevgili seni andığımda parçalanır,
Bu yüzden ciğerim yanar, sana olan hasretim artar.” demiş
arkasından aşkını ifade eden başka dizelere geçmiştir:
“Ölsem ve üzerimden geçse yıllar,
Sanma ki, kabrimin içinde aşk olmaz.
Koysan elini toprağa ve desen: ‘Kim var burada?’
Ses gelir sana: ‘Sevgilinin hali nice?’ ”[193]
Ebu Said, Tevhîd ehlinin aşık olduğu sevgilinin, temiz bir
‘sır’ olduğunu, bu sırrın hakikat olduğunu, Hakk’ın nazarıyla Hak için
olduğunu, temiz insanların bundan nasipleneceğini, bunun bedende emanet
olduğunu, kimde bu sır mevcutsa onun ‘hay’ olduğunu, kimde de yoksa onun
‘hayvan’ olduğunu söylemiştir.[194] O, “aşk nedir?” sorusuna,
‘Hakk’ın sevdiği kullarını avladığı bir av’ olarak açıklamıştır.[195] Bu ilmi (tasavvuf ilminin
derinliklerini) öğrenmenin yolunun ‘aşk’ olduğunu, dinin temenni ve tecelli ile
değil de, kalpte yerleşen şeyle yaşanabileceğini ve: “Ey yanmaktan ve
yakılmaktan habersiz! Aşk öğrenilmez, o, ilahi bir vergidir.” diyen dizelerle
ifade etmiştir.[196]
Bu konuda Esrâru ’t-Tevhîd de anlatılan bir
menkıbede, Ebu Said bir gün kan aldırmıştır; müridi Hasan Müeddib’e kanının
nasıl olduğunu sormuştur, o da: “Herkes kan aldırınca kan akar, sen kan
aldırınca içinden aşk fışkırıyor!”
beyitlerini söylemiştir.[197]
Ebu Said, o kadar aşkla yaşamıştır ki, mezar taşına şu dörtlüğün yazılmasını
istemiştir:
“Size yalvarıyorum, hatta, vasiyet ediyorum, dünyadan
ayrıldığımda,
“Bu aşka tutulmuştu.”, Yazın mezar taşıma
Oradan geçen garip bir arif, içi yanarak ah eder
Ve selam verir belki de bana.” [198]
“Mezarıma defsiz gelme kardeş! Hakk meclisinde gamlı olmak,
yakışık alır bir şey değil.” diyen ve ölüm gününü “Sevgili” ile buluşacağı
gece, “şeb-i arûz” yani "düğün gecesi" olarak değerlendiren Mevlâna
ile Ebu Said’in farklı olduğunu sanmıyoruz; Mevlâna’nın aşağıdaki dizelerine
bakmak yeterli olacak:
Ölüm günümde tabutum gitmeye
başladı mı,.....
Benim için ağlama, “yazık
yazık” deme;....
Kavuşup buluşmam o zamandır
benim........
Batmayı gördün ya, doğmayı da seyret;...[199]
Ebu Said Ebu'l-Hayr da ölüme tıpkı Hz. Mevlâna'nın şeb-i
arûz'u gibi yaklaşmış, naaşı mezara götürülürken şu dizelerin okunmasını
vasiyet etmiştir:
Dünyada
şundan daha hoş hangi iş var?
Dost
dosta gidiyor, yar yar'a.[200]
Nicholson, aşk konusunda kutsal Incil'deki en
kuvvetli emrin “Bütün kuvvet ve kudretinle Yaradan’ı sev.”, “Love thy Creator with all thy power
and might.” olduğunu ve ilahi aşka delil sayıldığını belirtmiştir.[201] Nicholson, tasavvufi
terimleri ele aldığı Mystics of İslam’da, aşk konusunda sufilerin
sembolik uslubu kullanmalarının, onların vakıf oldukları sırları saklamak için
olduğunu belirtmiştir. Bu ‘aşk’ konusundaki sembolizmin yalnızca tasavvufi
İslâm şiirine özgü olmadığını söylemiş, fakat ilahi aşkın bu zenginlikte hiçbir
yerde görülmediğini kabul etmiştir. Sufilerin ilahi aşk için kullandıkları
sembollerin Avrupalı eleştirmenler tarafından yanlış anlaşıldığını, onların
cezbe halini şaraptan biraz etkilenmiş, keyifle renklendirilmiş olarak
görülebileceğini vurgulamıştır.[202] O, tarafsız bakan birinin her
zümrede kötü ve riyakar kişilerin olabileceğini, sufilerin tamamının ele
alınması halinde, olumsuz ve yanlı hüküm vermenin haksızlık olduğunu ifade
etmiştir.[203]
Sufilerin bu derin aşk halinin neticesinde fenâ, cem ve
fenâ fillah halleri görülür. Bu durumda insan artık Allah’tan başka hiçbir şey
göremez olur; bu ilahi sarhoşluk içinde ağızlarından şathiyeler dökülebilir.
Nicholson, sufilerin fenâ derecesine ulaşmak için
geçmişteki her şeylerini bırakıp, mest olmuş bir şekilde her hücreleriyle
‘Allah’ kelimesi üzerine yoğunlaşmalarının gerekliliği üzerinde durmuştur ve
Ebu Said’in uzun ve ciddi Teoloji çalışması olduğundan onun manevi
ilerleyişinin kısmen bilinçli olduğu fikrindedir. O, Ebu Said’in pek çok kitab
okumasına, çok riyazet yapmasına rağmen keşfinin açılmaması üzerine, “...Bana
öyle bir şey bahşet ki, onunla seni bulayım ve bu gibi şeylere ihtiyacım
kalmasın.” ifadelerine yer vererek, sufilerin ‘fenâ ’ derecesini bulmak için
“Allah” ismini sürekli yinelemesinin uygulanan bir yöntem olduğunu
belirtmiştir. Kendinden geçme olarak değerlendirdiği ‘fenâya’ Pascal’ın “Tanrı
dışında dünya ve her şeyi unutmak (oubli du monde et de tout hormis Dieu)”[204] terimini örnek vermiştir.
Fenâ, lûgatta, yok olma, yokluk, geçip gitme; tasavvufta
maddi varlıktan sıyrılıp Hakk’a ulaşma olarak ifade edilmiştir.[205] Dünya tutkusu ve kötü huylar
fenâ bulunca fütüvvet ve doğruluk baki kalır. Kulun fiilini görmemesi diye
ifade edebileceğimiz bu halde, kul yerine Allah kaim olur.[206]
“Ben kulumu sevince, onun gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum ”[207] Hadis-i Kudsi’si gerçekleşir.
Kul Allah ile o kadar meşgul olur ki nihayet “benlik” şuurunun yerine Allah
geçer. Cem, fenâ halinin ilerisidir; herşeyi Allah’tan bilip, Allah’ı var
görme, halkı yok sayma halidir.[208]
‘Fenâ fillah’ halinin meydana gelmesinden meydana gelen ve
bir ilmi şuhudi olan Vahdet-i Vücud ilminin kaynağı Allah’tır.[209] Fenâ-fi-llah, lûgatta,
Allah’ın varlığı içinde yok olmak diye anlamlandırılmıştır.[210]
Vahdet-i Vücud’un ilk kıvılcımlarını “Sübhani” diyen Bayezid Bestami,
“Ene’l-Hakk” diyen Hallac, kendisini dışarı Allah’ın sanatını seyretmesi için
çağıran cariyeye, “Sen de içeri gel de Allah’a bak!” diyen Rabia
el-Adeviyye’nin atmış olduğunu söyleyebiliriz.[211]
Bu sufilerin ortak özellikleri, aşkın en taşkın halini yaşamalarıdır; kendinden
geçmiş, coşkulu bir haldeyken şatahlı söz söyleyen sufilerin içinde
bulundukları halleri anlaşılamamış, onların sarfettikleri sözlere göre
değerlendirilmişlerdir.
İtidallı bir yaklaşımla bu konuyu Ebu Said Harraz (v.
277/841), “Fenâ , dünyanın fani olduğunu bilmen, beka, ahiretin baki olduğunu
bilmen.” diye ifade etmiştir.[212] Feridüddin Attar bu konuda,
“Sen onda yok ol...olgunluk buluşma ancak budur! Sen onda yok ol... hulûl
dediğin budur işte. Yok olmayanın bahse girişmesi saçmadır, boş boğazlıktan
ibarettir. Birlikte yol al, ikilikten geç...”[213]
Mevlâna’nın da aşkı anlattığı dizelerde de, çoğu zaman fenâ fillah düşüncesini
görürüz: ‘İyice bil ki sen, O, olamazsın ama sen ortada olmayınca O’sun sen.’
diyerek, onun bu halini anlatan dizeler söylemiştir:
“Ay yüzlüm geldi mi, ben kim olabilirim ki, kim olabilirim
ki?
Zati ben kendimden geçtiğim zaman var olurum.
Ben de bir kâr, bir varlık görürsen, bil ki o kâr, o varlık
O’dur.”[214]
Şiddetli aşk, fenâ ve fenâ fillah hali konusunda Ebu Said
de bu görüşlere yakın görüşler serdetmiştir. O, “İkilik üzere hareket etmek ve
sen-O şeklindeki ikiliği sürdürmek şirktir. Öyleyse, sen nefsinden fani ol ve
aradan çık.”[215] sözleriyle “yok olmayı”
anlatmıştır. O, “Hem e ost.” “Her şey O’dur.” (kendisine atfedilir.), “Her şey
O’nunladır.”, “Her şey O’ndadır.” diyerek her şeyi Allah’dan bilinmesi
gerektiğini söylemiştir. Kul, hiçbir şey değildir artık.[216]
Sonra da bilgi gelir. Bu bilgiyi, Hakk kime ihsan ederse, o bilir. Bu bilgi,
insanın hiçbir şey olmadığı, hiçbir şey bilmediği bilgisidir. Ebu Said, bu
bilgiye delil olarak şu ayetleri vermiştir: Allah, “Bu Rabb’imin
öğrettiklerindendir.” (Yusuf 12/37), “Rahman Ku’rân’ı öğretti.'’”
(Rahman 55/1-2)[217] buyurmuştur. Ebu Said, bilgi
konusunu “Bilmiyorsun, bilmediğini de bilmiyorsun, bilmediğini bilmek de
istemiyorsun.”[218] sözleriyle ifade etmiştir.
Hiçkimsenin bir şey bilmediği düşüncesi Harakâni’de de görülmüştür, “Herkes,
hiçbir şey bilmediğini anlayıncaya kadar hep bildiğiyle övünür, durur. Nihayet
hiçbir şey bilmediğini anlayınca bilgisinden utanır ve işte o zaman marifet
kemale erer. Çünkü gerçek bilgi bilmediğini bilmektir.” [219]
demiştir. Attar, “Hiçbir şey bilmemize imkan yok..artık yum dudağını...”(beyit,
155)[220] demiştir. Bu bilgiyi
Sokrat’ın savunmasında da görebiliriz. O da özetle, “Tek bir şey var bildiğim,
o da hiçbir şey bilmediğim ve kimsenin hiçbir şey bilmediğidir.”[221] demiştir.
Esrâru’t-Tevhîdde Ebu Said’in fenâ halini anlatan
bir menkıbe de şöyledir: bir hücrede fenâ derecesine ulaşmak için tüm gücüyle
çabalarken, bir nur zuhur etmiş ve varlığının karanlığını yok etmiştir. Allah
Tealâ’nın, ne onun, ne de bunun, Ebu Said olmadığını kendisine gösterdiğini; “O
benim tevfikim, o benim lûtfumdur, bütün himaye, nazar ve inayet Biz’dendir.”
buyurduğunu söylemiştir.[222] O, çoğu dizesinde ilahi aşkı
ve Vahdet-i Vücud’u anlatır:
“Hep senin güzelliklerini görürüm gözümü açınca, Bütün bedenim
kalbe dönüşür sırrımı sana açınca. Başkalarıyla konuşmayı haram sayarım,
Sözü uzatır dururum, sözün bahis konusu olunca.” [223]
Beşeri sıfatlarından arınmış, nefsinden birşey kalmamış
olan Ebu Said için şeyhi Ebu’l-Hasan Harakâni şöyle demiştir: “Burada ne
beşeriyet var, ne de nefs! Burada herşey Hakk’tır.”[224]
Beşeri sıfatlarından küçük bir kırıntı dahi olmayan mürid, televvûn
(kararsızlık) haliden kurtulmuştur; maksadına ulaşmıştır ve her şeyin soyut bir
birliğe ulaşmış demek olduğu vurgulanmıştır. Bu durumda, meşayihten “Cübbemin
içindeki Allah’tan başkası değildir.”[225]
gibi şaşırtıcı sözler duyulabilmiştir. Bayezıd Bestami’ye atfedilen bu sözler, Esrâru’t-Tevhîd’de
Ebu Said’in sözü olarak verilmiştir. İbn Münevver’in aktardığına göre, Bayezid
Bestami gibi, Ebu Said de, bir gün mecliste sohbet ederken cezbelenmiş,
“Cübbede Allah’tan başkası yok!” demiş ve elini cübbesinin altına, göğsünün
üstüne koyup çıkarmıştır. Bu olaya Ebu’l-Kasım Kuşeyri, Üstat İsmail Sabuni ve
başkaca da şeyhlerin de şahit oldukları iddia edilmiştir.[226]
Böylesi durumlar, sufilerin daha öncekilerin etkisinde kaldığını, ya da aynı
eğitimi aldığını akla getirir, ki bu durum sık meydana gelmektedir.
Nicholson’ın yer vermediği, Vahdet-i Vücud ve hiçlik
konularında Esrâru’t- Tevhîd’de anlatılan bazı menkıbelere kısaca
bakalım: Ebu Said, uzun süre çöllerde, dağlarda Hakk’ı arayıp durduğunu, bazen
bulduğunu bazen bulamadığını; sonra kendini bile bulamadığını, çünkü tamamıyla
O’nda baki olduğunu, bu durumun ise O’nun sıfatı olduğunu, kendisinin zaten yok
olduğunu, O’nun hep olacağını kendisinin yine olmayacağını söylemiş ve artık
kendi benliğinden bir an bile söz edemez hale geldiğini, müşahede, tasavvuf ve
zühd gibi şeyleri iddia edemediğini ifade etmiştir ve “Bir kimse ki, hiçtir,
onun ismi de olmaz. Ona nasıl isim verilebilir? Bu mümkün değildir,
imkansızdır.”[227] sözlerini eklemiştir.
Ebu Said’in şu sözleri aşkı ve fenâyı anlatmaktadır: “Hüküm
vaktin, ferman gaybın.” demiş ve şu beyti söylemiştir:
“Siyah zülfün miskin kaynağı olmuş.
Araya araya aradığın şey
olmuşsun.”[228]
Ebu Said, “Nasıl oluyor da Hakk görülüyor da dervişi görmek
mümkün olmuyor?” sorusuna: “Hakk Teâlâ vardır ve var olan görülebilir. Derviş
yoktur, hiçtir, yok olan görülemez.”[229]
diye cevap vermiştir. O, buna benzer başka bir ifadesinde şöyle demiştir: “Halk
yoktur. Öyle birini sev ki, sen fani olunca, O, fani olmasın. O, baki olsun.
Böylece sen de hiç fani olmayan bir varlık kazanmış olursun.”[230]
Nicholson, Ebu Said’in ‘fenâ ’ (kendinden, nefsinden geçme)
doktrininde iki pozitif elementin rol oynadığını, bunların, kendi varlığının
olmadığını ve Allah’tan başka hiçbir şeyin var olmadığını farketmek olarak
açıklamıştır ve bunu da ‘Tevhîd’ diye tanımlamıştır. Nicholson, “Kendini
bilen Rabb’ini bilir.” Hadis’ini bu duruma işaret olarak göstermiştir.
Kendini bilenin ise, var olmadığını, ki bunu da ‘Adem’ olarak açıklamıştır.
Gerçek Varlığın (Vücûd), Allah olduğunun bilinmesi olarak belirtmiştir.[231] Tasavvufta, kendi nefsi
kalmayan insanın ruhu saflaşır, kalbi berraklaşıp parlar, o zaman Allah’ın Esma
ve Sıfatlarına ayna olma imkanına erişebilir. Bu durumu Attar’ın “Hak işinde
tam bir er olunca sen kalmazsın, Tanrı kalır vesselam!”[232]
sözleri özetlemiştir.
Sufilerin “fenâ ” halinde ‘hiç’likten bahsetmelerini,
günümüz alimlerinden S. Uludağ “Sufi nihilizmi” diye değerlendirmektedir.[233] Nihilizm, “hiççilik” olarak
bilinen, şüpheli temellere dayalı bir felsefe anlayışıdır. Nihilizm, yalnızca
bilimsel doğruları temel almış, bütün toplumsal bilimleri, insanın beden ve
ruhtan oluşmuş dualist yapısını reddetmiş, devlet, kilise, aile otoritesine
karşı çıkmış bir görüştür.[234] Buraya kadar
bahsettiğimiz sufilerin ilahi aşkı, fenâ hali, fenâ fillah derecesi ve Vahdet-i
Vücud görüşü, nihilizm ile benzerlik göstermese gerektir. Günümüz alimlerinden
H. Kamil Yılmaz ise, Ebu Said Ebu’l-Hayr’ı, Vahdet-i Vücud anlayışını yaymaya
çalışan tekke ve adabını ilk uygulayan kişi olarak değerlendirmiş,[235] İbnü’l-Farıd’ı, Mevlâna’yı,
Konevi’yi (v. 673/1274) ve Yunus
Emre’yi (v. 720/1320) Vahdet-i Vücud temsilcileri olarak
değerlendirmiştir.[236] İbn Arabi ve Abdülkerim
el-Cili’nin Vahdet-i Vücud temsilcisi olduğuna herkes hemfikirdir.
Bu konuyu Feridüddin Attar ile aynı düşünceyi paylaşan
Mevlâna’nın rubaisiyle ile bitirmek istiyoruz:
“Kul, kendisinden tamamıyla fani olmadıkça,
Birlik onda tahakkuk etmez.
Birlik hulûl değildir, senin yok olmandır.
Yoksa kuru lafla batıl, hak olmaz.” [237]
Lugatta mürşid, irşadeden, doğru yolu gösteren, kılavuz; tarikat
piri, şeyhi; gafletten uyandıran,[238]
anlamlarında ifade edilmiştir. Lugatta hırka-i sufiyye, tarikat erbabının,
girdikleri tarikatın özelliklerine göre törenle giydikleri hırka,[239] olarak ifade edilmiştir.
Tasavvuf, bir ilim olmasından dolayı, mürşid, şeyh, ya da
pir denilen bir üstad gözetiminde ve onun eğitimi altında öğrenilir. Mürşidin,
Hz. Peygamber’e uzanan, oradan zincir gibi birbirine bağlı halkalardan oluşan
bir silsileye sahip olması gereklidir, çünkü Hz. Peygamber’in manevi
otoritesini devam ettirmektedirler. Tasavvufta gayb alemine ait bilgilere,
mürşidin irşadı ile zevk, hal, keşf, ve ruhi hallerle erişilebilmektedir.[240]
Mürşid konusunda Allah, “Rasûlüm onlara de ki: Eğer siz
gerçekten Allah’ı seviyorsanız hemen bana uyun ki; Allah da sizi sevsin.”
(Âl-i İmrân, 3/31)[241] buyurmuştur.
Sühreverdi mürşidlik rutbesini, sufilerin yolunda, rutbelerin en yükseği ve
Allah’a davette peygamber vekilliği olarak değerlendirmiştir. Mürşid,müridini,
Hz. Peygamber’in yoluna yönlendirmektedir. Bu şekilde o kul, Allah’ı 433sever, Allah da, o kulu
sever.
Bu konuda Hz. Peygamber, “Muhammed’in nefsini elinde
bulunduran Allah’a yemin olsun; eğer isterseniz bu hususta yemin edebilirim.
Şüphesiz, Allah Teâla’nın en sevgili kulları; Allah ’ı kulllarına, kulları da
Allah ’a sevdiren, yeryüzünde hayır ve nasihat için dolaşandır.”
buyurmuştur.434 Sühreverdi, Hz. Peygamber’in bu ifadelerinin
mürşidliğin (şeyh) Allah’a davet rutbesi olduğunu vurgulamıştır.435
Hz. Peygamber’in şu sözleri de tasavvuf pirlerini tanımlar
gibidir, “Hiç kimse, bir alimin insanlar arasında yayaıp öğrettiği ilimden
daha faziletli bir sadaka vermemiştir’”4,26 Hz. Peygamber,
insanlara akıllarının alacağı ölçüde konuşmuş ve herkese haline uygun
buyurmuştur.[242] [243]
Mürşid, bütün müridlerinin özelliklerine göre,
kapasitelerini de göz önünde bulundurarak, her birine ayrı yol göstermektedir.
Mürşidin, Kur’âriı ve Sünnet’i iyi bilen bir alim olması uygundur.
Hakk’a vuslat ve Hakk’ın rızasını dileyen her müridin, iradesini Hakk’a ve
mürşidine teslim etmesi gereklidir.[244]
Nicholson’ın da dikkat çektiği gibi, kırk yaş insan
hayatında olgunluğu temsil etmektedir. Allah “İnsan güçlü dönemine erip kırk
yaşına varınca..” (Ahkaf, 46/15) ayetinde buyurmuştur ve bu ayete uygun
olarak yüzyirmi bin peygambere peygamberlik mertebesi kırk yaşında verilmiştir;
velilere de velilik mertebesi kırk yaşından önce verilmemiştir. Yalnızca Hz.
İsa’ya ve Hz. Yahya’ya küçük yaşta peygamberlik verilmiştir. Nitekim Allah, Kur’ân”da
Yahya için “Ey Yahya ! kitaba dört elle sarıl, biz ona daha sabi iken
hikmeti verdik! ” ( Meryem, 19/12 ) diye buyurmuştur; Hz. İsa içinse, “Beşikte
henüz sabi olan biriyle biz nasıl konuşuruz!” (Meryemi 19/20) buyurmuştur.
Ebu Said’de tam kırk seneyi riyazet, mücahede ve çilelerle geçirmiş ve sonra
hal ve keşf sahibi olmuştur.[245] Tasavvufta, hırka giymek,
mürşid ile mürid arasında bir bağlantıdır ve müridin nefsi
ile kendi arasında mürşidin hakemliğini kabul etmesi olarak görülmüştür. Hırka
giyen mürid, kendisini mürşidine teslim eder, her işinde onun tavsiyelerine göre
hareket eder. Mürşid yani şeyh de, o müridi himayesi altına aldığını göstermek
için, ona hırka giydirir. Hırka, mürşidin manevi sohbetine girmenin birinci
basamağıdır.[246] Hırka giydirmede mürşidin
elinin, Hz. Peygamber’in eli yerine geçtiği için, müridin de mürşidine tam
teslim olmasının, Allah ve Rasul’üne teslim olmuş gibidir. Mürşid, müridin
önünde duran, Allah Tealâ ve Rasûlullah’ın razı olduğu şeyleri anlamaya
çalıştığı bir ayna gibidir. Bu hususta Allah Teâlâ : “Gerçekten sana bey'at
edenler, ancak Allah’a beyat etmiş olurlar. Allah’ın eli onların elleri
üstündedir. Kim seninle yaptığı ahdini bozarsa kendi aleyhine bozmuş olur. Kim
ahdine vefa gösterirse, Allah ona büyük bir ecir ve karşılık verecektir.”
(Fetih 48/10) buyurmuştur.[247] Yine başka bir ayet, “Ey
iman edenler, Allah ve Rasulü’nün önüne geçmeyin; haddi aşmayın. Allah ’dan
korkun. Şüphesiz O, her şeyi işiten ve bilendir.” (Hucrât, 49/1)
buyurmakta, müridlerin mürşidlerine karşı edebli olmaları konusuna dikkat
çekmektedir.[248]
Tasavvufta hırka giymek, mürşid ile mürid arasında bir
bağlantı ve müridin nefsi ile kendi arasında mürşidinin hakemliğini kabul
etmesidir, çünkü mürşid, onu irşad edecek, Şeytan’ın kalbe giriş yollarını
öğretecek, kendisine hidayet yolunu ve nefsin afetlerini gösterecek bir
kimsedir.[249] Tasavvufta hırka giyen kimse,
şeriat, tarikat, ve hakikat ilimlerini bilmektedir ve onlarla amel ediyor
demektir. Sufi, beşeri sıfatlarından temizlenmiştir ve nefsinden birşey
kalmamıştır. Mürşid (Pir), irşadı ve rehberliğiyle müridinin hırkaya layık
olduğunu düşünürse ona hırka giydirir ve mürid, cemaate kabul edilir. Tarikatın
ekseni şeyhtir. Bir şeyhin rehberliğinde olmayan birisi, yüksek dereceler elde
etse bile kendisinden birşey zuhur etmeyeceği söylenmiştir.[250]
Nicholson’ın değerlendirmesine göre, bir kimsenin belli bir mistik seviyeye bir
pirin önderliği olmadan erişmesi durumunda, sufiler onu kendi topluluklarına
dahil etmemektedirler; bu sayede tasavvufun devamı güvence altına alınmaktadır.[251]
Ebu’l-Kasım Kuşeyri bu konuda mürşidi Ebu Ali Dekkak’ın
şöyle dediğini söylemiştir: “Bir ağaç, kendisini bir toprağa diken, bir bakan
olmaksızın kendi başına büyürse, yaprak verir ama güzel meyve vermez.”[252]
Mevlâna, Allah’ın en mükemmel tecellilerine mazhar olan
İnsan-ı Kâmil’e[253] ve insana çok
üstün değer vermiştir fakat, onu asla ilahlaştırmamıştır.[254]
Mevlâna’nın Mesnevi" sinde de, bir şeyhin (mürşid-i kâmil)
eteğine yapışmaktan bahseden beyitler az değildir:
“Ey gamlı, ey perişan adam! Ya bizim gemimize gir, ya o
gemiyi bu gemiye bağla! Yani; ey kendini bir şey zanneden kişi! Ya bir mürşide
bağlan, yahut da gemini mürşidin gemisine bağla da sana rehberlik etsin!
Böylece doğru yolu şaşırma!” (4105. beyit)[255]
Tam tersi fikirde olan İbn Haldun’a göre ise, bir
müslümanın şeyhe ihtiyacı yoktur çünkü, İslâm’ın saf ve halis ilk döneminde
tasavvuf yoktur;[256] istikamet vardır; yani, Kur’âriın
ahlakıyla ahlaklanma vardır.[257]
Esrâru’t-Tevhîd’de, Ebu Said’in işin başında iki
şeyin gerekli olduğu, bunları da, ‘sefer’ ve ‘üstad’ olarak açıkladığı sözleri
yer almıştır. O, bu düşünce ile dolaşıp durduğunu, zorluklarla karşılaştığını,
aciz kaldığı sırada, Şafii mezhebinden bir alim sayesinde meslesini
hallettiğini söylemiştir.[258] Ebu Said, şeyhsiz bu yolda
gidilemeyeceğini, daha önce bu yolda yürümüş tecrübeli birisinin kılavuzluğunun
gerekli olduğunu vurgulayarak, tasavvuf yolunda şeyhi olmayan bir kimseyi âvâre
saymış ve şeyhe tutunan birinin ise, pirlerin eşiğinde el-pençe divan durma
mertebesine ulaşıp, bu şekilde meşayıhın dergahında faydalar, feyzler
kazanacağını söylemiştir.[259] Ebu Said, bu görüşüne de Kur’ân"
dan destek olarak. Hakk Tealâ’nın bu konuda: “Şeytanların azıtıp sahrada
şaşkın halde bıraktığı kimse gibi...”, (En’am, 6/71) “Kim Rasûl’e itaat
ederse, Allah’a itaat etmiş olur!” (Nîsa, 4/80) buyurduğu ayetleri delil
olarak göstermiştir. Ebu Said, bu yolun esasının, pirin emirlerine uymak
olduğunu ve pire itaat edeninse, Hakk’a itaat etmiş olduğunu söylemiştir.[260]
Nicholson, Esrâru’t-Tevhîdde anlatılan ‘pir’ ve
‘hırka, teberruk hırkası’ gibi kavramları ele almıştır. Onun değindiği konular
şöyledir: Meşayıh arasında, ‘Bir heptir, hep birdir.’ en önemli ilkedir.
Alemdeki sufiler arasında zıtlık ve ikilik yoktur. Meşayıhın sözleri
(ifadeleri) arasında fark olsa da anlam bakımından hepsi birdir. Böyle olunca
da dervişin, bir pirden giydiği hırkaya ‘esas hırka’, sonradan giydiği hırkaya
da ‘teberrük hırkası’ denilmiştir. Bu durumda hırkalarda da durum aynı olur ve
birinin kabul ettiğini öteki de kabul etmiş demektir. İki hırka giyen derviş,
iki şahide sahip olmuş gibidir.[261] Nicholson, Ebu Said’in Pek
çok din olduğuna fakat, yalnızca bir Tanrı’nın olduğuna, farklı yolların
olduğuna fakat, yalnızca tek bir hedef olduğuna değinen sözlerine yer
vermiştir.[262] İbn Münevver’in bildirdiğine
göre, Yüce Allah’ın, isimleri her yönden birdir, hiç bir şekilde ikilik yoktur.
O’na gidilen yolda fark varsa da, hedefe varıldığında fark ortadan kalkarak,
herşey birliğe dönüşür;[263] eğer salikte beşeriyet
sıfatlarından küçük bir kırıntı bile olsa o daha maksadına ulaşamamış demektir;
çünkü maksada ulaşıldığında herşeyin soyut bir birliğe dönüştüğü ifade
edilmiştir. Maksada varamamış müridin bir şeyhe daha ve onun rehberliğine
ihtiyacının olduğu, onun şeyh olamayacağı ve maksadına ulaşabilenlerin şeyh
olmasının uygun olduğu söylenmiştir.[264]
Ebu Said, Ebu’l-Fadl Hasan’ın terbiyesinde uzun bir süre
geçirmesine rağmen ondan hırka giymediği rivayeti güçlüdür. Ebu’l-Fadl vefat
ettikten sonra Ebu Abdurrahman Sülemi’nin hizmetine girdiği ve ondan hırka
giydiği söylenmiştir.[265] Şirvanlı Ebu Nasr,
Ebu Said’in sadık bir mürididir ve neyi var neyi yoksa onun emrine harcamış,
Nişabur’da şeyhine çok hizmet etmiştir. Ebu Said, Nişabur’dan ayrılıp Mihene’ye
gideceği zaman, kendi yeşil hırkasını Ebu Nasr’a vermiş ve onun memleketi
Şirvan’a gidip halifesi olmasını istemiştir. O da, Şirvan’a gidip orada bir
zaviye kurmuş, o yörede sufilerin önde gelen bir rehberi olmuştur. Bu hırkanın
halâ o zaviyenin yüksek bir yerinde olduğunu, halkın ziyaret ettiğini, hatta
kıtlık, veba gibi doğal afetlerde bu hırkanın sahralara çıkarılıp dua edildiği
söylenmiştir. O yöredeki halk bu hırkaya ‘büyük panzehir’ adını vermiştir.[266]
Esrâru’t-Tevhîdde
Ebu Said’in zamanının büyük velisi ve kutbu olduğuna dair menkıbelere yer
verilmiştir. Feridüddin Attar, Tezkiretü’l-Evliya’da ondan ‘mutlak
fani’, ‘Hak üzre bâki’, ‘maşuk-i namütenahi’, ‘mahbub-i İlahi’, ‘memleketin
nazenini’, ‘marifet bostanı’, ‘felek-i seyrin arşı’, ‘alemin kutbu’, ‘şeyler
üzerine padişah’, ifadeleri ile bahsetmiştir.[267] Esrâru’t-Tevhîd de anlatıldığına göre, ünlü Selçuklu
sultanları Çagrı ve Tuğrul Beyler, Ebu Said’in himmeti ve duası sayesinde büyük
devlet kurmuşlardır,[268] ünlü vezir Nizamülmülk onun duası ve himmetiyle başarılı bir
vezir olmuştur.[269] Yine Sultan Tuğrul’un küçük kardeşi İbrahim Yenal ve veziri Hoca
Ebu Mansur Verkani, Ebu Said’in fikirlerine değer vermiş ve ondan tavsiyeler
almıştır.[270] Müridi Dost Dada’ya (Ebu Sa’d) Bağdat’ı bağışlamıştır, o da gidip
tekkesini kurmuş ve orada nüfuz sahibi biri olmuştur.[271] Daha önce anlattığımız Sultan Mesud’un Ebu Said’in de bulunduğu
kaleye yanlış saldırısı sonucunda kırk okçunun elini kesmesi üzerine, “Mesud
kendi mülkünün elini kesti.” demiştir ve mülk Gazneli hanedanından Selçuklu
hanedanına geçmiştir.[272] Bu menkıbelerde, Ebu Said’in dünyadaki olayları ve sosyal
etkinlikleri yönetip, yönlendirme yetkisine sahip büyük bir veli olduğu
anlatılmak istenmiştir.
E.
Dinin Esaslarına ve Kitaplara Karşı Tutumu
Tasavvufta istikamet, Kur’âria ve Sünnet’e
sarılmaktır. Kur’ân ve Sünnet’in emrettiği istikametin gerçekleşmesi
için en önemli etken, edebtir.[273] Hz. Peygamber’in izinden
gidenlerin, sayısız nimetlere ulaşabileceğini ifade eden ayette Allah: "Her
kim Allah ’a ve Peygamber ’e itaat ederse, işte onlar Allah ’ın kendilerine
nimetler verdiği enbiya, sıddıkın, şüheda, ve salihin ile birliktedir.” (Nisâ,
4/69)[274] buyurmuştur.
Sufilerden Haris Muhasibi (v. 243/857), “Bir kimse,
batınını murakabe ve ihlasla sağlamlaştırırsa, Allah onun zahirini mücahede ve
Sünnet’e tabi olma hali ile süsler.”[275]
diyerek bu konuya değinmiştir.
Bu konuda Seri Sakati’nin (v. 257/870) düşüncesi şöyledir:
“Tasavvuf üç mananın adıdır: sufinin marifet nuru, vera nurunu söndürmez.
İrfanı arttıkça ameli fazlalaşır. Kitap ve Sünnet’in zahirine aykırı düşecek
batıni bir ilimden dem vurmaz. Sonum kötü olur diye daima endişe eder.”[276] [277]
demiştir.
Bu hususta Mevlâna,
eserlerinde Kur’an ve Hz. Peygamber’e uymayı öğütlemiştir. Hz.
Peygamber’in izinden gidenlerin şehitlik makamındaki en üst 471 seviyede olanlardan da daha
üstün olabileceklerini vurgulamıştır.
İbn Münevver’in anlattığına göre, Ebu Said, Kur’ân
ve Sünnet ışığında hareket etmiş, hemen her sözünü Ayet ve Sünnet’e
dayandırmıştır. O, Sünnet’e uyma konusunda da çok titiz davranmış, Hz.
Peygamber’in yaptığını duyduğu, yapılmasını emrettiği herşeyi yapmış, her
konuda O’na uymayı esas almıştır. Hatta o kadar önem vermiş ki, Hz.
Peygamber’in Uhud Gazası’nda yaralandığı için namazını parmaklarının ucunda
kılmak zorunda kaldığını duyunca, o da parmak ucuna basarak 400 rekat namaz
kılmıştır. Bir sene kimseyle konuşmamış ve adı deliye çıkmıştır. Kendisine ‘deli’
denmesine, “insanlar bir kulu deli sanmadıkça, onun imanı kemale ermez.”,
“A man’s faith is not made
perfect until he is supposed to be mad!” Hadis’ini düşünerek
önemsememiştir. Hz. Peygamber’in, “En kötü yerler pazar yerleri, en iyi
yerler camilerdir.” buyurması üzerine çarşı-pazar dolaşmayarak camilerde
zamanını geçirmiştir. Devamlı zahir ve batında davranışlarını Sünnet’e uygun
şekilde yapınca, bu davranış biçimi onun huyu haline gelmiştir.[278] Nicholson, bu bölümü Esrâru’t-Tevhîd”den
olduğu gibi almıştır.
Esrâru’t-Tevhîd de yer verilen başka bir menkıbede
anlatılanlar, Ebu Said’in, Sünnet’e uyma konusundaki titizliğini teyid eder
niteliktedir. O, son zamanlarında ağzında bir diş kalmış olmasına rağmen, her
gece bir misvağı o tek dişinin etrafında dolaştırırmış, sonra elini yıkarken o
misvağı da yıkarmış. Hz. Peygamber’in yemekten sonra misvak kullanılmasını
buyurmasından dolayı böyle yaptığını, bu davranışının nedeni olarak
açıklamıştır.[279] Nicholson, bu menkıbelere yer
vererek, Ebu Said’in Sünnet’e uyma konusundaki şu sözlerine değinmiştir:
“Zahirde ve batında bütün davranışlarımda Hz. Peygamber’in Sünnet’ini model
aldım; sonunda böyle hareket etmek tabiatım oldu.”, “ I modelled my actions, outward and inward, upon the
Sunna of the Prophet, so that habit at last became nature.” [280]
Ebu Said’in yakınında ve sohbetlerinde bulunanlar, onun Hz.
Peygamber’in Sünneti’ne sıkı sıkıya bağlı olduğunu, hiçbir seferde, hiçbir
hazarda (memlekette) Sünnet’i terk etmediğini açıklamışlardır.[281] Ebu Said, tedbir alırken bile
zeki birisiyle alınmasını önermiş, evrenin başlangıcından sonu gelinceye kadar
gelmiş geçmiş en zeki kişinin Muhammed Mustafa (salla’llâhü aleyhi ve sellem )
olduğunu ve tedbirin de onunla birlikte alınması gerektiğini, Hz. Peygamber ne
demişse öyle davranılması gerektiğini, yasakladığı şeylerden uzak durulması
gerektiğini vurgulamıştır.[282] Nicholson, Ebu
Said’in düşüncelerini ve uygulamalarını İslâm’ın dışında göstermeye
çalışmıştır; bir yandan da, Ebu Said’in ısrarla Sünnet’e bağlılığını ifade
etmesi üzerine, Hz. Peygamber’e bağlılığını kabul etmek zorunda kalmıştır. Aynı
durum günümüzde Mevlâna için de söz konusudur. Onun Kur’âri a, Hz.
Peygamber’e ve Sünnet’e bağlılığını ifade eden sözlerini görmezden gelenlerin
sayısı az değildir ve genel olarak onu, yalnızca mistik ve filozof olarak
görmek istemektedirler.
Nicholson, Ebu Said’in doğulu hayat hikayesinin sakin sakin
devam ederken, aniden gençliğini harcadığı din ve Şeriatı bırakıp, tasavvufa
döndüğünü söylerken şaşkınlığı satırlarına yansımıştır. O, Ebu Said’in
topladığı bütün kitaplarını, defterlerini gömdüğünü Studies in Islamic
Mysticism’de belirtip ve Esrâru’t-
Tevhidin bu konuyla ilgili bölümüne devam etmiştir.[283] Orada şöyle geçer: Ebu Said,
çocukluktan itibaren birçok ilim tahsil etmiş, pek çok kitap okumuş,
biriktirmiş ve eserler yazmıştır. Kitaplara çok düşkün olmasına ve çok
çabalamasına rağmen keşfinin açılmadığını görüp Allah’a dua etmiş ve bu
niyazından sonra kitapları önüne alıp, Hakaika’t-Tefsir kitabını baştan
sona okumaya başlamıştır; En’âm suresi “Allah de ve onları daldıkları oyunla
başbaşa bırak!”, 61. ayetine gelince okumaya devam edememiştir. Ebu Said,
bundan sonra kitaplarını toprağa gömmeye niyetlenmiş, kitaplarıyla “Sizler ne
hoş delildiniz! Ama vuslattan sonra delille uğraşmak anlamsızdır.” sözleriyle
vedalaşmıştır. (Nicholson,
“Books, you are excellent guides!..” sözleriyle başlar.) Bu işin
hokkaları ve kalemleri kırmak, defterleri yırtmak ve ilimleri unutmakla
başladığını söylemiştir. Kitaplarını, eserlerini toprağa gömmüş, üzerine bir
fidan dikmiş ve dibine de su vermiştir. Kitaplarını bağışlamasını söyleyenlere
de yapılan bağışı, iyiliği hatırlamayı zihninden silmek istediğini söylemiştir.
[284] Ebu Said, kitaplarını toprağa
gömdükten sonra, üzerine bir de dükkan inşa ettirmiştir. Diktiği fidan kısa
sürede büyümüş, kocaman ağaç olmuştur. Oğuzların Horasan’a saldırıp yıkıncaya
kadar o ağaçtan insanlar teberrük amacıyla çeşitli nedenlerle gidip, ondan
dallar koparmışlardır.[285] Nicholson’ın, Oğuz
Türkler’inin Horasan bölgesini işgalleri sırasında Ebu Said’in kabrinin ve onun
kitaplarını gömdüğü yere diktiği ağacın, yerle bir olmasını yalnızca tek bir
cümle ile ifade ettiğini tespit ettik.[286]
Buna benzer çok bilinen bir hadise Mevlâna ve Şems arasında
da yaşanmıştır. Hatırlanacağı gibi, Şems’de Mevlâna’nın bütün kitaplarını
havuza atmıştır. Bu olaydan sonra Mevlâna, ‘kal’den ‘hal’e geçmiş, iç dünyası
coşmuş, taşmış, Mesnevi ve Divan’ıKebir gibi muhteşem eserleri
ortaya çıkmıştır.
Nicholson’un ‘abandon’ kelimesini
kullanması, Ebu Said’in tamamen Şeriatı ve zahiri ilimleri çalışmayı/ tedris
etmeyi terkettiği anlamını ve başka bir dine geçmiş izlenimini verebilmektedir.
“...Abu Sa‘id immediately
abandoned the study of theology and jurisprudence in which he had spent so much
of his youth.”[287] Sufilerin hiç birisinin Şeriatı çalışmayı/tedris etmeyi terk ettiği
görülmüş değildir, tam tersi pergel misali bir ayağı yerde (Şeriat’ta)
sapasağlam sabit, diğer ayağı alemi dolaşır vaziyettedirler. Şeriat’a karşı
olan ve karşı yönde hareket edenlere de sufi denilemez. Tasavvuf, sırlı bir yol
olduğundan dolayı, zahirde yanlış gibi görünen şeylerin iç yüzü tam olarak
anlaşılamadığı için sufiler, çoğu zaman suçlanmıştır; Şeriat’a aykırı bulunup
başını verenler de vardır. (bkz. 66)
Lugatte keramet, kerem, bağış; ikram, ağırlama; velilerin
lüzumu dahilinde gösterdikleri fevkalade hal; ermişcesine yapılan iş, hareket
veya söylenen söz, fikir olarak ifade edilmiştir.[288]
Kerametler, bir duanın kabulu, zaruret halinde bir yemeğin zuhur etmesi,
susuzluk çekilirken suyun ortaya çıkması, uzun mesafelerin çok kısa bir sürede
katedilmesi, düşman elinden kurtulunması, hafiften bir hitabın işitilmesi gibi
olağandışı durumların meydana gelmesi şeklinde olabilirler.[289]
Evliyada zuhur eden kerametlerin en büyüğü, devamlı olarak ibadet ve taat
işlemeye yetkin kılınmışlar, günahlardan korunmuşlar ve emirlere uymada
dikkatli ve titiz olmuşlardır.[290]
Kur’ân"da Yüce Allah, Hz. Meryem hakkında, “ Zekeriyya,
mihrapta bulunan Meryem’in yanına her girişinde orada rızık bulur ve ‘bunlar
nereden geliyor?’ diye sorardı. Meryem ise, ‘o, Allah’ın nezdindendird derdi.”
(Âlu İmrân, 3/37)[291] buyurmuştur.
Bu tür olağanüstü olaylar yüzyıllardır vardır ve günümüzde
de varlığı kabul edilmiş, incelemeye değer bulunmuş ve parapsikolji ilmi
doğmuştur. Parapsikoloji (Psikoloji ötesi), bilinen tabiat kanunları ile
açıklanamayan paranormal olayları inceler. Geçmişte bu tür olağan dışı
hadiseler zihin fonksiyonlarından meydana gelen bir rahatsızlık olarak
görülmekteydi. Bilim ancak tekraralanabilir olayları bilimsel veya gerçek
olarak kabul eder. Parapsikolojik olayların ise istenildiğinde tekrar edilememe
özelliği vardır ama, hiç olamayacağı anlamına gelmez. Parapsikoloji kelimesini
ilk kullanan ve Duke Üniversitesi’nde 1930 yılında parapsikoloji labaratuvarını
ilk kuran kişi, Joseph B. Rhine’dır. Telepati, duru görü gibi olağan üstü
hadiseleri açıklamak için temel alınan teknik terim duyular dışı idrak
kavramıdır. Bu yetenek kimilerinde ‘altıncı his’ diye adlandırılır. Bunlara ruh
çağırma, medyumluk, olacakları rüyada görme, telepati, eşyayı gözleriyle
hareket ettirme, Hint fakirlerinin kor ateş üzerinde yürümeleri, şiş batırma
gibi spontene olayları sayabiliriz. Gelecekten haber vermeye Fransız kahin
Nostradamus’u örnek verebiliriz. Onun 1555 yılında yazdığı Centuries
adlı eserinde günümüzde olacakları bile bildiği iddia edilmektedir. Nazar olayı
da bu bağlamda değerlendilmi ştir.[292]
Keramet konusunda bazı sufilerin görüşleri de şöyledir:
Bayezid Bestami’ye, (v. 262/875) ‘Falan zat bir gecede Mekke’ye gidiyor.’
denmiş, o da, “Şeytan da bir gecede meşriktan mağribe gider, fakat Allah’ın
lanetindendir.” diye cevap vermiştir; “Falan zat su üzerinde yürüyor ve havada
uçuyor.”denildiğinde, “Kuş da havada uçuyor, balık da su üstünde yürüyor.
Marifet Şeriat’ın ahkamını tatbik etmektir, keramet göstermek değil.” diye
cevap vermiştir. Sehl b. Abdullah Tüsteri bu konuda, (v. 283/896) “
Kerametlerin en büyüğü kötü huylarından bir huyunu değiştirmendir.”[293] demiştir.
Beyazid Bestami’ye atfedilen bu menkıbe, Ebu Said’e de benzer
şekilde atfedilmiştir. Ebu Said’e, “Falan kişi su üstünde yürüyor.” diye
söylenince, o, “Basit bir şey, kurbağa ve küçük başlı deve (su kuşu) de su
üstünde yürüyor.”diye cevap vermiştir; yine: “Falan kişi havada uçuyor.”
dediklerinde, o, “Önemli değil, karga ve sinek de havada uçuyor.”demiştir;
onlar yine: “Falan kişi bir anda bir şehirden diğer birine gidiyor.” deyince, o
yine, “Şeytan da bir nefeste dünyanın bir ucundan öbür ucuna gidiyor. Böyle
şeylerin önemi yoktur. Er odur ki, halkla birlikte oturup kalkar, uyur, onlarla
alışveriş yapar, haşır neşir olur, ama bir an bile Hakk’tan gafil olmaz.”[294] diye cevap vermiştir.
Görüldüğü gibi Bayezid Bestami ile Ebu Said daha önce olduğu gibi hemen hemen
aynı cümleleri sarfetmişlerdir. Daha önce de belirttiğimiz gibi sufiler
kendilerinden önce gelen sufilerden etkilenmiş, onlara benzer, hatta aynı
sözler söylemişlerdir. Bunun böyle olmasının bir nedeni de, Hz. Peygamber’den
itibaren Hz. Ali’den aşağı inen bir eğitme ve öğretme metodunun olmasıdır;
‘altın zincir’ denilen bu silsile metodu ile bilgilerin, deneyimlerin,
menkıbelerin sürekli olarak bir sonraki kuşağa aktarılmasının çok büyük etkisi
olduğunu düşünüyoruz.
Ebu Said’in kerametleriyle etkili olan bir şeyh olduğunu, Esrâru’t-Tevhîd
de anlatılan pek çok menkıbeden anlayabiliriz. Ona karşı olanlar, onun
sohbetlerine önyargıyla gelenler, onun kerametlerinden etkilenip saygı
duymuştur ve bir çoğu da onun müridi olmuştur. Özellikle zihinden geçenleri
okuyup, cevaplar vermesi insanları çok etkilemiştir. Esrâru’t-Tevhîdde
ünlü mutasavvıf Abdulkerim Kuşeyri’nin de, Ebu Said’in tasavvuf anlayışını
kabul etmeyenlerden olduğuna değinilmiştir. Kuşeyri’nin, kendi müridlerinin çok
istemesi üzerine Ebu Said’in sohbetlerine katıldığına dair anekdotlara yer
verilmiştir. Ebu Said’in, Kuşeyri’nin gönlünden geçenleri bildiği, onun da çok
etkilenip onun gücünü kabul ettiği ve aralarında bir dostluğun başlamasına
vesile olduğu anlatılmıştır.[295]
Nicholson’un yer verdiği, Esrâru’t-Tevhîddeki Ebu
Said’in kerametini anlatan bir menkıbe de şöyledir: Nişabur’da birisinin Ebu
Said’den, keramet göstermesini istemesi üzerine, Ebu Said, Ebu’l-Abbas’ı örnek
vermiştir; onun babasından kasaplığı öğrendiğini, sonra ona gelen tecelli ile
onun aklının başından gittiğini, kendisini Bağdat’ta bulduğunu, Ebu Bekir
Şibli’nin onu Mekke’ye gönderdiğini, oradan Medine’ye, oradan da Mescid-i
Aksa’ya, sonra Hızır’ın gösterildiğini, sonra buraya geri atıldığını, daha
sonra bütün insanların ona gelip, Allah’ı onda aradıklarını anlatmış ve bundan
iyi keramet olamayacağını ifade etmesine rağmen, adamın yine de ondan keramet
göstermesini istemesi üzerine, Ebu Said, kendisini tümüyle Kerim Allah’a
verenin bütün davranışlarının keramet olduğunu ve eğer Allah, bir kulu
arındırırsa kulun davranışlarının, tavırlarının, hallerinin ve sözlerinin
hepsinin keramet olacağını söylemiştir.[296]
Fakat o, kerametlere değer vermeyen, kendi kerametlerinin, riyazet ve
mücahedesinin gizli kalması taraftarı olan bir veli profili çizmektedir.[297] Tasavvuf açısından doğru olan
da budur. Bu anlatılanlardan Ebu Said’in, ‘telekinesis’, ‘tayy-i mekan’ gibi
olayları yaşadığı, fakat onun bu olağandışı olayları sergilemeyi önemli
bulmadığı, ona göre gerçek insan olmanın esas olduğu anlamı çıkarılabilir.
Esrâru’t-Tevhîd’de anlatıldığına göre: Ebu Said, bir
sorunu olsa, yalınayak Serahs’a gidip, sorununu Piri Ebu’l-Fadl’a arz edip,
halettirip, sonra geri döndüğü anlatılmıştır. Bu durum Abdüssamed’den doğru bir
şekilde ulaşan rivayete göre, Ebu Said’in Serahs’a çoğu zaman yer ile gök
arasında, havada yürüyerek gittiğini ancak, bunu tasavvuf ehli olanlardan
başkasının göremediği söylenmiştir. Şeyh Ebu’l-Fadl’ın Ahmed isminde bir
müridi, Ebu Said’i havada yürürken görmüş, “Mihene’li Ebu Said yerle gök
arasında geliyor.” demiştir. Ebu’l-Fadl’ın, “Sen onu gördüysen sen ölmeden önce
ama olacaksın.” dediği ve ömrünün sonuna doğru Ahmed’in kör olduğu
anlatılmıştır.[298] Ebu Said bir süreliğine
Serahs’da kalırken, Ebu’l-Fadl Hasan’ın yanında ‘Allah’ kelimesinin hakkını
vermeye uzun bir süre çabalamış, sonunda sinesinde bir pencere açılmış, tepeden
tırnağa kadar bu ‘Kelime’ haline gelmiştir ve Ebu’l-Fadl bu kelimedeki (Logos)
harflerin kapısının ona açılmış olduğunu söylemiştir.[299]
[300]
Esrâru’t-Tevhîd de evliyaların
öldükten sonra bile kerametlerinin devam ettiğine dair örneklerden
bahsedilmiştir. Bunlardan birisi de şudur: Dervişler, ‘Nasa’ şehrine ‘Küçük
Şam’ adını vermişlerdir zira, orada 400 tane evliyanın kabri bulunmaktadır.
Hırka giyen velilerden ve velayet sahiplerinden bir çoğunun da orada yaşıyor
olduğu belirtilmiştir. O devirde yaygın olan, “ Horasan’da bir bela ve bir
fitne zuhur etse, Nasa’ya yönelince defolup gider.” sözünün doğruluğunun pek
çok defa gözlemlendiği söylenmiştir. Nasa şehrinin fitne, baskın, yağma, talan,
yakıp-yıkma ve katliam olaylarından senelerce kurtulmayı başarmış olduğu 494 anlatılmıştır.
Nicholson, Ebu Said’in kerametlerini anlatan menkıbelerinin
çoğunu olduğu gibi vermiştir. Müridi Hoca Hasan Müeddib’den nakledilen bir
menkıbesine göre: Ebu Said, sülukunun başlangıcında Nişabur’da meclis kurup
sohbetlerine başlar, kürsüde şiirler okumaktadır. Ebu Said, görkemli sofralar
kurdurup, ziyafetler çekmektedir; sürekli coşkun sema yapmaktadır. Kerramiye
mezhebinin önderi Ebu Bekir Ishak (v. 410/1019), Ehl-i Re’y’in ve Rafızilerin
önderi Kadı Said, Ebu Said’e şiddetle tepki göstermişler ve Gazne sultanına
şikayet etmişlerdir. Onun toplantılarını dine aykırı bularak, ona karşı
birlikte savaşa karar vermişlerdir. Kadı Said 30 000, Ebu Bekir Ishak 20 000,
Sultan 100 000 asker ve 700 filli bir ordu hazırlanmıştır; bu tarafta sadece
120-150 kişi vardır. Ancak, Ebu Said, onların düşüncelerini okuyarak, onlara
çeşitli dersler vermiş ve onları pişman etmiştir. İdam edileceklerini düşünen
kendi sohbet ehline dönerek, “Dünden beri korkunuzdan titriyordunuz ve idamda
kullanılan ipleri sizinle yağlayacaklarını sanıyordunuz değil mi? Hüseyin b.
Mansur Hallac gibi olmak gerek, Çağında Doğu’da-Batı’da tasavvufi bilgilerde
bir benzeri yoktu. İdam iplerini onun gibisi için yağlarlar, çapulcular ve
namertler için ipi yağlamazlar.” diyerek kavvaldan şiir okumasını istemiştir ve
müridleri coşarak, naralar atarak, sema etmişlerdir.[301]
Nicholson, anlatılan bu menkıbenin hayal ürünü
olabileceğini, müslümanların velilerine telapatik güçler yükleyerek
abartabileceklerini belirtmiş, Ebu Said’in de kaydedilmiş mucizelerinin büyük
bir bölümünün bu çeşit olabileceğini ifade etmiştir. O, Muhammedi velilerin,
anlatılan menkıbelerinde sık sık düşünce okuyucu olarak gösterildiklerine
değinmiştir. Ona göre, onların delille söylenen menkıbelerinin çoğundan şüphe
duyulabilir. Ebu Said’in, tehdit eden miydi, yoksa değil miydi, sorusunu
sormuştur. Onun lüks hayat tarzıyla ve ehliyetsiz uygulamalarıyla, katı din
adamlarında öfke yaratmasını anlayabileceğini belirtmiştir.[302]
Ebu Said’e atfedilen menkıbelerde abartılan yönler
olabilir, ancak, çoğu veli gibi Ebu Said’in de düşünce okuması şaşılacak bir
şey değildir. Bu Allah tarafından veli kullarına verdiği lutuflarından
birisidir. Ebu Said’e karşı toplanan ordunun sayısının çok abartılı olduğu söylenebilir.
Nicholson’un verdiğine göre toplam 150 000 kişilik bir ordu ve savaşçı 750 fil
çok büyük bir rakamdır. Ebu Said ve beraberindekiler en fazla 150-200
kişidirler. Rakamların yüksek tutulması, Ebu Said’in bu büyük techizatlı orduya
korkmadan meydan okuması ve onları düşünceleri okuyarak yenmesinin anlatılması,
onun manevi gücünün büyüklüğünü sergileme isteğinden kaynaklanmış
görünmektedir.
Nicholson, Mystics
of İslam'da da keramet konusunun üzerinde önemle durmuş, müslümanların
kerametlerine bakış açılarını eleştirmiştir. Kerametlerin, tabiat yasalarını
bilmeyen müslümanlar için önemli ve etkili olduğuna değinerek, o, kendisinin
akıldışı ve imkansız bulduğu bu çeşit olayların, mantıklı bir açıklamasını
bulmak mecburiyetini hissettiğini söylemiştir.[303] Nicholson, bir insanın kendi kalb nuru ile Allah’ı aramasını
tehlikeli bulmuş ama, başkasının kalb nuru ile O’nu aramasını, çok daha
tehlikeli bulduğunu vurgulamış, sahte kutsallık olarak değerlendirmiş ve
telafisinin olmadığını söylemiştir.[304]
Nicholson, Hıristiyan keşişliğine benzettiği Ebu Said’in
riyazet ve mücahede dolu yaşamına geniş yer vermiş ve bu pratiği
”self-mortification” kelimesi ile anlamlandırmıştır. Zaman zaman zühd ile
karıştırmış, ‘ascetics’ kelimesini kullanmıştır.
Lugatta mücahede, uğraşma, savaşma; nefsi yenmeye olan
çalışma; din düşmanlarıyla savaşma anlamlarına gelir.[305]
Mücahede, sözlükte, “güç ve gayret sarfetmek, bir işi başarmak için elinden
geleni yapmak” anlamındaki cehd kökünden türer.[306]
Riyazet, lugatta, nefsi kırma, dünya lezzetlerinden ve
rahatından sakınma, perhizle, kanaatle yaşama olarak ifade edilmiştir.[307] Tasavvufta, insanın nefsinin
arzularına, kötü isteklerine ve şeytana karşı direnip, savaşmasıdır. Mücahedeye
‘nefs ile cihad’ da denir. Nefs ile cihad, düşmanla cihaddan daha zordur.
Mücahede ve riyazet birbirine yakın kavramlardır; mücahede, nefsi iyiliğe
zorlamak, riyazet nefsi bu işe alıştırmaya çalışmaktır. Önce mücahede ile işe
başlanır, riyazetle devam edilir, sonucunda da müşahede gerçekleşir.[308]
Allah Tealâ’nın: “Bizim uğrumuzda mücahede edenlere
gelince, elbette biz onlara yollarımızı gösteririz..!” (Ankebut, 29/69)[309] ayeti bu manevi cihada işaret
sayılmıştır.
Ebu Said ve Kuşeyri’nin şeyhi Ebu Ali Dekkak (v. 405/1014),
bu konuda şöyle demiştir: “Dışını mücahedeyle süsleyenin içini Allah,
müşahedeyle güzelleştirir.”[310]
Ünlü sufi, Ebu Osman Mağribi (v. 373/983) de, nefsiyle sıkı
bir mücâhedeye girişmeyen salikin tasavvuf yolunda yeni birşey öğrenemeyeceğini
belirtmiştir.[311]
Mevlâna da, dünya sevgisinin, ‘benlik’ ve ‘nefis’
sevgisinden kaynaklandığı, nefsin hoşuna giden şeylerin genelde dünyalık olduğu
düşüncesindedir.[312] Onun Mesnevi” sinde
riyazet ve mücahedeye teşvik eden dizeleri vardır:
“Aziz Peygamber’imizin şu sözünden ders al: ‘Düşmanların en
korkuncu, en zalimi, senin içinde bulunan nefsindir.’ ” (beyit: 4064)[313]
“Bu nefis düşmanının atıp tutmasına kulak verme, ondan kaç;
çünkü inadında, ısrarında, ayak direyişinde o, İblis’e benzer.” (beyit: 4065)[314]
Hallac-ı Mansur, asılması sırasında kendisine öğüt
vermesini isteyen kişiye nefis ile mücahedeyi tavsiye etmiştir: “Sana tavsiyem
nefsindir; çünkü sen ona binemezsen , o sana biner.” 509 demiştir.
Abdülkadir Geylâni bu konuda: “Nefis üzerinden mücahede
sopasını kaldırmayın, onun felaketlerinden gafil olmayın, vahşi hayvanın
uyumasından gafil olmayın, o vahşi hayvan uyur gibi görünür, ama gerçekte avını
gözetlemektedir. İşte o vahşi hayvan nefistir.”510 diyerek nefsi
vahşi hayvana benzetmiştir.
Ebu Said, hemen hemen ömrünün çoğunu mücahede ve riyazet
ile geçirmiştir. O, çoğu zaman eski bir ribatta oturmuş, uzun süre perhizkar
bir yaşam sürmüş, çeşitli çileler çekmiştir. Bu ribatlardan üç tanesi Mihene
civarındadır.511 Ebu Said uzun bir halvet ve çile hayatından sonra,
Şeyhi Ebu’l-Fadl’ın işaret etmesi üzerine, Mihene’ye gidip halkı irşat etme
yetkisi vermesine rağmen, Mihene’ye gelip riyazet ve mücahedesini artırmıştır.[315] Kendisine onsekiz şeyi
yapmayı görev bilmiştir ve onsekiz bin alemin kapısının açılmasına sebep
olmuştur. Devamlı oruç tutmuş, haram lokma yememiş, daima zikirle meşgul olmuş,
geceleri uyumamış, yanını yere koymamış, sadece oturarak uyuklamış, kıbleye
doğru oturmuş, hiç bir şeye yaslanmamış, hiçbir oğlana kötü gözle bakmamış,
haramlardan sakınmış, kimseye kul olmamış, dilenmemiş, kanaat etmiş, teslim olup
işin sonunu beklemiş, daima mescitte oturmuş, çarşı-pazar dolaşmamış, her gün
hatim indirmiş ve görmemiş, duymamış, kimseyle konuşmamıştır; bu şekilde
nefsini zelil etmeye uğraşmıştır.[316]
İbn Münevver, Ebu Said’in riyazet ve mücahedesine şahid
olanların anlattığı birçok menkıbeye yer vermiştir. Ebu Said’in babasının
anlattığı bir olayda, her gece babasının, oğlunun odasının kapısını
zincirlemesine, onun uyuyup uyumadığını kontrol etmesine rağmen, birçok gece
Ebu Said’i odasında ve evde bulamamış, kapının zincirinin de yerinde olmadığına
şahit olmuştur. Sabah ezanıyla onun sessizce gelip, odasının kapısını tekrar
zincirleyip uyuduğunu farketmiştir. Bir gece onu takip etmiş, onun ribata
gittiğini, içeri girip kapısını kilitlediğini görmüş, bu yüzden onu damdan
izlemek zorunda kalmıştır; Ebu Said’in ayağına ip bağladığına ve kendini baş
aşağı kuyuya sarkıtarak tan ağarıncaya kadar Kur’ân okuduğuna şahit
olmuştur. Onun Kur’ân"ı baş aşağı, kuyuda hatmetme şekilindeki
riyazeti uzunca bir zaman sürmüştür.[317]
Bir gün Ebu Said, kendi kendine ilmi, ameli, murakabeyi elde ettiğini
düşünmüştür, sonra bunları hatırına getirmemek için dervişlerin her türlü
işlerini yapmıştır. O, dervişlerin ateşlerini yakmış, zaviyelerini süpürmüş,
tuvaletlerini temizlemiş, ihtiyaçlarını alıp getirmiş ve hatta halktan
dilenmiştir. Nefse en zor gelen şeylerden biri de dilenmek olduğunu
belirtmiştir. Zamanla halk artık bağış vermemeye başlayınca, başındaki sarığı
ayakkabılarını, daha sonra da cübbesini satarak onların ihtiyaçları için
çalışmıştır. Ayrıca sürekli olarak camileri silip süpürmüş, elinde ne varsa
dervişler ve halk için harcamıştır.[318]
O, “Ya Rab, bana ben lazım değil, beni benden kurtar.” diye yakarmış, Kur’ân"
ı hatmederken, Allah, onlara karşı sana yeter, O, ışıtır ve görür.
(Bakara; 2/137) ayetine gelince kendiden geçmiş ve işler değişmiştir.
Anlatılamayacak kadar zorlu çileler çekmiştir ve kendisinin başardığını sandığı
şeylerin aslında Hak Tealâ’nın desteğiyle başardığını farketmiştir.[319]
Esrâru’t-Tevhîd’de anlatıldığına göre, Ebu Said,
Amul’deki Ebu’l-Abbas Kassab’ın yanında bir yıl, ya da iki buçuk yıl kalmıştır.
Ebu Said, onun hankahında her gece sabaha kadar namaz kılıp gündüzleri oruç
tutmuştur. Ebu’l-Abbas Kassab’ın hankahında kırk bir yıl halvete beraber
girdiği dervişlerinin fazla ibadetlerine müdahele etmesine rağmen, Ebu Said’in
fazla ibadet yapmasına hiç müdahalede bulunmamıştır. Ebu’l-Abbas’ın, kan
verdiği bir gece sargısı çözülmüş ve eli ve elbisesi kan içinde kalmıştır. O
sırada gece ibadetini yapmakta olan Ebu Said, onu görmüş ve kendi elbisesini
hocasına vermiş, onun kanlı elbisesini gece yıkayıp, kurutup getirmiştir.
Ebu’l-Abbas, kalkıp eliyle yıkanmış elbisesini Ebu Said’e giydirmiş ve bu da
Ebu Said’in giydiği ikinci hırka olmuştur.[320]
Ebu Said, nefis galipken çıkan nefesin, nefes olmadığını,
bacadan çıkan dumana benzediğini, nefis ezilir ve yenilgiye uğratılırsa o zaman
İslâm’ın nurunun galip geleceğini, işte o zaman bedenden saf ve iyi nefesler
çıkacağını söylemiştir.[321] Ebu Said, şu
dizelerle de nefisten kurtulmak gerektiğine dikkat çekmiştir:
“Vahdet yolunda ne küfür var ne iman
Nefsinden bir adım çık ve yolu gör.
Ey cihanın canı! Ve İslâm’ı seçen
Engerek yılanıyla ol, ama nefsinle olma!”[322]
Hz. Peygamber’in: “Sıddıkların başından en son çıkan
şey, baş olma sevdasıdır.” buyurmasına örnek olarak Esrâru’t-Tevhîd’de
Ebu Said’in müridlerinden Hoca Hasan Müeddib örneği verilmiştir. Hasan Müeddib,
Nişabur’da kendisini ve elindekileri şeyhine hizmete adamıştır; şeyhi de onu
çeşitli çilelere sokmuş, dervişlere hizmet ettirmiştir. Ama onun içinde
efendilik ve baş olma sevdasıyla ilgili halâ birşeyler kalmıştır. Ebu Said,
onun çarşıdan işkembe ve sakatat alıp, verdiği torbaya doldurup, sırtına alıp
hankaha getirmesini emretmiştir. Sırtından kanlar ve pislik akmış, Hasan
Müeddib bu durumundan çok utanmıştır. Hankaha getirince şeyhi, bu sakatatları
şehrin Hire Kapısı’na (Mezbaha gibi temizlik için bir yer olabilir.) geri
götürüp temizlemesini istemiştir. Hasan, sakatatları temizleyip, hankaha geri
döndüğünde bey ve baş olma sevdasından birşey kalmamış, hür ve huzurlu bir
şekilde içeri girmiştir. Bunun üzerine Ebu Said, onun gusul abdesti alıp,
eskisi gibi temiz ve güzel giymesini, tekrar aynı çarşıya gitmesini, sırtında
sakatat taşıyan, kirli adamı görüp görmediklerini sormasını istemiştir; Hasan
Müeddib, gidip sorunca, kimsenin öyle bir kişiyi görmediklerini öğrenmiştir. O
zaman Ebu Said ona: “Ya Hasan! Seni ancak sen görüyordun, yoksa hiç kimse seni
görme derdinde değildi. Seni, gözünün önüne getiren ve önemli gösteren
nefsindir. Onu kahretmek, sürüm sürüm süründürmek lazım. Onu öldürmeden elinden
kurtulamazsın. Onu Hakk’la öyle meşgul et ki, kendini ve halkı düşünemesin.”
buyurmuştur.[323] Ebu Said, Allah ile olma
halinde sıkıntı olmadığını, fakat nefis ile olma halinde ise rahat olamayacağını
söylemiş ve şu beyitle devam etmiştir:
“Erin bağrı yanık ama mütebessim olmalı
Fakat böylesi erlerin sayısı çok değil ki!” [324]
Nicholson, Ebu Said’in
riyazet ve mücahedesini anlatan menkıbelerine geniş yer vermiş, Ebu Said’den
önceki sufilere kadar giderek onun riyazet ve mücahedesini anlamaya
çalışmıştır. Nicholson, Hasan Basri, Habib Acemi, Davud Tai’nin sufiden ziyade,
yalnızca Allah düşüncesinde ve zahit olduklarını söylemiştir. Tasavvufun, XIX.
yüzyıl olarak başlangıç kabul edildiğini varsayarak, herhangi bir otoriteye ve
geleneğe bağlı bir sisteminin olmadığını, fakat bireysel aydınlanmanın olduğunu
vurgulamıştır. Cüneyd Bağdadi gibi, Ebu Said’den önceki mutasavvıfların, ilk
sufilerin uygulamalarına saygılı olarak, sistemli okullar kurduklarını belirtmiştir.
O, daha sonraki süreçte, tasavvufun Hıristiyan keşişliğine benzer şekilde ikiye
ayrıldığını belirtmiştir. Burada ‘branch off kelimesini kullanmıştır; ‘ikiye
ayrılmak; konu dışına çıkmak’ anlamlarına gelen kelimeyi, Ebu Said’in
riyazetine ve uzletine benzer bir yaşamın, Hıristiyan keşiş yaşamına kaydığını
ima etmiş gibidir. O, bulduğu tüm farklı eğilimlerin kendilerini savunduğunu ve
özgürce etkin bir yaşam sürdüklerini ifade etmiştir.[325] Nicholson, sukut, zikir ve tenhaya çekilmeyi, tasavvufun Hıristiyanlık’tan
aldığına tekrar tekrar yer vermiştir.
Nicholson, halvet için “seclusion”, uzlet için “solitary
meditation”, çile için “austerity” kelimelerini kullanmıştır. Ebu Said’in
halvet, uzlet ve çile ile geçen hayatını anlatan menkıbelere genelde fazla
yorum katmamış, olduğu gibi vermeyi yeğlemiştir.
Lugatta halvet, yalnız, tenha kalma; tenhaya çekilme;
tenhalık; tenha yer; hamamın sıcak bölmesi[326]
olarak verilmiştir. Uzlet, bir yana çekilip, kendi kendine tenhada yaşama;
yalnızlık; köşesine çekilme (inzivâ)[327]
anlamları verilmiştir.
Mutasavvıflardan bazıları uzletin, daha genel
anlamlı olduğunu, halvetin daha özel anlamlı olduğunu, halvetteki yalnızlığın
süreli olduğunu, ancak uzletteki yalnızlığın süresinin ve sebebinin her zaman
belli olmadığını ifade etmişlerdir.[328]
Çile, kırk anlamında Farsça ‘çihl’ kelimesinden gelen
‘çile’, ‘çilhe’ veya ‘çille’ şeklinde söylenir. Bazı tarikatlarda çile ‘kırk’
anlamına gelen Arapça ‘erbâin’ kelimesi kullanılmıştır. Halk arsında kırk
günlük halvet eğitimine çile denmiştir. Salikin manevi yönden ilerlemesi için
nefsinin isteklerinden vaz geçerek, belirli bir müddet, belirli bir yerde, az
uyku, az yemek ve ibadetle geçirdikleri süredir. Çilenin uygulandığı yere
‘hücre’, ‘çilehane’, ‘halvethane’ gibi adlar verilir.525 [329]
Sufıler, halvet ve uzlet konusunu Kur’ân” dan
delillere dayandırırlar. Kur’ân” da Allahü Tealâ “Bir de Musa’ya otuz
gece va’d verdik ve onu bir on ile tamamladık, bu suretle Rabb’in mikatı (tayin
ettiği vakit) tam kırk gece oldu..” (A’raf/142)[330]
buyurdular. Yüce Allah, Hz. Meryem ile ilgili Kur’ân ayetinde de
şöyle buyurmuştur; “Kitab’da Meryem’i de an! O vakit ki ailesinden çekildi
de, şark tarafında bir mekâna, onlardan öte bir perde çekti; derken kendisine
Ruhumuzu gönderdik de düzgün bir beşer halinde ona temessül ediverdi.
(görünüverdi)” (Meryem19/16-17)[331]
Hz. Peygamber’den bu konuyla ilgili şu sözler
nakledilmiştir; “Önce ilim öğren (din bilgisi), sonra uzlete çekil””[332]
Yine Rasûlüllah (s. a. v. ), ”Mevki sahibi olmak arzusunu gideren en kuvvetli
ilaç, insanlardan uzlet etmektir. Din ve dünya için zaruri vazifelerden başka,
insanlar arasına karışmamalıdır”” ilacını tavsiye etmişlerdir.[333]
Cüneyd Bağdâdi, “Bir kimse din bakımından selamette, beden
ve kalp yönünden rahatta olmak isterse, halktan ayrılıp uzlete çekilsin. Çünkü
şu zaman halktan sıkılacak bir zamandır. Akıllı yalnızlığı seçer.” diyerek bu
konunun önemini 531
vurgulamıştır.[334]
Kuşeyri Risale”sinde, halvet ve uzletin bir amacı da
insanlardan uzaklaşarak, kendi nefsinin şerrinden insanları emin kılmaktır
demiş,[335] uzlete girmek isteyenlere,
öncelikli olarak ilim, özellikle de şer’i ilmi öğrenmesi gerektiğini
söylemiştir[336].
Abdülkadir Geylâni de herkese
“Gel...” çağrısı yapmıştır. “Ey cehaletiyle zühdî hayatı yaşamaya çalışan! Gel
ve sözümü dinle! Ey yer yüzündeki zahidler! Gelin! Manastırlarınızı yıkın! Bana
yaklaşın! Halvete asılsız ve temelsiz girdiniz! Bir şey elde edemediniz. Gelin!
Hikmet meyvaları toplayın.......................................................... Gel
de... Önce ilim
öğren, sonra uzlete çekil.... Aksi halde senin uzletin, nifaktan
ve zaman kaybından
başka bir şeye yaramaz.”[337]
Esrâru’t Tevhîdde anlatıldığına göre Ebu Said,
yaşamının büyük bir bölümünde halvet, uzlet ve çile hayatı yaşamıştır;
özellikle kırk yaşından önceki gençlik dönemini tenhalarda çilelerle
geçirmiştir. Onun bu münzevi yıllarından bir kaç tanesi şöyledir. Ebu Said bir
süre için Serahs’da iken, Ebu’l-Fadl Hasan’ın yanında ‘Allah’ kelimesinin
hakkını vermeye uzun bir süre çabalamış, sonunda harflerin kapısı ona
açılmıştır. Ebu’l Fadl, Ebu Said’in kendi nefsinden ve halktan uzaklaşması
gerektiğini söylemiştir. Bunun üzerine, tenha ve uzak bir yer için, ilmi de
bırakarak Mihene’ye dönüp, evinin bir köşesine çekilmiştir. Mihrapta oturup
‘Allah’ zikriyle meşgul olmuştur; kendisini uyku, gaflet bastırdığı zaman,
mihrapta elinde ateş dolu bir tavayla görünen bir kişinin ona, ‘Allah’ zikrini
tekrar tekrar söylemesi için bağırdığı söylemiştir. Daha sonra Ebu Said,
vücudunun her zerresinden ‘Allah’ sesinin geldiği işitmiştir.[338] O, bu durum meydana gelince,
Pir Ebu’l Fadl’ın yanına gitmiştir; o da, Ebu Said’e kendi zaviyesinin
karşısında bir zaviye vermiş, nefsini terbiye etmesini ve ahlakını düzeltmesini
emretmiş ve devamlı hallerini denetlemiştir.[339]
Ebu Said, bir süre bu zaviyede çile çıkardıktan sonra Ebu’l Fadl onunla kendi
savmasında beraber bulunmuşlar, şeyhi onu türlü çilelerle görevlendirmiştir,
daha sonra onu Mihene’ye göndererek annesine hizmete göndermiştir. O,
evlerindeki daha önceki savmasında inzivaya çekilmiştir. Diğer tenhaya
çekilmelerinde bahsettiğimiz gibi o, hiçbir yere yaslanmamış, yatıp uyumamış,
bir tek elbise giymiş, ona da yırtıldıkça yama yapmıştır; bu yüzden elbisesinin
ağırlığı yirmi okka olmuştur. Mecbur olmadıkça konuşmamış, gündüz birşey
yememiş, küçük bir ekmek kırıntısıyla iftar etmiştir; hatta kulaklarını pamukla
tıkayarak dünya ile ilgisini iyice keserek zikirle meşgül olmuştur. Allah’tan
başkasının gönlünden geçmemesi için devamlı sırrını denetlemiştir. Uzun süre bu
durumda yaşayınca halktan kopup, kırlara, dağlara, çöllere çıkmıştır. Buralarda
yirmi gün, bir ay gibi kalmış, bitkilerle karnını doyurmuştur. Yanında beyaz
giysili, heybetli biriyle (Sonra Ebu Said o zatın Hızır olduğunu söylemiştir. )
görenler olmuştur; babası oğlunun bu durumunu bildiği için hep onu arayıp
bulmuş, geri getirmiştir ve bu durum tekrar tekrar yaşanmıştır.[340] Ebu Said, bu ruhsal ilerleme
sürecinden sonra tekrar yedi yıllık bir tenhaya çekilme süreci sürmüştür. Ebu
Fadl’ın gözetiminde çöllerde, Mihene’nin dağlarında zorlu bir uzlet hali
yaşamıştır; kırk yaşına erişip mükemmel bir veliliğe ulaşıncaya kadar bu durumu
sürdürmüştür.[341] [342]
Ebu Said, bir süre kendisi çile çektikten sonra Serahs’a,
Ebu’l-Fadl Hasan’ın yanına tekrar gitmiştir; onunla türlü çilelere girdiği bir
yıl geçirerek Ebu’l-fadl’dan bir hırka giymiştir. Bir rivayete göre de, o,
Ebu’l-Fadl Hasan hayatta olduğu sürece riyazet ve mücahedeyle meşgul olmuş ve
hırka giymemiştir. Ebu’l Fadl’ın ölümünden sonra Şeyh Ebu Abdurrahman
Sülemi’nin hizmetine girmiş ve hırkayı 539 ondan giymiştir.
Lugatte, halis, temiz, doğru sevgi; gönülden gelen dostluk,
samimiyet, doğruluk, bağlılık olarak geçer.[343]
İbadet ve amelleri yalnız Allah için yapmak, diğer düşüncelerden arınıp sadece
Allah’ın rızasını düşünerek hareket etmektir.[344]
İhlaslı kişiye, “muhlis” denmektedir; muhlis, ibadeti yalnızca Allah
rızası için yapan kimsedir.[345] Bu konuda Allahü Teâla: “Her
kim Rabb’ine kavuşmayı arzu ederse, salih bir amel işlesin ve Rabb’inin yaptığı
ibadetine hiçbir şirk karıştımasın!” (Kehf 18/110 )[346]
ve başka bir ayette de Allah, “ Halbuki onlar,ancak, dinde ihlas sahibi
olarak Allah ’a kulluk yapmakla emrolundular.” (Beyyine, 98/5) 544
buyurmuştur.
Sufilerden Süfyan Sevri (v. 161/777), “Herhangi bir kul,
kırk gün, Allah için ihlas ile amel ederse, Allah, onun kalbine hikmeti
yerleştirir; onu dünyaya karşı zühd, ahirete karşı rağbet sahibi yapar.
Kendisine dünyanın hastalığının ilacını gösterir. Kul, kendisini her sene bir
defa nefsini buna alıştırmalıdır.”545 demiştir.
Zunnûn Mısrî (v. 245/859), üç şeyin ihlasın alameti
olduğunu söyleyerek: kişinin halkın övmesini ve yermesini aynı tutması, amelde
ameli görmemesi, amelin ahirette sevap kazandırdığını unutması olarak
açıklamıştır.546
Bu konuda ünlü sufilerden Cüneyd Bağdâdi (v. 297/909),
ihlasın kul ile Allah arasında bir sır olduğunu, bu durumu ne meleğin, ne de
şeytanın bile bilmediğini ifade etmiştir.547
Ebu Said’in şeyhlerinden Ebu’l-Kasım
Bisr’i Yasin (v. 380/990),
öğrencilerine ‘tama’dan sakınmalarını, çünkü ‘tama’nın olduğu yerde ihlasın
olamayacağını belirtmiştir. Tamahla amel etmenin bir karşılığı olduğunu, ihlas
ile 548
amel etmenin ise kulluk olduğunu açıklamıştır.548
Hadimi (v. 1176/1762), “İhlas, herşeyi yalnız Allah rızası
için yapmaktır; Allah Tealâ’dan başka hiçbir şeyi sevmemekle, yalnız O’nu
sevmekle, kendiliğinden hasıl olur.” demiştir.549
Esrâru’t Tevhîdde Ebu Said, ihlas konusunda
şöyle demiştir: “Nefs ile yaşayan herkes ölümle ölür, ihlas ile yaşayanlar asla
ölmez. Bir konaktan öteki konağa taşınırlar.”550 Yine o, alimin
ihlaslı kişi olduğunu, kalbinde ihlas olmayanın, din ve şeriatle ilgili
bilgilerinin geçerli olmadığını iddia etmiştir. ‘İhlas nedir?’ sorusuna,
Resullullah’ın, kulun ruhunda ve kalbinde Hakk’ın Esrârından bir ‘sır’
olduğunu, onun, temiz nazarıyla bu sırra nazar ettiğini, bu sırrın, yüce Allah
katından destek aldığını ve bu desteğin o sırrın denetleyicisi olduğunu, Tevhîd
ehlinin, bu ‘sır’ sayesinde Tevhîd ehli olduğunu, söylemiştir. Ebu Said, ‘Sır
nedir?’ sorusuna da, sırrın, Hakk’ın latifelerinden bir latife, bir lûtuf
olduğunu ve Hakk’ın lûtuf ve rahmetiyle hasıl olduğunu belirtmiştir.
Başlangıçta kulun kalbinde, bir niyaz, bir hüzün ve bir talep hali meydana
geldiğini, sonra bu niyaz ve hüzne, Allah’ın, lûtfu ve rahmetiyle nazar edince,
o kalbe latifeyi koymuş olduğunu ve bunun ne olduğunu, ne meleklerin, ne de
peygamberlerin bilmediklerini ileri sürmüştür. Bu lûtfiyenin Allah’ın sırrı
olduğunu ve bunun ihlas olduğunu söylemiştir.[347]
Ebu Said daha sonra da, “Tevhîd ehlinin aşık olduğu sevgili, işte bu temiz
‘sır’ dır. Bu ‘sır’ bakidir, ‘yok’ olmaz; bu Hakk’ın nazarıyla Hak içindir.
Temiz insanlar bundan nasip alırlar, bu beden içinde emanettir. Kimde bu ‘sır’
varsa o, haydır, insandır; yoksa hayvandır.[348]
[349] Ebu Said, Allah’ın, halka
iletilmek üzere Hz. Peygamber’e: “De ki, Allah’ın lûtfu ve rahmetiyle, işte
bununla ferahlasınlar, bu yığdıklarından hayırlıdır.” (Neml, 27/ 89) diye
buyurduğunu söylemiştir. Bu konuda Ebu Said’in, “Nefis ile diri olanın hayatı,
ruhun gidişine kadardır. İhlas ve doğrulukla diri olan kalbiyle hayattadır.
Sadece bir yurttan diğer bir yurda gider. İhlas, iki meleğin yazmadığı ve
insanın bilmediği şeydir.” sözlerine 553 de yer verilmiştir.
Yine Ebu Said, bir gönülde Hakk’tan bir sır, Hakk ile bir
sır ve Hakk’tan işitme halinin olmamasının nedenini, o gönülde ihlasın
bulunmamasına bağlamıştır; sonra o, Hz. Peygamber’in, “Kıyamet günü ihlas
ile şirk iki hayvan şeklinde Yüce Rabb’in huzuruna getirildiğinde Allah,
Ihlasa: ‘Sen ve sana sahip olan herkesle birlikte cennete ğit’; şirke de: ‘sen
ve seninle birlikte olanlarla cehenneme git.’ der.” sözlerini delil
göstermiş, ihlaslı olmayı tavsiye etmiştir; dünya ve ahirette halasa ermenin
yolunun ihlas olduğunu vurgulamıştır. Yine o, Hz. Peygamber’in “Ey Muaz!
Dinde ihlaslı olursan az amel sana yeter.” Hadis’ini örnek vermiştir.[350]
Nicholson, Ortaçağ Hıristiyan Mistisizm öğrencilerinin bu
‘Sır Allah’ ta pek çok benzerlik bulacaklarını söyleyerek, Gerson’un
sentezlerini ‘synteresis’ ve Ekart’ın Kıvılcım’ını ‘Spark’ ya da ‘Ruhun Yerini’
Sır Allah’a örnek olarak göstermiştir.[351]
Esrâru’t-Tevhîd de Ebu Said’in ‘kabz-bast’ halini
yaşadığına dair menkıbeler ve bu konuda sözleri vardır. Bu menkıbelerden bir
kaçına Nicholson, Studies in IslamicMysticism’de yer vermiştir.
Bunlardan bazılarını ele aldık.
Sözlükte, “kabz”, Arapça, tutmayı ifade eder. Daralma, kapanma
gibi manaları da vardır;[352] “Bast” Arapça, zihni açıklık,
kalbi rica, niyaz, yalvarma halidir. Bast, hal olarak, kabul, lütuf, rahmet ve
ünse işarettir.[353] Kabz ve bast, müridde bulunan
iki zıt hali anlatır.[354] Kısaca “kabz”, daralmak;
“bast”, ferahlamak olarak açıklanmıştır. Kabz, günahlardan korkarak kalbde
meydana gelen sıkıntı olması halidir; Bast ise, sevap ümidiyle kalpde meydana
gelen sevinç, ferahlık hali olarak verilmiştir. Kur’ân’ı Kerim"de
Allah’ın, “Allah hem sıkar (kabz); hem de açar (bast)” (Bakara, 2/245)
buyruğunda Kabz ve Bast’a vurgu vardır.[355]
İleri makamlardaki sûfîde kabz ve bast olmaz, çünkü bu darlık ve genişlik
durumu kendisinde varlık bulunanda olmaktadır; nefsinden sıyrılmış, Hakk'ın
sıfatları ile hemhal olmuş kişilerde, kabz ve bast olayı meydana gelmemektedir.[356]
Ünlü sufilerden bazılarının ‘kabz-bast’ hakkındaki
görüşleri şöyledir:
Abdulkerim Kuşeyri (v. 465/1072), her insanın kabzının
bastına göre, bastının da kabzına göre olduğunu söylemiştir. Her iki durumun da
Allah’a sığınılması gereken haller olarak belirtmiştir.[357]
Şihabuddin Sühreverdi (v. 632/1234), kulun, genel muhabbetten özel
muhabbetin ilk basamaklarına yükseldiğinde, farklı bir hal,
kalb ve de kendini eleştiren nefse sahip olduğunu ki, o durumda kendisine kabz
ve bast halleri gelip gitmeye başladığını söylemiş ve nedenini de kulun iman
makamından yakîn makamına yükselmesi olarak açıklamıştır.[358]
Bu konuda da Mevlâna’nın söyleyecekleri vardır:
“Karakış asık suratlıdır ama, şefkatlidir, merhametlidir.
Halbuki yaz güler yüzlüdür, fakat yakıcıdır, kavurucudur.” (beyit: 3 7 3 8)[359]
“Sana kabz (darlık), sıkıntı gelince, o darlıkta, o
sıkıntıda sen bastı (ferahlığı) gör, gençleş, sevin, yüzünü alnını buruşturma.”
(beyit: 3 7 3 9)[360]
Nicholson’ın Esrâru ’t Tevhîd” den aktardığına göre,
Ebu Said, fenâ derecesine ulaştığında halk ona çok saygı göstermiş, komşuları
saygıdan içkiyi bırakmış, müritleri tevbeye gelmiştir; durum abartılı bir
saygıya dönüşmüştür; hatta, elinin değdiği her şey satılmaya, atının dışkısı
yüzlere sürülmeye başlanmıştır. Sonra ona, bu saygının kendisinden
kaynaklanmadığı gösterilerek: “Rabbin sana kafi değil mi?” (Fussilet,
41/35) diye bir ses işitmiş ve göğsünde bir nur zuhur etmiştir ve bu olaylar
tam tersine dönmüştür. Bu sefer herkes, ona sırtını dönmüş, suçlamış, devrin
hükümdarına kafir olarak şikayet edilmiş, üzerine pislik atılmış, uğursuz
denmiş ve hiç bir yerde istenmemiştir.[361]
O, bu durum karşısında şu dizeleri mırıldanmıştır:
“Aslandım, kaplan avımdı,
Nereye gitsem zafer benimdi.
Aşkın beni bu hale düşürünce,
Topal tilki gelip beni inimden kovdu.”[362]
Bundan sonra üzerinde bir kabz hali, bir sıkıntı hali
çökmüştür; bu halin ortadan kalkması için Kur’âriı açmış ve şu ayetle
karşılaşmıştır: “ Sizi bir imtihan olarak şer ve hayır ile müptela
kılacağız; hepiniz de Biz’e döndürüleceksiniz!” (Enbiya, 21/35) Ebu Said,
her bela ve şerrin sınav olduğunu kavrayıp, Rabb’ine dönmüş, aradan benliğini
çekmiş ve fani olmuştur. ‘Once
more my ‘self vanished, and His grace was all in all.’[363]
Ebu Said’in Seyr u Sulûku esnasında kabz-bast hallerini
sıklıkla yaşamış olduğunu, yer verilen menkıbelerde görmek mümkündür. Bu
menkıbelerden birinde: o, manevi bir keşf hali yaşamaya başlamıştır; Ebu
Said’in bu keşf hali, Şeyh Ebu Ali Dekkak ile beraberken de olmuştur. Bu
hallerden sonra bazen onda kabz hali olmuştur. Bir açılma (bast) hali meydana
gelmesini umarak onun herkese bir şey sorduğu ve herkesten bir şey istediği
anlatılmıştır.[364]
Ebu Said, kendisine ‘kabz’ hali ne zaman vuku bulsa, derhal
Serahs’a piri Ebu’-Fadl’ın türbesine gidip, kabrine yüz sürmüştür; orayı
ziyaretten sonra kabz halinin geçtiğini söylermiştir. O, şeyhinin kabrini
ziyaretinde de coşkuludur, şiirler okumuş, naralar atmıştır. Bir ziyaretinde
kavvalın şu şiiri okumasını istemiştir:[365]
“Bu
neşe, cömertlik ve kerem kaynağı, neşe kaynağıdır,
Herkesin
kıblesi Kâ’be, bizimki sevgilinin yüzü.”[366]
Nicholson’ın, gerek Studies in Islamic Mysticism
adlı eserinde, gerekse Mystics of İslam'da tasavvufun kaynağının,
Budizm’den mi, Hıristiyan Mistisizm’inden mi, Yunan Hellenizm’inden mi, Yahudi
Kabalası’ndan mı beslendiği sorusuna cevap aradığı ve tasavvufun İslâm menşeili
olmadığını ispatlamaya çalıştığı gözlemlenmiştir.
Nicholson’ın bu eserinde ele aldığı dört büyük sufinin
ortak özellikleri olarak üzerinde durduğu konulardan birisi de, onların, ceza
ve korkutmadan ziyade sevgi, hoşgörü ve affetmeden bahsetmiş olmaları ve ahiret
hayatında cezanın korkutucu olmadığına ve acı çekmenin olmadığına inanmalarına,
vurgu yapılmasıydı. Onun böyle bir şeyin İslâm’da yer almadığını, tam tersi
İslâm’ın korkutma ve ceza tehdidi ile dolu olduğunu Kur’ân’dan ayetlerle ifade
ederek, tasavvufu, özellikle Vahdet-i Vücudu İslâm dışına çekme eğilimine
gitmiştir.
Nicholson, bu eserinde İranlı ve Arap sufiler arasındaki
farklılıkları ortaya koymayı amaçlamıştır. Tasavvufi şiirde, Araplar’ın
kendisinin harikulade bulduğu İranlılar’ın karşısında yenildiklerini
söylemiştir. Ancak biz, Nicholson’ın ele aldığı bu dört sufide farklılıklardan
ziyade, onların ortak noktalarını göz önüne serdiği kanaatini edindik. Her ne
kadar Ebu Said’i fantastik derviş, İbnü’l-Farıd’ı romantik şair, Abdülkerim
el-Cili ve İbn Arabi’yi filozof göstermişse de, aslında hepsinin özünde
Vahdet-i Vücudu ve ilâhi aşkın yoğunluğunu gördük. Genel olarak sufilerin bu
mistik şiirleri, dışarıdan görünüşte sekuler bir aşkı anlatıyor gibidir ancak,
şairin kendisini iyi tanıdığımız zaman daha iyi anlaşılacağı kanaatindeyiz.
Araştırmamızı yaparken, Sufilerin “hiç” olmasını “Sufi
Nihilizmi” diye değerlendiren görüşlere de rastladık. Bizim edindiğimiz kanıya
göre, tasavvufta ‘hiç’ olma, kendinden vazgeçme, kendini yok sayma, sevilenin
varlığında yok olmak, olarak tarif edilmiştir. Bu da, varlığını aşkın potasında
eriterek olmaktadır. Ben yoktur, ‘hiç’tir; ‘O’, vardır, ‘O’, da Allah’tır; yok
olan, hiç olan diğer varlıklardır, şeklinde ifade edebiliriz. Vahdet-i Vücud
adı verilen bu durum, düşünce sisteminden çok hal ile anlaşılır ve kelimelerle
ifade etmenin güç olduğu fikrindeyiz. Bu nedenle, aşkın şiddetli nüksettiği
vecd halindeki sufinin sarfettiği şatahlı kelimeler yanlış anlaşılmalara neden
olabilmiştir; bu sufilerin şarapları, sarhoşlukları, sevgilileri, aşkları zahir
ehlince ‘işret’ olarak değerlendirilmiş, zındıklıkla suçlanmış, yerilmiştir;
hatta nefret edilmiş olduğunu gözlemledik. Batılılar gibi, bir çok İslâm
mutasavvıfı dahil, “Ene’l-Hakk” sözünün Hind dinlerindeki “Ben Brahmayım, Ben
Tanrı’yım.” etkisi ile, Hakikat-ı Muhammedi’nin (Nur-i Muhammedi) III. Hicri
yüzyıldan sonra Yahudi filozofu Filon’un “İlahi kelime” görüşü ve Hz. İsa’nın
“logos” doktrini ile aynı olduklarını iddia edenlerin sayısı az değildir.
Nicholson gibi, Kuşeyri, İbn Haldun, İbn Hazm, İkbal gibi
İslâm alimleri ve diğer Batılı alimleri de, “Sübhani”, “Ene’l-Hakk” gibi
şatahlı sözleri İslâm’ın dışında bulmuş, yabancı kaynaklardan geldiğini öne
sürmüşlerdir. Sufilerin, Vahdet-i Vücudcu, felsefi olanlar ve Vahdet-i Vücuda
karşı, itidalli olanlar diye ikiye ayrılmış olduğunu saptadık. Vahdet-i
Vücud’un, Kur’ân ve Sünnet’e dayalı, peygamberler ve velilerin hallerinden
meydana gelen manevi bir durumun ifadesi olduğu düşünülürse, bu hallerini,
sufilerin kimisi düz yazı ile, kimisi şiir ile, kimisi şatahlı sözler sayıklayarak,
kimisi de müzik ve sema ile ifade etmişlerdir; bu farklı ifade ediş
biçimlerinin, aykırıymış gibi gelen sözlerinin ve davranışlarının, onların
kendine özgü fıtratlarından ve özel hallerinden kaynaklandığını söyleyebiliriz.
Nicholson, Abdülkerim el-Cili’nin, însan-ı Kâmil
kitabında, Eflatun ile buluştuğunu, onun zahir ehlince kafir sayılmasına
rağmen, Gayb aleminde makamının çok yüksek olduğunu ve Eflatun’un kendisine
zamanının kutbu olduğunu söylediğine[367]
yer vermiştir. Buradan da edindiğimiz kanıya göre, İslâm’dan önce de mistik
hayat vardır ve benzer şeylerin söylenmesi şaşılacak bir şey değildir çünkü,
hepsi de aynı kaynaktan, yani Allah’tan beslenmiştir. Sufilerin başka din,
inanış ve fikirlerden yararlandıkları konusunda ısrar edenlere şu soruyu sorma
gereğini hissederiz: İlk dönem sufıleri, hangi Gnostik, hangi Hellenistik,
hangi Budist görüşü okumuş, incelemiş, duymuş ve ondan etkilenmiş olabilir? İbn
Arabi’nin Endülüslü olmasından dolayı etkilendiğini düşünsek bile Vahdet-i
Vücud görüşünün ondan önce de var olduğunu incelememizde gördük. Ebu Said’in
dediği gibi, Sufilerin birincisi ne demişse en sonuncusu da aynı şeyleri
söylemiştir. Sufilere göre, “Bir, heptir, hep, birdir.” en önemli ilkedir ve
alemde zıtlık ve ikilik yoktur. Ayrıca Nicholson’ın Studies in Islamic
Mysticism’de söylediği gibi, tasavvufta ‘baba-oğul-anne’ ya da
‘kutsal ruh’ üçlemesi yoktur; hiç bir zaman bir aile kavramı içinde ‘Allah’
arandığına rastlamadık. Biz, aynı makamda olan, aynı hali yaşayan sufilerin,
biribirlerinden çok uzak olsalar da, aynı zaman diliminde yaşamasalar da, hatta
aralarında asırlar olsa da, aynı şeyleri söylediklerini, aynı tavrı
sergilediklerini ve sufilerin özde biribirlerine benzemelerine rağmen, her
birinin farklı kişilik ve tavra sahip olduklarını farkettik. Genelde sufilerin
(evliya) hemen hepsinin silsilesinin olduğunu, sıkı bir eğitim sürecinden
geçtiğini, sözlerinin Kur’ân ve Hadis’in şerhi gibi olduğunu ve özgün ifade
ettiklerini saptadık. Bu duruma Ebu Said ve Mevlâna’yı örnek olarak verebiliriz.
Studies in Islamic Mysticism’de yer alan bu dört sufinin de, çok küçük
yaşlardan itibaren Kur’ân’ı ezbelediklerini, Hadis ve zahiri ilimlerde, geniş
bir yelpazede ilim tahsil ettiklerini, altın bir silsileye tabii olduklarını ve
insanlara öğüt verirken Şeriat ve Sünnet ışığında cümleler sarfettiklerini
tespit ettik.
Nicholson’ın, tasavvuf araştırmalarında, Anadolu
topraklarının pek çok evliya yetiştirmesine rağmen, ilgi duydugu Horasan
bölgesinden bir çok ‘Horasan Erenleri’nin Anadolu topraklarına göç etmiş
olmalarına ve kendisi Osmanlıca bilmesine rağmen, hiç bir Türk mutasavvıfından
bahsetmemiş ve incelememiş olduğunu tesbit ettik. Hatta Mevlâna’yı bile İranlı
olarak tanıtmıştır. Batı, halâ Mevlâna’yı Farisi olarak bilmektedir. O, İbn
Arabi’den bahsederken, onun takipçisi, öğrencisi, koyu bir Vahdet-i Vücudcu
olan üvey oğlu Sadrettin Konevi’den, tanınmış büyük Türk sufilerinden Horasanlı
Ahmet Yesevi’den (v. 562/1166), Horasan’dan Anadolu’ya gelen Hacı Bektaş
Veli’den (v. 669/1270), Ahi
Evran’dan (v. 660/1262), Yunus Emre’den (v.
720/1320), Hacı Bayram Veli’den (v. 833/1429-30),
Ak Şemseddin’den (v. 863/1459) hiç bahsetmemiştir. Öyle
görünüyor ki Türk Tasavvufu Nicholson’ın, ilgi alanına
girmemektedir. Onun, Ebu Said ile Selçuklu Türkler’inin ilişkilerini içeren
menkıbelere yer vermediğini ve yalnızca Oğuz Türkler’inin Horasan bölgesini
işgalleri esnasında, Ebu Said’in kabrinin ve kitaplarını gömdüğü yere diktiği
ağacın, yerle bir olmasını, tek bir cümle ile ifade ettiğini gözlemledik.[368]
Bu araştırmamızdan edindiğimiz izlenime göre, Nicholson,
öğrencisi Afifi’nin dediği gibi sufi meşrepli görünmemektedir; Mevlevi
giysileri giyip, sufi gibi davranmış olması ile onun tasavvufu tam olarak
anladığını ve yaşadığını düşünemeyiz. Bizce Nicholson, bir Hıristiyan mistiği
profili çizmektedir. O, tasavvufu sevmiş, beğenmiştir, ancak, onu İslâm’dan
ayrı tutmaya ve ayrı bir yere oturtmaya çalışmış görünmektedir.
Araştırma
yaparken Ebu Said ve İbnü’l-Farıd ile ilgili günümüz Türkçe’si ile fazla
kaynağa rastlamadık. İbnü’l-Farıd’ın eserleri ile ilgili, şiirlerinin parça
parça tercümeleri ve Fatih Güllüce’nin ‘Mehmed Nâzım Paşa’nın “İbn Fâriz
Tercümesi ve Şerhi” -Metin ve İnceleme- yüksek lisans tezi (MÜSBE 2008)
dışında önemli bir döküman bulamadık. İlahi aşkı çarpıcı bir şiir diliyle
anlatan bu iki büyük sufinin, Batı’da olduğu gibi ülkemizde de tanınıp, hak
ettikleri değerin verilmesini umarak, Ebu Said’in şiirleri hakkında bir
araştırma yapılmasının ve İbnü’l-Farıd’ın şiirlerinin tamamının günümüz
Türkçe’sine çevrilmesinin, tasavvuf bilimine ve Anadolu İslâm kültürüne büyük
katkıları olacağı kanaatindeyiz
Acıduman, Ahmet, “İbn-i Sinâ’nın Bilim
Tarihindeki Yeri: Kuhn’ca Bir Yaklaşımla”, Ankara Ünv. Tıp Fakültesi
Mecmuası, LV, sayı: 2, 2002, 115-122. http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/36/134/927.pdf
Erişim tarihi, 02.02.2011
Alper, Ömer Mahir, “İbn Sinâ”, DİA, XX (İstanbul
1999), 319-322.
AnaBritanica Genel Kültür Ansiklopedisi, “Nihilizm”,
XVI, Ana Yayıncılık Sanat Pazarlama (İstanbul 1989), 513-514
Arpaguş, Safi, “Mevlânâ Celâleddin Rûmî’nin Eserleri
Üzerine Yapılan İngilizce Çalışmalar”, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma
Dergisi (Mevlânâ Özel Sayısı), yıl: 6, sayı: XIV (Ankara 2005), 775-804
, Mevlânâ ve İslâm, Vefa Yayınları, İstanbul 2007.
Ateş, Ahmed, “Menâkıp”, MEB İslâm Ansiklopedisi,
VII, (İstanbul 1957), 701-702.
Ateş, Süleyman, “Sülemî’nin Hayatı Kişiliği ve Eserleri”,
Ebu Abdurrahman Sülemi, Sülemi’nin Risaleleri, (trc. Süleyman Ateş), Ankara
Ünv. Basımevi, (İstanbul 1957), 1-6
Attar, Feridüddin, Tezkiretü’l-Evliya, trc. Süleyman
Uludağ, İlim ve Kültür Yayınları, Bursa 1984.
, Mantık al-Tayr, trc. Abdülbaki Gölpınarlı, Türkiye
İş Bankası Kültür Yay. 2006 İstanbul.
Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi, “vedanta”,
XIX, Gelişim Yay. (İstanbul 1986), 12130
Canan, İbrahim, “zühd”, Hadis Ansiklopedisi (Kütüb-i
Sitte), XVII, Akçağ Yay. İstanbul--.
Cebecioğlu, Ethem, “Prof. Nicholson’un Kronolojik Esaslı
Tasavvuf Tarifleri”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi,
XXIX (Ankara 1987), 387-406.
http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/37/770/9803.pdf Erişim tarihi.
30.12.2010
(editör), Tasavvuf
Klasikleri, Erkam Matbaaacılık, İstanbul 2010.
, Tasavvuf Terimleri ve
Deyimleri Sözlüğü, 1-302
http://dosyalar.semazen.net/e
kitap/TASAVVUF TERIMLERI VE DEYIMLERI SOZLUGU.pdf
Erişim tarihi, 05.05.2011
el-Cili, Abdülkerim, İnsan-ı Kâmil, trc. Abdüllaziz
Mecdi Tolun, İz Yay., İstanbul 2002.
, însan-ı Kâmil, trc. Abdulkadir Akçiçek, Üçdal
Neşriyat, İstanbul 1974.
Demirli, Ekrem, “Sunuş”, Abdülkerim el-Cili, însan-ı
Kâmil, (trc. Abdüllaziz Mecdi Tolun), İz Yay. (İstanbul 2002), 9-22
Derin, Süleyman, İngiliz Oryantalizmi ve Tasavvuf,
Küre Yayınları, I. basım, İstanbul 2006.
, “Nicholson, Reynold.Alleyne”, DİA, XXXIII
(İstanbul 2007), 76-77
Devellioğlu, Ferit, Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lugat,
Aydın Kitabevi, 22. baskı, Ankara 2005.
Fahri, Macit, A History of Islamic Philosophy, trc.
Kasım Turhan, İslam Felsefesi Tarihi, Ayışığıkitapları, İstanbul 1998.
Gazali, Ebu Hâmid Muhammed, Kimyâ-yı Saâdet (İslâm
Terbiyesi), Erkam Yay., İstanbul 1989.
Gölpınarlı, Abdülbaki, “Açılama”, Feridüddin Attar, Mantık
al-Tayr, (trc. Abdülbaki Gölpınarlı), Türkiye İş Bankası Yay. (İstanbul
2006), 355-372.
Güleç,
İsmail, “R. A. Nicholson’un Mesnevi Tercüme ve Şerhi Üzerine”, Divan İlmi Araştırmalar, XX, 01. 2006, 227-240.
http://turkoloji.cu.edu.tr/ESKI%20TURK%20%20EDEBIY
ATI/ismail gulec mesn evi.pdf
Erişim tarihi, 21.01.2010.
Güllüce, Fatih, Mehmed
Nâzım Paşa’nın “İbn Fâriz Tercümesi ve Şerhi” - Metin ve İnceleme-, Yüksek
Lisans Tezi, MÜSBE, İstanbul 2008. http://www.belgeler.com/blg/1ghl/mehmed-nazim-pasa-nin-ibn-fariz-tercumesi-ve-
serhi-metin-ve-inceleme-mehmet-nazim-pasha-s-the-interpretation-and-
commentary-of-ibn-fariz-text-and-analysis
Erişim Tarihi, 05.05.2011.
Gündüz, Şinasi, “Maniheizm”, DİA, XXVII (Ankara
2003), 575-577.
Gürer, Dilâver, Düşünce ve Kültürde
Tasavvuf, Ensar Neşriyat, 2007 İstanbul.
, Abdülkâdir Geylânî Hayatı, Eserleri, Görüşleri,
İnsan Yayınları, 3. baskı, İstanbul 2006.
Hadimi, Ali b. Emrullah-Muhammed, Islâm Ahlâkı,
Hakikat Yayınları, 29. baskı, İstanbul 1996.
Hodgkinson, Brian, The Essence of Vedanta, Eagle
Editions Ltd., London 2006.
Hidayet, Sadık, Terânehâ-yi Heyyâm, Farsça ilk
baskı: Tahran 1934, trc. Mehmet Kanar, Hayyam’ın Teraneleri, Yapı Kredi
Yay., 3. baskı, İstanbul 2000
İbn Haldun, Şifâu’s-Sâil, haz. Süleyman Uludağ, Tasavvufun
Mahiyeti, Dergah Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 1998.
İbn Münevver, Muhammed, Esrâru’t-Tevhîd fi Makaâtı
’ş-Şeyh Ebî Said, trc. Süleyman Uludağ, Tevhîdin Sırları, Kabalcı
Yayınevi, İstanbul 2003.
Karahan, Abdulkadir, “İslâm Sufileri İçin İlk Söz”, Reynold
A. Nicholson, İslâm Sufileri, ( trc. Mehmet Dağ vd.), I, İstanbul 1978,
VII-XVI.
Kılıç, M. Erol, “İbnü’l Arabî, Mühyiddin”, DİA, XX
(İstanbul 1999),493-516.
Konrapa, M. Zekai, Peygamberimiz, Erkam Yay.,
İstanbul 1987.
Korlaelçi, Murtaza “Panteizm Vahdet-i Vücud mudur?”, Felsefe
Dünyası, sayı: 3, Ankara 1992, 43-50 http://www.tufed.org/1301-0875/03-1992/03-043.pdf Erişim tarihi,
10. 09. 2011
Köse, Ali, “Hârikulâde”, DİA, XVI ( İstanbul 1997),
185-188.
Kuşeyri, Abdulkerim, er-Risale, haz. Süleyman
Uludağ, Kuşeyri Risalesi, Dergah Yayınları, 4. baskı, İstanbul 2003.
Küçük, Hülya, Tasavvuf Tarihine Giriş, Nükte Kitap,
2. baskı, Konya 2004.
Merçin, Erdoğan, “Gazneliler”, DİA, XIII ( İstanbul
1996), 480-484.
Nicholson, Reynold Alleyne, Mystics of Islam, trc.
Mehmet Dağ, Kemal Işık, Ruhi Fığlalı, Abdülkadir Şener, İsmet Kayaoğlu, İslâm
Sufileri, Kültür Bakanlığı Yayınları, İstanbul 1978.
, Studies in Islamic Mysticism, Cambridge University
Press, London 1921.
, The Mystics of Islam, Lowe & Brydone Ltd, I.
Baskı 1914,
London 1970.
Ocak, Ahmet Yaşar, Kültür Tarihi Kaynağı Olarak
Menâkıbnâmeler (Metodolojik Bir Yaklaşım), Türk Tarih Kurumu Basımevi,
Ankara 1992.
Rûmî, Mevlâna Celâleddin, Mecâlis-i Seb’a, trc. ve
haz. Abdülbaki Gölpınarlı, Yedi Meclis, Kent Basımevi, 2. baskı,
İstanbul 1994.
, Divan-ı Kebir’den Seçmeler, haz. Yakup Şafak,
Konya Büyükşehir Belediyesi Kültür Yay., Konya 2000.
, Mesnevî, trc. Şefik Can, Konularına Göre
Açıklamalı Mesnevî Tercümesi, III-IV, V-VI, Ötüken Neşriyat, 8. baskı,
İstanbul 2006.
, Sırların Dili-Bütün Rubailer-, terc. Ziya Avşar,
Meram Belediyesi Kültür Yay., Konya 2007
Siddiqui, Iqtedar Hussain, “Gurlular”, DİA, XIV
(İstanbul 1996), 207-211
Subaşı, Muhsin İlyas, Batı’dakiMevlâna, Nesil
Yayıncılık, İstanbul 2007.
Sühreverdi, Şihabuddin, Avârifü’l-Meârif, trc. Dr.
Dilaver Selvi, Gerçek Tasavvuf, Semerkand Yayınları, İstanbul 2007.
Sülemi, Ebu Abdurrahman, Sülemi’nin Risaleleri, trc.
Süleyman Ateş, Ankara Ünv. Basımevi, Ankara 1981.
Sümer, Faruk, “Selçuklular”, DİA, XXXVI (İstanbul
2009), 365-371.
Şafak, Yakup, “Mevlâna’ya Atfedilen ‘Yine Gel...’ Rubaisine
Dair”, Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi, sayı: XXIV (İstanbul
2009), 75-80.
Şahinoğlu, M. Nazif, “Abdülkerim el-Cili”, DİA, I
(İstanbul 1988), 250.
Thilly, Frank, A History of Philosophy, trc. İbrahim
Şener, Felsefe Tarihi, Sistem Yayıncılık, İstanbul 1995.
Uludağ, Süleyman, “İbnü’l-Farız”, DİA, XXI, ,
(İstanbul 2000), 40-43.
, “Mücahede”, DİA, XXXI (İstanbul 2006), 440.
, “Harakâni”, DİA, XVI (İstanbul 1997), 93-94.
,“Giriş,
Kuşeyri’nin Hayatı ve Risalesi, Abdulkerim Kuşeyri”, Kuşeyri
Risalesi, (haz. Süleyman Uludağ), Dergah Yay., (İstanbul, 1991), 11-75
, “Sunuş”, İbn Münevver, Tevhidin Sırları, (trc.
Süleyman Uludağ), Kabalcı Yay. (İstanbul 2003), 7-38.
, “Giriş: İbn Haldun’un Tasavvuf! Görüşleri ve Şifâu’s-SaiF,
İbn Haldun, Tasavvufun Mahiyeti, (haz. S. Uludağ), Dergah Yay.,
(İstanbul 1998), 17-76.
Unat, Yavuz, “Ömer Hayyam”, DİA, XXXIV (İstanbul
2007), 66-68.
Ünver, Mustafa, “Nesimi ve Vahdet-i Vücud”, Atatürk Ünv.
Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi (Prof. Dr. Hüseyin Ayan Özel
Sayısı), Sayı 39, (Erzurum 2009), 537-552.
Yakıt, İsmail, Batı Düşüncesi ve Mevlâna, Ötüken
Neşriyat, İstanbul 2000.
Yasa, Metin, “Panenteizmin
tarihsel Ardalanı Üzerine”, Ondokuz Mayıs Ünv. İlahiyat Fak. Dergisi, Sayı: 18-19, Samsun 2005, 129-146
http://dergi.samsunilahiyat.com/Makaleler/700160437
200519050102.pdf Erişim Tarihi, 06.08.2011
Yazır, Elmalılı Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili Kur’an-ı
Kerim ve Meali, haz. Dücane Cündioğlu, İslamoğlu Yayıncılık, İstanbul 1993.
Yıldırım, Celal, Bayezid Bestami ve Islâm Tasavvufunun
Özü, Demir Kitabevi, İstanbul 1978.
Yılmaz, H. Kâmil, Anahtarlarıyla
Tasavvuf ve Tarikatlar, Ensar Neşriyat, 10. baskı, İstanbul 2004.
Web Sayfaları:
http://www.amazon.com/Literary-History-Arabs-
Reynold%20Nicholson/dp/0521095727#reader
0521095727 Erişim
tarihi,
30.12.2010 http://www.itusozluk.com/goster.php/r+a+nicholson
Erişim Tarihi, 06.07.2010 http://www.goodreads.com/book/show/9134055-tasawuf-cinta Erişim tarihi
10.03.2011 http://www.powells.com/biblio/61-9781406700053-2
Erişim tarihi, 05.03.2011 http://openlibrary.org/works/OL493347W/Studies
in Islamic mysticism Erişim tarihi, 05.03.2011 http://www.amazon.co.uk/Sacred-Trans-Palmer-Intro-Nicholson/dp/1905857020#
Erişim tarihi, 07.08.2010 (içinde, sayfa: 9)
http://www.librarything.com/author/nicholsonreynolda
http://www.amazon.co.uk/Rubaiy%C3%A1t-Translated-FitzGerald-introduction-
Nicholson/dp/B0018J63WQ
Erişim tarihi, 05.09.2010
http://www.amazon.com/Elementary-Arabic-Grammar-Reynold-
Nicholson/dp/8120613767 Erişim
tarihi, 07.08.2010
http://www.google.com/search?tbm=bks&tbo=1&hl=tr&q=Studies+in+Islamic+My
sticism+&btnG=
. Erişim tarihi, 30.12.2010
http://www.tasavvufalemi.com/sayfa.php?yaziNo=336
Erişim tarihi, 12.12.2010 http://www.mollacami.net/forum/index.php/topic,1432.5/wap2.html
Erişim Tarihi, 10.07.2011
http://tr.wikipedia.org/wiki/Ebu
Hanife Erişim tarihi, 05.07.2011 http://www.sonmezkutlu.com/?&Bid=205161
Erişim Tarihi, 10.08.2011 amazon.co.uk:Reynold Alleyne Nicholson:books;
http://www.amazon.co.uk/s/ref=ntt
athr dp sr 2?encoding=UTF8&sc...
ErişimTarihi, 07.08.2010
http://www.librarything.com/author/nicholsonreynolda
Erişim tarihi, 05.05.2011 http://www.worldcat.org/
search? q=au%3AIbn+al -
Fa%CC%84rid%CC%A3%2C+%CA%BBUmar+ibn+%CA%BBAli%CC%84%2C
&fq=&dblist=638&start=11&qt=page
number link Erişim tarihi,10.08.2011 (İBN FARID ESERLERİ LİSTESİ)
http://tr.wiktionary.org/wiki/c%C3%BCnun
Erişim tarihi, 30.08.2011
[1] Süleyman Uludağ, “Sunuş”, Tevhîdin
Sırları, İbn Münevver, Esrâru ’t-Tevhîd fi Makaâtı’ş-Şeyh Ebî Said,
(trc. S. Uludağ), İstanbul 2003, içinde 7-39; 7
[2] Feridüddin Attar, Tezkiretü ’l-Evliya,
trc. Süleyman Uludağ, Bursa 1984, 827-842
* ‘Bâbo Bu’l-Hayr’,
‘Babacan Bul Hayr’ anlamında kullanılmıştır. (Uludağ, a. g. m, 7)
[3] Uludağ, a. g. m., 7
[4] Uludağ, “Sunuş”, 7; Nicholson, Studies in
Islamic Mysticism, 3
** “God gives the
dervishes love-and love is woe;
The generous youth will freely
yield his life,
By dying near and dear to Him they grow.
The man of God cares naught for worldly show.” (Nicholson, a.
g. e., 3 )
[5] İbn Münevver, Esrâru ’t-Tevhîd fi
Makâtı’ş-Şeyh Ebî Said, (Tevhîdin Sırları), trc. S. Uludağ, İstanbul 2003,
50
[6] Uludağ, “Sunuş”, 7-39; 27
[7] A. y., 7-39; 28-29
[8] Nicholson, a. g. e., 4
[9] Attar, Tezkiretü ’l-Evliya, 829-830
[10] Nicholson, a. g. e., 10
* Nicholson, vefat tarihlerini miladi takvime göre
vermiştir.
[11] İbn Münevver, a. g. e., 58; Nicholson, a. g.
e., 10; Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Klasikleri, İstanbul 2010, 60
[12] İbn Münevver, a. g. e., 51
[13] Nicholson, a.g. e., 4
* “Without Thee, O
Beloved, I cannot rest;
Thy goodness towards me I cannot
reckon.
Tho’ every hair on my body becomes
a tongue,
A thousandth part of the thanks due
to Thee I cannot tell.” ( Nicholson, a. g. e., 5)
[14] İbn Münevver, a. g. e., 52
[15] bkz. Uludağ, “Sunuş”, Tevhîdin Sırları,
içinde 7-39; 8; Nicholson, Studies in IslamicMysticism, 6
[16] Uludağ, a. g. m., içinde 7-39; 8
[17] Nicholson, a. g. e., 6
* Nicholson, Hulat-ı
Sııhanan'a göre Ebu Said yedi senelik halvetten döndüğü zaman Ebu Fadl’ın
vefat etmiş olduğunu, Esrâru ’t-Tevhîd’e göre ise Serahs’da Ebu Fadl’ın
gözetiminde onun ikinci bir uzlet ve çile hayatı geçirmiş olduğunu
belirtmiştir. (Nicholson, Studies in Islamic Mysticism, 11)
[18] Uludağ, a. g. m., 7-39; 9-10
[19] Uludağ, “Sunuş”, Tevhidin Sırları,
içinde 7-39; 10-12
[20] Süleyman Uludağ, “Giriş”, Kuşeyri’nin Hayatı ve Risalesi,
Abdulkerim Kuşeyri , er-Risale, (haz. Süleyman Uludağ), İstanbul 1991
içinde, 11-75; 15
[21] Uludağ, “Sunuş”, Tevhîdin Sırları,
7-39; 12-13
[22] Nicholson, Studies in Islamic Mysticism,
59
[23] Nicholson, Mystics of İslam, 90
[25] Nicholson, Studies in IslamicMysticism,
45; Uludağ, “Sunuş”, Tevhîdin Sırları, içinde 7-39; 14
[26] İbn Münevver, Esrâru ’t-Tevhîd, 50
[27] Erdoğan Merçin, “Gazneliler”, DİA,
XIII, İstanbul 1996, 480-484
[28] Faruk Sümer, “Selçuklular”, DİA, XXXVI,
İstanbul 2009, 365-371
[29] İbn Münevver, a. g. e., 164
[30] A. y., 164-165
[31] Sümer, “Selçuklular”, 365-371
[32] Sümer, a. g. m., 365
[33] Yılmaz, Anahtarlarıyla Tasavvuf ve
Tarikatlar, 124-125
[34] Iqtedar Hussain Siddiqui, “Gurlular”, DİA,
XIV, İstanbul 1996, 207-211
Esrâru’t Tevhîd’vn yazılış tarihi olarak, S.
Uludağ’ın Tevhîd’in Sırları ‘sunuş’ bölümünde 553/1158, 574/1178,
588/1192, 599/1202 dört değişik tarihin verildiği ifade edilmiştir.
[35] Nicholson, a. g. e., 1-2; Uludağ,
“sunuş”, a .g, e. içinde, 7-39; 35
[36] İbn Münevver, a. g. e., 45
[37] Yılmaz, a. g. e., 125
[38] A. y., 127-128
[39] Gürer, Düşünce ve Kültürde Tasavvuf, 87
[40] İbn Münever, a. g. e., 199
[41] Süleyman Uludağ, “Harakâni”, DİA, XVI,
İstanbul 1997, 93
[42] Nicholson, a. g. e., 44
[43] Abdülkerim Kuşeyri, er-Risale, (Kuşeyri
Risalesi), Haz. Süleyman Uludağ, İstanbul 2003, 106
[44] Celal Yıldırım, Bayezid Bestami ve Islâm
Tasavvufunun Özü, İstanbul 1978, 22
[45] Yıldırım, a. g. e., 26
[46] A. y., 22
[47] Yılmaz, a. g. e., 113
[48] Yıldırım, a. g. e., 17
[49] Yıldırım, a. g. e., 93
[50] Nicholson, Studies in Islamic Mysticism,
42
[51] Reynold Alleyne Nicholson,, Mystics of Islam, (İslâm Sûfileri),
trc. Mehmet Dağ vd., İstanbul 1978, 115
* “The
life of Abu ’l-Hasan Khurqani, another Persian Sufi who died in 1033 A.D.,
gives us a complete picture of the Oriental pantheist...” (bkz. Nicholson, Mystics
of Islam, 133) Mystics of Islam kitabının İslam Sufileri adlı
Türkçe çevirisinde, Nicholson gibi ‘panteizm’, ‘Vahdet-i Vücud’ olarak
değerlendirilmiştir. Başka bir örnek: “..and the Legend of the Moslem Saints
records the wildest excesses of Oriental pantheism.” (Nicholson, Mystics of
Islam, 21), “...İslâm velilerinin menkabeleri, Şark vahdet-i vücudculuğunun
en aşırı örneklerini vermektedir.”, (bkz. Nicholson, a.g.e., trc. Dağ vd., İslâm
Sûfileri,18) Yine “soul (ruh)” kelimesi yer yer “nefs” olarak
çevirilmiştir. (bkz. Nicholson, Mystics of Islam, 60; Nicholson, İslâm
Sûfileri, trc. Dağ vd., 51)
[52] Uludağ, “Harakâni”, 93-94
[53] Uludağ, a. g. m., 93
[54] A. y., 93-94
[55] Nicholson, Mystics of İslam, 124
[56] A. y., 133
[57] Nicholson, İslâm Sufileri, trc. Mehmet
Dağ, vd., 117
[63] Nicholson, Studies in Islamic Mysticism,
33
[64] İbn Münevver, a. g. e., 98; Nicholson,
a.g.e., 33.
[65] İbn Münevver, a. g. e., 99; Nicholson, a. g.
e., 34.
bkz. Uludağ, Tevhidin Sırları,
içinde 11
** bkz. Kuşeyri, Kuşeyri
Risalesi, trc. S. Uludağ, 144
[66] bkz. Uludağ, Kuşeyri Risalesi, içinde
15
[67] İbn Münevver, a. g. e., 63; Nicholson, a. g.
e., 14.
[68] İbn Münevver, a. g. e., 69, 79, 244, 247, 260,
273-274; Nicholson. a. g. e., 24
[69] Süleyman Ateş, “Sülemi’nin Hayatı Kişiliği
ve Eserleri”, Sülemi’nin Risaleleri, Ebu Abdurrahman Sülemi, (trc.
Süleyman Ateş), İstanbul 1957, içinde, 1-6; 1-2
[70] Ateş, a. g. e. içinde, 3
[71] Yılmaz, Tasavvuf ve Tarikatlar, 278
[72] Nicholson, Studies in Islamic Mysticism,
14
[73] İbn Münevver, a. g. e., 319
[74] Uludağ, Tevhîdin Sırları, 7-39; 28
Hidayet, a. g. e., 59
[84] İbn Münevver, a. g. e., 194
[85] Nicholson, Studies in Islamic Mysticism,
42
[86] Ömer Mahir Alper, “İbn Sînâ”, DİA, XX,
İstanbul 1999, 319-322
[87] Ahmet Acıduman, “İbn-i Sinâ’nın Bilim
Tarihindeki Yeri: Kuhn’ca Bir Yaklaşımla”, Ankara
Ünv. Tıp Fakültesi Mecmuası, LV, sayı:2, 2002, 115-122
http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/36/134/927.pdf
erişim tarihi, 02.02.2011
[88] Nicholson, a. g. e., 42
* “After a time the
saint, who was an illiterate person, felt tired,...” (Nicholson, The Mystics
of Islam, 145) Nicholson, Harakani’nin ümmi olmasına özellikle vurgu yapmış
gibidir.
[89] Nicholson, Mystics of Islam, 145
[90] A. y., 146
[91] İbn Münevver, a. g. e., 194
[92] Nicholson, Mystics of İslam, 118
* “In my heart Thou dewellest-else with blood
I’ll drench it; In my eye Thou glowest-else with tears I’ll quench it. Only to
be with Thee my soul desireth,
Else from out my body, by hook or
crook I’ll wrench it”
[94] bkz.
http://tr.wikipedia.org/wiki/Ebu Hanife erişim tarihi, 05. 07. 2011
* Hemedâni, Ahmed
Gazali’nin talebesidir.
"Delirme, aşkın
galip gelmesi (Devellioğlu, a. g. e., 148); Aşk ve içkinin neden olduğu delilik, çılgınlık.
http://tr.wiktionary.org/wiki/c%C3%BCnun erişim tarihi, 30.04.2011;
[95] Fahri, A History of Islamic Philosophy,
(İslam Felsefesi Tarihi), 248
[96] Uludağ, Tevhidin Sırları, 35;
Nicholson, Studies in IslamicMysticism, 1
[97] Uludağ, a. g. m., 35
[98] Ahmed Ateş, “Menâkıp”, MEB İslâm
Ansiklopedisi, VII, İstanbul 1957, 701-702
[99] Ahmet Yaşar Ocak, Menâkıpnâmeler,
Ankara 1992, 39
[100] Ocak, a. g. e., 33
[101] Nicholson, a. g. e., 74 -75
[102] A. y., 75 - 76
[103] İbn Münevver, a. g. e., 190
[104] İbn Münevver, a. g. e., 81
[105] Uludağ, a. g. m., 35
[106] Nicholson, a. g. e., 1-2
[108] İbn Münevver, a. g. e., içinde, Uludağ, “sunuş”,
7-39; 19
[109] Uludağ, a. g. m., 7-39; 17
[110] İbn Münevver, Esrâru ’t-Tevhîd, 199
[111] İbn Münevver, a. g. e., 270
[112] Uludağ, “sunuş”, Tevhidin Sırları, içinde
7-39; 26
[113] İbn Münevver, a. g. e., 87
[114] A. y., 293
[115] Uludağ, a. g. m., içinde 7-39; 18
[116] Uludağ, a. g. m., 28 (Suhanan-ı Menzûm-i Ebu
Said-i Ebu ’l-Hayr, Tahran 1334, 4’dan naklen)
[117] Yakup Şafak, “Mevlâna’ya Atfedilen ‘Yine
Gel...’ Rubaisine Dair”, Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi,
XXIV, İstanbul 2009, 1-197; 75-80
[118] Feridüddin Attar, Mantık al Tayr, trc.
Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul 2006, 128 (1853, 1854, 1855. beyitler)
[119] Uludağ, a. g. m., 7-39, 29
[120] İbn Münevver, a. g. e., 325
[121] İbn Münevver, Tevhidin Sırları, 326;
Nicholson, Studies in Islamic Mysticism, 46
[122] bkz. İbn Münevver, a. g. e., 46
[123] Nicholson, a. g. e., 76
[124] A. y.
[125] A. y.,
[126] Nicholson, a. g. e., 32-33
[127] Nicholson, a. g. e., 37; Münevver, a. g. e.,
121
[128] Yazır, Kur’an-ı Kerim ve Meali, 153
vermiştir. (Nicholson, a. g. e., 37)
[129] Yazır, Kur ’an-ı Kerim ve Meali, 145
[130] Nicholson, a. g. e., 38
[131] İbn Münver, a. g. e., 204
[132] A. y., 228
[133] A. y., 117
[139] A.y., 56
[140] Nicholson, a. g. e., 56; İbn Münevver, a. g.
e., 305-306
[141] Nicholson, a. g. e., 56; İbn Münevver, a. g. e., 298
* “Whoever goes with me in this Way is my
kinsman, even though he be many degrees removed from me, and whoever does not
back me in this matter is nobody to me, even though he be one of my nearest relatives”
(Nicholson, a. g. e., 56)
[142] Nicholson, a. g. e., 56
** “There is nothing
inside this coat except Allah!” (Bu söz Bayezid Bestami’ye de isnad edilir.)
[152] Mevlâna, Divan-ıKebir ’den Seçmeler, 111
[153] Nicholson, a. g. e., 76
[154] a.
y., 59
* “Mohammedans believe that everything that shall
happen till the Last Day is inscribed on a Tablet
[155] Attar, a. g. e., 190-191
[156] A. y., 349
[157] A. y., 260-261
[158] A. y., 289-290
[160] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur ’an Dili
Kur ’an-ı Kerim ve Meali, İstanbul 1993, 573
[161] Yazır, Hak Dini Kur ’an Dili Kur ’an-ı Kerim
ve Meali; 73
[162] Yılmaz, a. g. e., 31, Hadis içinden, Buhari,
“Cihad”, 70; İbn Mace,”Zühd”, 812
[163] İbrahim Canan, “zühd”, Hadis Ansiklopedisi
(Kütüb-i Sitte), XVII, İstanbul -, 580
[164] M. Zekai Konrapa, Peygamberimiz,
İstanbul 1987, 400
[165] Yılmaz, a. g. e., 32
[166] Kuşeyri, Kuşeyri Risalesi, 208
[167] A. y., 208
[168] Yıldırım, Bayezid Bestami ve Islâm
Tasavvufunun Özü, 227
[169] Şihabuddin Sühreverdi, Avârifü ’l-Meârif
, trc. Dilaver Selvi, Gerçek Tasavvuf İstanbul 2007, 203
[177] Nicholson, a. g. e., 11-12; İbn Münevver, a. g.
e., 58
[178] Nicholson, a. g. e., 11-12; İbn Münevver, a.
g. e., 59
[179] Yılmaz, a. g. e., 185-200
[180] İbn Münevver, a. g. e., 198
[181] Devellioğlu, a. g. e., 47
[182] Yılmaz, a. g.e., 210
[183] Yazır, Kur ’an-ı Kerim Meali, 116
[184] Konrapa, a. g. e., 371
[185] Ebu Hâmid Muhammed Gazali, Kimyâ-yı Saâdet
(İslâm Terbiyesi), İstanbul 1989, içinde 671
[186] A. y., içinde 672
[187] Kuşeyri, a. g. e., 404, 407,
[193]
İbn Münevver, a. g. e., 292
[197] İbn Münevver, a. g. e., 193
[198] A. y., 350
* “I beg, nay, charge thee: Write on my
gravestone this was love’s bondsman,” that when I am gone, Some wretch
well-versed in passion’s ways may sigh And give me greeting, as he passes by.”
(Nicholson, Studies in Islamic Mysticism, 45 )
[199] Mevlâna Celâleddin Rûmi, Divan-ı Kebir’den
Seçmeler, haz. Yakup Şafak, Konya 2000, 48
[200] İbn Münevver, a. g. e., 350
[201] Nicholson, Mystics of İslam, 11
[208] Yılmaz, a. g. e., 219
[209] Küçük, a. g. e., 92
[210] Devellioğlu, a. g. e., 256
[211] Küçük, a. g. e., 88
[212] A. y., 81
[213] Attar, Mantık al-Tayr; 9 (127,128,129.
beyitler)
[214] Mevlana, Mecâlis-i Seb ’a, 16
[215] İbn Münevver, Esrâru ’t-Tevhîd; 65;
Nicholson, Studies in IslamicMysticism, 16
[216] İbn Münevver, a. g. e., 285; Nicholson, a. g.
e., 52
[217] İbn Münevver, a. g. e., 285
[218] İbn Münevver, a. g. e., 317
[219] http ://www.mollacami.
net/forum/index.php/topic, 1432.5/wap2.html 10. 07. 2011 da erişildi.
[220] Attar, Mantık al-Tayr, 10
[221] Frank Thilly, A History of Philosophy,
(Felsefe Tarihi), trc. İbrahim Şener, İstanbul 1995, 254
255
[222] İbn Münevver, a. g. e., 65
[223] Nicholson, a. g. e., 16
* "When I mine eyes
have opened, all Thy beauty I behold,
When I tell Thee my secret, all my
body is ensouled.
Methinks, unlawful ‘tis for me to
talk with other men,
But when with Thee I am talking, ah! the tale is never
told.” ( Nicholson, a. g. e., 16)
[224] İbn Münevver, a. g. e., 74
[225] İbn Münevver, a. g. e., 76
* bkz. Küçük, a. g.
e., 78
[226] İbn Münevver, a. g. e., 201
[227] A. y., 300
[228] A. y., 298
[229] A. y., 301
[230] İbn Münevver, a. g. e., 279
[231] Nicholson, Studies in Islamic Mysticism,
50
[232] Attar, Mantık al-Tayr, 45
[233] Uludağ, “giriş”, Kuşeyri Risalesi,
11-75; 28
[234] AnaBritanica Genel Kültür
Ansiklopedisi, “Nihilizm”, XVI, İst. 1989, 513-514
[235] Yılmaz, a. g. e., 125
[236] Yılmaz, a. g. e., 297
* (bkz. 91)
[237] Abdülbaki Gölpınarlı, “Açılama”, Feridüddin
Attar, Mantık al-Tayr, trc. Abdülbaki Gölpınarlı,
[243] Sühreverdi, a. g. e., 537
[244] Yılmaz, a. g. e., 186-187
Studies in IslamicMysticism’de
Ahkaf, 46/14 olarak verilmiştir. ( Nicholson, a. y., 25)
[245] İbn Münevver, Esrâru ’t-Tevhîd; 78;
Nicholson, Studies in Islamic Mysticism, 25
[251] Nicholson, a. g. e., 10
[252] Sühreverdi, a. g. e., 119
[253] Yılmaz, a. g.e., 334
[254] Yakıt, Batı Düşüncesi ve Mevlâna, 46
[255] Mevlâna, Mesnevî, V-VI, 674
[256] Süleyman Uludağ, “Giriş: İbn Haldun’un
Tasavvufi Görüşleri ve Şifâu ’s-SaiD, İbn Haldun, Tasavvufun
Mahiyeti, (haz. S. Uludağ), İstanbul 1998, içinde 17-76 ; 75
[257] İbn Haldun, Şifâu ’s-Sail, 220-221
[258] İbn Münevver, a. g. e., 75
[259] A. y., 75
[260] İbn Münevver , a. g. e., 297
[261] İbn Münevver , a. g. e., 75-76; Nicholson, a.
g. e., 23
[262] Nicholson, a. g. e., 23
[263]İbn Münevver , a. g. e., 76;
Nicholson, a. g. e., 23
[264] İbn Münevver , a. g. e., 76
[265] A. y., 63
[266] İbn Münevver , a. g. e., 146; Nicholson, a. g.
e., 74
[267] Attar, a. g. e., 827
[268] İbn Münevver, a. g. e., 131-132, 163-165
[269] A. y., a. g. e., 110, 365-366
[270] A. y., 131, 328-329, 343
[271] A. y., 255-261
[272] A y., a. g. e., 164
[273] Yılmaz, a. g.e., 37-38
[274] Yazır, Kur ’an-ı Kerim Meali, 88
[275] Kuşeyri, a. g. e., 103
[276] A. y., 100
[277] Mevlana, Mecâlis-i Seb ’a, 14
* Ebu Said, hankah
adabını on tane Ayet’e dayandırmıştı. (bkz. 76)
[278] İbn Münevver, a. g. e., 64; Nicholson, a. g.
e., 15
[292] Ali Köse, “Hârikulade”, DİA, XVI,
İstanbul 1997, 185-188
[293] Kuşeyri, a. g. e., 446
[294] İbn Münevver, a. g. e., 198; Nicholson, a. g.
e., 67
[295] Uludağ, a. g. m., 7-39; 11
[296] İbn Münevver, a. g. e., 276-277;
Nicholson, a. g. e., 66-67
[297] İbn Münevver, a. g. e., 81Telekinesis, nefesle tedavi, ölülen diriltme, su üstünde durma, uçma, yağmur yağdırma, olayları önceden bilme, tahmin etme, düşünceleri okuma, olayları kontrol altına alma..vs. gibi olağanüstü hallerdir. (Nicholson, Mystics of İslam, 139; Köse, “Hârikulâde”, 185-188: 186 )
[298] Nicholson, Studies in Islamic Mysticism,
14; İbn Münevver, Esrâru ’t-Tevhîd, 63
[299] Nicholson, a. g. e., 8-9; İbn Münevver, a. g.
e., 57
[300] Nicholson, a. g. e.,18-19; İbn Münevver, a. g.
e., 69-70
Kerramıyye: h. III./IX asrın
sonlarından itibaren Horasan ve Maveraunnehır'de Murcıı/Hanefî çevrelerde
kendine has siyasi, itikadi, fıkhi ve tasavvufi görüşleri ile ortaya çıkan ve
buradan diğer bölgelere yayılarak VII./XIII. asrın başlarına kadar varlığını
sürdüren ve adından sık sık bahsedilen İslam düşünce ekollerinden birisidir. Bu
mezheb'in kurucusu Ebû Abdullah Muhammed b. Kerram (v. 255/868) olduğu
söylenmektedir. Kerramiler, imanı sadece dilin ikrarı olarak tanımlarlar, kalb
ile bilmek iman olmadığı gibi, dil ile ikrarın dışında hiç bir şey de iman
değildir. Onlara göre, Hz. Peygamber olsun veya olmasın, bütün müslümanlar
imanları bakımından eşittirler. Çünkü her mümin gerçek mümin, her kafir de
gerçek kafirdir. İkisi arasında üçüncü bir yer yoktur. Ölümle birlikte mürsel
görevi sona erdiğinden Hz. Muhammed kabrinde sadece resuldür; cisim yok olunca,
sıfatta yok olur. Yine onlara göre, veli, nebiden faziletlidir. Allah'ın akılla
bilinmesi vaciptir. bkz.http://www.sonmezkutlu.com/?&Bid=205161
10. 08. 2011’de erişildi.
* Nicholson,
parantez içinde ‘liberal teologlar’ olarak vermiştir.
Bu sayı Esrâru ’t Tevhîd'de 3000 dir. Fillerin
sayısı, 750 dir.
495
Nicholson, Studies
in Islamic Mysticism, 28-32; İbn Münevver, Esrâru ’t-Tevhîd, 92-96
[302] Nicholson, a. g. e., 32-33
[303] Nicholson, Mystics of İslam, 146
[304] Nicholson, İslam Sufileri, trc. Dağ vd.,
124
[305] Devellioğlu, a. g.e., 702
[306] Süleyman Uludağ, “Mücahede”, DİA, XXXI,
İstanbul 2006, 440
[307] Devellioğlu, a. g.e., 895
[308] Yılmaz, a. g.e., 193
[309] Yazır, Kur ’an ’ı Kerim ve Meali, 403
[310] Yılmaz, a. g. e., 193
[311] Uludağ, “mücahede”, 440
[312] Mevlâna, Mecâlis-i Seb ’a; 93
[313] Mevlâna, Mesnevi, III-IV, 325
[314] A. y.
[316] İbn Münevver, a. g. e.,
63-64; Nicholson, a. g. e., 15
[317] İbn Münevver, a. g. e.,
61-62; Nicholson, a. g. e., 13-14
[318]İbn Münevver, a. g. e., 62
Studies of IslamicMysticism’de
ayet numarası (Kor: 2/131) olarak verilmiştir.
[319] İbn Münevver, a. g. e., 64-65; Nicholson, a. g.
e., 16
[320] İbn Münevver, a. g. e., 73; Nicholson, a. g.
e., 21-22
[321] İbn Münevver, a. g. e., 293
[322] A. y., 337
[323] A. y., 195-196
[324] İbn Münevver, a. g. e., 293
[328] Yılmaz, a. g. e., 197
[329] A. y., 198-199
[330] Yazır, Kur ’an ’ı Kerim ve Meali, 166
[331] Yazır, Kur ’an ’ı Kerim ve Meali, 305
[332] Gürer, Abdülkadir Geylâni; 257, içinde, Keşfu
’l-hafâ, 1/278 (1001)
[333] Ali b. Emrullah-Muhammed Hadimî, İslâm
Ahlâkı, İstanbul 1996, 27
[334] Kuşeyri, a. g. e., 199
[335] A. y., 196
[336] A. y., 198
[337] Gürer, Abdülkadir Geylâni, 257
[338] İbn Münevver, a. g. e., 57-58; Nicholson, a. g.
e., 8-9
[339] İbn Münevver, a. g. e., 58
[340] İbn Münevver, a. g. e., 59; Nicholson, a. g.
e., 13
[341] Nicholson, a. g. e., 11
[342] İbn Münevver, a. g. e., 63; Nicholson, a. g.
e., 14
[343] Devellioğlu, a. g. e., 416
[344] Yılmaz, a. g. e., 171
[345] Gürer, Abdülkadir Geylâni, 231
[346] Yazır, Kur ’an ’ı Kerim ve Meali, 303
[352] Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve
Deyimleri Sözlüğü, 141
[359] Mevlâna, Mesnevi, III-IV, 307
[360] A-
y-
Studies in
IslamicMmysticim'de ayet numarası (41/53) olarak verilmiştir.
[361] İbn Münevver, a. g. e., 65-66; Nicholson, a. g.
e., 16-17
[362] İbn Münevver, a. g. e., 66
••CCT
I was a lion-the
fierce pard was ware,
Of my pursuit. I was concuered
everywhere.
But sice I drew Thy love close to
my heart,
Lame foxes
drive me from my forest-liar.” (Nicholson, a. g. e., 17).
"’ Studies in IslamicMyticism'de ayet numarası
(21/36) olarak verilmiştir. “We will proveyou with evil and with good, to
try you; and unto Us shallye return!” ( Kor 21/33)
[363] İbn Münevver, a. g. e., 66; Nicholson, a. g.
e., 17
[364] İbn Münevver, a. g. e., 79
[365] İbn Münevver, a. g. e., 80; Nicholson, a. g.
e., 24-25
[366] İbn Münevver, a. g. e., 80
* “Here is the mansion of
delight, the home of bounty and of grace!
All eyes towards the Ka‘ba turn,
but ours to the Beloved's face.” (Nicholson, a. g. e., 25)
[367] Cili, însan-ı Kâmil,
trc. Abdulkadir Akçiçek, 556-557
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar