Print Friendly and PDF

JURNAL 2

Bunlarada Bakarsınız

On beş gün olmuş Konya'dan ayrılalı. Uzadıkça uzayan sırnaşık, fetihsiz on beş gün. Zaman bir tünele benziyor, sonu görünmeyen bir tünele. Ve bir rüyadaymışım gibi yürüyorum.
Berke askerden döndü. Bütün pırıltısını kaybetmiş. Derisine zincirli, kanatsız, heyecansız, bir zindan mahkûmu. İnsan hayretle duralıyor. (...) İnanmayan insanın, sevemeyen insanın, acıyamayan, kızamayan insanın köpek leşinden farkı yok.
Ali bey doçentlik teziyle meşgul. Bu adamlar benim günahlarım. Kullarından utanan Tanrı gibi hicap içindeyim. Bir nehrin yatağını değiştirircesine kaderlerini değiştirdim.
(...)
Server yeni makamının masum gururu içinde... Ve bitmeyen günler. Çarşamba akşamı eski bir şakirdimle beraberdik. Senden ayrıldım ayrılalı ilk defa gülümseyebildim. Karşımda bir parça sen vardın.
Sen yani Anadolu insanı. Dürüst, imanlı, toprak kokan, ağaç kokan bir insan: Ahmet Kabaklı, on üç yıldır görüşmemiştik.
Günah onun. Ben kapısı her çalana açık bir mabet gibiyim. Gerçek dostlarım gelmediler. Ve mabet katır sinekleriyle doldu. Bu hepinizin büyük günahı. Beni yalnızlıktan beter bir yalnızlığa, kalabalık bir yalnızlığa siz mahkûm ettiniz. Aşkdım, dostlukdum, ışıkdım. Ve boş bir odada yanan lamba. Ve hiçbir susuzluğu gidermeden akan başıboş bir ırmak.
Düşünüyorum.
Kerpiçle Süleymaniye kurulmaz. Tesadüflerin önüme fırlattığı malzeme, kerpiçten daha soysuz, daha salabetsiz ve sevimsiz.
Bu ülkenin bütün ırklarını tek ırk, tek kalp, tek insan haline getiren İslamiyet olmuş.
Biolojik değil, moral bir vahdet.
Yani vahdetlerin en büyüğü, en mukaddesi.
Aynı şeylere inanmak.
Aynı şeyleri sevmek, aynı şeyler için ölmek ve yaşamak. Lazı, Kürdü, Arnavudu düğüne koşar gibi ölüme koşturan bir inanç bu. 600 yıl aynı potada erimek ve kâinata meydan okumak, zaferden zafere koşmak, beraber ağlayıp, beraber gülmek. Sonra çözülüş, çürüyüş, kokuş. Ve bir mezarlık haline gelen memleket. Tarihin dışına çıkan Anadolu. Tarihin ve hayatın. Ve Avrupa kapitalizminin uyuz köpeği intelijansiya. Bu çöküşde kıyametlerin ihtişamı yok. Şiirsiz, şikayetsiz, bir frengi şankrının kemirdiği bedbaht uzviyetlerin çirkinliği var.
Ve intelijensiya, efendilerinin fırlattığı kemikleri yalamakla meşgul.
Havlamasını bile unutmuş.
Dişsiz, kuyruksuz.
İnsan, inançlarını kaybedince çomarlaşıyor.
Dinsizlik irticaların en affedilmezi.
En yiğit orduyu en miskin sürü haline getiren veba.
Sosyalizm iktisadî bir düzen olarak tartışılabilir belki. Fakat bugünkü talepleri, bugünkü ifadesi, bugünkü kopukluğu içinde bir ihanet-i vataniyedir. Yani sen haklısın. Kurtuluşumuzu ancak kendimiz yaratabiliriz.
Doğu da düşman, Batı da.
İkisinin de sırtında kamçımızın izleri var.
Avrupa da eski kölemiz, Rusya da. Ve biz kölelerimizin çizmesini yalamaktan garip bir şehvet duyuyoruz.
Faşizm, yani tehlikeli bir hayat, yani bir avuç insanın bütün kalabalığı uçurumdan zirveye kanatlandırması, yani bu uyuşuk, bu pelteleşmiş, bu erkekliğini kaybetmiş insanları kan ve ateş içinde eritip yeniden granitleştirmek. Kafayı yerine oturtmak.
Sosyalizmin en rezil tarafı, zaten kindar, zaten yırtıcı olan Türk insanını Türk insanına düşman etmesi. Yok edilmesi gereken bir avuç satılmış var, yok edilmesi, yani sahneden kovulması. Bütün bu ülke mazlum insanların, iftiraya uğrayan insanların vatanı. Onları hayata kavuşturmak, bütün bir husumet dünyasıyla karşı karşıya olduğunu anlatmak ve ondan fedakârlık istemek: yapılacak iş bu. Ama önce kendimiz ne kadar fedakârız?
Geçen cuma yine Rönesans'ı anlattım. Rönesans Avrupa'sını hülasa eden iki insan var: Machiavel ile Bacon. Biri, politikayı ilimleştirmiş, fert olarak büyük bir mağlup. Öteki, yeni bir metot kurucusu: politivizmin, adeta pragmatizmin temellerini atmış ve Machiavel'in ilk tatbikçisi. Yeni bir İngiltere yaratmak için politikayı felsefeye tercih etmiş ve başvekil olmuş.
Sonra?
Sonra hakaretle kovulmuş ve çağının sosyal tarihinde, imzasını taşıyan tek hadise yok. Bacon veya Demirel. Bacon, politikanın dışında Bacon.
Nietzsche tehlikeli bir hayat yaşayın diyor.
Politika tehlikeli bir hayat. Bilirsin ki Kapitol ile Tarpea yanyanadır. Kapitol'da taç giyilir. Tarpea, ölüme, yokluğa, zillete açılan uçurum. Düne kadar kelimelerden korktuğumu anlıyorum. Faşizm, ölüm gibi bir kelimeydi benim için. Gözünün içine bakamadığım kelimelerden biri, cinayetti, günahdı, intihardı. Bu peşin hükümden de sıyrıldım. Ama ben, yaşamak istiyorum önce, sonra dövüşmek. Hıristiyanlık'la Hint düşüncesini kaynaştıran bir dostum vardı: Lanza Del Vasto, o, önce yaşayın, diyor, yani sevin, sevilin sonra manastır veya kavga.
Dün akşam, bir alay misafirim vardı. Celal Sılay'ı tanır mısın? Celal Sılay, Bizans'tır, Bizans'ın maskara tarafı. Kitapları görmüş, burada kim oturur diye merak etmiş, karısıyla geldi. Hayâsız, gurursuz bir palyaçodur, Celal, birinci sınıf bir aktördür. Seçtiği rol, delilik. Daima dört ayak üzerine düşer, zengin bir lise hocasıyla evlenmiş. Kadın denen mahluktan iğreniyorum. İnsan Celalle evleneceğine ... Senede bir kitap çıkarıyormuş Celal, bir de kocaman dergisi varmış: Yeni İnsan. Bu adam, küstahtır, ama nasıl küstah? Yalnız benim yanımda terbiyelidir. Bir parça şairdir de. beraber olsak çok eğlenirdik.
Mayıs'da Konya'ya gelmek istiyorum. Ancak senin yanında, ancak Mevlana'nın vatanında kendimi huzur içinde hissediyorum. Belki çok yakında görüşürüz. Seni ve Konya'yı ve dostlarımızı çok özledim. Bu hafta Durkheim'ı anlatacağım. Talebem bir hayli çok. Saint-Simon'la Batı ve Hint yine sabotaj'a uğradı. Her ikisini de kendim bastıracağım. Belki İstanbul'da, belki Konya'da. İkisi beşbin liraya çıkıyor. Yalnız bu sene mevsim geçti diyorlar. Sonbahara. Kabaklı, Hisar dergisi için yazı istiyor, olur dedim, belki başka dergilerde de yazarım. Bizimkiler iyi. Fevziye'nin selamlan var, çocukların hürmeti. Seni hasretle kucaklarım canım kardeşim.

28 Temmuz 1974 SAĞ, SOL, MÜNZEVÎ AYDIN
İkinci kitap hiçbir yankı uyandırmadı.
Sağ, benimsemedi kitabı. "Attila İlhan", "Kemal Tahir", "İdeoloji"... Belli ki bir yabancı var karşısında. Bu yabancıyı bir yere oturtamamanın tedirginliği içindedir. Sağ adı verilen bu bedbaht topluluk, solun kusuntuları ile yaşar. Misafirler gittikten sonra sofra döküntülerini yalamağa gelen bedbaht bir sokak kedisi. Kendine mahsus hiçbir fikri, daha doğrusu hiçbir fikri yoktur. Batı dili bilmez. Osmanlıca bilmez. Ebediyyen vesayet altındadır. Huysuzluğu intibaksızlığından gelmektedir. İntibaksızlığı tembelliğinden. Sağın cilasını kazıyın, altından kıskançlık çıkar. Üzümle tilki hikâyesi.
Sol, papağandır. Öğretilenleri tekrar eder. Topaldır, koltuk değnekleri ile yürür. Hareket etmek için mutlaka bir batılıya muhtaçtır. Dost olmanız için dilini konuşmanız lazım. Dilini, yani seçtiği pirin, mürşidin dilini. Sembollere ve sloganlara mahpustur. Reçete ister.
Biz Osmanlıdan yobazlığı devraldık. Batının taarruzu karşısında yobazlık bir kaleydi. Yobazlık ananeye kaçıştı. Deniz kızlarının şarkılarını dinlememekti. Korkuydu. Belki zaman dışına çıkmaktı. Aydınlar deniz kızlarım dinlediler ve mahvoldular. Bu yeni yobazlık, kendimize ait her mukaddese kulaklarımızı tıkayıştır. Kendimizden kaçıştır.
Nereye?
Şuursuzluğa. Ananeye kaçış kavgayı kaybetmiştir. Ananeden kaçış kavgayı kaybetmiştir. Biri kaybettiği cennetin sılası içinde, öteki yeniliğe, yani ananesizliğe mütehassır. Ama her ikisi de aynı vicdan huzursuzluğundan mustarip. Sağ, batı düşüncesini memnu meyve sayıyor. Batılılaşırken bir günah işlediğine kani. Sol, kayıplarının muhasebesini şuurlu olarak yapmıyor. Müphem biyolojik bir arayış. Kendine yakıştıramıyor "gericiliği". Sağın çürümüş olduğunu biliyor. Her türlü usaresini, hayat cevherini çoktan kaybetmiş bir müstahase sağ. Sağdan hiçbir uyarıcı ve diriltici haber gelmeyeceğine inanmıştır. Sağ da solu düşman biliyor. Kaliban'ın Prospero'ya bakışı.
Bu anlaşmasına imkân olmayan iki düşman arasında, münzevi aydın, hareketini nasıl ayarlayacak?
İşte bütün mesele. Bu sağa ancak merhamet duyulur, muhabbet değil. Korkak, pısırık, kıskanç, sembollere ve sloganlara mahpus. Kendinden kafiyen emin değil. Soldan yüz bulmadığı için sağ. Soldan, yani solun efendilerinden. Sağda rahat değilim. Çünkü gerçekte sağ yok.
Kim sağ?
Kaplan mı?
Kaplan zaafları olan adam. İyi Fransızca bilmiyor, tesadüfen Türkoloji ile uğraşmış, ama utanç duyuyor bundan. Muhammed’ten (sallallâhü aleyhi ve sellem) fazla Marx'a yakın. Marx'a yakın, çünkü Marx: batı. Bir Ziya Gökalp Osmanlıcılığı, yani Osmanlıcılığın kökten inkârı ve tahribi. Batıyı iyi bildiğim için bana hayran. Batıya düşman olduğum için bana düşman. Yahya Kemal gibi ve Yahya Kemal kadar -hayır Yahya Kemal'den çok az- Osmanlı edebiyatına hayran. Yahya Kemal'in Yunancılığı, çevrede mâkes bulabilseydi Yunancı olurdu Yahya Kemal. Bir müsteşrik Osmanlıcılığı. Dekoratif bir Osmanlıcılık. Ama zeki bir adamın Osmanlıcılığı, rafine. Kaplan da böyle bir rafinman yok. Onda her şey vülger. Korkak, kaçak. Sağlığından utanan bir sağ. Dostluğu da düşmanlığı da belli değil. Masa dostluğu. Erol arayan bir çocuk. Arayan ve bulmadan bulduğunu sanan. Etrafındakilerden daha âlim. Ama nazariyeci olmak kabiliyetinden uzak. Zekâsını bozuk para olarak harcıyor. Lüzumsuz düşmanlıkları, lüzumsuz taraf tutuşları var. Niçin harcıyor kendini? Daha ne kadar harcayabilir? Meçhul. Şimdiden tükenmiş gibi.
Sağın temsilcisi bir Kabaklı kalıyor.
Hangi sağın?
Kabaklı'nın sağcılığı müphem bir mazi hasretinden -şairane bir hasret- ve komünizm düşmanlığından ibaret. O da sağın mevcut olmadığına inanıyor. Ötekiler büsbütün süprüntü. Ötekiler kim?
Sezai Karakoç mu? Yazıları günlük kokuyor. Camiden fazla kilise.
Ergun ham bir zekâ.
Yeteri kadar batılı olamamaktan mustarip.
BU ADAMLARLA NE YAPILABİLİR?
HİÇ..
Gazetede istediğimi yazamıyorum.
Zaten yazdıklarım da kayboluyor.
Batı ile savaşıyorum. Oysa onların nazarında tek değerim: batılı olmak.
Attila solda kalmalıydın diyor. Hangi solda?
İlerici düşünceye istikamet veren son derece mürteci üç organ var:
Cumhuriyet, Varlık, Türk Dili. Cumhuriyet, kurulduğu günden beri tefekkürü felce uğratmağa memur. Kurulu düzenin gerçek koruyucusu. Genç dikkatleri eski fetihlere çivileyen sahte bir ilericilik. 1974'te Atatürkçü. Varlık, Cumhuriyet'in aylık nüshası. Aynı fikir sefaleti, aynı namussuzluk, aynı sahtekârlık. Nadir Nadi ile Yaşar Nabi ikiz kardeştirler. Reculiyetten, samimiyetten mahrum iki harem ağası. Memlekette düşünen insanın türeyememesi bu iki düzenbazın marifetidir. Bu iki düzenbaz belli emellerin temsilcisi, yani fert değil lejyon. "Ortadoğu" bir meçhuldür. Kötü bir meçhul. Ama meçhul. Ortadoğucularla bir miktar yol arkadaşlığı yapılabilir. Cumhuriyet ve Varlık kuruluşundan beri lağım. Üstelik bu lağıma girmek hürriyetine de sahip değilim. Yani alçalmağa mizacım müSaid de olsa beni almazlar. Güvenemezler. Türk Dili de malum. Ortada meşru solu, yani kurulu düzenin himayesi altındaki solu, istikbale istikamet veren solu bu üç neşir organı temsil ediyor. Ne ben kendim kalarak bunlara katılabilirim, ne onlar beni içlerine alırlar. Yani kader hükmünü vermiştir. Başka nerede yazabilirim?
Solun bütün nüanslarıyla kaynaşmama mani olan büyük bir engel var: kullandığım dil. Ondan vaz geçebilir miyim?
Ondan yaz geçmek bütünden vaz geçmek değil mi?
Sağ, okumuyor. Boşuna bağrıyorum.
Sol diyalogdan kaçıyor.
Küskün.
Ötüken'in bastığı kitap okunmazmış!
Peki siz basın!
Cevap yok.
Bu çemberi kırmak mümkün değil.
Son tahlilde hudutlu imkânlarımızı isteyene bezletmekten başka çare yok.
Sol, sağın gösterdiği dostluğu göstermiyor.
İhanet etmişiz!
Neye ve kime?

HÜKÜMLERİMİ TAYİN EDEN
Göze, beni tanıtmak istiyormuş. Dostça bir arzu. Yıllarca sesimi duyuramamanın acısı içinde yaşadım. Ama kime ve nasıl tanıtacak?
Sualler haindi. Gazeteci alışkanlığı. Fikrî hayatımda geçtiğim merhaleler. Bunları vuzuhla tayin kabil mi?
Önce çevreye intibak. Cami, dua. Sonra çevreye isyan, şovenizm. Fakat ne o dindarlık taklidi ruhî hüviyetimi ifşa edebilir, ne saldırıcı milliyetperverlik. Sonra sosyalizm. Bütün bu tahavvüllerin merkezinde yalnızlık kâbusu. Önce çevreye bağlanmak, olmayınca daha geniş bir çevreye, bir belkiye, bir müpheme. Nihayet gizlide tehlikelide, cihanşümulde karar kılış. Hayır. Bütün bu tercihlerin bir tefekkür çilesinden doğduğunu sanmıyorum.
Ne Marx'a geldiğim zaman Marx'i tanıyordum, ne Türkçülüğüm bir araştırmanın mahsulüydü.
Sosyalizmden nasıl ve niçin ayrıldığımı da bilmiyorum?
Ayrıldınız mı ki?
Bu suale kesin bir cevap vermek güçtür. Sosyalizm bir kilise olarak ürkütüyor beni. Bizim, tefekkürden nasipsiz gecekondu sosyalistleri aklıma geldikçe ürperti duyuyorum. Sosyalizmi içtimaî haksızlıkların sona ermesi, liyakatin yerini bulması, acı çekenlerin gözyaşlarını dindirmek suretinde anlarsak sosyalistim. Daha doğrusu hislerimi ciddî bir tahlile tabi tutmadım, hislerimi diyorum çünkü saf düşüncenin ideolojik tercihlerle alakası olmadığını biliyorum artık. Muhakkak olan şu ki, hayatıma istikamet veren bu gençlik rüyasının aleyhinde bulunmak beni tedirgin ediyor. Dürüst olmak için ilave edeyim. Sosyalizm kelimesi çok müphem geliyor bana. Fazla Avrupalı geliyor. Başka bir dünyanın temayüllerini, isyanlarını, ümitlerini aksettiren bir kelime. Belki yerinde güzel. Yerinde yani kitapta.
Çarpışan iki medeniyet var: Türk-İslâm medeniyeti bin yıl fetihler yapmış, belli ölçüleri, belli zaferleri, belli başarıları var.
İhtiyarlamış.
Hıristiyan Batı medeniyeti hem temelinde, hem de içtimaî yapısında farklı ve başka.
Bence en esaslı fark: insana bakışlarında. Osmanlı için insan uluhiyetin nushayi suğrası. Mukaddes ve muhterem. Servet ve mevki gibi tesadüfi tefavütlerin dışında bir insan haysiyeti var. Batıda yok bu. Batı evvela kendi insanına karşı zalim. Batının tarihi, bir sınıf kavgası tarihi, doğru. Bu egoizm, coğrafî hudutların dışında büsbütün azgınlaşıyor. Avrupa, insanı tabiatın bir parçası saymaktadır. Dış dünyayı kaprislerine alet eden Batı, insanı da aynı muameleye tâbi tutar. Yani bir tünel açmak gerekince nasıl dağ delinirse ferdî veya zümrevî bir menfaat uğrunda da Batının feda etmeyeceği beşerî kıymet yoktur. Osmanlı mucizesi bütün mucizeler gibi faniydi. Bir yanda maddeci, şiiriyeti olmayan, sert ve keskin bir zekâ. Ötede bir büyük çocuk saffeti. Yenildik. Yığın aslî cevherini her gün bir parça daha kaybediyor. Intelijansiya her an bir az daha köpekleşmekte.
Evet.
Avrupa'nın Yeniçerisi bu intelijansiya.
Kendi tarihini tahribe memur.
Şuursuz ve idraksiz.
Bu garip zümre sağ-sol gibi tasniflere yan çizer. Yani bir kısmını şu etiketle, bir kısmını başka bir etiketle teşhir ve tesbit etmeğe imkân yok. Bu zümrenin mümeyyiz vasfı yobazlıktır. Düşünceden korkar ve diyaloga tahammülü yoktur. Bunları yazarken ifadesi güç bir nedamet duyuyorum. "Ortadoğu"ya yazı hazırlamam lazım. Lazım ne demek?
Yıllardan beri karşıma çıkan meseleler üzerinde düşünmeye çalışıyorum. Düşüncelerimi imkân buldukça aktarıyorum çağdaşlarıma. Cevaplarımız suallerle hudutlu. Sorulan sualler hep aynı olunca cevaplarda da büyük bir tazelik aramak boş. Sorulmayan suallere cevap vermek, insan takati dışında. Benim bütün kuvvetim mümkün olduğu kadar tarafsız oluşumdan geliyor. Yani hükümlerimi tayin eden ihtiraslarım değil. Belki tek kurtuluş imkânım (tek kurtuluş imkânım derken şunu kastediyorum: Hayatı yaşanmağa layık görmeğe devam etmem), vuzuhu fethetmek: başka bir tabirle etra-fımdakilere manevî üstünlüğümü, yahut değerimi kabul ettirmek.
Nerede okudum?
Fizyolojik hususiyetlerim neler?
Bu kabil ifşaat beni rahatsız eder. Bunlar beşerî olmayan taraflar. Yani biyolojik. Şimdiye kadar yazılarımda "ben" zamirini nadiren kullandım, ifşadan hoşlansam roman yazardım. Acılarımız ve felaketlerimiz beşerîleştiği ölçüde edebiyatın konusu olabilir. .

15 Aralık 1974 OSMANLI TARİHİNİN MİRASI
Osmanlı tarihinin bugünkü Türk insanına mirası nedir?
Yarını inşa ederken tarihî vasıflarımızdan ne ölçüde faydalanabiliriz?
Maziden gelen temayüllerimize dayanarak nasıl bir istikbal inşa edebiliriz?
Başka bir tabirle Türk insanı kapitalizme mi sosyalizme mi yatkındır?
Osmanlı birçok unsurların mesut bir terkibi. Orta Asya'dan getirdiği biyolojik vasıflar: bir başbuğ etrafında toplanmak, gözünü daldan budaktan esirgememek, bir kelimeyle birçok göçebe medeniyetlerinde ortak olan: asabiyet. Bu temel seciye islamiyetle kaynaşınca büyük bir medeniyetin mimarı oldu. Osmanlı bu medeniyeti kurarken kendi kendini de inşa ediyordu. Tanzimata kadar, gerek İslâm’dan önceki, gerek İslâm’dan sonraki Türk insanının farikaları
1- fedakârlık,
2- devletle birleşme..
Adeta uzvî, bir kaynaşmaydı bu. Devletle din, dinle millet tek varlık halindeydi.
Bu tarih Batınınkinden çok farklı mıydı?
Batı tarihini, içtimaî sınıflar izah eder. Anahtarı ferdiyettir. Kişi, yalnızlığını lonca, kilise gibi bazı topluluklarda unutmağa çalışır. Fakat ya zalimdir, ya mazlum. Batıda millet yoktur. Yoktur çünkü Roma'dan itibaren sınıflar vardır.
Her milletin içinde birkaç millet vardır. Bugüne kadar böyledir bu. Osmanlı'da sınıf yoktur. Para bir tahakküm vasıtası değildir, bir hizmet vesilesidir. Batıda maddî güç yani iktisat, ezilen sınıflar için bir kurtuluş imâanıdır. Köleler (toprak köleleri) feodal beylerden para sayesinde hürriyetlerini satın alırlar.
Osmanlı İlay-i Kelimetullah için hayatını seve seve verir. Yani bağlandığı dava uğrunda hayatını istihkar eder. Avrupalı ancak yakın ve elle tutulur çıkarlar uğruna fedakârlık yapabilir.
Osmanlı, ülkesinin kapısını bütün insanlara açmıştır. Başka türlü düşüneni korur. Sadece hatasında ısrar ettiği için merhamet duyar ona.
Osmanlı istismar için ülke fethetmez, imar için fetheder.
Osmanlı'da adalet bütün müesseselerin belkemiğidir. Kısaca Osmanlının asırlarca gerçekleştirdiği içtimaî nizam bütün sosyalist ütopyaları aşan bir cennettir. Sosyalizmin istikbalde gerçekleştireceğini umduğu cemiyeti Osmanlı mazide gerçekleştirmiş bulunuyordu.
Osmanlı kapitalizmi yamyamlığına hiçbir zaman iltifat etmemiştir.
Osmanlı mizacı ile kapitalizm uyuşmaz. Bu itibarla yarınki cemiyeti inşa ederken kendi temayüllerimiz, yani tarihî mirasımız bahis mevzuu ise, kuracağımız cemiyet mutlaka sosyalizme benzeyen bir cemiyet olacaktır.
Kapitalizmin manivelası kârdır.
Osmanlıda kâr diye bir mefhum yok. Sonra kapitalizm pazar istihsalidir, pazar için istihsaldir, pazar için istihsal bazı ülkelerin hammadde pazarı haline gelmesini icab ettirir...

9 Ağustos 1975 ENTELEKTÜELLİK
68 lere kadar insanlığın düşünme tarihini tavaf eden bir şakirttim. Düşünmüyordum, başkalarının neler düşündüğünü öğrenmeğe çalışıyordum. Uzun süren bir çıraklık. Bugün bütün nas'ların peçesini sıyırmış, bütün hakikatları tenkit süzgecinden geçirmiş, hakikatten başka tecessüsü ve yaşayış sebebi kalmamış insanım.
Entellektüel, içtimaî bir sınıfın parçasıdır. Ondan ayrılamaz. Düşman sınıfla dövüşerek gelişir ve olgunlaşır.
Türkiye'de içtimaî sınıflar mevcut olmadığından entelektüel de yoktur.
O halde ben de entelektüel değilim. Acaba?
Sınıfların kaotik bir mahiyet taşıdığı bir ülkenin kendine göre meseleleri yok mudur?
Gerçek entelektüel önce ülkesinin haklarını, düşman bir dünyaya haykırmakla görevlidir. Yani rüşeymî bir mahiyet taşıyan şu veya bu sınıfın ideolog veya demagogu olmamak, ülkesinin bütününü, bütün ülkelere karşı müdafaa etmek vazifelerin en büyüğü değil mi?
Şüphesiz ki böyle bir tasavvur, şairane bir ütopyadır. İnsan kucağında yaşadığı toplumdan sıyrılamaz. Sıyrılırsa, okunmaz ve anlaşılmaz. Hayatının sonuna yaklaşan bir insan olarak zaten çoktan beri kaybettiğim yaşama sevincini bu sınıflar üstü hakikatlerin taharrisinde buluyorum. Bu itibarla mezarların ötesinden seslenir gibi seslenebilirim çağıma. Daha doğrusu ülkeme. Ama okunur muyum?
Sesim duyulur mu?
Herkes bir an önce sınıf duvarlarını yükseltmek ve kinlerini semirtmekle uğraşırken kimse beni dinler mi?
Meşhur bir adam da değilim. Kalabalığın benimsediği edebî bir nevi temsil etmiyorum. Ne romancıyım, ne şair, ne tarihçi. Sadece dürüstüm, çok okudum, çok düşündüm, Beşerî ihtiraslardan uzağım. Bütün bu vasıflar bir düşünce adamının hamurunu yapar. Romancı, alışılmış ve bütün zevklere seslenen bir silahla mücehhezdir. Yüzyıldan beri herkes hikâye okur. Şair ezelden beri aşinası olduğumuz bir dost. Düşünce adamı, mazinin tanımadığı bir mahlûk.
Osmanlı için mühim olan, ciddiyet ifade eden, uğraşılmağa değer bilgiler hudutluydu. Tefsir, Hadis, Fıkıh vs. İslam hayatın bütününü kucaklıyor, düşünceye ihtiyaç bırakmıyordu. Her şey Hindin "Sutra"larında olduğu gibi, Kuran tarafından teferruatıyla tespit edilmişti. Karımızla hangi gün yatacağımız, nasıl taharet edeceğimiz önceden tayin edilmişti. Bu çok girift, çok şümullü programı olduğu gibi tatbik etmek kâfi idi. Osmanlının karşısında kendininkine rakip bir düşünce de yoktu.
Sınıf-ı ulema neyi yıkmağa çalışacak, kiminle görüşecek, hangi yılanları boğacaktı?
Osmanlı medeniyeti bir iman ve aksiyon medeniyetidir. Sınıf-ı ulemaya ideolog diyemeyiz. İdeolog içtimaî bir sınıfın emrinde, hakikat ile yalanı uzlaştırarak, bağlandığı sınıfı şuurlandıran bir nevi uzmandır.
Osmanlı, Avrupa'ya karşı yalnızdır. Ama kılıç ve adalet ile muzaffer olan bir ülkenin kendini lafla müdafaaya ihtiyacı yoktu. Evet Osmanlının maşerî vicdana benzeyen bir dünya görüşü vardı, fakat ideolojisi yoktu. Avrupa'nın dünya görüşleri ise birer ideolojiden ibarettir. Osmanlının dünya görüşü tezatlar içinde gelişmedi. Kaynağı ilahî idi, ancak şerhler ile tefsirler ile zenginleşebilirdi. Ve öyle oldu. Vurgulayalım: Osmanlıda Avrupa'nın anladığı manada kılı kırka yaran tenkitçi ve dünyaya çevrilmiş bir düşünce de yoktur, bu düşünceyi imal eden bir intelijansiya da. Entellektüel batılı bir hayvandır.
AYDINLA ENTELEKTÜEL AYNI KİMSE MİDİR?
Hayır.
Entelektüel, ya zamanını doldurmuş değerlerin aktarıcısı, ya yeni bir dünya kurmağa çalışan bir içtimaî sınıfın yol göstericisidir.
Aydın ne mazisini bilir, ne geleceği hakkında aydınlık tasavvurları vardır. Ülkesi ile göbek bağını çoktan koparmıştır. Yaşayıp yaşamadığı halkın umurunda değildir. Bizde bu kelime sadece okur yazar manasınadır. Kendini küçük görür. En ciddileri ya Marx'in tebasıdırlar, ya Muhammed' sallallâhü aleyhi ve sellemin tekrarlayıcısı. Mustağrip veya mustarip. Türk'ün düşünebileceğine inanmazlar. ,
Batının en adi düşünce simsarı mukaddesdir onlar için. Oysa entelektüelin ilk vasfı tenkitçiliğidir. Entelektüel, dünyayı her gün yeni baştan kurabileceğine inanan adamdır. Descartes'dan beri aklın ve idrakin cihanşümul olduğunu anlamıştır.
Şimdi, putlarını tekmelediğimiz bu rüşdünü ispat etmemiş çocuklar bizi nasıl okur?
Marx'dan veya Seyyit Kutup'tan uzaklaşmaları kabil mi?
Biliyorum ki kabiliyetlerimden çok hadiselerin sırtıma yüklediği bu entelektüellik, yani her şeyi kendi gözümle görmek, hakikatları pervasızca çağımın suratına haykırmak misyonunu başaracak güçte değilim.

Said Nursi ile Kenan Rifai.
Biri medrese öteki tekke.
Said'in müridi, yığın, midye gibi bir kayaya yapışmış.
Said, nasların katı ve karanlık duvarları arkasında konuşuyor. Hitap ettiği toplum yalnız hayalinde mevcut. Ama bu hayalî insanlar o konuştukça gerçekleşiyor. Yani nurculardan önce kelam var. Anlaşılmayan, esrarengiz, çağdışı. Kabuklarına çekilen yüz binlerce insan bu sesin cazibesiyle uykudan uyanıyor. Bir havariler ormanı. Yekpare ve kesif. Ağaçlar kaynaşmış birbiriyle. Dallarında kuşlar cıvıldamıyor. Adsız bir uğultu.
Nur Risalelerinin bir fırtına rüzgârına benzeyen, zaman zaman heybetli, zaman zaman boğuk yankısı. Bu sahipsiz, bu unutulmuş bu tarihin dışında yaşayan kalabalığı Nur Risaleleri etrafında toplayan kuvvet ne?
Yeni bir hakikat, bakir bir düşünce, akıncı bir ruh mu?
Hayır. Said Nursi bütünüyle bir tekrardır. Gazap, tehdit ve horlayış. Ama zulmün ahmakça taarruzu bu münzevî sesi sayhalaştırmış. Laisizmin kartondan setleri birer birer yıkılmış bu sesle. Şehirle köy, çağdaş uygarlık düzeyi(!) ile Anadolu, Batının yalanlarıyla mağlup bir medeniyetin rüyaları, arayanlarla bulanlar, tereddütle inanç., iki dünya halinde ayrılmış birbirinden. İlmin yobazları için, bu emekleyen, bu kekeleyen topluluk bir yüz karasıdır. Düşünmezler ki bu kendi yüz karalarıdır. Filhakika nurculuk bir tepkidir. Kısır ve yapma bir üniversiteye karşı medresenin tepkisi. Nur Risalelerinin gücü, bir isyanı dile getirişlerinden. Temyizi olmayan bir mahkumiyet kararı. Derbeder, perişan, karanlık. Ama samimi ve dürüst. Şuuraltının çığlığı. Bir yanda düşüncesizlik, bizim olmayan değerler ve samimiyet yokluğu. Ötede için için kaynayan ve bir menfez arayan ihtibasa uğramış duygular. Batının tabiri ile filoneizmle mizoneizm. Tanzimattan beri yurdumuzu perişan eden illet, teceddüt aşkı. Her şeddi yıkan bu çılgın aşkın karşısına tek hisar kurulabilirdi: nurculuk, ifrat tefriti yaratacaktı ve yarattı. Bu iki zıt kutup arasında bir anlaşma zemini bulmak kabil mi?
Hiçbir mahpes sağlam bir kale değildir. Tarih mumyalanamaz.
Nurcuları deve kuşu haline getiren, aydınların anlayışsızlığı. Unutulmasın ki iman kendi kendine yeter. Her nurcu fert olarak bahtiyardır. Ama kökünden kopmak, yosunlaşmak kimseye mutluluk getirmez. Nurcular adalarında hayatlarına devam edebilirler. Onları yok farzetmek onlarınkinden çok daha vahim bir gaflettir.
Hülasa edelim. Said Nursi bir kavga adamıdır. Yalçın bir irade, sert, müsamahasız bir mizaç, sözü ile özü bir, tefekkür değil iman. Yogi ile Komiserin savaşı.
Kenan Rifai bir ondokuzuncu asır entelektüeli. Bir eski Galatasaraylı, İmparatorluğun uçsuz bucaksız coğrafyasında yıllarca dolaşmış. Geniş bir tecessüs. Büyük bir asimilasyon gücü. Zengin bir tecrübe. Bir parça Hint, bir parça Mevlana. Ve kanma bilmeyen bir yaşama susuzluğu. O da bir tekrar. Ama şeriatın katı kaidelerine mahpus değil. Aşkı dinleştiren bir Tanrı adamı. Müslümandan çok deist. Daha doğrusu panteist. Maddecilikle zehirlenen bir çağa ancak bu esnek, bu her şeyi kucaklayan inanç sesini duyurabilirdi. Said Nursi dağbaşında vaızlar veren bir Sahyun nebisi. Hor görülenler, her şeyini kaybedenler, mukaddesleri çiğnenenler ona koştular.
Yusuf Kenan zarif bir salon adamı.
Herkesin nabzına göre şerbet vermesini biliyor.
Büyüleyici bir sesi, yakışıklı çehresi var.
Daha çok kadınları cezbedişi bundan.
Medreseden çok tekke.

3 Eylül 1978 Pazar / Saat 9.30 İMAN İLAHÎ BİR HİDAYET
Zola'nın romanlarında yoksulluk bir felakettir. O cendere içinde, insanlar bayağılaşır. Hayat cazibesini kaybeder, güzel olan ne varsa yok olur.
Dosto'da yaşanabilir bir iklimdir sefalet. Alkol bir nevi emniyet supabıdır. Kaderde nisbî bir adalet: kimse çok büyük, kimse çok küçük değildir.
Orwel de Paris'in bir kenar mahallesini sergilerken Zola'ya göre daha insaflı, çok daha müşfiktir. Hayat bütün kahırlarına rağmen yaşanılmağa layık.
Okuyucu ister istemez şöyle bir sualle karşı karşıya: saadetle felaketi ayıran sınır nasıl çizilebilir?
Hepimiz sefil birer kuklayız. Tek gücümüz: intibak kabiliyeti. Çevreye uymayanlar, uyamayanlar demek istiyorum, ezilip gider.
Sartre insan hürriyetten kurtulamaz diyor, eli ayağı bağlı, hürriyet denizine atılmış. İstese de istemese de hür.
Bu nasıl bir hürriyet?
Havaya fırlatılan taşın hürriyeti. Hürriyet, vehimlerin en çılgını.
Determinizm deli gömleğinden daha insafsız: yalnız kolunuzu bacağınızı hapsetmekle kalmaz, ağzınızda da tıkaç. Determinizm, daha girift, daha esrarlı, daha âlemşümul bir gerçeğe sözde-aydmların taktığı ad. Eski Yunan, ananke, fatum, nemesis demiş bu meçhul, bu korkunç güce; Hint, karma; semavî dinler, kader.
Halk, mefhumu daha da müphemleştirmiş: felek.
Felek kim?
İblis mi, Tanrı mı?
İslamiyet kaza ve kaderi, esrarına akıl erdirilemeyecek bir sır olarak vasıflandırmış. Neyzen ne kadar haklı: "çözemez kimse bu dünya denilen kördüğümü"... Hayyam da aynı şeyi söylememiş mi... "Efsane söylediler ve uykuya daldılar". Hiç kimse bir zerre aydınlık getirememiş. Efsane veya şarkı, manasını herkesin başka başka anladığı bir avuç kelime.
Bazısı güzel, kime göre?
Bazısı çirkin, kime göre?
Sükuta okunan kasideler de başka bir hezeyan: insanın hayvana özenmesi, hayvana ve maddeye. Ama bir çaresizliğin şuuru olabilir sükut, bir silahları bırakış, bir teslimiyet. Mutlak karşısındaki aczi efendice itiraf. Babam konuşmadı. Ben çok konuştum.
Ne değişti?
Hiç!
Kelimelerin müessiriyetine inanmıyorum. Milyonlarca defa tekrarlanan bu söz yığınları nota kadar bile manalı değil. GALİBA TEK KURTULUŞ İNANMAK. AMA ONDA DA HÜR DEĞİLİZ. İMAN İLAHÎ BİR HİDAYET.

Vehimlerin yaprak yaprak döküldüğü her geçen yıl biraz daha kaditleşir ağaç. Çocuk, istikbale taşan bir ümitti, yıllarca yetiştireceğim diye çırpınıp durdun. Ne oldu?
Hint'e gömdün rüyalarını. Cehennemde bir gül bahçesi yaratmak istedin. Tanıdığın ve tanımadığın dostlara buyrun diyebileceğin bir gül bahçesi.
Ne oldu?
Ne acılar kelimeye aktarılabilir, ne sevinçler. Güneş altında söylenmeyen ne kaldı?
Don Kişot için hakikat şövalye romanları idi. Avillah Therese için, Kitab-ı Mukaddes, ikisi de inandıkları için savaştılar. Sainte Therese, Kilise'nin masallarına aşıktı. Don Kişot, çevresindeki masallara, İslâmiyet de Marksizm de belli bir coğrafyanın, belli bir medeniyetin masalları. Hayat büyük, çılgın, deli dolu, ikisinin de dışında. Hiç kimse Babil kulesine söz geçirememiş. Kilisenin nasları kocakarı hikâyesinden daha çürük çarık. Ama bir Pascal, bir Lamennais, hatta bir Dosto benimsemiş masalları, insanoğlunun budalalığı korkunç ve hudutsuz.
Eflaki Dedenin anlattığı menkıbelerle sosyalizmin inşa ettiği tarih aşağı yukarı aynı.
Hakikat nerede?
Bir zamanlar Descartes'lara, Büchner'lere, Nordaulara inanırdım. Şimdi... şüpheden bile şüphe. Acz-i mutlak tesellisine bile sahip değiliz. Hiçbir şey mutlak değil. Keşiş Meslier yıllar yılı vaazler vermiş. Çevresindeki bütün itibarî yalanları yüzde yüz benimsemiş, tekrarlamış, kökleştirmiş. Ama her akşam isyan ve acılarını kağıda dökmüş. Ne kadar haklı. Her düşünen bir parça keşiş Meslier'dir. Konuşmayan bir keşiş Meslier.
Düşündüklerimizin ne değeri var?
Başkalarını tedirgin etmek için sözde-hakikatlarımızı haykırmak, terbiyesizlik.
Celalettin büyük bir insan.
Herkes öyle diyor. Yüzbinlerce talihsiz eteğine yapışmış üstadın. Asırlardan beri hükümran. Ona dil uzatmak ne haddine?
Tanıyor musun ki?
Hayır. Hiçbir şeyi, hiç kimseyi tanımıyorum.
Tanıyanlar tanıyor mu ki?
Tanıyanlar, daha doğrusu tanıtanlar. Gölpınarlı'ya göre, üstat, çağının peşin hükümlerine başkaldıran hür-endiş bir düşünce adamı.
 AYNI GÖLPINARLI'YA GÖRE, ŞEMSETTİN TEBRİZÎ İLE SODOM'UN YÜZ GÜNÜNÜ YAŞAMIŞ, MEZHEPSİZ, MUKADDESATSIZ BİR SAPIK, 13. YÜZYILDA BİR MARKİ DÖ SADE. SOHBETLERİNDE BUNU SÖYLEYEN GÖLPINARLI, KİTAPLARINDA BAŞKA TÜRLÜ KONUŞUYOR.
HANGİSİNE İNANACAĞIZ?
EFLAKİ DEDE ÜSTADIN KERAMETLERİNİ KİTAPLAŞTIRMIŞ.
AYNI İNSAN HEM VELİLER VELİSİ, SULTANLAR SULTANI., HEM ŞEYTAN.
Celalettin'i geçelim. İsa Peygamber, bazısına göre tenperver ve sapık bir serseri, bazısına göre Allah'ın oğlu, insanlığın ezelî günahını bağışlatmak için çarmıha gerilmiş. Bu zıt hükümlerin hepsine birden doğru demek mümkün mü?
Nordau da bir çok meslekdaşları gibi mistisizmi akıl hastalığı sayıyordu.
Nordau kim?
Adını bilen bin kişi ya var ya yok. Mistikler, Hefmes'ten bu yana insanlığın büyük bir yekûnunu kaz gibi gütmüşler.
Hakikatin ölçüsü ne?
Müritlerin sayısı mı, inandırma gücü mü?
Hallaç divane miydi, dahi mi?
Muhyiddin İbn Arabi, Sühreverdi, İbn Bâce, İbn Rüşt, İbn Sina., onları anlayamıyorum. Anlayamayacağım da.
Anlasam ne olur?
O kadar derin bir cehaletle bu adamlara dil uzatmak düpedüz edepsizlik. Herkes bir mukaddese sarılmış. Mukaddeslerin abes olduğunu nasıl iddia edebilirsin?
Teklif edebileceğin hiçbir değer yok. İbn Haldun, Balzac, Marx., tezatlar içinde çırpınan birer divane.
Neyi aydınlatmışlar, kime göre aydınlatmışlar.
Zavallı Fikret! "inan Haluk, ezelî bir şifadır aldanmak" demiş.
GALİBA TEK DOĞRU SÖZ BU.

21 Ekim 1980 / Saat 15.30 OSMANLIDA FİKRÎ FAALİYET
Cevdet Paşa'nın hayatında iki facia var. Biri yabancı dil öğrenememesi. Medresenin ciddi disiplininden geçen, çalışkan, ağırbaşlı devlet adamı, topraktan biten mantarlar gibi çevresini saran zıpçıktı intelijansiyadan nefret eder. Merhaleleri birer birer geçmemiş, her basamağın çilesini ayrı ayrı çekmemişlerdir. Fakat bağırıp çağıran ve küçük dağlan biz yarattık diye haykıran onlardır. Paşa'nın içine şüphe düşmüştür. Kendi değerinden şüphe, putlarından şüphe.
Hayatının ikinci faciası, fikir adamını can evinden yaralamıştır. Encümen-i Daniş tarafından 1776'dan 1825'lere kadar Osmanlı tarihini yazmağa memur edilen Cevdet, giriştiği için ne güç, ne mesuliyetli bir teşebbüs olduğunu çok geç anlamıştır. Zira kendisinden istenilen Tanzimatın müdafaasını yapmaktır. Tanzimatın temeli ise, Yeniçerilerin ilgasıdır. Paşa bu asırlık ocağın imhasını nasıl alkışlayabilir?
Tarih, ilk ciltten son cildine kadar 1826 katliamını mucip sebeblere dayamak endişesini güder. Cevdet Paşa bu metin müdafaaname'yi gönül huzuru ile kaleme alamazdı. Nitekim Sadullah Paşa'ya yazdığı mektupta zamirini ifşa etmektedir. Hülasa, Paşa'nın trajedisi, kişi olarak, takdis ettiği değerlerden kuşkulanmak zorunda kalması, tarihçi olarak, ömrünün en büyük eserine temel olarak aldığı Yeniçeri katliamının isabet ve hakkaniyetine itimat etmez olmasıdır. Yine geçelim...
Cevdet Paşa ile Namık Kemal arasında, ailenin biraz farklı kollan da var. Mesela Ahmet Midhat. Bir yanı ile Cevdet, bir yanı ile Kemal. Ama daha çok Cevdet. Mesela Suavi, Cevdetten çok Kemal. Demek ki kök aile Cevdet-Kemal ikilisi.
Yalçın Küçük, zeki, taşkın, deli dolu bir 1980 Namık Kemal'i. Daha önce de söylemiştim,. Osmanlı, yakın akrabalarla evlenen aşiret çocukları gibi, hep kendi irfanı ile izdivaç ettiğinden hayatiyetini kaybetmiş, dumura uğramış, yozlaşmış, dünyaya açılmamış. Giderek yaratıcı bir iş olmaktan çıkmış fikrî faaliyet. Soğuk ve sıkıcı bir onanizm haline gelmiş. Dünyaya açılmayanların kaderi sabahtan akşama kadar istimnadan ibarettir.
Ya açılanların?
Sürüklenmek, parçalanmak, yabancılaşmak... yani kendisi olmaktan çıkmak. Yalçın Küçük, Türk aydınının ayırıcı vasfını tek sözde vurguluyor: mütercimlik.
Filhakika bizde münevver, Yunan istiklalinden sonra cemiyet sahnesine çıkar. Çünkü uşaklarımızdan vazgeçip milletlerarası münasebetlerde aracılık yapmak Türklere düşmektedir. Tercüme Odası, yeni intelijahsiyanın döl yatağı. Daha önce söylemiştim: İsmail Habip'in Teceddüt Edebiyatı Tarihi, Fransızca bildikleri vehmedilen yazarların genişçe bir fihristinden ibaret. Galiba Lastik Said söylüyordu: "Üdebâ-yı hâzıra'nın başta gelenleri hep Tercüme Odasından yetişmiştir".
Kaldı ki bu başkası olmak, kendi sesini kaybetmek, her hangi bir otorite karşısında silinivermek, Osmanlı insanının ezelden beri alışmış bulunduğu bir hal. Diyebiliriz ki, bütün Şark'ın nasibi tefsir ve şerh çemberleri içinde hüner göstermek. Tanzimattan sonra, Arapça ile Acemce'nin yerini Fransızca aldı. Arapça ile Acemce diri, bakir ve akıncı bir düşüncenin taşıyıcısı değildi. Osmanlı konuşmağa başladığı zaman, İslam düşüncesi hamle kabiliyetini kaybetmiş bulunuyordu. Yani Osmanlı müellifleri bir tekrarın tekrarı, bir yankının yankısı olmak mecburiyetinde idi. İçtihat kapısı kapanmıştı. Her şey bid'at sayılabilirdi. Bir Simavnalı Bedrettin araba izinden ayrılmağa kalkınca kellesi vuruldu.
Demek ki Tanzimata kadar edebiyatımız yanlız şiirdir. Şiir, müphemin yani musikinin ülkesi.
Fikir olmadığı için nesir de yoktur. Tanzimattan sonra, büyük bir susuzlukla, kervan Batı'ya çevirir yüzünü.
Yeni ne söyleyecek?
Söylenenlerin kaçta kaçından haberdar?
Anladım sandıklarını ne kadar anlayabilir?
Tercüme Odası uşaklara yani robotlara lüzumlu olan mefhum ve cümleleri aşılamağa mahsus bir müessese, istenilen, belli emirleri getirip götürmek. Yani düpedüz bir taşıyıcılık. Paket taşıyıcılığı. İçindekileri aşağı yukarı bilseniz yeter.
Evet, bir asırda az çok başardığımız, paketin muhtevasına nüfuz etmek, taşıdığımız nesneleri evirip çevirmek, biraz daha içlerine girmek.
Sonra meşhur facia: harf ve dil devrimi.
Haydi, her şeye yeni baştan soyun!
Birikim yok.
Bu beyin ameliyatları ölümle neticelenmezse, ne zaman, hangi bahtiyar şartlar içinde yeniden öğrenmeye başlayabileceğiz?

Cemil MERİÇ hzl: Mahmut Ali MERİÇ Jurnal [Kitap]. - İstanbul : İletişim, Cilt I 2010, Cilt II 2009.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar