Print Friendly and PDF

JURNAL

"Ne kadar cesur olursak olalım, yokluk bizi ürkütüyor.
İz bırakmadan silinmek, bir kurbağa gibi gebermek, bütün rüyalarımızla, bütün acılarımızla yok olmak...
İnsan zekası bu kadar trajik bir sonu zor kabul ediyor.
Vücudumuzu aşmak, 'ben'in dar ve sevimsiz geometrisinin ötesine geçmek, sonsuza yönelmek, bir insana sarılmak, hatıralarda yaşamak: işte aşkın, dinin ve kahramanlığın kaynakları. Sessizce solan yabani bir menekşenin kaderi bize cazip gelmez. Hayatımız ne kadar narin, ne kadar kısa, ne kadar aldatıcı. Dinî ve mistik tesellilerden mahrum olanlar kahredici bir ikilemin karşısında bulurlar kendilerini: sersemlemek, kendini unutmak, oyalanmak, düşüncelerinin alevini alkolde, kumarda, geçici zevklerde söndürmek, yabanileşmek, hayvanlaşmak, bitkileşmek; ya da boyut kazanmak, çoğalmak, müthiş bir aşk ve seziş gayretiyle bir ordu olmak. Devam etmek demek yaratmak demektir.
Yalnızca paylaşılmayan acılar bizi yıkabilir.
Ruhun ölümsüzlüğü bir mitosdan ibaret değil. Metampsikoza inanmak lazım. Yine de bir ayırım gerekli:
bir kısım insanların düşüncesi etraflarını yansıtan bir aynadır, onlar başkalarının kaydettiklerini bıkmadan tekrarlayan plaklar gibidirler; ruhları yoktur, üstün zekalı hayvanlardan pek az daha mükemmel mekanizmalardır; dünyaları vücutlarıyla sınırlıdır ve vücutlarıyla beraber yok olurlar.
Bir kısım insanlarsa kendilerini aşarlar ve kendilerini feda etmesini bilirler, bir fikre, bir dâvaya adarlar kendilerini, anıta, olaya, kitaba dönüşürler; ruhları ışık ve sevgi kaynağıdır; ruhları doğa gibi devamlı verimlidir ve doğa gibi ölümsüzdür. Bu ölümsüzlük tabii ki, beşeri olan her şey gibi, nisbi, ama yeterli ve teselli ediyor.
Neden yalnızlık bizi ürkütüyor. Ürkütüyor, çünkü sonsuzluğun başlangıcı gibi geliyor bize ve sonsuzluğun karşısında kendimizi kolumuz kanadımız kırık ve bomboş hissediyoruz, öldükten sonra da yaşamak için tanıklar istiyoruz...
Çoğu hiç de orijinal olmayan bu düşüncelerle şu sayfaların bekâretini bozmak neye yarar?
Kim beni okuyacak?
Benzerlerime iletecek hiçbir önemli mesajım yok. Bir vahşi gibi yaşadım, herhangi biri gibi acı çektim. Hayatımda hiçbir fevkalade olay yok: önemsiz hayal kırıklıkları, gerçekleşmemiş rüyalar, yerine getirilmemiş projeler... İşte 38 yılımın iyice sıkıcı ve hiç de ilginç olmayan hikâyesi."

23.7.1955     JURNAL II
"Felaketlerimiz üzerinde durmak, dikkatimizi fizik ve manevi yaralarımıza teksif etmek bizi köstebeklerle aynı seviyeye indirir. Entelektüel teşhircilik cinsel teşhircilik kadar tiksindirici.
Bütün gayretlerimizin ortak bir hedefi olmalı: kendimizi İden'in (benlik) diktatörlüğünden kurtarmak.
Sevmek zenginleşmektir, çoğalmaktır.
Bir başkasını düşünmek, zindanımızın kapısını aralamak demektir.
Sakatlıkların en kötü yanı, kanatlarımızı kırarak, bizi, 'ben'imize zincirlemektir; çaresizliğimiz bir kâbus gibi sarar etrafımızı, bizi toplumla bağdaşamaz hale getirir, bu çaresizlik yüzünden çabuk hiddetleniriz, egoist oluruz. Lüzumsuzluğumuzu hissederiz.
Gereksiz biriyizdir. Acımız kısırdır... Ama Thierry'nin de gözü görmüyordu..."

11.8.1955  JURNAL III
"İnsanlar hür doğarlar, eşit haklara sahiptirler: hiçbir hülya bana bu kadar çocuksu, bu kadar anlamdan yoksun gelmemiştir.
Çoğunlukla karmakarışık bir hayal dünyaları olan ve gerçekle gerçek olmayanı karıştıran bu insanların dürüstlükleri ve iyi niyetleri hususunda en ufak bir şüphe duyabilmem mümkün olsaydı, bu şatafatlı ve aldatıcı iddiayı soğuk ve yersiz bir alay kabul ederdim.
Yeni doğan bir çocuğun hürriyetinden nasıl bahsedilebilir?
En bahtsız köle çocuktan daha şanslı. Çocuk hareketsiz bir et yığını, ihtiyaçlarına zincirli, yararsız olmaya mahkum, tek hakkı, bütün insanlarla ortak tek hakkı, ne yazık ki inlemek ve ağlamaktan ibaret.
Hürriyet istediği gibi hareket etmesidir insanın, serbest olmasıdır.
Hürriyet yetenektir, güçtür, bağımsızlıktır.
Hürriyet amaçlarını gerçekleştirmek için hem bir seçim hem de bir imkandır.
Eşitliğe gelince, eşitlik daha da hayal. Bir kere kaderimiz doğumumuzdan çok daha önce saptanıyor. İlk Günah'ın felsefi bir anlamı var. Ölüler yaşayanların peşini bırakmıyor, iki kuşak önce yaşamış bir anneannenin zekâ kıtlığı silinmez bir iz bırakabiliyor bizde de. Sonra coğrafya... Başka medeniyetlerin birkaç yüzyıldan beri aşmış olduğu bir medeniyet merhalesine zincirli kalmış milletler var: coğrafî bir kader bu da.
İnsan tek başına kendisini şekillendiren bir bütün değil.
Ve dünya insan zekâsının fetihlerine rağmen, el ele tutuşup hep birlikte şarkılar söyleyebileceğimiz bir cennet olmaktan daha çok uzak. Duvarlar var insanların arasında ve daha uzun zaman da var olacak. Hatta bana öyle geliyor ki, bu hayalî eşitlik, sosyal adalet rüyaları gerçekleşse bile daha uzun zaman kendini bekletecektir.
Evet, insan zekâsı ve bilim tabiat kuvvetlerini kontrol edebilir, hürriyetimizin sınırlarını genişletebilir, bütün insanlara asgari bir refah düzeyi sağlayabilir. Ama ya beynimiz?"

9.1.1963        BİRKAÇ KOZMOPOLİT ÜZERİNE HİCİV DENEMESİ
Onlar için Anadolu yoktur, İstanbul yoktur, Türkiye yoktur, üzerinde insanların gözyaşı döktüğü, sefalet çektiği, didindiği bir dünya yoktur. Onlar için insan jigololarından ibarettir... Bu koca imparatorluğu paşa babaları batırdı. Çürümeye yüz tutan ağacın meyvelerini bir hamlede devşirebilmek için onu kökünden devirdiler... Veyl bu hanımefendilerin imtiyazlarına dokunan gafillere!
Nihayet medrese ve saray. Efendilerinin her cinayetine eli titremeden fetva veren yıkılış çağlarının ulemayı rüsumu: mensuplarını herhangi bir vatandaş gibi askere yollamaz, ezelî zilleti içinde, bu zilletin nimeti saydığı bir takım imtiyazları inatçılıkla muhafazaya çalışırdı.
Değişen nedir?
Said Nursi'nin risalelerini okumak için toplanan üç beş vatandaşın tevkifi, tabii hukuk bakımından hamakatle kaynaşan bir cinayettir. Ahlâksızlığın, bencilliğin, kayıtsızlığın ferman ferma olduğu bir ülkede, bir kitabı, ahlâktan, insanlıktan bahseden bir kitabı okuyanlar ancak taktire lâyıktır. Soğuk ve süprüntülüklerden devşirme, maddeci, sözde maddeci yayınlardan tiksinen, kendilerine insaniyetçi süsü veren bir alay züppenin sapıklıklarına iğrenerek bakan ve bir kurtuluş arayan samimi çocuklar... Davranış bakımından kendimi onlara çok yakın buluyorum.
Yazılı kâğıt bezirganları, odalarında kitap okuyan bu, belki gafil ama hiç şüphesiz tertemiz insanların tevkifini adeta alkışlayarak ilan ediyorlar. Vicdan hürriyetine indirilen bu ağır darbe gerçi bizim için ebedi bir maceradır. Yarı münevver, sadizmini, kendi tanrılarına secde etmeyen namuslu insanlar üzerinde tatmin etmeyi adet haline getirmiştir...
Sonra 142. maddenin kaldırılması için imza toplayan bir zat, 142. maddenin hışmına uğrar, asil üniversitemiz kutuplar kadar sessiz karşılar hadiseyi... .
Fakir memleketin sunduğu ulufeyi bir nevi fetih hakkı telakki ederek, üniversiteye eski ve huysuz bir kapatmayı ziyaret eder gibi, ayda yılda bir uğrayan şımarık, küstah ve züppe bir doçent, mahza üç beş kuruş kazanmak ve adeta devlete meydan okumak için, murdar üslubu ile manevi buluğa ilelebet erişemeyecek olan şebban-ı vatana Marx'i anlatmaya kalkışır, hayli zaman takibata uğramaz. Nihayet yakalanınca medrese feryadı basar. Medrese haklıdır, kelepçe erkeğe takılır. Kelepçe bazen bir lejyon donör nişanının kordonundan çok daha kutsaldır, bir kozmopolitin efemine bilekleri kirletir onu...
Kanun karşısında eşitlik düsturu!...
Her cinayete fetva veren, fikir hürriyetini menfaatlerine dokunduğu anda ayaklar altına alan insanların bu hürriyet-perverlikleri, kendilerini imtiyazlı bir zümre, adeta devlet içinde devlet saymalarının ifadesidir. Hiçbir mukaddesleri olmadığı ve memleketin hiçbir derdiyle ilgilenmedikleri için, kozmopolitliğin, yani, insanlardan kopuşun yeni bir şekli olan salon sosyalizmi ile flört etmeye kalkışmaktadırlar.

26.1.1963     MARKSİZM'E, İŞÇİ SINIFINA VE HAZİN BİR MACERAYADAİR
Yirmi dört yıl önce mahkemede Marksist olduğumu haykırdım.
Bu, ümitsizlikten doğan bir isyandı.
Bir nevi meydan okuyuş.
O yalnızlık içinde bir şey olmak ihtiyacı. Yılları çeşitli "humiliation"lar içinde geçen, kucağında yaşadığı cemiyette hep yabancı muamelesi gören, bazen Türk, bazen şehirli, bazen insan olduğu için envai hakarete uğrayan göçmen çocuğu bir yere tutunmak, bir komünüteye girmek ihtiyacındaydı. Sınıfı yoktu zaten. Bir bakıma parya, bir bakıma prens. Parya, çünkü köksüz, koruyucusuz. Hasta bir baba, çocuğunun maddi ve manevi buhranlarından habersiz. Toprağından söküldüğü için bir türlü kendine gelemeyen zavallı bir anne. Ve yuvasına ekmek yetiştirebilmek için kadınlığından vazgeçmek zorunda kalan yiğit ama gözyaşlarından başka yardımı dokunamayan bir abla.
Sonra?
Sonrası yok... Hafızasında iz bırakan en eski yıllarda sadece itildiğini, istenmediğini, dövüldüğünü hatırlıyor.
Neden? Neden onu hor görüyorlardı?
Dünyada milletler olduğunu dahi bilmiyordu henüz. Ama mahallesindekiler başka bir dil konuşuyorlardı. Çerkezler vardı, Kürtler vardı, Türkmenler vardı, Türk yoktu. Ne var ki bunu bir ırk meselesi saymamak lâzım. O şehirden gelmişti, konuşması da giyinmesi de farklıydı başkalarından, yabancıydı. Oynamadı, çocuk olmadı, içine ve kitaplarına kapandı...
Sonra lise yılları. Yine yalnız, yine yabancı. Açlık, midenin, etin ve ruhun açlığı. Ve inkisarlar. Sevdiklerinin küçüklüğü, hayalinde kurduğu dünyaların birer birer yıkılışı. Evvela öbür dünyanın. Sonra, evet sonra... Etütte yutar gibi okuduğu Yusuf Akçora, "Türk Yurdu" koleksiyonları, "Türk Yıllığı". Mubassırdan yediği tokat. Bu defa şehirli olduğu için değil, Türk olduğu için,, sömürgeciliğe karşı olduğu için hırpalanış... Sonra İstanbul, sefalet ve bir hezimete, kahkâri bir hezimete benzeyen, dönüş... Sancaktaki hürriyet havası. Putları yıkılan göçmen çocuğu yeni putlar peşindedir. Ailesinden kopmuş, muhiti zaten yok... Sonra 'Tercüme Kalemi', kitaplar. Köy öğretmenliği... Ve bir nisan sabahı evinin aranışı, nezaret, hapishane.
Marksistim dediği zaman tek işçinin elini sıkmış değildi, sadece namuslu olmak, korktuğu için sustu dedirtmemek istiyordu. Zaten yaşanmaz bir dünyada idi artık. Seksüel buhran, ruhi buhran... en küçük bir pırıltı yoktu hayatında. Yüksek tahsil yapmayı ümit edemezdi. Ne olabilirdi o vakit? Hiç. Bir köy öğretmeni.
Marksizm, silinmemek, ezilmemek için sarıldığı bir daldı belki. Belki de inanıyordu Marksizme. Nasıl inanabilirdi?
Onun için, ezilen insanlar, kurtarılması gereken insanlar vardı, ama kim olduklarını bile bilmiyordu onların. Fakirdi. Ne var ki kültürü ile adeta tek bir varlık, bir nevi aristokrasi idi... Üç beş kitap okumuştu o konuda, ne kadar anlamıştı, anlayabilir miydi? Orada sınıf kavgası bambaşka renkler altında tecelli ediyordu... O, rüyalarıyla Marksistti belki. Yani kahredici realiteden kurtulmak için ilk mütefekkire sığınıyordu. Sonra... Sonra yine aç kaldı, yine işsiz kaldı. Sözde beraat etti ama yirmi yıl peşini bırakmadı polis...
Bu memleketin büyük faciası, .en seçkin evlatlarının beynini ve kalbini itlere peşkeş çekmesi. Halledilmesi gereken büyük dâva, bu topraklar üzerinde münevverin nefes alabilecek hale gelmesi.
Marksizm bir tecessüstü onda. Herhangi bir Batı memleketinde büyük bir fikir adamı olabilirdi, bir teorisyen olabilirdi... Ezdiler. Acaba ezilen daha kaç kişi? Her aydınlığı yangın sanıp söndürmeye koşan zavallı insanlarım, karanlığa o kadar alışmışsınız ki yıldızlar bile rahatsız ediyor sizi!.. Türkiye'de bir sınıf savaşı var mı? Var veya yok, dâva bu değil. Her oyunun kaideleri var. Avrupa burjuvazisi iktidarı beşiğinde bulmadı. Dünya proletaryası her hakkını şehitler vererek kazanabildi. Ama o ülkelerin hâkim sınıflan insanı bu kadar küçülmeye zorlamadı-lar, düşünceyi kuduz köpek gibi kovalamadılar...
Batıyoruz. Ayağımızın altındaki uçurumu kendimiz kazdık. Aydın gölgesinden korkuyor.
Kafasıyla düşünen adamın tutunabileceği dal yok.
Neden İşçi Partisi'ne girmiyorsun?
Girmem, çünkü benim yerim kütüphane. Ben ışık arayan, aydınlanmak ve aydınlatmak isteyen bir insanım. Politikanın kurtarıcılığına inanmıyorum. İşçi sınıfına karşı beslediğim sevgi de platoniktir, tanımıyorum onları...

16.2.1963 BU ÜLKE 89'DAN BERİ SU ALAN BİR GEMİ
Bulanık akıyor şuur ırmağı, bulanık. Derinlikleri seçilemiyor. Aksettirdiği, gökte soluk bir kaç yıldız.
Neden eğilmek istiyorsun hep?
Kalbini teşrih masasına yatırmaktan bıkmadın mı?
Hayat dışarda.. Kaçıyorsun, erkekçe çalışmaktan, yaratmaktan, dövüşmekten kaçıyorsun. Boş bulduğu ilk kulübeye sığınan bir köpek gibi. Ve her kulübeden mantığın haşin eli boğazına sarılıp, kaçmaya zorluyor seni.
İnsan, selâhiyetinin sınırlarını çoktan mı aştı?
Dünyanın batan bir gemiye benzemesi bundan mı?
Tabiat, fare ile oynayan kedi gibi, soyumuzla alay mı ediyor?
Tedirgin, küstah, azgın insan sürüleri.
Batan bir geminin ister serenine tırman, ister küpeştesine yan gel.. Bu ülke 89'dan beri su alan bir gemi. 89'da tasfiye edilen yalnız Batı aristokrasileri, yalnız derebeylik nizam-ı içtimaisi değil; 89 burjuvazinin zaferi, ihtiyar Şark'ın da ölüm çanı.. Asırlarca krallardan baç alan Devlet-i Aliyye'nin mecalsiz avuçlarında fetih kılıcı yok artık, dilenci keşkülü var. Birbirinin gırtlağına sarılacakları mesut günü iple çeken renk renk insan., ve nihayet çözülüş. Hasta adam hâlâ can çekişiyor. Can çekişen yalnız o mu?
Dünyanın bütün tımarhaneleri bizim entelijansiyanın kafatası yanında birer aklıselim mihrakı.
Cemiyet tek mit'e dayalı: Atatürk miti. Başka bağ yok.
İmparatorluğun birbirine düşman etnik unsurlardan mürekkep yamalı bohçası dikiş yerlerinden ayrılalı beri biz kendi kendine düşman insanlar haline geldik.
Mazi yok, tarihimizi tanımıyoruz.
Din ölüm yatağında.
İnsanları bir araya getiren hiçbir ideoloji doğmadı.
Nihayet dil de gitti elden.
Türk milleti.
Hangi millet?
Milliyetçiyiz..
Hangi milliyetçilik?
Batı'nın en bedbaht, en sarsak, en hasta fikir adamı basubadelmevt (ölümden sonra dirilme) hülyalarıyla avutabilir kendini. Kadirşinas bir el, gübre altında kalan inciyi asırlarca sonra insanlığın tefekkür gerdanlığına iliştirebilir. Dilin medeni memleketler argosundan çok daha büyük bir hızla değiştiği bir ülkede, yarım okka esrar içen bu kadar çılgınca bir hayale kaptıramaz kendini.. Hangi "posterite"?.. Bu millet on senede bir değişen hafızasız nesiller amalgamı..
O halde? Tefekkürün her ülkede bir nevi "martyr" olduğu belki bir vakıa. Ama şehvet dolu bir "martyr". Bir ideal için ipe çekilmek ölümlerin en güzeli. Nihayet manastır var Batıda. Yaralanan insan köpek gibi sokağa terkedilmez.

1.3.1963  YALANA DAİR
Söz zehirli bir kama.
Ama kelimelerin gönülde açtığı yarayı ancak kelimeler iyileştirebilir: Aşil'in kılıcı gibi söz. Kelimeleri ciddiye almamalı. Bir avuç konfeti onlar. Günlerin rüzgârı hepsini alır götürür. Bir rebabın tellerinden dökülen ses ne kadar rebabsa, kelime de o kadar insan. Kelime şuurun güneşinde eriyiveren bal mumundan düşüncelere giydirdiğimiz elbise. Kelime sinen, şahlanan, kanatlanan, kâh uçuruma atılan, kâh ufuklara süzülen rüya mahluklarının boyunlarına takmak istediğimiz kement. İki kere iki dört eder. İsterse dört bin etsin. Maddeyle zifaf halinde yaşayan büyücü çırağı, homo faber'le devleşmiş bir sülük kadar iğrenç bakkal.. Rakkamlarıh katı, dilsiz ve sözde belagati bu iki cins yaratığı ilgilendirir. Rakkamların doğruluğu bir iskeletin donuk gözlerindeki, yahut oyuk göz bebeklerindeki doğruluk. Yalan söylüyorsun dostum, yaşadıkça yalan söyleyeceksin.
Peygamber harp hiledir diyor. Savaş halindeki bir cemiyette herkes bir mohikan. Ölmemek için öldüreceksin.
Ölmemek için öldürmek mi?
Peki öldürürsem ölmeyecek miyim?
Belki öldürdüğün her canlıda ölen kendinsin. Ama bunu ne zaman kavrayacak insan?
Ya örs olacaksın, ya çekiç diyor Goethe. Çekiç de çelikten, örs de çelikten. Örsle çekiç kardeş. Ne kardeşi?
 Aynı varlık. Tek varlık. Hakikat bu mu?
Harbin hud'a olduğu mu hakikat?
Ezilmek istemiyorsan ez mi hakikat?

2.4.1963 OSMANLI DÜŞÜNCESİ, GERİCİ İLERİCİ, ZAVALLI HİNT, ZAVALLI BEN
Ve karşılarına üç yol çıktı şehzadelerin. Osmanlılar adem endişesinden habersiz yaşadılar. Ölümden sonra yollar üçe ayrılıyordu: cennet, cehennem, âraf. Araf kısa bir duraktı. Gerçi cehennemin, içinde katran kaynayan kazanları, bir dudağı yerde bir dudağı gökte zebanileri, zaman zaman- rüyalarını kâbusa çeviriyordu Osmanlının. Ama cennet, kılıçların gölgesi altında ve Allah gafurrurrahimdi.
Budizm Türk insanını ne kadar değiştirdi bilmiyorum. Daha doğrusu Türk insanı Budizmi ne kadar değiştirdi? Bildiğim şu ki, bütün Osmanlı edebiyatında metafizik ürperti yok. Bizde derviş, Tanrıyla vuslat halinde yaşadığı için, suretler âleminden tecerrüt etmiş bir gönül adamı değil, aksiyondan kaçan bir meczup, bir hasta, bir yarı deli, yani bir sapıktır. Fuzuli'nin tasavvufu bende daima tercüme intibaı yaratır. Tasavvuf kim, istiğrak kim, Osmanlı kim? "Makber"de öyle retorik var ki, bu yapma çiçeklerin arasında, tüveycinde kan ışıldayan gerçek bir iki gonca bulmak çok güç.
Cennet, cehennem... her meseleyi basit bir "dilemma'ya irca etmişiz. Daima iki ihtimal. İkiden fazlasını düşünemiyoruz. Avrupa! Ah Avrupa, canım Avrupa! Neden "ah Avrupa"? Hep gözün rehberliği: "beldeler, kâşaneler" masalı. Arka sokaklar, arka sokaklardaki sefalet? Ondan bahseden yok... Tarihin ölüme mahkum ettiği kavimlerde hep aynı psikoz: kendini küçük görme psikozu. Avrupa cennet, Asya cehennem. Neden "beldeler, kâşaneler"? Sanıyorum ki şarklı olduğundan utanan tek şarklı kavim biziz. Gerici, ilerici... Şarklı gericidir, garplı ilerici. İslamiyet huzuru çok ucuza satmış.
Yollar o kadar belli ki düşünmeye lüzum yok. Şarap içmeyecek, domuz yemeyecek, zina yapmayacaksın, beş vakit namaz v.s. Sonra periler, gulamlar, huriler... Tasavvufun itibara mazhar olmaması da bundan. Yunus Emre'de bile hep: "şol cennetin ırmakları"!
Bugünün Türk insanı Hint düşüncesini kavrayacak durumda mıdır?
Hayır.
Kendi vokabüleri ile ya gericidir, ya ilerici. Gerici ise müslümandır: cennet, cehennem.
İlerici ise Batı hayranı: caz, dans, cinsî hürriyet ve teknik.
Düşünmeye teşebbüs eden, düşünen demiyorum, kaç kişi var?
Herkes panase meraklısı. Sosyalizm dağları devirecek, demokrasi altına çevirecek yurdu. Avrupa, ah Avrupa!
Galiba işittiklerini papağan gibi tekrarlamaktan zevk almayan tek çağdaş Peyami idi. Falih'ler ne kadar sığ, ne kadar yalınkat. Hele bir Nadir Nadi! Kimin söylediğini hatırlamıyorum, insan kırkından sonra ya dünyadan elini eteğini çeker yahut da insan denen koyunu kırkmak için kollarını sıvarmış... Üniversite talebesi "Toprak" dergisi sahibini yakalamış, tartaklamış ve herifin bütün küçüklükleri, ayak yalamaları kâr etmemiş. Asil Atatürkçü Tarık Tunaya kolundan yakalamış "suçluyu ve galiba polise götürmüş. Darendeli bedbahtın biri, "Toprak" dergisi lağım ama Tarık Tunaya ne? İnsanı seveceksin. Hangi insanı? Darendeli'yi ve Tarık Tunaya'yı... Buda ve Türk insanı...
Hamit'ten yıllarca sonra Yahya Kemal Hint'e gitti. Pakistan sefir-i kebiri, o ülkeden tek kartpostal bile getirmedi. Biz Hint'i anlayamayız. Avrupanın bütün ıstırabı kapitalizmden geliyor.
Peki, kapitalizm nereden geliyor?
Kapitalizmi tasfiye edecek insan Mars'tan zembille mi inecek?
Harem ağasının kafası. İnsanı sevmiyoruz. Hint düşüncesi karşısında elimizi tabancamıza atışımız bundan. Bir tarih hocasının Hint'le uğraştığım için beni nasıl ayıpladığını çok güç unutabileceğim. Eskiden Batı afaroz edilirdi, şimdi Doğu afaroz ediliyor. Daima afaroz, daima duvar, daima husumet. Bu lanet çemberini nasıl kıracağız bilmiyorum. Kitabım basılırsa çok az kimse okuyacak ve belki hiç kimse anlamayacak. Gericiler toptan mahkum edecekler, ilericiler toptan mahkum edecekler...
Konferans.
Evet kaç kişi dinleyecek konferansımı?
Bütün ülkeler birbirine benzer dostum, iki ıstırap kadar, iki gözyaşı kadar birbirine benzer. Eldorado, vehmini kaybedenlere efsus, hezar efsus... Gobineau böyle düşünmüyor, Gobineau hatta Taine. Tatar ağası ile Montesquieu bir mi?
Bir, diyeceği geliyor insanın. Ben insanı, Fransız insanını hastanede gördüm. Memleketlimden hiçbir farkı yoktu, hatta daha bayağı idi, daha korkak, daha menfaatperest, hatta daha ahmaktı. Kafan aydınlıksa, gerçekten aydınlıksa, her ülke aydınlıktır senin için. Yoksa kendi karanlığından kaçmak boşuna... Hint. Evet, Hint'in kazandırdığı huzur çok ferdi ve muayyen bir dünyada, muayyen bir iklimde gerçekleşebilecek bir mucize. Üstelik, yaşadıktan sonra, vücudu ile insiyakları ile yaşadıktan sonra mümkün.
Hint'in keşfi gerçekten Bâtı'da bir rönesans yaratmış mı, sanmıyorum. Belki birkaç batılıda yahut batı şuurunun mahdut bir bölgesinde. Batı kavga içinde, Hint felsefesi keskin bir kavga silahı olmak vasfından mahrum. Marksizm var, Hıristiyanlık var... Ve maalesef daha çok irticaın elinde bayrak Hint. Romain Rolland'ı çıkarırsak, sol cenahta Hint'le uğraşan kimse yok. Halbuki bence, bütün kavgaların üstünde bir ahlak Budizm. Ahlak karanlık kelime, yol. Ama kimsenin senfoni dinleyecek hali yok. Sokakta silah sıkılıyor, tepede jetlerin uğultusu... Acaba Hint de bir mistifikasyon mu, bir sahte hal sureti mi, sanmıyorum. Proletaryanın o kadar dolambaçlı yollardan zararsız hale getirilmesi imkânsız... Şimdilik Hint, bizim için, kütüphanelerimize eklenen bir raf bile değil. :
 Zavallı kitabım!
Belki müstehcene kaçan bir iki şiir tercümesi için okunacak.
Kaldı ki basılacağı da belli değil. Ve bu kubbenin altında hiçbir akis bırakmadan "resurrection"u bekleyecek. Galiba 'samsara' yalnız insanlar için değil kitaplar için de var.

28.6.1963 GOETHE’YE GÖRE DÂHİ
La Harpe hiç hoşlanmaz "genie" kelimesinden, "talent" nemize yetmiyor der. Dile bu kaypak, bu müphem kelimeyi sokanlara atar tutar. Schopenhauer'a göre, "talent" sahibi, belli bir hedefe başkalarından daha maharetle ok atabilen adamdır. Dâhi başkalarının oklarıyla değil, bakışlarıyla dahi ulaşamayacakları bir hedefe oklarını saplayabilen adam. Goethe daha güzel söylüyor:
"kendi yağı ile kavrulan dâhi yok. Dâhi bütün intibaları benimseyen ve onları kullanmasını bilen, karşısına çıkan malzemeler yığınını düzenleyen, canlandıran, kiminden tunç, kiminden mermer alıp bu hammaddelerle ebedi bir âbide kuran kişi.
Ben ne yaptım, ne gördüm, ne duydum, ne işittimse bir araya getirdim, hem tabiatın eserlerinden faydalandım, hem insanların.
Yazılarımdan her birini binlerce insana veya binlerce nesneye borçluyum.
Âlim de, cahil de, bilge de, deli de, çocuk da, ihtiyar da eserimi yazarken yardımcım oldu.
Yani realitede mevcut olan unsurları, çeşitli unsurları toparlıyor sadece benim eserim, Goethe dedikleri bu bütünden ibaret."

11.8.1963 MANEVİ DALTONİZM
Kimi kızılı göremez, kimi yeşili.
Manevî bir Daltonizm bu. Hepimizini kafasında "no man's land"ler var. İnsan yalnız önünü gören bir araba beygiri. Cuvillier'nin "Manuel de So-ciologie"sinde telefon rehberlerini kıskandıracak bir isim bolluğu karşısmdasınız. Pîr-ü berna sosyoloji kelimesini ağzına alan herkes yazarın iltifatlarına nail olur. Yalnız İbni Haldun bir dipnotuna misafir edilir. Marx yarım asırdan fazla arafta bekledi Bizim için bütün irfan dünyası bir memnu bölgedir.
Batı.
Hangi Batı?
1963 Türkiyesi’nde Tomist olabilir miyim?
Linç ederler. Kilise babaları örfün fermanı ile yasak. Çağdaş Avrupa'da düşünce turnuvasını temsil eden silahşorlar malum. Marksizm, geç bir kalem. Yüksek Hâkimler Kurulundan sözde liberal bir zatla konuşuyordum. Yıllarca zindanda süründükten sonra salıverilen komünizm zanlılarından söz açtım. Ahmet Akat'ın, Faruk Atay'ın ibretâmiz macerasını anlattım. Hakkınız var, dedi, ama ne olsa millî menfaatler.. Bu adam için milletin beynini millî menfaatler adına köpeklere yedirmek milliyetperverlikti.
1914 savaşında şehir dolusu aydın kaybettik. O savaşı yedek subaylar yaptı. Yedek subaylar yani entelijansiya. Sonra Sevr ve Lozan.. Mustafa Kemal 150 aydını mektepten talebe kovar gibi sınır dışı etti. Zaten memlekette düşünen adam sayısı da aşağı yukarı o kadardı.
Sonra sol cenaha döndü, onları da, kırkayak tepeler gibi, ezdi.
Cavit beyi astı.
Sonra filozof istiyoruz. Kuzum ne filozofu?
Demokrasi kahramanı İnönü beş hocayı kürsüsü ile beraber uçurdu. Tan matbaası sosyalist lider Ti-ritoğlu'nun himmeti ve hürriyetperver üniversite gençliğinin kuvvet ve kudreti sayesinde yerle bir edildi. Zekeriya radikal sosyalist bile değildi, demokrat ve oportünistti. Mütefekkir bir ip cambazı değildir. Bir İttihat ve Terakki fedaisi değildir. Voltâire'ler, Rousseau'lar bütün bir burjuvazi tarafından destekleniyorlardı. Rousseau'ya Fransa'yı terketmesini Zaptiye Nâzın bizzat gelip haber veriyordu.
Harman beygirine verilen hürriyet, aydına ihsan edilenden daha büyük ve daha gerçek. Aydın yani başkasının kafasıyla düşünmeyen, yani hiç olmazsa çok kaba mitleri ve "mystification"ları yutmayan. Zavallı kinlerimiz! Meşrutiyet aydını için, frenkleşmiş Meşrutiyet aydını için, düşman İslamiyetti. Korkunç bir şaşkınlık içindedir o aydın. Sabih bey hem Osmanlı İmparatorluğu'na hayrandır, hayatının hilafetle beraber sona erdiğini söyler; hem İslamiyet’e düşman. Yani bizde "athee", düşünmemek için Allah'ı inkâr eder, meseleyi basitleştirir böylece. Düşünmemek için müslümandır, dogmaların gölgesinde, şâd, uyur da uyur. Yani işimize gelmeyen ne varsa çöp tenekesine atmak, rafa kaldırmak, inkâr etmek. Mecnun nesillerin arapsaçına döndürdüğü o kadar problem var ki, insanın feryat edip kaçacağı geliyor. Kaçanın anası ağlamazmış. Bu kadar erzel bir atasözünü ne boş imanlarda bulabilirsiniz, ne tavşanlarda. Kahraman Türk yumurtlamış bu cevheri ve on sekizinci asırdan beri arkasına bakmadan kaçmış. Avrupa kapitalizminin emr-i yevmilerini yalan yanlış tekrarlamayı tefekkür saymış. Hâlâ kaçıyor.

20.8.1963 KADERİMİZİ ÇİZEN CEMİYET
……….

İnsanı cemiyet yaratır.
Hangi cemiyet?
İnsan cemiyetle tam bir uyuşma halinde olduğu zaman tarihi yoktur. Doğar, yaşar, ölür. Tarihi yaratan, fertle kalabalık arasındaki anlaşmazlık, yani dram daima bir çelişmenin eseri. Fertle cemiyet kaynaştığı zaman terakki yoktur. Beraber otlayan, beraber geviş getiren adsız bir sürü vardır sadece, "on" vardır. Cemiyet kendine benzemeyen bir çocuk doğurduğu zaman onu beşiğinde boğmaya kalkar.
Boğarsa mesele yok.
Boğmazsa ya diz çöken bir isyankâr, bir Beaudelaire, bir Rimbaud, bir Breton çıkar, ya cemiyete diz çöktüren bir cebbar gelir, Sezar, Napolyon, Hitler.
Cemiyet çok defa gübre.
Zambakla o ufunet arasında karabet uçurabilir miyiz?
HER BÜYÜK ADAM KUCAĞINDA YAŞADIĞI CEMİYETİN ÜVEY EVLADIDIR. Zira yarınki veya dünkü veya ötelerdeki bir cemiyetin çocuğu, kendi cemiyetinin değil. Marx, avukat Marx'ın oğlu olmaktan çok, Saint-Simon'un, Rousseau'nun, Hegel'in çocuğu. Rousseau'yu Rousseau yapan, yüzünü görmediği annesiyle ayyaş babası mı?
Kaderimizi çizen cemiyet, fakat ona ırzımızı teslim ettiğimiz anda erimişizdir.
Denizdeki herhangi bir dalgayız.
Dalgaların tarihi var mı?
Şahsiyet, görünen cemiyet içinde görünmeyen cemiyeti seçip tahtını onun bağrında kurmak suretiyle fethedilir. Her şahsiyet bir kopuş, bir olmayana, olacağa bağlanıştır. İnsan, tabiatı değiştirirken kendini de değiştirir, diyor Marx. Yalnız tabiatı değiştirirken mi? Büyük adam devlerin sırtına tırmanan cüceymiş. İnanmıyorum. Daha doğrusu dev Goliat, yani yürüyen bir dağ parçası; sırtındaki cüce Davut, yani zeka. Büyük adam bataklığı baraj haline getiren yaratıcı. Kalabalığı tekme ile uykusundan uyandıran kılavuz. Ama çok defa tekme ile uykudan uyanan Caliban, efendisini parçalar.
Oscar Wilde'e göre, tabiat bir mezbele, güzeli yaratan: insan. Belki doğru.
Ama hangi insanı ve hangi güzeli? Şairler olmasa yıldızlar bu kadar güzel olur muydu?
Tabiatın çehre-sindeki siyah peçeyi kaldıran: insan, yani sanatkâr. Tarih öncesi, karanlık. Soyumuzun on binlerce yıl süren, yüz binlerce yıl süren macerasından habersiziz. Mohanco-Daro veya Harappa, New York veya Washington'un küçük çapta bir örneği âlimlere göre. Altı bin sene evvelki bir örnek. Şu halde teknik sahada da göz kamaştırıcı bir ilerleyiş yok. Fark kali-tatif değil, kantitatif. Ama Hegel'den beri kantitatif farkların kalitatif farklar haline geleceğini bilmeyen kalmadı. Harappa'da matbaa yoktu. Mohanco-Darolu kâhin, arzın dört bucağındaki fikir adamlarının fetihlerinden habersizdi.
Michelet doğru söylüyor. Tarihi yaratan insanla kader, ruhla madde arasındaki mücadele. Tabiat hep aynı tabiat. Ama insan hep a,yûi insan değil. Ummanlar dehşetinden bir şey kaybetmedi. Ne var ki çağdaş Ulysse'in emrinde yüzen şehirler var. Ve Jüpiter'in silahını emekleyen bir çocuğun parmakları bir avuç ışığa kalbedebiliyor. Hasımlardan biri boyuna ilerledi. Nesiller fetihlerini nesillere devretti. Gerçi bu madalyonun bir tarafı. Bütün bu zaferler bir parça göz boyayıcı.
Jean Rostand tabiatın sırlarından bazılarını aşırdık, diyor. Yani ilim adamı çok defa ne yaptığını bilmeyen bir büyücü çırağı. Tabiat kuvvetlerini uysal bir arslanla oynayan çocuk gibi mıncıklıyor. Ya arslan kızıverirse. Will Durant hiçde iyimser değil. Zelzele devi şöyle bir dizlerine dayanıp arzımızı sallayacak olsa ne kulübe kalır, ne gratsiyel, diyor. İki robotun yanlış bir hareketi nereden geldiği, niçin geldiği hâlâ bilinemeyen bu ahmak yuvarlağı yeniden kaoslaştırabilir. Yani barut fıçıları üzerinde rakseden birer sarhoşuz. Ağzımızda sigara ve elimizde havai fişekler.
Galiba fetihlere sıfırdan başladık. Yaratan çok toydu. Taşı yarattı, bitkiyi yarattı, hayvanı yarattı. Nihayet insan göründü. Yaratan bütün haklarını ona devretti. Kâinatın bu yeni misafiri nihayet bir milyon yaşındadır. Elbet hataları olacak. Şahikalara ancak tırmanarak çıkılabilir. Homo sapiens yaratandan haklarını devraldığı günden beri hayli işler başardı. Ustasından geri kalacağa benzemiyor. Ustası ne oldu?
Rousseau Tanrı dememek için Eşyanın Yaratıcısı diyor. Korkak ve utangaç bir dindarlık. İngilizce mütercimi "God"u yapıştırmış. Hâlbuki Protestanlıktan Katolikliğe, Katoliklikten Protestanlığa bir odaya geçer gibi atlayan üstadımız Tanrı isminden pek hoşlanmamaktadır.
Kainat bir hammadde deposu.
Onları biçimlendiren insan.
Belki onlar biçimlendikçe insan da başkalaşıyor.
Tekniği yaratan insan, yeni bir insan yaratan teknik. Yaratan'ın elinden çıkarken her şey ham halat. Neye yarayacağı belirsiz. Güzel de, iyi de insan icadı. Yalnız hilkatin atölyesinde çalışan, yani yeni bir dünya parçası, yeni bir düşünce, yeni bir terkip yaratan ustaların sayısı bir asırda üç beş. Ötesi mevaşi. Sen onlardan biri olmaya çalışacaksın. Feyzi-i Hindî en güzelini söylemiş:
"Yokluk zulmetiyle bağlıysan topraksın,
kafanda tanrısal ışık yanıyorsa: arş.."
(Tanrısal ışık yanıyorsa, yani Tanrıların soyundansan, Tanrıların cemiyetindensen)
Zerdüşt, Yacnavalkiya, Demokrit, Fisagor, İsa, Buda.. Bir hayli kalabalıktır bu Olemp. Oradaki tanrılar birbirlerine diş gıcırdatmaz. Silahları yıldırım değil, kalemdir. Karılarımıza, kızlarımıza göz koymazlar. Bataklıktan göklere süzülen bir tarla kuşu gibi, kasıklarıyla düşünen ve göbekten aşağısıyla yaşayan bu azgın hergele sürüsünden uzaklaşmaya bak. Şahikalara, şahikalara... Yoksa gübresin, leş gibi gübre...

3.10.1963 FREUD VE UPANİŞATLAR
Freud, Ojiyas'ın ahırlarını temizleyen adam. Bakışlarımı Olemp'e değil, Akheron'a çevirdim diyor. Ama Akheron, Champs-Elysees'nin gölgesi.
Freud lağımın kapağını açan adam.
Lağım mı, ne lağımı?
Psikanalizi skandal hâleliyor.
İnsanın kulaklarına, sen canavarsın diye haykıran bir Mefisto, Freud.
Buda, İsa, Spinoza., canavar, ama kanatları olan, mağaradan arş'a yükselen canavar. Şuuraltı gerçekten süprüntülük müydü, oraya bu at sineklerini, bu hamam böceği leşlerini, bu kırkayakları psikanaliz mi doldurdu yoksa?
Freud'u anlamak için okumak yetmez; o cehennemin içine girmek lâzım diyorlar. Viyanalı doktor da içimizdeki canavarları avlarken buluta bürünüyor. Fransız ihtilalcileri, yarattıkları dünyayı Eski Roma'nın kelimeleriyle isimlendirdiler. Realite yepyeniydi, ad iki bin senelik. Her fâtih keşfettiği ülkeye âşinâsı olduğu isimleri takar. Yeni bir vokabüler bir günde, bir senede imal edilmez. Freud'u anlamak bunun için güç. Freud'u ve bütün yaratıcıları. Kelimenin kemiğini kırıp iliği bulmak güç. Şeffaf değil ki.
Kaldı ki Freud'u okumak cehennemi resimden seyretmek gibi bir şey. Her doktrini yaşadığımız kadar anlıyoruz.
Sokrat felsefeyi gökten yere indirmiş. Çiçero öyle diyor. Freud insanı mağaraya zincirliyor. Tanımıyoruz Freud'u. Marx'i tanıyor muyuz, Kierkegaard'ı tanıyor muyuz? Bakış önce yıldızları tarıyor.
Son durak: iç dünyamız. Ve arada, bütün bir tarih. İskeleti, terbiyeli bir fino köpeği veya iradesini parmaklarınıza teslim etmiş bir mekanik haline getiren Hint. Upanişat "sen Tanrısın" diye haykırıyor insana. Freud, "itsin" diyor.
İki kutup, ama esrarlı bir diyalektiğin kucaklaştırabileceği iki kutup. Birbirini tamamlayan iki yarım. Pascal'ın "ne bir meleksin, ne bir insansın"ı. Yahut Feyzî Hindi'nin "arştan büyük, topraktan bayağısın" hitabı.

20.10.1963  ABES'E, AVRUPA'YA, BİZE VE GANDİZM'E DAİR
Abes, çağımızın anahtar kelimelerinden.
Her karanlık muamma guguklu bir saat gibi onu tekrarlıyor: abes, abes. Daha doğrusu kulaklarımıza fısıldanan her sesi idrakimiz öyle kalıplaştırıyor. Sürrealizm'in koltuk değnekleri: abes. Egzistansiyalizmin bayrağında siyah harflerle abes yazılı. Hıristiyanlar, dünyadan Tanrıyı kovar mısınız, ohh, diyorlar. Pirimiz, sultanımız abes olunca Karamazof baba gibi domuzlaşmak, kendini iştihalarına terk etmek, dizginleri içimizdeki şeytanın eline teslim etmek., pek tabii. Aklın sözde imparatorluğu pek kısa sürdü.
Rubaçof, Lenin'in silah arkadaşlarını, yani ihtilal neslini maymuna benzetir, kendine göre bir dünyası, bir geleneği, bir kibarlığı olan maymunlar, daldan dala zerafetle sıçrayan ve gökle yer arasında yaşıyan bir aristokrasi. İhtilalin yarattığı Gletkin'ler nesli ise, Neandertal adamı'dır: ahmak, kaba, köksüz, ama alet yapan ve mazi ile göbek bağını kesen acaip bir soy. Bizde Gletkin'ler yok. Gletkin'in bugünkü adı Kruşçef tir. Bizim Gletkin'ler düşe kalka, fakat emin adımlarla istikbale ilerlemiyor, Fatih'e, pioniye'ye benzeyen hiçbir tarafları yok. Kanatları yolunmuş bir saksağan bizim Gletkin'ler. İnsanı kobay kadar haysiyetsizleştiren bir ülke sosyalizmin vatanı. İkinin üçe feda edildiği yer. İnsan, toplama çıkarmanın konusu olabilir mi? "That is the question". Ama tabiat âfetleri de insanı harcamıyor mu?
Abes, abes! diye yırtınan ve bir dansing'in mücellâ döşemesine fırlattığı beşeri hazinelerin üstünde ağzından köpükler saçarak tepinen şımarık, sarhoş ve zencileşmiş bir Avrupa.. Güzel olan bu mu? Montaigne'in, Descartes'm çocukları mı bunlar? Ötede haşin, makina gibi haşin ve makina gibi sağlam, ama ne istediğini bilen karınca insanlar. Neandertal adamı da maymun ceddi gibi medenileşti artık. Asya ile Amerika arasında har vurup harman savuran bir miras yedi, Avrupa. Elbette ki dansing, kerhane ve tımarhaneden ibaret değil bu dünya. Müzeleri var, kütüphaneleri var, laboratu-varları var. Ama biz kurulan'a sırtımızı çevirmiş, köyünden yeni gelmiş bir şapşal'ın genelev kapısından içeriye sersem sersem bakışı gibi, bu Avrupayı seyrediyoruz.
Bu topraklarda tek din ferman dinletmiş: putperestlik. Irzını, istikbalini bir fetişe peşkeş çekip, maddî hayatını devam ettirmek başlıca kaygı.
Anlamadığım kelimelerden biri de halkçılık.
Ne halkçılığı?
Halk kim?
Halkçıyım demek halktan değilim demek. Ama lütfen tahtımdan iniyor ve o pespaye, o bedbaht insanlara yakınlaşıyorum. Aman efendim kerem buyuruyorsunuz! Halk Partisi kurtla kuzuyu, insanla sırtlanı bir çuvala koyan madrabazlar kumpanyası.
Kime karşı halk partisi?
Kime karşı halkçı?
Halkçılık halkın sırtına binen bir avuç aydının uydurduğu bir mit. Oğlancı gibi. Halkın ırzına geçmek için halka hulus çakan açıkgözlerin yaftası. Halk partisi tarihinin hangi merhalesinde halk için çalıştı, halktan olmayanlarla mücadeleye girişti?
Halktan ne anlıyordu?
Alt yapı feodal. İkibin yıldan beri değişmeyen, kendi küçük dünyasında hep aynı dertlerle başbaşa, geniş bir kalabalık. O kalabalıktan kopan, hiçbir çilesi, hiçbir dâvası olmayan bir Halk Partisi.
Bir nevi ur. Ve arada, rakkas gibi kalabalıkla halk partisi arasında gidip gelen diğer partiler.
"Non-violence" bu şaşkın, bu ne istediğini bilmeyen, bu tarihin dışındaki insan yığınını şekillendirebilir mi? Gandi Buda'nın torunu. Ve İsa'nın torunlarıyla kavga ediyordu.
Türk, kılıca arslan payı tanıdığı için İslam'ı kabul etti: cennet kılıçların gölgesindedir. Gandi bizde olsa Kemal Paşa'nın dalkavukları iki günde kuşa benzetir, kellesini uçurturlardı.
Şiddet tarihin mimarı.
Tarih kan içinde doğuruyor.
Hayvan da ondan. Lanza haklı: şiddet, şiddetten doğuyor. Onun için şiddeti yok etmeli. Ama nasıl? Komünizm, şiddet kullanarak diyor: "c'est la lutte finale". Hoş ama "final" olduğunu nereden bileceğiz? Gerçekten de nazari olarak yanılmayan yalnız Gandi. Gandizm rüyaların en güzeli. Ne var ki hiyanetlerin en şeytancası da olabilir. Stoik ahlak asildi, necipti. Yalnız soyumuza göre değildi. Epiktetos'un kabadayılığı Ahimsacı'nınki yanında bir tiyatro hokkabazlığı. Ölümün kuluçka makinası haline getirdiği laboratuvarında küreyi uçuracak cehennem bombaları imal eden sadist Amerika'yla, açlığın çelik kırbacı altında bütün imtiyazlara yumruk sallıyan aç Asya'ya, aç Afrika'ya anlat bakalım Gandizm'i.

29.4.1964 HÜRRİYET
Kanun insan haysiyetini kırmamalı diyor Gandi. Kırıyorsa, kanun değil yumruktur. Peygamberlerle filozofların doğruluğunda tereddüt etmedikleri üç beş hakikatten biri şu: insanın haysiyeti, düşüncesidir. Düşünceyi zedeleyen her kanun bir eşkiya reisinin veya bir eşkiya güruhunun emirnamesidir. Hukukla uzak yakın ilgisi yoktur. O halde namuslu adamın ilk vazifesi bu çeşit kanunları yok saymak ve tabii afetlere göğüs gerer gibi tehlikeleri kucaklamaktır. Yoksa haysiyetten nasipsizdir. Salaş tiyatrosunda bakanlık rolüne çıkmaktan âciz bir hergele Türkiye'de Komünizm nurculuk kılığında tecelli etmektedir buyurmuş. Hamakat bakan kılığında tecelli ettiği gibi. A canım efendim!
Osmanlı, altı yüz sene Nasrettin hocanın hindisi gibi düşündü. Kafası kılıcında veya tenasül uzuvlarında idi.
Neyi düşünecekti?
Kendisinden önce her şey düşünülmüş, her şey düzenlenmiş, roller dağıtılmıştı (Karısı ile hangi gece yatacağını, kıçını hangi parmaklarıyla yıkayacağını din öğretiyordu ona.) Zaten tefekkürden büyük günah tanımaz teokrasi.
Düşünmeye teşebbüs edenin adı kâfirdir.
Kâfirin katli vaciptir.
Tarikatlar zindanın duvarında açılan bir iki hava deliği. Daha eski dinlerin zaman zaman dile gelişi ve Sünniliğin kabuğunu çatlatışı. İbn Haldun bir kültürün grup pırıltısı. Sonra mezar sükûtu, kılıç sesleri, nal şakırtıları. Ve hikmet-i vücudunu kaybeden beyin. Kovalamak, kaçmak.
Altı yüzyıllık tarih bu iki kelimenin içinde. Sonra, sonra Ojias'ın ahırını temizlemek için Ojias'ın kellesini koparan bir Osmanlı zabiti. Ve üniforma giyen düşünce.
Mustafa Kemal kafanın yalnız dışını değil içini de tanzime kalkıştı.
Batı şapkaydı.
Şapka ve itaat.
Kalabalığın yerine şef düşünecekti. Kur'an rafa kalktı.
"Nutuk" çıktı ortaya.
Bir nutuk ve bir fırka.
Bir lokma ve bir hırka.
Önder önüne gelenin kellesini vurdurdu.
Fırka hiçbir zaman ağzını açmaya cesaret edemeyen kalabalıkların ağzına vurulan kilide bir yenisini daha ekledi. Sonra yenildi içildi. Ve hazret sirozdan kıvrandığı yataktan bir tanrı olarak kaldırıldı.
Bir tanrı veya bir şeytan. Atatürkçüyüz. Atatürkçülük asil cumhuriyetin resmi dinidir.
Mitosu olmayan sığ, dalsız budaksız bir din. Tam robot dini. Bu gidişle bütün dünyanın Atatürkçü olması gerekecek. Yaşasın Atatürk, ulan biz Atatürkçüyüz. İbadet ve iman bu üç beş hecede başlayıp bitiyor.
Papa İsa'nın vekili.
Ordusu, devleti var.
Asırlardan beri fikir cihangirleri kuruluyor o tahta. Ve Papa İsa adına layuhtidir.
Din de layuhtidir. İnsanlık Aristo'yu sakalından yakalayıp türbesine götürdü, yeter üstadım dedi, biraz da biz düşünelim. Rönesans insan zekasının vesayet ve velayete karşı ayaklanışıdır. Descartes'ın kabadayılığı bu isyanı abideleştirmesinde.
Komünizm yasak.
Faşizm yasak.
Nurculuk yasak.
Halifecilik yasak.
Neden yasak?
Zararlı. Kime?
Memlekete.
Nereden biliyorsunuz?
Ve siz kimsiniz?
Siz mağara devrisiniz.
Siz ilticasınız ve satırsınız.
Siz yüz karasısınız.
Ve bu salyangozlar ülkesinde herkes kabuğuna çekilmiş. İlim ve düşünce ayrık otu değildir. Belli bir iklimde gelişir.
Sosyalizm komünizmdir.
Komünizm dinciliktir.
Dincilik yasaktır.
İnanan vatandaş inancından utanmak zorunda.
Korkmak zorunda.
Düşünen yaşamak için susacak. Yani kanun vatandaşı namussuzluğa zorluyor. Canım efendim.
Bu saydığımız mezhepler dünyanın dört bucağında kiliseleri, mihrapları, rahipleri olan birer dünya görüşü. Bunların dışında düşünce yok. Olamaz. Demokrasi bütün bu erezileri geliştiren iklim olduğu için saygı görüyor. Adeta fidelik, demokrasi. Sivri akıllı yetiştiren, eretik yetiştiren bir fidelik. Kanun, hayır diyor, düşünce zararlı olmayacak...
Düşüncenin zararlı olduğu, tatbik edildikten asırlarca sonra ya anlaşılır ya anlaşılmaz. Bu kanun değil. Kanun neferi.
Toplayalım.
Düşünmek, insan üzerinde düşünmek mutlaka yasak bölgelerden birkaçına dalıp çıkmakla olur.
Zaten demokrasi ve liberalizm yasak bölgeleri kaldırmak manasına gelir.
O halde din vaktiyle en basit jestlere kadar bütün insan hayatını düzenlemeye kalkışmıştır:
İçki içmeyeceksin, domuz yemeyeceksin, zina yapmayacaksın. Osmanlı bunların hepsini yaptı. Ama gizlenerek, korkarak ve şuuru yaralandıkça yaralandı. Hayır uyuzlaştı.
İki yüzlü bir hayvan oldu Osmanlı.
Tanrıyı ve kulu aldatan bir panayır göz bağcısı.
Elinde tesbih, evinde oğlan, dudağında dua.
 Biz de öyle değil miyiz?
Değişen ne?
Herkes Atatürk'e sövüyor ve Atatürkçü.
Demokrasiye inanan yok.
Herkes demokrat.
Dedim ki kanun her vatandaşı ahlaksızlaştırmaktadır.
Düşüncesini gizleyen ahlaksızdır.
Düşüncesini gizlemeyen...
Batı'da adam, yezidi olur, bûdi olur ve bununla övünür. İnancı kişiliğidir insanın. Serir-i bezm-i aşkı öyle her bir cânâ vermezler.
Fransa'da komünistim diyen, bir takım sorumluluklar yüklenmiyorsa gülüp geçerler. Yani bir bağlanış fedakarlıklarla mühürlenecek ki ciddiye alınsın.
Yoksa atıyorsun derler.
Sen kim, komünistlik kim.
Sosyalistlik de öyle.
Kralcılık da öyle.
Kim neyi saklayacak?
Ancak ilgisizler, ancak hedonistler, ancak kavga kaçakları, ancak ortadan gidenler, ancak karar veremeyenler utanır ve saklanır. Küçüklük kompleksi Ortaçağ celladının kızgın demiri gibi onların alnını damgalamıştır. Lamennais dört cilt feryat eder. Zındık olun, dindar olun ama düşünün, insanı öldüren kanser kayıtsızlıktır. Kayıtsızlık. Kanun kayıtsız olacaksın diyor.
Senin ne vazifen?
Kimin vazifesi?
Seçeceğin adamların, seçeceğim adamların hepsi deyyussa?
Kanun buna cevap vermiyor.
Ali Bey ve benzerleri bunun için suçludurlar. Bu zindanın duvarlarını dişimizle, tırnağımızla aşındırmak zorundayız. Zindan yedi göbek ötemiz için de mezar olmamalı. Bu zindan kanundur. Denilecek ki kanun Voltaire'ler Fransa'sında da düşüncenin ağzına kilit takmıştı. Yalan. Bizde tek düşman o küflü kağıt tornan değil. Tarih düşman, örf düşman.
Zaten kimse alışmamış düşünmeye.
Düşünce nazlının nazlısı. Hasta bir çocuk. Bakıma, şımartılmaya muhtaç. Yalnız koluna vurulan kelepçe seni bütün dünyandan ayırır, adın vatan hainidir artık. Voltaire ve çağdaşları isyan bayrağını açtıkları zaman insanlığın velinimeti ilan ediliyorlardı. Seni, etrafındakiler, leş kargaları gibi delik deşik eder. Rejim, hangi rejim? Bu iklim içinde halledilecek hiçbir dâva yok.
Bizansın son günlerindeyiz.
Bakalım bu taaffünü hangi Fatih temizleyecek?
Münakaşada zafer, mağlup olanındır.
Yenilmek zenginleşmektir.
Bilmediğinizi öğreneceksiniz ve ego denen köpek havlamayacak.
Münakaşada zafer.
Münakaşa hakikati birlikte aramaktır. Adeta bir ormandasınız ve mesela bir kaynak arıyorsunuz. Önce arkadaşınız bulup sesleniyor size: evreka! (Onu buldum)
Ne sevinilecek şey!
Yalnız bir temele dayanmalı münakaşa. Herkesin bildiklerini bileceksiniz. Sonra yeniyi arayacaksınız.
Hakikat bin bir cepheli, bin bir görünüşlü. Karşınızdaki göremediğinizi gösterecek size. Sizden farklı düşündüğü ölçüde yaratıcı ve öğreticidir. Adeta beraberce bir heykel yapıyorsunuz. İnsan yardımcısına nasıl kızar? Cemiyetle beraber hakikatler de gelişir. Tek tehlike bunu kavramamak. Kızıl şal görmüş İspanyol boğası gibi, her düşünceye ve her düşünene saldırmak. Bu canım memleket, bu yüzden bir cüzzamlılar ülkesidir. Ben herhangi bir tarikatın sözcüsü değilim. Yani ilan edecek hazır bir formülüm yok. Derslerimde de, konuşmalarımda da tekrarladığım ve darağacına kadar tekrarlayacağım tek hakikat: her düşünceye saygı.

26.2.1965 KÖYLÜYE OKUMAK
Köye tek kitap girebilmişti: Kur'an.
Ve hayali cennete kanatlandıran birkaç risale. Toprak adamı ancak cehennemden kurtulmak için okur. Kitap cennetin anahtarıdır.
Öğretmen imamın yerini tutamadı, tutamayacaktır.
Öğretmen köye neyi getiriyor?
Samimiyetsizliği, köksüzlüğü ve hoppalığı. Köy bir gurbet, bir sürgün, bir Lilluputlar ülkesidir hazret için. Hazret de köylü için yabancı bir madde, bir düşman, bir nevi casus.
Okuyup da ne yapacak köylü.
Refahında bir değişiklik olacak mı?
Hayır.
Kitap hiçbir kapı açmayacak önünde.
Bir devlet ki, bütün bir köyün sevgisini kazanan yaşlı din adamını Arapça ezan okuyor diye tartaklayacak kadar şuursuz ve eblehtir. Bütün Hıristiyan dünyanın, tek kelimesini anlamadan, latince dua ettiğini bilmez. Bir devlet ki, kaymakamı, ışıktan korktuğu için imamı tevkif eder. Bir devlet ki, topuna tüfeğine, üniversitesine, matbuatına rağmen kitaptan ve harften korkmaktadır...
KÖYLÜYÜ İNSANLAŞTIRAN, DİNİ.
DİNSİZ KÖYLÜ BİR YABAN DOMUZUDUR.
Yalnız bizde mi?
Hayır, bütün dünyada.
Köylü okumak ister: yasaktır.
Bu memleketin % 70'i okuma bilmez. Ben eminim ki Türk harfleri, gerçekte Türk harfleri Arap harfleridir, değiştirilmeseydi okuma bilenlerin sayısı % 70'e çıkardı.

BİZDE HÜRRİYET
Liberalizmin verdiği hürriyet, bir senyörün kölelerini sofraya daveti değil.
Hiç kimse gönül rızasıyla hürriyeti paylaşmaz.
Hürriyet bir fetihtir. Canım on sekizinci asır Fransa'sı kitabı yakar, adamı zindanda çürütür. İngiltere Zola'nın ihtiyar tabiini zincire vuracak kadar liberaldir. Burjuvazi hürriyeti karış karış fethetmiştir. Dişi ile tırnağı ile. Alınteri ve kanı ile. Hürriyet fethedildiği için mevcuttur, fethedildiği ölçüde mevcuttur. Fransa'da Komünist Partisi hürdür, neden? Çalışanların asırlardan beri devam eden mücadelesi zaferle neticelenmiştir de ondan. Fransa'da Komünist Parti'sine hürriyet sağlayan 89'da ölenlerdir, 48'de ölenlerdir, 70'te ölenlerdir. Aristokrasi, liberalizme âşık olduğu için burjuvaziyi geliştirmedi. Burjuvazi hürriyeti, hürriyet uğruna râyegân etmiyor. Hürriyet bir mecburiyet-i elimedir. Hükümdarın haklarını paylaşması gibi.
Rusya'da hürriyet yok. Zira o içtimai vasatta söz söylemek hakkını kazanan hasım bir zümre yaşamıyor. Yaşayamaz. Hakikatta hürriyet, iktidarın iktidarsızlığıdır.
Katolik Kilisesi için hürriyet var mıydı?
Reform, söz hakkını mantık selabetinden değil, taraftarlarının maddi kuvvetinden aldı. Rusyada hürriyet yoktur, çünkü hürriyete ihtiyaç yoktur. Hürriyet bir ihanettir veya bir cinnet. İhtiyaç olduğu gün her erezi meşruiyet kazanacaktır. Batıda hürriyet bir realitedir, çünkü Batı tarihinin gelişmesi, çatışma halindeki içtimai sınıflara dayanıyor. Her içtimai sınıfın ayrı bir hakikati vardır. Ve her içtimai sınıf bu hakikati bağıra bağıra söyleyecek kadar kuvvetlidir. Rusya'da tek içtimai sınıf var. Yani tek hakikat.
Bizde hürriyet yok.
Ne hürriyeti?
Fikir var mı ki hürriyeti olsun?
Her fikir sahneye çıktığı zaman ıslıklanır, hücuma uğrar, bir rahatsızlık unsurudur. Fikir de yaşamak için dövüşmek zorundadır. Gerçekten varsa kendini muayyen bir zümreye kabul ettirir. Muayyen bir zümre gerçekten varsa hürriyetini pençesiyle fetheder. Hürriyet içtimai sınıfların varlıkları, yani gerçek kuvvetleri ölçüsünde mevcuttur. Sınıfsız hürriyet yani havada hürriyet sadece cemiyetin çöküşünü gösterir. Cehaletin hürriyeti.
Söyleyecek sözü olan her zaman ve her yerde hürdür. Var oldukça hürdür. Fedakarlıksız hürriyet olmaz. Hürriyet bir fedakârlık mirasına dayanır.

20.7.1965 YARATAMIYORSUN
Düşünce dokunduğunu yakan kezzap.
Hangi düşünce?
Aksiyona bağlanmayan, kendi kendini öğüten, bataklaşan, kanserleşen düşünce. Bu bir düşünce değil, bir felâket. Vehimlerinden bir kâbus halkeden hasta ve zavallı bir beyin.
Yaratamıyorsun.
Sokaktaki adam alışkanlıklarıyla Zaloğlu Rüstem.
Sen çırılçıplaksın.
Çırılçıplak ve karanlıklarda.
Andan kaçmak, nereye?
Hayalinin inşa ettiği cehennemler gerçekten daha mı cazip?
Düşünce, düşünce berraktır.
Sen düşünemiyorsun.
Dış dünyadan kopmuşsun.
İç dünyan hasta bir hayvanın korkularını aksettiren ayna.
Kırık bir ayna.
GÖMÜLMESİ UNUTULMUŞ BİR CENAZESİN.
SEFALETİNİ KAYBETMEKTEN BİLE DEHŞET DUYUYORSUN.
SEVENİN YOK, ANLAYANIN YOK, AĞLAYANIN YOK.

Cemil MERİÇ hzl: Mahmut Ali MERİÇ Jurnal [Kitap]. - İstanbul : İletişim, Cilt I 2010, Cilt II 2009.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar