Print Friendly and PDF

FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN ONYEDİNCİ KISMI

Bunlarada Bakarsınız


Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla

YİRMİ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Kevni İlimlerin Nereden Geldiğinin Bilinmesi. Bunların İçerdiği Sırlar Nelerdir? Alemde Onları Elde Edenler Kimdir? Kutuplarının Mertebeleri Nelerdir? İki Şeriat Arasındaki Ortaklık Sırları? Nefesler Âlemi­ne Aşık Olmuş Kalpler ve Onlarm Aslı Nedir? Menzillerin Sayısı Kaçtır?

Bize mülk olarak dönen bir mülke şaşırdım

Öyle bir hükümdardan ki, sahip olduğu şeyin mülkü olmuştur

Bu, mülkün mülküdür, şayet şiir söyleyeceksen Bizim saçılmış inci gibi olan ilmimizden.

Hakkın varlığından mukaddes bir ilim al Dileyen senden o bilgiyi alsın diye

İlimlerde benim gibi isen, görürsün Oluş’unda senden bir nüsha bulunanı

Yücelerde sizin emrinize karşı koyan bir şey var mıdır?

Harpte kılıçlarınız paramparça oldu

Ey sevgilim! Onun varlığım bilseydin

Ve senin kim olduğunu? Âlemin efendisi olmuştun

               Halkın ilahı sana daha çok gelirdi

Senin ona gittiğinin; onu mülk edebilseydin  '

Allah Teâlâ sana yardım etsin, bilmelisin kbAllah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Bana dua edin, duanızı kabul edeyim!’6* Bunu öğrendiğinde, Allah Teâlâ’nın her şeyin Rabbi ve hükümdarı olduğunu anlarsın. Allah Teâlâ’nın dışındaki her şey, bu Rabbin kulu ve bu Gerçek Sahib’in (el-Meliku’l-Hakk) mülküdür. Ale­min Allah Teâlâ’nın mülkü olması, herhangi bir engelleme olmaksızın âlemde dilediği gibi tasarruf etmesi, âlemin ise hükümdarın tesir mahalli olma­sıdır. Âlemin içinde bulunduğu hallerin çeşitlenmesi, iradesinin hük­müne göre, Hakkın dilediği tarzda ondaki tasarrufudur.

Allah Teâlâ şöyle buyurur:.‘Rabbiniz rahmet ve merhameti kendisine ilke edinmiştir.’65 Böylece, zorunlu kılan kendisi olsa bile, bir şeyi nefsine zo­runlu kılmada kendisini kuluyla ortak yaptı. Allah Teâlâ’nın sözü doğru, vaadi gerçektir. Hakkın kendisine kulun duasına karşılık vermeyi zorunlu kılması, Allah Teâlâ kendisine zorunlu yapmadığı, insanın herhangi bir zor­lama olmadan adağı kendisine farz yapmasına benzer. Allah Teâlâ da, kendi­sine vacip yaptığı adağı yerine getirmeyi ona farz kılmış, farzı ifa etme­sini emretmiştir. Sonra gördük ki, Allah Teâlâ kendisine farz kıldığı şekilde kul dua ettiğinde ona icabet etmektedir. Kul da, Allah Teâlâ onu duaya ça­ğırmadığı sürece, Haldcın bu emrine icabet edemez. Allah Teâlâ şöyle bu­yurmuştur: ‘Onlar da Bana karşılık versinler.’66 Böylece kul ve âlem -ki o Allah Teâlâ’nın mülküdüradına en korunmuş mertebede ilahi bir tasarruf ger­çekleşir. Bu tasarruf, âlemin özünden kaynaklanan isteğine göre gerçek­leştiği gibi, başka bir tasarruf da şeriat koymanın gereğiyle meydana ge­lir.

Durum zikrettiğimiz gibidir. Başka bir ifadeyle, dua ettiğinde Hakk kulun duasına karşılık verdiği gibi kendisine emrettiğinde kul da Allah Teâlâ’nın emrini yerine getirir. Allah Teâlâ’nın kuluna emretmesine şu ayette işaret edilmiştir: cBana verdiğiniz sözü tutun.’67 Böylece hükümde ortak yapmış­tır. Kulları için amel belirlese de belirlemese de Hakk, özü gereği karşı­sında zelil olunmasını gerektirdiği gibi, kul da Allah Teâlâ hüküm yaptığı şeyi hüküm yapmış olsa da olmasa da dış varlığının bekasıyla Hakkın kendi­sini korumasını Hakk eder. Allah Teâlâ kula ameller farz kıldığı gibi, amelleri yaptığında, sorumlu olduğu şeyi yapması karşılığında kulu ödüllendir­meyi de kendi üzerine farz kılmıştır. Böylece yüce mertebe, kulun dile­diğinin karşılığındaki ihsanda etkisinin ortaya çıkması nedeniyle, mül­kün mülkü -ki mülk âlemdirhaline gelir. Binaenaleyh Allah Teâlâ’ya mülkün mülkü diye tabir edilen bir nitelik verilmiştir. Allah Teâlâ, maliktir (sahip) ve kullarına emrettiği şey nedeniyle melik tir (hükümdar). Aynı zamanda Allah Teâlâ, kulun kendisine emrettiği şey nedeniyle de mülktür. Allah Teâlâ kula ‘beni anmak için namaz kıl’6S dediği gibi kul da ‘Rabbim beni bağışla’69 der. Hakk katından kula dönük olan şey emir diye isimlendirildiği gibi kulun mertebesinden Hakka dönük şey dua diye isimlendirilir. Bu isimlen­dirme, Allah Teâlâ karşısında edebin gereğidir. Gerçekte ise, her iki yönde de emirdir. Çünkü tanım iki emri birlikte içerir.

Bildiğim kadarıyla, terimleştirmeyi yapan ille kişi Muhammed b. Ali (Hâlâm) et-Tirmizî’dir. Biz bu lafzı ondan başkasından duymadık. Belki daha önce bu deyimi kullanmış İçimseler olabilir, fakat bize ulaş­mamıştır. Her durumda terimleştirme doğrudur. ‘Akıl bakımından Allah Teâlâ hakkında bir şeyin zorunluluğu’ meselesi, akılcı kelamcılar arasm­da hakkında görüş ayrılığı bulunan bir meseledir. Bazıları bunu kabul ederken bir kısmı kabul etmez. Şerî zorunluluğa gelince, onu ancak Allah Teâlâ katından gelen şeye inanmayan kimse inkâr edebilir.

Birbirine tamlama olan iki şeyden, her birinde tamlamanın verdiği bir isim ortaya çıkar. Zeyd dediğinde, bir insandan söz etmektesin ve bundan başka bir şey de anlaşılmaz. Ömer dediğinde, o da, bir insandır ve bundan başka bir şey anlaşılmaz. ‘Ömer’in oğlu Zeyd’ ya da ‘Zeyd’in oğlu Ömer’ dediğinde ise, hiç kuşkusuz,. Ömer’in oğlu olduğu için Zeyd adına evlatlık ismi meydana gelmiş, Ömer için de Zeyd’in babası olduğunda babalık adı meydana gelmiştir. Başka bir ifadeyle Zeyd’in ev­latlığı, Ömer’e babalığı; Ömer’in babalığı ise, Zeyd’e evlatlığı verdi. Tamlama olan iki şeyden her biri, bir diğerinde tamlamadan önce nite­lenmemiş olduğu bir anlam meydana getirir. Başka bir örnek ise, Ömer’in kölesi Zeyd’dir. Bu örnekte kölelik, Zeyd’in köle, Ömer’in sa­hip olmasını gerektir. Zeyd’in köleliği, Ömer hakkında sahip ismini meydana getirmişken, Ömer’in sahipliği, Zeyd için köleliği meydana getirmiştir. Böylece ona köle, Ömer’e sahip denilir. Tamlamanın öğele­rinden her biri için, bu tamlamadan önce bu iki ismin anlamı yoktu.

O halde Hakk Haktır, insan insandır, ‘insan ya da insanlar Allah Teâlâ’nın kullarıdır’ dediğinde, hiç kuşkusuz, ‘Allah Teâlâ insanların sahibidir’ demişsindir ki, bu kaçınılmazdır. Mülk oluşu yönünden âlemin varlığını bü­tün olarak zihinden atmış olsaydın, âlem ortadan kalktığı için Hakkın varlığı ortadan kalkmaz, ancak sahiplik anlamının varlığı Haktan zorun­lu olarak düşerdi. Alemin varlığı fiil ve uygunluk (edilginlik) olarak Bilen-Hakkın varlığına bağlı olduğuna göre, Allah Teâlâ için el-Melîk ismi eze­lidir. Alemin varlığı ise dışta yoktu. Fakat onun aklîliği, el-Melîk ismiy­le irtibatlı ve mevcuttu. O halde âlem, varlık, belirleme, güç ve fiil ola­rak Allah Teâlâ’nın mülküdür.

Hakikatler nedeniyle gerçekleşen ayrımın dışında, Hakk ve âlem arasmda akledilebilen bir ayrılık yoktur. O halde Allah Teâlâ vardı ve ‘O’nunla beraber başka bir şey yoktu.’ Şimdi de öyledir ve öyle olmaya devam eder. Onunla beraber bir şey yoktur. Allah Teâlâ’nın bizimle beraberliği, şanının gerektirdiği ve şanına yaraşır tarzdadır. Allah Teâlâ bizimle beraber olmayı kendisine nispet etmemiş olsaydı, akıl O’na beraberlik anlamını yüklem yapmayı gerektirmeyecektir Aynı zamanda selim akıl da, bu be­raberlikten âlemin parçalarının birbirleriyle olan beraberliğinden anla­dığını anlamaz. Çünkü Allah Teâlâ ‘O’nun benzeri yoktur’,70 ‘Nerede olursanız olun, o sizinle beraberdir’71 buyurmuştur: Allah Teâlâ, Hz. Musa ve Hz. Ha­run’a da ‘Şüphesiz (Ben her şeyi) işiterek ve görerek, sizin yanınızda olaca­ğım’72 diye hitap etmiştir.

O halde şöyle deriz: Hakk, belirttiği tarzda ve kastettiği anlamda, bizimle beraberdir. Şöyle söylemiyoruz: ‘Biz Hakk ile beraberiz.’ Çünkü böyle bir ifade, nassta geçmediği gibi, akıl da bunu gerektirmez. O hal­de bizim Hakk ile beraber olduğumuzu gerektirecek ne aklî bir yorum vardır ne de şeriat bu ifadeyi kullanmıştır,

Müslüman olduğu halde Allah Teâlâ’ya mekân izafesini reddedenlere ge­lince, böyle bir kişi eksik imanlıdır. Çünkü akıl, mekân anlamını Allah Teâlâ’dan nefy ettiği halde, Kitap’ta olmasa da Sünnet’te mekân lafzı sahih şeriat tarafından Allah Teâlâ hakkında kullanılmıştır. Söz konusu kullanım, başka bağlamlara çekilemez, ona kıyas yapılamaz ve sadece Şâri’nin kul­landığı bağlamda kullanılabilir.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, efendisinin dövdüğü bir cariyeye şöyle demiş: ‘Allah Teâlâ nerededir?’ Kadın göğü işaret etmiş. Bunun üzerine Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, kadının işaretini kabul edip sahibine şöyle demiştir: ‘Onu azad et, çünkü mümindir.’ Neredeliği soran kişi, Allah Teâlâ’yı en iyi bilen insan ve Allah Teâlâ’nın peygamberidir. Bazı şekilci âlimler, cariyenin göğü göstermesini ve Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in bu ifadeyi onaylamasını ibadet edilen ilahların yeryüzünde bulunmasıyla (buna mukabil Allah Teâlâ’nın gökte olması şeklin­de) tevil etmiştir. Böyle bir tevil, gerçeği bilmeyen kimsenin tevilidir. Arapların Şira adında ve rablerin rabbi olduğuna inandıkları gökteki bir yıldıza taptıklarını biliyoruz. Bu âdeti Ebû Kebşe çıkarmıştı. Ben de on­larm gökteki bu Tanrı’ya yakarışlarına vakıf oldum. Allah Teâlâ şöyle buyur­muştur: ‘Şira (yıldız)mn Rabbi O’dur.,n Gökteki bir yıldıza tapılmasaydı, bu kişinin yaptığı tevil caiz olabilirdi.

Şira’ya tapma âdetini çıkaran Ebû Kebşe, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ana tarafından ataşıydı. Bu nedenle, dedesi Şira’yz tapmayı ortaya çıkardığı gibi kendisi de tek ilaha tapmayı ortaya koyduğunda Araplar onu Ebû Kebşe’ye nispet edip şöyle derlerdi: ‘Ebû Kebşe’nin oğlu ne yapıyor!’

Bu makamın kutuplarından biri, bizden öncekilerden Muhammed b. Ali et-Tirmizi, kendi pirlerimizden ise Ebû Medyen idi. O, yüce âlemde ‘Ebu’n-Necâ’ diye bilindiği gibi Ruhanîler de onu böyle isimlendirirdi. Ebû Medyen şöyle derdi: ‘Benim Kuran’da surem, ‘Mülkün sahibi olan Allah Teâlâ kutludur, yücedir.74 (Mülk) suresidir. Biz de onun için şöyle diyoruz: Ebû Medyen iki imamdan biridir. Çünkü bu, imamın makamıdır.

Hakk, kendisine dua eden ve bir şey isteyen zorda kalmış kuluna yardım ettiği için, bir mutasarrıf haline gelmiştir. Bu nedenle Ebû Medyen Allah Teâlâ haldcında mülkün mülkü derdi. Bu tamlamanın doğruluğu ise, kendisine bu halle çelişen bir iddia katışmaksızın, her nefeste kulun Allah Teâlâ’nın mülkü olduğunu tam olarak kavramasıyla gerçekleşir. Kul bu halde olduğunda, Allah Teâlâ’nın onun mülkü olduğunu söylemek doğru ola­bilir. Bir iddia kokusu ona bulaşırsa bu makamda bulunmuş olmaz. Bu iddia, ‘Allah Teâlâ’nın kendisini ‘ona ait mülk’ ya da ‘milk’ diye isimlendirdiği bu duruma sahip kılma halinde bulunmaktan uzaklaşmış olarak, kendisi nedeniyle bir mülke sahiplik’ iddiasıdır. Ayrıca Hakkın ‘mülkün mülkü’ olduğunu söylemesi bu kişi için geçerli değildir. Gerçekte böyle olsa bi­le, bu kişi, Allah Teâlâ’nın mülkü olduğunu bilmemesi ve herhangi bir durum­daki gafletinden kaynaklanan iddiası nedeniyle kendisini bu halden çı­karmıştır. Bu makam sahibi, sürekli elinde bulunacak ve gözünün önünde dikilecek büyük bir teraziye muhtaçtır.

VASIL

(İki Şeriat Arasındaki Ortaklıklar ve Hatmü’l-EvliyaVelilerin Sonuncusu)

İki şeriat arasındaki ortaklık sırlarına örnek olarak ‘Beni anmak için namaz kıl’75 ayetini verebiliriz. Bu, hatmü’l-evliya (velilerin mührü, so­nuncusu) makamıdır. Günümüzde o makamın adamlarından biri, Hızır ve İlyas’tır. Bu durum, önceki ve sonraki geçerli olsun diye, zaman fark­lılığıyla birlikte ilkinin ortaya koyduğu şeyi İkincinin aynı yönden onay­lamasıdır. Bazen mekân ya da hal değişmez. Bu durumda ilki için ger­çekleşen yerden İkincinin yükümlü tutuşuyla (teklifiyle) hitap gerçekle­şir. Her ikisini birleştiren yön zamanla sınırlanmadığı gibi kaynaktan almak da zamanla sınırlanmazsa, iki şahsın şeriatta ortaklığı caiz olur. Şu var Ki, ifadenin zamanı ve dili değişir. Aynı zamanda dile getirilmiş olsa, tek ifadeyle dile getirilirdi. Örnek olarak Hz. Musa ve Harun’u ve­rebiliriz. Onlara ‘Firavun’a gidiniz, çünkü o gerçekten her türlü ölçüyü aş­mış bulunuyor!’7'’ denilmiş. Bütün bunlara rağmen, o İlcisine şöyle de­nilmiştir: ‘onunla yumuşak bir dille konuşun.’77 Burada söz belirsiz gelmiş­tir. Musa şöyle demiştir: ‘O benden daha açık konuşur.’78 Burada Harun’u kasteder. Bazen, iki peygamber aynı mecliste ifadede farklılaşabilir. Ba­zen ise tek bir durum onları birleştirebilir. Bu ise, her ikisinin aynı va­kitte bir risalet göreviyle aynı kişiye gönderilmeleridir.

Böyle bir şeyin varlığım Ebû Talip el-Mekkî ve aynı görüşteki dost ve şeyhlerimizden bir topluluk kabul etmemiştir. Biz bu görüşteyiz ve bunu kabul ediyoruz. Doğrusu da budur. Çünkü Allah Teâlâ, bir şahsa tecel­lisini tekrarlamadığı gibi ilahi genişlik gereği iki şahısta tecellide ortak­lık yaratmaz. Bu meyanda, sadece benzerler ve örnekler vardır. Ayrış­tırmanın çetin olduğu benzerlik, keşif ehli ve ‘araz iki anda kalıcı değildir’ diyen (Eş’arîlerin) lcelamcılardan başkalarını yanılgıya düşürür. Allah Teâlâ’nın her şeyi yaratıp her şeyi âlemde başkasından ayırt eden bir özellikle farklılaştırması, ilahi genişliğin gereğidir. Söz konusu özellik, her şeyin mutlak birliğidir. İki varlık bir mizaçta toplanmamıştır. Ebu’lAtâhiyye şöyle der:

Her şeyde O’na ait bir ayet vardır                                                                              ,

O’nun bir olduğunu gösteren!

Her şeydeki ayet, söz konusu ‘şeyin birliği’ demektir.

İki şey, farklı oldukları özellikte asla toplanmaz. Ortaklık söz konu­su olsaydı, şeyler farklılaşamazdı. Hâlbuki şeyler, akla ve keşfe göre, birbirinden farklıdır. Bu bahiste, büyüğün küçük, genişin dar üzerine yerleşmesini öğrenirsin. Bu esnada, geniş daralmadığı gibi dar da geniş­lemez. Başka bir anlatımla, bu durum hiçbir şeyin durumunu başkalaş­tırmaz. Fakat o, kelamcı ve filozofların düşündüğü tarzda değildir. Çünkü onlar, iki şeyin cisimlikte değil, tanımda ve hakikatte birleştiği kanaatindedirler. Bir şeyin büyüklük ve küçüklüğü, o iki şeyi birleştiren hakikate etki etmez.

Ebû Said el-Harrâz şöyle demiş: ‘Allah Teâlâ’yı ancak iki zıddı kendinde toplaması özelliğiyle bildim.’ Sonra da şu ayeti okumuştur: ‘O Evveldir, Âhirdir, (ilk ve Sondur) Zahirdir ve Bâtındır.’79 Burada, İslam âlimlerin­den akılcıların düşündüğü gibi farklı nispetler halamından değil, tek bir yönden Evvel-Ahir, Zâhir-Bâtın olma kastedilmektedir.

Hz. İsa inecek ve aramızda Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in şeriatıyla hükmede­cektir. Allah Teâlâ, peygamber olması yönünden Muhammedi şeriatı ona bil­dirir. Çünkü peygamber, kendisini gönderenden başkasından şeriatı almaz. Melek gelir ve Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in getirdiği şeraiti ona bildirir. Melek vahyi ilham yoluyla da bildirebilir. Hz. İsa, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in kendisi yaşasaydı verecek olduğu hükme göre, şeyler hakkında helâl ve haram hükmü verir. Onun gelişiyle müçtehitlerin içtihadı ortadan kal­kar. Hz. İsa kendi risalet ve otoritesinin bulunduğu dönemde getirmiş olduğu şeriatıyla bizim aramızda hüküm vermez. Kendisine gelen ilahi vahiy sayesinde Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şeriatını bilmesi halamından Hz. İsa peygamber ve nebi, uygulayacağı şeriatın Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in getirdiği şe­riat olması itibariyle de Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e uyandır. Hz. İsa’nın Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ruhuna keşif yoluyla ulaşıp ümmeti içinde uygulaması için kendisine şeriat yaptığı şeyi bu ruhtan alması da mümkündür. Bu du­rumda Hz. İsa, bu yönden Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in arkadaşı ve tabisi olur. Hz. İsa bu yönden velilerin sonuncusu, yani hatmü’l-evliya’dır.

Ümmetindeki son velinin (hatmü’l-evliya) saygın bir peygamber olması, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in üstünlüğünün gereğiydi. Söz konusu kimse, Hz. İsa’dır ve bu Muhammed ümmetinin en faziletlisidir. Hakim Tirmizi, Hatmü’l-Evliya adlı kitabında buna dikkat çekmiş ve Hz. İsa’nın Ebû Bekir ve diğer insanlardan üstün olduğuna tanıklık etmiştir. Çün­kü Hz. İsa, Muhammed ümmeti ve milleti içinde bir veli olsa bile, ger­çekte bir peygamber ve elçidir. Dolayısıyla kıyamet günü iki kez haşr edilecektir. Önce Peygamberler topluluğu içerisinde peygamberlik ve risalet sancağıyla haşr edilir. Kendisine inananlar da ona uyar. Bu du­rumda Hz. İsa, diğer peygamberler gibi kendisine uyulan bir peygam­berdir. Aynı zamanda, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in sancağı altında ve kendisine uyarak Hz. Âdem devrinden âlemde var olacak son veliye kadar bütün velilerin önüne geçerek bizimle birlikte bu ümmetin velilerinin toplulu­ğu içinde haşr edilir. Böylelikle Allah Teâlâ, Hz. İsa için zâhirde velayet ve nübüvveti birleştirmiştir.

Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’den başka, bir peygamberin kendisine uyacağı kimse yoktur. Kıyamet günü onun ümmeti içinde Hz. İsa ve İlyas da haşr edilecektir. Gerçi orada bulunan herkes Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in sancağı altında olacaktır, ama herkesin altında toplanacağı sancak, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in genel sancağıdır. Şimdilik söz ettiğimiz, kendi ümmetine özgü sancaktır.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme indirilmiş bu şeriata özgü Muhammedî velayetin de özel bir sonu vardır. O, bir peygamber olduğu için Hz. İsa’dan aşa­ğıda bulunur. Söz konusu kimse, bizim zamanımızda doğmuştur ve ben de kendisini gördüm. Onunla bir araya geldim, kendisindeki sonluk nişanını gördüm. Binaenaleyh kendisinden sonra gelecek her veli, ona dayanır. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den sonra bir peygamber olsaydı mutlaka Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e tabi olurdu. Buna örnek olarak, inecek oldu­ğunda Hz. İsa’yı verebiliriz. O halde, bu Hatem’den sonra kıyamet gü­nüne kadar var olacak her velinin ona nispeti, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’den sonraki peygamberin peygamberlikte Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e nispeti gibidir. Bunlara örnek olarak bu ümmet içinde Hz. İsa, İlyas ve Hızır’ı verebili­riz.

Hz. İsa’nın indiğindeki makamını sana açıkladıktan sonra, artık is­tediğini söyleyebilirsin: İstersen tek bir kişiye ait iki şeriat, istersen tek bir şeriat diyebilirsin.

VASIL

(Rahmanı Nefeslere Aşık Kalpler)

Nefeslere aşık kalplere gelince; hayvani ruhlar, aradaki ilişki nede­niyle Rahmanı nefeslere aşık olmuştur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Rahman’ın nefesinin bana Yemen yönünden geldiğini görmekteyim.’ Dikkat ediniz! Hayvani ruh, bir nefestir. Vatanından çıkarılıp barınağı ve yurduyla arasına girilen kimse için bu nefes, Yemen yönündendi. Bu nefeslerin aslı, ona aşık kalplerin nezdinde Rahman’ın nefesidir. Öyley­se, bu nefeste zorlukların aşılması ve sıkıntıların giderilmesi vardır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ’nın esintileri vardır, siz de Rabbinizin esintilerine hücum ediniz.’        .

Bu nefeslerin menzillerinin (konaklarının) sayısı, toplamları üç yüz otuzun üç yüz otuz ile çarpımının sonucu kadar olan üç yüz otuz men­zil İçinde üç yüz otuz nefese ulaşır. Bu çarpımdan çıkan ise, beşeri âlemde Hakkın er-Rahman isminden meydana gelen nefeslerin sayısı­dır. Benim öğrendiğim, özellikle şifahilik mertebesinde olmak üzere, bu miktardan iki yüz tane daha fazladır. O halde üç yüz otuz nefes ile beş yüz otuz menzili çarptığında, çarpımdan çıkan sayı beşeri âlemde Rahman’ın nefeslerinin sayısıdır. Onlardan her biri, başkası için değil bu menzillere özgü ilahi tecelliden meydana gelmiş başlı başına ilahi ilimdir. Bu nefeslerden bir koku duyan, onların sayısını bilir.

Nefeslerin ehlinden insanlar arasında tanınan hiç kimseyi görme­dim. Olanların çoğu, Endülüs şehirlerindendi. İçlerinden biriyle Beyt-i Mukaddes ve Mekke’de karşılaştım ve bir gün bir mesele hakkında ken­disine soru sordum. Bana şöyle yanıt verdi: ‘Bir şey koklar mısın?’ Bu­nun üzerine, onun bu makamdan olduğunu anladım. Bana bir süre hizmet etti. O esnada, babamın anne-baba bir kardeşi olan bir amcam vardı. Adı Abdullah b. Muhammed b. el-Arabî’ydi ki, sözü edilen ma-

kam, maddi ve manevi olarak ondan gerçekleşmişti. Biz bu yola dön­mezden önce, ‘cahiliyyet’ zamanımda bu hali onda görmüştük.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ye o doğruya ulaştırır.™

YİRMİ BEŞİNCİ BOLUM

Özel Bir Direğin Bilinmesi. Dört Sınıf İlme Tahsis Edilmiş Kutupların Sırlarının Bilinmesi. Menzil ve Menzillerin Sırrı. Âlemden Onlara Girenlerin Kim Olduğu?

İşlerin bir sınırı ve bir kaynağı (matla’) vardır.

              Daha önce de bir zahiri ve bâtını vardı; onda.toplanır

Tek hakikatte bir sır ki, sayı mertebelerinden başka

Kimse onu bilmez; onunla gerçekleşir.

O sayıları izhar eden ve toplayandır.

Onun sayıda imkanı yoktur

Mecali dardır, bereketlidir.                                                                                                                 .

Onun sureti ise parladığında aynalara bakan kişi gibidir.

Mertebeleri çoğalmayı verdiğinde kendisi çoğalmaz.

Ve o tenzih ile engeller.                                                                        .

İyice incelersen, Hakk da öyledir

Kendisiyle ve'sizinle, yükselir ve alçalır.

Ey samimi dost, Allah Teâlâ sana yardım etsin, bilmelisin ki: Bu direk, Hz. Musa’nın arkadaşı Hızır’dır. Allah Teâlâ onun ömrünü günümüze değin, uzatmıştır. Biz onu göreni gördük ve onun hali hakkında garip bir du­rumla karşılaştık. Şöyle ki: Şeyhimiz Ebû Abbas el-Ureybi (r.a.) ile aramda Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in çıkacağını müjdelemiş olduğu bir şahıs Hakk-

kında bir mesele cereyan etmişti. Şeyhim bana o şahıs ‘Falan oğlu filan­dır’ deyip ismen tanıdığım bir şahsı tarif etti. Ben o adamı görmemiş­tim, fakat halasının oğlunu görmüştüm. Belki bu nedenle onun hak­kında çekingen davrandım ve söz konusu adamın durumu hakkında bilgim olduğu için şeyhimin onun hakkındaki ifadesini kabule yanaş­madım. Şeyhin oku kendisine döndü ve içinde acı duydu. Henüz işimin başlangıcında bulunduğum için, bunun farkında değildim.

Şeyhimden ayrılıp evime gittim. Yolda tanımadığım bir adamla karşılaştım. Bana selam verdi. Selamı, sevecen ve şefkatliydi. Sonra şöy­le dedi:

-Muhammed! Şeyh Ebû Abbas’ın falan kişi hakkında söylediği şeyi doğrula!’

Ebû Abbas’ın zikrettiği şahsın adını söyledi. Ben de şöyle dedim:

-Peki!

Maksadını anladım ve hadiseyi bildirmek için hemen şeyhimin ya­nına döndüm. Şeyh bana şöyle dedi.

Ebû Abdullah! Seninle işimiz var! Sana bir şey söylüyorum, aklın söylediğime yatmıyor, ta ki Hızır gelip ‘Falancanın dediğini doğrula’ diyor. Benden duyup çekingen davrandığın her konuda böyle bir olay nasıl tesadüf edecek ki?’

Cevap verdim:

-Tövbe kapısı açık!

Yanıt verdi:

-Tövbe kabul edilmiştir.

Böylece karşılaştığım adamın Hızır olduğunu öğrendim ve şeyhe sordum: ‘O mudur?’ Şeyh ‘Evet, Hızır’dır’ diye cevap verdi.

Sonra bir keresinde daha onunla karşılaştım. Ben Tunus’un Mersâ şehrinde, denizde seyreden gemideydim. İçimi bir korku kapladı. Gemidekiler uyumuştu. Güverteye çiletim ve denize baktım. Uzakta, ay ışığında bir şahıs gördüm. Dolunay gecesiydi. Adam, bana ulaşıncaya kadar su üzerinde yürüyordu. Karşımda durdu ve bir ayağını kaldırıp diğerine dayandı. Ayağının altını gördüm, ıslanmamıştı. Sonra diğer ayağının üzerinde durdu ve öbürünü kaldırdı, o da ıslanmamıştı. Sonra benimle, kendisindeki sözlerle konuştu. Selam verdi (vedalaştı) ve deni­zin ortasında bulunan aydınlığa doğru ayrıldı. Aramızda iki milden da­ha fazla mesafe vardı ve bu mesafeyi iki veya üç adımda katetmişti. O aydınlığın üzerinde Allah Teâlâ’yı teşbih ederken sesini duydum. Belki de şey­himiz, Cerrâh b. Hamîs el-Kettânî -ki sûfilerin büyüklerindendi ve Mersâ Aydûn’a bağlıydıdoğru gitmekteydi. Ben de o gecenin önceki günü onun yanındaydım. Şehre geldiğimde, iyi bir adamla karşılaştım ve bana şöyle dedi: ‘Dün gemide Hızır ile gecen nasıldı, sana ne dedi, sen ona ne dedin?’

Bu tarihten sonra, Bahr-ı Muhit (okyanus) sahiline seyahate çıktı­ğımda yanımda salihlerin harikulade işlerini inkâr eden biri vardı. Ben ve arkadaşım, yıkık harap bir mescide öğle namazını kılmak için girdik. Ansızın seyahat eden bir topluluk o mescitte bizim gibi namaz kılmak isteyerek yanımıza geldi. İçlerinde denizde benimle konuşan ve Hızır olduğu söylenen o adam da vardı. Ayrıca içlerinde çok kıymetli, ondan daha faziletli biri vardı. Daha önce onunla bir araya gelmiştik ve ara­mızda bir dostluk vardı. Hemen ayağa kalktım ve ona selam verdim. O da selamımı aldı ve beni görmelde sevindi. Namaz kıldırmak için önü­müze geçti. Namazı bitirdiğimizde, imam çıktı, ben de ardından çık­tım. İmam mescidin kapısına yönelmişti. Kapı batı yönündeydi ve Bahr-ı Muhit’e Bekke diye isimlendirilen bir yere bakıyordu.

Ben de, mescit kapısının önünde onunla konuşmaya başladım. Hı­zır olduğunu söylediğim adam bir anda mescidin mihrabında bulunan bir hasırı aldı. Onu yerden yedi kulaç yüksekliğinde havaya yayıp hası­rın üzerinde havada nafile namaz kılmaya başladı. Bunun üzerine arka­daşıma ‘bu adamı ve yaptığını görüyor musun?’ 'dedim. Bana ‘ona git ve sor1 dedi. Arkadaşımı ayakta bıraktım ve gittim. Namazını tamamla­dığında, selam verdim ve şu dizeleri söyledim:

Aşık sırrıyla hevasındatı (arzu gücü) uzaklaştı                                                             .

Hevayı yaratıp ona boyun eğdirenin sevgisi uğruna.

Ariflerin akılları akledilendir (makuldür)

Temiz olarak razı oldukları her oluştan.

Arifler onun katında saygındır

Yaratıklar içinde ise halleri meçhul ve gizlidir.

Bunun üzerine şöyle dedi: ‘Ey falanca! Gördüğün bu işi, Allah Teâlâ’nın dilediği kimseyle dilediği işi yaptığını öğrensin diye sadece şu inkarcı için yaptım.’     .

Bu esnada, kerametleri inkâr eden arkadaşımı göstermişti. O da, mescidin sundurmasında ayakta durmuş bize bakıyordu. Yüzümü in­kâra arkadaşıma çevirdim ve şöyle dedim:

-‘Ne diyorsun?

Yanıt verdi:

-Gördükten sonra ne söylenir Ki?

Sonra mescidin kapısında beldeyen arkadaşıma döndüm. Onunla bir saat konuştum ve şöyle dedim:

-Havada namaz kılan şu adam kimdir?

Daha önce onunla yaşadığım olayı ise arkadaşıma söylemedim. Ar­kadaşım cevap verdi:

-Hızır’dır.

Ben de sustum. Cemaat ayrıldı, biz de Rûta’ya, Allah Teâlâ’ya yönelen salihlerin varmak istediği bir yere doğru niyetlenerek ayrıkhk. Orası Bahr-ı Muhit (okyanus) sahilinde Buşkunsar şehrine yalcın bir kasabay­dı.

Bu Direk ile aramızda gerçekleşen hadise buydu. Allah Teâlâ bizi onu görmelde yararlandırsın. Onun ledünni ilimden ve âleme dönük rah­metten, ancak kendi mertebesinde olana yaraşan bilgileri vardır. Kuşku­suz Allah Teâlâ, onu övmüştür.

Şeyhlerimizden biri, Ali el-Müteveklcd ve Ebû Abdullah Kadîbü’lbân’ın arkadaşlarından Ali b. Abdullah b. Câmi’, Hızır ile bir araya gelmişti. Şeyh, Musul dışında Mikla şehrinde kendisine ait bir bostanda oturuyordu. Hızır, Kadîbü’l-bân’ın huzurunda ona hırka giydirmiş, o da, Hızır’ın giydirdiği yerde ve giydirildiği tarzda o hırkayı bana giy­dirdi. Daha önce Hızır’ın hırkasını daha uzak bir yolla arkadaşımız Talciyyüddin Abdurrahman b. Ali b. Meymun b. Âb et-Tevzerî’nin elinden giymiştim. O da hırkayı, Mısır bölgesinde şeyhlerin şeyhi, Sadreddin İbn Hameveyh’in elinden giymişti. Onun dedesi de, hırkayı Hızır’ın elinden giymişti.

Bu vakitten itibaren hırka giymeyi kabul ettim ve Hızır’ın onu dik­kate aldığını gördüğümde insanlara hırka giydirdim. Daha önce ise, günümüzde bilinen hırkayı benimsemiyordum. Çünkü bize göre hırka, sohbet, edep ve ahlâklanmak demektir ve bu nedenle hırka giyimi ke­sintisiz olarak Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e kadar gitmez. Bununla birlikte sohbet ve edep mevcuttur ve o ‘takva elbisesi’ diye isimlendirilir.

Hal mensuplarının alışkanlığı şudur: Onlar dostlarından birinin iş­te eksikliğini görüp halini yetkinleştirmek istediklerinde, onu bu şeyhle bir araya getirirlerdi. Bu şeyhle bir araya geldiğinde, o halde şeyhin üzerindeki elbiseyi alır, onu çıkarıp halini yedcinleştirmelc istediği kişiye giydirir. Böylece şeyhin hali ona da nüfuz eder. Eksik olan işi kemale erer. İşte bu, bizce bilinen ve muhakkik şeyhlerimizden aktarılan (hır­ka) giyme’dir.

Sonra bilmelisin ki: Allah Teâlâ adamları, dört mertebede bulunur. Birin­ci kısım zâhir, ikinci kısım bâtın, üçüncüsü Hakk, dördüncüsü matla’ mertebesine sahiptir. Allah Teâlâ yaratıklarına peygamberlik ve risalet kapısını kapadığında, peygamberine vahyetmiş olduğu şeyde insanlar için ‘Allah Teâlâ’dan anlama’ kapısını bırakmıştır. Hz. Ali şöyle derdi: ‘Allah Teâlâ’nın peygamberinden sonra vahiy kesilmiştir. Geride kalan, Allah Teâlâ’nın bu Ku­ran haldcında kişiye verdiği anlayıştır.’ Dostlarımız-lceşif ehli, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den gelen bir rivayetin doğruluğunda görüş birliğine varmıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Her ayetin bir zâhiri, bir bâtını, bir haddi ve bir matla’ı vardır.’ Bu mertebelerden her birinin adamları ol­duğu gibi bu gruplardan her birinin de bir kutbu vardır. Bu keşfin fele­ği, işte o kutbun etrafında döner.

(Hicrî) Beş yüz doksan beş yılında Gırnata-Bâğa’lı şeyhimiz Ebû Muhammed Abdullah eş-Şeldcâz’ın huzuruna girmiştim. Şeyh, bu yolda karşılaştığım en büyük şeyhlerden biriydi ve kendi yolunda çalışmada onun benzerini görmemiştim. Bana şöyle dedi: ‘Adamlar dörttür: Birincisi ‘Allah Teâlâ’ya verdikleri sözü yerine getirenlerdir.’81. Bunlar zâhir adamlarıdır. ‘İkincisi ticaret ya da alış-verişin Allah Teâlâ’yı zikretmekten alıkoya­madığı kimselerdir.’82 Bunlar bâtın adamlarıdır ve Hakk ile oturanlardır. İstişare onların işidir. Üçüncüsü Araf adamlarıdır. Onlar had adamlarıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Araf üzerinde adamlar vardır.’83 On­lar, koku ve ayrım ehli, nitelilderden arınmış kimselerdir. Dolayısıyla hiçbir niteliğe sahip değillerdir. Onlardan biri, Ebû Yezid El Bestami’ydi. Başka bir grup ise, Hakk kendilerini davet ettiğinde hemen davete uymak için bir şeye binmeden yaya gidenlerdir: ‘İnsanlara haccı ilan et, sana yaya gelirler.’84 İşte bunlar, mada’ adamlarıdır.

Zahir adamları mülk ve şehadet âleminde tasarruf sahibi olanlardır. Onlar, Şeyh Muhammed b. Kâid el-Evânî’nin işaret ettiği kimselerdir ve bu makam, Bilge-Şeyh Ebu’s-Suud b. eş-Şibl el-Bağdadî’nin Allah Teâlâ karşısında edebin gereği olarak terk ettiği makamdır. Bağdat’lı Ebu-1Bedr et-Temâşıkî bana şöyle aktardı: ‘Muhammed b. Kâid el-Evânî -ki Efrad’dan idiadı geçen Ebu’s-Suud ile bir araya geldiğinde kendisine şöyle demiş:                    .

-‘Ebu’s-Suud! Allah Teâlâ memleketi (dünyayı, âlemi) benimle senin aranda taksim etti. Sen niçin kendi bölgende benim yaptığım gibi tasar­ruf etmiyorsun ki?’

Şöyle yanıt vermiş:

-İbn Kâid! Ben kendi payımı sana bağışladım. Biz, adımıza tasarruf etsin diye, işi Hakka bıraktık.’

Ebu’s-Suud’un dile getirdiği düşünceye şu ayette işaret vardır: ‘O’nu vekil edininI85 Böylece Allah Teâlâ’nın emrine bağlandı.

Ebu’l-Bedr şöyle dedi: ‘Ebu’s-Suud der ki: ‘Bana on beş yıldan beri -bu sözü söylediği tarihten itibarenâlemde tasarruf imkanı verildi de onu bıraktım ve ondan hiçbir şey bende görülmedi.’

Bâtın adamları, gayb ve melekût âleminde tasarruf sahipleridir. Onlar, diledikleri işlerde yüce ruhları himmetleriyle indirebilir. Burada, meleklerin ruhlarını değil, yıldızların ruhlarını kastetmekteyim. Bunun nedeni, meleklerin makamının gerektirdiği ilahi kaynaklı güçlü bir en­geldir ki Allah Teâlâ bunu Cebrail’in Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e söylediği bir ifade­sinde bize bildirmiştir: ‘Biz ancak senin Rabbinin emriyle ineriz.’86 İnişi Rabbinin emrine bağlı olan kimseye herhangi bir özellik edd edemeye­ceği gibi söz konusu özellik sayesinde de inmesi mümkün değildir. Evet, yıldızların ruhları, isimler, tütsüler ve benzeri şeylerle indirilebilir. Çünkü manevi bir iniştir ve bu inişte bir takım suretler gören kimsenin gördüğü şey, hayalidir (suretlerdir). Çünkü yıldızların kendileri, gökte­ki mekânlarından ayrılmaz. Fakat Allah Teâlâ, onların oluş ve bozuluş âle­minde ışınlarının yansıdığı yerlerde konuyu bilenlerde olağan tesirler


yaratır. Örnek olarak, su içince kanmayı, yiyince doymayı, mevsimi geldiğinde yağmurun yağması ve güneşli havayla tohumun yeşermesini verebiliriz. Bu durum, her şeyi bilen hikmet sahibinin koyduğu hikmet­tir. Böylece, indirilen kitapların iç anlamında, temiz sayfalarda, bütün âlemin sözlerinde, harflerin ve isimlerin dizilişinde başkaları için olma­yacak şeyler ilahi bir belirlenim olarak bu kimseler için açılır.

Had adamları ise, ateş kaynaklı ruhlar âleminde tasarruf sahibidir. Orası, berzah ve ceberut âlemidir -çünkü o âlem cebr (zorlama) altın­dadır. Baksanıza! O âlem, kuyruklu yıldız ve göktaşlarının otoritesi al­tında ezilmiştir. Dolayısıyla Allah Teâlâ, onları ancak hemcinsleriyle ezmiştir. Bu adamlar, söz konusu şeylerin ruhlarım indirme ve hazır bulundurma ilmine sahiptir. Onlar, Araf adamlarıdır. Araf, cennet ve cehennem ara­sında engelleyici bir sur ve berzahtır. ‘Onun içi rahmet, dışı azaptır.’ Araf, mudular ve bedbahdar diyarı, başka bir ifadeyle Hakkı görenler ile O’ndan perdelenenler arasındaki bir sınırdır.

Söz konusu insanlar, bu sûru bilmelde insanların en mutlularıdır. Onlar, her iki zıt arasındaki mevhum çizgiyi görür. Örnek olarak ‘ikisinin arasmda berzah vardır, birbirine kavuşmazlar’87 ayetinde zikredi­len durumu verebiliriz. Böylece şuurları aşmazlar. Onlar, her şeyi kap­sayan rahmetin adamlarıdır. Onlar her mertebeye girebilir ve onu öğ­renebilir. Onlar, aldî ve duyusal varlıklardan her birinin başka bir varlık­tan farklılaşmasını sağlayan nitelikleri bilen kimselerdir.

Mada’ adamları ise, ilahi isimlerde tasarruf sahibi olan kimselerdir. Bu sayede ilahi isimleri ve Allah Teâlâ’nın onlardan dilediklerini indirebilirler. Bu özellik başka kimsede yoktur. Onlar, ilahi isimler vasıtasıyla üç sını­fın tasarrufu altında bulunan her şeyi indirebilir. Söz konusu üç sınıf, had, bâtın ve zâhir adamlarıdır. Onlar insanların en büyükleridir. On­lar, Melâmîlerdir. Bu onlarm gücündedir. Yine de bu durumdan hiçbir şey kendilerinde görünmez. (Daha önce adı geçen) Ebu’s-Suud ve ben­zeri kimseler onlardandır. Onlar ve sıradan insanlar, acizlik göstermede ve alışkanlıklara göre davranmada eşittir.

Ebu’s Suud’un bu adamlar içinde ayrıcalıklı yeri vardı; hatta onla­rın en büyüklerinden biriydi. Şifahen aktardığına göre, Ebu’l-Bedr onun şöyle dediğini duymuş: ‘Allah Teâlâ ehlinden bazıları, hatırayla (kalbe gelen düşünceler) beraber olmadığı halde, onun hakkında konuşur.’

Yani, kendisine eşlik eden Hakk dair bilgisi olmadığı gibi onu tanımla­mayı da amaçlamaz. Ömer el-Bezzaz, Ebu’l-Bedr ve başkaları bu şeyhin halini bize nitelediklerinde, onun Allah Teâlâ adamlarından bu yüce sınıfın haliyle paralel gittiğini gördük. Ebu’l-Bedr şöyle dedi: ‘Ebu’s-Suud başka hiç kimseden duymadığım şu mısraı sürekli tekrarlardı:

Ayağını ölüm batağına yerleştirdi

Dedi ki ona: Tabanının altındaki yeniden diriliştir

Şöyle derdi: ‘Beş vakit namaz ve ölümü beldemekten başka bir şey yok!’ Bu sözün altında büyüle bir bilgi yatar. Yine şöyle derdi: ‘Allah Teâlâ karşısında adam, evcil bir kuş gibidir: dolu bir ağız, koşan bir ayak.’ Bütün bunlar, adamların Allah Teâlâ karşısındaki hallerinin en büyüğüdür. Çünkü adamların büyüğü, her mertebeye o mertebenin Hakk ettiği şeye göre davranan kimsedir. Bu dünyaya ise, bu şeyhin zikrettiği tarzda muamele edebilir. Binaenaleyh bu dünya âleminde bir adamdan başka tarzda bir muamele meydana gelirse, orada bir nefsin bulunduğu anlaşı­lır ki bu kaçınılmazdır. Bazen kişi, kendisinden ortaya çıkan davranışta emredilen olabilir. Emredilenler, resul-peygamberlerdir. Bazen, vârisle­rin de belirli bir vakitte bu konuda bir durumları olabilir. Bu gizli bir tuzaktır. Çünkü o, insanın uğruna yaratılmış olduğu kulluk makamın­dan ayrılmadır.

Menzil ve menzillerin sırrı ise, Hakkın her şeyin suretinde tecelli ederek görünmesidir. Hakkın bir şeye tecellisi olmasaydı, onun ‘şey oluşu’ ortaya çıkmazdı. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Biz bir şeyin olmasını istediğimizde ona ol deriz.m Burada ‘onu istediğimizde’ (ifadesi) söz ko­nusu şeyi var etmeye dönük ilahi yöneliştir. Ardından şöyle buyurdu: ‘Ona ol deriz.’ O şeyin Haklcın hitabını duyması, onun oluşmasının ta kendisidir. Bu durum, bir sayısının sayı basamaklarına yayılmasına ben­zer. Bir sayısının o basamaklarda var olmasıyla, sonsuz sayılar ortaya çı­kar. Bir, sayı basamaklarında var olmasaydı sayılar ortaya çıkmayacağı gibi isimleri de olmayacaktı. Bir, sayı mertebesinde kendi adıyla ortaya çıksaydı, çıktığı mertebedeki sayının varlığı ortaya çıkmazdı. Dolayısıy­la bir’in adıyla başka bir sayının varlığı asla bir araya gelip iki, üç, dört, beş vs. -sonsuza dekdenilemez. Belirli bir sayıdan bir çıkarıldığında

da, o sayının adı gider ve hakikati kaybolur. O halde bir, zatı gereği sa­yıların varlığını koruduğu gibi aynı zamanda adıyla onları yok eder.

Kadîm dediğinde de, sonradan var olan silinirken Allah Teâlâ dediğinde âlem yok olur. Alemi Allah Teâlâ’nın korumasından ayırdığında, âlemin varlığı olamaz ve yok olur. Allah Teâlâ’nın koruması âleme yayıldığı sürece, âlem mevcuttur. Öyleyse Allah Teâlâ’nın zuhur ve tecellisiyle âlem varlığını sürdü­rür. Dostlarımız bu görüştedir ve bu, peygamberlik yoludur. Kelamcılardan Eş’arîler de bu görüştedir. Onlar, arazların kendileri bakımından yokluğunu kabul eder. Alemin her nefeste bekasında Allah Teâlâ’ya muhtaç olması bu sayede geçerli olur. Allah Teâlâ ise, sürekli yaratıcıdır. Onların dı­şındaki akılcılar adına (peygamberlik yolu olan) bu makam geçerli de­ğildir. Akılcılardan bir topluluk, bana filozoflardan bir grubun da bu görüşe ulaştığını bildirmişti. Ben de İbn Seyyid Batalyevsî’nin bu ko­nuda yazdığı kitabında onu görmüştüm.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğruya ulaştırır.’

YİRMİ ALTINCI BÖLÜM

Remiz Kutuplarının Bilinmesi. Onların Sırları ve Bu Yoldaki Bilgilerinden Bazı Parıltılar.

Dikkat edin! Remizler doğru delildir Kalpte gizli manaya

iki âlem de O’nun için remiz ve simgedir

Kullar çağrılsın diye. '                                                                                                .

Simgeler olmasaydı, söz küfür olurdu İki âlimi inada sürükleyen

Onlar remiz’i hesaba katmış ve benimsemişler Kan dökmeyi ye bozgunculuğu

Şayet iş ortaya çıkmış olsaydı, ne yapardık                                                                                       ,

Kendisine istinat ettiğim bir örtü olmaksızın

             Bedbahtlık bizimle var olurdu, kesin olarak Kıyamet günü, dirilişte de

Fakat el-Gafür bir örtü yerleştirdi Düşmanlara rağmen bizi mutlu etsin diye

Ey samimi dost, Allah Teâlâ seni Ruhu’l-kuds ile desteklesin ve anlayış versin, bilmelisin ki: Remiz ve simgeler (lugazlar), doğrudan değil, remzi ve simgeledikleri şey nedeniyle amaçlanır. Onların Kuran’daki yeri, itibar (bir şeyden başkasına geçmek, yorum) ifadesinin geçtiği her yerdir. Buna şu ayette dildcat çekilmiştir: ‘Bu örnekleri insanlara veri­riz.’89 Örnekler, kendilerinden dolayı verilmemiştir. Onlar, örnek yapıl­dıkları şey anlaşılsın diye zikredilir. Örnek olarak şu ayeti verebiliriz: ‘O, gökten su indirdi de vadiler kendi hacimlerince sel olup aktı. Bu sel, üste çı­kan bir köpüğü yüklenip götürdü. Süs veya (diğer) eşya yapmak isteyerek ateşte erittikleri şeylerden de buna benzer köpük olur. İşte Allah Teâlâ Hakk ile bâtı­la böyle misal verir. Köpük atılıp gider. İnsanlara fayda veren şeye gelince, o yeryüzünde kalır.’90 Böylece onu adeta batıl yapmıştır. Nitekim ‘batıl yok olucudur’9' buyurmuş, ardından şöyle demiştir: ‘İnsanlara fayda veren şey ise yeryüzünde kalır.’ Bu ise, gerçek için verilmiş örnektir. ‘İşte Allah Teâlâ böy­le örnekler verir.’92 Başka bir ayette şöyle buyurur: ‘Ey basiret sahipleri, ibret alınız’93 Yani şaşırıp bu tanımla gerçekte kastettiğim şeye geçiniz ve intikal ediniz. ‘Çünkü onda basiret sahipleri için ibret vardır.’94 İbret, vadiyi geçtiğinde söylediğin abertü el-vadiye ifadesinden türetilmiştir. İşaret ve ima’nın durumu da böyledir. Allah Teâlâ peygamberi Zekeriya’ya şöyle der: ‘İnsanlarla üç gün boyunca sadece remizle konuş.’95 Yani işaret ile konuş. Meryem kıssasında, Hz. Meryem Rahman’a üç gün konuş­mayacağına dair adale adayınca, ‘Ona işaret etti’96 buyrulmuştur.

Bu ilmin, kıymederi büyüle adamları vardır. Ezel sırrı, ebed sırrı, hal, hayal, rüya ve berzahlar sırrı onların sırlarındandır. Bu gibi ilahi nispeder, onlara aittir. Harfleri ve isimleri bilmenin özellikleri, doğal âlemde bileşik ve tekil her şeyin özelliğinin bilinmesi onlara aittir. Sözü edilen şey, bilinmeyen doğadır.

Ezel sırrının bilgisine gelince, bilmelisin ki: Ezel, kendisiyle nitele­nen kimseden ‘ille olmayı’ nefyetmek demektir. O, ilah olması yönünden Allah Teâlâ’nın niteliğidir. İlah olması yönünden ilk oluş kendisin­den nefyedildiğinde, el-Mütekellim (konuşan) olması bakımından, ken­disini adlandırdığı bütün isimler ile ezeli olarak isimlendirilmiştir. Allah Teâlâ bilen, diri, irade eden, güç yetiren, duyan, gören, konuşan, yaratan, meydana getiren, suret veren ve sahip olandır. Allah Teâlâ daima bu isimler ile isimlendirilmiştir ve sınırlamanın ilkliği kendisinden nefyedilmiştir. Allah Teâlâ duyulanı duyar, görüleni görür vb. Duyulan mümkün şeylerin ya da görülen şeylerin hakikatleri var değil, yoktur. Allah Teâlâ onları ezeli ola­rak bildiği gibi ezeli olarak da görür. Aynı zamanda, ezeli olarak ayırt eder ve ayrıştırır. Söz konusu şeylerin ne zihinde ne dışta varlıkları var­dır, bilakis onlar, imkan mertebesinde sabit hakikatlerdir. Onlar için imkan (olabilirlik), kendileri baleımından ezeli olduğu gibi bu özellik onlar için şimdi de ve sonsuza kadar da böyle sürer. Onlar, hiçbir za­man kendileri nedeniyle zorunlu olup da sonra mümküne dönüşmemiş­tir. Ya da, imkansız idiler de sonra mümküne dönüşmüş değillerdir. Bi­lakis, Özü gereği varlığın zorunluluğu ezelde Allah Teâlâ’ya ait olduğu gibi âlemin mümkün oluşunun zorunluluğu da ezelidir. Öyleyse Allah Teâlâ, ken' di mertebesinde en güzel isimleriyle isimlenmiş ve onlarla nitelenmiştir.

el-Evvel’in Hakka nispeti, el-Ahir, ez-Zâhir ve el-Bâtın’ın nispet edilmesi gibidir. Binaenaleyh şu söylenemez: Allah Teâlâ şu nispete göre elEvvel iken aynı nispete göre el-Ahir değildir. Çünkü mümkün, varlık ve yolduğunda varlığı zorunluyla irtibadıdır. Söz konusu irtibat, var olu­şunda O’na muhtaçlık irtibatıdır. Allah Teâlâ kendisini var etse bile mümkün, sürekli imkan halindedir. Yok olsa bile, imkan halinden ayrılmaz. Yok­luktan sonraki dış varlığında onu imkan halinden uzaklaştıracak bir özellik mümküne eklenmediği gibi âlemi yaratışında da özü gereği sa­hip olduğu varlığının zorunluluğundan kendisini çıkaracak bir nitelik ‘varlığı zorunlu olan’a eklenmez. Hakk ancak böyle düşiinülebildiği gibi mümkün de ancak öyle düşünülebilir.

Bunu anladığında, hadislik (sonradan var olmak) ve kadimliğin an­lamını öğrenmişsindir. Bunu öğrendikten sonra ise, istediğini söyle! Binaenaleyh bir sonu varsa, âlemin ilk ve son olması göreli bir durum­dur. Varlıkta ise, her anda âlemin bir sonu olduğu gibi aynı zamanda keşif ehline göre âlemin bir bitimi de vardır. Sofistler bu konuda kendi­lerine katıldığı gibi Eş’arîler de ‘arazın iki anda kalmayacağı’ görüşüyle onlara katılır. Âlemde ille olan, daha sonra yaratılana göre ilk olduğu gibi sonra olan ise, daha önce yaratılana göre sonradır. Allah Teâlâ isminin elEvvel, el-Âhir, ez-Zâhir ve el-Bâtın isimlerine bağlı anlamı ise böyle değildir. Hakk ile âlem arasındaki bu farklılık, âlemin çoğalması, Hakkın ise bir olup çoğalmayışından kaynaklanır. Allah Teâlâ’nın bizim için ilk olması da geçerli değildir. Çünkü O’nun mertebesi, bizim mertebemize uygun değildir. Bizim mertebemiz ise, onun ilk oluşunu kabul edemez. Mer­tebemiz Hakkın ilk oluşunu kabul etseydi, bizim hakkımızda ilklik ismi imkansız olur, bunun yerine bize O’nun illdiği karşısında ikinci ismi ve­rilirdi. Hâlbuki biz, Allah Teâlâ karşısında ikinci değiliz. Allah Teâlâ böyle bir şey­den münezzehtir. Dolayısıyla Allah Teâlâ bizim nedenimizle ille değildir. Bu nedenle O’nun ilk oluşu, son olmasının aynıdır.

Bu algı düzeyine ulaşmak son derece çetin olduğu gibi tecellinin ve doğru düşüncenin verdiği ilahi ilimlerle aşinalığı olmayan kimsenin onu tasavvur etmesi güçtür. Ebû Said el-Harrâz şu sözüyle buna işaret et­miştir: ‘Allah Teâlâ’yı iki zıddı birleştirmesi özelliğiyle bildim.’ Ardından şu ayeti okumuştur: ‘0 Evveldir, Âhirdir, Zahirdir ve Bâtındır.’97 . Ezel sırrını ve onun olumsuzlayıcı bir nitelik olduğunu açıklamış olduk.

(Ebed’in Anlamı)

Ebed, (niteliği olduğu kimseden) ‘son’luğun nefyi demektir: Din bakımından, mümkünün son olması nefyedildiği gibi -çünkü zamansal varlıkların sıralanışına göre ilk olmada da akledilir ve mevcutturbu de­ğerlendirmeyle âlem hakkında da ilk ve son denilemez. İkinci değerlen­dirmeyle ise, ilktir ve iki farklı nispetle sondur. Bu durum, Allah Teâlâ’yı bilen­lere göre, bu iki nispetin Hakka verilişinden farklıdır. Halin özelliği ise, devamlılıktır. Devamlılığın ne başlangıcı ne sonu vardır. Hal, varolan her şeyin aynıdır.

Remiz ehlinin bildiği sırların bir kısmını açıkladım, çoğunu ise söylemedim. Çünkü onun kapısı geniştir. Rüya, berzah ve ilahi nispet­leri bilmek bu kabildendir. Bunlar hakkında konuşmak uzun sürer.

Onların harf ve isimlere dair ilimlerine gelince, bilmelisin ki harfle­rin kimi özellikleri vardır. Bu meyanda harfler üç çeşittir. Bir kısmı, ra­kamsa! harfler, ikinci kısım lafzı harfler, üçüncü kısım ise ‘zihne getirilen5 harflerdir. Bununla insanın vehmine ve hayaline getirip suret verdiği harfleri kastetmekteyim, insan, ya rakamsal harfleri veya lafzı harfleri zihnine getirir. Harflerin başka bir mertebesi yoktur. Yazı veya telaffuz ile yapılan şeyin aynısı, harfin zihinde canlandırılmasıyla yapılır. Telaffuz harfleri, sadece isimler olabilir. İşte bu, isimlerin özellikleridir. Rakamsal harfler ise bazen isim olmayabilir.

Bu ilmin uzmanları, tek harf haldcında görüş ayrılığına düşmüştür. Acaba tek harf, etkin olabilir mi, olamaz mı? Bir grubun bunu reddet­tiğini gördüm. Bu gibi konularda onlarla tartıştığımda, görüşlerindeki doğruluk ve yanlışlıkları kadar ifadedeki eksikliklerini de kendilerine bildirdim. Bazı bilginler, tek harfin etkinliğini kabul eder. Bunlar da, tıpkı reddedenler gibi, bir yandan yanılırken diğer yandan doğru düşü­nür. Bir grubu gördüm, kendilerine yanılgı ve isabet noktalarını bildir­dim, onlar da, diğerleri gibi, söylediğimi kabul ettiler. Her iki gruba şunu söyledim: ‘Size açıkladığım üzere, bu konuda bildiğiniz şeyleri deneyiniz.5 Onlar da, işin söylediğimiz gibi olduğunu gördü ve sevindi­ler. Ben, bir harften benden herhangi bir eserin ortaya çıkmayacağına dair yemin etmemiş olsaydım, hiç kuşkusuz onlara bu konuda şaşılacak işler gösterirdim.

İster rakamsal ister telaffuz edilen harf olsun tek harf, kendisiyle amel eden kişi lafız veya rakamda hayalen zihninde canlandırmaktan yoksun kaldığında, harf amel etmez. Tek harf ile birlikte zihinde can­landırmak da varsa, bu durumda tek harf amel eder. Çünkü bu durum­da harf, akılda canlandırma ile söyleme veya rakamdan oluşmuştur. Adı geçen her İki grup, tek harf ile birlikte ‘zihinde canlandırma5nm edcisinden habersizdi. Söz geümi, tek harf ile beraber zihinde canlandırmanın tesadüf etmesiyle tek harf ile amelin gerçekleştiğini gören kimse, ‘zihinde canlandırmadan habersiz kalmış ve ameli tek harfe nispet et­miştir. Zihinde canlandırma olmaksızın, sadece telaffuz veya yazı tesa­düf edip tek harf amel etmemişse, bu durumda kişi tek harfin etkin olamayacağım iddia etmiştir. Hiç kimse ‘zihinde canlandırmadın anla­mını kavrayamamıştır. Bunlar, iki Vav ve benzeri gibi, bileşik harf örnek­leridir. Bu konuya dikkatlerini çektiğimizde, bunu tecrübe ettiler ve doğru olduğunu gördüler. Söylediğim, alda ve şeriata göre, geçerli bilgidir.

Lafzî harflere gelince, onların amelde kimi mertebeleri vardır: Bazı harfler, diğerlerine göre, daha genel ve daha etkindir. Bu meyanda Vav, etki itibariyle harflerin en genelidir. Çünkü Vav’da bütün harflerin gü­cü bulunur. He ise, amel itibariyle harflerin en zayıfıdır. Bu iki harf ara­sında bulunan harfler, el-Mebâdî ve’l-Gâyât flmâ Tetezammetıehû Hurûfu’l-Mu’cemi mine’l-A’câibi ve’l-Ayât kitabımızda ortaya koyduğu­muz üzere, kendi mertebelerine göre amel eder.

(Harfler ilmi Velilerin ilmidir)

Harfler ilmi, velilerin ilmi diye isimlendirildiği gibi, öte yandan varolanların hakikatleri onunla ortaya çıkar. Bakınız! Hakk bu konuya ‘ol’ sözüyle dikkat çekmiştir. Böylelikle ‘oluş’ harflerden meydana geldi. Bu nedenle Hakim et-Tirmizi, harfler ilmini velilerin ilmi saymıştır. Tek harfin amel etmesini imkansız sayan kimse de bundan hareket et­miştir. Çünkü ilahi iktidarla birlikte var etmede tek harfin gelmediğini, bilakis üç harf ile geldiğini görmüştür (kün; kef, vav ve nun harfleri). Bir görünmeyen iki de görünen harf. Oluşan şey tek ise böyledir. Bir­den fazla ise, üç harf de ortaya çıkar. İşte bu, bu bölümde zikredilen adamların ilmidir.

Bu nedenle bu bilgi sahiplerinin çoğunun yaptığı cedel olmuş, bu konuda yanılmış ve doğruyu bulamamışlardır. Bunu kaşıdı yapıp yap­madıklarım bilemiyorum. Belki insanları bu sanat hakkında bilgisiz bı­rakmak için kasıtlı yaptılar veya bu sanatı bilmiyorlardı ve sonradan ge­len harfler hususunda öncekinin yöntemini takip etmişlerdi. Cafer esSadık’ın bir öğrencisi ve başkaları bunu ileri sürmüştür.

İşte harflerin doğaları hakkındaki cetvel şudur:

(Harflerin Doğaları Cetveli)

Sıcak Soğuk Kuru Yaş

Elif

Ba

Cim

Dal

He

Vav

Ze

Ha

Ya

Kef

Lam

Mim

Nun

Sin

Avn

Fe

Sad

Kaf

Ra

Sın

Te

Se

Zel

Dat

Gavn

 

Sıcaklık cetvelinde bulunan her harf sıcak; soğukluk cetvelinde bu­lunan her harf soğuktur. Aynı şey, kuruluk ve yaşlık için de geçerlidir. Bu dizilişin her işlemde isabet ettiğini görmedik. Bilakis bu diziliş, tıpkı ‘vefk’ sayıları gibi tesadüfen amel eder. .

Bilmelisin ki: Harflerin bu özellikleri sırf harf olmalarından kay­naklanmaz. Bu özellikler, aynı zamanda bir takım şekiller olmaları yönünden onlara aittir. Başka bir anlatımla, şekil sahibi olmaları yönüyle özellik şekle aittir. Bu nedenle kalemlerin değişmesiyle harflerin amelleri de değişir. Çünkü şekiller değişmiştir. Rakamsal harflere gelince, onların şekilleri, gözle görülür. Onların dış varlığı meydana gelip ruhları ve zâtî hayatları kendilerine eşlik ettiğinde, bu harfe ait özellik, onun şekline ve ruhuyla birleşimine ait olur. Aynı şekilde, şekil iki veya üç veya daha fazla harften meydana geldiğinde tek başına harfin sahip olmadığı ruhtan farklı başka bir ruh şekle ait olur. Bu ruh gider ve harfin hayatı kendisiyle kalır. Şekil, tek ruhun dışında onu idare edemez. Bu tek harfin ruhu ruhlar ile beraber berzah âlemine göçer. Çünkü şeldin ölümü, silinerek yok olmasıdır. İki üç veya daha fazla harften meydana gelen bu şekil ise, tıpkı benzeri olmakla beraber Ömer’in Zeyd’in aynı olmayışı gibi, bileşik olmayan ille harfin aynı de­ğildir.

Lafzî harflere gelince, onlar havada şekillenir. Bu nedenle, söyleye­nin dile getirdiği surete göre kulağa ulaşır. Harfler, havada şekillendi­ğinde, ruhları da onlarla beraber var olur. Hava, sürekli olarak, o harf­lerin şekillerini korur. Bununla beraber onların ameli ortadan kalkar. Çünkü harflerin amelleri havada ille şekillendikleri esnada meydana ge­lir, ardından diğer ümmetlere karışır. Böylece onların işi rablerini teşbih olur ve yükseğe çıkarlar. ‘Bütün güzel sözler O'na yükselir.’98 Kast edilen, inkâr kelimesi olsa bile, Allah Teâlâ’yı teşbih eden bir şekil olması yönünden kelimenin şeldidir. Kelime inkar kelimesiyse, vebali kelimeye değil söy­leyene döner. Bu nedenle Şarî (Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: ‘İnsan nereye gideceğini hesap edemediği, Allah Teâlâ’yı öfkelendirecek bir söz söy­ler. Bu söz nedeniyle de ateşe düşer...’ Böylece cezayı, (kelimenin ken­disine değil) onu söyleyene vermiştir.

Allah Teâlâ’nın yüceltilen, övülen, takdis edilen, mushaflarda yazılan, Allah Teâlâ’ya yaklaşmak niyetiyle okunan sözü elimizdedir. Yahudi ve Hıristi­yanların Allah Teâlâ hakkında söyledikleri küfür ve sövgülerin tamamı on ki­tapta bulunur. Onlar veballeri, söyleyene dönmüş olan küfür kelimele­ridir. Bu kelimeler kıyamet günü sahiplerinin azap ve nimetlerini üst­lenmek üzere kendi kapılarında kalırlar.

Havadaki bu lafzı harfler, var olduktan sonra bir daha ölmez. Ra­kamsal harfler ise böyle değildir. Çünkü rakamsal harfin şekli ve rakam­sal kelime, başkalaşma ve değişmeye konu olur. Çünkü o, bunu kabul eden bir makamdadır. Lafzın şekilleri ise, değişmeye konu olmayan bir makamdadır ve bunun için değişmeyen bir süreklilikleri vardır. Bu ne­denle bütün hava, âlemin sözleriyle doludur. Keşif sahibi onu bilfiil var olan suretler olarak görür.

Zihinde canlandırılan harfler de bakîdir. Çünkü onların şekillerinin varlığı, duyuda değil, berzahta bulunur. Onların fiilleri, diğer harflerin fiillerinden daha güçlüdür. Fakat onların zihinde canlandırılmasının gü­cü ortaya çıkıp onu canlandıran kişi kelimeyle birleşip başkasına yer bı­rakmayacak Hakk geldiğinde, harfin özelliğini öğrenir. Böylece onun eserini de görür. İşte bu, ‘himmet vasıtasıyla tesire’ (fiil bi’l-himme) benzer. Onun verdiği özelliği bilmezse, varlıkta fiil meydana gelir ve onun bu fiile dair bilgisi olmaz. Her mertebede harflerin şekilleri de böyledir.

Zihinde canlanan harf ile etki, konuyu bilmeyen bazı kimseler tara­fından, himmet ve doğruluk vasıtasıyla edd diye isimlendirilmiştir. Hâl­buki iş böyle değildir. Yine de himmet, zihinde canlanan şeldin aynı değil canlandırılan harfin ruhu olabilir. Bu mertebe, lafız ve rakam ola­rak bütün harfleri içerir.

Şekillerin özelliklerini öğrendiğinde, (Şunu da bilmelisin ki) onları yazan veya telaffuz eden kişi için harflerle etki meydana gelir. Harfle irtibadı edilginlikleri belirlememiş ise bunu bilemez. Kuşkusuz bir ayeti okuyup -bilgisi olmadığı haldegarip bir etkinin gerçekleştiğini gören­lere tanık olduk. Söz konusu kişi zeki biriydi. Tekrar ayeti okumaya başlamış ve edenin hangi ayete özgü öldüğünü tespit etmek istemiştir. Ayeti okumaya ve düşünmeye başlamış, ta ki etkinin ait olduğu ayetie karşılaşmış, onu görmüş, tekrar okumuş, fakat bu eddyi duymamıştır.

Tam olarak öğrenebilmek için okumayı yinelemiş ve bulduğu ayeti bu edilginliğe ait görmüştür. Böylece her ne zaman o edilginliği görmek istese, bu ayeti okumuş ve bu sonuç meydana gelmiştir.

Harfler ilmi, özünde değerli bir ilimdir. Şu var ki, onun tehlikele­rinden uzak durabilmek güçtür. En iyisi onu aramamaktır. Çünkü o Allah Teâlâ’nın velilerine genel anlamda ayırdığı ilimdir. Bazı kimseler, bu ilim­den biraz öğrenmiş olsalar bile, Salih insanların ulaştığından farklı bir yolla onu öğrenmişlerdir. Bu nedenle bu ilme sahip olan kişi, onunla mutsuz olur, mutlu olmaz.

Allah Teâlâ, bizi Allah Teâlâ’yı bilenlerden eylesin. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

YİRMİ YEDİNCİ BÖLÜM

'Ulaş, Ben de Sana Kavuşmaya Niyetlendim' İfadesinin Muhatapları Olan Kutupların Bilinmesi. Bu, Nurânî Alemden Bir Menzildir.

Işık olmasaydı, gözler ulaşamazdı

Görülen şeylerin varlığına, ve onları göremezdi

Hakk olmasaydı, akıllar ulaşamazdı işlerin hakikatlerine, ve onları anlamazdı

Akıllara kendilerine yabancı ve zıt zatlar Sorulduğunda, onları inkâr ederler

Derler ki: ‘Tek bir zattan başkasını bilemedik.’

Yaratılmış zatlara yardım eder ve onları izhar eder

O Zat, bir mana, biz ise onun için harfleriz

Her ne zaman ki bir iş belirler, onu ifade ederler                                                             -

Ey samimi dost, Allah Teâlâ inayetiyle seni korusun, bilmelisin ki:Allah Teâlâ yüce kitabında şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ kendisini seven, O’nun da kendilerini sevdiği bir grup getirecektir.’" Böylece Allah Teâlâ, kullarını sevmeyi onların kendisini sevmesinin önüne koymuştur. Başka bir ayette ise şöyle buyu­rur: ‘Dua edenin yakarışlarına her zaman karşılık veririm; öyleyse onlar da Bana karşılık ver sinler.5100 Burada kendisine dua ettiğimizde duamıza karşılık vermesini, bizi çağırdığında çağrısına karşılık vermemizin önü­ne koymuş, dua etmeyi (isticabe) kullara izafe etmiştir. Çünkü o, Hakka izafe edilen icabetten (kulun duasına karşılık vermek) daha mübalağalı bir kalıpta gelmiştir. Bunun nedeni, Hakkı kulun duasına karşılık ver­mekten engelleyecek kimse olmadığı gibi pekiştirmenin de bir anlamı­nın olmayışıdır. İnsanın Allah Teâlâ’nın çağrısına karşılık vermesinin ise, pek çok engeli vardır. Bu engeller arzu gücü, nefs, şeytan ve dünyadır. Bu nedenle insana, (mübalağa anlamı taşıyan) isticabe etmek emredilmiştir. Çünkü bu kelimenin geldiği istif al babı, icabet kelimesinin geldiği ifal babından daha mübalağalı anlam taşır. Söz gelimi (istifal babından ge­len) istihraç’taki mübalağa nerede, (ifal babından gelen) ihraç kelime­sindeki anlam nerede!

Bu nedenle âlem, fiillerinde Allah Teâlâ’dan yardım ister. Allah Teâlâ’nın ise, herhangi bir yaratılmıştan yardım istemesi mümkün değildir. Allah Teâlâ, bi­ze öğretmek niyetiyle şöyle buyurur: ‘Ancak senden yardım dileriz.’10' Bu meyanda şöyle denilmiştir: ‘Kavuş, kuşkusuz ben de, sana niyetlendim.’ Burada Allah Teâlâ’nın iradesi, öne geçmiş ve şöyle buyurmuştur: ‘Kavuş.’ Ka­vuşmaya çalıştığında ise, bu gayretin Hakkın sana kavuşmasının ta ken­disidir. Bu nedenle onu bir amel değil, niyet yapmıştır.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kutsi bir hadiste Rabbinden şöyle aktarmıştır: ‘Ba­na bir karış yaklaşana ben bir kulaç yaklaşırım.’ İşte bu, özel yakınlıktır ve sayesinde Hakka yakınlaşılan amel ve hallere dayanır. Çünkü genel yalanlık, şu ayetlerde dile getirilmiştir: ‘Biz ona şah damarından d ıha ya­kınız,’102 ‘Biz ona sizden daha yakınız, ama siz göremezsiniz.’103 Böylece ha­diste yakınlık, kulaç ile pekiştirildi. Çünkü kulaç karışın katıdır. Başka bir ifadeyle, Hakkın kula ‘kavuş’ demesi, bir yakınlıktır. Ardından, ‘O’na bir karış yaklaşırsın.’ Böylelikle, Allah Teâlâ’ya ancak kendisiyle yaklaşabilirsin. Çünkü Allah Teâlâ, seni çağırmamış, kendisine yaklaşma yolunu açıklamamış ve o yolda senin perçeminden tutmamış olsaydı, Allah Teâlâ’ya yaklaşacağın yolun ne olduğunu bilmen mümkün olmazdı. Bilseydin bile, Hakk ol­maksızın, o yolda ilerleyecek güç ve kudretin olmazdı.

Hakka yaklaşmak seyr ü sulûk sayesinde mümkün olunca, O’nun özelliği, yolda kendisini rehber edinelim diye en-Nûr olmuştur. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘O, kara ve denizin karanlıklarında kendileri ile yol bulası­nız diye sizin için yıldızları yar atandır.n04 Kara, beden amelleriyle ortaya çıkan sulûk iken deniz, nefsî amellerle manevî ve bâtıni suluktur.

Bu kapı mensuplarının bilgileri, mükteseptir (kazanılmış), verilmişhibe bilgiler değildir. ‘Onları ayaklarının altından yedirir.’ Başka bir an­latımla, bu ilimler için çalışmaları ve onları elde etme yolundaki gayret­leri sayesinde onları yedirir. Hakk, kendileri için bunu istememiş olsaydı, onları buna erdirmez ve başkalarını anlam itibariyle kovduğunda kendi­lerini emir kipiyle davet etmezdi. Allah Teâlâ, başkalarını kendisine kavuş­maktan mahrum bırakmıştır. Bu nedenle, onları müjdelemiş ve şöyle demiştir: ‘Ulaş, ben de sana kavuşmaya niyetlendim.’ Böylece onlar için inayet öne geçmiş, onlar da sulûk etmiştir.

Onlar, Allah Teâlâ’nın namaz kılarken ‘iki ayakkabı giymeyi’ emrettiği kimselerdir. Çünkü oturan kimse, ayakkabı giymez. Onlar, yürüyene lazımdır. Bu durum, namaz kılanın namazında ve duasında, Rabbine yakardığı ayederde menzil menzil yürüdüğünü gösterir. Her ayet, bir menzil ve haldir. Allah Teâlâ onlara şöyle der: ‘Ey Âdemoğulları! Her mescide gidişte süsünüzü takınız"05 Bir sahabi şöyle demiş: ‘Bu ayet indiğinde, namazı iki ayakkabıyla kılmamız emredildi.’ Bu durum, namaz lalanın namazında okuduğu surelerin menzillerinde yürüdüğüne bir uyarıdır. Çünkü sure, dilde menzil demektir. Şair Nabia şöyle der:

Görmez misin: Allah Teâlâ sana öyle bir sure (menzil) vermiş ki Başka her mülkün onun karşısında titrediğini görürsün

Burada sure, menzil demektir. Hz. Musa’ya şöyle denilmiştir: ‘He­men ayakkabılarını çıkari106 Yani, artık menzile ulaştm. Çünkü Hz. Mu­sa, Allah Teâlâ ile Allah Teâlâ’nın kelamı aracılığıyla doğrudan konuşuyordu. Bu ne­denle Allah Teâlâ, bize onu bildirirken mastarla pekiştirmiş ve şöyle demiştir: ‘Kellemellâhu Mûsâ teklîmen (Allah Teâlâ Musa ile konuşmuştur.)"07

Menzile ulaşan, ayakkabılarım çıkarır. Böylece ayakkabılarla namaz kılanın mertebesi belli olmuş, namazda münacatın anlamının ne oldu­ğu, onun Hz. Musa hakkında gerçekleşen konuşma olmadığı ortaya çıkmıştır. Allah Teâlâ namaz kılan için ‘yünâcî (münacat eder)’ kelimesini kul­lanmıştır. Münacat, (ortaklık bildiren mufâale kalıbı olduğu için) iki öznenin eylemidir. O halde iki ayakkabının giyilmesi gerekir. Çünkü namaz kılan, iki hakikat arasında gider gelir. İki şey arasmda gidip gel­mek ise, onların arasmda yürümek demektir. Buna ‘iki ayakkabının gi­yilmesi’ lafzıyla işaret edilmiş ve Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Rabbinden aktardı­ğı kutsi bir hadiste, ‘Namazı kulum ile kendi aramda iki yarıma böl­düm, yarısı bana yarısı kuluma aittir, kuluma istediği verilecektir’ ifade­sinde işaret edilmiştir. Ardından şöyle demiştir: “Kul, ‘hamd alemlerin rabbi Allah Teâlâ’yadır’ der.” Bunun anlamı, ‘Hamd, âlemlerin rabbi Allah Teâlâ’yadır’ ifadesiyle kulun Allah Teâlâ’la beraber olması demektir. Bu makamda kul, yaratanına ve münacat ettiğine sözünü duyurur.

Sonra kul, ‘söyleme’ menzilinden Hakkın sözüne karşılık verişini duymak için ‘duyma’ menzili’ne geçer. İşte bu, sefer ve yolculuktur. Bu nedenle kul, bu iki menzil arasındaki yolu yürümek için ayakkabılarını giymiştir. Duyma menziline ulaştığında ise, Hakkın ‘kulum beni öv­müştür’ dediğini duyar. Tekrar duyma menzilinden söyleme menziline döner ve şöyle der: ‘Rahman ve rahimdir.’ Bunu tamamladığında tekrar duyma menziline döner. Oraya indiğinde ise, Hakkın şöyle dediğini duyar: ‘Kulum beni övdü.’ Böylece kul, sözlü olarak münacadarında (söyleme menzilinden dinleme menziline) gider gelir.

Sonra, kulun başka bir yolculuğu vardır. O da, namazdaki ‘kıyam’ (ayakta duruş) halinden rükû’ya (eğilme) gitmektir. Böylece, (Hakkın her şeyi ayakta tutması anlamındaki) kayyumluk özelliğinden yücelik özelliğine yolculuk yapar ve şöyle der: ‘Yüce Rabbim! Münezzehsin.’ Sonra, başını kaldırır. Bu ise, yüceltme makamından vekillik makamına gidiştir. Şöyle der: ‘Allah Teâlâ, kendisini öveni işitti.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ kulunun diliyle şöyle der: ‘Allah Teâlâ kendisini öveni duy­muştur. Siz de şöyle deyiniz: ‘Rabbimiz! Övgü sana aittir.’ Bu nedenle rükûdan kalkmayı, Hakka veldl olmaya ve Hakkın her şeyi ayakta tutma (özelliğine) dönmek saydık.

Kul secde ettiğinde ise, büyüklük ilahi yüceliğe girer ve secde eden şöyle der: ‘En yüce rabbim! Münezzehsin.’ Çünkü secde, yücelikle çeli­şir. Bütün yücelik Allah Teâlâ’ya tahsis edildiğinde ise, kul başını secdeden kal­dırır ve oturur. Buna şu ayette işaret vardır: ‘Rahman Arş’ın üzerine isti­va etti.nm Kul şöyle der: ‘Rabbim! Beni bağışla ve bana merhamet et, bana doğıuyu göster, beni rızıklandır, bana sağlık ver, beni affet.’

Bütün bunlar, namazdaki fiil bakımından olan menzil ve konaklar­dır. O halde, namaz kılan kişi, bir halden başka bir Hakk sefer ve yolcu­luk eder. Sürekli sefer eden kimseye, ‘ayakkabılarını giy’ nasıl denilme­sin ki? Başka bir ifadeyle, yürürken Kitap ve Sünnet’ten -ki onlar her mescidin süsüdüryardım iste. Çünkü namazın halleri, namazda oku­nan Allah Teâlâ’nın kelamı, okunan ayetlerin kapalılıkları hakkında ortaya çı­kan kuşkular, insanın namazda Allah Teâlâ’yı kıblesine koyup O’nu sınırlaması vs., bütün bunlar yoldaki, başka bir ifadeyle yükümlülük yolundaki di­ken ve engellerdir. Bu nedenle namaz kılan kişiye, zikrettiğimiz şekilde, yürüyen insanın ayağının sıkıntıdan kurtulması için ayakkabılarını giy­mesi emredilmiştir. İki ayak, kişinin dışı ve içi demektir. Bu nedenle biz, o ikisini Kitap ve Sünnet saydık.

Hz. Musa’nın ayakkabıları ise, bunlar değildi. Rabbi ona şöyle de­mişti: ‘Hemen ayakkabılarını çıkar! Çünkü sen kutsal vâdi Tuva'dasınF109 Musa’nın ayakkabılarının ölü eşek derisinden olduğu rivayet edilir. Böylelikle üç şey bir araya gelmiştir. Birincisi deridir ki, işin zahiri (gö­rünen yönü) demektir. Başka bir ifadeyle, herhangi bir halde zâhirle sı­nırlı kalma. İkincisi ise, ahmaklıktır. Ahmaklık eşeğe nispet edilir. Üçüncüsü ise, eşeğin temiz olmayıp ölü olmasıdır. Ölüm, bilgisizliktir. Ölü olduğunda, söylediğini anlamadığın gibi sana söyleneni de anla­mazsın. Hâlbuki münacat eden insanın hem söylediğini ve hem de kendisine söylenileni bilen-anlayan olması gerekir. Böylece insanın kalbi canlı, sözün bağlamlarını bilen, onlarla kendisine yakardığı zatın kastet­tiği anlamların farkına varan biri olması gerekir.

İnsan namazını bitirdiğinde ise, orada bulunanlara selam verir. Bu selam, kendisine verilen hediyelerle, Rabbinin katından kavmine gelen kişinin verdiği selamı’dır.

(Namazda Ayakkabı Giymenin Sırrı)

Kuşkusuz, işin görünür yönüyle namazda ayakkabı giymenin sırrı­na dikkatini çektik. Ayakkabı giymenin Allah Teâlâ yolunun yolcusu ariflere göre anlamı nedir? Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Namaz nurdur.’ Nur sayesinde yol bulunur. Salat (namaz), musalli kelimesinden türe­tilmiştir. Musalli, yarışmada birincinin ardından gelen (ikinci) demek­tir. Bu nedenle bu bölümün başlığı, Vuslat olmuş ve onu nûr âleminden saymıştır.

Bu müşahedenin mensupları, ‘ayakkabıları çıkarmak’ nuru ve ‘onla­rı giyme’ nuruna sahiptir. Söz konusu kimseler, Muhammedî-Musevî’ olan insanlardır. Onlara, lambaya benzetilmiş nur diliyle farklılık ağa­cından hitap edilir. Söz konusu olan görünen nurdur. Ona ‘mübarek bir zeytin ağacından’ yağ içindeki bâtıni bir nur yardım eder. O ağaç, itidal çizgisindedir ve yönlerin kendisine etki etmesinden münezzehtir. Nitekim Hz. Musa’ya da ağaçtan hitap gelmişti. O halde bu, nur üzeri­ne nur, başka bir anlatımla, nurdan bir nurdur. Burada, hal karinesin­den anlaşıldığı kadarıyla, nûrun alâ nur (nur üstüne nur) ifadesindeki alâ edatı, min (-den) harfinin yerini almıştır. Bazen alâ edatı, üstünlük anlamı taşıyabilir. Çünkü kandilin görünür ışığı, lambaya yardım eden yağın içteki ışığından duyusal düzeyde daha üstündür. Hâlbuki yağın ıslaklığı olmasaydı, lambaya ulaşamaz, lambanın ışığı bu sürekliliği ka­zanamazdı. Takva da irfan bilgisine yardım etmeseydi, hiç kuşkusuz, Allah Teâlâ hakkındaki bilgi de kesilirdi. Takva ve bilgi ilişkisine ‘Allah Teâlâ’dan korkun, O size gerekli olanı öğretir’,110Allah Teâlâ’dan korkarsanız, size bir furkan verir’1" gibi ayederde işaret edilir. Öyleyse yağın ışığı yağda gizli ve ona yüklenmiştir. Lambanın ışığı sürsün diye, görünmeyen ince bir bağ içinde, ince bir anlam bu ışıktan yayılır.

Bu makamın kutuplarının sırları vardır: Yardım sırrı, nikâh sırrı, uzuvlar sırrı, gayret sırrı, iktidarsızın -cinsel gücü olmayan kimse de­mektirsırrı, zemherir dairesinin sırrı, Hakkın serapta bulunmasının sırrı, ilahi perdeler sırrı, kuş ve hayvanın konuşmasının sırrı, yetişkinlik sırrı, iki sıddîk’ın sırrı bunların bir kısmıdır.

Allah Teâlâ hakla söyler ve doğru yola ulaştırır.

YİRMİ SEKİZİNCİ BÖLÜM

"Görmedin mi.Nasıl' ifadesinin Kutuplarının Bilinmesi

Nitelik bilgisi (bir yandan) bilinmez ve (bir yandan) bilinir

Fakat o Hakkın varlığıyla nitelenmiştir.                                                                         .

Oluşun dışı biçimlenmedir, hakikati ve içi ise

İşaret edilen bir bilgidir. Şu halde o gizlidir

En garibi, bilgisizliğin benim özelliğim olmasıdır

Yine de, gerçekte o, bilinendir.

Aczıyetle idrak ettiğimi nasıl idrak edebilirim ki?

Cehalet yok iken, onun cahili nasıl olabilirim ki?                                                                            .

Kuşkusuz onun hakkında ve kendi işimde şaşkınlığa düştüm!

Hâlbuki O’ndan başkası da değilim. Halk, karartan ve karartılarıdır

‘Ben’ dersen, O’nun hakikati ‘ben’ der

Ya da ‘sen’ dersen, der ki: ‘Mahiyet malumdur.’

Allah Teâlâ’ya hamd olsun, O’na bedel istemiyorum

Rızık ise, takdir ile paylaşılmıştır

(Ana Soru Edadan ve Bunların Allah Teâlâ’ya Yüklem Yapılması)

Bilmelisin Ki: Ana soru edatları, dörttür. Bunlar varlığı soran ‘hel’ (mıdır?), mahiyet diye ifade edilen hakikati soran ‘ma’ (nedir?), hali soran ‘keyfe’ (nasıl?), neden ve sebebi soran ‘lime’ (niçin?) edadandır, insanlar, bu edadarın hangisiyle Hakka dair soru sorulabileceği hususunda görüş ayrılığına düşmüştür. Bu bağlamda, hel (-mıdır?) edatıyla sorulabileceğinde görüş birliğine varılmıştır. Çünkü bu edada Allah Teâlâ’ya dair soru sormak, tasavvur edilebilir bir şeydir.

Diğer edatlarda ise görüş ayrılığına düşülmüştür. Bazı kimseler, onları da mümkün görürken, bazı İçimseler, diğer edatlarla Tanrı hak­kında soru sorulamayacağını düşünmüştür. Bu görüşte olanların bir kısmı -ki filozoflar ve bir grupturbunu akıl açısından imkansız gör­müştür. Bir kısmı ise, böyle soru sormayı dinen imkansız görmüştür.

Filozofların bunu akıl açısından reddedişlerine gelince, ‘ma’ (nedir) edatı hakkında şunu belirtmişlerdir: ‘Ma’, mahiyetten soru sorar. Dola­yısıyla bu edat, tanımı sormaktır. Hakkın ise, asla tanımı yoktur. Çün­kü tanım, cins ve fasıldan meydana gelir. Tanrı için cins ve fasıl imkan­sızdır. Çünkü O’nun zatı kendisinden ortaklığın gerçekleşeceği -ki bu durumda cins içine girerdiya da kendisiyle farklılığın gerçekleşeceği -ki bu durumda da fasla dâhil olurduherhangi bir şeyden bileşik değildir. Sadece Allah Teâlâ ve âlem vardır. Allah Teâlâ ile âlem ya da es-Sâni’ (yaratan) ile masnu’ (yaratılmış) arasında ise hiçbir ilişki yoktur. Dolayısıyla ne Or­taklık ne cins ne de fasıl vardır.

Bu edatlarla soru sormayı aklen mümkün görüp dinen reddedenler ise şöyle iddia eder: Ben, tanımın cins ve fasıldan meydana geldiğini söylemiyorum. Bilakis şunu söylüyorum: ‘Nedir’ edatıyla soru sorma­nın hedefi, sorulan şeyin hakikatini öğrenmektir. Bilinen veya zikredi­len her şeyin kendiliğinde bir hakikati olmalıdır. Söz konusu hakikatte o şeyin ortağı olabileceği gibi ortaklığın bulunmadığı bir hakikate de sahip olabilir. O halde, ‘nedir’ edatıyla soru sormak, tasavvur olunabilir. Fakat şeriat, bunu belirtmemiştir. Binaenaleyh Tanrı hakkında bu edat­la soru sormamızı engelleyen şey şeriattır. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘O’nun benzeri hiçbir şey yoktur.,ıu

Tanrı hakkında nitelikten soru sormayı reddedişlerine gelince -ki bu nasıl edatıyla soru sormaktırbu konuda da iki görüşe ayrılmışlardır. Bir kısmı, Tanrı’nın niteliğinin olmadığını düşünmüştür. Çünkü hal, akledilir bir şeydir ve bir zat olmasına ilavedir. O’nun zatma ilave mev­cut bir şey zatıyla var olduğunda, bu durum, ezeli olarak iki tane özü gereği zorunlu varlığın bulunmasına yol açardı. Hâlbuki delil, bunun imkansız olduğunu ve Allah Teâlâ’dan başka zorunlu varlık olmadığını ortaya koymuştur. Böylece Tanrı hakkında nitelik sorusu, akla göre imkansız olmuştur.               '

Bir grup ise, Tanrı’mn keyfiyeti olabileceğini, fakat o keyfiyetin bi­linemeyeceği görüşündedir. Başka bir ifadeyle o, akıl bakımından değil, dince yasaklanmıştır. Çünkü Tanrı’nın keyfiyeti, bizim bildiğimiz bir keyfiyet değildir ve dolayısıyla bilinemez. Allah Teâlâ ‘O’nun benzeri yoktur’ buyurur: Yani, Hakka nispet edilen şeyler ya da Hakkın kendisine nis­pet ettilderi için şöyle der: Hakka nispet edilen bir şey, sizin nispet etti­ğiniz tarzda değildir. Lafızda ortaklık gerçekleşse bile, anlam farklıdır.

Tanrı hakkında ‘niçin’ edatıyla soru sorulması da kabul edilmemiş­tir. Bunun nedeni, Allah Teâlâ’nın fiillerinin nedenli olmayışıdır. Çünkü ne­denli, fiili zorunlu kılar ve bu durumda Hakk, bu fiili yapmasını mecbur kılan zatına ilave bir zorlayıcının emri altına girmiş olurdu.

Bazı kimseler, Allah Teâlâ’nın fiili hakkında niçin sorusunu-sormayı şöyle bir yaklaşımla dinen reddetmiştir: ‘Allah Teâlâ’nın kendisine nispet etmediği bir şey O’na nispet edilemez.’ Dinen dememin anlamı budur. Yoksa di­nen reddedildiğini söylediğimiz her şey, Allah Teâlâ tarafından yasaklanmış değildir. Bunlar, doğrunun ve yanlışın ancak uzun bir çabadan sonra ortaya çıkarılabileceği yoruma açık düşüncelerdir.

Şimdiye kadar, bu edatlarla Tanrı hakkında soru sorulabileceğini kabul etmeyenlerin yöntemini zikretmiş olduk. Bu edadarla Allah Teâlâ hak­kında soru sormayı caiz görenler ise, şeriatı esas alan (ehl-i şer’) kimse­lerdir. Onlar, bu edatlarla Tanrı hakkında soru sorulabileceğini şu yak­laşıma dayandırır: Şeriatın bize yasakladığı şeyi, biz de yasak saydığımız gibi, bir şeyle ilgilenmemizi emrederse şeriata itaat etmek maksadıyla o şeyle ilgileniriz. Bir yasaklama veya zorunluluğun bulunmadığı şeyler ise, serbest hususlardır: Dilersek onun hakkında konuşur, dilersek susa­rız. Allah Teâlâ ‘Âlemlerin rabbi dediğin de nedir?’"3 diye sorduğunda, Mu­sa’nın diliyle Firavun’a bu soruyu yasaklamamış, bilakis yüce katma ya­kışır bir cevap vermiştir.

Verilen cevap soruya uygun değilse bile, bunun nedeni söz konusu edada ancak ‘bileşik mahiyet’ sorulabilir diye terimleştirilmiş görüştür. Bu görüşe göre, eser ile cevap vermek, nedir edatıyla soru soran kimse için bir cevap teşkil etmez. Hâlbuki böyle bir terimleştirme, (bunu ka­bul etmeyen) hasmı bağlamaz. Dolayısıyla, bu sorunun bu kalıpla Allah Teâlâ hakkında sorulmasını engellemez. Çünkü lafızlar, doğrudan amaçlan­maz. Onlar, konulmuş oldukları anlamlara delalet ettilderi için amaçla­nır. Çünkü lafızlar konuluş gayelerine bağlıdır. Her grup lafızları başka bir grubun ortaya koyduğunun paraleline yerleştirmez. Böylelikle, ger­çekte değil, ifadede görüş ayrılığı meydana gelir. Görüş ayrılığı ise an­cak anlamlarda dikkate alınabilir.

Şeriati esas alan alimlerin nitelikten (keyfiyetten) soru sormayı caiz görmeleri, nedir edatıyla soru sorulabileceğini kabul etmedeki yaklaşım­larına benzer. Bu konuda da ‘Ey İnsan ve Cin! Sizin için boş olacağız’"4 ayetinden nedeni getirmişlerdir. Ayrıca, ‘Kuşkusuz Allah Teâlâ’nın gözü var­dır, eli vardır, terazi Allah Teâlâ’nın elindedir, yükseltir ve alçaltır’ gibi ifade­lerden kanıt getirmişlerdir. Bütün bunlar, bu konuda bir benzer bu­lunmadığı için, bilinmeseler bile bir takım niteliklerdir.

Niçin edatıyla soru sormayı mümkün görmelerine gelince -ki bu edat nedeni sormaktır-, bunun dayanağı şu ayettir: ‘Ben cinleri ve insanları, ancak bana ibadet etsinler diye yarattım (liya’budûnî).,"s Burada­ki Lam, sebeplilik bildiren neden lam’ıdır. Çünkü bu ifade, ‘Allah Teâlâ in­sanları ve cinleri niçin yaratmıştır’ diye soran birine cevap olarak gelmiş­tir. Allah Teâlâ bu soruyu sorana ‘bana ibadet etsinler diye’, başka bir ifadey­le, ‘bana kulluk etsinler diye yarattım’ demiştir. Bu ifadeleri kullanma­nın yasak olduğunu iddia eden kimse ise, kanıt getirmek zorundadır.

Bu edatlarla Allah Teâlâ hakkında soru sormayı kabul eden ve etmeyen şeriatı esas alan herkese şöyle denilir: Hepiniz görüşünüzü söylemiş an­cak doğruyu ifade etmemişsinizdir. Reddetme ve kabul etmekle ilgili söylediğiniz her şeyde bir karıştırma var! En doğrusu, ret veya kabul hükmü vermekten uzak durmaktır. Şeriatı esas alanlara karşı bunu söy­leyebiliriz.

Şeriatı benimseyen filozoflara gelince, onlarla bu konuda tartışmak doğru değildir. Şeriat bunu mubah sayar veya zorunlu kılarsa, o zaman tartışılabilir. Onlarla bu konuda tartışma hakkında Şarî’nin bir ifadesi yoksa, o zaman onlarla tartışmaya yol yoktur ve bu konuda hüküm vermeden beklenir. Dolayısıyla bu meseleye dalan kimse için ‘doğru’ veya ‘yanlış yaptı’ hükmü verilmez. Aynı şey, söz konusu insanlarla tar­tışmayı terk eden için de geçerlidir. Çünkü itaat olup olmaması yönüy­le, bir şeyin söylenmesi veya söylenmemesinde hükmü sadece şeriat ve­rebilir.

İşte dostum! Sana insanların bu edatlar hakkındaki bilgi kaynakla­rını açıkladık. .

Bu konudaki yararlı bilgi şöyle demektir: Allah Teâlâ hiçbir şeye benze­mediği gibi şeyler de O’na benzemez. Akıl ve şeriat, teşbihin olamaya­cağı ve anlam yönünden tenzihin olması gerektiğini ortaya koymuştur. Şu halde iş, sadece Kuran’da veya peygamberinin diliyle kendisine ver­memize müsaade edilen bir lafzı Allah Teâlâ’ya vermededir.

Bu lafzı Allah Teâlâ’ya vermeye gelince, bu durumda kul, ya bununla emrolunmuştur -O zaman bu lafzı Allah Teâlâ’ya vermek yapılması zorunlu bir itaat, onu dile getiren ise, ödüllendirilen ve itaatkâr olur. Örnek olarak, namazın başlama tekbirinde ‘Allah Teâlâu ekber (Allah Teâlâ en büyüktür)’ demeyi verebiliriz. Bu kalıp, mukayeseyi gerektiren bir kalıptır. Allah Teâlâ ise, her­hangi bir şeyle mükayese edilemez. Ya da kul, böyle bir lafzı Allah Teâlâ’ya vermede serbesttir: Bu durumda lafız, söyleyenin kastına ve Allah Teâlâ’nın ondaki hükmüne göre değerlendirilir.

Böyle bir lafzı (teşbih anlamı veren bir lafzı) Allah Teâlâ’ya verdiğimizde, bu lafzı kullanırken o lafızdan dilde anlaşılan anlam insana eşlik edebi­lir. Ya da insan, lafzın o dilde konulmuş anlamını düşünmeksizin, Allah Teâlâ’nın o lafızdaki muradına göre şer’î bir ibadet olarak lafzı kullanmış olabilir. Örnek olarak, Arapçayı bilmeyen İranlıyı verebiliriz. İranlı, an­lamını bilmeden Kuran’ı okuduğunda, onun için okuma sevabı vardır. Kur’an-ı Kerim ve Sünnetteki müteşabih ifadelerde de Arabın durumu böyledir. Arap, bu gibi ayederi veya hadisleri okur ve belirli ve sınırlı bir yöne sapmaksızın Allah Teâlâ’nın o lafızdaki muradına göre dini bir ibadet olarak rabbini zikreder. Çünkü bu ayetleri okurken zayıf zannı ile kal­dığında, tenzih ve teşbihin reddi bunu gerektirir.

Kul için en güvenli ve en doğru davranış, bu lafızları kendisi hak­kında kullanma iradesinde onun bilgisini Allah Teâlâ’ya havale etmektir. Şu var ki Allah Teâlâ, peygamber, veli veya ilham edilen veya sezgi konusunda Rab­binden bir kanıta sahip olan sezgi sahibi ve ilham alan kişilerde olduğu gibi, bu lafızların bilgisini ve bunlarla neyi kastettiğini bildirmiş olabi­lir. Bu durumda o lafzı bilmesi ldşi adına mübah olur. Hatta ilhamında veya sezgisinde bildirilen anlama inanmak onun için zorunludur.

Müteşabih ayeder, Allah Teâlâ’dan kulları için bir sınanma vesilesi olarak indirilmiştir. Allah Teâlâ, bu konuda kullarına nasihat ederken daha ileri git­miş ve onlara müteşabihi araştırmayı yasaklamıştır. Başka bir ifadeyle insanların müteşabih hakkında herhangi bir şekilde hüküm vermeleri yasaklanmıştır. Çünkü müteşabih ayetin tevilini Allah Teâlâ’dan başka hiç kimse bilemez. Bilgide derinleşen insanlar onu öğrenmişse, bu öğren­me, düşünce ve çalışmaları sayesinde değil, Allah Teâlâ’nın bildirmesiyle ger­çekleşebilmiştir. Çünkü müteşabihi bilmek, ilahi bir bildirim olmaksı­zın, akılların tek başına elde edebileceği bir iş değildir. O halde, kabul etmek en doğrusudur.

Hamd âlemlerin rabbi Allah Teâlâ’yadır.

Bu meyanda ‘Görmedin mi nasıl...’1'6 ayetine gelince: Burada Allah Teâlâ, düşünceyi niteliklere yöneltmiştir. Bununla kastedilen, zorunlu olarak, biçimlendirme değil, biçimlenenlerdir. Çünkü biçimlendirme, aldedilir bir Hakk döner ve onun biçimlendirene dönük bir nispeti vardır. Biçim­lendiren ise, Allah Teâlâ’dır. Hiç kimse yaratılışı esnasında ilahi kudretin şey­lere nasıl iliştiğine tanık olmamıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:' ‘Göklerin ve yerin yaratılışına onları tanık tutmadım.’"7

‘İç’lerine (fî) değil, kendilerine (ilâ) bakmamız emredilen söz ko­nusu keyfıyedere bakmak, onları biçimlendiren, yani nitelik sahibi ya­pan birinin varlığına delil saymamız ve niteliklerden ona geçmemiz içindir. Bunlar, biçimlendirilmiş-yaratılmışların üzerinde bulundukları durumlardır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Deveye bakmazlar mı nasıl yaratılmış? Dağlara bakmazlar mı, nasıl dikilmiş?’"8 Söz konusu şeyler, ancak var ol­duktan sonra onlara ‘bakabiliriz.’ Bu durumda, onlara ve durumlarının farklılığına bakabiliriz.

Kur’an-ı Kerim, ‘nasıl’ sorusuyla var etme halini kastetmiş olsaydı, ‘onlara bak’ demezdi. Çünkü onlar henüz mevcut değildir. Böylece, şeyleri görmede bizden istenilen niteliğin bu konuda bilgisi olmayan kimsenin sandığı şey olmadığını anladık. Görmez misin? Hakk, düşün­mek. anlamındaki bakmayı kastettiğinde, onu ‘içinde’ harfine bitiştirmiş ve nasıl lafzı ona eşlik etmemiştir: ‘Göklerin ve yerlerin melekûtuna (fimelekût) bakmazlar mı?’"9 Bunun anlamı, bu konuda düşünmezler mi demektir. Böylece, onların kendi başlarına var olmadığı, başkasının on­ları var ettiğini öğrenirler.

Bu bakışta ise, daha önceki bakışta olduğu gibi, şeylerin var olması şart değildir. Çünkü bu konuda insan, gözüyle değil düşüncesiyle bakmalda sorumludur. Melekûtun bir kısmı gayb (görünmeyen), bir kısmı ise, şehadettir (görünür). Kuşkusuz (bir şeyin içine bakmak anlamı ve­ren) fi harfiyle Allah Teâlâ hakkında değil, Allah Teâlâ’nın hiçbir şeye benzemediğini anlayalım diye, yaratılmışlara bakmamız emredilmiştir. Çünkü Allah Teâlâ’ya bir şey benzeseydi, benzediği hakkında caiz olan şey, benzerlik yönün­den Allah Teâlâ hakkında da caiz olurdu.

Bu durum, iki sakıncaya yol açardı: Ya Allah Teâlâ, şeylere bütün açılar­dan benzerdi. Böyle bir şey, belirttiğimiz nedenle imkansızdır. Ya da, bazı yönlerden benzer, bazı yönlerden ise benzemezdi. Bu durumda, O’nun zatı İki şeyden oluşmuş olurdu. Hâlbuki Allah Teâlâ’nın zatmda bileşiklik imkansızdır. Dolayısıyla yaratıklara benzemek imkansızdır.

Zayıf vehimlerin zannettiği gibi, bu konuda söylenmesi gereken her şey, içerdiği kapalılıklar nedeniyle bir tek bölümde bütün olarak or­taya konulamaz. Söylenmesi gerekenleri elinizdeki kitabın çeşitli bö­lümlerine yaydık. Sen de, bilhassa ilahi tecelli meselesinin zikredildiği yerlerde olmak üzere, kitabın bölümlerinde onu araştır ki, bu bölümün bütününe vakıf olasın! Orada dur! Bale ve bu bölüme layık sana söyle­nen şeyleri bul!

Kur’an-ı Kerim nitelik (ifadesinin zikredildiği ayetler) ile doludur. Çünkü nitelikler, hallerdir. Hallerin bir kısmı, nitelik sahibinin özünden kaynaklanan şeylerken bir kısmı öyle değildir. Nitelenen herhangi bir keyfiyetinde bir niteleyenin varlığını gerektirse de gerektirmese de, öz­den kaynaklanan hallerin hükmüyle sahibinin hükmü birdir. Bu du­rumdaki bir şeyin niteliği zatının aynıdır; zatı ise kendisi nedeniyle var olduğu için başkasını gerektirmez. Dolayısıyla niteliği de öyledir. Çün­kü kendisinin niteliği, kendisinden başka değil, onun aynıdır ve ona ila­ve bir şey değildir.

Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.

YİRMİ DOKUZUNCU BOLUM

Selman'ı Ehl-i Beyt'e Katan Sırrın Bilinmesi Onun Vâ­risi Olan Kutuplar ve Onların Sırlarının Bilinmesi

Köle efendisine bağlıdır

Kendisine ait fiil ve belirleme görecek şekilde, O’ndan ayrılamaz

Oğul kuldan derece bakımından daha düşüktür.

Nitekim Şeriat onun hakkında bilgiyi açıkça ortaya koymuştur

Oğul babasının mallarına bakar.

Şayet vârisi cimri ve tamahkâr ise.

Oğul babasının mertebesini elde etmek

Ve babasını diğer ölülerle beraber kabirde görmek ister

Kölenin değeri efendisinin malından kaynaklanır

Zorunlu ve özgür olarak ona döner

Kölenin değeri, efendisinin makamındadır

Sürekli izzetin perdesiyle örtülü kalır

Horluk sürekli kendisine eşlik eder

Her nefes köle ezilmiş olarak kalır.

Oğul ise kendiliğinde babasından dolayı

Azizdir; saygı ve hürmet talep eder

Allah Teâlâ sana yardım etsin, bilmelisin ki: Cafer b. Muhammed esSadık’ın rivayet ettiği bir hadis bize ulaşmıştır. Cafer b. Muhammed babası Muhammed b. Ali’den, o da babası Ali b. el-Hüseyin’den, o da babası Hüseyin b. Ali’den, o da babası Ali b. Ebû Talib’ten, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu bildirmiştir ‘Kavmin kölesi, onlardandır.’ Tirmizi de, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den şöyle bir hadis aktarır: ‘Kuran ehli, Allah Teâlâ’nın ehli ve seçkinleridir.’ Allah Teâlâ, kullarından seçkinler hakkında şöyle buyurur: ‘Şüphesiz kullarım üzerinde senin (şeytan) bir hakimiyetin yok­tur.’120 Üzerinde herhangi bir yaratılmışa ait Hakk bulunan bir Allah Teâlâ ku­lunun kulluğu, üzerindeki o Hakk ölçüsünde eksiktir. Çünkü yaratık, on­dan hakkım ister ve bu Hakk nedeniyle o kul üzerinde otoritesi vardır. Bu durumda üzerinde Hakk bulunan kişi, kendisini bütünüyle Allah Teâlâ’ya adamış mutlak kul olamaz.

Bu durum, Allah Teâlâ’ya yönelen kimselerin yaratıklardan uzak durması­na, yolculuk yapmalarına, ıssız ve tenha yerleri tercih etmelerine, insan­lardan kaçmalarına ve hayvanlara sahip olmaktan uzak durmalarına yol açan şeydir. Çünkü onlar, bütün varlıklardan azade ve hür kalmak iste­miştir. Ben yolculuk yaptığım günlerde onlardan büyük bir grupla kar­şılaştım. Bu makama ulaştıktan sonra hiçbir hayvanım, hatta giydiğim bir elbisem bile olmadı. Giydiğim elbiseyi, bana kullanım izni veren be­lirli bir şahıstan ödünç alarak giyerdim. Herhangi bir şeye sahip olur olmaz ya o şeyi bağışlayarak veya azad edilecek bir şey ise azad ederek ona sahip olmaktan kurtuldum.

Bu durum, Allah Teâlâ’ya tahsis edilmiş kulluk makamına yerleşmek iste­diğimde gerçekleşti. Bana şöyle denildi: Herhangi bir kimsenin senin aleyhinde kanıtı olduğu sürece, bu makama ulaşamazsın. Ben de şöyle dedim: ‘Dilerse Allah Teâlâ’nın bile olmaz.’ Bana denildi ki: ‘Nasıl olur da Allah Teâlâ’nın bile senin üzerinde kanıtı olmasın?’ Şöyle cevap verdim: ‘Kanıt­lar, kabul edenlere karşı değil, inkâr edenlere karşıdır; ‘benim ne hak­kım ne payım vardır’ diyenlere karşı değil, iddia ve pay sahibi olanlara karşı ortaya konulur.’

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem mutlak kul olduğunda, Allah Teâlâ onu ve ev halkını ter­temiz yapıp onlardan pisliği gidermiştir. Pislik onlara zarar veren her şeydir. Pislik, Araplara göre, dışkı demektir. Nitekim dilci el-Ferrâ böy­le demiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ey Ehl-i Beyt! Allah Teâlâ sizden sadece pisliği gidermek ve sizi tertemiz yapmak.ister.’121 O halde onlara tertemiz olan kimse izafe edilebilir. Çünkü onlara izafe edilen şey, onlara benzeyen­dir. Ehl-i Beyt’in kendilerine izafe ettikleri şey ise, temizlik ve arınmışlık hükmüne sahip olan kimsedir. İşte bu, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Selman bizdendir, ailemizdendir’ diyerek Selman el-Farisî’nin temizliği, Allah Teâlâ tara­fından korunmuşluğu ve masumiyeti hakkındaki tanıklığıdır. Allah Teâlâ da, onların temizlendiği ve kendilerinden ldrin giderildiği hakkında tanıklık yapmıştır. Ehl-i Beyt’e sadece temiz ve nezih olanlar izafe edilebildiğine ve sırf izafe edilmişlik sayesinde onun hakkında da ilahi inayet gerçek­leştiğine göre Ehl-i Beyt’in kendisi hakkında ne zannedilebilir? Onlar, temizdir, hatta temizliğin ta kendileridir.

Bu ayet, Allah Teâlâ’nın Ehl-i Beyt’i ‘Allah Teâlâ senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlasın diye122 ayetinde Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e ortak kıldığı anlamına gelir. Hangi kir ve pislik günahlardan daha kirli olabilir ki? Allah Teâlâ peygambe­rini bağışlamakla arındırmıştır. Bizce günah olan bir şey Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den meydana gelseydi, gerçekte değil görünüşte günah sayılabilirdi. Çünkü gerçek anlamıyla günah, ne Allah Teâlâ ne de bizim tarafımızdan Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e nispet edilmez. Ayette geçen şey (bizim anlayışımıza gö­re) günah olsaydı, onun hakkındaki hüküm peygamberin fiiline de eşlik eder ve şu ifade doğru olmazdı: ‘Sizden kiri giderdi ve sizi tertemiz yaptı.’

Fatıma’mn oğulları olan şerifler ve Selman-ı Farisî gibi Kıyamet gününe kadar Ehl-i Beyt’ten olan kimseler, bu ayetteki bağışlanma hükmüne girer. Onlar, Allah Teâlâ’nın tahsisi ve inayeti olarak, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in üstünlüğü ve Allah Teâlâ’nın kendisine olan inayetinin gereğiyle terte­mizdir. Bu üstünlüğün hükmü, Ehl-i Beyt için ahiret hayatında ortaya çıkar. Çünkü onlar, bağışlanmış olarak diriltilecektir. Dünyada ise, on­lardan herhangi biri suç işlediğinde, cezalandırılır. Onların bu durumu, zina etmiş ya da hırsızlık yapmış veya içki içmiş bir tövbekar müslümanın durumu hakime ulaştığında, Allah Teâlâ katında bağışlanmış ol­sa bile, halcim tarafından cezaya çarptırılmasına benzer. Böylelerine ör­nek olarak (sahabeden) Mâiz ve benzerlerini verebiliriz. Böyle birinin kınanması uygun değildir.

Allah Teâlâ’ya ve indirdiğine inanan her müslümanın ‘Ey Ehl-i Beyt! Allah Teâlâ sizden sadece pisliği gidermek ve sizi tertemiz yapmak ister’ ayetini doğru­laması, dolayısıyla Ehl-i Beyt’ten meydana gelen her işte Allah Teâlâ’nın onları bağışladığına inanması gerekir. Binaenaleyh bir Müslüman onlara gü­nahı yalcıştırmamalı veya Allah Teâlâ’nın temizliklerine ve kendilerinden kirin giderildiğine tanıklık yaptığı insanların ırzlarına halel getirecek bir şeyi onlara izafe etmemesi gerekir. Onlarm bu temizlikleri, yaptıkları bir amel ya da işledikleri bir iyilikten kaynaklanmaz. Bilakis bu durum, Allah Teâlâ’nın onlara olan ezelî inayetinden ibarettir. ‘Bu, Allah Teâlâ’nın lütfüdür ki onu dilediğine verir. Allah Teâlâ büyük lütuf sahibidir.n23

Selman-ı Farisî hakkında böyle bir haber doğru olduğuna göre, o da aynı dereceye sahiptir. Çünkü Selman, şeriatın zahirinin kötü saydığı ve failinin kınanmasına yol açan bir iş yapsaydı, kötülüğün kendisinden giderilmediği bir kimse Ehl-i Beyt’e izafe edilmiş, bu durumda ise, kendilerine izafe edildiği ölçüde bu kötülükten Ehl-i Beyt’in de payı olurdu. Hâlbuki onlar, ayetin hükmüyle temizlenmiş kimselerdir. Sel­man da, hiç kuşkusuz onlardan biridir. Ümit ediyorum Hz. Ali ve Selman’dan sonra gelenlere de bu inayet ulaşır. Nitekim Hasan ve Hüse­yin’in oğullarıyla onların takipçileri ve Ehl-i Beyt’in kölelerine de bu inayet ulaşmıştır. Çünkü Allah Teâlâ’nın rahmeti geniştir.

Ey dost! Bir yaratılmışın Allah Teâlâ katındaki mertebesi, kendilerine iza­fe edilen birinin onların üstünlüğü sayesinde şerefleneceği mesabede olduğuna bakınız! Onların şerefi ise, kendilerinden değil, onları seçen ve kendilerine şeref elbisesi giydiren Allah Teâlâ’dan kaynaklanır. Hal böyle iken, özü ve zatı gereği övgü ve üstünlüğe sahip olana nispet edilenin derecesi ne olabilir? Allah Teâlâ’ya izafe edilenler, O’nun kullarıdır. Onlar, ahirette üzerlerinde hiçbir yaratılmışın otoritesinin bulunmayacağı kim­selerdir. Allah Teâlâ, Iblis’e şöyle demiştir: ‘Benim kullarım: Burada Allah Teâlâ, kulları kendisine izafe etmiştir. ‘Onların üzerinde senin bir hakimiyetin yoktur:'24

Kuran’da Allah Teâlâ’ya izafe edilmiş olarak bulabileceğin yegâne kullar, özellikle mutlu kullardır. Başkaları hakkında bu lafız, ‘kullar’ şeklinde gelmiştir. Peki, bu kullar içinde masum, korunmuş, efendilerinin sınır­larını gözeten, O’nun belirlediği alanlarda duranlar hakkında ne dersin? Hiç kuşkusuz onların şerefi daha yüksek ve daha tamdır. İşte onlar, bu makamın kutuplarıdır.

(Selman’ın Sırrı)

Selman-ı Farisî, bu kutuplardan Ehl-i Beyt’in üstünlüğüne vâris olmuştur. Selman, Allah Teâlâ’nın kulları üzerinde ve yaratıkların ve nefisleri­nin insanlar üzerindeki haklarını en iyi bilen, bu hakları en sağlam şe­kilde yerine getiren kimselerdendi. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem onun hakkında şöy­le demiştir: ‘İman Süreyya yıldızında bile olsa, İranlı adamlar ona ula­şırdı.’ Bunu derken, Selman el-Farisi’yi işaret etmiştir. Hz. PeygamJber’in diğer yıldızları değil de, Süreyya yıldızını zikretmesinde, (Tanrı hakkında) yedi sıfatı kabul edenler için nefis bir işaret vardır. Çünkü o yedi sıfat, yedi yıldızdır.

Selman’ın Ehl-i Beyt’e katılmasını sağlayan sır, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in onu sözleşmeli azat yapmış olmasıydı. Burada şaşılacak bir algı vardır. Selman, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in azadlığıdır. ‘Bir kavmin kölesi, onlardandır.’ Herkes, Allah Teâlâ’nın kölesidir ve ‘Allah Teâlâ’nın rahmeti her şeyi kuşatmıştır.’ Her şey, Allah Teâlâ’nın kulu ve kölesidir.

Ehl-i Beyt’in Allah Teâlâ katındaki konumu açıklanıp -Allah Teâlâ onları temiz­lediği içinhiçbir Müslüman’ın kendilerinden meydana gelecek şey ne­deniyle onları kınamaması gerektiği belirtildiğine göre, bilmen gerekir ki: Bir insanm onları kötülemesi, Ehl-i Beyt’e değil, sadece kendisine döner. Ehl-i Beyt bir insana haksızlık ederse, şeriatın zahirinin telafi edilmesine hükmedilse bile, bu haksızlık, gerçekte değil, o kişinin zannınca bir haksızlıktır. Hatta onların bize haksızlık yapması, kulun malı­na ve canına gelen boğulmak veya yanmak gibi kaderin yok edici ey­lemlerine benzer. Kaderin etkisiyle insanın malı yanar ya da sevdikle­rinden biri ölür veya kendisine bir bela isabet eder. Bütün bunlar, insa­nın gayesine uygun olmayan şeylerdir.

Hâlbuki kulun Allah Teâlâ’nın kaderini ve yazgısını kötülemesi doğru de­ğildir. Aksine hepsini teslimiyet ve hoşnudukla kabul etmesi gerekir. Teslimiyet ve (Hakkın takdirinden) hoşnut olma mertebesinden aşağı­da ise sabır ile bu mertebeden yukarıda ise şükür ile karşılaması gerekir. Çünkü başına gelen belanın içinde o kişi adına Allah Teâlâ tarafından nimet­ler vardır.

Zikrettiğimizin ötesinde herhangi bir iyilik yoktur. Çünkü bunun dışında sadece hata, öfke, hoşnutsuzluk ve Allah Teâlâ’ya karşı saygısızlık var­dır. Müslüman, malı, canı, ırzı, ailesi ve yakınları hakkında Ehl-i Beyt’ten kendisine gelen her şeye böyle karşılık vermelidir. Bütün bun­lara hoşnutluk, teslimiyet ve sabır ile karşılık verip hiçbir zaman kötü­lüğü Ehl-i Beyt’e nispet etmemelidir. Şeriatm sabit hükümleri onlara yönelmiş olsa bile, bu da onların masumluğuna zarar vermez. Bilakis, onu takdir edilmiş işler gibi değerlendirir. Biz kınamayı onlarla ilişkilendirmeyi reddettik. Çünkü Allah Teâlâ, kendileriyle bir ortaklığımız olma­yacak özellikle onları bizden ayırmıştır.

Meşru hakların eda edilmesine gelince, bu meyanda Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Yahudilerden borç alırdı. Borçlarını istediklerinde ise olabilecek en güzel şekilde borcunu öderdi. Bir Yahudi kendisine sözle sataştığında şöyle derdi: ‘Bırakın adamı! Alacaklının söz söyleme hakkı vardır.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, bir hadiste şöyle buyurur: ‘Muhammed’in kızı Fatıma bile hırsızlık yapmış olsaydı, hiç kuşkusuz elini keserdim.’

Hükümleri koymak Allah Teâlâ’ya aittir. O, hükümleri dilediği şekilde ve dilediği tarzda koyar. İşte bunlar, Allah Teâlâ’nın haklarıdır. Bununla birlikte Allah Teâlâ, Ehl-i Beyti kınamamıştır. Biz, kendi haklarımızdan ve onlardan talep edeceğimiz mallarımızdan söz ediyoruz. Bu konuda serbestiz, di­lersek hakkımızı alırız, dilersek bırakırız. Bırakmak, genel anlamda daha üstün iken, Ehl-i Beyt hakkmda nasıl olmasın ki? Hiç kimseyi kınama hakkımız yok iken, Ehl-i Beyt için nasıl olabilir ki? Biz, haklarımızı aramaktan vazgeçip onları bağışlarsak, bu davranışımızla Allah Teâlâ katında bizim adımıza büyük bir nimet ve yüce bir mertebe gerçekleşir.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, Allah Teâlâ’nın emri olarak, bizden ‘sadece yakın akrabaya sevgi"25 istemiştir. Yalan akrabayı gözetmek (sıla-i rahim) sırrı bunda­dır. Gücü yettiği halde kendisinden istediği bir işte Peygamber’in iste­ğini kabul etmeyen kimse, yarın onunla hangi yüzle karşılaşabilirdi? Kendisinden istediği akrabayı sevme işinde peygamber’i üzmüş iken, bir insan peygamberin şefaatini nasıl umabilir? En özel yakınlar olan Ehl-i Beyt’e karşı nasıl davranabilir?              .

Ayette meveddet lafzı geçmiştir. Meveddet, sevgide kararlılık ve ısrar demektir. Bir işte sevgisi sabit olan kimseye sevgi her durumda eş­lik eder. Her durumda Ehl-i Beyt’i seven insan ise, kendi hakkına yöne­lik ortaya çıkan ve kendilerinden isteyebileceği işlerde Ehl-i Beyt’i yargı­lamaz. Hakkını severek ve kendi aleyhine değil, kişisel yararını tercih ederek bıralcır. Şair şöyle der:

Sevgilinin (mahbub) yaptığı her şey sevimlidir

Burada, hub kelimesinden türetilen bir kelime gelmiştir. (Hub’bun daha ileri derecesi olan) Meveddet nasıldır, siz hesap edin! Allah Teâlâ için elVedûd isminin (ayette) gelmiş olması bir müjdedir.

Allah Teâlâ hakkmda meveddet (sevgide kararlılık) özelliğinin sabit olma­sının anlamı, etkisinin ahiret hayatında ve cehennemdeki gruplarda bil­fiil gerçekleşmesidir. Bu etki, Allah Teâlâ’nın her gruptaki hikmetine göre, gerçekleşir. Başka bir şair aynı anlamda şöyle der:

Onu sevdiğim için siyahı da seviyorum.

Siyahı sevdiğim için köpeklerin siyahlığını da seviyorum.

Benim de bu anlamda bir mısram var:

Senin sevgin uğruna bütün Habeşlileri seviyorum

Senin ismin uğruna aydınlık veren dolunayı seviyorum.

Şöyle denilir: Siyah köpekler kendisiyle hemhal oluyordu, o da on­lara sevgi duyuyordu. Bu, kendisini sevmenin Allah Teâlâ katında insanı mut­lu etmediği ve Allah Teâlâ’ya yakınlık meydana getirmediği birini sevmek uğ­runa aşığın davranışıdır. Bu durum, sevginin doğruluğu ve nefiste mu­habbetin yerleşmesinden başka bir şey olabilir mi?

Allah Teâlâ’yı ve Peygamberini gerçekten seviyorsan, peygamberin Ehl-i Beyt’ini de sever ve onlardan senin hakkında ortaya çıkan doğana ve maksadına yadcın olmayan her şeyi, onlardan meydana gelmesi bakı­mından nimet saydığın bir güzellik olarak görürsün. Bu esnada, kendisi için Ehl-i Beyt’i sevdiğin Allah Teâlâ’nın nezdinde -çünkü Allah Teâlâ kimi sevdiğini sana söylemiştirsenin adma bir inayet bulunduğunu öğrenirsin. Allah Teâlâ’nın sevdikleri, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Ehl-i Beyti’dir. Bu nimet karşılığın­da ise, Allah Teâlâ’ya şükredersin. Çünkü onlar, bilginin ulaşamayacağı bir te­mizlikle Allah Teâlâ’nın kendilerini arındırması sayesinde tertemiz dillerle seni zikretmiştir.

Kendilerine muhtaç olduğun Ehl-i Beyt ve Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem lcarşısında -ki Allah Teâlâ sana onun vasıtasıyla doğruyu gösterirbunun zıddı bir hareket yaptığmı gördüğümüzde, peygamberinin ailesi hakkında böyle hareket ederken beni çok sevdiğin, benim haklarımı ve mertebemi titiz­likle gözettiğini iddia ettiğin sevgine nasıl güvenebilirim? Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki: Bu yaptığın, sadece imanının eksildiğinden ve Allah Teâlâ’nın seni al­datmasından ve farkında olmadığın yönden seni saptırmasından kay­naklanır.

Buraçlalci aldanma, o davranışında Allah Teâlâ’nın dininden ve şeriatından hareket ettiğini iddia etmen ve buna inanmandır: Hakkını ararken, ta­lep ettiğin her şeyin, Allah Teâlâ’nın talep etmeni mubah kıldığı şeyler olduğu­nu iddia edersin. Böylelikle, farkında olmadığın halde, bu meşru talebe kınama, buğz, nefret ve Ehl-i Beyt’e karşı kendi nefsini tercih etmen gi­rer.

Bu dermansız hastalığı iyileştirecek ilaç, Ehl-i Beyt üzerinde kendi­ne ait bir Hakk görmemen ve hakkını arayışına zikredilen duygularının girmemesi için hakkından vazgeçmendir. Sen Müslümanların başkanı değilsin ki, şerî cezayı uygulamak ya da haksızlık yapılana adalet gös­termek veya hakkı sahibine ulaştırmak görevin olsun! Halcim olursan, hakkında hüküm verilen kişi Ehl-i Beyt’ten biri ise, Hakk sahibini hak­kından vazgeçirmeye çalışmalısın. Diretirse, şeriatın o konudaki hük­münü uygulaman gerekir.

Dostum! Allah Teâlâ sana ahirette Ehl-i Beyt’in Allah Teâlâ nezdindeki yerini göstermiş olsaydı, hiç kuşkusuz, onların kölesi olmayı arzulardın; Allah Teâlâ, nefislerimizi olgunlaştıracak şeyleri bize ilham etsin. Selman’ın hepsinin arasındaki mertebesinin ne kadar yüksek olduğuna dikkat ediniz!

Sana bu makamın kutuplarını açıklayıp onların Allah Teâlâ’nın seçilmişhayırlı kulları olduğunu belirttiğime göre, şunu da bilmelisin: Allah Teâlâ’nın bize bildirmiş olduğu onların sırlarını sıradan insanlar bilemez. Hatta, bu makama sahip olmayan seçkinlerin çoğu onlarm sırlarını bilemez.

Hızır, söz konusu makamın kutuplarından biri ve en büyüklerin­dendir. Allah Teâlâ, ‘katından bir rahmet verildiği ve bilgi öğrettiği’ şeklinde Hızır hakkında tanıklık etmiştir. Bu ilimde Allah Teâlâ ile konuşan Hz. Musa da kendisine uymuştur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Hz. Musa haldcında şöyle bu­yurmuştur: ‘Musa yaşasaydı, bana uymaktan başka bir şey yapamazdı.’

Onlarm sırlarından biri de, daha önce zikretmiş olduğumuz gibi, Ehl-i Beyt’in mertebesini ve Allah Teâlâ’nın, onların rütbelerinin yükseldiği haldcında dildeat çektiği şeyleri bilmektir.

Onlarm sırlarından biri, peygamberi sevmeyi iddia etmekle birlikte, Ehl-i Beyt’e buğz edişte Allah Teâlâ’nın kullarını saptırmasını bilmektir. Hâl­buki Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, yalcınların sevilmesini istemiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de Ehl-i Beyt’ten biridir. İnsanların çoğu, Allah Teâlâ’nın emriyle peygamberin kendilerinden istediği şeyi yerine getirmemiş, Allah Teâlâ’ya ve peygamberine isyankâr olmuştur. İnsanlar, sadece kendisinden iyilik gördükleri kim­seye yaklaşmayı ister. Şu halde onlar, gerçekte kendi menfaatlerini sev­miş, nefislerine tutkun olmuşlardır.

Söz konusu kutupların sırlarından biri de, fakihlerin farkında ol­madığı yönden bu Muhammedi şeriatta Allah Teâlâ’nın farz kıldığı şeylerin doğruluğunu bilmektir. Bilgilerini ölüden ölüye aktarım yoluyla alan fıkıhçı ve hadisçilerden sonradan gelenler, bilgisinde zann-ı galip sahi­bidir. Çünkü aktarmak, tanıklığa bağlıdır. Aktarımda tevatür şartını bulmak zordur. Tevatür yoluyla bilgi ifade eden bazı şeyleri öğrenmiş olsalar bile, tevatürle aktarılmış lafız, hüküm verdikleri konuda (kuşku taşımayan) bir nass olamaz. Çünkü (nassm tam olarak ne anlama geldi­ğini tevatürle) nassı elde etmek güçtür. Onlar, söz konusu lafızdan an­layış güçleri ölçüsünde alırlar ve bu nedenle görüş ayrılığına düşerler. Bazen aynı konuda kendilerine ulaşmayan ve kullandıkları nassla çelişen başka bir nass bulunabilir. Kendilerine ulaşmayan şey ile ise, ibadet edemezler. Bu lafzın gücündeki ihtimallerden hangisiyle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in hüküm verdiğini de bilemezler.

Allah Teâlâ ehli ise, onu keşifte apaçık bir durum ve hükümdeki sarih nass ile Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den veya Allah Teâlâ’dan alır. Allah Teâlâ’dan almaları, Rablerinden üzerinde bulundukları kanıt ve insanları kendisine göre Allah Teâlâ’ya davet ettikleri basiretle gerçekleşir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Rabbin tarafın­dan (gelmiş) açık bir delile dayanan kimse.’126 Başka bir ayette ise, ‘ben ve bana tabi olanlar, basiret üzere Allah Teâlâ’ya çağırıyoruz’127 buyrulmuştur. Böy­lece Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, basiretli olmada sadece kendisini zikretmemiş, kendisine uydukları için Allah Teâlâ ehlinin de basiret sahibi olduklarına ta­nıklık etmiştir. Şu halde Allah Teâlâ ehli peygambere ancak basirede uyar. Onlar, Allah Teâlâ’nın kulları ve bu makamın sahipleridir.

Onların sırlarından biri de, ilahi mertebe hakkında inandıkları şey­lerde inanç ehlinin haklarını teslim etmektir. Onlar, insanlara neyin te­celli edip böyle inanmalarını sağladığını, kendisine dayandıkları zorlayı­cı sebepte görüş birliği olsa bile -çünkü iki kişi bile bu konuda görüş ayrılığına düşmemiştirgörüş ayrılığının nereden kaynaklandığını bilir. Bu sebep hakkında görüş ayrılığı nereden doğmuştur? Bu sebep nasıl isimlendirilir? Bazı kimselere göre söz konusu sebep doğa, bazı kimse­lere göre dehr (zaman), bazı kimselere göre ise başka bir şeydir. Şu var ki herkes, onu ispatta ve varlığının zorunlu oluşunda görüş birliği için­dedir.

Acaba böyle bir esasa dayanmakla birlikte, söz konusu görüş ayrılı­ğı onlara zarar verir mi vermez mi? Bütün bunlar, bu makam ehlinin bilgilerindendir.

On yedinci kısım sona erdi. Bunu on sekizinci kısım takip edecektir.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar