Efendimiz Bizim Duamızdır
“Sizden Hayra davet eden, iyiliği
emreden,
kötülükten nehyeden biç ümmet
bulunsun,
işte kurtuluşa erenler yalnız
onlardır.”
(Al-i İmrân,104)
İlahî!
Kuvvetimin
za'fa uğradığını, çaresiz kaldığımı, halk nazarında hor görüldüğümü, ancak
sana arz eder, sana şikâyet ederim.
Ey
merhametlilerin en merhametlisi! Herkesin zayıf görüp de dalma bindiği
çaresizlerin Rabbi Sensin.
İlahî!
Huysuz,
yüzsüz bir düşman eline beni düşürmeyecek, hatta hayatımın dizginlerini eline
verdiğin akrabadan bir dosta bile beni bırakmayacak kadar bana merhametlisin.
İlahî!
Eğer
bana karşı azaplı değilsen çektiğim mihnetlere, belalara hiç aldırmam. Fakat
Senin esirgeyiciliğin bunları göstermeyecek kadar geniştir. Sana sığınırım.
Senin cemalinin nuruna sığınırım. Bütün karanlıkları parlatan, dünya ve
âhiret işlerinin ıslahının yalnız ona bağlı bulunduğu Nur'a sığınırım.
İlahî!
Sen
razı olasıya dek affını diliyorum. Bütün kuvvet, her kudret ancak Sendendir.
(sh: 17)
BEĞENİLEN FİİLLER VE ÖVÜLEN AHLAKI İSTEME DUASI
İlahî!
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem ve aline
rahmet gönder. İmanımı, imanın en olgun ve en yüce derecelerine ulaştır.
İnanç ve akidemi de, akidelerin en faziletli noktasına eriştir. Niyetimi,
niyetlerin en iyisine, amelimi amellerin en güzel noktasına yücelt.
İlahî!
Kendi
lutfunla benim niyetimi olgun, saf ve net kıl.
İlahî!
İnancımı
sağlam ve sabit kılarken, kudretinle de benden doğmuş, meydana gelen kötülükleri
ıslah buyur.
Ey
yüce Rabbim! Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem ve âline rahmet gönder.
Gönlümün sürekli meşgul olduğu azığını yeterli kıl. Beni yarın onlardan sorguya
çekeceğin işlerle görevlendir. Zamanımı, yaratılış nedenim olan şeylerde
harcat. Senden başkalarına beni yakancı kılma. Bana rahmet sofranı yay. Beni,
mal, mülk, yer, mevki ve yücelik güçlülüğüne duçar kılma. İzzet ve şerefimi,
kibir ve gururumun peşinden dolanan bir tutkun eyleme. Beni kendi kulluğuna
ram kıl. İbadetlerimi, kendini beğenmişlik içinde yok etme.
Benim
elimden insanlara hayr yönelt. Ellerimin insanlara hep “hayr” verici olmasını
dilerim. İyiliklerimi, kötülükleri bırakma minneti biçimine çevirme. Bana
yüce ahlakı bağışla. Beni kendini beğenmişlikten ve kendini övmekten sakındır.
İlahî!
Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem ve aline rahmetini ulaştır. Beni, insanların
arasında nefsimin değer ölçülerine göre değer ifade eden bir yüceliğe
ulaştırma. Bana, nefsimin onunla eğrilik ve sapıklığa ulaşacağı ve kendini
beğeneceği apaçık bir şeref ve izzeti bağışlama.
Allah'ım!
Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem ve aline rahmet eyle. Yerine, sapık metod ve yollar
edinmeyeceğim, senin HAKK olan yolundan sapmayacağım. Kuşkuya düşürmeden sevap
yolunu açacak ve fayda verecek bir “hidayetle erişmeyi benim için de
kolaylaştır. Beni, ömrüm olduğu sürece, sana itaat yolunda bir hizmetçi olarak
yaşat.”
İlahî!
Her
zaman ondan korktuğum hayatım, şeytanın otladığı bir mera ya da Senin şiddetli
azabını çekici olduğu zaman veya kötü hareketler beni kuşattığı anda ya da
Senin azabının bana aceleyle yöneleceği bir ortamda beni kendine döndür. Ne
olur ey adlî İlahî!
İlahî!
Beni
ıslah edeceklerden başka, benim için ayıp sayılan her âdet ve karakteri bende
sürekli kılma. Benim onlarla iyilik ve hayr'a ulaşacağım niteliklerimin
dışındaki tüm kınama ve siteme maruz kalan niteliklerimi sürekli kılma, benden
uzaklaştır.
Ve...
Onlarla beni olgunluğa ulaştıracaklarının dışında kalan, bütün eksik,
cömertlik göstergesi hasletleri de bende sürekli kılma.
Rabbim!
Benim
hakkımda; kincilerin şiddetli kinini sevgiye, zalimlerin çekememezliğini dostluğa,
ıslah ehlinin kuşkularını güvene, yakınların düşmanlığını dostluğa, akrabaların
geçimsizliğini iyiliğe, akrabaların umursamazlık ve önemse-mey işlerini
yardıma, hoşsohbete dayalı arkadaşlıkları gerçek dostluğa, hakaret ve hafife
almaya dayalı arkadaşlığı eğlence ve samimiyete, si-temcilerin acı veren
korkularını tatlı bir güvenceye çevir.
İlahi!
Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem ve âline rahmetini gönder. Bana sitem edene karşı
dilimi, benimle savaşan düşmana karşı elimi ve küfürde inatla-şana karşı da
imanımı muzaffer kıl. Bana tuzak kurana karşı tuzağımı, zulmetmek isteyene karşı
gücümü, beni ayıplayarak bana sövene karşı onu yalanlayıp ona karşı durma
gücünü ve beni tehdit edene karşı selametimi, bana bağışla. Beni sevap ve
iyilik yoluna çağıranın yolunda gitmekte, beni irşad edenin izinde yürümekte
başarılı kıl.
Allah'ım!
Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem ve âlinden rahmetini esirgeme. Bana karşı hile,
ihanet ve sahtekârlıkla davranana, ihlâs ve öğüt ile karşılık vermeyi, benden
uzaklara kaçana da iyilik ve hayr ile yaklaşmayı ihsan eyle. Beni umutsuzluğa
düşürene bağışlama, benden kaçana bağlanışımla mükâfat, benim aleyhimde gıybet
edene hayırlarını anarak karşılık vermeyi nasip eyle.
İyiliğe
karşı şükrü, kötülüğe karşı gözü kapalı bir inadla direnmeyi de nasib eyle.
Rabbim!
Beni
adaletlinin yaygın sofrasında salihlik elbisesiyle süsle. Bana da, öfkesini yenen,
fitne ve düşmanlık ateşini söndüren, bireyleri ve bireyci eylemleri
toparlayan, halkın arasını bulan, mü'minlerin ayıplarını örtüp iyiliklerini
açıklayan, yumuşak huylu, alçak gönüllü, iyi hareketli, ağır ve vakar sahibi,
iyi ilişkiler içinde bulunan, öncelikle fazileti arayan, nimetlere
şükretmesini bilen, ehil olmayana bile ihsan edebilen, ne kadar zor olursa
olsun Hakkı söyleyen, hareket ve sözlerinde —İslâm olduğu sürece— ısrarlı olan,
hayrı çoğaltan, çok olan şerri azaltmaya çalışan ve diğer tüm iyi niteliklere
sahip kullarının elbisesini giymeyi, onlar gibi olmayı nasib eyle. Bu vasıfları da Sana kulluğun devamı, cemaatin
gerekliliği, bid'attan kaçış ve olgun bir görüş sahibi olma yolunda kullanmayı
nasip eyle...
İlahî!
Yaşlılığımda
rızkının en genişini, yorgunluk ve hastalığımda kudretini ihsan eylerken,
bana ibadette gevşekliğe, senin yolunu teşhis etmede körlüğe, dostluğundan
başkasını irtikâb etmeğe, sana uzak olana bağlanmaya ve sana bağlı olandan uzak
kalmaya beni müptela kılma.
Rabbim!
Beni;
zaruret anında silahıyla senin dostlarının yardımına koşan ve onlarla birlikte
hareket eden, ihtiyacı anında senden dileyen, durgunluk anında sana yakaran,
senden niyazda bulunan bir kul eyle. Çaresizliğim anında senden başkasından
yardım isteyen, yoksulluğum anında senden başkasından dilenen, korku anında da
senden başkasına yakaranlardan eyleme ki yalnız sana karşı zelil, önemsiz ve
hakir görüleyim, ey güzeller güzeli olan RABBİM!
Allah'ım!
Şeytanın
kalbime ektiği, yerleştirdiği özlemi, şüpheyi, kuşkuculuğu, kıskançlığı; senin
azametini anmaya, senin gücünü tefekkür etmeye ve senin düşmanlarına karşı
tedbir almaya yönelik bir biçime çevirmeni ve bana bu gücü bağışlamanı niyaz
ederim. Şeytanın dilime yerleştirdiği kötü kelimeleri, hoş olmayan sözleri,
ırza, namusa sövmeyi, batıla tanıklık etmeyi, hazırda olmayan bir mü'mini
çekiştirmeyi (gıybet), hazır olana da kötü söz söyleme ve bunlar gibi
hasletlerimi, hamd ve senada mübalağaya, seni ululamakta titizlik ve çabaya,
nimetine şükretmeye, ihsanını (bağışlarını) itirafa ve nimetlerinin değerini
bilmeye yönelt ve bu şekilde değiştirmeyi ihsan eyle.
İlahî!
Güçlülüğüm
senden geldiğinden serkeşlik yapmağa, hayatî çabam ve zenginliğim senin
katından olduğundan fakirliğe, hidayetim ancak senin emrinle olduğundan
sapıklığa, her şeyimi kuşatan sen olduğundan, sitemciliğe, ancak benden
uzaklaştırmaya senin gücünün yettiği ve savunma becerisinin yalnız senden
geldiğine inandığımdan zulmü kabul etmeğe beni meyyal kılma.
Ya
Rabbi!
Senin
bağışlamana sığınmış, sana yönelmişim. Senin affına uyum sağlamış ve senin
yaratıcılığına aşık olmuşum. Senin fazlına ve keremine güvenmişim. Senin
bağışlamanı gerektiren bir amele sahip ve senin affına layık ve uğrayabilecek
bir durumda değilim. Kendim hakkında verdiğim yargı sonucu; senin ihsan ve
faziletinden başka ümit ve sermayemin olmadığını gördüm. Öyleyse beni fazl ve
ihsanından yoksun kılma.
Allah'ım!
Bana
hidayete eren bir mantık, takva düsturlarını içeren bir ilham bağışla. Huy ve
karakterimde en temize ulaşmada bana başarı ihsan eyle. En beğendiğin işlerde
beni görevlendir. En doğru olan yolda (Sırat-ı Müstakim) yürümeyi nasib eyle.
Senin nizamın uğruna ölmeyi ve senin nizamını pratiğe aktarmayı nasib eyle.
İlahî!
Dileklerimi
kudretinle yarat. Korktuğum şeylerden de izzetinde sığmak ve korunmayı
bağışla.
Ya
Rabbî!
Beni
gücünle koru, evimi yoksulluk ve dar geçimlilikten koruyarak beni kullarına
el açar, minnet çeker duruma düşürme.
İlahî!
Biliyorum,
boyun eğilecek, el açılacak tek merci sensin. Beni sana boyun eğişimde başarılı
kılarken kullarının şerrinden uzak tut. Sana çok hamd etme gücü ver.
Allah'ım!
Ömrümü
bağışlamanla sona erdir. İsteklerimi rahmetinle gerçekleştir. Yolumu, hoşnut
olduğun menzile giden bir yol yap. Amelimi tüm hayatım boyunca iyiliğe yönelik
kıl.
İlahî!
Gafletim
anında seni anmak için beni uyandır. Sana ibadet için hayatım boyunca bana
mühlet ver. Senin sevgine varan yolu, aydın bir biçimde görme yeteneğini bana
ihsan eyle. Bana dünya ve ahirette “hayr” ihsan eyle.
İlahî!
Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem âl ve ashabına rahmetini ulaştır. Ondan önce bazı
kullarına rahmetini ulaştırdığın gibi, ondan sonra da bazı kullarına
rahmetini ulaştıransın. Bana dünyada iyilik, âhirette rahmet ver, beni cehennem
ateşinden koru. (sh:19-25)
DR. ALEXİS CARREL
Bencillik,
cimrilik ve ihtiras, şahsiyeti kısırlaştırır, manevi duyguyu karartır, zekâyı
söndürür.
Alexis
Carrel, 28 Haziran 1873'de Fransa'nın Güney Doğu kesiminde bulunan ticaret ve
sanayi şehri Lyon yakınında ( Sainte-Foy- Les-Lion )da dünyaya geldi. Hali
vakti yerinde bir ailenin çoçuğuydu. Dokuma sanayinde çalışan babasını pek genç
yaşta kaybetti. O zaman, küçük Carrel, henüz beş yaşında bulunuyordu. Annesinin
yanında, şefkat ve ihtimamla büyüdü. Bir aralık, hareketli oluşuna kapılarak,
silahlı ve üniforma altına girmek istedi. Fakat annesinin rıza göstermemesi
üzerine, askerliği meslek olarak seçmekten vazgeçerek, yine annesinin
nasihatiyle 1891 de Lyon Tıp ve Eczacılık Fakültesine kaydoldu. Hareketli bir
meslek olarak doktorlukta onu kendisine çekmişti. Bir müddet sonra,
dostlarından birine tıbbı seçmesinin sebeplerini anlatırken; '' Bulmak,
gerçekleştirmek, keşfetmek istiyor; mucizevî ameliyatlar, cerrahi hünerler,
kimsenin kullanmadığı yepyeni usuller, hayal ediyordum '' diyerek,
mesleğine karşı beslediği sevgiyi belirtiyordu.
Fakülteyi
bitirdikten sonra, doktoraya hazırlanmaya başladı. Tez mevzu olarak, boğaz
kanserini seçti. 1896 da doktorasını müteakip, hastanelerde ihtisasa başladı.
1898 de anatomi asistanı ve ertesi sene de, anatomi dersleri için, kadavra
parçaları hazırlama vazifesini üzerine aldı.
İlk Çalışmalar;
1894'de,
o zaman ki Fransız Cumhurbaşkanlarından Carnot, Lyon'da katledilmişti. Bir
yakınına, hadiseyi Carrel şöyle nakleder; '' Onun hemen yakınında
bulunuyordum, ilk tedavisinde hazır bulundum. Çok kan kaybediyordu. O zaman,
kanaatim, hatta içimdeki ses, alman tedbirlerin faydasızlığı merkezinde idi.
Tek kurtuluş çaresi, harp yaralılarına şimdi yapıldığı gibi, kan deveranı
yavaşlatılacaktı. Böyle, güzel bir bayram akşamı, herkes eğlenirken, onun
hayatı terk edişine sebep olan kanının, damla damla akışını, hala duyuyor
gibiyim. İşte o zaman bu çeşit ölümleri önlemek için, kendimi bu işe hasretmeye
karar verdim.''
Bunlar
genç doktorun kanla ilgili araştırmalar sahasında ihtisas yapmasına vesile olan
hadiselerdir ki, çalışmalarına, bundan sonra hız vermiştir. İlk çalışmaları,
onu 1902 de yeni bir keşfe sevk etti. Carrel'in bu keşfi, ameliyat yaralarının
dikişine dair yeni bir usuldü. Bu yeni buluşunu, o zaman yazdığı bir kitapta
etraflıca ortaya koymuştu. Fakat hocaları, fikirlerini çok şahsi
bulduklarından, kendisini şüphe içinde karşıladılar.
Karşılaştığı
anlayışsızlıktan çok muzdarip olan Carrel, Amerika'ya gitmeye karar verdi. Çok
sevdiği doktorluğu, araştırmayı terk edip, Kanada da hayvan yetiştiriciliği ile
meşgul olmayı aklına koymuştu.
Rockefeller Enstitüsü;
Carrel,
Kanada'da hayvan yetiştiriciliği yapmadı. Amerikalı milyarder Rockefeller,
Newyork ta tıbbi araştırma tecrübeleri yapan bir enstitü kurmuştu. (
Rockefeller İnstitute for Medical Research ) Genç bilgin buraya çağırılmakta
gecikmedi. İkinci Dünya harbine kadar, biyolojik araştırmaları ile ün salan ve
en faal merkezlerden olan bir laboratuarı, Carrel inşa etmiştir.
Carrel'in
araştırmaları, umumiyetle dokuların aşılanması, organların organizma dışında
yaşamaları ve hücrelerin tabii muhitleri dışında gelişmeleri ile ilgilidir.
1912
de Carrel. Dr.Ebeling'le beraber, en ilgi çekici tecrübesini gerçekleştirmişti.
Henüz, yumurta içindeki bir civcivin kalbinden aldığı hücre lifini (
fibroplaste) tüplerde yaşatmaya ve üretmeye muvaffak oldu. Bu tecrübe, tıpkı
lif, pilicin bütününden ayrılmamış gibi, normal bir gelişme seyri takip etti.
Bu deney 1940 senesi Ocak Ayına kadar tam yirmi sekiz sene, aralıksız devam
ettirildi. Belki daha da devam edecekti; fakat 1940'da Carrel, Fransa'ya
dönüyordu. Sonra, beraber çalıştıkları Dr. Ebeling'de alevi sebepler yüzünden,
laboratuarla meşgul olamadığından, Carrel'in eşi Anne Carrel, bu deney son
vermek mecburiyetinde kaldı.
Bu
temel deney ile Carrel, canlıların en küçük parçası olan hücrelerin ölmezliğini
ispat etmişti.
1912
senesinden itibaren, dokuların üreme devri açılmış ve Carrel, bu buluşundan
dolayı, o sene tıp Nobel mükâfatını kazanmıştı. 1914 de vatani vazifesini
yapmak üzere Amerika'dan memleketi Fransa'ya döndü. Birinci Dünya harbinin
patladığı bu sıralarda, dört sene, yeni bulduğu usullerden faydalanarak, eşi
Anne Carrel'le beraber, binlerce harp yaralısını ölümden kurtardı. Bunun için,
seyyar hastaneler kurdu ve o zaman yeni olan antiseptik usulleri tatbik etti.
Harpten
sonra, tekrar New- York' taki laboratuarında ve deneylerinin başında döndü.
1931 senesinde, kanser araştırmalarından dolayı, Nordhoff-Jung madalyasını
kazandı. Dört sene sonra, Carrel'i çalışmaları yeni keşiflere doğru sürükledi.
Bu araştırmalarından dolayı, genç bilgine hayran kalan Charles Lindberg
isimlibir pilot, Carrel'in emrinde çalışmaya başlamıştı. 1935'de bu pilotun
teknik ve mekanik bilgilerinden de istifade ederek, hücre dokularının
kültüründe ( üreme ) olduğu gibi, tabii ortamları dışında organların
kültürünüde mümkün kılacak yeni bir cihaz meydana getirmeyi tasarladı.
İnsanlığın, büyük bir önemle üzerinde durduğu bu usul sayesinde, yıpranmış bir
uzuv, vücuttan çıkarılacak ve tıpkı hastanın, tedavi maksadıyla hastahâne ye
yatırılması gibi, eskimiş organ da, bu cihaz içine yerleştirilerek, eski haline
iade edilecekti. Bu sayede, organ yeniden gençleştirilmiş bir halde, vücut
bütünündeki yerini alacaktı. Böylece, yerinden sökülen parça, eski halini
aldıktan sonra, yine kendi buluşu olan gayet ince dikiş metotlarıyla, damarlar
da dâhil, vücuda yamanacaktı.
Beşeri
meselelerin tetkiki için kurulan tesis;
Canlı
uzviyetin bu şekilde derinden tetkiki ve sırları hakkındaki istifhamlar,
Carrel'i yavaş yavaş insanın tetkiki mevzuuna temas eden ve insanın istikbalini
ilgilendiren problemler üzerinde düşünmeye sevk etti.
Bu
vesile ile 1935 senesinde, büyük bir yankı bırakan '' İnsan, bu
meçhul '' adlı eserini neşretti. Carrel, burada, çeşitli bilgiler
açısından, fakat daha çok psikolojik ve fizyolojik yönlerden, insanı içine alan
tam bir tahlil yapmakta ve modern hayatın geniş bir tenkidine girişmektedir.
Eser '' insanın yeni baştan inşası'' luzumu ve bu yenileştirmeyi
tahakkuk ettirecek yeni bir seçkinler zümresinin teşkili gerekçesi ile
sonuçlanmaktadır.
Carrel,
1941 de Fransa'ya döndükten sonra Aralık ayında, '' Beşeri meselelerin
tetkiki için Fransız tesisi'' ( Fondation Française pour l'Etüde des
Problemes Humains ) adıyla bir tesis kurdu. Bu kurum, ''insan'' a
ahenkli bir hayat teminini mümkün kılan şartları hazırlayarak yukarıda
bahsedilen modern medeniyetin getirdiği buhranı izale edecek bir beşeri
araştırmalar merkezini teşkilatlandırmak suretiyle kendi ideallerini
gerçekleştirecekti. Tesisin gayesi, '' medeni insanlığın manevi ve uzvi
durumlarını islah etmek '' yani her bakımdan üstün bir insan neslinin
yetişmesi için çalışmaktı. Fakat ömrü buna kafi gelmedi.
1944'de Carrel, '' Dua'' hakkındaki küçük
eserini neşretti. Burada yazar, manevi temayüllerini ifade etmekle '' İnsan, Allah Teâlâ’ya su ve hava
kadar muhtaçtır '' diyerek, insandaki ahlak duygusu,
güzellik duygusu, zeka ve diğer fiziki ve ruhi faaliyetler kadar, din
duygusunun da, ferdin gelişiminde önemli bir rol oynadığını, kısaca müspet
ilimler yanında dine de ehemmiyet verilmesinin zaruri olduğunu göstermekte ve
din duygusunun bir ifadesi olan duanın, insan ruh ve bedeninde hasıl ettiği
mucizevi değişikliklere işaret ederek insanlığın bu duyguyu ihmal edemeyeceğini
delilleriyle izah etmektedir.
Hayatın son demleri çok ıstıraplı geçti. Kendisi
harpten sonra, düşmanlarla işbirliği yapmak suçuyla itham edildi. Bu ağır
itham, ölümünü çabuklaştırdı ve nihayet 1 Kasım 1944 de akciğer ödemi denilen
bir hastalıktan, Paris'te vefat etti.
Carrel
geriye, ölümünden sonra neşredilen birçok eser bıraktı.
Lourdes
ziyareti ( 1949 ) Hayatın sevk ve idaresi üzerine düşünceler ( 1911 ) günden
güne ( 1916 ) gibi eserlerinde de yine müdafa ettiği fikirler görülmektedir.
Carrel'in Fikirleri;
'' Hayatın sevk ve idaresi üzerine düşünceler '' yazarı, ''
bizi dejenerelik ve başıboşluk içinde bozulmak, tehlikesinden korumak amacıyla devamlı
bir medeniyet kurmak'' için artık insanlığın kendi mukadderatının mühim bir
çağına ulaştığını ifade ediyor.
Mücerret
kavramlara itimadı olmayan Carrel, '' müşahhas hakikate doğru ilerlememiz''
ve gayesi '' her fertte insanlık örneğini gerçekleştirmek '' olan hayat
kanunlarının samimi suretle tabi olmamız icap ettiğine inanmaktadır.
Carrel'e göre başlıca hayat kanunları üç tanedir;
1- Hayatın korunması kanunu
2- Hayatın idamesi kanunu
3- Ruhun tekamülü kanunu
Birincisi bize, hayata
hürmet etmemizi emreder. Yani öldürmeyi men eder. Carrel maddi cinayetler
yanında manevilerinden de sayısız örnekler vererek müphem ihtiyaçlarımızın
fiyatlarını bizzat arttıran muhtekiri, zararlı maddelerin imalatçısını, zararlı
maddelere karşı işçilerini korumayan sanayiciyi, de imtihanlarına hedef tutar.
Hayata kast etmek, sadece onu ortadan kaldırmakla değil, fakat onu kösteklemek,
söndürmek ve ıstıraplı hale koymakla da olabilir. Fiziki veya manevi olsun,
uğranılan ıstıraplar, kötü tedaviler, iftiralar, hayatiyetimizi söndüren, sinir
sistemimizin ahengini bozan, hastalıklara yol açan, ömrün devamı ve saadetini
azaltan düşünce, hareket ve itiyatlarda aynı mahiyettedirler. Mesela, gurur ve
hiddet zararlıdır, çünkü bunlar zihin ve sinir muvazenesini altüst ederek
hükümlerimizi sahteleştirir.
Bencillik,
cimrilik ve ihtiras, şahsiyeti kısırlaştırır, manevi duyguyu karartır, zekayı
söndürür.
Bu kanunu yalnız menfi manada anlamamak
lazımdır. Bize aynı zamanda hayatımızı daha geniş, daha derin daha cesur, daha
neşeli hale koymak, ruhi ve bedeni faaliyetlerimizi keyfiyet, kemiyet ve kuvvet
bakımından arttırmamızı emreder.
Hayatın idamesi kanununa gelince, bu insanlığın
geleceği ve kökleri ile ilgilidir. Carrel modern medeniyet nimetlerinin evi
istikbali için varlığı arzu edilmeyen, kusurlu fertlerin çoğalmasına, imkân
verişinden endişe ediyor. Birçok doktor ve biyolojist tarafından da ortaya
koyulan formülleri ileri sürerek Carell, şu neticeye varıyor; '' Cemiyet
için büyük bir yük olacak dejenerelerin, ahmakların, alkoliklerin,
tüberkilozların artmasını önlemek lazımdır. Yine burada mesele fiziki olmaktan
çok psikolojiktir. Geçimsizlikleri, ifratları, zinaları, boşanmaları ve tekrar
evlenmeleriyle çocukların varlığını tehlikeye sokan ana-babalar , hayatın
idamesi kanunu vahim bir şekilde ihlal etmektedirler.
İlk
iki kanun, daha amirane olduğu halde, mukadderatımızın gerçek manasını
aksettirmesi bakımından ruhun tekamülü kanunu, ayrı bir hususiyet taşır. Carrel
'' bazen hayatı ruha feda etmek mümkündür ama hayatı kurtarmak için ruhu
feda etmek çok defa men edilmiştir. Bunun tekâmülü en ulvi kanunlardan
biridir.'' demektedir.
Akılla, izahı kabil olmayan veya anlatılamayan
hadiselerle daha çok meşgul olan Carrel, ruhu sadece zekanın kapasitesine
sığdırmaya asla teşebbüs etmemiştir. Umumiyetle
mistizme büyük bir güven duyduğunu belirtmiştir. Yine, zekâyı geliştirmekle
yetinilecek olursa, ruhun tekâmülü kanununa çok az riayet edilmiş olunacağına
inanmaktır. Carrel bu kanun doğuştan sahip olduğumuz zihni varlığımızın
bütününü değerlendirmeye bizi icbar ediyor'' demektedir.
İşte
bu kanunlar vasıtasıyla Carrel, insan için büyük bir yenileştirme taraftarıdır.
Tehlikeli addettiği müsavatçılığın aleyhinde bulunarak, kuvvetlileri azaltmak,
zayıfları arttırmak suretiyle, orta derecelilerin çoğalmasına bir son
verilmesini arzulamaktadır. Bu konuda Carrel, '' zihni ve uzvi
eşitsizlikleri, ayrı seviyeye indirmektense, bunları ihmal ederek, daha büyük
insanlar yetiştirmeliyiz. Böylece, irsî olmayan bir aristokrasi meydana
getirilmiş olacaktır. '' demektedir.
Netice;
'' Matematik ve Fizikte Einstein ne ise, tıbda da
Alexis Carrel odur.''
demekle hiçte mübalağa edilmiş olunmaz. İzafiyet teorisi ile matematik ve fizik
ilimlerinde reform yapan Einstein, nasıl kendi sahasından bir '' kuyruklu
yıldız '' gibi gelip geçmişse, Carrel de keşifleri ve eserleri ile öyledir.
Büyük
mütefekkir ve fizyolojist Carrel, tıbbi buluşlarıyla Nobel mükâfatı kazanmış,
bütün dünya dillerinde tercüme edilen '' İnsan denilen muamma'' adlı
eseriyle büyük akisler uyandırmıştır. '' İnsan ''ı ihmal eden makine ve
madde dünyasına büyük darbeler indirmiş, Garpta ruh ve maneviyat cephesinin
alemdarlığını yapmıştır.
Büyük adamların çoğunun kaderinde görüldüğü gibi,
onun da hayatının son demleri türlü iftira ve ithamlarla geçmiştir. Mesela, ölümden
bir kaç sene evvel Fransa’nın almanlar karşısında çökmesi sırasında düşmanla
işbirliği yapan bir vatan haini sayılmıştır. Fransa’nın kurtuluşunda da ''
Biyoloji bakımından elverişsiz '' şahısları kısırlatmış olmakla
suçlandırılmış ve vazifesinden atılmıştır. Carrel, bütün bu ithamları
reddetmiş, hatta mahkemeye bile verilmemiştir. Bu ağır ithamlar, büyük
mütefekkirin ölümünü süratlendirmiştir. Memleketi Fransa bile ona gereken
hürmet ve alakayı göstermemiş. Akademilerinde sadece muhabir üye ve irtibat
üyeliği sıfatlarını vermekle iktifa etmiş, asil üye olarak seçmemiştir.
Memleketinde
çeşitli ithamlar altında kalan Carrel'i bütün medeni âlem tanımakta gecikmemiş,
ilmi buluşları, tıp kitaplarına girmiş ve ona hayatının son demlerinde çok
görülen hürmet ve itibarı fazlasıyla göstermiştir. Eserlerinin, defalarca yeni
baskısı yapılmış ve hala da yapılmaktadır. Hatta evvelce müsveddelerini
hazırlayıp, neşrine ömrü vefa etmeyen çalışmaları da yakınları tarafından
bastırılmıştır.
Komünist
ve materyalistlerin nefret ettiği Doktor Carrel, yeryüzündeki bütün ruhçu ve
maneviyatçıların sevgisini kazanan büyük âlim ve filozoflar arasındadır.
DUA KİTABI
بِسْـــمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
الحمد لله رب العالمين والصلاة والسلام على رسولنا محمد وعلى اله وصحبه وسلم اجمعين
1940
yılı Kasım'ında, bu satırların
yazan, “Duanın Ölçüsü” hakkında, büyük Amerikan dergisi, “Readers Digest” için
İngilizce bir makaleyi kaleme almıştı.
Bu
makale 1941 yılı
başında yeni bir düzenlemeyle ve özetlenerek kitap yayımcısı kuruluşlardan
birisi aracılığıyla yayınlandı.
Sonraları
bu makale, tahminen İsviçre'de, Fransızcaya çevrilerek “Journal de Genevre”
adlı dergide neşredildi. Söz konusu makale, kısa bir süre sonra, Fransa'da,
dinî bir dergi tarafından yayınlandı. İşte bu andan itibaren yazar, makalenin
yetersizliği kanısına vararak 1944
yılı Ocak ayında “Dua” konusunu
yeni bir araştırma ve denemeyle kaleme almaya kesin karar verdi. Yazar ne bir
filozof, ne de bir ariftir. Fakat o, gönlünden geçenleri, konuşulan bir dille,
anlaşılır kelimeleri seçerek,
anlatırken zaman zaman bilimsel kavramları kullanmaktan da geri
kalmamıştır. Yazar; ilahiyatçı ve din bilginlerinden, fizyolojik konularla
ilgilenenlere gösterdikleri hoşgörüyü, kendisine de göstermelerini beklemektedir.
Duaya
ilişkin bu araştırma, etüd ve çıkarılan sonuçlar; uzun bir hayat süresince,
değişik sınıflara ilişkin gözlem ve deneyimlerin özüne dayanmaktadır: Batılı -
doğulu, hasta - sağlıklı, katolik papaz ve rahipler, her sınıftan dindar kadın
ve erkekler, protestan papazlar, her makamdan insanlar,
hahamlar, doktorlar, hemşireler, her iş sahasından kadın ve erkekler...
Kısacası tüm toplum üzerindeki gözlemler... Buna ek olarak, cerrahlık ve
fizyolojik etüdlerle, laboratuarsal gözlem ve deneyimlerle, dokuları yeniden
canlandırmak ve yaraları iyileştirmek konusunda, uzun seneler yapılan
çalışmalarla duanın ilaç niteliği taşıyan etkilerinin varlığı görülmüş ve kabullenilmiştir.
Yazar,
bir konuyu ele alırken, ya bizzat kendisi o konuyu detaylı araştırıp incelemiş
veya güvenilir, titiz çalışma ürünü sergileyen otoritelerin sözlerinden
alıntılar yapmış olarak ele almaya özen gösterir. O, bir konuyu sağlam olmayan
kanıt ve bulgulara dayandırarak, gündeme getirerek tamamlamaktansa, o konuyu
yarıda bırakmayı tercih eder.
O,
her şeyden önce gerçeğin sağlıklı ve sağlam temeli üzerinde kalma
uğraşındadır. İlk etapta modern insanlara dua ile ilgili görüşleri aktarmak
ve anlatmak mütekâmil bir uğraş değildir. Bununla beraber sonuçlandırmaya gücümüzün
yettiği her çalışma ve çabanın tümünü belirlememiz zorunlu değil midir? Çünkü
biz veya gelecek nesillerimiz için büyük bir tehlike oluşturmamaları için bu
tür çalışmaları yüzüstü bırakamayız. Ahlâkî ve irfanî duyguların zayıflamasını,
güçlü zekânın zayıflamasıyla eşit bir ölçü ve anlamda tutmak gerekir.
Bu
yol, inanan ve inanmayanların tümünün önüne sunulmuş bir yoldur. Sonuç olarak, hayat;
başarıya ulaşmak için herkese değişik türde de olsa belli bir sorumluluk ve
zorlama yükler ve hayat da zihinsel ve bedenî bünyeye uygun bir çizgiyi
işlememizi istiyor.
Bunun
için de hiç kimse, insanlık, fıtratımızın en derin ve en zarif isteklerini
bilmezlikten, umursamazlık ve görmezlikten gelemez.
Alexis CARREL
DUA
Biz
batılıların görüşüne göre asıl anlamıyla akıl, aşktan çok daha üstündür. Biz,
güçlü zihinsel ve zekâ fonksiyonumuzu, duygu ve keşiflerimize tercih
ediyoruz. Bilim, dini uyutmak veya söndürmek biçiminde parlıyor. Biz Decart'ı
izlerken, Pascal'ı bırakmış, unutmuşuz.[1]
Biz zekâ gücümüzü sağlamlaştırma ve ilerletme uğraşı verirken, ruhun manevî
çabalarını — ahlâk duygusu, güzellik duygusu ve özellikle irfan duygusu gibi—
olgunlaşmadan, gelişmeden alıkoyuyor, gözardı ediyoruz.
Bu
derin doğal ve fıtrî özelliklerin zayıflığı, modern insanın basiretinin
körelmesini de beraberinde getirmiştir. Bu durumuyla modern insan, toplum
yapısının oluşumunda, lâyık bir öğe olma özelliğini yitirir.
Bu
çok uygunsuz ve uyumsuz durum, uygarlığımızı kökünden sarsmakta, hatta çökme
noktasına getirmektedir.
Her
halükârda maneviyat, hayatta başarılı ve mutlu olmak konusunda, akim değeri
oranında, etkisi olan bir unsurdur.
Bu
manevî güçleri — etki itibarıyla kişilik ve fıtratın olgunlaşmasında zekâ ve
akıldan daha etkili bir noktadadırlar— diriltip, güzelliklerini geri vermek
zorundayız.
Bu
manevî güçler arasında din ve irfan duygusu kadar unutulan ya da unutturulmak
isteneni de yoktur.
Ariflik
(irfan) duygusu çoğunlukla dua'da tecelli eder. Dua; alçakgönüllülüğün
doruğunda-ki bir ruhun dışa vuran görüntüsüdür. Ruh dünyası, bilim ve
teknolojimizin elinin ulaşamayacağı bir noktada olmasına rağmen, dua hakkında
kesin ve deneysel, somut bir tesbiti nasıl elde edebiliriz?[2]
Bilimin
sahasının duygular dünyasının eteğine kadar ulaşmış ve fizyoloji aracılığıyla
da ruhun görüntülerinden bir kısmının bilimsel sahanın kapsamına alınmış
olması mutluluk verici bir şeydir. Bu nedenle dua eden insan üzerinde
yapacağımız mantıksal ve sistematik bir araştırmayla; duanın dayandığı temeli,
hangi yolla ürün verdiğini ve ne tür etkiler yaptığını tespit edebiliriz.
Duanın
aslında; ruhun maddî olmayan dünyaya doğru bir çekilişi, bir gerilimi olduğu
gözlenmektedir. Kullanılan biçimiyle —genelde — dua, bir şikâyetten, bir
ızdırap iniltisinden, bir dostluk ve yardım dilemekten ibaret iken, bazen da
tüm duygu dünyasından daha uzak, sürekli, içsel değerleriyle, keşf ve yücelme
noktasına ulaşma durumu görüntüsündedir.
Bir
başka deyimle denebilir ki dua; ruh'un Allah Teâlâ’ya doğru yükselişi ve ona âşıkça
tapmış durumudur. Buna bağlı olarak hayat mucizesini yaratan, her şeyin ondan
geldiği yere —Allah Teâlâ’ya— ilticadır. Dua; insanın, tüm varlıkların
görülmeyen yaratıcısına, külli akıl, mutlak güç ve mutlak hayr sahibi, hepimizin
kurtarıcısı, koruyucusu ve yaratıcısı
olan Allah Teâlâ ile ilişkiye
geçme ve ona yönelme halidir. Gelenekleşmiş, formülleşmiş dua biçiminin dışında
kalan gerçek dua; Allah Teâlâ’ya arifçe bir yönelişte mistikçe bir cezbeyle
somutlaşan bir bilinçli hareket durumudur.
Bu
durumuyla dua, akim gözünü tatmin edemediğinden, akim kavrama olanağı kısıtlı
olduğundan felsefeci ve rasyonalist istidlalcilerin gözünde kabul edilemez
olagelmiştir. Tıpkı, biçimi, kitabî eğitim ve öğretim bilgisine dayanmayan
güzellik ve aşk mefhumlarında olduğu gibi... Gönlünü kuşku ve endişelerden
soyutlayabilen basit insanlar tıpkı güneşin ısısı, gülün kokusu gibi Allah
Teâlâ’yı da duyarlar. Allah Teâlâ, kendisine sevgiyle yönelene kolaylıkla
yönelirken, akıl ile kavranılandan başkasını kabul etmeyene ise gizli kalır.
Düşüncenin
kısırlığı ve açıklama gücünün sınırlılığı Allah Teâlâ’yı kavramaktan aciz
kalır. Bu nedenle denebilir ki, dua; “zekânın karanlık gecesine aşkın yaptığı
bir hamle, uzattığı bir ışıktır.” deyiminde en güzel ifadesini bulur.
NASIL DUA ETMELİ? (Yöntem)
Biz
duanın tekniğini, Saint Paul'den, Saint Benoit'ya, Mesihî zahidlerden, bu yolda
yürüyen fakat isimsiz kalmış topluluklara kadar, 20
asırdır batı uluslarına dinlerini
tanıtanlardan alıyoruz. Eflatun'da Tanrının yüceliği ve büyüklüğü kavranılacak
bir noktada değildi. Epictete'-nın tanrısı, eşyanın ruhundan kuşku duymaktı.
Yehova, doğunun diktatör, gönlünde aşk ve sevginin değil, barbarlığın yaşadığı
bir tanrıydı. Buna karşın Hristiyanlık, tanrıyı, insan kavrayışının
ulaşabileceği bir noktaya getirmiştir. Hristiyanlık, tanrıya bir şekil vererek
onu hamimiz ve kurtarıcımız yapmıştır. Allah Teâlâ’ya ulaşmak için, karmaşık,
resmîleşmiş kurallara, kendinden geçmeye veya istekte bulunurken kan
bağışlamaya, ya da kendini feda etmeye gerek yoktur. Dua çok kolay ve sade bir
yoldur.
Dua
etmek için yalnız Allah Teâlâ’ya doğru kendini itmeye bir çaba gerekir. Bu
çaba; zekâ ve akıl itimiyle değil, sevgiyle ve gönülle olmalıdır. Meselâ Allah
Teâlâ’nın büyüklüğünü derinden düşünmek dua sayılmaz. Fakat bu derin düşünce,
aşk ve imandan bir öz ile yoldaş olarak gerçekleşiyorsa işte o zaman dua olur.
Böylece dua; La Salle [3]
metoduyla, aklî bir yönelişin, düşünsel bir bulgunun derhal parlaması, ruhsal
ve aşka dayalı bir duruma düşmesi demektir.
Her
ne tipte olursa olsun, uzun, kısa, açık,
gizli yapılan dua'da, sanki bir
çocuğun babasıyla konuşma tavrına uygun bir tavırla dua edilmeli. “Kendi
varlığını olduğu gibi sergilemeli.” Bu sözü; tüm hayatını yoksullara hizmet
etmeye adamış bir küçük Hıristiyan rahibesi söylüyor ve şunları da ekliyor: “Tüm
sevenler, bütün vücut ve benlikleriyle dua etmeli.”
Duanın
biçimine gelince...
Bu,
Allah Teâlâ’ya kısa bir yönelişten, ruhsal yönelişe, “Calvaire”
(Kutsî şeyler) e karşı sade kelimelerle dua eden bir köylüden, Gregoryanlar
gibi mabed revakları altında büyük coşkuyla yapılan, nağmelerle süslü duaya
kadar çeşitli biçimler, farklı görüntüler sergiler. Duanın etkili oluşunda
tantana, büyüklük ve törenin hiç bir değeri yoktur, belki bunlar gereksizdir
de... Çok az kişi, St. Jean de la Croix ya da St. Bernard de
Clairvaue gibi duanın törensel biçimini bilir.[4]
Duanın
kabul edilebilmesi için, üstün fesahate (tantananın, büyüklüğün ve güzelliğin)sahip
âlimlere ihtiyaç yoktur. Çünkü duanın değeri yöneldiği faydayla ölçülür. Bu
nedenle de; bizim hamd, övgü ve dileklerimizi içeren en sade kelimeler, en
büyük dua, yalvarma ve dilemeler gibi, yaratıcı tanrının yanında, var olduğu
şekliyle kabul görür. İrade dışı söylenen formüller, düsturlar, hattâ bir mum
ışığı alevi bile bazen bir dua türüdür.
Bu
cansız, ruhsuz düsturlar, bu maddî alev, görünen mum ışığı, insanı Allah
Teâlâ’ya doğru yöneltiyor, hamlesini sembolleştiriyorsa yeterlidir Bir amel
veya eylemle, ya da bir hareketle de dua yapılır. Bir aziz olan St.
Gonzaque'nin deyimiyle : “Bir vazifeyi bitirmek bile dua değerini ifade eder.”
Kuşkusuz, insanı, Allah Teâlâ’ya yaklaştıran, ona yönelten en iyi yollardan
birisi de, O'nun isteğine uygun işleri bitirmektir.
“Ey
Rabbim Hükümranlığın gelsin, iraden gökyüzünde olduğu gibi yeryüzünde de tecelli
etsin.” (Mukaddes Kitap'tan)
Kuşkusuz,
Allah Teâlâ’nın iradesi doğrultusunda hareket etmek, hayatımızın güçlü kanunlarına
— kan, doku ve damarlarımıza, sinirlerimize etki eden kanunlar — uygun bir
eylemin pratize edilişinden ibaret bir gerçek olur.
Kesif
ve koyu bulutlar gibi yeryüzünden Allah Teâlâ’ya yükselen duaların duacıları,
kişilik itibarıyla birbirlerinden farklı ve çeşit çeşit olmalarına rağmen tüm
bu dualar, iki ana temele dayanır:
Yoksulluk
(ızdırap) ve aşk.
İhtiyaç
duyduğumuz bir şey için Allah Teâlâ'dan yardım dilememiz, tümüyle geçerli bir
hareket olmasına rağmen, kendi çalışmamızla elde edebileceğimiz şeyleri veya
ihtiraslarımızın gerçekleşmesi için dua etmek abestir, geçersizdir.
İstekler,
eğer sürekli, ısrarlı, sıkılganlıktan uzak bir tür ani saldırı özelliğini
taşıyorsa başarılı olur.
Yol
kenarına oturmuş bir kör, gelip geçenlerin susturma isteklerine rağmen,
ciğerini yırtarcasına, avazı çıktığı kadar bağırıyor, feryad ediyordu. Oradan
geçmekte olan İsa ona “İmanın seni kurtardı.” dedi.
Dua;
durumunu arzetme ve isteklerini sıralamanın çok üstünde, yücelere varan bir
şeydir. İnsan duayla her şeyin yaratıcısı ve sahibi olan Allah Teâlâ’ya; O'nu
sevdiğini, O'nun nimetlerine şükrettiğini ve O'nun iradesi doğrultusunda her
zaman hareket etmeye hazır olduğunu gösterir.
Dua
bu biçimiyle, ruhsal bir gezinti ve sevgiye, manaya dayalı bir keşif
görünümündedir.
Boş
bir mabedin bomboş arka şuralarına oturmuş bekleyen yaşlı bir köylüye “Neyi
gözlüyorsun?” diye sordular.
“Ben
O'na bakıyorum, O da bana...” diye karşılık verdi.
Her
metodun değeri onun sonuçlarıyla ölçülür. İnsanı Allah Teâlâ’ya yaklaştıran,
O'na yönelten ve dua için kullanılan her yol, her yöntem, övülecek,
beğenilecek bir yöntemdir.
NEREDE
VE NE ZAMAN DUA ETMELİ?
Sokakta,
çarşıda, otomobilde, trende, büroda, okulda, iş yerinde dua edilebilir. Fakat
dağlarda, ormanlarda, ya da odanın sessizliğinde daha iyi dua edilir. Bazen da
mabedin törensel ibadet havası içinde dua edilir. Dua yeri neresi olursa olsun,
Allah Teâlâ insanla konuşmaz. Fakat bu suskunluk insanın ruhunu kuşatır; ruh
huzur bulur. Bu ruhsal huzur; bedensel, fizikî ve zihinsel durumumuzu da
etkiler.
Günün
karışık, gürültülü, uğultulu, kalabalık, toplumu arasında huzur bulmak, zor
bir iştir. Bugün dua etmeye özgü yerler aramak durumundayız. Mabetler
genellikle şehirlerin sessiz köşelerini oluştururlar. Böyle sığınakvari,
sessiz, gürültü ve kalabalıktan uzak şehir köşelerini yapmak, ne ağır ne de
zor bir iştir. Bu yerler insana, barış ve huzur verici yerlerdir. Bu
sığmakların sessizliğinde, düşünce ve endişeleri Allah Teâlâ'ya
doğru yönelen bir insanın; uzuvları, kas ve eklemleri dinlenebilir. Ruhu
hafifleyerek, huzur bulabilir. Düşünce gücü ve teşhis yeteneği saflık, netlik
ve aydınlığa kavuşabilir. Bu özellikler, aynı zamanda ona, çağdaş uygarlığın
sırtına yüklediği ve omuzlarını çökerten hayatın tüm zorluklarına karşı direnme
ve katlanma gücü de verir.
[5]
Dua,
insanın karakter ve özelliklerine da etki eder. Bunun için de, duanın alışkın
bir biçimde süreklilik kazanması gerekir.
Epictete;
“Nefes almadan önce Allah Teâlâ’yı düşün!” der.
Sabahları
dua ederken, günün geriye kalan kısmını, bir barbar gibi, bir vahşi gibi
geçirmek, boşuna bir uğraştır.
İnsan
beyninde oluşan bir anlık bir düşünce veya zihnin derinliklerinde beliren bir
istek, insanı Allah Teâlâ’ya yaklaştırıp O'nun huzurunda tutabilir. Böyle bir
anda duanın herhangi bir biçimi, ilham şeklinde gerçekleşir.
Dua;
bizzat bir hayat biçimidir. Dua, eğer uygun şartlarda edilirse, sürekli bir
sonucu izleme —gerçekleştirme — noktasında olur. Ralph Waldo Emerson, (1803-1882) “Hiç kimse, hiç
bir zaman, karşılığını almadığı bir duayı etmemiştir.” diye yazar.
Durum
bu olmasına rağmen modern insanlar ve düşünürler duaya; bir terk edilmiş
gelenek, bir hurafe gözüyle bakmaya, onu ilkel dönemlerden kalma bir artık
şeklinde algılayarak nitelendirmeye büyük bir özen gösteriyorlar. Gerçekte
ise, duanın tüm etki ve ürünlerinden yoksun kaldığımız söylenebilir. Öyleyse
bu yoksunluğun sebeplerinin ne olduğunu görüp farkına varalım.
İlk
neden; duanın çok seyrek, çok nadir yapılıyor olmasıdır. Ariflik duygusu,
modernize olanlarda yok olan veya değeri olmayan bir onurdur. Yahut da onur
olma özelliği taşımamaktadır. Denebilir ki dua eden Fransız'ların sayısının
genel nüfusa oranı yüzde 4; ya
da yüzde 5'i
aşmamaktadır.
İkincisi:
Duanın bugün etkisiz oluşudur. Çünkü ibadet eden, dua edenle, çoğunlukla egoist,
büyüklenen, gururlu, ikiyüzlü, yalancı kimseler olduğundan, aşk ve imana da
sahip bulunmamaktadırlar. Bu nedenle de duanın açığa çıkan, ya da gözle
görülebilecek somut etkileri bize ulaşmamaktadır.
Bizim,
dua, istek ve aşkımızın cevabı, genellikle yavaş, duyulmayan ya da işitilmeyen
bir biçimde gerçekleşmektedir. Çok yumuşak bir mırıldanma, bir fısıltı
biçiminde, içimizde beliren cevap da dış dünyanın dedikodusu ve gürültüsü arasında,
hemen kolayca boğuluvermektedir.
Duanın
maddî belirtileri bile, diğer olayların belirsizlik ve kargaşalığı araşma
karışmakta ve kaybolmaktadır.
İnsanlar
arasında, hattâ papazlar arasında bile, bu durumu duyacak, bu etkiyi aydınca ve
açık bir biçimde gözleyecek kişiler çok azdır. Doktorlar da kendi sahalarına
giren duanın etkilerini, — kendilerine yönelik olmadığından — incelememekte,
ilgisiz kalmaktadırlar. Böylece tıbbı ilgilendiren bu etkiler de örtülü ve
saklı kalmakta... Buna ek olarak; gözlemci, araştırıcı durumunda olanlar,
genellikle sonuç olarak ortaya çıkan şeylerin ve sezgilerin aykırılığı
nedeniyle, yanlışlıklara ve bozuk anlayışlara varmaktadırlar. Meselâ, organik
bir hastalığın iyileşmesini isteyen bir kimse dua ettiğinde, yine hasta olarak
kalmakta; fakat açıklanması çok zor, derin bir ruhsal değişime uğramakta ve
tanımlanması adeta olanaksız bir moral gücü ve etkinliği kazanmaktadır.
Dua
etmek, her ne kadar modern toplumların genelinde, enderlik ve istisnaîlik arz
ediyorsa da, atalarının dinine bağlı olanlarda daha çok gözlenebilen bir
olaydır.
İşte
bugün duanın etkileri ancak bu topluluklarda etüd edilebilir, gözlenip
araştırılabilir.
Sayısız
etkileri arasından, tıbbî ve psiko-fizyolojik olanlarını ve tedavideki moral ve
ruh etkisini açıkça gözlemleme durumundayız.
BİR MİLLETTE DUANIN YOKLUĞU O MİLLETİN ÇÖKÜŞÜYLE EŞ ANLAMLIDIR
Durum
ne olursa olsun sorun şudur: Dua anında Allah Teâlâ insanı dinler ve ona cevap
verir. (Duasını kabul eder.)
Duanın
etkileri boş, anlamsız ve hayalî değildir. İrfan duyguları; bir insanın,
dünyanın meçhullük, tehlike ve belirsizliklerine karşı duyduğu ızdırap
ortamına girmesini bir tür engelleyicidir. İrfan duyguları ayağa düşürülemez.
Duadan bir yatıştırıcı şerbet, bir korkuyu —ölüm hastalık ve dert korkusunu—
giderici bir ilaç kolaylıkla elde edilemez.
Peki,
irfan duygusunun anlamı nedir?
Doğa,
hayatımızın neresinde bize dua etmemiz için yetenek kazandırır? Durum ne
olursa olsun, dua yeri çok büyük bir önem taşımaktadır.
Yaklaşık
olarak her dönemde batı insanı dua etmiştir. Eski toplum, aslında bir dinî toplumdu.
Romalılar, hemen hemen her yerde mabetler yapmışlardır. Bizim orta çağlardaki insanlar,
Hıristiyanlığın egemen olduğu topraklar üzerinde, küçük,
büyük mabedler yapmış, bu toprakları
bunlarla süslemişlerdir.
Bizim
çağımızda bile, her küçük köyün üzerinde bir çan sesi yükselmektedir.
Avrupa'dan gelen göçmenler; yalnız üniversite ve fabrikalar aracılığıyla değil
belki mabedler aracılığıyla yeni kara parçasında (Amerika) batı uygarlığını
gerçekleştirmişlerdir.
Tarihimiz
süresince dua; savaş ortamında, kurum ve kuruluşlarda, iş ve dost çevrelerimizde,
sevgilerimizde ihtiyaç duyduğumuz öncelikli şeylerden biri olagelmiştir ve
vazgeçilmez özelliğini korumuştur.
Gerçekte
görünen sezgi gücü; fıtratımızın derinliklerinden doğan bir kıpırdanış ve aslî
bir içgüdüdür. Duygulardaki değişim ve başkalaşım, insanın diğer içsel
faaliyetlerinin değişimiyle içi-çedir: Ahlâkî duygu, karakter ve huyla, bazen
da estetik güdülerle bağlantılıdır.
Bu
duygu, bizim, zayıflamasına, hatta yok oluşuna göz yumduğumuz, fakat
varlığımızın vazgeçilmez ve çok önemli bir parçasıdır.
İnsanın,
kendi gönlünün eğilimiyle, bu tehlikeyi giderebileceğini aklında tutması
gerekir. Fakat hayatta başarıya ulaşmak için, ilmî düzenin sabit kanunlarının
öngördüğü çerçeveyi izlemek de gereklidir.
Biz
tehlikeli bir riskin altına giriyoruz. Düşünsel ve fizyolojik yapımızın asil
bir parçası olan bazı faaliyetleri lütuf sayacağımıza, onları kendi
benliğimizde öldürüyoruz.
Meselâ
güçlü bir organizmanın sahibi olanların hayat faaliyetlerinin (aklî güçleri
değil) iskeletleşmesi ve adalelerinin hiç yokmuşçasına zayıflaması, sporcu ve
pehlivanlar arasında, ahlâk ve akim duyusal olarak zayıflamasından daha
uğursuz, daha kötü bir sonuçtur.
Çokça
çoğalan, çocuk ve güç sahibi ailelerden de bir örnek vermek gerekirse
denebilir ki, bunlar özürlü bir ürünü ya kabul etmezler — bu onları alçaltır
endişesiyle — ya da böyle bir şeydense tükenmeyi göze alırlar.
Ata
inancının yıkılışı; aile gelenek ve göreneklerini muhafaza endişesi ile
saygının yok oluşundan sonra acı ve elem verici de olsa, fakat sağlıklı
deneyimle, öğreniyoruz ki, ahlâkî ve manevî duygular, bir ulusun faal
unsurları arasında yer alır. Bunlar yok oluşa yönelirse; o ulusun kesin çöküşü
başlamış ve bağlarından koparak yok olmaya giden ortama girilmiş demektir. Bu
da yabancılaşmaya zemin hazırlama olur. Eski Yunanın —Grek uygarlığı— çöküşü bu
nedenlerin etkisine bağlıydı.
Karakterimizi
oluşturan düşünsel ve ruhsal faaliyetlerin çöküşünün, hayatta başarı kazanmakla
çelişik bir durum olduğu apaçıktır.
Ahlâkî
ve dini faaliyetler pratikte de birbirine bağlıdırlar. Sezgi duygusunun ölüşünden sonra ahlâkî
duyarlılık da artık bir mabedi gözleyemez olur.
İnsan;
Sokrat'ın [6]
özlemini duyduğu biçimde, dinden bağımsız bir ahlâk sistemini gerçekleştirmeyi
başaramamıştır, asırlar boyu...
Dua
ihtiyacını kendisinde öldüren bir toplum; pratikte fesat ve çöküşten
korunabilecek unsurlara artık sahip değildir. Dindar insanlar gibi, imansız
modern insanlar da, insanın varlığı için gerekli olan tüm iç ve dış
faaliyetlerini açığa çıkarmak ve tespit etmekle görevli olduklarından
ortaklaşa hareket etmek zorundadırlar. Gönül birliğini gerçekleştirmelidirler.
Bu
kadar önemli ve etkili sezgi duygusunu hayat başarısında nasıl ve hangi
yöntemle gündeme getirebilirler?
Hangi
mekanizmayla dua bizi etkileyebilir?
Burada
biz, bilgelik ve araştırmacılıkla elde ettiğimiz kesin sonuçları bir kenara
bırakıp varsayımlara da el uzatmalıyız. Bilim ve tekniğin ilerlemesinde
varsayımların, hatta tesadüflerin önemli bir yeri vardır ve hatta bunlar
gereklidirler de... İnsanın yarısı gönül (bilinç) ve ruhtan; diğer yarısı da su
ve çamurdan oluşmuş bir varlık olduğunu akıldan çıkarmamak zorundayız.
İşte
bu nedenle de; O'nu maddi zaman ve uzayın dört boyutuyla algılamak imkânsızdır.
Çünkü birinci yarı — insanlığın bilinç ve ruhu — her ne kadar birey olarak
bizde oluşuyorsa da, aynı zamanda maddî olmayan dış dünyayı da izlemeye yönelik
ve bizi ona çeken bir etkinliktir.
Bir
diğer açıdan, maddî bir zeminden bağımsız olarak yaşayan ruh, doğal dünyadan
soyut ve sorumsuz ise de, başka bir açıdan tüm doğanın gereksindiği oksijen,
hava ve yemeğe samimice bağlı ve muhtaçtır. Onlarsız yapamaz.
Biz
maddî bir dünyadan (hava, toprak gibi) daha çok, manevî bir dünyanın kanunlarıyla
yöneltildiğimize ve ona bağlı olduğumuza inanabiliriz.
Bu
manevî kanun; ebedî varlıktan dilediğini yapan ezelî, her şeyin arasında tek
bakîden, en iyi, en üstün ve en büyük olandan —ki O'na Allah Teâlâ diyoruz—
başkası olamaz.
İşte
bu nedenle de; duayı, asıl geldiğimiz yer ile bizim aramızda doğal bir bağlantı
görevlisi olarak algılamak ve onu, varlığımızın oluşumunda etkin olan herhangi
bir faaliyetimiz gibi kabul etmek zorundayız. Bir başka deyimle; duaya ruh ve
cismimizin doğal bir pratiği, bir faaliyeti gözüyle bakmalıyız.
DUANIN
ETKİLERİ
Dua;
keyfiyetine, şiddetine ve güçlü söylenişine bağlı olarak ruh ve cismimizi
etkiler.
Duanın
güçlü frekansının niteliğini, şiddet sınırına değin tanımak kolaydır. Fakat,
duanın keyfiyeti yeryüzünde henüz tanınmamıştır. Çünkü biz, başkasının aşk ve
imanını ölçecek bir araca sahip değiliz. Bununla beraber, dua eden bir kişinin hayatında
izlediği yol, bize onun Allah Teâlâ’nın huzurunda yaptığı dua'nın keyfiyeti hakkında
bilgi verebilir.
Dua,
çok değersiz bir duruma düştüğü, ya da papağanca bazı belli düsturları
tekrarlama biçiminde göründüğü zamanlarda bile, olgun bir ortamı bulmaya ve
ruhsal gerekleri yerine getirmeğe yarayabilir ve bunu sezgi ve ahlâk duygusuyla
yoldaş yaparak bütünleştirebilir..
Dua
eden çehrelerde önceleri var olan vurdumduymazlık, eksiklik, kıskançlık ve
kötülük duygulan, yerlerini; iyiliğe, başkalarına iyilik yapmaya ve hayırlarını
istemeye terk eder.
Zekâ;
bilgi ve güç itibariyle eşit durumda olan iki bireyden; dua edenin ahlâkî
özellikleri ve karakteri çok pratik ve vasat bir tutumla, etmeyeninkinden daha
olgun bir görünüm kazanır.
Duanın
etkileri, bireyi etkilediği, süreklilik kazandığı, arzuyla yapıldığı zaman daha
belirgin bir biçimde ortaya çıkar. Bu tür dua; “tiri-nod” ve “surrenal”
guddeler gibi iç guddelere benzetilebilir.
Bu
guddeler, aşamalı bir ilerlemeyi doğuran, başkalaşım ve değişim süreç ve türünü
oluştururlar.
Derler
ki, duayla vicdanın derinliklerinde bir ışık yanmaktadır.
Dua
ortamında insan, kendini olduğu gibi görür, kendine gelir. Hırsını, hatalarını,
eğri düşüncelerini, kibir ve gururunu belirleyerek ahlâkî görevlerini yerine
getirmeye hazır bir duruma ulaşır. Düşünsel ve zihinsel alçak gönüllülüğü
olgunluk kazanmaya başlarken önünde o en iyi, celal sahibi, sultana giden
yollar açılır.
Gitgide
ruhsal bir sükûna kavuşur. Sinirsel ve ruhsal faaliyetlerine bir uyum egemen
olur. Yoksulluğa, iftiraya, kedere karşı büyük bir sabır kazanır. Ölüme,
hastalığa, ızdıraba, yakınlarının kaybına güçlü bir direnme gösterir.
Dua
eden bir hastayı gören bir doktor, bundan mutluluk duymalıdır. Duanın hasta
bireyde doğurduğu huzur, tedavide güçlü bir yardımcı olabilir.
Dua,
morfinle eşdeğerde sayılmamalı; ya da etki itibariyle morfine benzetilmemeli. Çünkü
dua; huzur verdiği ortamda olgun, sağlıklı bir tavrı içe bağlılığı, insanın
beyin fonksiyonlarında açıklık ve diriliği, bazen da kahramanlık ve cesaret
duygularını doğurur, harekete geçirir.
Dua,
bireye özgü, somut birçok belirtileri kendi özellikleriyle ortaya çıkarır.
Dua
edenin saf ve temiz bakışları, kararlı gidişi, kargaşa ve gürültüden uzak
mutluluk ve bağlılığı, güven veren çehresi, hidayet yeteneği, olayları rahatlıkla
karşılayışı ve adeta bir komutan, ya da bir şehid gibi ölümü avuçlarında tutuşu...
Bunlar, bizim ruh ve bedenlerimizin derinliklerindeki gizli hazineleri hikâye
eder. Bu etkin gücün altında, cahiller, zayıflar, orta kabiliyetliler bile
zihinsel ve ahlâkî güçlerini daha iyi kullanabilirler ve ondan
yararlanabilirler. Gözlendiği kadarıyla dua, insanlara öyle bir olgunluk
kazandırmaktadır ki; çevre ve kalıtımın biçtiği elbise artık onlara dar ve kısa
gelmektedir. Duanın, insanı, eğitim, öğretim ve kalıtımla elde edilen dimağ
seviyesinin üstüne çıkardığı bir gerçektir. Yaratıcıyla olan bu ilişkileri onları,
barış ve huzurla karşı karşıya getirir. Yüzlerinden huzur, mutluluk ve neşe
fışkırır. Gittikleri her yere barış ve mutluluğu da götürürler.
Ama
ne yazık ki, günümüz dünyasında duayı gerçek çehresiyle tanıyan çok az kişi
vardır.
Duanın
tedavideki etkileri, her dönemde insanların dikkatlerini çeken bir konu
olmuştur.
Bugün
de dua ile uğraşılan yerlerde, Allah Teâlâ’ya ve azizlerine yöneliş ve yalvarışlar
sonucunda elde edilen şifadan çok sık söz edilmektedir. Ama kendi kendine, ya
da sürekli kullanılan yapay bir ilaç ile iyileşen hastalıklarda, sağlığa kavuşmanın
gerçek etkeninden söz etmek ve onu bilmek gerçekten zorlaşmaktadır.
Her
türlü tedavinin imkânsızlaştığı hastalıklarda, duanın etkisi daha gerçekçi ve
kolay bir araştırmayla görülebilir.
“Lourdes”in
[7]
sağlık bürosu; bu şifaların gerçekliğini kanıtlayarak bilime büyük hizmetler
yapmıştır.
Dua,
bazen infilâk gibi güçlü bir etkiye sahiptir. Bu yolla, kanser, böbrek
iltihapları, ülser, deri, akciğer ve kemik veremi veya kalp zarı gibi
hastalıkların hızla iyileştikleri görülmüştür. Bu tür hastalıkların iyileşme
yöntemi aşağı yukarı aynı biçimdedir. Önce çok ızdırap ve acı veren bir dert, sonra
iyileştiğini duyma... Birkaç dakika veya birkaç saat içinde hastalık kaybolmakta,
cerrahî - bedensel yaralar ve anatomik izler kaybolmaktadır.
Bu
mucize, hastalığın düşünülemeyecek derecede hızla iyileşmesiyle ortaya çıkar
ki; cerrahlar ve fizyolojistler tüm uzun deneyimlerine rağmen böyle bir sonucu
görüp elde edememişlerdir. Bu olayların meydana gelmesi için hastanın bizzat
dua etmesine gerek yoktur. Henüz konuşmasını bilmeyen küçük çocuklar ve Allah
Teâlâ’ya inanmayanlar bile Lourdes'de iyileşmişlerdir. Fakat onlar dua ederken,
etraflarında duası kabul olunan biri de mutlak bulunuyordu.
Başkası
için yapılan dua, bireyin kendisi için yaptığı duadan sürekli daha etkili
olagelmiştir.
Öyle
anlaşılıyor ki, duanın kabulü; şiddet, ısrar, keyfiyet ve kalitesine bağlıdır.
Bugün
Lourdes'ta görülen keramet ve mucizevarî olaylar, 40-50
yıl öncesine göre çok azalmış bir
durumdadır. Çünkü hastalar, bugün, eskiden buraya egemen olan derin manevî ve
şefkat dolu havayı bulamıyorlar. Ziyaretçiler turistleştiklerinden duaları da
duygusuz ve adileşmiştir. (Bugünde Kabê’de yapılan dualarımızda aynı
durumdadır.)
İşte
benim kişisel olarak, duanın etkileri üzerinde edindiğim kesin bilgiler
bunlardan ibarettir. Bunlara eklenebilecek birçok olaylar ve sonuçlar da vardır.
Azizlerin
hayatını anlatan kitaplarda, hatta günümüz modern insanının bilgilerinde bile
bu tür keramet ve mucizevarî olaylar çokça vardır.
Kuşkusuz
Ars papazına (asıl ismi Vianney olan
papaz,1786-1859 arasında yaşamış ve 1925 de Hristiyan azizleri arasına ithal
edilmiştir.) nispet edilen kerametlerin çoğu
doğrudur, gerçektir. Bu olayların, bu olağanüstü olayların tümü bizi, keşfi
henüz yapılmamış ve sürprizlerle dolu olan bir evrene yaklaştırmaktadır.
Kesin
olarak bildiğimiz bir şey varsa, o da-duanın gözle görülür, elle tutulur birçok
etkilerinin varlığı doğrultusundaki bilgimizdir.
Ne
kadar garipsersek garipseyelim, bir gerçek olarak kabullenmek zorundayız ki;
dua kapısını çalana bu kapı açılır ve isterse birey bu kapıdan içeri girer.
Din
duygusu, ruhun diğer fonksiyonel duygularına oranla, özel ve olağanüstü bir
önem kazanmaktadır. Çünkü dua, manevî âlemin esrarlı sonsuzluklarıyla
ilişkimizi sağlamaktadır. İnsan, dua ile Allah Teâlâ’ya yaklaşır, Allah Teâlâ
da insanın kalbine...
Duayı
kendi ruhumuzun zayıflığı, yoksulluğu, düşüklük, gevşeklik ve acizliğinin dışa
vuran bir fonksiyonuymuş gibi ele alamayız.
Nietzsche[8]:
“Dua etmek ayıptır.” diye yazar. GERÇEKTEYSE DUA ETMEK YEMEK - İÇMEK VEYA
TENEFFÜS ETMEK KADAR AYIP DEĞİLDİR.
İnsan,
su ve oksijene gereksindiği oranda Allah Teâlâ’ya da muhtaçtır. Sezgiye, ahlâkî
duyguya, güzellik duygusuna ve zekânın aydınlığına ek olarak, din duygusu,
kişiliğin çiçeklenmesini sağlar.
Kuşkusuz
hayatta başarı; fizyolojik, bilgisel, duygusal ve ruhsal fonksiyonlarımızdan
her birinin tam olarak inkişafıyla ilişkilidir. Ruhun bir yarısı akıl, diğer
yarısı da duygudur.
Biz
bilimin tüm güzelliklerini sevdiğimiz gibi, Allah Teâlâ’nın da tüm
güzelliklerini sevmek zorundayız. Descartes'a kulak verdiğimiz şevkle,
Pascal'ı da dinlemek zorundayız. (sh:35-64)
Kaynak:
[1] Descartes, her şeyden şüphe ile
işe başladı. Fakat şüphesi, ‘’şüphe etmek için şüphe değil’’,’’anlamak için
şüphe’’ olmuştu. (je pense,donc je suis = düşünüorum, o halde varım) da
felsefesini kurmuştu. Bu dayanak noktası, onu, (rationaliste=akıcı) ve
(spiritualiste=ruhçu)yapmıştı. Fakat hakikatte (emprisme =görgücülük,
deneycilik) ve metaryalizm’e (maddecilik) yaklaşıyordu.
Fizikte ve
matematikte Descartes’in rakibi olan Pascal da, aynı fikir ve çilelerini çekmiş
fakat ondan daha ötelere varabilmiştir. Aklın bütün kudretsizliğini görmüş,
şüpheci olmuş; insan tabiatının bütün çirkinliklerini fark ediş onu
(pessimiste=bed’bin) yapmıştı: ama nihayet iç duygu veya sezgi diyebileceğimiz
kalp gözü ile Allah’ı bulmuştur.
Hem de kendimizde,
evvela zekâyı geliştirmeye bakıyoruz. Ahlak, güzellik ve bilhassa din duygusu
gibi ruhun akla, zekâya ait olmayan faaliyetlerine gelince, bunlar hemen
tamamıyla ihmal ediliyorlar. Bu temel faaliyetlerin, cılızlaşması, modern
insanı ruhen, manen kör bir mahlûk durumuna sokuyor. Böyle bir illet, onun
cemiyette iyi bir terkip maddesi olmasın mani oluyor. Medeniyetimizin çöküşünü,
işte ferdin bu fena kalitesine affetmek gerekir. Hayatta muvaffak olmak için
akıl ve madde kadar, maneviyatın da zaruri olduğu görülmektedir. O halde
zekadan daha çok; şahsiyete kuvvet veren dimagi, zihni faaliyetleri kendimizde
sür’atle diriltmeliyiz. Bunların arasında, en bilinmeyeni, kudsiyet veya din
duygusudur.
Descartes için Allah,
meçhullerin boşluğuna asılan bir çengel gibi idi, onun üzerine,artık sadece
aklın düzenlediği sonsuz çengeller eklenebilir ve akla sarsılmaz bir güvenle
bağlanabilirdi. Bu yüzdendir ki Pascal:
‘’Descartes’i
affedemem; bütün felsefesinde Tanrı’yı işe karıştırmamayı çok istiyordu; fakat âlemi
harekete geçirmek için ona ilk fiske vurdurmamazlık edemedi; bundan sonra artık
Tanrı’’ya ihtiyacı kalmadı’’diye muaheze etmiştir. Günümüzün inkârcı ve maddeci
bütün görüşlerinde Descartes’in Dekartçılığın izlerini bulmak kabildir. Hâlbuki
bugün pozitivizm ve materyalizm çoktan iflas etmiştir. Modern fizik ve
fizikçi, Allah’çı ve Allah’lıdır. İnsanda hissi kablel vuku veya altıncı
his denilen duyguyu inceleyen parapsikoloji diye genç bir ilim doğmuştur. Bu
itibarla Pascal gibi filazoflar, ehemmiyetlerini gün geçtikçe daha çok
hissettiriyorlar.
[2] Aklı sezgiyle yıkan meşhur filazof
Bergson, iki filazof Bergson, iki filazof için: ‘’Bilhassa saf aklı müdafaa eden
felsefeler Descartes’e bağlandğı gibi, vasıtasız bilgiyi, iç hayatı ön plana
alan ve bunlara başlıca ehemmiyeti veren modern felsefe cereyanları da Pascal’a
bağlanırlar’’der.
Şimdi, Batıda
uyanmakta olan modern maneviyatçılık doğrudan doğruya Pascal’a bağlanmakta ve
insana ne olduğunu, nereden geldiğini, nereye gittiğini bilmek kadar faydalı ve
lüzumlu bir şey olmayacağı fikrini yerleştirmektedir. Yine insanın neye
bağlanabileceğinin cevabını da Pascal şöyle veriyor:
“Allah’tan uzaklaşan,
Allah’ı aramayan insan, ne kendi sinde,ne de dışında hakikati ve saadeti
bulamaz.”
[3] La Salle (Jan Babtiste: Hıristiyanlığın ilk davetlilerinden,
İsa'yı vaftiz ettiğine inanılan ulu şahsiyet... Miladi 31. yılı civarında bir
Yahudi tanığın, arzusu uyarınca —bir olaydan dolayı— kafası kesilmiştir.
Grégorien : İlk olarak St. Gregor tarafından
oluşturulan bir mezhep.
St. Jean de la Croix : (1542-1591). Dinin törensel
biçimleriyle ilgili, tasavvuf ve zühd hakkında kitapları olan bir papaz-yazar.
St. Bernard de Clairvaue : Kilise mimarı ve birçok kitap yazarı
büyük bir hristiyan şahsiyet. O da Gaz-zalî gibi akılcılarla mücadele etmiştir.
[5] Dua, bir alışkanlık haline gelmek şartıyla,karaktere tesir
eder.''O halde,sık sık Allah'ı düşünün.'' der. Sabahtan dua edip de
günün geri kalan kısmını barbarca geçirmek, manasız ve saçmadır. Bir anlık
düşünce veya zihni münacatlar, İnsanı Allah huzurunda tutabilir. Bütün hatta hareketimiz
ilhamını, o duadan alacaktır. Böyle anlaşılırsa dua, bir yaşayış tarzı haline
gelir.
[6] Sokrat: ( Yunan filozoflarından
M.Ö 470-399 Eflatun'un hocası; baldıran zehrini içmeye mahkûm edilmişti.)istediği
gibi, insanlık, dini doktrinden tamamen müstakil bir ahlak sistemi kurmağa
muvaffak olamadı. Dua etme ihtiyacının kaybolduğu cemiyetler, umumiyetle, soysuzlaşmaktan
uzaklaşmış değillerdir. İşte bunun içindir ki bütün medeni âlem-inananlar ve
inanmayanlar-beşeri varlığın muktedir olduğu her temel faaliyetin gelişmesi
problemiyle alakalanmalıdır.
[7] Hristiyan ziyaretçilerin uğradıkları ve Hz. Meryem'den
dilekte bulundukları Fransa'da bir kasaba.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.