Print Friendly and PDF

Şems-i Tebrîzî’ nin Hayatına Bakış

 


Hazırlayan: Volkan YALAP

Melek Dad oğlu Ali Oğlu Şemseddin Mehmet Tebriz ahalisindendir. Onun ailesi dahi Tebrizli idi. Devletşah onu Havend Celâleddin, yani Buzurk Ümit ailesinden olup Alamut valiliğinde (607/1211-618/1221) bulunan Nevmüslüman adıyla ün alan Celâleddin Hasan’ ın oğlu sayar (Fürûzanfer, 1963:67). “Şems, Ahmed Eflâki’ ye göre Tebrizli Melikdâd oğlu Ali’ nin oğludur. Sipehsâlâr’ da ise bu konuda böyle bir bilgi yoktur” (Gölpınarlı, 1952:51). Devletşah diyor ki, Celâleddin ilim, edebiyat okumak için Şeyh Şemseddin’i gizlice Tebriz’ e gönderdi. O bir müddet Tebriz’ de ilim, edebiyat öğrenmekle uğraştı. Devletşâh’ ın sözü yanlıştır. Eski kaynakların hiç birinde bu rivayet söylenmediği gibi, Nevmüslüman Celâleddin Hasan, Alâeddin-i Atamelik-i Cüveynî’ ye göre, Celâleddin Hasan’ ın Nevmüslüman Alâeddin Ahmet’ den (618/1221-653/1255) başka oğlu yoktu. Şems Konya’ ya vardığı zaman, yani 642/1245 yılında 60 yaşında olduğuna göre Şems’in doğumu 582/1186 da olacaktır (Fürûzanfer, 1963:68).

Şems-i Tebrîzî’ nin târihî kimliği aslında Mevlânâ ile buluşmalarından sonra oluşmaya başlamıştır. Zira bu zamana kadar geçen süreçteki Şems daha mistik ve menkıbevi bir Şems’ tir. Eflâki’ nin Ariflerin Menkâbeleri adlı kitabının birçok yerinde rivâyet ettiğine göre, ilk önce Şems, Tebrizli olup Zenbil, yahut sele dokuyan Şeyh Ebu Bekrin’in müridi idi (Fürûzanfer, 1963:68). İncelenilen romanların çoğunda da adı geçen “Âriflerin Menkıbeleri” adlı eserin tam olarak bir biyografi kaynağı olduğu söylenilemez. Zira bu eserin müellifi olan Ahmet Eflâki ile ilgili bilinenler dahi sınırlıdır. Doğunun büyük insanı, şair ve mutasavvıfı Mevlânâ Celâleddin Rûmî ve çevresindekilerinin yanı sıra, Mevlevî tarikatı ve o dönemin tarihi hakkında yazan, eski ve yeni birçok yazarın başvurduğu temel kaynaklardan biri sayılan Ariflerin Menkıbeleri’ ni yazan Ahmet Eflâki hakkındaki bilgimiz, ne yazık ki sadece çevirisi sunulan bu kitabıyla ve Sâkıp Dede’ nin Sefine-i Nefise-i Mevleviyân adlı eserinde - kısmen yine bu kitaptan alarak- verdiği bilgiye dayanmaktadır (Ahmet Eflâki, 2012; 7).

Eflâki, eserini 1353 yılında bitirmiştir. Mevlânâ’ nın vefatından tam olarak 80 yıl sonra tamamlandığı düşünüldüğünde, buradaki olay ve bilgilerinin kaynağının, Sipehsalar risâlesiyle birlikte, çoğunun sözlü anlatılardan derlenmesi, bilgilerin gerçekliğini sorgulamamızı gerektirir. Daha önce de edebiyatımıza roman türü girmeden evvel yer alan bu menkıbelerin bir yerde romana karşılık olabileceğinden bahsetmiştik. Yine okuduğumuz romanlarda yer alan bazı bölümlere doğrudan Ariflerin Menkıbeleri’ nin kaynak olması da bu görüşümüzü destekler niteliktedir.

Başka bir söze göre Tebrizli Şems, Rükneddin-i Secasi’den terbiye görmüş, onun müridi olmuştu. Kirmanlı Evhadettin dahi Rükneddin-i Secasi’ yi kendine pîr olarak seçmişti. Bu rivâyet tarih bakımından her ne kadar şüpheli görünmüyorsa da, Evhadeddin ile Şems’ in, her ikisinin Rükneddin-i Secasi’ nin huzuruna erişmeleri mümkün olmakla birlikte, bu iki zâtın tarikçe “yol itibarı ile” birbirine aykırı olmaları, bir dereceye kadar eski kaynaklarda dahi bunun zaptedilmemesi bu sözü zayıf düşürür (Fürûzanfer, 1963:72).

Şems-i Tebrîzî Konya’ ya, Mevlânâ ile buluşmaya gelmeden önce arayıştadır. Ariflerin Menkıbeleri’nde de bu arayış içindeki yolculuklarından ve devamlı hareket hâlinde oluşundan dolayı kendisine Şemseddin-i Perende (Uçan Şems) dendiği belirtilir. “Yine eski pirlerden nakledilmiştir: Tebriz şehrindeki tarikat pirleri ve hakikat arifleri, Mevlânâ Şemseddin’e “Kâmil-i Tebrizî”; gönül sahibi seyyahlar ise yolu tayy’ ettiği için Şemseddin-i Perende (Uçan Şemseddin) derlerdi.” (Ahmet Eflâki, 2012:469)

Mehmet Nuri Gençosman’ ın çıkarımına göre burada bahsedilen “Kâmil-i Tebrizî”, Şems değildir (Gençosman, 2014:11). Fürûzanfer’ in Menâkıb-i Evhaduddin-i Kirmanî adlı eserinde Evhadduddin şöyle anlatıyor: “Kayseri’ de bulunduğum sırada Kâmil-i Tebrizî denilen bir ar vardı; bu, perişan hâlli bir âşık idi. Sultan Alaeddin ile vezirleri ona çok saygı ve sevgi gösterirlerdi. Bâtın ehli bir adam idi. Sultan yanında çok itibarı var idi. Herhangi bir adam için bin dinar bile iltimas etseydi reddolunmazdı.”

Şimdi Evhaduddin’ in bahsettiği bu Kâmil-i Tebrizî ile büyük ârif Şems-i Tebrizî‘ nin başka başka kişiler olduğuna şüphe etmiyoruz. Çünkü Şems-i Tebrizî, sözü geçen Kirmanlı Evhaduddin’ in uzun uzadıya aleyhinde bulunmuş ve Evhaduddin, Şems’ in mertebesini anlayamamıştır. Şu hâle göre onun Kayseri’ de rastladığı Kâmil-i Tebrizî, başka birisidir, yani Kâmil sözünün, o Şemseddin’in vasfı değil, ismi olduğu anlaşılmaktadır (Gençosman, 2014: 11).

Tebrizli Şemseddin, Mevlânâ’ nın meclisinde ufuklarında nur saçmadan önce şehirleri gezerek büyüklerin huzuruna vardı. Bazen okul müdürlüğü yapıyor, ufak tefek işlerle uğraşıyordu. Ücret verildiği zaman onu almaktan çekinip, ansızın şehirden uzaklaşıyordu. Yolculuk sırasında Şems, Bağdat’a varmış, Bağdat tekkelerinin birinde Kirmanlı Şeyh Evhededdin ile görüştü. “Ne ile uğraşıyorsun?” diye sordu. “Ay’ ı leğen içinde seyrediyorum.” deyince; Şems, “Eğer boynunda çıban çıkmamışsa neden Ay’ ı gökte görmüyorsun?” buyurdu. Evhededdin’ in bu sözden maksadı, “Latif olan insanlık görgüsünde mutlak cemâli arıyorum.” demekti. Şems ona bu meseleyi aydınlattı. “Eğer şehvetten, garazdan uzak kalırsan, bütün alem külli cemâlin mazhârı olduğundan dolayı, her yerde mezâhirin dışında görmeye muktedir olursun” dedi. Şeyh Evhededdin, “Tamam rağbetle, bundan sonra senin kulluğunda olmak isterim.” dedi. Şems, “Bizim sohbetimize tâkat getirmezsin.” diye cevap verdi. Evhededdin ısrarla “Elbette beni kendi musahipliğine kabul edersin.” dedi. Şems buyurdu ki; “Seni bir şartla kabul ederim, Bağdat pazarında herkesin önünde benimle birlikte şarap içebilir misin?” Evhededdin “Bunu yapamam.” dedi. Şems, “Peki bana içimi iyi şarap getirebilir misin?” deyince Evhededdin, “Hayır, getiremem” dedi. Şems, “Peki ben şarap içtiğim vakit benimle konuşabilir misin?” deyince Evhededdin yine “Hayır!” diye cevap verdi. Şems, “Tanrı erlerinin önünden yıkıl!” diye bağırdı (Fürûzanfer, 1963:72).

Fürûzanfer’ in “Arifler’ in Menkıbeleri” nden alıntıladığı bu kısımda, Eflâki’ nin aktardığına göre, Şems’ in Evhededdin’ e söylediği ayet bahsolunmazsa büyük bir eksiklik olur diye düşünmekteyiz. Zira Şems, çocukluğunda dahi sünnete uymak adına ve Hz. Peygambere düşkünlüğünden yemek bile düşünmezken, söylediği sözler ve davranışlarının ardında Kur’an ve hadis olmaması mümkün değildir. Bu sebeple de Şems doğrudan Evhededdin’ i bir dayanak olmadan reddetmez.

Eflâki aralarındaki konuşmayı şu şekilde aktarmıştır:

“Erlerin huzurundan ırak ol” diye ona bağırdı ve “Ben sana benimle birlikte arkadaşlık etmeye sabredemezsin demedim mi?” (Kehf, 18:72) ayetini okuyup şöyle dedi: “Sen bunu yapacak adam değilsin, çünkü sende bu güç yok. Tanrı’ nın sana bu gücü vermediğine ve hasların gücüne sahip olmadığına sevin. O halde benimle arkadaşlık senin işin değildir. Bana arkadaş olamazsın. Bütün müritlerini ve dünyanın bütün namus ve şerefini bir kadeh şaraba satmalısın. Bu, (aşk) meydanı erlerinin ve bilenlerin işidir ve şunu da bil ki ben mürit değil, şeyh istiyorum. Hem de rastgele bir şeyh.” (Ahmet Eflâki, 2012: 471)

Şems’ in Konya’ ya gelişine kadar ki süreç ve yaşadıkları ve Mevlânâ ile buluşmaları değişik şekillerde rivayet edilmiştir. Okuduğumuz tüm romanlarda Şems’ in Mevlâna ile buluşmaları Eflâki’ nin rivayet ettiği o konuşmalar çerçevesinde anlatılmıştır. Romanlardaki gerçekliği sorgulanabilirliği bir yerde roman kavramına aykırı da olsa, biyografik romanların tahlil ve eleştirilerinden, kişi ve olayların mümkün mertebe gerçekliğini bilip, bu kapsamda değerlendirme yapmak gerekir.

Tebrizli Şemseddin 26 Cemazelahir 642/ 29.11.1244 Cumartesi sabahı Konya’ ya geldi. Onun her şehrinde âdeti hanlara inmekti. Konya’ da dahi “Şekerfüruşan” hanına inerek bir oda kiraladı. Halkın kendisini zengin, ulu bir tüccar sanması için odasının kapısına 2-3 dinar değerinde bir kilit asarak, anahtarını da destarının ucuna bağlayıp omzuna sarkıtırdı. Halbuki odasında eski bir hasır, kırık bir bardak, yastık yerine kullandığı âdi çamurdan yapılmış bir kerpiçten başka bir şey yoktu (Fürûzanfer, 1963:75).

Daha önce bahsolunduğu gibi Şems’ in Mevlânâ ile karşılaşıncaya kadarki sürecini anlatan net bir bilgi yoktur. Fakat Şems’ in derinliği ve rivayetler mukayese edildiğinde gerçeğe uygun olabilecek olana bir nebze ulaşılabilir.

Eflâki’ nin rivâyetine göre, Mevlânâ bir gün Pembefüruşan (İplikçi) medresesinden çıkarak rahvan bir estere binmiş, bazı bilge öğrencilerle bilgililer beraberinde gidiyordu. Ansızın Tebrizli Şemseddin ona tesadüf etti. Mevlânâ’ dan “Acaba Hz. Muhammed salla'llâhü aleyhi ve sellem mi büyüktür yoksa Bistamlı Beyazit mi?” diye sordu. Mevlana, “Bu nasıl sorudur? Hz. Muhammed salla'llâhü aleyhi ve sellem Peygamberlerin sonudur, Bayezit’ in burda sözü mü olur?” dedi. Şemseddin dedi ki, “Muhammed neden “Biz Sen’i tam bir bilgiyle bilmedik.” Beyazit ise “Ben kendimi tenzih ederim, ben şahsım ne kadar uludur.” diyor (Fürûzanfer, 1963:76).

Ariflerin Menkıbeleri’nde Eflâki, bu konuşmalara kaynağı belli olmayan, Mevlânâ’ nın hissiyatlarını da yazmıştır: “ Yine Mevlânâ (bu olayı anlatırken) “Bu sorunun heybetinden sanki yedi kat gök birbirinden ayrılıp yere yıkıldı ve içimden çıkan büyük bir ateş kafa tasımın içini kapladı. Oradan bir duman çıkıp arşın ayaklarına kadar yükseldiğini gördüm.” buyurmuştu.” Bunun üzerine Şems şöyle sordu: “O halde bu ne demektir? Peygamber o kadar büyük olduğu halde “Biz Sen’ i lâyık olduğun vech ile bilmedik.” buyuruyor. Bayezid ise “ Ben kendimi tenzih ederim. Benim şânım ne kadar büyüktür. Ben sultanların sultanıyım.” diyor. Mevlânâ şöyle buyuruyor: Bayezid’ in susuzluğu bir yudumla dindi ve suya kandığından dem vurdu. Onun idrak testisi o kadar suyla doldu. Onun da, onun evinin penceresinin büyüklüğü ölçüsünde içeri girdi. Hz. Mustafa’ ya gelince, O müthiş bir suya doymamazlık hastalığına tutulmuştu. Susuzluk içinde susuzluktan içi yanıyordu ve mübarek göğsü “Biz Sen’ in göğsünü açmadık mı?”(İnşirah 94:1) şerhiyle “Tanrı’ nın yeri geniştir.” (Zümer 39:10) hâline gelmişti. Tâbi bunun için susuzluktan dem vurdu ve her gün daha çok yakınlık istedi. Bu iki davadan Mustafa’ nınki (Selâm O’ nun üzerine olsun) daha büyüktür. Bayezid Hakk’ a ulaştığı için kendini o nurla dolmuş gördü ve daha çok bakmadı. Mustafa’ ya (Selâm O’ nun üzerine olsun) gelince, O her gün O’ nu daha çok görüyor, daha çok ilerliyordu. Günden güne ve saatten saate, Tanrı’ nın hikmet ve ululuk nurlarını daha çok görüyordu. Bu yüzden “Biz Sen’ i lâyıkı veçhile bilemedik.”

Bunun üzerine Mevlânâ Şemseddin bir feryatla yere yuvarlandı. Mevlânâ katırdan aşağı indi. Etrafındaki imamlara emir verdi, tutup Şems’i kaldırdılar ve Mevlânâ’ nın medresesine götürdüler. Şems kendine gelinceye kadar mübarek başının dizinde kaldığını söylerler. Sonra elinden tutarak çekip gittiler. Uzun süre birbiriyle konuştular ve arkadaş oldular (Ahmet Eflâki, 2012:473).

“Elkevakip ül muzia” yazarı Muhyeddin’ in rivayetine göre ise; çocukluğu Mevlânâ’ nın oğlu Sultan Veled’ le çağdaş olan Muhyeddin Abdulkâdir (696/1294- 775/1364), Mevlânâ’ nın coşkunluk destanını şöyle rivâyet eder: “Mevlânâ’ nın halktan çekilip bir yere kapanmasının sebebi şöyledir: Bir gün Mevlânâ evinde oturuyordu. Evinde bilge öğrencileri kitaplarla hazırken ansızın Tebrizli Şems, Mevlânâ’ nın meclisine girerek, selam verip oturdu. Mevlânâ’ ya kitapları işaret ederek, “Bunlar nedir?” diye sordu. O da “Sen bunları bilmezsin” dedi. Mevlânâ’ nın sözü henüz tamam olmamıştı ki evinde kitapları arasında bir ateş belirdi. Mevlânâ da Tebrizli Şems’ e “Bu ne hâldir?” diye sorunca, Şemseddin: “Sen de bunu bilmezsin.” dedi, kalktı gitti. Mevlânâ dahi tecrit ayağını, tefrit yoluna koyup, medresesini, talebesini, çoluğunu çocuğunu terk etti. Şehirleri dolaştı ve bir çok şiirler yazdı. Tebrizli Şems’ le buluşamadı. Şems de kayboldu. Câmi ile diğerleri bu rivâyete uyarak, kendi kitaplarını yazmışlardır. Şemseddin Konya’ ya eriştiği vakit, Mevlânâ’ nın meclisine geldi. Mevlânâ bir havuz kenarında oturmuş, önüne birkaç kitap koymuştu. Sordu ki “Bunlar nedir?” Mevlânâ “Bunlara kıl ü kâl (dedikodu) derler.” şeklinde cevaplandırınca, Şems “Senin onunla ne işin vardır?” diyerek, elini uzatıp bütün kitapları suya attı. Mevlânâ teessüfle “Be hey derviş n’yledin? Onların bazısı babamın faydalı sözlerinden toplanmış yazılardır. Bulunmuş şeyler değildir.” dedi. Şeyh Şemseddin elini sokup o kitapları birer birer çıkardı. Hiç birisine su tesir etmemişti. Mevlânâ: “Bu nasıl sırdır?” diye sordu. Şemseddin: “Bu sevktir, hâldir. Senin bundan haberin yoktur.” dedi. Ondan sonra birbirleriyle konuşmaya başladılar. (Fürûzanfer, 1963:78).

Eflâki’ nin “buluşma” yı anlattığı rivâyetin ve aktaracağımız Devletşah rivâyetinin, yukarıdaki rivâyetle bağdaşmadığını ve bu şekil bir karşılaşmanın çok uzak bir ihtimal olduğunu düşünmekteyiz.

Devletşah rivâyetine göre ise: Bir gün Rükneddin Sincabî Şeyh Şemseddin’ e, “Senin Anadolu’ ya gitmekliğin lâzım, orada aşk ateşine tutulmuş bir kişi var, sen varıp onu uyaracaksın” dedi. Şems mürşitinin işareti ile Anadolu’ ya yöneldi, Konya’ ya geldiği vakit gördü ki Mevlânâ bir Ester’ e binmiş, yanında Mollalardan müteşekkil bir kalabalıkla beraber, Medrese’ den evine gidiyordu. Şeyh Şemseddin firasetle matlubunu gördü, sevgilisini anladı. Mevlânâ’ nın yanına gitti. Ondan bu nefisle savaşmak, riyazet etmek, tekrar tekrar zâhiri ilimlerle uğraşmaktan gareziniz nedir? diye sordu. Mevlânâ, şeriatın sünneti, edepleri yolunda gitmek diye cevap verdi. Şems dedi ki, bunların hepsi dış yüzüdür. Mevlânâ, bunun ilerisinde olan nedir, dedi. Şems bilim odur ki, mâluma erişesin diye Senâi Divanı’ndan şu beyti okudu:

Bilim eğer seni senden almıyorsa,

Bilgisizlik, bu bilimden yüz defa daha iyidir.

Mevlânâ bu sözden hayrette kaldı ve o ulunun karşısında düştü, ders okutmaktan vaz geçti (Fürûzanfer, 1963:79).

İbn-i Batuta’ nın rivayetine göre ise; Mevlânâ başlangıçta islâm hukuku ile uğraşan bir fakih ve müderris idi. Konya’ daki medresesine öğrenciler toplardı. Bir gün medreseye helva satan birisi geldi. Başında bir tabak içerisinde parça parça kesilmiş olduğu halde bir helva vardı. Bunların her parçasını bir paraya satardı. Öğretim toplantısına geldiğinde, şeyh tabağını getir, derdi. Helvacı bir parça alıp şeyhe verir. Şeyh de alıp yer. Şeyh de ona uyarak arkasından dışarı çıkıp gider. Şeyh de ona uyarak arkasından dışarı çıkıp gider. Öğretimi terk etmekle öğrencilere karşı gecikir. Öğrenciler bir müddet bekledikten sonra aramaya koyulurlarsa da, nerede kaldığını bilemezler. Bir yıl sonra mânasız birkaç Farsça şiirden başka bir şey söylemez olur. Bu şiiri de kimse anlayamaz. Talebesi kendisine uyarak, Mevlânâ’ nın ağzından çıkan şiirleri toplayıp yazar, böylece Mesnevi adlı kitap vücuda gelir. (Fürûzanfer, 1963:80).

Füruzanfer’ in kitabına aldığı bu rivayetin her hangi bir şekilde Mevlânâ’ ya isnad edilmesini yanlış bulmaktayız. Zira rivayette geçen “Mânâsız Farsça şiirden başka bir şey değildir.” ifadesi, Mevlânâ’ ya hakikat nazarıyla bakan bir ağızdan çıkmamıştır. Yine Füruzanfer de bu rivayetin Mevlânâ’ nın düşmanlarından veya avam tabakasının ağzından duyulup aktarıldığını düşünmektedir.

Bu rivayetler üzerinde düşünülmesi gereken bir konu da, Şems ve Mevlânâ’ yı konu edinen hemen hemen her romanda yer alan Eflâki ve Devletşah rivayetlerinin üzerine Füruzanfer’ in yaptığı yorumdur: “Eğer yukarıda gördüğümüz rivayetlere dikkat edersek, Eflâki ve Devletşah’ ın rivayetlerinin birbirini tuttuğu anlaşılır. Bu iki rivayete göre de Mevlânâ’ nın devriminin sebebi, Şems’ in sorusu, bu iki zatın Mevlânâ’ nın Medreseden döndüğü zaman, birbirlerine tesadüfleri nakledilmektedir. Yalnız ihtilaf, Şems’ in sorduğu sualdedir. Devletşah’ın rivayeti, Eflâki’ ninkinden daha zayıftır. Zira irşat daiyesine sahip olan, sofi mesleğinde bir babanın yanında, tasavvuf beşiğinde yetişmiş ve yıllarca Seyyid Burhaneddin Muhakkık’ ın huzurunda süluk derecelerini geçmiş olan Mevlânâ’ nın, bir dervişin sorusuna bu kadar zayıf cevap vermesi, Şems’ in ikinci sorusu karşısında kendini kaybetmesi hakikatten uzaktır” (Fürûzanfer, 1963:80). Şems’ in kendini kaybetmesine hakikatten uzak denmesi ve ardından Şems’ in sorduğu sorunun alelâde görülmesi, babasını kaybeden iki gençten ağlayıp feryat edene vah çekip, sükutunu koruyana “Bunun babası ölmemiş.” demek gibidir. Yaradan’ ın kulunu muhattap alıp, kulların seviyesince hitap etmesi, her akıl sahibinin başını gök yüzüne kaldırdığında yıldızları, başını yere indirdiğinde üzerinde durduğu zemini görebilmesine rağmen çoğu ayette yer yüzü ve gökyüzünden örnekler verilmesi muhakkak ki belagatin zayıflığından değildir. Ayrıca Şems’ in ve Mevlânâ’ nın etrafında talebeler, insanlar olduğunu, bakan gözlere göstermenin, işiten kulaklara da duyurmanın üzerinde durmak gerekir. Her ne kadar o, Mevlânâ’ nın “şems” i ise de, sıcaklığı ve ışığı, inanan ve arayan gönüllere de hitap etmeliydi.

 

 

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar