Print Friendly and PDF

İmâlat neden önemlidir


Kapasite artırmanın önemli olduğunu kabul ettikten sonra, bir ülkenin bu amaçla tam olarak nereye yatırım yapması gerektiği sorulmalıdır. Benim cevabım sanayi, ya da tam olarak, imâlat sanayiidir.  Şayet aynı soru kendilerine sorulmuş olsaydı, Robert Walpole’dan başlayarak bugüne kadar nesiller boyunca ekonomik kalkınmayı yönlendirenlerin verecekleri cevap da bu olurdu.

Bu elbette, doğal kaynaklara dayanarak zenginleşmenin imkânsız olduğunu söylemek değildir: 20. yüzyıl başlarında Arjantin, Atlantik ötesine buğday ve sığır eti ihracı sayesinde zengin bir ülkeydi (bir zamanlar dünyanın en zengin beşinci ülkesiydi). Günümüzde bir dizi ülke, sadece petrol kaynaklan sebebiyle zengindir. Ancak, yüksek hayat standartlarını, sadece doğal kaynaklara dayandırabilmek için devasa stoklara sahip olmak gerekir. Bu bakımdan pek az ülke gerçekten şanslıdır. Kaldı ki, doğal kaynaklar tükenebilir. Maden yataklan sınırlı kaynaklardır. Prensip itibanyla sınırsız sayılan, yenilenebilir kaynakların (örneğin, balıklar, ormanlar vb.) aşın istisman, bunların da tükenmesine sebep olabilir. Daha da kötüsü, teknolojik olarak daha ilerideki ülkelerin sentetik alternatifler geliştirmesi karşısında doğal kaynaklara dayalı zenginlik hızla eriyebilir. Örneğin, 19. yüzyılın ortalarında Guatemala’nın zenginliğinin kaynağı olan cochinilla (koşineal) böceğinden çıkarılan hayli pahalı kızıl boya, Avrupalıların yapay boyayı icâdıyla neredeyse anında yok olmuştu.

Tarih tekrar tekrar, zengin ülkeleri yoksul olanlardan ayıran en önemli tek şeyin daha yüksek imâlat kapasiteleri olduğunu göstermiştir. İmâlat sanayiinde üretkenlik genellikle daha fazladır ve daha da önemlisi, hizmetler ve tarımsektörlerine kıyasla (her zaman olmasa da) daha hızlı artma eğilimindedir. İkinci bölümde belirttiğim gibi, İngiliz Parlamentosu’nda Kral George I’in ‘hiçbir şey mamûl malların ihracı ve yabancı hammadde ithalatı kadar halkın refahına katkıda bulunamaz’ sözünü söylemesini isteyen Walpole bunu yaklaşık 300 yıl önce biliyordu. Dünyada kendi dönemindeki en ünlü iktisatçı Adam Smith’e meydan okuyup, ABD’nin ‘bebek endüstrileri’ teşvik etmesi gerektiğini savunan Alexander Hamilton da bunu biliyordu. Birçok gelişmekte olan ülke 20. yüzyılın ortalarında ithal ikâmeci ‘sanayileşme’ yolunu tam da bu nedenle izlemişlerdir. Yoksul ülkelerin, Kötü Samiriyeliler’in tavsiyelerinin tersine, kasıtlı olarak imâlat sanayiilerini teşvik etmeleri gerekir.

Artık endüstrisonrası çağda yaşıyor oluşumuz sebebiyle hizmetler sektörüne yoğunlaşılması gerektiğini söyleyip bu görüşe karşı çıkanlar elbette vardır. Bazıları, gelişmekte olan ülkelerin sanayileşme aşamasını atlayabileceğini, hattâ bu aşamayı atlayıp doğrudan hizmet ekonomisine geçmeleri gerektiğini dahi öne sürerler. Özellikle Hindistan’da, dış kaynak kullanımı yoluyla hizmet ihracatı konusunda ülkenin son dönemdeki başarısından cesaret alan pek çok kişi bu fikri hayli benimsemiş görünüyorlar.

Hâlihazırdaki üretkenliği ve ilâve üretkenlik artış potansiyeli yüksek olan hizmet sektörleri kesinlikle mevcuttur. Bankacılık ve diğer fınansal hizmetler, yönetim danışmanlığı, teknik danışmanlık ve bilgi işlem hizmetleri bu anlamda ilk akla gelenlerdir. Ancak diğer pek çok hizmet alanı için bu geçerli değildir. (Bir kuaför, bir hemşire ya da bir çağrı merkezi çalışanı, sundukları hizmetlerin kalitesini sulandırmadan, daha ne kadar ‘etkin’ olabilir?) Kaldı ki, yüksek üretkenliğe sahip hizmet alanlarının en önemli talep kaynaklan imâlat Tırmalandır. Yani, güçlü bir imâlat sektörü olmadan, yüksek üretkenlikte hizmetlerin geliştirilmesi mümkün değildir. Hiçbir ülkenin tek başına hizmet sektörüne dayanarak zenginleşmiş olmamasının sebebi de budur.

Bunu söylediğimde bazılarınız şunu sorabilir: Peki bankacılık ve turizm gibi hizmet endüstrileri sayesinde zengin olabilen İsviçre gibi bir ülkenin durumu nasıl açıklanabilir? Efsanevi Amerikalı aktöryönetmen Orson Welles’in Üçüncü Adam [The Third Man] adlı filmde dâhice özetlediği gibi, İsviçre hakkında hayli küçümseyici ama popüler bir izlenime sahip olmak çoğuna câzip gelebilir: ‘Borgia ailesinin yönetimindeki İtalya’da otuz yıl boyunca savaş, terör, cinayet ve katliam vardı, ama onlar Michelangelo, Leonardo da Vinci ve Rönesansı ürettiler. Oysa kardeş sevgisine sahip olan İsviçre’de beş yüz yıl boyunca demokrasi ve banş hüküm sürdü. Fakat ne ürettiler? Guguklu saat’.  Bununla birlikte İsviçre ekonomisi hakkındaki bu görüş tümüyle yanlıştır.

İsviçre, saf turistlerin satın aldıkları inek çanları ve guguklu saatler gibi ucuz hediyelik eşyalar ve gizli banka hesaplarına yatırılmış kara paralarla yaşayan bir ülke değildir. Aslında, kelimenin tam anlamıyla, dünyanın en sanayileşmiş ülkesidir. İsviçre 2002 itibarıyla dünyanın kişi başına en yüksek sınaî üretime sahiptir, ki bu düzey ikinci sıradaki Japonya’dan % 24 daha fazladır. Ayrıca bu düzey ABD’nin 2,2 katı, bugün ‘dünyanın fabrikası’ olan Çin’in 34 katı ve Hindistan’nın 156 katıdır.  Benzer şekilde, genellikle bir finans merkezi ve ticaret limanı olarak bilinen Singapur gerçekte, yüksek ölçüde sanayileşmiş bir ülkedir. Öyle ki Singapur’un kişi başına düşen sınaî üretimi, ‘sanayi devi’ Kore’den % 35 ve ABD’den % 8 daha fazladır.

Serbest ticaret yanlısı iktisatçıların tavsiyelerine (tanma odaklanmak) veya endüstrisonrası ekonomi peygamberlerinin çağrılarına (hizmetlerin geliştirilmesi) rağmen, imâlat tek yol olmasa da refaha giden en önemli yoldur. Bu hususu kanıtlamanın sağlam teorik gerekçeleri ve bolca tarihi örneği mevcuttur. İmâlata dayanan başarının sadece İsviçre ve Singapur gibi muhteşem çağdaş örneklerine bakmamalı ve yanlışlıkla bunların aksini kanıtladığı yanılgısına düşmemeliyiz. İsviçreliler ve Singapurlular, başarılarının asıl sırrının diğer kişilerce öğrenilmesini istemedikleri için bize oyun oynuyor olabilirler!

 

Kaynak: Ha-Joon Chang SANAYİLEŞMENİN GİZLİ TARİHİ, İngilizceden Çeviren: Emin Akçaoğlu

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar