JURNAL
"Ne kadar cesur olursak olalım, yokluk bizi
ürkütüyor.
İz bırakmadan silinmek, bir kurbağa gibi gebermek, bütün
rüyalarımızla, bütün acılarımızla yok olmak...
İnsan zekası bu kadar trajik bir sonu zor kabul ediyor.
Vücudumuzu aşmak, 'ben'in dar ve sevimsiz geometrisinin
ötesine geçmek, sonsuza yönelmek, bir insana sarılmak, hatıralarda yaşamak:
işte aşkın, dinin ve kahramanlığın kaynakları. Sessizce solan yabani bir
menekşenin kaderi bize cazip gelmez. Hayatımız ne kadar narin, ne kadar kısa,
ne kadar aldatıcı. Dinî ve mistik tesellilerden mahrum olanlar kahredici bir
ikilemin karşısında bulurlar kendilerini: sersemlemek, kendini unutmak,
oyalanmak, düşüncelerinin alevini alkolde, kumarda, geçici zevklerde söndürmek,
yabanileşmek, hayvanlaşmak, bitkileşmek; ya da boyut kazanmak, çoğalmak, müthiş
bir aşk ve seziş gayretiyle bir ordu olmak. Devam etmek demek yaratmak
demektir.
Yalnızca paylaşılmayan acılar bizi yıkabilir.
Ruhun ölümsüzlüğü bir mitosdan ibaret değil. Metampsikoza inanmak lazım. Yine de bir ayırım gerekli:
bir kısım insanların düşüncesi etraflarını yansıtan bir aynadır, onlar başkalarının
kaydettiklerini bıkmadan tekrarlayan plaklar gibidirler; ruhları yoktur, üstün
zekalı hayvanlardan pek az daha mükemmel mekanizmalardır; dünyaları vücutlarıyla
sınırlıdır ve vücutlarıyla beraber yok olurlar.
Bir kısım insanlarsa kendilerini aşarlar ve kendilerini feda etmesini bilirler,
bir fikre, bir dâvaya adarlar kendilerini, anıta, olaya, kitaba dönüşürler;
ruhları ışık ve sevgi kaynağıdır; ruhları doğa gibi devamlı verimlidir ve doğa
gibi ölümsüzdür. Bu ölümsüzlük tabii ki, beşeri olan her şey gibi, nisbi, ama
yeterli ve teselli ediyor.
Neden yalnızlık bizi ürkütüyor. Ürkütüyor, çünkü sonsuzluğun başlangıcı gibi geliyor bize
ve sonsuzluğun karşısında kendimizi kolumuz kanadımız kırık ve bomboş
hissediyoruz, öldükten sonra da yaşamak için tanıklar istiyoruz...
Çoğu hiç de orijinal olmayan bu düşüncelerle şu sayfaların bekâretini
bozmak neye yarar?
Kim beni okuyacak?
Benzerlerime iletecek hiçbir önemli mesajım yok. Bir vahşi
gibi yaşadım, herhangi biri gibi acı çektim. Hayatımda hiçbir fevkalade olay
yok: önemsiz hayal kırıklıkları, gerçekleşmemiş rüyalar, yerine getirilmemiş
projeler... İşte 38 yılımın iyice sıkıcı ve hiç de ilginç olmayan
hikâyesi."
23.7.1955 JURNAL
II
"Felaketlerimiz üzerinde durmak, dikkatimizi fizik ve
manevi yaralarımıza teksif etmek bizi köstebeklerle aynı seviyeye indirir.
Entelektüel teşhircilik cinsel teşhircilik kadar tiksindirici.
Bütün gayretlerimizin ortak bir hedefi olmalı: kendimizi İden'in
(benlik) diktatörlüğünden kurtarmak.
Sevmek zenginleşmektir, çoğalmaktır.
Bir başkasını düşünmek, zindanımızın kapısını aralamak
demektir.
Sakatlıkların en kötü yanı, kanatlarımızı kırarak, bizi,
'ben'imize zincirlemektir; çaresizliğimiz bir kâbus gibi sarar etrafımızı, bizi
toplumla bağdaşamaz hale getirir, bu çaresizlik yüzünden çabuk hiddetleniriz,
egoist oluruz. Lüzumsuzluğumuzu hissederiz.
Gereksiz biriyizdir. Acımız kısırdır... Ama Thierry'nin de
gözü görmüyordu..."
11.8.1955 JURNAL III
"İnsanlar hür doğarlar, eşit haklara sahiptirler:
hiçbir hülya bana bu kadar çocuksu, bu kadar anlamdan yoksun gelmemiştir.
Çoğunlukla karmakarışık bir hayal dünyaları olan ve gerçekle
gerçek olmayanı karıştıran bu insanların dürüstlükleri ve iyi niyetleri
hususunda en ufak bir şüphe duyabilmem mümkün olsaydı, bu şatafatlı ve aldatıcı
iddiayı soğuk ve yersiz bir alay kabul ederdim.
Yeni doğan bir çocuğun hürriyetinden nasıl bahsedilebilir?
En bahtsız köle çocuktan daha şanslı. Çocuk hareketsiz bir
et yığını, ihtiyaçlarına zincirli, yararsız olmaya mahkum, tek hakkı, bütün
insanlarla ortak tek hakkı, ne yazık ki inlemek ve ağlamaktan ibaret.
Hürriyet istediği gibi hareket etmesidir insanın, serbest
olmasıdır.
Hürriyet yetenektir, güçtür, bağımsızlıktır.
Hürriyet amaçlarını gerçekleştirmek için hem bir seçim hem
de bir imkandır.
Eşitliğe gelince, eşitlik daha da hayal. Bir kere kaderimiz doğumumuzdan çok daha önce saptanıyor.
İlk Günah'ın felsefi bir anlamı var. Ölüler yaşayanların peşini bırakmıyor, iki
kuşak önce yaşamış bir anneannenin zekâ kıtlığı silinmez bir iz bırakabiliyor
bizde de. Sonra coğrafya... Başka medeniyetlerin birkaç yüzyıldan beri aşmış
olduğu bir medeniyet merhalesine zincirli kalmış milletler var: coğrafî bir
kader bu da.
İnsan tek başına kendisini şekillendiren bir bütün değil.
Ve dünya insan zekâsının fetihlerine rağmen, el ele tutuşup
hep birlikte şarkılar söyleyebileceğimiz bir cennet olmaktan daha çok uzak.
Duvarlar var insanların arasında ve daha uzun zaman da var olacak. Hatta bana
öyle geliyor ki, bu hayalî eşitlik, sosyal adalet rüyaları gerçekleşse bile
daha uzun zaman kendini bekletecektir.
Evet, insan zekâsı ve bilim tabiat kuvvetlerini kontrol
edebilir, hürriyetimizin sınırlarını genişletebilir, bütün insanlara asgari bir
refah düzeyi sağlayabilir. Ama ya beynimiz?"
9.1.1963 BİRKAÇ KOZMOPOLİT ÜZERİNE HİCİV DENEMESİ
Onlar için Anadolu yoktur, İstanbul
yoktur, Türkiye yoktur, üzerinde insanların gözyaşı döktüğü, sefalet çektiği,
didindiği bir dünya yoktur. Onlar için insan jigololarından ibarettir... Bu
koca imparatorluğu paşa babaları batırdı. Çürümeye yüz tutan ağacın meyvelerini
bir hamlede devşirebilmek için onu kökünden devirdiler... Veyl bu
hanımefendilerin imtiyazlarına dokunan gafillere!
Nihayet medrese ve saray. Efendilerinin
her cinayetine eli titremeden fetva veren yıkılış çağlarının ulemayı rüsumu:
mensuplarını herhangi bir vatandaş gibi askere yollamaz, ezelî zilleti içinde,
bu zilletin nimeti saydığı bir takım imtiyazları inatçılıkla muhafazaya
çalışırdı.
Değişen nedir?
Said Nursi'nin risalelerini okumak için
toplanan üç beş vatandaşın tevkifi, tabii hukuk bakımından hamakatle kaynaşan
bir cinayettir. Ahlâksızlığın, bencilliğin,
kayıtsızlığın ferman ferma olduğu bir ülkede, bir kitabı, ahlâktan, insanlıktan
bahseden bir kitabı okuyanlar ancak taktire lâyıktır. Soğuk ve
süprüntülüklerden devşirme, maddeci, sözde maddeci yayınlardan tiksinen,
kendilerine insaniyetçi süsü veren bir alay züppenin sapıklıklarına iğrenerek
bakan ve bir kurtuluş arayan samimi çocuklar... Davranış bakımından kendimi
onlara çok yakın buluyorum.
Yazılı kâğıt bezirganları, odalarında
kitap okuyan bu, belki gafil ama hiç şüphesiz tertemiz insanların tevkifini
adeta alkışlayarak ilan ediyorlar. Vicdan hürriyetine indirilen bu ağır darbe
gerçi bizim için ebedi bir maceradır. Yarı münevver, sadizmini, kendi
tanrılarına secde etmeyen namuslu insanlar üzerinde tatmin etmeyi adet haline
getirmiştir...
Sonra 142. maddenin kaldırılması için
imza toplayan bir zat, 142. maddenin hışmına uğrar, asil üniversitemiz kutuplar
kadar sessiz karşılar hadiseyi... .
Fakir memleketin sunduğu ulufeyi bir
nevi fetih hakkı telakki ederek, üniversiteye eski ve huysuz bir kapatmayı
ziyaret eder gibi, ayda yılda bir uğrayan şımarık, küstah ve züppe bir doçent,
mahza üç beş kuruş kazanmak ve adeta devlete meydan okumak için, murdar üslubu ile
manevi buluğa ilelebet erişemeyecek olan şebban-ı vatana Marx'i anlatmaya
kalkışır, hayli zaman takibata uğramaz. Nihayet yakalanınca medrese feryadı
basar. Medrese haklıdır, kelepçe erkeğe takılır. Kelepçe bazen bir lejyon donör
nişanının kordonundan çok daha kutsaldır, bir kozmopolitin efemine bilekleri
kirletir onu...
Kanun karşısında eşitlik düsturu!...
Her cinayete fetva veren, fikir
hürriyetini menfaatlerine dokunduğu anda ayaklar altına alan insanların bu
hürriyet-perverlikleri, kendilerini imtiyazlı bir zümre, adeta devlet içinde
devlet saymalarının ifadesidir. Hiçbir mukaddesleri olmadığı ve memleketin
hiçbir derdiyle ilgilenmedikleri için, kozmopolitliğin, yani, insanlardan
kopuşun yeni bir şekli olan salon sosyalizmi ile flört etmeye
kalkışmaktadırlar.
26.1.1963 MARKSİZM'E, İŞÇİ SINIFINA VE HAZİN BİR MACERAYADAİR
Yirmi dört yıl önce mahkemede Marksist
olduğumu haykırdım.
Bu, ümitsizlikten doğan bir isyandı.
Bir nevi meydan okuyuş.
O yalnızlık içinde bir şey olmak
ihtiyacı. Yılları çeşitli "humiliation"lar içinde geçen, kucağında
yaşadığı cemiyette hep yabancı muamelesi gören, bazen Türk, bazen şehirli, bazen
insan olduğu için envai hakarete uğrayan göçmen çocuğu bir yere tutunmak, bir
komünüteye girmek ihtiyacındaydı. Sınıfı yoktu zaten. Bir bakıma parya, bir
bakıma prens. Parya, çünkü köksüz, koruyucusuz. Hasta bir baba, çocuğunun maddi
ve manevi buhranlarından habersiz. Toprağından söküldüğü için bir türlü kendine
gelemeyen zavallı bir anne. Ve yuvasına ekmek yetiştirebilmek için
kadınlığından vazgeçmek zorunda kalan yiğit ama gözyaşlarından başka yardımı
dokunamayan bir abla.
Sonra?
Sonrası yok... Hafızasında iz bırakan
en eski yıllarda sadece itildiğini, istenmediğini, dövüldüğünü hatırlıyor.
Neden? Neden onu hor görüyorlardı?
Dünyada milletler olduğunu dahi
bilmiyordu henüz. Ama mahallesindekiler başka bir dil konuşuyorlardı. Çerkezler
vardı, Kürtler vardı, Türkmenler vardı, Türk yoktu. Ne var ki bunu bir ırk
meselesi saymamak lâzım. O şehirden gelmişti, konuşması da giyinmesi de
farklıydı başkalarından, yabancıydı. Oynamadı, çocuk olmadı, içine ve
kitaplarına kapandı...
Sonra lise yılları. Yine yalnız, yine
yabancı. Açlık, midenin, etin ve ruhun açlığı. Ve inkisarlar. Sevdiklerinin
küçüklüğü, hayalinde kurduğu dünyaların birer birer yıkılışı. Evvela öbür
dünyanın. Sonra, evet sonra... Etütte yutar gibi okuduğu Yusuf Akçora, "Türk
Yurdu" koleksiyonları, "Türk Yıllığı". Mubassırdan
yediği tokat. Bu defa şehirli olduğu için değil, Türk olduğu için,, sömürgeciliğe
karşı olduğu için hırpalanış... Sonra İstanbul, sefalet ve bir hezimete,
kahkâri bir hezimete benzeyen, dönüş... Sancaktaki hürriyet havası. Putları
yıkılan göçmen çocuğu yeni putlar peşindedir. Ailesinden kopmuş, muhiti zaten
yok... Sonra 'Tercüme Kalemi', kitaplar. Köy öğretmenliği... Ve bir
nisan sabahı evinin aranışı, nezaret, hapishane.
Marksistim dediği zaman tek işçinin
elini sıkmış değildi, sadece namuslu olmak, korktuğu için sustu dedirtmemek
istiyordu. Zaten yaşanmaz bir dünyada idi artık. Seksüel buhran, ruhi buhran...
en küçük bir pırıltı yoktu hayatında. Yüksek tahsil yapmayı ümit edemezdi. Ne
olabilirdi o vakit? Hiç. Bir köy öğretmeni.
Marksizm, silinmemek, ezilmemek için
sarıldığı bir daldı belki. Belki de inanıyordu Marksizme. Nasıl inanabilirdi?
Onun için, ezilen insanlar,
kurtarılması gereken insanlar vardı, ama kim olduklarını bile bilmiyordu
onların. Fakirdi. Ne var ki kültürü ile adeta tek bir varlık, bir nevi
aristokrasi idi... Üç beş kitap okumuştu o konuda, ne kadar anlamıştı,
anlayabilir miydi? Orada sınıf kavgası bambaşka renkler altında tecelli
ediyordu... O, rüyalarıyla Marksistti belki. Yani kahredici realiteden
kurtulmak için ilk mütefekkire sığınıyordu. Sonra... Sonra yine aç kaldı, yine
işsiz kaldı. Sözde beraat etti ama yirmi yıl peşini bırakmadı polis...
Bu memleketin büyük faciası, .en seçkin
evlatlarının beynini ve kalbini itlere peşkeş çekmesi. Halledilmesi gereken
büyük dâva, bu topraklar üzerinde münevverin nefes alabilecek hale gelmesi.
Marksizm bir tecessüstü onda. Herhangi
bir Batı memleketinde büyük bir fikir adamı olabilirdi, bir teorisyen
olabilirdi... Ezdiler. Acaba ezilen daha kaç kişi? Her aydınlığı yangın sanıp
söndürmeye koşan zavallı insanlarım, karanlığa o kadar alışmışsınız ki
yıldızlar bile rahatsız ediyor sizi!.. Türkiye'de bir sınıf savaşı var mı? Var
veya yok, dâva bu değil. Her oyunun kaideleri var. Avrupa burjuvazisi iktidarı
beşiğinde bulmadı. Dünya proletaryası her hakkını şehitler vererek kazanabildi.
Ama o ülkelerin hâkim sınıflan insanı bu kadar küçülmeye zorlamadı-lar,
düşünceyi kuduz köpek gibi kovalamadılar...
Batıyoruz. Ayağımızın altındaki uçurumu
kendimiz kazdık. Aydın gölgesinden korkuyor.
Kafasıyla düşünen adamın tutunabileceği
dal yok.
Neden İşçi Partisi'ne girmiyorsun?
Girmem, çünkü benim yerim kütüphane.
Ben ışık arayan, aydınlanmak ve aydınlatmak isteyen bir insanım. Politikanın
kurtarıcılığına inanmıyorum. İşçi sınıfına karşı beslediğim sevgi de
platoniktir, tanımıyorum onları...
16.2.1963 BU ÜLKE 89'DAN BERİ SU ALAN
BİR GEMİ
Bulanık akıyor şuur ırmağı, bulanık.
Derinlikleri seçilemiyor. Aksettirdiği, gökte soluk bir kaç yıldız.
Neden eğilmek istiyorsun hep?
Kalbini teşrih masasına yatırmaktan
bıkmadın mı?
Hayat dışarda.. Kaçıyorsun, erkekçe
çalışmaktan, yaratmaktan, dövüşmekten kaçıyorsun. Boş bulduğu ilk kulübeye
sığınan bir köpek gibi. Ve her kulübeden mantığın haşin eli boğazına sarılıp,
kaçmaya zorluyor seni.
İnsan, selâhiyetinin sınırlarını çoktan
mı aştı?
Dünyanın batan bir gemiye benzemesi
bundan mı?
Tabiat, fare ile oynayan kedi gibi,
soyumuzla alay mı ediyor?
Tedirgin, küstah, azgın insan sürüleri.
Batan bir geminin ister serenine
tırman, ister küpeştesine yan gel.. Bu ülke 89'dan beri su alan bir gemi. 89'da
tasfiye edilen yalnız Batı aristokrasileri, yalnız derebeylik nizam-ı içtimaisi
değil; 89 burjuvazinin zaferi, ihtiyar Şark'ın da ölüm çanı.. Asırlarca krallardan
baç alan Devlet-i Aliyye'nin mecalsiz avuçlarında fetih kılıcı yok artık,
dilenci keşkülü var. Birbirinin gırtlağına sarılacakları mesut günü iple çeken
renk renk insan., ve nihayet çözülüş. Hasta adam hâlâ can çekişiyor. Can
çekişen yalnız o mu?
Dünyanın bütün tımarhaneleri bizim
entelijansiyanın kafatası yanında birer aklıselim mihrakı.
Cemiyet tek mit'e dayalı: Atatürk miti.
Başka bağ yok.
İmparatorluğun birbirine düşman etnik
unsurlardan mürekkep yamalı bohçası dikiş yerlerinden ayrılalı beri biz kendi
kendine düşman insanlar haline geldik.
Mazi yok, tarihimizi tanımıyoruz.
Din ölüm yatağında.
İnsanları bir araya getiren hiçbir
ideoloji doğmadı.
Nihayet dil de gitti elden.
Türk milleti.
Hangi millet?
Milliyetçiyiz..
Hangi milliyetçilik?
Batı'nın en bedbaht, en sarsak, en
hasta fikir adamı basubadelmevt (ölümden sonra dirilme) hülyalarıyla avutabilir
kendini. Kadirşinas bir el, gübre altında kalan inciyi asırlarca sonra
insanlığın tefekkür gerdanlığına iliştirebilir. Dilin medeni memleketler
argosundan çok daha büyük bir hızla değiştiği bir ülkede, yarım okka esrar içen
bu kadar çılgınca bir hayale kaptıramaz kendini.. Hangi
"posterite"?.. Bu millet on senede bir değişen hafızasız nesiller
amalgamı..
O halde? Tefekkürün her ülkede bir nevi
"martyr" olduğu belki bir vakıa. Ama şehvet dolu bir
"martyr". Bir ideal için ipe çekilmek ölümlerin en güzeli. Nihayet
manastır var Batıda. Yaralanan insan köpek gibi sokağa terkedilmez.
1.3.1963 YALANA DAİR
Söz zehirli bir kama.
Ama kelimelerin gönülde açtığı yarayı
ancak kelimeler iyileştirebilir: Aşil'in kılıcı gibi söz. Kelimeleri ciddiye
almamalı. Bir avuç konfeti onlar. Günlerin rüzgârı hepsini alır götürür. Bir
rebabın tellerinden dökülen ses ne kadar rebabsa, kelime de o kadar insan.
Kelime şuurun güneşinde eriyiveren bal mumundan düşüncelere giydirdiğimiz
elbise. Kelime sinen, şahlanan, kanatlanan, kâh uçuruma atılan, kâh ufuklara
süzülen rüya mahluklarının boyunlarına takmak istediğimiz kement. İki kere iki
dört eder. İsterse dört bin etsin. Maddeyle zifaf halinde yaşayan büyücü
çırağı, homo faber'le devleşmiş bir sülük kadar iğrenç bakkal.. Rakkamlarıh
katı, dilsiz ve sözde belagati bu iki cins yaratığı ilgilendirir. Rakkamların
doğruluğu bir iskeletin donuk gözlerindeki, yahut oyuk göz bebeklerindeki
doğruluk. Yalan söylüyorsun dostum, yaşadıkça yalan söyleyeceksin.
Peygamber harp hiledir diyor. Savaş
halindeki bir cemiyette herkes bir mohikan. Ölmemek için öldüreceksin.
Ölmemek için öldürmek mi?
Peki öldürürsem ölmeyecek miyim?
Belki öldürdüğün her canlıda ölen
kendinsin. Ama bunu ne zaman kavrayacak insan?
Ya örs olacaksın, ya çekiç diyor
Goethe. Çekiç de çelikten, örs de çelikten. Örsle çekiç kardeş. Ne kardeşi?
Aynı varlık. Tek varlık. Hakikat bu mu?
Harbin hud'a olduğu mu hakikat?
Ezilmek istemiyorsan ez mi hakikat?
2.4.1963 OSMANLI DÜŞÜNCESİ, GERİCİ
İLERİCİ, ZAVALLI HİNT, ZAVALLI BEN
Ve karşılarına üç yol çıktı
şehzadelerin. Osmanlılar adem endişesinden habersiz yaşadılar. Ölümden sonra
yollar üçe ayrılıyordu: cennet, cehennem, âraf. Araf kısa bir duraktı. Gerçi
cehennemin, içinde katran kaynayan kazanları, bir dudağı yerde bir dudağı gökte
zebanileri, zaman zaman- rüyalarını kâbusa çeviriyordu Osmanlının. Ama cennet,
kılıçların gölgesi altında ve Allah gafurrurrahimdi.
Budizm Türk insanını ne kadar
değiştirdi bilmiyorum. Daha doğrusu Türk insanı Budizmi ne kadar değiştirdi?
Bildiğim şu ki, bütün Osmanlı edebiyatında metafizik ürperti yok. Bizde derviş,
Tanrıyla vuslat halinde yaşadığı için, suretler âleminden tecerrüt etmiş bir
gönül adamı değil, aksiyondan kaçan bir meczup, bir hasta, bir yarı deli, yani
bir sapıktır. Fuzuli'nin tasavvufu bende daima tercüme intibaı yaratır.
Tasavvuf kim, istiğrak kim, Osmanlı kim? "Makber"de öyle retorik var
ki, bu yapma çiçeklerin arasında, tüveycinde kan ışıldayan gerçek bir iki gonca
bulmak çok güç.
Cennet, cehennem... her meseleyi basit
bir "dilemma'ya irca etmişiz. Daima iki ihtimal. İkiden fazlasını
düşünemiyoruz. Avrupa! Ah Avrupa, canım Avrupa! Neden "ah Avrupa"?
Hep gözün rehberliği: "beldeler, kâşaneler" masalı. Arka sokaklar,
arka sokaklardaki sefalet? Ondan bahseden yok... Tarihin ölüme mahkum ettiği
kavimlerde hep aynı psikoz: kendini küçük görme psikozu. Avrupa cennet, Asya
cehennem. Neden "beldeler, kâşaneler"? Sanıyorum ki şarklı olduğundan
utanan tek şarklı kavim biziz. Gerici, ilerici... Şarklı gericidir, garplı
ilerici. İslamiyet huzuru çok ucuza satmış.
Yollar o kadar belli ki düşünmeye lüzum
yok. Şarap içmeyecek, domuz yemeyecek, zina yapmayacaksın, beş vakit namaz v.s.
Sonra periler, gulamlar, huriler... Tasavvufun itibara mazhar olmaması da
bundan. Yunus Emre'de bile hep: "şol cennetin ırmakları"!
Bugünün Türk insanı Hint düşüncesini
kavrayacak durumda mıdır?
Hayır.
Kendi vokabüleri ile ya gericidir, ya
ilerici. Gerici ise müslümandır: cennet, cehennem.
İlerici ise Batı hayranı: caz, dans,
cinsî hürriyet ve teknik.
Düşünmeye teşebbüs eden, düşünen
demiyorum, kaç kişi var?
Herkes panase meraklısı. Sosyalizm
dağları devirecek, demokrasi altına çevirecek yurdu. Avrupa, ah Avrupa!
Galiba işittiklerini papağan gibi
tekrarlamaktan zevk almayan tek çağdaş Peyami idi. Falih'ler ne kadar sığ, ne
kadar yalınkat. Hele bir Nadir Nadi! Kimin söylediğini hatırlamıyorum, insan
kırkından sonra ya dünyadan elini eteğini çeker yahut da insan denen koyunu
kırkmak için kollarını sıvarmış... Üniversite talebesi "Toprak"
dergisi sahibini yakalamış, tartaklamış ve herifin bütün küçüklükleri, ayak
yalamaları kâr etmemiş. Asil Atatürkçü Tarık Tunaya kolundan yakalamış
"suçluyu ve galiba polise götürmüş. Darendeli bedbahtın biri,
"Toprak" dergisi lağım ama Tarık Tunaya ne? İnsanı seveceksin. Hangi
insanı? Darendeli'yi ve Tarık Tunaya'yı... Buda ve Türk insanı...
Hamit'ten yıllarca sonra Yahya Kemal
Hint'e gitti. Pakistan sefir-i kebiri, o ülkeden tek kartpostal bile getirmedi.
Biz Hint'i anlayamayız. Avrupanın bütün ıstırabı kapitalizmden geliyor.
Peki, kapitalizm nereden geliyor?
Kapitalizmi tasfiye edecek insan
Mars'tan zembille mi inecek?
Harem ağasının kafası. İnsanı
sevmiyoruz. Hint düşüncesi karşısında elimizi tabancamıza atışımız bundan. Bir
tarih hocasının Hint'le uğraştığım için beni nasıl ayıpladığını çok güç
unutabileceğim. Eskiden Batı afaroz edilirdi, şimdi Doğu afaroz ediliyor. Daima
afaroz, daima duvar, daima husumet. Bu lanet çemberini nasıl kıracağız
bilmiyorum. Kitabım basılırsa çok az kimse okuyacak ve belki hiç kimse
anlamayacak. Gericiler toptan mahkum edecekler, ilericiler toptan mahkum
edecekler...
Konferans.
Evet kaç kişi dinleyecek konferansımı?
Bütün ülkeler birbirine benzer dostum,
iki ıstırap kadar, iki gözyaşı kadar birbirine benzer. Eldorado, vehmini
kaybedenlere efsus, hezar efsus... Gobineau böyle düşünmüyor, Gobineau hatta
Taine. Tatar ağası ile Montesquieu bir mi?
Bir, diyeceği geliyor insanın. Ben
insanı, Fransız insanını hastanede gördüm. Memleketlimden hiçbir farkı yoktu,
hatta daha bayağı idi, daha korkak, daha menfaatperest, hatta daha ahmaktı.
Kafan aydınlıksa, gerçekten aydınlıksa, her ülke aydınlıktır senin için. Yoksa
kendi karanlığından kaçmak boşuna... Hint. Evet, Hint'in kazandırdığı huzur çok
ferdi ve muayyen bir dünyada, muayyen bir iklimde gerçekleşebilecek bir mucize.
Üstelik, yaşadıktan sonra, vücudu ile insiyakları ile yaşadıktan sonra mümkün.
Hint'in keşfi gerçekten Bâtı'da bir
rönesans yaratmış mı, sanmıyorum. Belki birkaç batılıda yahut batı şuurunun
mahdut bir bölgesinde. Batı kavga içinde, Hint felsefesi keskin bir kavga
silahı olmak vasfından mahrum. Marksizm var, Hıristiyanlık var... Ve maalesef
daha çok irticaın elinde bayrak Hint. Romain Rolland'ı çıkarırsak, sol cenahta
Hint'le uğraşan kimse yok. Halbuki bence, bütün kavgaların üstünde bir ahlak
Budizm. Ahlak karanlık kelime, yol. Ama kimsenin senfoni dinleyecek hali yok.
Sokakta silah sıkılıyor, tepede jetlerin uğultusu... Acaba Hint de bir
mistifikasyon mu, bir sahte hal sureti mi, sanmıyorum. Proletaryanın o kadar
dolambaçlı yollardan zararsız hale getirilmesi imkânsız... Şimdilik Hint, bizim
için, kütüphanelerimize eklenen bir raf bile değil. :
Zavallı kitabım!
Belki müstehcene kaçan bir iki şiir
tercümesi için okunacak.
Kaldı ki basılacağı da belli değil. Ve
bu kubbenin altında hiçbir akis bırakmadan "resurrection"u
bekleyecek. Galiba 'samsara' yalnız insanlar için değil kitaplar için de var.
28.6.1963 GOETHE’YE GÖRE DÂHİ
La Harpe hiç hoşlanmaz
"genie" kelimesinden, "talent" nemize yetmiyor der. Dile bu
kaypak, bu müphem kelimeyi sokanlara atar tutar. Schopenhauer'a göre,
"talent" sahibi, belli bir hedefe başkalarından daha maharetle ok
atabilen adamdır. Dâhi başkalarının oklarıyla değil, bakışlarıyla dahi
ulaşamayacakları bir hedefe oklarını saplayabilen adam. Goethe daha güzel
söylüyor:
"kendi yağı ile kavrulan dâhi yok.
Dâhi bütün intibaları benimseyen ve onları kullanmasını bilen, karşısına çıkan
malzemeler yığınını düzenleyen, canlandıran, kiminden tunç, kiminden mermer
alıp bu hammaddelerle ebedi bir âbide kuran kişi.
Ben ne yaptım, ne gördüm, ne duydum, ne
işittimse bir araya getirdim, hem tabiatın eserlerinden faydalandım, hem
insanların.
Yazılarımdan her birini binlerce insana
veya binlerce nesneye borçluyum.
Âlim de, cahil de, bilge de, deli de,
çocuk da, ihtiyar da eserimi yazarken yardımcım oldu.
Yani realitede mevcut olan unsurları,
çeşitli unsurları toparlıyor sadece benim eserim, Goethe dedikleri bu bütünden
ibaret."
11.8.1963 MANEVİ DALTONİZM
Kimi kızılı göremez, kimi yeşili.
Manevî bir Daltonizm bu. Hepimizini
kafasında "no man's land"ler var. İnsan yalnız önünü gören bir
araba beygiri. Cuvillier'nin "Manuel de So-ciologie"sinde telefon
rehberlerini kıskandıracak bir isim bolluğu karşısmdasınız. Pîr-ü berna
sosyoloji kelimesini ağzına alan herkes yazarın iltifatlarına nail olur. Yalnız
İbni Haldun bir dipnotuna misafir edilir. Marx yarım asırdan fazla arafta
bekledi Bizim için bütün irfan dünyası bir memnu bölgedir.
Batı.
Hangi Batı?
1963 Türkiyesi’nde Tomist olabilir
miyim?
Linç ederler. Kilise babaları örfün
fermanı ile yasak. Çağdaş Avrupa'da düşünce turnuvasını temsil eden silahşorlar
malum. Marksizm, geç bir kalem. Yüksek Hâkimler Kurulundan sözde liberal bir
zatla konuşuyordum. Yıllarca zindanda süründükten sonra salıverilen komünizm
zanlılarından söz açtım. Ahmet Akat'ın, Faruk Atay'ın ibretâmiz macerasını
anlattım. Hakkınız var, dedi, ama ne olsa millî menfaatler.. Bu adam için
milletin beynini millî menfaatler adına köpeklere yedirmek milliyetperverlikti.
1914 savaşında şehir dolusu aydın
kaybettik. O savaşı yedek subaylar yaptı. Yedek subaylar yani entelijansiya. Sonra Sevr ve Lozan.. Mustafa Kemal 150 aydını mektepten
talebe kovar gibi sınır dışı etti. Zaten memlekette düşünen adam sayısı da
aşağı yukarı o kadardı.
Sonra sol cenaha döndü, onları da,
kırkayak tepeler gibi, ezdi.
Cavit beyi astı.
Sonra filozof istiyoruz. Kuzum ne
filozofu?
Demokrasi kahramanı İnönü beş hocayı
kürsüsü ile beraber uçurdu. Tan matbaası sosyalist lider Ti-ritoğlu'nun himmeti
ve hürriyetperver üniversite gençliğinin kuvvet ve kudreti sayesinde yerle bir
edildi. Zekeriya radikal sosyalist bile değildi, demokrat ve oportünistti.
Mütefekkir bir ip cambazı değildir. Bir İttihat ve Terakki fedaisi değildir.
Voltâire'ler, Rousseau'lar bütün bir burjuvazi tarafından destekleniyorlardı.
Rousseau'ya Fransa'yı terketmesini Zaptiye Nâzın bizzat gelip haber veriyordu.
Harman beygirine verilen hürriyet,
aydına ihsan edilenden daha büyük ve daha gerçek. Aydın yani başkasının kafasıyla düşünmeyen, yani hiç
olmazsa çok kaba mitleri ve "mystification"ları yutmayan. Zavallı
kinlerimiz! Meşrutiyet aydını için, frenkleşmiş Meşrutiyet aydını için,
düşman İslamiyetti. Korkunç bir şaşkınlık içindedir o aydın. Sabih bey hem
Osmanlı İmparatorluğu'na hayrandır, hayatının hilafetle beraber sona erdiğini
söyler; hem İslamiyet’e düşman. Yani bizde "athee", düşünmemek için
Allah'ı inkâr eder, meseleyi basitleştirir böylece. Düşünmemek için
müslümandır, dogmaların gölgesinde, şâd, uyur da uyur. Yani işimize gelmeyen ne
varsa çöp tenekesine atmak, rafa kaldırmak, inkâr etmek. Mecnun nesillerin
arapsaçına döndürdüğü o kadar problem var ki, insanın feryat edip kaçacağı
geliyor. Kaçanın anası ağlamazmış. Bu kadar erzel bir atasözünü ne boş imanlarda
bulabilirsiniz, ne tavşanlarda. Kahraman Türk yumurtlamış bu cevheri ve on
sekizinci asırdan beri arkasına bakmadan kaçmış. Avrupa kapitalizminin emr-i
yevmilerini yalan yanlış tekrarlamayı tefekkür saymış. Hâlâ kaçıyor.
20.8.1963 KADERİMİZİ ÇİZEN CEMİYET
……….
İnsanı cemiyet yaratır.
Hangi cemiyet?
İnsan cemiyetle tam bir uyuşma halinde
olduğu zaman tarihi yoktur. Doğar, yaşar, ölür. Tarihi yaratan, fertle
kalabalık arasındaki anlaşmazlık, yani dram daima bir çelişmenin eseri. Fertle
cemiyet kaynaştığı zaman terakki yoktur. Beraber otlayan, beraber geviş getiren
adsız bir sürü vardır sadece, "on" vardır. Cemiyet kendine
benzemeyen bir çocuk doğurduğu zaman onu beşiğinde boğmaya kalkar.
Boğarsa mesele yok.
Boğmazsa ya diz çöken bir isyankâr, bir
Beaudelaire, bir Rimbaud, bir Breton çıkar, ya cemiyete diz çöktüren bir cebbar
gelir, Sezar, Napolyon, Hitler.
Cemiyet çok defa gübre.
Zambakla o ufunet arasında karabet uçurabilir
miyiz?
HER BÜYÜK ADAM KUCAĞINDA YAŞADIĞI
CEMİYETİN ÜVEY EVLADIDIR. Zira yarınki veya dünkü veya ötelerdeki bir cemiyetin
çocuğu, kendi cemiyetinin değil. Marx, avukat Marx'ın oğlu olmaktan çok,
Saint-Simon'un, Rousseau'nun, Hegel'in çocuğu. Rousseau'yu Rousseau yapan,
yüzünü görmediği annesiyle ayyaş babası mı?
Kaderimizi çizen cemiyet, fakat ona
ırzımızı teslim ettiğimiz anda erimişizdir.
Denizdeki herhangi bir dalgayız.
Dalgaların tarihi var mı?
Şahsiyet, görünen cemiyet içinde
görünmeyen cemiyeti seçip tahtını onun bağrında kurmak suretiyle fethedilir.
Her şahsiyet bir kopuş, bir olmayana, olacağa bağlanıştır. İnsan, tabiatı
değiştirirken kendini de değiştirir, diyor Marx. Yalnız tabiatı değiştirirken
mi? Büyük adam devlerin sırtına tırmanan cüceymiş. İnanmıyorum. Daha doğrusu
dev Goliat, yani yürüyen bir dağ parçası; sırtındaki cüce Davut, yani zeka.
Büyük adam bataklığı baraj haline getiren yaratıcı. Kalabalığı tekme ile
uykusundan uyandıran kılavuz. Ama çok defa tekme ile uykudan uyanan Caliban,
efendisini parçalar.
Oscar Wilde'e göre, tabiat bir mezbele,
güzeli yaratan: insan. Belki doğru.
Ama hangi insanı ve hangi güzeli?
Şairler olmasa yıldızlar bu kadar güzel olur muydu?
Tabiatın çehre-sindeki siyah peçeyi
kaldıran: insan, yani sanatkâr. Tarih öncesi, karanlık. Soyumuzun on binlerce
yıl süren, yüz binlerce yıl süren macerasından habersiziz. Mohanco-Daro veya
Harappa, New York veya Washington'un küçük çapta bir örneği âlimlere göre. Altı
bin sene evvelki bir örnek. Şu halde teknik sahada da göz kamaştırıcı bir
ilerleyiş yok. Fark kali-tatif değil, kantitatif. Ama Hegel'den beri kantitatif
farkların kalitatif farklar haline geleceğini bilmeyen kalmadı. Harappa'da
matbaa yoktu. Mohanco-Darolu kâhin, arzın dört bucağındaki fikir adamlarının
fetihlerinden habersizdi.
Michelet doğru söylüyor. Tarihi yaratan
insanla kader, ruhla madde arasındaki mücadele. Tabiat hep aynı tabiat. Ama
insan hep a,yûi insan değil. Ummanlar dehşetinden bir şey kaybetmedi. Ne var ki
çağdaş Ulysse'in emrinde yüzen şehirler var. Ve Jüpiter'in silahını emekleyen
bir çocuğun parmakları bir avuç ışığa kalbedebiliyor. Hasımlardan biri boyuna
ilerledi. Nesiller fetihlerini nesillere devretti. Gerçi bu madalyonun bir
tarafı. Bütün bu zaferler bir parça göz boyayıcı.
Jean Rostand tabiatın sırlarından
bazılarını aşırdık, diyor. Yani ilim adamı çok defa ne yaptığını bilmeyen bir
büyücü çırağı. Tabiat kuvvetlerini uysal bir arslanla oynayan çocuk gibi
mıncıklıyor. Ya arslan kızıverirse. Will Durant hiçde iyimser değil. Zelzele
devi şöyle bir dizlerine dayanıp arzımızı sallayacak olsa ne kulübe kalır, ne gratsiyel,
diyor. İki robotun yanlış bir hareketi nereden geldiği, niçin geldiği hâlâ
bilinemeyen bu ahmak yuvarlağı yeniden kaoslaştırabilir. Yani barut fıçıları
üzerinde rakseden birer sarhoşuz. Ağzımızda sigara ve elimizde havai fişekler.
Galiba fetihlere sıfırdan başladık.
Yaratan çok toydu. Taşı yarattı, bitkiyi yarattı, hayvanı yarattı. Nihayet
insan göründü. Yaratan bütün haklarını ona devretti. Kâinatın bu yeni misafiri
nihayet bir milyon yaşındadır.
Elbet hataları olacak. Şahikalara ancak tırmanarak çıkılabilir. Homo sapiens
yaratandan haklarını devraldığı günden beri hayli işler başardı. Ustasından
geri kalacağa benzemiyor. Ustası ne oldu?
Rousseau Tanrı dememek için Eşyanın
Yaratıcısı diyor. Korkak ve utangaç bir dindarlık. İngilizce mütercimi
"God"u yapıştırmış. Hâlbuki Protestanlıktan Katolikliğe,
Katoliklikten Protestanlığa bir odaya geçer gibi atlayan üstadımız Tanrı
isminden pek hoşlanmamaktadır.
Kainat bir hammadde deposu.
Onları biçimlendiren insan.
Belki onlar biçimlendikçe insan da
başkalaşıyor.
Tekniği yaratan insan, yeni bir insan yaratan
teknik. Yaratan'ın elinden çıkarken her şey ham halat. Neye yarayacağı
belirsiz. Güzel de, iyi de insan icadı. Yalnız hilkatin atölyesinde çalışan,
yani yeni bir dünya parçası, yeni bir düşünce, yeni bir terkip yaratan
ustaların sayısı bir asırda üç beş. Ötesi mevaşi. Sen onlardan biri olmaya
çalışacaksın. Feyzi-i Hindî en güzelini söylemiş:
"Yokluk zulmetiyle bağlıysan
topraksın,
kafanda tanrısal ışık yanıyorsa:
arş.."
(Tanrısal ışık yanıyorsa, yani
Tanrıların soyundansan, Tanrıların cemiyetindensen)
Zerdüşt, Yacnavalkiya, Demokrit,
Fisagor, İsa, Buda.. Bir hayli kalabalıktır bu Olemp. Oradaki tanrılar birbirlerine
diş gıcırdatmaz. Silahları yıldırım değil, kalemdir. Karılarımıza, kızlarımıza
göz koymazlar. Bataklıktan göklere süzülen bir tarla kuşu gibi, kasıklarıyla
düşünen ve göbekten aşağısıyla yaşayan bu azgın hergele sürüsünden uzaklaşmaya
bak. Şahikalara, şahikalara... Yoksa gübresin, leş gibi gübre...
3.10.1963 FREUD VE UPANİŞATLAR
Freud, Ojiyas'ın ahırlarını temizleyen
adam. Bakışlarımı Olemp'e değil, Akheron'a çevirdim diyor. Ama Akheron,
Champs-Elysees'nin gölgesi.
Freud lağımın kapağını açan adam.
Lağım mı, ne lağımı?
Psikanalizi skandal hâleliyor.
İnsanın kulaklarına, sen canavarsın
diye haykıran bir Mefisto, Freud.
Buda, İsa, Spinoza., canavar, ama
kanatları olan, mağaradan arş'a yükselen canavar. Şuuraltı gerçekten
süprüntülük müydü, oraya bu at sineklerini, bu hamam böceği leşlerini, bu
kırkayakları psikanaliz mi doldurdu yoksa?
Freud'u anlamak için okumak yetmez; o
cehennemin içine girmek lâzım diyorlar. Viyanalı doktor da içimizdeki
canavarları avlarken buluta bürünüyor. Fransız ihtilalcileri, yarattıkları
dünyayı Eski Roma'nın kelimeleriyle isimlendirdiler. Realite yepyeniydi, ad iki
bin senelik. Her fâtih keşfettiği ülkeye âşinâsı olduğu isimleri takar. Yeni
bir vokabüler bir günde, bir senede imal edilmez. Freud'u anlamak bunun için
güç. Freud'u ve bütün yaratıcıları. Kelimenin kemiğini kırıp iliği bulmak güç.
Şeffaf değil ki.
Kaldı ki Freud'u okumak cehennemi
resimden seyretmek gibi bir şey. Her doktrini yaşadığımız kadar anlıyoruz.
Sokrat felsefeyi gökten yere indirmiş.
Çiçero öyle diyor. Freud insanı mağaraya zincirliyor. Tanımıyoruz Freud'u.
Marx'i tanıyor muyuz, Kierkegaard'ı tanıyor muyuz? Bakış önce yıldızları
tarıyor.
Son durak: iç dünyamız. Ve arada, bütün bir tarih. İskeleti, terbiyeli bir fino
köpeği veya iradesini parmaklarınıza teslim etmiş bir mekanik haline getiren
Hint. Upanişat "sen Tanrısın" diye haykırıyor insana. Freud,
"itsin" diyor.
İki kutup, ama esrarlı bir diyalektiğin
kucaklaştırabileceği iki kutup. Birbirini tamamlayan iki yarım. Pascal'ın "ne
bir meleksin, ne bir insansın"ı. Yahut Feyzî Hindi'nin "arştan
büyük, topraktan bayağısın" hitabı.
20.10.1963 ABES'E, AVRUPA'YA, BİZE VE GANDİZM'E DAİR
Abes, çağımızın anahtar kelimelerinden.
Her karanlık muamma guguklu bir saat
gibi onu tekrarlıyor: abes, abes. Daha doğrusu kulaklarımıza fısıldanan her
sesi idrakimiz öyle kalıplaştırıyor. Sürrealizm'in koltuk değnekleri: abes.
Egzistansiyalizmin bayrağında siyah harflerle abes yazılı. Hıristiyanlar,
dünyadan Tanrıyı kovar mısınız, ohh, diyorlar. Pirimiz, sultanımız abes
olunca Karamazof baba gibi domuzlaşmak, kendini iştihalarına terk etmek,
dizginleri içimizdeki şeytanın eline teslim etmek., pek tabii. Aklın sözde
imparatorluğu pek kısa sürdü.
Rubaçof, Lenin'in silah arkadaşlarını,
yani ihtilal neslini maymuna benzetir, kendine göre bir dünyası, bir geleneği,
bir kibarlığı olan maymunlar, daldan dala zerafetle sıçrayan ve gökle yer
arasında yaşıyan bir aristokrasi. İhtilalin yarattığı Gletkin'ler nesli ise,
Neandertal adamı'dır: ahmak, kaba, köksüz, ama alet yapan ve mazi ile göbek
bağını kesen acaip bir soy. Bizde Gletkin'ler yok. Gletkin'in bugünkü adı
Kruşçef tir. Bizim Gletkin'ler düşe kalka, fakat emin adımlarla istikbale
ilerlemiyor, Fatih'e, pioniye'ye benzeyen hiçbir tarafları yok. Kanatları
yolunmuş bir saksağan bizim Gletkin'ler. İnsanı kobay kadar haysiyetsizleştiren
bir ülke sosyalizmin vatanı. İkinin üçe feda edildiği yer. İnsan, toplama
çıkarmanın konusu olabilir mi? "That is the question". Ama tabiat
âfetleri de insanı harcamıyor mu?
Abes, abes! diye yırtınan ve bir
dansing'in mücellâ döşemesine fırlattığı beşeri hazinelerin üstünde ağzından
köpükler saçarak tepinen şımarık, sarhoş ve zencileşmiş bir Avrupa.. Güzel olan
bu mu? Montaigne'in, Descartes'm çocukları mı bunlar? Ötede haşin, makina gibi
haşin ve makina gibi sağlam, ama ne istediğini bilen karınca insanlar.
Neandertal adamı da maymun ceddi gibi medenileşti artık. Asya ile Amerika
arasında har vurup harman savuran bir miras yedi, Avrupa. Elbette ki dansing,
kerhane ve tımarhaneden ibaret değil bu dünya. Müzeleri var, kütüphaneleri var,
laboratu-varları var. Ama biz kurulan'a sırtımızı çevirmiş, köyünden yeni
gelmiş bir şapşal'ın genelev kapısından içeriye sersem sersem bakışı gibi, bu
Avrupayı seyrediyoruz.
Bu topraklarda tek din ferman
dinletmiş: putperestlik. Irzını, istikbalini bir fetişe peşkeş çekip, maddî
hayatını devam ettirmek başlıca kaygı.
Anlamadığım kelimelerden biri de
halkçılık.
Ne halkçılığı?
Halk kim?
Halkçıyım demek halktan değilim demek.
Ama lütfen tahtımdan iniyor ve o pespaye, o bedbaht insanlara yakınlaşıyorum.
Aman efendim kerem buyuruyorsunuz! Halk Partisi kurtla kuzuyu, insanla sırtlanı
bir çuvala koyan madrabazlar kumpanyası.
Kime karşı halk partisi?
Kime karşı halkçı?
Halkçılık halkın sırtına binen bir avuç
aydının uydurduğu bir mit. Oğlancı gibi. Halkın
ırzına geçmek için halka hulus çakan açıkgözlerin yaftası. Halk partisi
tarihinin hangi merhalesinde halk için çalıştı, halktan olmayanlarla mücadeleye
girişti?
Halktan ne anlıyordu?
Alt yapı feodal. İkibin yıldan beri
değişmeyen, kendi küçük dünyasında hep aynı dertlerle başbaşa, geniş bir
kalabalık. O kalabalıktan kopan, hiçbir çilesi, hiçbir dâvası olmayan bir Halk
Partisi.
Bir nevi ur. Ve arada, rakkas gibi
kalabalıkla halk partisi arasında gidip gelen diğer partiler.
"Non-violence" bu şaşkın, bu
ne istediğini bilmeyen, bu tarihin dışındaki insan yığınını şekillendirebilir
mi? Gandi Buda'nın torunu. Ve İsa'nın torunlarıyla kavga ediyordu.
Türk, kılıca arslan payı tanıdığı için
İslam'ı kabul etti: cennet kılıçların gölgesindedir. Gandi bizde olsa Kemal
Paşa'nın dalkavukları iki günde kuşa benzetir, kellesini uçurturlardı.
Şiddet tarihin mimarı.
Tarih kan içinde doğuruyor.
Hayvan da ondan. Lanza haklı: şiddet,
şiddetten doğuyor. Onun için şiddeti yok etmeli. Ama nasıl? Komünizm, şiddet
kullanarak diyor: "c'est la lutte finale". Hoş ama "final"
olduğunu nereden bileceğiz? Gerçekten de nazari olarak yanılmayan yalnız Gandi.
Gandizm rüyaların en güzeli. Ne var ki hiyanetlerin en şeytancası da olabilir.
Stoik ahlak asildi, necipti. Yalnız soyumuza göre değildi. Epiktetos'un
kabadayılığı Ahimsacı'nınki yanında bir tiyatro hokkabazlığı. Ölümün kuluçka
makinası haline getirdiği laboratuvarında küreyi uçuracak cehennem bombaları
imal eden sadist Amerika'yla, açlığın çelik kırbacı altında bütün
imtiyazlara yumruk sallıyan aç Asya'ya, aç Afrika'ya anlat bakalım Gandizm'i.
29.4.1964 HÜRRİYET
Kanun insan haysiyetini kırmamalı diyor
Gandi. Kırıyorsa, kanun değil yumruktur. Peygamberlerle filozofların
doğruluğunda tereddüt etmedikleri üç beş hakikatten biri şu: insanın haysiyeti,
düşüncesidir. Düşünceyi zedeleyen her kanun bir eşkiya reisinin veya bir
eşkiya güruhunun emirnamesidir. Hukukla uzak yakın ilgisi yoktur. O halde
namuslu adamın ilk vazifesi bu çeşit kanunları yok saymak ve tabii afetlere
göğüs gerer gibi tehlikeleri kucaklamaktır. Yoksa haysiyetten nasipsizdir. Salaş
tiyatrosunda bakanlık rolüne çıkmaktan âciz bir hergele Türkiye'de Komünizm
nurculuk kılığında tecelli etmektedir buyurmuş. Hamakat bakan kılığında
tecelli ettiği gibi. A canım efendim!
Osmanlı, altı yüz sene Nasrettin
hocanın hindisi gibi düşündü. Kafası
kılıcında veya tenasül uzuvlarında idi.
Neyi düşünecekti?
Kendisinden önce her şey düşünülmüş,
her şey düzenlenmiş, roller dağıtılmıştı
(Karısı ile hangi gece yatacağını, kıçını hangi parmaklarıyla yıkayacağını din
öğretiyordu ona.) Zaten tefekkürden büyük günah tanımaz teokrasi.
Düşünmeye teşebbüs edenin adı kâfirdir.
Kâfirin katli vaciptir.
Tarikatlar zindanın duvarında açılan
bir iki hava deliği. Daha eski dinlerin zaman zaman dile gelişi ve Sünniliğin
kabuğunu çatlatışı. İbn Haldun bir kültürün grup pırıltısı. Sonra mezar sükûtu,
kılıç sesleri, nal şakırtıları. Ve hikmet-i vücudunu kaybeden beyin. Kovalamak,
kaçmak.
Altı yüzyıllık tarih bu iki kelimenin
içinde. Sonra, sonra Ojias'ın ahırını temizlemek için Ojias'ın kellesini
koparan bir Osmanlı zabiti. Ve üniforma giyen düşünce.
Mustafa Kemal kafanın yalnız dışını
değil içini de tanzime kalkıştı.
Batı şapkaydı.
Şapka ve itaat.
Kalabalığın yerine şef düşünecekti.
Kur'an rafa kalktı.
"Nutuk" çıktı ortaya.
Bir nutuk ve bir fırka.
Bir lokma ve bir hırka.
Önder önüne gelenin kellesini vurdurdu.
Fırka hiçbir zaman ağzını açmaya
cesaret edemeyen kalabalıkların ağzına vurulan kilide bir yenisini daha ekledi.
Sonra yenildi içildi. Ve hazret sirozdan kıvrandığı yataktan bir tanrı olarak
kaldırıldı.
Bir tanrı veya bir şeytan.
Atatürkçüyüz. Atatürkçülük asil cumhuriyetin resmi dinidir.
Mitosu olmayan sığ, dalsız budaksız bir
din. Tam robot dini. Bu gidişle bütün dünyanın Atatürkçü olması gerekecek.
Yaşasın Atatürk, ulan biz Atatürkçüyüz. İbadet ve iman bu üç beş hecede
başlayıp bitiyor.
Papa İsa'nın vekili.
Ordusu, devleti var.
Asırlardan beri fikir cihangirleri
kuruluyor o tahta. Ve Papa İsa adına layuhtidir.
Din de layuhtidir. İnsanlık Aristo'yu
sakalından yakalayıp türbesine götürdü, yeter üstadım dedi, biraz da biz düşünelim.
Rönesans insan zekasının vesayet ve velayete karşı ayaklanışıdır. Descartes'ın
kabadayılığı bu isyanı abideleştirmesinde.
Komünizm yasak.
Faşizm yasak.
Nurculuk yasak.
Halifecilik yasak.
Neden yasak?
Zararlı. Kime?
Memlekete.
Nereden biliyorsunuz?
Ve siz kimsiniz?
Siz mağara devrisiniz.
Siz ilticasınız ve satırsınız.
Siz yüz karasısınız.
Ve bu salyangozlar ülkesinde herkes
kabuğuna çekilmiş. İlim ve düşünce ayrık otu değildir. Belli bir iklimde
gelişir.
Sosyalizm komünizmdir.
Komünizm dinciliktir.
Dincilik yasaktır.
İnanan vatandaş inancından utanmak
zorunda.
Korkmak zorunda.
Düşünen yaşamak için susacak. Yani
kanun vatandaşı namussuzluğa zorluyor. Canım efendim.
Bu saydığımız mezhepler dünyanın dört
bucağında kiliseleri, mihrapları, rahipleri olan birer dünya görüşü. Bunların
dışında düşünce yok. Olamaz. Demokrasi bütün bu erezileri geliştiren iklim
olduğu için saygı görüyor. Adeta fidelik, demokrasi. Sivri akıllı yetiştiren,
eretik yetiştiren bir fidelik. Kanun, hayır diyor, düşünce zararlı olmayacak...
Düşüncenin zararlı olduğu, tatbik
edildikten asırlarca sonra ya anlaşılır ya anlaşılmaz. Bu kanun değil. Kanun neferi.
Toplayalım.
Düşünmek, insan üzerinde düşünmek
mutlaka yasak bölgelerden birkaçına dalıp çıkmakla olur.
Zaten demokrasi ve liberalizm yasak
bölgeleri kaldırmak manasına gelir.
O halde din vaktiyle en basit jestlere
kadar bütün insan hayatını düzenlemeye kalkışmıştır:
İçki içmeyeceksin, domuz yemeyeceksin,
zina yapmayacaksın. Osmanlı bunların hepsini yaptı. Ama gizlenerek, korkarak ve
şuuru yaralandıkça yaralandı. Hayır uyuzlaştı.
İki yüzlü bir hayvan oldu Osmanlı.
Tanrıyı ve kulu aldatan bir panayır göz
bağcısı.
Elinde tesbih, evinde oğlan, dudağında
dua.
Biz de öyle değil miyiz?
Değişen ne?
Herkes Atatürk'e sövüyor ve Atatürkçü.
Demokrasiye inanan yok.
Herkes demokrat.
Dedim ki kanun her vatandaşı
ahlaksızlaştırmaktadır.
Düşüncesini gizleyen ahlaksızdır.
Düşüncesini gizlemeyen...
Batı'da adam, yezidi olur, bûdi olur ve
bununla övünür. İnancı kişiliğidir insanın. Serir-i bezm-i aşkı öyle her bir
cânâ vermezler.
Fransa'da komünistim diyen, bir takım
sorumluluklar yüklenmiyorsa gülüp geçerler.
Yani bir bağlanış fedakarlıklarla mühürlenecek ki ciddiye alınsın.
Yoksa atıyorsun derler.
Sen kim, komünistlik kim.
Sosyalistlik de öyle.
Kralcılık da öyle.
Kim neyi saklayacak?
Ancak ilgisizler, ancak hedonistler,
ancak kavga kaçakları, ancak ortadan gidenler, ancak karar veremeyenler utanır
ve saklanır. Küçüklük kompleksi Ortaçağ celladının kızgın demiri gibi onların
alnını damgalamıştır. Lamennais dört cilt feryat eder. Zındık olun, dindar olun
ama düşünün, insanı öldüren kanser kayıtsızlıktır. Kayıtsızlık. Kanun kayıtsız
olacaksın diyor.
Senin ne vazifen?
Kimin vazifesi?
Seçeceğin adamların, seçeceğim
adamların hepsi deyyussa?
Kanun buna cevap vermiyor.
Ali Bey ve benzerleri bunun için
suçludurlar. Bu zindanın duvarlarını dişimizle, tırnağımızla aşındırmak
zorundayız. Zindan yedi göbek ötemiz için de mezar olmamalı. Bu zindan
kanundur. Denilecek ki kanun Voltaire'ler Fransa'sında da düşüncenin ağzına
kilit takmıştı. Yalan. Bizde tek düşman o küflü kağıt tornan değil. Tarih
düşman, örf düşman.
Zaten kimse alışmamış düşünmeye.
Düşünce nazlının nazlısı. Hasta bir
çocuk. Bakıma, şımartılmaya muhtaç. Yalnız koluna vurulan kelepçe seni bütün
dünyandan ayırır, adın vatan hainidir artık. Voltaire ve çağdaşları isyan
bayrağını açtıkları zaman insanlığın velinimeti ilan ediliyorlardı. Seni,
etrafındakiler, leş kargaları gibi delik deşik eder. Rejim, hangi rejim? Bu
iklim içinde halledilecek hiçbir dâva yok.
Bizansın son günlerindeyiz.
Bakalım bu taaffünü hangi Fatih
temizleyecek?
Münakaşada zafer, mağlup olanındır.
Yenilmek zenginleşmektir.
Bilmediğinizi öğreneceksiniz ve ego
denen köpek havlamayacak.
Münakaşada zafer.
Münakaşa hakikati birlikte aramaktır. Adeta bir ormandasınız ve mesela bir kaynak arıyorsunuz.
Önce arkadaşınız bulup sesleniyor size: evreka! (Onu buldum)
Ne sevinilecek şey!
Yalnız bir temele dayanmalı münakaşa.
Herkesin bildiklerini bileceksiniz. Sonra yeniyi arayacaksınız.
Hakikat bin bir cepheli, bin bir
görünüşlü. Karşınızdaki göremediğinizi gösterecek
size. Sizden farklı düşündüğü ölçüde yaratıcı ve öğreticidir. Adeta beraberce
bir heykel yapıyorsunuz. İnsan yardımcısına nasıl kızar? Cemiyetle beraber
hakikatler de gelişir. Tek tehlike bunu kavramamak. Kızıl şal görmüş İspanyol
boğası gibi, her düşünceye ve her düşünene saldırmak. Bu canım memleket, bu
yüzden bir cüzzamlılar ülkesidir. Ben herhangi bir tarikatın sözcüsü değilim.
Yani ilan edecek hazır bir formülüm yok. Derslerimde de, konuşmalarımda da
tekrarladığım ve darağacına kadar tekrarlayacağım tek hakikat: her düşünceye
saygı.
26.2.1965 KÖYLÜYE OKUMAK
Köye tek kitap girebilmişti: Kur'an.
Ve hayali cennete kanatlandıran birkaç
risale. Toprak adamı ancak cehennemden kurtulmak için okur. Kitap cennetin
anahtarıdır.
Öğretmen imamın yerini tutamadı,
tutamayacaktır.
Öğretmen köye neyi getiriyor?
Samimiyetsizliği, köksüzlüğü ve
hoppalığı. Köy bir gurbet, bir sürgün, bir Lilluputlar ülkesidir hazret için. Hazret
de köylü için yabancı bir madde, bir düşman, bir nevi casus.
Okuyup da ne yapacak köylü.
Refahında bir değişiklik olacak mı?
Hayır.
Kitap hiçbir kapı açmayacak önünde.
Bir devlet ki, bütün bir köyün
sevgisini kazanan yaşlı din adamını Arapça ezan okuyor diye tartaklayacak kadar
şuursuz ve eblehtir. Bütün Hıristiyan dünyanın, tek kelimesini anlamadan,
latince dua ettiğini bilmez. Bir devlet ki, kaymakamı, ışıktan korktuğu için
imamı tevkif eder. Bir devlet ki, topuna tüfeğine, üniversitesine, matbuatına
rağmen kitaptan ve harften korkmaktadır...
KÖYLÜYÜ İNSANLAŞTIRAN, DİNİ.
DİNSİZ KÖYLÜ BİR YABAN DOMUZUDUR.
Yalnız bizde mi?
Hayır, bütün dünyada.
Köylü okumak ister: yasaktır.
Bu memleketin % 70'i okuma bilmez. Ben
eminim ki Türk harfleri, gerçekte Türk harfleri Arap harfleridir,
değiştirilmeseydi okuma bilenlerin sayısı % 70'e çıkardı.
BİZDE HÜRRİYET
Liberalizmin verdiği hürriyet, bir
senyörün kölelerini sofraya daveti değil.
Hiç kimse gönül rızasıyla hürriyeti
paylaşmaz.
Hürriyet bir fetihtir. Canım on sekizinci asır Fransa'sı kitabı yakar, adamı
zindanda çürütür. İngiltere Zola'nın ihtiyar tabiini zincire vuracak kadar
liberaldir. Burjuvazi hürriyeti karış karış fethetmiştir. Dişi ile tırnağı ile.
Alınteri ve kanı ile. Hürriyet fethedildiği için mevcuttur, fethedildiği ölçüde
mevcuttur. Fransa'da Komünist Partisi hürdür, neden? Çalışanların asırlardan
beri devam eden mücadelesi zaferle neticelenmiştir de ondan. Fransa'da Komünist
Parti'sine hürriyet sağlayan 89'da ölenlerdir, 48'de ölenlerdir, 70'te
ölenlerdir. Aristokrasi, liberalizme âşık olduğu için burjuvaziyi geliştirmedi.
Burjuvazi hürriyeti, hürriyet uğruna râyegân etmiyor. Hürriyet bir mecburiyet-i
elimedir. Hükümdarın haklarını paylaşması gibi.
Rusya'da hürriyet yok. Zira o içtimai vasatta söz söylemek hakkını kazanan hasım
bir zümre yaşamıyor. Yaşayamaz. Hakikatta hürriyet, iktidarın iktidarsızlığıdır.
Katolik Kilisesi için hürriyet var
mıydı?
Reform, söz hakkını mantık selabetinden
değil, taraftarlarının maddi kuvvetinden aldı. Rusyada hürriyet yoktur, çünkü
hürriyete ihtiyaç yoktur. Hürriyet bir ihanettir veya bir cinnet. İhtiyaç
olduğu gün her erezi meşruiyet kazanacaktır. Batıda hürriyet bir realitedir,
çünkü Batı tarihinin gelişmesi, çatışma halindeki içtimai sınıflara dayanıyor.
Her içtimai sınıfın ayrı bir hakikati vardır. Ve her içtimai sınıf bu hakikati
bağıra bağıra söyleyecek kadar kuvvetlidir. Rusya'da tek içtimai sınıf var.
Yani tek hakikat.
Bizde hürriyet yok.
Ne hürriyeti?
Fikir var mı ki hürriyeti olsun?
Her fikir sahneye çıktığı zaman
ıslıklanır, hücuma uğrar, bir rahatsızlık unsurudur. Fikir de yaşamak için
dövüşmek zorundadır. Gerçekten varsa kendini muayyen bir zümreye kabul ettirir.
Muayyen bir zümre gerçekten varsa hürriyetini pençesiyle fetheder. Hürriyet
içtimai sınıfların varlıkları, yani gerçek kuvvetleri ölçüsünde mevcuttur.
Sınıfsız hürriyet yani havada hürriyet sadece cemiyetin çöküşünü gösterir.
Cehaletin hürriyeti.
Söyleyecek sözü olan her zaman ve her
yerde hürdür. Var oldukça hürdür. Fedakarlıksız hürriyet olmaz. Hürriyet bir
fedakârlık mirasına dayanır.
20.7.1965 YARATAMIYORSUN
Düşünce dokunduğunu yakan kezzap.
Hangi düşünce?
Aksiyona bağlanmayan, kendi kendini
öğüten, bataklaşan, kanserleşen düşünce. Bu
bir düşünce değil, bir felâket. Vehimlerinden bir kâbus halkeden hasta ve
zavallı bir beyin.
Yaratamıyorsun.
Sokaktaki adam alışkanlıklarıyla
Zaloğlu Rüstem.
Sen çırılçıplaksın.
Çırılçıplak ve karanlıklarda.
Andan kaçmak, nereye?
Hayalinin inşa ettiği cehennemler
gerçekten daha mı cazip?
Düşünce, düşünce berraktır.
Sen düşünemiyorsun.
Dış dünyadan kopmuşsun.
İç dünyan hasta bir hayvanın
korkularını aksettiren ayna.
Kırık bir ayna.
GÖMÜLMESİ UNUTULMUŞ BİR CENAZESİN.
SEFALETİNİ KAYBETMEKTEN BİLE DEHŞET
DUYUYORSUN.
SEVENİN YOK, ANLAYANIN YOK, AĞLAYANIN
YOK.
Cemil MERİÇ hzl: Mahmut Ali MERİÇ Jurnal [Kitap]. - İstanbul :
İletişim, Cilt I 2010, Cilt II 2009.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.