[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] OTUZ ÜÇÜNCÜ KISMI
Rahman ve
Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla
BÂB
Cünüb Olanın Mushafa Dokunması
Şeriat
bilginleri, cünübün mushafa dokunup dokunamayacağı hususunda görüş
ayrılığına düşmüştür. Bilginlerin bir kısmı cünübün mushafa dokunabileceği
görüşündeyken bir kısmı bunun caiz olmadığı fikrindedir.
Bu meselenin bâtını yorumu şudur:
Bütün âlem, Allah Teâlâ’nın varlıktaki kelimeleridir. Allah Teâlâ Hz. İsa
hakkında şöyle buyurur: ‘Meryem’e ilka ettiği kelimesidir:109 Başka bir âyette İse, şöyle buyurur:
‘Allah Teâlâ’nın kelimeleri tükenmez.’110 Başka bir âyette ise ‘temiz
kelime ve salih amel O’na yükselir:111 ‘Kelim’, kelimenin çoğuludur. Allah Teâlâ,
[var etmek] istediği bir şeye ‘ol’ der. Böylece, şöz konusu şey de varlık
kazanır ve [ayetteki ifadesiyle] ‘olur.’ Öyleyse bütün varlık, açılmış bir levhadır
(rakk-ı menşur). Alem ise, onda yazılı, hatta rakamlı kitaptır. [Rakamlı
dememizin sebebine gelirsek] Çünkü onun iki yönü vardır: Bir yönü ilahi isimler
ve yüksekliği isterken, diğer yönü aşağıyı ister. Aşağı, doğadır. Bu nedenle
rakamlı kelimesini yazılı kelimesinden üstün saydık. Öyleyse rakamlı olan her
şeyin her yönü, yazılıdır. Bu konuda şu dizeleri söyledik:
Varoluş
bakalaşmalarında şaşırtıcıdır
Ona bakan
kimse, bir süslenme ve engellenmeyle karşılaşır
Ona bak! Varlıktaki
özgünlükleri göreceksin Çünkü rakamlı şeylerin her yönü yazılıdır
Varlık kendisine bakanı
şaşırtan bir sırdır Oluş rakamlı, levha ise açılmıştır.
Öyleyse varlık, daha önce
belirttiğimiz gibi, açılmış bir levhadır. Ondaki varlıklar [a’yân] ise, yazılı
bir kitaptır. Şu halde varlık, ‘Allah Teâlâ’nın tükenmez kelimeleridir.’
Binaenaleyh O’nun evi imar edilmiş, çatısı yükseltilmiş, haremi sakınılmış,
emri duyulmuştur. Öyleyse, kendisi de bu mushafın harflerinden biriyken bu kul
nereye gider?! ‘Doğru söylüyorsanız, Allah Teâlâ’dan
başkasma mı dua ediyorsunuz? Bilakis O’na dua edersiniz ve O sizden
kaldırmasını istediğiniz sıkıntıyı kaldırır.’112 Acaba, [sıkıntı anında] Allah
Teâlâ’ya koştuğunuz ortağa mı dua ediyorsunuz? Hayır, yemin olsun ki hayır!
Ortak koştuğunuz şeye dua ederken bile, onun sizin inancınızda ilah olması
nedeniyle dua edersiniz. Öyleyse, o surete değil, Allah Teâlâ’ya dua
etmişsinizdir. Bu nedenle duanıza karşılık verildi. Suret ise, ne zarar verir
ne fayda!
‘De ki
onları isimlendiriniz?113 anlamındaki âyete dikkat ediniz!
Tapılan şeyleri kendi isimleriyle isimlendirirseniz, isimlerin onlarm
kendileri olduğu [anlaşılır]. Bu nedenle ortak koşanlar, elleriyle yontup
taptıklarını [gösterecek şekilde] taptıkları şeylere ‘taş’, ‘ağaç’, ‘yıldız’
demez. Öyleyse insan, taptığı şeyin maddesine tapmaz. [Tapılan] Suret ise, insanın
yapımıdır. Onları ilah diye isimlendirirlerse, ilaha ibadet ettikleri
anlaşılır. İşte kendiliğinde gerçeğin tespiti budur. Kur’an-ı Kerim’deki bir
âyet, vardığımız bu yoruma işaret eder: ‘Allah
Teâlâ kendisinden başkasma tapmamanıza hükmetti [kaza].’[1]'4 Kaza, bize
göre, ‘hükmetti’ demektir. Gerçekler hakkında bilgisiz şekilci âlimlere göre
ise ‘emretti’ demektir. Bu iki anlam arasında ise, gerçekte büyük bir fark
vardır.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in bize öğretmek maksadıyla söylediği ‘Allah Teâlâ’yı sanki görürcesine ibadet et1 hadisinde de bu konuya dönük işaret vardır. Bir grup sahabe yanındayken Cebrail kendisine ihsanın ne olduğunu sorunca, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle yanıt vermiş: ‘Allah Teâlâ’yı sanki görürcesine ibadet etmendir.’ Hadiste ‘sanki’ edatı gelmiştir. Daha önce, hayalin duyulur şeylerin hâzinesi olduğunu öğrenmiştin. Hakk ise, bizim için duyulur bir şey değildir. O’nun sadece varlığını akledebiliriz [bilebiliriz], Hakkı, görme gücünün altina sokmamız için, hadiste ‘sanki’ edatı gelmiştir. Böylece vehim gücüyle Hakkı duyulur şeylere katarız. Hz.Peygamber, bu ifadesiyle bizi yonttukları şeylerde Allah Teâlâ’ya ibadet eden insanlara yaklaştırdı.
İşaret ettiğimiz şeyi iyi düşün!
Çünkü iş ancak Şari’nin ortaya koyduğu gibidir. Şari, bir yerde inkâr ettiği
şeyi başka bir yerde onaylamıştır. Öyleyse aramızdan bilgili olanlar, Şari’nin
onayladığı yerde hükmü onaylama bilgisine sahipken onaylamadığı yerde ise inkâr
etme bilgisine sahiptir. Ortada sadece sırf iman vardır. Öyleyse, aklının senin
üzerindeki yegâne otoritesi, kabul etmek olmalıdır. Benzetme edatı olan csanki’nin
ne kadar değerli bir edat olduğuna bakınız!
‘Sanki’ bizim sultanimizdir! Onun haberine bakınız!
Çünkü o
haberle birlikte haber verir
Sanki varlıkta otoritesi olan bir harftir .
İncelemedeki
bilginin olduğunu öğrenirsen
İmamdır
ki o, onda tasarruf ederiz
Yaratılmış
hiçbir insan ona karşı koyamaz.
kar. Hakk bize, o harflerin kelamı olduğunu
bildirdi. Bu bağlamda Allah Teâlâ peygamberine şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’nın
kelamını dinleyinceye kadar onu yakınında tut.’ Ardından peygamber bu âyeti
okudu.
Öyleyse, cünüb insanın [mushafa
dokunmaması] gerekir. Cünüb olmak, Hakka özgü özelliklerden uzaklık demektir.
Hakikatlere ve tanımlara uzaklıkta ise, kesinlikle yakınlık bulunmaz.
Mesafeden sonra, sahibi yaklaşmak istediği kimseye yaklaşabilir. Bu bağlamda
Rab kul olamayacağı gibi kul da rab olamaz. Çünkü kul, özü gereği kul olduğu
gibi Rab de özü gereği Rab’dir. Öyleyse kul, Hakkın kendileriyle nitelendiği
anlamla Hakkın niteliklerinden herhangi biriyle nitelenemeyeceği gibi Hakk da
kul için gerçek olan bir nitelikle nitelenemez.
[Konumuza dönersek] Cünüb kişi, bu
yorumla kesinlikle mushafa dokunamayacağı gibi aynı zamanda bu haldeyken
[Kur’an] okuması da uygun değildir. Kula yaraşan şey, onun üzerinde sırf
kulluğun gözükmesidir. Çünkü kul, bütünüyle cünübtür. Öyleyse kul mushafa
temas edemez. [İlahi isimlerle] Ahlâklanırsa, bu kez “Hakkın eli’ mushafa dokunabilir.
Çünkü Hakk sevdiği kulunun kendisiyle tutacağı eli olacağmı söylemiştir.
Dikkat ediniz! Bu aşırı yakınlık ve
bir olma nerede, o uzaklık nerede? VAllah Teâlâi! Allah Teâlâ’yı ancak Allah
Teâlâ bilebilir. Öyleyse, ey teorik aklından hareket eden arkadaş! Kendini
yorma. Ne yana dönerse, sen de Hakk ile beraber dön. Kendisinden sana verdiği
bilgileri Haktan al. Sakın [bu bilgileri kendine göre] kıyaslama, zarar
edersin. Zarar etmek bir yana, bedbaht olursun. Biliyorsun ki, Allah Teâlâ’nın
eli aslı itibarıyla temiz ve nezihtir. Bu durum, ibadetten kullanılmış suyun
asıl bakımından temiz olmasına benzer. Öyleyse bu bölümde sana yaptığım
açıklamalara dikkatini ver.
BÂB
Cünüb Olanın Kur’an Okuması
Şeriat bilginleri bu konuda görüş ayrılığına düşmüştür. Bir
kısmı, belirli ve belirsiz olarak cünüb olanın Kur’an okumasını caiz görmemişken
bir kısmı caiz görmüştür. Kanaatimce [peygambere] varis olan insan, varisi
olduğu insana uymanın gereği olarak, Kuran’ı cünübken okuyamaz. Allah Teâlâ
şöyle buyurur: ‘Sizin için Allah Teâlâ’nın peygamberinde en güzel örnek
vardır.’ Peygamberi ise, cünüb olmanın dışında hiçbir şey Kur’an okumaktan
alıkoymazdı. Fakat, durum kanıtından anlaşıldığı kadarıyla yaygın olan, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin Allah Teâlâ’nın [kelamını] tam temiz olmaksızın
okumayı kerih görmesiydi. Nitekim peygamber kendisine verilen selamı almak için
teyemmüm etmiş ve ‘Allah Teâlâ’yı abdestsiz zikretmek istemedim’ ya da
‘abdestliyken zikretmek istedim’ demiştir. Bilginlerin bir kısniı ise, her
durumda cünübün Kur’an okuyabileceğini caiz görmüştür ki ben de bu görüşteyim.
Fakat Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e uyma amacıyla, böyle bir
haldeyken Kur’an okumayı mekruh sayıyorum.
VASIL
Bu Konudaki Değerlendirme
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellemin davranışlarına uyan insan, cünübken Kur’an
okumayı caiz görmez. Daha önce cünüblüğün vatandan uzaklaşmak, gurbet anlamına
geldiğini bildirmiştik. Gurbet, insanın doğup yetiştiği vatanından ayrılması
demektir. Vatanından uzak düşün kimse, gurbetteyken [vatanı olan] ilahi
isimlerle nitelenme imkânından mahrumdur. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Tat!
Sen saygın ve izzetlisin."15 Söz konusu insan, kendi inancına
göre böyle olduğu gibi o, aynı zamanda vatanından uzak düşmüştür. Böyle bir
insan, iddia sahibidir.
Bu meselede, bilgide kesinlik
derecesine ulaşmış insanlara diyeceğim şudur: Kur’an, toplayıcılık özelliği
nedeniyle ‘Kur'an’ diye isimlendirildi. Çünkü Kur’an, Hakkın kendisi hakkında
verdiği haberlerle yaratıkları ve kullarıyla ilgili anlattığı ve bildirdiği
şeyleri kendinde toplayan bir kitaptır. Öyleyse cünüb, Kur’an okumak
istediğinde, okurken şu iki şeyden birini akimda tutmalı ve dikkate almalıdır:
[Okuduğu şey] Ya Hakkın kendi sözüyle kullarına söylediği şeyi anlatması
bakımından bakar; ya da Kuran’a aktarılan ve anlatılan şey yönünden
bakmalıdır. Kuran’a aktarılan şey yönünden bakarsa [cünüb iken] okuyabilir.
İlk durumda ise, içini temizlemediği sürece Kur’an okuyamaz. İç temizliği ise,
daha önce kendisiyle Mushafa dokunduğu eli olduğu gibi, Hakkın kulun kendisiyle
konuştuğu dili olmasıdır. Böyle bir durumda kelamını okuyan, cünüb kul değil,
Haktır.
Arif, Hakkın kendisine okuduğu [çünkü
arif, kelamını kendisine okuyanın Hakk olduğunun bilincindedir] âyetlerde yaratıklarından
birinin değil, kendi zatının niteliklerinden bildirdiği şeyleri ve Kur’an vasıtasıyla
kuluyla konuştuğunu görür. Bu bildirimden amaç, kulun kabul etmesini
sağlamaktır. Kabul ise, kalple gerçekleşir. İman, bildirileni kabul ettiğinde
ise [herhangi bir durumdayken] onu telaffuz men edilemez. Çünkü Kur’an bize
inmiştir. Bu nedenle Kur’an, gelişi bakımından hadistir [sonaradan], İniş ise,
kendisiyle konuşan [Hakkın] niteliği olması bakımından kadimdir ki, o da Allah Teâlâ’dır.
Cünüblüğün dışında hiçbir şeyin Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’i Kur’an okumaktan alıkoymadığı hakkındaki
rivayet, peygamber’in değil ravinin sözüdür. Ravi ise, her zaman Hz’
Peygamberle birlikte değildi. Öyleyse ifadenin özü, ravinin şöyle demesiyle
sınırlıdır: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem'in cünübken Kur’an
okuduğunu duymadım.’ Başka bir ifadeyle, açıktan okuduğunu duymadım. Kur’an
okuyan insanın ise, açıktan okumanın emredildiği yerlerin dışında, açıktan
okuması şart değildir. Açıktan okumanın emredildiği yerlere örnek olarak
öğrenciye öğretmek ve bazı namazlarda açıktan okumayı verebiliriz. Halbuki Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’den bu kontida bir yasaklama gelmediği gibi böyle
sahih bir rivayet de yoktur. Öyleyse en iyisi, cünübken Kur’an okumayı men
etmemektir.
BÂB
Kandaki Hüküm
Bilmelisin ki kan
üç türdür: Hayız kanı (adet kanaması), istihaze kanı
(özür kanı) ve nifas kanı (lohusalık). Bunların hepsi kadınlara özgüdür ve
bunlarda erkeklerle ilgili bir hüküm yoktur. Öyleyse bunlar [bâtınî yorumda]
nefse ait olmalıdır. Çünkü nefse ait özellik, dişiliktir. Allah Teâlâ nefs
[türlerinden] söz ederken, levvame [kınayan], mutmainne [tatmin olmuş] [gibi
dişilik bildiren] ifadeler kullanmıştır. Bu kelimelerle Allah Teâlâ nefsi dişi
yapmıştır. Ne kalbin he de ruhun bu kanlarda bir payı yoktur.
Şöyle deriz: Tasavvuf yolunun ilk
nesilleri ile riyazet ve nefs terbiyesi yöntemlerinde onlarla müşterek hareket
eden akılcı bir grup, yalanın nefsin hayız hali olduğunda görüş birliğine
varmıştır. Bu yorumda doğru sözlülük ise, nefsin o kandan temizlenmesi
olmalıdır. Öyleyse hayız kanı sağlıklı bir şekilde çıkan kan iken istihaze kanı
ise hastalıkla çıkan kan demektir. Çünkü istihaze kanı bir hastalık nedeniyle
çıkar. Hayız kanının bir hükmü olduğu gibi istihaze kanının da bir hükmü
vardır. Bunun bâtını anlamı, kanın nefsin hayızı sayılmasıdır ki, o da yalan
demektir. Bu kan, daha önce belirttiğimiz gibi, sağlıklıyken çıkan kandır.
[Bâtmı anlamıyla] Yalan ise, Allah Teâlâ hakkında yalan söylemektir. Allah Teâlâ
kendisi hakkında yalan söyleyen kimse için şöyle der: ‘Allah Teâlâ’ya yalan
yere iftira edenden ya da kendisine hiçbir, şey vahyedilmezken bana vahiy
geliyor diyen kimseden daha zalim kim vardır?’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem ise şöyle buyurur: ‘Kim kasıtlı olarak bana iftira ederse, ateşteki
yerine hazırlansın.’ ‘Kasıtlı’ ifadesi, yalanın sağlıklıyken söylendiği
anlamına gelir. [Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in bir şey söyleyip
söylemediği hakkında] Kuşku duyan ise bu hükmün dışındadır. Birinci şahıs,
yalan söylemekte ve yalan söylediğini de bilmektedir. Kuşku sahibi ise,
gerçekte yalan olsa bile, kendince doğru olduğuna inandığı bir şeyi
söylemektedir.
İstihaze kanının bâtınî yorumu, bir
nedenle [illet, hastalık] yalan söylemektir. Böyle biri, namaz kılmaktan veya
cinsel ilişkiye girmekten men edilmez. Bu durum, söz konusu kanın bir sıkıntı
olmadığını gösterir. Hayız kanı ise, sıkıntı demektir. Erkek, eşi hayızhyken
cinsel ilişkiye girerse sıkıntı çekerken hastalıktan kaynaklansa bile istihaze
kanı nedeniyle ilişkide sıkıntı çekmez. Çünkü bu yalan, bâtılı -ki yokluk
demektirgösterse bile, onun varlıkta bir mertebesi vardır. Bu ise, kendisini
telaffuz etmektir. Kastedilen, söylenen yalanla engellenmesi gereken bir
zararın giderilmesi ya da böyle bir yalanda veya yalanla ortaya çıkıp Allah
Teâlâ’ya yakınlık olabilecek bir yararın elde edilmesini temin etmektir. İnsan
o bağlamda doğru söylerse, doğru sözlülük, Allah Teâlâ’dan uzaklaşmaya yol
açardı. Dikkat ediniz! İstihaze kam, kan akarken bile namaz kılmaya engel
olmaz. ,
Nifas kanı ise, hayız kanıyla
aynıdır. Hayız zamanının süresine eklendiğinde veya hayız kanına ait bu
nitelikle çıktığında, hayzın hükmüne sahip olarak çıkar. Nifas kanına dönük
[ilahi] ilgi, nifas olmaksızın hayız kanına ilgiden daha açıktır. Çünkü sırf
anneye olan şefkati nedeniyle Allah Teâlâ onu çocuğun çıkış yolunu
kayganlaştırmak için rahimde tutup dışarı çıkardı. Bu kan sayesinde kadının
çocuğu doğurması kolaylaşır. Çocuğun doğması ise, Allah Teâlâ’nın fıtratı ve
zerreler âlemindeyken insanlardan alınan O’nun rabliğini onaylama üzere dışa
çıkan temiz yaratılıştır. Böylece nifas kanı bu amaçla özel bir nitelik ve
ayrıcalığa sahiptir. Bu durum, özel bir yönden, zikredeni baki kılmakla Allah
Teâlâ’nın zikrini baki kılmaya benzer. Nifas kanının ise, tıpkı hayız kanı
gibi, şeriatta belirlenmiş bir müddeti ve zamanı vardır. İstihaze kanının ise,
sınırında durulacak herhangi bir müddeti yoktur.
BÂB
Temizlik Bakımından Hayzın En Uzun ve En Kısa Süresi
Şeriat bilginleri
bu konuda görüş ayrılığına düşmüştür. Bir kısmına
göre sürenin en çoğu on beş gün, bir kısmına göre on gün, bir kısmına göre ise
hayzın en uzun süresi on yedi gündür. Hayız süresinin kısalığı hakkında da
görüş ayrılığı vardır. Kimi bilginlere göre en az sürenin sınırı yoktur ki,
ben de bu kanaatteyim. Bize göre hayzın en kısa süresi, bir defa olmasıdır.
Bilginlerin bir kısmına göre ise, en azı bir gün ve gece, bir kısmına göre ise
üç gündür. Temizliğin en kısa süresi ise, bazı bilginlere göre on, bir kısmına
göre sekiz, bir kısmına göre ise onbeş, bir kısmına göre onyedi gün, bir
kısmına göre ise bir saattir. Ben de bu kanaatteyim. Sürenin çokluğunda ise
sınır yoktur.
Meselenin bâtını yorumu şudur: Nefsin
yalan söyleme zamanı, niyet [etme zamanıdır]. Bu süre, nefsin niyet ettiği
şeye göre uzar [veya kısalır]. En sonunda tövbeyle yalan [pisliğinden]
temizlenir. Öyleyse en uzun veya en kısa sürenin sınırı yoktur. Temizlenme
zamanının da bütün olarak bir sınırı yoktur. Çünkü doğru söylemenin bir sınırı
yoktur. Şu var ki, övme veya yerme bakımından şerî bağlamlar doğruluk halekında
hüküm verir. Doğruluk söz konusu olduğunda asıl olan övgüdür [övgü şeklinde
hüküm vermektir]. Yalan hakkında da [söylendiği] bağlamlar övgü veya yerme
tarzında söylenen söz hakkında hüküm verir. Bunda da asıl olan yergidir.
Öyleyse insanın yapması zorunlu şey, içinde bulunduğu hal hükmetmedikçe,
sürekli doğru sözlü olmaktır. Başka bir zorunluluk ise, herhangi bir hal
zorlamadıkça, sürekli olarak yalan söylemekten uzak durmaktır. Söz konusu hal,
bir nedenle yalan söylemektir. Bu anlamda yalan söylemek, istihaze kanına
benzemiştir.
BÂB
Nifas Kanının En Az ve En Uzun Süresi
Şeriat
bilginleri, bu meselede görüş ayrılığına düşmüştür. Bir kısmına
göre en azın belli bir süresi yoktur ki, ben de bu fikirdeyim. Bir kısmına göre
ise, onbeş gün, bir kısmına göre onbir, bir kısmına göre de yirmi gündür. En
uzun zaman hakkındaki görüşlere gelirsek, bazı bilginlere göre bu süre altmış
gün, kimine göre onyedi, kimine göre de kırk gündür. Bir kısmına göre ise,
çocuk erkek ise otuz, kız ise kırk gündür. En doğrusu, bu konuda kadınların
hallerine bakmaktır. Çünkü bu konuda başvurulacak bir zaman bildirilmemiştir.
VASIL
Daha önce hayız kanının yorumu hakkında söylediğimiz gibi, niyetin
belli bir süresi yoktur. Çünkü hayız kanı nifas kanının aynıdır. Daha önce
hayız kanı hakkmdaki değerlendirmeleri belirttik. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem hayızlı birine şöyle dedi; ‘Nifaslısın.’ Böylece hayız ile nifası
aynı anlamda kullanmıştır.
Hamilenin Gördüğü Kan
Şeriat bilginleri,
hamilenin gördüğü kanın hayız kanı mı yoksa istihaze kanı mı olduğunda
görüş ayrılığına düşmüştür. Bu konuda herkesin görüşü, kendi kanaatine göre
ortaya çıkar.
Meselenin bâtınî hükmüne gelirsek
hamile olmak, nefsin niteliğidir. Nefs bulduğu emirle dolup onu olduğundan
farklı şekilde ortaya koyduğunda -ki bu yalan demektirhamile diye nitelenir.
Bazen bu durum insanın alışkanlık haline getirdiği bir adetten
kaynaklanabilir. Nitekim bir şair şöyle der:
însarı ancak bayağılığından
dolayı yalan söyler Ya da kötü alışkanlık veya saygısızlığından dolayı.
Şair ‘bayağılığından’ der, çünkü
hükümdarlar yalan söylemez. ‘Saygısızlığı’ ise, bir rivayette bildirilmiştir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Bir insan yalan söylediğinde,
yalanın kötü kokusu nedeniyle melek kendisinden otuz mil uzaklaşır.’ Öyleyse
uygunsuz bir konuda yalan söyleyen yalancı, meleğe karşı saygısızlık yapmıştır.
Çünkü melekler insanoğlunun rahatsız olduğu şeylerden rahatsız olur. İnsan
kötü kokudan rahatsız olduğu gibi melek de kötü kokudan rahatsız olur. Bu benzerliğin
nedeni, insanın yaratılışı ile meleğin yaratılışı arasındaki benzerlik
ilişkisidir.
BÂB
Sarılık veya Bulanıklık Hayız veya Lohusalık Kanı mıdır?
Şeriat
bilginleri, sarılık veya bulanıklığın hayız kanı olup
olmadığında görüş ayrılığına düşmüştür. Bir kısmına göre bunlar hayız
günlerinde hayız iken bir kısmına göre ise ancak kan görünümündeyken hayız
olabilirler. Bir kısmına göre ise, hayız değildir ki ben de bu görüşteyim.
Meselenin batındaki yorumu şudur:
Kuşku nedeniyle yalan söyleyen insan, kasıda yalan söyleyen gibi değildir. En
doğrusu, kuşkulu olduğu bilindiğinde onu terk etmektir. Bir şeyin ‘kuşku’ diye
isimlendirilmesinin nedeni, renginin bir yönden gerçeğe, bir yönden de yanlışa
benziyor olmasıdır. En iyisi, bir zararı engellemek ya da dini veya dünyevi
bir yararı sağlamak söz konusu değilse, onu terk etmektir. Özü gereği yalan
olan sırf yalan ise, böyle değildir. Akıllı bir insan böyle bir şeyi söylemez.
Istihaze kanı mesabesindeki yalana gelince. Onda dünya yararı nedeniyle din
yararı gözetilir.
BÂB
Hayız Nelere Engeldir
Hayızlıyken namaz kılınamaz, oruç tutulamaz, tavaf yapılamaz ve
cinsel ilişkiye girilemez.
VASIL
Namazdaki yalan, insanın bedeniyle namazdayken içinden başka
yerde olmasıdır. Söz konusu şey, yasaklanmış olabileceği gibi böyle olmayabilir
de. Meselenin oruçtaki yorumu şudur: Oruç, alıkoymak ve tutmak demektir. Sen,
yemek ve içmekten uzak durmayan hayızlı gibi [davrandın ve] kendini yalandan
alıkoymadın. Bu, söylenmesi gerekli yalandır ve övülen bir şeydir. Meselenin
Kabe’yi tavaf etmedeki bâtınî yorumu şudur: Tavaf, şekillerin en üstününe
benzer. Söz konusu şekil, dairedir. Bâtınî anlamıyla bu, sonsuza kadar yalan
söylemektir. Başka bir ifadeyle yalan söylemede ısrarlı olmaktır.
Meselenin cinsel ilişkideki [bâtınî
yorumuna] gelirsek, cinsel birleşmede insanın amacı çocuk meydana getirmektir.
Öncüller yanlış ise, sonuç da yanlış bir ilkeden ortaya çıkar. Bazen sonuç
doğru olabileceği gibi bazen öncülleri gibi yanlış da olur. Bu durumda sıkıntı,
cinsel ilişkinin öznesine döner. Yalan esnasında şöyle der: ‘Allah Teâlâ’yı
aklına getirme! Çünkü böyle bir şey Allah Teâlâ karşısında saygısızlık, O’ndan
utanma duygusundaki azlık ve haddi aşmaktır. Kendisini gördüğünü tam olarak
bildiği ve anladığı halde, kula efendisine karşı cüretkârlık ve ondan utanmamak
nasıl uygun olabilir ki? Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ’nın
gördüğünü bilmez mi?"6
BÂB
Hayızlıyla Temas
Bilginler hayızlı kadına temas hususunda görüş ayrılığına düşmüştür.
Bazı bilginlere göre, hayızlı kadının belden yukarısına yaklaşılabilir. Bir
grup ise, bilhassa kan çıkan yerinden başka, hayızlı kadından uzak
durulmayacağı görüşündedir. Ben de bu kanaatteyim.
Meselenin batındaki yorumu şudur:
Hayız, nefislerin yalanıdır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e sorulmuş:
‘Mümin zina eder mi?’ Cevap vermiş: ‘Evet!’ ‘Peki mümin şarap içer mi?’ Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Evet5 demiş. ‘Mümin hırsızlık yapar
mı?’ diye sorulmuş, peygamber ‘Evet’ diye yanıt vermiş. ‘Mümin yalan söyler
mi?’ diye sorulduğunda ise Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, ‘Hayır’ diye
karşılık vermiş. Nefs uygunsuz işler yapan başka bir nefsi görebilir. Nefsin
başka bir nefiste gördüğü fiillerden uzak durması gerekenlerin en önemlisi, Allah
Teâlâ’ya ve peygamberine yalan söylemektir. ‘Korunun etrafında gezinen kimse,
koruya girmeye yakindır.’
Kendisini yalana alışuran insanı doğa
peyderpey yanıltır. En sonunda insan Allah Teâlâ’ya yalan söyler. Çünkü doğa
onu çalar. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Hakkımızda bir takım şeyler
uydursaydı, onu kıskıvrak yakalardık; sonra onun şahdamarını kopartırdık:'17 Allah Teâlâ, Allah Teâlâ’ya iftira
etmeye kalkıştıklarında en şiddedi azapla kullarını tehdit etti. Bu hüküm, Allah
Teâlâ hakkında yalan söyleyen herkesi kapsar. Bir rivayette, rüyası hakkında
yalan söyleyen insanın ateşten iki buğdayı birleştirmekle yükümlü tutulacağı
zikredilir. Rüyadaki yalanla ceza arasındaki ilişki, bir araya getirilmesi
geçerli olmayan şeyi bir araya getirmekle ilgilidir. Gerçekte ise onlar hiçbir
zaman; bir araya gelmez. İnsan da hiçbir zaman bu iki buğdayı
birleştiremeyecektir. Bu ceza, yapılamayacak bir şeyle sorumlu tutmaktır. Allah
Teâlâ, kıyamet günü ona -başka bir şeyle değilkendi fiiliyle azap edecektir. .
BÂB
Gerçek Temizlenmeden Sonra [hayızın sona ermesi] Boy Abdesti
Almadan Önce Cinsel İlişkiye Girmek
Allah Teâlâ
şöyle buyurur: ‘Temizleninceye
[gerçek temizlik] kadar onlara yaklaşmayın.”'8 Âyet dişi-çoğul kalıbında okunduğu
gibi (yetharne) ‘yettahherûn’ şeklinde de okunur. Böyle bir durumda cinsel
ilişkiye girebileceğini kabul eden bilginler, ilk okumayı dikkate almıştır.
Caiz görmeyenler ise, ikinci okumayı kabul etmiştir. Bu da ihtimal dahilinde
olsa bile, ben birinci görüşteyim. Bazı bilginler, hayız süresinin çoğu geçip
kadın temizlendiğinde cinsel ilişki caizdir der. Bazı bilginlere göre ise,
[bütünüyle yıkanmaksızın] cinsel uzvu suyla yıkadığında caizdir ki, ben de bu görüşteyim.
Meselenin batındaki yorumu şudur:
Söylediğini bilmeyişi nedeniyle sahip olduğu sahte bir iddiayla, öğretmen
öğrenciye bir bilgi aktarır. Bu bilgi, öğrenciyi iki niyede bir yıkanmaya sevk
eden oluşla ilgili bir bilgidir. Böyle bir durumda öğrencinin iki ücreti olur.
İçinde taşıdığı iddiadan tövbe etmez, fakat o esnada onu söylemezse, o esnadaki
gaflet nedeniyle mahalli temiz olan biridir. O iddiadan dönmeyle ilgili bir düşünce
kalbine gelirse, böyle bir insan bütünüyle yıkanımsa bile temizliği gördükten
sonra cinsel organını yıkayan kadına benzer. Kalbine gelen tövbe düşüncesiyle
amel ederek iddiadan pişman olursa, temizlikten sonra yıkanan kadın gibidir.
Hayızlıyken Eşine Yaklaşan Kimse Keffaret
Öder mi?
Bazı
bilginlere göre, hayızh eşine yaklaşan kişinin keffaret cezası
ödemesi gerekmez ki, ben de bu görüşteyim. Bazı bilginlere göre ise keffaret
cezası gerekir.
Meselenin batındaki yorumu şudur:
Hikmeti, ehli olmayan insanlara veren bilgin, hiç kuşkusuz ki bilgiye
haksızlık etmiş ve onu yerli yerine koymamıştır. Böyle bir davranışın keffaret
cezası gerektirdiği kabul edilirse, bunun için gereken ceza, Allah Teâlâ
nezdinde yararlı dinî bilgilere ehliyetli ve susamış insanları araştırmaktır.
Bilgin, bilgiye susamış insana öğretmek ve bilgiye olan susuzluğunu gidermek
için hareket eder. Böylece hikmeti yerli yerine koyar ve ehline ulaştırır. Bü
davranış ise, ilk davranışındaki taşkınlığının keffareti sayılır. Böyle bir
davranışın keffaret gerektirmediğini düşünen bilginler ise, tövbe edip Allah Teâlâ’dan
bağışlanmak istemenin yeterli olduğu görüşündedir. Onlara göre bilgiyi ehli
olmayan insanlara öğreten birinin keffaret amacıyla başkasma bilgi öğretmesi
gereklilik değildir.
BÂB
Şeriat bilginleri, istihazeli kadının hükmünün ne olduğu
hakkında görüş ayrılığına düşmüştür. Bir kısmına göre, hayzının sona erdiğini
biliyorsa böyle bir kadına gereken şey tek temizliktir. Başka bir şey de gerekmez:
Ne yıkanma ne abdest. Böyle bir kadının hükmü, istihazesi olmayan kadınla birdir.
Ben de bu fikirdeyim. Tek temizlikten başka bir şey yapması gerekmez diye
düşünen bilginlerin bir grubu ise, her namaz için yeni bir abdest alması
gerektiği görüşündedir ki bu görüş daha ihtiyatlı bir düşüncedir. Bazı
bilginlere göre ise, böyle bir kadın her namaz için yıkanmalıdır. Bir kısmına
göre ise tek bir yıkanmayla iki namazı kılabilir.
Meselenin batındaki yorumu şudur:
Bizim görüşümüze göre, istihaze nedeniyle bir kadının temizlenmesi gerekmediği
gibi dince geçerli bir yarar nedeniyle yalan söyleyen nefsin durumu da
böyledir. Şeriat böyle bir halde yalan söylemeyi zorunlu veya mübah saymıştır.
Üstelik, öyle bir yerde doğru söylemek günahtır. Dolayısıyla bu yalan nedeniyle
tövbe gerekmez. Çıkış yeri ve kan olmak bakımından ortak olsalar bile istihaze
kanı, hayız kanı olmadığı gibi söylenmesi mübah ve helal sayılmış yalan ile
söylenmesi haram sayılmış yalan bir değildir. Bununla birlikte iki yalan, yalan
olmada birdir. Nitekim yalan, bir şeyi olduğu halden farklı söylemektir.
Dince mübah, hatta zorunlu olsa bile
gerçek anlamıyla ‘yalan’ ismini taşıması yönünden böyle bir fiilden dolayı
tövbeyi gerekli gören bilginler, hayız ismindeki ortaklık nedeniyle -istihaze,
hayız kelimesinden türetilmiş istif âl babından bir kelimediristihazeli kadının
yıkanması gerektiği gibi böyle bir yalan nedeniyle de tövbeyi gerekli görür.
[Böyle bir yalan nedeniyle tövbe etmeye] örnek olarak, Haccac kendisini
öldürmek istediğinde Habib el-Acemi’nin Hasan el-Basrî’yle olan hikayesini
verebiliriz. Hikaye, meşhurdur.
BÂB
İstihazeli Kadına Yaklaşmak
Şeriat bilginleri, istihazeli kadına yaklaşmanın caiz olup
olmadığı konusunda üç görüşe ayrılmıştır: Bir kısmına göre caizdir ki, ben de
bu fikirdeyim. Bazı bilginler caiz olmadığı, [bir kısmı ise] süre uzadığında
caiz olabileceği görüşündedir.
Meselenin batındaki yorumu şudur:
Ancak dince geçerli bir neden ve sebeple yalan söyleyebileceği bilinen bir
insana bir şey öğretmek engellenemez. Öyle bir durumda söylenen yalan, insanm
dürüsdüğünü zedelemesi bir yana, onun dürüstlüğünün belgesidir. Böyle
davranışlar, büyük-kâmil adamlardan meydana gelmiştir.
TEYEMMÜM BÂBLARI
Teyemmüm, ister
toprak, ister kum ister taş ister kerpiç olsun yer [arz, toprak] diye
isimlendirilen temiz toprağa/yere yönelmek demektir. Bunlardan biri veya tümü
yerden ayrılabilir. Özellikle toprağın dışındakilerden yerden ayrılmış olan
şeylerin hiç biriyle teyemmüm yapılmaz. Toprakla teyemmüm hakkında ise nas
vardır. Onun yerden ayrılıp ayrılmaması birdir.
Meselenin batındaki yorumu şudur: Hor
ve zelil olması bakımından yere yönelmek, mutlak anlamda kulluğa yönelmek
demektir. Çünkü kulluk, horluk anlamına geldiği gibi ibadet de ondan
türetilmiştir. Öyleyse kulun temizlenmesi horluk, yoksunluk, efendisinin
sınırlarında ve kurallarında durmak, emirlerine bağlanmak gibi kulun üzerindeki
sorumlulukları tam olarak yerine getirmekle gerçekleşebilir, insan toprak
olduğunu göz ardı ederse, toprakla teyemmüm eder. Çünkü, oğulları olduğumuz
kişi topraktan yaratıldığı gibi toprak yoksunluk ve ihtiyaç anlamına gelir [bu
özellikler onda bakidir], Arapiar bir insan yoksullaştığında şöyle der:
‘Adamın eli toprak oldu.’
Toprak, unsurların en aşağısındadır.
Yaratılışı bakımından insanın hakikatinin farkına varması, kendisini bu
makamdan çıkaracak her türlü pislikten temizlenmek demektir. Teyemmüm, su yoksa
yapılır ve su, bilgi demektir. Yeryüzünün canlılığı suya bağli olduğu gibi
kalplerin canlılığı da suya bağlıdır. Teyemmüm, Allah Teâlâ’yı bilmede
taklitçinin durumudur. Bizce Allah Teâlâ’yı bilmede taklitçi, Allah Teâlâ’yı
bilmede düşünce gücü yönünden aklını taklit eden insan demektir. Teyemmüm eden
su bulunca ya da suyu kullanma gücüne erince onun teyemmümü bozulduğu gibi
şeriat da Allah Teâlâ’yı bilmeyle ilgili bir bilgi getirdiğinde, aklın o konuda
teorik gücünü taklit etmesi anlamsız Hakk gelir. Bilhassa aldın kanıtı dinin
getirdiği bilgiye uymazsa, aklın kanıtıyla şeriata dönmek gerekir. Böyle bir
durumdaki insan, o meselelere hem akıl hem de şeriat kanıtına sahip kimse
demektir. Bunu bilmelisin!
|
Yerine Geçerken Büyük Temizliğin Yerini Alıp
Alamayacağında Görüş Ayrılığı Vardır
Şeriat
bilginleri, teyemmümün küçük temizliğin yerini aldığında görüş
birliğine varmışken büyüğü hakkında görüş ayrılığına düşmüştür. Biz ise,
teyemmümün başka bir temizliğin yerini aldığı kanaatinde değiliz. Teyemmüm,
şeriatın dikkate aldığı bir takım şartlarla belirlenmiş dince geçerli bir
temizliktir. Ne hadiste ne Yüce Kitap’ta teyemmümün başka bir temizliğin yerini
aldığı hakkında bir ifade yoktur. Bu bağlamda teyemmüm ile bütün diğer ‘dini’
temizlikler arasında fark yoktur. Burada ‘dini’ dedik, çünkü söz konusu şeyler,
sözlük anlamıyla temizlik değildir. Bu konuda ayrıntılı açıklamalar, Allah
Teâlâ izin verirse, bu bölüm içerisinde gelecektir.
Bazı bilginlere göre temizlik, yani
toprak temizliği büyük temizliğin yerini alabilirken bir kısmına göre alamaz
[sadece abdestin yerini alabilir]. Yıkanmanın bütün bedene yayılmasından ve
abdestte ise belirli organlarla sınırlı kalmaktan dolayı ‘büyük’ veya ‘küçük’,
temizliğe nispet edilir. Küçük pislik, abdesti gerektirirken büyük pislik ise
yıkanmayı gerektiren her türlü pisliktir.
VASIL
Meselenin Batındaki Yorumu
İmana zarar veren her türlü pislik, suyla temizlenmeyi gerektirir.
Bunun anlamı şudur: insan aklî kanıtları inceleyen biriyse, bilgiyle imanını
yenilemelidir. Böylece insan, akıl delili nedeniyle iman eder. Böyle bir insan
su bulup kullanma gücüne sahip insan mesabesindedir. Kanıtları inceleyen biri
değil de taklitçi ise ve kılıç veya [kanıdan inceleyenlere duyduğu] hüsnü zan
nedeniyle imanını yitirmişse, imanı için temizlik yapması gerekir. Öyle bir
insan, su bulunmadığında veya suyu kullanma gücüne sahip olmadığında toprakla
teyemmüm eden kimse gibidir.
Bu yorum, teyemmümün büyük temizliğin
yerini aldığım düşünenlerin görüşüdür. Öyle bir insan, cünüblük nedeniyle
teyemmüm edilebileceği fikrindedir. Teyemmümün büyük temizliğin yerini alamayacağı
görüşündeki ihsanlar ise, cünübün teyemmüm alamayacağı görüşündedir. Örnek
olarak İbn Mesud ve başkalarını verebiliriz. Bu görüş [batındaki anlamı],
imanda taklidi kabul etmeyen kimseye işaret eder. Bunlara göre, Allah Teâlâ’yı
ve O’na gerekli, caiz ve imkânsız olan şeyleri teorik kanıda bilmek gerekir.
Kelamcılardan bir grup bu fikirdedir.
Teyemmümün küçük abdestin yerini
alması hakkındaki görüşün [batındaki karşılığı], herhangi bir pisliğin imana
değil, Kitap veya Sünnetten veya icmadan bir nas bulunmadığı için belirli bir
meseleye zarar vermesidir. Böyle küçük bir temizlikte insanın teyemmüm alması
caiz olduğu gibi o meseledeki hükümde de kıyas yapması caizdir. Bu kıyas,
hakkmda dile* getirilmiş bir hüküm bulunmayan özel meseleyle Kitap veya Sünnet
veya İcma’dan hakkında dile getirilmiş bir kanıt bulunan meseleyi birleştiren
bir illetten kaynaklanır.
Bizim görüşümüz, teyemmümün bir şeyin
yerini almadığı, dince geçerli ve özel bir nedenle belirli bir temizlik
olduğudur. Bu özel ibadeti emreden Şari aynı durumda bu temizliği de geçerli
kılmıştır. Şari ise, Allah Teâlâ ve Peygamberidir. Öyleyse [hakkında
nas olmayan bir konuda kıyas yoluyla bir hüküm bulmak] bir bedel değildir. O,
sadece Kitap veya Sünnette yer almış bir nastan belirli bir meseledeki hükmü
çıkarmak demektir. Hüküm o meselede o sözün kapalılığında yer alır. Bu, dindeki
anlayış demektir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Dinde
anlayış kazansınlar diye.’119 Bu konuda kıyas yapmaya gerek
duymayız.
Buna şöyle
örnek verebiliriz: Bir adamın elindeki sopayla veya herhangi bir şeyle
babasına vurduğunu düşünelim. Kıyasçılar bu mesele hakkında herhangi bir
nassımız bulunmadığını söyler. Fakat Allah Teâlâ ‘Anababana
öf bile deme’120 buyurdu.
Öf bile demek yasaklanmışsa -ki o en azıdırsopayla vurmak daha da şiddedidir.
Böylece bu nas, Şari’nin küçük olanla büyük hakkındaki bir uyarısı haline
gelir. Dolayısıyla ona kıyas yapmak zorunludur. Çünkü öf demek ve sopayla
vurmak, sıkıntı vermek anlamında ortaktır. Böylelikle, hakkında herhani bir şey
söylenmemiş olan sopayla vurmayı hakkında konuşulmuş olan öf demeye kıyas
ettik. :
Biz ise şöyle dedik: Bizim, yükümlü
olabileceğimiz herhangi bir şey hakkmda Şari’ye bir şey dayatma hakkımız
olmadığı gibi [şeriattan bir nas olmaksızın da] hüküm koyma hakkımız yoktur. Bu
gibi meselelerde, Şari’nin dilinde başka bir şey gelmeseydi, kıyas bizi
bağlamaz ve onu da söylemez veya sopayla dövmeyi öf demeye katmazdık. Bizim
hükmümüz sadece nasta geçen şeylerden ortaya çıkabilir ki o da ‘anababaya
iyilik yapmak5121 ile ilgili
âyettir. Burada Allah Teâlâ hitabı özet getirmiştir. Biz ise, bu genel
ifadeden ihsan ve iyilik sayılmayacak herşeyle ilgili bir hüküm çıkardık.
Sopayla dövmek Şeriatın babalaramıza karşı bize emrettiği ihsanın bir parçası
değildir. Dolayısıyla bu durumda biz, ancak ,nas ile hüküm vermiş olduk ve
kıyasa gerek duymadık.
Din tamamlanmıştır. Dinden bir şey
eksiltmek caiz olmadığı gibi ona bir şey eklemek de caiz değildir. Öyleyse anne
babasmı sopayla döven insan onlara ihsanda bulunmuş olmaz. Anne babasma
ihsanda bulunmayan ise, Allah Teâlâ’nın anne babasma karşı yapmasını emrettiği
şeye karşı çıkmış olur. Anne babasının sözüne karşı çıkıp yapılmaması mübah
olan konularda onlarm beğenmeyeceği şeyleri yapan kimse, kuşkusuz, onlara
sıkmtı vermiş demektir. Şeriatta, anne ve babaya sıkıntı vermenin büyük
günahlardan olduğu bildirilmiştir. Bu nedenle şöyle dedik: Toprakla temizlenmek
-ki teyemmüm demektirbir şeyin yerine yapılan bir temizlik değildir. Bilakis
teyemmüm, suyla temizlik dince belirlendiği gibi dince belirlenmiş bir
ibadettir. Onun amelde kendine özgü bir niteliği vardır. Bilindiği gibi,
teyemmümü sadece ellere ve yüze yaparız. Abdest ve yıkanma ise böyle değildir.
Bedel ise, bedeli olduğu şeyin yerini almalıdır. Teyemmüm ise, bedeli
sayıldığı şeyin yerini almış değildir.
‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’122
BÂB
Bu Temizlik Kimin İçin Caizdir
Şeriat bilginleri, su bulamadığında teyemmümün yolcu ve hasta için
caiz olduğunda hemfikirdir. Bize göre, su bulunsa bile, artabilecek veya ölüme
yol açabilecek bir hastalık nedeniyle suyu kullanamayacak durumdaysa da
teyemmüm caizdir. Çünkü bu konuda nas vardır.
VASIL
Meselenin Bâtınî Yorumu
Yolcu, delili inceleyen kimse demektir. Çünkü o, fikriyle öncüllerinin
menzillerinde ve düzenleniş yönteminde yolcudur. En sonunda, öğrenmek istediği
meselede bir hüküm elde eder. Hasta ise, yaratılışı gereği kanıtları incelemeye
yatkın olmayan insan demektir. Bunun nedeni insanın kötü doğasını ve
incelemenin amacı olan hedefe ulaşmadaki eksikliğini bilmesidir. Böyle bir
insanın teorik incelemeden caydırılıp taklide zorlanması gerekir. '
Taklit ederek iman eden insan, toprakla
teyemmüm eden kimse gibidir. Çünkü toprakla temizlenmek suyla temizlenmeye
benzemez. Fakat din bakımından onu da temizlik diye isimlendirmekteyiz. Su ise
böyle değildir. Onu din ve akıl bakımından ‘temizleyici’ diye isimlendirdim.
Kanıttan hareket eden insan, daha önce taklit yoluyla inanmışsa, -kuşkuyla
hareket etmezinandığı şeyle ilgili teorik kanıtları incelemek ister. Bu
inceleminin hedefi ise, incelediği kanıt hakkında kesin bilgi elde etmektir.
Böylelikle taklitten bilgiye çıkar. Ya da, taklit ettiği şeye göre amel eder.
Binaenaleyh bu amel ona Allah Teâlâ hakkında bilgi sağlar. Bu durumda ise,
insan başkasını taklit ederek değil, gerçek ile yanlışı doğru bir basirede
ayırt eder. Bu ise, keşif bilgisidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ey iman edenler!
Allah Teâlâ’dan sakınırsanız, sizin için bir furkan yaratır:123 Bu, tam da bizim söylediğimizdir. ‘Allah
Teâlâ’dan sakınınız, size öğretsinnu Başka bir
âyette ise şöyle buyurur: ‘Rahman Kuran’ı öğretti. İnsanı
yarattı. Ona beyanı öğretti:125 Başka bir âyette ise şöyle buyurur: ‘Ona
kendi katımızdan bir rahmet verdik ve kendi nezdimizden bilgi öğrettik:126 Bir rivayette ‘Bilginler
peygamberlerin varisleridir’ denilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
onları bilginler diye isimlendirdi. ‘Peygamberler ise ne altın ne gümüş miras
bırakır. Onlar sadece bilgiyi miras bırakırlar.’ Bilgiyi elde etmek, uğrunda
çalışmayla bağlıdır. Ameller de bir yolculuktur.
Akıl teorik araştırmasıyla âlemde
yolculuk yaptığı gibi amel eden kimse de ameliyle yolculuk yapar ve sonuçta
birleşirler. Amel sahibinin fazlalığı ise, bildiği konuda kuşkunun
giremeyeceği şekilde ‘basiretli olmak’tır. Teorik araştırmayla sınırlı kalan
ise, kanıta girebilecek kuşkulardan yoksun kalmaz. Öyleyse amel sahibi bilgi
sahibi adını taşımaya araştırma sahibinden daha lâyıktır.
Hangi yolculuğun caiz hangisinin caiz
olmadığından elinizdeki kitabın ‘yolcunun namazı’ bahsinde -Allah Teâlâ izin
verirsesöz edeceğiz.
BÂB
Su Bulup Kullanmaktan Korkan Hastanın Durumu
Şeriat
bilginleri, su bulup kullanmaktan korkan hastanın durumu hakkında
görüş ayrılığına düşmüştür. Bir kısmına göre böyle bir insanın teyemmüm etmesi
caizdir ki, ben de bu kanaatteyim. Daha sonra namazını yenilemesi gerekmez. Bir
kısmına göre ise, su varken teyemmüm etmez. Bu konuda hasta olmak veya korkmak
eşittir. Bir kısım bilgin ise, teyemmüm edip sonra su bulduğunda namazını
yenilemesi gerektiği görüşündedir. Bir kısım bilgine göre ise, teyemmüm eder.
Vakit çıkmazdan önce su bulursa, abdeşt alır ve yeniler. Vakit çıktıktan sonra
su bulursa, namazı yenilemesi gerekmez.
Bu meselenin batındaki yorumu şudur:
Hasta, yaratılışı bakımından teorik inceleme gücüne sahip olmayan insan
demektir ve [bu durum yaratılışından kaynaklandığı için] o, müzmin bir
hastadır. Kanıdar bulunsa bile kendi eksikliği nedeniyle kanıtları incelemeye
kalkarsa perişan olup dinden çıkmaktan endişe eder. Yaratılışları bakımından
hasta oldukları için, teorik inceleme nedeniyle dinden çıkmış bir grup gördük.
Halbuki onlar bu esnada sahih bir anlayış ve bilgiye sahip olduklarını
zannediyordu. Allah Teâlâ böyleleri hakkında şöyle der: ‘Onlar
iyi bir iş yaptıklarını zanneder.5127 Böyle bir insan
kurtuluş istiyorsa, [fıkhı] hükümleri taklit yoluyla öğrendiği gibi inançla
ilgili konuları da [başkasını] taklit ederek almalıdır. Bu noktada ise
başkasını değil, bilhassa hadisçileri taklit etmek gerekir. Söz konusu olan,
belirli bir tenzih veya teşbihle tevil etmeye kalkışmaksızın Allah Teâlâ
hakkındaki bilgiyle ilgili peygamber hadisinin taklididir. Farkında olmadıkları
halde, toplumun çoğunluğu böyle hareket etmektedir. Binaenaleyh bunun
[zahirdeki karşılığı] ‘su bulduğu halde kullanmaktan korkan hasta’dır.
BÂB
Su Bulamayan Yerleşiğin Hükmü Nedir?
Kimi bilginlere göre su bulumayan yerleşik teyemmüm edebilir
ki ben de bu kanaatteyim. Bazı bilginlere göre ise, su bulamadığında sağlıklı
yerleşik insanın teyemmüm etmesi caiz değildir.
Meselenin batındaki yorumu şudur:
Yerleşik, atalarından ve eğitmenlerinden öğrenerek bağlandığı bir akideye
yerleşmiş kimse demektir. Bu insan, akıllanır ve kendine dönerek [Allah Teâlâ
hakkındaki bilgide] bağımsız hareket etmeye başlayabilir. Böyle bir insan, daha
önceki inancına bağlı mı kalmalıdır, yoksa Hakkı öğreninceye kadar kanıtları mı
incelemedir? Bazı bilginlere göre ebeveyninin ve eğitmenlerinin kendisine
öğrettiği inanç yeterlidir ve [inanç meselesini soruşturmak yerine] onun
yapması gereken şey amelle ilgilenmek olmalıdır. Çünkü teorik inceleme, insanı
şaşkınlığa düşürebilir. Dolayısıyla böyle bir araştırmaya güvenilemez. Böyle
bir durum, su bulunmadığında teyemmüm edilebileceğini söyleyen görüşün
[batındaki] yorumudur. Daha önce, hayatın sebebi olmadaki ortaklık nedeniyle,
suyun bilgi olduğunu belirtmiştik. Bu yerleşik kişi ise gerçekte bir kanıta
sahip değildir. Çünkü o, Allah Teâlâ ile yaratıkları arasında herhangi bir
ilişki görmemektedir. Dolayısıyla yaratıklar, Hakkın zatını bilmede doğru bir
kanıt olamaz. Öyleyse böyle bir insanın nezdinde [su olmayınca sağlıklı
insanın da teyemmüm edebileceğini söyleyen kimsenin] taklit üzerinde kalması,
daha yerinde bir davranıştır.
Bazı bilginler ise, su bulamasa bile
sağlıklı bir insanın teyemmüm etmesinin caiz olmadığı görüşündedir. Bu görüş
sahibi [batındaki anlamıyla] şöyle der: (İnsan) Kanıtı incelemese bile,
başkasını taklit edemez. Çünkü iman, kalplerin taşıdığı kuşkularla karışabilir
ve onlardan dönmesi imkânsız olabilir. Bunların nasıl ortaya çıktığını
bilemeyeceği gibi keyfiyetlerini de bilemez. Bu, kalpteki zorunlu bir bilgidir.
Böyle bir insan, taklidin hükmünden çıkar. Bununla beraber, kanıtı incelemediği
halde delil sahibi de değildir. İnsanların büyük kısmı inançlarında böyle
hareket eder. Bu yerleşik için suyun bulunmayışı, teorik araştırmanın imandan
çıkaracak bir kuşkuya düşürmeyeceği hakkında kendine güvenmemektir.
BÂB
Su Bulduğa Halde Düşman Korkusu Nedeniyle Suya Gidemeyen İnsanın Durumu
Şeriat
bilginleri, böyle bir haldeki insanm durumu hakkında görüş ayrılığına
düşmüştür. Bir kısmına göre, teyemmüm etmesi caizdir -ben de bu görüşteyimbir
kısmına göre işe, teyemmüm edemez.
Meselenin batını yorumu şudur:
Delilli hakkında bir bilgiye ulaştırsın diye inceleyeceği delili araştırmaktan
korkmak, onun delil olduğunu bilmemek demektir. Bu durumda insan iki şey
yapmalıdır: Ya delilin delilliyi bilmede yardımcı olduğu hususunda başkasma
taklit etmelidir ya da Allah Teâlâ’yı bilmede delil sayılması için bir
inceleme ve tefekkür gerekir. Birincisi gerçekleşirse, böyle bir insan Allah Teâlâ’yı
bilmede taklitte kalmalıdır ve o, ‘teyemmüm et5 denilen kimsedir.
‘Teyemmüm caiz değildir’ diyen kimse ise, bu korkunun incelemeyi zorunlu
kılmayacağını söylemiş demektir. Öyleyse bu insan zorunlu olarak araştırmalıdır
ki, bu kaçınılmazdır.
BÂB
Su Kullanmada Soğuktan Korkan İnsan
Şeriat bilginleri, böyle bir haldeki insan hakkında görüş
ayrılığına düşmüştür. Bazı bilginlere göre, böyle bir insan su kullandığında
hastalanacağı hakkında güçlü bir zan taşırsa teyemmüm edebilir. Bir kısmına
göre ise, teyemmüm etmesi caiz değildir. Ben, birinci görüşteyim.
Meselenin batındaki yorumu şudur:
Sufi, vaktinin oğludur (ibnü’lvakt). Vakti sağlık ise, hasta ya da şiddetli
hasta sayılmaz. Böyle bir insan, ‘teyemmüm etmez.’ Çünkü vehim bilgi üzerinde
hüküm veremez. Buradaki korku, vehim olabilir. Bu durumda insan, [Allah Teâlâ
hakkmdaki bilgisinde] taklidi sürdüremez ve onun kanıtları incelemesi gerekir.
Bir kısım bilgine göre ise vakti korku ise, teyemmüm caiz değildir. Böyle biri
de sağlıklı değildir. Çünkü korku bir hastalık ve illet demektir. Bu kişinin
taklidini sürdürmesi bir gerekliliktir.
BÂB
Teyemmüm Temizliğinde Niyet
Şeriat bilginleri teyemmümde niyet edip etmemek hususunda görüş
ayrılığına düşmüştür. Bir kısmına göre teyemmüm niyete gerek duyar. Bir
kısmına göre ise niyet gerekli değildir. Ben birinci görüşteyim. Çünkü Allah
Teâlâ bize şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’ya dini tahsis etmekle
emrolundular.H2S Teyemmüm bir ibadettir. İhlas ise,
niyetin ta kendisidir.
Meselenin bâtınî yorumu şudur: inanç
zorunlu bir bilgiden ya da [inancın kendilerinden öğrenildiği] bilgin veya baba
hakkındaki hüsnü zandan meydana gelmişse, niyet gerekmez. Çünkü bir şeyi yapmak
için niyetin ön koşul olması, fiilin başlangıcına bitişik olmaya bağlıdır. Böyle
bir mümin ise [yeni] bir fiil sahibi değildir ki, niyete gereksinim duysun.
Çünkü o fiilin yaratıcısı olan Hakkın iradesi yeterlidir. Bir şey, Hakkın
iradesinin o şeye ilişmesinden var olabileceği gibi Allah Teâlâ da onu ancak
böyle var eder. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Bir şeyi
[var etmek] istediğimizde ona ol deriz:129 Söz konusu şey Hakkın kulda var
ettiği bir fiildir. Onun zikredilen şeyde bir hükmünün bulunması gerekir. Bu
noktada diğer fakihlerin arasmda Züfer’in görüşü, meselenin bâtınî yorumuna
daha uygundur. Kâfir iken müslüman olan insan ise niyete muhtaçtır. Çünkü öyle
bir insana ‘müslüman olmak’ diye isimlendirilen bu başlama fiiliyle Allah
Teâlâ’ya yaklaşmaya dair bir şey eşlik etmediği gibi müslüman olmadan önce de
böyle bir şeye sahip değildi. Bilakis, bunun inkâr olduğunu ve ona girmenin Allah
Teâlâ’dan uzaklaştırmak anlamına geleceğini düşünüyordu.
BÂB
Su Bulamayan Kimsenin Su Araması Şart mıdır Değil midir?
Şeriat
bilginleri, bu nitelikteki insanın durumu hakkında görüş ayrılığına
düşmüştür. Bir kısmına göre, su aramak şarttır. Bir kısmına göre ise, aramak
şart değildir. Ben de bu fikirdeyim.
Meselenin bâtınî yorumu şudur: Ferî
ya da asıl konularda başkasını taklit eden bir insanın kanıt araştırması şart
değildir. Taklitçi insanın yapması gereken şey, bilmediği şeyde, bildiğine
inandığı kişinin bu konudaki hükmünü sormaktır. O da, öğrenmek istediği konuda
kendisine fetva verir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Bilmiyorsanız,
bilenlere sorun.’'30 Su
aramanın şart olduğunu düşünen, sorulandan kendi meselesi hakkında fetva
verdiği şeyi soruşturan kimse demektir: Delil, Kitap’tan mı yoksa Sünnet’ten
midir? Ya da fetva sahibinin kendisine şöyle demesini ister: ‘Bu Allah Teâlâ’nın
veya Peygamberinin hükmüdür.’ Böyle söyleyince, fetvayı kabul eder. Fetva veren
‘bu benim kanaatimdir’ derse -nitekim akılcılar kendi kitaplarmda böyle dero
konuda kendisine uymak haramdır. Çünkü Allah Teâlâ, sadece Kitap veya Sünnet’te
belirlenen yasaya göre ibadetle yükümlü tutmuştur. Binaenaleyh hiç kimse, Allah
Teâlâ’ya [başka] birisinin görüşüyle ibadet etmemiştir.
Bu Temizlikte Vakit Girmesinin Şart Olması
Bilginler,
teyemmümde vaktin girmesinin şart olup olmadığında görüş
ayrılığına düşmüştür. Benim de paylaştığım bir görüşe göre şarttır. Bir kısmı
ise şart olmadığı fikrindedir.
Meselenin bâtınî yorumu şudur: Bize
göre vakit belli olduğunda, zahirde ve batında sorumlu olunan hususlarda
şeriatın hitabı sorumluya ilişir. Bunun batındaki anlamı ise, kalbe ansızın
gelip sufilerce ‘hücum’ diye isimlendirilen ilahi bir tecellidir.
BÂB
Allah Teâlâ’nın Bu Temizlikte Zikrettiği Ellerin Sınırı
Allah Teâlâ
şöyle der: ‘Temiz
toprağa teyemmüm ediniz. Yüzlerinize ve ellerinize
meshediniz.nu Allah Teâlâ onlardan razı olsun,,
bilgi sahipleri, teyemmümde ellerin sınırı hususunda görüş ayrılığına
düşmüştür. Bir kısmına göre teyemmümde ellerin sınırı abdestteki sınırın
aynıdır. Bir kısmına göre, avuçları mesh etmek yeterlidir. Bir kısmına göre,
müstehap olan dirseklere kadar mesh etmekken, avuçlara mesh farzdır. Bir kısmına
göre farz, omuzlara kadar mesh etmektir. Bence, Arapça’da ‘el’ denilen en
küçük birim, meshin farz olduğu kısımdır. El denilen bu en küçük birime
eklenen kısma mesh ise, bana göre müstehaptır. ,
Meselenin bâtınî yorumu şudur: Toprak
ve yer, insanın yaratılış ilkesidir. Kulluk ve horluğun gerçek anlamı budur.
Ardından insan, bir iddiaya maruz kalır. Bu iddianın sebebi, peygamberin
insanın ilahi surete göre yaratılmış olduğu hakkındaki bildirimidir. İlahi
surete göre yaratılmanın anlamı, bizim kanaatimize göre insanın, Allah
Teâlâ’nın onu kendisine göre yarattığı ilahi isimlerle ahlâklanma yeteneğine
ve yatkınlığına sahip olmasıdır. [Bizim kanaatemize göre dedik] Çünkü [Allah
Teâlâ insanı kendi suretine göre yarattı hadisinde] suretin anlamı ve zamirin
kimi gösterdiği hakkında görüş ayrılığı vardır. Dolayısıyla hadis bu ko-
nuda [açık] bir nas değildir. İnsan
bu nispet nedeniyle gururlanmış, kabarmış ve büyüklenmiştir. Bu büyüklük
duygusundan nefsini toprak ve yerle temizlemesi emredildi. Bu ise, insanın
kulluk hakikatidir. İnsan, kendisinden yaratıldığı şeyin aslına bakarak
temizlenir.
Allah Teâlâ, böyle, bir insanda
büyüklenme duygusunun yol açtığı hastalığın tedavisi bağlamında şöyle der: ‘insan
hangi şeyden yaratıldığına baksın:132 Muhataplar [beşeri türdeki]
oğullardır. ‘Fışkaran bir sudan yaratıldı:133 Kastedilen, kokmuş sudur. Çünkü o
da, güç yetirmenin ve insanın iddia ettiği şeylerin arasında bulunur. İnsan,
acizlik ve cimrilik özelliğinde yaratıldı: Bu nitelikler ise, ellerin
nitelikleridir. Bu iddia ve kendisinden ortaya çıkan güç yetirebilme,
cömertlik ve ihsan esnasında insana şöyle denilir: ‘Kendisinde yaratıldığın
acizlik ve cimrilik özelliklerine bakarak nefsini bu niteliklerden temizle!’ Allah
Teâlâ şöyle buyurur: ‘Nefsinin cimriliğinden sakınan kimse:'34 Başka bir âyette ise şöyle buyürur: ‘Kendisine
iyilik temas ederse cimri kesilir.’13S İnsan aslına
baktığında ise, nefsi arınır ve iddia [kirinden] temizlenir.
BÂB
Teyemmüm İçin Temiz Toprağa Kaç Kez Vurulur
Bilginler,
teyemmüm alırken elleri toprağa kaç kez vurmak gerektiği
hususunda görüş ayrılığına düşmüştür. Bir kısmına göre bir, bir kısmına göre de
iki kez vurmak gerekir. İki kez vurmak gerektiğini düşünenlerin bir kısmı yüz
ve eller için birer kez vuralacağını söylemişken bir kısmı ise eller ve yüz
için ikişer kere vurmak gerektiği görüşündedir. Bize göre elleri bir kez vurmak
yeterlidir. İki kez vurmada da bir beis yoktur. Vurmanın tek olduğunu belirten
hadis bana göre daha sağlamdır. Bu nedenle bu görüş bana daha hoş gelmektedir.
Meselenin bâtını yorumu ise, teyemmüm
temizliğinin kendisiyle gerçekleştiği şeye [toprak ve yer] yönelmektir.
Fiillerde birlemeyi esas alan, tek vuruşu benimser. Allah Teâlâ’nın koyduğu
sebeplilik hikmetini esas alan kimse ise, iki vuruşu kabul eder. Allah Teâlâ
sebebi ortaya koymuş ve kendisinden soyutlansa bile onu kendisine nispet
etmiştir. Bunu gösteren bir örnek olarak ‘Allah
Teâlâ sizi ve yaptıklarınızı yarattı’136 âyetini verebiliriz. Allah Teâlâ
önce olumlamış, sonra olumsuzlamıştır. Her fiilde bunu gören kimse, her organ
için iki vuruşu kabul eder. En iyisini Allah Teâlâ bilir.
BÂB
Teyemmüm Eden Kişinin Toprağı Organlarına Ulaştırması
Bilginler
bu konuda görüş ayrılığına düşmüştür. Bir kısmına göre farz iken
bir kısmı farz olmadığı görüşündedir. Onlara göre farz olan, elleri toprağa
veya yere vurduktan sonra teyemmüm organlarına ulaştırmaktır. Güçlü görüş,
ulaştırmaktır. Çünkü Allah Teâlâ ‘ondan’ demiştir.
Meselenin bâtınî yorumu şudur: Nefsi
[ilahi surete göre yaratıldığını bilmeyle] kazandığı üstünlük iddiasından
horlanarak -ki horluk nefsin aslıdırtemizlemek kabul edildiğinde, [toprağı
uzva] ulaştırmak farz değildir. Çünkü horluğu, üstünlük duygusu bulunan mahalle
aktardığımızda, o mahalde horluğun bulunması imkânsız Hakk gelir. O yerdeki
şey [büyüklenme], kendisini ortadan kaldırmak için gelenden daha güçlüdür.
ikisi de aym anda orada bulunsalardı, iki zıddın bir araya gelebileceğini
kabul etmiş olurduk. Biri diğerini gidermede diğerinden daha öncelikli
olmazdı.
Bu hususta doğrusu şunu demektir:
Nefsin yüzü izzete çevrilmiştir. Böylece, izzet nurundan kendisini iddia
ettiği şeye ulaştıracağı şeyleri kazanır. Bunun üzerine kendisine şöyle
denilir: ‘Yüzünü kendisinden yaratıldığın horluk ve zayıflığına çevir. Bu izzet
duygusunun nurları üzerinde kalırsa, o zaman sen sensin!’ Böylece insan ayağa
kalkar ve bu nurlar kendisinde kalabilir. Yüzünü horluk ve zayıflığına
çevirdiğinde ise, özü gereği izzetin nurları kendisinden kaybolur gider ve
böylece Yaratanına muhtaç Hakk gelir, onun otoritesi altında zelil olur. Bu nedenle
kimi bilginler, teyemmümde toprağı organa ulaştırmanın gerekmediğini
söylemiştir. Ayette geçen ‘ondan’ kelimesinin parça anlamına geldiğini kabul
eden ve toprağı organa ulaştırmayı gerekli görenler ise şöyle der: ‘Nitelik
kendi başına bilfiil var olamaz. Dolayısıyla onun kendisiyle bilfiil varlık
kazanacağı bir şeyde bulunması gerekir. Bu ise, insanın hakikatinden başkası
değildir. Öyleyse onun niteliğinin horluk olması gerekir. Bu durumda onun
temizlenmesi sahih olabilir.’ Bu da teyemmüm eden kişinin toprağı organına
ulaştırmasını kabul edenlerin görüşüdür.
BÂB
Bu Temizlik Neyle Yapılır
Şeriat bilginleri, toprağın dışında teyemmümün yapılabileceği şeyler
hakkında görüş ayrılığına düşmüştür. Bir kısmına göre teyemmüm sadece toprakla
yapılırken bir kısmına göre yerin üstünde bulunup temiz olan kum, taş, toprak
gibi her şeyle teyemmüm yapılır. Bazı bilginler ise, bu görüşü kabul etmekle
birlikte, topraktan üretilmiş tuğla, kireç taşı, kireç, çamur, mermer gibi
şeyleri de teyemmüm yapılabilen şeylere eklemiştir. Bir kısım bilgin, toprağın
yerde bulunmasını şart saymışken bir kısmı kireç ve elbisedeki tozlara da
teyemmüm yapılabileceği görüşündedir. Bizim görüşümüz, yerde bulunup toprak
denilebilecek her şeyin üzerinde teyemmüm yapılabileceğidir! Yerden ayrıldığında
ise, sadece toprağın üzerine teyemmüm yapılabilir.
Bu meselenin batındaki yorurtıu
şudur: Daha önce, yerden ayrıldığında toprak isminin kaybolduğunu
belirtmiştik. Böylece artık taş, kum veya toprak diye isimlendirilir. Âyet
teyemmümle ilgili olarak toprak ismini zikretmiştir. Böylece bu ismin yerden
ayrılsa bile kendisine eşlik ettiğini gördük. Diğer şeylerde ise bunu görmedik.
Bu nedenle, ister yerden ayrılsın ister ayrılmasın, toprakla teyemmüm etmeyi
farz saydık. Şeri hükümler ise, hallerin isimlerine uyar. Hüküm de, halin veya
ismin yer değiştirmesiyle yer değiştirir.
Teyemmüm Temizliğini Bozan Şeyler
Şeriat
bilginleri, Allah Teâlâ onlardan razı olsun, abdesti ve temizliği bozan
her şeyin teyemmümü bozduğunda görüş birliğine varmış, iki durumda ise görüş
ayrılığına düşmüştür. Birincisi, daha farz namaz kıldığı teyemmümle başka bir
farzı kılmak isteyen kimsenin durumudur. Bir kısmına göre, ikinci farz namazın
kılınması teyemmümü bozarken bir kısmına göre bozmaz. Ben de bozmayacağı
kanaatindeyim. Ancak bence daha üstün olan, teyemmümü yenilemektir. Bu zorunludur.
Çünkü bizim mezhebimiz, teyemmümün abdestin yerini almayacağıdır. Teyemmüm,
Şari’nin bedel tarzında değil özel bir şekilde tespit ettiği başka bir
temizlik türüdür. Daha önce şöyle demiştik: Hüküm Hakk uyar ve hüküm, hallerin
ve isimlerin yer değiştirmesiyle yer değiştirir.
Meselenin
bâtınî yorumu şudur: Tecelli tekrarlanmadığı gibi bu temizlik de tekrarlanmaz.
Hatta her tecelliye ait bir temizlik vardır. Öyleyse her namaz için de bir
teyemmüm gerekir. Tecelliyi bir şeyde tecelli olması yönünden değil, sadece
tecelli olması bakımından değerlendiren kimse, tıpkı abdestli gibi, tek bir
teyemmümle istendiği kadar namaz kılınabileceğini söyler. Abdestliyle aralarında fark
yoktur. Bunu şöyle ifade etmiştik: .
En
sonunda yüzünün tecellisi göze görünür. ,
‘Geliniz’, O’ndan başka
kimse yoktur.
BÂB
Teyemmümlü İnsanın Su Bulması
Bir kısmına göre, suyun bulunması teyemmümü bozarken bir kısmına
göre onu bozan şey pisliktir.
Meselenin batini yorumu şudur:
Taklitçinin karşısına ilahiyat bahislerinden herhangi özel bir konuda taklit
ettiği şeriatm sağladığı bilgiyle çelişen bir kanıt çıkarsa, bu kanıt onu
taklitten çıkaramaz. Bir in-
sanı taklitten çıkaracak şey,
[şeriatın hükmüyle çelişen] bu özel kanıt değil, o kişide şeriatı geçerli kılan
aklın kanıtıdır. Bu anlamdaki akıl, insanın söz konusu meselede inandığı
olayın aynısını ortaya çıkarır. Böylece, Şari’nin o meseledeki maksadının bu
gözüken şey olmadığını anlar. İnsanı bu konuda uyaran ise, suyu bulmak
mesabesindeki ortaya çıkan kanıttır. İşin gerçeğini araştırırsan, mesele
burada da böyledir.
BÂB
Abdestle Yapılabilen Her Şey Teyemmümle Yapılabilir mi?
Şeriat
bilginleri, Allah Teâlâ onlardan razı olsun,
teyemmümle birden fazla namaz kılınıp kılınamayacağı hususunda görüş ayrılığına
düşmüştür. Bir kısmına göre, kılınabilir. Bizim görüşümüz de budur. Bize göre
daha uygun olan ise, kılınamayışıdır. Bazı bilginlere göre kılınamaz. Bu konuda
bilginler arasında bazı ayrıntılarda görüş ayrılığı vardır.
Meselenin batındaki yorumuna
gelirsek, daha önce tecellinin tekrarlanmasının yorumundan söz etmiştik [bu da
öyle değerlendirilebilir].
Teyemmümün ana meseleleriyle ilgili
görüşler ve bilginlerin açıklamaları hakkında açıklamalarımız özede ve kısaca
sona erdi. ‘AUah doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır:137 .
BÂB
Kaba Pislikten Temizlenme
Bilmelisin ki, temizlik iki türdür: Birincisi [kirlenmenin] sebebi bilinmeyen
temizliktir. Bu, namazı engelleyen hadesten [manevi temizlik] temizlenmektir.
İkincisi ise, necasetten [görünür pislik] temizlenmektir. Bu ise, sebebi
bilinen temizliktir. Çünkü bu temizlik yıkamayla gerçekleşir. Bu temizlik,
hadesten temizlenmek gibi, namazın geçerlilik şartı mıdır, değil midir?
[Bilginler bu konuda görüş ayrılığına düşmüştür.] Bir kısmına göre bu
temizlenme, müstakil bir farzdır. Namazın geçerlilik şartı değildir. Bazı
bilginlere göre ise, namazın geçerlilik şartı olan hadesten temizlenmek gibi
vaciptir. Bir kısmına göre güçlü sünnettir. Bir kısmına göre ise,
hatırlandığında temizlenmek farz iken unutulduğunda ise düşer.
Meselenin batındaki yorumu şudur:
Bizim yolumuzda temizlik iki kısımdır: Sebebi bilinmeyen temizlik. Bu, hadesten
temizliktir. Hades, kul için nefsî bir niteliktir. Bir şeyin, hakikatinden
temizlenmesi nasıl mümkün olabilir ki? Hakikatinden temizlenseydi, dış varlığı
ortadan kalkardı. Öyle olsaydı ibadede kim sorumlu olacaktı? Bu meyanda, sadece
Allah Teâlâ vardır. Bu nedenle şöyle dedik: Hadisükten temizlik, sebebi
bilinmeyen temizliktir. Manevi pislikten temizlenmenin tarzı, Hakkın senin
kulağın, gözün ve bütünün olmasıdır. Böylece seni var saydı ve sonra yok saydı.
Sen, zatın halamından sen iken, tasarrufların ve algıların bakımından O’sun
[Ya da zat bakımından kendin görünürken tasarruf bakımından Hakk ortaya
çıkar].
Öyleyse sen, dış varlığın bakımından
sorumlu ve hitabın mahallisin. O ise, senin herhangi bir fiilin olmayışı
bakımından seninle amel edendir. Çünkü ‘hades’, fiilin kendisinde bir etkiye
sahip değildir, fakat fiilde bir hükmü vardır. Hakkın [kendisiyle insanı]
sorumlu tuttuğu hareket ve durağanlığı Hakk ancak harekedi ve durağan olanla
bilir. Kul mevcut olmayınca sadece Hakk kalır. Hakk ise, hareket ve
durağanlıktan münezzehtir. Ya da, kendiliğinde kendi etkisine konu olur.
Öyleyse, Hakkın eserinin mahalli olabilmek için kulun fiili gerekir. Bu fiilin
‘hades’ olması bakımından ise, kulun temizlenmesi gerekir. Namazın -ki o
kendisinde ortaya çıkan fiilin kendisidirkuldan meydana gelmesi geçerli olur.
Çünkü kulun herhangi bir etkisi yoktur. Bilakis o, dış varlığı bakımından ilahi
eserin kendisinde ortaya çıkması için bir sebeptir. Öyleyse, fiili görmekten
-ki o manevi pisliktirtemizlenmekle, fiillerin başkasına ait olduğu ortaya
çıkar. Bununla beraber, Hakkın zatının kabul etmediği fiil sahih olduğu için,
kulun dış varlığı mevcuttur.
Necislikten temizlenmek ise böyle
değildir. Necaset, kötü ahlâklardır ve [temizleme] sebepleri bilinen
şeylerdir. Onlardan temizlenmek nezafettir. Başka bir ifadeyle necesatten
temizlik, güzel ahlâklarla temizlenmek ve bayağı huyları nefisten gidermek
demektir. Öyleyse bu, nefislerin temizliğidir. Bununla bu ibadet amaçlansa da
amaçlanmasa da birdir, ibadet amacı taşırsa, fazilet üstüne fazilet, nur üstüne
nur olur. Kastedilmemişse, sadece fazilettir, o kadar! Çünkü güzel ahlâk, özü
gereği istenilen bir şeydir. En üst mertebeleri ise, necis şeylerden
temizlenmekle ibadet amacıyla kullanımlarıdır. Nefislerden necaseti gidermek
ise -ki onların yerilmiş huylar olduklarını söylemiştik-, bize göre farzdır.
Yoksa, ibadetin geçerlilik şartı değildir. Çünkü Allah Teâlâ onü özü gereği istenilen
bağımsız bir ibadet saymıştır. Öyleyse bu temizlik, diğer farzlar gibi zikirle
birlikte farzdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Beni
zikretmek için namaz kıl.’138 İlerdeki
bölümlerde bunların zatlarıyla ilgili hükümlerden söz edeceğiz.
BÂB
Necaset Türleri Sayımı
Şeriat bilginleri, necaset sayılan şeylerin dört tür olduğunda hemfikirdir:
Birincisi, su canlısı olmayan kan taşıyan hayvan ölüsüdür. İkincisi, nasıl
ölürse olsun, domuz etidir. Üçüncüsü, su canlısı olmayan canlı veya ölüden
ayrılmış bol miktarda hayvan kanıdır. Dördüncüsü işe, bebeklerin dışındaki
insanların küçük-büyük dışkısıdır. Bunun dışındaki hususlarda ise görüş
ayrılığı vardır.
Meselenin bâtını yorumu şudur: Kan
taşıyan kara canlılarının ölüsü hakkındaki görüş ayrılığına gelirsek,
bilmelisin ki ölüm iki türdür: Birincisi, ölümle nitelenmiş kimsede önceki bir
canlılığın ardından gerçekleşmeyen aslî ölümdür. Bu ölüme şu âyette işaret
vardır: ‘Ölü idiniz, Allah Teâlâ’yı nasıl inkâr edersiniz?’139 Burada söz konusu olan aslî
ölüm’dür. Başka bir ifadeyle bu ölüm, mümküne ait olan yokluktur. Çünkü mümkün,
kendiliğinde varlığı yok iken Allah Teâlâ tarafından hakikati bilinen bir
şeydir. Sonra Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sonra
size hayat verdi.’140 İkinci
ölüm ise, ‘arızî ölüm’dür. Bu ölüm, canlıya ilişen ve onun canlılığını ortadan
kaldıran şeydir. Buna ise şu âyette işaret vardır: ‘Sonra
sizi öldürür.’'41 Bu konuda,
anlatılmak istenen arızî ölüm budur.
Ardından başka bir nitelik ekledi ve
şöyle dedi: ‘Kanı olan.’ Bunun anlamı, akışkan bir kanı olan canlı demektir.
Kastedilen, akışkan bir canı, başka bir ifadeyle bütün parçalarına yayılan bir
cam olan hayvandır. Burada, bütün varlıklarda olduğu gibi, hayati kendisi olan
şeyleri kastetmemiştir. Ardından başka bir nitelik ekleyip şöyle dedi: ‘Su
canlısı olmayan.’ Burada ise deniz hayvanlarını değil, karasal hayvanları, yani
karada yaşayan hayvanları kastetti. Deniz, bilgi demektir. Adeta şöyle der:
‘Hayvan derken Allah Teâlâ’nın ilmindeki mevcudu kastetmiyorum.’ Bu konuda görüş
ayrılığı vardır. Ben, dış varlığı ortaya çıkan ve canlılığı havaya bağlı olan
hayvanı kastetmekteyim. Bütün bu koşullarla, hiç kuşkusuz, hayvanın necisliği
gerçekleşir. Bunların içinden bir şart eksildiğinde ise, görüş birliğiyle
kastedilen şey olmamış demektir.
Kulun hayatı özünden kaynaklanmayıp
ona ilişen bir şeydir. Bu nedenle hayat sahibi olmak nedeniyle böbürlenmesi ve
iddia gütmesi uygun değildir. Kul, ‘ben’ demekle [benlik davası] iddia edip
kendisine hayat vereni görmeyince, arızî ölümle karşılaşmıştır. Başka bir
ifadeyle kula ‘aslın budur’ [denildi]. Böylece ölüm onu aslına döndürdü. Fakat,
[benlik] iddiası ve kendisine hayat vereni unutması nedeniyle insan aslına
temiz olmayarak dönmüştür. Sonra, bu iddiaya yol açan sebebe baktık, şöyle
dedi: ‘Onun karasal cardı olmasıdır.’ Biz de, ‘Onun karasal olmasının anlamı
nedir?’ diye sorduk. Bu kez ‘canlılığı havadandır’ dedi. Böylelikle insanı
kaplayan şeyin hava olduğunu anladık. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Nefsi
hevadatı [arzudan, hava ile heva arasındaki anlam ilişkisine dikkat çekerek]
alı koydu.’142 iki hava
arasında gidip gelen herkesin yok oluşu kaçınılmazdır. Nitekim arkadaşımız Ebu
Zeyd Abdurrahman el-Kâzâzî [ra.] şöyle demiştir:
Sağlıklı bir hava ve
hastalıklı bir hava Halimin o ikisiyle iyi olması imkânsızdır
Arkadaşım [bu mısraların bulunduğu
kasideyi] Tilimsan şehrinde beş yüz doksan (590) senesinde bana okumuştu.
Bu koşullar kendisinde toplanan her
kulun necis olduğuna dair bilginler görüş birliğine varmıştır.
Bu bağlamda domuz etinin yorumuna
gelirsek, onun eti kandan kaynaklanan canlılığın yayıldığı yerdir. Çünkü et,
donuk kan demektir.
Domuzluk niteliği, nefislerin
tiksindiği pisliklere -ki onlar kötü huylardırtutkunluktur. Bu et canlılığını
yitirince, necis Hakk gelir. [Bunun batındaki karşılığı] Kötü ahlâk sahibi bir
insanda şeriatın hükmü -ki onun ruhu demektirkaybolduğunda, onun için ölüm
gerçekleşmiş demektir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Kötülüğün
karşılığı onun gibi bir kötülüktür.’143 Ayetin devamında ‘kötülük gibi’ der.
Böylelikle onu herhangi bir yönden sınırlamayıp kötü ahlâklara katmıştır. Sonra
Allah Teâlâ, onu yapmayan kimse hakkında şöyle demiştir: ‘Bağışlayan ve barış
isteyen.’ Allah Teâlâ, kötülüğe karşılık vermemenin iyi huylardan olduğuna
dikkat çekmiştir. Bu nedenle ‘hangi şekilde hayatını kaybederse etsin’ dedik.
Çünkü tezkiye onu temizlemez.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem, velisi olduğu bir insanın öldürülmesi nedeniyle katile kısas
yapılmasını isteyen bir adama affetmesini veya kan parası almasını teklif etmiş
ve ‘diyet al’ demiştir. Adam diretince Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
şöyle demiştir: ‘[Diyet almak yerine] Onu öldürürse, öldüren gibi olur.’ Burada
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Kötülüğün
karşılığı kendisi gibi bir kötülüktür’144 âyetine gönderme yapmaktadır. Bu söz
adama ulaşınca, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in yanına gelmiş ve
katili öldürmekten vazgeçmiştir. İyilik ve kötülük meselesi de buna
dayandırılabilir. Bu konu, insanların ilgilenegeldikleri büyük bir sorundur. Bu
konuyu bu kitapta zikretmiş olsak bile, meselenin ayrıntılı olarak ele
alınacağı yer burası değildir.
Görüş birliğine varılmış necasetin
üçüncüsü ise, karasal hayvanların kanıdır. Bu kan, canlı veya ölü bir hayvandan
akıp bol, yani görünecek miktarda olduğunda [görüş birliğiyle] necis
sayılmıştır. Daha önce belirttiğimiz gibi, kara hayvanı Allah Teâlâ’nın
bilgisinde değil, dışta var olan şeydir. Deniz canlısı ise, Allah Teâlâ’nın
bilgisinde var olandır. Karasal hayvan, hava sayesinde canlılığını sürdürür.
Kan ise, canlının hayatının kendisinden meydana geldiği bu buharın
sıcaklığından çıktığı asildir. Söz konusu şey, hayvani ruhtur. Kan bu pislikte
asıl olunca, kendisinden meydana gelen şeye göre necaset hükmünü taşımada daha
öncelikli olmuştur.
Kulun benlik sahibi olmasına yol açan
şey, kendisine sahip olarak yaratıldığı izzet duygusudur. Çünkü insan, âlemin
toplamı ve genel anlamda bütün varlıkların bir benzeri olarak var oldu. İnsan,
bu konuda Allah Teâlâ’nın kendisine dönük inayetinden ve Allah Teâlâ’nın ‘Siz
ölü idiniz’145, ‘Sen bir şey değilken biz seni yarattık’'46 ve ‘Zikredilen
bir şey değildi’147 gibi
âyetlerde belirttiği aslî ölümden habersiz kalınca, bilginler ‘insanın’ necis
olduğunda hemfikir olmuştur. ‘İnsanın’ necis olması ise, gözükmesi, bu
makamdan habersiz kaldığının çoğalması şartına bağlıdır. Bu durum çoğalmazsa,
bu hükmü vermede görüş birliği gerçekleşmez.
Dördüncü necaset ise, insanoğlunun
idrar ve dışkısıdır.
Meselenin batındaki yorumu şudur: Bir
şeyin mertebesi ve konumu yükselirse, onun küçük hataları büyür. Konumu ve
mertebesi değersizleşen kimsenin ise büyüklüğü küçülür. İnsan şerefli bir
konumdadır, mertebesi yüksek, Hakkın vekili ve meleklerin öğretmenidir. Öyleyse
insanın, oturup kalktığı kimseyi temizlemesi ve içli dışlı olduğu kişileri
nezihleştirmesi gerekir [bunu yapabilecek bir durumda olması gerekir]. İnsan
hakikatinden habersiz kalırsa, doğasıyla ilgilenmeye başlar. Temiz yiyecek,
içecek ve [giyecelder] ona eşlik eder. İnsan bunların temizlerini -hakikatiyle
değilkendi doğasıyla aldığı gibi, kötülerini de hakikatiyle değildoğasıyla
çıkarır. Böylece [çıktıktan sonra] temizler necis -kanolduğu gibi pisler de
necis olur. Bunlar ise, dışkılardır. En uygunu kokuların pisliğinin
kazandırmasıdır. Çünkü o, nefesler âlemindendir. Böylelikle necislik doğası
bakımından meydana gelir. Bütün canlılarda böyledir.
Şu var ki, hayvanların hakikat ve
ruhları yükseklik ve konum bakımından insanın hakikati gibi değildir. Onlarm
horluk ve zelillik yönleri daha büyüktür. Bilginler, bu gibi şeylerin
necisliğinde görüş birliğine varmıştır. Diğer canlıların idrar ve dışkılarında
ise farklı görüşlere sahip olmuşlardır. Bununla birlikte, bütün bunlar [kan,
idrar ve dışkı] doğadan meydana gelir. Doğayı dikkate alan kimseler, tümünün
necis olduğunu söylemiştir. Üstün konumu ve düşüşü dikkate alan kimseler ise,
insan idrarının ve dışkısının necis olduğunu söyleyip insanın konumunun
büyüklüğü nedeniyle onu görmezden gelmez. Diğer canlılarda ise, görmezden gelir
[çünkü mertebe büyükse küçük şeyler de büyür].
Böylece bilginlerin görüş ayrılığına
düşmeleri ve görüş birliğine varmalarının sebebini açıklamış olduk. Allah
Teâlâ’ya hamd olsun. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru
yola ulaştırır.’1411
Kansız Hayvanların ve Deniz Canlılarının
Ölüsü
Şeriat
bilginleri, bu iki ölü hakkında görüş ayrılığına düşmüştür. Bir
kısmına göre bunlar temizdir ki ben de bu görüşteyim. Bir kısmı ise, deniz
ölüsünün temiz, kansız kara hayvanlarının ölüsünün ise necis olduğu
görüşündedir. Bunun istisnası, ölü olmadığı için görüş birliğiyle necis
sayılmayan hayvanlardır. Bunlara örnek olarak, sirke kurdu ve yiyeceklerde
meydana gelen kurtçuklardır. Ayrıca, kanı olmayanlardan başka, deniz ve kara
hayvanlarının ölüleri de necis sayılmıştır.
Meselenin bâtınî yorumu şudur: Daha
önce, bu temizliklerden kanın temizliğinin bâtını yorumunu zikretmiştik. Kanı
olmayan hayvanın ölüsünün temiz olduğunu söylemek, [batında] benlik davasından
uzak durmak demektir. Çünkü kandan ortaya çıkan canlılık nedeniyle iddia
meydana gelir. Yoksa, bütün canlılarda bulunan hayat nedeniyle bir iddia
meydana gelmez. Bütün canlılarda bulunan bu hayat sayesinde herşey Rabbinin
övgüsünü teşbih eder. Söz konusu hayat, asıl itibariyle temizdir. Çünkü o,
kendilerini [kara ve deniz canlılarını] Allah Teâlâ’dan perdeleyen bir sebep
olmaksızın, O’ndan meydana gelmiştir. Bazı bilginler ise, kanı olsa bile ölü
deniz hayvanının temiz olduğunu kabul etmiştir. Çünkü o [bâtını yorumda] Allah
Teâlâ’nın bilgisindedir [bilgisindeki varlığa işaret eder]. Eşyanın Allah
Teâlâ’nın bilgisinde herhangi bir hükmü yoktur. Eşyaya hükümler sadece dışta
ortaya çıktıklarında ilişir. Bu ortaya çıkma, şeylerin [ilahi] bilgiden
duyusal varlığa çıkmalarıdır.
Bilginlerin bu meselenin ayrıntıları
hakkındaki görüş ayrılıkları da bu çerçevede yorumlanabilir.
[1] Şüphesiz Allah ehli, kalbi, Allah’m sözünü içeren
bir mushaf gibi sayar. Aynı zamanda, gök ve yer kendisini sığdıramadığında kalp
Hakkı sığdırmıştır. Binaenaleyh bize, kalbimize [Haktan] başkalarının girmesi
nedeniyle oluşan kirlerden onu temizlememiz emredildi. Mushafın da Allah’ın
kelamını içerdiğini gördük ki Allah’m kelamı O’nun niteliğidir. Nitelik ise,
nitelenenden ayrılmaz. Öyleyse niteliği tenzih eden kimse, niteleneni tenzih
etmiştir. Delile belirli bir durumda riayet eden kimse, hiç kuşkusuz, o
delillendirilene de, riayet etmiştir ki delilli £o iştir.’ Şöyle
deriz: Her iki yoruma göre de, mushafın cünüb insanm dokunmasından tenzih
edilmesi gerekir.
Mushaf ile birlikte
düşman topraklarına yolculuk yapmamız yasaklandı. Şari, kendisinde ortaya
çıkması nedeniyle, mushafı Kur’an diye isimlendirdi. Şari, Kur’an hafızlarının
düşman topraklarına yolculuk yapmasını ise yasaklamadı. Halbuki Kur’an
mushaflarda olduğu gibi hafızların da zihinlerinde ezberlenmiş olarak korunur.
Bu ayrımın nedeni ise, zihinlerde gizli, mushafta ise açık olmasıdır. Dikkat ediniz!
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’i cünüplükten başka hiçbir şey Kur’an
okumaktan alıkoymaz. Çünkü Kur’an, söylenen harflerle okunma esnasında ortaya
çı-
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar