AYNADAKİ GİBİ SESSİZLİK...İNGMAR BERGMAN
Yazan: Fadıl TAYLAN
Ingmar
Bergman'ın filmografisinde 1961 - 1963 yılları arasında çevirdiği üç filim
özellikle önemli bir yer tutar; Bergman bu üç filmiyle artık olgunluk çağına girmiştir.
1957'de çevirdiği «Des Sjönde Inseglet - Yedinci Mühür» ve unutulmaz «Smult-
ronstüllet - Yaban Çilekleri»nden sonra bir duraklama dönemine giren Bergman,
bir trilogie'nin ilki olan «Sasom i en Spegal — Aynadaki Gibi» ile yeni bir
atılım yaparken, artık olgunluk çağında bir sinemacı olur. Kırk yaşını geride
bırakan Bergman bu üçlüsüyle yeniden kendini bulur ve güçlü bir dönüş yapar.
Gerçekten «Yedinci Mühür» ve «Yaban Çilekleri»ni bir yana bırakırsak, «Aynadaki
Gibi» ile Bergman, kısa bir duraklama döneminden sonra sinema san atının
görüntüsel olanaklarını en etkili biçimde kullanan sinemacıdır artık.
Bergman'ın
filmografisindeki bu üç yeni biçimdeki filim, gerek taşıdığı adlar, gerekse
kişileri arasındaki açık benzersizliğe rağmen, aynı temayı işleyip geliştirmesi
ve biçimsel birliği yönünden — Bergman'ın deyişiyle— bir Trilogie - Üçlü meydana
getirmektedir.
«Sasom
i en Spagal — Aynadaki Gibi» Bergman'ın 1961'de çevirmeğe başladığı Üçlünün
ilkidir. 8u filmle açılan perde «Nattvardsgisterna - Kutsal Ayin Koltukları»
(1962) ile devam edip, «Tystnaden - Sessizlik» (1963) ile son bulur.
Bergman
bu üç filminde aynı ortak temayı işliyerek, insanın durumuyla ilgili «belirsiz
gerçeği» yakalamaya çalışır. Kısacası bu üç film, Tanrı ve İnsan üzerine bir
denemedir. İnsanoğlunun yaradılışından bu yana uğraşmaktan bıkmadığı «boş
sözlerin» sinematografik bir denemesi...
Bergman'a
göre bu üç film de bir gerilemeyi, çekilmeyi, insanın kendine dönüşünü,
açıkçası «hizaya gelmesini» anlatır. Üçlünün ilkinde bu durum yakalanır,
İkincisinde çırılçıplak ortaya serilir. Uçüncüsü, yani «Sessizlik» ise Tanrının
sessizliğinden, susuşundan başka bir şey değildir. İnsanın desteğe en çok
gereksinme duyduğu, tutunacak bir dayanak noktası aradığı «o son anda» var olan
tek şey sadece sessizliktir.
«Aynadaki
Gibi» de Karin'in, «Kutsal Ayin Konukları»nda Thomas'ın, «Sessizlik»te Ester'in
içinde bulundukları durum cehennemin ta kendisidir. «Aynadaki Gibindeki
ruhsal cehennem «Sessizlik»te yerini fizik cehenneme bırakır. Her üç filmin
kahramanlarının, içinde bulundukları bağlantısız ve trajik durumdan kurtulmak
için harcadıkları boşuna çaba, üç filim arasındaki içsel ortaklığın tipik
örneğidir. Her üç filimde de öteki kişilerin trajik durumu, baş kişilerin
trajik durumuyla bağıntılı olarak gelişir.
Bergman
üç filminin ilkinde Tanrıyı arayan «ruh hastası» kadın ile “Sessizlik”te kendi
fizik gerçeğini arayan «beden hastası» genç kadının trajik serüvenini verirken,
bu iki aykırı - tip hasta kadının dramları arasına «Kutsal Ayin Konuklarının
inancı sallantıda papazıyla, somut mutluluğu bulmaya çalışan kadın kişinin amansız
çatışmalarını koyar. «Aynadaki Gibinde Karin görünmeyen saçma bir Tanrıyla
çatışırken, «Kutsal Ayin Konuklarında Papaz Thomas hem kendisiyle, hem de
kendisine tutkun olan Marta ile amansız bir savaşa girişir. «Sessizlik»te ise
Ester - Anna İkilisinin çatışması Tanrının artık hiç olmadığı bir ortamda geçer
ve kişilerin serüveni Tanrının sessizliği duvarına çarpan trajik sonla biter.
Bu «oda sineması» örneği üçlünün iç örgüsü böylece adım adım sessizliğe,
Tanrının Sessizliğine doğru yol alır; «Aynadaki Gibi»nin ruh hastası kadını,
Tanrıyı acayip bir yaratık kılığında, bir örümcek - Tanrı biçiminde görür.
«Kutsal Ayin Konukları»nda bu Örümcek - Tanrı kavramı yine söz konusudur ama,
Tanrı artık burada kendini göstermez. «Sessizlik»te ise artık Tanrı diye bir
şey yoktur. Bergman için Tanrı'nın varlığının' anlaşılabilir tek delili,
insancıl aşktır. Daha başka bir deyimle aşkın kendisi Tanrıdır. «Kutsal
Ayin Koıuıklar»nın inancı sallantıda. Hattâ irtancı yitik papazı, sevdiği eşi
öldüğü için eşiyle birlikte Tanrıyı da ölmüş bilir. Tanrı olsaydı onca sevdiği
eşi ölmeyecekti... Öldüğüne göre, demek ki Tanrı diye bir şey yok... Öyleyse onun
yerine başka bir güç bulmak gerek; bu da aşktır. İşte Thomas bunun için
inancını yitirmiştir. "Sessizlik"te ise aşk artık sadece marazî ve yolunu şaşırmış
biçimde, yani tam anlamıyla şehevî bir biçimde gözükür. Yabancı bir ülkede,
çevreyle hiç bir ilişkisi olmayan yapayalnız, bağlantısız üç kişinin geçirdiği
saatler ve dakikalar, cehennemin ta kendisidir. Cehennemi başka bir yerde
aramanın gereği yok... Çünkü asıl cehennem, belirli olan ve kişilerin içinde bulundukları
somut durumdur. Sessizlik»in kişilerinin gerek kendi aralarında, gerekse dış
dünya ve Tanrıyla tamamıyla kopmuş durumda olmalarının sonucu, ortada gözle
görünüp duyulabilen tek şey açığa çıkmış seksüel tutkulardır.
Hiçliğe
ve karanlığa doğru bu adım adım gidişte en umutsuz görünenler «Kutsal Ayin
Konuklarınnın iki baş kişisi, Thomas ile Marta'dır. Çünkü "Sessizlik"in zavallı
kişileri - hiç değilse Anna - bir çeşit cinsel doyuma varmayı başarabilir.
Oysaki Thomas ve Marta, her türlü haktan yoksun olarak tam bir yalnızlık içine
gömülürler. Özellikle inancını yitiren yoksul balıkçı Jonas'ın intiharla biten
serüveni bu yargıyı doğrulayacak niteliktedir. Marta film boyunca, Papaz
Thomas'ı bu Yalan-Tanrısından uzaklaştırmak için çabalar durur. Çünkü Martrf
için Tanrı diye bir şey yoktur. Aynadaki Gibinde Minüs' de dünyasında Tanrının
olmadığını söyler. Onun için tek gerçek, babasının nihayet kendisiyle ilk kez
konuşmuş olmasıdır. Gerçekten baba ve küçük çocuğun Karin'e karşı duyguları en
sonunda umutsuz bir sevgiye dönüşür.
Sözün
kısası Bergman «Yaban Çilekleri»nde bunca duyarlık, ustalık ve derinlikle
işlediği «ölüm* temasını «Aynadaki Gibi»de umutsuz bir c delil iğe» bırakır.
«Aynadaki Gibi »de delilik ruhsal bir hastalık, «Sessizlik»te ise bedensel -
fizik bir hastalık biçiminde belirir. «Aynadaki Gibi»nin Karin'i ne denli
yalnız, ne denli bağlantısızsa, «Sessizlik»in Ester'i de o denli yalnız ve bağlantısızdır.
Bergman'ın hemen bütün yapıtlarında inatla göstermeye çalıştığı bu
bağlantısızlık, anlaşamama temi, bu bu filmde çok daha ustaca ve duyarlıkla
işlenmiştir. «Sesslzllk»te Anna kızkardeşine, yattığı erkekle olan ilişkisinin
sadece bir beden birleşmesi olduğunu anlatır. Anna'ya göre, iki insanın aynı
dili konuşup konuşmamalarının da önemi yoktur. Çünkü iş sonunda aptalca bir
konuşmaya saracak ve mutlaka tartışmayla son bulacaktır.
Biçim
yönünden ise bu üç filim, Strinberg'in «Oda Tiyatrosu» deyimiyle tanınan, bir
çeşit intimiste dramatik anlayışın sinemaya uygulanışıdır. Bergman bu üç
filmini bu yüzden «Oda Filimleri» olarak nitelemiştir. Gerçekten üç filimde de
olaylar dizisi birkaç kişi arasında, sınırlı bir yerde ve kısa bir zaman
aralığında geçmektedir.
Söz
gelişi «Aynadaki Gibi» Baltık denizinin kıyı adalarından birinde ve dört kişi
arasında, «Kutsal Ayin Konukları» Mittsunda kilisesiyle Papaz'ın az ötedeki
oturma yeri Frostnas arasında yine birkaç kişi arasında, «Sessizlik» de bir
tren ve nihayet savaş öncesinde bulunan uydurma bir ülkedeki bomboş gibi
görünen bir otelde dört kişi arasında ve hepsi de en çok 24 saatlik bir süre
içinde geçmektedir. Kişilerin dış dünya ile ilişkileri ise hiç yoktur. Seyirci
sadece, kendi aralarında yaşayan kişilerin trajik serüvenleriyle yüz yüze
gelir. Bergman'ın anlatmak istediklerine uygun bir biçim bu... Her üç filimde
de bir zaman, yer ve eylem birliği söz konusu... Yani «Oda Tiyatrosu» ya da
«Oda Filmi»nin üç temel kuralına bu filmlerde uyulmuş oluyor. Ingnmar Bergman
da bu üç filmin biçimsel tanımlamasını yaparken. Oda filmi anlamına gelen
«Kammerfilm» deyimini kullanmıştır.
Gerçekten
de Bergman'ın bu Üçlüsüyle eski Alman sinemasının Kammerspiel örnekleri arasında
derin bir ilişki vardır. «Saint - Sylvestre Gecesi»nde olduğu gibi Bergman'ın üç filminde de üç, ya
da dört kişi, trajedilerinin sürüp gittiği sürece dünyadan uzak, belirli bir
yerde ve kısa bir zaman aralığında kapanıp kalmışlardır. Gerçi «Yaban
Çilekleri» de 24 saatlik bir süre içinde geçer ama, bu bir Kammerfilm değil,
tam anlamıyla bir Roman-Filimdir. Bergman oda filimlerinde kişilerinin dramını
natüralist bir anlatım biçimini aşarak, daha çok Murnau, Stroheim, Welles gibi
görüntü ustalarının denedikleri yolla, yani eşyanın yerini değiştirerek ve
stilize ederek vermektedir. Bergman son derece karşıt ışık oyunları, alıcı
hareketleri, bakışlar, jest ve mimiklerle anlatmak istediği şeyin içine girmeyi
başarmaktadır.
«Aynadaki
Gibi» de «Yedinci Mühür» gibi Kutsal Kitaptan esinlenmiştir; «Aynadaki Gibi»nin
çıkış noktası, Paulus'un Korintuslulara birinci mektubunun 13 üncü bölümünde
yazılıdır . «Çünkü şimdi aynada anlaşılmaz bir biçimde görüyorum, fakat o zaman
yüz yüze göreceğiz. Şimdi az biliyorum, fakat e zaman bilindiğim gibi
bileceğim...»
«Aynadaki
Gibi» felâkete uğrayan bir ailenin 24 saatten az süren büyük, trajik serüvenini
anlatır. Filmin öyküsü Baltık denizinin bir kıyısında, ilk bakışta bomboş gibi
görünen, taşlık bir adada geçer. Soğuk ve kurşunî bir denizle çevrili bu çöl
gibi adada bir aile tatilini geçirmektedir. Bu ailenin filme konu olan en
önemli kişisi, tam bir ruhsal çöküntü içinde bulunan Karin (Harriet Andersson)
dir. Doktor olan kocası Martin (Max Von Sydow )ve küçük oğlan kardeşi Fredriki
öteki adıyla Minus - (Lars Passgard) ile İsviçre'den yeni dönen aile reisi
David (Guryıar Björnstrand) da genç kadının çevresinde yaşayan ve o'nun
trajedesfne ortak olan kişilerdir. Kısacası Bergman burada, dört kişilik, bir
ailenin trajik serüvenini 24 saatlik bir süreye sığdırmaktadır.
Bu
arada sözü edilmesi gereken, filmin dramatik yapısına tıpatıp uygun bir dekor
var: Terkedilmiş bir ada, soğuk ve kurşunî" bir deniz, rüzgâr ve
alabildiğine hüzünlü bir gökyüzü. Bu kurşunî renkte hüzünlü gökyüzü, yağan
yağmurla sanki denize karışıyormuş gibi görünür. Şiirli görünümdeki bu hüzünlü
dekorda Bergman'ın kişileri yavaş yavaş sahneye çıkar, kımıldar, acı çeker ve
seyirci de gittikçe artan bir ilgiyle kendini bu havaya kaptırıverir.
Filmin
içine girmeye, ona katılmaya başladıkça, bir yüz ve o yüzün yankısını görürüz.
Bu yankının da ötesinde aklın artık söz geçiremediği, bilinmeyen bir dünya
başlar. Genç kadiri bu bilinmeyen dünyanın gizliliğini, gerçeğini araştırmaya
koyulur. Araştırırken de daha çok delirir. Öteki üç kişi, kar- dişi, babası ve
eşi ise başlangıçta genç kadını sadece gözetlerler. Ama Karin'in deliliği,
onları da kendilerine getirir. Karin'in deliliğiyle yaralanmış bu üç kişi,
sonunda artık bu deliliğin tutsağı olmuştur. Ailenin trajik serüveni gittikçe
yoğunlaşır. Genç kadın bu üç kişiye sırasında şöyle bir dokunur, sırasında gücendirir,
sırasında acımasız bir saldırıya geçer ve onları kendi çemberinin içine alır.
Bu üç kişi Karin'in deliliği yüzünden kıskıvrak bağlanmışsa da her şey bitmiş
değildir; bütün bütün bir kayboluş olamaz; çünkü delilik bir musibetse, bir
ışıktır da... Zira bu delilik Karin'in kişiliğinde, görmek istemeyenleri de
aydınlatır, karanlığı dağıtır. Yani burada Karin'in deliliği, çevresindekilerin
kendilerine gelmelerini sağlayan, onları hizaya getiren bir «meşale» görevini
görür. Karin'le yüz yüze gelindiği, onunla ilişki kurulabildiği ölçüde, üç
insan varlıklarının nedenini, geçmişlerinin hesabını daha iyi
kâvrıyabilecektir. Ancak Karin'in deliliği önündedir ki, babanın insan sevgisi
yükselir ve geçmişin hataları gün ışığına çıkar.
Fakat
burada zaferi kazanan, gerçekte Bergman'ın filozofik düşünceleri değil,
görüntüdür. Bergman'ın görüntü olarak bu filminde eriştiği ustalık karşısında,
sadece saygıyla eğilmek gerekir. Fransız eleştirmeni Pierre Marcabru «Aynadaki
Gibi» için yazdığı eleştiride şöyle diyor; «Aynadaki Gibi, hiç şüphe yok',
Bergman'ın Yaban Çilekleri'nden bu yana yaptığı en iyi ve çok büyük bir
filimdir. Bu filim her halde Bergman'ın bize şimdiye dek vermiş olduğu
filimlerinin en önemlilerinden biri ve stilini; sinema dilini en iyi
belirleyen, Bergman'ın düş ve tutkularını en iyi dile getiren anahtar bir
filimdir.» Ünlü Fransız sinema tarihçisi ve eleştirmecisi Georges Sadou'l da,
«Aynadaki Gibi» ile Bergman'ın çok iyi ve verimli bir döneme girdiğini
belirterek, sinema anlatımı ve oyuncu kullanmada az raslanır bir ustalığa
eriştiğini yazıyordu. Nitekim filmin 1962'de «En iyi Yabancı Filim» Oskar'ını
aldığı gibi Berlin Filim Festivalinden de eli boş dönmedi.
...
ve perdenin sonu: Sessizlik
Vakit
öğle üzeri. Boş; ve sanki gerçek değilmiş gibi görünen bir tren rayların üzerinde
kayıp gitmektedir. Bir kompartımanda iki genç kadın ve bir oğlan çocuğu. İki
genç kadın ve küçük çocuk hakkında henüz bildiğimiz hiç bir şey yoktur; iki genç
kadın yalnızca bir görüntüdür. Görünen şey ayrıntılar ve bir de değişmeyen
manzaradır. Kompartımanda ne bir değişiklik, ne bir hareket görülür. Bununla
birlikte seyirci kendini ister istemez bu görüntünün büyüsüne kaptırıverir.
Derken yavaş yavaş oyunun belirtileri sezilmeye başlar. Ama yine de sözü
edilmeye değer bir eylem yoktur. Var olan hareketsizlik ve sessizliktir.
İki
kadın kardeştir. Bilinmeyen yabancı bir ülkeyi hızla geçmektedirler. Yolculuğu
yarıda bırakmak zorunda kalırlar ve tıpkı Alain Resnais'nin «L'annee dernidre i
Marienbad - Geçen Yıl Marienbad»ında olduğu gibi eski biçimde ve ıssız bir
otele yerleşirler. İki kızkardeş kapalı bir odada, her biri kendi yalnız
dünyasına kapanık yaşamaktadır. Dış gerçek onları hiç etkilemez; çünkü geçerli
olan tek gerçek kendilerinde, ruhlarındadır. Ne biri, ne öteki yalnızlığa
dayanacak yaratılıştadır. İkisi de aralarında karşılıklı bir anlaşma yaratma,
insancıl ilişkiler kurma gereğini duymaktadır. İki kadından biri, çaresiz bir
hastalığa yakalanmıştır; aydın bir kişiye benzer, çeviriler yapar,
konuşmalarından aydın bir kişi olduğu belli olur sonradan. Suçlu bir aşk
beslediği kızkardeşine yaklaşmaya çalışır. Ama kardeşini hoşnut edemiyeceğini
de bilmektedir. Bu güçsüzlüğünden ötürü büyük acı çeker. Kendini alkole vurması
da dindiremez bu acıyı.
Öteki
ise azgın, bir dişi, içgüdülerinin ve zevklerinin tutsağıdır. Kızkardeşinin
açıktan açığa olmasa bile, sevici nitelikteki sapıkça yaklaşmaları kızdırır
onu. Hatta ince yaradılıştaki hasta kızkardeşinin umutlarını büsbütün kırmak
için ne gerekirse yapar. Her türlü zalimce davranışları bile seçmekten
çekinmez.
Bu
karmakarışık erotik ilişkiler girdabı içinde, birtakım şeyleri tamamıyle
anlamasa bile, sezinleyen küçükbir oğlan çocuğu gezinir. O da çevresiyle
ilişkiler kurmayı dener. Kendini yapayalnız, itilmiş bir insan olarak
hissederse de, otelin ıssız koridorlarında kovboy oynayarak avunmaya çalışır.
Filmin en çarpıcı kişisi de, bu hiç bir şeyden haberi yokmuş gibi gezinen, ama
aslında duygularıyla bir şeyler yakalayabilen bu çocuktur. Bergman henüz el
bile değmemi;, kirletilmemi;, tertemiz bir ruh taşıyan bu insan varlığıyla,
giriştiği olağanüstü denemeden başarıyla Sıyrılır.
Bir
öğle üzeri sessizliğinde başlayan film, yine trende bir öğlen üstü sessizliğinde
sona erer. İki saate yaklaşan projeksiyon süresi içinde, sadece ü; kişinin,
bizim dünyamızda yaşayan üç kişinin fısıltılarını duyarız. Bergman kişilerinin
serüvenini bize çarpıcı tfir biçimde verir.
Bergman'ın
OPUS I—II—III olarak nitelediği Oda Filimleri Üçlüsünün sonuncusu olan
«Sessizlik», üç filmin içinde en çok tartışılanı oldu. Filmi ahlâk dışı olmakla
suçlayanlar, aslında birtakım şeyleri açıkça konuşmaktan kaçınanlardı. Bergman
bu filminde ,insanın kafasında geçen şeyleri, ister Tanrı, ister aşk, isterse
başka şeyler olsun, çağının insanın* yaraşır bir serbestlik ve açık
yüreklilikle veriyordu.
Filim
Stockholm'de ilk gösterilişinde büyük bir ilgiyle karşılandı. «Dagensnyheter»
gazetesinde Mauritz Edström, Bergman'ın bu filmiyle sanatının zirvesine
ulaştığını yazarken, «L/Expressen» de de Lasse Bergström «Bergman bize çarpıcı,
ama ölümün, aşkın ve kadın dünyasının katıksız bir tanımlaması olan başyapıtını
verdi» diyordu. Genellikle Bergman'ın filmlerine karşı biraz sertliğiyle
tanınmış sinema eleştirmeni Robin Aood bile, «Stockholm Tidningen»de,
«Sessizlik» üzerine heyecanlı bir eleştiri yayınladı. Filmin başlangıcını «Bir
görüntüler senfonisi» olarak niteleyen İsveç'in bu en tanınmış sinema yazarı
daha da ileri giderek «Şimdiye dek asla Sessizlik gibi bir filim
yapılmamıştır. Bergman, sinema krallığında tahtına yeniden oturdu» diye yazıyordu.
Gerçekten
«Sessizlik - Tystnaden», Bergman'ın düşüncelerini en etkili biçimde veren bir
sinema çalışması olduğu gibi, oda filimleri türünün ve hattâ çağdaş sinemanın
en güçlü yapıtlarından biri oldu.
Kaynak:
INGMAR BERGMAN Aynadaki Gibi Sessizlik, BİLGÎ YAYINEVİ, 1967 İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar