Print Friendly and PDF

Cemil Meriç Muhtelif Eserlerinden

Bunlarada Bakarsınız

CEMİL MERİÇ’İN BİR DÜNYANIN EŞİĞİNDE ADLI KİTABINDAN

İlk telif eseri olan Bir Dünyanın Eşiğinde, o zamana kadar "coğrafyasında tek kıta, kafasında tek yarım küre" olan Meriç'in Asya'yı, özellikle "Hint"i keşfidir. Olemp'i ararken Himalaya çıkmıştır karşısına. 48 yılını gömdüğünü söylediği bu kitapta, düşüncesi ve şiiriyle, dini, felsefesi, masalıyla Hint edebiyatını ve uygarlığını inceleyen Meriç'e göre,
"Çağdaş Avrupa, en aydınlık taraflarıyla Hint'in bir devamıdır". Düşünsel serüveninin tamamında olduğu gibi bu mihnetli çalışması sırasında da zaman zaman okuyucusunu bulamamaktan, anlaşılma-maktan şikâyetçidir. Ama herkesi davet ettiği bu dünya, düşünce hürriyetinin vatanıdır. "Hint," der Meriç,
"Her inanca söz hakkı tanıyan bir ülke olduğu için ikinci vatanım oldu. Bu kitapta rüyaları ve realitesiyle bütün Hint var... yani bütün insan."

“ÖNCE AMEL

Demek çektiğimiz acıların tek sorumlusu: biziz.
Huzur bir tesadüf değil, bir mükâfat.
Benlik dediğimiz heykeli, daha önceki doğuşlarda kendimiz yonttuk.
Rastgelelik yok kâinatta.
Yaptığımız her hareket, gelecek hayatlarımızın kaderini çizmekte.
İnsana bu kadar geniş bir sorumluluk yükleyen başka bir inanç tanımıyoruz. Batı'nın soyaçekim nazariyesinden çok daha kucaklayıcı, çok daha sert bir determinizm bu[1].
Önce Amel, sonra Varlık.
Ortaçağ skolastiğinin iddia ettiği gibi, önce Varlık, sonra Amel değil.
Zekâ kendi kendini yaratan bir çaba.

Karman: Cihanşümul adalet. Bu inanç yalnız Vedanta ahlâkının değil, Budizmin de kemer taşı. Hind'in şer meselesine getirdiği çözüm aydınlık... ve insanca.
Tanrı'yı kötülemeden, dünyadaki kötülükleri izah etmek ancak Karman ile mümkün.
Madem ki felaketlerimizin kaynağı daha önceki doğuşlarımızda işlenen günahlar; niçin ve kime isyan edeceğiz?
Acı çekmek: eski bir borcu ödemek ve mutlu bir geleceği hazırlamak.
Bugünü yapan: dün.
Ama yarına karşı tamamen hürüz. Yarın, bizim dokuduğumuz bir kumaş.
Ne var ki insanlık bir bütün. Soyumuzun işlediği günahlardan da sorumluyuz bu anlayışa göre.
Hepimiz Tek'in türlü tecellileri değil miyiz?

Amel, bir gergef; ipliği arzu (Kama). Mutluluk için fazilet yetmez, arzulardan da sıyrılmalıyız.
Bu acılar gayyasından kurtulmadıkça hükümdar olmuşuz, parya olmuşuz, ne farkı var?
Hayır da, şer de zincir.
Biri hafif, öteki ağır.
Amaç: bütün zincirleri kırmak.
"Susuz bir kuyuya düşen kurbağa gibi kıvranmak istemiyorsak, yeniden doğuş zincirlerini kırmalıyız.
Korkunç olan ölüm değil, sürekli doğuşlarımız.
Zerre bütüne karışmalı ki hasret dinsin.
Bizi hayat denen ezelî cehennemden yalnız Bilgi (cnana) kurtarabilir.
"Birlik sırrından habersiz olanlar, yerini bilmedikleri bir hazineyi arayan körlere benzerler. Atman (insanın ruhu, özü, can ) –Brahman [2] sırrına erenlerse her türlü kaygıdan, her türlü kuşkudan azat olur. Atmanla kaynaşan, rüyasız bir uykunun huzuruna kavuşmuş, Çokluk'tan Teklik'e yükselmiş, dertlerden kurtulmuştur". Nedir bu Atman-Brahman?

VAHDET-İ VÜCUT


"Ötelerin ötesidir, Brahman, yücelerin yücesi. Tanrıları yaratan O.
Başlangıçta yalnız O vardı. Her yerde O, her şeyde O.
Adlar değişik, kalıplar ayrı, cevher tek: Brahman. Göremeyiz, duyamayız, kavrayamayız Brahman'ı.
Beyin sınırlı, Brahman uçsuz bucaksız.
Bütün sığar mı Parça'ya? Brahman ne O dur, ne Bu".
Ama Brahman'ın dışında başka bir Kâinat da var: medleri, cezirleri, fırtınalarıyla benliğimiz:
Atman. Atman zerreden küçük, Atman evrenden yüce.
"Vücut bir araba, sahibi: Atman.
Akıl: arabacı.
Koşumlar: idrak.
Duyumlar: at.
İdrak duyumlardan, akıl idrakten, Atman akıldan üstün".
Aynı ağaçta iki kuş...
Tüyleri pırıl pırıl ikisinin de.
Biri meyvesini yer ağacın, öteki hareketsiz huzur içinde".
Bu ağaç kişiliğimiz.
Kuşların ilki vehimler âleminde bocalayan Ben...
İkincisi zamanın ve mekânın ötesinde, değişmeyen Ben: Atman.
Gerçekte kuş tek.
Atman için ne doğum var, ne ölüm.
"Hem kıpırdar, hem kıpırdamaz. Hem uzak, hem yakın.
Hem her şeyin içinde, hem de her şeyin dışında.
Bütün varlıklarda O'nu, O'nda bütün varlıkları gören şüpheden azat olur".
"Tabiat: bir vehim.
Bu vehmi yaratan ulu Tanrı.
O'nun zerreleri uçuşur dünyada, zaman zaman".
Dış dünya, çöldeki serap gibi...
"Gözle görürsün ama, gerçekte yok.
Susuzluğunu arttırır sadece, gidermez.
Karanlıkta yılan sandığın, aydınlıkta bir ip.
Korkun da, kaygın da bir vehim: Maya".
"Testi toprak, dalga su, bilezik, altın, kâinat Ben...
Tanrılar yok olduktan sonra Ben varolacağım".
"Düşünen kavrayamaz Atman'ı, düşünmeyen kavrar. Anlayan anlayamaz, anlamayan anlar".
"Bilgeye Atman nedir diye sorarlar.
Cevap vermez. Israr edilince, söyledim ama, anlayamadm, Atman sükuttur, der".
"Güneş onun buyruğu ile doğar, rüzgâr onun buyruğu ile eser. Agni de, İndra da, Yama da onun buyruğu ile dolaşır".
Dış dünya, iç dünya...
Bu ikilik bilgisizliğimizden doğan bir kuruntu.
Varlık tek: Atman-Brahman.
Hegel'i hatırlatan bir diyalektik. Atman, tez. Brahman, antitez.
Atman-Brahman, yani tek varlık, mutlak varlık, sentez.
"Gökte bir tek ay var. Ama sularda aksi sonsuz.
Her testinin suyunda başka bir ay. O testilerden biri de sensin. Ateşten fışkıran kıvılcımlar gibi, tek cevherden fışkırmış bütün varlıklar, Atman: bir örümcek, dünya: ördüğü ağ".
Her meyvede tohum, her canlıda Atman var. Sevgilide bizi çeken o. Çocuğumuz ondan bir zerre diye aziz. O'nu, ben'i, onları değil, bütün varlıkları kucaklamalı sevgin. Bütün varlıkları, yani Tanrı'yı. "Brahman'ı Atman'ın dışında arayanı terk eder Brahman.
Tanrıları Atman'ın dışında arayanı terk eder Tanrılar.
Bütün'ü Atman'm dışında arayanı terk eder Bütün. Atman Brahman'dır, dünyalardır.” sh.117-119

BRAHMA
"Ben her şeyin bağrından fışkırdığı Kaynak,
Ben her şeyin bağrında kaybolduğu Umman...
Ben Erkek, ben Dişi,
Ben Kadim, Ben binbir çehreli Tanrı:
Brahma, Ben Kâinatı oynatan Vehim.
Sonsuz ruhum, varlıkların otağı,
Ataların atasıyım, atam yok,         
Tanrılar bağrımda doğar, bağrımda ölür.  
Kanımda ilk şafakları kızıllaştıran,
Ne geceler vardı henüz, ne şafaklar.
Geçmiş benim, Şimdiki An ben, Gelecek ben,
Her şey bende doğar, bana döner,
Ben bütün canlılarım, ben bütün ölüler.    
Size Varlık gibi görünür ama,        
Rüyamın yarattığı o sayısız dünyalar,          
Gecelerimi aydınlatan birer şimşek,
Geçici birer parıltı, kaybolan birer hayalet.
Neden bu kadar yalan, diye soracaksınız. 
Ruhum rüyalara muhtaçtı, birer yıldızdı bu rüyalar,  
Gamlı sonsuzluğumu çiçeklendiren,
Ölümsüzlüğün dehşetini gideren birer yıldız".
sh:127

“Avrupa, sözde Hıristiyan.
Bencillikten başka kanun tanımıyor.
Çağdaş insanı önüne katan hırs: menfaat.
Tek kaygımız, hayatın tadını çıkarmak, bahtsızları mutluluğa kavuşturmak kimsenin umurunda değil. Birtakım fedakârlıklara katlanır görünüşümüz, ayaklanmaları önlemek için.
Devrimler bencilliği ortadan kaldıracaktı güya, imtiyazlıların sayısını arttırdı, ihtirasları körükledi, yeni bir ahlâk anlayışı getirmedi.
Fedakârlığa yanaşan yok, her şey bizim olsun istiyoruz.
Toplumlar bu yüzden uçuruma sürükleniyor.
Bizi ne ilim kurtarabilir, ne teknik...
Eski cemiyetleri kurtarabildiler mi?
Bu kitabı dikkatle okuyalım...
Göreceğiz ki bizden daha iyi düşünen, kurtuluş yolunu bulan insanlar varmış" (E. Burnouf).” sh: 145

 “Öldürmek... kimi öldüreceksin. Hayat yok edilebilir mi?
Ölüm, güneşin batışı.
Ölüm, bir sis.
Ölüm, bir şarkıyı çerçeveleyen sükût.
Bitmeyen bir şarkıyı, bitmeyecek bir şarkıyı.
Beden, gölgesi hayatın.
Gerçek olan o değil.
Kâinata bulutlardan bakınca, ölüm yok.
Sen vazifeni yapacaksın.
Sevinmeden, üzülmeden, öfkelenmeden.
Amel bir zincir değil, bir kanat.
Bu oyun ezelden başlamış Arcuna (Hint kahramanı).
Roller ezelden dağıtılmış.
Sahnedesin ve bütün gözler üzerinde.
Tabiat gibi sakin olacaksın, tabiat gibi yalçın.
Tabiattan farkın: zekân.
İlk işin zekânı ışıklandırmak olmalı.
Bilen ve gören bir irade insan.
Patikalara sapmayan, yalpa vurmayan, ve yürüyen bir irade.
Ama bu, tecelliler âleminin kanunu.
Gerçek bilge tecelliler âleminden hakikat âlemine süzülebilendir.
Tanrı'yla kaynaşan için ne hayır var, ne şer.
Hakikata eriştin mi kitaplara ihtiyacın kalmaz.
Aradığın ışık kendi içindedir.
Bilgeliğin alâmeti ne istiğrak, ne cezbe.
Bilge, arzulardan soyunan erdir.
Hedef dünya nimetlerinden vazgeçmek değil, ihtirasların kökünü kurutmak, kendini Tanrı'ya vermek, onunla kaynaşmak.
Arzular denize karışan ırmaklar gibi dolacak ruhuna, onu bulandırmayacak, dalgalandırmayacak.
Huzur vahdet sırrına erenindir.
Bilgi amelden üstün.
Upanişadlar da böyle söylüyordu.
Öyleyse amele ne lüzum var?
Ormana çekilip kendimizi Tanrı'ya vermek dururken, niçin dövüşelim?
Arcuna yine karanlıklar içindedir.
Amel kutsal, adak kutsal, feragat kutsal.
Hangi yoldan kurtuluşa varacak?
Zekânın aydınlattığı amel yolundan.
Bilgiyle amel kaynaşacak.
Amel'den kim kaçabilir?
Yaşamak, hareket etmek demek.
Bilgi amelden üstün.
Ama atalet amelden üstün değil.
Dava, ihtiraslardan soyunmakta.
İhtiras, yolumuzu karartan sis.
Arzuları nasıl susturabiliriz?
Kendimizi bir ideale bağlayarak.
Amel, bir adak olmalı.
Esaret bencillikte.
Amacı haz olan, bocalar, yürümez.
Kurtuluş karşılık düşünmeden didinenindir.
Kendinden kopacak, varlıkların içinde eriyeceksin.
Tanrı'nın kendisi de amel.
Tanrılaşmak istiyorsan onun yolundan gideceksin.
Dünyada kemal yok.
Kişi madde kalıbından kurtulup ruhlaşmadıkça pir ü pak olamaz.
Ama daha önce aşılması gereken duraklar var.
Önce gündelik işler, sonra kurtuluş.
Büyükler kalabalığa örnek olmalı.
Krişna (Vişnu'nun bir avatarı olarak tapılır.)  bunun için hep hayat sahnesindedir: tecelliler âleminin sevinç ve acılarına ortak olmak için insan kılığına girişi bundan.
Kazanacağı yeni bir zafer mi var?
Hayır. O, bir orkestra şefi gibi, hayat denen ezelî musikiyi düzenleyecek.
Hıristiyanların Tanrısı dünyaya bir kere iner.
Bu bir fedakârlıktır onun için.
Hind'in Tanrısı yeryüzündeki savaşa sık sık katılır.
Dünyayı karanlıklar basınca tarih sahnesinde boy gösterir ve yeni bir devir açar.
Kızmadan, heyecanlanmadan başarır işini.
Tanrı'nın zaman zaman insan kılığında tecellisi, kâinatın bitip tükenmeyen operasında bir nevi leitmotiv. (ana motif, nakarat, tema) ” sh:147-148

TRAJEDİSİ OLMAYAN SAHNE


"Hind'in ruhunu canlandıracak tiyatro kahramanı ne uzun
 bir tarihin yükü altında ezilen bir Agamemnon olabilirdi,
ne de Ortaçağ'ın karanlık hüznüne gömülen bir Hamlet veya Faust.
O ülkeyi, balta görmemiş bir ormanın
kucağında unutulan bir genç kız temsil edebilirdi ancak.
Bir genç kız ki beşiğine koku serpen çiçeklerle kardeş ve eliyle
beslediği ceylanlar kadar uysal".
Quinci


Dram şüphe ile iman arasındaki bocalayıştan doğar, Quinet'ye göre. Trajedi milletlerin hem kalbinde oynar, hem kafasında. Sophokles Sokrates'le, Shakespeare Bacon'la çağdaş...
Hint'te trajedi yok.
Toprağın bağrından isyan çığlıkları değil, neşideler yükselir. Gerçi, sanatla felsefe rahibin saltanatını yıkmak için elele vermiş gibi, gerçi Hint dramında Brahman'a düşen rol çok defa soytarılık, ama bu çatışma sadece görünüşte.
TARİH EZELİ BİR MONOLOG: KONUŞAN DA TANRI, DİNLEYEN DE.
Kâinat bir tiyatro dekoru, Tanrı onu kendi eğlencesi için yaratmış.
Mevsimler, ışık, hayat... hepsi vehim.
Böyle bir dinle bağdaşabilecek tek trajedi kahramanı, bu hayalleri göz önüne serip tekrar yok eden tabiat.
Hint sahnesini aydınlatan bu panteizm.
Böyle bir tiyatroda üç birliğe ne lüzum var?
Kahramanlar istedikleri yerde dolaşırlar.
Sahne boyuna değişir.
Yerde başlayan maceranın gökte sona erdiği, iki perde arasında yıllar geçtiği olur.
Umumiyetle tek macera ve sığ bir psikoloji.
Kahramanlar kanlı canlı birer varlıktan çok bir hayal, bir şiir.
Böyle bir sahnede kan dökülemez.
Tropik ormanların doruklarından esen Himalaya rüzgârı, ama ne yırtıcı hayvanların kükreyişleri duyulur, ne alaycı kuşların keskin çığlıkları.
Ümitsizlik yok Hint tiyatrosunda.
Dünyaya bir defa gelmiyoruz ki.
Biz de bir gün mutluluğa ereceğiz.
Haksızlık nasıl olsa cezalandırılacak, fazilet mükâfatsız kalmayacak.
Sahne de hayatın, daha doğrusu hayatların bir özeti.
Hint, dünyayı küçümseyenlerin vatanı.
Doğru, ama tiyatroya eğlenmek için gidilir.
Şair eserini alkışlayacak kibar seyircileri düşünmek zorunda.
Korku, uzun sürmemek şartı ile, güzeldir.
Bunun içindir ki durum sarpa sarınca Tanrı'nın arabası imdada yetişip kahramanları acıdan ve realiteden kurtarıverir. Avrupalı'nın mucize diye adlandırdığı müdahaleler, Hintli için gerçeğin ta kendisi, yani tabiî.
Yunan trajedisine hiç benzemez Hint tiyatrosu.
Onda ciddi ile komik kucak kucağadır. Hükümdarlar eski destanların dilini, yani Sanskritçe konuşurlar. Yiğittirler, şairdirler, hayalperesttirler. Şark'ın mübalağacı ve ölçü tanımaz zihniyeti ile modern bir Batılı gibi alay eden soytarı, sağduyunun temsilcisi, nesrin hükümdarıdır. Vecitle aklın, şiirle nesrin ezelî diyalogu: Don Kişot ve seyisi...
Aristophanes'in tanrılaştırdığı, modernlerin biz bulduk sandıkları alay, Doğu'nun yabancısı değildir. Büyülü bir çiçekten yayılan baş döndürücü koku: Hint şiiri. Ama yeşil yaprakların ve çiğ taneciklerinin altında bir diken gizli.
Hint tiyatrosunda lirizm, Yunan'da olduğu gibi, koroya yükletilmemiştir, bütün eseri kaplar. Ama daha çok monologlarda yoğunlaşır, birer neşide olur. “Şakuntala"nın dördüncü perdesinde genç bir rahip sahneyi bir Şark gecesinin ihtişamını anlatarak açar:
"Sevgilisinden ayrılan bir genç kız gibi boynu bükük ayın. Solgun bir nilüfere benziyor. Nerdeyse şafak sökecek. Ay battı. O nilüferin pırıltısı hatıralaştı benim için. Ünnap yapraklarında incileşen jaleler, güneşin altın ışıkları ile kıvılcım kıvılcım. Manastırın damından mavi bir tavus uçtu, gözleri uykulu".
Bu tiyatro baştanbaşa bir aşk neşidesi. Asya toprağından fışkıran tek ihtiras o. Yunan tiyatrosunda böyle bir duygu yok. Bu bakımdan Hint, Yunan'dan daha yakın bize. Gerçi panteizmle halelenen bir aşk bu. Her yerde canan, her şeyde canan... Acıdan kıvranan bir genç içini şöyle döker:
"Bu tomurcuklarda sevgilimin cemalini görmekteyim.
Ahunun bakışında onun nigâhı.
Rüzgârın okşadığı sarmaşık onun gibi salınıyor.
Ölen sevgilim koku olmuş, renk olmuş, dağılmış bütün tabiata" ("Malati ile Madhava").
Böylece aşk dinleşiyor Hint'te, sevgili sonsuzla kaynaşıyor. Canan tanrılaşıyor, Tanrı cananlaşıyor. Tabiat âşıklar için müşfik bir dost. Bulutlar haberci. Sevdalıların üzerine çiçek yağmuru boşanır, Apsaralar korur âşıkları.
Hint dramının başka bir özelliği de tabiat sevgisi... "Şakuntala" kucağında büyüdüğü ormandan ayrılıp kocasının sarayına gidecek. Yeni geline çelenkler örüyor orman perileri. Ve tabiat dile geliyor. Toprakla insan içli dışlıdır bu edebiyatta. Yunan şiirinde tabiat yok gibi. İnsanın toprakla böylesine kaynaşabilmesi için doğduğu yere kök salması lâzım. Hintli doğduğu yerde ölür, aile değişmez, cemiyet hep aynı, fert bir ağaçtır adeta, topraktan sökülünce feryat eder.” Sh:204-206

“Hintliler düşünceyi birçok bölümlere ayırıp incelemişler. İnsan hayatının dört amacı var, onlara göre: Bütün bilgiler bu dört amaç etrafında toplanabilir.
İlk amaç servet (arta),
ikincisi aşk (kama),
üçüncüsü fazilet (darına),
dördüncüsü de ruhun kurtuluşu (moksa).
Bu dört amaca uygun olarak hayatımız da dört devreye (aşram) ayrılır: önce öğrencilik devresi, sonra evlilik, dünya nimetlerinden kâm alınır, çoluk çocuk sahibi olunur, sosyal görevler yerine getirilir. İhtiraslar dinip saçlar ağardıktan sonra yeni bir devre başlar, içe kapanış. Ve yıllarca ormanda yaşanır. Sonra da yollara düşülür. Hayatımızın son devresi ise dervişlik çağıdır.
Hayatımızın ilk amacı olan arta, dirlik düzenlik içinde yaşamak.
Arta'nın gerçekleşmesini sağlayan bilgiler: iktisat, idare, politika...
Hint çok ilgilenmiş politika ile. Onun da Hobbes'ları, Machiavel’leri var. Ama politika sanatını bütün yönleri ile öğreten, ilmî eserlerden çok, masallar. Hayvanların insana yaşama dersi verdiği bu hikâyelerde heyecanın, hassasiyetin, ahlâkın yeri yok. Her an, yavuz bir kendini koruma içgüdüsü, azgın bir başarı hırsıyla karşılaşmaktayız.
Kavga tekniği, ahretle, dinle ilgisiz.
Hayvanlar dünyasındaki insafsız boğazlaşmayı insan planına aksettiren bir teknik bu. Birbirini parçalayan, birbirini yiyerek yaşayan mahlûklar... Sanki okyanusun derinliklerindeyiz. Zaten bu edebiyat türünün adı "Matsya-nyaya" (balıkların kanunu).
Yani büyük balıkların küçükleri yuttuğu bir dünya.” Sh:231

KEŞMİR EDEBİYATI

14. yüzyılda Müslümanlar'ın eline geçer Keşmir. Yalnız toprağı değil, gönlü de İslâm'ın olur.
Keşmirli Müslümanlar'ın kullandıkları yazı Arapça ve Farsça alfabeyi esas alır. Edebiyatları çok verimli değil.
Bu dildeki en eski eser "Mahanaya Prakaşa" (Büyük Işık). Yazarı Şitikanta 13. yüzyılda yaşamış.
14. yüzyılda, sofiliğin etkisini göstermeye başladığı bir dönemde, Lâl Ded çıkıyor karşımıza.
Lâl Ded, atalarının inancını terennüm eden tek değerli şair. Lâl Ded kadın. Lâl Ded, Şiva'ya âşık bir "meczub-u ilahî". Üryanlığını tan edenlere, "kimden utanayım" dermiş, "insan kalmadı ki, insan, Tanrı'dan korkandır".
Canla canan aynı Lâl Ded'e göre. Tanrı içimizde. Buz da su, kar da su.
Görünüşe bakma sen. Erenler indinde Tanrı, evrenin ta kendisi:

Gök de sensin, yer de sensin!
Hem alansın, hem verensin.
Hem çiçeksin, hem derensin!
Ne ben var, ne sen var, ne o.

Lâl Ded okyanusta yüzen bir sandal. Üryan, yollara düşmüş:

Bir taze çamur testinin
İçinde bulanık suyum” sh:259

“Dar bir milliyetçilik yerine bütün ırkların elele verdiği bir işbirliği istemektedir Tagor.
“Dünyanın bütün kültürleri kaynaşmak, birbirlerinden feyz almalı. Hepimizin baş kaygısı, milletlerin kültür alış verişi ve gönül birliği yapacağı meydanı hazırlamak. Dünyanın problemi bizim problemimiz artık. Kendi medeniyetimizle dünyanın bütün millî tarihleri arasında bir ahenk kurmak zamanı gelmiştir". Tagor bütün kültürlere dost, "kültürün yabancısı olmaz". Doğu ile Batı'nın yakınlaşması en büyük emeli.” Sh:277

“Çağdaş Hind'i uyuşukluğun vatanı sananlar Vivekananda'yı okusun:
"Varlığını başkalarına adayabiliyor musun?
Tanrı'ya inanmamış, secdeye kapanmamış, ömür boyu felsefeyle ilgilenmemiş de olsan, müminin ibadet, filozofun bilgi yoluyla erişebildiği kemale varmışsın" diyen adam, elbette ki çağımızın ve bütün çağların en büyük mürşitlerinden biri.
Vivekananda'nın ilk İncili: Karma yoga, çalışma yolu.
"Köleleştiren vazifeden kaç, içinden gelmeyen işi yapma...
Çalışmanın tek amacı: çalışmak.
İş bir sevinç olmalı bizim için, başka mükâfat beklememeliyiz. Evren uçsuz bucaksız bir çalışma yeri.
Değerimizin gerçek ölçüsü: her günkü hayatımız.
Her sersem ömründe birkaç defa kahraman olabilir.
Her gün kahraman olabiliyor musun?
Büyük şöhretler gözlerimizi kamaştırmamalı.
İnsanların en yüceleri tanınmadan göçmüşler.
Onlardan yüzlercesi yaşamış her ülkede.
Sessiz çalışmış, sessiz yaşamış, sessiz ölmüşler.
Sonra düşünceleri bir İsa'da, bir Buda'da dile gelmiş. Biz tercümanları tanımışız".
Hakikata götüren ikinci bir yol Bakti Yoga, gönül yolu.
Kıldan ince, kılıçtan keskin bir yol bu.
Tanrıyı seviyorum demek kolay. Nasıl ve niçin seviyorum? Bu aşkın kaynağı korku mu, teslimiyet mi?
VAHİY DİYORSUN, VAHİY AKILLA ÇATIŞAMAZ. KEŞİF YOLU AKILDAN GEÇER.
Raca yoga üçüncü yol; Yogaların racası, şahı.  
Amaç: düşünceyi dağıtmamak, tek fikre bağlanmak, hep onu düşünmek, hep onu yaşamak.
Bu çetin yolculukta ilk durak: nefse hâkimiyet.
Cnana yoga, tenkit ve tecrübe yolu.
Din de bir ilim, Vivekananda'ya göre. O da diğer ilimlerin araştırma metotlarını kullanmalı.
"İlmin tenkidine dayanmayan her inanç batıldır.
Tanrının en büyük nimeti: akıl...
Düşünmemek, küfürdür..
Her bilgi dinin bir parçasıdır, din, bilgilerimizin bütünü.
Gezegenleri tanımak zekânın parlak bir zaferi.
Ama asıl zafer iç dünyamızı tanımak, tutkuları dizginlemek, ruhun hoyrat güçlerini ahenkleştirmek".
Cnana yoga bir çeşit ruh kimyası Rolland'a göre.
"ilmin nereye gittiğini görmüyor musunuz?
Hint ruhla uğraştı şimdiye kadar. Mantıktan, metafizikten hareket etti. Avrupa'nın çıkış noktası, dış dünyanın müşahadesi. Ama vardıkları neticeler birbirlerine çok benziyor. Biz ruhçular araştırmalarımız sonunda Birlik'i keşfettik. Birliği, yani Tek'i, gerçeği. Madde ilmi de karşısında aynı birliği buldu. Bütün ilimlerin amacı Bir'e varış".
"Din de çağlarla gelişir, insan gibi. Tek düşmanı vardır, yobazlık. Yarının dini her güzeli, her iyiyi bağrına basan bir ideal olmalı, yaşayan bir ideal... Din ölüyor diyenler var, bence yeni yeni gelişiyor... Dinle ilim tarla yüzünden kavgaya tutuşan iki kardeş. Tarlanın ekilip biçilmesi elele vermelerine bağlı. Batı'yı ancak akılcı bir din kurtarabilir.
Aydınların benimseyebileceği tek inanç: Advaita (vahdet-i vücut).
Buda'nın aşk dolu gönlüyle Çankra'nın zekâsı neden kaynaşmasın?..
Değişiklik olmayan yerde hayat yoktur. Keşke düşünceleri de insanlar kadar çoğalabilseler.
Her din büyük hakikatin bir parçası. Zavallı bizler, kâinatı elimizdeki kafese hapsetmeye çalışan birer çılgınız. Hakikata binbir yoldan varılır. Her yol hak. Hepimiz düşe kalka hakikati arayan birer yolcuyuz, hoş görmek ne kelime, kim kimi hoşgörecek?
Hind'in son peygamberi Ramakrişna, sefil bir paryanın kulübesini saçlarıyla süpürecek kadar insandı. Müslüman oldu, Hıristiyan oldu, nihayet anladı ki Tanrı ne camidedir, ne kilisede, Tanrı kalbimizdedir. Mazinin bütün dinlerini kabul ediyorum, Tanrılarınız benim de Tanrılarım, gönlümü geleceğin bütün inançlarına açıyorum. Her kutsal kitap ezelî vahyin birkaç sayfası, daha çevrilecek sayısız yapraklar var" diyor Vivekananda.” Sh:280-282

“ERKEKLE KADIN

Başlangıçta kâinat Atman'dı(insanın ruhu, özü, can). İnsana benziyordu Atman. Etrafına bakındı, kendinden başka bir şey göremedi. Söylediği ilk söz şu oldu:
Yalnız Ben varım. Böylece Ben kelimesi doğdu. Bunun içindir ki birine "kim o?" diye seslendiğimiz zaman "Benim" der, sonra adını söyler. Atman korktu, yalnız kalınca korkmamız bundandır. Atman: "madem ki yalnız Ben varım, kimden, neden korkacağım?" diye düşündü. Öyle ya! niçin korkacaktı. Ama keyifli değildi Atman. Bunun içindir ki yalnızlıktan hoşlanmayız.
Atman ikileşmek istedi., hem kadındı, hem erkek, ikiye bölündü, ilk karı-koca çıktı meydana. Kendimizi yarım hissetmemiz, erkeğin kadına, kadının erkeğe ihtiyaç duyması bundandır. Erkek Atmanla dişi Atman'ın birleşmesinden biz insanlar dünyaya geldik. Sonra binbir kalıba girdi Atman: hayvan oldu, bitki oldu. Agni de ondan fışkırdı, Soma da.” Sh: 318

“DOĞRULUK

Ruhumuzu temizlemenin tek yolu: doğruluk. Doğruluk: göklere uzanan merdiven... Doğruluk: necat'a götüren kayık.
Tanrılar'a her gün bir at kurban etsen, doğruluk kadar makbule geçmez.
Bir havuz yüz kuyuya bedel, bir adak yüz havuza... Erkek evlat yüz havuzdan daha muteber. Bir doğru söz, yüz evlattan daha hayırlı.
Dünyayı ayakta tutan doğruluk...
Güneş doğruluk sayesinde doğar; rüzgârı estiren: doğruluk; sular onun yüzü suyu hürmetine akar.
Doğru söz en yüce fazilet, bilesin..
İbadetler ibadeti: doğru söz.
Doğruluk karşısında eğilesin.
Doğru söz: şeriat.
Tanrılar: hakikat, insanlar: yalan..
Tanrılaşır doğru sözden şaşmayan.
Yalan, bir bukağı; doğru söz: kanat...
Kır zincirlerini arşa yüksel.
Eğrilik insanı Tamu'ya sürükler.
Naradasmirti

KADIN

Kolay söylenmeli bir kadının adı, anlaşılır olmalı, tatlı olmalı; uzun hecelerle bitmeli bu ad ve bir duaya benzemeli.
Çocuk doğurmak, çocuk yetiştirmek, ev işlerine bakmak., işte kadının vazifeleri.
Kendi başına buyruk olmamalı kadın: küçükken babasının sözünden çıkmamalı, evlenince kocasının. Dul kalınca oğluna itaat etmeli.
Hep güler yüzlü olmalı kadın. Evini akıllıca idare etmeli. Hem çok az para harcamak, hem kocasını rahat ettirebilmeli.
Erkek bu, ayağı sürçebilir, başkalarına kaptırabilir gönlünü. Kadın anlayışlı olmalı. Kocasının hiçbir meziyeti olmasa bile, Tanrılar gibi saymalı onu.” Sh:326-327

BHAGAVAD-GİTA'DAN

Ölümsüzlük üzerine:
Yok olmak diyorsun... kim yok olacak?
Her canlı ezelden ebede akan bir ırmak.
Ömrümüz zaman kadar uzun.
Çocuktuk bir vakitler, genç olduk... yarın ihtiyarlayacağız.
Partal bir libas gibi atacağız aşman bedeni, yeni bir bedenle doğacağız.
Mevsimler gelip geçer Bharata, renkler, kalıplar değişir.
Beyaz bir perdeye vuran gölgeler gibi, sevinçle keder.
Yokluktan varlığa geçilemez Bharata, varlıktan yokluğa geçilemez.
Aşılmaz bir duvar var vücutla adem arasında.
Evrenin dokusu ölümsüz.
Ölümsüzü kim yok edebilir?
Ruh kalıptan kalıba girer, aşınmaz.
Başlangıcı yok ki hayatın sonu olsun.
Ne ezelle başlayan yok olur, ne ezelde olmayan var.
Öldüreceğim diyorsun., kimi?
Ruha vız gelir fırtınalar, seller vız gelir.
Ne kılıç yaralayabilir onu, ne ateş yakabilir.
Yakalayamazsın ruhu duyularınla, hayalinde kavrayamazsın. O, bütün değişmelerin dışında.
Ölüm bir gerçek de olsa:
Hoş, ölüm bir gerçek de olsa, acımak neye yarar? Mademki her doğan göçecek, mademki bu bir almyazısı... ağlamakla ne değişecek?
Varlıklar nereden geliyor, biliyor musun?
Nereye gittiklerinden haberin var mı?
Neden üzülüyorsun?
Sen vazifeni düşün Bharata! Kşatriya dövüşür, ah etmez. Kan dökmeni haykırıyor gelenek.
Kavga savaşçının kutsal vazifesi.
Düşmana sırtını çeviren yiğit, kendine güldürür herkesi. Adı lanetle anılır.
Günahtan kurtulmanın yolu tek: bütün varlığı ile koşmak vazifeye, ötesini düşünmemek...” sh: 362-363

“HİNDÎ EDEBİYATI:


KEBİRDEN
(Kazeruniye tarikatının kurucusu Kebir (1440-1518) de tasavvuf edebiyatının öncüsüdür. )

Beni nerede arıyorsun?
Mescit tehi, kilise boş,
Ne Hint'teyim, ne Çin'deyim.
Kulum, senin içindeyim.

Güneş de gönlünde, ay da gönlünde,
Gözlerin kör dostum, göremiyorsun.
İçlerinde ezel neyi çalıyor,
Kulakların sağır, duyamıyorsun.

Bu benim, bu senin kavline düştün.
İyi ne, kötü ne, bilemiyorsun.
Benlik davasından sıyrılmadıkça
Ne yapsan boş, Hakka eremiyorsun.

Amel bir çiçektir, bilgi bir meyve
Neden o meyveyi deremiyorsun.
Misk ceylanda, ceylan miskten habersiz,
Cevher sende, akıl edemiyorsun.

O diyar, mevsimler şahı baharın,
Göklerinden nur boşanır o diyarın,
Nağmeler kanatlanır toprağından
Binlerce Krişna el pençe divan
Milyonla Vişnu secdeye kapanmış.
Veda okur sıra sıra Brahman.
İstiğrak içinde binlerce Şiva.
Her köşede rebap çalan bir Sarasvati.
Efendim tecelli eder o diyarda, 
Santal, ıtır dalgalanır rüzgârda.
Kaç mutlu varabilir o diyara.

Hangi kıyılara yolculuk, ey dost,
Yolcu yok, yol yok önünde, rehber yok.
Deniz nerde, gemi nerde, gemici nerde?
O ülkelere sefer yok, gönül hey!
Ne sandal var, ne sandalcı, ne halat,
Zaman yok, zemin yok, asuman yok.
Nehir yok, göl yok, umman yok.
Nerden içeceksin, gönül hey.
Evren serap, vaha sensin
Susuzluktan yanıyorsan,
Kendi çeşmenden içersin.

Akşam hem göklerde, hem gönüllerde,
Gölgeler, kıyısı olmayan deniz.
Açılsın guruba pencereleriniz,
Kaybolun aşk denizinde.
Gönül lotusunun tüveyçlerinden
Süzülen balı içiniz.
Dalgalara bırakın kendinizi,
İçinize dolsun umman.
Şarkılar geliyor uzaklardan,
Şarkılar, ilahiler, çan sesleri,

Coşkun, muhteşem ve ürkek.
Kebir der: kardeşim benim,
Bir saksıdır bu bedenim.
Tanrı, içindeki çiçek.
Aşk şarkılarıyla çınlıyor gece,
Gündüz aşk şarkılarıyla.
Toprak kulak kesilmiş,
Sen de dinle.
Ölüm kendisinden geçmiş, raks ediyor.
Hayat raks ediyor, kendinden geçmiş.
Toprak sarhoş, dağlar sarhoş, ummanlar sarhoş.
Kahkahalar geliyor uzaklardan,
Hıçkırıklar geliyor.
Ağlayarak raks ediyor insanlar.
Gülerek raks ediyor.
Cübbeni fırlat rüzgâra
Sen de karış insanlara.
Zemin sarhoş, zaman sarhoş
Bu şarkılarla sen de coş.


MARAT ŞAİRLERİ: TUKARAM'DAN

Şiirler yazıyormuşum,
Sözcükleri benim değil.
Vecd içinde dinlediğin
Bu türküler benim değil.

Ben Tanrının nadan kulu
Bilemezken sağı solu
Bu yol uluların yolu.
Bu cevherler benim değil.

Bu yol uluların yolu.
Bu cevherler benim değil

Konuşan O, söyleyen ben,
Öyle duydum efendimden.
Tuka der ki bu inleyen
Ses benim, söz benim değil.”

Erenler köyünde için aşk dolar,
Ne bir kaygın kalır, ne ızdırabın.
Ben o köyde gezer bir garip geda,
Dilendiğim lütuf ayak türabın.
Sh:401-404


Kaynakça

Cemil MERİÇ hzl: MAhmut Ali Meriç Bir Dünyanın Eşiğinde [Kitap]. - İstanbul : İletişim, 2010.

CEMİL MERİÇ’İN SAİNT-SİMON- İLK SOSYOLOG, İLK SOSYALİST ADLI KİTAPTAN


Cemil Meriç'e göre çağımız Saint-Simon'la başlamaktadır, Saint-Simon hem endüstri devriminin ideologudur, hem sosyalizmin, Comte'un da, Durkheim'in de, Marx'ın da hocası. "Saint-Simon kutupları ahenkleştiren adamdı. Hem akıl, hem gönül. Zirveleri ve uçurumlarıyla büyük ve bütün. Fransa bir zelzeleden çıkmıştı. Yakılan şatoların, devrilen kiliselerin harabeleri ortasında yeni bir dünya kurmak... Aydını bekleyen vazife böylesine güç, böylesine şümullü idi. Biz de bir fetret dönemini yaşıyorduk, mazinin değerleri altüst olmuş, yeni bir değerler levhası kurulamamıştı. Devrim sonrası Fransa'sına benziyorduk. Ülkemizin kördüğümlerini çözmek için, ondokuzuncu asrın en ansiklopedik kafasından faydalanamaz mıydık?
'Saint-Simon, ilk sosyolog ilk sosyalist', toplumun dertlerine çare arayan bir aydının, batı düşüncesine, daha doğrusu Düşünce'ye uzanışıdır" (Kırk Ambar, Ötüken, 1980, s. 451).”

"Putları yıkmak" için kaleme aldığı Saint-Simon'u Türk okuyucusuna şu satırlarla sunar Cemil Meriç:
"Yirminci asır, ondokuzuncunun entelektüel fetihlerini aşamadı, hâlâ Nietzsche, hâlâ Kierkegard, hâlâ Marx...
Düşünce dünyasının bu rakipsiz tâcidarları içinde ismi en çok tekrarlanan şüphe yok ki Marx. Kiliseleri, rahipleri, orduları var, Aristo'nunkini aşan bir hâkimiyet. Çağımız insanı Marx'ın dostu, şakirdi veya düşmanı olarak mevcut, Kapital yazan belli kinleri, belli ümitleri bayraklaştırdığı için cihanşümul, 'ilmî sosyalizm', sosyalizmlerin en serti, en tutarlısı.
Marksizm bir terkip:
Ama Marx'ın bu terkibe giren unsurları bütün canlılıkları, bütün usareleri, bütün zenginlikleriyle muhafaza ettiği söylenemez. O, çağdaş Batı düşüncesini, belli bir mizacın, belli bir sınıfın, belli bir dönemin ihtiyaçlarına göre ayıklayan ve aktaran bir fikir adamıdır. Avrupalı için Marx'ı tanımak, Marx'ı hazırlayan bir yaratıcılar zümresini de hiç değilse hatırlamaktır. Avrupalı tecessüsünü sınırlamak zorunda değildir, kitaptan kütüphanelere atlamak elindedir.
Biz başka bir dünyanın insanlarıyız. Tanzimat'a kadar tek kılavuzumuz vardı: Kur'an.
Avrupalılaştıktan sonra yolumuzu aydınlatacak yeni kitaplar aradık ama kitaplar sayısızdı; tehlikelerle dolu bir dünyada pusulasız ve haritasızdık, serseri bir tecessüsten başka yol arkadaşımız yoktu. Ne Comte'u tanıyabildik, ne Kant'ı.
Korkunun ve anlayışsızlığın diktiği setler yıkılınca ülkemizi istila eden biricik düşünce marksizm oldu, çünkü marksizm bir felsefe olduğu kadar bir kavga silahıydı da, emrinde misyonerler vardı ve memnu meyvenin cazibesi ile yüklüydü.
Düşünmedik ve düşünemezdik ki marksizm batı düşüncesinin bütünü değildir, her ideoloji gibi o da bir sınıfın hakikatidir, hatta bir sınıf hakikatinin mütevazi bir parçası.
Liberalizmin hiçbir temsilcisi ile tanışmamıştık, Marx öncesi sosyalizmden haberimiz yoktu; bu dünya görüşü niçin sahneye çıkmış, hangi meselelere cevap getirmiş, 'ilmî sosyalizm' önünde niçin sahneden çekilmişti?
Biz kapitalizme yeni giriyorduk, kapitalizmin olgunluk çağında gelişen marksizm hangi problemlerimize ışık tutabilirdi?
Biz de, onsekizinci asır sonu Fransa'sı gibi bir ihtilâlin ferdasını yaşıyorduk, bir değerler anarşisi içindeydik, yıktığımız dünyanın enkazını nasıl temizleyecek, nasıl bir toplum kuracaktık?
Avrupa bile Marx'ın büyüsünden kurtulmuş, kendine yeni kılavuzlar arıyordu. Yirminci asrın büyük hayal kırıklığı, elbette ki mazideki bir hatanın veya hataların eseriydi. Sanayi toplumunu bir acılar ve çılgınlar dehlizi yapan yanlışlık nereden geliyordu?
Batı, elli yıldır tarihiyle hesaplaşmaktadır.
Derslerini yeni baştan dinlemek istediği iki hoca var: Saint-Simon'la Proudhon. Biz de seslerini yeniden duyurmaya başlayan o iki yol göstericiye kulak kabarttık ve anladık ki Saint-Simon bir asrı dolduran düşüncedir" (Saint-Simon dosyası, yayımlanmamış bir yazı, 1967). Sh:8-10

“Engels'in şamarıyla realiteden tarihe göçen Eugène Dühring, kendinden önceki sosyalistlerle alay eder: "Doğru olan isimlerinin ilk heceleridir der, Fourier "fou" (deli) dur, Enfantin "enfant" (çocuk), Saint-Simon "saint" (veli)".  Saint-Simon gerekten de "saint"di:
BÜTÜN VELİLER GİBİ TANINMADAN YAŞADI, KÜÇÜMSENDİ VE ÖLÜNCE IŞIK OLDU.

"Yarışma zevkini azgın bir savaş haline getiren, kuvvetin her yolsuzluğuna alkış tutan, zengini kanma bilmez arzularla kıvrandıran, yoksulu ölüme terk eden rekabet, burjuvazide servet hırsını, tefeciliği, en zalim ve kaba taraftarıyla materyalizmi geliştirecekti. Liberalizmin benimsediği iktisat doktrinlerinin özü: dağıtımı düşünmeden mal üstüne mal yığmaktı. Devlet endüstriye karışmayacaktı. Kalbi yoktu bu doktrinlerin. Güçlüyü koruyor, zayıfı tesadüfün kaprisine bırakıyorlardı".

"Şairler, altın çağı insanlığın beşiğinde hayal etmiş; ilk zamanların bilgisizliği ve kabalığı içinde bir altın çağ; demir çağ demek çok daha yerinde olurdu. Altın çağ önümüzde, olgunlaşan bir toplum düzeninde. Atalarımız görmemiş böyle bir çağı, bir gün çocuklarımız görecek. Altın çağın yolunu açmak bizlere düşer".
SAİNT-SlMON

"Her ilerleyişin ruhu ütopya.
Geçmişin ütopyaları olmasa, insanlar çıplak ve sefil, mağaralarda yaşarlardı hâlâ; ilk sitenin taslağını da ütopyalar çizer, insanca rüyalardan nurtopu gerçekler doğar".
ANATOLE FRANCE” sh:36-37

 KUĞUNUN SON ŞARKISI

Saint-Simon ölümünden az önce şakirdi Olinde Rodrigues'e "son eserimiz Yeni Hıristiyanlık ötekilerinden daha geç anlaşılacak" diyordu. "Artık din insanları coşturamaz sanıyorlar, ne kadar yanlış! Katolik mezhebi modern ilimlerle, modern endüstriyle çatışıyordu, ister istemez çökecekti. Bu bozgun yeni bir inancın müjdecisidir, tenkidin ruhlarda bıraktığı boşluğu bu inanç dolduracak".
"Yeni Hıristiyanlık", bir konuşmayla başlar. Gerici sorar:
"Size göre dinin hangi kısmı ilâhî, hangi kısmı sonradan katma?" İlerici cevap verir:
"Tanrı, insanlar birbirine kardeşçe davranmalıdır, buyurmuş. Hıristiyanlıktaki bütün ululuk bu ilkede. Yeni din bu emri gerçekleştirecek". Yeni kilisenin başlan yoksul sınıfın refahına en fazla yardım edenlerdir.
Katolikler de Protestanlar da doğru yoldan ayrılmış. Halk rahiplere inanmıyor artık.
Onbeşinci asırdan beri bütün buluşlar laiklerin eseri.
Matbaa kilisenin icadı değil, Amerika'yı keşişler bulmadı. Ne Dante rahipti, ne Ariosto, ne Tasso. Rafaello, Michel Angelo, Leonardo da Vinci laiktiler.
Onbeşinci asra kadar kan aristokrasisinin karşısına bir kafa aristokrasisi çıkaran, KARDİNALLERİNİ HALKIN ARASINDAN SEÇEN KİLİSE, ONBEŞİNCİ ASIRDAN İTİBAREN HÜKÜMDARLARIN KEYFÎ YÖNETİMİNİ DESTEKLER, ZENGİNLERİN SUÇ ORTAĞI OLUR. Bütün bunları maddî çıkarları için yapar. Protestanlık Katoliklikten de gerici. Her iki mezhep de yerlerini Yeni Hıristiyanlığa bırakmalıdır.
Yeni Hıristiyanlık nedir?
Bütün milletleri ebedî huzura kavuşturacak olan yeni bir din. Dünya nimetleri bütün insanlarındır. Bilginler, sanatçılar, sanayiciler elele verip halkı yükseltmelidir. Güzel sanatlar, tecrübî ilimler ve endüstri kutsal bilgilerin başında gelir.
Cennete girmenin tek yolu vardır: acıları dindirmek, sefaleti yok etmek.
Yeni Hıristiyanlık, yanlış anlaşılmış, Leroy'a göre. Çağdaşların dikkati iki kelimeye takılmış: din ve Hıristiyanlık.
Mistik yorumlar almış yürümüş. Oysa Saint-Simon okuyucuyu ürkütmemek için en yeni fikirleri en eski kelimelerle sunar. Gerçekte o, Hıristiyan olmayan bir Hıristiyan ve Tanrıya inanmayan bir peygamber. Yeni Hıristiyanlığın Tanrısı bir süs, bir lakırdı: cansız ve soğuk. Şöyle bir görünüp kaybolur. Ve yerini ahlâka bırakır: birbirinizi seviniz. Dogmalar da, ibadet de teferruat. İnsanlar arasında kardeşliği gerçekleştirecek olan: emek, iş ve ilim. Ama, egoizmin hora teptiği bir toplumda idealsiz yaşanamaz. İlimden kopmayan bir iman, insanı toprağa bağlayan bir ideal.
Toplum bir atölye: amenna. Fakat bu atölyede bir mabede de ihtiyaç var. İnançlar kalıp değiştirir, fakat yok edilmez.
İlimcilikten barışçılığa, barışçılıktan endüstriyalizme geçer Saint-Simon. Sonra sosyalizmin temellerini atar. Nihayet düşüncesi dinî bir haleye bürünür: sosyalist bir din. Şakirtlerinin her biri bu geniş mirasın bir parçasını benimser. Yeni
Hıristiyanlık üstadın ölümünden sonra semavî bir kitap kadar kutsallaştırılır. Saint-Simon mektebi bir kilise olur adeta.
D'Eichthal'i dinleyelim:
"Musa insanlara kardeşlik vadetmiş, İsa bu kardeşliği hazırlamış, Saint-Simon gerçekleştiriyor. Dünya kilisesi doğmak üzere nihayet. Sezar'ın saltanatı sona ermekte, savaşçı bir toplumun yerini barışçı bir toplum alıyor, ilim kutsal, sanat kutsal. Kutsal çünkü insanlar onların sayesinde en yoksul sınıfın kaderini yükseltebilecek, onu Tanrıya yaklaştıracaktır. Rahipler, bilginler, üreticiler: işte bütün toplum. Rahiplerin ileri gelenleri, bilginlerin ileri gelenleri, üreticilerin ileri gelenleri: İşte bütün hükümet. Ve her mal, yeni kilisenin malı; her meslek yeni bir vazife, sosyal mertebeler dizisinde bir rütbe. Herkes ehliyetine göre, her ehliyete eserine göre...
Artık ölebilirsin Saint-Simon, büyük işler başardın; ölebilirsin, çünkü sadık müritlerin verdiğin sözü yerine getireceklerdir. Bu adam hayatını insanlığın saadetine adadı, insanlığın saadeti uğruna feda etti kendini. Bu adam insanların, filozofların ve resullerin en büyüğüydü. Biz ölen Saint-Simon'un değil, yaşayan Saint-Simon'un müritleriyiz. O bizde yaşıyor ve bizi geleceğe kanatlandırıyor. Saint-Simon'u tanımak istiyorsanız, geçmişine değil geleceğine eğilin.
İncil, onları meyvalarından tanıyacaksınız demiyor mu? Diken üzüm verir mi? Üstadın meyvaları şakirtleridir.” Sh: 93-95

İNSANIN İNSANI SÖMÜRMESİ
Saint-Simonculara göre tarih, "insanın insanı sömürmesi tarihi".
Bu sömürme çağlar boyu çeşitli kılıklara girmiş. Esaretin yerine toprak köleliği geçmiş, şimdi de proletarya (emekçi sınıfı, işçi sınıfı)  [3] sömürülmekte, iki sınıf var: sömürenler, sömürülenler; yani efendilerle ecirler, plebler ve patriciler. İşçinin hayatı da, hürriyeti de, ailesi de, servet monopolünü elinde tutan, yani üretim araçlarına sahip olan küçük bir azınlığın elindedir. Ne yapsa boşuna. Görülüyor ki, Bazard'ın, Enfantin'in ve arkadaşlarının gözünde "insanların bir kısmı ötekinin sırtından geçinmektedir". Sismondi'nin zengin-fakir tezadı şimdi burjuva-proleter çatışması haline gelmiştir. Bu çatışmayı ilk belirten Saint-Simonculardır. Ne var ki, insanın insan üzerindeki hâkimiyeti gün geçtikçe azalıyor.. İnsanın madde üzerindeki saltanatı her gün bir parça daha artmakta. Kendimizi tarihin bu akışına uydurmalıyız.
"İşte fetih ve asalet hakkının yerini alacak olan yeni hak: insan artık insanı sömürmeyecek, insanla birleşerek tabiata ferman dinletecek, insanlığın hızla koştuğu amaç: bütün kuvvetlerini barış uğruna birleştirmek".
İnsanın insanı sömürmesine paydos.
"Üretim araçları bir azınlığın elinde... bu bir haksızlık".
Burjuva kurtulmuştur, şimdi proleteri kurtarmak lâzımdır. Refahı umumileşurmek, proletaryayı sefaletten kurtarmak için üretimi arttırmak, ama nasıl?
Saint-Simoncular üstatlarının dokunup geçtiği sosyal düzen konusunu aydınlığa kavuştururlar.” Sh:98

ÖNCE EĞİTİM
İnsan Hakları Beyannamesi'nin altıncı maddesine göre, devlet hizmetleri bütün vatandaşlara açıktır. Vatandaşlar arasında gözetilecek tek fark: fazilet ve ehliyet. İyi ama, mülkiyetten doğan imtiyazlar sona ermemişti ki ehliyetin gerçek bir manası olsun. Bu imtiyazların en tehlikelisi, eğitim imtiyazıydı. Bir avuç insan okuyabiliyordu ancak. Eğitim, çocukların veya gençlerin kabiliyetine aldırış bile etmiyordu. Ferman dinleten, ailelerin gösteriş hırsı, yükselme arzusu yahut çocukların şımarık zevkleriydi. Asalet ve servetin imtiyazı olmamalıydı ilim. Herkes okuyabilmeliydi. Eğitim, ferdî kabiliyetlere göre ayarlanmalıydı. Ancak o zaman bütün kabiliyetler gelişir, insanın insanı sömürmesi tarihe karışırdı. Ehliyet kelimesinin ancak o zaman gerçek bir manası olurdu. Eğitimin ödevi yeni bir insan yaratmaktı. Seven, düşünen, çalışan bir insan. Eğitimin ödevi her ehliyete lâyık olduğu yeri vermekti.
İki çeşit eğitim vardı Saint-Simonculara göre:
GENEL EĞİTİM,
MESLEK EĞİTİMİ.
Meslek eğitimi eskiden olduğu gibi iş yerlerinde verilmemeliydi artık, rastgelelikten kurtarılmalı, üretimin bütününü gözeten bir programa göre ayarlanmalıydı. Ehliyet tayin etmeliydi iş bölümünü, tesadüfün yerini plan almalıydı. Bugün bize pek tabiî gelen bu fikirler yayımlandıkları zaman büyük bir gürültü koparmışlar, hayal diye vasıflandırılmışlardı.

YENİ BİR KİLİSE
İyi ama, insanlığı mutluluğa kavuşturmak için bütün çalışmaların ilme dayanması yetecek mi? Saint-Simon önce rasyonalistti. Yaşlandıkça anladı ki, onsekizinci asnn maddeci felsefesine rağmen din yaşamaktadır.
İnsanı egoizm zindanından ahlâk kurtarabilir. Ahlak veya iman.
Ölüm döşeğindeki Saint-Simon'un son sözleri:
Birbirinizi seviniz.
Harekete geçmek, topluma yararlı işler yapmak için bilmek yetmez, istemek de lâzım.
İradenin zembereği sevgi.
Bunun için bir felsefeye daha doğrusu sosyal bir ahlâka, bir mistiğe ihtiyaç var. Dinin yerine geçecek bir mistik. Saint-Simon için İncil'in bir emri bütün ahlâkı özetliyor:
birbirinize kardeşçe davranın. Şakirtleri bunu kâfi görmediler ve sosyalizmi gerçekleştirecek yeni bir din kurmağa kalktılar.
Bu teşebbüs Saint-Simoncuları ikiye ayırdı: Bazard aşırı dincilerden ayrıldı. Buchez, Pierre Leroux ve Carnot onu takip ettiler. Enfantin'e sadık kalanlarsa Saint-Simonculuğu yozlaştırdılar. Yeni bir kilise kuruldu, ayinleri, törenleri, dualarıyla bir kilise. Bu kilisenin rahiplerine endüstri rahipleri, ilim rahipleri adını veriyorlardı. Kalabalıkları coşturacak olan bu rahiplerdi. Yeni din, kimseyi memnun etmedi. Bu garip coşkunluk, bir anakronizmdi. Maddeciliğin zaferler kazandığı bir devirde, liberal burjuvazi Voltaire'ciydi, Enfantin'le müritlerini Makyavelcilikle suçladı. Halk kilisenin bir oyunu sandı bunu. Oysa kilise ile hiçbir ilgileri yoktu Saint-Simoncuların. Katolikliğe karşıydılar, çünkü Katolik, sosyal davalara sırtını çevirmişti, maddî hayatı küçümsüyordu, cismanî ile ruhanîyi birbirinden ayırmıştı. Saint-Simoncular üretimi göklere çıkarıyor, maddeye asalet kazandırıyor ve insanları, elele vererek tabiata ferman dinletmeğe çağırıyorlardı.” Sh:100-101

SAINT-SIMONCULAR VE KADIN

Fransa yeni bir imanın susuzluğu içindedir. Mistisizm moda olmuştur. Saint-Simoncular da kendilerini mistisizmin cazibesine kaptırırlar, hem de başkalarından daha fazla. Çünkü uzun zaman kafalarıyla yaşamışlardır, maddenin kanunlarını incelemekle geçmiştir ömürleri, çoğu mühendisdir. Matematikten, fizikten gına getirmişlerdir, havaya ihtiyaçları vardır. Yanan alınlarını serinletecek nemli bir rüzgâra, heyecanın rüzgârına muhtaçlar. Tenkitten imana geçiş bu. Eugene Rodrigues, ürperen bir gönül. Talihsiz bir aşktan sonra hayata gözlerini yuman bu genç dost, Saint-Simoncular için yeni bir imanın müjdecisidir. Onun hatırasını anmak için geniş bir aşk yuvası kurarlar. aşk yuvası demek, kadın demek değil midir, kadın olmadan dünya yeni bir hayata kavuşabilir mi?
Saint-Simoncular yeni bir imana koşarken karşılarında kadını bulurlar. Bu tabiiydi. Yeni dini ancak o uygulayabilir, yenidünyayı ancak o kurabilirdi. Saint-Simon Yeni Hıristiyanlıkta en kalabalık ve en yoksul sınıfın kalkındırılmasını vasiyet etmişti, insan insanı sömürmemeliydi artık. Oysa sömürülenlerin başında kadın vardı, isyan etmeyen bir köle. Kadın da isçi gibi kurban, o da isçi gibi kabiliyetlerini geliştirmek imkânından mahrum.
Saint-Simoncular sömürülenlerin kurtulmasını istiyorlar, ama toplumu altüst etmeden, zora başvurmadan, çarpışmadan. Amentülerinin ilk maddesi barışı getirmekti. Elbette kadını yardıma çağıracaklardı. Enfantin, daha1831'de "bu intiharlar, cinayetler, savaşlar dünyasını ancak kadın huzura kavuşturabilir" diyordu. 1837'de, aynı inancı haykırıyordu jüri azalarına "Tekrar ediyorum: erkekler! dirliği düzenliği, hürriyeti boşuna kendi aranızda arıyorsunuz, Tanrının bu nimetlerine ancak kadın gark edecek sizi".
Barrault, daha coşkundu: "anne, Tanrının dünyaya yolladığı melek! Küreyi Sezarların kanlı pençesi mıncıklamış, o artık muhteşem ve sakin, senin beyaz ellerinde dinlenecek. "
Savaşları sona erdirecekti kadın, barışın rahibesiydi. İnsanlık barış düzenine onun kılavuzluğu sayesinde girecekti. Saint-Simoncuları isçi sefaletinden çok kadın ilgilendiriyor. Tarih felsefelerini o gerçekleştirecek. Dostların sitemleri boşuna. Politikada kadın olmadan hangi is başarılabilir? İsçinin yaralarını onun eli,saracak.
Feminizm, yeni müminlerin gönlünü alev gibi saran bir dava. Medeniyetin bütün aksaklıkları aynı kaynaktan geliyor: erkek, kadının haklarını, kadının gücünü unutmuş. Kadın, haklarına kavuşmadıkça, insanlığın geleceğinden ümit yok.
İyi ama, kadın nasıl kurtulacak?
Yeni Kilisenin Papası Enfantin hazretlerini güç duruma sokan dava da bu. Enfantin'e göre, kadın erkekle eşit olmazsa sömürme devam eder. Fakat kadını kadın kurtaramaz. Kadını, kadın + erkek kurtarır. Evlilik ıslah edilmeli ki kadının hakları da, gücü de artsın. Ama bu ıslahın sınırları ne?
Enfantin'in cevabı sanıldığı kadar devrimci değil: boşanma hürriyeti. Yalnız herkesin aynı yaratılışta olmadığı unutulmamalı. İnsanlar var, tek kişiye bağlanırlar; insanlar var ki hercaidirler(kararsız ve vefasız), değişiklik ihtiyaçtır onlar için.
Sevgileri derin ve devamlı olanlara, değişmeyenler (immobile) adını verir Enfantin,
şıpsevdilere değişenler (mobile).
Her iki temayüle de saygı göstermeli değil miyiz?
Enfantin uçurumlara eğilir: kaderin yaraladığı genç kadınları, anlaşılmayanları, isyankârları teselli eder. Fuhuşla zina kanunların meyvası. İkiyüzlülüğe paydos. Amaç Antikiteyle ortaçağ düşüncesini kaynaştırmak. Saint-Simon Altın çağ önümüzdedir, demişti; Saint-Simoncular Altın çağın anahtarı kadının elindedir, diyorlar.
Ne burjuvazi dinliyor Saint-Simoncuları, ne isçiler, kurtulmak istemiyorlar.. Peşlerinde bütün bir husumet dünyası: mahkumiyetlerini isteyen savcı, karikatürlerini yapan gazeteciler ve halkın yuhaları.. Üstelik en kalabalık, en yoksul sınıf yaşadıklarının farkında bile değil. Hayal kırıklığı, boyuna hayal kırıklığı. Tek avutucu, tek ümit, tek ışık: kadın. Zincirleri o kıracak, yaraları o saracak. Bekliyorlar; ürpertiyle, heyecanla, inançla bekliyorlar. Ama bekleyiş sonu gelmeyen bekleyiş, hassas ruhlarını isyana sürüklüyor. Bir şeyler yapmak istiyorlar.
Paris anlamıyor Saint -Simoncuları. Bu yalanlar beldesinden uzaklaşıyorlar. İlk durakları Lyon: çalışanlar ülkesi. Ama Lyon çok yakın. Hayal ettikleri sevgili yok orada. Mesih-kadın, meçhul ülkelerde, uzakta, dinlerin beşiği, rüyanın vatanı, bütün romantiklerin özlemini çektikleri dünyada: Doğu’dadır. Ruhla ten, o güneşli ülkelerde kaynaşacak.
Saint-Simonculardan bir kısmı Marsilya'dan denize açılır. Ver elini İstanbul. Barrault burada rastladığı bütün kadınları saygıyla selamlar. Padişah hoşlanmaz bu delilerden. Önce hapse attırır hepsini sonra İzmir’e sepetler. Paris'teki havarilerden bir kısmı, İzmir’den Mısır’a gider, Enfantin'le buluşurlar. Enfantin bütün ümitlerinin kadında gerçekleşeceğine inanan bu coşkun aşıkları avutmak zorunda kalır. Kadına ulaşmanın yolu endüstriden geçer, der onlara.
"Nişanlımız şimdilik yeryüzüdür, der, anamız odur.
Kucaklayalım dünyayı, okşayalım.
Kazmaya, küreğe sarılalım, Süveyş Kanalını açalım."
kadının hayal kırıklığına uğrattığı havariler, yeni baştan mühendis olurlar.” Sh: 103-105

FELSEFEDEN SOSYOLOJİYE

Geçen asrın filozofları inançları yıkmakta acele ettiler, Saint-Simon'a göre. Manevi temel çökünce toplum darmadağın oldu. Bütün kaprisler, bütün vehimler boğaz boğaza geldi. İhtilâl bu yüzden yarı ölü doğdu. Yıkılan müesseselerden bazıları küllerin altında yeniden canlanıyor, ama geçmiş olduğu gibi geri dönemez. Fransa yeni bir düşünce temeline muhtaç.
İlimlerin her biri, dünyanın bir parçasını inceler, nesnelerin bir yönüyle uğraşır. Bütün o parça parça bilgileri kaynaştıracak bir terkibe ihtiyaç var: bu terkip felsefe. İlimlerin sentezi de bir ilim olacağına göre, felsefenin kendisi de ilim. Felsefe tüm bilgilerin özü, ilmin "defter-i kebiri", yani bir ansiklopedi. Cansızlarla uğraşan bütün ilimler, astronomi, fizik, kimya, müspetleşmiş. Konusu insan olan ilimler henüz bu merhaleden uzak. Bir yanda temellerini müşahedeye dayayan tabiat ilimleri, ötede teolojinin emzirdiği inanç ve düşünceler. Avrupa Rönesanstan beri bu çelişkinin kurbanı. Çağdaş toplum bu yüzden bocalıyor. Yalnız astronomiye, fizik ve kimyaya dayanan bir felsefe, insanlığa yol gösteremez. Filozofun görevi, şimdiye kadar yapılmayanı başarmak, insanı ve toplumu pozitif bir görüşle incelemek, yani madde ilimleriyle insan ilimleri arasındaki farkı ortadan kaldırmak. Demek ki yeni bir ansiklopedi kurmadan önce, yeni bir ilim yaratmak gerekiyor: insan ilmi. Bu yeni ilmi kurarken daha önce kurulan tabiat ilimleri örneğimiz olmalı. İnsan da tabiatın bir parçası. Cansız dünyanın sırlarını aydınlatan pozitif metot, insanı incelerken de biricik kılavuzumuz.
Saint-Simon'a göre, insan ilmi, fizyolojinin bir koludur. Bu genel ve sosyal fizyoloji, ahlâkla siyaseti de kucaklar. Politika pozitif bir görüşle incelenmeden, öteki ilimler gibi mekteplerde okutulmadan Avrupa buhranı sona eremez.
Görülüyor ki, Saint-Simon'un felsefesiyle sosyolojisi arasında bir kopuş yok. İkisinin de amacı bir. Yeni bir felsefe sistemi kurmadan yeni bir toplum düzeni yaratamayız. İnsan ilmi müspetleşmedikçe kuracağımız felsefe sistemi, yarım kalmağa mahkûm. Demek ki, sosyoloji de felsefenin devamı ve ta­mamlayıcısı.
"18. asrın, hatta bütün asırların ütopyacı filozofları, hayalî bir sistem kurar ve onu çağdaşlarına örnek diye sunarlar. Saint-Simon öyle yapmaz. Bakışlarını kurulmakta olan düzene çevirir, gerçeği inceler ve geleceği sezmeğe çalışır. Devrim sonu Fransasını hangi sosyal düzen huzura kavuşturabilir. Saint-Simon felsefesinin özü, bu soruya verilen cevap. Demek ki, sosyal fizyolojinin ele alacağı mesele nazarî olmaktan çok uzak".

NASIL BİR SOSYOLOJİ?


"Sosyoloji" Comte'un uydurduğu bir kelime.
Saint-Simon sosyal gerçeği inceleyen ilme "insan ilmi", "sosyal fizyoloji", "hürriyet ilmi" adını verir.

İnsanların bir araya gelişinden, biyolojiyle hiçbir ilgisi olmayan hakikî bir varlık doğar. Bu varlık çabadır: tek tek ve bir arada yapılan çaba. Üretimdir: maddî ve manevî üretim. Tabiatı ve insanı değiştiren eylemdir. Kazanılan yapıların aşılmasıdır. Kolektif yaratıştır. Hareket halindeki toplum, kendini emekle gerçekleştirir; üyelerini, kuca­ğında yaşadığı çevreyi, aletlerini, kurumlarını, rejimlerini, medeniyet eserlerini yaratır, kendi kendini yapar, kendi kendini yoktan var eder. Sosyal bütün içkinliğe (immanence) yönelir. Bazı rejimler sosyal bütünün hamle­lerini boğar, onu kendi dışına çıkmağa, kendini kendi dışındaki nesnelerde veya üstün süjelerde görmeğe zorlar. Sosyal bütün böyle bir yabancılaşmaya karşı koyar ve fertlere değil, tabiata hükmetmesi gereken bir atölye olarak kalır.
Saint-Simon'a göre:
"Toplumlar iki manevî güce boyun eğer, ikisi de aynı şiddettedir bu güçlerin, kâh biri baskın çıkar, kâh öteki.
Biri alışkanlık gücü, öteki yenilik özlemi.
Alış­kanlıklar belli bir zaman sonra zararlı olur, toplumun yeni ihtiyaçlarını karşılayamaz artık. Çünkü, bambaşka şartlar içinde doğmuşlardır.
Yenilik özleminin kaynağı budur işte. Gerçek bir karışıklık, bir gerginlik yaratır bu ihtiyaç, toplum yeni baştan kuruluncaya kadar sona ermeyen bir karışıklık" ("Sosyal Fizyoloji Üstüne", 1812).
Demek ki toplumları inceleyen ilim, yalnız determinizmlere boyun eğen rejimlerin ilmi olmayıp, bir hürriyet ilmidir de.
"Hür olmak istiyorsak, hürriyetimizi kendimiz yaratalım, başka bir yerden beklemeyelim bunu". Hürriyet yenileşmelerde, ayaklanmalarda, devrimlerde gösterir kendini. Bunlar da zıtlan gibi sosyal gerçeğin içindedirler. Saint-Simon'a göre, sosyoloji hareket halindeki toplumun ilmi. Yalnız uygulamaları, alış­kanlıkları, rejimleri, tekrarlamaları değil, özlemleri, duyguları, dilekleri, kolektif çalkanışları da incelemeli, sosyal deter­minizmlerle insan hürriyeti arasındaki karşılıklı etkilenmelere eğilmelidir.

İDEOLOJİLERİN TASFİYESİNE DOĞRU

Demek ki, sosyal gerçek: çaba, üretim, eylem ve yaratıştır.
Kolektif çalışma bu gerçeğin başlıca ifadesi. Ne var ki bu sosyal gerçek, bazı rejimlerde kendini asıl hüviyetiyle gös­terememiştir. Bu rejimler, sırasıyla, rahiplerin, savaşçıların, hukukçu ve metafizikçilerin hüküm sürdüğü teolojik, askerî ve "kritik" rejimler. Üretimle emeğin bu rejimlerdeki teş­kilatlanma şekli (yani fetih, yağma, esaret, aylaklar yararına toprak köleliği), kolektif yaratıcı çalışmayı kösteklemiş, sosyal hayatın zembereklerini gizlemiş. Oysa üretim barışa yönelmedikçe, sanayileşmedikçe, aylaklar, üreticiler yararına ortadan kaldırılmadıkça, toplum bütün yaratıcı güçlerine kavuşamaz. Toplum bütün yaratıcı güçlerine kavuşamadıkça da sosyal gerçeğin asıl karakterini gizleyen yalanlar ortaya çıkarılamaz.
Saint-Simon yabancılaşma ve ideoloji deyimlerini kullanmaz ama yarattığı kuvvetlerin bütününe söz geçiremeyen top­lumlardaki, şuurlu ve daha çok şuur dışı yalanları keşfeder. Meşhur "Parabol "ünde, çağdaş toplumun tepe taklak bir dünya olduğunu apaçık söyler. Başka eserlerinde de, kritik rejim­lerdeki buhran döneminin artıkları olan hukukçularla metafizikçileri, kamuflajların, yani ideolojilerin belli başlı so­rumlusu olarak gösterir. Bazen de aşırı derecede iyimserdir, sınaî rejimin yabancılaşmaları da, ideolojileri de yok edeceğine inanır. Sermayesini işleten müteşebbislerle işçileri biraraya toplayan endüstri rejiminde her şey ahenge yönelir. Kargaşalığın kaynağı aylaklardır. Üreticiler arasında bölünmeler ve sınıf çatışmaları olabileceği şuuruna, daha sonra varır, Saint-Simon.

BÜTÜNCÜ BİR FİLOZOF

Bir araya gelen insanların harcadığı emek hem maddîdir, hem manevî.
İnsan faaliyetinin bu iki yönü birbirinden ay­rılamaz.
Toplumların her iki faaliyete karşı kabiliyetleri aynıdır.
"Bugüne kadar spiritualist sayılması gerekenlere materyalist, materyalist sayılması gerekenlere spiritualist denilmiştir" Saint-Simon'a göre. "Gerçekten de bir soyutlamaya vücut vermek maddecilik değil midir, varlıktan bir düşünce çıkarmak ise spiritüalizm sayılmaz mı?" Hareket halindeki toplumda maddî üretimle, manevî üretim içiçedir. Umumiyetle beraber geli­şirler, ama çatıştıkları da olur. Demek ki, bir yandan
"ortak düşünceler olmadan toplum olamaz",
"ahlâk toplumun vazgeçilmez bağı" diyen Saint-Simon, öte yandan
"toplumdaki bütün gerçek kuvvetlerin son tahlilde endüstride toplandığını" ileri sürerken tezada düşmüş olmuyor. ("Endüstri", 2. ve 3. ciltler, 1817)
Başka bir nokta: Saint-Simon'a göre,
"mülkiyet düzenini değiştiren, maddî üretimdir",
"hükümet şekli bir kalıptan ibaret, öz, mülkiyet düzeni. Demek ki, toplum yapısının temeli mülkiyet". Yazar daha 1813'de kaleme aldığı "Avrupa Top­lumunun Yeni Baştan Düzenlenmesi" adlı eserinde şöyle diyordu:
"Mülkiyette değişiklik yapılmadan toplum düzeninde herhangi bir değişiklik yapılamaz",    Ne var ki, başka bir yazısında ileri sürdüğü fikir, yukarıdakilerle çatışır gibi:
"Manevî üretim her toplumun kurulu­şunda önemli rol oynar" üstada göre.
"Her sosyal rejim bir felsefe sisteminin uygulanmasıdır. Yani daha önce bir felsefe sistemi kurmadan yeni bir rejime gidilemez".
Bir çelişme karşısında mıyız? Hayır. Saint-Simon bütüncü bir filozof. Sosyolojinin kurucusu için iktisat, mülkiyet, siyasî rejimler, ahlâkî değerler ve fikirler, bilgi sistemleri topyekûn sosyal faaliyetin parça parça görünüşlerinden ibaret. Onları bütün içine yerleştirmedikçe anlayamaz, aydınlatanlayız. "Endüstri"de (Defter 3,1817) şu satırları okuruz:
"Her çağda ve her ülkede sosyal müesselerle, ahlâkî fikirler arasında uygunluk vardır".
Nasıl başka türlü olabilirdi ki, ikisinin de kaynağı bir. Aynı şeyi entelektüel düşünceler, bilgi, özellikle ilimler, ilimlerin çeşitli tasnif ve terkipleri, nihayet felsefe için de söyleyebiliriz. Sosyolojinin yahut sosyal fizyolojinin gö­revlerinden biri bu manevî üretimin yalnız maddî üretimle değil, toplumun bütünü ile olan münasebetini ortaya çıkar­maktır.” Sh:126-131

Kaynakça

Cemil MERİÇ hzl: Mahmut Ali Meriç Saint-Simon- İlk Sosyolog, İlk Sosyalist [Kitap]. - İstanbul : İletişim, 2010.
  

CEMİL MERİÇ’LE  HÜSAMEDDİN ASLAN’IN BİR RÖPORTAJI

Hüsameddin Aslan kendisine hayatın anlamını sorar. Cemil Meriç şöyle cevaplandırır.
"Hugo'nun bir sözünü not etmiştim:
"Hayat, mezarların çözdüğü dolaşık bir yumaktır" diyordu. Buna mukabil şöyle söyler. Neyzen Tevfik:
"Çözemez kimse bu dünya denilen kördüğümü.
Yaratan bilir ancak onun içyüzünü.
Bir delikten çıkarak, bir deliğe girmekteyiz,  
Önü zulmet, sonu zulmet... misim gündüzünü!"
Bu sözlerin hiçbiri mutlak ele alınmamalı elbette. Hayyam
"Efsane söylediler ve uykuya daldılar" diyor.
Hepimizin söylediği bir efsane var. Hepimiz bir efsane söyleyip uykuya dalıyoruz. Bu suale, sualle cevap vermek. Bu suale cevap verilmez. Zor sualler bunlar. Münker-Nekir sualleri gibi.
Bir şiirde mutlak hakikat aramak yanlış. Şair sözü, ilham var. Belli anlarda doğar şairin içine bunlar, bazen bir şimşek pırıltısı gelir, aydınlatır insanı. İnsan aydınlandığını zanneder. Şimşek pırıltısı geçtiğinde, daha koyu bir karanlığın içinde kalır insan.
Ölüm ister istemez karşılaşacağımız bir sual işareti. Ziya Paşa'nın dediği gibi,
"Halledemediler bu lügazın sırrını kimse
Bin kafile geçti ulemadan, füzelâdan".
Hüsamidden Aslan sorar:
"Ölümden korkar mısınız?"
Cemil Meriç:
"Aksini söyleyemem" der.
"Somutlaştırarak anlatmam mümkün değil. Mahiyeti meçhul bir korku. Aslında bu sorular, benim bütün hayatım boyunca kendime sorduğum sorular. Hiçbir zaman cevap veremedim. Kimse verememiş. Ben daima intihar düşüncesi içinde yaşadım. İntihar beni daüssıla (vatan hasreti) gibi takip etmiştir. Şimdiyse, intihar bile edemeyecek haldeyim. Hayyam'ın dediği gibi bir masal anlattık çağdaşlarımıza ve geçip gideceğiz. Noktalayacağız bir gün.
Tanrı sorusuna cevap veremem. İnanıyorum da, inanmıyorum da. Bunlar matematik birer realite değil ki. Zaman zaman inandım. Ama ne kadar inanıyorum, bilemiyorum. Eğer Tanrı olmazsa, hayat bir curcuna oluyor, intihar tam bir hâl çaresi oluyor o zaman. Camus'nün yaptığı da bu.
Ya inanacaksın, ya intihar edeceksin. Üçüncü bir hâl çaresi yok. Bunlar kaypak kavramlar. Kim ne kadar inanır, bilinmez.. İnanıp inanmadığımı bilemiyorum.
Müslümanım, Müslüman bir çevrede doğdum. Ancak ne kadar inanıp inanmadığımın cevabını mahşer günü bilebileceğim."[4]

Bu sorusunun cevabına Cemil Meriç’in son demi imanına şahit olarak bize yeter.

“Mayıs ayının sonunda Göztepe'deki inşaat bitmiş, Meriç'ler geldikleri gibi sihirli bir değnek dokunmuşçasına kolay, eski ama yeni yuvalarına dönmüşlerdir. Bir iskemleye oturtularak, asansörle ikinci kata taşınan Cemil Meriç, kendi evine döndüğünün belki de artık pek farkında değildir. Son günleri yaklaşmakta, Cemil Meriç kimsenin anlamadığı bazı sözler söylemektedir. Koridorda yankılanan bu sözcükler arasında, açık seçik anlaşılan kelimeler
"ALLAH, ALLAH, ALLAH" ve "MUHAMMED SEVGİLİM"dir. (sallallâhü aleyhi ve sellem)
Cemil Meriç, Türk dilinin, bu uslüpkârı, başka bir dünyanın dilini konuşmaktadır, sanki. Dr. Necla Erk, kendisini ziyaret etmiş, yeni bir tertip ilaç vermiş, ayrıca Doçent Dr. Oğuz Arkonaç nörolojik bir tedavi uygulamaya girişmiştir. Ama ne çare? Artık yemek yemeği de reddeden Cemil Meriç, sadece su içmektedir. Ölümünden bir gece evvel, iştahı biraz açılır, kirazla başlayan yemeğe taze fasulyeyle devam eder. Ümit'le Lamia Hanım neşe içindedirler. Arka balkonda doğan mehtap bu sevinçle, onların ruhunu aydınlatmıştır. Ama bunlar Cemil Meric'in dünyadaki son rızıklarıdır. Ertesi gün 12 haziran öğleden sonra, nefesi daralır Cemil Meriç'in, bir hırıltıdır sarar odayı. Artık kolları serumu kabul etmez olmuş, damarlardaki deliklerden iğneyi sokacak yer kalmamıştır. Ümit Meriç babasının başucundadır. Ve yapayalnızdır. Hastalık yıllarında Cemil Meric'e hizmet eden plajın bekçisi Durdu Şirin bu yapayalnızlığı hissetmiş gibi telefon eder:
"Ümit abla.. Bir kahve içmeye gelelim mi?" der. On dakika sonra evdedirler. Cemil Meriç'in durumu giderek ağırlaşmakta, artık hafif bir inlemeden başka hiçbir hayat alâmeti göstermemektedir. Doğumunun üzerinden tam 70 yıl, 6 ay ve birkaç saat geçmiştir. 7. ayın ilk dakikalarında Reyhanlı'nın çamurlu sokaklarından geçilerek varılan bir evin odasında dünyaya gelmiş olan Cemil Meriç, giderek araları ayrılan nefeslerle İstanbul Göztepe'deki evinde bu dünyaya veda etmektedir. Ümit, her nefesi endişeyle izler. Babasının ilaçlarını vermek lazımdır. Onunla konuşur, yaptığı herşeyi anlatır ama babasından hiçbir tepki gelmez. Endişeyle babasının yanından ayrılır koridoru geçer. Salona gider, misafirleriyle birkaç dakika ilgilenir, tekrar telaşla arka odaya koşar. Evet bir nefesi daha vermektedir Cemil Meriç. Ve uzun bir aradan sonra o nefesi de çıkarmaktadır ciğerlerinden. Ama o da ne? Bu verilen nefesin arkasından yeni bir nefes almamıştır, Cemil Meriç. Ve 12 Haziranı 13 Hazirana bağlayan gece, saat yarıma beş kala, otuz iki yıldır kör olan gözlerini, yeni bir dünyaya açmak üzere bu dünyaya kapatmıştır. Yalnız viyolonselinden değil, kaleminden de nağmeler kanatlanan Fırat Kızıltug,
"Bir kökü doğu'da, biri batı'da
Kader öyle çizmiş, O, tam ortada!
Şimdi 'Bir Dünya'nın eşiğinde'dir,
Bütün ilimlerin beşiğindedir.
Kul Ozan, mısrana sığar mı Meriç?
Kemal-i Cemildir, ya heptir, ya hiç!.."  

diyerek, üstadın Fatihasını vermiştir.[5]


CEMİL MERİÇ'İN 7 ARALIK 1975'TE, MTTB'DE YAPTIĞI KONUŞMA


MARKSİZM VE İSLÂMİYYET
"Tarihte farklı istikametler takip eden, gayeleri başka medeniyetler var. Kavimler ve medeniyetler bir rolü ifa için tarih sahnesine çıkar, bu rolü oynar ve çekilirler. İbn Haldun, Toynbee, Danilevski bu kanâattadırlar. Yani medeniyet bugünkü yırtıcı-kapitalist Avrupa medeniyetinden ibaret değildir. Öyle olduğu vehmi, düşmanlarımız tarafından aşılanmıştır.
Avrupa medeniyeti tarih sahnesine ayak bastığı sırada, Osmanlı bütün ihtişamıyla yaşıyordu. İslâm-Türk Osmanlı medeniyeti bin yıllık mazisi olan, bütün medeniyetler içinde en insanisi, en birleştirici olanıdır. İslâm’ın kılıcı olan bir kavimdir. İslâm bütün devirlere ve ülkelere hitap eden bir dindir. Parçalayıcı değil, birleştiricidir. Osmanlı için savaşın bile gayesi ila-yı Kelimetullah'dır.
Osmanlı İmparatorluğu yoktur, Devlet-i Aliyye vardır. Türk-İslâm medeniyeti bütüncüdür, hidayetten mahrum kavimleri bile himaye eder. Bu kadar civanmert bir medeniyetin Avrupa karşısında mağlup olması mukadderdi. Avrupa Ignace de Loyola ile Machiavelli'nin çocudur. Kapitalizm Protestan ahlakının çocuğudur, Weber'e göre. İkinci bir ahlak, Yahudi ahlakıdır, tefeci ahlakıdır.
1826 Devlet-i Aliyye'nin intihar tarihidir. Yeniçeriliğin lağvı ile sınıf-ı ulema yalnız kalmıştır. Dünya başkalaşmıştı. Ulema sükût etti ve halk tarihin dışına çıktı: Müstağribler.[6] Bunlar kendi ülkelerinden, mukaddeslerinden, mazilerinden kopmuşlardır. Bu bedbahtlar için Türk ve İslâma ait her değer bir suçtur. Bunlar Batı ile Doğu'nun mukayesesini hiçbir zaman yapmamışlardır. Avrupa'da üç dünya görüşü vardır.
1. Hıristiyanlık,
2. Kapitalizm,
3. Sosyalizm.
Bunları Avrupa, insanlığa teklif eder. Kapitalizm iktidarda iken Devlet-i Aliyye İslâm’ın kılıcı idi. Devlet-i Aliyye'nin dünya görüşü İslâmiyetti. Gerçi 8. ve 11. asırlarda da Batı İslâm’a meydan okumuştu ama bu Yunan düşüncesinin meydan okuyuşu idi. Yunandan mantığı aldık, batılları ve yalanları dehledik. Bizans karşısında, Hıristiyan Batı karşısında sadece gurur duyduk. Askeri siyasi mağlubiyetler, sınıf-ı ulemanın sahneden çekilişi, bir avuç bürokrat çocuğu olan müstağriblerin doğuşu..
Batının dünya görüşleri parça parçadır. Hıristiyanlık imtiyazları devam ettirmeğe yarayan bir bekçi idi.
Burjuvazi, şatonun payandası olan kilise ile mücadele etti. Akılcıdır.
Hıristiyanlık belli bir ölçüde cemiyetçi idi, burjuva dünya görüşü ferdiyetçidir, hürriyetçidir. Bütün dünyayı istismar etme hürriyeti. Burjuvazi bir taraftan işçi sınıfına, bir taraftan aristokrasiye karşı liberalizmi geliştirdi.. Bir kavga silahı idi, bir sınıf yalanıydı.
Türkiye insanı nasıl anlayabilirdi bunu? İntelijansya (aydınlar sınıfı) batının yalanlarını taşımaya başladı. Bütün mantık çerçevesinden sökülmüş bir halita halinde empoze etmeye çalıştı. Zaten batı cemiyetinin bütününü ifadeden aciz olan liberalizmi de bir parçasıyla aldık. Pozitivist denen, manevi inançları kökünden söken ilimcilik. Aklın da, hürriyetin de karikatürünü aldık. Batı kafamızı bir düşünce enkazı ile yoğurdu. Ve insanımız eline verilen reçeteleri okumağa memurdur.
Felsefemiz yoktur ve olamazdı. Tek parti devri belli bir reçeteyi tek hakikat olarak sunmuştu. Batı ideolojilerinin büsbütün tatsızlaşmış sahte ve sahtekâr formülleriydi bunlar. 1960'dan sonra setler yıkıldı, Avrupa'nın yeni batılları büyük bir kesafetle hücum etti. 1960'a kadar Türk intelijansyası batı hakkında hiçbir fikre sahip değildir. Tek parti devrinde Türkiye'nin bütün irfanı Hachette'e gelen kitaplardan ibaretti. Efendisinin ilaçlarını çalıp içen uşak rolünde idik. 60'dan sonra Batı düşüncesi taarruz etti. Hazırlığımız yoktu. Beynimiz küçülmüştü ve düşünemiyorduk. lntelijansya batının yalanlarını tekrarlıyordu. Sosyalist düşünce bütünü ile geldi. Hangi şartlar altında doğmuştu, düşünmedik. Genç nesiller bu düşünce akımı karşısında sarhoş oldular.
Tanzimattan beri Türkiye'de iki şey yasaktı.
1. İslâmiyet
2. Sosyalizm
Salib (Haçlı) için bir dehşet kaynağı idi İslâmiyet. Avrupa İslâmiyet ile meşgul olmamıza izin vermiyordu. Avrupa eserini tamamlamak için yeni bir zehir ihraç ediyordu. Düşüncenin dışında tutulmuştu yeni nesiller. Yunan düşüncesine karşı çıkmıştık 8. asırda. Sosyalizm karşısında aynı tavrı gösteremedik. İlimdi, batı düşüncesinin vardığı son duraktı.
Sosyalizm Türkiye için bir felaket oldu. Ama iyi tarafı da var.
Batı cephesinin parça parça olduğunu öğrendik. Sosyalizm bize batı düşüncesini tenkit etmek imkânını verdi. Bizi tenkide alıştırdı. Avrupa sömürgeciliğinin Asya'yı yiyerek büyüdüğünü öğretti.
Bir başka faydası da şu olmalı, sosyalizmin. Her ülkenin kendine göre hakikatleri olduğu gibi, sosyalizm de bazı ülkeler için doğrudur, bazı tarafları ile doğrudur.
Diyalektiği,[7] Marksizm'in kendisine de tevcih etmemiz gerekir. Biz böyle yapmadık. İlk temas birkaç nesli sarhoş etti.
Gençlerimiz, Avrupa'ya müteveccih bir tenkidi Marksizm'de buldular. Ama bizi kendi tarihimize sevk ettiği ölçüde Marksizm hayırlı bir yol gösterici olabilirdi. Marksizm Avrupa'nın 1800 ile 1850 arasındaki hakikatlerini aydınlığa kavuşturur.
Gençlere İslâmiyeti öğretmemiştik, ecdadına hakaret etmeği öğretmiştik.
İntelijansya Türk-İslâm medeniyeti yoktur, Hun medeniyeti, Tatar medeniyeti vardır, ecdadımızdır diyor ve Osmanlıyı tarihten kazımak istiyordu.
lntelijansya Osmanlıyı inkâr etmek için bazen İran'a, bazen Yunan'a, bazen Turan'a kaçtı. Genç nesiller Tanzimat’tan beri karşılaştığı ihaneti görünce kendilerine bir sığmak aradılar. İslâmiyeti bilmiyorlardı, tarihlerinden utandırılmışlardı.
Türkiye Tanzimat’tan beri bir başkası olduğuna inandırılmak istenmiştir. Genç nesiller Avrupalı olamayacaklarını anladılar. İnsaniyet bayrağını taşıyan yeni bir ideoloji buldular: SOSYALİZM.
O zamana kadar bir tek düşünce Türk insanına verilmemişti. Marksizm verildi. İnsanlık ismine sığındı. Nesiller bu aldanışı kanlarıyla ödediler. Türk insanının beşer düşüncesinden alacağı dersler vardır.
Elbette ki Batıyı tanımak zorundayız. Evvela düşman olarak sonra kendimizi tanımak için. Önce kendimizi tanımalıyız fakat kendimizi tanımak için de Batıyı tanımalıyız. Batıyı bütünü ile doğru kabul edemeyiz. Hakikatte hiçbir düşünce düşman değildir, her düşünce kanımıza karıştırılmak, millileştirilmek şartıyla doğrudur.
İMAN MUTLAKTIR, İLİM PARÇADIR.
İdrâkimiz 1960'dan sonra yani batı bütün dişleri tırnaklarıyla karşımıza çıktıktan sonra uyandı. Nefis müdafaası idrâke, şuura ve ilme dayanır. Dünyanın en büyük medeniyetini kurmuş bir ülkenin çocuklarıyız. Karşımızda bir cihan-ı husumet var. Tanımamak suretiyle kurtulamayız batıdan. Onun hakikatini idrâk zorundayız. Marksizm'i tetkik etmek. Çünkü biz istesek de istemesek de Marksizm ülkeye gelmiştir. Ondan kurtulmanın çaresi, boğayı boynuzlarından yakalamaktır.
MARKSİZM BİR KISMI İLE İLİMDİR, BİR KISMIYLA İDEOLOJİDİR.
Mesela din afyondur sözü Katolisizm için doğrudur. Belli bir tarih realitesi için doğrudur.
Marx'ın burjuvazi için söyledikleri, kapitalizmin tenkidi için söyledikleri doğrudur.
İÇTİMAİ İLİMLER CİHANŞÜMUL DEĞİLDİR.
TARİH TARAFSIZ DEĞİLDİR.
Batı, tarihi, batı insanının üstünlüğünü ispat etmek için yazar. Bütün sosyoloji bir mistifikasyondan (şaşırtma, gizemli bir hava verme, aldatma) ibarettir. Batıdan gelen cemiyetle ilgili her görüş yalandır. Bütünü bilen hiçbir zaman aldanmaz. "İKRA" (okuyunuz) emri. Marksizm'i bilirsek, ayıklarsak bizim için hiçbir tehlikesi yoktur ama Rusya'nın, Çin'in vermek istedikleri formüller içinde bir felakettir.
Marksizm bir kilisedir, düşmanlarımızın dinidir, istediği şekilde Türkiye'ye gelmiştir.
TÜRK İNSANI MARX'İ AHMAKÇA REDDETMİŞTİR, YAHUT BİR AHİR ZAMAN PEYGAMBERİ KABUL ETMİŞTİR.
Marx öldükten sonra tarih yürümüştür.
Marx'ın metodolojisi aslında İslâm'ın metodolojisidir.
Hükümlerin zamanla değiştiğini İslâmiyet düsturlaştırmıştır.
Marx Avrupa'nın hayasızlığını yırttı. Siz kendi gerçeğinizi kendiniz bulacaksınız, yeni baştan ele alarak değerlendireceksiniz. Beşerî hakikatleri elbette. İman mutlaktır, ezelidir.
BİZ MARX'IN HANGİ HUDUTLAR İÇİNDE DOĞRU OLDUĞUNU GENÇLERE ANLATAMADIK.
Bizim nesil kendi hakikatlerimizi anlatmadı yeni nesle.
Türkiye'de düşünmenin kendisi yasaktı.
Biz bu yasakların kuştüyü yatağında yatarken düşman bizi sardı.
Bir İslâm’ın Marx'tan korkacak hiçbir tarafı yoktur.
Gafletini telafi etmenin yolu, onları bilmektir, onlarla diyalog kurmaktır.
BUGÜN SAĞ HADIM EDİLMİŞTİR, MEVCUT DEĞİLDİR. Çünkü asırlarca konuşmamaya mecbur edilmiştir.
TÜRKİYE'DE SAĞ-SOL YOKTUR, DÜRÜST OLAN VE OLMAYAN İNSANLAR VARDIR.
Sağ-sol bizim tarihimiz içine yerleştirilemez. Batının bizi parçalamak için içimize soktuğu bir başka yalandır.
Şuurun tek şartı cehid (çalışma, çabalama, uğraşma) göstermek, okumaktır.

SORU:
Batıya tahsil için veya siyasi mücadele için giden gençler ne getirdiler?
CEVAP:
Milli intihardan sonra (1826) Mehmed Ali Mısır'a yerleşir. Önce Mısırlı gençler Fransa'ya gider. Batıyı görerek tanıyan ilk Ortadoğulu aydınlar Mısırlılardır.
Tahtavi Batıda anayasalar olduğunu, İslâm ülkelerinde de bir anayasa yapılması gerektiğini söyler. Gerçi İslâm’da adaletin mevcut olduğunu, ama bunu desteklemek gerektiğini yazar. (Kitabının Osmanlıcası var.) Bir meşrutiyetçidir.
Tunuslu Hayrettin Paşa, Tunuslu Ahmed Paşa'nın yanında yetişir.
İLK DEFA İSLÂM ÜLKELERİNDE ANAYASAYI TUNUS YAPAR FAKAT VAZGEÇER. Hayrettin Paşa'nın bize öğreteceği çok şey var. Anayasa teşebbüsleri Mısır'da, Romanya'da da olmuştur. Hayrettin Paşa konservatizmle liberalizmi kaynaştırmak ister. Esas Mukaddimedir. Avrupa devletleri hakkındaki kısım. 360 sayfa.
1878'de Ahmed Süreyya Bey tarafından tercüme edilmiştir. Tanınmaması teessüfe şayandır. Asr-ı saadeti istisna edersek, Osmanlı İslâmiyet’in şevket devridir.
SORU:
Yeni kelimeler?
CEVAP: Harflerimizi değiştirmemizi ilk defa teklif eden İslâm düşmanı Volney'dir. Münif Paşa'nın hocasıdır.
Dil davası yoktur, Intelijansyanın yabancılaşması, başkalaşması, düşmanlaşması vardır. Türkiye'de halk kendi kitaplarını, aydın ise Batı'nın kitaplarını okur. Halkın anlayacağı bir dil konuşmaktan elbette ki utanacaklardı. Sonra Kur'an'daki kelimelere tahammül edemediler.
Münevvere (aydın) kelimelerde bile tahammül edemediler.
Hakikatta dil davası yok.
Türk insanının hafızasının iğdiş edilmesi var.
Türk aydınları hain miydiler?
Hayır, hazırlıksız idiler.
Felaketin ikaz değeri vardır.
Kavganın son merhalesindeyiz.
YA HAYAT, YA ÖLÜM.
İç ve dış düşmanların meydan okuyuşuna cevap vermezseniz, Türk kavmi kaybolur.
İstikbalin bütün sorumluluğu sizlerin omuzundadır".[8]  

HOCASI CEMİL MERİÇ’İ, AHMET KABAKLI ANLATIYOR


Cemil Meriç'i 1942'de Elazığ Lisesi'ndeki öğrencilik yıllarından beri tanıyan Ahmet Kabaklı o yılların genç lise öğretmenini şöyle anlatır:

"Daha belki otuz yaşlarında, müthiş kültürlü, yıldıracak belagatle, tâlâkatle söyleyen bir gençti. İddialı, soğuk bir aydın değildi. Çok bilgili, ama darmadağın konuşan, kısık kısık gülen, aramızda "hoca"lığını unutan, başkalarının tedbir, kaygı, nezaket saydığı şeyleri bir nükteye kurban ediveren, çok samimi, bohem, temkinsiz bir insandı. Hiç duymadığımız, düşünmediğimiz meseleleri önümüze seriyor, cılız sorularımızdan bir derslik malzeme çıkarıyor, rahat rahat küfür bile ediyordu. Daha o yaşta kalın gözlüklerinin arkasından gözlerini kısarak bakıyor, elinde kalın ciltler taşıyor, kitaplarla yatıp kitaplarla kalkıyordu. Balzac'lar, Hugo'lar, Lamartine'ler, Musset'ler, Gide'ler sanki koğuş arkadaşları imiş gibi, onlardan senli benli bahsediyordu. Her an her şeyden uzak duran bir hoca, kitaplarına ve bir de bize sığmıyordu. Dinsiz miydi? Vatan ve millete karşı mıydı?
Öteki hocalarımıza ve klasik bilgiye yan mı bakardı Cemil hoca?
Hayır, haşa! Hiçbirine kıyamazdı. Yalnız kalıplara karşıydı, beylik laflara, harcı âleme tepki için doğmuştu Cemil Meriç. Herşey üzerinde düşünen, her kanâati didik didik kurcalayan, değirmen gibi kitap öğüten belki çok şeyi de beğenmemek için okuyan bir insan. Kanaatleri kesinleşmemiş ve ömrü boyunca kesinleşmeyecek olan bir zekâ idi. Fazla alaycı değildi, kimseye kızmaz, kin beslemezdi. Hiçbir şeyi şahsi mesele yapmadığını, hayatın acı ve tatlı hiçbir cilvesine de metelik vermediğini hatırlıyorum. Yalnız sonradan Kırk Ambar kitabına sığdıramadığı bilgisi dolayısı ile bazen yenilip yutulmaz hicivlerle sivri ve uzun dilli olurdu. Cazibeli adamdı. Belki gençliğin icabı fazla "orijinallik" ve bizleri kendine hayran etmek zaafları da vardı ama, asıl derdi "KASITSIZ, MAKSATSIZ, POLİTİKASIZ, İDEOLOJİSİZ, SAĞSIZ-SOLSUZ" olarak bizi düşünceye, tartışmaya alıştırmak, güzel şeyler okutmaktı. Özellikle çok fazla okuyarak öğrendiklerini bize aktarmaktı. Prensip diye yapmıyordu bunu, mizacı böyle idi. Prensibe filan aldırmazdı. Bizim sustuğumuz ve sadece onun konuştuğu, Hugo'nun şiirleri veya ondan nazmen çevirdiği (Namık Kemal iriliğinde) mısralar ile bizi coşturduğu ve zihnimizi, bilgimizi, değerlerimizi alt üst ettiği, bizi utandırarak (iyi bildiğimizi sandığımız) kendi yazarlarımızı âdeta zorla okuttuğu, nice zamanlarımız, nice sohbetlerimiz olmuştur. Küçük bir şehirde, 1940'lı yıllarda, böylesine okuyan, bilen, tedbirsizce konuşan, öğrencileriyle içtiği su ayrı gitmeyen, eşyasız küçük bir evde harp yıllarının memur sefaletini yaşayan, eşi içeriki odada çocuk düşürürken, soğuk bir salonda, acısını öğrencilerine yaptığı garip nüktelerle teskine çalışan böyle samimi ama asla küskün olmayan, daima şen bir hocaya ne sıfat verilebilirdi?

KOMÜNİST.

Hoca'nın kendisini bulduktan sonra hiçbir zaman komünist olduğuna inanmadım.
Belki 18-25 yaşlan arasında öyle "romantikçe-komünist" bir delikanlı çağı olmuştur. Evet Cemil Meriç'in bir basit ideolojinin, birtakım köhne kalıpların adamı, slogancısı, propagandacısı olabileceğini, onu kırk yıldan fazla tanıdığım için aklıma dahi sığdıramadım. Çünkü her şeyi, her cepheyi, nasıl okuduğunu bilirim. Taşkın zekasını, kılı kırk yarıcı muhakeme ve yargılama inadını bilirim; saplantılara nasıl düşman olduğunu; güzel ve doğru karşısında yelkenleri hemen suya indirdiğini de bilirim. Ayrıca kendisinin bilgi aşkı ve iddiasıyla o zamanın en şanlı komünistlerini nasıl cahillikle suçladığını, alayla yere geçirdiğini, ben ve çok kimse duymuştur. Bana, rahmetli arkadaşım Celâlettin Tuğrul'a ve her konuştuğu şahsa sık sık
"BU MEMLEKETTE MARX'IN KAPİTAL'İNİ OKUMUŞ BİR TEK KOMÜNİST MARKSİST GÖSTEREMEZSİNİZ" diyen bu adama o halde neden komünist derlerdi?
O zamanlar çok okumak, yüksek mevkii sahibi olmak, zengin veya tek parti kodamanı olmadığı hâlde fikir beyanında bulunmak ve hele Nazım Hikmet'in adını anmak, mısralarını okumak, komünistlikti.
Cemil Meriç hoca, evet Nazım Hikmet'i sever, ondan mısralar okurdu ama mesela Namık Kemal'e de aşın hayranlığı vardı. Onun belagatli ve taşkın üslûbuna bilhassa tapardı. Uzun süren heveslerinden biri de, Namık Kemal gibi bol teşbihli, istiareli ve büyük sözlerle yazmaktı. Daha o zamanlar Cevdet Paşa'ya tutkunluğunu bilirdim. Gerçi Divan Edebiyatı'nı iyi bilmezdi ama Tanzimat'tan sonrakilerin hepsini okumuştu. Ahmet Midhat Efendi'den, Tarih-i Cevdet'ten bilmediğimiz cevherleri dökerek gözümüzü kamaştırırdı.
Bütün bu halleriyle, o temiz ahlakı, inanılmaz Türk çocuğu samimiyeti, evinde bir kaşık pilavını, bir topak şekerini, biz gariplerle paylaşan Cemil Meriç bizim bir ağabeyimiz, hocamız, dostumuz olarak kaldı." (Türk Edebiyatı Dergisi, Ağustos 1987)[9]

Unutamadığım bir sözü de şudur.       
“Ahmet, her meselede, her konuda, memlekete, dünyaya bakışta seninle beraberim. Düşüncelerimiz bir, kaygılarımız aynı, YALNIZ TARZLARIMIZ ELBETTE FARKLI OLACAKTIR.”[10]

ENTELEKTÜEL …..

Her ülke­nin, her çağın, her sınıfın, her ideolojinin entelektüel anla­yışı başka. Dünyaca kabul edilmiş bir entelektüel kıstası yok dense yanlış olmaz.
Sağın temsilcileri için entelektüel, ya karışıklık çıkarmak­tan hoşlanan, huysuz, hırçın, ukalâ bir "deklase" (çevresinden düşmüş sosyal); vekâlet­namesi olmayan bir avukat; şarkı söyleyeceğine bildiriler imzalayan bir ağustos böceği yahut da heyecansız, suya sa­buna dokunmayan bir bilgi uzmanıdır.
Sol, aydına bazan dost, bazan düşman. Daha doğrusu entelektüel, kendilerin­den olmak şartıyla alkışlanmağa lâyıktır.
Sağ entelektüel, çoban köpeğidir. Esasen entelektüelin sağı olmaz. Entelek­tüel, yükselen bir sınıfın şuurudur, yani bir devrimcidir. Ayırıcı vasfı: Tenkit.
Şöyle bir taslak çizmek kabil:
1-  Entelektüel, zamanının irfanına sahip olacaktır. Ülke­sinin dilini, edebiyatını, tarihini bilecek, dünyadaki belli-başlı düşünce akımlarına yabancı olmayacaktır.
2-  Peşin hükümlere iltifat etmeyecek, olayları kendi kafa­sıyla inceleyip değerlendirecektir.
Başlıca vasıfları dürüst, uyanık ve cesur olmaktır. Yani bir bilgi hamalı değildir entelektüel. Hakikat uğrunda her sava­şı göze alan bağımsız bir mücahittir.
Biz de Schumpeter gibi düşünüyoruz. Entelektüel, tarifle­re hapsedilemez. Mefhumu dalgalanışları içinde kavramak, tarihe başvurmakla kabil. “Sh:24
….

ENTELEKTÜEL VE NEVROZ

Koestler, Batı aydınlarının acıklı durumunu anlatmak için sosyolojiden marazı psikolojiye atlar. Koyduğu teşhis: Nev­roz.
İntelijansiya ile nevroz arasındaki münasebet tesadüfi değildir, ona göre., fonksiyoneldir. "Hür olarak düşünmek, hür olarak yaşamak, insanı çoğunlukla çatışan bir hale geti­rir. Çoğunluk, babadan kalma geleneklere uyarak düşünür ve yaşar. Azınlığa düşmek, insanı nevroza elverişli bir ikli­me sokar. Kurallara baş kaldıranla yarı deli (eksantrik) ara­sında bir adım mesafe var. Toplumun düşmanca baskısı bu mesafeyi hemen aştırır insana.
Tiyatroda biri öksürünce herkes öksürür, boğazında bir kaşıntı duyar herkes. Taklit insiyakı, insiyâkların en güçlü­lerinden biri. Karşı koydunuz mu sinirleriniz gerilir, bir suçluluk duygusu içine düşersiniz. Herkes tarafından kabul edilen bir haksızlığa isyan etmek kolay mı?
Topluma baş kaldırmak kendi şuuraltımıza da baş kaldır­maktır. Ödip kompleksiyle aşağılık kompleksi, utangaçlık ve küstahlık, telâfi ve içeri dönüklük, çeşitli bozuklukları belirten birer mecaz. Hepsinin de ortak yönü: Uyumsuzluk.
Yükselen bir sınıfın desteğinden mahrum kalan bir inteli­jansiya, kendi içine kapanır ister istemez: Bir limonluk (se­ra) havası, bir kızılbaşlık ve istimna iklimi içinde tükenip gider. Son on yılın (1936-1946) intelijansiyası böyle bir in­telijansiya olmuştur işte.
Üstelik böyle bir intelijansiyanm, yarı aydınlar, asalaklar üzerinde marazî bir çekiciliği vardır. Yarı aydınların başlıca kaygısı hür düşünce susuzluğu değildir. Dış dünyada üşü­dükleri için seraların etrafında toplanırlar, daha doğrusu sı­zarlar limonluklara ve oranın meşru sakinlerini yavaş yavaş sınır dışı ederler. Ne var ki gerçek intelijansiya için de nev­roz kaçınılmaz bir akıbettir çok kere...
Çevrenin baskısı (benliğimizin içinde de, dışında da) korkunç; onun çarpıtı­cı etkisi altında tabiatın bozulması mukadder.
Çevreye meydan okumak belki kabil. Ama meydan okuyuşun kaçı­nılmaz ücreti, suçluluk nevrozu. İntelijansiya hiçbir zaman suçluluk kompleksinden kurtulamamıştır; bu başkalarını zenginleştirmek için ödemek zorunda olduğumuz gelir ver­gisi. Silâh tüccarlarının vicdan rahatlığı içinde olmaları mümkündür, gelgelelim bir barışçının bakışlarında böyle bir huzurun pırıltısını hiç görememişimdir.
İntelijansiyanın nevroza istidadı olduğunu kınayanlar pe­kâlâ maden işçilerinin vereme istidadı olduğunu da kınaya­bilirler. Profesyonel bir hastalıktır nevroz, aşağılamadan ve utanç duymadan böyle olduğunu kabul etmeliyiz" (Koest-ler, a.g.e., s. 110-113).
İşte Batı aydınlarının kendileri hakkındaki ifşaları. Zaval­lı ülkemiz, bu hasta, bu perişan intelijansiyanın hayranı! Sh: 54-56

NEDEN BİR DÜNYA GÖRÜŞÜMÜZ YOK


Avrupa'nın aşağı yukarı aynı manaya gelen üç kelimesi: fel­sefe, ideoloji, dünya görüşü (weltanschaung).
Felsefe, ihti­yar ve aşınmış: Fazla Yunan, fazla ortaçağ, fazla on sekizinci asır.. Onun yerini tutsun diye uydurulan ideoloji, insan ilimlerinin bütününü kucaklayacaktı, sosyal sınıfların yarı hakikatlerini sergileyen bir lafız oldu. "Weltanschaung", Batı dillerine Almancanın armağanı. Bakir ve müphem. Tut­tu, çünkü esnek. Hem bir nazariye, hem bir aksiyon.. Bir yerde ortak şuur, bir yerde yaşayış tarzı..
Kısaca: Bir medeniyet topluluğunun, bir milletin veya sosyal bir sınıfın hayat tecrübesini özetleyen insicamlı bü­tün. Yazar da, filozof da bu kaynaktan esinlenir. Dünya gö­rüşü, bir çağın veya çağların ürünü -bir sınıfın veya sınıfla­rın-, düşünceleri besleyen ana toprak. Her mimar o büyük abideye bir kat, bir sütun veya bir kabartma ekler. Felsefe­ler ferdîdir, dünya görüşleri içtimâi.
Batı insanının şuuruna yön veren düşünceleri üç başlık etrafında toplayabiliriz.

HIRİSTİYAN DÜNYA GÖRÜŞÜ

Hıristiyanlık kölelerin isyan çığlığıydı, adalete susamış in­sanların çığlığı.
Kilise, ezilenler adına konuşuyordu. Sonra, Sezar'ın emrine girdi. Yığınları uyuşturmak, ayaklanmaları önlemek, imtiyazları meşrulaştırmak için yalan söyletti Tanrı'ya.
O cihanşümul din, ortaçağ'da bir avuç derebeyinin fetvacısıdır. Bir dünya görüşünden çok, miskin bir ideoloji: Varlıklar, ameller, değerler, biçim ve kişiler, değişmez bir mertebeler dizisi içinde donduruldu.
Zirvede Tanrı, sonra Sezar, sonra Kilise.
İlmin tarihi, zekâ ile Kilisenin çatışması tarihi.

 BURJUVA DÜNYA GÖRÜŞÜ

İncil, barbar Avrupa'nın kanlı dişlerini, yırtıcı tırnaklarını sökemez. Eski köleler toprak kölesidir şimdi, sonra üçüncü sınıf olurlar:
Çalışan, vergi veren, adsız ve haysiyetsiz kala­balık.
Sınıftan çok yamalı bohça. İktisaden gelişen bu sınıf, ezilen insanlığın, ezelî aklın, cihanşümul adaletin sözcüsü­dür. Şatoyu yıkmak için Kiliseyi de devirmek zorunda. Re­form, Rönesans, Aydınlıklar Çağı. Büyük kavganın bellibaşlı durakları. Nihayet Devrim.. İnsanlık tarihi 1789'a kadar bir sınıf kavgası tarihidir. Yeni bir çağ açılmıştır 89'la. Sınıf yoktur artık, milletler, daha doğrusu insanlık vardır, insan ve Vatandaş Hakları Beyannamesi'ne göre, "insanlar hür ve hakça eşit doğarlar". Kendi çıkarlarının, insanlığın çıkarları olduğuna inanan üçüncü sınıf, dünya görüşünü parça par­ça kurar. Liberalizm veya ferdiyetçilik yüzyılların eseri ve üç sütun üzerinde yükselir: Hürriyet, akıl, fert Devrimden sonra üçüncü sınıf parçalanır. Burjuvazi kavga arkadaşları­nı ziyafet sofrasından kovar. Servet de, bilgi de onun teke­lindedir. İnsanlar eşittirler, doğru ama kanun karşısında.
Kanunu yapan burjuvazidir. Yeni sınıf bir yandan eski imti­yazlılarla savaşmak, bir yandan yoksul yığınların uyanması­nı önlemek zorundadır. Vaitler kâğıt üzerinde kalmış, sınıf­lar ortadan kalkmamıştır. Soyluların yerini burjuvazi, bur­juvazinin yerini proletarya almıştır, insanın insanla savaşı daha kıyıcılaşmıştır. Bir kelimeyle liberalizmin göklere çı­kardığı hürriyet, hür bir kümeste hür bir tilki hürriyeti.
Ne var ki burjuvazi şatoyu devirirken Kiliseyi de yıkmış­tı. Kitleler, Rabb'in melekûtu ile oyalanamazdı artık. Sömü­rü nasıl gizlenecekti? Filozoflar yetişti imdada. Onlar da -rahipler gibi- çelişkileri gizlemeğe, iç ve dış talanı kutsal­laştırmağa çalıştı. Dünyaca geçerli bir hakikat diye sunulan liberalizm bir sınıf yalanma, yani bir ideolojiye dönüştü.

 SOSYALİST DÜNYA GÖRÜŞÜ

Hıristiyanlık eski çağların kölelik düzenine kıyasla, bir iler­leyişti; insanlar Tanrı önünde eşittiler. On yedinci yüzyıl bir adım daha atarak, insanların akıl karşısında eşitliğini hay­kırdı. 1789 Devrimi siyasî eşitliği gerçekleştirdi. Fethedil­meyen tek eşitlik kalmıştı: İktisadî eşitlik.
Sosyalizm, bencil ve maddeci bir dünyada, bir ızdırap çığlığı, bir fetih rüyası.. Adaletsizlikler ortadan kalkacak, eşek arılarının yerini bal anları alacaktır.
Her üç ideolojinin ortak yönü:
Toplumdaki çelişkileri be­lirtmek ve onları ortadan kaldıracağını ileri sürmek. Başka bir deyişle, Batı'daki dünya görüşleri arasında bir kopuş yoktur. Her yeni sınıf eski hâkim sınıfın ideolojisinden ya­rarlanır. Sosyalizmin iyi yürekli kâhinleri de insanlığa, ra­hiplerin ve filozofların müjdesini tekrarlar: Yeni devrim bü­tün imtiyazların ölüm çanı olacak.

BİZE GELİNCE
On dokuzuncu asra kadar, Osmanlı ülkesinde bir ortak şu­ur vardı: İslâmiyet.
Vahye dayanan bir hakikatler bütünü.
O cihanşümul dinin izahı, yorumu ve yayılması için binlerce düşünce ve duygu adamı ömrünü harcamıştı. Bütün bir iç­timaî nizamın temeliydi İslâmiyet.
Sosyal bir sınıfın veya bir kavmin değil, ümmetin inançlarını dile getiriyordu. Ayı­ran değil, birleştirendi. İnananlar kardeştiler. İnananlar, ya­ni insanların hepsi. Tek Allah, tek kitap, tek hakikat, tek halife, tek dünya. Yunus'un mısralarını kanatlandıran iman­la, Mesnevî'deki pırıltılar aynı ezelî nurdan. İslâmiyet Süleymaniye'de kubbe, Itrî'de nağme, Bakî'de şiir.
Medeniyetler de ihtiyarlar.
Nasların cihanşümul seyyaliyeti kalıplaşır zamanla.
Kocayan şuur ezelî hakikatin yüze­yinde bocalar.
İslâm'ın dünya görüşü yekpareliğini kaybe­der. Avrupa'nın maddî fetihleri, çöküş devrinin ulemasını afallatır. İslâm'ın inkırazı, hikmetine akıl erdiremedikleri bir gazab-ı ilâhîdir. Susar ve sahneden çekilirler. Yerlerini Avrupa'nın imal ettiği yeni bir insan tipi alır: müstağrip.[11] Hem suda, hem karada yaşayan bu hilkat garibesi giderek büsbütün kopar mazisinden. Artık ne Asyalı, ne Avrupalı­dır. Ne Müslüman, ne Hıristiyan.. Tek kitabın yerine binler­ce kitap, tek hakikatin yerine binlerce yan hakikat geçer.
Yıkılan bir dünyanın harabeleri arasında ilelebet yaşana­maz ki.
Her toplumun belli bir değerler bütününe ihtiyacı var.
İrfanından kopan, ana dilini bile unutan müstağripler kafilesi kime, neye bağlanacak?
Sosyal bir sınıf da değildir, sosyal bir sınıfın temsilcisi de. Hakikat tek, hata sonsuz. Müstağrip ne yeni bir dünya görüşü kurabilir, ne de Batının cömertçe sunduğu türlü ideolojiler arasında seçim yapacak güçtedir. Seçmek için, anlamak lâzım. Anlamak için, karşı­laştırmak. Mukayese, irfana dayanır.
Batının sosyal ve politik tarihi bilinmeden ideolojileri kavranabilir mi?
İdeoloji bir bütündür. Belli bir dünyanın sorunlarını çözmek için hazırlanmış bir bütün.
Kaldı ki müstağripler bu ideoloji enkazını naslaştırırken Batı'da yeni yeni çelişkiler beliriyordu. İdeoloji, iktisadî alt yapının ifadesidir. Sosyal bir sınıfın çıkarlannı dünyaca ge­çerli bir hakikat diye sunar. Oysa müstağrip Avrupa fikriya­tını bir ilmihal gibi ezberlemeye kalkar. Bütünü kucaklayamaz, kucaklayamazdı da. Müstağripler 1960'lara kadar aynı yalanları çeşitli üsluplarla tekrarlayan bir topluluk. Aydın, efendisinin ilaçlarını çalıp içen ahmak uşak.

60'LARDAN SONRA
Batılılaşmak, Batı irfanı ile kaynaşmaksa, Batılılaşmamıştık. Batı medeniyeti liberalizme dayanıyordu, liberalizm sanayi­leşen Avrupa'nın, başka bir deyişle burjuvazinin dünya gö­rüşüydü. Bizde ne sanayi vardı, ne burjuvazi. Avrupa'nın "Batıksınız" teklifi tek anlam taşıyordu: "kapitalizme teslim olunuz". Bürokratlarımız Batılaşmaktan çok, Batılaşmış gö­rünmek istiyorlardı. Avrupa'yı tanımıyorduk ama kendimi­zi de unutmuştuk. Korkuyorduk düşünceden. Zirvelerde dolaşmamız yasaktı. Batı'yı batı yapan düşünce fatihlerinin yalnız ismini biliyorduk. Ne Locke çevrilmişti dilimize, ne Hobbes, ne Darwin. Hegel, ışığı bize kadar gelmeyen bir yıldızdı. Marx, mavi sakalın kırkıncı odası. Harf devrimi kütüphanelerimizi dilsizleştirmişti. Tek parti, çelik bir kor­se giydirmişti şuura. 60'lardan sonra setler yıkıldı, izm'ler bulanık bir sel gibi aktı ülkemize. Tanzimattan beri susma­ğa alışan halk, sesini yükseltmeğe başladı. Yasak bölge kal­mamıştı artık. İslâmiyet de serbestti, sosyalizm de.
İslâmiyet serbestti ama müstağripler için bir abesler yığı­nıydı; din, gericilikti. Şuurumuza vurulan o zinciri çoktan parçalamıştı Cumhuriyet. İslâm olmak, çağın dışına çık­maktı. Eğitim de, basın da müstağriplerin elindeydi. Gerçi halk imanından kopmamıştı. Sığ, soğuk, katılaşmış bir iman. Ama müstağripler yüzde yüz Batılıydılar ve Batı'nın değerlerine sadık kaldılar. Yeni kuşaklara gelince.. Onlar bu sahte Batıcılıktan tiksinmişlerdi. Masallarla avutulamazlardı artık. İkiye ayrıldılar: Ülkelerinin mukaddeslerine sarılan­larla sosyalizme gönül verenler, Batı'nın kelimeleriyle: sağ­cılarla solcular.
İrfanımızı maziye bağlayan köprüler yıkılmış. İslâmiyet sisler içinde. İhmalin, bilgisizliğin, bühtanın sisleri. Kur'an'ı, "asrın idrakine söyletmek" Akif'in rüyasıydı. Müs­lüman gençlik de aynı emel peşindedir. İslâm, içtimaî bir nizam. Yaşayan ve yaşayacak olan bir dünya görüşü.. Ama bunu çağdaş insana kabul ettirmek kolay mı?
Oysa sosyalizm.. Sosyalizm, Tanzimatla başlayan Batılı­laşmanın, Cumhuriyetle kökleşen laik ve pozitif düşünce­nin en efendice, en tabiî sonucu değil mi?
İmanını kaybe­den, tarihten koparılan genç nesiller için son kurtuluştu sosyalizm. Yıllarca çölde yaşamışlardı, vahaya koşuyorlardı çılgınca. Önüne geçilmez bir alın yazısıydı bu.
İnsan her yasağa karşı düşkündür. Sosyalizm de tehlike­lerle dolu yasak bir bölge idi. O da Avrupa'dan geliyordu ama, Avrupa'dan çok Doğu'nun ezilen milletlerine sesleni­yordu. Hürriyet, terakki, anayasa gibi soyut bir kavram de­ğil, "bilimsel bir dünya görüşü" idi. Gençlerimiz hürriyetin sarhoşluğu içinde bu memnu meyveyi kabuğu ve çekirdeği ile yutacaklardı ve yuttular. Bir din oldu sosyalizm. Marx, Hz. Muhammed'in yerini aldı, Kapital Kur'an'ın.
Bir anlamda ilk defa Batılılaşıyorduk. Marx, bütün eserle­ri dilimize çevrilen ilk ve son Batılı yazar. Kanla mühürle­nen bir Batılaşma. Okuyan gençlik düğüne gider gibi ölüme koştu, sosyalizm uğruna. Bilmiyordu ki,

1)     Hiçbir düşünce bir ülkeden ötekine olduğu gibi aktarılamaz.
2) İnsan düşünce için değil, düşünce insan içindir.
3)   Batan bir ülkeyi bir anda kurtaracak hiçbir sihirli for­mül, yani izm yoktur.
4)   Avrupa'yla aramızda aşılmaz bir duvar var. Doğu, ka­pitalist için de, sosyalist için de sömürülecek bir alandır. Doğulu ise, bir yan insan, şüpheli bir yandaş, tek kelimeyle düşmandır.
5)   Zilletten kurtulmanın yolu haysiyetimizi ispattır. Hay­siyet, şuur ve fedakârlık demek. Şuur hiçbir kiliseye bağ­lanmamak, her vesayeti reddetmek, kapılarını her ışığa aç­mak demektir. Fedakârlık ise inandığı değerler uğruna her çileyi göze almak, hattâ ölümü bile. Saygıya lâyık insan kendi kafası ile düşünen ve düşüncesini haykırmaktan çe­kinmeyendir.

MARKSİZM DE DIŞARDAN GELEN BÜTÜN İDEOLOJİLER GİBİ BİR FE­LÂKET KAYNAĞI OLMUŞTUR. Çünkü çocuklarımız hazırlıksızdı­lar. Marksizmin de bir ideoloji olduğunu bilmiyorlardı. İde­olojinin bir yarı hakikat, ilim kisvesine bürünmüş bir sınıf yalanı olduğunu anlayan var mıydı zaten. Delikanlılar çar­pıtılmış sloganları dünyaca geçerli bir hakikat sandılar. Oy­sa Marksizm bir doktrin olmadan önce, bir araştırma yön­temidir. Bir tekke şeyhi değildir Marx. Belli bir çağda, belli bir bölgede yaşamış, her insan gibi, birçok zaafları olan bir düşünce adamı. İnsanlığa en büyük armağanı: diyalektik.[12]
Ama unutmayalım ki adına bunca cinayetler işlenen Marksizm, şuurlanmamıza da yardım etmiştir. EVET, TÜRK İNSANI PAPAĞAN BATICILIKTAN GERÇEK BATICILIĞA MARKSİZMİN SAYESİNDE GEÇEBİLMİŞTİR.
Descartes'in XVII. yüzyılda Avru­pa'da başardığı düşünce devrimine benzeyen bir düşünce devrimi yaratmıştır bizde marksizm. Avrupa'nın yalancılığı­na, kapitalizmin sömürüsüne dikkatimizi çekmiştir. Anlat­mıştır ki Batı düşüncesi dokunulmaz bir hakikatler bütünü değildir. Her sınıfın, her milletin, her camianın kendini ko­rumak için uydurduğu yalanlar var. Batı'dan icazet alma­dıkça Batı'yı tenkit edemezdik. Marksizm bize bu icazeti verdi. Yani şuurumuza takılan zincirleri kırdı ve Avrupa bü­yüsünü bozdu.
Bir düşünce adamı Marksçı olabilir mi?
Marksçılık, bir izme yani bir kiliseye bağlanmak, onun nas'larını değişmez hakikatler gibi kabul etmekse, elbette ki hayır. İnsanlığın düşünce tarihinde Marksizme lâyık olduğu yeri vermek, bir Eflatun'a, bir İbn Haldun'a, bir Descartes'a veya bir Saint-Simon'a gösterilen saygıyı Marx'tan da esirgememek ise, el­bette ki evet. Marx çağdaş Batı düşüncesinin en büyük tem­silcilerinden biri, belki de birincisidir.
Marksizmi dinleştirmek Marx'i anlamamaktır. Konserve hakikatler sunan bir şarlatan değildir Marx. Marksizm tenkittir, şüphedir, araş­tırma yöntemidir. [13] Sh: 225-232

Kaynakça:
Cemil MERİÇ hzl: Mahmut Ali MERİÇ Mağaradakiler [Kitap]. - İstanbul : İletişim, 2010.



[1] Determinizm: kaçınılmaz sona inanma; Doğa'daki her olayın, dolayısıyla insanın tüm faaliyet ve davranışlarının kendi iradesi dışında seyreden bazı faktörlere tabi olduğunu ileri süren teori, gerekircilik.
[2] Brahman: Hint felsefesi geleneğinde, hem içkin hem de aşkın olan, hem kâinatta ve hem de kendisinde var olan en yüksek varlığa kendisiyle birleşmenin nihai ve en yüksek hedef olarak addedildiği dünya ruhudur
[3] Proletarya (Latince proles (döl) kelimesinden gelir) alt sosyal sınıfı tanımlamak için kullanılan terim, bu sınıfa mensup kişilere proleter denir. İlk olarak oğullarından başka malı olmayan insanları tanımlamak için kullanılan aşağılayıcı bir kelime iken, Karl Marx`tan sonra işçi sınıfını tanımlamak için kullanılan sosyolojik bir terim halini almıştır.
[4] MERİÇ Ümit Babam Cemil Meriç [Kitap]. - İstanbul : İletişim, 2008, s. 141-142

[5] MERİÇ Ümit Babam Cemil Meriç [Kitap]. - İstanbul : İletişim, 2008, s. 143-145
[6] 'müstagrip' ya da 'garbiyatçı' yahut, daha iyisi oksidantalist'! doğu'yu, bir batı'lı olarak söylemleştiren anlamında 'müsteşrik'in, ya da 'şarkiyatçı'nın yahut daha iyisi, 'oryantalist'in tam karşıtı: batı'yı bir doğu'lu olarak yeniden inşa edip söylemleştiren kişi!
[7] Diyalektik: mantıklı yorumlama, mantıksal konuşmaları yürütme sanatı
[8] Cemil MERİÇ hzl: Ümit MERİÇ Sosyoloji Notları ve Konferanslar [Kitap]. - İstanbul : İletişim, 2010,s.290-296
MERİÇ Ümit Babam Cemil Meriç [Kitap]. - İstanbul : İletişim, 2008, s.126-131

[9] MERİÇ Ümit Babam Cemil Meriç [Kitap]. - İstanbul : İletişim, 2008, s.44-46
[10] a.g.e., 107
[11]Bkz. Cemil Meriç, Bu Ülke, İletişim Yayınları, İstanbul, 7. baskı. 1992. "Müs­tağrip" ss. 137-138.
[12] Bkz. Cemil Meriç, Bu Ülke, İletişim Yayınlan, İstanbul. 7. baskı. 1992. "Tefek­kürün Tarifidir Diyalektik", ss. 189-191.
[13] Bkz. Cemil Meriç, Sosyoloji Notlan ve Konferanslar, İletişim Yayınlan, 3. baskı 1995: Marksizm ve İslâmiyet, ss. 290-296 ve Dünya Görüşleri, ss. 296-302.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar