JURNAL 2
On beş gün olmuş Konya'dan ayrılalı. Uzadıkça uzayan
sırnaşık, fetihsiz on beş gün. Zaman bir tünele benziyor, sonu görünmeyen bir
tünele. Ve bir rüyadaymışım gibi yürüyorum.
Berke askerden döndü. Bütün pırıltısını kaybetmiş. Derisine
zincirli, kanatsız, heyecansız, bir zindan mahkûmu. İnsan hayretle duralıyor.
(...) İnanmayan insanın, sevemeyen insanın, acıyamayan, kızamayan insanın köpek
leşinden farkı yok.
Ali bey doçentlik teziyle meşgul. Bu adamlar benim
günahlarım. Kullarından utanan Tanrı gibi hicap içindeyim. Bir nehrin yatağını
değiştirircesine kaderlerini değiştirdim.
(...)
Server yeni makamının masum gururu içinde... Ve bitmeyen
günler. Çarşamba akşamı eski bir şakirdimle beraberdik. Senden ayrıldım
ayrılalı ilk defa gülümseyebildim. Karşımda bir parça sen vardın.
Sen yani Anadolu insanı. Dürüst, imanlı, toprak kokan, ağaç kokan bir insan:
Ahmet Kabaklı, on üç yıldır görüşmemiştik.
Günah onun. Ben kapısı her çalana açık bir mabet gibiyim.
Gerçek dostlarım gelmediler. Ve mabet katır sinekleriyle doldu. Bu hepinizin
büyük günahı. Beni yalnızlıktan beter bir yalnızlığa, kalabalık bir yalnızlığa
siz mahkûm ettiniz. Aşkdım, dostlukdum, ışıkdım. Ve boş bir odada yanan lamba.
Ve hiçbir susuzluğu gidermeden akan başıboş bir ırmak.
Düşünüyorum.
Kerpiçle Süleymaniye kurulmaz. Tesadüflerin önüme fırlattığı
malzeme, kerpiçten daha soysuz, daha salabetsiz ve sevimsiz.
Bu ülkenin bütün ırklarını tek ırk, tek kalp, tek insan
haline getiren İslamiyet olmuş.
Biolojik değil, moral bir vahdet.
Yani vahdetlerin en büyüğü, en mukaddesi.
Aynı şeylere inanmak.
Aynı şeyleri sevmek, aynı şeyler için ölmek ve yaşamak.
Lazı, Kürdü, Arnavudu düğüne koşar gibi ölüme koşturan bir inanç bu. 600 yıl
aynı potada erimek ve kâinata meydan okumak, zaferden zafere koşmak, beraber
ağlayıp, beraber gülmek. Sonra çözülüş, çürüyüş, kokuş. Ve bir mezarlık haline
gelen memleket. Tarihin dışına çıkan Anadolu. Tarihin ve hayatın. Ve Avrupa
kapitalizminin uyuz köpeği intelijansiya. Bu çöküşde kıyametlerin ihtişamı yok.
Şiirsiz, şikayetsiz, bir frengi şankrının kemirdiği bedbaht uzviyetlerin
çirkinliği var.
Ve intelijensiya, efendilerinin fırlattığı kemikleri
yalamakla meşgul.
Havlamasını bile unutmuş.
Dişsiz, kuyruksuz.
İnsan, inançlarını kaybedince çomarlaşıyor.
Dinsizlik irticaların en affedilmezi.
En yiğit orduyu en miskin sürü haline getiren veba.
Sosyalizm iktisadî bir düzen olarak tartışılabilir belki.
Fakat bugünkü talepleri, bugünkü ifadesi, bugünkü kopukluğu içinde bir ihanet-i
vataniyedir. Yani sen haklısın. Kurtuluşumuzu ancak kendimiz yaratabiliriz.
Doğu da düşman, Batı da.
İkisinin de sırtında kamçımızın izleri var.
Avrupa da eski kölemiz, Rusya da. Ve biz kölelerimizin çizmesini yalamaktan garip bir şehvet
duyuyoruz.
Faşizm, yani tehlikeli bir hayat, yani bir avuç insanın
bütün kalabalığı uçurumdan zirveye kanatlandırması, yani bu uyuşuk, bu
pelteleşmiş, bu erkekliğini kaybetmiş insanları kan ve ateş içinde eritip
yeniden granitleştirmek. Kafayı yerine oturtmak.
Sosyalizmin en rezil tarafı, zaten kindar, zaten yırtıcı
olan Türk insanını Türk insanına düşman etmesi. Yok edilmesi gereken bir avuç satılmış var, yok edilmesi,
yani sahneden kovulması. Bütün bu ülke mazlum insanların, iftiraya uğrayan
insanların vatanı. Onları hayata kavuşturmak, bütün bir husumet dünyasıyla
karşı karşıya olduğunu anlatmak ve ondan fedakârlık istemek: yapılacak iş bu.
Ama önce kendimiz ne kadar fedakârız?
Geçen cuma yine Rönesans'ı anlattım. Rönesans Avrupa'sını
hülasa eden iki insan var: Machiavel ile Bacon. Biri, politikayı ilimleştirmiş,
fert olarak büyük bir mağlup. Öteki, yeni bir metot kurucusu: politivizmin,
adeta pragmatizmin temellerini atmış ve Machiavel'in ilk tatbikçisi. Yeni bir
İngiltere yaratmak için politikayı felsefeye tercih etmiş ve başvekil olmuş.
Sonra?
Sonra hakaretle kovulmuş ve çağının sosyal tarihinde,
imzasını taşıyan tek hadise yok. Bacon veya Demirel. Bacon, politikanın dışında
Bacon.
Nietzsche tehlikeli bir hayat yaşayın diyor.
Politika tehlikeli bir hayat. Bilirsin ki Kapitol ile Tarpea yanyanadır. Kapitol'da taç
giyilir. Tarpea, ölüme, yokluğa, zillete açılan uçurum. Düne kadar kelimelerden
korktuğumu anlıyorum. Faşizm, ölüm gibi bir kelimeydi benim için. Gözünün içine
bakamadığım kelimelerden biri, cinayetti, günahdı, intihardı. Bu peşin hükümden
de sıyrıldım. Ama ben, yaşamak istiyorum önce, sonra dövüşmek. Hıristiyanlık'la
Hint düşüncesini kaynaştıran bir dostum vardı: Lanza Del Vasto, o, önce
yaşayın, diyor, yani sevin, sevilin sonra manastır veya kavga.
Dün akşam, bir alay misafirim vardı. Celal Sılay'ı tanır
mısın? Celal Sılay, Bizans'tır, Bizans'ın maskara tarafı. Kitapları görmüş,
burada kim oturur diye merak etmiş, karısıyla geldi. Hayâsız, gurursuz bir
palyaçodur, Celal, birinci sınıf bir aktördür. Seçtiği rol, delilik. Daima dört
ayak üzerine düşer, zengin bir lise hocasıyla evlenmiş. Kadın denen mahluktan
iğreniyorum. İnsan Celalle evleneceğine ... Senede bir kitap çıkarıyormuş
Celal, bir de kocaman dergisi varmış: Yeni İnsan. Bu adam, küstahtır, ama nasıl
küstah? Yalnız benim yanımda terbiyelidir. Bir parça şairdir de. beraber olsak
çok eğlenirdik.
Mayıs'da Konya'ya gelmek istiyorum. Ancak senin yanında,
ancak Mevlana'nın vatanında kendimi huzur içinde hissediyorum. Belki çok
yakında görüşürüz. Seni ve Konya'yı ve dostlarımızı çok özledim. Bu hafta
Durkheim'ı anlatacağım. Talebem bir hayli çok. Saint-Simon'la Batı ve Hint yine
sabotaj'a uğradı. Her ikisini de kendim bastıracağım. Belki İstanbul'da, belki
Konya'da. İkisi beşbin liraya çıkıyor. Yalnız bu sene mevsim geçti diyorlar.
Sonbahara. Kabaklı, Hisar dergisi için yazı istiyor, olur dedim, belki başka
dergilerde de yazarım. Bizimkiler iyi. Fevziye'nin selamlan var, çocukların
hürmeti. Seni hasretle kucaklarım canım kardeşim.
28 Temmuz 1974 SAĞ, SOL, MÜNZEVÎ AYDIN
İkinci kitap hiçbir yankı uyandırmadı.
Sağ, benimsemedi kitabı. "Attila İlhan",
"Kemal Tahir", "İdeoloji"... Belli ki bir yabancı var
karşısında. Bu yabancıyı bir yere oturtamamanın tedirginliği içindedir. Sağ adı
verilen bu bedbaht topluluk, solun kusuntuları ile yaşar. Misafirler gittikten
sonra sofra döküntülerini yalamağa gelen bedbaht bir sokak kedisi. Kendine
mahsus hiçbir fikri, daha doğrusu hiçbir fikri yoktur. Batı dili bilmez.
Osmanlıca bilmez. Ebediyyen vesayet altındadır. Huysuzluğu intibaksızlığından
gelmektedir. İntibaksızlığı tembelliğinden. Sağın cilasını kazıyın, altından
kıskançlık çıkar. Üzümle tilki hikâyesi.
Sol, papağandır. Öğretilenleri tekrar eder. Topaldır, koltuk
değnekleri ile yürür. Hareket etmek için mutlaka bir batılıya muhtaçtır. Dost
olmanız için dilini konuşmanız lazım. Dilini, yani seçtiği pirin, mürşidin
dilini. Sembollere ve sloganlara mahpustur. Reçete ister.
Biz Osmanlıdan yobazlığı devraldık. Batının taarruzu
karşısında yobazlık bir kaleydi. Yobazlık ananeye kaçıştı. Deniz kızlarının
şarkılarını dinlememekti. Korkuydu. Belki zaman dışına çıkmaktı. Aydınlar deniz
kızlarım dinlediler ve mahvoldular. Bu yeni yobazlık, kendimize ait her
mukaddese kulaklarımızı tıkayıştır. Kendimizden kaçıştır.
Nereye?
Şuursuzluğa. Ananeye kaçış kavgayı kaybetmiştir. Ananeden
kaçış kavgayı kaybetmiştir. Biri kaybettiği cennetin sılası içinde, öteki
yeniliğe, yani ananesizliğe mütehassır. Ama her ikisi de aynı vicdan
huzursuzluğundan mustarip. Sağ, batı düşüncesini memnu meyve sayıyor.
Batılılaşırken bir günah işlediğine kani. Sol, kayıplarının muhasebesini şuurlu
olarak yapmıyor. Müphem biyolojik bir arayış. Kendine yakıştıramıyor
"gericiliği". Sağın çürümüş olduğunu biliyor. Her türlü usaresini,
hayat cevherini çoktan kaybetmiş bir müstahase sağ. Sağdan hiçbir uyarıcı ve
diriltici haber gelmeyeceğine inanmıştır. Sağ da solu düşman biliyor.
Kaliban'ın Prospero'ya bakışı.
Bu anlaşmasına imkân olmayan iki düşman arasında, münzevi
aydın, hareketini nasıl ayarlayacak?
İşte bütün mesele. Bu sağa ancak merhamet duyulur, muhabbet
değil. Korkak, pısırık, kıskanç, sembollere ve sloganlara mahpus. Kendinden
kafiyen emin değil. Soldan yüz bulmadığı için sağ. Soldan, yani solun
efendilerinden. Sağda rahat değilim. Çünkü gerçekte sağ yok.
Kim sağ?
Kaplan mı?
Kaplan zaafları olan adam. İyi Fransızca bilmiyor, tesadüfen
Türkoloji ile uğraşmış, ama utanç duyuyor bundan. Muhammed’ten (sallallâhü
aleyhi ve sellem) fazla Marx'a yakın. Marx'a yakın, çünkü Marx: batı. Bir Ziya
Gökalp Osmanlıcılığı, yani Osmanlıcılığın kökten inkârı ve tahribi. Batıyı iyi
bildiğim için bana hayran. Batıya düşman olduğum için bana düşman. Yahya Kemal
gibi ve Yahya Kemal kadar -hayır Yahya Kemal'den çok az- Osmanlı edebiyatına
hayran. Yahya Kemal'in Yunancılığı, çevrede mâkes bulabilseydi Yunancı olurdu
Yahya Kemal. Bir müsteşrik Osmanlıcılığı. Dekoratif bir Osmanlıcılık. Ama zeki
bir adamın Osmanlıcılığı, rafine. Kaplan da böyle bir rafinman yok. Onda her
şey vülger. Korkak, kaçak. Sağlığından utanan bir sağ. Dostluğu da düşmanlığı
da belli değil. Masa dostluğu. Erol arayan bir çocuk. Arayan ve bulmadan
bulduğunu sanan. Etrafındakilerden daha âlim. Ama nazariyeci olmak
kabiliyetinden uzak. Zekâsını bozuk para olarak harcıyor. Lüzumsuz
düşmanlıkları, lüzumsuz taraf tutuşları var. Niçin harcıyor kendini? Daha ne
kadar harcayabilir? Meçhul. Şimdiden tükenmiş gibi.
Sağın temsilcisi bir Kabaklı kalıyor.
Hangi sağın?
Kabaklı'nın sağcılığı müphem bir mazi hasretinden -şairane
bir hasret- ve komünizm düşmanlığından ibaret. O da sağın mevcut olmadığına
inanıyor. Ötekiler büsbütün süprüntü. Ötekiler kim?
Sezai Karakoç mu? Yazıları günlük kokuyor. Camiden fazla
kilise.
Ergun ham bir zekâ.
Yeteri kadar batılı olamamaktan mustarip.
BU ADAMLARLA NE YAPILABİLİR?
HİÇ..
Gazetede istediğimi yazamıyorum.
Zaten yazdıklarım da kayboluyor.
Batı ile savaşıyorum. Oysa onların nazarında tek değerim:
batılı olmak.
Attila solda kalmalıydın diyor. Hangi solda?
İlerici düşünceye istikamet veren son derece mürteci üç
organ var:
Cumhuriyet, Varlık, Türk Dili. Cumhuriyet, kurulduğu günden
beri tefekkürü felce uğratmağa memur. Kurulu düzenin gerçek koruyucusu. Genç
dikkatleri eski fetihlere çivileyen sahte bir ilericilik. 1974'te Atatürkçü.
Varlık, Cumhuriyet'in aylık nüshası. Aynı fikir sefaleti, aynı namussuzluk,
aynı sahtekârlık. Nadir Nadi ile Yaşar Nabi ikiz kardeştirler.
Reculiyetten, samimiyetten mahrum iki harem ağası. Memlekette düşünen insanın
türeyememesi bu iki düzenbazın marifetidir. Bu iki düzenbaz belli emellerin
temsilcisi, yani fert değil lejyon. "Ortadoğu" bir meçhuldür. Kötü
bir meçhul. Ama meçhul. Ortadoğucularla bir miktar yol arkadaşlığı yapılabilir.
Cumhuriyet ve Varlık kuruluşundan beri lağım. Üstelik bu lağıma girmek
hürriyetine de sahip değilim. Yani alçalmağa mizacım müSaid de olsa beni
almazlar. Güvenemezler. Türk Dili de malum. Ortada meşru solu, yani kurulu
düzenin himayesi altındaki solu, istikbale istikamet veren solu bu üç neşir
organı temsil ediyor. Ne ben kendim kalarak bunlara katılabilirim, ne onlar
beni içlerine alırlar. Yani kader hükmünü vermiştir. Başka nerede yazabilirim?
Solun bütün nüanslarıyla kaynaşmama mani olan büyük bir
engel var: kullandığım dil. Ondan vaz geçebilir miyim?
Ondan yaz geçmek bütünden vaz geçmek değil mi?
Sağ, okumuyor. Boşuna bağrıyorum.
Sol diyalogdan kaçıyor.
Küskün.
Ötüken'in bastığı kitap okunmazmış!
Peki siz basın!
Cevap yok.
Bu çemberi kırmak mümkün değil.
Son tahlilde hudutlu imkânlarımızı isteyene bezletmekten
başka çare yok.
Sol, sağın gösterdiği dostluğu göstermiyor.
İhanet etmişiz!
Neye ve kime?
HÜKÜMLERİMİ TAYİN EDEN
Göze, beni tanıtmak istiyormuş. Dostça bir arzu. Yıllarca
sesimi duyuramamanın acısı içinde yaşadım. Ama kime ve nasıl tanıtacak?
Sualler haindi. Gazeteci alışkanlığı. Fikrî hayatımda
geçtiğim merhaleler. Bunları vuzuhla tayin kabil mi?
Önce çevreye intibak. Cami, dua. Sonra çevreye isyan,
şovenizm. Fakat ne o dindarlık taklidi ruhî hüviyetimi ifşa edebilir, ne saldırıcı
milliyetperverlik. Sonra sosyalizm. Bütün bu tahavvüllerin merkezinde yalnızlık
kâbusu. Önce çevreye bağlanmak, olmayınca daha geniş bir çevreye, bir belkiye,
bir müpheme. Nihayet gizlide tehlikelide, cihanşümulde karar kılış. Hayır.
Bütün bu tercihlerin bir tefekkür çilesinden doğduğunu sanmıyorum.
Ne Marx'a geldiğim zaman Marx'i tanıyordum, ne Türkçülüğüm
bir araştırmanın mahsulüydü.
Sosyalizmden nasıl ve niçin ayrıldığımı da bilmiyorum?
Ayrıldınız mı ki?
Bu suale kesin bir cevap vermek güçtür. Sosyalizm bir kilise
olarak ürkütüyor beni. Bizim, tefekkürden nasipsiz gecekondu sosyalistleri
aklıma geldikçe ürperti duyuyorum. Sosyalizmi içtimaî haksızlıkların sona
ermesi, liyakatin yerini bulması, acı çekenlerin gözyaşlarını dindirmek
suretinde anlarsak sosyalistim. Daha doğrusu hislerimi ciddî bir tahlile tabi
tutmadım, hislerimi diyorum çünkü saf düşüncenin ideolojik tercihlerle alakası
olmadığını biliyorum artık. Muhakkak olan şu ki, hayatıma istikamet veren bu
gençlik rüyasının aleyhinde bulunmak beni tedirgin ediyor. Dürüst olmak için
ilave edeyim. Sosyalizm kelimesi çok müphem geliyor bana. Fazla Avrupalı
geliyor. Başka bir dünyanın temayüllerini, isyanlarını, ümitlerini aksettiren
bir kelime. Belki yerinde güzel. Yerinde yani kitapta.
Çarpışan iki medeniyet var: Türk-İslâm medeniyeti bin yıl fetihler yapmış, belli
ölçüleri, belli zaferleri, belli başarıları var.
İhtiyarlamış.
Hıristiyan Batı medeniyeti hem temelinde, hem de içtimaî
yapısında farklı ve başka.
Bence en esaslı fark: insana bakışlarında. Osmanlı için
insan uluhiyetin nushayi suğrası. Mukaddes ve muhterem. Servet ve mevki gibi
tesadüfi tefavütlerin dışında bir insan haysiyeti var. Batıda yok bu. Batı
evvela kendi insanına karşı zalim. Batının tarihi, bir sınıf kavgası tarihi,
doğru. Bu egoizm, coğrafî hudutların dışında büsbütün azgınlaşıyor. Avrupa,
insanı tabiatın bir parçası saymaktadır. Dış dünyayı kaprislerine alet eden
Batı, insanı da aynı muameleye tâbi tutar. Yani bir tünel açmak gerekince nasıl
dağ delinirse ferdî veya zümrevî bir menfaat uğrunda da Batının feda etmeyeceği
beşerî kıymet yoktur. Osmanlı mucizesi bütün mucizeler gibi faniydi. Bir yanda
maddeci, şiiriyeti olmayan, sert ve keskin bir zekâ. Ötede bir büyük çocuk
saffeti. Yenildik. Yığın aslî cevherini her gün bir parça daha kaybediyor. Intelijansiya
her an bir az daha köpekleşmekte.
Evet.
Avrupa'nın Yeniçerisi bu intelijansiya.
Kendi tarihini tahribe memur.
Şuursuz ve idraksiz.
Bu garip zümre sağ-sol gibi tasniflere yan çizer. Yani bir
kısmını şu etiketle, bir kısmını başka bir etiketle teşhir ve tesbit etmeğe
imkân yok. Bu zümrenin mümeyyiz vasfı yobazlıktır. Düşünceden korkar ve
diyaloga tahammülü yoktur. Bunları yazarken ifadesi güç bir nedamet duyuyorum. "Ortadoğu"ya
yazı hazırlamam lazım. Lazım ne demek?
Yıllardan beri karşıma çıkan meseleler üzerinde düşünmeye
çalışıyorum. Düşüncelerimi imkân buldukça aktarıyorum çağdaşlarıma.
Cevaplarımız suallerle hudutlu. Sorulan sualler hep aynı olunca cevaplarda da
büyük bir tazelik aramak boş. Sorulmayan suallere cevap vermek, insan takati
dışında. Benim bütün kuvvetim mümkün olduğu kadar tarafsız oluşumdan
geliyor. Yani hükümlerimi tayin eden ihtiraslarım değil. Belki tek kurtuluş
imkânım (tek kurtuluş imkânım derken şunu kastediyorum: Hayatı yaşanmağa layık
görmeğe devam etmem), vuzuhu fethetmek: başka bir tabirle etra-fımdakilere
manevî üstünlüğümü, yahut değerimi kabul ettirmek.
Nerede okudum?
Fizyolojik hususiyetlerim neler?
Bu kabil ifşaat beni rahatsız eder. Bunlar beşerî olmayan
taraflar. Yani biyolojik. Şimdiye kadar yazılarımda "ben" zamirini
nadiren kullandım, ifşadan hoşlansam roman yazardım. Acılarımız ve
felaketlerimiz beşerîleştiği ölçüde edebiyatın konusu olabilir. .
15 Aralık 1974 OSMANLI TARİHİNİN MİRASI
Osmanlı tarihinin bugünkü Türk insanına mirası nedir?
Yarını inşa ederken tarihî vasıflarımızdan ne ölçüde
faydalanabiliriz?
Maziden gelen temayüllerimize dayanarak nasıl bir istikbal
inşa edebiliriz?
Başka bir tabirle Türk insanı kapitalizme mi sosyalizme mi
yatkındır?
Osmanlı birçok unsurların mesut bir terkibi. Orta Asya'dan
getirdiği biyolojik vasıflar: bir başbuğ etrafında toplanmak, gözünü daldan
budaktan esirgememek, bir kelimeyle birçok göçebe medeniyetlerinde ortak olan: asabiyet.
Bu temel seciye islamiyetle kaynaşınca büyük bir medeniyetin mimarı oldu.
Osmanlı bu medeniyeti kurarken kendi kendini de inşa ediyordu. Tanzimata kadar,
gerek İslâm’dan önceki, gerek İslâm’dan sonraki Türk
insanının farikaları
1- fedakârlık,
2- devletle birleşme..
Adeta uzvî, bir kaynaşmaydı bu. Devletle din, dinle millet
tek varlık halindeydi.
Bu tarih Batınınkinden çok farklı mıydı?
Batı tarihini, içtimaî sınıflar izah eder. Anahtarı
ferdiyettir. Kişi, yalnızlığını lonca, kilise gibi bazı topluluklarda unutmağa
çalışır. Fakat ya zalimdir, ya mazlum. Batıda millet yoktur. Yoktur çünkü
Roma'dan itibaren sınıflar vardır.
Her milletin içinde birkaç millet vardır. Bugüne kadar
böyledir bu. Osmanlı'da sınıf yoktur. Para bir tahakküm vasıtası
değildir, bir hizmet vesilesidir. Batıda maddî güç yani iktisat, ezilen
sınıflar için bir kurtuluş imâanıdır. Köleler (toprak köleleri) feodal
beylerden para sayesinde hürriyetlerini satın alırlar.
Osmanlı İlay-i Kelimetullah için hayatını seve seve verir. Yani bağlandığı dava uğrunda hayatını istihkar eder.
Avrupalı ancak yakın ve elle tutulur çıkarlar uğruna fedakârlık yapabilir.
Osmanlı, ülkesinin kapısını bütün insanlara açmıştır. Başka türlü düşüneni korur. Sadece hatasında ısrar ettiği
için merhamet duyar ona.
Osmanlı istismar için ülke fethetmez, imar için fetheder.
Osmanlı'da adalet bütün müesseselerin belkemiğidir. Kısaca Osmanlının asırlarca gerçekleştirdiği içtimaî nizam
bütün sosyalist ütopyaları aşan bir cennettir. Sosyalizmin istikbalde
gerçekleştireceğini umduğu cemiyeti Osmanlı mazide gerçekleştirmiş bulunuyordu.
Osmanlı kapitalizmi yamyamlığına hiçbir zaman iltifat
etmemiştir.
Osmanlı mizacı ile kapitalizm uyuşmaz. Bu itibarla yarınki cemiyeti inşa ederken kendi
temayüllerimiz, yani tarihî mirasımız bahis mevzuu ise, kuracağımız cemiyet
mutlaka sosyalizme benzeyen bir cemiyet olacaktır.
Kapitalizmin manivelası kârdır.
Osmanlıda kâr diye bir mefhum yok. Sonra kapitalizm pazar istihsalidir, pazar için
istihsaldir, pazar için istihsal bazı ülkelerin hammadde pazarı haline
gelmesini icab ettirir...
9 Ağustos 1975 ENTELEKTÜELLİK
68 lere kadar insanlığın düşünme tarihini tavaf eden bir
şakirttim. Düşünmüyordum, başkalarının neler düşündüğünü öğrenmeğe
çalışıyordum. Uzun süren bir çıraklık. Bugün bütün nas'ların peçesini sıyırmış,
bütün hakikatları tenkit süzgecinden geçirmiş, hakikatten başka tecessüsü ve
yaşayış sebebi kalmamış insanım.
Entellektüel, içtimaî bir sınıfın parçasıdır. Ondan
ayrılamaz. Düşman sınıfla dövüşerek gelişir ve olgunlaşır.
Türkiye'de içtimaî sınıflar mevcut olmadığından entelektüel
de yoktur.
O halde ben de entelektüel değilim. Acaba?
Sınıfların kaotik bir mahiyet taşıdığı bir ülkenin kendine
göre meseleleri yok mudur?
Gerçek entelektüel önce ülkesinin haklarını, düşman bir
dünyaya haykırmakla görevlidir. Yani rüşeymî bir mahiyet taşıyan şu veya bu
sınıfın ideolog veya demagogu olmamak, ülkesinin bütününü, bütün ülkelere karşı
müdafaa etmek vazifelerin en büyüğü değil mi?
Şüphesiz ki böyle bir tasavvur, şairane bir ütopyadır. İnsan
kucağında yaşadığı toplumdan sıyrılamaz. Sıyrılırsa, okunmaz ve anlaşılmaz.
Hayatının sonuna yaklaşan bir insan olarak zaten çoktan beri kaybettiğim yaşama
sevincini bu sınıflar üstü hakikatlerin taharrisinde buluyorum. Bu itibarla
mezarların ötesinden seslenir gibi seslenebilirim çağıma. Daha doğrusu ülkeme.
Ama okunur muyum?
Sesim duyulur mu?
Herkes bir an önce sınıf duvarlarını yükseltmek ve kinlerini
semirtmekle uğraşırken kimse beni dinler mi?
Meşhur bir adam da değilim. Kalabalığın benimsediği edebî
bir nevi temsil etmiyorum. Ne romancıyım, ne şair, ne tarihçi. Sadece dürüstüm,
çok okudum, çok düşündüm, Beşerî ihtiraslardan uzağım. Bütün bu vasıflar bir
düşünce adamının hamurunu yapar. Romancı, alışılmış ve bütün zevklere seslenen
bir silahla mücehhezdir. Yüzyıldan beri herkes hikâye okur. Şair ezelden beri
aşinası olduğumuz bir dost. Düşünce adamı, mazinin tanımadığı bir mahlûk.
Osmanlı için mühim olan, ciddiyet ifade eden, uğraşılmağa
değer bilgiler hudutluydu. Tefsir, Hadis, Fıkıh vs. İslam hayatın bütününü
kucaklıyor, düşünceye ihtiyaç bırakmıyordu. Her şey Hindin "Sutra"larında
olduğu gibi, Kuran tarafından teferruatıyla tespit edilmişti. Karımızla hangi
gün yatacağımız, nasıl taharet edeceğimiz önceden tayin edilmişti. Bu çok
girift, çok şümullü programı olduğu gibi tatbik etmek kâfi idi. Osmanlının
karşısında kendininkine rakip bir düşünce de yoktu.
Sınıf-ı ulema neyi yıkmağa çalışacak, kiminle görüşecek,
hangi yılanları boğacaktı?
Osmanlı medeniyeti bir iman ve aksiyon medeniyetidir.
Sınıf-ı ulemaya ideolog diyemeyiz. İdeolog içtimaî bir sınıfın emrinde, hakikat
ile yalanı uzlaştırarak, bağlandığı sınıfı şuurlandıran bir nevi uzmandır.
Osmanlı, Avrupa'ya karşı yalnızdır. Ama kılıç ve adalet ile
muzaffer olan bir ülkenin kendini lafla müdafaaya ihtiyacı yoktu. Evet
Osmanlının maşerî vicdana benzeyen bir dünya görüşü vardı, fakat ideolojisi
yoktu. Avrupa'nın dünya görüşleri ise birer ideolojiden ibarettir. Osmanlının
dünya görüşü tezatlar içinde gelişmedi. Kaynağı ilahî idi, ancak şerhler
ile tefsirler ile zenginleşebilirdi. Ve öyle oldu. Vurgulayalım: Osmanlıda Avrupa'nın
anladığı manada kılı kırka yaran tenkitçi ve dünyaya çevrilmiş bir düşünce de
yoktur, bu düşünceyi imal eden bir intelijansiya da. Entellektüel batılı bir
hayvandır.
AYDINLA ENTELEKTÜEL AYNI KİMSE MİDİR?
Hayır.
Entelektüel, ya zamanını doldurmuş değerlerin aktarıcısı, ya
yeni bir dünya kurmağa çalışan bir içtimaî sınıfın yol göstericisidir.
Aydın ne mazisini bilir, ne geleceği hakkında aydınlık
tasavvurları vardır. Ülkesi ile göbek bağını çoktan koparmıştır. Yaşayıp
yaşamadığı halkın umurunda değildir. Bizde bu kelime sadece okur yazar
manasınadır. Kendini küçük görür. En ciddileri ya Marx'in tebasıdırlar, ya
Muhammed' sallallâhü aleyhi ve sellemin tekrarlayıcısı. Mustağrip veya
mustarip. Türk'ün düşünebileceğine inanmazlar. ,
Batının en adi düşünce simsarı mukaddesdir onlar için. Oysa
entelektüelin ilk vasfı tenkitçiliğidir. Entelektüel, dünyayı her gün yeni
baştan kurabileceğine inanan adamdır. Descartes'dan beri aklın ve idrakin
cihanşümul olduğunu anlamıştır.
Şimdi, putlarını tekmelediğimiz bu rüşdünü ispat etmemiş
çocuklar bizi nasıl okur?
Marx'dan veya Seyyit Kutup'tan uzaklaşmaları kabil mi?
Biliyorum ki kabiliyetlerimden çok hadiselerin sırtıma
yüklediği bu entelektüellik, yani her şeyi kendi gözümle görmek, hakikatları
pervasızca çağımın suratına haykırmak misyonunu başaracak güçte değilim.
Said Nursi ile Kenan Rifai.
Biri medrese öteki tekke.
Said'in müridi, yığın, midye gibi bir kayaya yapışmış.
Said, nasların katı ve karanlık duvarları arkasında
konuşuyor. Hitap ettiği toplum yalnız hayalinde mevcut. Ama bu hayalî insanlar
o konuştukça gerçekleşiyor. Yani nurculardan önce kelam var. Anlaşılmayan,
esrarengiz, çağdışı. Kabuklarına çekilen yüz binlerce insan bu sesin
cazibesiyle uykudan uyanıyor. Bir havariler ormanı. Yekpare ve kesif. Ağaçlar
kaynaşmış birbiriyle. Dallarında kuşlar cıvıldamıyor. Adsız bir uğultu.
Nur Risalelerinin bir fırtına rüzgârına benzeyen, zaman
zaman heybetli, zaman zaman boğuk yankısı. Bu sahipsiz, bu unutulmuş bu tarihin
dışında yaşayan kalabalığı Nur Risaleleri etrafında toplayan kuvvet ne?
Yeni bir hakikat, bakir bir düşünce, akıncı bir ruh mu?
Hayır. Said Nursi bütünüyle bir tekrardır. Gazap, tehdit ve
horlayış. Ama zulmün ahmakça taarruzu bu münzevî sesi sayhalaştırmış. Laisizmin
kartondan setleri birer birer yıkılmış bu sesle. Şehirle köy, çağdaş uygarlık
düzeyi(!) ile Anadolu, Batının yalanlarıyla mağlup bir medeniyetin rüyaları,
arayanlarla bulanlar, tereddütle inanç., iki dünya halinde ayrılmış
birbirinden. İlmin yobazları için, bu emekleyen, bu kekeleyen topluluk bir yüz
karasıdır. Düşünmezler ki bu kendi yüz karalarıdır. Filhakika nurculuk bir
tepkidir. Kısır ve yapma bir üniversiteye karşı medresenin tepkisi. Nur
Risalelerinin gücü, bir isyanı dile getirişlerinden. Temyizi olmayan bir
mahkumiyet kararı. Derbeder, perişan, karanlık. Ama samimi ve dürüst.
Şuuraltının çığlığı. Bir yanda düşüncesizlik, bizim olmayan değerler ve
samimiyet yokluğu. Ötede için için kaynayan ve bir menfez arayan ihtibasa
uğramış duygular. Batının tabiri ile filoneizmle mizoneizm.
Tanzimattan beri yurdumuzu perişan eden illet, teceddüt aşkı. Her şeddi yıkan
bu çılgın aşkın karşısına tek hisar kurulabilirdi: nurculuk, ifrat tefriti
yaratacaktı ve yarattı. Bu iki zıt kutup arasında bir anlaşma zemini bulmak
kabil mi?
Hiçbir mahpes sağlam bir kale değildir. Tarih mumyalanamaz.
Nurcuları deve kuşu haline getiren, aydınların
anlayışsızlığı. Unutulmasın ki iman kendi kendine yeter. Her nurcu fert olarak
bahtiyardır. Ama kökünden kopmak, yosunlaşmak kimseye mutluluk getirmez.
Nurcular adalarında hayatlarına devam edebilirler. Onları yok farzetmek onlarınkinden
çok daha vahim bir gaflettir.
Hülasa edelim. Said Nursi bir kavga adamıdır. Yalçın bir irade,
sert, müsamahasız bir mizaç, sözü ile özü bir, tefekkür değil iman. Yogi ile
Komiserin savaşı.
Kenan Rifai bir ondokuzuncu asır entelektüeli. Bir eski Galatasaraylı, İmparatorluğun uçsuz bucaksız
coğrafyasında yıllarca dolaşmış. Geniş bir tecessüs. Büyük bir asimilasyon
gücü. Zengin bir tecrübe. Bir parça Hint, bir parça Mevlana. Ve kanma bilmeyen
bir yaşama susuzluğu. O da bir tekrar. Ama şeriatın katı kaidelerine mahpus
değil. Aşkı dinleştiren bir Tanrı adamı. Müslümandan çok deist. Daha doğrusu panteist.
Maddecilikle zehirlenen bir çağa ancak bu esnek, bu her şeyi kucaklayan inanç
sesini duyurabilirdi. Said Nursi dağbaşında vaızlar veren bir Sahyun nebisi.
Hor görülenler, her şeyini kaybedenler, mukaddesleri çiğnenenler ona koştular.
Yusuf Kenan zarif bir salon adamı.
Herkesin nabzına göre şerbet vermesini biliyor.
Büyüleyici bir sesi, yakışıklı çehresi var.
Daha çok kadınları cezbedişi bundan.
Medreseden çok tekke.
3 Eylül 1978 Pazar / Saat 9.30 İMAN İLAHÎ BİR HİDAYET
Zola'nın romanlarında yoksulluk bir felakettir. O cendere
içinde, insanlar bayağılaşır. Hayat cazibesini kaybeder, güzel olan ne varsa
yok olur.
Dosto'da yaşanabilir bir iklimdir sefalet. Alkol bir nevi
emniyet supabıdır. Kaderde nisbî bir adalet: kimse çok büyük, kimse çok küçük
değildir.
Orwel de Paris'in bir kenar mahallesini sergilerken Zola'ya
göre daha insaflı, çok daha müşfiktir. Hayat bütün kahırlarına rağmen
yaşanılmağa layık.
Okuyucu ister istemez şöyle bir sualle karşı karşıya: saadetle
felaketi ayıran sınır nasıl çizilebilir?
Hepimiz sefil birer kuklayız. Tek gücümüz: intibak
kabiliyeti. Çevreye
uymayanlar, uyamayanlar demek istiyorum, ezilip gider.
Sartre insan hürriyetten kurtulamaz diyor, eli ayağı bağlı,
hürriyet denizine atılmış. İstese de istemese de hür.
Bu nasıl bir hürriyet?
Havaya fırlatılan taşın hürriyeti. Hürriyet, vehimlerin en
çılgını.
Determinizm deli gömleğinden daha insafsız: yalnız kolunuzu
bacağınızı hapsetmekle kalmaz, ağzınızda da tıkaç. Determinizm, daha girift,
daha esrarlı, daha âlemşümul bir gerçeğe sözde-aydmların taktığı ad. Eski
Yunan, ananke, fatum, nemesis demiş bu meçhul, bu korkunç güce; Hint, karma;
semavî dinler, kader.
Halk, mefhumu daha da müphemleştirmiş: felek.
Felek kim?
İblis mi, Tanrı mı?
İslamiyet kaza ve kaderi, esrarına akıl erdirilemeyecek bir
sır olarak vasıflandırmış. Neyzen ne kadar haklı: "çözemez kimse bu
dünya denilen kördüğümü"... Hayyam da aynı şeyi söylememiş mi... "Efsane
söylediler ve uykuya daldılar". Hiç kimse bir zerre aydınlık getirememiş.
Efsane veya şarkı, manasını herkesin başka başka anladığı bir avuç kelime.
Bazısı güzel, kime göre?
Bazısı çirkin, kime göre?
Sükuta okunan kasideler de başka bir hezeyan: insanın
hayvana özenmesi, hayvana ve maddeye. Ama bir çaresizliğin şuuru olabilir
sükut, bir silahları bırakış, bir teslimiyet. Mutlak karşısındaki aczi efendice
itiraf. Babam konuşmadı. Ben çok konuştum.
Ne değişti?
Hiç!
Kelimelerin müessiriyetine inanmıyorum. Milyonlarca defa
tekrarlanan bu söz yığınları nota kadar bile manalı değil. GALİBA TEK
KURTULUŞ İNANMAK. AMA ONDA DA HÜR DEĞİLİZ. İMAN İLAHÎ BİR HİDAYET.
Vehimlerin yaprak yaprak döküldüğü her geçen yıl biraz daha
kaditleşir ağaç. Çocuk, istikbale taşan bir ümitti, yıllarca yetiştireceğim
diye çırpınıp durdun. Ne oldu?
Hint'e gömdün rüyalarını. Cehennemde bir gül bahçesi
yaratmak istedin. Tanıdığın ve tanımadığın dostlara buyrun diyebileceğin bir
gül bahçesi.
Ne oldu?
Ne acılar kelimeye aktarılabilir, ne sevinçler. Güneş
altında söylenmeyen ne kaldı?
Don Kişot için hakikat şövalye romanları idi. Avillah
Therese için, Kitab-ı Mukaddes, ikisi de inandıkları için savaştılar. Sainte Therese,
Kilise'nin masallarına aşıktı. Don Kişot, çevresindeki masallara, İslâmiyet de
Marksizm de belli bir coğrafyanın, belli bir medeniyetin masalları. Hayat
büyük, çılgın, deli dolu, ikisinin de dışında. Hiç kimse Babil kulesine söz
geçirememiş. Kilisenin nasları kocakarı hikâyesinden daha çürük çarık. Ama
bir Pascal, bir Lamennais, hatta bir Dosto benimsemiş masalları, insanoğlunun
budalalığı korkunç ve hudutsuz.
Eflaki Dedenin anlattığı menkıbelerle sosyalizmin inşa
ettiği tarih aşağı yukarı aynı.
Hakikat nerede?
Bir zamanlar Descartes'lara, Büchner'lere, Nordaulara
inanırdım. Şimdi... şüpheden bile şüphe. Acz-i mutlak tesellisine bile
sahip değiliz. Hiçbir şey mutlak değil. Keşiş Meslier yıllar yılı vaazler
vermiş. Çevresindeki bütün itibarî yalanları yüzde yüz benimsemiş, tekrarlamış,
kökleştirmiş. Ama her akşam isyan ve acılarını kağıda dökmüş. Ne kadar haklı.
Her düşünen bir parça keşiş Meslier'dir. Konuşmayan bir keşiş Meslier.
Düşündüklerimizin ne değeri var?
Başkalarını tedirgin etmek için sözde-hakikatlarımızı
haykırmak, terbiyesizlik.
Celalettin büyük bir insan.
Herkes öyle diyor. Yüzbinlerce talihsiz eteğine yapışmış
üstadın. Asırlardan beri hükümran. Ona dil uzatmak ne haddine?
Tanıyor musun ki?
Hayır. Hiçbir şeyi, hiç kimseyi tanımıyorum.
Tanıyanlar tanıyor mu ki?
Tanıyanlar, daha doğrusu tanıtanlar. Gölpınarlı'ya göre,
üstat, çağının peşin hükümlerine başkaldıran hür-endiş bir düşünce adamı.
AYNI GÖLPINARLI'YA
GÖRE, ŞEMSETTİN TEBRİZÎ İLE SODOM'UN YÜZ GÜNÜNÜ YAŞAMIŞ, MEZHEPSİZ,
MUKADDESATSIZ BİR SAPIK, 13. YÜZYILDA BİR MARKİ DÖ SADE. SOHBETLERİNDE BUNU
SÖYLEYEN GÖLPINARLI, KİTAPLARINDA BAŞKA TÜRLÜ KONUŞUYOR.
HANGİSİNE İNANACAĞIZ?
EFLAKİ DEDE ÜSTADIN KERAMETLERİNİ KİTAPLAŞTIRMIŞ.
AYNI İNSAN HEM VELİLER VELİSİ, SULTANLAR SULTANI., HEM
ŞEYTAN.
Celalettin'i geçelim. İsa Peygamber, bazısına göre tenperver
ve sapık bir serseri, bazısına göre Allah'ın oğlu, insanlığın ezelî günahını
bağışlatmak için çarmıha gerilmiş. Bu zıt hükümlerin hepsine birden doğru demek
mümkün mü?
Nordau da bir çok meslekdaşları gibi mistisizmi akıl
hastalığı sayıyordu.
Nordau kim?
Adını bilen bin kişi ya var ya yok. Mistikler, Hefmes'ten bu
yana insanlığın büyük bir yekûnunu kaz gibi gütmüşler.
Hakikatin ölçüsü ne?
Müritlerin sayısı mı, inandırma gücü mü?
Hallaç divane miydi, dahi mi?
Muhyiddin İbn Arabi, Sühreverdi, İbn Bâce, İbn Rüşt, İbn
Sina., onları anlayamıyorum. Anlayamayacağım da.
Anlasam ne olur?
O kadar derin bir cehaletle bu adamlara dil uzatmak düpedüz
edepsizlik. Herkes bir mukaddese sarılmış. Mukaddeslerin abes olduğunu
nasıl iddia edebilirsin?
Teklif edebileceğin hiçbir değer yok. İbn Haldun, Balzac,
Marx., tezatlar içinde çırpınan birer divane.
Neyi aydınlatmışlar, kime göre aydınlatmışlar.
Zavallı Fikret! "inan Haluk, ezelî bir şifadır
aldanmak" demiş.
GALİBA TEK DOĞRU SÖZ BU.
21 Ekim 1980 / Saat 15.30 OSMANLIDA FİKRÎ FAALİYET
Cevdet Paşa'nın hayatında iki facia var. Biri yabancı dil
öğrenememesi. Medresenin ciddi disiplininden geçen, çalışkan, ağırbaşlı devlet
adamı, topraktan biten mantarlar gibi çevresini saran zıpçıktı intelijansiyadan
nefret eder. Merhaleleri birer birer geçmemiş, her basamağın çilesini ayrı ayrı
çekmemişlerdir. Fakat bağırıp çağıran ve küçük dağlan biz yarattık diye
haykıran onlardır. Paşa'nın içine şüphe düşmüştür. Kendi değerinden şüphe,
putlarından şüphe.
Hayatının ikinci faciası, fikir adamını can evinden
yaralamıştır. Encümen-i Daniş tarafından 1776'dan 1825'lere kadar Osmanlı
tarihini yazmağa memur edilen Cevdet, giriştiği için ne güç, ne mesuliyetli bir
teşebbüs olduğunu çok geç anlamıştır. Zira kendisinden istenilen Tanzimatın
müdafaasını yapmaktır. Tanzimatın temeli ise, Yeniçerilerin ilgasıdır.
Paşa bu asırlık ocağın imhasını nasıl alkışlayabilir?
Tarih, ilk ciltten son cildine kadar 1826 katliamını mucip
sebeblere dayamak endişesini güder. Cevdet Paşa bu metin müdafaaname'yi gönül
huzuru ile kaleme alamazdı. Nitekim Sadullah Paşa'ya yazdığı mektupta zamirini
ifşa etmektedir. Hülasa, Paşa'nın trajedisi, kişi olarak, takdis ettiği
değerlerden kuşkulanmak zorunda kalması, tarihçi olarak, ömrünün en büyük
eserine temel olarak aldığı Yeniçeri katliamının isabet ve hakkaniyetine itimat
etmez olmasıdır. Yine geçelim...
Cevdet Paşa ile Namık Kemal arasında, ailenin biraz farklı
kollan da var. Mesela Ahmet Midhat. Bir yanı ile Cevdet, bir yanı ile Kemal.
Ama daha çok Cevdet. Mesela Suavi, Cevdetten çok Kemal. Demek ki kök aile
Cevdet-Kemal ikilisi.
Yalçın Küçük, zeki, taşkın, deli dolu bir 1980 Namık
Kemal'i. Daha önce de söylemiştim,. Osmanlı, yakın akrabalarla evlenen
aşiret çocukları gibi, hep kendi irfanı ile izdivaç ettiğinden hayatiyetini
kaybetmiş, dumura uğramış, yozlaşmış, dünyaya açılmamış. Giderek yaratıcı
bir iş olmaktan çıkmış fikrî faaliyet. Soğuk ve sıkıcı bir onanizm haline
gelmiş. Dünyaya açılmayanların kaderi sabahtan akşama kadar istimnadan
ibarettir.
Ya açılanların?
Sürüklenmek, parçalanmak, yabancılaşmak... yani kendisi
olmaktan çıkmak. Yalçın Küçük, Türk aydınının ayırıcı vasfını tek sözde
vurguluyor: mütercimlik.
Filhakika bizde münevver, Yunan istiklalinden sonra cemiyet
sahnesine çıkar. Çünkü uşaklarımızdan vazgeçip milletlerarası münasebetlerde
aracılık yapmak Türklere düşmektedir. Tercüme Odası, yeni intelijahsiyanın
döl yatağı. Daha önce söylemiştim: İsmail Habip'in Teceddüt Edebiyatı
Tarihi, Fransızca bildikleri vehmedilen yazarların genişçe bir fihristinden
ibaret. Galiba Lastik Said söylüyordu: "Üdebâ-yı hâzıra'nın başta
gelenleri hep Tercüme Odasından yetişmiştir".
Kaldı ki bu başkası olmak, kendi sesini kaybetmek, her hangi
bir otorite karşısında silinivermek, Osmanlı insanının ezelden beri alışmış
bulunduğu bir hal. Diyebiliriz ki, bütün Şark'ın nasibi tefsir ve şerh
çemberleri içinde hüner göstermek. Tanzimattan sonra, Arapça ile Acemce'nin
yerini Fransızca aldı. Arapça ile Acemce diri, bakir ve akıncı bir düşüncenin
taşıyıcısı değildi. Osmanlı konuşmağa başladığı zaman, İslam düşüncesi hamle
kabiliyetini kaybetmiş bulunuyordu. Yani Osmanlı müellifleri bir tekrarın
tekrarı, bir yankının yankısı olmak mecburiyetinde idi. İçtihat kapısı
kapanmıştı. Her şey bid'at sayılabilirdi. Bir Simavnalı Bedrettin araba
izinden ayrılmağa kalkınca kellesi vuruldu.
Demek ki Tanzimata kadar edebiyatımız yanlız şiirdir. Şiir,
müphemin yani musikinin ülkesi.
Fikir olmadığı için nesir de yoktur. Tanzimattan sonra, büyük bir susuzlukla, kervan Batı'ya
çevirir yüzünü.
Yeni ne söyleyecek?
Söylenenlerin kaçta kaçından haberdar?
Anladım sandıklarını ne kadar anlayabilir?
Tercüme Odası uşaklara yani robotlara lüzumlu olan mefhum ve
cümleleri aşılamağa mahsus bir müessese, istenilen, belli emirleri getirip
götürmek. Yani düpedüz bir taşıyıcılık. Paket taşıyıcılığı. İçindekileri aşağı
yukarı bilseniz yeter.
Evet, bir asırda az çok başardığımız, paketin muhtevasına
nüfuz etmek, taşıdığımız nesneleri evirip çevirmek, biraz daha içlerine girmek.
Sonra meşhur facia: harf ve dil devrimi.
Haydi, her şeye yeni baştan soyun!
Birikim yok.
Bu beyin ameliyatları ölümle neticelenmezse, ne zaman, hangi
bahtiyar şartlar içinde yeniden öğrenmeye başlayabileceğiz?
Cemil MERİÇ hzl: Mahmut Ali MERİÇ Jurnal [Kitap]. - İstanbul :
İletişim, Cilt I 2010, Cilt II 2009.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.