Cemil Meriç Muhtelif Eserlerinden
CEMİL MERİÇ’İN BİR DÜNYANIN EŞİĞİNDE ADLI KİTABINDAN
İlk
telif eseri olan Bir Dünyanın Eşiğinde, o zamana kadar "coğrafyasında tek
kıta, kafasında tek yarım küre" olan Meriç'in Asya'yı, özellikle
"Hint"i keşfidir. Olemp'i ararken Himalaya çıkmıştır karşısına. 48
yılını gömdüğünü söylediği bu kitapta, düşüncesi ve şiiriyle, dini, felsefesi,
masalıyla Hint edebiyatını ve uygarlığını inceleyen Meriç'e göre,
"Çağdaş
Avrupa, en aydınlık taraflarıyla Hint'in bir devamıdır". Düşünsel
serüveninin tamamında olduğu gibi bu mihnetli çalışması sırasında da zaman
zaman okuyucusunu bulamamaktan, anlaşılma-maktan şikâyetçidir. Ama herkesi
davet ettiği bu dünya, düşünce hürriyetinin vatanıdır. "Hint," der
Meriç,
"Her
inanca söz hakkı tanıyan bir ülke olduğu için ikinci vatanım oldu. Bu kitapta
rüyaları ve realitesiyle bütün Hint var... yani bütün insan."
“ÖNCE AMEL
Demek
çektiğimiz acıların tek sorumlusu: biziz.
Huzur
bir tesadüf değil, bir mükâfat.
Benlik
dediğimiz heykeli, daha önceki doğuşlarda kendimiz yonttuk.
Rastgelelik
yok kâinatta.
Yaptığımız
her hareket, gelecek hayatlarımızın kaderini çizmekte.
İnsana
bu kadar geniş bir sorumluluk yükleyen başka bir inanç tanımıyoruz. Batı'nın
soyaçekim nazariyesinden çok daha kucaklayıcı, çok daha sert bir determinizm bu[1].
Önce
Amel, sonra Varlık.
Ortaçağ
skolastiğinin iddia ettiği gibi, önce Varlık, sonra Amel değil.
Zekâ
kendi kendini yaratan bir çaba.
Karman:
Cihanşümul adalet. Bu inanç yalnız Vedanta ahlâkının değil, Budizmin de kemer
taşı. Hind'in şer meselesine getirdiği çözüm aydınlık... ve insanca.
Tanrı'yı
kötülemeden, dünyadaki kötülükleri izah etmek ancak Karman ile mümkün.
Madem
ki felaketlerimizin kaynağı daha önceki doğuşlarımızda işlenen günahlar; niçin
ve kime isyan edeceğiz?
Acı
çekmek: eski bir borcu ödemek ve mutlu bir geleceği hazırlamak.
Bugünü
yapan: dün.
Ama
yarına karşı tamamen hürüz. Yarın, bizim dokuduğumuz bir kumaş.
Ne
var ki insanlık bir bütün. Soyumuzun işlediği günahlardan da sorumluyuz bu
anlayışa göre.
Hepimiz
Tek'in türlü tecellileri değil miyiz?
Amel,
bir gergef; ipliği arzu (Kama). Mutluluk için fazilet yetmez, arzulardan da
sıyrılmalıyız.
Bu
acılar gayyasından kurtulmadıkça hükümdar olmuşuz, parya olmuşuz, ne farkı var?
Hayır
da, şer de zincir.
Biri
hafif, öteki ağır.
Amaç:
bütün zincirleri kırmak.
"Susuz
bir kuyuya düşen kurbağa gibi kıvranmak istemiyorsak, yeniden doğuş
zincirlerini kırmalıyız.
Korkunç
olan ölüm değil, sürekli doğuşlarımız.
Zerre
bütüne karışmalı ki hasret dinsin.
Bizi
hayat denen ezelî cehennemden yalnız Bilgi (cnana) kurtarabilir.
"Birlik
sırrından habersiz olanlar, yerini bilmedikleri bir hazineyi arayan körlere
benzerler. Atman (insanın ruhu, özü, can
) –Brahman
[2]
sırrına erenlerse her türlü kaygıdan, her türlü kuşkudan azat olur. Atmanla
kaynaşan, rüyasız bir uykunun huzuruna kavuşmuş, Çokluk'tan Teklik'e yükselmiş,
dertlerden kurtulmuştur". Nedir bu Atman-Brahman?
VAHDET-İ VÜCUT
"Ötelerin
ötesidir, Brahman, yücelerin yücesi. Tanrıları yaratan O.
Başlangıçta
yalnız O vardı. Her yerde O, her şeyde O.
Adlar
değişik, kalıplar ayrı, cevher tek: Brahman. Göremeyiz, duyamayız, kavrayamayız
Brahman'ı.
Beyin
sınırlı, Brahman uçsuz bucaksız.
Bütün
sığar mı Parça'ya? Brahman ne O dur, ne Bu".
Ama
Brahman'ın dışında başka bir Kâinat da var: medleri, cezirleri, fırtınalarıyla
benliğimiz:
Atman.
Atman zerreden küçük, Atman evrenden yüce.
"Vücut
bir araba, sahibi: Atman.
Akıl:
arabacı.
Koşumlar:
idrak.
Duyumlar:
at.
İdrak
duyumlardan, akıl idrakten, Atman akıldan üstün".
Aynı
ağaçta iki kuş...
Tüyleri
pırıl pırıl ikisinin de.
Biri
meyvesini yer ağacın, öteki hareketsiz huzur içinde".
Bu
ağaç kişiliğimiz.
Kuşların
ilki vehimler âleminde bocalayan Ben...
İkincisi
zamanın ve mekânın ötesinde, değişmeyen Ben: Atman.
Gerçekte
kuş tek.
Atman
için ne doğum var, ne ölüm.
"Hem
kıpırdar, hem kıpırdamaz. Hem uzak, hem yakın.
Hem
her şeyin içinde, hem de her şeyin dışında.
Bütün
varlıklarda O'nu, O'nda bütün varlıkları gören şüpheden azat olur".
"Tabiat:
bir vehim.
Bu
vehmi yaratan ulu Tanrı.
O'nun
zerreleri uçuşur dünyada, zaman zaman".
Dış
dünya, çöldeki serap gibi...
"Gözle
görürsün ama, gerçekte yok.
Susuzluğunu
arttırır sadece, gidermez.
Karanlıkta
yılan sandığın, aydınlıkta bir ip.
Korkun
da, kaygın da bir vehim: Maya".
"Testi
toprak, dalga su, bilezik, altın, kâinat Ben...
Tanrılar
yok olduktan sonra Ben varolacağım".
"Düşünen
kavrayamaz Atman'ı, düşünmeyen kavrar. Anlayan anlayamaz, anlamayan
anlar".
"Bilgeye
Atman nedir diye sorarlar.
Cevap
vermez. Israr edilince, söyledim ama, anlayamadm, Atman sükuttur, der".
"Güneş
onun buyruğu ile doğar, rüzgâr onun buyruğu ile eser. Agni de, İndra da, Yama
da onun buyruğu ile dolaşır".
Dış
dünya, iç dünya...
Bu
ikilik bilgisizliğimizden doğan bir kuruntu.
Varlık
tek: Atman-Brahman.
Hegel'i
hatırlatan bir diyalektik. Atman, tez. Brahman, antitez.
Atman-Brahman,
yani tek varlık, mutlak varlık, sentez.
"Gökte
bir tek ay var. Ama sularda aksi sonsuz.
Her
testinin suyunda başka bir ay. O testilerden biri de sensin. Ateşten fışkıran
kıvılcımlar gibi, tek cevherden fışkırmış bütün varlıklar, Atman: bir örümcek,
dünya: ördüğü ağ".
Her
meyvede tohum, her canlıda Atman var. Sevgilide bizi çeken o. Çocuğumuz ondan
bir zerre diye aziz. O'nu, ben'i, onları değil, bütün varlıkları kucaklamalı
sevgin. Bütün varlıkları, yani Tanrı'yı. "Brahman'ı Atman'ın dışında
arayanı terk eder Brahman.
Tanrıları
Atman'ın
dışında arayanı terk eder Tanrılar.
Bütün'ü
Atman'm dışında arayanı terk eder Bütün. Atman Brahman'dır, dünyalardır.”
sh.117-119
BRAHMA
"Ben
her şeyin bağrından fışkırdığı Kaynak,
Ben
her şeyin bağrında kaybolduğu Umman...
Ben
Erkek, ben Dişi,
Ben
Kadim, Ben binbir çehreli Tanrı:
Brahma,
Ben Kâinatı oynatan Vehim.
Sonsuz
ruhum, varlıkların otağı,
Ataların
atasıyım, atam yok,
Tanrılar
bağrımda doğar, bağrımda ölür.
Kanımda
ilk şafakları kızıllaştıran,
Ne
geceler vardı henüz, ne şafaklar.
Geçmiş
benim, Şimdiki An ben, Gelecek ben,
Her
şey bende doğar, bana döner,
Ben
bütün canlılarım, ben bütün ölüler.
Size
Varlık gibi görünür ama,
Rüyamın
yarattığı o sayısız dünyalar,
Gecelerimi
aydınlatan birer şimşek,
Geçici
birer parıltı, kaybolan birer hayalet.
Neden
bu kadar yalan, diye soracaksınız.
Ruhum
rüyalara muhtaçtı, birer yıldızdı bu rüyalar,
Gamlı
sonsuzluğumu çiçeklendiren,
Ölümsüzlüğün
dehşetini gideren birer yıldız".
sh:127
“Avrupa,
sözde Hıristiyan.
Bencillikten
başka kanun tanımıyor.
Çağdaş
insanı önüne katan hırs: menfaat.
Tek
kaygımız, hayatın tadını çıkarmak, bahtsızları mutluluğa kavuşturmak kimsenin
umurunda değil. Birtakım fedakârlıklara katlanır görünüşümüz, ayaklanmaları
önlemek için.
Devrimler
bencilliği ortadan kaldıracaktı güya, imtiyazlıların sayısını arttırdı, ihtirasları
körükledi, yeni bir ahlâk anlayışı getirmedi.
Fedakârlığa
yanaşan yok, her şey bizim olsun istiyoruz.
Toplumlar
bu yüzden uçuruma sürükleniyor.
Bizi
ne ilim kurtarabilir, ne teknik...
Eski
cemiyetleri kurtarabildiler mi?
Bu
kitabı dikkatle okuyalım...
Göreceğiz
ki bizden daha iyi düşünen, kurtuluş yolunu bulan insanlar varmış" (E.
Burnouf).” sh: 145
“Öldürmek... kimi öldüreceksin. Hayat yok edilebilir
mi?
Ölüm,
güneşin batışı.
Ölüm,
bir sis.
Ölüm,
bir şarkıyı çerçeveleyen sükût.
Bitmeyen
bir şarkıyı, bitmeyecek bir şarkıyı.
Beden,
gölgesi hayatın.
Gerçek
olan o değil.
Kâinata
bulutlardan bakınca, ölüm yok.
Sen
vazifeni yapacaksın.
Sevinmeden,
üzülmeden, öfkelenmeden.
Amel
bir zincir değil, bir kanat.
Bu
oyun ezelden başlamış Arcuna (Hint kahramanı).
Roller
ezelden dağıtılmış.
Sahnedesin
ve bütün gözler üzerinde.
Tabiat
gibi sakin olacaksın, tabiat gibi yalçın.
Tabiattan
farkın: zekân.
İlk
işin zekânı ışıklandırmak olmalı.
Bilen
ve gören bir irade insan.
Patikalara
sapmayan, yalpa vurmayan, ve yürüyen bir irade.
Ama
bu, tecelliler âleminin kanunu.
Gerçek
bilge tecelliler âleminden hakikat âlemine süzülebilendir.
Tanrı'yla
kaynaşan için ne hayır var, ne şer.
Hakikata
eriştin mi kitaplara ihtiyacın kalmaz.
Aradığın
ışık kendi içindedir.
Bilgeliğin
alâmeti ne istiğrak, ne cezbe.
Bilge,
arzulardan soyunan erdir.
Hedef
dünya nimetlerinden vazgeçmek değil, ihtirasların kökünü kurutmak, kendini
Tanrı'ya vermek, onunla kaynaşmak.
Arzular
denize karışan ırmaklar gibi dolacak ruhuna, onu bulandırmayacak,
dalgalandırmayacak.
Huzur
vahdet sırrına erenindir.
Bilgi
amelden üstün.
Upanişadlar
da böyle söylüyordu.
Öyleyse
amele ne lüzum var?
Ormana
çekilip kendimizi Tanrı'ya vermek dururken, niçin dövüşelim?
Arcuna
yine karanlıklar içindedir.
Amel
kutsal, adak kutsal, feragat kutsal.
Hangi
yoldan kurtuluşa varacak?
Zekânın
aydınlattığı amel yolundan.
Bilgiyle
amel kaynaşacak.
Amel'den
kim kaçabilir?
Yaşamak,
hareket etmek demek.
Bilgi
amelden üstün.
Ama
atalet amelden üstün değil.
Dava,
ihtiraslardan soyunmakta.
İhtiras,
yolumuzu karartan sis.
Arzuları
nasıl susturabiliriz?
Kendimizi
bir ideale bağlayarak.
Amel,
bir adak olmalı.
Esaret
bencillikte.
Amacı
haz olan, bocalar, yürümez.
Kurtuluş
karşılık düşünmeden didinenindir.
Kendinden
kopacak, varlıkların içinde eriyeceksin.
Tanrı'nın
kendisi de amel.
Tanrılaşmak
istiyorsan onun yolundan gideceksin.
Dünyada
kemal yok.
Kişi
madde kalıbından kurtulup ruhlaşmadıkça pir ü pak olamaz.
Ama
daha önce aşılması gereken duraklar var.
Önce
gündelik işler, sonra kurtuluş.
Büyükler
kalabalığa örnek olmalı.
Krişna
(Vişnu'nun bir avatarı olarak tapılır.) bunun
için hep hayat sahnesindedir: tecelliler âleminin sevinç ve acılarına ortak
olmak için insan kılığına girişi bundan.
Kazanacağı
yeni bir zafer mi var?
Hayır.
O, bir orkestra şefi gibi, hayat denen ezelî musikiyi düzenleyecek.
Hıristiyanların
Tanrısı dünyaya bir kere iner.
Bu
bir fedakârlıktır onun için.
Hind'in
Tanrısı yeryüzündeki savaşa sık sık katılır.
Dünyayı
karanlıklar basınca tarih sahnesinde boy gösterir ve yeni bir devir açar.
Kızmadan,
heyecanlanmadan başarır işini.
Tanrı'nın
zaman zaman insan kılığında tecellisi, kâinatın bitip tükenmeyen operasında bir
nevi leitmotiv. (ana motif,
nakarat, tema) ” sh:147-148
TRAJEDİSİ OLMAYAN SAHNE
"Hind'in ruhunu canlandıracak tiyatro kahramanı ne uzun
bir tarihin yükü
altında ezilen bir Agamemnon olabilirdi,
ne de Ortaçağ'ın karanlık hüznüne gömülen bir Hamlet veya
Faust.
O ülkeyi, balta görmemiş bir ormanın
kucağında unutulan bir genç kız temsil edebilirdi ancak.
Bir genç kız ki beşiğine koku serpen çiçeklerle kardeş ve
eliyle
beslediği ceylanlar kadar uysal".
Quinci
Dram
şüphe ile iman arasındaki bocalayıştan doğar, Quinet'ye göre. Trajedi
milletlerin hem kalbinde oynar, hem kafasında. Sophokles Sokrates'le,
Shakespeare Bacon'la çağdaş...
Hint'te
trajedi yok.
Toprağın
bağrından isyan çığlıkları değil, neşideler yükselir. Gerçi, sanatla felsefe
rahibin saltanatını yıkmak için elele vermiş gibi, gerçi Hint dramında
Brahman'a düşen rol çok defa soytarılık, ama bu çatışma sadece görünüşte.
TARİH
EZELİ BİR MONOLOG: KONUŞAN DA TANRI, DİNLEYEN DE.
Kâinat
bir tiyatro dekoru, Tanrı onu kendi eğlencesi için yaratmış.
Mevsimler,
ışık, hayat... hepsi vehim.
Böyle
bir dinle bağdaşabilecek tek trajedi kahramanı, bu hayalleri göz önüne serip
tekrar yok eden tabiat.
Hint
sahnesini aydınlatan bu panteizm.
Böyle
bir tiyatroda üç birliğe ne lüzum var?
Kahramanlar
istedikleri yerde dolaşırlar.
Sahne
boyuna değişir.
Yerde
başlayan maceranın gökte sona erdiği, iki perde arasında yıllar geçtiği olur.
Umumiyetle
tek macera ve sığ bir psikoloji.
Kahramanlar
kanlı canlı birer varlıktan çok bir hayal, bir şiir.
Böyle
bir sahnede kan dökülemez.
Tropik
ormanların doruklarından esen Himalaya rüzgârı, ama ne yırtıcı hayvanların
kükreyişleri duyulur, ne alaycı kuşların keskin çığlıkları.
Ümitsizlik
yok Hint tiyatrosunda.
Dünyaya
bir defa gelmiyoruz ki.
Biz
de bir gün mutluluğa ereceğiz.
Haksızlık
nasıl olsa cezalandırılacak, fazilet mükâfatsız kalmayacak.
Sahne
de hayatın, daha doğrusu hayatların bir özeti.
Hint,
dünyayı küçümseyenlerin vatanı.
Doğru,
ama tiyatroya eğlenmek için gidilir.
Şair
eserini alkışlayacak kibar seyircileri düşünmek zorunda.
Korku,
uzun sürmemek şartı ile, güzeldir.
Bunun
içindir ki durum sarpa sarınca Tanrı'nın arabası imdada yetişip kahramanları
acıdan ve realiteden kurtarıverir. Avrupalı'nın mucize diye adlandırdığı
müdahaleler, Hintli için gerçeğin ta kendisi, yani tabiî.
Yunan
trajedisine hiç benzemez Hint tiyatrosu.
Onda
ciddi ile komik kucak kucağadır. Hükümdarlar eski destanların dilini, yani
Sanskritçe konuşurlar. Yiğittirler, şairdirler, hayalperesttirler. Şark'ın
mübalağacı ve ölçü tanımaz zihniyeti ile modern bir Batılı gibi alay eden
soytarı, sağduyunun temsilcisi, nesrin hükümdarıdır. Vecitle aklın, şiirle
nesrin ezelî diyalogu: Don Kişot ve seyisi...
Aristophanes'in
tanrılaştırdığı, modernlerin biz bulduk sandıkları alay, Doğu'nun yabancısı
değildir. Büyülü bir çiçekten yayılan baş döndürücü koku: Hint şiiri. Ama yeşil
yaprakların ve çiğ taneciklerinin altında bir diken gizli.
Hint
tiyatrosunda lirizm, Yunan'da olduğu gibi, koroya yükletilmemiştir, bütün eseri
kaplar. Ama daha çok monologlarda yoğunlaşır, birer neşide olur. “Şakuntala"nın
dördüncü perdesinde genç bir rahip sahneyi bir Şark gecesinin ihtişamını anlatarak
açar:
"Sevgilisinden
ayrılan bir genç kız gibi boynu bükük ayın. Solgun bir nilüfere benziyor.
Nerdeyse şafak sökecek. Ay battı. O nilüferin pırıltısı hatıralaştı benim için.
Ünnap yapraklarında incileşen jaleler, güneşin altın ışıkları ile kıvılcım
kıvılcım. Manastırın damından mavi bir tavus uçtu, gözleri uykulu".
Bu
tiyatro baştanbaşa bir aşk neşidesi. Asya toprağından fışkıran tek ihtiras o.
Yunan tiyatrosunda böyle bir duygu yok. Bu bakımdan Hint, Yunan'dan daha yakın
bize. Gerçi panteizmle halelenen bir aşk bu. Her yerde canan, her şeyde
canan... Acıdan kıvranan bir genç içini şöyle döker:
"Bu
tomurcuklarda sevgilimin cemalini görmekteyim.
Ahunun
bakışında onun nigâhı.
Rüzgârın
okşadığı sarmaşık onun gibi salınıyor.
Ölen
sevgilim koku olmuş, renk olmuş, dağılmış bütün tabiata" ("Malati ile
Madhava").
Böylece
aşk dinleşiyor Hint'te, sevgili sonsuzla kaynaşıyor. Canan tanrılaşıyor, Tanrı
cananlaşıyor. Tabiat âşıklar için müşfik bir dost. Bulutlar haberci.
Sevdalıların üzerine çiçek yağmuru boşanır, Apsaralar korur âşıkları.
Hint
dramının başka bir özelliği de tabiat sevgisi... "Şakuntala"
kucağında büyüdüğü ormandan ayrılıp kocasının sarayına gidecek. Yeni geline
çelenkler örüyor orman perileri. Ve tabiat dile geliyor. Toprakla insan içli
dışlıdır bu edebiyatta. Yunan şiirinde tabiat yok gibi. İnsanın toprakla
böylesine kaynaşabilmesi için doğduğu yere kök salması lâzım. Hintli doğduğu
yerde ölür, aile değişmez, cemiyet hep aynı, fert bir ağaçtır adeta, topraktan
sökülünce feryat eder.” Sh:204-206
“Hintliler
düşünceyi birçok bölümlere ayırıp incelemişler. İnsan hayatının dört amacı var,
onlara göre: Bütün bilgiler bu dört amaç etrafında toplanabilir.
İlk
amaç servet (arta),
ikincisi
aşk (kama),
üçüncüsü
fazilet (darına),
dördüncüsü
de ruhun kurtuluşu (moksa).
Bu
dört amaca uygun olarak hayatımız da dört devreye (aşram) ayrılır: önce
öğrencilik devresi, sonra evlilik, dünya nimetlerinden kâm alınır, çoluk çocuk
sahibi olunur, sosyal görevler yerine getirilir. İhtiraslar dinip saçlar
ağardıktan sonra yeni bir devre başlar, içe kapanış. Ve yıllarca ormanda
yaşanır. Sonra da yollara düşülür. Hayatımızın son devresi ise dervişlik
çağıdır.
Hayatımızın
ilk amacı olan arta, dirlik düzenlik içinde yaşamak.
Arta'nın
gerçekleşmesini sağlayan bilgiler: iktisat, idare, politika...
Hint
çok ilgilenmiş politika ile. Onun da Hobbes'ları, Machiavel’leri var. Ama
politika sanatını bütün yönleri ile öğreten, ilmî eserlerden çok, masallar.
Hayvanların insana yaşama dersi verdiği bu hikâyelerde heyecanın, hassasiyetin,
ahlâkın yeri yok. Her an, yavuz bir kendini koruma içgüdüsü, azgın bir başarı
hırsıyla karşılaşmaktayız.
Kavga
tekniği, ahretle, dinle ilgisiz.
Hayvanlar
dünyasındaki insafsız boğazlaşmayı insan planına aksettiren bir teknik bu.
Birbirini parçalayan, birbirini yiyerek yaşayan mahlûklar... Sanki okyanusun
derinliklerindeyiz. Zaten bu edebiyat türünün adı "Matsya-nyaya"
(balıkların kanunu).
Yani
büyük balıkların küçükleri yuttuğu bir dünya.” Sh:231
KEŞMİR EDEBİYATI
14.
yüzyılda Müslümanlar'ın eline geçer Keşmir. Yalnız toprağı değil, gönlü de İslâm'ın
olur.
Keşmirli
Müslümanlar'ın kullandıkları yazı Arapça ve Farsça alfabeyi esas alır.
Edebiyatları çok verimli değil.
Bu
dildeki en eski eser "Mahanaya Prakaşa" (Büyük Işık). Yazarı
Şitikanta 13. yüzyılda yaşamış.
14.
yüzyılda, sofiliğin etkisini göstermeye başladığı bir dönemde, Lâl Ded çıkıyor
karşımıza.
Lâl
Ded, atalarının inancını terennüm eden tek değerli şair. Lâl Ded kadın. Lâl
Ded, Şiva'ya âşık bir "meczub-u ilahî". Üryanlığını tan edenlere, "kimden
utanayım" dermiş, "insan kalmadı ki, insan, Tanrı'dan
korkandır".
Canla
canan aynı Lâl Ded'e göre. Tanrı içimizde. Buz da su, kar da su.
Görünüşe
bakma sen. Erenler indinde Tanrı, evrenin ta kendisi:
Gök
de sensin, yer de sensin!
Hem
alansın, hem verensin.
Hem
çiçeksin, hem derensin!
Ne
ben var, ne sen var, ne o.
Lâl
Ded okyanusta yüzen bir sandal. Üryan, yollara düşmüş:
Bir
taze çamur testinin
İçinde
bulanık suyum” sh:259
“Dar
bir milliyetçilik yerine bütün ırkların elele verdiği bir işbirliği
istemektedir Tagor.
“Dünyanın
bütün kültürleri kaynaşmak, birbirlerinden feyz almalı. Hepimizin baş kaygısı,
milletlerin kültür alış verişi ve gönül birliği yapacağı meydanı hazırlamak.
Dünyanın problemi bizim problemimiz artık. Kendi medeniyetimizle dünyanın bütün
millî tarihleri arasında bir ahenk kurmak zamanı gelmiştir". Tagor bütün
kültürlere dost, "kültürün yabancısı olmaz". Doğu ile Batı'nın
yakınlaşması en büyük emeli.” Sh:277
“Çağdaş
Hind'i uyuşukluğun vatanı sananlar Vivekananda'yı okusun:
"Varlığını
başkalarına adayabiliyor musun?
Tanrı'ya
inanmamış, secdeye kapanmamış, ömür boyu felsefeyle ilgilenmemiş de olsan,
müminin ibadet, filozofun bilgi yoluyla erişebildiği kemale varmışsın"
diyen adam, elbette ki çağımızın ve bütün çağların en büyük mürşitlerinden
biri.
Vivekananda'nın
ilk İncili: Karma yoga, çalışma yolu.
"Köleleştiren
vazifeden kaç, içinden gelmeyen işi yapma...
Çalışmanın
tek amacı: çalışmak.
İş
bir sevinç olmalı bizim için, başka mükâfat beklememeliyiz. Evren uçsuz
bucaksız bir çalışma yeri.
Değerimizin
gerçek ölçüsü: her günkü hayatımız.
Her
sersem ömründe birkaç defa kahraman olabilir.
Her
gün kahraman olabiliyor musun?
Büyük
şöhretler gözlerimizi kamaştırmamalı.
İnsanların
en yüceleri tanınmadan göçmüşler.
Onlardan
yüzlercesi yaşamış her ülkede.
Sessiz
çalışmış, sessiz yaşamış, sessiz ölmüşler.
Sonra
düşünceleri bir İsa'da, bir Buda'da dile gelmiş. Biz tercümanları tanımışız".
Hakikata
götüren ikinci bir yol Bakti Yoga, gönül yolu.
Kıldan
ince, kılıçtan keskin bir yol bu.
Tanrıyı
seviyorum demek kolay. Nasıl ve niçin seviyorum? Bu aşkın kaynağı korku mu,
teslimiyet mi?
VAHİY
DİYORSUN, VAHİY AKILLA ÇATIŞAMAZ. KEŞİF YOLU AKILDAN GEÇER.
Raca
yoga üçüncü yol; Yogaların racası, şahı.
Amaç:
düşünceyi dağıtmamak, tek fikre bağlanmak, hep onu düşünmek, hep onu yaşamak.
Bu
çetin yolculukta ilk durak: nefse hâkimiyet.
Cnana
yoga, tenkit ve tecrübe yolu.
Din
de bir ilim, Vivekananda'ya göre. O da diğer ilimlerin araştırma metotlarını
kullanmalı.
"İlmin
tenkidine dayanmayan her inanç batıldır.
Tanrının
en büyük nimeti: akıl...
Düşünmemek,
küfürdür..
Her
bilgi dinin bir parçasıdır, din, bilgilerimizin bütünü.
Gezegenleri
tanımak zekânın parlak bir zaferi.
Ama
asıl zafer iç dünyamızı tanımak, tutkuları dizginlemek, ruhun hoyrat güçlerini
ahenkleştirmek".
Cnana
yoga bir çeşit ruh kimyası Rolland'a göre.
"ilmin
nereye gittiğini görmüyor musunuz?
Hint
ruhla uğraştı şimdiye kadar. Mantıktan, metafizikten hareket etti. Avrupa'nın
çıkış noktası, dış dünyanın müşahadesi. Ama vardıkları neticeler birbirlerine
çok benziyor. Biz ruhçular araştırmalarımız sonunda Birlik'i keşfettik.
Birliği, yani Tek'i, gerçeği. Madde ilmi de karşısında aynı birliği buldu.
Bütün ilimlerin amacı Bir'e varış".
"Din
de çağlarla gelişir, insan gibi. Tek düşmanı vardır, yobazlık. Yarının dini her
güzeli, her iyiyi bağrına basan bir ideal olmalı, yaşayan bir ideal... Din
ölüyor diyenler var, bence yeni yeni gelişiyor... Dinle ilim tarla yüzünden
kavgaya tutuşan iki kardeş. Tarlanın ekilip biçilmesi elele vermelerine bağlı.
Batı'yı ancak akılcı bir din kurtarabilir.
Aydınların
benimseyebileceği tek inanç: Advaita (vahdet-i vücut).
Buda'nın
aşk dolu gönlüyle Çankra'nın zekâsı neden kaynaşmasın?..
Değişiklik
olmayan yerde hayat yoktur. Keşke düşünceleri de insanlar kadar çoğalabilseler.
Her
din büyük hakikatin bir parçası. Zavallı bizler, kâinatı elimizdeki kafese
hapsetmeye çalışan birer çılgınız. Hakikata binbir yoldan varılır. Her yol hak.
Hepimiz düşe kalka hakikati arayan birer yolcuyuz, hoş görmek ne kelime, kim
kimi hoşgörecek?
Hind'in
son peygamberi Ramakrişna, sefil bir paryanın kulübesini saçlarıyla süpürecek
kadar insandı. Müslüman oldu, Hıristiyan oldu, nihayet anladı ki Tanrı ne
camidedir, ne kilisede, Tanrı kalbimizdedir. Mazinin bütün dinlerini kabul
ediyorum, Tanrılarınız benim de Tanrılarım, gönlümü geleceğin bütün inançlarına
açıyorum. Her kutsal kitap ezelî vahyin birkaç sayfası, daha çevrilecek sayısız
yapraklar var" diyor Vivekananda.” Sh:280-282
“ERKEKLE KADIN
Başlangıçta
kâinat Atman'dı(insanın ruhu, özü, can).
İnsana benziyordu Atman. Etrafına bakındı, kendinden başka bir şey göremedi.
Söylediği ilk söz şu oldu:
Yalnız
Ben varım. Böylece Ben kelimesi doğdu. Bunun içindir ki birine "kim
o?" diye seslendiğimiz zaman "Benim" der, sonra adını söyler.
Atman korktu, yalnız kalınca korkmamız bundandır. Atman: "madem ki yalnız
Ben varım, kimden, neden korkacağım?" diye düşündü. Öyle ya! niçin
korkacaktı. Ama keyifli değildi Atman. Bunun içindir ki yalnızlıktan
hoşlanmayız.
Atman
ikileşmek istedi., hem kadındı, hem erkek, ikiye bölündü, ilk karı-koca çıktı
meydana. Kendimizi yarım hissetmemiz, erkeğin kadına, kadının erkeğe ihtiyaç
duyması bundandır. Erkek Atmanla dişi Atman'ın birleşmesinden biz insanlar
dünyaya geldik. Sonra binbir kalıba girdi Atman: hayvan oldu, bitki oldu. Agni
de ondan fışkırdı, Soma da.” Sh: 318
“DOĞRULUK
Ruhumuzu
temizlemenin tek yolu: doğruluk. Doğruluk: göklere uzanan merdiven... Doğruluk:
necat'a götüren kayık.
Tanrılar'a
her gün bir at kurban etsen, doğruluk kadar makbule geçmez.
Bir
havuz yüz kuyuya bedel, bir adak yüz havuza... Erkek evlat yüz havuzdan daha
muteber. Bir doğru söz, yüz evlattan daha hayırlı.
Dünyayı
ayakta tutan doğruluk...
Güneş
doğruluk sayesinde doğar; rüzgârı estiren: doğruluk; sular onun yüzü suyu
hürmetine akar.
Doğru
söz en yüce fazilet, bilesin..
İbadetler
ibadeti: doğru söz.
Doğruluk
karşısında eğilesin.
Doğru
söz: şeriat.
Tanrılar:
hakikat, insanlar: yalan..
Tanrılaşır
doğru sözden şaşmayan.
Yalan,
bir bukağı; doğru söz: kanat...
Kır
zincirlerini arşa yüksel.
Eğrilik
insanı Tamu'ya sürükler.
Naradasmirti
KADIN
Kolay
söylenmeli bir kadının adı, anlaşılır olmalı, tatlı olmalı; uzun hecelerle
bitmeli bu ad ve bir duaya benzemeli.
Çocuk
doğurmak, çocuk yetiştirmek, ev işlerine bakmak., işte kadının vazifeleri.
Kendi
başına buyruk olmamalı kadın: küçükken babasının sözünden çıkmamalı, evlenince
kocasının. Dul kalınca oğluna itaat etmeli.
Hep
güler yüzlü olmalı kadın. Evini akıllıca idare etmeli. Hem çok az para
harcamak, hem kocasını rahat ettirebilmeli.
Erkek
bu, ayağı sürçebilir, başkalarına kaptırabilir gönlünü. Kadın anlayışlı olmalı.
Kocasının hiçbir meziyeti olmasa bile, Tanrılar gibi saymalı onu.” Sh:326-327
BHAGAVAD-GİTA'DAN
Ölümsüzlük
üzerine:
Yok
olmak diyorsun... kim yok olacak?
Her
canlı ezelden ebede akan bir ırmak.
Ömrümüz
zaman kadar uzun.
Çocuktuk
bir vakitler, genç olduk... yarın ihtiyarlayacağız.
Partal
bir libas gibi atacağız aşman bedeni, yeni bir bedenle doğacağız.
Mevsimler
gelip geçer Bharata, renkler, kalıplar değişir.
Beyaz
bir perdeye vuran gölgeler gibi, sevinçle keder.
Yokluktan
varlığa geçilemez Bharata, varlıktan yokluğa geçilemez.
Aşılmaz
bir duvar var vücutla adem arasında.
Evrenin
dokusu ölümsüz.
Ölümsüzü
kim yok edebilir?
Ruh
kalıptan kalıba girer, aşınmaz.
Başlangıcı
yok ki hayatın sonu olsun.
Ne
ezelle başlayan yok olur, ne ezelde olmayan var.
Öldüreceğim
diyorsun., kimi?
Ruha
vız gelir fırtınalar, seller vız gelir.
Ne
kılıç yaralayabilir onu, ne ateş yakabilir.
Yakalayamazsın
ruhu duyularınla, hayalinde kavrayamazsın. O, bütün değişmelerin dışında.
Ölüm
bir gerçek de olsa:
Hoş,
ölüm bir gerçek de olsa, acımak neye yarar? Mademki her doğan göçecek, mademki
bu bir almyazısı... ağlamakla ne değişecek?
Varlıklar
nereden geliyor, biliyor musun?
Nereye
gittiklerinden haberin var mı?
Neden
üzülüyorsun?
Sen
vazifeni düşün Bharata! Kşatriya dövüşür, ah etmez. Kan dökmeni haykırıyor
gelenek.
Kavga
savaşçının kutsal vazifesi.
Düşmana
sırtını çeviren yiğit, kendine güldürür herkesi. Adı lanetle anılır.
Günahtan
kurtulmanın yolu tek: bütün varlığı ile koşmak vazifeye, ötesini düşünmemek...”
sh: 362-363
“HİNDÎ EDEBİYATI:
KEBİRDEN
(Kazeruniye
tarikatının kurucusu Kebir (1440-1518) de tasavvuf edebiyatının öncüsüdür. )
Beni
nerede arıyorsun?
Mescit
tehi, kilise boş,
Ne
Hint'teyim, ne Çin'deyim.
Kulum,
senin içindeyim.
Güneş
de gönlünde, ay da gönlünde,
Gözlerin
kör dostum, göremiyorsun.
İçlerinde
ezel neyi çalıyor,
Kulakların
sağır, duyamıyorsun.
Bu
benim, bu senin kavline düştün.
İyi
ne, kötü ne, bilemiyorsun.
Benlik
davasından sıyrılmadıkça
Ne
yapsan boş, Hakka eremiyorsun.
Amel
bir çiçektir, bilgi bir meyve
Neden
o meyveyi deremiyorsun.
Misk
ceylanda, ceylan miskten habersiz,
Cevher
sende, akıl edemiyorsun.
O
diyar, mevsimler şahı baharın,
Göklerinden
nur boşanır o diyarın,
Nağmeler
kanatlanır toprağından
Binlerce
Krişna el pençe divan
Milyonla
Vişnu secdeye kapanmış.
Veda
okur sıra sıra Brahman.
İstiğrak
içinde binlerce Şiva.
Her
köşede rebap çalan bir Sarasvati.
Efendim
tecelli eder o diyarda,
Santal, ıtır dalgalanır rüzgârda.
Kaç
mutlu varabilir o diyara.
Hangi
kıyılara yolculuk, ey dost,
Yolcu
yok, yol yok önünde, rehber yok.
Deniz
nerde, gemi nerde, gemici nerde?
O
ülkelere sefer yok, gönül hey!
Ne
sandal var, ne sandalcı, ne halat,
Zaman
yok, zemin yok, asuman yok.
Nehir
yok, göl yok, umman yok.
Nerden
içeceksin, gönül hey.
Evren
serap, vaha sensin
Susuzluktan
yanıyorsan,
Kendi
çeşmenden içersin.
Akşam
hem göklerde, hem gönüllerde,
Gölgeler,
kıyısı olmayan deniz.
Açılsın
guruba pencereleriniz,
Kaybolun
aşk denizinde.
Gönül
lotusunun tüveyçlerinden
Süzülen
balı içiniz.
Dalgalara
bırakın kendinizi,
İçinize
dolsun umman.
Şarkılar
geliyor uzaklardan,
Şarkılar,
ilahiler, çan sesleri,
Coşkun,
muhteşem ve ürkek.
Kebir
der: kardeşim benim,
Bir
saksıdır bu bedenim.
Tanrı,
içindeki çiçek.
Aşk
şarkılarıyla çınlıyor gece,
Gündüz
aşk şarkılarıyla.
Toprak
kulak kesilmiş,
Sen
de dinle.
Ölüm
kendisinden geçmiş, raks ediyor.
Hayat
raks ediyor, kendinden geçmiş.
Toprak
sarhoş, dağlar sarhoş, ummanlar sarhoş.
Kahkahalar
geliyor uzaklardan,
Hıçkırıklar
geliyor.
Ağlayarak
raks ediyor insanlar.
Gülerek
raks ediyor.
Cübbeni
fırlat rüzgâra
Sen
de karış insanlara.
Zemin
sarhoş, zaman sarhoş
Bu
şarkılarla sen de coş.
MARAT ŞAİRLERİ: TUKARAM'DAN
Şiirler
yazıyormuşum,
Sözcükleri
benim değil.
Vecd
içinde dinlediğin
Bu
türküler benim değil.
Ben
Tanrının nadan kulu
Bilemezken
sağı solu
Bu
yol uluların yolu.
Bu
cevherler benim değil.
Bu yol uluların yolu.
Bu cevherler benim değil
Konuşan
O, söyleyen ben,
Öyle
duydum efendimden.
Tuka
der ki bu inleyen
Ses
benim, söz benim değil.”
Erenler
köyünde için aşk dolar,
Ne
bir kaygın kalır, ne ızdırabın.
Ben
o köyde gezer bir garip geda,
Dilendiğim
lütuf ayak türabın.
Sh:401-404
Kaynakça
Cemil MERİÇ hzl: MAhmut Ali Meriç Bir Dünyanın Eşiğinde [Kitap]. -
İstanbul : İletişim, 2010.
CEMİL MERİÇ’İN SAİNT-SİMON- İLK SOSYOLOG, İLK
SOSYALİST ADLI KİTAPTAN
Cemil Meriç'e göre çağımız Saint-Simon'la
başlamaktadır, Saint-Simon hem endüstri devriminin ideologudur, hem
sosyalizmin, Comte'un da, Durkheim'in de, Marx'ın
da hocası. "Saint-Simon kutupları ahenkleştiren adamdı. Hem akıl, hem
gönül. Zirveleri ve uçurumlarıyla büyük ve bütün. Fransa bir zelzeleden
çıkmıştı. Yakılan şatoların, devrilen kiliselerin harabeleri ortasında yeni bir
dünya kurmak... Aydını bekleyen vazife böylesine güç, böylesine şümullü idi.
Biz de bir fetret dönemini yaşıyorduk, mazinin değerleri altüst olmuş, yeni bir
değerler levhası kurulamamıştı. Devrim sonrası Fransa'sına benziyorduk.
Ülkemizin kördüğümlerini çözmek için, ondokuzuncu asrın en ansiklopedik
kafasından faydalanamaz mıydık?
'Saint-Simon, ilk sosyolog ilk sosyalist', toplumun dertlerine çare arayan bir
aydının, batı düşüncesine, daha doğrusu Düşünce'ye uzanışıdır" (Kırk
Ambar, Ötüken, 1980, s. 451).”
"Putları yıkmak" için kaleme aldığı Saint-Simon'u Türk
okuyucusuna şu satırlarla sunar Cemil Meriç:
"Yirminci
asır, ondokuzuncunun entelektüel fetihlerini aşamadı, hâlâ Nietzsche, hâlâ
Kierkegard, hâlâ Marx...
Düşünce
dünyasının bu rakipsiz tâcidarları içinde ismi en çok tekrarlanan şüphe yok ki
Marx. Kiliseleri, rahipleri, orduları var, Aristo'nunkini aşan bir hâkimiyet.
Çağımız insanı Marx'ın dostu, şakirdi veya düşmanı olarak mevcut, Kapital yazan
belli kinleri, belli ümitleri bayraklaştırdığı için cihanşümul, 'ilmî sosyalizm',
sosyalizmlerin en serti, en tutarlısı.
Marksizm bir terkip:
Alman felsefesini, Fransız sosyalizmini, İngiliz ekonomi politiğini kucaklıyor.
Ama
Marx'ın bu terkibe giren unsurları bütün canlılıkları, bütün usareleri, bütün
zenginlikleriyle muhafaza ettiği söylenemez. O, çağdaş Batı düşüncesini, belli
bir mizacın, belli bir sınıfın, belli bir dönemin ihtiyaçlarına göre ayıklayan
ve aktaran bir fikir adamıdır. Avrupalı için Marx'ı tanımak, Marx'ı hazırlayan
bir yaratıcılar zümresini de hiç değilse hatırlamaktır. Avrupalı tecessüsünü
sınırlamak zorunda değildir, kitaptan kütüphanelere atlamak elindedir.
Biz başka bir dünyanın insanlarıyız. Tanzimat'a kadar tek
kılavuzumuz vardı: Kur'an.
Avrupalılaştıktan sonra yolumuzu aydınlatacak yeni kitaplar
aradık ama kitaplar sayısızdı; tehlikelerle dolu bir dünyada pusulasız ve
haritasızdık, serseri bir tecessüsten başka yol arkadaşımız yoktu. Ne Comte'u
tanıyabildik, ne Kant'ı.
Korkunun ve anlayışsızlığın diktiği setler yıkılınca ülkemizi
istila eden biricik düşünce marksizm oldu, çünkü marksizm bir felsefe olduğu
kadar bir kavga silahıydı da, emrinde misyonerler vardı ve memnu meyvenin
cazibesi ile yüklüydü.
Düşünmedik ve düşünemezdik ki marksizm batı düşüncesinin bütünü
değildir, her ideoloji gibi o da bir sınıfın hakikatidir, hatta bir sınıf
hakikatinin mütevazi bir parçası.
Liberalizmin hiçbir temsilcisi ile tanışmamıştık, Marx öncesi
sosyalizmden haberimiz yoktu; bu dünya görüşü niçin sahneye çıkmış, hangi
meselelere cevap getirmiş, 'ilmî sosyalizm' önünde niçin sahneden çekilmişti?
Biz kapitalizme yeni giriyorduk, kapitalizmin olgunluk çağında
gelişen marksizm hangi problemlerimize ışık tutabilirdi?
Biz de, onsekizinci asır sonu Fransa'sı gibi bir ihtilâlin
ferdasını yaşıyorduk, bir değerler anarşisi içindeydik, yıktığımız dünyanın
enkazını nasıl temizleyecek, nasıl bir toplum kuracaktık?
Avrupa
bile Marx'ın büyüsünden kurtulmuş, kendine yeni kılavuzlar arıyordu. Yirminci
asrın büyük hayal kırıklığı, elbette ki mazideki bir hatanın veya hataların
eseriydi. Sanayi toplumunu bir acılar ve çılgınlar dehlizi yapan yanlışlık
nereden geliyordu?
Batı, elli yıldır tarihiyle hesaplaşmaktadır.
Derslerini
yeni baştan dinlemek istediği iki hoca var: Saint-Simon'la Proudhon. Biz
de seslerini yeniden duyurmaya başlayan o iki yol göstericiye kulak kabarttık
ve anladık ki Saint-Simon bir asrı dolduran düşüncedir" (Saint-Simon
dosyası, yayımlanmamış bir yazı, 1967). Sh:8-10
“Engels'in
şamarıyla realiteden tarihe göçen Eugène Dühring, kendinden önceki
sosyalistlerle alay eder: "Doğru olan isimlerinin ilk heceleridir der,
Fourier "fou" (deli) dur, Enfantin "enfant" (çocuk),
Saint-Simon "saint" (veli)".
Saint-Simon gerekten de "saint"di:
BÜTÜN VELİLER GİBİ TANINMADAN YAŞADI, KÜÇÜMSENDİ VE ÖLÜNCE IŞIK
OLDU.
"Yarışma
zevkini azgın bir savaş haline getiren, kuvvetin her yolsuzluğuna alkış tutan,
zengini kanma bilmez arzularla kıvrandıran, yoksulu ölüme terk eden rekabet,
burjuvazide servet hırsını, tefeciliği, en zalim ve kaba taraftarıyla
materyalizmi geliştirecekti. Liberalizmin benimsediği iktisat doktrinlerinin
özü: dağıtımı düşünmeden mal üstüne mal yığmaktı. Devlet endüstriye
karışmayacaktı. Kalbi yoktu bu doktrinlerin. Güçlüyü koruyor, zayıfı tesadüfün
kaprisine bırakıyorlardı".
"Şairler,
altın çağı insanlığın beşiğinde hayal etmiş; ilk zamanların bilgisizliği ve
kabalığı içinde bir altın çağ; demir çağ demek çok daha yerinde olurdu. Altın
çağ önümüzde, olgunlaşan bir toplum düzeninde. Atalarımız görmemiş böyle bir
çağı, bir gün çocuklarımız görecek. Altın çağın yolunu açmak bizlere
düşer".
SAİNT-SlMON
"Her
ilerleyişin ruhu ütopya.
Geçmişin
ütopyaları olmasa, insanlar çıplak ve sefil, mağaralarda yaşarlardı hâlâ; ilk
sitenin taslağını da ütopyalar çizer, insanca rüyalardan nurtopu gerçekler
doğar".
ANATOLE FRANCE” sh:36-37
KUĞUNUN SON ŞARKISI
Saint-Simon
ölümünden az önce şakirdi Olinde Rodrigues'e "son eserimiz Yeni
Hıristiyanlık ötekilerinden daha geç anlaşılacak" diyordu. "Artık
din insanları coşturamaz sanıyorlar, ne kadar yanlış! Katolik mezhebi modern
ilimlerle, modern endüstriyle çatışıyordu, ister istemez çökecekti. Bu bozgun
yeni bir inancın müjdecisidir, tenkidin ruhlarda bıraktığı boşluğu bu inanç
dolduracak".
"Yeni
Hıristiyanlık", bir konuşmayla başlar. Gerici sorar:
"Size göre dinin hangi kısmı ilâhî, hangi kısmı sonradan
katma?" İlerici cevap verir:
"Tanrı, insanlar birbirine kardeşçe davranmalıdır,
buyurmuş. Hıristiyanlıktaki bütün ululuk bu ilkede. Yeni din bu emri
gerçekleştirecek". Yeni kilisenin başlan yoksul sınıfın
refahına en fazla yardım edenlerdir.
Katolikler de Protestanlar da doğru yoldan ayrılmış. Halk
rahiplere inanmıyor artık.
Onbeşinci asırdan beri bütün buluşlar laiklerin eseri.
Matbaa kilisenin icadı değil, Amerika'yı keşişler bulmadı. Ne Dante rahipti, ne Ariosto,
ne Tasso. Rafaello, Michel Angelo, Leonardo da Vinci laiktiler.
Onbeşinci
asra kadar kan aristokrasisinin karşısına bir kafa aristokrasisi çıkaran, KARDİNALLERİNİ
HALKIN ARASINDAN SEÇEN KİLİSE, ONBEŞİNCİ ASIRDAN İTİBAREN HÜKÜMDARLARIN KEYFÎ
YÖNETİMİNİ DESTEKLER, ZENGİNLERİN SUÇ ORTAĞI OLUR. Bütün bunları maddî çıkarları
için yapar. Protestanlık Katoliklikten de gerici. Her iki mezhep de yerlerini
Yeni Hıristiyanlığa bırakmalıdır.
Yeni
Hıristiyanlık nedir?
Bütün
milletleri ebedî huzura kavuşturacak olan yeni bir din. Dünya nimetleri bütün
insanlarındır. Bilginler, sanatçılar, sanayiciler elele verip halkı
yükseltmelidir. Güzel sanatlar, tecrübî ilimler ve endüstri kutsal bilgilerin
başında gelir.
Cennete girmenin tek yolu vardır: acıları dindirmek, sefaleti
yok etmek.
Yeni
Hıristiyanlık, yanlış anlaşılmış, Leroy'a göre. Çağdaşların dikkati iki
kelimeye takılmış: din ve Hıristiyanlık.
Mistik yorumlar almış yürümüş. Oysa Saint-Simon okuyucuyu ürkütmemek
için en yeni fikirleri en eski kelimelerle sunar. Gerçekte o, Hıristiyan
olmayan bir Hıristiyan ve Tanrıya inanmayan bir peygamber. Yeni Hıristiyanlığın
Tanrısı bir süs, bir lakırdı: cansız ve soğuk. Şöyle bir görünüp kaybolur. Ve
yerini ahlâka bırakır: birbirinizi seviniz. Dogmalar da, ibadet de teferruat. İnsanlar
arasında kardeşliği gerçekleştirecek olan: emek, iş ve ilim. Ama, egoizmin
hora teptiği bir toplumda idealsiz yaşanamaz. İlimden kopmayan bir iman, insanı
toprağa bağlayan bir ideal.
Toplum bir atölye: amenna. Fakat bu atölyede bir mabede de
ihtiyaç var. İnançlar kalıp değiştirir, fakat yok edilmez.
İlimcilikten
barışçılığa, barışçılıktan endüstriyalizme geçer Saint-Simon. Sonra sosyalizmin
temellerini atar. Nihayet düşüncesi dinî bir haleye bürünür: sosyalist bir din.
Şakirtlerinin her biri bu geniş mirasın bir parçasını benimser. Yeni
Hıristiyanlık
üstadın ölümünden sonra semavî bir kitap kadar kutsallaştırılır. Saint-Simon
mektebi bir kilise olur adeta.
D'Eichthal'i
dinleyelim:
"Musa
insanlara kardeşlik vadetmiş, İsa bu kardeşliği hazırlamış, Saint-Simon
gerçekleştiriyor. Dünya kilisesi doğmak üzere nihayet. Sezar'ın saltanatı sona
ermekte, savaşçı bir toplumun yerini barışçı bir toplum alıyor, ilim kutsal,
sanat kutsal. Kutsal çünkü insanlar onların sayesinde en yoksul sınıfın
kaderini yükseltebilecek, onu Tanrıya yaklaştıracaktır. Rahipler, bilginler,
üreticiler: işte bütün toplum. Rahiplerin ileri gelenleri, bilginlerin ileri
gelenleri, üreticilerin ileri gelenleri: İşte bütün hükümet. Ve her mal, yeni
kilisenin malı; her meslek yeni bir vazife, sosyal mertebeler dizisinde bir
rütbe. Herkes ehliyetine göre, her ehliyete eserine göre...
Artık
ölebilirsin Saint-Simon, büyük işler başardın; ölebilirsin, çünkü sadık
müritlerin verdiğin sözü yerine getireceklerdir. Bu adam hayatını insanlığın
saadetine adadı, insanlığın saadeti uğruna feda etti kendini. Bu adam
insanların, filozofların ve resullerin en büyüğüydü. Biz ölen Saint-Simon'un
değil, yaşayan Saint-Simon'un müritleriyiz. O bizde yaşıyor ve bizi geleceğe
kanatlandırıyor. Saint-Simon'u tanımak istiyorsanız, geçmişine değil geleceğine
eğilin.
İncil,
onları meyvalarından tanıyacaksınız demiyor mu? Diken üzüm verir mi? Üstadın
meyvaları şakirtleridir.” Sh: 93-95
İNSANIN İNSANI SÖMÜRMESİ
Saint-Simonculara göre tarih, "insanın insanı sömürmesi
tarihi".
Bu
sömürme çağlar boyu çeşitli kılıklara girmiş. Esaretin yerine toprak köleliği
geçmiş, şimdi de proletarya (emekçi sınıfı, işçi sınıfı) [3] sömürülmekte, iki sınıf var: sömürenler,
sömürülenler; yani efendilerle ecirler, plebler ve patriciler. İşçinin
hayatı da, hürriyeti de, ailesi de, servet monopolünü elinde tutan, yani üretim
araçlarına sahip olan küçük bir azınlığın elindedir. Ne yapsa boşuna.
Görülüyor ki, Bazard'ın, Enfantin'in ve arkadaşlarının gözünde "insanların
bir kısmı ötekinin sırtından geçinmektedir". Sismondi'nin zengin-fakir
tezadı şimdi burjuva-proleter çatışması haline gelmiştir. Bu çatışmayı ilk belirten
Saint-Simonculardır. Ne var ki, insanın insan üzerindeki hâkimiyeti gün
geçtikçe azalıyor.. İnsanın madde üzerindeki saltanatı her gün bir parça daha
artmakta. Kendimizi tarihin bu akışına uydurmalıyız.
"İşte fetih ve asalet hakkının yerini alacak olan yeni
hak: insan artık insanı sömürmeyecek, insanla birleşerek tabiata ferman
dinletecek, insanlığın hızla koştuğu amaç: bütün kuvvetlerini barış uğruna
birleştirmek".
İnsanın insanı sömürmesine paydos.
"Üretim araçları bir azınlığın elinde... bu bir
haksızlık".
Burjuva
kurtulmuştur, şimdi proleteri kurtarmak lâzımdır. Refahı umumileşurmek,
proletaryayı sefaletten kurtarmak için üretimi arttırmak, ama nasıl?
Saint-Simoncular
üstatlarının dokunup geçtiği sosyal düzen konusunu aydınlığa kavuştururlar.”
Sh:98
ÖNCE
EĞİTİM
İnsan Hakları Beyannamesi'nin altıncı maddesine göre, devlet
hizmetleri bütün vatandaşlara açıktır. Vatandaşlar arasında gözetilecek tek
fark: fazilet ve ehliyet. İyi ama, mülkiyetten doğan imtiyazlar sona ermemişti
ki ehliyetin gerçek bir manası olsun. Bu imtiyazların en tehlikelisi, eğitim
imtiyazıydı. Bir avuç insan okuyabiliyordu ancak. Eğitim, çocukların veya
gençlerin kabiliyetine aldırış bile etmiyordu. Ferman dinleten, ailelerin
gösteriş hırsı, yükselme arzusu yahut çocukların şımarık zevkleriydi. Asalet ve
servetin imtiyazı olmamalıydı ilim. Herkes okuyabilmeliydi. Eğitim, ferdî
kabiliyetlere göre ayarlanmalıydı. Ancak o zaman bütün kabiliyetler gelişir,
insanın insanı sömürmesi tarihe karışırdı. Ehliyet kelimesinin ancak o zaman
gerçek bir manası olurdu. Eğitimin ödevi yeni bir insan yaratmaktı. Seven,
düşünen, çalışan bir insan. Eğitimin ödevi her ehliyete lâyık olduğu yeri
vermekti.
İki
çeşit eğitim vardı Saint-Simonculara göre:
GENEL EĞİTİM,
MESLEK EĞİTİMİ.
Meslek
eğitimi eskiden olduğu gibi iş yerlerinde verilmemeliydi artık, rastgelelikten
kurtarılmalı, üretimin bütününü gözeten bir programa göre ayarlanmalıydı.
Ehliyet tayin etmeliydi iş bölümünü, tesadüfün yerini plan almalıydı. Bugün
bize pek tabiî gelen bu fikirler yayımlandıkları zaman büyük bir gürültü
koparmışlar, hayal diye vasıflandırılmışlardı.
YENİ BİR KİLİSE
İyi
ama, insanlığı mutluluğa kavuşturmak için bütün çalışmaların ilme dayanması
yetecek mi? Saint-Simon önce rasyonalistti. Yaşlandıkça anladı ki, onsekizinci
asnn maddeci felsefesine rağmen din yaşamaktadır.
İnsanı egoizm zindanından ahlâk kurtarabilir. Ahlak veya iman.
Ölüm
döşeğindeki Saint-Simon'un son sözleri:
Birbirinizi seviniz.
Harekete
geçmek, topluma yararlı işler yapmak için bilmek yetmez, istemek de lâzım.
İradenin zembereği sevgi.
Bunun
için bir felsefeye daha doğrusu sosyal bir ahlâka, bir mistiğe ihtiyaç var.
Dinin yerine geçecek bir mistik. Saint-Simon için İncil'in bir emri bütün
ahlâkı özetliyor:
birbirinize kardeşçe davranın. Şakirtleri bunu kâfi görmediler ve
sosyalizmi gerçekleştirecek yeni bir din kurmağa kalktılar.
Bu
teşebbüs Saint-Simoncuları ikiye ayırdı: Bazard aşırı dincilerden ayrıldı. Buchez,
Pierre Leroux ve Carnot onu takip ettiler. Enfantin'e
sadık kalanlarsa Saint-Simonculuğu yozlaştırdılar. Yeni bir kilise kuruldu,
ayinleri, törenleri, dualarıyla bir kilise. Bu kilisenin rahiplerine endüstri
rahipleri, ilim rahipleri adını veriyorlardı. Kalabalıkları coşturacak olan bu
rahiplerdi. Yeni din, kimseyi memnun etmedi. Bu garip coşkunluk, bir
anakronizmdi. Maddeciliğin zaferler kazandığı bir devirde, liberal burjuvazi Voltaire'ciydi,
Enfantin'le müritlerini Makyavelcilikle suçladı. Halk kilisenin bir oyunu sandı
bunu. Oysa kilise ile hiçbir ilgileri yoktu Saint-Simoncuların. Katolikliğe
karşıydılar, çünkü Katolik, sosyal davalara sırtını çevirmişti, maddî hayatı
küçümsüyordu, cismanî ile ruhanîyi birbirinden ayırmıştı. Saint-Simoncular
üretimi göklere çıkarıyor, maddeye asalet kazandırıyor ve insanları, elele
vererek tabiata ferman dinletmeğe çağırıyorlardı.” Sh:100-101
SAINT-SIMONCULAR VE KADIN
Fransa yeni bir imanın susuzluğu
içindedir. Mistisizm moda olmuştur. Saint-Simoncular da kendilerini mistisizmin
cazibesine kaptırırlar, hem de başkalarından daha fazla. Çünkü uzun zaman
kafalarıyla yaşamışlardır, maddenin kanunlarını incelemekle geçmiştir ömürleri,
çoğu mühendisdir. Matematikten, fizikten gına getirmişlerdir, havaya
ihtiyaçları vardır. Yanan alınlarını serinletecek nemli bir rüzgâra,
heyecanın rüzgârına muhtaçlar. Tenkitten imana geçiş bu. Eugene Rodrigues,
ürperen bir gönül. Talihsiz bir aşktan sonra hayata gözlerini yuman bu genç
dost, Saint-Simoncular için yeni bir imanın müjdecisidir. Onun hatırasını anmak
için geniş bir aşk yuvası kurarlar. aşk yuvası demek, kadın demek değil midir,
kadın olmadan dünya yeni bir hayata kavuşabilir mi?
Saint-Simoncular yeni bir imana koşarken
karşılarında kadını bulurlar. Bu tabiiydi. Yeni dini ancak o uygulayabilir, yenidünyayı
ancak o kurabilirdi. Saint-Simon Yeni Hıristiyanlıkta en kalabalık ve en yoksul
sınıfın kalkındırılmasını vasiyet etmişti, insan insanı sömürmemeliydi artık.
Oysa sömürülenlerin başında kadın vardı, isyan etmeyen bir köle. Kadın da isçi
gibi kurban, o da isçi gibi kabiliyetlerini geliştirmek imkânından mahrum.
Saint-Simoncular sömürülenlerin
kurtulmasını istiyorlar, ama toplumu altüst etmeden, zora başvurmadan,
çarpışmadan. Amentülerinin ilk maddesi barışı getirmekti. Elbette kadını
yardıma çağıracaklardı. Enfantin, daha1831'de "bu intiharlar, cinayetler,
savaşlar dünyasını ancak kadın huzura kavuşturabilir" diyordu.
1837'de, aynı inancı haykırıyordu jüri azalarına "Tekrar ediyorum:
erkekler! dirliği düzenliği, hürriyeti boşuna kendi aranızda arıyorsunuz,
Tanrının bu nimetlerine ancak kadın gark edecek sizi".
Barrault, daha coşkundu: "anne,
Tanrının dünyaya yolladığı melek! Küreyi Sezarların kanlı pençesi mıncıklamış,
o artık muhteşem ve sakin, senin beyaz ellerinde dinlenecek. "
Savaşları sona erdirecekti kadın, barışın
rahibesiydi. İnsanlık barış düzenine onun kılavuzluğu sayesinde girecekti.
Saint-Simoncuları isçi sefaletinden çok kadın ilgilendiriyor. Tarih
felsefelerini o gerçekleştirecek. Dostların sitemleri boşuna. Politikada kadın
olmadan hangi is başarılabilir? İsçinin yaralarını onun eli,saracak.
Feminizm, yeni müminlerin gönlünü alev
gibi saran bir dava. Medeniyetin bütün aksaklıkları aynı kaynaktan geliyor:
erkek, kadının haklarını, kadının gücünü unutmuş. Kadın, haklarına
kavuşmadıkça, insanlığın geleceğinden ümit yok.
İyi ama, kadın nasıl kurtulacak?
Yeni Kilisenin Papası Enfantin
hazretlerini güç duruma sokan dava da bu. Enfantin'e göre, kadın erkekle eşit
olmazsa sömürme devam eder. Fakat kadını kadın kurtaramaz. Kadını, kadın +
erkek kurtarır. Evlilik ıslah edilmeli ki kadının hakları da, gücü de
artsın. Ama bu ıslahın sınırları ne?
Enfantin'in cevabı sanıldığı kadar
devrimci değil: boşanma hürriyeti. Yalnız herkesin aynı yaratılışta olmadığı
unutulmamalı. İnsanlar var, tek kişiye bağlanırlar; insanlar var ki
hercaidirler(kararsız ve vefasız), değişiklik ihtiyaçtır onlar için.
Sevgileri derin ve devamlı olanlara,
değişmeyenler (immobile) adını verir Enfantin,
şıpsevdilere değişenler (mobile).
Her iki temayüle de saygı göstermeli
değil miyiz?
Enfantin uçurumlara eğilir: kaderin
yaraladığı genç kadınları, anlaşılmayanları, isyankârları teselli eder. Fuhuşla
zina kanunların meyvası. İkiyüzlülüğe paydos. Amaç Antikiteyle ortaçağ
düşüncesini kaynaştırmak. Saint-Simon Altın çağ önümüzdedir,
demişti; Saint-Simoncular Altın çağın anahtarı kadının elindedir, diyorlar.
Ne burjuvazi dinliyor Saint-Simoncuları,
ne isçiler, kurtulmak istemiyorlar.. Peşlerinde bütün bir husumet dünyası:
mahkumiyetlerini isteyen savcı, karikatürlerini yapan gazeteciler ve halkın
yuhaları.. Üstelik en kalabalık, en yoksul sınıf yaşadıklarının farkında bile
değil. Hayal kırıklığı, boyuna hayal kırıklığı. Tek avutucu, tek ümit, tek
ışık: kadın. Zincirleri o kıracak, yaraları o saracak. Bekliyorlar;
ürpertiyle, heyecanla, inançla bekliyorlar. Ama bekleyiş sonu gelmeyen
bekleyiş, hassas ruhlarını isyana sürüklüyor. Bir şeyler yapmak istiyorlar.
Paris anlamıyor Saint -Simoncuları. Bu
yalanlar beldesinden uzaklaşıyorlar. İlk durakları Lyon: çalışanlar ülkesi. Ama
Lyon çok yakın. Hayal ettikleri sevgili yok orada. Mesih-kadın, meçhul
ülkelerde, uzakta, dinlerin beşiği, rüyanın vatanı, bütün romantiklerin
özlemini çektikleri dünyada: Doğu’dadır. Ruhla ten, o güneşli ülkelerde
kaynaşacak.
Saint-Simonculardan bir kısmı
Marsilya'dan denize açılır. Ver elini İstanbul. Barrault burada rastladığı
bütün kadınları saygıyla selamlar. Padişah hoşlanmaz bu delilerden. Önce hapse
attırır hepsini sonra İzmir’e sepetler. Paris'teki havarilerden bir kısmı,
İzmir’den Mısır’a gider, Enfantin'le buluşurlar. Enfantin bütün ümitlerinin
kadında gerçekleşeceğine inanan bu coşkun aşıkları avutmak zorunda kalır.
Kadına ulaşmanın yolu endüstriden geçer, der onlara.
"Nişanlımız şimdilik yeryüzüdür,
der, anamız odur.
Kucaklayalım dünyayı, okşayalım.
Kazmaya, küreğe sarılalım, Süveyş
Kanalını açalım."
kadının hayal kırıklığına uğrattığı
havariler, yeni baştan mühendis olurlar.” Sh: 103-105
FELSEFEDEN SOSYOLOJİYE
Geçen
asrın filozofları inançları yıkmakta acele ettiler, Saint-Simon'a göre. Manevi
temel çökünce toplum darmadağın oldu. Bütün kaprisler, bütün vehimler boğaz
boğaza geldi. İhtilâl bu yüzden yarı ölü doğdu. Yıkılan müesseselerden bazıları
küllerin altında yeniden canlanıyor, ama geçmiş olduğu gibi geri dönemez.
Fransa yeni bir düşünce temeline muhtaç.
İlimlerin her biri, dünyanın bir parçasını
inceler, nesnelerin bir yönüyle uğraşır. Bütün o parça parça bilgileri
kaynaştıracak bir terkibe ihtiyaç var: bu terkip felsefe. İlimlerin sentezi de
bir ilim olacağına göre, felsefenin kendisi de ilim. Felsefe tüm bilgilerin
özü, ilmin "defter-i kebiri", yani bir ansiklopedi.
Cansızlarla uğraşan bütün ilimler, astronomi, fizik, kimya, müspetleşmiş.
Konusu insan olan ilimler henüz bu merhaleden uzak. Bir yanda temellerini müşahedeye
dayayan tabiat ilimleri, ötede teolojinin emzirdiği inanç ve düşünceler. Avrupa
Rönesanstan
beri bu çelişkinin kurbanı. Çağdaş toplum bu yüzden bocalıyor. Yalnız
astronomiye, fizik ve kimyaya dayanan bir felsefe, insanlığa yol gösteremez. Filozofun
görevi, şimdiye kadar yapılmayanı başarmak, insanı ve toplumu pozitif bir
görüşle incelemek, yani madde ilimleriyle insan ilimleri arasındaki farkı
ortadan kaldırmak. Demek ki yeni bir ansiklopedi kurmadan önce, yeni bir
ilim yaratmak gerekiyor: insan ilmi. Bu yeni ilmi kurarken daha önce kurulan
tabiat ilimleri örneğimiz olmalı. İnsan da tabiatın bir parçası. Cansız
dünyanın sırlarını aydınlatan pozitif metot, insanı incelerken de biricik
kılavuzumuz.
Saint-Simon'a göre, insan ilmi,
fizyolojinin bir koludur. Bu genel ve sosyal fizyoloji, ahlâkla siyaseti de
kucaklar. Politika pozitif bir görüşle incelenmeden, öteki ilimler gibi
mekteplerde okutulmadan Avrupa buhranı sona eremez.
Görülüyor ki, Saint-Simon'un felsefesiyle
sosyolojisi arasında bir kopuş yok. İkisinin de amacı bir. Yeni bir felsefe
sistemi kurmadan yeni bir toplum düzeni yaratamayız. İnsan ilmi
müspetleşmedikçe kuracağımız felsefe sistemi, yarım kalmağa mahkûm. Demek ki,
sosyoloji de felsefenin devamı ve tamamlayıcısı.
"18. asrın, hatta bütün asırların
ütopyacı filozofları, hayalî bir sistem kurar ve onu çağdaşlarına örnek diye
sunarlar. Saint-Simon öyle yapmaz. Bakışlarını kurulmakta olan düzene çevirir,
gerçeği inceler ve geleceği sezmeğe çalışır. Devrim sonu Fransasını hangi
sosyal düzen huzura kavuşturabilir. Saint-Simon felsefesinin özü, bu soruya
verilen cevap. Demek ki, sosyal fizyolojinin ele alacağı mesele nazarî olmaktan
çok uzak".
NASIL BİR SOSYOLOJİ?
"Sosyoloji" Comte'un uydurduğu bir kelime.
Saint-Simon sosyal gerçeği inceleyen ilme "insan
ilmi", "sosyal fizyoloji", "hürriyet ilmi"
adını verir.
İnsanların bir araya gelişinden,
biyolojiyle hiçbir ilgisi olmayan hakikî bir varlık doğar. Bu varlık çabadır:
tek tek ve bir arada yapılan çaba. Üretimdir: maddî ve manevî üretim. Tabiatı
ve insanı değiştiren eylemdir. Kazanılan yapıların aşılmasıdır. Kolektif
yaratıştır. Hareket halindeki toplum, kendini emekle gerçekleştirir; üyelerini,
kucağında yaşadığı çevreyi, aletlerini, kurumlarını, rejimlerini, medeniyet
eserlerini yaratır, kendi kendini yapar, kendi kendini yoktan var eder. Sosyal
bütün içkinliğe (immanence) yönelir. Bazı rejimler sosyal bütünün hamlelerini
boğar, onu kendi dışına çıkmağa, kendini kendi dışındaki nesnelerde veya üstün
süjelerde görmeğe zorlar. Sosyal bütün böyle bir yabancılaşmaya karşı koyar ve
fertlere değil, tabiata hükmetmesi gereken bir atölye olarak kalır.
Saint-Simon'a göre:
"Toplumlar iki manevî güce
boyun eğer, ikisi de aynı şiddettedir bu güçlerin, kâh biri baskın çıkar, kâh
öteki.
Biri alışkanlık gücü, öteki yenilik
özlemi.
Alışkanlıklar belli bir zaman sonra zararlı olur,
toplumun yeni ihtiyaçlarını karşılayamaz artık. Çünkü, bambaşka şartlar içinde
doğmuşlardır.
Yenilik özleminin kaynağı budur işte. Gerçek bir
karışıklık, bir gerginlik yaratır bu ihtiyaç, toplum yeni baştan kuruluncaya
kadar sona ermeyen bir karışıklık" ("Sosyal Fizyoloji Üstüne", 1812).
Demek ki toplumları inceleyen ilim, yalnız
determinizmlere boyun eğen rejimlerin ilmi olmayıp, bir hürriyet ilmidir de.
"Hür olmak istiyorsak, hürriyetimizi
kendimiz yaratalım, başka bir yerden beklemeyelim bunu". Hürriyet yenileşmelerde, ayaklanmalarda,
devrimlerde gösterir kendini. Bunlar da zıtlan gibi sosyal gerçeğin
içindedirler. Saint-Simon'a göre, sosyoloji hareket halindeki toplumun ilmi.
Yalnız uygulamaları, alışkanlıkları, rejimleri, tekrarlamaları değil,
özlemleri, duyguları, dilekleri, kolektif çalkanışları da incelemeli, sosyal
determinizmlerle insan hürriyeti arasındaki karşılıklı etkilenmelere
eğilmelidir.
İDEOLOJİLERİN TASFİYESİNE DOĞRU
Demek ki, sosyal gerçek: çaba, üretim,
eylem ve yaratıştır.
Kolektif çalışma bu gerçeğin başlıca
ifadesi. Ne var ki bu sosyal gerçek, bazı rejimlerde kendini asıl hüviyetiyle
gösterememiştir. Bu rejimler, sırasıyla, rahiplerin, savaşçıların, hukukçu ve
metafizikçilerin hüküm sürdüğü teolojik, askerî ve "kritik" rejimler.
Üretimle emeğin bu rejimlerdeki teşkilatlanma şekli (yani fetih, yağma,
esaret, aylaklar yararına toprak köleliği), kolektif yaratıcı çalışmayı
kösteklemiş, sosyal hayatın zembereklerini gizlemiş. Oysa üretim barışa
yönelmedikçe, sanayileşmedikçe, aylaklar, üreticiler yararına ortadan
kaldırılmadıkça, toplum bütün yaratıcı güçlerine kavuşamaz. Toplum bütün
yaratıcı güçlerine kavuşamadıkça da sosyal gerçeğin asıl karakterini gizleyen
yalanlar ortaya çıkarılamaz.
Saint-Simon yabancılaşma ve ideoloji
deyimlerini kullanmaz ama yarattığı kuvvetlerin bütününe söz geçiremeyen toplumlardaki,
şuurlu ve daha çok şuur dışı yalanları keşfeder. Meşhur "Parabol "ünde, çağdaş toplumun tepe taklak
bir dünya olduğunu apaçık söyler. Başka eserlerinde de, kritik rejimlerdeki
buhran döneminin artıkları olan hukukçularla metafizikçileri, kamuflajların,
yani ideolojilerin belli başlı sorumlusu olarak gösterir. Bazen de aşırı
derecede iyimserdir, sınaî rejimin yabancılaşmaları da, ideolojileri de yok
edeceğine inanır. Sermayesini işleten müteşebbislerle işçileri biraraya
toplayan endüstri rejiminde her şey ahenge yönelir. Kargaşalığın kaynağı
aylaklardır. Üreticiler arasında bölünmeler ve sınıf çatışmaları
olabileceği şuuruna, daha sonra varır, Saint-Simon.
BÜTÜNCÜ BİR FİLOZOF
Bir araya gelen insanların harcadığı emek
hem maddîdir, hem manevî.
İnsan faaliyetinin bu iki yönü birbirinden
ayrılamaz.
Toplumların her iki faaliyete karşı
kabiliyetleri aynıdır.
"Bugüne kadar spiritualist sayılması gerekenlere materyalist,
materyalist sayılması gerekenlere spiritualist denilmiştir" Saint-Simon'a göre. "Gerçekten
de bir soyutlamaya vücut vermek maddecilik değil midir, varlıktan bir düşünce
çıkarmak ise spiritüalizm sayılmaz mı?" Hareket halindeki toplumda
maddî üretimle, manevî üretim içiçedir. Umumiyetle beraber gelişirler, ama
çatıştıkları da olur. Demek ki, bir yandan
"ortak düşünceler olmadan toplum
olamaz",
"ahlâk toplumun vazgeçilmez
bağı" diyen Saint-Simon, öte yandan
"toplumdaki bütün gerçek kuvvetlerin
son tahlilde endüstride toplandığını" ileri sürerken tezada düşmüş olmuyor. ("Endüstri",
2.
ve 3. ciltler, 1817)
Başka bir nokta: Saint-Simon'a göre,
"mülkiyet düzenini değiştiren, maddî
üretimdir",
"hükümet şekli bir kalıptan ibaret,
öz, mülkiyet düzeni. Demek ki, toplum yapısının temeli mülkiyet". Yazar daha 1813'de kaleme aldığı "Avrupa Toplumunun Yeni Baştan
Düzenlenmesi" adlı eserinde şöyle diyordu:
"Mülkiyette değişiklik yapılmadan
toplum düzeninde herhangi bir değişiklik yapılamaz", Ne var ki, başka bir yazısında ileri
sürdüğü fikir, yukarıdakilerle çatışır gibi:
"Manevî üretim her toplumun kuruluşunda
önemli rol oynar" üstada göre.
"Her sosyal rejim bir felsefe
sisteminin uygulanmasıdır. Yani daha önce bir felsefe sistemi kurmadan yeni bir
rejime gidilemez".
Bir çelişme karşısında mıyız? Hayır.
Saint-Simon bütüncü bir filozof. Sosyolojinin kurucusu için iktisat, mülkiyet,
siyasî rejimler, ahlâkî değerler ve fikirler, bilgi sistemleri topyekûn sosyal
faaliyetin parça parça görünüşlerinden ibaret. Onları bütün içine
yerleştirmedikçe anlayamaz, aydınlatanlayız. "Endüstri"de (Defter 3,1817) şu satırları okuruz:
"Her çağda ve her ülkede sosyal
müesselerle, ahlâkî fikirler arasında uygunluk vardır".
Nasıl başka türlü olabilirdi ki, ikisinin
de kaynağı bir. Aynı şeyi entelektüel düşünceler, bilgi, özellikle ilimler,
ilimlerin çeşitli tasnif ve terkipleri, nihayet felsefe için de söyleyebiliriz.
Sosyolojinin yahut sosyal fizyolojinin görevlerinden biri bu manevî üretimin
yalnız maddî üretimle değil, toplumun bütünü ile olan münasebetini ortaya çıkarmaktır.” Sh:126-131
Kaynakça
Cemil MERİÇ hzl: Mahmut Ali Meriç Saint-Simon- İlk Sosyolog, İlk Sosyalist
[Kitap]. - İstanbul : İletişim, 2010.
CEMİL MERİÇ’LE HÜSAMEDDİN ASLAN’IN BİR RÖPORTAJI
Hüsameddin
Aslan kendisine hayatın anlamını sorar. Cemil Meriç şöyle cevaplandırır.
"Hugo'nun
bir sözünü not etmiştim:
"Hayat,
mezarların çözdüğü dolaşık bir yumaktır" diyordu. Buna mukabil şöyle
söyler. Neyzen Tevfik:
"Çözemez
kimse bu dünya denilen kördüğümü.
Yaratan bilir
ancak onun içyüzünü.
Bir
delikten çıkarak, bir deliğe girmekteyiz,
Önü
zulmet, sonu zulmet... misim gündüzünü!"
Bu sözlerin
hiçbiri mutlak ele alınmamalı elbette. Hayyam
"Efsane
söylediler ve uykuya daldılar" diyor.
Hepimizin
söylediği bir efsane var. Hepimiz bir efsane söyleyip uykuya dalıyoruz. Bu
suale, sualle cevap vermek. Bu suale cevap verilmez. Zor sualler bunlar.
Münker-Nekir sualleri gibi.
Bir
şiirde mutlak hakikat aramak yanlış. Şair sözü, ilham var. Belli anlarda
doğar şairin içine bunlar, bazen bir şimşek pırıltısı gelir, aydınlatır insanı.
İnsan aydınlandığını zanneder. Şimşek pırıltısı geçtiğinde, daha koyu bir
karanlığın içinde kalır insan.
Ölüm ister
istemez karşılaşacağımız bir sual işareti. Ziya Paşa'nın dediği gibi,
"Halledemediler
bu lügazın sırrını kimse
Bin
kafile geçti ulemadan, füzelâdan".
Hüsamidden
Aslan sorar:
"Ölümden
korkar mısınız?"
Cemil Meriç:
"Aksini
söyleyemem" der.
"Somutlaştırarak
anlatmam mümkün değil. Mahiyeti meçhul bir korku. Aslında bu sorular, benim
bütün hayatım boyunca kendime sorduğum sorular. Hiçbir zaman cevap veremedim.
Kimse verememiş. Ben daima intihar düşüncesi içinde yaşadım. İntihar beni
daüssıla (vatan hasreti) gibi takip etmiştir. Şimdiyse, intihar bile edemeyecek
haldeyim. Hayyam'ın dediği gibi bir masal anlattık çağdaşlarımıza ve geçip
gideceğiz. Noktalayacağız bir gün.
Tanrı
sorusuna cevap veremem. İnanıyorum da, inanmıyorum da. Bunlar matematik birer
realite değil ki. Zaman zaman inandım. Ama ne kadar inanıyorum, bilemiyorum.
Eğer Tanrı olmazsa, hayat bir curcuna oluyor, intihar tam bir hâl çaresi oluyor
o zaman. Camus'nün yaptığı da bu.
Ya
inanacaksın, ya intihar edeceksin. Üçüncü bir hâl çaresi yok. Bunlar kaypak
kavramlar. Kim ne kadar inanır, bilinmez.. İnanıp inanmadığımı bilemiyorum.
Müslümanım,
Müslüman bir çevrede doğdum. Ancak ne kadar inanıp inanmadığımın
cevabını mahşer günü bilebileceğim."[4]
Bu
sorusunun cevabına Cemil Meriç’in son demi imanına şahit olarak bize yeter.
“Mayıs
ayının sonunda Göztepe'deki inşaat bitmiş, Meriç'ler geldikleri gibi sihirli
bir değnek dokunmuşçasına kolay, eski ama yeni yuvalarına dönmüşlerdir. Bir
iskemleye oturtularak, asansörle ikinci kata taşınan Cemil Meriç, kendi evine
döndüğünün belki de artık pek farkında değildir. Son günleri yaklaşmakta, Cemil
Meriç kimsenin anlamadığı bazı sözler söylemektedir. Koridorda yankılanan bu
sözcükler arasında, açık seçik anlaşılan kelimeler
"ALLAH,
ALLAH, ALLAH" ve "MUHAMMED SEVGİLİM"dir. (sallallâhü
aleyhi ve sellem)
Cemil
Meriç, Türk dilinin, bu uslüpkârı, başka bir dünyanın dilini konuşmaktadır,
sanki. Dr. Necla Erk, kendisini ziyaret etmiş, yeni bir tertip ilaç
vermiş, ayrıca Doçent Dr. Oğuz Arkonaç nörolojik bir tedavi uygulamaya
girişmiştir. Ama ne çare? Artık yemek yemeği de reddeden Cemil Meriç, sadece su
içmektedir. Ölümünden bir gece evvel, iştahı biraz açılır, kirazla başlayan
yemeğe taze fasulyeyle devam eder. Ümit'le Lamia Hanım neşe içindedirler. Arka
balkonda doğan mehtap bu sevinçle, onların ruhunu aydınlatmıştır. Ama bunlar
Cemil Meric'in dünyadaki son rızıklarıdır. Ertesi gün 12 haziran öğleden sonra,
nefesi daralır Cemil Meriç'in, bir hırıltıdır sarar odayı. Artık kolları serumu
kabul etmez olmuş, damarlardaki deliklerden iğneyi sokacak yer kalmamıştır.
Ümit Meriç babasının başucundadır. Ve yapayalnızdır. Hastalık yıllarında Cemil
Meric'e hizmet eden plajın bekçisi Durdu Şirin bu yapayalnızlığı
hissetmiş gibi telefon eder:
"Ümit
abla.. Bir kahve içmeye gelelim mi?" der. On dakika sonra evdedirler.
Cemil Meriç'in durumu giderek ağırlaşmakta, artık hafif bir inlemeden başka
hiçbir hayat alâmeti göstermemektedir. Doğumunun üzerinden tam 70 yıl, 6 ay ve
birkaç saat geçmiştir. 7. ayın ilk dakikalarında Reyhanlı'nın çamurlu
sokaklarından geçilerek varılan bir evin odasında dünyaya gelmiş olan Cemil
Meriç, giderek araları ayrılan nefeslerle İstanbul Göztepe'deki evinde bu
dünyaya veda etmektedir. Ümit, her nefesi endişeyle izler. Babasının ilaçlarını
vermek lazımdır. Onunla konuşur, yaptığı herşeyi anlatır ama babasından hiçbir
tepki gelmez. Endişeyle babasının yanından ayrılır koridoru geçer. Salona
gider, misafirleriyle birkaç dakika ilgilenir, tekrar telaşla arka odaya koşar.
Evet bir nefesi daha vermektedir Cemil Meriç. Ve uzun bir aradan sonra o nefesi
de çıkarmaktadır ciğerlerinden. Ama o da ne? Bu verilen nefesin arkasından yeni
bir nefes almamıştır, Cemil Meriç. Ve 12 Haziranı 13 Hazirana bağlayan gece,
saat yarıma beş kala, otuz iki yıldır kör olan gözlerini, yeni bir dünyaya
açmak üzere bu dünyaya kapatmıştır. Yalnız viyolonselinden değil, kaleminden de
nağmeler kanatlanan Fırat Kızıltug,
"Bir
kökü doğu'da, biri batı'da
Kader
öyle çizmiş, O, tam ortada!
Şimdi
'Bir Dünya'nın eşiğinde'dir,
Bütün
ilimlerin beşiğindedir.
Kul
Ozan, mısrana sığar mı Meriç?
Kemal-i
Cemildir, ya heptir, ya hiç!.."
diyerek, üstadın Fatihasını vermiştir.[5]
CEMİL MERİÇ'İN 7 ARALIK 1975'TE, MTTB'DE YAPTIĞI KONUŞMA
MARKSİZM VE İSLÂMİYYET
"Tarihte
farklı istikametler takip eden, gayeleri başka medeniyetler var. Kavimler ve
medeniyetler bir rolü ifa için tarih sahnesine çıkar, bu rolü oynar ve
çekilirler. İbn Haldun, Toynbee, Danilevski bu kanâattadırlar. Yani
medeniyet bugünkü yırtıcı-kapitalist Avrupa medeniyetinden ibaret
değildir. Öyle olduğu vehmi, düşmanlarımız tarafından aşılanmıştır.
Avrupa
medeniyeti tarih sahnesine ayak bastığı sırada, Osmanlı bütün ihtişamıyla
yaşıyordu. İslâm-Türk Osmanlı medeniyeti bin yıllık mazisi olan, bütün
medeniyetler içinde en insanisi, en birleştirici olanıdır. İslâm’ın kılıcı olan
bir kavimdir. İslâm bütün devirlere ve ülkelere hitap eden bir dindir.
Parçalayıcı değil, birleştiricidir. Osmanlı için savaşın bile gayesi ila-yı
Kelimetullah'dır.
Osmanlı
İmparatorluğu yoktur, Devlet-i Aliyye vardır. Türk-İslâm medeniyeti bütüncüdür,
hidayetten mahrum kavimleri bile himaye eder. Bu kadar civanmert bir
medeniyetin Avrupa karşısında mağlup olması mukadderdi. Avrupa Ignace de
Loyola ile Machiavelli'nin çocudur. Kapitalizm Protestan ahlakının
çocuğudur, Weber'e göre. İkinci bir ahlak, Yahudi ahlakıdır, tefeci ahlakıdır.
1826
Devlet-i Aliyye'nin intihar tarihidir. Yeniçeriliğin lağvı ile sınıf-ı ulema
yalnız kalmıştır. Dünya başkalaşmıştı. Ulema sükût etti ve halk tarihin dışına
çıktı: Müstağribler.[6] Bunlar
kendi ülkelerinden, mukaddeslerinden, mazilerinden kopmuşlardır. Bu bedbahtlar
için Türk ve İslâma ait her değer bir suçtur. Bunlar Batı ile Doğu'nun
mukayesesini hiçbir zaman yapmamışlardır. Avrupa'da üç dünya görüşü vardır.
1.
Hıristiyanlık,
2.
Kapitalizm,
3.
Sosyalizm.
Bunları
Avrupa, insanlığa teklif eder. Kapitalizm iktidarda iken Devlet-i Aliyye İslâm’ın
kılıcı idi. Devlet-i Aliyye'nin dünya görüşü İslâmiyetti. Gerçi 8. ve 11.
asırlarda da Batı İslâm’a meydan okumuştu ama bu Yunan düşüncesinin meydan
okuyuşu idi. Yunandan mantığı aldık, batılları ve yalanları dehledik. Bizans
karşısında, Hıristiyan Batı karşısında sadece gurur duyduk. Askeri siyasi
mağlubiyetler, sınıf-ı ulemanın sahneden çekilişi, bir avuç bürokrat çocuğu
olan müstağriblerin doğuşu..
Batının
dünya görüşleri parça parçadır. Hıristiyanlık imtiyazları devam ettirmeğe
yarayan bir bekçi idi.
Burjuvazi,
şatonun payandası olan kilise ile mücadele etti. Akılcıdır.
Hıristiyanlık
belli bir ölçüde cemiyetçi idi, burjuva dünya görüşü ferdiyetçidir,
hürriyetçidir. Bütün dünyayı istismar etme hürriyeti. Burjuvazi bir taraftan
işçi sınıfına, bir taraftan aristokrasiye karşı liberalizmi geliştirdi.. Bir
kavga silahı idi, bir sınıf yalanıydı.
Türkiye
insanı nasıl anlayabilirdi bunu? İntelijansya (aydınlar sınıfı) batının
yalanlarını taşımaya başladı. Bütün mantık çerçevesinden sökülmüş bir halita
halinde empoze etmeye çalıştı. Zaten batı cemiyetinin bütününü ifadeden aciz
olan liberalizmi de bir parçasıyla aldık. Pozitivist denen, manevi inançları
kökünden söken ilimcilik. Aklın da, hürriyetin de karikatürünü aldık. Batı
kafamızı bir düşünce enkazı ile yoğurdu. Ve insanımız eline verilen reçeteleri
okumağa memurdur.
Felsefemiz
yoktur ve olamazdı. Tek parti devri belli bir reçeteyi tek hakikat olarak
sunmuştu. Batı ideolojilerinin büsbütün tatsızlaşmış sahte ve sahtekâr
formülleriydi bunlar. 1960'dan sonra setler yıkıldı, Avrupa'nın yeni batılları büyük
bir kesafetle hücum etti. 1960'a kadar Türk intelijansyası batı hakkında hiçbir
fikre sahip değildir. Tek parti devrinde Türkiye'nin bütün irfanı Hachette'e
gelen kitaplardan ibaretti. Efendisinin ilaçlarını çalıp içen uşak rolünde
idik. 60'dan sonra Batı düşüncesi taarruz etti. Hazırlığımız yoktu.
Beynimiz küçülmüştü ve düşünemiyorduk. lntelijansya batının yalanlarını
tekrarlıyordu. Sosyalist düşünce bütünü ile geldi. Hangi şartlar altında
doğmuştu, düşünmedik. Genç nesiller bu düşünce akımı karşısında sarhoş oldular.
Tanzimattan
beri Türkiye'de iki şey yasaktı.
1.
İslâmiyet
2.
Sosyalizm
Salib
(Haçlı) için bir dehşet kaynağı idi İslâmiyet. Avrupa İslâmiyet ile meşgul
olmamıza izin vermiyordu. Avrupa eserini tamamlamak için yeni bir zehir ihraç
ediyordu. Düşüncenin dışında tutulmuştu yeni nesiller. Yunan düşüncesine karşı
çıkmıştık 8. asırda. Sosyalizm karşısında aynı tavrı gösteremedik. İlimdi, batı
düşüncesinin vardığı son duraktı.
Sosyalizm
Türkiye için bir felaket oldu. Ama iyi tarafı da var.
Batı
cephesinin parça parça olduğunu öğrendik. Sosyalizm bize batı düşüncesini
tenkit etmek imkânını verdi. Bizi tenkide alıştırdı. Avrupa
sömürgeciliğinin Asya'yı yiyerek büyüdüğünü öğretti.
Bir başka
faydası da şu olmalı, sosyalizmin. Her ülkenin kendine göre hakikatleri
olduğu gibi, sosyalizm de bazı ülkeler için doğrudur, bazı tarafları ile
doğrudur.
Diyalektiği,[7]
Marksizm'in kendisine de tevcih etmemiz gerekir. Biz böyle yapmadık. İlk temas
birkaç nesli sarhoş etti.
Gençlerimiz,
Avrupa'ya müteveccih bir tenkidi Marksizm'de buldular. Ama bizi kendi
tarihimize sevk ettiği ölçüde Marksizm hayırlı bir yol gösterici olabilirdi.
Marksizm Avrupa'nın 1800 ile 1850 arasındaki hakikatlerini aydınlığa
kavuşturur.
Gençlere
İslâmiyeti öğretmemiştik, ecdadına hakaret etmeği öğretmiştik.
İntelijansya
Türk-İslâm medeniyeti yoktur, Hun medeniyeti, Tatar medeniyeti vardır,
ecdadımızdır diyor ve Osmanlıyı tarihten kazımak istiyordu.
lntelijansya
Osmanlıyı inkâr etmek için bazen İran'a, bazen Yunan'a, bazen Turan'a kaçtı.
Genç nesiller Tanzimat’tan beri karşılaştığı ihaneti görünce kendilerine bir
sığmak aradılar. İslâmiyeti bilmiyorlardı, tarihlerinden utandırılmışlardı.
Türkiye Tanzimat’tan
beri bir başkası olduğuna inandırılmak istenmiştir. Genç nesiller Avrupalı
olamayacaklarını anladılar. İnsaniyet bayrağını taşıyan yeni bir ideoloji
buldular: SOSYALİZM.
O zamana
kadar bir tek düşünce Türk insanına verilmemişti. Marksizm verildi.
İnsanlık ismine sığındı. Nesiller bu aldanışı kanlarıyla ödediler. Türk
insanının beşer düşüncesinden alacağı dersler vardır.
Elbette ki
Batıyı tanımak zorundayız. Evvela düşman olarak sonra kendimizi tanımak için.
Önce kendimizi tanımalıyız fakat kendimizi tanımak için de Batıyı tanımalıyız.
Batıyı bütünü ile doğru kabul edemeyiz. Hakikatte hiçbir düşünce düşman
değildir, her düşünce kanımıza karıştırılmak, millileştirilmek şartıyla
doğrudur.
İMAN
MUTLAKTIR, İLİM PARÇADIR.
İdrâkimiz
1960'dan sonra yani batı bütün dişleri tırnaklarıyla karşımıza çıktıktan sonra
uyandı. Nefis müdafaası idrâke, şuura ve ilme dayanır. Dünyanın en büyük
medeniyetini kurmuş bir ülkenin çocuklarıyız. Karşımızda bir cihan-ı husumet
var. Tanımamak suretiyle kurtulamayız batıdan. Onun hakikatini idrâk
zorundayız. Marksizm'i tetkik etmek. Çünkü biz istesek de istemesek
de Marksizm ülkeye gelmiştir. Ondan kurtulmanın çaresi, boğayı boynuzlarından
yakalamaktır.
MARKSİZM
BİR KISMI İLE İLİMDİR, BİR KISMIYLA İDEOLOJİDİR.
Mesela
din afyondur sözü Katolisizm için doğrudur. Belli bir tarih realitesi için
doğrudur.
Marx'ın
burjuvazi için söyledikleri, kapitalizmin tenkidi için söyledikleri doğrudur.
İÇTİMAİ
İLİMLER CİHANŞÜMUL DEĞİLDİR.
TARİH
TARAFSIZ DEĞİLDİR.
Batı,
tarihi, batı insanının üstünlüğünü ispat etmek için yazar. Bütün sosyoloji bir
mistifikasyondan (şaşırtma, gizemli bir hava verme,
aldatma) ibarettir. Batıdan gelen cemiyetle ilgili her görüş
yalandır. Bütünü bilen hiçbir zaman aldanmaz. "İKRA" (okuyunuz)
emri. Marksizm'i bilirsek, ayıklarsak bizim için hiçbir tehlikesi yoktur ama
Rusya'nın, Çin'in vermek istedikleri formüller içinde bir felakettir.
Marksizm
bir kilisedir, düşmanlarımızın dinidir, istediği şekilde Türkiye'ye gelmiştir.
TÜRK İNSANI
MARX'İ AHMAKÇA REDDETMİŞTİR, YAHUT BİR AHİR ZAMAN PEYGAMBERİ KABUL ETMİŞTİR.
Marx
öldükten sonra tarih yürümüştür.
Marx'ın
metodolojisi aslında İslâm'ın metodolojisidir.
Hükümlerin
zamanla değiştiğini İslâmiyet düsturlaştırmıştır.
Marx
Avrupa'nın hayasızlığını yırttı. Siz kendi gerçeğinizi kendiniz bulacaksınız,
yeni baştan ele alarak değerlendireceksiniz. Beşerî hakikatleri elbette. İman
mutlaktır, ezelidir.
BİZ MARX'IN
HANGİ HUDUTLAR İÇİNDE DOĞRU OLDUĞUNU GENÇLERE ANLATAMADIK.
Bizim nesil
kendi hakikatlerimizi anlatmadı yeni nesle.
Türkiye'de
düşünmenin kendisi yasaktı.
Biz bu
yasakların kuştüyü yatağında yatarken düşman bizi sardı.
Bir İslâm’ın
Marx'tan korkacak hiçbir tarafı yoktur.
Gafletini
telafi etmenin yolu, onları bilmektir, onlarla diyalog kurmaktır.
BUGÜN SAĞ
HADIM EDİLMİŞTİR, MEVCUT DEĞİLDİR. Çünkü asırlarca konuşmamaya mecbur
edilmiştir.
TÜRKİYE'DE
SAĞ-SOL YOKTUR, DÜRÜST OLAN VE OLMAYAN İNSANLAR VARDIR.
Sağ-sol
bizim tarihimiz içine yerleştirilemez. Batının bizi parçalamak için içimize
soktuğu bir başka yalandır.
Şuurun tek
şartı cehid (çalışma, çabalama, uğraşma)
göstermek, okumaktır.
SORU:
Batıya
tahsil için veya siyasi mücadele için giden gençler ne getirdiler?
CEVAP:
Milli
intihardan sonra (1826) Mehmed Ali Mısır'a yerleşir. Önce Mısırlı gençler
Fransa'ya gider. Batıyı görerek tanıyan ilk Ortadoğulu aydınlar Mısırlılardır.
Tahtavi
Batıda anayasalar olduğunu, İslâm ülkelerinde de bir anayasa yapılması
gerektiğini söyler. Gerçi İslâm’da adaletin mevcut olduğunu, ama bunu
desteklemek gerektiğini yazar. (Kitabının Osmanlıcası var.) Bir
meşrutiyetçidir.
Tunuslu
Hayrettin Paşa, Tunuslu Ahmed Paşa'nın yanında yetişir.
İLK DEFA
İSLÂM ÜLKELERİNDE ANAYASAYI TUNUS YAPAR FAKAT VAZGEÇER. Hayrettin
Paşa'nın bize öğreteceği çok şey var. Anayasa teşebbüsleri Mısır'da, Romanya'da
da olmuştur. Hayrettin Paşa konservatizmle liberalizmi kaynaştırmak ister. Esas
Mukaddimedir. Avrupa devletleri hakkındaki kısım. 360 sayfa.
1878'de
Ahmed Süreyya Bey tarafından tercüme edilmiştir. Tanınmaması teessüfe şayandır.
Asr-ı saadeti istisna edersek, Osmanlı İslâmiyet’in şevket devridir.
SORU:
Yeni
kelimeler?
CEVAP:
Harflerimizi değiştirmemizi ilk defa teklif eden İslâm düşmanı Volney'dir.
Münif Paşa'nın hocasıdır.
Dil
davası yoktur, Intelijansyanın yabancılaşması, başkalaşması, düşmanlaşması
vardır. Türkiye'de halk kendi kitaplarını, aydın ise Batı'nın kitaplarını okur.
Halkın anlayacağı bir dil konuşmaktan elbette ki utanacaklardı. Sonra
Kur'an'daki kelimelere tahammül edemediler.
Münevvere
(aydın) kelimelerde bile tahammül edemediler.
Hakikatta
dil davası yok.
Türk
insanının hafızasının iğdiş edilmesi var.
Türk aydınları
hain miydiler?
Hayır,
hazırlıksız idiler.
Felaketin
ikaz değeri vardır.
Kavganın
son merhalesindeyiz.
YA
HAYAT, YA ÖLÜM.
İç ve dış
düşmanların meydan okuyuşuna cevap vermezseniz, Türk kavmi kaybolur.
İstikbalin
bütün sorumluluğu sizlerin omuzundadır".[8]
HOCASI CEMİL MERİÇ’İ, AHMET KABAKLI ANLATIYOR
Cemil Meriç'i 1942'de Elazığ Lisesi'ndeki öğrencilik
yıllarından beri tanıyan Ahmet Kabaklı o yılların genç lise öğretmenini şöyle
anlatır:
"Daha
belki otuz yaşlarında, müthiş kültürlü, yıldıracak belagatle, tâlâkatle
söyleyen bir gençti. İddialı, soğuk bir aydın değildi. Çok bilgili, ama
darmadağın konuşan, kısık kısık gülen, aramızda "hoca"lığını unutan,
başkalarının tedbir, kaygı, nezaket saydığı şeyleri bir nükteye kurban
ediveren, çok samimi, bohem, temkinsiz bir insandı. Hiç duymadığımız,
düşünmediğimiz meseleleri önümüze seriyor, cılız sorularımızdan bir derslik
malzeme çıkarıyor, rahat rahat küfür bile ediyordu. Daha o yaşta kalın
gözlüklerinin arkasından gözlerini kısarak bakıyor, elinde kalın ciltler
taşıyor, kitaplarla yatıp kitaplarla kalkıyordu. Balzac'lar, Hugo'lar,
Lamartine'ler, Musset'ler, Gide'ler sanki koğuş arkadaşları imiş gibi, onlardan
senli benli bahsediyordu. Her an her şeyden uzak duran bir hoca, kitaplarına ve
bir de bize sığmıyordu. Dinsiz miydi? Vatan ve millete karşı mıydı?
Öteki
hocalarımıza ve klasik bilgiye yan mı bakardı Cemil hoca?
Hayır,
haşa! Hiçbirine kıyamazdı. Yalnız kalıplara karşıydı, beylik laflara, harcı
âleme tepki için doğmuştu Cemil Meriç. Herşey üzerinde düşünen, her kanâati
didik didik kurcalayan, değirmen gibi kitap öğüten belki çok şeyi de beğenmemek
için okuyan bir insan. Kanaatleri kesinleşmemiş ve ömrü boyunca kesinleşmeyecek
olan bir zekâ idi. Fazla alaycı değildi, kimseye kızmaz, kin beslemezdi. Hiçbir
şeyi şahsi mesele yapmadığını, hayatın acı ve tatlı hiçbir cilvesine de metelik
vermediğini hatırlıyorum. Yalnız sonradan Kırk Ambar kitabına sığdıramadığı
bilgisi dolayısı ile bazen yenilip yutulmaz hicivlerle sivri ve uzun dilli
olurdu. Cazibeli adamdı. Belki gençliğin icabı fazla "orijinallik" ve
bizleri kendine hayran etmek zaafları da vardı ama, asıl derdi "KASITSIZ,
MAKSATSIZ, POLİTİKASIZ, İDEOLOJİSİZ, SAĞSIZ-SOLSUZ" olarak bizi düşünceye,
tartışmaya alıştırmak, güzel şeyler okutmaktı. Özellikle çok fazla okuyarak
öğrendiklerini bize aktarmaktı. Prensip diye yapmıyordu bunu, mizacı böyle idi.
Prensibe filan aldırmazdı. Bizim sustuğumuz ve sadece onun konuştuğu, Hugo'nun
şiirleri veya ondan nazmen çevirdiği (Namık Kemal iriliğinde) mısralar ile bizi
coşturduğu ve zihnimizi, bilgimizi, değerlerimizi alt üst ettiği, bizi
utandırarak (iyi bildiğimizi sandığımız) kendi yazarlarımızı âdeta zorla
okuttuğu, nice zamanlarımız, nice sohbetlerimiz olmuştur. Küçük bir şehirde,
1940'lı yıllarda, böylesine okuyan, bilen, tedbirsizce konuşan, öğrencileriyle
içtiği su ayrı gitmeyen, eşyasız küçük bir evde harp yıllarının memur
sefaletini yaşayan, eşi içeriki odada çocuk düşürürken, soğuk bir salonda,
acısını öğrencilerine yaptığı garip nüktelerle teskine çalışan böyle samimi ama
asla küskün olmayan, daima şen bir hocaya ne sıfat verilebilirdi?
KOMÜNİST.
Hoca'nın
kendisini bulduktan sonra hiçbir zaman komünist olduğuna inanmadım.
Belki
18-25 yaşlan arasında öyle "romantikçe-komünist" bir delikanlı çağı
olmuştur. Evet Cemil Meriç'in bir basit ideolojinin, birtakım köhne kalıpların
adamı, slogancısı, propagandacısı olabileceğini, onu kırk yıldan fazla
tanıdığım için aklıma dahi sığdıramadım. Çünkü her şeyi, her cepheyi, nasıl
okuduğunu bilirim. Taşkın zekasını, kılı kırk yarıcı muhakeme ve yargılama
inadını bilirim; saplantılara nasıl düşman olduğunu; güzel ve doğru karşısında
yelkenleri hemen suya indirdiğini de bilirim. Ayrıca kendisinin bilgi aşkı ve
iddiasıyla o zamanın en şanlı komünistlerini nasıl cahillikle suçladığını,
alayla yere geçirdiğini, ben ve çok kimse duymuştur. Bana, rahmetli arkadaşım
Celâlettin Tuğrul'a ve her konuştuğu şahsa sık sık
"BU
MEMLEKETTE MARX'IN KAPİTAL'İNİ OKUMUŞ BİR TEK KOMÜNİST MARKSİST
GÖSTEREMEZSİNİZ" diyen bu adama o halde neden komünist derlerdi?
O
zamanlar çok okumak, yüksek mevkii sahibi olmak, zengin veya tek parti kodamanı
olmadığı hâlde fikir beyanında bulunmak ve hele Nazım Hikmet'in adını anmak,
mısralarını okumak, komünistlikti.
Cemil
Meriç hoca, evet Nazım Hikmet'i sever, ondan mısralar okurdu ama mesela Namık
Kemal'e de aşın hayranlığı vardı. Onun belagatli ve taşkın üslûbuna bilhassa
tapardı. Uzun süren heveslerinden biri de, Namık Kemal gibi bol teşbihli,
istiareli ve büyük sözlerle yazmaktı. Daha o zamanlar Cevdet Paşa'ya
tutkunluğunu bilirdim. Gerçi Divan Edebiyatı'nı iyi bilmezdi ama Tanzimat'tan
sonrakilerin hepsini okumuştu. Ahmet Midhat Efendi'den, Tarih-i Cevdet'ten
bilmediğimiz cevherleri dökerek gözümüzü kamaştırırdı.
Bütün
bu halleriyle, o temiz ahlakı, inanılmaz Türk çocuğu samimiyeti, evinde bir
kaşık pilavını, bir topak şekerini, biz gariplerle paylaşan Cemil Meriç bizim
bir ağabeyimiz, hocamız, dostumuz olarak kaldı." (Türk Edebiyatı Dergisi,
Ağustos 1987)[9]
Unutamadığım
bir sözü de şudur.
“Ahmet, her
meselede, her konuda, memlekete, dünyaya bakışta seninle beraberim.
Düşüncelerimiz bir, kaygılarımız aynı, YALNIZ TARZLARIMIZ ELBETTE FARKLI
OLACAKTIR.”[10]
ENTELEKTÜEL …..
“Her
ülkenin, her çağın, her sınıfın, her ideolojinin entelektüel anlayışı başka.
Dünyaca kabul edilmiş bir entelektüel kıstası yok dense yanlış olmaz.
Sağın temsilcileri için entelektüel, ya karışıklık
çıkarmaktan hoşlanan, huysuz, hırçın, ukalâ bir "deklase"
(çevresinden düşmüş sosyal); vekâletnamesi olmayan bir avukat; şarkı
söyleyeceğine bildiriler imzalayan bir ağustos böceği yahut da heyecansız, suya
sabuna dokunmayan bir bilgi uzmanıdır.
Sol, aydına bazan dost, bazan düşman. Daha
doğrusu entelektüel, kendilerinden olmak şartıyla alkışlanmağa lâyıktır.
Sağ entelektüel, çoban köpeğidir. Esasen
entelektüelin sağı olmaz. Entelektüel, yükselen bir sınıfın şuurudur, yani bir
devrimcidir. Ayırıcı vasfı: Tenkit.
Şöyle bir taslak çizmek kabil:
1- Entelektüel,
zamanının irfanına sahip olacaktır. Ülkesinin dilini, edebiyatını, tarihini
bilecek, dünyadaki belli-başlı düşünce akımlarına yabancı olmayacaktır.
2- Peşin
hükümlere iltifat etmeyecek, olayları kendi kafasıyla inceleyip
değerlendirecektir.
Başlıca vasıfları dürüst, uyanık ve cesur
olmaktır. Yani bir bilgi hamalı değildir entelektüel. Hakikat uğrunda her savaşı
göze alan bağımsız bir mücahittir.
Biz de Schumpeter gibi düşünüyoruz. Entelektüel, tariflere
hapsedilemez. Mefhumu dalgalanışları içinde kavramak, tarihe başvurmakla kabil.
“Sh:24
….
ENTELEKTÜEL VE NEVROZ
Koestler,
Batı aydınlarının acıklı durumunu anlatmak için sosyolojiden marazı psikolojiye
atlar. Koyduğu teşhis: Nevroz.
İntelijansiya
ile nevroz arasındaki münasebet tesadüfi değildir, ona göre., fonksiyoneldir.
"Hür olarak düşünmek, hür olarak yaşamak, insanı çoğunlukla çatışan bir
hale getirir. Çoğunluk, babadan kalma geleneklere uyarak düşünür ve
yaşar. Azınlığa düşmek, insanı nevroza elverişli bir iklime sokar.
Kurallara baş kaldıranla yarı deli (eksantrik) arasında bir adım mesafe var.
Toplumun düşmanca baskısı bu mesafeyi hemen aştırır insana.
Tiyatroda biri öksürünce herkes öksürür,
boğazında bir kaşıntı duyar herkes. Taklit insiyakı, insiyâkların en güçlülerinden
biri. Karşı koydunuz mu sinirleriniz gerilir, bir suçluluk duygusu içine
düşersiniz. Herkes tarafından kabul edilen bir haksızlığa isyan etmek kolay mı?
Topluma baş kaldırmak kendi şuuraltımıza
da baş kaldırmaktır. Ödip kompleksiyle aşağılık kompleksi,
utangaçlık ve küstahlık, telâfi ve içeri dönüklük, çeşitli bozuklukları
belirten birer mecaz. Hepsinin de ortak yönü: Uyumsuzluk.
Yükselen bir sınıfın desteğinden mahrum
kalan bir intelijansiya, kendi içine kapanır ister istemez: Bir limonluk (sera)
havası, bir kızılbaşlık ve istimna iklimi içinde tükenip gider. Son on yılın
(1936-1946) intelijansiyası böyle bir intelijansiya olmuştur işte.
Üstelik böyle bir intelijansiyanm, yarı
aydınlar, asalaklar üzerinde marazî bir çekiciliği vardır. Yarı aydınların
başlıca kaygısı hür düşünce susuzluğu değildir. Dış dünyada üşüdükleri için
seraların etrafında toplanırlar, daha doğrusu sızarlar limonluklara ve oranın
meşru sakinlerini yavaş yavaş sınır dışı ederler. Ne var ki gerçek
intelijansiya için de nevroz kaçınılmaz bir akıbettir çok kere...
Çevrenin baskısı (benliğimizin içinde de,
dışında da) korkunç; onun çarpıtıcı etkisi altında tabiatın bozulması
mukadder.
Çevreye meydan okumak belki kabil. Ama
meydan okuyuşun kaçınılmaz ücreti, suçluluk nevrozu. İntelijansiya hiçbir
zaman suçluluk kompleksinden kurtulamamıştır; bu başkalarını zenginleştirmek
için ödemek zorunda olduğumuz gelir vergisi. Silâh tüccarlarının vicdan
rahatlığı içinde olmaları mümkündür, gelgelelim bir barışçının bakışlarında
böyle bir huzurun pırıltısını hiç görememişimdir.
İntelijansiyanın nevroza istidadı olduğunu
kınayanlar pekâlâ maden işçilerinin vereme istidadı olduğunu da kınayabilirler.
Profesyonel bir hastalıktır nevroz, aşağılamadan ve utanç duymadan böyle
olduğunu kabul etmeliyiz" (Koest-ler, a.g.e., s. 110-113).
İşte Batı aydınlarının kendileri
hakkındaki ifşaları. Zavallı ülkemiz, bu hasta, bu perişan intelijansiyanın
hayranı! Sh: 54-56
NEDEN BİR DÜNYA GÖRÜŞÜMÜZ YOK
Avrupa'nın aşağı yukarı aynı manaya gelen
üç kelimesi: felsefe, ideoloji, dünya görüşü
(weltanschaung).
Felsefe, ihtiyar ve aşınmış: Fazla Yunan,
fazla ortaçağ, fazla on sekizinci asır.. Onun yerini tutsun diye uydurulan
ideoloji, insan ilimlerinin bütününü kucaklayacaktı, sosyal sınıfların yarı
hakikatlerini sergileyen bir lafız oldu. "Weltanschaung", Batı dillerine
Almancanın armağanı. Bakir ve müphem. Tuttu, çünkü esnek. Hem bir nazariye,
hem bir aksiyon.. Bir yerde ortak şuur, bir yerde yaşayış tarzı..
Kısaca: Bir medeniyet topluluğunun, bir
milletin veya sosyal bir sınıfın hayat tecrübesini özetleyen insicamlı bütün.
Yazar da, filozof da bu kaynaktan esinlenir. Dünya görüşü, bir çağın veya
çağların ürünü -bir sınıfın veya sınıfların-, düşünceleri besleyen ana toprak.
Her mimar o büyük abideye bir kat, bir sütun veya bir kabartma ekler. Felsefeler
ferdîdir, dünya görüşleri içtimâi.
Batı insanının şuuruna yön veren
düşünceleri üç başlık etrafında toplayabiliriz.
HIRİSTİYAN DÜNYA GÖRÜŞÜ
Hıristiyanlık kölelerin isyan çığlığıydı, adalete susamış insanların
çığlığı.
Kilise, ezilenler adına konuşuyordu. Sonra, Sezar'ın emrine
girdi. Yığınları uyuşturmak, ayaklanmaları önlemek, imtiyazları meşrulaştırmak
için yalan söyletti Tanrı'ya.
O
cihanşümul din, ortaçağ'da bir avuç derebeyinin fetvacısıdır. Bir dünya
görüşünden çok, miskin bir ideoloji: Varlıklar, ameller, değerler, biçim ve
kişiler, değişmez bir mertebeler dizisi içinde donduruldu.
Zirvede Tanrı, sonra Sezar, sonra Kilise.
İlmin
tarihi, zekâ ile Kilisenin çatışması tarihi.
BURJUVA
DÜNYA GÖRÜŞÜ
İncil, barbar Avrupa'nın kanlı dişlerini, yırtıcı tırnaklarını
sökemez. Eski köleler toprak kölesidir şimdi, sonra üçüncü sınıf olurlar:
Çalışan, vergi veren, adsız ve haysiyetsiz kalabalık.
Sınıftan
çok yamalı bohça. İktisaden gelişen bu sınıf, ezilen insanlığın, ezelî aklın,
cihanşümul adaletin sözcüsüdür. Şatoyu yıkmak için Kiliseyi de devirmek
zorunda. Reform, Rönesans, Aydınlıklar Çağı. Büyük kavganın bellibaşlı
durakları. Nihayet Devrim.. İnsanlık tarihi 1789'a kadar bir sınıf kavgası
tarihidir. Yeni bir çağ açılmıştır 89'la. Sınıf yoktur artık, milletler, daha
doğrusu insanlık vardır, insan ve Vatandaş Hakları Beyannamesi'ne göre, "insanlar hür ve hakça eşit
doğarlar". Kendi çıkarlarının, insanlığın çıkarları olduğuna inanan üçüncü
sınıf, dünya görüşünü parça parça kurar. Liberalizm veya ferdiyetçilik
yüzyılların eseri ve üç sütun üzerinde yükselir: Hürriyet, akıl, fert Devrimden
sonra üçüncü sınıf parçalanır. Burjuvazi kavga arkadaşlarını ziyafet
sofrasından kovar. Servet de, bilgi de onun tekelindedir. İnsanlar eşittirler,
doğru ama kanun karşısında.
Kanunu yapan burjuvazidir. Yeni sınıf bir yandan eski imtiyazlılarla
savaşmak, bir yandan yoksul yığınların uyanmasını önlemek zorundadır. Vaitler
kâğıt üzerinde kalmış, sınıflar ortadan kalkmamıştır. Soyluların yerini
burjuvazi, burjuvazinin yerini proletarya almıştır, insanın insanla savaşı
daha kıyıcılaşmıştır. Bir kelimeyle liberalizmin göklere çıkardığı hürriyet,
hür bir kümeste hür bir tilki hürriyeti.
Ne var ki burjuvazi şatoyu devirirken
Kiliseyi de yıkmıştı. Kitleler, Rabb'in melekûtu ile oyalanamazdı artık. Sömürü
nasıl gizlenecekti? Filozoflar yetişti imdada. Onlar da -rahipler gibi-
çelişkileri gizlemeğe, iç ve dış talanı kutsallaştırmağa çalıştı. Dünyaca
geçerli bir hakikat diye sunulan liberalizm bir sınıf yalanma, yani bir
ideolojiye dönüştü.
SOSYALİST
DÜNYA GÖRÜŞÜ
Hıristiyanlık
eski çağların kölelik düzenine kıyasla, bir ilerleyişti; insanlar Tanrı önünde
eşittiler. On yedinci yüzyıl bir adım daha atarak, insanların akıl karşısında
eşitliğini haykırdı. 1789 Devrimi siyasî eşitliği gerçekleştirdi. Fethedilmeyen
tek eşitlik kalmıştı: İktisadî eşitlik.
Sosyalizm, bencil ve maddeci bir dünyada,
bir ızdırap çığlığı, bir fetih rüyası.. Adaletsizlikler ortadan kalkacak, eşek
arılarının yerini bal anları alacaktır.
Her üç ideolojinin ortak yönü:
Toplumdaki çelişkileri belirtmek ve
onları ortadan kaldıracağını ileri sürmek. Başka bir deyişle, Batı'daki dünya
görüşleri arasında bir kopuş yoktur. Her yeni sınıf eski hâkim sınıfın
ideolojisinden yararlanır. Sosyalizmin iyi yürekli kâhinleri de insanlığa, rahiplerin
ve filozofların müjdesini tekrarlar: Yeni devrim bütün imtiyazların ölüm çanı
olacak.
BİZE GELİNCE
On dokuzuncu asra kadar, Osmanlı ülkesinde bir ortak şuur
vardı: İslâmiyet.
Vahye
dayanan bir hakikatler bütünü.
O
cihanşümul dinin izahı, yorumu ve yayılması için binlerce düşünce ve duygu
adamı ömrünü harcamıştı. Bütün bir içtimaî nizamın temeliydi İslâmiyet.
Sosyal bir sınıfın veya bir kavmin değil, ümmetin inançlarını
dile getiriyordu. Ayıran değil, birleştirendi. İnananlar kardeştiler.
İnananlar, yani insanların hepsi. Tek Allah, tek kitap, tek hakikat, tek
halife, tek dünya. Yunus'un mısralarını kanatlandıran imanla, Mesnevî'deki
pırıltılar aynı ezelî nurdan. İslâmiyet Süleymaniye'de kubbe, Itrî'de nağme,
Bakî'de şiir.
Medeniyetler de ihtiyarlar.
Nasların cihanşümul seyyaliyeti kalıplaşır
zamanla.
Kocayan şuur ezelî hakikatin yüzeyinde
bocalar.
İslâm'ın dünya görüşü yekpareliğini kaybeder.
Avrupa'nın maddî fetihleri, çöküş devrinin ulemasını afallatır. İslâm'ın
inkırazı, hikmetine akıl erdiremedikleri bir gazab-ı ilâhîdir. Susar ve
sahneden çekilirler. Yerlerini Avrupa'nın imal ettiği yeni bir insan tipi alır:
müstağrip.[11] Hem suda, hem karada yaşayan bu hilkat
garibesi giderek büsbütün kopar mazisinden. Artık ne Asyalı, ne Avrupalıdır.
Ne Müslüman, ne Hıristiyan.. Tek kitabın yerine binlerce kitap, tek hakikatin
yerine binlerce yan hakikat geçer.
Yıkılan bir dünyanın harabeleri arasında
ilelebet yaşanamaz ki.
Her toplumun belli bir değerler bütününe
ihtiyacı var.
İrfanından kopan, ana dilini bile unutan
müstağripler kafilesi kime, neye bağlanacak?
Sosyal bir sınıf da değildir, sosyal bir
sınıfın temsilcisi de. Hakikat tek, hata sonsuz. Müstağrip ne yeni bir dünya
görüşü kurabilir, ne de Batının cömertçe sunduğu türlü ideolojiler arasında
seçim yapacak güçtedir. Seçmek için, anlamak lâzım. Anlamak için, karşılaştırmak.
Mukayese, irfana dayanır.
Batının sosyal ve politik tarihi
bilinmeden ideolojileri kavranabilir mi?
İdeoloji bir bütündür. Belli bir dünyanın
sorunlarını çözmek için hazırlanmış bir bütün.
Kaldı ki müstağripler bu ideoloji enkazını
naslaştırırken Batı'da yeni yeni çelişkiler beliriyordu. İdeoloji, iktisadî alt
yapının ifadesidir. Sosyal bir sınıfın çıkarlannı dünyaca geçerli bir hakikat
diye sunar. Oysa müstağrip Avrupa fikriyatını bir ilmihal gibi ezberlemeye
kalkar. Bütünü kucaklayamaz, kucaklayamazdı da. Müstağripler 1960'lara kadar
aynı yalanları çeşitli üsluplarla tekrarlayan bir topluluk. Aydın,
efendisinin ilaçlarını çalıp içen ahmak uşak.
60'LARDAN
SONRA
Batılılaşmak,
Batı irfanı ile kaynaşmaksa, Batılılaşmamıştık. Batı medeniyeti liberalizme
dayanıyordu, liberalizm sanayileşen Avrupa'nın, başka bir deyişle burjuvazinin
dünya görüşüydü. Bizde ne sanayi vardı, ne burjuvazi. Avrupa'nın
"Batıksınız" teklifi tek anlam taşıyordu: "kapitalizme teslim
olunuz". Bürokratlarımız Batılaşmaktan çok, Batılaşmış görünmek
istiyorlardı. Avrupa'yı tanımıyorduk ama kendimizi de unutmuştuk. Korkuyorduk
düşünceden. Zirvelerde dolaşmamız yasaktı. Batı'yı batı yapan düşünce
fatihlerinin yalnız ismini biliyorduk. Ne Locke çevrilmişti dilimize, ne Hobbes, ne Darwin.
Hegel, ışığı
bize kadar gelmeyen bir yıldızdı. Marx, mavi sakalın kırkıncı odası. Harf
devrimi kütüphanelerimizi dilsizleştirmişti. Tek parti, çelik bir korse
giydirmişti şuura. 60'lardan sonra setler yıkıldı, izm'ler bulanık bir sel
gibi aktı ülkemize. Tanzimattan beri susmağa alışan halk, sesini yükseltmeğe
başladı. Yasak bölge kalmamıştı artık. İslâmiyet de serbestti, sosyalizm
de.
İslâmiyet serbestti ama müstağripler için
bir abesler yığınıydı; din, gericilikti. Şuurumuza vurulan o zinciri çoktan
parçalamıştı Cumhuriyet. İslâm olmak, çağın dışına çıkmaktı. Eğitim
de, basın da müstağriplerin elindeydi. Gerçi halk imanından kopmamıştı.
Sığ, soğuk, katılaşmış bir iman. Ama müstağripler yüzde yüz Batılıydılar ve Batı'nın
değerlerine sadık kaldılar. Yeni kuşaklara gelince.. Onlar bu sahte
Batıcılıktan tiksinmişlerdi. Masallarla avutulamazlardı artık. İkiye
ayrıldılar: Ülkelerinin mukaddeslerine sarılanlarla sosyalizme gönül
verenler, Batı'nın kelimeleriyle: sağcılarla solcular.
İrfanımızı maziye bağlayan köprüler
yıkılmış. İslâmiyet sisler içinde. İhmalin, bilgisizliğin, bühtanın sisleri.
Kur'an'ı, "asrın idrakine söyletmek" Akif'in rüyasıydı. Müslüman
gençlik de aynı emel peşindedir. İslâm, içtimaî bir nizam. Yaşayan ve yaşayacak
olan bir dünya görüşü.. Ama bunu çağdaş insana kabul ettirmek kolay mı?
Oysa sosyalizm.. Sosyalizm, Tanzimatla
başlayan Batılılaşmanın, Cumhuriyetle kökleşen laik ve pozitif düşüncenin en
efendice, en tabiî sonucu değil mi?
İmanını kaybeden, tarihten koparılan genç
nesiller için son kurtuluştu sosyalizm. Yıllarca çölde yaşamışlardı, vahaya
koşuyorlardı çılgınca. Önüne geçilmez bir alın yazısıydı bu.
İnsan her yasağa karşı düşkündür. Sosyalizm de tehlikelerle dolu yasak
bir bölge idi. O da Avrupa'dan geliyordu ama, Avrupa'dan çok Doğu'nun
ezilen milletlerine sesleniyordu. Hürriyet, terakki, anayasa gibi soyut bir
kavram değil, "bilimsel bir dünya görüşü" idi. Gençlerimiz
hürriyetin sarhoşluğu içinde bu memnu meyveyi kabuğu ve çekirdeği ile
yutacaklardı ve yuttular. Bir din oldu sosyalizm. Marx, Hz. Muhammed'in yerini aldı, Kapital Kur'an'ın.
Bir anlamda ilk defa Batılılaşıyorduk. Marx, bütün eserleri dilimize çevrilen ilk ve
son Batılı yazar. Kanla mühürlenen bir Batılaşma. Okuyan gençlik düğüne gider
gibi ölüme koştu, sosyalizm uğruna. Bilmiyordu ki,
1) Hiçbir düşünce bir ülkeden ötekine olduğu
gibi aktarılamaz.
2) İnsan düşünce için değil, düşünce insan
içindir.
3)
Batan bir ülkeyi bir anda kurtaracak
hiçbir sihirli formül, yani izm yoktur.
4)
Avrupa'yla aramızda aşılmaz bir duvar var.
Doğu, kapitalist için de, sosyalist için de sömürülecek bir alandır. Doğulu
ise, bir yan insan, şüpheli bir yandaş, tek kelimeyle düşmandır.
5)
Zilletten kurtulmanın yolu haysiyetimizi
ispattır. Haysiyet, şuur ve fedakârlık demek. Şuur hiçbir kiliseye bağlanmamak,
her vesayeti reddetmek, kapılarını her ışığa açmak demektir. Fedakârlık ise
inandığı değerler uğruna her çileyi göze almak, hattâ ölümü bile. Saygıya lâyık
insan kendi kafası ile düşünen ve düşüncesini haykırmaktan çekinmeyendir.
MARKSİZM DE DIŞARDAN GELEN BÜTÜN
İDEOLOJİLER GİBİ BİR FELÂKET KAYNAĞI OLMUŞTUR. Çünkü çocuklarımız
hazırlıksızdılar. Marksizmin de bir ideoloji olduğunu bilmiyorlardı. İdeolojinin
bir yarı hakikat, ilim kisvesine bürünmüş bir sınıf yalanı olduğunu anlayan var
mıydı zaten. Delikanlılar çarpıtılmış sloganları dünyaca geçerli bir
hakikat sandılar. Oysa Marksizm bir doktrin olmadan önce, bir araştırma yöntemidir.
Bir tekke şeyhi değildir Marx. Belli bir çağda, belli bir bölgede
yaşamış, her insan gibi, birçok zaafları olan bir düşünce adamı. İnsanlığa en
büyük armağanı: diyalektik.[12]
Ama unutmayalım ki adına bunca cinayetler
işlenen Marksizm, şuurlanmamıza da yardım etmiştir. EVET, TÜRK İNSANI PAPAĞAN BATICILIKTAN GERÇEK
BATICILIĞA MARKSİZMİN SAYESİNDE GEÇEBİLMİŞTİR.
Descartes'in XVII. yüzyılda Avrupa'da
başardığı düşünce devrimine benzeyen bir düşünce devrimi yaratmıştır bizde
marksizm. Avrupa'nın yalancılığına, kapitalizmin sömürüsüne dikkatimizi
çekmiştir. Anlatmıştır ki Batı düşüncesi dokunulmaz bir hakikatler bütünü
değildir. Her sınıfın, her milletin, her camianın kendini korumak için
uydurduğu yalanlar var. Batı'dan icazet almadıkça Batı'yı tenkit edemezdik.
Marksizm bize bu icazeti verdi. Yani şuurumuza takılan zincirleri kırdı ve
Avrupa büyüsünü bozdu.
Bir
düşünce adamı Marksçı olabilir mi?
Marksçılık,
bir izme yani bir kiliseye bağlanmak, onun nas'larını değişmez hakikatler gibi
kabul etmekse, elbette ki hayır. İnsanlığın düşünce tarihinde Marksizme lâyık
olduğu yeri vermek, bir Eflatun'a, bir İbn Haldun'a, bir Descartes'a veya bir
Saint-Simon'a gösterilen saygıyı Marx'tan da
esirgememek ise, elbette ki evet. Marx çağdaş
Batı düşüncesinin en büyük temsilcilerinden biri, belki de birincisidir.
Marksizmi
dinleştirmek Marx'i anlamamaktır.
Konserve hakikatler sunan bir şarlatan değildir Marx. Marksizm
tenkittir, şüphedir, araştırma yöntemidir.
[13] Sh: 225-232
Kaynakça:
Cemil MERİÇ hzl: Mahmut Ali MERİÇ Mağaradakiler [Kitap]. - İstanbul : İletişim, 2010.
[1] Determinizm: kaçınılmaz sona inanma;
Doğa'daki her olayın, dolayısıyla insanın tüm faaliyet ve davranışlarının kendi
iradesi dışında seyreden bazı faktörlere tabi olduğunu ileri süren teori,
gerekircilik.
[2] Brahman: Hint
felsefesi geleneğinde, hem içkin hem de aşkın olan, hem kâinatta ve hem de
kendisinde var olan en yüksek varlığa kendisiyle birleşmenin nihai ve en yüksek
hedef olarak addedildiği dünya ruhudur
[3] Proletarya (Latince proles
(döl) kelimesinden gelir) alt sosyal sınıfı tanımlamak için kullanılan terim,
bu sınıfa mensup kişilere proleter denir. İlk olarak oğullarından başka
malı olmayan insanları tanımlamak için kullanılan aşağılayıcı bir kelime
iken, Karl Marx`tan sonra işçi sınıfını tanımlamak için kullanılan sosyolojik bir
terim halini almıştır.
[4] MERİÇ Ümit
Babam Cemil Meriç [Kitap]. - İstanbul : İletişim, 2008, s. 141-142
[5] MERİÇ Ümit Babam Cemil Meriç
[Kitap]. - İstanbul : İletişim, 2008, s. 143-145
[6] 'müstagrip' ya da 'garbiyatçı'
yahut, daha iyisi oksidantalist'! doğu'yu, bir batı'lı olarak söylemleştiren
anlamında 'müsteşrik'in, ya da 'şarkiyatçı'nın yahut daha iyisi,
'oryantalist'in tam karşıtı: batı'yı bir doğu'lu olarak yeniden inşa edip
söylemleştiren kişi!
[7] Diyalektik: mantıklı yorumlama,
mantıksal konuşmaları yürütme sanatı
[8] Cemil MERİÇ hzl: Ümit MERİÇ Sosyoloji Notları ve Konferanslar [Kitap]. -
İstanbul : İletişim, 2010,s.290-296
MERİÇ Ümit Babam Cemil Meriç [Kitap]. - İstanbul :
İletişim, 2008, s.126-131
[9] MERİÇ Ümit Babam Cemil Meriç
[Kitap]. - İstanbul : İletişim, 2008, s.44-46
[10] a.g.e., 107
[11]Bkz. Cemil Meriç, Bu Ülke, İletişim Yayınları, İstanbul, 7. baskı. 1992. "Müstağrip"
ss. 137-138.
[12] Bkz. Cemil Meriç, Bu Ülke, İletişim Yayınlan, İstanbul. 7. baskı. 1992. "Tefekkürün
Tarifidir Diyalektik", ss. 189-191.
[13] Bkz. Cemil Meriç, Sosyoloji Notlan ve Konferanslar, İletişim Yayınlan, 3. baskı 1995: Marksizm ve İslâmiyet, ss.
290-296 ve Dünya Görüşleri, ss. 296-302.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.