Şeyh Bedreddin’de Şeyh’ul Ekber Etkisi
Hazırlayan: Volkan
ÇAĞAN
İslam
dünyasının sosyo-kültürel açıdan olduğu gibi zihin faaliyeti açısından da en
hareketli ve verimli dönemlerinden birisi hiç şüphesiz 10. ve 13. yüzyıllar
arasında geçen zaman dilimidir. Nispeten genç bir dinin imbiğinden damlayan
coşkunun, toplumların yaşantılarını etkilediği oranda kültürel ve düşünsel
etkinliklerini de çepeçevre kuşattığını söyleyebileceğimiz bu dönem sadece
İslam tarihi açısından değil aynı zamanda düşünce tarihi açısından da
incelenmeye değer özellikler barındırır. Farklı inanışlara sahip birçok
toplumun aynı an ve coğrafyada İslam şemsiyesi altına girmesi sosyal ve
kültürel sahada etkileşimi artırdığı nispette düşünsel aktivitenin de önünü
açmıştır. Hindistan’dan İspanya’ya, Türkmenistan’dan Cezayir’e kadar uzanan her
açıdan verimli bir coğrafya içerisinde kadim inançların yepyeni ve kuşatıcı bir
inançla karşılaşması, bilim ve felsefenin anavatanı sayılacak toprakların yeni
inanışın getirdiği taze bir düşünce biçimiyle kaynaşması içleri su dolu
testilerin birbirlerine çarpması kadar etkileyici ve mümbit sonuçlar doğurdu.
Bu durum siyasi ve genel tarihin konusunu teşkil edecek sosyal ve kültürel
sıkıntılara yol açtığı gibi bizlerin ilgisini çekecek ölçüde düşüncenin ve
bilimin önünü açmıştır. Adlarını burada tek tek yazamayacağımız çok sayıda
âlim, filozof, sufi, mutasavvıf, mütekellim ve fakihin sözünü ettiğimiz zaman
diliminde birbirinden kıymetli eserler verdiğini biliyor olmak hem bu dönem
içerisindeki zihin faaliyetinin hem de coğrafyadaki düşünsel etkinliğin ne
denli büyük bir verime ulaştığını göstermesi açısından yeterlidir.
İşte
sözünü ettiğimiz bu verimli dönemin tam da ortalarında sahneye çıkan İbnü’l-
Arabî, bahsi geçen coğrafyanın İran ve doğusunu dışarıda bırakmak kaydıyla
neredeyse tamamını arşınlamış, tüm bu topraklar içerisinde kadim zamanlardan
kendi çağına kadar birikmiş düşünsel ve irfani özü toplama gayreti içerisine
girmiş ve bu hâsılayı doğduğu ve yetiştiği Endülüs topraklarının mümbitliğiyle
birleştirerek eşine az rastlanır bir hikmet külliyatını ortaya koymuştur.
Gezdiği topraklar ve buralarda tanıştığı alim, veli, sufi ve hakimlerle kurduğu
ünsiyet, yaratılışından gelen sezgi ve irfan gücüyle birleştiğinde
İbnü’l-Arabî’nin henüz yaşarken döneminin en önemli fikir adamlarından birisi
olarak kabul edilmesini kaçınılmaz kılmıştır. Bugünden bakarak yorumlamaya
çabaladığımızda İbnü’l-Arabî’nin ortaya koyduğu düşünce ve eserlerin
toplayıcılığı ve kuşatıcılığı bakımından, yetiştirdiği öğrencilerin doktrinini
oluşturması ve ilerletmesi açısından ve çağını aşan büyük etkisiyle İslam
dünyasında yetişmiş en önemli mütefekkirlerden birisi olduğunu söyleyebiliriz.
İbnül’l-Arabî’nin önemini tasavvuf doktrinlerini formule edip açıkça ortaya
koyması yönünden yorumlayan ve İslam düşüncesinde başından beri var olan ve
fakat belli bir şekle İbnü’l-Arabî ile kavuşan varlığın aşkın birliği
(Vahdet’ül-Vücud) ve insan-ı kâmil gibi formulasyonları da bu cihetten
vurgulayan Seyyid Hüseyin Nasr, İslam’ın Bâtıni boyutunun kendisini İbnü’l-
Arabî ile ifade ettiğini, teorik boyutunun ise yine Arabî tarafından tefekkür
sahibi herkese metafizik teorileri bir ölçüde kavrayabileceği bir Yol
içerisinden aktarıldığını da belirterek ekler: “Muhyiddin’le birlikte, kendi
zamanına değin çeşitli şeyhlerin sözlerinde gizli gizli ifadesini bulan Sufi
doktrinler açıkça formule edildi. Böylece o İslam irfanının en üst düzeydeki
açıklayıcısı oldu.”[1]
İbnü’l-Arabî’nin
İslam düşüncesi içerisinde önemi su götürmez: tıpkı İslam düşüncesi gibi
İbnü’l-Arabî’nin de adım adım arşınladığı topraklardaki kadim kültür ve
medeniyet unsurlarını özünde yoğurduğunu, bu topraklarda yaşadığı döneme kadar
taşınmış olan bilgi ve birikimi kendinde barındırdığı cevherle harmanladığını
ve ortaya özgün bir eser ve düşünce koymayı başardığını söyleyebiliriz. Bu
özgünlükle “Yunan tarzındaki filozofların felsefesi, skolastiklerin Kelâm’ı,
ilk dindar sûfîlerin çilesi, bütün bunlar nazari bir metafiziğin ve şimdiye
kadar görülmemiş bir keşf gücünün seli içinde akıp gitmişlerdi.”[2]
İbnü’l-Arabî’nin
Şeyhü’l-Ekber olarak anılmasının ardında özgünlüğü kadar etki alanının
genişliği ve sistemleştirme yeteneği bulunmaktadır. Eserlerinde değindiği
düşüncelerin çeşitliliği hayret verici olduğu kadar bu düşünceleri kendi
sistemi içerisinde toplayabilmek adına başvurduğu anlatım tekniklerinin
fazlalığı onu benzersiz kılar. Çok büyük bir coğrafyaya yayılan zihin faaliyeti
geleneğini etkileyen İbnü’l- Arabî’nin eser ve düşünceleri kendisinden sonra
öğrenci ve şarihleri (Konevi, Cili, Kaşani, Cami, ilh.) tarafından daha da
düzenlenerek yaygınlaştırılmış, felsefi bir sistemin içine oturtulan
düşüncelerinin etkisi zamanının çok ötesine ulaşmıştır. “Fakat bu etkinin
derinlik noktasındaki nüfuzunu anlamak daha da önemlidir: Ekberi irfanın
damgası sadece ‘entelektüel’ tasavvuf üzerinde bulunmakla kalmamakta, en farklı
toplumsal tabaka ve kültür seviyelerini.. ,”[3]de içine almaktadır.
Şeyhü’l-Ekber’in
kendisine ve düşüncesine bağlı birçok takipçi edinmesini sağladığı gibi
eleştirilmesi hatta din dışı bulunmasını -benzer yaklaşım Şeyh Bedreddin için
de sergilenecektir- da sağlayan düşüncelerini böylesine mütevazı bir çalışmada
ele almak mümkün olmayacağı gibi hem İbnü’l-Arabî’ye hem de Ekberi geleneğin
kendisi ve temsilcilerine büyük saygısızlık olacaktır. Bu nedenle çalışmamızın
ana temasını oluşturan Şeyh Bedreddin’in düşünce evrenini ve bu evren
içerisinde Ekberi geleneğin etkisini anlamamız açısından kat edeceğimiz yolu
açması adına küçük dokunuşlarla Şeyh’in eğitim hayatını ve tasavvufa yönelişini
ele alacağız, ardından Şeyh Bedreddin’in etkisi altında kaldığı
İbnü’l-Arabî’nin düşüncesinin atardamarlarını göstermeye çalışacağız:
Şeyh
Bedreddin’in, soylu bir Selçuklu ailesinden gelen babası İsrail’in fethedilen
Simavna’nın kadılığına getirildiğini biliyoruz. Savaşçı olduğu kadar fıkıh
eğitimi almış bir insan olarak da öne çıkan İsrail, fethedilen kalenin
komutanının kızı ile evlenir. Müslüman olup Melek adını alan bu kız 1359
senesinde Bedreddin Mahmud’u dünyaya getirecektir.[4] Ailesinden gelen bir fıkıh
eğitimi geleneği olan Şeyh Bedreddin genç yaşta başladığı eğitim hayatını devam
ettirmek üzere Bursa, Konya ve Kahire’ye gider. Bu şehirlerde önemli isimlerden
fıkıh, kelam, matematik alanlarında dersler alır. Bu isimlerden birisi Konya’da
kendisine astronomi dersi veren Fazlullah-ı Hurûfi’nin öğrencilerinden Mevlana
Feyzullah’tır ki bu bilgi bize Şeyh’in henüz yirmili yaşlarının başında
Hurûfilik’le ilk temasını kurduğunu göstermesi açısından önemlidir.[5] Osmanlı
Devleti’nin kuruluş aşamasının sancılarının devam ettiği ve Anadolu’da siyasi
birlikten uzak bir görüntünün olduğu karmaşa ortamında Şeyh Bedreddin, dönemin
birçok ilim sevdalısı gibi Kahire’ye ulaşmış ve burada da önemli isimlere
talebe olduğu gibi gizemli kişiliğiyle öne çıkan Şeyh Hüseyin Ahlati’nin de müridi
olmuştur. Memluk
Sultanı
Berkuk, sohbet meclislerinde bilgi ve hitabetine hayran kaldığı Şeyh
Bedreddin’i oğlu Ferec’in hocalığına getirir. Bununla birlikte Şeyh
Bedreddin’in hayatının kırılma anlarından birisi tasavvuf yolunda mürşid kabul
edeceği Ahlati ile tanışması olduğu gibi Sultan Berkuk’un Ahlati ve Bedreddin’e
sunduğu iki cariyeden Ahlati’nin eşi olan Mariye ile tasavvuf üzerine
yaptıkları konuşmalardır, sık sık bir araya gelerek tasavvuf üzerine sohbet
eden ikilinin bir görüşmesinin ardından:
“..
Bedreddin vecde gelir, sufilerin yoluna katılmaya karar verir ve neyzenlerin de
bulunduğu bir semâya katıldıktan sonra Ahlâtî’nin müridi olur. Böylece o zamana
kadar dervişlere karşıyken, Mevlana’nın müridi olan büyükbabasının mistik
aidiyetiyle bağlantı kurmuş olur. Artık dervişlerin kıl abasını giyer,
mallarını yoksullara dağıtır ve başka bir ilim sınıfına geçişini simgeleyen bir
hareketle kitaplarını Nil’e atar.”[6]
Bu
dönemden sonra mistik bir yaşantı içine giren Bedreddin’in yoğun bir tasavvufi
eğilim ve düşünce dünyasına girdiğini söylemek kaçınılmazdır. Şeyh’in siyasi ve
tarihi kişiliğini bir yana bırakarak yaşantısındaki önemli noktaları işaret
edecek olursak bu tarihten sonra Ahlâtî tarafından Tebriz’e irşada
gönderildiğini[7], burada o
dönem bulunan Timur’un sohbetlerine katıldığını ve bilgi birikimiyle büyük
hükümdarın iltifatına mazhar olduğunu, yeniden Kahire’ye dönüp vefat eden
Şeyh’inin yerine geçtiğini ve çok kısa bir süre sonra burayı terk ederek
Anadolu’ya, önce Konya, Aydın ve Bursa’ya, ardından baba ocağı olan Edirne’ye
gittiğini söyleyebiliriz. Edirne’de uzun bir süre inzivaya çekilen Bedreddin’in
Musa Çelebi’nin isteği üzerine onun kadıaskerliğini yaptığını ve bu tarihle
birlikte idamına kadar geçecek zaman içerisindeki siyasi yolculuğunu tarihi
kaynaklar not eder.
İbnü'l
Arabî varlık, bilgi ve insan görüşlerini ahlak temelli bir yaklaşımla bütüncül
bir sistem olarak sunar. Bu bütüncül sisteme göre varlık (vücud, mutlak vücud,
hak) ezeli ve ebedi olduğu kadar bölünmesi ve çoğaltılması mümkün olmayan
birdir. Her gerçekliğin kaynağı olan ve bilinemeyen Mutlak Vücud aynı zamanda
herhangi bir kategoriye sokulamaz, tasnif edilemez ve tanımlanamaz. Mutlak
Vücud, bilinemeyip, tasnif edilemediği bu anda -ki bu hal ahadiyyet, Mutlak
Vücud'un ahadiyyet yönü olarak da anılır- ne somut bir görünüme sahiptir ne de
soyut bir var olarak düşünülüp tahayyül edilebilir. Sufilerce Mutlak Vücud'un
gayblar gaybı, nur, iyi olarak dillendirildiği bu aşamada ne çokluk vardır ne
zıtlıklar ne de bir meydana geliş (taayyün). Mutlak Vücud'un bir başka yönü de
vardır ki vahidiyyet olarak anılan bu yönde Allah şeylerin yaratılmasının
failidir. Yaratma ile birlikte çokluk, zıtlık ve sıfatlar gerçekleşir, birlik
bozulur. Birliğin bozuluşu ve çokluğun meydana gelmesi fikri de aldatıcıdır.
Zira bir olan Mutlak Vücud'un zatı sıfatları aracılığıyla zuhur eder. Mutlak
Vücud'un birliği hiçbir zaman bozulmaz. Bu nedenle, Mutlak Vücud olan hakikate,
onun özü (Zatı) açısından bakılırsa Hak, sıfatları açısından bakılırsa Halk
denir. Yaratma ediminin özü ise a'yan-ı sabite olarak adlandırılan arketipler
aracılığıyla ilm-i ilahide, Mutlak Vücud'ta mevcut ve saklıdır. Kendi kendinde
saklı olan Hak bilinmeyi arzu edip sevince bu sevgi ve aşkla yaratılışın esası
oldu. Böylece Hak'kın zuhuru mertebeler silsilesi halinde insana kadar ulaştı
ve kemale erdi.[8] Bu nedenle
insan Hak'kın parçası olarak bütün bir âlemin özü, çekirdeği gibi
değerlendirilir. İşte âlemin özü olan insanın, âlemi, varlığı ve doğal olarak
Hak'kı bilmesi ise yine kendisi ve Hak ile olan ilişkisine bağlıdır. İnsan ya
duyularıyla ya da aklıyla bilebilir. Fakat bu iki bilme yetisi de İbnü'l Arabî
için Hak'kı bilme yolunda, dolayısıyla insanın kendisini bilmesi yolunda
yeterli değildir. İnsan duyuları ve aklıyla olduğu kadar, hatta bu iki yetiden
daha fazla düzeyde bir bilgiye ihtiyaç duyar ki bu da vahiy aracılığıyla
edinilen bilgidir. Allah'ın en mükemmel zuhuru olan insanın hakikatin sırrına
ermesi ancak insan-ı kâmil mertebesine ulaşmasıyla mümkündür. Bu nedenle insan
önce kendini bilecek, ardından rabbini bilecektir. Marifetü'n nefs yoluyla
marifetullaha ulaşacaktır. Bu süreç öyle işler ki öncelik ve sonralık gibi bir
sıra kabul etmez, insan kendini bilirken aslında rabbini de biliyordur. Bu
bilme sürecinin sonunda varlığın gayesi olan insan Allah'ın ahlakıyla
ahlaklanır.
Kısaca
açıklamaya çalıştığımız bu düşünceler zaman içerisinde bir gelenek oluşturacak,
çağını da aşıp çağları kucaklayacak, “Şeyh-i Ekber’in vefatını takip eden
asırlar boyunca Ekberi irfan sürekli yayılacak, genellikle birbirinden müstakil
silsilelerle ve sessiz sedasız nakledilecek, en uzak ülkelere kadar ulaşarak
Meşrık ve Mağrib’i kaplayacaktır.”[9]
İşte
bu çalışmada çağını aşan bu irfan geleneğinden etkilendiği düşünülen bir ismin,
Şeyh Bedreddin’in düşüncelerinin Ekberi gelenekle olan bağının izlerini sürmeye
gayret edeceğiz. Bu çalışma içerisinde Şeyh Bedreddin’i siyasi ve tarihi
kişiliğiyle değil mutasavvıf yönüyle ele alıp değerlendirmeye çalışacağız.
Bu
nedenle Şeyh Bedreddin’i “Musi yanında kadı-asker-iken Simavuna kadısıoglı
tîmâr alıvirdügi adamlar yanına cem’ oldılar. Ammâ bu varan halklar
bakaturdılar kim bunun işinde hiç hayır yok. Heman-dem Simavna Kadısıoglı’nı
tutdılar.”[10] diyerek
siyasi yönüyle değerlendiren kaynakların yanı sıra Şeyh Bedreddin ve isyanı
üzerine en temel eserler olarak gösterilen Dukas Kroniği ve Şeyh Bedreddin’in
torunu Hafız Halil’in menakıbı gibi önemli kaynakları da bu çerçevede ele
almayacağız. Yine konuyu siyasi açıdan değerlendiren ve “Şeyh Bedreddin,
reformcu devlet anlayışını toplumun geniş kesimine ulaştıramadan yaşamdan
ayrıldı.”[11] diyen
Babinger ile dikkatini konunun siyasi ve toplumsal yönüne çevirerek “Şeyh
Bedrettin, Hıristiyanların din değiştirmeye zorlanmasını ya da onlara şiddetli
bir baskı uygulanmasını değil, diğer şeylerin yanı sıra farklı inançların
ütopyacı bir sentezini savunmaktaydı...”[12] diyen Cemal Kafadar gibi
önemli isimleri de Şeyh Bedreddin’in mutasavvıf yönünü ele alacağımız bu
çalışma içerisinde değerlendirmeyeceğiz. Tam da Kafadar’dan yaptığımız alıntı
üzerine bu tezin esasını oluşturan “Şeyh Bedreddin’in mutasavvıf yönü”
ifadesiyle ne demek istediğimizi biraz daha açalım: Şeyh Bedreddin’i filozof ve
sufi yönleriyle ele alan Ahmet Yaşar Ocak, Şeyh’i, Vâridat’taki düşüncelerinden
hareketle “İslâm’ın bazı temel inanç esaslarını, bu arada Ahiret ve ona bağlı
kavramları tam anlamıyla akılcı, hattâ bir ölçüde maddeci bir görüşle
yorumlayan ‘materyalist feylesof Bedreddin’ ve “Sık sık cezbeye giren, gayba
ait birtakım durumlara vakıf olduğuna, hiçbir aracı olmadan Allah’ın doğrudan
hitabını işittiğine, ölü hayvanları diriltebilme gücüne sahip olduğuna, kısaca
kendi keşif ve kerametlerine samimi olarak inanan koyu ‘sûfi Bedreddin’ olarak
tanımlar.[13] Şeyh
Bedreddin’le ilgili son dönemde yapılmış en kapsamlı ve yetkin çalışmalardan
bir olan Zındıklar ve Mülhidler isimli kitabının yanı sıra diğer eserlerinde de
Şeyh Bedreddin’e ve İsyanına değinen Ahmet Yaşar Ocak, Şeyh’in Vâridat’ını
kendisine konu edinerek irdeler. Tüm bunlarla birlikte Ocak, Şeyh Bedreddin’in
filozof ve sufi yönlerinin yanı sıra âlim ve ‘ihtilalci’ yönlerini de irdeler
lakin İbnü’l-Arabî ve Ekberi gelenekle olan bağını ayrıntılı bir şekilde
irdelemez. Şeyh Bedreddin’i İbnü’l- Arabî ile olan bağı üzerinden ele alan bir
başka önemli isim olan Michel Balivet ise Şeyh’i yine Ocak’ın sıraladığı âlim,
filozof, sufi ve ihtilalci yönleriyle değerlendirir fakat o da Şeyh ile Ekberi
gelenek arasındaki bağı ayrıntılı bir şekilde irdelemez. Yapılan bu çalışmalar
genellikle Şeyh Bedreddin’i ve isyanını hazırlayan sebepler içerisinde Şeyh ile
İbnü’l-Arabî arasında bağ kurar niteliktedir.[14] Aradaki bağın felsefi cihetten
ayrıntılı bir şekilde işlenmediği bu çalışmalarda Şeyh Bedreddin, çoğunlukla
İslam heterodoksisinin farklı kollarıyla ve Hıristiyanlığın farklı
mezhepleriyle ilişkilendirilmiş[15], düşüncesini
oluşturan unsurlar ile sözü geçen gruplar arasında bağ kurulmuş ve İbnü’l-Arabî
ve Ekberi gelenekle olan ilişkisi sadece onun düşünce dünyasının gelişim
aşamaları içerisinde irdelenmiştir. Bu nedenlerle bizim bu çalışmada
vurguladığımız Şeyh Bedreddin’in mutasavvıf yönü ifadesi, salt felsefi ve
tasavvufi alanları ve bu alanlarda Şeyh Bedreddin’in düşünceleri ile bu
düşüncelerin Ekberi gelenekle bağını kasteder. Mutasavvıf Şeyh Bedreddin,
elbette Hurufilik, Bektaşilik ve Kalenderilik gibi farklı cihetlerle
ilişkilendirilebilir, sözü geçen değerli akademisyen ve araştırmacıların
vurguladığı gibi Şeyh Bedreddin bulunduğu coğrafyalardan eklektik bir bakış
açısıyla kendisine uygun bir düşünce dizgesi devşirmiş ve bunu yayarak isyana
kalkışmış da olabilir, Şeyh Bedreddin’in sekretik bir düşünce dairesi içinde
olduğunu vurgulayan bu çalışmaların sonucu doğru veya yanlış olabilir ve fakat
biz bu çalışmada
Şeyh’in
düşüncelerini sözü geçen cihetler içerisinde değil İbnü’l-Arabî ve Ekberi
gelenek çizgisi üzerinden ele alacağız.
Şeyh
Bedreddin’i İslam dışı kaynaklarla birlikte değerlendiren eserler kaleme önemli
isimler de Şeyh’le ilgili bilimsel araştırmalar bütününe faydalı kaynaklar
sunmuştur. Bu isimlerden birisi olan Mine G Kırıkkanat, Şeyh Bedreddin’i sufi
kimliğiyle ve siyasi yanıyla ele alarak Şeyh Bedreddin düşüncesini bir mezhep
olarak niteler ve Şeyh’in düşünceleriyle Mesihçi hüviyetteki Bogomilizm ve
Katharizm gibi iki Hıristiyan mezhebi arasında bağ kurar. 12. Yüzyıldan
itibaren Ege ve Batı Anadolu ile Balkanlar’da yayılan ve geniş bir kitleyi
etkileyen Bogomilizm ve Katharizm ile “Şeyh Bedreddin yandaşlarının ilk olarak
örgütlendiği Aydın Beyliği, Kathar doktrinin aynı bölgede baş verdiği Alaşehir
(Philadelphia) odağının yansıma alanı içerisindedir.”[16] Katharizmi;
Manikeizm’den esinlenen ve yayıldığı coğrafi bölgelere göre Bogomilizm ve
Patarinizm diye anılan, iyi ve kötü arasında denge esasına dayalı bir
Hıristiyanlık/Budizm sentezi olarak tanımlayan Kırıkkanat, bu sentezin özel
mülkiyete karşı olan, doğanın işlenmesi sonucu elde edilecek zenginliğin eşit
dağıtılmasını savunan, emeği ve emek ürününü önemseyen, cennete ve cehenneme
inanmayan, kıyamet ve son yargı gibi kavramları önemsemeyen, insanın ölümden
sonra dirileceği inancını dışlayan, bilime dayanmayan tüm din hegemonyalarına
karşı çıkıp gerek din adamlarınca gerekse devlet egemenliğince konulan kurallar
aracılığıyla halka baskı yapıp koşul koyan kurumları reddeden yapısı ile
“Bedreddin mezhebi” arasında benzerlikler bulur. Şeyh Bedreddin’in
düşüncelerinde de Katharizm’in yukarıda belirtilen yapısına uygunluklar bulan
ve bu nedenle iki düşünceyi birbirinin aynı değilse de devamı olarak gören
Kırıkkanat, Şeyh Bedreddin’in düşünceleriyle Kathar öğretisi arasındaki bağı şu
sözlerle açıklar: “Katharların iyi ve kötünün eşit karşıtlığına dönük, Manes
kaynaklı çifte dünya görüşlerini ve bedene tutuklu olan ruh anlayışlarını
ölçüye vuracak olursak, Şeyh Bedreddin’in Kathar öğretisinin eksikliklerini
giderip fazlalıklarını atan, zamanından önce ‘çağdaş’ ve Marksist bir yorumcusu
olduğunu söyleyebiliriz.”[17] Tıpkı
İbnü’l-Arabî gibi Şeyh Bedreddin’in de tasavvufi düşüncelerinin birçok farklı
mecrayı işaret edebileceğini ve farklı yorumlanmaya müsait bir hüviyet
çizdiğini düşünebiliriz. Bu nedenlerle biz Şeyh Bedreddin’in siyasi ve tarihi yanlarının
gölgesinde kalmış bulunan mutasavvıf yönünü irdelemek istedik ve Şeyh’in İslam
dışı kaynaklarla olan ilintisini yalnızca mutasavvıf yönünü anlamamız açısından
değerlendirdik. Bu sebepten “Bedreddin, Kathar ya da Bogomil öğretilerinin
Manikeizm ve Hıristiyanlık yorumlarından kaynaklanan safça yanlarını atıp,
ekonomi ve özgürlük eşitliğine dayalı temelinden yola çıkarak, öğretiye kendi
geliştirdiği bir yorum getirmiş; dinsel bir biçim vermiştir.”18diyen Kırıkkanat’ın bu önemli çalışmasını istemeyerek de
olsa değerlendirmeye alamadığımız gibi yine aynı nedenlerle Şeyh Bedreddin’i
işleyen edebi çalışmaları da kullanamadık.
Şeyh
Bedreddin’de Ekberi geleneğin izlerini sürdüğümüz en önemli merci Şeyh’in
eserleriydi. Kendisine ait olup olmadığı bugün bile tartışma konusu olsa da
araştırmacıların çoğu tarafından yaptığı konuşmaların çevresindekilerce kaleme
alınması sonucu ortaya çıktığı fikrinde birleşilen Varidat, Şeyh Bedreddin’in
mutasavvıf yönünün incelenebileceği en önemli eseridir. Yapılan birçok
baskısını incelediğimiz Varidat’ın Abdülbaki Gölpınarlı tarafından yayına
hazırlanan baskısını kullanmayı tercih ettik. Zira Gölpınarlı’nın Varidat’taki
tasavvufi ve felsefi kavramları en anlaşılabilir, sade ve tarafsız bir şekilde
tercüme ettiğini gördük ki bu durum eserin muhtevasında barındırdığı kavram
karışıklıklarına yol açabilecek yapıyı en aza indiriyor. Karşılaştırdığımız diğer
çevirilere nazaran Gölpınarlı çevirisi Varidat’ı Şeyh Bedreddin’in siyasi ve
tarihi kişiliğinden etkilenmeden, eserde kullanılan felsefi deyim ve kalıpları
günün koşullarına ve değer yargılarına göre değiştirmeden yapılan bir çeviri
olduğu için bu çeviriyi kullanmayı doğru bulduk. Şeyh’in bir başka önemli
tasavvufi eseri olarak değerlendirebileceğimiz ürünü ise Davud-i Kayseri’nin
Fusûs Şerhi’nin Mukaddematı’na talikleridir ki Şeyh Bedreddin’in düşüncelerini
Varidat’a göre daha derli toplu ifade ettiği bu çalışmayı Yrd. Doç. Dr. Ali
Vasfi Kurt’un Türkçeye çevirmesiyle okuma imkânı bulduk. Şeyh’in tasavvufi
kitaplarından biri olarak kaynaklarda sözü edilen Nesru’l-Kulûb
(Meserretü’l-Kulûb) isimli eserini ise soruşturmamıza rağmen bulamadık. Çalışma
boyunca görülebileceği gibi İbnü’l-Arabî ve geleneğiyle ilgili olarak
birbirinden kıymetli birçok kaynak bulunurken Şeyh Bedreddin’in siyasi, tarihi
ve edebi yönlerinin dışında mutasavvıf kimliğiyle değerlendirildiği bir eser
bulmak neredeyse mümkün değildi. Şeyh Bedreddin’i [18] kendisine konu edinen
çalışmaların birçoğu onun düşüncelerinden çok, düşüncelerinin siyasi ve tarihi
sonuçlarını[19] ele almak
hususuna yoğunlaşmış olduğundan ikincil kaynak konusunda zorlandığımızı itiraf
edebiliriz.
Önemle
belirtmekte fayda var; çalışma boyunca Şeyh Bedreddin’in düşüncelerinin açık
bir şekilde anlaşılabilmesi ve metnin Şeyh Bedreddin’le olan bağının daha kolay
kavranması için İbnü’l-Arabî ve Ekberi geleneğin temsilcilerinin düşüncelerini
mümkün olduğu kadar dipnotlar aracılığıyla vermeye çalıştık. Konu ve
kavramlarla ilgili olarak Şeyh Bedreddin’in fikirlerini metin içinde yalın bir
şekilde sunup aynı hususlar üzerine İbnü’l-Arabî ve geleneğinin fikirlerini
dipnotlar aracılığıyla ele almanın hem Şeyh Bedreddin’in düşüncelerini hem de
bu düşüncelerin Ekberi gelenekle olan bağını çok daha anlaşılır kılacağını
düşündük.
Bu
tez çalışmasıyla hakkında özellikle siyasi ve tarihi açıdan birçok tartışma
yapılmış ve yapılan Şeyh Bedreddin’in mutasavvıf kimliğini ele almayı ve
mutasavvıf Şeyh Bedreddin’in İbnü’l-Arabî’yle ortaya çıkan Ekberi gelenekle
bağını araştırmayı amaçladık.
Bu
amaç doğrultusunda yaptığımız çalışmanın önemi ise amacında gizlidir. Kültürel
hayatımızı etkilediği kadar düşünce dünyamıza da damgasını vurmuş Ekberi geleneğin
etkilerinin ne denli derin ve kalıcı olduğunu İbnü’l-Arabî’nin ölümünden
yaklaşık yüz yirmi sene sonra doğmuş Şeyh Bedreddin’de görmek önemlidir. Bu
önem Ekberi gelenekle beslenen düşünce çizgisinin günümüze aktarılmasıyla daha
da artmaktadır.
Çalışma sırasında kullanmaya çalıştığımız yöntem özetle
şöyledir: Şeyh Bedreddin’in düşüncelerini varlık, bilgi ve insan başlıkları
altında topladık ve Ekberi geleneğin Şeyh üzerindeki etkilerini bu başlıklar
üzerinden ele aldık. Zira bu başlıklar İbnü’l-Arabî ve geleneğinin Şeyh
Bedreddin’deki izlerini sürebildiğimiz başlıklardı. İbnü’l-Arabî düşüncesi kısaca özellenmeye çalışılsa ihtimalen sözü
geçen bu üç başlığın birbiriyle iç içe olduğu tek bir düşünce olarak
açıklanabilir. Kendisinden başka hiçbir şeyin var olmadığı, var olan her şeyin
onun yansıması olduğu tek ve mutlak varlık düşüncesini ortaya koyduktan sonra
bu düşüncenin bilgi temelini sergilemek ve bu unsurları da insanla birleştirmek
esaslarında özetleyebileceğimiz vahdet-i vücûd düşüncesinden bir hayli
etkilendiği gözlenen Şeyh Bedreddin’in düşüncelerini bu başlıklar altında
incelemek hem onu daha iyi anlayabilmemizi hem de düşüncelerindeki inanç
temelli ve siyasi cihetten suiistimal edilen unsurları ayıklamamız sağladı. Şeyh
Bedreddin’in eserlerini okuyup değerlendirdikten sonra düşüncelerini bu
başlıklar altında toplamaya karar verdik, zira İbnü’l-Arabî’den etkilenen Şeyh
için de her şeyi var eden temel sebep varlıktı ve varlık kavramını başa
koymadan söz söylemeye başlamak bazı noktaları izah etmemizi güçleştirecekti.
Birbiriyle iç içe olan ve fakat ayrım noktasında öncelik sonralık sırasına tabi
tutmak zorunda kaldığımız başlıklardan bilgiyi ikinci sırada ve insanı da
sonrasında seçmemiz yine varlığın bilgisinin elde edilmesi ve bu bilgiyle
insana, akabinde de varlığa ulaşmamızı ön gören düşünce açısındandır. Ayrıca bu
üç başlık Şeyh Bedreddin’in felsefi ve tasavvufi düşüncelerini toplayabilme
özelliğine de sahipti, bu nedenle kötülük sorunu gibi bir başlığı insan bölümünün
içerisinde ele alabildik. Bu yaklaşımla özellikle Varidat’taki birbirinden
kopuk anlatımların oluşturduğu dağınıklığı bertaraf etmek istedik ve Şeyh
Bedreddin’le Ekberi gelenek arasında bağı daha açık ve derli toplu bir şekilde
vermek istedik.
BÖLÜM 1. ŞEYH
BEDREDDİN’DE VARLIK DÜŞÜNCESİ
İslam
felsefesinin üzerinde en çok durulan konularından biri olan varlık düşüncesi
Allah-insan, âlem-insan, varlık-varoluş-insan gibi başlıklar altında birçok
sufi, filozof ve kelamcının üzerinde fikir yürüttüğü büyük bir mecra olmuştur.
Şeyh Bedreddin’de gerek Varidât’ında gerekse Dâvûd el-Kayseri’nin
Fusûsu’l-Hikem şerhinin Mukaddemat kısmına düştüğü taliklerde bu büyük mecraya
dair fikirlerini ortaya koymuştur. Şeyh Bedreddin’in varlık düşüncesine dair
ortaya koyduklarını Allah*, yaratılış, zuhur, vahdet-i vücud ve âlem/âlemin
ezeliliği kavramlarıyla birlikte ele almak Şeyh Bedreddin’in varlık düşüncesini
kuşatıcı bir yorumla değerlendirmeyi mümkün kılar. Öyle ki sözü geçen
kavramların hiçbiri varlık düşüncesinden ayrı düşünülemeyeceği gibi herhangi
birisinin eksikliği Şeyh’in varlık düşüncesine dair ortaya koyduklarını
sakilleştirecektir.
Şeyh
Bedreddin, Varlık’ın bir ve tek olduğunu, her şeyin içinde olduğu gibi aynı
zamanda dışında da olduğunu düşünür. Çokluğa yer olmayan bu düşünce içerisinde
her şeyin üstünde yer alan hakikati Hak olarak tanımlayan Şeyh Bedreddin,
Ekberi geleneğin varlık mertebelerinden sayılan vahidiyet mertebesine[20] [21] göre bu
düşüncesini dillendirir gözükmektedir.[22]
Varlık’ın
bir olduğu konusunda ısrarlı olan Şeyh Bedreddin, bu Varlık’ı Hak olarak
tanımlar:
“Bil
ki var olan, Hak’tır[23], başka şey
değil; maksad da ancak odur. Ya maksud ya mevcud dedikleri de buna işarettir
ya. Bütün varlıklar, birbirine zıd bile olsa, tümden varlığa dâhildir;
aykırılık, ancak mertebeler dolayısıyladır; Hak’sa bunlarda bulunmakla beraber
onlardan münezzehtir de.”[24]
Şeyh
Bedreddin, Hak’kı[25] hem tikelde
hem de tümelde bulunan, var olan her şeyi kapsadığı gibi var olanların özü de
olan, bir başka anlatımla tek var olan olarak tasarlar ve bu düşüncesini şu
sözlerle açıklar:
“Tümün
tümde oluşunda şüpheyi, işkili meydana getirecek bir şey yoktur. Bütün
varlıklar, her şeyde, hatta her zerrede mevcuddur. Görmüyor musun? Tohumda
bütün ağaç mevcûd olduğu ve bütün ağaç o tohumdan vücûd bulduğu gibi ağacın
parça-buçuklarından her cüzünde de tohum mevcuddur; tohumdan ağaç meydana
geldiği gibi ağaçtan da tohum vücûd bulmaktadır. İşte bütün âlemler de, aslında
gerçekleşmekte, bu asılda, tümüyle âlemlerden her biriyle gerçeğe ulaşmaktadır;
bütün âlemler, bir zerrede mevcuddur.”[26]
Bu
sözlerden hareketle Şeyh Bedreddin’in Mutlak Varlık’ın zuhurunun suretlerinden
ibaret olan âlemi tabii olarak Mutlak Varlık’tan ayrı düşünmediğini ve varlık
düşüncesini birlik üzerinden inşa ettiğini söyleyebiliriz. Bu yanıyla Şeyh
Bedreddin’in Ekberi gelenek içerisindeki diğer mutasavvıflardan ayrılan bir
mecraya girmediğini görüyoruz. O da tıpkı takip ettiği geleneğin vurguladığı
gibi varlığın birliği düşüncesinden hareketle varlık düşüncesini örmektedir.
Her
şeyin “asıldan” meydana geldiğini ve âlemin bir zerrede gizli olduğunu ifade
eden Şeyh Bedreddin bir başka önemli sorun olan âlemin yaratılışını da Hak’la[27]
gayelendirir. Bu gaye Şeyh Bedreddin’e göre birçok sufinin de atıfta bulunduğu
ünlü hadiste gizlidir:
“Bil
ki Hak’da, zuhura zâti bir meyl vardır; bu da ancak Hakk’ın cüz’i şeylerde
taayyüniyle tahakkuk eder; mahabbet de bu meyilden ve zâti iktizâdan ibârettir.
Yüce Tanrının, ‘Ben gizli bir defineydim, bilinmeyi diledim, sevdim; halkı,
beni bilsin diye yarattım’[28] sözünde buna
işaret vardır. Yani, tahakkuk da yoktu, taayyün de; öyle olduğu halde ben halkı
yarattım, halkla tahakkuk ve taayyün ederek onları ızhâr ettim demektir.”[29]
Şeyh
Bedreddin’in muhabbet (sevgi, aşk) kavramı ile kenz-i mahfi ve dolayısıyla
yaratma edimi arasında bir bağ kurduğu açıktır. Aşkı; tabii, ruhani ve ilahi
aşk olarak ayırıp ilahi aşkı da diğer aşkları kapsayan ve Bir’in asli aşkı
olarak niteleyen İbnü’l- Arabî’nin de aşk ile yaratma edimi arasında bağ
kurduğunu Affifi’nin sözleriyle açıklayalım:
“
Herhangi bir tezahüre bürünmeden önce Bir, yüce ‘ferdiyet’ ve basitliği içinde
Kendisini
nefsi için ve nefsinde sevdi ve bilinmek ve tezahür etmekten hoşlandı.
İşte yaratmanın sebebi bu idi. Bir, kendisini sevmekle,
Zat’ında gizli olan şeylerin bütün a’yânını da sevdi. Bu şeyler, böylece,
çeşitli şekillerde ortaya koydukları aşkla yüklenirler.”[30]
Şeyh
Bedreddin’in Hak’kın zuhura zati meyli olduğu ve muhabbetin de bu meyilden
ibaret olduğunu söyleyerek açıkladığı yaratma edimi, İbnü’l-Arabî’nin ilahi aşk
düşüncesi çerçevesinde açıkladığı yaratma edimiyle benzerlikler taşımaktadır.
Şeyh
Bedreddin, Allah’ın bilinmeyi istemesi neticesinde ortaya çıkardığı âlemin
ezeliliği[31] konusunda da
tartışmalara yol açacak düşüncelere sahiptir. Zira Şeyh’in kimi sözleri
Allah’ın varlığını hudûs deliliyle kanıtlamayı benimseyen, hudusun zıttı olan
ve âlemin kadîm olduğunu savunan düşünceleri tasvip etmeyen kelam ehlini
kızdıracak cinsten olup kimi sözleri de mümkün varlığın sonradan olduğunu
açıklar niteliktedir. Şeyh Bedreddin, bir yandan “Âlem, cinsi, nev’i, zatı
bakımından mutlak olarak kadimdir; önüne ön yoktur; sonradan meydana gelişi
zâtidir; zaman bakımından değildir.”[32], “ Bil ki var oluş ve bozuluş
âlemlerinin ikisi de ezelidir, ebedidir...”[33] gibi cümlelerle âlemin
kadîmliğini vurgularken diğer bir yandan şunları dile getirir: “Mümkün olan
şeyin varlığı, hakıykat ve varlık bakımından Hak’tır[34], sûret bakımından mümkündür,
sonradan olmadır, yaratılmıştır.”[35] Şeyh Bedreddin
aynı konuda farklı açıklamalar yapıyor gibi gözükse de bu farklılık onun
İbnü’l-Arabî’nin de düşüncelerinde ortaya koyduğu şekliyle Hak’kı değerlendiriş
biçimiyle alakalıdır. Şeyh Bedreddin’e göre Hak, varolmaması düşünülemeyen
zorunlu varlıktır ve âlem bu Zorunlu Varlık’ın isim ve sıfatlarının tezahürü
niteliğindedir. Bu nedenle âlem Zorunlu Varlık’ın sureti konumundadır ve
sonradan kazanılmış bir zorunluluğa sahiptir. Fakat bu zorunluluk kendisinden
değil Zorunlu Varlık’ın zatından kaynaklanmaktadır. Böylece âlem, bir yanıyla
Zorunlu Varlık’ın sureti olması bakımından mümkün ve sonradan var olmuş bir
hüviyeti temsil ederken diğer yanıyla kendisinden ortaya çıktığı Hak’ka,
Zorunlu Varlık’a dayandığından ezeli bir yapıya sahip olur.
Şeyh
Bedreddin varlığın kavranmasına yönelik olarak iki farklı ontolojik yol açar:
İlkinde Varlık, tıpkı Farabi ve İbn Sina’nın varlık felsefelerinde olduğu gibi
zorunlu ve mümkün olarak değerlendirilir.[36] Bu ayrımda zorunlu varlık;
herhangi bir tanımla açıklanamaz, üzerine söz söylenemez ve fenomen/oluş
dünyasından uzak varlıktır. Mümkün varlıksa belli noktalarda tanımlanabilen,
üzerine söz söylenebilen ve birtakım özellikleriyle fenomen/oluş dünyasına adım
atmış varlıktır ki mümkün varlığa aynı zamanda, var olmak için başka bir şeye
ihtiyaç duyan da denilebilir. Şeyh’e göre varlığın bu iki hali varlıktaki
tekliği bozmaz, bu ikilik birbirine karışmadan ve tekliği koruyarak devam eder:
“Tanrı’nın zatı, her şeyden münezzehtir, fakat her şey de
ondadır; o da her şey de. Vâcibdir, her tavırda vâcib oluş, ayrılmaz ondan.
İmkân suret bakımından hayalidir; sonradan oluş, önüne ön bulunmayış,
suretlerde birbirinin ardınca geledurur. Oysa suretten münezzeh olmakla beraber
surettedir de... Noksan sıfatlardan arıdır ‘iki denizi birbirine salan;
aralarına bir berzah koyan, birbirine karıştırmayan’ (Furkân, 25/53) Ne mümkün
Hak olur ne de Hak mümkün olur. Ama itibari olarak ikisi de birdir, gerçek
bakımından haktır, başka bir varlığın varlığı yoktur, ayrı oluş ancak itibaridir.”[37]
Şeyh
Bedreddin’in varlığın kavranmasına yönelik olarak açtığı diğer bir düşünce yolu
Hak ve Halk[38] ayrımından
geçmektedir. Varlığın etkinlik ve edilginlik hallerine göre ayrımlanan bu
düşünce de varlıktaki birliği vurgular ve çokluğun, varlıktaki birliği
kavrayamayanlarca onu anlamlandırmak adına ortaya konan boş bir düşünce
olduğunu işaret eder:
“Bil
ki Mutlak Varlık olan Hakk’ın, her mertebede iki yönü vardır: Biri te’sir
ediştir ki o, faâldir; öbürü te’sir altında kalıştır ki bu da münfail oluştur.
İlk bakımdan Allahdır, ikinci bakımdan âlemdir, yaratılmıştır, sonradan
olmuştur; anlayıver. Mutlak Varlık, mutlak oluştan da, mukayyed bulunuştan da
mutlak olan varlıktır ki o, yüce Hak’tır. Ne küllidir, ne cüz’i; çünkü külli
oluş, mutlak bulunuş itibariyledir; cüz’i oluş da mukayyed bulunuş itibariyle.
Yani kendisi bütün varlıkları kaplaması ve her şeyin onunla zuhuru bakımından
küllidir denebilir; bir mazharla zuhuru bakımından da cüz’i adı verilebilir.
Hâlbuki onun varlığı, zatı i’tibariyle külli ve cüz’i oluştan öncedir. Bu
anılan şeylerin hepsinden de mutlak olan, üstünde hiçbir mertebe bulunmayan
varlık, Mutlak Varlıktır. O her mertebenin üstündedir; tüm eşya ondan var
olmuştur; o her şeydir; her şey de odur”[39]
Görülüyor
ki Şeyh Bedreddin’in varlığın kavranmasına dair olan her iki düşüncesinde de
ortak mecralar vardır. Zorunlu ve Mümkün olarak ayrımlanan varlık anlayışında
da, Hak ve Halk olarak ayrımlanan varlık anlayışında da varlığın Zorunlu ve Hak
olarak tanımlanan halleri Mutlak Varlık’ı işaret eder ve Mutlak Varlık
tanımlanamaz, belirlenemez, şekle ve sıraya konulamaz. Mümkün ve Halk olarak
tanımlanan varlık hali ise belirlenebilir, şekle ve sıraya konulabilir. İşte
Şeyh Bedreddin varlığın bu sıraya konulabilir halini de İslam felsefesinin en temel
açıklamalarından biriyle düzene sokarak varlığın mertebe mertebe seyrini
açıklar:
“Bil
ki akıl, nefs, rûh, kalb, hepsi de tecelli mertebeleri bakımından varlıktan
ibarettir. Bu mertebeler dolayısıyla bir kere felek suretinde zuhur eder; bir
kere melek. Bir kere unsurlar olur, bir kere madenler, bitkiler, hayvanlar ve
insan; derken aşağılıkların en aşağısına varır; yüceliklerin en yücesine ağar.
Unsurlar suretini giyinen, sonra ondan soyunup madenler kisvesine giren, ondan
da soyunup bitki suretine bürünen, sonra hayvan, sonra insan suretinde görünen
hep odur; bütün suretlerin sahibi, o varlıktır ki Hak’tır.[40] Hatta suretlerin kalmadığı
düşünülse, yine ancak Mutlak Varlık kalır.”[41]
Şeyh
Bedreddin’in tecelli mertebeleri bakımından varlıktan ibaret gördüğü akıl,
nefs, ruh ve kalp kavramları İbnü’l-Arabî’nin düşünce sisteminin yapıtaşları
arasında sayılabilir. İbnül’l-Arabî’nin birçok eserinde üzerinde durduğu bu
kavramlar Varlık’ın kavranmasında anahtar vazifesi görürler. İnsanın duygusal
yönünü değil farkındalığın ve zekânın merkezini tanımlayan “ Kalp, Allah’ın
tecellilerini içine alabilecek insani melekedir. Yalnız kalp, İbnü’l Arabî’nin
kavramlarıyla Allah’ı ve hakîkatleri birleştirerek aklı ve keşfi kapsayacak bir
şekilde bilebilir.”[42] Nasıl ki
kalp aklı ve keşfi de kapsayarak bilme edimi içerisinde önemli bir unsur haline
geliyorsa nefs ve ruh da yine kalp ve akılla bağlantılı olarak hem Varlık’ın
kavranmasında hem de bilme edimi içerisinde önemli unsurlar olarak öne
çıkarlar. İbnü’l-Arabî nefs konusunda Aristoteles çizgisini ana hatlarıyla
izler gözükmektedir. Nefsi bitkisel, hayvani ve aklî olarak üçe ayıran
İbnü’l-Arabî aklî nefsi akılla aynı saymamakla Aristoteles’ten ayrılır. Ona
göre, çekme, tutma, özümseme ve atma gibi dört yetiye sahip olan bitkisel nefs
ile insan ve bütün hayvanlarda bulunup maddi bir nitelik taşıyan, aynı zamanda
kalpteki ince bir buhar gibi olan hayvani nefs bedenin ta kendisidir, bedenle
iş görür, varlıklarını bedenle sürdürürler. Akli nefsi kavrayıcı bir ruh olarak
gören İbnü’l-Arabî bu nefsin yok olmadığını, ezeli ve ebedi olduğunu belirtir.
Aklî nefsin akılla ve bedenle aynılığı söz konusu değildir İbnü’l-Arabî için,
akıl aklî nefsin parçalarından biridir sadece, bedense varlığını sürdürdüğü
müddetçe uğradığı bir duraktır zira akli nefs, bedenle bütünleşmeden önce de
var olan ve bedenden sonra da varlığını devam ettirecek ruhtur.
İbnü’l-Arabî’nin ruh anlayışı, ruhu maddi bir unsur olarak değerlendirmeyen
Plotinus’un anlayışıyla benzerlikler taşır: İbnü’l-Arabî için ruh canlı ve faal
olandır, anlama, ayırt etme, tefekkür, hafıza gibi faaliyetleri
gerçekleştirebilen kapsayıcı bir özdür. Üç nefsin de üstünde bulunan ruh, her
türlü bilgiyi edinme kabiliyetine sahiptir. Görülüyor ki İbnü’l-Arabî için tüm
bu unsurlar hem insanın bir olarak yaşamını sürdürmesini sağlar hem de bilgi
edinmesini ve bu bilgi aracılığıyla Varlık’ı kavramasını gerçekleştirir.
İbnül’l-Arabî, Şeyh Bedreddin’in tecelli mertebeleri bakımından varlıktan
ibaret gördüğü kalp, akıl, nefs ve ruh gibi unsurları insanın Varlık’ın
bilgisini edinmesi yolunda en önemli araçları olarak görür, Varlık bu araçlar
eşliğinde kavranabilir.
Buraya
kadar anlattıklarımızdan çıkarılacak sonuçların en önemlisi Şeyh Bedreddin’in,
İlah merkezli varlık anlayışıyla ve varlıktaki birliği temele alan düşünce
sistemine uygun bir şekilde fikirlerini ortaya koyduğudur. Çokluğun, bir olanın
yansımalarından ibaret olan bir hayal olduğunu ısrarla vurgulayan Şeyh
Bedreddin’e göre her şeye nüfuz etmiş Allah tek gerçektir:
“Allah
bütün işlerin kendisinden zuhur etmesi ve bütün kemal sıfatlarıyla mevsuf
olması dolayısıyla Mutlak Varlıktır; bundan dolayı da Allah denmiştir ona.
İşler, sıfatlar, meydana gelen şeyler ve olgunluklar mazharlar vasıtasıyla
zahir olur. Mazharların tümü, kemallerin tümünü meydana getirir, tamamlar; her
mazharda mazharların ayrılığı, aykırılığı yüzünden çeşitli, ayrı ve aykırı
şeyler zahir olur ondan; çokluk, mazharlardadır; noksan sıfatlardan arı ve yüce
olan Haksa birdir; bütün mazharlardan tecelli eder; mazharların her biri, suret
bakımından öbüründen ayrı ve ona aykırıdır; fakat o, gerçek bakımından o
mazharların varlığıdır. Mazharların her birinden, suret bakımından ona has olan
şeylerle zahir olur; fakat her şey, gerçek bakımından Allah’tır.”[43]
Olan
biten her şeyin, Şeyh Bedreddin’in tabiriyle işler, sıfatlar, meydana gelen
şeyler ve olgunlukların en yüce olarak kabul edilen Mutlak Varlık’tan ibaret
olduğunu söyleyen Ekberi düşünce ile Şeyh Bedreddin’in bu alıntıdaki
düşünceleri arasında Varlık’ın tekliği konusunda benzerlik vardır. Mutlak
Varlık kendisinden zuhur bütün şeylerin, isim ve sıfatların bilgisine sahip
olduğu gibi tüm bu şeyler O’na bağlıdır ve O’dur.[44] Bu yaklaşım Mutlak Varlık’ın
tekliğini ve kuşatıcılığını vurgular. O’ndan ayrı düşünülemeyecek her şeyin
O’nun tarafından kuşatıldığı ve olduğu bir varlık düşüncesi içerisinde Mutlak
Varlık, varlığın ve yokluğun da menşei olmak durumundadır.[45]
Olabildiğince
basit bir açıklamayla Allah dışında bir varlığın olmadığını, Allahın bir ve tek
olduğunu, çokluk olarak görünen şeylerin Allah’ın kendisini açması sonucu
varlık verilmiş parçalar olduğunu ve tüm bu parçaların kendilerine has özel
yönle (vech-i has)[46] Bir’e bağlı
olduğunu vurgulayan bir düşünce olan vahdet-i vücûd, her şeye rağmen insan
aklının kavramakta zorlandığı açıklamalara sahiptir. Bu durum Ekberi geleneği
benimseyen mutasavvıfların birçoğunda konuyu etraflıca açıklama isteği
uyandırdığı gibi Şeyh Bedreddin’de de benzer isteklere yol açmıştır. Bu istek
kimi zaman Şeyh Bedreddin’i öyle noktaya getirir ki Kuran-ı Kerim’i, hadisleri
ve sufileri düşüncelerini desteklemek için şahitlik yapmaya çağırır:
“Gerçekte
her şey birdir... Zat bakımından çokluk ve aykırılık yoktur; çokluk hep anlayış
ve itibar bakımındandır; hâsılı çokluk burada ancak hayalden, vehimden
ibarettir. ‘Allah vardı, onunla beraber hiçbir şey yoktu, o nasılsa yine de
öyledir’ hadisi ve ‘Her şey helak olur ancak onun hakıykati
kalır,’(Kasas,28/88) ayeti buna işarettir.”[47]
Eğer
bir varlık bilgisine sahipsek ve bu varlığın menşeini düşünerek varlıktaki
çokluğu araştıracaksak hem Ekberi geleneğe hem de Şeyh Bedreddin’e göre bu
araştırmanın sonucu varlığın tekliği üzerinedir. Zat olarak Mutlak Varlık
tektir, O’nun dışında kalanlar tıpkı bir dairenin merkezinden çevresine açılan
doğrular gibidir. Nokta tektir, daire o noktadan çıkan doğrulardan oluşur,
dolayısıyla tüm bir daire noktanın ta kendisidir.[48] Varlık düşüncesine bu mecradan
yaklaşıldığında Şeyh Bedreddin’in alıntıladığı söz daha önemli hale gelir: zira
hiçbir şey yok iken var olan Mutlak Varlık’tan zuhur eden isim ve sıfatlar yine
O’nu işaret etmekte ve varlıktaki çokluğun hayali olduğunu göstermektedir, bu
durum her an yenilenerek devam eder, her an Mutlak Varlık vardır ve O’nun
dışında başka bir şey yoktur. [49]
İnsan
bedeninin birçok üyeden oluşmasına rağmen “bir”[50] olması gibi Allah da birdir.
Elbette bu benzetmeyle insanın parçaların bir araya gelmesiyle oluşan bir bütün
olması ile parçaların kendisinden zuhur ettiği bir olan Allah fikri birbirine
karıştırılmamalıdır. İsim ve sıfatlarıyla zuhur eden Zat görüntüdeki çokluğun
kaynağıdır ve fakat Varlık birdir. İnsan ise parçaların bir araya gelmesiyle
oluşmuş bir birliktir, insan parçaların kaynağı değildir. Mutlak Varlık ise
çokluktaki her şeyin menşei, nedenlerin nedeni olan bir hüviyete sahiptir. Bu
bağlamda görülen, duyulan ve olan biten her şey onun parçası olmaktan öteye
geçemez. Her şey O’nun[51] parçası
olarak görüntüdeki çokluğu oluşturur fakat çokluk birlikten ayrı değildir,
çokluğu oluşturduğu sanılan her bir parça aslında Bir’e aittir, ondandır. Bu
nedenle çokluk “bir”dir İzutsu çokluğun bir olduğunu, Mutlak Varlık’ın farklı
görünümler içinde tezahür etse de tüm görünümlerin aslında Mutlak Varlık’a ait
olduğunu belirterek çokluktaki birliği açıklar:
“Mutlak
ya da saf ‘Varlık’, kendi içinde salt birlikten ibarettir. Mutlak, ne kadar
farklı görünümler altında kendini açıp tezahür ederse etsin fark etmeksizin
kendi orijinal birliğini korur. Kesret dünyası bu anlamda özü itibariyle Mutlak
ile aynı mahiyettedir; hatta denilebilir ki o, Mutlak’ın kendisidir. Fakat
insan bilincinin sonluluğu nedeniyle, Mutlak’ın orijinal birliği bu bilince,
farklılaşmış ve sayısız sonlu varlıklar haline gelmiş olarak görünür.
Fenomenler dünyası, insanın epistemolojik yetilerinde bulunan sınırlılıkların
neden olduğu zâhiri formların altında şekilsiz olan gerçek formunu gizleyen
Mutlak’tan başka bir şey değildir”[52]
Şeyh
Bedreddin çokluğun Bir’den kaynaklandığını, çok gibi görünenin Bir olduğunu ve
fenomen/oluş dünyasındaki görünenlerin Bir’in parçası olarak zuhur ettiklerini
düşünür ve insan (zeyd) örneği vererek açıklamalarını devam ettirir:
"Allah,
benzetmek gibi olmasın, Zeyd’in nefsinin Zeyd’in bütün a’zasını, her yüzden
kapladığı gibi kaplamıştır. Zeyd’in a’zasından hiçbir uzuv yoktur ki hareket
etsin, bir iş işlesin de o hareketi o işi Zeyd yapmamış olsun. Bu a’za, Zeyd’in
mazharlarıdır. Zeyd, her uzuvda, o uzvun istida’dına göre zuhur eder. Mesela
elde tutup kavramak, ayakta yol yürüyüp gitmek, dilde söylemek, kulakta duymak
gibi hani. Bu bakımdan söz söyleyen, duyandır, yürüyendir, tutup kavrayandır.
Bir de Zeyd, her uzuvda bu işleri tümüyle işler, ayrı-ayrı, bölünerek değil,
çünkü Zeyd, bölünmeyi kabul etmez... Şimdi a’zasından hepsi de konuşsa yahut
dövse, yahut duysa, işitse yahut da yürüyüp gitse, yine de bütün hareketler, bu
işler bir tek varlığa, Zeyd’e isnâd edilir. A’zasından bütün uzuvlar, ben
Zeyd’im deseler, dili gibi hani, bundan Zeyd’in çoğalması gerekmez. Anılışı
ululansın, Allah da bunun gibidir; çünkü benzetmek gibi olmasın, beden her
yönden nasıl Zeyd’in suretiyse âlem de Allahın suretidir[53]; her iş, bu i’tibarla ona
isnad edilir. Ondan başka söyleyen de yoktur, hareket eden de, iş gören
de."[54]
Mutlak
Varlık, Hak ve Halk olarak ayrımlanınca var olan her şey doğal olarak Mutlak
Varlık’tan (Allah’tan) ayrı düşünülemez. İnsan, âlemdeki nesnelerin kendilerine
özgü bir varlıkları olduğunu düşündüğü müddetçe yanılgıdan kurtulamaz. Zira
âlem de âlemdeki her bir nesne de Mutlak Varlık’ın (Allah’ın) kendilerine
varlık verdiği ölçüde vardır. Daha farklı bir anlatımla şöyle söyleyebiliriz:
Mutlak Varlık’ın, Bir olanın dışındaki her bir nesne Mutlak Varlık’ın zuhurunu
anlayamayan insanın yanılgısıdır çünkü var olan tek şey Mutlak Varlık’tır ve
geriye kalanlar onun yansımalarıdır. “Bir”den çıkan ve gerçekte “Bir” olan her
iş ve mevcut, çokluk içerisinde şekilden şekle girse de yine “Bir”dir. Var olan
her şey aynı cevherin yansımaları olarak belirlenmiş bir oluş içerisinde O’na
doğru seyretmektedir.
“Mesela
bir keçiyi insan yese keçi insan olur. Tümde tedbir ıssı olan odur, tümün
nefsi, zâtı odur; varlığıyla tedbirden tedbire geçer durur. Artık kalanını da
sen kıyasla, bütün mazharlar göre yürüt bu kıyaslamayı. Allah yüzünü yüceltsin,
Alî’den rivayet edilmiştir; ‘Kalem benim, levh benim, arş benim, kürsi benim.’
gibi sözler söylemiştir ya; bu yüzdendir işte.”[55]
Bu
durum eylem sahasında da aynı düzen içerisinde seyreder: Her şey Allah’ın
yansımasıysa olan bitenler de Allah’ın isteği dairesindedir, zira yansımalar
Allah’ın araçları olmaktan öteye gidemez.
“Hak,
te’sir bakımından Tanrıdır; tapılacak varlıktır; yaratıcıdır. Te’sir altında
kalmak bakımındansa kuldur; yaratılmıştır; hükm altındadır; kahra uğramıştır.
Bu yüzden bütün işler, Hakk’ındır, sûretlerse onun aletleridir; kul sûretinde,
Hak’tan başka bir şey yoktur. Fakat kul, bundan gaflet eder de, kendisinde,
kendisine aid ve Hak’tan gayri bir ihtiyar vardır, bir iş vardır, bir varlık
vardır; işte bu gaflet, kötü bir şeydir. Hani bir şey yapan da, kendisinin bir
varlığı var, aletin de bir varlığı var sanır; oysaki iş yaparken aletin
varlığı, kendi varlığından meydana gelmektedir.”[56]
Şeyh
Bedreddin varlığın birliğinin duyu, akıl ve duygularla bir noktaya kadar
anlaşılabileceğini düşünür. Aslolan birliği her şeyden arınıp gönlünü Allah’a
açanlar, Bir ile bir olanlar anlayabilecektir ki bu teorik tanımlardan çok uzak
bir kavrayışla varılacak bir menzildir. Allah ile bir olunan bu menzil Hallac-ı
Mansur gibi sufilerin düşünce evrenine kadar uzanır ki Şeyh Bedreddin de “Ben
Allah’ım” önermesini bu bağlam içerisinde açıklamak istemiştir:
“Şu
duygulardan göz yumar, tecellilere bakmazsak Hakk’ın zatını gözle görmeye imkân
yoktur fakat yüce Tanrı’nın sevgisiyle kendinden geçmiş kişiye Tanrı, bu sûrete
bürünüp görünebilir; yalnız bu iş, az olur; bu hususta esas, gönlün arınmasıyla
Hakk’ın anlaşılmasıdır çünkü gönül arındı mı, Hak, o gönül sahibine, anlayışı
derecesinde tecelli eder; özel ve duyguyla bilinir, anlaşılır bir sûretle
değil; böylece iş açılır, şüphe de geçer gider. Ağacın, ‘Ben Allahım’ demesi,
bu sözü bir insan söylerse de caiz görülmesini hatta daha doğru ve yerinde
olarak kabul edilmesini anlatmak içindir. Değil mi ki âlem, onun sûretidir, ben
oyum diyen herkesin sözü doğrudur. Çünkü bu söz, âlemin sûretinin sahibi olan
Tanrı’ya aiddir; söz söyleyen cüz’e ait değildir. Nitekim Zeyd’in dili, söze
gelse de ben Zeyd’im dese, bu söz, Zeyd’in zâtına işaret olduğundan doğrudur;
fakat bir et parçasından ibaret olan ve hareket ederek sözü ızhar eden dile
nispetle doğru değildir; zaten bu söz söyleyen de Zeyd’in kendisidir, dili
değil. İşte ağaç da böyledir, insan da böyle; çünkü dil, ben Allahım derse
doğrudur; diyen dil değil, insandır. Böylece her zerrenin, bu i’tibarla Allahım
demesi doğru olamaz. Nitekim dil de ben Zeyd’im derse doğrudur da, bir
başkasının ben Zeyd’im demesi yahut bir başkasına sen Zeyd’sin demesi doğru
olamaz."[57]
Şeyh
Bedreddin “Ben Allah’ım” önermesiyle her şeyden önce varlıktaki birliği
açıklamaya yönelmiştir. Zira Hakk’ın sureti konumundaki her bir insan “ben-sen”
ayrımını ortadan kaldırarak Hakk’ın bizatihi kendisi olduğunu kavrayabildiği
noktada varlıktaki birliği de anlamaya yaklaşmış olacaktır. Bir’den çıkanın
yine Bir’e döndüğü dairesel bir hareket üzerine konumlandırılan varlık
düşüncesi içerisinde varlık verilen her nesne Bir olan Mutlak Varlık’ın
zuhurudur ve bu haliyle o nesne Mutlak Varlık’tan ayrı, farklı bir mazhar
taşımaz. Şeyh Bedreddin bir başka yerde dile getirdiği şu düşüncesiyle de “Ben
Allah’ım” önermesi üzerinden varlıktaki birliği açıklamaya devam eder:
“Onlardan
biri, ben Allah’ım dese, gerçek bakımından doğrudur; çünkü her şey
ondan
sâdır olmaktadır. Bu bakımdan, mazharların çokluğu, sayıya sığması yüzünden,
onun çok olması, sayıya sığması lazım gelmez; çünkü hepsinde zâhir olan birdir.
Onların her biri, ben Hakk’ım dese de gerçek bakımından doğrudur; her şeyde
varlık vardır ve hiçbir şeyle mukayyet olmaksızın Hak denmiştir o varlığa. O şeyden
ister tüm şeyler zuhur etsin, ister bazı şeyler isterse de hiçbir şey zuhur
etmesin; bu böyledir; ister bir sıfatla muttasıf olsun, ister olmasın yine
aynıdır. Ama sûret bakımından mazharlardan bir şey sâdır olmadığından her biri
de Hak’tan ayrıdır, Hak değildir demek de doğrudur. ”57
Bu
alıntıdan hareketle Şeyh Bedreddin’in bütünün parçayı kapsadığını,
tanımladığını ve ifade ettiğini düşündüğü fikrine varabiliriz. Aynı şekilde
parçanın her zaman ve şartta bütünü ifade etmediğini de anlayabiliriz. Zira
Hak’tan zuhur eden isim ve sıfatların bilgisine ve mahiyetine sahip olan Hak
iken, isim ve sıfatlar ondan zuhur edenler olarak, onun suretinde zuhur edenler
olarak Hak’kın bilgisine sahip değillerdir. Bu ayrım insana bir noktaya kadar
“Ben Allah’ım” deme hakkı verir ki insan Hak’kın suretinden zuhur ettiğinden bu
hakka sahiptir ve fakat insan Hak’tan zuhur eden sonsuz sayıdaki isim ve
sıfattan biri olarak Hak değildir ve Hak’kın bilgisine sahip olamaz, bu nedenle
“Ben Allah’ım” demesi doğru değildir.
1.5.
Yaratılıştaki
Süreklilik ve A’yân-ı sâbite[58] [59]
Şeyh
Bedreddin’in vahdet-i vücûd düşüncesiyle olan bağı bu düşüncenin önemli
kavramlarından biri olan a’yân-ı sâbite fikri üzerine ortaya koyduklarıyla da
devam eder. İbnü’l Arabî’nin varlık düşüncesinin ayırt edici unsurlarından
birisi olarak feyz (taşmak) kavramı, Mutlak Varlık’ın her durum ve anda soyut
ve somut bir bulunuş olarak zuhur etmesine işaret eder. Böylece Mutlak Varlık
feyzle âleme varlık verir ve bu kesintisiz olarak devam eder. Feyzin
kesintisizliği varoluşun da kesintisiz ve aracısız olarak devam ettiğini
gösterir. Yaratılıştaki süreklilik hali Eş'arilerin cevher-araz görüşleriyle de
bağlantılı olan bir kavramı anımsatır: tecdid-i halk. "Fakat tecdid-i halk
görüşünü Eş'arilerin görüşünden ayırt eden şey, ‘teceddüd bi'l-
emsal’(benzerlerle yenilenme) ve bu terimin bağlı olduğu a'yân-ı sâbite
fikridir. Her şey yeniden yaratılırken sürekliliği sağlayan şey İbnü'l Arabî ve
takipçilerine göre yaratmanın, teceddüd bi'l- emsal yoluyla gerçekleşmesidir.
Teceddüd bi'l-emsal fikrini İbnü'l Arabî ve takipçilerine mahsus kılan şey bu
düşüncenin kendisinden çıktığı a'yân-ı sâbite anlayışıdır. A'yân-ı sâbite,
İbnü'l Arabî’nin yaratılış düşüncesinin dayandığı ikinci önemli kavramdır ve
her şeyin ilahi ilimde sabit olan hakikati demektir. Esas itibariyle yaratılış,
Tanrı'nın sürekli bu a'yân-ı sabiteye tecelli etmesinden ibarettir.”[60] Tecdid-i
halk kavramı ile a'yân-ı sâbite arasındaki bağ, İbnü’l Arabî’nin ontolojik
olarak ezeli ve ebedi yaratılış düşüncesinin bir sonucudur ve Tanrı'nın varlık
verme halinin sonsuz olduğunu ve yaratılışın her an yenilendiğini belirtir. Bu
düşüncenin sonucu olarak belli bir anda sonsuz sayıda şeye ve mahiyete varlık
verilir, bunun hemen akabinde varlık verilenler başka sonsuz sayıdaki şey ve
mahiyetle yer değiştirir. İlahi feyzin doğal bir sonucu olan yeniden yaratılma
süresiz bir şekilde devam eder. Her an varoluş ve yok oluşun gerçekleştiğini
imleyen bu yaratılış süreci öylesine hızlı gerçekleşmektedir ki insana sabit
görünen her şey sonsuz bir hareketle ve düzenli bir şekilde değişmekte,
yenilenmektedir.
Yaratılışın
her an ve kesintisiz olarak devam ettiği düşüncesinden hareketle uğrayacağımız
en önemli durak a’yân-ı sâbite’dir. Zaman zaman Platon’un idelerine de atıflar
yapılarak açıklanan a’yân-ı sâbite, “ Eflatun’un ‘İdeler’ine benzese de,
onlarla aynı değildir.. .onların ilâhî Zat’ta bulunan cüz’i ‘haller’ ve aynı
zamanda ilâhî bilinçte bulunan akıl edilir suretler olması, onları Eflatun’un
‘ideler’inden açıkça ayırmaktadır.”[61] A’yân-ı sâbite bilgi düzeyinde
var olmakla birlikte yaratılmamış, Mutlak Varlık’ın bilincinde ezeli ve ebedi
olarak var olan, şeylerin fenomen/oluş şekline bürünmezden önceki bilkuvve
halleri olarak da tanımlanır.
“Bildiğimize
göre, İbnu’l-Arabî, ‘sabit örnekler’ ya da ‘şeylerin gizli hakikatleri’
şeklinde tercüme edilebilecek olan el-a’yân es-sâbita deyimini az çok belirli
bir anlamda ilk olarak kullanan ve ona metafizik bir sistemde üstün bir yer
veren kimsedir. Onun el-a’yân es-sâbita nazariyesi Eflatuncu ideler nazariyesi,
İşrâklerin zihni varlık öğretisi ve Kelamcıların cevher ve sıfatları bir ve
aynı sayan öğretisinin garip bir karışımıdır.”[62]
Mutlak
Varlık ile Şehadet Âlemi arasında bulunan ve İbnü’l Arabî’nin kabil olarak
tanımladığı a’yân-ı sâbite, Mutlak Varlık’tan kendilerine gelecek varlığı kabul
edecek şekilde var edilmişlerdir. A’yân-ı sâbite iki yönlü olarak
düşünülmelidir, zira edilgin yönüyle a'yân-ı sâbite Mutlak Varlık'ın kendisini
açarak varlık vermesini sağlarken etken yönüyle de Mutlak Varlık tarafından
kendisine varlık verilen her şey a'yân-ı sabitede bulunan özünün gereği olarak
var olur ve ortaya çıkar. Kesintisiz bir şekilde devam eden ilahi feyz[63]; feyz-i
akdes ve feyz-i mukaddes olarak isimlendirilir. Feyz-i akdes, a'yân-ı sâbitenin
varlık kazandığı ve arada bulunduğu bilkuvve hali temsil ederken, feyz-i
mukaddes, yalnız akıl yoluyla kavranabilecek durumda olan a'yân-ı sâbitenin bu
durumunu terk ederek hislerle de kavranabilecek duruma gelmesi, bilfiil hale
dönüşmesi olarak açıklanır. İbnü’l Arabî’nin varlık düşüncesinin farklı bir
yere konmasındaki en önemli sebeplerden birisi olan yaratılıştaki süreklilik
düşüncesinin iki önemli unsuru olan feyz ve a’yân-ı sâbite kavramları özetle bu
şekilde açıklanabilir.
Şeyh
Bedreddin a’yân-ı sâbite kavramıyla ilgili şunları söyler:
“Mutlak vücûd, sıfat ve fiil isimleriyle isimlendirilemez.
Ancak kemâli itibarıyla, kemâlâtın tümüyle tecelliyi kabul ettiği takdirde, her
türlü kâbiliyet itibarıyla, herhangi bir sıfat ve fiil ismiyle
isimlendirilebilir. Buna göre Hak Te’alâ ilmiyle tecelli edip, tüm kemâlâtıyla
ilmi kuşattığında, bu kemâlât ile kendisinde ilmî suretler meydana gelmiş, yani
kemâlin her türüyle vücûdun zuhûru gerçekleşmiştir. Bu itibarla vücûd çoğalmış
ve bu vücûdlara a’yân-ı sâbite ismi verilmiştir. A’yân-ı sâbite böylece, ilâhî
isimlere ilmî zuhur mahalleri olmuştur. Bununla birlikte, kabiliyet itibarıyla
çeşitli vücûdlara da a’yân-ı sâbite ismi verilebilir. Bu durumda vücûd, ilâhî
isimlerin eş anlamlısı, ilmî suretler de a’yân-ı sâbite’nin zuhur mahalleri
olmuş olur ki, ıstılahta tartışma olmaz!”[64]
Şeyh
Bedreddin bu sözleriyle Mutlak Varlık ile bilgi arasındaki bağı
vurgulamaktadır. Bu bağ çerçevesinde a’yan-ı sâbite’yi ele alan Şeyh Bedreddin,
Mutlak Varlık’ın zuhurunu bilme edimi ve a’yan-ı sâbite ile ilişki kurarak
açıklamaktadır. Geçmişte ve gelecekte her şeyin bilgisine sahip olan Mutlak
Varlık kendilerine varlık vermeden önce de a’yan-ı sâbite birer şey olarak
mevcutlardı. Mutlak Varlık’ın onları bilmesiyle şeyler ayan olmuş, a’yan-ı
sâbite ismini almışlar ve a’yan-ı mevcûde kılınmışlardır. Bir başka deyişle
Mutlak Varlık tarafından bilindikleri için ayan olan şeyler aynı zamanda
a’yan-ı mevcude vasfını da kazanmış olurlar. A’yan-ı sâbite Mutlak Varlık
tarafından bilindikleri ölçüde Vücûd’tan pay alarak mevcud olurlar. Şeyh
Bedreddin’in yukarıdaki alıntıda ifade ettiği kemâlin her türüyle zuhur eden
vücûdun çoğalması ve bu vücûdlara a’yan-ı sâbite ismi verilerek bunların ilâhi
isimlere ilmî zuhur mahalleri olması durumu, kendilerine varlık verilmeden önce
de var olan şeylerin Mutlak Varlık tarafından bilinerek, bilgi nesnesi
kılınarak a’yan- ı sâbite’ye ve bu yolla da a’yan mevcude’ye dönüşmesini
açıklar. Şeyh Bedreddin’in bilgi edimi temelinden kalkarak açıkladığı bu durum
ile İbnü’l-Arabî’nin kabil olarak tanımladığı ve Mutlak Varlık’tan kendilerine
gelecek varlığı kabul edecek şekilde var edilen a’yân-ı sâbite düşüncesi
arasında bağ vardır. İbnü’l-Arabî iki yönlü olarak düşündüğü a’yân-ı sâbite’yi;
edilgin yönüyle Mutlak Varlık'ın kendisini açarak varlık vermesini sağlayan bir
unsur olarak değerlendirir. A’yan-ı sâbite’nin bir de etken yönü vardır ki bu
yön sayesinde Mutlak Varlık tarafından kendisine varlık verilen her şey a'yân-ı
sabitede bulunan özünün gereği olarak var olur ve ortaya çıkar. Şeyh Bedreddin
ise bu durumu Mutlak Varlık tarafından bilinmeleriyle ayan olan şeylerin
a’yan-ı sâbite olarak isimlendirilmesi ve Mutlak Varlık tarafından varlık
verilen her şeyin a’yan-ı sâbite üzerinden mevcudiyet kazanması, a’yan-ı
mevcude olması şeklinde açıklar.
BÖLÜM 2. ŞEYH
BEDREDDİN’DE BİLGİ DÜŞÜNCESİ
Şeyh
Bedreddin’in bilgi düşüncesi varlık ve insan görüşleriyle bir arada
değerlendirildiğinde daha açık bir şekilde anlaşılır. Bilgi düşüncesinin
temelini oluşturan mecralar, varlık ve insan düşünceleriyle sıkı sıkıya
bağlıdır. Bu nedenle Şeyh Bedreddin’in bilgi düşüncesini incelerken tabii
olarak varlık ve insan görüşleriyle de bağlar kurmamız kaçınılmazdır.
Şeyh
Bedreddin’in bilgi düşüncesini ele almak istediğimizde Şeyh’in bilgi
düşüncesinin temeline iki önemli sözü koyduğu aşikârdır: “Ben gizli bir
hazineydim, bilinmeyi istedim; beni bilsinler diye var olanları yarattım.” ve
“Nefsini bilen, Rabbini bilir.”[65]
İnsanın
nefsini bilmesi konusu her zaman tartışmalı bir alan olmuştur. Zuhurun her an
yenilendiğinin düşünüldüğü bir ontoloji içerisinde en önemli iki unsur olan
Allah ve insanın da kendi içlerinde zıt özelliklere sahip olduğu kabul
edildiğinde tüm bu değişim ve zıtlıkların içerisinde insan kendisini nasıl
bilecektir? Hangi halini bilecektir ki Rabbini de bilebilsin? Bu konuda Şeyh
Bedreddin’in yaklaşımına geçmeden önce İbnü’l-Arabî’nin konuyla ilgili
düşüncelerini bir kez de Ekrem Demirli’nin sözleriyle aktarmakta fayda var:
“Bu
hususta İbnü’l-Arabî’de iki yaklaşım görmekteyiz: Birincisi, insanın kendini
hiçbir zaman bilemeyeceğidir. Bu yaklaşıma göre insan, aşkın ve zıt niteliklere
sahip bir varlıktır ve kendini bilebilmesi mümkün değildir. Üstelik sadece
insan değil, gerçekte âlemdeki herhangi bir şey tam olarak bilinemez. Buradan
çıkan sonuç, insanın Tanrı’yı hiçbir zaman bilemeyeceğidir. Çünkü Tanrı -tıpkı
insan gibi- birbirine karşıt niteliklerin toplamıdır. İbnü’l-Arabî’nin
düşüncesinde karşıt niteliklerin toplamı olmak, sadece insan ve Tanrı için
kullanılan
bir niteleme ve ayrıcalıktır. Tanrı’nın en büyük ismi olan Allah, ism-i cami
(toplayıcı isim) iken insan için en çok kullanılan niteleme de ‘kevn-i cami’,
yani zıt özellikleri barındıran varlıktır... Bu özelliğiyle insan Tanrı’yı
gerçek anlamda bilebilecek yegâne varlıktır ve ancak bu sayede Tanrı’nın
bilinme arzusu gerçekleşebilir.”[66]
Bu sözlerden
hareketle konuyla ilgili olarak İbnü’l-Arabî’nin düşüncelerini yorumlamaya
kalkarsak Şeyh-i Ekber’in insanın nefsini bilebileceğini büsbütün
reddetmediğini söyleyebiliriz. Zira bu sözlerden insanın zıt özellikleri
kendinde barındıran varlık olma sıfatıyla Tanrı’yı bilebileceği anlamını
çıkarabiliriz ki bu da insanın kendisini bilmesinin öncülüdür. Belirtmekte
yarar var ki bu yorumu İbnü’l- Arabî’nin sadece bu alıntıdaki düşünceleri
üzerine yapıyoruz, bilindiği gibi İbnü’l-Arabî birçok eserinde de insanın
kendini bilemeyeceğini, Hak’kı bilmesininse mümkün olmadığını belirtir. Aynı
hususta Şeyh Bedreddin ise Vâridât’ının iki farklı yerinde alıntıladığı ayet
aracılığıyla düşüncelerini belirtir. Şeyh Bedreddin bir yerde “Yüce Allah,
‘Gaybı ancak Allah bilir’ dedi.. .bilen ancak o bir olan ve her şeyi
kahredendir”[67] diyerek
bilme edimini yalnızca Allah’a mal eder. Burada sözlük anlamıyla gizli olan,
görünmeyen, hislerle veya akıl ile bilinmeyen şey manası taşıyan gayb
kelimesinin kullanıldığı bir ayeti kendisine referans olarak seçmesi Şeyh
Bedreddin’in bilgi veya bilmek ile insan kabiliyetinin dışında bir sahayı kabul
ettiğini gösterir. Böylece Şeyh Bedreddin’in insanın bilme edimini sınırlı
gördüğü sonucuna ulaşabiliriz. Bu sınırlılık içerisindeki insanın gaybı olduğu
gibi Tanrı’yı da bilemeyeceğini dolayısıyla kendisini de bilemeyeceğini
düşünmemiz yersiz olmaz. Şeyh Bedreddin Vâridât’ının bir başka yerinde ise aynı
ayet üzerinden şunları söyler: “ ‘Gaybı ancak Allah bilir.’ Mazharların en
kâmiline sâhib olan ârif de gayba âid şeyleri bilebilir; çünkü o yüce Allah’ın
mazharıdır ve bu mazhâr oluş da bu sözün doğruluğunu anlatır.”[68]Şeyh
Bedreddin’in bu sözleriyle insanın bilme edimini sınırlı olarak gördüğü bir
önceki alıntı arasında tezat var gibi gözükmektedir. Fakat bilinmelidir ki
insanın sınırlar içerisine hapsolmuş ve yetersiz bir yanı olduğunu kabul eden
Ekberi gelenek, bir başka taraftan insanın eşyanın bilgisine ulaşabilen bir
yanı olduğunu vurgulamaktadır. Bu düşünceyi keşf ve müşahede kavramlarıyla
açıklayabiliriz. Kayseri keşfi şöyle açıklar: “ Keşf, perde arkasında olan
gaybî mânâlara ve gerçek durumlara vucûd (varlık) veya şuhûd (bilgi) açısından
muttâli olmaktır. Bu anlamda keşf, manevi (öz ve mânâ ile ilgili) ve sûverî
(biçimle ilgili) olur.”[69] Yine gelenek
içerisinde görülenin bilinmesine ulaştıran yol olarak belirtilen müşahede ise
halkın Hak’ta müşahedesini işaret ettiği gibi Hak’kın halkta müşahede edilmesini
de işaret etmektedir. Keşf ve müşahede yoluyla bu ilimleri kendinde barındıran
kişi eşyanın bilgisine aracısız bir şekilde ulaşabilir ki bu kişilerden biri de
Şeyh Bedreddin’in de vurguladığı ariftir. Buraya kadar aktardıklarımız ışığında
yorumlayacak olursak Şeyh Bedreddin’in de tıpkı Îbnü’l-Arabî gibi bilme
ediminin Mutlak Varlık’a mahsus bir durum olduğunu düşündüğünü söyleyebiliriz.
Bununla birlikte belli istidatlara sahip insanların sınırlı kabiliyetlere sahip
olan insanlardan ayrılarak bilme edimini gerçekleştireceğini vurgulayan Şeyh
Bedreddin’in bu yaklaşımı da Îbnü’l-Arabî ile benzerlik göstermektedir. Buna
göre birtakım insanlar keşf ve müşahede yoluyla eşyanın bilgisine vakıf
olabilir. Eşya ise her şeyi kuşatan Mutlak Varlık’ın tezahürlerinden başka bir
şey değildir. Dolayısıyla insan tezahürlerin bilgisine ulaşabilir ancak
tezahürlerin kaynağının bilgisine ulaşamaz, Zât’ın bilgisini elde edemez.
Însanın eşyayı, yani görüntüleri, suretleri, hayalleri kendisine bilgi nesnesi
kılabilir. Tüm bu eşyanın içinde kendisi de bulunduğundan insan kendisini de
bilebilir. Bilen özne durumundayken bilinen nesne durumunu yaşayan insan
eşyanın her an yenilendiği bir mekan içerisinde kendisini/nefsini bilme
gayretinin de her an yenileneceğini ve bilme eyleminin sonsuz bir döngü
içerisinde durmadan devam edeceğini de anlar. Böylece insanın kendisini/nefsini
bilmesi durumu aslında Mutlak Varlık’tan zuhur eden eşyanın ve bu eşyanın
içerisinde yer alan insanın bilinmesidir. Însanın bildiği ancak zuhur
edenlerden ibarettir. Aksi halde insan hiçbir zaman lâtaayyün mertebesindeki
Mutlak Varlık’ın bilgisine erişemez. Yukarıdaki alıntılarda da görüldüğü üzere
hem Îbnü’l-Arabî hem de Şeyh Bedreddin’in vurgulamak istediği mecra burasıdır:
insan yalnızca Mutlak Varlık’ın belirlenmiş, zuhur etmiş, surete bürünmüş
halini bilebilir. Bu bilgi içerisinden kendisini ve Rabbini yorumlar ki bunun
nasıl olduğunu da hemen yukarıda belirttik.
Kendisini
büyük bir sevgiyle açıp yaratılmışlara varlık veren Mutlak Varlık’ın zuhuru
insanda kemale erer. Kemal sahibi bir var olan olarak insan hem tanrıdan parça
taşıyan, akla sahip bir varlık hem de yaratılışın gayesini bilgilenerek yerine
getirecek bir halifedir. Bilinmek isteyen Mutlak Varlık’ın ancak Allah olarak
nüzul ettiği halini bilmeye yaklaşabilecek olan insan, yaratılmışlar içerisinde
bu süreci sonlandırabilecek ve yaşamının gayesini elde edebilecek tek
varlıktır. İnsanın bu süreci yaşaması için evvela kendisini (nefsini) bilmesi
gerekir. Nefsini bilmek arzusu içerisindeki insan kendine, kendi dışındaki
varlık verilmişlere, olan biten her şeye bakacak, inceleyecek ve nefsini bilme
adına tüm bunlardan pay çıkaracaktır. Ancak bu bilme eylemi sayesinde âlemdeki
yerini ve Allah ile arasındaki bağı bilecek, böylece kendisini de bilmiş
olacaktır. Hatırlatmakta yarar var ki bilme eylemi ile âlemdeki yerini ve Allah
ile arasındaki bağı bilecek olan insandan söz ederken bilme edimini sınırlı bir
şekilde gerçekleştirebilecek kabiliyette olan insandan değil, keşf ve müşahede
ile eşyanın bilgisine doğrudan ulaşma kabiliyetine sahip olan insandan söz
ediyoruz.
Vahdet-i
vücûd düşüncesinin aynı anda varlık, bilgi ve insan alanlarını kapsayan bir
yapıya sahip olduğunun göstergesi olan bu epistemolojik yaklaşım insan yaşamını
sadece ontolojik açıdan değil aynı zamanda epistemolojik açıdan da paranteze
alır ve insanı olgunlaşması gereken bir bilginin konusu haline de getirir.
İnsan bilgi edinerek her şeyin bilgisine sahip olan Mutlak Varlık’a
ulaşamayacaktır ama çokluk içerisindeki birliğe şahitlik etmiş olacaktır.
Böylece insana, her ne olursa olsun, bilgi aracılığıyla Bir’le bir olma
imkânına sahip bir özne gözüyle de bakılabilir.
Şeyh
Bedreddin ve Ekberi geleneğe mensup sufiler için bilgi var olanın neliğinin
araştırıldığı bir alandır. Bu alan hakikat arayışı olarak da özetlenebilecek
bir mahiyete sahiptir. Bir yanıyla Aristoteles’i ve O’nun “bilgi, nedenlerin
bilgisidir” anlayışını hatırlatan bu yaklaşım diğer yanıyla da var olanlar
içerisinde berzah ve toplayıcı konumda olan insana varlığın neliğini anlayarak
hem kendini hem de rabbini bilme yolunu açmaktadır. Yukarıda da vurguladığımız
gibi insanın varlığın neliğini bilmesi Mutlak Varlık’tan zuhur edenleri, eşyayı
bilmesi demektir ki bu da insanın ancak ve ancak görüntüleri, hayalleri,
suretleri bilmesi anlamına gelir. Böyle bir düşünce içerisinde insan eşya
içinde bir şey olarak kendini de görecek ve kendisinin/nefsinin bilgisine
Mutlak Varlık’ın ve O’nun Allah olarak nüzul halinin sonsuzluğunu kavradığı
noktada ulaşacaktır. Bu kavrayış insana sonsuz bir döngü içerisindeki yerini
gösterdiği gibi bu döngünün nedenini, nedenlerin nedenini de anlama imkânı
sağlayacaktır. İnsan nedenlerin nedenini/Allah’ı ancak anlayabilir, bilmesi
mümkün değildir.[70]
Şeyh
Bedreddin’e göre her insanın kulağı, gözü, görünen ve görünmeyen güçleri olan
Allah’ın[71] her şeyin
bilgisine sahip olması da kaçınılmazdır. Bu kaçınılmazlık insanın bilme
eylemini, bir yanıyla yaratılış gayesini yerine getirme amacına sevkederken
diğer bir yanıyla da kendini, daha doğrusu özünü tanımaya yönlendirir. Özünü
tanıyan insan, kendisine kulağı, gözü, düşünüp düşünmedikleri kadar yakın olan,
bir başka ifadeyle kendisi olan Allah’a ulaşır. İnsanın bilme eylemi kendisini
ve Allah’ı bilme gayreti olduğu kadar ona sahip olduğu cevheri gösterme
ihtimali olan bir yolculuktur. Sözü edilen bilgi eylemi içerisindeki bilgi tek
bir bilgidir. Bu bilgi gizli hazine olan Mutlak Varlık’ın kendinde taşıdığı
bilginin ta kendisidir ki insanın bilme gayreti içinde olduğu bilgi de budur.
Bilginin tek değil de çok olarak düşünülmesinin sebebi mevcutta var sanılan
çokluktandır. Oysa varlık bir olduğu gibi bilinen de birdir. Varlık
verilenlerin çokluk sanılması gibi bilinenin çok olduğu da bir yanılsamadır.
Şeyh Bedreddin bu durumu şöyle izah eder: “İlk akıl, kendi nefsini bilir ve bu
bilgiyle tüm eşyâyı da bilir. Çünkü bilgi ondan ayrılmaz. Buna göre bilen ile
bilinen arasında mevcut olan ayırım, zât’ta da çeşitliliği gerektirmez. Çünkü
şey de kendisini bilir.”[72] Kendi
nitelikleriyle nitelenen ve bu durumuyla bütünden münezzeh olan Allah’ın tek
bilen olduğunu, ondan başkasının bilemeyeceğini söyleyen Şeyh Bedreddin’in bu
yorumu bilginin tekliğini ve tekliğin sahibinin de Allah olduğunu vurgular
niteliktedir. İnsan bilme eylemiyle tek olanın bilgisine ve kendi özünde
barındırdığı cevherin farkındalığına ulaşacaktır.
Sözü
edilen bilgiye ulaşırken insan neleri dikkate alacak, hangi araçları
kullanacaktır? Şeyh Bedreddin bilme eylemi içerisinde birçok unsura yer verir.
Bunlardan birisi olan akıl, Şeyh için önemli olduğu kadar aldatıcıdır da. Aklın
duyularla olduğu kadar hayal gücüyle de olan ilişkisini ele alan Şeyh
Bedreddin, tüm bunların hakikatin bilgisine ulaşmada insanı aldatacak
özelliklere sahip olduğunu düşünür. Bu aldatıcılığın insanı amaçlarından
saptırabileceğini düşünen Şeyh Bedreddin’in bilme eylemiyle ulaşmak istediği
nokta hakikattir.
“Bil
ki akıl, görüş, düşünüş, keşif ve apaçık görüp anlayış bakımından anlamaya bir
alettir. Sufilerin, akıl, ayak bağıdır ve örtüdür demelerinin anlamı, düşünce
ve görüş bakımındandır. Çünkü düşünce kuvvetine hayâl ve vehim de girebilir ve
aklı yanıltabilir; akıl da eşyayı nasılsa öylece anlayamaz. Bu yüzdendir ki
akıl fikir sahibi mütekellimler, meselelerden bir meseleyi, düşünceleriyle
bulmuşlar, uzun bir zaman ona kanmışlar, sonra onu değiştirmişler, yıllardan
sonra bir başka şekle sokmuşlardır. Çünkü düşünce bakımından akla inanmak,
dayanmak, perdedir; gönlü perdeler, gerçekten saptırır; iş nasılsa öylece
anlaşılmaz.”[73]
Bu
alıntının ardından üzerinde bilhassa durulması gereken kavramlardan birisi
olarak hayâl öne çıkıyor, zira insanın en önemli bilme araçlarından biri olan
aklın sufilerce “ayak bağı” olarak nitelendirmesinin müsebbiplerinden birisi
olarak aktarıyor Şeyh Bedreddin hayâli. Bu noktada Chittick’in sözleriyle
İbnü’l-Arabî düşüncesinde hayâli anlamaya çalışalım:
“İbn
Arabî tevhidin temel anlamının, yani tüm gerçek niteliklerin vücudun
yansımalarından başka bir şey olamayacağını birçok yolla, örneğin tüm âleme
‘hayal’ diyerek, ifade eder. Âlem ve içindekiler saf Hakikat ile mutlak yokluk
arasındadır; hem O hem de O Değil’dir. Kavramın en dar anlamıyla hayal,
şekilleri ve suretleri olan, hislerle algılanabilen şeylerle şekle ve surete
sahip olmayan, bilinci bir araya getiren nefsin özel bir yeteneğini temsil
eder.”[74]
Şeyh
Bedreddin bilme ediminin amacında olduğu kadar bu amaç için gerekli araçlar
konusunda da İbnü’l-Arabî ile benzer görüşlerdedir. Başlık içerisinde
yaptığımız her iki alıntı da bu benzerliği ortaya koyar niteliktedir. Şöyle ki:
Şeyh Bedreddin tıpkı İbnü’l- Arabî gibi insanın Mutlak Varlık’tan zuhur
edenleri, eşyayı, görünenleri bilebileceğini düşünür, insan yalnızca bu
sayılanların bilgisine ulaşabilir. Eşya içerisinde kendi yerini ve Allah’ın
yerini görecek olan insan durmadan yenilenen zuhuru ve zuhur içerisindeki
yerini de anlayacak ve bilecektir. İnsanın kendisini bilmesi şeklinde
yorumlanan bu sürecin sonu yoktur. Sonu olmayan bu süreç içerisinde insanın
kavraması gereken en önemli şey görünenin ardında bir görünen olduğudur. İnsan görünenin
ardındaki görüneni, nedenlerin nedenini sadece kavrayabilir, anlayabilir ve
ondan zuhur edenleri bilebilir aksi halde nedenlerin nedeninin bilgisine
erişmesi insan için imkânsızdır. Bununla birlikte bu hakikat yolculuğu
içerisinde insan eşyanın bilgisine ulaşırken onu bu bilgiden uzaklaştıran
unsurlardan birisi de hayaldir. Eşyanın gerçek olduğu, eşyanın kendi kendine
varlığa sahip olduğunu akla düşündüren hayal ve vehimdir. Bu anlamda Şeyh
Bedreddin ve İbnü’l-Arabî aklın içerisindeki hayal ve vehimi vurgulayarak
hakikatin bilgisine erişmede bu iki unsurun insanı engellediğini
belirtmişlerdir. Zira hem hayal hem de vehim insanın eşyayı doğrudan doğruya
anlamasına mani olan unsurlardır.
2.3.
Tenzih ve Teşbih[75]
Akıl
yoluyla edinilen düşünceler de tıpkı aklın bir başka aracı olan hayal gibi
insanı yanıltabilir. Bu yanılgıdan kaçınılıp sahih bilgiye ulaşma yönünde adım
atan Şeyh Bedreddin’in önerisine geçmeden önce aklın yanılgısını vurgulayan
Şeyh Bedreddin’in Allah’ı tenzih ve teşbih yollarıyla kavrama/bilme haline de
atıf yaptığını söyleyebiliriz. İslam dünyasında uzun yıllar boyunca hararetle
tartışılan bu konu üzerinde Şeyh Bedreddin’in görüşlerine başvurmak aynı
zamanda Şeyh’in bilgi düşüncesini derinlemesine anlamamıza da yardımcı
olacaktır. Bilindiği gibi akıl yoluyla elde ettikleri, insanı, Allah’ı çok
uzakta, her yerin ve her şeyin üzerinde var saymasına, O’nu tenzih etmesine
götürürken hayal yoluyla elde ettikleri Allah’ı hemen yanı başında, her yerde
ve her şeyin içinde var saymasına kapı aralıyor, teşbihi mümkün kılıyordu. Bu
konuda Ekrem Demirli’nin sözleri tenzih ve teşbih kavramlarını olduğunu kadar
İbnü’l- Arabî’nin konuya bakış açısını da anlamamızı kolaylaştırır:
“Tenzih
Tanrı’nın yaratılmışlara ait özelliklerden yüceltilmesi ve takdis edilmesidir.
Teşbih ise, Tanrı’yı yaratıklara benzer bir şekilde nitelemek ve O’nu bu
özelliklere göre tanımlamak demektir. Bu anlamda tenzih ve teşbih, Tanrı
hakkındaki yargıların iki türüdür. İnsandaki kaynağı bakımından ise tenzih ve
teşbih, akıl gücüyle hayal gücüne dayanır. Akıl sürekli soyutlar ve yüceltir.
Buna karşın hayal gücü -ki İbnü’l-Arabî daha çok vehim gücü kelimesini
kullanır-
sürekli olarak tasvir eder ve biçimlendirir.
Bu
çerçeveden bakıldığında tenzih ve teşbih kavramları insanın Allah hakkında
vereceği kararın dolayısıyla Mutlak Varlık’tan zuhur edenlere, eşyaya olan
bakış açısının belirlenmesinde önemli bir yer işgal etmektedir. Allah’ı tenzih
veya teşbih ile kavrayan insanın eşyaya ve dolayısıyla kendisine olan bakışı da
farklılık arz edecektir.
İbnü’l
Arabî, İslam düşüncesinin önemli tartışma konularından biri olan bu durumla
ilgili olarak evvela her iki bilgi aracını da (akıl ve hayal) bilgi eylemi
içerisinde kullanılabilecek araçlar olarak kabul eder. Böylece hem tenzih hem
de teşbih yolunu kabul eden bir düşünce içerisinde olduğunu belirtmiş olur.
Saniyen İbnü’l Arabî, her iki bilgi aracının da üstünde, insanı çatışmalardan
kurtaracak ve ona yol gösterecek bir başka bilgi aracına ihtiyaç duyulduğu
kanaatindedir ki bu da vahiydir. Akıl aracılığıyla duyularını kullanarak,
deneyerek, düşünerek ve hayal kurarak bir noktaya gelen insanın tüm bu
aşamalardan sonra hakikatin bilgisine ulaşmasında kendisine araç edinmesi
gereken şey vahiydir. Vahyin insanın kendini bilmesi için gerekli olan bir
bilgi aracı olduğunu belirten Demirli de insanın kendisini ve Allah’ı
bilmesinin yolunun vahiyden geçtiğine inanır:
“.İbnü'l
Arabî ve bütün sufiler için çözüm açıktır: İnsanın kendini bilmesi ona Tanrı'yı
tanıtacaktır. Fakat gerçekte Tanrı'yı bilmek, O'nun kendisini tanıtmasıyla yani
vahiy aracılığıyla mümkün olabilir. O halde insan kendini, evreni ve evren
içindeki her şeyi gerçek anlamda ancak vahiy aracılığıyla tanıyabilir. Bir
vahye bağlı olarak insan-âlem ilişkilerinde barış temin edilebilir ve bu sayede
insan Allah'ı bilebilir”[76] [77]
Şeyh
Bedreddin ise İbnü’l-Arabî kadar açık bir dille vahyi işaret etmez. Daha çok
akıl üzerinden yaptığı yorumlarında düşüncenin akışı kendiliğinden Hak’ka
yönelmeye, peygamberlere uymaya ve onların yolundan gitmeye doğru evrilir. Şeyh
Bedreddin’in aklın iki yönüne temas ederek açıkladığı tenzih-teşbih ayrımı bu
sözlerimizle ne demek istediğimizi daha açık anlatır:
“Akıl
için iki yön vardır: Biri düşünceyle, görüşle anlayış; öbürü kalbi arıtmakla
anlayış. Aklın keşif yoluyla anlayışı daha tamdır, doğrudur ve yanılmaktan daha
uzaktır. Görüş ve düşünce yoluysa hayallerle karışır, hatası çoktur o yolun.
Keşif yolu da ancak kalbi arıtmakla, Hakk’a yönelmekle, peygamberlere uymakla,
onların yollarına gitmekle olur. Düşünce yolunda kalbi tasfiye olmadığından bu
yol, perdedir, azgınlıktır. Gerçeği isteyene, yolculuğunda peygamberlere
uyması, riyazatta, mücahedede bulunması, bozuk düşüncesine kapılıp akla
uymaması gerektir. Sonunda iş açılır, görünür ve akıl, bulanıklıklardan kurtulur;
gerçek de nasılsa öylece anlaşılır.”[78]
Görüldüğü
üzere Şeyh Bedreddin açıkça vahiy yolunu göstermese de aklın düşünce ve görüşle
kavrayan yönünün insanı hatalara iteceğini zira bu yönün hayallerle karıştığını
söylerken aklın kalbi arıtmakla açılan keşf yolunun daha sağlıklı olduğunu
düşünmektedir. Bu yol doğal olarak peygamberlere ve onların yoluna uymaya,
Hak’ka yönelmeye gider. Böylece Şeyh Bedreddin bulanıklardan arınmış bir aklın
sahih bilgiye ulaşmada en güvenilir yol olduğunu düşünür diyebiliriz. Aklın
bulanıklıklardan arınması ise kalbin arınması ile olur. Kalbin arınması için de
insan bünyesinde barındırmadığı bir bilme aracına tâbi olmalıdır ki bu araç
peygamberlere uymak ve onların yollarından gitmekle olur. Sonuç itibariyle Şeyh
Bedreddin İbnü’l-Arabî kadar açık bir şekilde vahyi işaret etmese de insanın
kendisinde barındırmadığı bir bilme aracını işaret ederek Şeyh-i Ekber’le aynı
çizgide buluşmaktadır.
Şeyh
Bedreddin gerçek bilgiye olan yolculuğun içinde farklı yöntemler olduğunu bilir
ve bunları ısrarla vurgular. Elde edilen bilgileri de derecelendiren Şeyh
Bedreddin bilginin kıymetini yakîn kavramıyla ele alır. Kadim Yunan
felsefesinin episteme anlayışının İslam coğrafyasıyla bütünleşmesi sonucu
kullanılan kilit bir kavram olma özelliği taşıyan yakîn kavramı için Allah’ı
bilen kişilerin ilme’l yakîn, ayne’l yakîn ve hakka’l yakîn[79] anlamlarına dair değişik
görüşleri olduğunu belirten Şeyh Bedreddin, sözü geçen kavramlar üzerine
şunları söyler:
“Cömert
ve yiğit kişi, kulaktan duyulur, tevâtürle buna, görmeden inanılır; bu, ilm
ül-yakıyndir. Birisi, bunu görerek anlarsa bu, ayn ül-yakıyndir. Hak kül-
yakıyn ise, kendisi bu hallerle hallenmesi, bu sıfatlarla sıfatlanmasıdır.
Tevhidde de böyledir bu; Hakk’ın varlığını, ondan başka bir fail bulunmadığını
şüphesiz olarak delille bilirse, bu bilgi, ilm ül-yakıyndir. Görerek, hem de
apaçık görerek, keşif yoluyla bilir, anlarsa bu da ayn ül-yakıyndir. Bu
sözlerdeki görmek sözü, anlayışın olgunluğunu anlamak içindir; yoksa gözle
görmek değil; çünkü o, eşitten, örnekten münezzehtir. Bir de insan, onun
varlığından başka bir varlık olmadığını, bütün varlığın o olduğunu bilirse,
işte bu, Hakk ül-yakıyndir; çünkü artık o, Hak’la tahakkuk etmiştir, kendisinde
bir varlık kalmamıştır; artık bütün varlık, tevhid, yüce Hakk’ındır.”[80]
Görüldüğü
üzere Şeyh Bedreddin bilme eyleminin nihai amaçlarından birisi olarak tevhidi
kavramayı anlamaktadır. İnsanın kendisini bilmesi hali ancak Mutlak Varlık’tan
başka bir varlığın olmadığını kavraması ölçüsünde olacağından keşf ve müşahede
yoluyla Mutlak Varlık’tan zuhur edenleri, eşyayı bilme düzeyine erişen insanın
kavrayacağı en önemli şey de bu sonsuz yenilenmenin farkına varmak ve
kendisinin hiç durmadan yenilenen eşya içerisindeki yerini keşfetmektir. Bu
farkına varma ve keşif süreci kulaktan duyulan bilgilerle başlar, görerek devam
eder ve içinde bulunularak sonlanır ki Bir’le bir olmak ile anlatılmak istenen
budur. Aksi halde Bir’in bilgisine ulaşmak, Bir’i kendisinden ayrı bir şey
olarak değerlendirip bilmek değildir. İnsanı bu duruma taşıyan bilme eylemi ile
yakîn kavramı arasında bağ kuran Şeyh Bedreddin, yakîn kavramını bilme
eyleminin ve sonucunun önemli bir açıklayıcısı olarak kullanmaktadır.
BÖLÜM 3. ŞEYH BEDREDDİN’DE İNSAN[81] DÜŞÜNCESİ
Kenz-i
Mahfi (Gizli Hazine) ifadesiyle temellendirilen yaratılış sürecinin en önemli
unsurlarından birisi olan insan, vahdet-i vücûd düşüncesi içerisinde küçük âlem
olarak tanımlanmaktadır. Zira insan, Mutlak Varlık’ın âlemin her yanına
saçılmış bulunan tecellilerinin suretlerini kendisinde toplar. İnsan Hak’kın
sureti olması sebebiyle varlık verilenler içerisinde en kıymetli olanıdır. Bu
fikri detaylandırırken insanın hem varlık verilenler içerisindeki yerini hem de
her bir insan tekinin neliğini değerlendirmemiz Şeyh Bedreddin’in insan
düşüncesini anlamamız açısından aydınlatıcı olacaktır.
Şeyh
Bedreddin’in insan düşüncesini detaylandırmaya girmeden önce İbnü’l-Arabî’nin
konu hakkındaki yaklaşımını ele almak Şeyh Bedreddin’in insan düşüncesini daha
geniş bir çerçevede kavramamızı sağlayacaktır. İbnü’l-Arabî’nin insan görüşünü
değerlendirirken insanın iki farklı düzlemde ele alındığını bilmemiz
gerekmektedir. İlkinde her bir insan teki olarak değil insanlık olarak
değerlendirilen “insan”, bu düzlemde âlemin özeti, göz bebeği ve varlık
verilmişlerin en kâmilidir. Âlemin özeti durumundaki bu insanın yukarıda da
söylediğimiz gibi âlemin her yanına saçılmış olan özellikleri kendisinde
toplama niteliği bulunur.[82]
Bir
diğer düzlemde insan denildiğinde insanlık içerisinden bir insanı, insan tekini
anlamalıyız. Bu düzlemde insan tekleri arasındaki özellikler farklılaşır,
mertebelenir, her insan eşit düzeyde kâmil değildir ve içlerinden bazıları
insan-ı kâmil[83] olarak
değerlendirilir.
İzutsu bu ayrımı veciz bir şekilde açıklar, ona göre
birinci düzlemdeki
“...’insan’,
Hakk’ın Sûreti (İmago Dei) üzerine yaratılmış olması hasebiyle, âlemdeki bütün
varlıkların en kâmilidir. Bu düzeyde ‘insan’ bizatihi kâmildir; ‘insan’ burada
İnsan-ı Kamil’dir. Bu anlamda İnsan-ı Kamil’e: âlemin kâmil bir icmali (yani
zübdesi ya da hülasası), bütün Varlık Âlemi’nin gerçek ruhu, âlemde tecelli
etmiş olan ne varsa hepsini de kendinde cem’ eden bir varlık nazarıyla bakılır.
Kısacası, bu düzeyde, ‘insan’ Âlem-i Sagîr’dir (Mikrokozmos’dur). İkinci düzey
göz önüne alındığında ise burada ‘insan’ bir ferdi gösterir. Bu düzeyde
insanların hepsi de eşit olarak kâmil değildirler. Bu bakımdan da insanlar
arasında birtakım mertebeler bulunur. Ve bunlardan ancak pek azı İnsan-ı Kâmil
sıfatına layıktır. Bu iki düzeyden ilki söz konusu olduğunda ‘insan’ bütün
âlemin bir hülasasıdır. Bu anlamda da kendisine ‘cem edici varlık’ (kevn-i
cami’) yâni Âlem-i Sagîr (Mikrokozmos, Küçük Âlem) denir”[84]
İzutsu’nun
açıklamalarından sonra bu başlık üzerine düşüncelerimizi toplayacak olursak
İbnü’l-Arabî’nin insanlık mertebesini yegâne gördüğünü ve bu mertebenin de
insan-ı kâmilde ortaya çıktığını düşündüğünü söyleyebiliriz. Onun için insan-ı
kâmil olan insan ile olmayan insan arasındaki tek benzerlik biçimdedir, şekil
itibariyledir. İnsanlık mertebesindeki insan Hak’kın kendisini gördüğü bir
aynadır ve bu durum onun ilahi hakikatleri varlığında barındırmasıyla mümkün
olur. Bu durumda insan-ı kâmil Mutlak Varlık’tan zuhur etmiş tüm suretleri
kendisinde barındırma istidatı kazanmış insandır. Bu istidat ile eşyanın
içerdiği tüm anlamları kendisinde toplayabilir. Böylece insanlık mertebesindeki
insan yani insan-ı kâmil varlığında barındırdığı bu hakikatler aracılığıyla
Hak’la ünsiyet kurarak O’na ayna olabilir. İlahi hakikatleri varlığında
barındırmayan insan ise İbnü’l-Arabî’nin tabiriyle hayvan-insandır. İnsan-ı
kâmille olan benzerliği şekilden ibarettir. Belirtmekte yarar var ki
çalışmamızın ilerleyen kısımlarında kullanacağımız insan kelimesiyle anlatmak
istediğimiz çoğunlukla insanlık mertebesindeki insan yani insan-ı kâmildir.
3.1 Toplayıcı Varlık Olarak İnsan
Bu
düzlemdeki insan ve İnsan-ı Kâmil anlayışına İzutsu kozmik (kevni)[85] ismini verir
ki Şeyh Bedreddin’in de insan görüşünün bu kozmik düzlem içerisinde
şekillendiğini görürüz. Şeyh’e göre insan tıpkı İbnü’l Arabî’nin tanımladığı
gibi âlemde tecelli etmiş tüm suretleri kendisinde toplama özelliğine ve
hakkına sahiptir. Zira insan kendisine sunulan ve kabul ettiği emanet sebebiyle
âlemin özeti ve Allah’ın halifesi konumundadır.
"Yüce
Allah, ‘Biz emaneti arzettik.. ,’ayetinde bütün yaratıklar arasında, her iki
sûreti de kendinde toplamış olan ve ilahi sûrete sahip bulunan insana, insanın
bu ilahi sûret üzre yaratılmış olduğuna, bu yüzden de yeryüzünde halifelik
makamına erdiğine işaret etti.”[86]
Şeyh
Bedreddin alıntı içerisinde ifade ettiği her iki sûreti kendinde toplamış olan
insan tanımıyla Hak’kın görünen ve görünmeyen sûretlerini kastetmektedir. Bu
tanım tıpkı İbnü’l-Arabî gibi Şeyh Bedreddin’in de insanın âlemde tecelli etmiş
tüm suretleri kendisinde toplama özelliğine sahip olduğunu işaret etmesi
demektir. Şeyh Bedreddin’in bu görüşünü daha iyi anlamak adına insanın bilhassa
birleştirici, cem edici niteliğini kavramak gerekir. Bunun yolu da Şeyh’in
varlık düşüncesinden geçmektedir. Şeyh Bedreddin daha önce de açıkladığımız
üzere Varlık’ı, Zorunlu ve mümkün olarak ayrılan bir düzen içerisinde sunar. Bu
düzen mümkün varlık alanında şöyle sıralanabilir: Akl-ı Küll (mümkün varlığın
aklı), Nefs-i Küll (mümkün varlığın nefsi/ruhu/canı), unsurlar (mümkün varlığın
bedeni). Unsurlar da kendi içinde madenler, bitki, canlı ve insan olarak
bölümlenir. Akl-ı Küll'den unsurlara doğru gidildikçe varlığın belirlenimi
artar ve böylece belirlenen, tanımlanan şeyin yetkinliği de azalır. Unsurların
kendi içindeyse madenden insana doğru çıkılır ve yetkinlik artar. Böylece Akl-ı
Küll'den madene doğru bir iniş söz konusuyken, madenden Akl-ı Küll'e doğru bir
yükseliş söz konusu olur. Bu açıklama şunu gösterir: mümkün varlığın her
aşamasındaki var olanlarda kendini gösteren eğilim ve yetenek insanda bir araya
gelir. İnsan akıl ve ruha sahip olmaklığıyla diğer unsurlardan ayrılır, aynı
zamanda bir bedene sahip olmakla da unsurların içindedir. Unsurların belli bir
biçimde bir araya gelmesiyle insanın beden yanı, Akl-ı Küll ve Nefs-i Küll'den
pay almasıyla da akli ve ruhi yanı oluşmuştur. İnsan bu yönüyle, varlığın her
iki yanını da kendisinde barındıran yegâne varlıktır. İşte insanın bu
biricikliği onu, âlemin gözbebeği yaptığı gibi Allah’ın halifesi ve
tecellilerin suretlerinin kendisinde toplandığı varlık haline getirir. Tüm bu
özellikleriyle varlık verilmişlerin en kıymetlisi durumunda bulunan insanın
düşünce ve eylem yetileri konularında da üstün olduğunu vurgulayan Şeyh
Bedreddin, insanın bu üstünlüğünü onun varlık mertebeleri içerisindeki yerini
ele alarak vurgular:
“İnsandaki
anlayış ve tasarruflar, insandan başka bir varlıkta, mücerred varlıklarda,
onlardan üstün olanlarda yoktur. Varlığa, insan mertebesinde hâsıl olan
yücelikler, ululuklar, başka mertebelerde bulunmaz. Çünkü insan, onun en büyük
tecellisinin mazharıdır. Bundan dolayıdır ki hakkında ‘Sen olmasaydın, gökleri
yaratmazdım’ denmiştir; bundan dolayıdır ki meleklere, ona secde etmeleri
buyrulmuştur. Akl-ı küll, nefs-i küll, bunların üstündeki varlık mertebeleri,
insanda görülen anlayışa sahip değildir; onlar bu anlayışı ancak
insan mertebesine gelince elde ederler.
Bu
alıntıdan da anlaşılacağı üzere Şeyh Bedreddin insanı tecellilerin suretlerini
kendisinde barındıran varlık olarak gördüğü gibi tüm bu suretleri, eşyayı
apaçık anlama ve kavrama istidadına sahip olduğunu da vurgular. İnsan Hak’kın
en büyük tecellisinin mazharı olarak eşyayı kavrar, anlar, Mutlak Varlık’tan
zuhur edenlerin suretlerini varlığında toplar ve böylece Hak’kın kendisini
gördüğü bir ayna hüviyeti taşır.
Şeyh
Bedreddin insanın toplayıcı özelliğini her iki sureti kendinde barındıran
varlık olmasını ısrarla vurgulayarak ele alır. Onun için insanın önemli
özelliklerinden birisi Hak’kın görünen ve görünmeyen suretlerini kendisinde
barındırmasıdır:
“Mutlak
Varlık için iki itibar vardır: Biri, taayyün etmemektir, öbürü de taayyün
etmek. Taayyün etmemesi, zâtı itibariyle taayyünden de münezzeh oluşu
bakımından ‘ahad’dır; celal sıfatıyla mevsuftur; taayyün etmesi sıfatlarıyla
zuhuru bakımından ‘vahid’ adıyla anılır; cemal sıfatıyla mevsuftur. Bu iki
sıfat, ‘yedeyn-iki el’ sözüyle belirtilmiştir. Biri birine karşı olan,
‘Batın-görünmeyen, Zahir-görünen; Kaabız-tutup alan, Bâsıt-koyverip genişleten’
gibi sıfatlara da ‘yedeyn’ denir. Esenlik ona, Peygamber, ‘allah Âdem’i iki
eliyle yarattı.’ hadisiyle buna işaret etmiştir. Âlemin sûretiyle Hakk’ın
sûreti de böyledir. Esenlik ona, Peygamber, ‘Allah Âdem’i kendi sûreti üzere
yarattı.’demiştir; Kur’an’da da böyle geçer. Anlamı şudur: Allah, Âdemi kendi
kemal sûreti üzre yarattı. Buradaki sûret, manevidir; gözle görülen sûret
değil. Çünkü Hakk’ın, rab oluşu mertebesinde, Allahlık mertebesinde, görünür
bir sûreti yoktur; bundan münezzehtir. Görünen sûreti, âlemin gerçeklerine aittir;
manevi sûreti ise bâtınîdir. İşte bu ikisi, insanı yarattığı iki el
mesâbesindedir."[87] [88]
“İki el”[89] metaforuyla
anlatılmak istenen insanın, hem âlemin hem de Hak’kın suretini kendinde
toplayan olarak yaratılmasıdır. Bu metafor Şeyh Bedreddin’in insan düşüncesiyle
ilgili olarak önem arz ettiği kadar bilgi düşüncesi açısından da aynı
kıymettedir. Zira insan bilme eyleminde Mutlak Varlık’tan zuhur edenleri,
eşyayı ve eşya içerisindeki varlığını bilginin nesnesi kılıyordu. İnsanın bu
bilgi nesnelerinin özüne vakıf olabilmesi ancak güçlü bir anlayış ve kavrama
kudretiyle olacaktır. Ona bu kudreti verense iki el metaforuyla anlatılan ve
kendisine verildiği söylenen, görünenin ve görünmeyenin bilgisine ulaşabilme ve
bunları anlayıp kavrayabilme istidatıdır.
3.2
Varlığın Temsili
Olarak insan
Âlemin
gözbebeği olan insan, kendisini zalimlikten uzaklaştırıp adil kılan bilgiye ve
ilahi suretleri kendisinde toplama, cem etme özelliklerine sahiptir. Bu
özellikler insanı, diğer tüm varlık verilmişlerden ayrılacağı bambaşka bir
konuma taşır. Bu konum, insanın (kozmik düzlemde İnsan-ı Kamil’in) Hak ile Halk
arasındaki ‘berzah varlık’ olmasıdır.
“...toplayıcılık
özelliğinde iki durum ortaya çıkmaktadır: Birincisi Âdem Rahman’ın suretine
göre var olmuştur. Bu, onun Hakkın halifesi olmasını sağlayan özelliktir; çünkü
halife, kendisini halife yapanın özelliğinde olmalıdır. İkincisi ise üzerlerine
halife olduğu kimselerin özelliğine de sahip olmalıdır. Bu da insanın ikinci
özelliğidir. Bu yönüyle insan bir yönüyle Allah’a bir yönüyle âleme benzer.
İbnü’l-Arabî, buradan hareketle insanı ‘berzah varlık’ diye niteler ve ‘berzah’
terimine düşünce dünyasında çok önemli bir yer ayırır. Berzah, iki ayrı şeyin
kesiştiği ara bölge veya varlıktır. Bu ara bölge her iki şeyin özelliğini kendinde
toplar ve onların birbirleriyle irtibatını sağlar. İnsan âlemin Hak ile
irtibatını temin eden ve bu sayede Hakkın yardımının âleme ulaşmasını sağlayan
ara varlıktır. Nitekim bu durumu İbnü’l-Arabî insanı ‘Hak-halk’ diye
niteleyerek açıklayacaktır.”[90]
Akl-i
Küll ve Nefs-i Küll ile unsurlardan da pay alan yegâne varlık olması insanı Hak
ile Halk arasında ortak nokta kabul etmemiz için yeterlidir. İnsan hem Hak’kı
hem de Halk’ı kendisinde barındıran, toplayan ve her ikisinin de toplamı olan
yegâne varlıktır ve tüm varlığın kendisinde temsil bulduğu kâmildir. Bu
özelliği ona hem bilinmek isteyenin yolunda ilerleyerek yaratılışın
gayelerinden birini hayata geçirme imkânı sunar hem de bilinmek isteyenin
kendisini bir ayna misali insanda görmesini sağlar. Zira önce âleme daha sonra
küçük âleme varlık veren Mutlak Varlık, küçük âlemde varlık verdiği tüm diğer
şeyleri seyreder. Böylece küçük âlem yani insan varlığın temsili niteliği
taşır.
İnsan
en değerli varlık olmasına, bilgi ve bilinç sahibi kılınmasına ve orta nokta
olmasına rağmen en nihayetinde kuldur ve bu kulluk hali onu seçimlerini
yaparken sorumlu kılar. Şeyh Bedreddin’de bu sorumluluk fikrinin kötü-kötülük,
insanın özgürlüğü ve irade gücü bağlamlarında ele alındığını görürüz.
İnsan,
varlıktaki yeri dolayısıyla akla sahiptir. Bu akıl ona bilgi ve özgürlük verir.
Bildikleriyle birlikte seçme özgürlüğünü de içeren bu durum insanı eylemlerinde
yönlendirir. Zira iyi ve kötü insanın seçim yapmasıyla ortaya çıkan
unsurlardır. Bir şeyin iyiliği veya kötülüğü izafiyet arz ederken onu iyi ve
kötü kılan insanın ona yüklediği anlamlardır. İyiliğin ve kötülüğün göreceli
olduğunu düşünen İbnü’l-Arabî için de kötülük sorunu insanın iradesiyle ortaya
çıkan bir durumdur. Zira İbnü’l-Arabî için kötülük sorununun birkaç ayrı
mecradan incelenmesi söz konusu olsa da tüm bu mecraların sonu insana ve
insanın iradesine çıkmaktadır. Kötülük sorununu değerlendirdiği mecralardan
birinde İbnü’l-Arabî konuyu Hak ve Halk kavramları çerçevesinde ele alır. Kötü
ve kötülük kavramlarını Hak sahasında değerlendirmemizin bir anlamı olmaz zira
insan bu Hak sahasıyla ilgili fikir yürütecek donanıma sahip
değildir.
Hak yani salt Mutlak Varlık’ın kendisiyle baş başa olduğu, insanın akıl
yürütmekten bile aciz olduğu saha içerisinde ne iyilik ne de kötülük için bir
değerlendirme yapmak söz konusudur zira bunun pratik bir karşılığı yoktur. Halk
sahası içerisinde değerlendirme yapılacak olduğunda İbnü’l-Arabî iyilik ve
kötülük kavramlarının varlığını kabul eder. İbnü’l-Arabî’nin Hak ve Halk
kavramları üzerinden kötülük sorununu değerlendirmesini Affifi şu sözleriyle
açıklar:
“İbnü’l-Arabî’nin
anladığı biçimiyle, iyilik ve kötülük sorunu, çözümü için, ‘Hakikat’ ve
‘Görünüş’ (Hakk ve Halk) dediği çok daha geniş bir meseleye dayanmaktadır.
Hakikat sahasında iyilik ve kötülük karşıtlığının uygulama alanı yoktur.
İbnü’l-Arabî de, Eflatun gibi, bu alana Mutlak İyilik (el-Hayr el-Mahz) adını
vermektedir. Halk âleminde (Görülen Âlemde), öte yandan, hem iyilik hem de
kötülüğün hakikatini kabul etmektedir. Fakat şunu ilave eder ki, eğer iyilikle
kötülük arasında muhakkak bir ayırım yapmamız gerekiyorsa, iyiliği daima
Allah’a, kötülüğü de, gerçekte kötülüğü yapan kendisi olduğu için değil de,
bazı fiillerinin kötülüğüne hükmedildiği için, İnsana iliştirmeliyiz.”[91]
Mutlak Varlık’ı iyinin ve kötünün ötesinde konumlandıran
İbnü’l-Arabî için iyilik ve kötülük göreceli kavramlardır. O’na göre “âlemde
güzelden [ve temiz] başka bir şey yoktur.”[92] İyilik ve kötülükler izafidir.
İnsanlar bilgi düzeylerine, alışkanlıklarına ve yaşadıkları cemiyetin âdet ve
geleneklerine göre iyi ve kötü sıfatlarını kullanırlar.[93] Âlemde görülen her
şey Allah’tan zuhur ediyor ve fiiller de O’nun fiilleri olarak
değerlendiriliyorsa insan olan bitene iyi ve kötü sıfatı eklemekle yalnızca
acziyetini gösterir. Zira var olan her şey, içinde kötüyü barındırdığı gibi iyi
olanı da barındırmaktadır ve bugün kötü olarak değerlendirilen yarın iyi olmaya
yetecek olumlu özelliklere de sahiptir.
“İbnü’l-Arabî’nin
kötülük kategorisi altında yer aldığından daha önce söz edilmiş şeylere,
cehalet, yalan, uyumsuzluk... mizaç bozukluğu vb.’yi ekleyebiliriz. Bütün
bunlarda eksik olan bir şey, yani kötü dediğimiz şeylere ilave edildiklerinde,
onları iyi yapacak olan müspet bir varlık veya nitelik bulunmaktadır. Hiçbir
şey kötü değildir: Var olan her şey iyidir. Başka bir deyişle, kötü dediğimiz
şey, objektive değil, sübjektive bir hakikattir. Fakat kötünün karşıtı olan iyi
de sübjektive ve izafidir. Mutlak olan tek iyilik Sırf Varlık (Allah,
iyilik)’tir. Özde kötü olan hiçbir şey yoktur. Allah da hiçbir zaman
(İbnü’l-Arabî’nin anladığı manada) kötülüğü yaratmaz. Şeyler ve fiillere şu
sebeplerden bir veya diğeri dolayısıyla kötü denir:
Eylemleri
insanı Hak'la birleştirmeye dönük olmalıdır. İnsan her ne kadar aklıyla iyiyi
kötüden ayırabilecek durumda olsa da Allah ona kavrayacağından fazlasını
vermez. Zira
“
Allah, bir şeyde o şeyin istidadı ne ise onu diler, istidadı olmayan şeyi
dilemez. Çünkü dilek, istidada tabidir; kâinatın tümü, istidada göre
kendisinden meydana gelmiştir. Dilek, ancak, bir şeyin istidadına uygundur,
başka sûretle olamaz; olması da doğru değildir. Dileğini işler, istidadına göre
de diler.”[94]
Bu
sözler insanı eylemlerinde özgür olmayan bir yapıya büründürmediği gibi,
Allah'ın istekleri doğrultusunda eyleyen ve kötülükten münezzeh bir nesne
haline de getirmez. Bu noktada Şeyh’in kullandığı “istidat” kavramına değinmek
yerinde olacaktır. İstidat kavramı yetenek olarak değerlendirilebileceği gibi
sözü edilen şeyin kendinde barındırdığı özelliklerden kaynaklı olarak sergileme
imkânına sahip olduğu yatkınlık olarak da değerlendirilebilir. Mutlak Varlık’ın
varlık vermesi ile zuhur eden her bir şey varlık mertebesindeki yerine uygun
istidata sahiptir ki bu her bir şeyin özünde bi’l- kuvve mevcuttur. Burada
Chittick’in insan ve istidat arasındaki bağı özetleyen sözlerine kulak vermek
yerinde olacaktır:
“Her
bir varlığın, vücûd’un niteliklerini daha yüksek veya daha düşük düzeyde izhar
etmesine imkân tanıyan belli bir ‘yatkınlık’ (isti’dâd)’ı vardır. Bir taş,
kudreti belli bir edilgenlik içinde izhâr eder. Bir bitki, hayat izlerini;
bilgi, irade ve etkin gücü izhâr eder. Bir hayvan ise, tüm bu nitelikleri daha
büyük bir yoğunlukta gösterir. Varoluşun gözle görülür sıradüzeninin doruğunda,
insanlar her bir ilâhî ismi, tezâhür ettirebilecek bir güce sahiptirler.”[95]
Nasıl
ki unsurlar içerisinde değerlendirilen madenler kendiliklerinde bir istidada
sahipse ve herhangi bir bitki özünde bir istidadı barındırıyorsa âlemin
gözbebeği insan da birçok konuda istidada sahiptir. İnsan hem toplayıcı, cem
edici varlık olması hasebiyle hem de Hak’kı ve Halk’ı kendisinde barındıran,
her ikisinin de toplamı olan biricik varlık olarak hiçbir var olanla
kıyaslanmayacak istidada sahiptir. Allah tarafından kendisine verilen bu cem
edicilik özelliğiyle tüm varlığın kendisinde temsil bulduğu insan iyi ile
kötüyü ayıracak bilgiyi edinmelidir. Var olan her şeyin iyi olduğu, onlara kötü
sıfatını insanın yakıştırdığını düşündüğümüzde, var olan kötülüklerin
kendilerine ekleneceklerle her zaman iyiye yönelebilecek kapasiteye sahip
olduğunu varsaydığımızda, insanların kötü ve kötülük olarak değerlendirdiği
birçok şeyin değerler ve değer yargılarından beslendiğini kabul ettiğimizde
insana düşen özünde var olan bilme istidadını kullanarak görünenin ardındaki
görünmeyenin, görünmeyenin içindeki görünenin anlamını kavramaktır. İnsan
karşıtlıkları ancak aklıyla ve bilgisiyle aşabilir ve bu istidat ona varlığa
“ruh üflemek” suretiyle verilmiştir. İnsanın bu istidadıyla anlayacağı en
önemli nokta iyinin ve kötünün kendisi tarafından belirlendiği, bu sıfatları
anlamlandıranın insanın özü olduğunu bilmektir.[96]
Tüm
kâinat Hak'ın tezahürü olduğu gibi iyi ve kötü gibi karşıtlıklar da Hak'tan
doğar. Hak'ı arayan, doğrudan yana olan kişi, hasta bir kişinin sağlığı araması
gibidir. Hak'ı bulma yolunda önem arz eden olgunluklar sağlığa ne denli
benziyorsa kötülükten yana olma, dünya malına tamah etme ve Hak'tan ayrı olma
da o denli hastalığa benzer. İnsan hastalığın tedavisi yönünde hareket
edebilecek akla sahip olduğundan kötülüğe çalan davranışlarından Allah'ı
sorumlu tutamaz. Şeyh Bedreddin bu durumu şöyle izah eder:
“Hakk’tan
zıt şeyler zuhur eder; bazısına razı olur, bazısına ise olmaz. Bunların Hakk’tan
meydan gelmesi, zâtın ve mertebelerin muktezâsıdır ve zaruridir; bunların,
düzene uyanları, anlayışa yaklaşanları, olgunluklar elde edilmesi gibi bir
kısmı, Tanrının razılığına uyar; bir kısmı ise uymayabilir. Hani birisi, hali
düzgünken kendisinden çıkmasına razı olmadığı bazı hareketleri, razı olmadığı
halde kızınca yapar ya; kendisinden bu çeşit şeyler meydana gelir ya; ama
bunlar, dilemediği halde meydana gelir; onun gibi işte. Tanrının dilemesi, zâti
bir iktizâdır; mertebelere göre zuhur eder; yoksa işin iç yüzünü bilmeyenlerin
sandıkları gibi kötü ve iğrenç şeyler de Tanrının dileğiyle meydana gelmiş
değildir”[97]
Şeyh
Bedreddin için kendi başına nesnel bir değeri olmayan olay, eylem ve eşya ancak
insanın onlara yaklaşım tarzıyla değerlenir. Kendi başına olumlu veya olumsuz
herhangi bir anlam ifade etmeyen olay, eylem ve eşya insanın onlarla ilişki
kurmasıyla, insanın dahliyle anlam ve değer kazanır. Bir şeyin iyi ve kötü
olarak adlandırılabilmesi için o şeye insan dokunuşu gereklidir. Bu dokunuş da
insanın özüne ait değerler aracılığıyla olur. İnsana Hak'kı, gerçek olanı
işaret eden bu değerler, yine belli ilkeler doğrultusunda harekete geçer ve
onun iyiyle kötü arasında tercih yapmasını sağlar. Zira olan bitene karşı iyi
veya kötü demek, olanın iyilik veya kötülük barındırdığına hükmetmek insanın
iradesindedir. Hiçbir şey yoktur ki kendiliğinde iyilik ve kötülük taşısın. O
şeyi iyi veya kötü yapan insanın ta kendisidir.[98]
Bu
noktada karşımıza çıkan insanın özgürlüğü de yine Allah'la ilintilidir: İnsanın
özgürlüğü, bir aletle iş gören bir sanatkârın elindeki aletin özgürlüğü
ölçüsündedir. Alet her ne kadar işi yapıyor gözükse de o işi yapan sanatkârın
ta kendisidir. Zira “...bu mertebede bu sûretten zâhir olan o iş, Hakk’a
aittir.”[99] Bu noktada
insana düşen Hakk'ın bir parçası, O’nun âlemin her yanına yayılmış
tecellilerinin suretlerinin toplandığı varlık olduğunu bilmek ve bu bilgiyle
eyleyip iyi olana yönelmek ve Hak yolunda olgunlaşmaktır, aksini yapan insan
kendini Hak'tan ayrı görecek ve her şeyi kendisinin yaptığını sanarak kötüye
çalacak, yanlış yola ve kötülüğe sapacaktır.
“Simavi'ye
göre insanın özgürlüğü, irade ile değil, bilgi ile temellenmektedir.
Ona
göre, her işi yapanın Tanrı olduğunu, Tanrı'dan dolayı işlerin onda ortaya
çıktığını bilmek, özgür olmak demektir. Esasında varlığı bir ve tek olarak
ortaya koyduktan sonra bunu başka şekilde ifade etmek zor olsa gerektir.”[100]
Bu
özgürlük anlayışı çerçevesinde insan “ her nesnenin iki yönü olduğuna şüpheyle
bakma[yarak]”[101] iyi ve kötü
olanı görmeli ve bu ikiliğe göre eylemelidir. Eylerken de iyinin de kötünün de
Allah'tan geldiğini, var olandaki iyiliği ve kötülüğü görmesini sağlayanın
Allah olduğunu unutmadan hareket etmelidir. Şeyh Bedreddin, insanın iyi ve kötü
olanla ilişkisinde Allah'ın önemini şu sözleriyle belirtir:
“Âlemde
hiçbir şey yoktur ki güzel ve çirkin yönü olmasın. Allah, insana bir şey
yaptırmak isterse o işin güzel yönünü gösterir, insan da o işi işler; bir şey
yaptırmamak isterse de çirkin yönünü gösterir, insan da o işi bırakır, işlemez.
Bu, olgunluk yollarında da böyledir; o yolların sebepleri hususunda da böyle.
Allah birisini olgunluk derecesine ulaştırmayı dilerse yollarının güzel
yönlerini, sebeplerini gösterir ona; o da onlarla meşgul olur; zıtlarındaki
kötülükleri, çirkinlikleri gösterir; onları terk eder; derken asıl yüce maksada
yükselir.”[102]
En
nihayetinde ahlak felsefesi bağlamında değerlendirilebilecek bu sözleriyle Şeyh
Bedreddin insanın âlemdeki konumu ve kıymeti gereğince davranmasını ve her bir
insan tekinden eylemlerinde Hak’tan bir parça olduğunu unutmamasını, bu
parçanın sorumluluğunu taşımasını beklemektedir. Bu sorumluluk anlayışıyla
insanın özgürlüğü paralellik arz etmektedir. Cem edici ve berzah olma
özellikleriyle donatılan insan iyi ve kötü arasındaki seçimi yapabilecek
sorumluluğa ve dolayısıyla özgürlüğe sahiptir. Bu sorumluluk hali ile özgürlük
durumunu beraberce yaşamak ise bilgiyle olacaktır. İnsan her iki sûretin
bilgisini varlığında barındırdığından bu bilgiye sahiptir.
Sufiyane
bir dille düşüncelerini dile getirdiği kimi yerlerde Şeyh Bedreddin, insanın
varlıktaki birliği esas almasını, bir yanılsamadan ibaret olan çokluk
içerisindeki mecazlara aldanmamasını ve gerçek varlığa yönelmesini öğütler:
“Ölmeden
önce öl de ebedi olarak diril; kim dünyadan ve lezzetlerinden ölür,
şehvetlerini yok ederse, ezeli, ebedi ve gerçek varlığı elde eder; artık bu
çeşit bir yaşayışa ölüm gelip çatamaz; ama insanlar, dünya yaşayışını dilerler
de böylesine bir yaşayışa razı olmazlar. Bu sözün bir yönü daha var: Kim
ölmeden önce ölürse, ilahi huylarla huylanır, adı ebedi olarak anılır; ebedi
olarak adı anılan da ebedi olarak diridir. Bir üçüncü yönü de şu: Parça-buçuk
ve geçici varlıktan yok olan ve varlığının, ilahi varlık kaynaklarından bir
kaynak olduğunu bilen ikiliksiz olarak gerçek varlığa ulaşır ve onca, gerçek ve
tek varlıktan başka bir şey kalmaz; bu varlığa yokluğun gelmesiyse mümkün
değildir” [103]
Ontolojik
olarak çokluğun ve ayrımın düşünülmediği ve var olanın Hak'tan bir parça olarak
kabul edildiği bir sistem içerisindeki her şey gibi insan da Hakk'ın bir
parçası niteliğindedir. Bu nitelikle o, Hak'tan bağımsız bir iradeye sahip
olmadığı gibi eylemlerinde de Hak'tan ayrı bir bağımsızlığa sahip
görünmemektedir. Lakin beden ve ruhtan oluşan insan, nasıl bedeninin
ihtiyaçlarını karşılayıp onu gönendirebiliyorsa, ruhunu da iyi olanla besleyip
kötülükten arındırabilir. Akıl sahibi insan her ne kadar Hak'tan bir parça
olarak ondan bağımsız eyleyemese de yine aklı aracılığıyla doğruyu yanlıştan,
iyiyi kötüden ayırabilir ve eylemlerine bunu yansıtabilir.
Hak
her şeyin içinde olan olarak her nesnenin istidadı doğrultusunda istekte ve
dilekte bulunur, nesnenin istidadında bulunmayanı istemez ve dilemezse de insan
Hak olana yönelerek iyiliğe yol açıp, kötülüklere kapısını kapatacak iradeye
sahiptir. İnsan Hak'tan yüz çevirdiği ölçüde kötülüğe, yönünü ona dönüp öyle
eylediği ölçüde de iyiliğe meyyaldir. İnsanı Hak'a yaklaştıran her şeyi melek,
ondan başkasına yaklaştıran her şeyi de şeytan olarak gören Şeyh Bedreddin'e
göre “Yağmur damlalarından yeryüzü bölgelerinden bir yere düşen her katrenin
bir sebebi vardır; o yere düşmesindeki sebep de onu oraya indiren melektir.”[104] İnsana
düşen her yağmur damlasındaki meleği, onu iyiliğe ve Hak'a götürecek sebebi
bulmak ve ona uygun yaşamaktır. Aksine yöneldiği, bedeni şehvetlerine ve onu
Hak'tan uzaklaştıranlara yakınlaştığı müddetçe kötüye ve kötülüğe bulanacaktır.
Fikri
gelişimini Osmanlı Devleti’nin kuruluş sancıları çektiği bir dönemde yaşayan
Şeyh Bedreddin, tıpkı İbnü’l-Arabî gibi birçok âlim ve sufiden dersler almış,
farklı düşüncelerin ışığında ilerleyerek müridi olduğu Şeyh Hüseyin Ahlati ile
mistik bir dünyanın içine girmiştir. Bu dünya içerisinde yolu, dönemini olduğu
kadar sonrasını da etkileyen İbnü’l-Arabî’ye uzanan Bedreddin, bu irfan
geleneği içerisinde tasavvufi ve felsefi düşüncelerini ortaya koymuştur.
Şeyh
Bedreddin’in düşünce evrenini topladığımız varlık, bilgi ve insan başlıkları
tıpkı İbnü’l-Arabî’de olduğu gibi birbirleriyle içiçe geçen, birbirlerini
tamamlayarak yekpare bir bütünlüğü oluşturan parçalar gibidir. Her üç başlık
altında toplanan düşüncelerinde Bedreddin’in ulaşmak istediği menzil
İbnü’l-Arabî ve geleneğinin menzilinden farksızdır. Varlık başlığı altında
vücûd, Allah, yaratılış, zuhur, vahdet-i vücûd, âlem ve âlemin ezeliliği alt
başlıklarının hemen göze çarpabileceği Bedreddin’in düşünce evreninde, bilgi
başlığı; bilginin neliği, elde edilme yolları ve araçları ile akıl alt
başlıkları içerisinden okunabilir. İnsan başlığı ise tıpkı İbnü’l-Arabî
düşüncesinde olduğu gibi ve anılan üç başlığı birleştirmek istercesine insan-ı
kâmil alt başlığı üzerinden Mutlak Vücûd’a bağlanır.
Varlık
düşüncesinin Ekberi gelenekle olan bağının aşikâr olduğu Şeyh Bedreddin,
beslendiği gelenekte olduğu gibi Hak olarak tanımladığı Varlık’ı bir kabul eder
ve bu bir olanı her şeyi kapsayan bir bütünlük olarak tasarlar. Yaratılışını
bir olan Hak’la ve kenz- i mahfi ile gayelendirdiği âlemin ezeliliği
konusundaki görüşleri sıklıkla eleştirilse de Bedreddin’in bu konudaki
yaklaşımı yine İbnü’l-Arabî’den farksızdır. Bir ayağını Meşşai geleneğin
zorunlu ve mümkün kavramlarına diğer ayağını ise Ekberi geleneğin Hak ve Halk
ayrımına basarak varlığı kavrayan Şeyh Bedreddin, Varlık’ın tanımlamalara ve
sıralamalara konulamayacak düzeyini Zorunlu veya Mutlak Varlık olarak
değerlendirir ve hakkında konuşulamayacağını belirttiği bu düzeyin dışında
kalan, tanımlanıp sıralanabilen mümkün veya halk düzleminde ise fenomen/oluş
dünyasını aşama aşama açıklar. İlah merkezli bir varlık anlayışı içerisinden
düşünce üreten Bedreddin için Allah her şeye nüfuz eden tek gerçektir ve birdir,
onun dışında
hiçbir
şey yoktur. Çokluk birlikten ayrı değildir, çokluğu oluşturduğu sanılan her bir
parça aslında Bir’e aittir, ondandır. Bu nedenle çokluk “bir”dir.
Şeyh
Bedreddin yaratılışın sürekliliği fikrinde de İbnü’l-Arabî ile aynı eksen
içerisinde düşündüğünü gösterir ve bu fikre bağlı bir başka önemli İbnü’l-Arabî
kavramı olarak öne çıkan a’yân-ı sâbiteyi açıklayarak Ekberi gelenekle olan
bağını ortaya koyar.
Bedreddin’in
tasavvuf anlayışı akıl ve aşk ikiliği içerisinden değerlendirildiğinde her
zaman akıl yönü ağır basan bir anlayıştır. Tasavvuf yolunda aklı bir kenara
bırakıp aşkla ilerleyeceğini belirten birçok sufinin aksine Şeyh Bedreddin tüm
düşüncelerinde aklı öne çıkaran bir tavır içerisindedir. Kendi nitelikleriyle
nitelenen ve bu durumuyla bütünden münezzeh olan Allah’ın tek bilen olduğunu,
ondan başkasının bilemeyeceğini söyleyen Şeyh Bedreddin’in bu yorumu bilinenin
tekliğini ve bu tekliğin sahibinin de Allah olduğunu vurgular niteliktedir.
İbnü’l-Arabî’nin de değindiği önemli ayrımlardan birisi olan tenzih ve teşbih
ayrımını akıl ve hayal bağlamında ele alan Şeyh Bedreddin için bilgiye ulaşma
yolunda tüm bilme araçlarının dışında, insanın yanılgılarını giderecek bir
bilgi aracına ihtiyaç vardır ki bu da vahiydir. Bilgiye ulaşma yolunda aklın da
üstünde bir mertebe edinen vahiy vurgusunu sezgi, feyz ve keşf kavramlarıyla
birlikte ele aldığımızda Şeyh Bedreddin’in bu yaklaşımının da İbnü’l-Arabî
düşüncesiyle olan bağını kurabiliriz.
Şeyh
Bedreddin’in varlığın temsili, âlemin özü olarak değerlendirdiği insanın
toplayıcı özelliğini vurguladığını görüyoruz. Âlemin ortak noktası olarak kabul
ettiği insanın bu özelliğini açıklarken İbnü’l-Arabî gibi“iki el” metaforunu
kullanan Bedreddin için insan Hak’kı ve Halk’ı bünyesinde barındıran, cem edici
varlıktır ve bu özelliğiyle âlem içerisinde tektir. Bu tekliği, bilgi ile
birleştiğinde insana sorumluluklar getirir: iyiyi kötüden ayırmak ve bilinmek
isteyenin yolunda yürümek gibi. Bedreddin kötü ve kötülük konusunda da
İbnü’l-Arabî’yle benzer fikirlere sahiptir: O’na göre kötü ve kötülük
kavramları, herhangi bir olay veya eşyaya iyi veya kötü yakıştırmasını yapan
insanın kendisi ile ilgilidir. Doğal durumunda hiçbir şey bu sıfatlarla
anılamaz, onlara bu sıfatları yükleyen insanın değerleri ve değer yargılarıdır.
Varlık’ın bir ve tek olduğunu vurgulayan bir düşünce içerisinde insanın
özgürlüğü de yine bilgi temelli olmalıdır. Bu durumu sanatkârın elindeki aletin
iş yaptığını sanması örneğiyle izah eden Bedreddin için insanın özgürlüğü irade
ile değil bilgi ile gelir. Zira her şeyin Allah olduğu ve olan biten her şeyde
Allah’ın dahlinin olduğu bilgisiyle hareket eden insanın yapacağı en doğru iş,
aklını ve bilgisini kullanarak cem edici özelliğiyle hareket etmesi,
eylemlerini Hak’tan bir parça olduğunu unutmadan ve bu parçanın sorumluluğunu
taşıyarak uygulamasıdır.
Tüm
bu saydıklarımız ve tez boyunca ortaya koyduklarımız neticesinde görülüyor ki
Şeyh Bedreddin, İbnü’l-Arabî ve Ekberi geleneğin bir hayli etkisinde kalmış bir
mutasavvıftır. Düşüncelerinin Ekberi gelenekle uyumu su götürmez bir gerçektir.
İbnü’l-Arabî’nin çağını aşan sesi Şeyh Bedreddin’e de ulaşmış ve düşüncelerini
etkilemiştir.
Adamson, Peter ve Taylor, Richard C. İslam Felsefesine
Giriş, İstanbul: Küre Yay. 2007
Addas, Claude. Muhyiddin İbn Arabî Kibrit-i Ahmer’in
Peşinde, çev: Atila Ataman, İstanbul: Sufi Kitap, 2010.
Affifi, Ebu'l-Ala.
Tasavvuf: İslam'da Manevi Hayat, çev: Ekrem Demirli, Abdullah Kartal, İstanbul: İz Yay.
2009.
Muhyiddinİbnû’l-Arabî’de Tasavvuf Felsefesi, çev: Prof.Dr. Mehmet Dağ, İstanbul: Kırkambar Yay. 1998.
İslâm Düşüncesi Üzerine Makaleler, çev: Ekrem Demirli, İstanbul: İz Yay. 2011.
Ahmet Cevdet Paşa. Kısas-ıEnbiya, İstanbul: Bedir
Yay. 2011.
Akdağ, Mustafa. Türkiye'nin İktisadi ve İçtimai Tarihi,
İstanbul: Yapı Kredi Yay. 2010.
Aksun, Ziya Nur. Osmanlı Tarihi, Cilt: 1, İstanbul:
Ötüken Yay. 1994.
Arabî, Muhammed Nûrû’l, Vâridat Şerhi (Şeyh Bedreddin
Vâridat Tercüme ve Şerh isimli eserin içinde) İstanbul: Büyüyenay Yay. 2013
Arabî, Muhyiddin İbnü’l.
Fütûhat-ıMekkiyye,
cilt: 2,3 ve 4, çev: Ekrem Demirli, İstanbul: Litera Yay. 2006
Füsûsu’l-Hikem, çev:
Ekrem Demirli, İstanbul: Kabalcı Yay, 2008
Mir’atü’l İrfan, çev:
Abdülkadir Akçiçek, Ankara: Alperen Yay. 2001
Asena, Orhan. Simavnalı Şeyh Bedreddin, İstanbul:
Mitos Boyut Yay. 2010.
Aşık Paşazade. Osmanoğulları’nın Tarihi, haz. Kemal
Yavuz, M.A. Yekta Saraç, İstanbul: K Kitaplığı, 2003.
Aşkar, Mustafa. Tasavvuf Tarihi Literatürü,
İstanbul: İz Yay. 2006
Babinger, Franz. Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin,
çev. İlhami Yazgan, Ankara: La Kitap Yay. 2014.
Balivet, Michel, Şeyh Bedreddin Tasavvuf ve isyan,
çev. Ela Güntekin, Tarih Vakfı Yurt Yay. 2011, İstanbul
Bedreddin, Şeyh.
Varidat, (Şeyh
Bedreddin ve Manâkıbı isimli eserin içinde) çev: Abdülbaki Gölpınarlı,
İstanbul: Milenyum Yay., 2008
Şeyh Bedreddin ’in Davud-i Kayseri ’nin Füsûs Şerhi ’nin
Mukaddemat ’ına Talikleri, Çev.
Yrd. Doç.Dr. Ali Vasfi Kurt, İ.Ü. El Yazma Eserler
Kütüphanesi. 2013
Câmi ’ul-Fusûleyn, Yargılama Usulune Dair, Edt: Hacı Yunus Apaydın, Ankara: Kültür ve Turizm
Bakanlığı Yay. 2012.
Burckhardt, Titus. İslam Tasavvuf Doktrinine Giriş,
İstanbul: Kitabevi Yay.1995.
Chittick, William.
Hayal Âlemleri, çev:
Mehmet Demirkaya, İstanbul: Kaknüs Yay. 2003.
Varolmanın Boyutları,
çev. Turan Koç, İstanbul: İnsan Yay. 2013.
İbn Arabî Giriş Kitabı,
çev. Kadir Filiz, Nefes Yay. 2014
Chodkiewicz, Michel. SahilsizBir Umman, çev: Atila
Ataman, İstanbul: Gelenek Yay., 2003.
Cihan, Ahmet Kamil. Erciyes Üni. Şeyh Bedreddin Kongresi
Tebliğleri içinde Bedreddin Simavi'nin İnsan Anlayışı, Kayseri: Erciyes
Üni. Matbaası, 1996, s. 41,42
Corbin, Henry.
İslâm Felsefesi Tarihi,
Cilt 2, çev: Prof.Dr.Ahmet Arslan, İstanbul: İletişim Yay. 2008.
Bir’le Bir Olmak İbn Arabî Tasavvufunda Taratıcı Muhayyile, Çev: Zeynep Oktay, İstanbul: Pinhan Yay. 2013.
Çamuroğlu, Reha. Tarih, Heterodoksi ve Babailer,
İstanbul: Kapı Yay. 2005.
Demirli, Ekrem.
İbnü'l Arabî Metafiziği,
İstanbul: Sufi Kitap, 2013.
Fusûsu’l- Hikem Şerhi,
İstanbul: Kabalcı Yay., 2008.
İslam Metafiziğinde Tanrı ve İnsan, İstanbul: Kabalcı Yay., 2012.
Sadreddin Konevi ’de Bilgi ve Varlık, İstanbul: İz Yay., 2005.
SadreddinKonevi,
İstanbul: İsam Yay., 2010.
Dukas. Dukas Kroniği İstanbul’un Fethi, çev.
V.Mirmiroğlu, İstanbul: Kabalcı Yay. 2013.
El-Bağdadi, Abdülkahir. Mezhepler Arasındaki Farklar,
Ankara: TDV Yay. 2011
El- Hakîm, Suad. İbnü ’l Arabî Sözlüğü, çev: Ekrem
Demirli, İstanbul: Kabalcı Yay. 2005
El-Kayserî, Dâvûd.
MukaddemâtFusûsu'l-Hikem'e Giriş, çev: T.Koç, M.Çetinkaya, İstanbul: İnsan Yay., 2011
Tasavvuf İlmine Giriş,
çev: Muhammed Bedirhan, İstanbul, Nefes Yay.,2013
Vahdet-i Vücûd Felsefesi, çev: Prof.Dr Mehmet Bayrakdar, İstanbul, İfav, 2013
Eyüboğlu, İsmet Zeki, ŞeyhBedreddin Vâridât,
İstanbul: Derin Yay. 2010.
Fazlıoğlu, İhsan. Işk imiş her ne var Âlem’de/İlim bir
kîl ü kâl imiş ancak Fuzuli ne demek istedi? İstanbul: Klasik Yay. 2011.
Gölpınarlı, Abdülbaki, Melâmilik ve Melâmiler,
Milenyum Yay., 2011, İstanbul
Güngör, Erol, Tarihte Türkler, Ötüken Yay. 1996,
İstanbul
Gürsel, Nedim, Şeyh Bedreddin Destanı Üzerine, 1978,
İstanbul
Halil b. İsmail Sımavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin ve
Manâkıbı, haz. Abdülbaki Gölpınarlı- İsmet Sungurbey, İstanbul: Milenyum
Yay., 2008.
Hikmet, Nazım, Simavne Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin
Destanı, Benerci Kendini Niçin Öldürdü?, İstanbul: Adam Yay. 1987.
İbn Arabşah, Ukûdu'n- Nasiha ( Takıyyüddin b.
Abdikadir et-Temimi'nin Tabakâtü'l-Hanefiyye'si içinde), Bayezid Ktp., nr. 1609
İbn Sina. Metafizik, Cilt 1, çev: Ekrem
Demirli-Ömer Türker, İstanbul: Lıtera Yay., 2004
İdris-i Bitlisi, Heşt Bihişt, Süleymaniye Ktp., nr.
2197
İnalcık, Halil, Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ
(1300-1600), çev. Ruşen Sezer, İstanbul: Yapı Kredi Yay. 2007.
İzutsu, Toshihiko.
İslam Mistik Düşüncesi Üzerine Makaleler, çev: Ramazan Ertürk, İstanbul: Ağaç Yay. 2010
İbn Arabî’nin Fusûs'undaki Anahtar-Kavramlar, çev: Ahmed Yüksel Özemre, İstanbul: Kaknüs Yay. 2005
İslam ’da Varlık Düşüncesi, çev: İbrahim Kalın, İstanbul: İnsan Yay.2012
İslam Düşüncesinde İman Kavramı, çev: Selahattin Ayaz, İstanbul: Pınar Yay.2012
Kafadar, Cemal. İki Cihan Âresinde Osmanlı Devleti ’nin
Kuruluşu, Ankara: Birleşik Yay. 2010.
Karamustafa, Ahmet T. TanrınınKuraltanımazKulları,
İstanbul: Yapı Kredi Yay. 2013
Katip Çelebi, Keşfü'z- Zunun, İstanbul: Tarih Vakfı
Yurt Yay. 2007.
Kaygusuz, B. Nusret, Şeyh Bedreddin Simâveni, İzmir:
İhsan Gümüşayak Matbaası, 1957.
Keklik, Nihat. Muhyiddin İbni ArabîHayatı ve Çevresi,
İstanbul: Sufi Kitap, 2008
Ketenci, Cengiz. Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin
Varidât, Ankara: Genesis Kitap, 2011.
Kılıç, Mahmut Erol.
Şeyh-iEkber, İstanbul:
Sufi Kitap, 2013.
Tasavvufa Giriş, İstanbul:
Sufi Kitap, 2012.
Kırıkkanat, Mine G. Gülün Öteki Adı, İstanbul:
Literatür Yay. 2008.
Konevî, Sadreddin.
Tasavvuf Metafiziği, çev: Ekrem Demirli, İstanbul: İz Yay. 2009
Vahdet-i Vücûd ve Esasları, çev: Ekrem Demirli, İstanbul: İz Yay. 2012.
Fusûsü ’l-Hikem ’in Sırları, çev: Ekrem Demirli, İstanbul: İz Yay., 2012.
Fâtiha Suresi Tefsiri,
çev: Ekrem Demirli, İstanbul: İz Yay., 2009.
Esmâ-i Hüsnâ Şerhi,
çev: Ekrem Demirli, İstanbul: İz Yay., 2011.
Konuk, Ahmed Avni. Muhyiddin İbnu'l Arabi Fusûsu'l-Hikem
Tercüme ve Şerhi, İstanbul: M.Ü.İlahiyat Fakültesi Yay. 2010.
Köprülü, Fuad, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar,
Ankara: Akçağ Yay. 2007.
Kurdakul, Necdet, Bütün Yönleriyle Bedreddin,
İstanbul: Döler Reklam Yay. 1977.
Kuşeyrî, Abdülkerim. Tasavvuf İlmine Dair Kuşeyri
Risalesi, Haz. Süleyman Uludağ, İstanbul:
Dergâh Yay. 2014
Melikoff, İrene, Uyur İdik Uyardılar, çev. Turan
Alptekin, İstanbul: Demos Yay. 2011.
Molla İlâhi-i Simavi, Risâle-i Ahadiyye, Süleymaniye
Ktp., nr. 1390
Nasr, S.Hüseyin. Üç Müslüman Bilge, çev: Ali Ünal,
İstanbul: İnsan Yay., 1985.
Nicholson, Reynold A. Islâm Sufîleri, İstanbul:
Büyüyenay Yay. 2014.
Ocak, Ahmet Yaşar.
Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yay.2013
Ortaçağlar Anadolu 'sunda İslam 'ın Ayak izleri Selçuklu
Dönemi Makaleler-
Araştırmalar,
İstanbul: Kitap Yay. 2011.
Osmanlı Sufiliğine Bakışlar Makaleler-Araştırmalar, İstanbul: Timaş Yay. 2011.
Türk Sufiliğine Bakışlar, İstanbul: İletişim Yay. 2009.
Alevi ve Bektaşi İnançlarının İslam Öncesi Temelleri, İstanbul: İletişim Yay. 2009.
Türkler, Türkiye ve İslam Yaklaşım, Yöntem ve Yorum
Denemeleri, İstanbul: İletişim Yay. 2008.
Öngören, Reşat, Osmanlılar'da Tasavvuf Anadolu'da
Sufiler, Devlet ve Ulema (XVI. Yüzyıl),
İstanbul: İz Yay. 2012,
Schimmel, Annemarie, İslamın Mistik Boyutları, çev:
Ergun Kocabıyık, İstanbul: Kabalcı Yay. 2004.
Taşğın, Ahmet. Klasik Kaynaklarda Heterodoks Dervişler
ve Heterodoksi, İstanbul: DBY Yay. 2012
Taşköprülüzâde Ahmed, eş- Şakayıkü'n Nu'maniyye, ( Osmanlı
Bilginleri ismiyle çev. Muharrem Tan, İstanbul: İz Yay. 2007.)
Timuroğlu, Vecihi, Simavne Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin ve
Varidat, İstanbul: Su Yay. 2013.
Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, Büyük Osmanlı Tarihi, Cilt:1,
Türk Tarih Kurumu Yay., 1995, Ankara
Ülken, Hilmi Ziya.
Islâm Felsefesi,
Ankara: Selçuk Yay. 1967.
Türk Tefekkürü Tarihi,
İstanbul: Yapı Kredi Yay. 2004
Werner, Ernst, Şeyh Bedreddin ve BörklüceMustafa,
çev.: Hakan Sevin, İstanbul: Kaynak Yay. 2006.
Yaltkaya, Muhammed Şerafeddin. MuhammedŞerafeddine Göre Şeyh
Bedreddin ( Erciyes Üni.
Şeyh Bedreddin Kongresi Tebliğleri içinde) Kayseri: Erciyes
Üni. Matbaası, 1996
Yavuz, Hilmi, Bedreddin Üzerine Şiirler, Toplu
Şiirler, İstanbul: Yapı Kredi Yay. 2006.
Yener, Cemil, Şeyh Bedreddin- Vâridat, İstanbul:
Milenyum Yay., 2009
[1] S.Hüseyin Nasr, Üç
Müslüman Bilge, çev: Ali Ünal, İstanbul: insan Yay., 1985, s. 102.
[2] Henry Corbin, İslâm
Felsefesi Tarihi, Cilt 2, çev: Prof.Dr.Ahmet Arslan, İstanbul: İletişim
Yay. 2008, s. 78-79.
[3] Michel Chodkiewicz, Sahilsiz
Bir Umman, çev: Atila Ataman, İstanbul: Gelenek Yay., 2003, s. 18-19.
[4] Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı
Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yay. 2013,
s.170.
[5] Ocak, s. 172
[6] Michel Balivet, Şeyh
Bedreddin Tasavvuf ve İsyan, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yay. 2011, s.48-49.
[7] Muhammed Şerafeddin
Yaltkaya, MuhammedŞerafeddine Göre Şeyh Bedreddin ( Erciyes Üni.
Şeyh Bedreddin Kongresi Tebliğleri içinde) Kayseri: Erciyes Üni. Matbaası,
1996, s.97.
[8] Mutlak Vücud ve yaratılış süreci hakkında detaylı bilgi
için bkz. Prof. Dr. Mahmut Erol Kılıç, Şeyh-i Ekber, İstanbul: Sufi
Kitap, 2013, s. 17-18.
[9] Claude Addas, Muhyiddin
İbn Arabî Kibrit-i Ahmer’in Peşinde, çev: Atila Ataman, İstanbul: Sufi
Kitap 2010, s. 369.
[10] Aşık Paşazade, Osmanoğulları’nın
Tarihi, haz. Kemal Yavuz, M.A. Yekta Saraç, İstanbul: K Kitaplığı, 2003, s.
427-428.
[11] Franz Babinger, Simavna
Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin, çev. İlhami Yazgan, Ankara: La Kitap Yay. 2014,
s. 84.
[12] Cemal Kafadar, İki
Cihan Âresinde Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, Ankara: Birleşik Yay. 2010, s.
239.
[13] Ocak, s.232.
[14] Balivet, s.33.
[15] Ocak, s.215
[16] Mine G.Kırıkkanat, Gülün Öteki Adı, İstanbul:
Literatür Yay. 2008, s. 13.
[17] .
Kırıkkanat, s.34
Ahmet Cevdet Paşa. Kısas-ı Enbiya,
İstanbul: Bedir Yay. 2011. Mustafa Akdağ, Türkiye’ nin iktisadı ve
içtimai Tarihi, İstanbul: Yapı Kredi Yay. 2010. Ziya Nur Aksun, Osmanlı
Tarihi, Cilt: 1, İstanbul: Ötüken Yay. 1994., İrene Melikoff, Uyur
idik Uyardılar, çev. Turan Alptekin, İstanbul: Demos Yay. 2011.
* Önemle belirtmekte fayda var: Allah kavramı Şeyh
Bedreddin’in düşünce evreni içerisinde ele alındığında Mutlak Varlık/Hak’kın
Allah mertebesine nüzul etmiş hali olarak anlaşılmalıdır. İleride de
değineceğimiz üzere Şeyh Bedreddin’in kullandığı Allah kavramı çoğu kez olduğu
gibi Hak veya Mutlak Varlık kavramlarıyla karıştırılmamalıdır.
[21] Mutlak Varlık doğası gereği görünüp zuhur
ederken bu durum sonsuz sayıda mertebelerle ifade edilir. Sayılamayacak kadar
çok olan bu mertebeler sufiler tarafından çoğunlukla üçlü, beşli ve yedili
olarak tasnif edilmiştir. Aslında zamandan, tasniften ve sınırlandırmadan
bağımsız olarak gerçekleşen bu zuhur insan tarafından çaresizce açıklanmaya ve
isimlendirilmeye çalışılmıştır. Mertebeler, Hazarat-ı hamse denilen beşli
tasnife göre şöyledir: 1. Lâ-taayyün, ahadiyyet, 2. Vahidiyyet, 3. Ervah, 4.
Misal, 5. Şehadet ve İnsan-ı kâmil.
Konuyla ilgili ayrıca bak. Ahmed Avni Konuk, Muhyiddin
İbnu'l Arabi Fusûsu'l-Hikem Tercüme ve Şerhi, Cilt 1, İstanbul:
M.Ü.İlahiyat Fakültesi Yay. 2010, s. 10.
[22] Bu noktada
Affifi'nin Vücûd-ı Hakk'ın ilk iki mertebesini izahı yolumuzu açar: "
Vücûd-ı Hakk'ın zat ve amâ mertebesi olan, Mutlak ahadiyet (la-taayyün)
mertebesi; Bu mertebede, zat-ı ilahi hakkında hiçbir şey bilemeyiz ve O'nu
mutlak vücuddan başka bir şeyle tasnif edemeyiz. Çünkü zat, bu mertebede her
türlü isim, sıfat ve izafetten münezzehtir. İkincisi, mertebe-i vâhidiyettir.
Bu mertebe, zatın esma ve sıfat mazharlarında tecelli ettiği, dini ifadeyle de,
Hak ve Allah mertebesidir. Fakat esma ve sıfat bir taraftan zatın "ayn"ı
olurken bir taraftan da Mu'tezile'nin dediği gibi harici âlemin aynıdır. Çünkü
harici âlem, zat-ı ilahi'nin sonsuz suretlerle tecelli mazhar ve meclaların
toplamından başka bir şey değildir. Harici âlem Allah'ın sıfatlarının
toplamıdır.”
Ebu'l-Ala Affifi, Tasavvuf: İslam'da Manevi Hayat, çev:
Ekrem Demirli, Abdullah Kartal, İstanbul: İz Yay. 2009, s.170-171.
[23] “Hak bütün eşyanın
suretlerinde tecelli eder. Çünkü eşya Hak ile zuhur etmiştir. Bu nedenle arif
bilir ki: Gördüğü her şey Haktır.” İbnü’l-Arabî, Fütûhat-ı Mekkiyye, cilt
4, çev: Ekrem Demirli, İstanbul: Litera Yay. 2006, s.184.
[24] Şeyh Bedreddin, Varidât, çev: Abdülbaki
Gölpınarlı, İstanbul: Milenyum Yay., 2008, s. 135.
[25] “Vucûd ne ise odur, yani herhangi bir şarta
bağlı değildir ve mutlaklık ve sınırlılıkla kayıtlı olmaktan da uzaktır. O ne
tümel, ne tikel; ne genel, ne özel; ne zâtına ilave bir birlikle bir ve ne de
çoktur... O, zâtında ve hakîkatinde bir değişme olmaksızın mutlak, mukayyed,
tümel, tikel, genel, özel, tek ve çok olur.” Dâvûd el-Kayseri, Mukaddemât
Fusûsu'l-Hikem'e Giriş, çev: T.Koç, M.Çetinkaya, İstanbul: İnsan Yay.,
2011, s. 25.
[26] Şeyh Bedreddin, s.133.
[27] İbnü’l-Arabî’de
birçok eserinde âlemin yaratılışını Hak’la gayelendirir: “Hak, sayısız güzel
isimleri bakımından emrin tümünü içeren ‘kuşatıcı bir varlıkta’ isimlerini tek
tek görmek ve o varlık vasıtasıyla kendi sırrının kendisine görünmesini
istedi.” İbnü’l-Arabî, Füsûsu’l-Hikem, çev: Ekrem Demirli,
İstanbul: Kabalcı Yay, 2008, s. 25.
[28] Aliyu’l-Kârî,
el-Esrâru’l-Merfû’a fi’l-Ahbâri’l-Medû’a, thk. Muhammed b. Lutfî es-Sabbâğ,
el-Mektebu’l-İslâmî, Beyrut, 1986, s. 269, h. 359; el-Masnû’ fî
Ma’rifeti’l-Hadîsi’l-Mevdû’, thk. Abdu’l-Fettâh Ebû Gudde, Mektebu’l-
Matbû’âti’l-İslâmiyye, Beyrut, 1994, s. 141-142, h. 232.
[29] Şeyh Bedreddin, s. 135.
Ebu'l-Ala Affifi, Muhyiddin Ibnud-ArabTde
Tasavvuf Felsefesi, çev: Prof.Dr. Mehmet Dağ, İstanbul: Kırkambar Yay.
1998, s. 165
[31] Affifi,
İbnü’l-Arabî’nin âlemin ezeliliği hususundaki görüşlerini Futûhat ve Fusûs’a
atıfta bulunarak şöyle açıklar: “ Onca âlem hiçbir zaman yok iken var olmuş bir
şey değildir. Tersine âlem ezeli, sonsuz ve ebedidir; çünkü o, ezeli, sonsuz ve
ebedi olan Bir’in dış ifadesidir. İbnü’l-Arabî’nin öteki dünya (el-ahiret)
tabiri, daimi teşekkül halinde olan demektir. İbnü’l-Arabî diyor ki: ‘Âlemin
sonunun idraki imkânsızdır; ne de âlemin bir gayesi vardır. Sözü edilen Öteki
Dünya devamlı teşekkül halinde bir şeydir.’ (Futûhât, I, 338) Halkın bu ve
öteki dünya dedikleri, İbnü’l- Arabî’nin sürekli yok olma ve yeniden
yaratılmadan ibaret olan, sürekli yenilenen yaratılış (el-halk el cedîd) dediği
şeye karşılık olan sırf isimlerdir. ‘Şeyler (sûretleri) yok olunca, öteki
dünyaya nakledilirler. Başka bir surette göründüklerinde, bu dünyaya (Görülen
Âleme) gelirler. Bir sûretin yok olması sırasındaki geçen an, başka bir suretin
onun yerini alması sırasında geçen anla zamandaştır ve bu böylece sonsuzca
sürüp gider. Zamanda asla bir aralık (fasıla) bulunmaz ve hiçbir zaman da
bundan başka bir yaratılış süreci olmamıştır. Bir şeyin olmadığını, daha sonra
(sümme) ise olduğunu hiçbir şekilde söyleyemeyiz. ‘Sonra’ (sümme) bir zaman
aralığı demek olmayıp, sebebin esere mantıkî önceliğini işaret
eder.’(Fusûs,300)” Affifi, Muhyiddin IbnU’l-Arabi’de Tasavvuf Felsefesi,
s. 51.
Ayrıca konuyla ilgili bak. İbnü’l-Arabî, FüsUsu’l-Hikem,
s. 29-32.
[32] Şeyh Bedreddin, s. 137.
[33] Şeyh Bedreddin, s. 156.
[34] Hak’kı Zorunlu
Varlık, âlemi ise mümkün varlık olarak tanımladığını söyleyebileceğimiz
İbnü’l-Arabî, her ikisi arasındaki ilişkiyle birlikte Tanrı-âlem ilişkisini de
şöyle ele alır: “ Zorunlu Varlık sonradan var olanı özü gereği gerektirmiştir
[onu var etmiştir]. Bu durumda sonradan var olan da Zorunlu Varlık nedeniyle
zorunluluk kazanmıştır. Sonradan var olan, kendisinden ortaya çıktığı varlığa
dayandığına göre, zatından kaynaklanan zorunluluğun dışında isim ve nitelik
gibi kendisine ait her şey de O’nun suretine göre olmalıdır. Zattan kaynaklanan
zorunluluk ise sonradan olanda bulunamaz. Sonradan olan [sebebi nedeniyle]
‘zorunlu varlık’ olsa bile, onun zorunluluğu kendisinden değil, başkasından
kaynaklanır.” İbnü’l-Arabî, Füsûsu’l-Hikem, s. 29.
[35] Şeyh Bedreddin, s. 144.
[36] “Varlık kazanan şeyler,
aklen iki kısma bölünebilirler. İlki, zâtı dikkate alındığında varlığı zorunlu
olmayandır. Onun varlığı imkânsız da değildir, yoksa var olamazdı. Bu şey,
imkân sahasındadır. İkincisi, zâtı dikkate alındığında varlığı zorunlu olandır.
Deriz ki: Varlığı, zâtı gereği zorunlu olanın illeti yoktur. Varlığı, zâtı
gereği mümkün olanın ise, illeti vardır...” İbn Sina, Metafizik, Cilt 1,
çev: Ekrem Demirli-Ömer Türker, İstanbul: Lıtera Yay., 2004, s. 35.
[37] Şeyh Bedreddin, s.
144.
[38] İbnü’l- Arabî, düşüncesinin en önemli kavram
çiftlerinden birisi olan Hak ve Halk kavramları üzerine şöyle demektedir:
“Varlıktaki her şey Hak’tır. Görülen her şey halktır.”, İbnü’l- Arabî, Fütûhât,
cilt 3: s.306. Ayrıca Âdem’in hak ve halk oluşuyla ilgili olarak bak. İbnü’l-
Arabî, Fusûsu’l- Hikem, s.31.
[39] Şeyh Bedreddin, s.147.
[40] “O tek hakikattir. O’nda çokluk yoktur. O’nun
zuhûrunun ve görünme biçimlerinin çokluğu, Zât bakımından birliğine, kendisine
ek bir taayyünle de zâtıyla belirginleşip taayyün etmesine halel getirmez. Bu
tek hakikatin taayyünü ve belirginlik kazanması, Zâtı iledir; Zâtına ilave bir
taayyünle değildir. Çünkü varoluşta (vucûd) bir yerde O’nunla birleşecek ve
başka bir yerde O’ndan ayrılacak şekilde kendisine ters düşecek bir şey yoktur.”
Kayseri, s. 29.
[41] Şeyh Bedreddin, s. 174.
[42] William C.Chittick, İbn
Arabî Giriş Kitabı, çev: Kadir Filiz, İstanbul: Nefes Yay., 2014, s. 26.
[43] Şeyh Bedreddin, s.
142.
[44] “Hak, bir olan mutlak
vücûdun sahibidir; O’ndan sadece vücûd zuhûr eder. Hakkın kudretinin,
nefsinde/ayn vücûdu olmayan şeye ilişip de, o şeyin kendiliğinde mevcut olması
mümkün değildir. Çünkü Allah’ın malûmu olan her şey, böyledir; başka bir
ifadeyle onların kendiliklerinde vücûdu yoktur, aksine onlar, kendilerini icat
edenin ilminde mevcutturlar.” Sadreddin Konevî, Tasavvuf Metafiziği, çev:
Ekrem Demirli, İstanbul: îz Yay. 2009, s. 43.
[45] “Özü gereği Yüce,
bütün varlık durumlarını ve yokluk nispetlerini kuşatmasını sağlayan
yetkinliğin sahibidir. Öyle ki hiçbir şey O’nun dışında kalmaz. Bunlar örf,
akıl veya şeriat bakımından sayılabilecek şeyler olabileceği gibi kötülenmiş
şeyler de olabilir. Böyle bir yetkinlik, özel anlamda Allah denilen Zât’ındır.
Allah denilen Zât’ın dışındakiler ise ya O’nun bir tecelligâhı ya da O’ndaki
bir surettir.” İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l- Hikem, s. 77.
[46] “Özel yön (vech-i has) îbnü’l-Arabî’de belirli
ve belirsiz geçer. Belirli olarak: Tanrı’dan mümkünlere ulaşan varlık ve bilgi
yardımı her an devam eder. Bu ilahi yardım a) Tanrı ve kul arasındaki sebepler
vasıtasıyla, başka bir anlatımla dolaylı gerçekleşir b) Tanrı’dan kula doğrudan
ulaşır. Yardımın doğrudan ulaşması özel yön diye isimlendirilir. Çünkü her
mümkünün veya kulun Tanrı ile arasında özel bir yönü vardır, varlık ve bilgi
yardımı kendisine söz konusu yönden ulaşır. Bu yön ve yardım meçhuldür ve hiç
kimse niteliğini bilemez: Çünkü bu durumda Tanrı ile kulu arasında ne bir insan
ne de bir melek vardır. ‘Nefs bilmediğini öğrendi, meleklerden sahip olmadığı
bilgileri aldı. Nefs, takip ettiğinde her şeyin kaynağı Allah’tan doğrudan
bilgi alacağı bir yol ve Tanrı ile arasında kendisine özgü özel bir kapı
olduğunu bilmiyordu.’(Fütûhât, III:176) ” Suad El-Hakîm, İbnü’l Arabî
Sözlüğü, çev: Ekrem Demirli, İstanbul: Kabalcı Yay. 2005, s. 513.
[47] Şeyh Bedreddin, s. 143.
[48] “ Hiçbir şey onun dışına çıkamaz; her şey,
ondan meydana gelmiş ve yine ona varacaktır. Dairenin çevresi, Hakk’ın
isimleri, merkez nokta, zâtıdır. Hak sayıca birdir ve bir-çoktur.”
İbnu’l-Arabî, Fütûhât, cilt 3, s. 451. Ayrıca bir ve çok ilişkisi için
bak. Sadreddin Konevî, Vahdet-i Vücûd ve Esasları, Dokuzuncu Nas, çev:
Ekrem Demirli, İstanbul: İz Yay. 2012, s.33-39.
[49] “Şimdi de O, olduğu gibidir.” Hadise eklenen
bu ziyade Hz. Ali’ye (r.) nisbet edilir: “Allah vardı. Hiçbir mekân yoktu. Şu
anda da daha önce olduğu gibidir.” Abdu’l-Kâhir el-Bağdâdî, el-Fark
beyne’l-Firak, thk. Muhsin Abdu’l- Hamîd, s. 333. İmam Gazzâlî bu ibâreyi
hiçbir kimseye nisbet etmeden zikretmektedir. Gazzâlî, İhyâ, Kâhire, ts. I/89;
Zebîdî, İthâfu’s-Sâdeti’l-Müttekîn, Muessesetu’t-Târîhi’l-Arabî, Beyrut, 1994,
II/25. Benzer bir ifade, İmam Ebû Hanîfe’den ve İmam Şafii’den de
aktarılmaktadır. İmam Ebu Hanîfe şöyle der: “Allah vardı ve mahlûkatı
yaratmadan önce hiçbir mekan da yoktu. Allah vardı, ne nerede vardı, ne
mahlûkat vardı ve ne de bir şey vardı. O her şeyin yaratıcısıdır.” Ebû Hanîfe,
el-Fıkhu’l-Ebsat, thk. Muhammed Zâhid el-Kevserî, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye,
Beyrut, 2004, s. 613; el-Beyâzîzâde er-Rûmî el-Bosnevî, İşârâtu’l-Merâm min
İbârâti’l-İmâm Ebî Hanîfeti’n-Nu’mân fî Usûli’d-Dîn, thk. Ahmed Ferîd
el-Mezîdî, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 2007, s. 165. “İmam Şafii şöyle
der: “Allah vardı, mekan yoktu. O ezeli sıfatıyla iken mekanı yarattı. Şimdi de
mekanı yaratmadan önceki gibidir. Onun zatında değişim olmadığı gibi,
sıfatlarında da bir dönüşüm caiz değildir.” Zebîdî, İthâfu’s-Sâdeti’l-Müttekîn,
II/24. Ayrıca bak: Bikâî, Nazmu’d-Durer, XXII/370, 373. Aslında İbnu’l-Arabî
hadîse eklenen bu ziyadenin müdrec olduğunu, yani sonradan rusûm ulemasından
kelamcıların ve dilcilerin eklediğini söylemektedir. Bak: Fütûhât, I/41, 61,
65, 119, 704, 735, II/56, 458, 591, 692, IV/345, 370, 413.
[50] “Ey insan! Sen birsin
ve yine sen çoksun.” İbnu’l-Arabî, Fütûhât, cilt 2, s. 414.
[51] “Varlıkta Allah’tan
başka bir şey yoktur. Hakikat, müşahedede çoğalsa bile, varlıkta birdir.”
İbnu’l-Arabî, Fütûhât, cilt 4, s. 357.
[52] Toshihiko İzutsu, İslam Mistik Düşüncesi
Üzerine Makaleler, çev: Ramazan Ertürk, İstanbul: Ağaç Yay. 2010, s..42-43.
[53] “.suretlerin hepsi,
söz gelişi, Zeyd’in uzuvları gibidir. Zeyd’in şahsiyet olarak tek bir hakikat
olduğu bilinir. Onun eli, ayağı veya başı veya gözü veya kaşı değildir. Bu
yönüyle Zeyd, bir ve çoktur: Suretleri itibariyle çok, hakikati itibariyle ise
birdir. Başka bir örnek insanlıktır; çünkü biz Ömer’in Halit veya Câfer veya
başka bir insan olmadığından kuşku duymayız. Bu tek hakikatin [insanlık]
şahısları, varlık itibariyle sonsuzdur. Bundan dolayı bu [tümel] hakikat,
hakikati itibariyle bir, [onun tekilleri olan] suretleri ve şahısları
itibariyle ise çoktur.” İbnu’l-Arabî, Fusûsu’l- Hikem, s. 202.
[54] Şeyh Bedreddin, s. 164.
Ayrıca benzer bir örnek için bak: İbnu’l-Arabî, Fütûhât,
cilt 2, s. 151.
[55] Şeyh Bedreddin, s.
174.
[56]Şeyh Bedreddin, s. 136.
[57] Şeyh Bedreddin, s.
156.
[58] Şeyh Bedreddin, s.
143.
[59] “Îbnu’l-Arabî’ye göre
somut varlık haline girmeden önce, Görülen Âlemdeki şeyler, Allah’ın ilâhi
Zât’ında kuvve halinde idi ve O’nun gelecekteki ‘varlığının’ ideleri
(düşünceleri) olarak kendisi hakkındaki bilgisiyle aynı olan ezeli bilgisinin
muhtevası idi. Allah kendisini herhangi bir anda değil, kendi öz bilincinde,
Îbnu’l-Arabî’nin Îlk Ta’ayyun (belirlenme) dediği şeyde, kendisine açar. Bu
durumda O, kendisinde ve kendisi için kendi Zât’ının belirlenmiş sûretleri
olarak bu a’yan’ın sonsuzluğunu görür. Bu sûretler O’nun kendileri hakkındaki
ezeli idelerini yansıtır ve onlara her bakımdan uygun düşer. Îşte bu
sûretleredir ki, Îbnu’l-Arabî el-a’yân es-sâbita adını veriyor. Böylece biz
onları, hem zihinde hem de Allah’ın Zât’ında, O’nun gelecekteki ‘varlığının’
gizli halleri olarak tanımlayabiliriz. Bu haller ancak ilâhi isimler ve
aralarında var olan bütün bu münasebetler şeklinde ifade edilebilir. Bu
a’yan’ın çift mahiyeti, başka bir deyişle, bir yandan onların Allah’ın
zihnindeki akıl edilir ideler ya da kavramlar olması, öte yandan da ilâhi
Zât’ın belirli ‘halleri’ olması, Îbnu’l-Arabî ve ekolünün mahiyet ve hüviyet
sözlerini ayn sâbita sözüyle aynı şekilde kullanmasıyla izah edilir. Birincisi
(mahiyet) ayn’ın birinci manzarasını, başka bir deyişle onun bir ide ya da bir
kavram olmasını, diğeri onun ikinci manzarasını yani onun zâti bir ‘hal’
olmasını izah eder.” Affifi, Muhyiddin Ibnû’l-Arabi’de Tasavvuf Felsefesi,
s. 65. Ayrıca konuyla ilgili bak. Îzutsu, s.108-109. Ayrıca Bak. Kılıç, s.
316-319. Ayrıca Bak. Kayseri, s. 53-62.
[60] Ekrem Demirli, İbnü’l Arabi Metafiziği, İstanbul:
Sufi Kitap, 2013, s.76.
[61] Affifi, Muhyiddin İbnû’l-Arabi’de
Tasavvuf Felsefesi, s. 68.
[62] Affifi, Muhyiddin İbnû’l-Arabi’de
Tasavvuf Felsefesi, s. 64-65.
[63] "İlahi feyz,
feyz-i akdes ve feyz-i mukaddes olmak üzere ikiye ayrılır. Birincisiyle a'yân-ı
sâbite ve bunların temel istidatları bilgide (Allah'ın bilgisi) meydana gelir;
ikincisiyle de bunlar levâzım ve tevâbii (içerim ve uzantıları) ile birlikte
dışarıda oluşurlar." Kayseri, s. 53.
[64] Şeyh Bedreddin, Şeyh
Bedreddin’in Davud-i Kayseri’nin Füsûs Şerhi’nin Mukaddemat’ına Talikleri, Varak
11b, Çev. Yrd.Doç.Dr. Ali Vasfi Kurt, İ .Ü. El Yazma Eserler Kütüphanesi. 2013
[65] “İnsanın kendisini
bilmesi, Rabbini bilmesini önceler. Zira insanın Rabbini bilmesi, kendisini
bilmesinin bir sonucudur. Bunun için Hz.Peygamber, ‘Kendi nefsini bilen,
Rabbini bilir’ buyurdu. Bu hadisten Allah’ı bilmenin imkânsız sayıldığı ve
[Hakkın bilgisine] ulaşılamayacağı sonucunu çıkartabilirsin; çünkü bu sonuç,
hadisten çıkartılabilir. Hadiste Hakkın bilinebileceğinin dile getirildiği
sonucu da çıkartılabilir.” İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l- Hikem, s. 235.
[69] Kayseri, s. 87.
[70] Sadreddin Konevi bilmeyi, bilmenin araçlarını
ve bilginin konusunu şu şekilde açıklar: “İnsan, nazar, keşif, his veya hayal
gibi idrâk araçlarının bütünüyle veya bunlardan birisiyle her hangi bir malûmu
idrâk edip, nazar veya keşfi bu malumu kapsamadığı veya his veya hayaliyle o
şeyin zâti özelliklerini ve genel lâzımlarının ardına geçmediğinde, onu tam
olarak bilmiş ve hakkıyla tanımış olmaz. Bu durumda insanın idrâkinin veya
mârifetinin konusu, ruhlar ve mânâları ya da sûret ve arazları itibarıyla âlem
olabileceği gibi, Hak da olabilir. Nitekim Hakkın ilminde bulunan malûmları
tanımlayan bir sûret ile apaçık gerçek insana açılsa idi, gerçek bilginin böyle
olduğunu görürdü. Çünkü Hakkı bilmesi, Hakkın mutlaklığına ve zât’ına mahsûs
gerçek birliğinin sırtlığına ulaşmayan kimse, Allah’tan ötede bir hedef
olmadığını bilemez; Hakkın zâti mutlaklığını, hiçbir isim, resim, hüküm
belirleyemez veya hiçbir vasıf onu sınırlayamaz. O, görme ile kavranamaz,
akledilemez ve belirli bir durumda münhasır değildir. Bu kişi, Hakkı ilim ve
müşâhade olarak ihâta etmenin imkânsızlığını; Hakkın varlığından öte sadece
mevhûm yokluk bulunduğunu da bilemez.” Konevi, Vahdet-i Vücûd ve
Esasları, s. 20.
[71] Tekrara düşme pahasına da olsa belirtmekte
fayda var: Şeyh Bedreddin’in Allah ile kastettiği Hak’kın (Mutlak Varlık’ın)
Allah mertebesine nüzul etmiş halidir, bu halle belirtilen Allah kesinlikle Hak
veya Mutlak Varlık kavramlarıyla karıştırılmamalıdır. Ayrıca Şeyh Bedreddin’in
kullandığı Allah isminin, İbnü’l-Arabî’nin ‘Özel Rab’ vurgusuyla bağına da
dikkat çekmek yerinde olacaktır: “Bilmelisin ki, ‘Allah’ diye isimlendirilen
şey, zatı itibariyle mutlak bir, sıfatları bakımından ‘bütün’dür. Her varlığın
Allah’tan payı, kendi ‘özel rabbi’dir. Bütünün ona ait olması imkânsızdır.
Fakat Hakkın mutlak birliğinde kimsenin bir payı yoktur. Bir kimse için ondan
bir pay, başka bir kimse için başka bir pay [olduğu] söylenemez; çünkü mutlak
birlik bölünme kabul etmez. Bundan dolayı Hakkın mutlak birliği, bilkuvve
bütünün toplamı demektir.” İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l- Hikem,
s. 92.
[72] Şeyh Bedreddin, Şeyh Bedreddin’in Davud-i
Kayseri’nin Füsûs Şerhi’nin Mukaddemat’ına Talikleri, Varak 20a
[73] Şeyh Bedreddin, s. 176.
[74] William Chittick, Hayal
Âlemleri, çev: Mehmet Demirkaya, İstanbul: Kaknüs Yay. 2003, s. 77., Ayrıca
bkz. İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l- Hikem, s. 106-109. Sadreddin Konevi,
Fusûsü’l-Hikem’in Sırları, çev: Ekrem Demirli, İstanbul: İz Yay., 2012,
s. 40-41.
[75] “İbnü’l-Arabî,
insanın vehim gücünün Tanrı hakkında ‘teşbih’ diye ifade edilen daima Tanrı’yı
somutlaştıran ve eşyaya benzeten hükümler verdiğini belirtir. Buna karşılık,
insanın akıl gücü, Tanrı’yı tenzih ve eşyadan farklı kılan hükümler verir.”
Konevi, Fusûsü’l-Hikem’in Sırları, s. 30.
“Hak [şehvetsiz sırf akıl haline gelmiş] İdris’te münezzeh
[bir varlık] olarak bilinmiş, böylece İdris Allah’a dair bilginin yarısını elde
etmişti; çünkü akıl, bilgileri teorik araştırmasından alması bakımından
soyutlanırsa, Allah’a dair bilgisi teşbih [benzetme] değil, tenzihe
[farklılaştırma] dayanır. Allah akla tecelli ederek tam bilgi verdiğinde ise
bilgi yetkinleşir, bir yerde tenzih eder, bir yerde teşbih eder. Böylece Hakkın
doğal ve unsurlardan oluşmuş suretlere nüfuz edişini görür. Gördüğü her suretin
Hakkın aynı olarak görür. Allah katından gelmiş tüm şeriatlar, bu tam bilgiyi
getirdiği gibi aynı zamanda bütün hayaller de [hayal gücü] bu bilgiyi verir. Bu
nedenle hayal gücü, bu yaratılışta akıldan daha güçlüdür; çünkü akıllı insan,
aklıyla son noktaya ulaşmış olsa bile, hayal gücünün etkisinden ve aklettiği
şeyde bir tasavvur sahibi olmaktan yoksun kalamaz. Öyleyse hayal, insanın
bedensel kâmil yaratılışındaki en büyük hükümdar olduğu gibi indirilmiş
şeriatlar da onun [verisini] getirmiştir. Böylece şeriatlar [aynı anda] teşbih
ve tenzih etmiştir. Şeriatlar, hayal vasıtasıyla tenzihte teşbih etmiş,
teşbihte ise akıl vasıtasıyla tenzih etmiştir. Böylece hepsi hepsiyle irtibatlı
oldu. Tenzihin teşbihten ayrılması ya da teşbihin tenzihten yoksun kalması
mümkün değildir.” İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l- Hikem, s. 200.
[76] Ekrem Demirli, Fusûsu’l-
Hikem Şerhi, İstanbul: Kabalcı Yay., 2008, s. 301.
[77] Demirli, İbnü’lArabi Metafiziği,
s.160-161.
[78] Şeyh Bedreddin, Varidat,
s. 176-177.
[79] “İlme’l-yakîn: ‘İlme’l-yakîn nedir? Deriz ki,
düşünceden kaynaklanan kuşkuların yer almadığı delilin verdiği
kesinliktir.(Fütûhât, II:132)’ Ayne’l-yakîn: ‘Kendisini tanıtıncaya ve
zuhuruyla Hakk’ı tanıyıncaya kadar hiç kimse Hakk’ı bilemez. Hak zuhur ettiğinde
ise insan onu kalbinden ayne’l-yakîn olarak görür.(Teracim,20)’ Hakka’l-yakîn:
‘İlme’l-yakîn, kanıtın verdiği kesinliktir. Ayne’l-yakîn müşahedenin verdiği;
hakka’l-yakîn ise bu müşahede edilen hakkında amaçlanan bilgiden meydana gelen
şeydir.(Istılahat, 289)’ ‘Hakka’l-yakîn nedir?diye sorarsan deriz ki, o sebebin
bilgisinden meydana gelen şeydir. Fakat bu ayne’l-yakînden sonra gerçekleşir
Ayne’l-yakîn nedir diye sorarsan deriz ki, müşahede ve keşfin kendiliğinden ve
bilgiden sonra verdiği şeydir. (Fütûhât, II:132) ‘Nefsini bilen Rabbini
bilmiştir. Aynı şekilde nefsini müşahede eden de Rabbini müşahede etmiştir. Bu
durumda insan bilgi kesinliğinden görme kesinliğine intikal eder. Onun
zirvesine ulaştığında ise, görme kesinliğinden bilgi kesinliğine değil,
hakke’l-yakîne ulaşmış olur. (Fütûhât, III:390)’” El-Hakîm, s. 698-699.
[80] Şeyh Bedreddin, Varidât, s. 150-151.
[81] “ ‘İnsan-ı kâmil
için kâmil dedik, çünkü insan ismi şekilde kendisine benzeyene de verilir.
Nitekim Ahmet için Ahmet insandır, Mehmet için de Mehmet insandır denilir;
hâlbuki Ahmet’te ilahi hakikatler zuhur etmiş Mehmet’te etmemiştir. Bu durumda
Mehmet gerçekte insan şeklinde hayvandır.’(Fütûhât, II:396)
‘Hepsi [cansızlar, bitkiler ve canlılar] keşif ehline göre
hayvan-ı nâtık [ düşünen canlı], hatta hayy-ı nâtıktır [düşünen diri]. Şu var
ki bu özel karışım biçimsel yönüyle insan diye isimlendirilmiştir. Böylece
yaratıklar arasında üstünlük ortaya çıkmıştır. Allah şöyle buyurmuştur: ‘Her
şey Rabbinin hamdini tespih eder.’(İsrâ:44) Ayette şey kelimesi belirsizdir,
ancak canlı ve neyi tespih ettiğini bilen tespih edebilir. Bir hadise göre
sesinin ulaştığı yerlerdeki kuru yaş her şey müezzinin lehinde tanıklık
edecektir.’ (Fütûhât, I:147)
‘Hüve (O-Hak) kendisine ait kemâle göre kendisini görmek
istemiştir. Böylece O’nun hakkında [bilinmezlik] hükmü ortadan kalkar. Bunun
için a’yân-ı sâbiteye bakmış, sadece insan-ı kâmilin hakikatinin bu enelik
[benlik] mertebesi olabileceğini görmüştür. Bunun üzerine bu mertebeyi insan-
kâmilin hakikatine göre takdir etmiş ve onun karşısına yerleştirmiştir. Hakk’ın
bu benlik mertebesi insan-ı kâmilin hakikatinden bir tek yönden fazla
gelmiştir. Bu tek yön Hakk’ın mertebesinin kaynağının kendisi ve Hakk’ın onu
kendisi nedeniyle var etmiş olmasıdır. Böylece iki suret bütün yönlerden
örtüşmüştür. Bu hakikat insanın varlığından önce yaratılmış akıl, nefis, Heba,
cisim, felek, unsur ve türeyenler [donuk şeyler-bitkiler ve canlılar] gibi her
şeyden daha değerli olmuştur. Dolayısıyla onların içinde sadece insanın varlığı
Hakk’a yetkinlik mertebesini verebilmiş, bu nedenle onu insan diye
isimlendirmiştir; çünkü o kemâl mertebesiyle ünsiyet etmiştir. Böylece gördüğü
şeyle arasında bir ünsiyet meydana gelmiş, onu -umran vezninde- insan diye
isimlendirmiştir.’ (Fütûhât, II:642-43)” El-Hakîm, s. 365-67. Ayrıca insan
kavramıyla ilgili bkz. İbnü’l- Arâbi, Fusûsu’l- Hikem, s.
37-38.
[82] “.toplayıcı varlık,
‘insan’ ve ‘halife’ diye isimlendirildi. İnsan olması, yaratılışının genelliği
ve bütün hakikatleri içermesinden kaynaklanır. Hak karşısında insan, göz için
görmeyi sağlayan göz bebeği [insanü’l-ayn] gibidir. Bu nedenle ‘insan’ diye
isimlendirilmiştir; çünkü Allah, onun vasıtasıyla yaratıklarına bakar ve onlara
merhamet eder. Bu nedenle ‘ezeli-sonradan olmuş’ insan, ebedi-sürekli
yaratılmış, toplayıcı-ayıran kelimedir [hakikat]. Âlemin fiili varlığı onun
varlığıyla tamamlanmıştır.” İbnü’l Arabî, Fusûsu’l- Hikem, s. 26.
[83] “İnsan-ı Kâmil, gayb
ve şehâdet arasında bir berzâhtır, kendisinde kulluk ve efendilik hakikatinin
zuhur ettiği bir aynadır.” Sadreddin Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri, çev:
Ekrem Demirli, İstanbul: İz Yay., 2009, s. 40-41. “Allah, insân-ı kâmil’i rûhu,
sûreti ve mertebesi itibariyla bir bütün olarak, kendisine tam ve kâmil anlamda
delâlet eden eksiksiz bir delil yapmıştır.” Konevi, Fâtiha Suresi Tefsiri,
s. 245. Ayrıca bkz. Konevî, Tasavvuf Metafiziği, s. 137141.
[84] İzutsu, İbn Arabi'nin Fusûs'undaki
Anahtar-Kavramlar, syf. 290.
[85] İzutsu, İbn
Arabi'nin Fusûs'undaki Anahtar-Kavramlar, syf. 289.
[86]Şeyh Bedreddin, Varidat, s. 148.
[87] Şeyh Bedreddin, Varidat,
s. 173.
[88] Şeyh Bedreddin, Varidat, s.
147-48.
[89] “Allah, kendisini
cemal ve celal sahibi olarak nitelemiş, bizi de heybet ve ünsiyet özelliğinde
yaratmış. Allah’ın kendisini nitelediği ve isimlendirdiği her şeyde durum
böyledir. Bu iki [karşıt] niteliği ‘iki el’[Sâd:75] diye ifade etti. Bu ‘iki
el’, Haktan insan-ı kâmilin yaratılışına yönelmiştir; çünkü insan-ı kâmil,
âlemin hakikatlerini ve tekillerini kendinde toplayandır. O halde âlem görünen,
halife ise görünmeyendir. Bu nedenle hükümdar perdelenmiştir. Allah, Âdem’in
[yaratılışında] iki elini yalnızca Âdem’i şereflendirmek için birleştirdi. Bu
nedenle İblis’e şöyle dedi: İki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan
nedir? [Sâd:75]. İki el ile yaratılmış olmak, Âdem’in iki sureti - âlemin
suretini ve Hakkın suretini- kendinde toplamasının ta kendisidir. Bu iki el,
Hakkın elidir. İblis, âlemin bir parçasıdır ve bu toplayıcılık [özelliği] onun
için gerçekleşmemiştir. Bu nedenle, [İblis veya başka birisi değil, bu
toplayıcılığa sahip olan] Âdem halife oldu. Âdem, halife olduğu işte kendisini
halife yapanın [Hak] suretine göre var olmasaydı, halife olmazdı. Halife olduğu
kimselerin istekleri[ni karşılayacak şey] Âdem’de bulunmasaydı -çünkü onlar
[varlık ve bekâlarında] insana dayanır, dolayısıyla insan-ı kâmil, onların
muhtaç olduğu her şeyi karşılamalıdır -onların halifesi olamazdı.”
İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l- Hikem, s. 30-31.
[90] Demirli, Fusûsu’l- Hikem Şerhi, s. 43.
‘Bir şey, övgüye ve kötülemeye konu olması bakımından temiz
ve çirkin olabilir. Hz. Peygamber sarımsak hakkında, ‘kokusunu sevmediğim bir
bitki’ demiş, [ama] ‘kendisini sevmem’ dememiştir. Dolayısıyla [bir şeyde]
hakikat çirkin görülmez, yalnızca ondan ortaya çıkan şey çirkin veya nahoş görülebilir.
Bu nedenle çirkin ve nahoş bulmak ya doğaya ya da gayeye yatkın olmama
nedeniyle alışkanlık tarafından belirlenir. Bazen kötülük, şeriat bakımından b
ir kötülüktür ya da hedeflenen yetkinlikten eksik kalmaktan kaynaklanır.
“İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l- Hikem, s. 241.
[94] Şeyh
Bedreddin, Varidât, s. 142.
[95] William Chittick, Varolmanın
Boyutları, çev. Turan Koç, İstanbul: İnsan Yay., 2013, s. 206.
[96] “Bilir ki [insan],
ona iyiliği ve kötülüğü veren bizzat kendisidir. İyilik derken o kişinin
gayesine uygun, doğasına ve mizacına yatkın şeyi kastettiğim gibi kötülük ile
de amacına uygun olmayan, doğasına ve mizacına yatkın olmayan şeyi
kastetmekteyim... Bilir ki, onda meydana gelen her şey, o şeyin kendisinden
meydana gelmiştir. Nitekim daha önce bu meseleyi bilginin bilinene tabi
olduğundan söz ederken belirtmiştik.” İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l- Hikem,
s. 126.
[97] Şeyh
Bedreddin, Varidat, s. 137.
[98] “Âlemde her şeyin
yalnızca temiz olanını bilip kötüye hiç aşina olmayan bir mizaç bulunabilir mi,
bulunamaz mı? Bizce böyle bir şey olmaz; çünkü âlemin kendisinden ortaya
çıktığı asılda [Hak] böyle bir durum görmedik. O asıl, Haktır. Biliyoruz ki,
Hak [bazı şeyleri] sever [bazı şeyleri] nahoş bulur. Kötü nahoş görülen şeyden
başkası olmadığı gibi temiz [güzel] de sevilen şey demektir. Âlem Hakkın
suretine göre var oldu. İnsan ise iki surete göre var oldu. Dolayısıyla her
durumdan yalnızca birisini algılayan bir mizaç yoktur. Tam tersine kötü
olduğunu bilmekle beraber, kötüden iyiyi [çirkinden güzeli] algılayan bir mizaç
söz konusu olabilir. Bununla birlikte, [iyi diye algıladığı] o şeyin zevk
bakımından kötü, zevk olmaksızın ise iyi olduğu bilinir. Böylece bir şeydeki
iyiliği görmek, o şeydeki kötülüğü algılamaktan insanı alıkoyar. Böyle bir şey
olabilir. Âlemden, başka bir ifadeyle oluştan kötülüğün bütünüyle kaldırılması
ise mümkün olamaz. Allah’ın rahmeti, iyi kötü her şeydedir. Kötü kendiliğinde
iyiyken iyi de kötüye göre kötüdür. Bundan dolayı her iyi şey, bir bakıma,
herhangi bir kimsenin mizacında kötü olduğu gibi bunun tersi de doğrudur.”
İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l- Hikem, s. 242.
[99] İbnü’l-Arabî,
Fusûsu’l- Hikem, s. 136.
[100] Yrd.Doç.Dr.
Ahmet Kamil Cihan, Erciyes Üni. Şeyh Bedreddin Kongresi Tebliğleri içinde Bedreddin
Simavi'nin İnsan Anlayışı, Kayseri: Erciyes Üni. Matbaası, 1997, s. 41
[101] Cihan, s. 42.
[102] Şeyh
Bedreddin, Varidat, s. 179.
[103] Şeyh
Bedreddin, Varidat, s. 157-158.
[104] Şeyh
Bedreddin, Varidat, s. 134.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar