Print Friendly and PDF

[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] ELLİ ÜÇÜNCÜ KISMI



Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla

FASIL İÇİNDE VASIL

İnsanların Sadakada Taksimi: Verenler ve-Alanlar

Bilmelisin ki verdikleri ve aldıkları şeyler karşısında insanlar dört kısma ayrılır. Birinci kısım, verdiğini yüceltirken aldığını küçümser. İkinci kısım, verdiğini küçümserken aldığını abartır. Üçüncü kısım, hem aldığını hem verdiğini yüceltir. Dördüncü kısım, verdiğini ve aldı­ğını küçümser. Bu nedenle bir kısım insan, seçerek alır. Onlar, eşyada Hakk’ın yüzünü görmeyenlerdir. Bir kısmı ise seçmez. Onlar, eşyada Hakk’ın yüzünü görenlerdir. Bazen vaktin ihtiyacına göre seçerler, ba­zen mutlak yoksulluklarını öğrendikleri için seçerler. Bir kısmı öyledir, bir kısmı böyle! Çünkü meşrepleri farklı olduğu gibi müşahede ve zevk­leri de hallerine göre farklılaşır. Düşünen nefs için hal, hayvani nefis için mizaç gibidir. Mizaç beden üzerinde hükümran olduğu gibi hal de nefs üzerinde hükümrandır.

Sonra bilmelisin ki, sadakanın yüceltilmesi ve büyük görülmesi meşrudur. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ondan yiyiniz ve yoksul muhtacı yediri­niz464 Başka bir ayette ise ‘Aç olanı yediriniz465 buyurur. Yani, Allah Teâlâ’nın kendi şiarı yaptığı deveden (yoksullara) yediriniz. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ’nın şiarlarına hürmet etmek, kalplerin takvasındandır. Sizin için on­larda belirli bir vakte kadar fayda vardır. Sonra onlar soylu eve varacak­tır.’466 Kast edilenler develerdir.      \

Bu öykü bağlamında Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Rızıklandırdığımız şey­' lerderı infak ederler.’467 Nafak kelimesini açıklarken -ki infak kelimesinin köküdüronun iki yönü olduğunu belirtmiştik. Kesilen develerin etleri bize ulaşırken Hakk’a ise bizdeki takva duygusu ulaşır. Allah Teâlâ’nın şiarları­m yüceltmemiz, bizim takvamızdan kaynaklanır. Bazı ariflere göre sa­dakanın yüceltilmesi bu bahse girer. Bu nedenle, verirken veya alırken verilen ve alınan şey yüceltilebilir. Bazen de, müşahede ettiği şey başka bir zevk olabilir. Allah Teâlâ’nın yarattıklarını yüceltmek, bu yolda tattığımız ilk müşahededir. Genellikle toplum içinde itilmiş ve küçümsenen bir şeyi elimde taşıyordum. Benim konumumdaki insanlar, insan doğasın­daki büyüklük ve saygın görülmeyenlerden farklılaşma duygusu nede­niyle böyle bir şeyi taşımazdı. Şeyhi ve kendisiyle beraber arkadaşlarının da geldiğini gördüm. Arkadaşları şöyle diyor: ‘Efendimiz! Bu gelen fa­lan kişidir. Onun bu yolda bir eksildiği yoktur. Nefsiyle cihat etmiştir, insanlar kendisini böyle görürken çarşının ortasında hamallık yaptığını görürsün.’ Böylece elimde taşıdığım şeyi ona söylediler. Bunun üzerine şeyh, ‘Belki de onu nefsiyle mücadele etmek için taşımıyordur’ diyor. Arkadaşları, ‘Bundan dolayı taşıyor’ deyince şeyh, ‘Yanımıza geldiğinde sebebini sorun’ diye cevap veriyor. Yanlarına vardığımda şeyhe selam verdim. Selamımı aldıktan sonra bana şöyle sordu: ‘Elindeki değersiz ve kıymetsiz nesneyi hangi amaçla taşıyorsun? Seninle aynı makamda bu­lunan dünya ehli insanlar değersizliği nedeniyle ellerinde böyle bir şey taşımaz!’ Bunun üzerine kendisine şöyle dedim: ‘Efendimiz! Böyle bir bakıştan seni tenzih ederim! Senin gibi biri böyle bakmaz. Allah Teâlâ elimde taşıdığımı küçümsememiş ve değersiz görmemiştir. Kudret, Arş’ı ve si­zin büyüle gördüğünüz yaratıkları var etmeye iliştiği gibi onu var etme­ye de yönelmiştir. Değersiz ve zayıf bir kul olarak ben nasıl olur da bu mesabedeki bir şeyi değersiz ve küçük göreyim?’ Bunun üzerine şeyh beni öptü ve dua etti. Arkadaşlarına ise şöyle dedi: ‘Bu düşünce nerede, nefsiyle cihat etmek için değersiz bir şeyi taşımak nerede!’

Bu noktada, sadakanın yüceltilmesi bazen alan ve veren için olabi­lir. Dolayısıyla, eşyanın yüceltilmesinin Allah Teâlâ ehlinin dikkate aldığı farklı yönleri vardır. Allah Teâlâ Hz. Musa’ya şöyle vahyetti: ‘Bir kişiden sana öğütülmüş nohut geldiğinde onu kabul et, çünkü onu sana getiren be­nim.’ Böylece kendisini ulaştırmada Allah Teâlâ’nın vekili olması yönünden, vereni büyük gördüğü gibi alan da, getiren Allah Teâlâ olduğu için, aldığını büyük görür. O halde, burada verenin eh bir müşahededen ya da güçlü imandan kaynaklanarak Hakk’ın elidir, çünkü Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ kulunun diliyle ‘Allah Teâlâ kendisini öveni duydu’ demiştir.’ Burada sözü kendisine tamlama yapmıştır, halbuki onu söyleyen kuldur. Bir kutsi hadiste ise Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ben (bana yaklaşan) o kulun kulağı, gözü, eli ve ayağı oldum.’ Keşif ehline göre sadakanın (ve eşyanın) büyültülmesi, keşif ehlinin sadakanın ya da hediyenin vb. Allah Teâlâ’yı tespih etmesini ve diliyle Yaratanını yüceltmesini görmesi ve duymasından kaynaklanır. Bu durum, ‘Her şey O’nun övgüsünü tespih eder5468 ayetinden kaynaklanır. Böylece söz konusu şeyin Hakk’ı yüceltmesi ve kendisinde (Haktan) gafletin ve bıkmanın olmayışı sebebiyle, keşif ehli onu büyük görür. Bu durum, hükümdarların, yoksul olsalar bile iyi insanlara saygı gösterme­sine benzer. Bunlar, köle, cariye veya belaya uğrayan ya da afiyette bu­lunan kimseler olabilir. Hükümdarlar, kendilerine söylendiği gibi Allah Teâlâ’ya itaate kendisini veren bu kimseleri bereket vesilesi yaparlar (teber­rük). Bu müşahede sahibinin durumu nasıl olabilir, hesap ediniz! Sada­ka veren ya da alan insanın müşahedesi böyleyse, Allah Teâlâ’nın yarattığını büyük görür. Çünkü o, bütünüyle bu konumdadır. Verilen sadakayı yüceltmek, o şeye muhtaç ve yoksul olmaktan da kaynaklanabilir. Çün­kü Hakk, onu ihtiyacı karşılayacak bir sebep olarak yaratmıştır. İnsan bunu müşahede ederse, veren ya da alan olması aynıdır.

Allah Teâlâ, ‘Ey İnsanlar! Siz Allah Teâlâ’ya muhtaçsınız?469 diye buyurur. İnsan sadakayı bu ifade yönüyle de büyük görebilir. Allah Teâlâ, bu ayette muhtaç olunan her şeyle kendini isimlendirmiştir ve verilen şey de bunların içindedir. Allah Teâlâ’nın isimleri büyüktür ve bu da O’nun isimlerinden biri­dir. Bu durum, bu müşahedeye sahip olmayanlardan başkasınm dikkat edemeyeceği bir sırdır. Bu sır, (Hakk’ın kıskançlığı anlamındaki) ilahi gayret ve Allah Teâlâ’nın genel inişi kapsamındadır. Örnek olarak, ‘Allah Teâlâ kendi­sinden başkasma ibadet edilmeyeceğine hükmetti (kaza)’470 ayetini verebili­riz. Buna rağmen, yeryüzünde taşa, bitkiye, hayvana gökte ise yıldızlara ve meleklere ibadet edilir. Söz konusu nesnelere ibadet edilmesinin ne­deni, ibadet edilen her şeyin taş ya da ağaç veya başka bir şey değil, ilah olduğuna inanmaktır. Nispette hata etseler bile, ibâdet edilende (Hakk) yanılmamışlardır. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘Rabbin kendisinden başkasma ibadet edilmeyeceğine hükmetti’47' diye buyurur. Dolayısıyla, insanların (herhan­gi bir) ilaha inanmaları da Allah Teâlâ’nın takdiridir. Bu durumda, taptıklârı şeylere tapınışlardır. Bunun böyle olması, sadece bu niteliğe sahip kim­seye ibadet edilsin diye, ilahi gayretten kaynaklanır. Gerçekte ise, sadece Allah Teâlâ vardır. Bazen sadaka,-bu keşif nedeniyle büyük görülebilir.

Bazı insanların sadakayı küçümsemesi başka bir müşahededen kay­naklanabilir, çünkü (sûfı) topluluğun müşahedeleri, halleri, zevlderi ve meşrepleri onlarda hükümrandır. Sadakanın büyük görülmesi hakkındaki söylediklerimiz hallerin ve zevklerin sahibine hükmetmesinden başka bir şey midir ki? Bunlardan biri, keşif sahibinin -veren iseverdiği -alan iseveya aldığı şeyin imkânını görmesidir. İmkan ise, mümkün için yoksulluk, zillet, muhtaçlık ve değersizlik özelliğidir ve bu nedenle böyle bir müşahede sahibi, her şeyi küçümser. Küçümsediği şey, iba­deder veya başka şeyler içinde en güzel bir şey olabilir. Allah Teâlâ için veren ve Allah Teâlâ’nın eliyle (sadakayı) alan kimsenin küçümsemedeki (tavırları) karışık olabilir. Allah Teâlâ ehlinden olduğunu zannettiğim -ki Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin bize emrettiği ve yaptığı gibi kimseyi Allah Teâlâ karşısında tezkiye et­mem, Allah Teâlâ da bize bunu yasaklamıştırbiri, bir şahıstan Allah Teâlâ rızası için kendisine sadaka vermesini istemişti. Sadaka istenilen insan da, o salih insan kendisine bakarken, içinde büyük ve küçült gümüş paraların bulunduğu bir kese çıkararak eliyle keseyi yoklamaya başlayınca, yoksul yüzünü bana çevirip şöyle dedi: ‘Sadaka verecek bu adamın ne aradığını biliyor musun?’ Ben de ‘Hayır, bilmiyorum’ deyince, şöyle dedi: ‘Allah Teâlâ katındaki değerini araştırıyor, çünkü Allah Teâlâ (rızası) için sadaka verecek! Büyük bir gümüş para gördüğünde onu ayırarak şöyle diyecek: ‘Allah Teâlâ katında bu kadar etmeyiz!’ Adam araştırmasının sonunda bulduğu en küçük parçayı o salih insana vermiş. Bunun üzerine salih adam şöyle demiş: ‘Allah Teâlâ katındaki değeri bu kadarmış!’

Dikkat ediniz! Allah Teâlâ’nın yanında her şey değersizdir, fakat burada ilahi gayrete dayanan ilahi bir cömerdik söz konusudur. Şöyle ki, kıya­met günü bir münadi insanların arasında Allah Teâlâ tarafından şöyle bağırtı­lır: ‘Allah Teâlâ’dan başkası için verilenler nerede?’ Bunun üzerine cesametli mallar, akarlar ve mülkler getirilir. Sonra şöyle duyurulur: ‘Benim uğ­ruma verilenler nerede?’ Bunun üzerine kuru birkaç dal, değersiz gü­müş parçaları, paralar ve birkaç elbise getirilir. Allah Teâlâ nimetierinin ara­sından kendisi için bu kadar değersiz şeylerin verilmiş olmasından dola­yı kıskançlığa kapılarak sadakayı eline alır ve olabilecek en büyüle Hakk gelinceye kadar -Uhud Dağı gibibereketlendirir. Böylece onu orada bulunanların gözlerine gösterir ve Allah Teâlâ’dan başkası için verilmiş olanla­rı küçümseyerek değersiz bir mala çevirir.

Müşahedesi böyle olan bir insanın (verilen sadakayı) küçümsemesi gerekir. Bu gibi hususların zikredilmesi uzun sürer. Bu bölümün başın­da âlemi kendisine ayırdığımiz dört sınıfın dahil olduğu hususlara ye­terli ölçüde dikkatini çekmiş olduk.

FASIL İÇİNDE VASIL

Sadakayı Gizli veya Açıktan Vermede İnsanların Durumu

: Bazı insanlar, gizli sadaka vermeyi önemser. Bunun nedeni, ‘Sol elin sağ elinin verdiğini bilmez’ anlamına gelen güvenilir bir hadiste Hakk’ın gizli sadakayla ilgili övgüsüdür. Fakat gizli sadaka ve Allah Teâlâ’nın ona özen gösterdiğiyle ilgili bir rivayet gelmemiştir. Sadakayı veren in­san, verdiğini sadece Allah Teâlâ’nın bildiğini düşünerek gizli verir, yoksa ihlas ve benzeri bir şey nedeniyle gizli vermez. Çünkü sûfı topluluğunu Allah Teâlâ gizli ve açık şirkten korumuştur. Böylesine ihlaslı insanlar için, ‘Sadece Allah Teâlâ vardır ve O’ndan başka Rab yoktur.’ Çünkü onlar, davranışların­da özne olarak sadece Hakk’ı görürler. Bilirler ki, Hakk böyle bir konu­da gizliliği zikrederek onu bu bakışa sahip kimseler için açıktan verme­ye üstün saymasının yegâne nedeni, başkası bilmese bile, Allah Teâlâ’nın onu bilmiş olmasıdır. Yoksa bunun nedeni ihlas ya da başka bir amaç değil­dir. Çünkü açıklamak ya da gizlemek, veren ve alan kişi hakkında denk­tir. ‘Beni içinden zikredeni içimden zikrederim, beni bir toplulukta zik­redeni onlardan daha hayırlı bir topluluk içinde zikrederim’, kutsi hadi­si, bu konüya girer.

Sadakayı açıktan veren kimse ise, bu ya da benzeri bir müşahede sahibi değildir. Onun kalbine ve gözüne hakim olan duygu, her şeyde Hakk’ı görmektir. Öyleyse, onun katındaki her hal, tereddütsüz bir şe­kilde ilan ve açıklamadır, bundan başka bir şeyi görmez. Böyle , bir in­san, topluluk içinde Allah Teâlâ’yı zikrettiği gibi sadakasını açıktan verebilir. Çünkü topluluk içinde zikrettiği kimseyi, (bundan önce) içinden zik­retmiştir, çünkü içten zikretmek, hiç kuşkusuz (dıştan zikretmeyi) ön­celer. İçten zikredilen herkes, dışta da zikredilmiştir. Öyleyse dıştan zik­retmek, içten (Hakk’ı) zikretmeye ilave bir durumdur. Dıştan zikret­menin (sadece) içinden zikreden insanın kaçırdığı bir mertebesi vardır, çünkü içinden zikretmeye her iki halde de muttali olunmaz. İçten zik­retmek, her bakımdan gizlidir. Açıktan verilen sadaka ise, ilahi iktidarı ilan eder. Mümkün mazharlarda zuhur ettiği halde, sadakayı kimden gizleyecek veya örtecektir ki? Şeyhimiz Ebu Medyen’in yöntemi buydu. Şöyle derdi: ‘Allah Teâlâ de, sonra onları bırak.’ ‘Allah Teâlâ’dan başkasına mı dua ediyorsunuz?’ Şeyhimiz, nebevi bir miras olarak, bu ayete uymak için sadakayı açıktan verirdi.

Ebu Hamid (el-Gazzâlî) ve (Haris b. Esed) Muhasibi gibi tasavvuf yolunun genelinin söz ettiği riya ve ihlası aramak ise, Allah Teâlâ’dan başkası­nı görmeyen sûfilerin dilini de içermek üzere Hakk’ın genelin diliyle gerçekleşen hitabıdır (çünkü zahir dili seçkinlerin dilini de içerir). Biz ise, bu konuda Allah Teâlâ ehline konuşuyoruz. Şeyhimiz, arkadaşlarına şöyle derdi: ‘Allah Teâlâ’nın kelimesi yüksek olsun diye Allah Teâlâ’ya itaati açıktan yapın! Nitekim başka insanlar, günahları, itaatsizlikleri açıktan yapmakta ve Allah Teâlâ’dan utanmadan kötülükleri izhar etmektedirler.’ Bir efendi, saygın bir şeyhin öğrencilerine şöyle demişti: ‘Şeyhiniz size neyi emrediyor?’ O da şöyle cevap vermiş: ‘Bize amelleri yapmak için gayret etmeyi ve on­larda eksiklik görmeyi emretmektedir.’ Bunun üzerine şeyh şöyle de­miş: ‘VAllah Teâlâi, size düpedüz Mecusiliği emretmektedir. Keşke amelleri (yapmayı) ve onları sizin elinizde kimin icra ve inşa ettiğini emretseydi!’ Bu mesele de, bu konuya girer.

Gizli ve açık sadakanın sûfilerin nefislerindeki sırlarına dikkatini çekmiş oldum. Bununla beraber, farz sadakayla gönüllü sadakada şekilci arifler arasında görüş ayrılığı vardır. Bu görüş ayrılığı işe, özetlemeyi ve kısa anlatımı yeğlediğimiz için, zikre gerek olmayacak kadar bilinir. Açıktan sadaka vermek hakkında ise, ‘Kim iyi bir adet çıkarırsa’ hadisi aktarılmıştır. Allah Teâlâ ehlinin kâmilleri ise, iki makamı birleştirmek, iki sonucu elde etmek, iki gözle bakmak, iki yoldan yürümek ve iki elle vermek için her iki şekilde de veren kimsedir. Böylece Hakk’ın açıktan vermeyi tercih ettiği bir durumda sadakayı bazen açıktan verirken Hakk’ın gizlemeyi tercih ettiğini1 gördüğü yerde sadakayı gizli verir. Allah Teâlâ yolunda, Allah Teâlâ ehlinin kâmillerine daha layık olan davranış budur.

Gönüllü Sadaka

Gönüllü sadaka efendilikle karışmış ihtiyara bağlı bir kulluktur. Öyle olmazsa, gönüllü sadaka sayılmazdı. Çünkü onu kendisine farz kı­lan, tövbe eden veya bilgisizlikle kötülük yapanlardan durumunu düzel­tenler için Hakk’ın kendisine merhameti farz kılması gibi, insanın ken­disidir. İnsanın kendisine sadakayı farz yapması Hakk’ın merhameti farz kılması gibidir. Tıpkı, nefsi hakkında kendisiyle hüküm verilen ka­rışık bir Rab'lik! Çünkü, kimse Allah Teâlâ hakkmda bir şeyi zorunlu kılamaz. Bir şeyi kendisine farz kılan, farz kılan olması bakımından Allah Teâlâ’dır. Böyle bir durum nedeniyle (kendi kendine farz kılmak) sadaka veren kimse de aynı konumdadır.                                                                              ,

Sonra şunu farz ederiz: İlahi mertebe böyle bir şey yaptığında, bu davranışa uygun bir sevap ve ödül ona takdir ederiz. Bunu bizzat bu vacibi bu menzilden gönüllü sadaka olarak verene -klonlar ariflerin içinden teklerdirverirdik. Çünkü Hakk, bu makamda kendisine benzer. Bu mesele, sûfiler tarafından müşahede edilen zevke dayalı bir konudur. Fakat benden önce buna dikkat çeken bir kişi görmedim, belki de var­dır ama bana ulaşmamış da olabilir. Çünkü bu makama ulaşmış Allah Teâlâ ehlinin bunun farkına varmış olması gerekir. Fakat Allah Teâlâ, bazen onu kendilerine söyletmez ya da bir kısmının onu ifade etmesi mümkün olamaz. Biz ise, bu meseleyi daha geniş ve daha açık bir ifadeyle, kita­bımızın başka bir yerinde zikretmiştik.

Bu yoruma göre gönüllü sadaka, farz sadakadan kendiliğinden üs­tün olur. Böyle bir gönüllü sadakayı insan kendisine -tıpkı bir adak gi­bifarz kıldığında, Allah Teâlâ’nın farz etmesiyle fara olabilir. Çünkü Allah Teâlâ ku­lun onu farz kılması nedeniyle sadakayı farz kılmıştır. Adağın dışındaki (sadakalar) da bu konuya katılabilir. Güvenilir bir hadiste, bir bedevi şöyle diyor: ‘Ey Allah Teâlâ’nınl Peygamberi! Yükümlü olduğum başka zekât var mıdır? Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, ‘Hayır, fakat gönüllü verdiğin hariç’ demiş­tir. Muhtemelen Allah Teâlâ, bir insan gönüllü zekât vermeye niyetlendiğin­de, onu kendisine farz kılar. Böylece, onu farz derecesine katar ve gö­nüllü zekâtın ödülü daha çok olmakla birlikte sevapta eşitlenirler. Böy-


lelilde, asıl olan farzdan belli bir derece üstün olur. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Amellerinizi geçersiz kılmayın.’472 Bu bir yasaklamadır. Yasaklama ise, emretmekten farklı olarak, onu yapmayı da içerir. Binaenaleyh şeriatta (bir işe) başlamak, bağlayıcıdır. En açık durum budur. Şari, yasaklama­da farz olan ile olmayanı eşidemiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise, namaz ve oruçta nafileyi kaza etmiştir. Bize göre farzlarda bu caiz değildir. Bu konu, vakti belli farzların kaza edilmesi hakkında görüş ayrılığı bulunan bir konudur.

Bütün bu konularda gönüllü ibadetin anlamı şudur: Kul, asalet yönüyle bir köle ve efendisinin farz kıldığı şeylerin bir mahallidir. Bina­enaleyh insan, özü gereği farz (yapmayı) ve üzerine farz yüklenmesini kabul edicidir. Gönüllü ibadet eden insan, aslına dönen kişidir. Asıldan çıkmak ise, geçici ve dolaylıdır. Sürekli olarak asla bağlı olan kişi her zaman farzı görür, çünkü o, seçiminde zorunlu ve yönlendirilendir. Bu durumda insan, kendini yaratan aşıla benzer. Allah Teâlâ, ‘Benim katımda söz değişmez473 buyurur. Dolayısıyla Allah Teâlâ’dan meydana gelen her şeyi bilgi öncelemiştir. Böylece, Allah Teâlâ ile ilişkili olarak (olabilirlik anlamında) im­kân ortadan kalkmıştır. Sadece olmak ya da olmamak vardır! İlahi mer­tebede bundan başka bir şey yoktur. Tereddüt hadisinde geçen, ‘kulu­mun bana kavuşması kaçınılmazdır’ ifadesi de bu kapsama girer. Yani, onun ölmesi kaçınılmazdır. ‘Azap kelimesinin hakkında gerçekleştiği kim­seye gelince5474 ve ‘Benim katımda söz, cehennemi dolduracağım diye kesin­leşti’475 ayetleri de bu kapsama girer.

Binaenaleyh, esasta Allah Teâlâ katında tek bir eylem vardır. Dolayısıyla oluşta (ve âlemde) tek bir iş gerçekleşmiştir. Bunu bilen bilir, bilmeyen bilmez. Hakikatlerin verisi budur. Öyleyse hüküm vacipliğe aittir, im­kânın ise hiçbir yerde varlığı yoktur. Bir’de her yönden sadece birlik varsa, kendisinden çokluğun çıkabileceği bir yön onda bulunmuyor demektir. Dolayısıyla ondan ancak bir çıkabilir. Bir’de farklı nispet ve anlamlar bulunuyorsa, bu çok yönler nedeniyle çokluğun Bir’den çık­ması imkânsız değildir. Aldım bu meseleye ver, çünkü şu soruların ce­vabını buradan öğrenebilirsin: Nereden geldin? Kimsin? Bir misin çok musun? Bir hangi açıdan çokluğu kabul eder? Çok hangi açıdan birliği kabul eder? Bir asıl iken, çokluk niçin birden daha geniştir? Kendisini destekleyen bir şey yokken, asıldan fer nasıl çıkar? Asılda birçokluğa yol açan nispeder asl’a döner mi? Yoksa onlar, asılda gerçek varlıklar bu­lunmaz da bu nispeder fer’in hükümleri midir? Bütün bunlar, bu mese­leyle ilgilidir.

Bir olarak ve çokluğun birliğiyle birlenmiş Bir münezzehtir! Çok­luğun da kendine özgü bir birliği vardır ve bu kaçınılmazdır. O çokluk, bu birlikle isimlendirilir ve başkalarından ayrışır. Öyleyse, tekil ya da çoğul olarak, eşya arasmda ayrım birlik vasıtasıyla gerçekleşir. İld şey ortak olsaydı, ayrım gerçekleşmezdi. Ayrım da gerçekleşmiştir. Dolayı­sıyla birde ve toplamında birliğin bulunması kaçınılmazdır. Asıl ve fer olarak, sadece bir vardır. Dikkatini çektiğim konuya iyice bak, çünkü o ilahi bilginin özüdür. Gönüllü sadakanın sana verdiği şeye bale ve bu izafet ve tamlamanın ne kadar kıymetli olduğunu gör!

VASIL

Zekâtın Malı Temizlemesi

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem her beş devede bir koyun zekât vermeyi emretmiş­tir. Halbuki koyun deveyle aynı cins değildir. Bu meseledeki asıl, bir şeyin kendisiyle mi yoksa başka bir şey vasıtasıyla mı temizleneceğidir. Doğru ilke, bir şeyin kendisiyle temizlenmesidir. Başvurulacak hakikat budur. Görünüşte farklılık meydana gelse bile geçerli olan, asılda bulu­nandır.                                                                                           ,

Allah Teâlâ, ibadet etmek için su ve toprakla temizlenmeyi farz kıldı. Bunlar, görünüşte birbirinden farklı olsa bile, asılda farklı değildir. Bu noktadaki asıl, Allah Teâlâ’nın her şeyi sudan yaratıp Âdem’i topraktan yarattı­ğını bildirmesidir. Öyleyse görünüşte temizlik, yaratıldığımız şey vasi­stasıyla gerçekleşmiştir. Örnek olarak, koyun ve deveyi birleştiren hay­vanlık ile mal olmayı yerebiliriz. Bu birleştirici durum olmasaydı, (de­velerin koyun vasıtasıyla) temizlenmesi geçerli olmazdı. Bu nedenle, zekâtın farz olduğu bazı mallarda aynı cinsten olmayan şeylerle zekât vermek geçerli olmuştur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem insanın bilgisizlikten temiz­lenmesi hususunda şöyle der: ‘Kendini bilen Rabbini bilir.’ Kendisini bilmekle Rabbini bildiği için insan (bilgisizlikten) temizlenebiimiştir.

Hakk, mutlak anlamda temiz olandır. Kulun takdisi ise, kendisini bilme­sidir. Öyleyse insan ancak kendisiyle temizlenmiştir. Bu meseleyi iyice anla!                          ’

FASIL İÇİNDE VASIL

Nisap

Nisap, miktar demektir. Başka bir ifadeyle nisap, ‘ne kadar’ denilebilen şeydir. Kilo ve hacim olabilir. Kuşkusuz Şari, kilo ve vezinli şeyle­rin nisabını belirlemiştir.

Ölçüt, insan aklının belirli ölçülere bölündüğünü bildiren bir hadi­se göre, anlaşılır bir şeydir. Şari, aklı manevi bir şey olsa bile ölçüte ek­lemiştir. Şari, en genel ve en tam keşif sahibidir. Daha önce, mertebele­rin üç olduğunu belirtmiştik: Akıl mertebesi, duyu mertebesi ve hayal mertebesi. Hayal mertebesi, anlamlan duyulur suretlere indirir. Başka bir ifadeyle, anlamları ancak öyle anlayabildiğimiz için, onları duyulur mertebelerde gösterir. Bu mertebeden Şari, aklı ölçüt olarak bölümlere ayırmıştır. Çünkü aklı Allah Teâlâ ölçüt suretinde izhar etmiştir. Ölçülen ise, amellerdir. Bunlar, amel sahibine ilişen arazî anlamlardır. Böylece Allah Teâlâ, onları ölçüye katmış ve şöyle demiştir: ‘Kıyamet günü adalet terazile­rini koyarız.’*76 Başka bir ayette, ‘Kim zerre miktarı amel ederse5477 denilir. Böylece amel, teraziye konulmuş ve tartılan bir şey olmuştur. Bu du­rum, anlamların ancak duyulur şekilde algılandığı bu misal mertebesin­de gerçekleşmiştir. Uykudaki ilahi tecelli de böyledir. Dolayısıyla, Hakk’ı ancak suret olarak görebilirsin. Bu konuda meseleyi ayrıntılı in­celemeyi gereksiz kılacak pek çok rivayet gelmiştir ki, her insan bunu bilir. Çünkü her insanın uyanıklık ve uykuda bir tahayyülü vardır. Bu nedenle, hayalin algıladığını (rüya) tabir eder. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, rüyada görülen sütü bilgiye, bağı ise dinde sebata tabir etmiştir.

Belirli bir konuda nisap oluşu yönünden değil, salt nisap oluşu yö­nünden nisabı bilmek budur. Çünkü bu durum, zekâtın çıkarıldığı şey­de bulunan nisapla ilgilidir. Tek bir niceliği ve pek çok nicelikleri olan

şeylerin bilinmesi de bu konuya dahildir. Bizim bu konuda bir görü­şümüz I vardır. Gümüş ya da altın parçası sikke haline getirilmemiş ve tek biriküde halinde bulunabilir. Ölçülü Hakk getirdiğinde (sikkeye çev­rildiğinde), onun ölçüsü nisap miktarı kadar ya da daha fazla olabilir (zekâta konu olabilir). Acaba tek bir cisim olması yönünden o cismin tek bir niceliği mi yoksa çok sayıda niceliği mi vardır?

Bilmelisin ki, sayılar niceliklerin azlık ve çokluğunu bildirir. Sayı­nın kendisi de bir niceliktir. Sayı bileşik olmayan yalın bir şey ise, onun birden başka niceliği yoktur. Bu sayılar, birden ona ve oradan da onlu basamaklara kadar ulaşan sayılardır. Örnek olarak yirmi, otuz, kırk, yüz, iki yüz, bin ve iki bin gibi sayıları verebiliriz. O halde tartılan ve ölçülen şeye -kendisi tek bir cisim ikenbu sayı adlarından biri verildi­ğinde, tek bir hüküm kazanır. Söz gelişi on bir ya da yüz yirmi ya da üç yüz ya da üç bin ya da bu sayılardan oluşan başka bir isim verilmişse, onun sayısal nicelikleri de kendilerinden oluştuğu sayıya bağlıdır. Ölçü­len şey, dirhemler ve dinarlar gibi, tek bir cisim olmayabilir. Bu du­rumda, onun da birden çok niceliği vardır. Sayı bileşik, tartılan şey de 1 birlerin toplamı ise, sayı ve tartılan şey nicelikler sahibidir. Biri bileşik ya da toplam iken diğeri toplam ya da bileşik değil ise, bileşik ya da toplam olmayan tek bir nicelik sahibi; bileşik ya da toplam olan ise, birden çok nicelik sahibidir. Bunu bilmelisin.

Cisimlerde nicelikler bölünmeyle ortaya çıkar. Çünkü cisimler, hiç kuşkusuz, bölünmeyi kabul eder. Fakat bölünme sonucunda ayrışma bitişmeye döner mi, dönmez mi? Bazı kimselerin düşündüğü gibi, bi­tişmeye varırsa, tek bir cisim nicelikler sahibidir. Bazı kimselerin dü­şündüğü gibi, bitişmeye ulaşmazsa, tek bir niceliği yoktur. Tartılan şey­lerin ve buna bağlı olarak sayının nicelikleri hakkında zikrettiğimiz bu ayrıntıyı kimsenin ele aldığım görmedik. Halbuki bu ayrıntı zorunlu olarak ele alınması gerekli bir husustur. Bu meseleyi bilen kimse, bö­lünme kabul emıeyen parça olan cevher-i ferdi kabul etmenin geçerli olup olmadığını da anlar.

Sonra bilmelisin ki, zekâtın, farz olduğu yerlerde sayı türlerini top­laması şeriatm hikmetidir. Bu ise, ferdiyettir ve onu canlıya koymuştur. Böylece üç türde bulunmuştur ve üç, teklerin ilkidir. Bunlar deve, inek ve koyundur. Çift olmayı iki sınıfa yerleştirmiştir. Bunlar da maden -ki

o alan ve gümüştürve hububattır ki o da buğday ve arpadır. Mutlak birliği ise hurmaya koymuştur ki, o da özellikle hurmadır. Bunlar, sade­ce görüş birliğinin bulunduğu türlerdir. Bunun dışında, zekât verilen şeyler ise görüş birliğinin bulunmadığı tartışmalı konulardır. Bu görüş ayrılıklarının bir kısmı istisnaî iken, bir kısmı ise istisnaî değildir.

FASIL İÇİNDE VASIL

Gümüşün Zekâtı

Bilginler, güvenilir bir hadis nedeniyle onun beş vak (kırk dirhem) olduğunda görüş birliğine varmıştır. Bu miktar, kırk dirhemdir ki, ni­sap miktarı budur. Zekâü ise, öşrün dörtte biri olan beş dirhemdir.

VASIL

Batınî Yorum

Her sınıfın ulaştığı bir kemali vardır. Madenler sınıfı, altına ulaş­makla kemalini bulur. Bu mesele, altının zekâtından söz ederken gele­cektir. Gümüş ise kemalin yarı derecesinde bulunur. Madene özgü ke­mal derecesini elde etme süresi otuz altı bin sene iken gümüşte bu süre on sekiz bin senedir. Bu süre, kemal zamanının yarısıdır. Tüm maden­ler, onu elde etmek için kemal derecesine ulaşmak ister. Bu yoldayken gayeye ulaşmasına engel olan bir takım hastalıklara maruz kalır. Gayeye ulaşan maden altın diye isimlendirilirken kendisine galip gelen bir has­talık nedeniyle bu dereceden aşağıda bulunan maden gümüş, kurşun, demir ve balar gibi başka bir ad alır.

Öyleyse altın, bir anne babanın nikahla birleşmesinden ve uygun bir şekilde düzenlenmesinden oluşur. Bunun yanı sıra, maddenin sıcak­lığı her yana eşit ölçüde yayılmış olmalıdır. Anne ve babaya ise, mad­denin sıcaklığının otoritesi ortaya çıkmazdan önce, kemale ulaşmak is­teyen bu şeye etki edecek bir soğukluk ya da kuraldık (nem ve ısı) ilişmemelidir. Salik bu konumda olduğu zaman gayeye ulaşır ve altının kendisini bulur. Sulûk esnasında gereğinden fazla soğukluğa maruz ka­lıp hasta olan ve bu durumun gayesiyle arasına girdiği kişiye, (altın de­ğil) gümüş denilir. Gümüş altından bir derece aşağıdadır ve yetkinlik dört şeydedir. Böyle bir durumdaki salik, dört şeyin biri nedeniyle ke­malden eksik kalmıştır. Dört, kamil sayıların ilkidir ve bu nedenle on sayısını içermiştir. Gümüşte on sayısının çeyreği bulunur, çünkü soğuk­luğun etkisiyle altından bir derece eksik kalmıştır. Soğulduk ise, tıpkı sıcaklık gibi, etkin bir ilkedir. Yaşlık ve kuruluk, edilgen ilkelerdir. Böy­lece yaşlık, kendisinden meydana geldiği için soğukluğa uyıiıüş, bu ne­denle gümüş altının oluştuğu şeyin yarısından oluşmuştur.

Edilgen, etkine delalet eder ve özü gereği onu ister. Bu nedenle edilgen olanı zikretmek etkeni de içermiş olacağı için, meydana geldiği aslı zikretmeye gerek kalmamıştır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Yaş ve kuru,*78 Hal­buki burada ‘Sıcak ve soğuk’ dememiştir. Bu durum, Kuran’ın fasihliği ve mucizevî anlatımından kaynaklanır, çünkü Kur'an-ı Kerîm, kendisini getiren peygamberin -ki o Muhammed (as.)’dir doğa bilimleriyle ilgi­lenip bu ölçüyü bilen biri olmadığının farkındaydı. Bu durum, Kur'an-ı Kerîm’in Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem tarafından değil, hikmet sahibinin katından indirildiğini kesin olarak gösterir. Bunu söyleyen de, her şeyi bilen Allah Teâlâ’dır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, kendi düşüncesi, araştırması ve değerlendirme­siyle değil, sadece Allah Teâlâ’nın kendisine öğretmesi ve bildirmesiyle her şeyi bilmiştir. Peygamberliğin değerini ise, Allah Teâlâ’nın kendisine bu gibi du­rumları gösterdiği kimse anlayabilir. Şeriatın bu sınıflara zekâtı her sı­nıfta bilenen bir tarza göre farz kılmasındaki ilminin ne kadar sağlam olduğuna bakınız!                                                          . ,

Altının Nisabı

Altının nisabı hakkında görüş birliğine varılan şey, Allah Teâlâ’nın izniyle zikredeceğimiz husustur. Bir grup iki yüz dirheme olduğu gibi yirmi dinara da zekâtın farz olduğunu söylemiştir. Bazı bilginler ise, kırk di­nara ulaşıncaya kadar altına zekât düşmeyeceğini ileri sürmüştür. Kırk dinara ulaştığında da bir dinar zekât düşer ki, bu onun çeyreğidir, çün­kü kırkın onda biri dörttür. Dördün çeyreği ise, birdir. Bazı bilginler ise, iki yüz dirheme ya da onun değerine ulaşmadan altında zekât bu­lunmadığını söylemiştir. Bu sayıya ulaştığında ise, ister yirmi dinar ister bundan daha az ya da daha çok olsun, çeyreği zekât olarak verilir, Bu durum kırkın altında bulunduğunda böyledir. Öyleyse, altındaki değer­lendirme zikrettiğimiz gibidir. Kırka ulaştığında, kullanım ya da değer olarak, dirhemler değil kendisi dikkate alınır.

VASIL

Batınî Yorum

Her kırk dinarda bir dinar zekât vardır ki, bu miktar onun kırkta biridir. Daha önce, gümüşün altının ulaştığı yetkinliği ararken dört do­ğadan biri olan soğukluk doğasının etkisine girdiğini söylemiştik. Bu ise, altından kendisini itidalden (denge) çıkaran bir tek doğa -ki soğuk­lukturalmıştır. Bu nedenle, altının nisabı olan kırkta bir dinar zekât olarak alınır. Çünkü dördü onla çarptığında kırk çıkar. Dört kırkın on­da biri, bir ise dördün çeyreğidir. Öyleyse bir, kırkın kırkta biridir. Bu bir, gümüşün alıp sayesinde kemal derecesini talep ederken gümüşe dönüştüğü şeydir. Bu ölçüde altından eksik kalmış, zekât nisabı da bir dinar olmuştur.

Bu bir dinar, kendisinden alınan şeyin kırkta biri olmak bakımın­dan beş dirhemle birleşir. Çiinkü yirmi iki, yüzün onda biriyken yirmi-


nin çeyreği ise beştir. Böylece, iki yüz dinarda beş dirhem zekât verilir ki, o da onun onda birinin çeyreğidir (kırkta bir). Bazı bilginler ise altı­nı gümüşe hamledip şöyle demişlerdir: İki yüz dirhemde olduğu gibi yirmi dirhemde de bir dinar zekât vardır. Ya da, kullanım ve değer ba­kımından iki yüz dirhemi dikkate alabilir. Bu bilgin, zekâtı kıymeti ve kullanımı olan altında vacip görmüştür. Bu ise, kırkın altındaki (farktan aşağıdaki?) şeylerle ilgilidir. Çünkü farktan az olan altında zekâtı yasak­layan bir ifade aktarılmamıştır, çünkü ‘Beş evakın altında (iki yüz dir­hem) sadaka yoktur’ denilmiş* fakat kırkın altında yoktur dememiştir. Bu nedenle altında görüş ayrılığı caizken gümüşte caiz değildir. Gümüş ve altının zekâtının farz oluşu, her bakımdan onun çeyreğinde bir araya gelmiştir. Burada, on ve onun çeyreği dört onu içermesi için dildcate alınmış ve bunlar çarpılmış, başka bir sayıyla çarpılmamıştır. Çünkü dört, kendisini ve aşağısındaki sayıları içerir ve toplamlarından on mey­dana gelir. Bu nedenle Ön sayısı için ‘kamil sayıların ilki’ denilir. Dört­teki dört ile üç yedi eder. Dörtteki ikiyi eklediğimizde dokuz, biri ekle­diğimizde ise on sayısı meydana gelir. Dördü on sayısıyla çarpan kimse, dördü içermiş olduğu unsurlarla kendisiyle çarpana benzer. Bu konuda -onu yaratan ve var edene değilkendisine baktığı için zekât farz olmuş­tur. Hakk ise, bakışını kendisinden almış ve aldığı bu şeyi ‘zekât’, başka bir İfadeyle, iddiadan arınmışlık diye isimlendirmiştir. Böylece, Rabbinin karşısında Rabbi için kalmış, farklı bir pay ortaya çıkmamıştır. Çünkü her şey O’na aittir ve hiç biri kendisinden değildir.

FASIL İÇİNDE VASIL

Zekâtı Verilen Şeylerde Nisap Miktarından Fazlası

Bilginler, yürüyen hayvanların nisap fazlasında zekât bulunduğun­da görüş birliğine varmış, altın ve gümüşün nisap fazlasında görüş ayrı­lığına düşmüştür. Benim görüşüm, altın ve gümüşteki nisap fazlasında zekâtın olmayacağıdır. Bu ikisinin hububata dahil olması hayvanlara ka­tılmasından daha uygundur. Çünkü hayvanlar bitkilerle, bitkiler ise madenle komşudur. Öyleyse bir şeyin kendisine komşu olan şeye katıl­ması daha yerindedir.             .

VASIL

Batınî Yorum

Kemal eksildik kabul etmez. Zekât ise maldan eksilmedir. Bu ne­denle hayvan, insanlık özelliğiyle kemale erdiğinde ona zekât düşme­miştir. Çünkü eşya kemali aramak için yaratılmıştır ve insandan başka kamil yoktur. Madenlerin en kamili ise altındır. Bu nedenle ateşle ek­silmeyi kabul etmez. Diğer madenler ise eksilebilir. Şöyle diyebilirsin: ‘Gümüş kemal derecesinin altındadır ve dolayısıyla o da eksiktir. Bu nedenle nisap fazlasına zekât düşer.’ Buna şöyle yanıt verebiliriz: Allah Teâlâ onu nisap miktarına ulaştığında altına ortak yapmış, diğer madenlerde ise bunu yapmamıştır. Gümüş ve altın arasında güçlü bir ilişki bulunmasaydı, hükümde ortaklık gerçekleşmezdi. Öyleyse nisap fazlasında durum öyle olmalıdır.

Şöyle diyebilirsin: Zekât malın eksilmesidir ve kemale ulaşan ek­silmez. Altın ise kemale ulaşmıştır, fakat nisaba ulaştığında zekâtı veri­lir. Altın nisap halindeyken olduğu gibi fazlasında da altındır ve kemal hükmünü yitirmemiştir.’ Buna şöyle yanıt verebiliriz: ‘Bu ilkeye göre hareket edersek, (dediğin gibi) böyle olmalıdır. Fakat başka ilahi bir il­keyle çelişebiliriz. O da, tecelli esnasında suretierdeki başkalaşma ve de­ğişim, ilahi katta nispet ve itibarların değişmesidir. Hakikat bir, nispet­ler farklıdır. Allah Teâlâ bir yönden bilen iken aynı yönden güç yetiren ve ya­ratandır. Hakk, zekâtı farz yaptığı şeylerde,, onlarm bir takım varlıklar olmasını ya da kendisine mal denilen bir şey olmalarını değil, özellikle bu varlıklardaki mallar olmasını dikkate almıştır. Biz de, belli bir mikta­ra ulaşıp zekât hükmü ortaya çıktığında altın ve gümüşün varlıklarını değil, mal olmalarını dikkate aldık Nisap fazlasında ise, mal olmalarını değil, somut varlıklarını dikkate aldık ve onlardan zekâtı kaldırdık. Ni­tekim tecellilerin başkalaşmalarında da inançları ve mertebeyi dikkate aldık, zatı dikkate almadık. Öte yandan, tenzihte zatı dikkate aldık, mertebe ve inançları değil. Varlığın aslı -ki o Haktıritibarlara konu ol­duğu gibi, bu hakikat, bazı varlıklara, hatta genel olarak var olanlara yayılmıştır. Biz de, onlarda bazen aidi, bazen de dinî durumlar nedeniy­le farklı durumları dikkate aldık.

Köleye bakınız! O bir insandır ve onun kemali vardır. Bir kölede mal olma özelliğini, onu satan alan kişide ise ticareti dikkate alsaydık, köleyi bir kıymede değerlendirir ve onu zekâtı verilen bir mal konumu­na indirirdik. Zekâtı ise, onun değerinden alırdık. Hakk’ın kamil oluşu­na balcınız! O, yaratılmışın herhangi bir niteliğini kabul etmez. Fakat misal mertebesinde ortak duyuyla sınırlanmış gözlere tecelli ettiğinde, hükümler bu özel tecelliyi takip eder. Bu bağlamda Allah Teâlâ, ‘Acıktım beni doyurmadın, susadım su vermedin, hastalandım ziyaret etmedin’ der. Nispederin ortadan kalkması yönünden kendisine baktığında ise Allah Teâlâ şöyle der: ‘O’nun benzeri yoktur.’479 Başka bir ayette, ‘Allah Teâlâ âlemlerden müstağnidir480 der. Delilden müstağni olan, açıldığının şiddeti nedeniyle kendisine delildir. Çünkü hiçbir şey bir şeyin kendisi kadar o şeye delil olamaz.

Hükümlerin itibar ve nispedere bağlı olduğuna dikkatini çektim. Herhangi bir konuda hüküm verilen bir şey ile Şari’nin hükmü ortaya çıktıktan sonra, bizim görevimiz Şari’nin o meselede neyi dikkate alıp öyle hüküm verdiğine bakmakla sınırlıdır. Bilgili insan cahilden bu ba­kışla üstün olur. Bu durum sabit olunca bilmelisin ki: Belli bir yaşa ulaşmak ya da yetişmek ya da akıl için olgunluk, maldaki nisap gibidir. Nisap miktarı malda bulunduğunda zekât farz olduğu gibi aynı şekilde yetişkinliğe, ulaştığında da akıllı insana yükümlülük farzdır. Yetişkinlik vaktinden sonra ise, zaman ilerledikçe aklı sağlamlaşır. Nitekim mal da ticaret ile artar ve böylece nisabı aşan miktar ortaya çıkar. Aklı sağlam­laşırken Allah Teâlâ’nın mutlak özne olduğunu ve kulun fiilde hiçbir etkisinin bulunmadığını görmeyen kimseye nisabı aşan miktardaki malında zekât farzdır. Zekât, Allah Teâlâ’nın maldaki hakkıdır. Böylece insan, amelleri için­den Allah Teâlâ’ya izafe etmesi gereken şeyi izafe eder.

Burada iki adam vardır: Birincisi hakikat yönüyle Allah Teâlâ’ya izafe ede­ceği şeyi izafe ederken kendisine ait sayacağı şeyleri de saygı gereği izafe eder; Bu edep ve saygı ^‘istedim ki, onu ayıplı yapayım431 ya da, ‘Rabbin o ikisinin yetişkinlik çağına ulaşmasını istemiştir432 ya. da, ‘Hasta olduğumda bana şifa verir5483 ya da, ‘Sana ulaşan her iyilik Allah Teâlâ’dan, her kötülük kendindendir’484 gibi ayetlerin gereğidir. Bazı insanlar ise, insan davranışını akıl ve dine göre bütünüyle insana ait sayar. Bu davranıştan Allah Teâlâ’ya ise sadece işi yaparken kudreti yaratması yönüyle izafe eder. Örnek olarak Mutezile’yi verebiliriz.

Aklı sağlamlaştığında, fiilleri sadece Allah Teâlâ’dan görüp kulun fiilde etkisinin, olmadığını düşünen kişi ise, nisap miktarını aşan malda zekâtı kabul etmez. Çünkü böyle bir insan, her şeyin Allah Teâlâ’ya ait olduğunu bil­diği için, onun Allah Teâlâ’ya irca edeceği bir şey yoktur. Şeyban er-Râî, ken­disine zekâttan soru soran İbn Hanbel ve eş-Şafıî’ye şöyle demiş: ‘Sizin mezhebinize göre mi, bizim mezhebimize göre mi anlatayım? Bizim mezhebimize göre her şey Allah Teâlâ’ya aittir, biz hiçbir şeye sahip değiliz. Sizin mezhebinize göre ise, her kırk koyunda bir koyun zekât verilir.’ Şeyban, bir durum dikkate alıp zekâtı farz sayarken mal aynı mal iken başka bir durumu dikkate alıp zekâtı farz saymamıştır.

FASIL İÇİNDE VASIL

Gümüşün Altına Katılması

Bazı bilginler, dirhemlerin dinarlara ekleneceği görüşündedir. Top­lamda nisaba ulaşıldığında zekât farz olur. Bazı bilginler ise, gümüşün altına ya da altının gümüşe eldenemeyeceği görüşündedir ki, benim ka­naatim de budur.

VASIL

Batınî Yorum

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Gözlerinin senin üzerinde hakkı Vardır, nefsinin senin üzende hakkı varıdır. Yemek ye ve uyu.’ İnsan, gözünü ve hayvani nefsini içerse bile Allah Teâlâ onlardan her biri için kendi­sine özgü bir Hakk yaratmıştır. Gözün hakkı uyumaktır. Nebati nefsin hakkı beslenmedir ki, o da yemek yemektir. Hiçbir şey başka bir şeye eklenmemiş ve katılmamıştır. Çünkü uyku, yemenin yerine geçmediği gibi yemek de uykunun yerini almaz, dolayısıyla hiçbir şey öbürüne ek­lenmemiştir. Bir şeyin başka bir şeye ekleneceğini kabul ederi kişi, uy­kunun yemeğe ekleneceğini kabul ediyor demektir, çünkü yemek uyku­nun gerçekleşmesinin sebebidir. Bunun nedeni, yemekten doğan ve uy­kunun sebebi olan yaş buharlardır. Uyumakla göz hakkına ulaştığı gibi nefs de kendi hakkına ulaşır. Dolayısıyla Hakk hepsinde gerçekleştiği için altının gümüşe eklenmesinde bir beis yoktur.

VASIL

İki Ortak

Bazı bilginler, her birinin malı nisap miktarına ulaşıncaya kadar iki ortağa zekât düşmediği görüşündedir ki, ben de bu görüşteyim. Bazı bilginler ise, ortak malın hükmünün tek bir adamın malının hükmü gi­bi olduğunu söylemiştir.

VASIL

Batınî Yorum                                       „

İnsanın amelinde ortaklık gerçekleşip Allah Teâlâ’ya ait bir Hakk bulunma­dığında ona zekât yoktur. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ben bir ortağa muhtaç ol­mayanların en zenginiyim. Benden başkasını ortak yaptığı bir amel işle­yenden ben uzağım.’ Kastedilen, şirk koşan kişidir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle demiştir: ‘Bu Allah Teâlâ içindir ve sizin içindir diyen kişinin ameli, in­sanlar için yapılmıştır ve onda Allah Teâlâ’ya ait bir şey yoktur.’ Ortak malda nisap miktarı dikkate alınmaz, çünkü iki ortak bir arada bulunsalar bile ayrılabilirler. Bir araya gelme, ayrılmanın varlığına kanıttır, çünkü ay­rışma olmasaydı bitişme olmazdı. Hüküm ayrışmaya ait olup ortaklar­dan birinin malında nisap miktarı oluşmayınca, ona zekât farz değildir. Çünkü zekât, verilmek üzere malı yükümlüden ister.

Nisap miktarı oluşsa ve üzerinden sene geçmiş olsa bile, bütün hal­kın kendisinde ortak olduğu devlet hâzinesindeki mala zekât düşmedi­ğini görmez misin? Bu durum, devlet başkanı malı tutar ve öngördüğü bir maslahat nedeniyle malı halka bölüştürmediğinde böyledir. Şari, (hâzineye) ortak halkı dikkate alır ve içlerinden birinin payı nisaba ulaşmamış ve mal sahibi de belli olmamıştır. Hükümdar o kişiyi belirle­yip nisaba ulaşan miktarı ona verdiğinde, söz konusu mal hâzineden çıkmış ve sahibi de belli olmuştur. Böylece, daha önceki hüküm orta­dan kalkmıştır, üzerinden sene geçtiğinde böyle bir malın zekâtı verilir.

Elli üçüncü kısım sona erdi, onu elli dördüncü kısım takip edecek­tir.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar