Kuran'da Hz. Musa'nın Hayatı ve Mücadelesi
İnsanlık tarihine aynı zamanda peygamberler tarihi gözüyle de bakılabilir.
Allah Kendi vahyini insanlara tarihin her döneminde elçileri vasıtasıyla
ulaştırmıştır. Elçiler, insanlara Rab’lerini anlatmış, onlara Yaratıcı’larının
sözlerini iletmişlerdir.
Kuran’da birçok peygamberin bu tebliğ mücadelesi detaylı bir şekilde
anlatılır. Onların bu mücadele sırasındaki davranışları, karşılaştıkları
zorluklar ve buldukları çözümler, gösterdikleri güzel davranışlar anlatılır.
Allah, elçilerinin yaşadıklarını Kuran’da, insanlara örnek olması için aktarır.
Onların mücadeleleri ve ahlakları şu anda yaşayan insanlar için de örnektir.
Kuran’da Peygamberimiz Hz. Muhammed ile birlikte Hz. İsa, Hz. Süleyman, Hz.
Yusuf, Hz. Nuh, Hz. İbrahim ve daha bir çok peygamberden haberler verilmekte,
onların yaşadıkları ve ibret alabileceğimiz olaylar aktarılmaktadır. Örneğin
Hz. Yusuf’un kardeşleriyle olan diyaloğu, kardeşlerinin onu kuyuya atması, köle
olarak satılması, sarayda köle iken iftiraya uğrayıp zindana atılması, oradan
da hazinelerin başına geçmesi anlatılırken bizim de ibret alabileceğimiz bir
çok imani özellik görülmekte, ayrıca insan ve toplum psikolojisine dair
hikmetli bilgiler aktarılmaktadır.
Ya da Allah’ın Kuran’da “sizin için onda güzel bir örnek var” diye söz
ettiği Hz. İbrahim’in ateşe atılırken tevekkül etmesi ve Allah’a yönelmesinde,
onun içli ve yumuşak huylu olduğunun belirtilmesinde gerçekten bizim için çok güzel örnekler
vardır.
Kuran’da kendisinden ve yaşamından en çok bahsedilen peygamber ise Hz. Musa’dır.
Tam 34 surede Hz. Musa’dan bahsedilmektedir. Kuran’ın üç ayrı büyük suresinde
(Araf, Ta-ha ve Kasas sureleri) Hz. Musa’nın hayatına dair çok detaylı bilgiler
verilmektedir. Tüm bu sure ve ayetlerde Hz. Musa’nın, çocukluğundan
başlayarak Firavun’la olan mücadelesi, kavminin kötü davranışları ve onlara
yaptığı tebliğ çok ayrıntılı bir şekilde aktarılmıştır. Zorluk anlarında
gösterdiği dirayet örnek olarak verilmiştir.
Bu
kitapta Hz. Musa’nın Kuran’da bahsedilen hayatını inceleyeceğiz. Ayetlerin işaretiyle
yaşadıklarını göreceğiz. Dikkat edilmesi gereken önemli bir husus, Hz. Musa’nın hayatını geçmişte
yaşanmış bitmiş olaylar olarak değil, günümüze, bizzat kendi hayatımıza ışık
tutan ibretler ve örnekler olarak
değerlendirmemizdir.
FİRAVUN’UN MISIR HAKİMİYETİ
ve İSRAİLOĞULLARI’NIN DURUMU
Eski Mısır medeniyeti, aynı tarihlerde Mezopotamya’da kurulmuş şehir
devletleriyle birlikte, tarihin en eski uygarlıklarından biridir. Mısır,
döneminin en organize sosyal ve siyasi düzenine sahip devleti olarak bilinir.
M.Ö. 3000’ler civarında yazıyı bulup kullanmaları, Nil nehrinden
faydalanmaları, ülkenin çevresinin çöllerle kaplı olması ve doğal yapısı
sayesinde dışarıdan gelebilecek saldırılara karşı korunmuş olması, Mısırlıların
sahip oldukları medeniyetin ilerlemesine büyük katkıda bulunmuştur.
Ancak bu uygarlık, Kuran’da inkar sisteminin en açık ve net tarif edildiği
“Firavun yönetiminin” geçerli olduğu bir medeniyettir. Bu toplumun insanları
Allah’a karşı büyüklük taslamışlar, hak dinden sırt çevirmişler ve inkar
etmişlerdir. Sahip oldukları ileri medeniyetleri, sosyal ve siyasal düzenleri,
askeri başarıları onları helak olmaktan kurtaramamıştır.
Mısır tarihinin en önemli olayları ise, İsrailoğulları’nın bu ülkedeki
varlıklarıyla ilgili olarak gelişmiştir.
İsrail, Hz. Yakub’un bir diğer ismidir. Hz. Yakup’un oğulları
“İsrailoğulları” olarak bilinen, sonradan “yahudi” olarak da anılan kavmi
oluşturmuştur. İsrailoğularının Mısır’a gelişleri ise Hz. Yakub’un küçük oğlu
Hz. Yusuf zamanında olmuştur. Kuran’da Hz. Yusuf’un yaşamı Yusuf suresinde
detaylı bir şekilde anlatılır. Hz. Yusuf küçüklüğünden başlayarak bir çok
sıkıntılar çekmiş, saldırılara ve iftiralara maruz kalmıştır. Daha sonra bir
iftira sonucunda girdiği zindandan kurtularak, Mısır’da hazinelerin başına
gelmiştir. Bunun ardından onun öncülüğünde İsrailoğulları Mısır’a girmeye
başlamışlardır. Kuran’da bu olay şöyle anlatılır:
Böylece onlar (gelip) Yusuf’un yanına girdikleri zaman,
anne ve babasını bağrına bastı ve dedi ki: “Allah’ın dilemesiyle Mısır’a
güvenlik içinde giriniz.” (Yusuf Suresi, 99)
Kuran’dan anladığımıza göre, ilk başlarda yukarıdaki ayette belirtildiği
gibi barış ve güven içinde yaşayan İsrailoğulları zamanla Mısır toplumu
içindeki statülerini kaybetmeye başlamışlar ve sonunda köle konumuna
gelmişlerdir. Ayetlerden, Hz. Musa’nın geldiği dönemde İsrailoğulları’nın böyle
bir konumda yaşadıkları görülmektedir.
Hz. Musa, Kuran’da anlatıldığına göre “kölelikte bulunan bir kavmin” bir
üyesi olarak Firavun’a gitmiştir. Firavun ve adamlarının Hz. Musa ve Hz.
Harun’a karşı verdikleri şu kibirli cevap, bu konuda bizi bilgilendirmektedir:
Dediler ki: “Bizim benzerimiz olan iki beşere mi inanacak
mışız? Kaldı ki, onların kavimleri bize kullukta (kölelikte) bulunmaktadırlar.”
(Müminun Suresi, 47)
Ayetlerde bildirildiğine göre Mısırlılar İsrailoğulları üzerinde gerçek bir
kölelik yönetimi kurmuşlardı. Kendi işlerinde hizmet için İsrailoğulları’nı
kullanıyorlardı. Köleliğin sürmesi için onları zorlamakta ve işkenceyle baskı
altında tutmaktaydılar. Mısır toplumu içinde İsrailoğulları’na yapılan baskı o
kadar ileri gitmişti ki onların nüfusları bile denetim altında tutuluyordu.
Kendileri için tehlikeli olacağını düşündükleri erkek nüfusunun artışına engel
olunuyor, hizmet için kullanacakları kadınlar sağ bırakılıyorlardı. Allah,
İsrailoğulları’na hitab eden ayetlerde bu gerçeği şöyle açıklar:
Sizi, dayanılmaz işkencelere uğrattıklarında, Firavun
ailesinin elinden kurtardığımızı hatırlayın. Onlar, kadınlarınızı diri bırakıp,
erkek çocuklarınızı boğazlıyorlardı. Bunda sizin için Rabbinizden büyük bir
imtihan vardı. (Bakara Suresi, 49)
Hani size dayanılmaz işkenceler yapan, kadınlarınızı sağ
bırakıp erkek çocuklarınızı öldüren
Firavun ailesinden sizi kurtarmıştık. Bunda Rabbinizden sizin için büyük bir
imtihan vardı. (Araf Suresi, 141)
Mısır’da
hakim olan bir din vardı. Bu, Firavun’un atalarından kalan eski, putperest bir
dindi. Bu batıl dine göre bir çok tanrı vardı. Firavun ise yeryüzünde yaşayan
bir tanrıydı. İşte bu düşünce, ona halkı karşısında büyük bir güç veriyordu.
Firavun ve onun etrafındakiler atalarının dininden kaynaklanan yaşam tarzına
karşı Musa peygamberi bir tehlike olarak görmüşlerdi. Çünkü atalarının dinine
göre büyüklük tümüyle Firavun’a aitti. Firavun’un bu büyüklenme ve sahiplenme
isteği ve Hz. Musa ile Hz. Harun’u kendine rakip gibi görmesi, Firavun ve
çevresinin Hz. Musa ve
Hz. Harun’a söylediklerinden anlaşılmaktadır:
Onlar: “Siz ikiniz, bizi atalarımızı üzerinde bulduğumuz
(yol)dan çevirmek ve yeryüzünde büyüklük sizin olsun diye mi bize geldiniz? Biz,
sizin ikinize inanacak değiliz” dediler. (Yunus Suresi, 78)
Firavun,
atalarının dinine göre kendisinin tanrı olduğunu iddia ediyordu. Hatta bu
konuda çok daha ileri giderek kendisinin en yüce Rab olduğunu ileri sürüyordu:
(Firavun) Dedi ki: “Sizin en yüce Rabbiniz benim.” (Naziat Suresi, 24)
Firavun ve çevresindekiler sahip oldukları batıl dinlerinden dolayı
kendilerini ilahi şahıslar olarak görüyorlardı. Gerçek dinin ortaya koyduğu
tevazu, sevgi, şefkat gibi kavramlardan tamamen uzak oldukları için büyüklenen
bir yapıları vardı. Bu büyüklenmelerinin bir sonucu olarak da kendilerinin
zorba davranışlarda bulunmaya hak sahibi olduklarını düşünüyorlardı. Onların bu
durumu, şu ayetle haber verilmiştir:
“Firavun’a ve ileri gelen çevresine; fakat onlar
büyüklendiler. Onlar, ‘büyüklenen-zorba’ bir topluluktu.” (Müminun Suresi, 46)
Firavun’un Mısır halkı üzerinde o
kadar büyük bir etkisi vardı ki herkes onun gücüne boyun eğmişti. Mısır’ın tüm
topraklarının ve Nil nehrinin sahibinin yalnızca Firavun olduğunu
zannediyorlardı:
Firavun, kendi kavmi içinde bağırdı; dedi ki: “Ey kavmim,
Mısır’ın mülkü ve şu altımda akmakta olan nehirler benim değil mi? Yine de görmeyecek misiniz?” (Zuhruf Suresi, 51)
Mısır için Nil hayat demekti. Nil sayesinde tarım yapılabiliyordu. Ondan
alınan suyla ekinler sulanıyor, hayvanlar ihtiyaçlarını sağlıyor, insanlar su
içebiliyorlardı. İşte Firavun’a ve çevresindeki önde gelenlere göre tüm bu
suyun ve toprakların tek sahibi Firavun’du. Firavun’un bu gücünü herkes
kabullenmiş ve ona tabi olmuştu
Firavun gücünü daha iyi kullanabilmek ve insanları daha kolay boyunduruğu
altına almak için onları kendi aralarında bölümlere ayırıp kendine yakın olarak
seçtikleriyle zayıflattığı bölümleri
rahatça yönetebiliyordu. Bir ayette bu duruma şöyle dikkat çekilmiştir:
Gerçek şu ki, Firavun yeryüzünde (Mısır’da) büyüklenmiş
ve oranın halkını birtakım fırkalara ayırıp bölmüştü; onlardan bir bölümünü
güçten düşürüyor, erkek çocuklarını boğazlayıp kadınlarını diri bırakıyordu.
Çünkü o, bozgunculardandı. (Kasas Suresi, 4)
Hz. Musa doğmadan önce Mısır’a baktığımızda; ülkenin tümüyle fesat ve
bozgunculukla dopdolu olduğunu görüyoruz. Sırf ırk farklılığından dolayı
insanlar köle yapılıyor, işkence altında tutuluyor ve erkek çocuklar sebepsiz
yere öldürülüyordu. Diğer taraftan zulüm ve kibirlenme içinde bulunan Firavun
kendini yeryüzündeki ilah olarak görüyordu. Çok güçlü bir sistemle her şeye
hakim olan Firavun, insanların ona tabi olmasını sağlamıştı.
İşte böyle bir ortamda Allah baskıyı ve zulmü ortadan kaldıracak, insanlara
Rablerinin Allah olduğunu hatırlatacak, tekrar hak dini insanlara öğretecek ve
İsrailoğulları’nı esaretten kurtaracak bir elçi olarak Hz. Musa’yı gönderdi.
HZ. MUSA’NIN
DOĞUMU
Hz. Musa bir önceki bölümde anlattığımız gibi çok zor bir ortamda dünyaya
geldi. Dünyaya geldiği anda dahi hayatı tehlikedeydi. Firavun tüm yeni doğan
erkek çocukları öldürüyor, kız çocukları ise kölelik yapması için sağ
bırakıyordu. İşte, Hz. Musa böyle bir tehlike içinde kölelerin arasında
öldürülme tehdidiyle yaşamaya başladı. Annesi de Hz. Musa
için endişe ediyordu. Bu
endişesi Allah’tan aldığı ilhama kadar da sürdü:
Musa’nın annesine: “Onu emzir, şayet onun için korkacak
olursan, onu suya bırak, korkma ve üzülme; çünkü onu biz sana tekrar geri
vereceğiz ve onu gönderilen (elçilerden) kılacağız” diye vahyettik (bildirdik).
(Kasas Suresi, 7)
Allah, Hz. Musa’nın annesine eğer korkarsa ne yapacağını söylemişti. Eğer
Firavun’un adamları Hz. Musa’nın doğduğunu öğrenirse onu sandığın içine koyacak
ve suya bırakacaktı. Hz. Musa’nın annesi aldığı vahiy doğrultusunda öyle de
yaptı. Çünkü oğlunun hayatından endişe ediyordu. Hz. Musa’yı bir sandığa koydu
ve akmakta olan Nil’in sularına bıraktı. Akıntının onu nasıl ve nereye
götüreceğini bilmiyordu. Fakat Rabbinin ilhamı ile, sonunda tekrar kendisine
geri döneceğini ve peygamber olacağını biliyordu. Herşeyi yaratan ve onlara
nizam veren Allah, onu ve Hz. Musa’yı da yaratmış, kaderlerini ne olduğunu da
ona bildirmişti. Allah daha sonra doğumuyla ilgili bu gerçeği Hz. Musa’ya şöyle
hatırlatacaktı:
“Hani,
annene vahyolunan şeyi vahyetmiştik, (şöyle ki:)”
“Onu
sandığın içine koy, suya bırak, böylece su onu sahile bıraksın; onu benim de
düşmanım, onun da düşmanı olan biri alacaktır..” (Taha Suresi, 38-39)
Burada üzerinde durulması gereken önemli bir konu, kaderdir. Ayette
Allah Hz. Musa’nın annesine oğlunu suya bırakmasını söylemiş ve sonunda onu
Firavun’un alacağını ve onun kendisine geri dönüp elçilerden olacağını bildirmişti.
Yani Hz. Musa doğduğunda onun bir sandık içinde suya bırakılacağı, Firavun’un
onu bulacağı, sonunda ise Hz. Musa’nın bir peygamber olacağı belliydi. Çünkü
Allah onun kaderini öyle belirlemişti. Allah bunu Hz. Musa’nın annesine bildirdi.
Burada Hz. Musa’nın hayatındaki tüm detayların en ince ayrıntısına kadar
Allah katında kaderde takdir edildiğine ve aynen takdir edildiği gibi
gerçekleştiğine dikkat etmek gerekir. Allah’ın Hz. Musa’nın annesine ilettiği
vahyin gerçekleşmesi, sayısız şartın tam kaderde tespit edildiği şekilde
meydana gelmesi ile olmuştur.
Hz. Musa’nın Firavun’un adamlarından kurtularak, suda boğulmadan Firavun’un
sarayına kadar gitmesi için:
1- Bebek yaştaki Hz. Musa’nın bindirildiği sandık su almamalıdır. Bunun için
sandık ustasının sandığı suda yüzebilecek uygun ölçülerde yapmış olması
gereklidir. Öte yandan sandığın şekli de yüzme hızı açısından önemlidir. Ne çok
daha hızlı yüzüp Firavun’un olduğu yeri geçecek ne de yavaş olup geri kalacak
şekilde olmalıdır. Tam olması gereken hızda hareket edecek şekilde yapılmış
olmalıdır. Bunların hepsi de sandığı yapan ustanın kaderinde tespit edilmiş
detaylardır. O da bu sandığı tam yapması gereken şekilde yapmıştır.
2- Sandığı sürükleyen akıntı ne daha hızlı ne de daha yavaş olmalı, nehrin
suları tam gerekli hızda ilerlemelidir. Yani Nil’in debisini oluşturan yağışlar
da tam bu şekilde Allah’ın yarattığı kader ölçüsünde belirli bir hesap ile
olmuştur.
3- Esen rüzgarlar da sandığı yine tam gerektiği şekilde etkilemelidir. Yani
rüzgar da bir kader doğrultusunda esmektedir. Ne çok esip sürüklemeli, ne ters
esip yönünü değiştirmeli ne de yavaş esip hızını azaltmalıdır.
4- Nil boyunca başka kimse bu sandığı bulmamalıdır. Yani sakıncalı hiç kimse
oradan geçmemeli, oradan geçmekte olan hiç kimse de ona rastlamamalıdır.
Dolayısıyla Nil çevresinde yaşayan herkes bir kader doğrultusunda oradan
geçmeyecek veya sandığı görmeyecektir. Nitekim bu şart da Allah’ın tespit
ettiği kadere göre gerçekleşmiştir.
5- Hz. Musa’nın hayatı gibi Firavun ve ailesinin hayatı da bir kader
doğrultusundadır. Onlar da tam olmaları gereken saatte ve olmaları gereken
yerde olmalı ve Hz. Musa’yı bulmalıdırlar. Belki Firavun ailesi Nil kenarına
daha erken gelmeyi planlamış olabilir. Onların gecikmesine sebep olan da kaderlerindeki
işi yaparak olması gerekeni sağlamıştır.
Bunların hepsi Firavun’un Hz. Musa’yı bulmasını sağlayan sebeplerden
birkaçıdır. Hepsi de
Allah’ın Hz. Musa’nın annesine daha önceden vahyettiği söze uygun olarak tam
gerektiği şekilde gerçekleşmiştir. Gerçekte Allah’ın Hz. Musa’nın annesine verdiği söz de ve gerçekleşen tüm
diğer olaylar da, Allah’ın ezelde tespit ettiği kadere göre olup bitmiştir.
Hz. Musa’nın kaderinde olan olaylar sadece buraya kadar anlattığımız gibi
hadiseler değildir. Hayatının her anı belli bir kader çizgisiyle örülmüştür. O ne doğduğu yeri, ne doğduğu yılı, ne kendi kavmini ne
de anne ve babasını seçmiştir. Bunların hepsi Allah tarafından takdir edilmiş
ve yaratılmıştır.
Daha ince ve detaylı olarak düşündüğümüzde kaderin hayatın her anına nasıl
mutlak şekilde hakim olduğunu daha yakından hissedebiliriz. Bu kıssa da bunu
çokça hatırlatarak üzerinde düşünülmesini sağlar. Allah, Hz. Musa kıssasındaki
tüm bu detaylarla, aslında Kendisi’nin, tüm insanların ve tüm kainatın kaderini
de önceden takdir ettiğini bizlere hatırlatmaktadır.
Nasıl Hz. Musa Nil’de kaderin sevkiyle hareket ediyorsa Firavun ve ailesi
de onunla karşılaşacakları yere kaderleri doğrultusunda gitmiştir. Ayetlerde
Firavun ailesinin, aynen Allah’ın daha önce Hz. Musa’nın annesine vahyettiği
gibi davrandıkları, yani onu bilmeden himaye altına aldıkları şöyle anlatılır:
Nihayet Firavun’un ailesi, onu (ileride bilmeksizin)
kendileri için bir düşman ve üzüntü konusu olsun diye sahipsiz görüp aldılar.
Gerçekte Firavun, Haman ve askerleri bir yanılgı içindeydi. Firavun’un karısı
dedi ki: “Benim için de, senin için de bir göz bebeği; onu öldürmeyin; umulur
ki bize yararı dokunur veya onu evlat ediniriz.” Oysa onlar (başlarına
geleceklerin) şuurunda değillerdi. (Kasas Suresi, 8-9)
Böylece Firavun ve ailesi, kaderlerinin nereye gittiğini bilmeden ancak o
kadere tabi bir şekilde Hz. Musa’yı buldular ve onu evlatlıkları olarak
yanlarına aldılar. Hatta Hz. Musa’yı kendileri için bir fayda getirir umuduyla
yanlarında tuttular.
Diğer tarafta ise Hz. Musa’nın annesi oğlunun durumunu bilemediği için
endişe içindeydi. Allah onun bu duruma dayanması için kalbini pekiştirdiğini
bildirmiştir:
Musa’nın annesi ise, yüreği boşluk içinde sabahladı. Eğer
mü’minlerden olması için kalbi üzerinde (sabrı ve dayanıklılığı) pekiştirmemiş
olsaydık, neredeyse onu(n durumunu) açığa vuracaktı. Ve onun kız kardeşine:
“Onu izle,” dedi. Böylece o da, kendileri farkında değilken onu uzaktan
gözetledi. Biz, daha önce ona süt analarını haram etmiştik. (Kız kardeşi:)
“Ben, sizin adınıza onun bakımını üstlenecek ve ona öğüt verecek (veya
eğitecek) bir aileyi size bildireyim mi?” dedi. Böylelikle, gözünün aydın
olması, üzülmemesi ve gerçekten Allah’ın va’dinin hak olduğunu bilmesi için,
onu annesine geri vermiş olduk. Ancak onların çoğu bilmezler. (Kasas
Suresi, 10-13)
Bebek
yaştaki Hz. Musa, kendisine gelen hiç bir süt annesine yönelmemiş, hiçbirinin
sütünü içmemişti. Çünkü, Allah ona sadece annesinin sütünü içecek şekilde bir
kader belirlemişti. Bu olay da insanların tüm isteklerinin Allah’ın belirlediği
kadere göre yaşandığının bir örneğidir. Hz. Musa sonunda annesine ilham ile
bildirildiği gibi tekrar kendi ailesine geri dönmüş oluyordu.
Allah,
Hz. Musa kıssasında, zor gibi gözüken olayları kolaylıkla yarattığını ve şer
gibi gözüken olayları kolaylıkla hayra çevirdiğini insanlara göstermektedir.
Bir annenin, bebeğinin zalim askerler tarafından öldürülme tehlikesiyle yüz
yüze gelmesi, bunun ardından bebeği kurtarmak için onu nehre yapayalnız
bırakması, bebeğin ülkenin en güçlü ailesi tarafından bulunup evlat edinilmesi
ve sonra başka hiç bir anneden süt emmeyen bebeğin tekrar annesine geri
dönmesi… Bu olayların hepsi ayrı birer mucizedir. Bizlere Allah’ın takdir
ettiği kaderdeki kusursuzluğu göstermektedir. Kaderin her detayı mümin olanlar
için hayırla gelişir. Bu örnekte gördüğümüz gibi Allah kimi zaman bu hayrı hiç
umulmadık sebepleri vesile ederek gerçekleştirmektedir.
HZ. MUSA'NIN MISIR’DAN KAÇIŞI
Kuran’da
Hz. Musa ile ilgili şöyle bir olay aktarılmıştır:
(Musa) Halkının haberi olmadığı bir zamanda
şehre girdi, orda kavga etmekte olan iki adam buldu; bu kendi taraftarlarından,
şu da düşmanlarından. Derken taraftarlarından olan, düşmanlarından olana karşı
ondan yardım istedi. Bunun üzerine ona bir yumruk attı ve işini bitiriverdi.
(Sonra da:) “Bu şeytanın işindendir; o, gerçekten açıkca saptırıcı bir
düşmandır” dedi. (Kasas Suresi, 15)
Bu olayda Hz. Musa kendi
taraftarlarından birisinin kavgasına şahit olur. Kimin haklı kimin haksız olduğuna
bakmadan, kendi taraftarlarından olanın yanında yer alır. Diğer taraftaki
kişiye yumruk atar ve onu istemeden öldürür. Hz. Musa büyük bir hata yaptığının
farkına varır. Bu olayda, Allah bize bir ders vermekte ve bir insanı haksız
olmasına rağmen sırf kendi taraftarlarından olduğu için desteklemenin
yanlışlığını öğretmektedir. Hz. Musa, kendi taraftarlarından olanı üstün tutan
davranışını “şeytan işi” bir şey olarak nitelendirmektedir.
Burada
eleştirilen yaklaşım, gerçekten de tarih boyunca insanlığa hep kin ve savaş
getirmiştir ve getirmeye devam etmektedir. İnsanların adalet ve hakka göre
değil, her ne surette olursa olsun kendi ailesini, aşiretini, kavmini,
yandaşlarını veya ırkını haklı çıkarmaya yönelik saplantıları, tarihteki
çatışma ve zulümlerin en büyük sebebidir.
Hz.
Musa şeytanın insana vermeye çalıştığı bu kötü duygunun bir zulüm olduğunu
vicdanıyla hemen anlamış, şeytanın kışkırtmasıyla işlediği hatadan dolayı tevbe
edip Allah’a sığınmıştır. Kıssanın devamında Hz. Musa’nın bu örnek ve vicdanlı
tavrı şöyle anlatılır:
Dedi
ki: “Rabbim, gerçekten, ben kendi nefsime zulmettim, artık beni bağışla.”
Böylece (Allah) onu bağışladı. Şüphesiz. O, bağışlayandır, esirgeyendir. Dedi
ki: “Rabbim, bana verdiğin nimetler adına, artık suçlu günahkarlara destekçi
olmayacağım.” (Kasas Suresi, 16-17)
Hz.
Musa yaptığı hatayı, bir kişiyi sadece kendi taraftarlarından olduğu için
koruduğunu ama aslında adaleti ayakta tutması gerektiğini anlamıştı. Fakat o
taraflı yaklaşım Mısır’da hakimdi. Hz. Musa, onlardan birisini yanlışlıkla
öldürmüştü. Şimdi onlar kendi ırklarını tutacakları için Hz. Musa’nın
öldürülmesini isteyebilirlerdi. Bu ihtimal, ona korku vermişti:
Böylece şehirde korku içinde (çevreyi) gözetleyerek
sabahladı. Derken, bir de baktı ki, dün kendisinden yardım isteyen (kişi, bugün
de) kendisine yardım için bağırıyor. Musa,
ona dedi ki: “Sen açıkca bir azgınsın.” (Kasas Suresi, 18)
Böylece
Hz. Musa ile Firavun kavmi arasındaki ayrılma başladı. Hz. Musa kendisine
Firavun ve çevresi tarafından bir zarar geleceği endişesiyle geceyi geçirdi.
Gündüz vakti yukarıdaki ayetlerde bildirilen olay gerçekleşti: Bir gün önce
yardım ettiği kişi yine başka birisi için Hz. Musa’dan yardım istedi. Çünkü Hz.
Musa ayetin ifadesiyle onun taraftarlarındandı ve aynı bir gün önce yaptığı
gibi o gün de kendisine yardım edeceğini düşündü. Fakat Hz. Musa aynı hatayı
bir daha tekrarlamadı. Kendi taraftarlarından olan kişinin hatalı olduğunu
bildiği için ona yardım etmedi. Asıl suçlu olan bu kişi ise hemen Hz. Musa’nın
aleyhine dönüp onu eleştirdi. Onu eleştirirken bir gün önce ona yardım ederken
yanlışlıkla adam öldürmesini de Hz. Musa aleyhine bir delil olarak kullandı:
Sonunda
ikisinin de düşmanı olan (adam)ı yakalamak isterken (adam ona) dedi ki: “Ey
Musa dün birini öldürdüğün gibi, bugün de beni mi öldürmek istiyorsun? Sen
yeryüzünde yalnızca bir zorba olmak istiyorsun, ıslah edicilerden olmak
istemiyorsun.” (Kasas Suresi, 19)
Hz.
Musa, Mısır halkından birisini yanlışlıkla da olsa öldürmüş bir insan
konumundaydı. Firavun ve
önde gelenler de Hz. Musa’nın cezalandırılmasını ve hatta öldürülmesini
görüşmeye başladılar. Bu konuşmaları duyan bir kişi Hz. Musa’ya gelerek onu
uyardı. Öldürülmekten endişe eden Hz. Musa şehirden ayrılıp Mısır’dan
uzaklaştı:
Şehrin öbür yakasından bir adam koşarak gelip dedi ki:
“Ey Musa, önde gelenler, seni öldürmek konusunda aralarında görüşmektedirler,
artık sen çık git; gerçekten ben sana öğüt verenlerdenim.”Böylece oradan korku
içinde (çevreyi) gözetleyerek çıkıp gitti: “Rabbim, zalimler topluluğundan beni
kurtar” dedi. (Kasas Suresi, 20-21)
Hz. Musa’nın yaşamıyla ilgili bu gerçekler, bizlere onun karakteri hakkında
da bilgi vermektedir. Ayetlerde Hz. Musa’nın kişiliğine dair bilgiler
verilmekte ve onun heyecanlı bir yapıya
sahip olduğu anlaşılmaktadır. Kavga eden iki kişiden hemen taraftarlarından
olanı tutmuş, diğerini bir yumrukla
öldürmüş, öldürülmekten endişe edinerek Mısır’dan çıkmıştır. Bunları yaparken
Hz. Musa’nın hep heyecan içinde olduğu görülmektedir. Fakat daha sonra Allah’ın
kendisiyle konuşması ve onu eğitmesiyle
Hz. Musa, Allah dışında kimseden korkmamayı ve Allah’a tam anlamıyla
tevekkül etmeyi öğrenmiştir. Bu, Allah’ın bir insanın karakterini
geliştirmesinin ve olgunlaştırmasının güzel bir örneğidir.
MEDYEN’E GİDİŞİ ve ORADA KALMASI
Hz. Musa, artık kendini yetiştiren Firavun ve kavmini terk ettikten sonra,
başka bir yere, Medyen’e doğru yönelmişti. (Medyen, Mısır’ın doğusunda, Sina
çölünün ardında yer alan bir bölgedir. Günümüzde coğrafi konum olarak Ürdün’ün
güney ucuna karşılık gelmektedir.)
Medyen suyunda hayvanlarını sulayamayan iki kadın gördü. Kadınlar
çobanlardan çekiniyorlardı, bu nedenle onların yanına gidip sahip oldukları
sürüyü sulayamıyorlardı. Fakat, Hz. Musa’nın ayetlerde anlatıldığı gibi, son
derece güvenilir ve nezih bir görüntüsü vardı. Bu nedenle kadınlar onunla
konuşmaktan çekinmediler. Kadınlar Hz. Musa’ya iffetlerini sakındıkları için
sulamaya gitmediklerini, hayvanlarını sulamaya kendilerinin gitmek zorunda
olduğunu, çünkü babalarının yaşlı bir kişi olduğunu anlattılar. Bunun üzerine
Hz. Musa kadınlara yardım edip onların hayvanlarını suladı:
Medyen suyuna vardığı zaman, su almakta olan bir insan
topluluğu buldu. Onların gerisinde de (hayvanları su başına götürmekten
çekinen) iki kadın buldu. Dedi ki: “Bu durumunuz ne?” “Çobanlar sürülerini sulamadıkça, biz
sürülerimizi sulayamayız; babamız, yaşı ilerlemiş bir ihtiyardır.” dediler.
Hemencecik onların sürülerini suladı... (Kasas Suresi, 23-24)
Burada Hz. Musa’nın nezaketli, ince düşünceli ve yardımsever karakterinin
bir örneğini görüyoruz. Dikkat edilirse bu olayda Hz. Musa, hiç tanımadığı iki
yabancı kişiye giderek onlarla diyalog kurmuş, onlara yardımcı olmuş ve
saygılarını kazanmıştır. Öte yanda ayette “çobanlar” olarak tanımlanan
kişilerin ise Hz. Musa’nın tam aksi yönde bir tavır sergiledikleri
anlaşılmaktadır. Kadınlar, Hz. Musa ile diyalog kurabilmelerine rağmen, bu
kişilerin yanına bile yaklaşmamışlardır. Buradan anlıyoruz ki sözkonusu
kişiler; dış görünüm itibarıyla ürkütücü, üslup olarak kaba ve medeniyetsiz,
tavır olarak da düşüncesiz ve saygısız kimseler olmalıdır. (En doğrusunu Allah
bilir)
Demek ki bir müslümana yakışan tavır, ayette “çobanlar” olarak tarif edilen
bu kişilere benzer tavırlardan şiddetle kaçınmak, öte yandan Hz. Musa’yı örnek
alarak alabildiğince nezaketli, ince düşünceli, halden anlayan, nezih, bakanın
hemen güveneceği bir bir görüntü, üslup ve tavır geliştirmektir.
Bu arada Hz. Musa’nın, Allah’a tamamen teslim olmuş bir ruh hali içinde
olduğuna da dikkat etmek gerekir. Hz. Musa doğup büyüdüğü ülke olan Mısır’ı
tümüyle terk etmiş durumdaydı. Şimdi ise nasıl bir hayatı olacağı henüz belli
değildi. Bundan sonra hayatının eskisi gibi olmayacağı kesindi. Ama Allah’ın
kaderinde nasıl bir hayat hazırladığını henüz o da bilmiyordu. Rabbine şöyle
dua etti:
... sonra yine gölgeye çekilerek dedi ki: “Rabbim,
doğrusu bana indirdiğin her hayra muhtacım.” (Kasas Suresi, 24)
İnsanın duasındaki samimiyet,
Allah’ın her şeye kadir olduğunu, hayır ve şerrin ancak O’dan geldiğini ve
O’ndan başka hiç bir dost ve velisi olmadığını kavraması ve hissetmesiyle
alakalıdır. İşte Hz. Musa’nın üstteki ayette belirtilen duası, bu sırrı tamamen
anlamış ve tam olarak Allah’a teslim olarak yapılmış bir duadır. Allah onun bu
samimi duasına icabet etmiş ve Hz. Musa’ya rahmetini açmıştır.
Hz. Musa’nın yeni tanıştığı iki kadına karşı gösterdiği nezaket, onun için
yeni bir hayata vesile olmuştur. Hz. Musa dinlenirken daha önce yardım ettiği
kadınlardan biri gelerek yaptığı yardım karşılığında mükafatlandırmak için
babasının onu davet ettiğini söylemiştir:
Çok geçmeden, o iki (kadın)dan biri, (utana utana)
yürüyerek ona geldi. “Babam, bizim için sürüleri sulamana karşılık sana mükafat
vermek üzere seni davet etmektedir.” dedi. Bunun üzerine ona gelip de olup bitenleri
anlatınca o: “Korkma” dedi. “Zalimler topluluğundan kurtulmuş oldun.” (Kasas
Suresi, 25)
Hz. Musa Rabbine, O’ndan gelecek olan her hayra muhtaç olduğunu belirterek
dua etmişti. Ve Allah Hz. Musa’nın
duasına icabet ederek, öldürülme korkusunun ardından kendini güvende
hissedeceği ve ona yardımcı olacak birilerini gösterdi. Hz. Musa’nın güçlü ve
insanlara güven veren bir hal ve tavrı vardı. Zaten kadınlar da çobanlardan çekinmelerine rağmen Hz.
Musa’dan çekinmemişler, ona güvenmişler ve onunla konuşmuşlardı. Hatta
kadınlardan biri Hz. Musa’nın güçlü ve güvenilir olmasından söz ederek onun
ücretle tutulması için babasına istekte bulunmuştu:
O (kadın)lardan biri dedi ki: “Ey babacığım, onu ücretli
olarak tut; çünkü ücretle tuttuklarının en hayırlısı gerçekten o kuvvetli,
güvenilir (biri)dir.” (Kasas Suresi,
26)
Kadın
bu ifadesiyle, Hz. Musa’yı güvenilir bir insan olarak gördüğünü babasına da
açıkça ifade etmişti. Bunun üzerine yaşlı adam Hz. Musa’nın emin bir insan
olduğuna kanaat getirerek, onu kızı ile evlendirme kararı aldı. Hz. Musa’nın
güvenilir görüntüsü, bu karara vesile oldu ve yaşlı adam ona şöyle bir teklifte
bulundu:
(Babaları)
Dedi ki: “Doğrusu ben, sekiz yıl bana hizmet etmene karşılık olmak üzere, şu
iki kızımdan birini sana nikahlamak istiyorum; şayet on (yıl)a tamamlayacak
olursan, artık o da senden. Ben sana zorluk çıkarmak istemem; beni de inşaallah
salih olanlardan bulacaksın.”
(Musa)
Dedi ki: “Bu, benimle senin aranda olan (bir antlaşma)dır. Bu durumda iki
süreden hangisini yerine getirirsem, artık bana karşı bir haksızlık söz konusu
olamaz. Allah,
söylediklerimize vekildir.” (Kasas Suresi, 27-28)
Hz. Musa Kuran’dan salih bir müslüman olduğunu anladığımız yaşlı adamın
teklifini kabul etti. Ve yaşamının bundan sonraki bölümünü Medyen’de geçirmeye
başladı. Allah onu ilk başta öldürülme tehlikesindeyken Nil’in sularıyla
taşımış, orada boğulma tehlikesindeyken Firavun’un sarayına götürmüştü.
Mısır’da tekrar öldürülme tehlikesindeyken yine kurtarmış, Medyen’de güvenliğe
çıkarmıştı.
TUVA VADİSİNE GELMESİ ve İLK VAHİY
Hz. Musa yaşlı kişiyle yaptığı anlaşmaya uydu. Yıllarca Medyen’de kaldı.
Konuştukları süre dolunca artık Hz. Musa’nın anlaşması da sona ermiş oluyordu.
Süre tamamlanınca Hz. Musa ve ailesi Medyen’den ayrıldılar. Hz. Musa ailesiyle
yolda giderken, yakınından geçtiği Tur Dağı tarafında bir ateş gördü. Hz. Musa
bu ateşi gidip getirebileceğini, ondan ısınabileceklerini ya da orada bulunan
kişilerden bir haber alabileceğini düşündü:
Böylelikle Musa, süreyi tamamlayıp ailesiyle birlikte
yola koyulunca, Tur tarafında bir ateş gördü. Ailesine: “Siz durun, gerçekten
bir ateş gördüm; umarım ondan ya bir haber, ya da ısınmanız için bir kor
parçası getiririm.” dedi. (Kasas Suresi, 29)
Hani Musa ailesine: “Şüphesiz ben bir ateş gördüm” demişti.
“Size ondan ya bir haber veya ısınmanız için bir kor ateş getireceğim.” (Neml
Suresi, 7)
Hani bir ateş görmüştü de, ailesine şöyle demişti:
“Durun, bir ateş gördüm; umulur ki size ondan bir kor getiririm veya ateşin
yanında bir yol-gösterici bulurum.” (Taha Suresi, 10)
Hz. Musa Tur Dağı’ndaki ateşin yanına vardığında, çok büyük bir gerçekle
yüz yüze geldi. Allah, Hz. Musa’ya bir çalıdan seslendi ve ona vahiyde bulundu.
Kuran’da Allah’ın Hz. Musa’ya bu ilk vahyi şöyle anlatılır:
Derken oraya geldiğinde, o kutlu yerdeki vadinin sağ
yanında olan bir ağaçtan: “Ey Musa, Alemlerin Rabbi olan Allah benim;” diye
seslenildi. (Kasas Suresi, 30)
Nitekim
ona gidince, kendisine seslenildi: “Ey Musa.”
“Gerçekten Ben, Ben senin Rabbinim. Ayakkabılarını çıkar;
çünkü sen, kutsal vadi olan Tuva’dasın.”
“Ben seni seçmiş bulunuyorum; bundan böyle vahyolunanı
dinle.”
“Gerçekten Ben, Ben Allah’ım, Ben’den başka ilah yoktur;
şu halde Bana ibadet et ve beni zikretmek için dosdoğru namaz kıl.” (Taha Suresi, 11-14)
Bu, Hz. Musa’nın aldığı ilk vahiydir ve artık o Allah’ın elçisidir. Allah
onu elçi olarak seçtiğini bildirmiştir. Allah ona bir ağaçtan seslenmiştir ve
insanın dünyada ulaşabileceği en şerefli makamla şereflendirmiştir.
Tur’da gerçekleşen bu olayda dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta
vardır: Allah’ın Hz. Musa ile konuşması…Allah bir ağaçtan Hz. Musa’ya
seslenmiştir. Allah, Hz. Musa’ya konuşacak kadar yakındır. Aslında Allah
herkese konuşacak kadar yakındır. Mesela siz bu yazıları okurken de Allah size
en yakındır. Sizinle konuşacak, sizin sesinizi duyacak ve size de sesini
duyuracak kadar yakındır. Hatta Kuran’daki ifadeyle “Allah insana şah
damarından daha yakındır”. Allah şu anda bizimle konuşmadığı için biz O’nu
duymayız. Fakat O bizim her konuşmamızı duyacak kadar yakındır. Hatta biz
fısıldasak bile O bizi duyar.
Allah, Hz. Musa’ya kendisini tanıtıp onun Rabbi olduğunu söyledikten sonra
ona asasını sorar:
“Sağ
elindeki nedir ey Musa?”
Dedi
ki: “O, benim asamdır; ona dayanmakta, onunla davarlarım için ağaçlardan yaprak
düşürmekteyim, onda benim için daha başka yararlar da var.” (Taha Suresi,
17-18)
Kuşkusuz
Hz. Musa’nın elindekinin asa olduğunu Allah bilmektedir. Fakat Hz. Musa’yı
eğitmek ve ona kendi gücünü göstermek için asasını atmasını istemiştir:
“Asanı
bırak.” (Attıktan hemen sonra) onun şimdi bir yılan gibi hareket ettiğini
görünce, arkasına dönüp bakmaksızın kaçmaya başladı... (Kasas Suresi, 31)
“Asanı
bırak;” (Bıraktı ve) onun çevik bir yılan gibi hareket ettiğini görünce, geriye
doğru kaçtı ve arkasına bakmadı... (Neml Suresi, 10)
Hz.
Musa, her zaman kullandığı asasının bir yılana dönüştüğünü görünce, ayetlerde
bildirildiği gibi korkuya kapılmıştır. Ancak Allah bu olayla birlikte Hz.
Musa’yı eğitmiş, ona teslimiyeti ve Allah’tan başka hiç bir şeyden korkmamayı öğretmiştir:
...”Ey Musa, korkma; şüphesiz Ben(im); Benim yanımda
gönderilen (elçiler) korkmaz.” (Neml Suresi, 10)
Dedi ki: “Onu al ve korkma, biz onu ilk durumuna
çevireceğiz.” (Taha Suresi, 21)
Hz. Musa, ayette bildirilen emir gereği asasını geri almıştır. Nitekim bu
asa ileride, Firavun’a karşı kullanacağı bir mucize olacaktır. Allah, bunun
ardından Hz. Musa’ya ikinci bir mucize daha vermiştir:
Elini koynuna sok, kusursuz olarak bembeyaz çıksın.
(Kasas Suresi, 32)
Hz. Musa’nın ikinci mucizesi ise ayette haber verildiği üzere, elinin
bembeyaz olmasıdır. Musa peygamber ardarda gelişen bu olaylardan dolayı
heyecana ve ayetin ifadesiyle dehşete kapılmıştı. Ancak Allah, kendisini
toparlamasını ve bu mucizelerle Firavun’a gitmesini emretmiştir:
Hz. Musa’nın Allah’tan vahiy aldığı sırada vermiş olduğu cevaplar, onun
samimiyetine dair örneklerle doludur. Hz. Musa, korktuğunu, çekindiğini,
kendisine tam güvenemediğini Allah’a çok samimi bir şekilde söylemiş ve O’ndan
yardım dilemiştir. Örneğin Mısır
kavminden birisini öldürdüğünü, onların da karşılık olarak kendisini
öldürmelerinden endişe ettiğini söylemiştir. Hz. Musa’nın bir diğer korkusu da
kendisini iyi ifade edemeyeceğini düşünmesidir.
Akıcı konuşamadığını düşünmüş ve Firavun’a iyi hitap edemeyeceği için
endişelenmiştir. Bunun için, konuşması daha akıcı olan kardeşi Hz. Harun’un
kendisine yardımcı olarak verilmesini istemiştir:
Dedi ki: “Rabbim, gerçekten onlardan bir kişi öldürdüm,
beni öldürmelerinden korkuyorum.”
“Ve kardeşim Harun; dil bakımından o benden daha düzgün
konuşmaktadır, onu da benimle birlikte bir yardımcı olarak gönder, beni
doğrulasın. Çünkü onların beni yalanlamalarından korkuyorum.” (Kasas Suresi,
33-34)
“Kardeşim Harun’u”
“Onunla arkamı kuvvetlendir.”
“Onu işimde ortak kıl,”
“Böylece seni çok tesbih edelim.”
“Ve
seni çok zikredelim.” (Taha Suresi, 30-34)
Hz.
Musa’nın Hz. Harun’u yardımcı olarak istemesindeki bir diğer neden de,
yukarıdaki ayette görüldüğü gibi Allah’ı çokça zikredebilmektir. Hz. Musa, eğer
iki kişi olurlarsa Allah’ı daha çok anacaklarını düşünmüştür. Gerçekten de
inananların beraber olmaları, birbirlerini manen desteklemeleri, gafletten
korumaları açısından çok önemlidir ve bu nedenle Kuran’da inananların beraber
olmaları pek çok ayetle öğütlenmektedir. Hz. Musa ile ilgili bu kıssadan
müminlerin kendilerine çıkarmaları gereken derslerden biri de budur.
Allah,
Hz. Musa’nın isteklerini kabul etmiştir. Ona hem tebliğde hem de kuvvet
bakımından destek olması için Hz. Harun’u yardımcı olarak verdiğini
bildirmiştir:
(Allah) Dedi ki: “Pazunu kardeşinle pekiştirip
güçlendireceğiz; sizin ikinize de öyle bir ‘güç ve yetki’ vereceğiz ki,
ayetlerimiz sayesinde size erişemeyecekler. Siz ve size uyanlar galip
olanlarsınız.” (Kasas Suresi, 35)
Aynı
olay, başka ayetlerde de şöyle anlatılır:
Dedi
ki: “Rabbim, benim göğsümü aç.”
“Bana
işimi kolaylaştır.”
“Dilimden düğümü çöz;”
“Ki söyleyeceklerimi kavrasınlar.”
“Ailemden bana bir yardımcı kıl.” (Taha
Suresi, 25-29)
“Şüphesiz
sen bizi görüyorsun.”
(Allah)
Dedi ki: “Ey Musa istediğin sana verilmiştir. (Taha Suresi, 35-36)
Hz.
Musa’nın isteklerine baktığımızda, tüm kişisel zaaflarını ve isteklerini
Allah’a çok samimi bir üslupla açıkladığını, bunlar için Allah’a dua edip
yardım istediğini görüyoruz. Hz. Musa’nın duasındaki bu samimiyet, tüm
insanlara da örnektir. İnsan Allah’a, tüm samimiyeti içinde, aczini ve fakrini
bilerek ve Allah’ın her şeyi kuşattığının farkında olarak dua etmelidir. Allah
her şeyi bildiğine, insanın yaşadığı her olaya şahit olduğuna, insanın aklından
geçen her şeyden haberdar olduğuna göre, insanın Rabbinden bir şeyi
gizlemesine, örtmeye çalışmasına hiç gerek yoktur.
Tur
Dağı’ndaki vahiy sırasında Allah, Hz. Musa’ya lütuf olarak kardeşi Hz. Harun’u
destekçi kılacağını müjdelemiştir. Bundan sonra da Allah, Hz. Musa’ya daha önce verdiği nimetleri kendisine
hatırlatmıştır:
“Andolsun, Biz sana bir defa daha lütufta bulunmuştuk.”
“Hani, annene vahyolunan şeyi vahyetmiştik, (şöyle ki:)”
“Onu sandığın içine koy, suya bırak, böylece su onu
sahile bıraksın; onu benim de düşmanım, onun da düşmanı olan biri alacaktır.
Gözümün önünde yetiştirilmen için, kendimden sana bir sevgi yönelttim.”
“Hani kız kardeşin gezinip; “Onu(n bakımını) üstlenecek
birini size haber vereyim mi?” demekteydi. Böylece, seni annene geri çevirmiş
olduk ki, gözü aydın olsun ve hüzne kapılmasın. Sen bir insan öldürmüştün de,
biz seni tasadan kurtarmış ve seni ‘esaslı bir denemeden geçirip-denemiştik.’
Medyen halkı arasında da yıllarca kalmıştın, sonra bir kader üzerine (buraya)
geldin ey Musa.” “Seni kendim için seçtim.” (Taha Suresi, 37-41)
Bu ayetlerde insanların çoğunun habersiz olduğu veya tam olarak
kavrayamadığı kader sırrı açıklanmaktadır. Hz. Musa, bebekliğinden elçi
oluncaya kadar hayatının her anında, Allah tarafından ezelde belirlenmiş olan
kaderi doğrultusunda yaşamıştır. Bu kaderin içinde, Allah’ın takdiri dışında
hiç bir şey yoktur. Örneğin önce de belirttiğimiz gibi, Hz. Musa’nın bebek iken
nehre bırakılan sandık içinde Firavun ailesine ulaşması, Allah’ın kaderde
belirlediği binlerce detayla gerçekleşmiştir.
Hz. Musa’nın hayatının sonraki aşamalarında da, kaderin mutlak hakimiyetini
görmek mümkündür. Hz. Musa kendi kavminden olan kişinin kavgasına katılmış ve
şehirden kaçmıştır. Medyen tarafına gitmiş ve orada o kadınlarla
karşılaşmıştır. Medyen suyuna geldiğinde çobanlar orada olduğu için kadınlar
kendi başlarına hayvanları sulayamamış ve Hz. Musa’dan yardım istemek zorunda
kalmışlardır. Ardından da babaları olan yaşlı adam Hz. Musa’yı davet etmiş ve
bunun üzerine Hz. Musa Medyen’de bir hayata başlamıştır. Hz. Musa anlaştığı
süreyi tamamladıktan sonra ise geri dönmüş ve dönerken o ateşi görmüştür.
Ateşin yanına ulaştığında da Allah’tan gelen vahyi almıştır. Hz. Musa’nın daha
doğduğunda nehirde başıboş bir sandık içinde yüzmesi, Firavun’un onu bulması,
sarayda yetiştirilmesi, adamı yanlışlıkla öldürmesi, Mısır’dan kaçması,
kadınlarla karşılaşması, yaşlı adamla yıllarca yaşaması, bir aile kurması,sonra
geri dönüş yoluna çıkması, vahiy alması ve daha Kuran’da bahsedilmeyen sayısız
detayın hepsi Hz. Musa’nın kaderinde olan ve doğduğunda da çoktan belli olan
olaylardır. Bunların tek bir tanesinin bile gerçekleşmemesi, veya farklı
şekilde gerçekleşmesi mümkün değildir. Çünkü tüm insanların kaderi adeta bir
video kasetteki film gibidir. Nasıl ki video kasetin içinden aradan bir sahneyi
alıp çıkartamazsanız, insanın kaderindeki tek bir sahneyi de onun hayatından
çıkarmak mümkün değildir. İnsanın kaderi her anıyla bir bütündür.
Yukarıdaki ayetlerde de Allah Hz. Musa’nın bir kader doğrultusunda kutsal
vadi Tuva’ya geldiğini haber vermektedir:
... sonra bir kader üzerine (buraya) geldin ey Musa.”
(Taha Suresi, 40)
Bu konuyu iyi bir şekilde tefekkür etmek gerekir. Burada söz konusu olan
kader, yalnızca Hz. Musa’ya
ait değildir. Hz.
Musa’nın annesinin kaderinde Hz. Musa’ya hamile kalmak vardır. Tam Hz. Musa’nın
doğacağı günde ve hatta saatte onu doğurması da Hz. Musa’nın annesinin
kaderidir. Hz. Musa’nın annesinin de bir annesi
ve bir babası vardır. Onların da kaderinde Hz. Musa’nın annesini doğurmak vardır. Bu, Hz. Musa’nın
babası ve tüm soyu için de daha da genişletilerek düşünülebilir.
Hz. Musa’nın, Nil’de bebekken içinde yüzdüğü sandığı yapan marangoz ustası
da kaderi doğrultusunda bunu yapmıştır. O sandığı yapacağı o daha henüz
doğmadan Allah katında belirlenmiş olan kaderindedir. O marangoz ustası da bir
kader doğrultusunda doğmuş ve yaşamıştır. O marangoz ustasının doğumuna sebep
olan kişiler de bir kader doğrultusunda yaşamışlardır.
Hz. Musa’nın taraf olduğu kavgayı düşünelim. Bu kavga tam Hz. Musa’nın orada olduğu anda
gerçekleşmiştir. Eğer yüzeysel bir bakışla bakılacak olsa “başka bir anda
olsaydı Hz. Musa orada olmayacak ve olaylar farklı gelişecekti” diye
düşünülebilir. Oysa bu çok yanlış bir değerlendirmedir. Hz. Musa’nın dahil
olduğu kavga da tam olması gerektiği anda ve olması gerektiği şekilde olmuştur,
çünkü o olay da Allah tarafından kaderde tespit edilmiştir. Aynı kader gerçeği,
kavga eden kişiler ve onların orada kavga etmelerini sağlayan sebepler için de
geçerlidir. Aynı gerçek Hz. Musa’ya kaçmasını öğütleyen ve öldürüleceğini haber
veren kişi için de geçerlidir. Medyen suyundaki çobanlar ve kadınlar da yine
aynı kaderin bir parçasıdır.
Bunların hepsi düşünüldüğünde
sadece Hz. Musa değil, onunla
ilişkili her şey aynı kaderin parçalarıdır. Bunu biraz daha geliştirerek
düşünürsek göreceğiz ki biz de aynı kaderin parçalarıyız. Biz de sonsuz bilgi
ve güç sahibi olan Allah’ın bizim için yarattığı kaderi yaşıyoruz. Hepimiz
adımıza tespit edilmiş bir kader üzerine dünyaya geldik. Öleceğimiz an da bir
kader üzerine olacaktır. Kader aslında tüm hayatı kaplayan, ilahi bir bilgidir.
Nasıl, Hz. Musa doğduğunda elçi olacağı, yaşamındaki tüm evreleri geçireceği
kaderinde belli ise, tüm insanlığın ve sizin de hayatınız aynı kaderin
içindedir. Sizin bu kitabı okuyacağınız, Hz. Musa’nın hayatı ile ilgili
detayları öğreneceğiniz, Hz. Musa bu olayları yaşarken hatta daha Hz. Musa
dünyaya gelmeden Allah katında belirlenmiş bir kaderdir. Kader Allah’ın tespit
ettiği ve O’ndan başka hiç bir varlığın iradesinin dahil olmadığı mutlak
bir bütündür ve her şeyi kaplar. (Detaylı
bilgi için Zamansızlık ve Kader Gerçeği ve Sonsuzluk Başlamış Durumda isimli
kitaplarımıza başvurabilirsiniz.)
FİRAVUN’A YAPILAN TEBLİĞ ve
KULLANILACAK ÜSLUP
Allah, Hz. Musa ile Hz. Harun’u Firavun’a gitmeden önce uyarmış, daima
kendisini anmalarını ve bunda hiçbir şekilde gevşeklik göstermemelerini
emretmiştir:
“Sen ve kardeşin ayetlerimle gidin ve beni zikretmede
gevşek davranmayın.” (Taha
Suresi, 42)
Allah, Hz. Musa ve Hz. Harun’a Mısır’ın hakimi olan Firavun’a gitmelerini
emretmiştir. Firavun’un kibir ve inkarında azmış durumda olduğunu bildirmiş,
fakat yine de ona din tebliğ ederlerken yumuşak bir üslupla konuşmalarını
emretmiştir:
“İkiniz Firavun’a gidin, çünkü o, azmış bulunuyor.”
“Ona yumuşak söz söyleyin, umulur ki öğüt alıp-düşünür
veya içi titrer-korkar.” (Taha Suresi, 43-44)
Bu ayetle de dikkat çekildiği gibi yumuşak söz söylemek, dinin tebliğ
edilmesinde çok önemli bir üsluptur. Bir çok ayette de genel kaide olarak sözün
güzel olanının seçilmesi emredilir. Burada ise karşıdaki kişinin azgın olmasına
rağmen yumuşak söz söylenmesi emredilmektedir ki bu durum bizlere güzel bir
üslubun dinin tebliğ edilmesinde ne kadar önemli olduğunu bir kez daha
gösterir.
Allah’ın bu emri üzerine Hz. Musa, samimi üslubuyla kalbindeki korkuyu
tekrar dile getirmiştir. Firavun’un onu öldürmesinden endişe ettiğini Rabbine
söylemiştir:
Dediler ki: “Rabbimiz, gerçekten, onun bize karşı ‘taşkın
bir tutum takınmasından’ ya da ‘azgın davranmasından’ korkuyoruz.” (Taha
Suresi, 45)
(Musa) Dedi ki:”Rabbim, gerçekten onlardan bir kişi
öldürdüm, beni öldürmelerinden korkuyorum.” (Kasas Suresi, 33)
Hz. Musa’nın bu cevabına karşılık Allah, ona bir defa daha onunla beraber
olduğunu, onu gördüğünü ve duyduğunu hatırlatmıştır. Ayrıca Hz. Musa’ya ve Hz.
Harun’a Firavun’a gidip, İsrailoğulları’nı kendileriyle beraber yollamasını
istemelerini emretmiştir:
“Haydi ona gidin
de deyin ki: Biz senin Rabbinin elçileriyiz, İsrailoğulları’nı bizimle birlikte
gönder ve onlara (artık) azab verme. Sana Rabbinden bir ayetle geldik. Selam,
hidayete tabi olanların üzerine olsun.” (Taha Suresi,47)
Dikkat edilirse Hz. Musa’nın
Firavun’la olan diyaloğunda denemeden geçirilen tek kişi Firavun değildir. Hz. Musa da imtihandan geçirilmektedir. Hz. Musa
Firavun’dan endişe etmekte, onun kendisini öldürmesinden çekinmektedir. Ama
Allah Hz. Musa’ya Firavun’a gitmekten daha fazlasını emretmekte,
İsrailoğulları’nı kendisiyle göndermesi için Firavun’dan istekte bulunmasını da
bildirmektedir. Tüm Mısır’ın tartışılmaz hakimi konumunda olan, insanların
ilahlaştırma derecesinde itaat ettikleri Firavun’a gidip, onun yanlış yolda
olduğunu açıkça söylemek, dahası köle durumundaki İsrailoğulları’nın
hürriyetini talep etmek, elbette zahiri bir bakışla son derece tehlikeli bir
iştir. Ancak Hz.
Musa ve Hz. Harun, Allah’ın koruması altında hareket ettikleri için mutlak bir
güvenlik içinde olduklarını bilmiş ve Rablerine olan güvenin verdiği rahatlıkla
bu emri yerine getirmişlerdir. Allah onlara bu gerçeği “korkmayın” emriyle
hatırlatmıştır:
(Allah) Dedi ki: “Korkmayın, çünkü ben sizinle
birlikteyim; işitiyorum ve görüyorum.”
(Taha Suresi, 46)
FİRAVUN’UN ÇARPIK MANTIĞI
Hz. Musa, Tur Dağı’nda Rabbinden vahiyle birlikte büyük bir ilim almış ve
Allah onu iki konuda özellikle eğitmiştir: Kader ve tevekkül. Hz. Musa tüm
yaşantısının bir kader üzerine olduğunu ve oraya bir kader üzerine geldiğini
artık bilmektedir; bir de Firavun’dan korkmaması ve Allah’a tevekkül etmesi
gerektiğini kesin olarak anlamıştır. Çünkü Allah onunla birliktedir, onu
görmektedir ve onun yardımcısıdır. Bu şuurla hareket eden Hz. Musa ve Hz. Harun, Kuran’daki ifadeyle
“suçlu-günahkar bir kavim” olan Firavun ve çevresine gitmişlerdir:
Sonra bunların ardından Firavun’a ve onun önde gelen
çevresine Musa’yı ve Harun’u ayetlerimizle gönderdik. Fakat onlar
büyüklendiler. Onlar suçlu-günahkar bir kavimdi. (Yunus Suresi, 75)
Kuran’da Hz. Musa ile Firavun arasında geçen konuşmalar aktarılmaktadır. Bu
konuşmalarda Firavun’un soru ve cevaplarına baktığımızda, çok çarpık ve
çelişkili düşünceleri olduğu göze çarpar. Firavun’un ifadelerinden, onun Hz. Musa’nın sözlerini
dinlemek yerine onu yenmek ve yalanlamak için uğraştığı görülür. Firavun bunu
yaparken bazen etrafındakilerden yardım almaya çalışır, bazen de
etrafındakileri kendi çarpık mantığına ikna etmek için çaba harcar. Hz.
Musa’nın Firavun’la olan bir diyaloğu şu şekildedir:
(Firavun
onlara) Dedi ki: “Sizin Rabbiniz kim ey Musa?”
Dedi
ki: “Bizim Rabbimiz, her şeye yaratılışını veren, sonra doğru yolunu
gösterendir.”
(Firavun) Dedi ki: “İlk çağlardaki nesillerin
durumu nedir öyleyse?”
Dedi
ki: “Bunun bilgisi Rabbimin katında bir kitaptadır. Benim Rabbim şaşırmaz ve
unutmaz.”
“Ki
(Rabbim), yeryüzünü sizin için bir beşik kıldı, onda sizin için yollar döşedi
ve gökten su indirdi; böylelikle bununla her tür bitkiden çiftler çıkardık.”
“Yiyin
ve hayvanlarınızı otlatın. Şüphesiz, bunda sağduyu sahipleri için elbette
ayetler vardır.
Sizi
ondan yarattık, ona geri vereceğiz ve sizi bir kere daha ondan çıkaracağız.
(Taha Suresi, 49-55)
Hz.
Musa, Firavun ve çevresine bu apaçık tebliği yapınca onların tavrı bunu akıl ve
vicdanla değerlendirmek yerine atalarının diniyle değerlendirmek oldu. Onların
batıl dinine göre Firavun ilahtı ve bu batıl dinin mensupları Allah’ın
varlığını kabul etmiyorlardı:
Musa,
onlara apaçık olan ayetlerimizle geldiği zaman: “Bu, düzüp uydurulmuş bir
büyüden başkası değildir. Biz geçmiş atalarımızdan bunu işitmedik” dediler.
(Kasas Suresi, 36)
Bu
ayetten de anlaşıldığı gibi Firavun kavmi, Hz. Musa’nın Allah’ın varlığını ve
birliğini anlatmasındaki amacın, kendi atalarının dinini değiştirerek gücü
eline almak olduğunu düşündüler. Çünkü Firavun ve çevresinin kendi dinlerinden
kaynaklanan birtakım imtiyazları vardı. Eğer bu din değişirse Firavun bütün
gücünü kaybedecekti. Hz. Musa’ya ve onun getirdiği dine de bu açıdan
bakıyorlar, nasıl Firavun ve etrafındakiler halkı eziyorlarsa bu kez sistemin
değişip tam tersi olacağını zannediyorlardı. Firavun ve kavminin Hz. Musa ve
Hz. Harun’a verdikleri aşağıdaki cevap, bu yüzeysel bakış açılarının açık bir
ifadesidir:
Onlar:
“Siz ikiniz, bizi atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)dan çevirmek ve
yeryüzünde büyüklük sizin olsun diye mi bize geldiniz? Biz, sizin ikinize
inanacak değiliz” dediler. (Yunus Suresi, 78)
Oysa
Firavun ve çevresinin “ yeryüzünde büyüklük sizin olsun diye mi bize geldiniz?
“ şeklindeki söz konusu suçlamaları, tamamen samimiyetsiz bir iftiraydı. Hz.
Musa Mısır’a hakim olmayı değil, sadece Firavun’un, İsrailoğullarını kendisi
ile göndermesini istiyordu. Hz. Musa’nın talebi, köle olarak kullanılan ve
sürekli zulüm altında bulunan İsrailoğulları’nın serbest bırakılması ve onların
Mısır’dan gitmelerine izin verilmesiydi:
Musa
dedi ki: “Ey Firavun, gerçekten, ben alemlerin Rabbinden (gönderilme) bir
elçiyim.”
“Benim
üzerimdeki yükümlülük, Allah’a karşı ancak gerçeği söylemektir. Rabbinizden
size apaçık bir belge ile geldim. Artık İsrailoğulları’nı benimle gönder.”
(Araf Suresi, 104-105)
Ancak bu talebe hiç bir şekilde yanaşmayan Firavun,
Hz. Musa’ya karşı çeşitli yöntemler denedi. Bunların biri, duygusallığı tahrik
etmekti. Hz. Musa’nın kendi sarayında büyüdüğünü hatırlatan Firavun, bununla
hem Hz. Musa’yı kendince minnet altında bırakmaya hem de çevredeki kişilerin
gözünde onu bir nankör gibi göstermeye çalıştı. Dahası, Hz. Musa’nın daha
önceden yanlışlıkla öldürdüğü adam konusunu da gündeme getirerek onu zor duruma
düşürmeye çabaladı. Hz. Musa’nın tüm bunlara verdiği cevap ise, kadere tam
teslim ve razı olmuş örnek mümin cevabıydı:
(Gittiler ve
Firavun:) Dedi ki: “Biz seni içimizde daha çocukken yetiştirip büyütmedik mi?
Sen ömrünün nice yıllarını aramızda geçirmedin mi?”
“Ve
sen, yapacağın işi (cinayeti) de işledin; sen nankörlerdensin.”
(Musa) Dedi ki: “Ben onu yaptığım zaman
şaşkınlardandım.”
“Sizden
korkunca da hemen aranızdan kaçtım; sonra Rabbim bana hüküm (ve hikmet) verdi
ve beni gönderilen (elçilerden) kıldı.” (Şuara Suresi, 18-21)
Konuşmasının
devamında Hz. Musa, kendisinin saraya gelmesinin ve orada büyütülmesinin ona
Firavun tarafından yapılan bir lütuf olmadığını aksine buna zulüm nedeniyle
mecbur kaldığını anlatıyordu:
“Bana
karşı lütuf-dediğin nimet de, İsrailoğulları’nı köle kılmandan dolayıdır.”
(Şuara Suresi, 22)
Hz.
Musa, ilk başta Firavun ve çevresinden korktuğunu söylemesine rağmen, Allah’ın
onu uyarması ve onunla beraber olduğunu hatırlatması sayesinde korkusuzca ve
tüm açıklığıyla Firavun’a tebliğini yaptı. Firavun Hz. Musa’ya ilk olarak
Rabbini sordu:
Firavun
dedi ki: “Alemlerin Rabbi nedir?”
Dedi
ki: “Göklerin, yerin ve bu ikisi arasında olan her şeyin Rabbidir. Eğer ‘kesin
bilgiyle inanıyorsanız’ (böyledir).”
Çevresindekilere
dedi ki: “İşitiyor musunuz?”
(Musa:) Dedi ki: “O sizin de Rabbiniz,
geçmişteki atalarınızın da Rabbidir.” (Şuara Suresi, 23-26)
Burada Hz. Musa, Firavun’un sorusuna cevap verirken atalarının dininin
geçersiz olduğunu da anlatıyordu. Çünkü onların ataları da sapıklık
içindeydiler. Allah geçmişteki atalarının da Rabbiydi. Nitekim Firavun bu
gerçeğe cevap veremeyince, Hz. Musa’yı iftira ve tehditle yıldırmaya çalıştı:
(Firavun) Dedi ki: “Şüphesiz size gönderilmiş bulunan
elçiniz, gerçekten bir delidir.”
“Eğer aklınızı kullanabiliyorsanız, O, doğunun da,
batının da ve bunlar arasında olan her şeyin de Rabbidir” dedi (Musa).
(Firavun) dedi ki:
“Andolsun, benim dışımda bir ilah edinecek olursan, seni mutlaka hapse
atacağım.” (Şuara Suresi, 27-29)
Yukarıdaki ayetlerde görüldüğü gibi Hz. Musa, güçlü delil ve sözlerle
Firavun’u zor durumda bırakınca Firavun ona delilik iftirasında bulunmuştur.
Burada Firavun’un asıl amacı, çevresine bunu söyleyerek Hz. Musa’nın etkisini
kırmaktır. Hz. Musa’nın etkileyici ve doğru sözleri Firavun’u kızdırmıştır. Ve
bunun üzerine Firavun zorba karakterini bir kez daha açığa vurmuş, eğer buna
devam eder ve kendisini ilah olarak kabul etmezse, Hz. Musa’yı hapse atmakla
tehdit etmiştir.
Bunun üzerine kendisinde elçiliğinin alameti olan belgelerin, delillerin
olduğunu söyleyen Hz. Musa, Allah’ın kendisine verdiği iki mucizeyi Firavun’a
göstermiştir:
(Musa) Dedi ki: “Sana apaçık bir şey getirmiş olsam da mı?”
(Firavun) Dedi ki:
“Eğer doğru sözlü isen, onu getir.”
Bunun üzerine asasını bırakıverdi, bir de (ne görsünler)
o, açıkça bir ejderha oluverdi.
Elini de çekip çıkardı, bir de (ne görsün) o, bakanlar
için ‘parlayıp aydınlanıvermiş’. (Şuara Suresi, 30-33)
Hz. Musa vasıtasıyla Allah’ın iki büyük mucizesini gören Firavun ve çevresi
duydukları sözlere ve gördükleri mucizelere rağmen bunların ancak bir büyü
vasıtasıyla yapıldığını düşündüler. Bu fikri birbirlerine telkin ederek bu
mucizelerden etkilenmelerine engel olmaya çalıştılar:
(Firavun,)
Çevresindeki önde gelenlere: “Bu” dedi, “Doğrusu bilgin bir büyücüdür.”
“Büyüsüyle sizi yurdunuzdan sürüp çıkarmak istiyor; ne
buyurursunuz?” (Şuara Suresi, 34-35)
Burada ortaya konulan mantık inkarcıların genel bir mantığıdır. Kuran’daki
bir çok kıssada bu tarz kişiler ve tepkiler anlatılıp bu çarpık mantık gözler
önüne serilir. Ataların dinine körü körüne bağlanmaya, delillerini gördüğü
halde gerçeği reddetmeye dayanan bu düşünce, sadece Firavun ve çevresindekilerin
gösterdikleri bir tavır değildir. İnkarcılar tarih boyunca hep bu şekilde
kendilerine çıkış yolu aramışlardır. Kuran’da kendini büyük görenlerin bu bakış
açısı belirtilmiştir:
Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları ayetlerimden
engelleyeceğim. Onlar her ayeti görseler bile ona inanmazlar; dosdoğru yolu
(rüşd yolunu) da görseler, yol olarak benimsemezler, azgınlık yolunu,
gördüklerinde ise onu yol olarak benimserler.... (Araf Suresi, 146)
Firavun ve çevresi de ortada dosdoğru yol varken bunu benimsemek yerine
inkarcılığı seçiyor ve azgınlık yolunu benimsiyorlardı. Kendilerine gösterilen mucizelere rağmen Hz. Musa ile
mücadeleye girişmeye karar verdiler. Bunun için de “büyücü” olmakla
suçladıkları Hz. Musa’ya kendilerince rakipler bulmaya kalktılar:
Dediler ki: “Onu ve kardeşini şimdilik bekletiver
(vereceğin cezayı ertele), şehirlere de toplayıcılar yolla”;
“Bütün bilgin büyücüleri sana getirsinler.” (Araf Suresi,
111-112)
Firavun, Hz. Musa’nın gösterdiği mucizelerin büyücü hilesi olduğunu iddia
ediyordu. Bu mucizeleri kendi büyücüleri vasıtasıyla ortadan kaldırabileceğini
zannediyordu. Böylece Hz. Musa’yı yenecek ve daha itibarlı bir konuma
gelecekti. Çok rahatlıkla Hz. Musa’yı ve kardeşi Hz. Harun’u öldürebilirdi.
Fakat Firavun, çevresindekilerin verdiği tavsiyeye uydu. Bu ona daha cazip
geldi. Daha büyük ve kalıcı bir galibiyet elde edeceğini düşündü. Aslında Allah
onları büyük bir yenilgiye ve helaka doğru yaklaştırıyordu. Hem de
kendilerinden en emin oldukları yerden.
Galip geleceklerinden o kadar emindiler ki buluşma yerinin ve zamanının da
Hz. Musa tarafından seçilmesine izin verdiler:
Dedi ki: “Ey Musa, sen bizi sihrinle yurdumuzdan sürüp
çıkarmaya mı gelmiş bulunuyorsun?”
“Madem böyle, biz de sana buna benzer bir sihirle
geleceğiz; şimdi sen, bir ‘buluşma zamanı ve yeri’ tesbit et, bizim de, senin
de karşı olamayacağımız açık, geniş bir yer olsun” dedi.
(Musa) Dedi ki:
“Buluşma zamanımız, (ülkenin ulusal) bayram günü ve insanların toplanacağı
kuşluk vakti (olsun).” (Taha Suresi, 57-59)
Hz. Musa ayette geçen “buluşma zamanı” için bayram gününde insanların
biraraya toplanacağı bir zaman seçmişti. Çünkü bu buluşmaya bütün insanların
şahit olmasını istiyordu. Bu son derece akılcı bir seçimdi; böylece insanlar
Hz. Musa’nın tebliğine ve Firavun’la büyücülerinin uğradığı yenilgiye şahit
olabileceklerdi. Bu buluşma zamanını Firavun da kabul etti:
Böylelikle Firavun arkasını dönüp gitti, hileli düzenini
(yürütecek büyücüleri) bir araya getirdi, sonra geldi.
Musa onlara dedi ki: “Size yazıklar olsun, Allah’a karşı
yalan düzüp uydurmayın, sonra bir azab ile kökünüzü kurutur. Yalan düzüp
uyduran gerçekten yok olup gitmiştir.”
Bunun üzerine, kendi aralarında durumlarını tartışmaya
başladılar ve gizli konuşmalara geçtiler.
Dediler ki: “Bunlar her halde iki sihirbazdır, sizi
sihirleriyle yurdunuzdan sürüp-çıkarmak ve örnek olarak tutturduğunuz yolunuzu
(dininizi) yok etmek istemektedirler.”
“Bundan ötürü, tuzaklarınızı bir araya getirin, sonra
gruplar halinde gelin; bugün üstünlük sağlayan, gerçekten kurtuluşu bulmuştur.”
(Taha Suresi, 60-64)
KURAN’DAMISIRHÜKÜMDARLARININ
ÜNVANLARI
Eski Mısır tarihi boyunca bu ülkede yaşamış olan tek peygamber Hz. Musa
değildir. Hz. Yusuf da Hz. Musa'dan çok daha önce Mısır’da yaşamıştır.
Kuran'daki Hz. Musa ile Hz. Yusuf kıssalarını okurken göze çarpan bir
ayrıntı vardır. Hz. Yusuf zamanında yaşayan Mısır hükümdarını tanımlamak için
Kuran’da "melik"kelimesi geçer:
Hükümdar (melik) dedi ki: "Onu (Yusuf’u) bana
getirin, onu kendime bağlı kılayım." Onunla konuştuğunda da (şöyle) dedi:
"Sen bugün bizim yanımızda (artık) önemli bir yer sahibisin, güvenilir
(bir danışman-yönetici)sin." (Yusuf Suresi, 54)
Buna karşılık, Hz. Musa zamanında yaşayan hükümdar için Kuran'da
"Firavun" kelimesi kullanılmaktadır:
Andolsun, biz Musa'ya apaçık dokuz ayet (mucize)
vermiştik; işte İsrailoğullar’ına sor; onlara geldiği zaman Firavun ona:
"Gerçekten ben seni büyülenmiş sanıyorum" demişti. (İsra Suresi, 101)
Mısır’ın bu iki yöneticisinin farklı isimlendirilmesinin nedenini tarihi
kayıtlar bize açıklamaktadır. Firavun kelimesi aslında eski Mısır’daki kraliyet
sarayına verilen isimdi. Eski krallık döneminde hükümdarlar bu ismi
kullanmıyorlardı. Firavun kelimesinin ülkenin başındaki kişinin ismi haline
gelmesi, Mısır tarihinin "Yeni Krallık Dönemi"nde olmuştur. Bu dönem
18. hanedan ile başlamış (M.Ö. 1539-1292) ve 20’inci hanedanlığa gelindiğinde
(M.Ö. 945-730) "firavun" kelimesi saygı amacıyla kullanılan bir söz
halini almıştır.
İşte Kuran'daki mucizevi üslup burada bir kez daha ortaya çıkmaktadır: Hz.
Yusuf'un hayatı Eski Krallık dönemine denk gelmektedir ve bu nedenle Mısır
hükümdarı için "firavun" değil "melik" kelimesi
kullanılmıştır. Mz. Musa'nın hayatı ise Yeni Krallık dönemine geldiği için
Mısır hükümdarı Kuran'da "firavun" olarak tanımlanmıştır.
Hz. Musa’ya karşı hünerlerini ortaya koymaları için Mısır’ın dört bir
yanından toplanan bütün sihirbazlar, Firavun’a geldiler. Firavun kendisinin
mutlaka üstün geleceğini düşünüyordu. Böyle bir mücadelenin ardından o ve
çevresindekiler kendi hükümdarlıklarını koruyacaklardı. Büyücüler ise bu
mücadeleyi kazanırlarsa Firavun’dan nasıl bir armağana ulaşacaklarını merak
ediyorlardı:
“Bütün bilgin büyücüleri sana getirsinler.”
Sihirbazlar Firavun’a gelip dediler ki: “Eğer biz galip
olursak, herhalde bize bir karşılık (armağan) var, değil mi?”
“Evet” dedi. “(O zaman) Siz en yakın(larım) kılınanlardan
olacaksınız.” (Araf Suresi, 112-114)
Firavun, kendince saltanatını pekiştirecekti, büyücüler de Firavun’a yakın
olacak ve menfaat elde edeceklerdi. Bir tarafta Mısır’ın tüm bilgin büyücüleri,
diğer tarafta ise daha önceden tanıdıkları ve köle bir kavmin mensupları olan
Hz. Musa ve Hz. Harun vardı. Kimin önce başlayacağına Hz. Musa’nın karar
vermesini kabul ettiler:
“Ey
Musa” dediler. Ya sen (asanı) at veya önce biz atalım.”
Dedi
ki: “Hayır, siz atın.” Sonra hemen (ne görsün), sihirlerinden dolayı, onların
ipleri ve asaları kendisine gerçekten koşuyormuş gibi göründü. (Taha Suresi,
65-66)
Sihirbazlar
sihirlerini atınca ipler ve asalar kendilerine koşuyormuş gibi gözüktü. Ayette
haber verildiği gibi, herkes göz aldanmasıyla ipleri ve asaları koşar gibi
görmüştü.
Dikkat
edilirse ayette “koşuyormuş gibi göründü” denmektedir. Yani gerçek bir koşma
olayı yoktur, sadece bakan insanlara öyle gözükmüştür. Başka bir ayette de yapılan
sihrin yine yalnızca göz aldanması olduğu ve bu şekilde insanların etkilendiği
şöyle anlatılır:
(Musa:)
“Siz atın” dedi. (Asalarını) atıverince, insanların gözlerini büyüleyiverdiler,
onları dehşete düşürdüler ve (ortaya) büyük bir sihir getirmiş oldular. (Araf
Suresi, 116)
Firavun’un
büyücüleri, sergiledikleri ilüzyon numaralarıyla halk üzerinde büyük bir itibar
kazanmış durumdaydılar. Bunu ise Firavun’un saltanatını güçlendirmek için
kullanıyorlardı. Her türlü büyüyü “Firavun’un gücü adına” yapıyorlar ve böylece
Firavun sistemini ayakta tutuyorlardı. Firavun ise bu büyücülere maddi çıkar
sağlıyordu. Kısacası ortada karşılıklı oluşturulmuş bir menfaat ilişkisi vardı.
İşte
büyücüler de Hz. Musa ile mücadeleye girerken, Firavun’un metafizik bir gücü olmadığını
bildikleri halde, sırf çıkar elde etmek ve onun yanında iyi konuma gelebilmek
için asalarını attılar. Bunu yaparken kazanacaklarından çok emindiler ve üstün
geleceklerini söylediler:
Onlar
da, iplerini ve asalarını atıverdiler ve: “Firavun’un üstünlüğü adına, hiç
tartışmasız, üstün olanlar gerçekten bizleriz” dediler. (Şuara Suresi, 44)
Büyücülerin
yaptıkları gösteriler hileli bile olsa görenleri etkiliyordu. Kuran’da
bildirildiğine göre, halk dehşete düşerken Hz. Musa da bundan etkilendi ve içi korkuyla doldu. Çünkü Hz.
Musa da bu illüzyon nedeniyle ipleri ve asaları koşuyor gibi görmüştü. Allah,
korkmaması için Hz. Musa’ya hatırlatmada bulundu:
Musa, bu yüzden kendi içinde bir tür korku duymaya başladı.
“Korkma” dedik. “Muhakkak sen üstün geleceksin.”
“Sağ elindekini atıver, onların yaptıklarını yutacaktır;
çünkü onların yaptıkları yalnızca bir büyücü hilesidir. Büyücü
ise nereye varsa kurtulamaz.” (Taha Suresi, 67-69)
Hz.
Musa, Rabbinin bu hatırlatması üzerine hemen büyücülere dönerek onların
yaptıklarının bir büyü olduğunu ve Allah’ın onu geçersiz kılacağını haber
verdi:
....Musa
dedi ki: “Sizlerin (ortaya) getirdiğiniz büyüdür. Doğrusu Allah onu geçersiz
kılacaktır. Şüphesiz Allah, bozgunculuk çıkaranların işini düzeltmez.” (Yunus
Suresi, 81)
Bu sözlerinin ardından Hz. Musa da
asasını attı. Sonuç, büyücüler için dehşet vericiydi. Onlar bir şeyleri
koşuyormuş gibi göstermeye çalışıp insanları kandırırken Hz. Musa’nın asası
onların tüm büyülerini yutmuştu:
Biz
de Musa’ya: “Asanı fırlatıver” diye vahyettik. (O da fırlatıverince) bir de
baktılar ki, o bütün uydurduklarını derleyip-toparlayıp yutuyor.
Böylece
hak yerini buldu, onların bütün yapmakta oldukları geçersiz kaldı.
Orada
yenilmiş oldular ve küçük düşmüşler olarak tersyüz çevrildiler. (Araf Suresi,
117-119)
Hz.
Musa’nın asası, büyücülerin yaptıkları gibi bir ilüzyonla değil, gerçekten
mucizevi bir şekilde hareket etmiştir. Büyücüler Hz. Musa’ya bir tuzak
kurmuşlardır. Ancak tuzak kurucuların en hayırlısı olan Allah, Hz. Musa’ya
onların tuzaklarını geçersiz kılan bir tuzak kurdurmuştur. Böylece büyücülerin
tuzakları kendi başlarına geçmiş, Allah bir mucize yaratarak asaya doğaüstü bir
özellik vermiştir.
Sonuçta
herkes Firavun’un büyücülerinin galip geleceğini düşünürken çok farklı bir sonuç
ortaya çıkmış ve Hz. Musa
galip gelmiştir. Böylece herkes Allah’ın vaadinin hak olduğunu görmüştür. Allah
Hz. Musa’yı yalnız bırakmamış ve Hz. Musa Rabbinin mucizesi sayesinde
yeryüzünün o devirdeki en güçlü sistemlerinden birine karşı galip gelmiştir.
BÜYÜCÜLERİN İMAN ETMESİ
Hz. Musa ile büyücüler arasındaki
karşılaşma, Firavun, büyücüler ve seyreden halk için hiç beklenmeyen bir
sonuçla bitmiş oluyordu. Kazanacaklarından emin ve mağrur olan büyücüler
kaybetmişlerdi. Hem de bu, bütün Mısır halkının önünde açık bir mağlubiyetti.
Bunun büyücüler üzerindeki etkisi ise çok daha büyük oldu. Büyücülerin yaptığı
bir göz aldanmasıydı. Bunun gerçek olmadığını büyücüler çok iyi biliyordu.
Hazırladıkları düzeneklerle, hileyle insanları kandırıyorlar ve kendilerinin ve
dolayısıyla Firavun sisteminin ilahi bir özelliği varmış gibi gösteriyorlardı.
Fakat diğer tarafta çok farklı bir durum vardı. Bu bir illüzyon ya da göz
aldanması değildi. Gerçekten Hz. Musa’nın asası onların düzeneklerini yutmuştu.
Sihirbazlar bunun gerçek bir mucize olduğunu ve Allah’ın varlığının ve Hz.
Musa’ya olan desteğinin bir delili olduğunu anladılar ve hemen iman ettiler:
Ve sihirbazlar secdeye kapandılar.
“Alemlerin Rabbine iman ettik” dediler.
“Musa’nın ve Harun’un Rabbine...” (Araf
Suresi, 120-122)
Bir
anda her şey tersine dönmüştü. Galip geleceğinden son derece emin olan ve halkın önünde Hz. Musa’ya karşı
mücadeleye girişen Firavun yenilmiş ve büyücüleri de Hz. Musa’ya iman etmişti.
İlk başta Firavun büyücülerin iman etmelerini kabullenemedi. Çünkü sapkın
inancına göre her şeyin (insanların dahi) sahibi kendisiydi ve iman etmeleri
için de insanlara onun izin vermesi gerektiğini zannediyordu:
Firavun: “Ben size izin vermeden önce O’na iman ettiniz,
öyle mi? Mutlaka bu, halkı burdan sürüp-çıkarmak amacıyla şehirde planladığınız
bir tuzaktır. Öyeyse siz (buna karşılık ne yapacağımı) bileceksiniz.” (Araf
Suresi, 123)
Zalim tavrını ortaya koyan Firavun hemen çarpık mantığıyla haklı çıkmaya
çalıştı. Ortada büyük bir mucize vardı.
Büyücüler yenilmiş ve Hz. Musa’ya iman etmişlerdi. Firavun’un da ortadaki mucizeyi görüp imana
gelmesi gerekirken, aksine o kendisinin de yalan olduğunu bildiği düzmece
yorumlar yaptı ve senaryolar kurdu. Ona göre, büyücülerle Hz. Musa beraber
hareket etmiş ve Mısır’da hakim olmak için böyle bir şey düzenlemişlerdi. Hatta büyüyü de onlar Hz. Musa’dan öğrenmişlerdi:
-...Şüphesiz o, size büyüyü öğreten büyüğünüzdür... (Taha
Suresi, 71)
İşte Firavun, Allah’ın apaçık olan ayetlerini, mucizesini görmesine rağmen
böyle direnip karşı koyuyordu. Kuşkusuz bu, en değişmez inkarcı mantıklarından
birisidir. İnkarda direnen insanlar, en açık mucizeyi görseler bile onu
yalanlayacak bir ruh hali içinde olurlar. Kendi inkarlarını meşrulaştırmak için
her türlü mantık dışı yola saparlar. Firavun’un gösterdiği katı inatçılık,
Allah’ın varlığını, birliğini, dininin hak olduğunu kabul etmek istemeyen
sayısız inkarcıda da her devirde ve her toplumda görülür.
Ancak Firavun bu inatçılığın kendisini kurtarmayacağını biliyordu. Büyücülerin
yenilmesi ve sonra da iman etmesi nedeniyle halk gözündeki otoritesi
sarsılmıştı. Bu durumu düzeltmesi ve bir şekilde toplumdaki baskısını
sürdürmesi gerekiyordu. Bunun üzerine zora başvurdu ve iman eden büyücüleri
işkenceyle öldürmekle tehdit etti. Fakat büyücüler Allah’ın ayetinin gerçek
olduğunu açıkça görmüşler ve tümüyle O’na yönelip dönmüşlerdi. Kuran’da bir kaç
yerde, bu esnada iman eden büyücülerin kararlı sözlerine yer verilmiştir:
...O halde ben de sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çapraz
olarak keseceğim ve sizi hurma dallarında sallandıracağım. Siz de elbette,
hangimizin azabı daha şiddetliymiş ve daha sürekliymiş öğrenmiş olacaksınız.”
Dediler ki: “Bize gelen apaçık delillere ve bizi yaratana
seni asla ‘tercih edip-seçmeyiz.” Neyde hükmünü yürütebileceksen, durmaksızın
hükmünü yürüt; sen, yalnızca bu dünya hayatında hükmünü yürütebilirsin.”
“Gerçekten biz Rabbimize iman ettik; günahlarımızı ve
sihir dolayısıyla bizi kendisine karşı zorlayarak-sürüklediğin (suçumuzu)
bağışlasın. Allah, daha hayırlıdır ve daha süreklidir.” (Taha Suresi, 71-73)
(Onlar da:) “Biz de şüphesiz Rabbimize döneceğiz”
dediler.
Oysa sen, yalnızca, bize geldiğinde Rabbimizin ayetlerine
inanmamızdan başka bir nedenle bizden intikam almıyorsun. “Rabbimiz, üstümüze
sabır yağdır ve bizi müslüman olarak öldür.” (Araf
Suresi, 125-126)
“Hiç
zararı yok” dediler. “Çünkü
biz gerçekten Rabbimize dönücüleriz.”
“Doğrusu biz, iman edenlerin ilki olduğumuzdan dolayı
Rabbimizin bizim hatalarımızı bağışlayacağını umuyoruz.” (Şuara Suresi, 50-51)
Ayetlerde haber verildiği gibi iman eden bu kişiler, Firavun’un
tehditlerine karşı kararlılık göstermiş, ona boyun eğmemişlerdir. Çünkü artık
onlar öldürülseler bile üstün ve güçlü olan, her şeyi yaratan ve her şeyin
Rabbi olan Allah’a döneceklerini anlamışlardır. Eski inkarlarının ve dine karşı
olan aleyhte tavırlarının ise Rableri tarafından da bağışlanacağını
ummuşlardır. Çünkü Allah çokça bağışlayan ve esirgeyendir.
Bu olaydan sonra, Firavun, çevresine yaptığı baskıyı arttırdı. Halkı
alabildiğince sindirmeye çalıştı. Firavun’un bu baskısı nedeniyle Hz. Musa’nın
kavminin içinde sadece gençlerden oluşan bir grup dışında kimse iman etmedi.
Büyücülerin gösterdikleri samimiyet ve cesaret, söz konusu mümin gençler
dışında kavmin geneli tarafından gösterilmedi. Bu kavim, Allah korkusundan
yoksun olduğu için, Allah’ın gücünü takdir edemeyip aciz insanlardan
korktukları için iman etmediler. Bu gerçek Kuran’da şöyle haber verilir:
Sonunda Musa’ya kendi kavminin bir zürriyetinden
(gençlerinden) başka -Firavun ve önde gelen çevresinin kendilerini belalara
çarptırmaları korkusuyla- iman eden olmadı. Çünkü Firavun, gerçekten yeryüzünde
büyüklenen bir zorba ve gerçekten ölçüyü taşıranlardandı. (Yunus Suresi, 83)
Hz. Musa’ya iman edenler arasında yer alan kişilerden biri ise, bizzat
Firavun’un karısıydı. Firavun ile birlikte pek çok dünyevi nimetin içinde
yaşayan bu şerefli hanım, Allah’a iman ederek hem bu nimetleri terk etmeyi hem
de Firavun tarafından şiddetli bir belaya uğramayı göze almıştı. Bu, kuşkusuz
çok samimi ve derin bir imanın göstergesidir. Nitekim Allah Kuran’da Firavun’un
karısını da örnek bir mümin kadın olarak, Hz. Meryem’le beraber saymaktadır:
Allah, iman edenlere de Firavun’un karısını örnek verdi.
Hani demişti ki: “Rabbim bana kendi katında, cennette bir ev yap; beni
Firavun’dan ve onun yaptıklarından kurtar ve beni o zalimler topluluğundan da
kurtar.” (Tahrim Suresi, 11)
Firavun’un karısının bu samimi imanı, kuşkusuz Kuran’da da bildirildiği
gibi tüm müslümanlara güzel bir örnektir. Bu salih mümin, dünyaya yönelik tüm
hırslardan sıyrılmış, gerçek yaşamın ahiret olduğunu anlamıştır. Kısa dünya
menfaatlerini –ne kadar şaşaalı görünseler de- sonsuz cennet nimetlerine tercih
etmemiştir. Allah’a kendisine cennette bir barınma yeri vermesi için dua
etmiştir. Elbette bu samimi dua ve gönülden ahirete yönelmiş karakter her
müslümanın sahip olması gereken bir karakterdir.
SARAYDAKİ İNANAN KİŞİ ve TARTIŞMALAR
Yaşanan olağanüstü olaylara ve görülen mucizelere rağmen Firavun ve çevresindekiler
Hz. Musa’ya direndiler. Kibir ve inatçılıkları nedeniyle inkarda direttiler ve
gördüklerinin bir büyü ve Hz. Musa’nın da bir büyücü olduğunu ileri sürdüler.
Dahası, Hz. Musa ve ona inananları yıldırmak için yeni planlar yapmaya, onlara
karşı çeşitli baskı ve işkenceler tertip etmeye başladılar:
Andolsun, biz Musa’yı ayetlerimizle ve apaçık bir delille
gönderdik;
Firavun’a, Haman’a ve Karun’a. Ama onlar: (Bu,) Yalan
söyleyen bir büyücüdür” dediler.
Böylece, o, katımızdan kendilerine bir hak ile geldiği
zaman, dediler ki: “Onunla birlikte iman edenlerin erkek çocuklarını öldürün;
kadınlarını ise sağ bırakın.” Ancak kafirlerin hileli-düzeni boşa çıkmakta
olandan başkası değildir.
Firavun dedi ki: “Bırakın beni, Musa’yı öldüreyim de o
(gitsin) Rabbine yalvarıp-yakarsın. Çünkü ben, sizin dininizi değiştirmesinden
ya da yeryüzünde fesat çıkarmasından korkuyorum.”
Musa dedi ki: “Gerçekten ben, hesap gününe iman etmeyen
her mütekebbirden, benim de Rabbim, sizin de Rabbinize sığınırım.” (Mümin
Suresi, 23-27)
Firavun’un düşüncesi Hz. Musa’nın öldürülerek ortadan kaldırılmasıydı.
Firavun kendi çıkarlarının bozulmasını istemiyordu. Eğer Hz. Musa güçlenirse
halka istediği gibi hükmedemeyecekti. Bu nedenle de Hz. Musa’yı fesat çıkarmakla suçlayıp onun
öldürülmesini makul göstermeye çalışıyordu. Fakat bu sefer de Hz. Musa’ya destekçi olarak Firavun’un
ailesinden bir kişi çıktı ve Firavun’un zorbalığına itiraz etti:
Firavun ailesinden imanını gizlemekte olan mü’min bir
adam dedi ki: “Siz, benim Rabbim Allah’tır diyen bir adamı öldürüyor musunuz?
Oysa o, size Rabbinizden apaçık belgelerle gelmiş bulunuyor. Buna rağmen o eğer
bir yalancı ise yalanı kendi aleyhinedir; ve eğer doğru sözlü ise, (o zaman da)
size va’dettiklerinin bir kısmı size isabet eder. Şüphesiz Allah, ölçüyü
taşıran, çok yalan söyleyen kimseyi hidayete erdirmez.”
“Ey Kavmim, bugün mülk sizindir, yeryüzünde hüküm sahibi
kimselersiniz. Fakat bize Allah’tan dayanılmaz bir azab gelecek olursa bize kim
yardımcı olabilecek?” Firavun dedi ki: “Ben, size yalnızca gördüğümü (kendi
görüşümü) gösteriyorum ve ben sizi doğru yoldan da başkasına yöneltmiyorum.”
İman eden (adam) dedi ki: “Ey Kavmim, ben o fırkaların
gününe benzer (bir günün felaketine uğrarsınız) diye korkuyorum.”
“Nuh kavmi, Ad, Semud ve onlardan sonra gelenlerin
durumuna benzer (bir gün). Allah, kullar için zulüm istemez.”
“Ve ey kavmim, doğrusu ben sizin için o feryat
(edeceğiniz kıyamet) gününden korkuyorum.”
“Arkanızı dönüp kaçacağınız gün; sizi Allah’tan koruyacak
yoktur. Allah, kimi saptırırsa artık onu doğruya yöneltecek bulunmaz.”
“Andolsun, daha önce Yusuf da size apaçık belgeler
getirmişti. O zaman size getirdikleri hakkında kuşkuya kapılıp durmuştunuz.
Sonunda o, vefat edince, demiştiniz ki; “Allah, ondan sonra kesin olarak bir
elçi göndermez.” İşte Allah, ölçüyü taşıran, şüpheci kimseyi böyle saptırır.”
“Ki onlar, Allah’ın ayetleri konusunda kendilerine gelmiş
bir delil bulunmaksızın mücadele edip dururlar. (Bu,) Allah katında da, iman
edenler katında da büyük bir öfke (sebebi)dir. İşte Allah, her mütekebbir
zorbanın kalbini böyle mühürler.” (Mümin Suresi, 28-35)
Saraydaki iman eden kişinin bu uyarısı, kibir ve inatla kalbi kör olmuş
olan Firavun’u fazla etkilemedi. Bu sözlerin çevresinde de etkisiz olması için
kendisini ve tüm Mısır kavmini uyaran bu müslümanı alaya almaya çalıştı.
Yardımcısı olan Haman’a dönerek alaycı bir şekilde kendisine yüksekçe bir kule
yapmasını istedi:
Firavun (alayla) dedi ki: “Ey Haman, bana yüksek bir kule
bina et; belki o yollara ulaşabilirim,”
“Göklerin yollarına. Böylelikle Musa’nın ilahına
çıkabilirim. Çünkü ben, onun yalancı olduğunu sanıyorum.” İşte Firavun’a, kötü
ameli böyle çekici kılındı ve yoldan alıkonuldu. Firavun’un hileli-düzeni,
‘yıkım ve kayıpta’ olmaktan başka (bir şey) olmadı. (Mümin Suresi, 36-37)
Firavun, Haman’a verdiği söz konusu kule inşa etme emriyle, sadece alay
ederek üste çıkmaya çalışıyordu. Hz. Musa’nın kendisine tebliğ ettiği gerçeği,
yani Allah’ın varlığını ve birliğini kavrayamıyordu. Firavun Allah’ın gökte
olduğunu düşünüyor, oraya çıkıp bakıldığında bir şey bulunamayacağını biliyor,
böylece kendince alaycı bir şekilde Hz. Musa’yı yalanlamış oluyordu.
Firavun’un ailesinde olup da gizlice iman eden mümin kişi ise, Firavun’un
bu tavrına karşı onlara açıkça Allah’ın ve ahiretin varlığını anlatmaya başladı. Onları
azapla uyardı. Anlattığı hakikate inanmalarını ve ona tabi olmalarını istedi:
İman
eden (adam) dedi ki: “Ey Kavmim, siz bana tabi olun, ben sizi doğru yola
iletip-yönelteyim.”
“Ey
kavmim, gerçekten bu dünya hayatı, yalnızca bir meta (kısa süreli bir
yararlanma)dır. Şüphesiz ahiret, (asıl) karar kılınan yurt odur.”
“Kim
bir kötülük işlerse, kendi mislinden başkasıyla ceza görmez; kim de -erkek
olsun, dişi olsun- bir mü’min olarak salih bir amelde bulunursa, işte onlar, içinde
hesapsız olarak rızıklandırılmak üzere cennete girerler.”
“Ey
kavmim, ne oluyor ki ben sizi kurtuluşa çağırıyorken, siz beni ateşe
çağırıyorsunuz.”
“Siz
beni Allah’a (karşı) inkâr etmeye ve hakkında bilgim olmayan şeyleri O’na şirk
koşmaya çağırıyorsunuz. Ben ise sizi, üstün ve güçlü olan, bağışlayan (Allah’)a
çağırıyorum.
“İmkanı
yok; gerçekten sizin beni kendisine çağırmakta olduğunuz şeyin, dünyada da,
ahirette de çağrıda bulunma (yetkisi, gücü, değeri ve bağışlama)sı yoktur.
Şüphesiz, bizim dönüşümüz Allah’adır. Ölçüyü taşıranlar, onlar ateşin
halkıdırlar.”
“İşte
size söylediklerimi yakında hatırlayacaksınız. Ben de işimi Allah’a
bırakıyorum. Şüphesiz Allah, kulları pek iyi görendir.”
Sonunda
Allah, onların kurdukları hileli-düzenlerinin kötülüklerinden onu korudu ve
Firavun’un çevresini de azabın en kötüsü kuşatıverdi. (Mümin Suresi, 38-45)
Firavun
ve çevresi kendi içlerinden gelen bu salih müminin uyarılarına da kulak
tıkadılar. Bunca delile rağmen inkarlarının ve zorbalıklarının karşılığı ise
azap olacaktı.
Kuran’da
Eski Mısır hakkında verilen bilgilerin bazıları yakın zamana kadar gizli kalmış
tarihsel bilgileri açığa çıkarmaktadır. Bu bilgiler, Kuran’daki her kelimenin
belirli bir hikmete göre kullanıldığını da bize göstermektedir.
Kuran’da
Firavun’la birlikte adı geçen kişilerden birisi “Haman”dır. Haman,
Kuran’ın 6 ayrı ayetinde, Firavun’un en yakın adamlarından biri olarak
zikredilir.
Buna
karşılık Tevrat’ta Hz. Musa’nın hayatını anlatan bölümde, Haman’ın adı hiç
geçmez. Fakat
Haman ismi Eski Ahit’in sonraki bölümlerinde, Hz. Musa’dan yaklaşık 1100 sene
sonra yaşamış, ve Yahudiler’e zulmetmiş bir Babil kralının yardımcısı olarak
geçmektedir.
İşte Kuran’ı Peygamberimiz Hz. Muhammed’in Tevrat ve İncil’den bakarak
yazdığını iddia eden gayrı müslim bazı kişiler, güya peygamberimizin bu
kitaplarda anlatılan bazı konuları Kuran’a yanlış aktardığı gibi bir safsatayı
ortaya atarlar.
Oysa bu iddianın tümüyle dayanaksız olduğu Mısır hiyeroglifinin bundan
yaklaşık 200 yıl önce çözülüp, eski Mısır yazıtlarında “Haman” isminin
bulunmasıyla ortaya çıktı.
O zamana kadar Eski Mısır dilinde yazılmış kitabeler ve yazılar
okunamıyordu. Eski Mısır dili hiyeroglifti ve çağlar boyunca bu dil varlığını
sürdürdü. Fakat M.S. 2. ve M.S. 3. yüzyılda hristiyanlığın yayılması ve
kültürel etkisiyle Mısır, dinini olduğu gibi dilini de unuttu, yazılarda
hiyeroglif kullanımı azaldı ve sona erdi. Hiyeroglif yazısının kullanıldığı
bilinen en son tarih M.S. 394 yılına ait bir kitabedir. Bundan sonra bu dil
unutuldu ve bu dilde yazılmış yazıları okuyabilen ve anlayabilen kimse kalmadı.
Ta ki bundan yaklaşık iki yüzyıl öncesine dek…
Eski Mısır hiyeroglifi 1799 yılında, Rosetta Stone adı verilen ve
M.Ö. 196 tarihine ait bir kitabenin bulunmasıyla çözüldü. Bu tabletin özelliği
üç farklı yazıyla yazılmış olmasıydı: Hiyeroglif, demotik (hiyeroglifin el
yazısı şekli) ve Yunanca. Yunanca metinin de yardımıyla tabletteki eski Mısır
yazısı çözülmeye çalışıldı. Tabletin tüm çözümü, Jean-Françoise Champollion adlı bir Fransız tarafından
tamamlandı. Böylece unutulan bir dil ve bu dilin anlattığı tarih aydınlanmış
oldu. Bu sayede eski Mısır uygarlığı, onların dinleri ve sosyal yaşantıları
hakkında bir çok şey öğrenildi.
Hiyeroglifin çözümüyle konumuzu da ilgilendiren çok önemli bir bilgiye daha
erişilmiş oldu: “Haman” ismi gerçekten de Mısır yazıtlarında geçiyordu.
Viyana’daki Hof Müzesi’nde bulunan bir anıt üzerinde bu isimden söz ediliyordu.
Aynı yazıtta Haman’ın Firavun’a olan yakınlığı da vurgulanıyordu. (Walter Wreszinski, Aegyptische Inschriften aus dem K.K.
Hof Museum in Wien, 1906, J C Hinrichs’ sche Buchhandlung)
Tüm yazıtlara dayanılarak hazırlanan “Yeni Krallıktaki Kişiler” sözlüğünde
ise, Haman’dan “Taş ocaklarında çalışanların başı” olarak
bahsediliyordu. (Hermann Ranke, Die Ägyptischen Personennamen, Verzeichnis der
Namen, Verlag Von J J Augustin in Glückstadt, Band I,1935, Band II, 1952)
Ortaya çıkan sonuç önemli bir gerçeği ifade ediyordu. Haman, Kuran’a karşı
çıkanların iddiasının aksine, aynen Kuran’da geçtiği gibi Hz. Musa zamanında
Mısır’da yaşayan bir kişiydi ve Kuran’da bahsedildiği gibi o, Firavun’a yakın
ve inşaat işleriyle ilgili bir kişiydi.
Nitekim Kuran’da, Firavun’un kule yapma işini Haman’dan istemesini aktaran
ayet de bu arkeolojik bulguyla tam bir mutabakat içindedir.
Firavun dedi ki: “Ey önde gelenler, sizin için benden
başka ilah olduğunu bilmiyorum. Ey Haman, çamurun üstünde bir ateş yak da, bana
yüksekçe bir kule inşa et, belki Musa’nın ilahına çıkarım çünkü gerçekten ben
onu yalancılardan (biri) sanıyorum.” (Kasas Suresi, 38)
Büyücülerle olan karşılaşmasından sonra Hz. Musa uzun bir süre daha
Mısır’da kaldı. Bu süre içinde Firavun’un Hz. Musa ve İsrailoğulları’na yönelik
baskıları devam etti. Hz. Musa bir yandan Firavun ve onun baskılarıyla
uğraşırken diğer yandan da İsrailoğulları’nı sabra davet ediyordu.
İsrailoğulları’nın bir kısmı ise Hz. Musa’dan önce de sonra da baskı olduğunu
ve değişen bir şey olmadığını söyleyerek, Hz. Musa’yı saygısız bir dille
eleştiriyorlardı:
Musa kavmine: “Allah’tan yardım dileyin ve sabredin.
Gerçek şu ki, arz Allah’ındır; ona kullarından dilediğini mirasçı kılar. En
güzel sonuç muttakiler içindir.” dedi.
Dediler ki: “Sen bize gelmeden önce de, geldikten sonra
da eziyete uğratıldık.” (Musa:) “Umulur ki, Rabbiniz düşmanınızı helak edecek
ve sizleri yeryüzünde halifeler (egemenler) kılacak, böylece nasıl
davranacağınızı gözleyecek” dedi. (Araf Suresi, 128-129)
İsrailoğulları’nın Hz. Musa’ya karşı gösterdikleri bu saygısız tavır,
gerçekte bu kişilerin manen oldukça zayıf olduğunun bir göstergesidir. Allah
kendilerini Firavun zulmünden kurtarmak üzere bir peygamber göndermiş ve
onlardan sabretmelerini istemiştir. İmanları zayıf olduğu ve akletmeyen kişiler
oldukları için, bu sabrı göstermemiş, nankörlük ederek Hz. Musa’ya karşı
yakınmaya, söylenmeye başlamışlardır. Oysa gerçek bir mümine yaraşan tavır, her
şart ve ortamda Allah’a şükretmek, Allah’ın çizdiği kaderin her anına razı ve
teslim olmaktır. Bir mümin, Allah kendisine her neyi takdir ederse etsin —bu,
sıkıntı, zorluk, açlık, baskı, işkence de olabilir— hep Bediüzzaman Said
Nursi’nin “elhamdülillahi ala külli hal” (her halde iken Allah’a hamdolsun)
sözleriyle ifade ettiği teslimiyetli ruh hali içinde olmalıdır. Maddi
sıkıntıları mümin için büyük bir manevi lezzete çeviren de bu teslimiyet ve
tevekküldür.
Allah, inkarda direten Firavun ve kavmine peş peşe çeşitli belalar musallat
etti. Öncelikle Mısır’da büyük bir kuraklık dönemi başladı. Mısır için su son derece önemliydi. Kuraklık onların
hayatlarını da tehdit ediyordu. Dolayısıyla elde edilen tüm tarım ürünlerinde
büyük bir azalma ve kıtlık başgösterdi:
Andolsun, biz de Firavun aile (çevre)sini belki öğüt alıp
düşünürler diye yıllar yılı kuraklığa ve ürün kıtlığına uğrattık. (Araf Suresi,
130)
Bu ayetten anlaşıldığına göre bu kıtlık dönemi yıllarca sürdü. Yani Hz. Musa
büyücülerle yaptığı mücadeleden sonra daha yıllarca Mısır’da kalıp burada
Allah’ın dinini anlattı. Bu dönem içinde Allah Hz. Musa’dan kavmine rahat ibadet edebilmeleri için
evler yapmasını istedi. Bu şekilde inananlar hep birlikte olacaklardı:
Musa ve kardeşine (şöyle) vahyettik: “Mısır’da kavminiz
için evler hazırlayın, evlerinizi namaz kılınan (ve kıbleye dönük) yerler yapın
ve namazı dosdoğru kılın. Mü’minleri de müjdele.” (Yunus Suresi, 87)
Hz. Musa ve ona iman edenler burada ibadetlerini yerine getiriyorlar,
Allah’ı anıyorlardı. Mısır kavmi ise hala cehalet ve akılsızlık içinde kendi
kendilerini kışkırtmaya devam ediyorlar, başlarına gelen belaların nedeninin
ise Hz. Musa ve inananlar olduğunu düşünüyorlardı:
Onlara bir iyilik geldiği zaman “Bu bizim için” dediler;
onlara bir kötülük isabet ettiğinde (bunu da) Musa ve beraberindekilerin bir
uğursuzluğu olarak yorumlarlardı. Haberiniz olsun, Allah katında asıl uğursuz
olanlar kendileridir; ama onların çoğu bilmezler. (Araf Suresi, 131)
Felaketler tüm memleketi sarmıştı. Buna rağmen Firavun ve yakın
çevresi kendi sapkın çok tanrılı
sistemlerine, putperest inanışlarına yani “atalarının dini”ne öylesine koyu bir
taassupla bağlanmışlardı ki hiçbir şekilde bundan dönmeyi göze almıyorlardı.
Hz. Musa’nın getirmiş olduğu iki mucize yani elinin bembeyaz çıkması ve
asasının yılana dönüşmesi bile onları batıl inançlarından döndürmemişti. Başka
mucize getirse bile onu kabul etmeyeceklerini ve ona inanmayacaklarını
söylüyorlardı:
Onlar: “Bizi büyülemek için mucize (ayet) olarak her ne
getirirsen getir, yine de biz sana inanacak değiliz” dediler. (Araf Suresi,
132)
Bu tutumlarının karşılığında Allah, onlara dünyada da bir azap tattırmak
için ayetin ifadesiyle “ayrı ayrı mucizeler” (Araf Suresi, 133) olarak felaketler
yolladı. Bunlardan ilki, yukarıda da söz ettiğimiz gibi kuraklık ve dolayısıyla
elde edilen ürünlerin azalmasıydı.
Mısırlılar tarım sistemlerini Nil nehrine dayandırmışlardı ve bu sayede
doğal şartların değişimi onları etkilemiyordu. Mısır topraklarına yağmur
yağmasa da Nil nehri Afrika’nın içlerinden gelerek en sıcak mevsimlerde bile
bol su getiriyordu. Ancak Firavun ve yakın çevresinin Allah’a karşı
büyüklenmesi ve Allah’ın peygamberini tanımaması sebebiyle kendilerine
beklenmedik bir felaket olarak kuraklık geldi. Bu kuraklık, kendi kavmine, “Ey
kavmim, Mısır’ın mülkü ve şu altımda akmakta olan nehirler benim değil mi? Yine
de görmeyecek misiniz?” (Zuhruf Suresi, 51) diye seslenen Firavun’u
da en açık biçimde yalanlıyordu.
Fakat ayette de belirtildiği gibi inkarcı kavim, “öğüt alıp düşünmeleri”
gerekirken bu olanları Hz. Musa’nın ve İsrailoğulları’nın getirdiği bir
uğursuzluk olarak kabul ettiler. Batıl inançları ve atalarının dini sebebiyle
böyle bir düşünceye saplanmışlardı. Bu yüzden de büyük sıkıntılar çekmeye
mahkum oldular. Ancak başlarına gelecekler bununla sınırlı değildi. Bu, daha
başlangıçtı. Allah,
üzerlerine bir seri felaket gönderdi. Bu felaketler Kuran’da şöyle
bildirilmiştir:
Bunun üzerine, ayrı ayrı mucizeler (ayetler) olarak
üzerlerine tufan, çekirge, buğday güvesi, kurbağa ve kan musallat kıldık. Yine
büyüklük tasladılar ve suçlu-günahkar bir kavim oldular. (Araf Suresi, 133)
Onlar ise bu azaba rağmen inkara devam ettiler. Hatta bu azabın, inkarları
dolayısıyla Allah’tan gelen bir bela olduğunu anladıklarında dahi inkarı
sürdürdüler. Firavun ve yakın çevresi Hz. Musa’yı ve dolayısıyla Allah’ı
(Allah’ı tenzih ederiz) kandırmayı denediler. Korkunç azaplar üstüste
üzerlerine gelince Hz. Musa’yı çağırarak, kendilerini bundan kurtarmasını
istemişlerdi:
Başlarına iğrenç bir azab çökünce, dediler ki: “Ey Musa,
Rabbine sana verdiği ahid adına bizim
için dua et. Eğer bu iğrenç azabı üzerimizden çekip giderirsen, andolsun sana
iman edeceğiz ve İsrailoğulları’nı seninle göndereceğiz.” Ne zaman ki, onların
erişebilecekleri bir süreye kadar, o iğrenç azabı çekip giderdik, onlar yine
andlarını bozdular. (Araf Suresi, 134-135)
Dikkat edilirse burada inkarcı kavmin kullandığı sözler, Şeytan’ın inkarına
benzemektedir. Şeytan Allah’ın varlığını bilmesine rağmen O’na itaati
reddetmiştir. Firavun kavmi ise, belaların “Musa’nın Rabbi” olarak tanıdıkları
Allah tarafından geldiğini anlamalarına rağmen, Allah’a ve elçisine itaati
reddetmiştir. Allah’ın varlığını anlayıp idrak etmişler, fakat kibirleri,
inatçılıkları ve atalarının dinine körü körüne bağlılıkları nedeniyle inkarı
sürdürmüşlerdir.
Hz. Musa ise uzun bir zaman kavmini uyarmış, onlara dini anlatmıştır.
Allah’ın delili olan pekçok mucizeyi göstermiştir. Allah bu inkarcı kavmi belki
doğru yola dönerler diye musibetlere uğratmıştır; fakat hiç biri putperest
dinlerini bırakıp kendilerini yaratmış olan gerçek Rableri Allah’a
dönmemişlerdir. Allah, Kuran’da Hz. Musa’nın Firavun’a her şeyi anlattığını,
onun ise tüm gücü ile peygambere karşı geldiğini şöyle haber verir:
Musa (olayın)da da (düşündürücü ayetler vardır). Hani Biz
onu açık bir delille Firavun’a göndermiştik;
Fakat o, ‘bütün kişisel ve askeri gücüyle’ yüz çevirdi...
(Zariyat Suresi, 38-39)
Bu katı inkar karşısında Hz. Musa, Rabbine bu inkarcı kavme azap vermesi
için dua etmiştir:
Musa dedi ki: “Rabbimiz, şüphesiz Sen, Firavun’a ve önde
gelen çevresine dünya hayatında bir çekicilik (güç, ihtişam) ve mallar verdin.
Rabbimiz, Senin yolundan saptırmaları için (mi?) Rabbimiz, mallarını yerin
dibine geçir ve onların kalblerinin üzerini şiddetle bağla; onlar acı azabı
görecekleri zamana kadar iman etmeyecekler.” (Allah) Dedi ki: “İkinizin duası
kabul olundu. Öyleyse dosdoğru yolda devam edin ve bilgisizlerin yoluna uymayın.”
(Yunus Suresi, 88-89)
Allah Hz. Musa’nın bu duasına icabet etmiştir. Kendilerine yapılan tüm
uyarılara karşı hak dine yönelmeyen Firavun ve yakın çevresi “acı azapla”
karşılaşıp mallarıyla birlikte yerin dibine geçmişlerdir.
HZ. MUSA
ve KAVMİNİN MISIR’I TERK ETMESİ ve
FİRAVUN’UN SUDA BOĞULMASI
Her
insana veya her kavme yapılan tebliğin bir sonu vardır. Allah kitapları ve
elçileri vasıtasıyla veya mümin kullarını vesile kılarak insanlara öğüt verir.
İnsanlar Allah’ın varlığını ve birliğini kabul etmeye, Rableri, Yaratıcı’ları
ve gerçek Mevlaları olan Allah’a itaat etmeye davet edilirler. Bu tebliğ
yıllarca sürebilir. Ama Allah katında tebliğin de belirlenmiş bir sonu vardır. İnkarda diretenlere bu sonla beraber artık azap gelir.
Dünya azabıyla başlayan bu azap, asıl olarak cehennemde sonsuza kadar devam
eder.
Firavun ve çevresi de yıllarca tebliğe karşı direnmiş ve azaba müstahak
olmuşlardır. Allah’a isyan edip peygamberi delilik ve yalancılıkla
suçlamışlardır. İnkarları sebebiyle Allah onlar için alçaltıcı bir son
hazırlamıştır.
Bu azabın başlangıcında Allah öncelikle Hz. Musa’ya İsrailoğulları’nı
Mısır’dan çıkarmasını emretmiştir:
Musa’ya: “Kullarımı gece yürüyüşe geçir, çünkü
izleneceksiniz” diye vahyettik. (Şuara Suresi, 52)
Hz. Musa ve kavmi, Allah’ın buyurduğu gibi Mısır’ı gizlice terk ettiler.
İsrailoğulları’nın Mısır’ı terk etmesi Firavun için kabul edilemezdi. O,
kendini onların rabbi kabul ediyordu. Tüm İsrailoğulları’nın sahibi olarak
kendini görüyordu. Dahası kölelerinin gitmesiyle tüm iş gücünü de kaybedecek
ardından Mısır’daki itibarını da yitirecekti. Bu nedenle askerlerini toplayarak
İsrailoğulları’nı yakalamak için peşlerine düştü:
Bunun üzerine Firavun şehirlere (asker) toplayıcılar
gönderdi.
“Gerçek şu ki bunlar azınlık olan bir topluluktur;”
“Ve elbette bize karşı da büyük bir öfke
beslemektedirler.”
‘Biz
ise uyanık bir toplumuz” (dedi).
Böylelikle
biz onları (Firavun ve kavmini) bahçelerden ve pınarlardan sürüp çıkardık;
Hazinelerden ve soylu makam(lar)dan da.
İşte böyle; bunlara İsrailoğulları’nı mirasçı kıldık.
Böylece (Firavun ve ordusu) güneşin doğuş vakti onları
izlemeye koyuldular. (Şuara Suresi, 53-60)
İsrailoğulları, Firavun ve adamlarına yakalanmamak için Mısır’dan
uzaklaşırken bir deniz sahiline geldiler. İşte bu sırada da Firavun ve
askerleri onların görebilecekleri mesafeye ulaştılar. Firavun ve askerlerini
kendilerine doğru yaklaşırken görünce, Hz. Musa’nın kavminde panik ve
ümitsizlik hakim oldu. Firavun ve askerleri çok yakın bir mesafedeydi ve
görünürde kaçacak hiç bir yerleri yoktu. Yakalandıklarını düşündüler:
İki topluluk birbirini gördükleri zaman Musa’nın
adamları: “Gerçekten yakalandık” dediler. (Şuara Suresi, 61)
İşte bu anda Hz. Musa tüm inananlara örnek bir tavır gösterdi. Allah’ın
kendisiyle ve inananlarla beraber olduğunu ve kendilerine mutlaka bir çıkış
yolu göstereceğini ümitsizliğe düşmüş olan kavmine hatırlattı:
(Musa:)
“Hayır” dedi. “Şüphesiz
Rabbim, benimle beraberdir; bana yol gösterecektir.” (Şuara Suresi, 62)
Bunun ardından Hz. Musa
Allah’tan aldığı “Asanla denize vur” (Şuara Suresi, 63) vahyi üzerine
asasını denize vurdu. Allah denizi bir mucize olarak iki parçaya ayırdı ve
aradan kuru bir yol kıldı. İsrailoğulları
hemen bu yola girdiler. Firavun ve askerleri ise o kadar azgınlardı ki açılan
yoldan geçip İsrailoğullarını yakalamayı düşündüler. Ortada apaçık bir mucize
vardı ve Allah’ın Hz. Musa ve onunla birlikte iman edenlere olan desteği
aşikardı. Ancak daha önceki mucizeler gibi bu da Firavun’un iman etmesini sağlamadı.
Akılları tümüyle kapanmış olan Firavun ve askerleri İsrailoğulları’nın hemen
ardından denizde açılan kuru yola girdiler. Ancak İsrailoğulları’nın bu yoldan
çıkıp karaya ulaşmalarıyla birlikte, sular aniden kapanmaya başladı. Firavun ve
onu kendilerine ilah ve rab edinmiş olan tüm ordusu da bu mucize ile birlikte
boğulup gitti. Firavun son anda tevbe etmek istedi ama bu tevbesi kabul
görmedi:
Biz,
İsrailoğulları’nı denizden geçirdik; Firavun ve askerleri azgınlıkla ve
düşmanlıkla peşlerine düştü. Sular onu boğacak düzeye erişince (Firavun):
“İsrailoğulları’nın kendisine inandığı (ilahtan) başka ilah olmadığına inandım
ve ben de müslümanlardanım” dedi.
Şimdi, öyle mi? Oysa sen önceleri isyan etmiştin ve
bozgunculuk çıkaranlardandın.
Bugün ise, senden sonrakilere bir ayet (tarihi bir belge,
ibret) olman için seni yalnızca bedeninle kurtaracağız (herkese cesedini
göstereceğiz). Gerçekten insanlardan çoğu, bizim ayetlerimizden habersizdirler.
(Yunus Suresi, 90-91)
Firavun’un ölmeden önce son anda iman edip tevbe etmek istemesi ve bunun
Allah tarafından kabul edilmeyişi, tüm insanlara ders olması gereken çok önemli
bir konudur. Allah insanlara ömürleri boyunca dünyada bulunuş amaçlarını
düşünmeleri, kulluk etmeleri gerektiğini anlamaları ve nasıl kulluk edeceklerini
öğrenmeleri için yeterince zaman ve imkan verir. Elçiler, hak kitaplar ve
müminler insanlara Allah’ın emir ve öğütlerini ulaştırırlar. Bu öğütleri
dinlemek ve tevbe etmek için de yeterince zaman vardır. Ancak eğer insan tüm bu
fırsatları kaçırır ve ölümle yüzyüze geldiği anda tevbe etmeye kalkarsa, bu
tevbenin –Allah’ın dilemesi dışında- artık bir kıymeti olmayacaktır. Çünkü ölüm
anında, insan ahiretin varlığını ve yakınlığını hissetmekte, ölüm meleklerini
karşısında görerek bu mutlak gerçeğe şahit olmaktadır. Bu noktada hiç kimsenin
artık inkar etmesi mümkün değildir. Kıymetli olan, daha önceden dünya hayatının
içinde iken, yani imtihan ortamı sürmekte iken, insanın kendi vicdan ve
samimiyeti ile iman etmesidir. Firavun imtihan ortamı boyunca sürekli küstah ve
aşağılık bir karakter sergilemiş, Allah’a karşı çirkince büyüklenmiştir ve
dolayısıyla ölüm anındaki korkunun etkisiyle kabul ettiği iman da ona bir fayda
sağlamamıştır.
Bu gerçek, gençlik yılları boyunca kendince “gününü gün etmeye” çalışan ve dini
sürekli yaşlılık yıllarına erteleyen insanlar için de çok önemli bir uyarıdır.
Dinin hiçbir şekilde ertelenmesi olmaz. Ertelemeye kalkanlar, erteleye erteleye
sonunda “son an”a varırlar ki, artık bu andaki iman ve tevbelerinin –Allah’ın
diledikleri dışında- bir değeri olmayacaktır. Allah bu gerçeği bizlere şöyle
bildirmektedir:
Allah’ın (kabulünü) üzerine aldığı tevbe, ancak cehalet
nedeniyle kötülük yapanların, sonra hemencecik tevbe edenlerin(kidir). İşte
Allah, böylelerinin tevbelerini kabul eder. Allah, bilendir, hüküm ve hikmet
sahibi olandır. Tevbe; ne, kötülükleri yapıp-edip de onlardan birine ölüm
çatınca: “Ben şimdi gerçekten tevbe ettim” diyenler, ne de kafir olarak ölenler
için değil. Böyleleri için acı bir azab hazırlamışızdır. (Nisa Suresi, 17-18)
Kendisine ölüm çattığında “ben şimdi tevbe ettim” diyen Firavun, bu
tevbeyle ne kendisine ne de kendisiyle birlikte saptırdığı çevresine hiç bir
fayda sağlayamamıştır. Allah, Firavun ve çevresinin cehennemdeki durumlarını
şöyle haber verir:
Ateş; sabah akşam, ona sunulurlar. Kıyamet-saatinin
kopacağı gün: “Firavun çevresini, azabın en şiddetli olanına sokun” (denecek).
Ateşin içinde, iddialar öne sürüp karşılıklı tartışırlarken zayıf olanlar,
büyüklenen (müstekbir)lere derler ki: “Gerçekten biz, size uymuş (teb’anız)
olan kimselerdik. Şimdi siz, ateşten bir parçasını olsun, bizden
uzaklaştırabilir misiniz? Büyüklenen (müstekbir)ler derler ki: “Biz hepimiz
(ateşin) içindeyiz; gerçekten Allah, kullar arasında hüküm verdi (artık).” (Mümin Suresi, 46-48)
Allah’ın izniyle, Hz. Musa’ya karşı direnen, ona ve yanındaki inananlara
zulmetmeye çalışan Firavun ve çevresinin çekeceği bu en şiddetli azabı ahirette
göreceğiz. Hepimizin duası, Firavun’un yaşayacağı bu feci azabı onunla aynı
yerde değil, Allah’ın salih kullarıyla birlikte cennetten seyretmek olmalıdır.
KARUN’UN
BÜYÜKLENMESİ
ve
CEZALANDIRILMASI
Hz. Musa devrinde Firavun’un ve askerlerinin dışında helak edildiği bize
bildirilen bir başka kişi ise Karun’dur.
Kuran’a baktığımızda, Karun’un hem Hz. Musa’nın kavminden (yani İsrail
soyundan) olduğunu hem de Mısır’da büyük bir mülke sahip olduğunu görürüz.
Aşağıdaki ayet, Karun’un Firavun ile birlikte Hz. Musa’ya karşı cephe
aldığını göstermektedir:
Andolsun, biz Musa’yı ayetlerimizle ve apaçık bir delille
gönderdik; Firavun’a, Haman’a ve Karun’a. Ama onlar: (Bu,) Yalan söyleyen bir
büyücüdür” dediler. (Mümin Suresi, 23-24)
Firavun’la birlikte olan Karun’un
aynı zamanda çok büyük bir hazinenin sorumlusu olması da dikkat çekicidir:
Gerçek şu ki, Karun, Musa’nın kavmindendi, ancak onlara
karşı azgınlaştı. Biz, ona öyle hazineler vermiştik ki, anahtarları, birlikte
(taşımaya) davranan güçlü bir topluluğa ağır geliyordu... (Kasas Suresi, 76)
Karun’un, Firavun yanında edindiği konum ve zenginlik, onu kendi kavmine
karşı azgın ve küstah yapmıştır. Hz. Musa’yı inkar ettiği gibi,
İsrailoğulları’na gösteriş yaparak onları dünya hayatına özendirmeye
çalışmıştır. Allah Karun’un kibirini ve İsrailoğulları içindeki imanı zayıf
kimselerin ona özenişini şöyle anlatır:
Böylelikle kendi ihtişamlı-süsü içinde kavminin karşısına
çıktı. Dünya hayatını istemekte olanlar: “Ah keşke, Karun’a verilenin bir
benzeri bizim de olsaydı. Gerçekten o,
büyük bir pay sahibidir” dediler. (Kasas Suresi, 79)
İsrailoğulları
içindeki müminler ise Karun’a hiç bir şekilde özenmedikleri gibi, gerçekte onun
acınacak bir cehalet içinde olduğunu anlamış ve ona şöyle öğüt vermişlerdir:
...Hani
kavmi ona (Karun’a) demişti ki: “Şımararak sevinme, çünkü Allah, şımararak
sevince kapılanları sevmez.”
“Allah’ın
sana verdiğiyle ahiret yurdunu ara, dünyadan da kendi payını (nasibini) unutma.
Allah’ın sana ihsan ettiği gibi, sen de ihsanda bulun ve yeryüzünde bozgunculuk
arama. Çünkü Allah, bozgunculuk yapanları sevmez.” (Kasas Suresi, 76-77)
Aynı
mümin kişiler, Karun’a özenen yahudilere de öğüt vermiş ve onları mümin
şerefiyle düşünmeleri ve hareket etmeleri, dünyanın geçici süsüne değil
Allah’ın rızasına talip olmaları için uyarmışlardır:
...
Dünya hayatını istemekte olanlar: “Ah keşke, Karun’a verilenin bir benzeri
bizim de olsaydı. Gerçekten o, büyük bir pay sahibidir” dediler. Kendilerine
ilim verilenler ise: “Yazıklar olsun size, Allah’ın sevabı, iman eden ve salih
amellerde bulunan kimse için daha hayırlıdır; buna da sabredenlerden başkası
kavuşturulmaz” dediler. (Kasas Suresi, 79-80)
Karun’un
sapmasının temel nedeni ise, “kendisinde bir bilgi bulunduğuna” inanması, yani
kendisinin diğer insanlardan üstün olduğunu düşünerek kibirlenmesidir:
Dedi
ki: “Bu, bende olan bir bilgi dolayısıyla bana verilmiştir.” Bilmez mi ki
gerçekten Allah, kendisinden önceki nesillerden kuvvet bakımından kendisinden
daha güçlü ve insan sayısı bakımından daha çok olan kimseleri yıkıma
uğratmıştır. Suçlu-günahkarlardan kendi günahları sorulmaz. (Kasas Suresi, 78)
Ancak
Karun’un büyüklenmesi kendisine yarar değil zarar getirmiştir. Allah’a
başkaldırıp nankörlük ettiği, sahip olduklarını kendinden bilerek büyük bir
kibir içinde azgınlık yaptığı için kendi
kendini azaba sürüklemiş, Allah’ın karşısında yapayalnız ve aciz bir kul
olduğunu anlamıştır. Çünkü Karun’un kibirlenmesine ve cahillerin de ona
özenmesine neden olan mal ve mülk, Allah tarafından helak edilmiştir:
Sonunda onu da, konağını da yerin dibine geçirdik.
Böylece Allah’a karşı ona yardım edecek bir topluluğu olmadı. Ve o, kendi
kendine yardım edebileceklerden de değildi. (Kasas Suresi, 81)
Bu helakla birlikte artık Karun, çevresindekiler ve aynı zamanda kendinden
sonra gelenler için bir ibret ve düşünme konusu haline geldi. Bir gün önce ona
özenenler, hırsla istedikleri şeyin aslında geçici ve değersiz olduğunun
farkına vardılar. Büyüklenenlerin sonunda kurtuluşa eremeyeceklerini gördüler
ve Allah’a mutlaka hesap vereceklerini anladılar:
Dün, onun yerinde olmayı dileyenler, sabahladıklarında:
“Vay, demek ki Allah, kullarından dilediğinin rızkını genişletip-yaymakta ve
kısıp-daraltmaktadır. Eğer Allah, bize lütfetmiş olmasaydı, bizi de şüphesiz
batırırdı. Vay, demek gerçekten inkâr edenler felah bulamaz” demeye başladılar.
(Kasas Suresi, 82)
Böylelikle Karun da Firavun ve Haman gibi helaka uğrayanlardan oldu:
Karun’u, Firavun’u ve Haman’ı da (yıkıma uğrattık).
Andolsun, Musa onlara apaçık delillerle gelmişti, ancak yeryüzünde
büyüklendiler. Oysa onlar (azabtan kurtulup) geçecek değillerdi. (Ankebut Suresi,
39)
Karun kıssası, bizlere mal ve mülk dolayısıyla kibirlenen veya kendisini
diğer insanlardan daha bilgili veya akıllı görerek büyüklenen insanların Allah
katında kesinlikle sevilmediklerini göstermektedir. Karun dışında Allah bize
geçmiş kavimleri de örnek vermektedir. Daha önce de bir çok medeniyet geçmiş ve
bunlar çok büyük güçlere ve maddi saltanata ulaşmışlardır. Fakat şu anda hiç
biri yeryüzünde yoktur. Allah, dünyaya hakim olduklarını düşünen o kişilerin de
canını almış, ihtişam dolu sarayları ise ancak harabe şekilde günümüze kadar
kalmıştır:
(Halkı) Zulmediyorken yıkıma uğrattığımız nice ülkeler
vardır ki, şimdi onların altları üstlerine gelmiş ıpıssız durmakta,
kullanılamaz durumdaki kuyuları (terkedilmiş bulunmakta), yüksek sarayları (çın
çın ötmektedir). (Hac Suresi, 45)
Yine Karun kıssasında öğretilen bir diğer husus, dünyanın geçici süsüne ve
bu süse sahip olan insanlara imrenmemektir. Asıl imrenilecek insanlar, Allah
yolunda sıkıntılara göğüs geren, mallarını ve canlarını O’nun yolunda kullanıp
harcayan, malla değil iman, akıl ve takva yönünden zengin olan insanlardır.
Dünyada çok büyük rahatlık ve ihtişam içinde gibi gözüken kibirli kişiler ise,
gerçekte manevi azaplar içinde yaşayan ve her gün cehenneme doğru sürüklenen
kimselerdir. Allah bu durumu şöyle bildirir:
Şu halde onların malları ve çocukları seni imrendirmesin;
Allah bunlarla ancak onları dünya hayatında azablandırmak ve canlarının inkâr
içindeyken zorlukla çıkmasını ister. (Tevbe Suresi, 55)
Mal, yalnızca ihtişam ve zevk için istenmez. Unutulmamalıdır ki, Allah
insanları mallarıyla da imtihan etmektedir. Bu mallar Allah’ın rızası için
kullanıldığı ölçüde insana fayda getirir. Karun’a o kadar malın kontrolü
verilmesine rağmen bunlar ona hiçbir yarar sağlamamıştır. Karun’un konumu
aslında tüm nesiller için bir ibret vesilesi olmalıdır.
HZ. MUSA’NIN KAVMİNİN SAPARAK BUZAĞIYA TAPMASI
Firavun
ve askerlerinin suda boğulmasının ardından, Hz. Musa kavmiyle beraber güvenlik
içinde yaşayacakları yere doğru yola çıktı. Ancak bu yolculuk sırasında,
İsrailoğulları’nın çoğunun imani yönden çok zayıf ve sapkınlığa çok açık
olduğunu gösteren alametler ortaya çıktı.
Mısır halkının dini putperest bir dindi. Bir çok putları vardı. Orada
yaşadıkları süre içinde İsrailoğulları da bu dinden etkilenmişlerdi. Her ne
kadar ataları Hz. İbrahim, Hz. İshak ve Hz. Yakub’un kendilerine yol olarak
bıraktıkları tevhid dinine mensup olsalar da, Allah’ı anmada zayıf oldukları
için, putperest Mısırlılar’ın kültürlerinden etkilenmişler, onların bazı sapkın
adet ve anlayışlarını benimsemişlerdi. İsrailoğulları’nın putperestliğe
gösterdikleri bu eğilim, yolda giderlerken putperest bir kavme rastladıklarında
ortaya çıktı. Bazı yahudiler bu putperest kavme akılsızca özenerek Hz. Musa’dan
kendilerine de put yapmasını istediler:
İsrailoğullarını
denizden geçirdik. Putları önünde bel büküp eğilmekte olan bir topluluğa
rastladılar. Musa’ya dediler ki: “Ey Musa, onların ilahları (var; onların ki)
gibi, sen de bize bir ilah yap.” O: “siz gerçekten cahillik etmekte olan bir
kavimsiniz” dedi.
Onların
içinde bulundukları şey (din) mahvolucudur ve yapmakta oldukları şeyler
(ibadetler) de geçersizdir. (Araf Suresi, 138-139)
Hz.
Musa’nın kavmi içindeki bu putperestlik düşüncesi bundan sonra da ortaya
çıkacaktı. Çünkü Hz. Musa’nın kavmi içinde Allah’tan gerektiği gibi korkmayan
ve kolaylıkla inkara düşmeye eğilimli insanlar vardı.
Hz.
Musa ve kavmi Tur Dağı’na doğru yöneldiler. Çünkü Kuran’da bildirildiğine göre
orada Allah Hz. Musa ile “sözleşmişti”. Bu sözleşme kırk günlük bir süre için
yapılmıştı, Hz. Musa dağda kırk gün kalacaktı. Hz. Musa acele ederek kavmini
geride bıraktı ve tek başına önden gitmeye karar verdi. Yerine kardeşi Hz. Harun’u bıraktı. O da Allah’ın
elçisiydi. Hz. Musa gittiğinde kavmini o yönetecekti. Hz. Musa kavminden
ayrılmadan önce Hz. Harun’a bazı tavsiyelerde bulundu:
Musa ile otuz gece için sözleştik ve ona bir on daha
ekledik. Böylece Rabbinin belirlediği süre, kırk geceye tamamlandı. Musa,
kardeşi Harun’a “Kavmimde benim yerime geç, ıslah et ve bozguncuların yolunu
tutma” dedi. (Araf Suresi, 142)
Hz. Musa kavminden ayrılıp tayin edilen sürede Tur
Dağı’na ulaştı. Allah, orada onunla bir kez daha konuştu. Kuran’da bu olay
şöyle anlatılır:
Musa tayin edilen sürede gelince ve Rabbi O’nunla konuşunca:
“Rabbim, bana göster, Seni göreyim” dedi. (Allah:) “Beni asla göremezsin, ama
şu dağa bak; eğer o yerinde karar kılabilirse, sen de beni göreceksin.” Rabbi dağa tecelli edince, onu param parça etti. Musa
bayılarak yere düştü. Kendine
geldiğinde: “Sen ne yücesin (Rabbim). Sana tevbe ettim ve ben iman edenlerin
ilkiyim” dedi.
(Allah:)
“Ey Musa” dedi. “Sana verdiğim risaletimle ve seninle konuşmamla seni insanlar
üzerinde seçkin kıldım. Sana verdiklerimi al ve şükredenlerden ol.”
Biz ona Levhalar’da her şeyden bir öğüt ve her şeyin
yeterli bir açıklamasını yazdık. (Ve:) “Şimdi bunlara sıkıca sarıl ve kavmine
de emret ki en güzeliyle sarılsınlar. Size fasıkların yurdunu pek yakında
göstereceğim” (dedik). (Araf Suresi, 143-144-145)
Bu sırada İsrailoğulları içindeki münafıklar Hz. Musa’nın kavminden
ayrılmasını bir fırsat bildiler. Hz. Harun’un emirlerini de dinlemeyen kavim
kendilerine Mısır dinindeki gibi bir put yaptılar; bu put bir buzağı
heykeliydi:
(Tura gitmesinin) Ardından Musa’nın kavmi süs eşyalarından
böğürmesi olan bir buzağı heykelini (tapılacak ilah) edindiler... (Araf Suresi,
148)
Bu esnada Allah Hz. Musa’ya kavminin durumunu ve neden onlardan önce
geldiğini sordu:
“Seni kavminden ‘çarçabuk ayrılmaya iten’ nedir ey Musa?”
Dedi ki: “Onlar arkamda izim üzerindedirler, hoşnut
kalman için, Sana gelmekte acele ettim Rabbim.” (Taha Suresi, 83-84)
Hz. Musa kavminin içine düştüğü durumu bilmiyordu. Allah ona, kavminin
sapışını, kavmi saptıran Samiri isimli münafığın konumunu ve kendilerine buzağıdan
bir put yaptığını söyledi:
Dedi ki: “Biz senden sonra kavmini deneme (fitne)den
geçirdik, Samiri onları şaşırtıp-saptırdı.” (Taha Suresi, 85)
Bunun ardından Hz. Musa
aşağıdaki ayetlerde bildirildiği gibi, Rabbinin verdiği levhaları alarak kavmine
geri döndü:
Bunun üzerine Musa, kavmine oldukça kızgın, üzgün olarak
döndü. Dedi ki: “Ey kavmim, Rabbiniz size güzel bir vaadde bulunmadı mı? Size (verilen) söz (ya da süre) pek uzun mu geldi? Yoksa
Rabbinizden üzerinize kaçınılmaz bir gazabın inmesini mi istediniz de bana
verdiğiniz sözden caydınız?”
Dediler ki: “Biz sana verdiğimiz sözden kendiliğimizden
dönmedik, ancak o kavmin (Mısır halkının) süs eşyalarından birtakım yükler
yüklenmiştik, onları (ateşe) attık, böylece Samiri de attı.”
Böylece onlara böğüren bir buzağı heykeli döküp çıkardı,
“İşte, sizin ve ilahınız, Musa’nın ilahı budur; fakat (Musa) unuttu” dediler.
(Taha Suresi, 86-88)
Bu kıssada bir münafığın, kalbinde hastalık olan insanları nasıl
saptırabileceği çok net bir şekilde anlaşılmaktadır. Münafıklar daima fitne ve
karışıklık için uygun ortamları kollarlar. Burada da zaten sapmaya eğilimli
olan bir kavim için en uygun ortam, Hz. Musa’nın içlerinde bulunmadığı
zamandır. İşte Samiri de böyle bir ortamda ortaya çıkmıştır. Daha önce de bu insanlar puta tapmaya eğilimlidir. Hz.
Musa’dan kendileri için böyle bir put yapmasını isteyen kavmin bu zaafını da
Samiri bilmektedir. Tam onların isteği olan ve sapmalarını sağlayacak bir
yöntem bulmuştur. Bunu kullanarak onların seveceği buzağı heykelini yapmıştır.
Bu yaptığının doğru olduğunu göstermek için heykelin güya Hz. Musa’nın da ilahı
olduğunu ve Hz. Musa’nın onu unuttuğunu iddia etmiştir.
Hz. Musa, denizin kenarında Firavun ve askerleri geldiğinde tek başına
Allah’a olan imanını ayakta tutup kavmine nasıl hidayette yol göstermişse,
burada da Samiri tek başına aynı kavme sapkınlıkta yol göstermişti. Burada,
imanlı bir kişinin bir topluma ne kadar hayırlı etkisi olabileceği görülürken,
aynı zamanda münafık bir kişinin de ne kadar zarar verebileceği
anlaşılmaktadır.
Aslında Hz. Harun kavmini uyarmış, yanlış yola saptıklarını, fitneye
düşürüldüklerini onlara anlatmıştı. Fakat buna rağmen onun sözlerine itaat etmediler. Kuran’da bu gerçek şöyle
anlatılır:
Andolsun, Harun bundan önce onlara: “Ey kavmim, gerçekten
siz bununla fitneye düşürüldünüz (denendiniz). Sizin asıl Rabbiniz Rahman (olan
Allah)dır; şu halde bana uyun ve emrime itaat edin” demişti. Demişlerdi ki:
“Musa bize geri gelinceye kadar ona (buzağıya) karşı bel büküp önünde
eğilmekten kesinlikle ayrılmayacağız.” (Taha Suresi, 90-91)
Burada kavmin Hz. Musa’ya olan itaatinin onu lider olarak kabul
etmelerinden kaynaklandığını anlıyoruz. Eğer imandan kaynaklanan keskin bir
itaatleri olsaydı, Hz. Harun’a Allah’ın elçisi olduğu için hemen itaat etmeleri
gerekirdi. Fakat onu kendi liderleri olarak görmeyip Hz. Harun’un sözünü dinlemediler. Hatta yaptıkları hataya
müdahalesi üzerine onu öldürmeye bile kalkışmışlardı:
(Musa da gelince:) “Ey Harun” demişti. “Onların
saptıklarını gördüğün zaman seni (Onlara müdahale etmekten) alıkoyan neydi?”
“Niye bana uymadın, emrime baş mı kaldırdın?”
Dedi ki: “Ey annemin oğlu, sakalımı ve başımı
tutup-yolma. Ben, senin: “İsrailoğulları arasında ayrılık çıkardın, sözümü
önemsemedin” demenden endişe edip korktum.” (Taha Suresi, 92-93)
...(ki Harun ona:) “Annem oğlu, bu topluluk beni
zayıflattı (hırpalayıp güçsüzleştirdi) ve neredeyse beni öldürmeye giriştiler.
Bari sen düşmanları sevindirecek bir şey yapma ve beni bu zalimler topluluğuyla
birlikte kılma (sayma)” dedi.
(Musa yalvarıp) Dedi ki: “Rabbim, beni ve kardeşimi
bağışla, bizi rahmetine kat. Sen merhamet edenlerin en merhametli olanısın.”
(Araf Suresi, 150-151)
Hz. Harun’un verdiği cevap üzerine Hz. Musa onu bıraktı. Asıl fitneyi
çıkaran ve insanların yoldan çıkmasına sebep olan Samiri’ye döndü.
Yaptıklarının sebebini ona sordu. Samiri, kendisinin bunları boşuna yapmadığını
ve kimsenin fark etmediği şeyleri fark ettiğini söyleyerek kendisini yüceltmeye
çalıştı. Hatta elçinin izinden de bir şeyler aldığını ve nefsinin de bunu
yaparken kendisine yol gösterdiğini söyledi:
(Musa)
Dedi ki: “Ya senin amacın nedir ey Samiri?”
Dedi
ki: “Ben onların görmediklerini gördüm, böylece elçinin izinden bir avuç alıp
atıverdim; böylelikle bana bunu nefsim hoşa giden (bir şey) gösterdi.”
Dedi
ki: “Haydi çekip git, artık senin hayatta (hakettiğin ceza: “Bana
dokunulmasın”) deyip yerinmendir.” Ve şüphesiz senin için kendisinden asla
kaçınamayacağın (azab dolu) bir buluşma zamanı vardır. Üstüne kapanıp bel
bükerek önünde eğildiğin ilahına bir bak; biz onu mutlaka yakacağız, sonra
darmadağın edip denizde savuracağız.” (Taha Suresi, 95-97)
Dikkat
edilirse Samiri’nin fitne çıkarmasının ardındaki en büyük neden, kendisinin
diğer herkesten çok daha akıllı ve ileri görüşlü olduğuna inanmasıdır. Bu
kibir, “ben onların görmediklerini gördüm” şeklindeki cümlesinden açıkça
anlaşılmaktadır. Bu büyüklük ve gurur hissi, Samiri’nin kolayca nefsinin ve
şeytanın emrine girmesine ve “farklı bir şeyler yaparak lider olmak”
psikolojisi içinde inkara sapıp fitne çıkarmasına neden olmuştur.
Oysa
bir müslüman asla diğer müslümanlara göre kendisinin en akıllı ve en üstün
olduğu zannıyla hareket etmez. Her zaman için kendisinde bir hata payı
olabileceğini düşünür, hata yapmaktan Allah’a sığınır. Eğer gerçekten kimsenin
fark etmediği ve görmediği bir hususu görmüşse bile, bunun Allah’ın bir lütfu
ve imtihanı olduğunu bilir ve ona göre davranır. “Allah bana bunu görmeyi nasip
etti, ilim ancak O’ndandır” der.
Kaldı
ki Samiri’nin gördüğü şey sapıklık ve fitneden başka bir şey değildir.
Tüm bu
olayların ardından Hz. Musa, Samiri’nin başlattığı fitneye karşı iki tane
önemli tedbir almıştır. Birincisi, fitnenin kaynağı olan ve insanların
sapmasına sebep olan Samiri’yi kavminin içinden kovmaktır. Böylece Samiri, bir
daha münafıklık yapamayacak ve fitne çıkaramayacaktır.
İkincisi
ise onun oluşturduğu putu tamamen yok etmektir. Kavmin put olarak benimsediği
buzağı heykeli tamamen yakılacak ve külleri de bir daha bulunmamak üzere denize
serpilecektir.
Görüldüğü gibi Hz. Musa’nın dine karşı büyük bir hamiyet hissi ve tutku
derecesinde mutlak bir bağlılığı vardır. Hz Musa insanları Allah’ı inkara
yönelten etkenlere karşı çok keskin ve isabetli tedbirler almış, inkarın kökünü
kazıyabilmek için çok kararlı davranmıştır. Bu, tüm peygamberlerin ve onların
yolunu izleyen hidayet önderlerinin ortak vasfıdır.
Hz. Musa, fitne sebeplerini yok ettikten sonra da tüm kavmine ders vererek
onları tevbeye ve Allah’a itaate davet etmiştir:
Hani Musa, kavmine: “Ey kavmim, gerçekten siz, buzağıyı
(tanrı) edinmekle kendinize zulmettiniz. Hemen, kusursuzca yaratan (gerçek
ilah)ınıza tevbe edip nefislerinizi öldürün: bu, yaratıcınız katında sizin için
daha hayırlıdır” demişti. Bunun üzerine (Allah) tevbelerinizi kabul etti.
Şüphesiz O tevbeleri kabul edendir, esirgeyendir. (Bakara Suresi, 54)
Hz. Musa’nın bu kararlı müdahaleleri ve sözleri kavminde etkili olmuştur.
İsrailoğulları, Hz. Musa’nın uyarılarına icabet ederek Rablerine tevbe
etmişlerdir. Ancak bu, İsrailoğulları’nın tamamiyle düzeldiği anlamına
gelmiyordu.
Hz. Musa, mücadelesini ilk başta Firavun’a karşı vermişti. Kendi kavmi,
yani İsrailoğulları Hz. Musa’dan önce köle olarak sıkıntı içinde yaşıyorlardı.
Bu nedenle Hz. Musa bir imkan oluşturduğunda Mısır’ı kavim olarak terk ettiler.
Ancak bu, onların tümünün samimi olarak iman ettiği anlamına gelmiyordu.
Aralarında iman etmedikleri halde, kavim psikolojisi ile hareket eden kişiler
de vardı. Büyük bir kısmı muhtemelen Hz. Musa’yı onları zulümden kurtaran
siyasi bir önder olarak görüyorlardı. Bu yüzden de hak dine uymak yerine, fırsat
buldukça hep eski putperest dinlerine dönmeye çalışıyorlardı. Bu
nedenle her fırsatta Hz. Musa ile mücadele etmiş ve onun getirdiği gerçek
dinden sapmaya çalışmışlardır.
Allah,
önce Hz. Musa’ya İsrailoğuları’nı oniki
ayrı topluluk olarak böldürdü:
Biz
onları (İsrailoğulları’nı) ayrı ayrı oymaklar olarak on iki topluluk (ümmet)
olarak ayırdık. Kavmi kendisinden su istediğinde Musa’ya: “Asan’la taşa vur”
diye vahyettik. Ondan on iki pınar sızıp-fışkırdı; böylece her bir insan-
topluluğu su içeceği yeri öğrenmiş oldu... (Araf Suresi, 160)
İsrailoğulları’nın
büyük kısmı imanı kalplerine tam yerleştirememişlerdi. Hatta bir keresinde Hz. Musa’dan Allah’ı kendilerine
göstermesini istediler. İyice küstahlaşarak eğer göstermezse ona
inanmayacaklarını söylediler:
Ve demiştiniz ki: “Ey Musa, biz Allah’ı apaçık görünceye
kadar sana inanmayız.” Bunun üzerine yıldırım sizi (kendinizden) almıştı. Ve
siz bakıp duruyordunuz. (Bakara Suresi, 55)
Bu inkarcı kavmin belirgin bir özelliği, sürekli olarak tamahkar ve nankör
bir ruh hali içinde olmalarıydı. Allah onları açlıktan kurtarmak için
kendilerine mucizevi bir yiyecek sunmuştu. Kuran’da “kudret helvası ve
bıldırcın” olarak bildirilen bu yemek Allah’ın ikramı olmasına rağmen,
İsrailoğulları bir süre sonra bundan yakınmaya başladılar:
Bulutları üzerinize gölge kıldık ve size kudret helvası
ve bıldırcın indirdik. Size rızık olarak verdiklerimizin temizinden yiyin
(dedik). Onlar bize zulmetmediler, ancak kendi nefislerine zulmettiler. (Bakara
Suresi, 57)
Siz (ise şöyle) demiştiniz: “Ey Musa, biz bir çeşit
yemeğe katlanmayacağız, Rabbine yalvar da, bize yerin bitirdiklerinden bakla,
acur, sarmısak, mercimek ve soğan çıkarsın.” (O zaman Musa:) “Hayırlı olanı, şu
değersiz, şeyle mi değiştirmek istiyorsunuz? (Öyleyse) Mısır’a inin, çünkü
(orada) kendiniz için istediğiniz vardır” demişti... (Bakara Suresi, 61)
Burada Hz. Musa’nın kavminin nankörce tavırlarından biri daha açıkça
görülmektedir.
Bakara Kıssası
Hz. Musa’nın kavmi hak dini gerçekten kavrayamamışlardı. Daha önce de
dikkat çektiğimiz gibi peygamberlerine Allah rızası için değil, muhtemelen onu
güçlü ve kararlı bir lider olarak gördükleri için itaat etmişlerdi.
Nitekim hep kendilerine gelen dini değiştirerek kendi nefislerine ve eski
dinlerine uydurmaya çalıştılar. Dinin kolay ve berrak yönünü görmeyip onu
karmaşık ve zor hale getirip kendilerine putlar yapmaya, Allah’a yönelmeyi
zorlaştırıp bunu törenselleştirmeye ve araya putları aracı koymaya çalıştılar.
İsrailoğulları’nın dinlerini zorlaştırmaya çalışan bu garip mantık, en açık
şekilde Bakara Suresi’ndeki bir kıssada anlatılır. Bu kıssada Allah,
İsrailoğulları’na bir buzağı kesmelerini emretmiştir. İstenen, sadece bir
buzağının kurban edilmesidir ve Hz. Musa da bunu kavmine bildirir.
İsrailoğulları ise bu çok açık ve kolayca yapılabilecek emri zorlaştırırlar.
Allah onlardan sadece sığır kesmelerini ister, onlarsa dinin zor ve karmaşık
olması gerektiğini düşünerek kendilerinden istenmediği halde teferruata
dalarlar. Önemsiz ve gereksiz detaylara dalarken içlerinde bulunan Allah’ın
elçisine, “Bizi alaya mı alıyorsun?” diyecek kadar da ileri giderler:
Hani Musa kavmine: “Allah, muhakkak sizin bir sığır
kesmenizi emrediyor” demişti. “Bizi alaya mı
alıyorsun?” dediler. (Musa) “Cahillerden olmaktan Allah’a sığınırım” dedi.
“Rabbine
adımıza yalvar da, bize niteliklerini açıklasın” dediler. (Musa, Rabbine
yalvardıktan sonra) “Şüphesiz Allah diyor ki: O ne pek geçkin, ne de pek genç,
ikisi arası dinç(likte bir sığır olmalı)dır. Artık emrolunduğunuz şeyi yerine getirin”
dedi.
(Bu sefer) dediler ki: “Rabbine adımıza yalvar
da, bize rengini bildirsin.” O: “(Rabbim) diyor ki: O, bakanların içini
ferahlatan sarı bir inektir” dedi.
(Onlar yine:) “Rabbine adımıza yalvar da, bize
onun niteliklerini açıklasın. Çünkü bize göre sığırlar birbirine benzer. İnşaallah (Allah dilerse) biz
doğruyu buluruz” dediler.
(Bunun üzerine
Musa, “Rabbim) diyor ki: O, yeri sürmek ve ekini sulamak için boyunduruğa
alınmayan, salma ve alacası olmayan bir inektir” dedi. (O zaman): “Şimdi gerçeği
getirdin” dediler. Böylece ineği kestiler; ama neredeyse (bunu)
yapmayacaklardı. (Bakara Suresi, 67-71)
Yukarıdaki kıssada anlatıldığı gibi Hz. Musa’nın kavmi, Allah’ın emrini
yerine getirme konusunda sürekli zorluk çıkardılar; ürettikleri detaylar
nedeniyle bu emir neredeyse yapılamaz hale gelince uygulamayı kabul ettiler.
Aslında istenen çok kolaydı; sadece bir sığır keseceklerdi.
Bugün Yahudi dinine baktığımızda da, buzağı kıssasında anlatılan detaycı
Yahudi mantığının katlanarak devam ettiğini görmek mümkündür. Yahudilerin dini
kitapları olan Talmud’da, ibadetler veya günlük yaşam hakkında en akla
gelmeyecek detaylar yer alır. Örneğin bir hayvanın sütünün nasıl sağılacağından
yakılan bir tütsünün dumanının nasıl kullanılacağına kadar sayısız konuda, dini
hiç bir anlam taşımayan detaylar bulunur. Yahudilikte bir insanın dindarlığının
ölçüsü de bu detayları ne kadar uyguladığına göre değişir. Buna karşın
dindarlığın temeli olan Allah’a ve ahirete iman konusu tamamen unutulmuştur.
Yahudi dini, uyulması gereken bir kurallar bütünü haline gelmiş, Allah korkusu,
Allah rızası, Allah sevgisi gibi iman esasları kaybolmuştur.
İsrailoğulları'nın Emre Başkaldırması
ve Lanetlenmesi
Allah, İsrailoğulları Mısır’dan çıktıktan sonra onlara yurt olarak bir toprağı
vaad etmişti. Bu yolculuk esnasında Hz. Musa’ya yaptıklarını ve ona
çıkardıkları zorlukları önceki sayfalarda belirttik. Vaad edilmiş topraklara
geldiklerinde de zorluk çıkarmaya devam etiler:
Hani, Musa kavmine (şöyle) demişti: “Ey kavmim, Allah’ın
üzerinizdeki nimetini anın; içinizden peygamberler çıkardı, sizden yöneticiler
kıldı ve alemlerden hiç kimseye vermediğini size verdi.”
“Ey kavmim, Allah’ın sizin için yazdığı (girmenizi
emrettiği) kutsal yere girin ve gerisin geri arkanıza dönmeyin; yoksa kayba
uğrayanlar olarak çevrilirsiniz.”
Dediler ki: “Ey Musa, orda zorba bir kavim vardır, onlar
çıkmadıkları sürece biz oraya kesinlikle girmeyiz. Şayet ordan çıkarlarsa, biz
de muhakkak gireriz. (Maide Suresi, 20-22)
Allah onlara defalarca yardım etmişti. Onları sudan geçirerek Firavun’dan
kurtarmıştı ve bu toprakları onlara vermişti. Oradaki zorba kavimle
savaşırlarsa mutlaka kazanacaklarını vaat etmişti. Allah’a tevekkül etmeleri ve
elçisine uymaları gerekiyordu. Fakat Hz. Musa’nın uyarılarına karşı çıktılar,
korktukları için oraya girmediler. Sadece korkanların içinden iki kişi, Allah’a
tevekkül edilmesi gerektiğini ve oraya girilmesi gerektiğini söyledi:
Korkanlar arasında olup da Allah’ın kendilerine nimet
verdiği iki kişi: “Onların üzerine kapıdan girin. Girerseniz, şüphesiz sizler
galibsiniz. Eğer mü’minlerdenseniz, yalnızca Allah’a tevekkül edin.” dedi.
(Maide Suresi, 23)
İsrailoğulları bu uyarılara rağmen Allah’ın elçisine karşı çıkıp ona
saygısızca hitap ettiler:
Dediler ki: “Ey Musa biz, onlar durduğu sürece hiç bir
zaman oraya girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin
git, ikiniz savaşın. Biz
burda duracağız.” (Maide Suresi, 24)
Artık Hz. Musa’nın kavminin azgınlığı iyice artmıştı. Peygamberlerinin
hiçbir sözünü dinlemeyecek, açıkça karşı çıkacak hale gelmişlerdi. Bunun
üzerine Musa peygamber Rabbine yalvarıp kendisi ve kardeşi Hz. Harun’u bu
isyankar kavimden ayırmasını istedi:
(Musa:) “Rabbim, gerçekten kendimden ve kardeşimden
başkasına malik olamıyorum. Öyleyse bizimle fasıklar topluluğunun arasını Sen
ayır.” dedi.
(Allah) Dedi: “Artık orası kendilerine kırk yıl haram
kılınmıştır. Onlar yeryüzünde ‘şaşkınca dönüp duracaklar.’ Sen
de o fasıklar topluluğuna üzülme.” (Maide Suresi, 25-26)
Yukarıdaki
ayetlerde görüldüğü gibi, Allah’a ve elçisine yaptıkları bu isyankarlıktan
sonra tam kırk yıl o bölge İsrailoğulları’na haram oldu ve oraya giremediler.
Hz.
Musa hayatı boyunca Rabbinin risaletini tebliğ etmeye çalıştı. Kavmini
putlardan kurtarıp onlara gerçek dini anlatmak için çaba harcadı. Onun amacı,
Allah’ın rızasını kazanmak için insanları uyararak onları cehennem azabından
kurtarmaktı. Bu uğurda Firavun’la mücadele etti, kendi kavminin sapkın
inançlarını değiştirmeye çalıştı. Bunları yaparken hem Firavun ve çevresinden hem de kendi kavminden eziyet
gördü. Fakat Hz. Musa her şeyiyle Allah için yaşayan seçkin bir kuldu ve Rabbi
onu Firavun’un da kendi kavminin de sıkıntı ve belalarından kurtardı.
Peygamberlerinin izinden gitmeyen, kendilerine emanet edilmiş olan dine yüz
çeviren ve “sen ve Rabbin git, ikiniz savaşın” diyerek nankörlük eden
İsrailoğulları, tüm inananlar için bir ibret vesilesidir. Allah, tüm insanları
peygamberine yüzçevirmiş olan İsrailoğulları gibi olmamaları için şöyle uyarır:
Kuran’da Hz. Musa’dan söz edilen bir büyük kıssa da Kehf Suresi’nin içinde
geçen kıssadır. Bu kıssaya baktığımızda, Hz. Musa’nın hayatının tam olarak
hangi döneminde bu olayların geçtiğini anlayamıyoruz. Muhtemelen Hz. Musa’nın
İsrailoğulları ile birlikte Mısır’dan çıkmasından sonra gerçekleşen bir olay
olabilir. Bu kıssanın en önemli özelliği ise, sembollerle dolu bir anlatım
olması, Allah katından verilen bir ilim ve bu ilime sahip olan kişiyle Hz.
Musa’nın diyaloglarından söz etmesidir. Bu kıssanın başında Hz. Musa genç
yardımcısıyla bir yolculuk yapar:
Hani Musa genç yardımcısına demişti: “İki denizin
birleştiği yere ulaşıncaya kadar gideceğim ya da uzun zamanlar geçireceğim.”
Böylece ikisi, iki (deniz)in birleştiği yere ulaşınca
balıklarını unutuverdiler; (balık) denizde bir akıntıya doğru (veya bir menfez
bulup) kendi yolunu tuttu.
(Varmaları gereken yere gelip) Geçtiklerinde (Musa)
genç-yardımcısına dedi ki: “Yemeğimizi getir bize, andolsun, bu
yaptığımız-yolculuktan gerçekten yorulduk.”
(Genç-yardımcısı) Dedi ki: “Gördün mü, kayaya
sığındığımızda, ben balığı unuttum. Onu hatırlamamı Şeytan’dan başkası bana unutturmadı;
o da şaşılacak tarzda denizde kendi yolunu tuttu.”
(Musa) Dedi ki:
“Bizim de aradığımız buydu.” Böylelikle ikisi izleri üzerinde geriye
doğru gittiler. (Kehf Suresi, 60-64)
Üstteki ayetlerde önemli hikmetler yer almaktadır. Dikkat edilirse, Hz.
Musa, “yemeğimizi getir bize, andolsun, bu yaptığımız-yolculuktan gerçekten
yorulduk” demekle, yemek zamanını dinlenme zamanına denk getirmektedir. Oysa
bir başkası, yemek için ayrı bir mola, dinlenmek için ayrı bir mola
verebilirdi. Hz. Musa’nın bu tavrı, müslümanın vaktini çok iyi değerlendirmesi,
bu amaçla bir kaç işi aynı anda akılcı biçimde planlayarak yapması gibi dersler
içermektedir.
Bir başka önemli hikmet, yolculuk esnasında yemeğin unutulması ve bu
unutmanın sebebinin şeytan olduğunun açıklanmasıdır. Burada, şeytanın insan
üzerindeki önemli bir etkisi açıklanmaktadır. Şeytan insanın unutkanlığına
sebep olabilmektedir. Örneğin şeytan dinin ve müslümanların faydasına olan
hayırlı bir işi unutturmak suretiyle engellemeye çalışır. En büyük amacı da insana
Allah’ı unutturmak, Allah’ı anmasına ve düşünmesine engel olmaktır. Şeytan’ın
bu etkisine karşı iman eden bir insanın yapabileceği en iyi mücadele ise
sürekli olarak Allah’ı hatırda tutmasıdır.
Üçüncü bir hikmet, Hz. Musa’nın söz konusu unutma olayını bir alamet olarak
kabul etmesi ve bunun üzerine yolunu değiştirmesidir. Bu da Hz. Musa’nın
Allah’la sürekli bağlantı halinde olan, karşılaştığı olayların O’nun tarafından
yaratıldığını bilen ve dolayısıyla olaylardan sonuç çıkarabilen çok akıllı ve basiretli
bir insan olduğunun göstergesidir.
Hz. Musa ve genç arkadaşı yiyeceği unutmalarını işaret olarak görüp izler
üzerinden geri döndüler. Daha sonra Hz. Musa bir kişiyle karşılaştı.
Karşılaşılan bu kişinin ismi Kuran’da bildirilmez, ancak yaygın olarak
kendisinden “Hızır” diye söz edilmektedir. Bu kişide Allah tarafından verilmiş
özel bir ilim vardır. Hz. Musa bu kişiden bu ilmi öğrenmek istemiş, fakat o
kişi Hz. Musa’ya buna sabredemeyeceğini anlatmıştır. Kıssa şu şekildedir:
Derken, katımızdan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve
tarafımızdan kendisine bir ilim öğrettiğimiz kullarımızdan bir kulu buldular.
Musa ona dedi ki: “Doğru yol (rüşd) olarak sana
öğretilenden bana öğretmen için sana tabi olabilir miyim?”
Dedi ki: “Gerçekten sen, benimle birlikte olma sabrını
göstermeye güç yetiremezsin.”
(Böyleyken) “Özünü
kavramaya kuşatıcı olamadığın şeye nasıl sabredebilirsin?”
(Musa:) “İnşaallah, beni sabreden (biri olarak)
bulacaksın. Hiç bir işte sana karşı gelmeyeceğim” dedi.
Dedi ki: “Eğer bana uyacak olursan, hiç bir şey hakkında
bana soru sorma, ben sana öğütle-anlatıp söz edinceye kadar.”
Böylece ikisi yola koyuldu. Nitekim bir gemiye binince, o
bunu (gemiyi) deliverdi. (Musa) Dedi ki: “İçindekilerini batırmak için mi onu
deldin? Andolsun, sen şaşırtıcı bir iş yaptın.”
Dedi ki: “Gerçekten benimle birlikte olma sabrını
göstermeye kesinlikle güç yetiremeyeceğini ben sana söylemedim mi?”
(Musa:) “Beni,
unuttuğumdan dolayı sorgulama ve bu işimden dolayı bana zorluk çıkarma” dedi.
Böylece ikisi (yine) yola koyuldular. Nitekim bir çocukla
karşılaştılar, o hemen tutup onu öldürüverdi. (Musa) Dedi ki: “Bir cana
karşılık olmaksızın, tertemiz bir canı mı öldürdün? Andolsun,
sen kötü bir iş yaptın.”
Dedi
ki: “Gerçekte benimle birlikte olma sabrını göstermeye kesinlikle güç
yetiremeyeceğini ben sana söylemedim mi?”
(Musa:) “Bundan sonra sana bir şey soracak
olursam, artık benimle arkadaşlık etme. Benden yana bir özre ulaşmış olursun”
dedi.
(Yine) Böylece ikisi yola koyuldu. Nihayet bir
kasabaya gelip yemek istediler, fakat (kasaba halkı) onları konuklamaktan
kaçındı. Onda (kasabada) yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar buldular, hemen onu
inşa etti. (Musa) Dedi ki: “Eğer isteseydin gerçekten buna karşılık bir ücret
alabilirdin.”
Dedi
ki: “İşte bu, benimle senin aranda ayrılma (zamanı)mız. Sana, üzerinde sabır
göstermeye güç yetiremeyeceğin bir yorumu haber vereceğim.
“Gemi,
denizde çalışan yoksullarındı, onu kusurlu yapmak istedim, (çünkü)
ilerilerinde, her gemiyi zorbalıkla ele geçiren bir kral vardı.”
“Çocuğa
gelince, onun anne ve babası mü’min kimselerdi. Bundan dolayı, onun kendilerine azgınlık ve inkâr zorunu
kullanmasından endişe edip-korktuk.”
Böylece,
onlara Rablerinin ondan temiz olmak bakımından daha hayırlısı, merhamet
bakımından da daha yakın olanını vermesini diledik.”
“Duvar
ise, şehirde iki öksüz çocuğundu, altında onlara ait bir define vardı; babaları
salih biriydi. Rabbin diledi ki, onlar erginlik çağına erişsinler ve kendi
definelerini çıkarsınlar; (bu,) Rabbinden bir rahmettir. Bunları ben, kendi
işim (özel görüşüm) olarak yapmadım. İşte, senin sabır göstermeye güç
yetiremediğin şeylerin yorumu.” (Kehf Suresi, 65-82)
Bu
kıssadan çıkarılması gereken çok önemli bir ders vardır: İnsanların şer olarak
gördüğü olayların ardında, Allah çok büyük hayırlar kılabilir. Bir geminin
ortada hiç bir görünür sebep yokken batırılması, bir çocuğun görünür bir suçu
yokken öldürülmesi gibi olaylar, zahiri (yüzeysel) olarak değerlendirilirse
büyük bir şer (kötülük) olarak görülürler. Oysa bu kıssada anlatıldığı gibi,
Allah’ın bu olayları yaratmasında insanın göremediği ve bilemediği büyük
hayırlar ve hikmetler vardır. Elbette Hz. Musa ile ilgili bu kıssada anlatılan
olaylar tamamen batıni bir durumdur. Yani günlük yaşamda karşılaşılacak olaylar
değildir. Burada Allah’ın görevlendirdiği bir kişinin varlığı sözkonusudur.
Ama
insanlar günlük hayatta karşılaştıkları olayların da bu yönde hayırlarını
düşünmelidirler. Bugün dünyada gerçekleşen ve insanlar tarafından “şer” olarak
kabul edilip “neden bu kötülükler yaşanıyor” gibi bir mantıkla değerlendirilen
olaylar, kesinlikle İlahi bir maksada yöneliktir. İnsan eğer sabreder ve
kavramak için samimi bir çaba gösterirse, Allah bu hikmetleri ona kavratabilir.
SONUÇ
Buraya
kadar yer verdiğimiz ayetlerde görüldüğü gibi, Kuran’da Hz Musa’dan bir çok
yerde çok yoğun bir şekilde söz edilmiştir. Bu yüzden Hz. Musa’nın hayatı inananlar için çok güzel
öğüt ve hatırlatmalarla doludur. Bu öğüt ve hatırlatmaların bir kısmını kitap
boyunca Hz. Musa’nın doğumundan itibaren
inceledik.
Bu
dersleri bir kez daha özet olarak düşünürsek, bir insanın yaşamındaki kaderin
mutlak hakimiyeti ve inanan salih kullar için kaderin mutlak güzelliği ile
karşılaşırız.
Hz.
Musa ile ilgili ayetlerden çıkarmamız gereken derslerin bir kısmını şöyle özetleyebiliriz:
1-
Kader ve hikmetleri
Hz.
Musa doğduğunda peygamber olacağı ve yapacağı mücadele kaderinde belliydi.
Hatta o doğmadan önce de bunlar belliydi. Biz de kendimize baktığımızda belli
bir kader üzerinde yaşadığımızın farkına varmalıyız. Bu kader bizim için en iyi olanıdır. Bize bu kaderi
hazırlayan, yaratıcımız ve Rabbimiz olan Yüce Allah’tır. O, sonsuz ilim sahibi
ve sonsuz merhamet sahibi olandır. Bu nedenle biz kendimiz için yaratılan
kadere razı olmalı, ne olursa olsun yaşadığımız olayların bu kader
doğrultusunda Rabbimiz tarafından yazıldığını düşünüp sevinçle karşılamalıyız.
2- Haklının yanında olmak
Kitabın başlarında Hz. Musa’nın kendi taraftarlarından olan bir kişinin
tarafını tutup diğerini yanlışlıkla öldürmesinden bahsetmiştik. Burada kendi
tarafından (ailesinden, kabilesinden, kavminden vs.) olan kişiyi tutmanın
yanlışlığı vurgulanmaktadır. İnsanların üstün olmasını sağlayan şey, herhangi
bir aileye, kabileye veya kavme mensup olmaları değil haklı olmalarıdır. Bu
nedenle ortada bizim davranışlarımızı düzenleyecek her şeyin üstünde bir adalet
anlayışı ve hissi olmalıdır.
3- Allah’a güvenmek ve tevekkül
Hz. Musa kıssasında en çok tevekkül kavramı işlenmektedir. Hz. Musa’nın
heyecanlı kişiliğine rağmen Allah onu tevekküllü olması yönünde uyarıp
eğitmiştir. Musa peygamber yaşamı boyunca karşılaştığı olaylarla, Allah’a
mutlak güvenmesi gerektiğini ve O’nun her şeye hakim olduğunu öğrenmiştir. Bu
esnada yaptığı hataları ise tevbe edip düzeltmiştir.
Allah’a güvenmek, O’na tevekkül etmek için Allah’ı iyice tanımak ve
O’nu gerektiği gibi takdir etmek
gerekir. Allah’ın sıfatları düşünüldüğünde O’nun tüm hayatın Yaratıcısı olduğu,
canı alan olduğu, mutlak güç sahibi olduğu, her şeyi kuşattığı, “ol” demesiyle
her şeyin olduğu, mülkün mutlak ve tek sahibi olduğu, merhamet sahibi olduğu,
dualara karşılık veren olduğu, dilediğine hidayeti vereceği çok rahatlıkla
anlaşılır. Bütün işler Allah’a dönecektir. Eğer Yaratıcımızı daha iyi tanır ve
O’nun kudretini gereği gibi takdir edersek, dayanılacak, güvenilecek ve
tevekkül edilecek tek varlığın Allah olduğunu anlayabiliriz.
4- Dünya hayatının ve mülkün geçici olması
Karun kıssasında detaylı olarak gördüğümüz gibi insan öldüğünde hiç bir
zaman bıraktığı mallar ona bir fayda getirmez. Hatta o mallar Allah’ın rızası
doğrultusunda kullanılmıyorsa dünya ve ahiret azabının artmasına sebep olur.
Mallar hiç bir zaman imrenme vesilesi de olmamalıdır. Çünkü Allah dilediğine
rızkı genişletip yayar, dilediğinden de keser. Allah rızası için kullanılmadığı
sürece bir insanın çok malının olması ona bir fayda getirmediği gibi, Allah’ın
rızasına uyan insanların az malının olması da onlar için bir kayıp değildir. Bu
yüzden dünyadaki mal, mülk, zenginlik bir üzüntü veya övünç kaynağı olmamalı,
yalnızca Allah’ın rızasına yönelik yaşamak ve takva ölçü olarak alınmalıdır.
5- Cahiliye düşüncesi ve insanın kendini arındırması
Kitap boyunca örneklerini gördüğümüz gibi, İsrailoğulları Hz. Musa gelince
onun getirdiği dini kabul etiler, ama etkilendikleri cahiliye kültürünü de terk
etmediler. Aksine cahiliye mantığını hak dine taşımaya çalıştılar. Bu, tüm
insanların çok dikkat etmeleri gereken bir noktadır. Kişi, düşünce yapısının ve
inançlarının gelişimi esnasında bir takım yanlış şeyleri de kabul etmiş
olabilir. Ya da dinle daha sonradan tanışmış olup eski bir takım düşünceleri ve
kabulleri olabilir.
Hz. Musa kıssasında da kavim, puta tapan kişileri görünce cahiliye
zihniyetinden tam temizlenmediği ve imanı çok zayıf olduğu için putperestlere
özenip onlar gibi olmak istemiştir. Bu örnek bizlere, insanın eski
düşüncelerini veya inançlarını devam ettirebilmekteki tek ölçüsünün Kuran
olması gerektiğini gösterir. Bu şekilde yapıldığında yanlış inançlar ve
düşünceler temizlenecek ve insanlar gerçek Kuran ahlakına ulaşacaklardır.
6- Münafıklar ve tavırları
Hz Musa kıssasında, bir topluluk içinde bulunan münafıkları ve onların
verebilecekleri zararları da görmekteyiz. Münafık tavrı olarak Samiri çok
önemli özellikleri bize göstermektedir:
Münafıklar inananların içinden çıkar. Hz. Musa döneminde de Samiri
İsrailoğulları arasından çıkmıştır. Münafıklar nifak çıkarmak için kavmin en
zayıf anını kollarlar. Başarıya en çok yaklaşacaklarını hissettikleri anda
harekete geçerler. İnsanların zaafını kullanıp onları saptırmaya çalışırlar. Bunu
yaparken saptıracakları insanların nefislerine hitap ederler. Onların hoşuna
gidecek söz ve vaadler kullanırlar. Doğrudan Allah’ı ve dini inkarla ortaya
çıkmazlar, aksine inançlı oldukları, hatta dini herkesten daha iyi bildikleri
ve insanlara yardımcı olacakları iddiasıyla yola çıkarlar. Münafıklar konusunda
dikkat edilecek çok önemli bir nokta da tek başlarına bütün bir kavmi
etkileyebilmeleridir. İşte Samiri tüm bu özellikleri bünyesinde barındıran
tarihi bir münafıktır.
7- İsrailoğulları
ve onların genel tavrı
Hz.
Musa ile ilgili ayetlere baktığımızda onun mücadelesinde kendi kavminin büyük
yer tuttuğu görülmektedir. Bu kavmin genel karakterinde küstahlık, putperest
düşünce, peygambere isyan vardır. Allah’ın kendilerine verdiği peygamberlere,
kitaplara ve türlü nimetlere layık olmayan kavim, bu nedenle bu şeref ve
nimetlerden yoksun bırakılmışlardır. Bu da tüm inananlar için bir ibret
vesilesidir.
8-
Buzağı kıssası ve insanın teferruata düş künlüğü
Bu
kıssada genel bir bakış açısı anlatılmaktadır; insanın teferruata düşkünlüğü...
Dinin kolay, açık ve yalın haline rağmen insanlar onu zorlaştırmaya, teferruata
boğmaya, asıl önemli olan noktalarından çıkartmaya çalışırlar. Oysa Allah, hak
dinin Hz. İbrahim’in dini gibi kolay olduğunu açıklar. Buzağı kıssasında da bu
teferruat isteğinin yanlışlığı vurgulanmaktadır. Teferruat isteğinin aslında
insanları zora soktuğu ve onların Allah’ın isteklerinden uzaklaşmasına sebep
olabileceği gösterilmektedir.
9-
Hızır kıssası ve Allah katından bir ilim
Bu
kıssada bize olayların görünen yönü dışında başka bir gerçeğinin olabileceği
anlatılmaktadır. Bu, Allah
katından verilen özel bir ilimdir. Bizim dış görünüşüyle kötü olarak gördüğümüz
şeylerin aslında kötü olmayabileceği, aksine çok farklı bir görüntüsünün olabileceği
örneklerle açıklanmaktadır.
Sonuçta inananlara örnek olarak kalan en büyük ders de Hz. Musa ve Hz.
Harun’un imanları ve güzel ahlaklarıdır. Her ikisi de kendilerine kitap verilen
İslam peygamberleridir. Hz. Musa’nın mücadelesi belki de binlerce yıl önce
olmuştur. Fakat gösterdiği davranışlar, söylediği sözler bizim için hala güzel
birer örnektir. Allah onu kendisi için seçmiş, onunla konuşmuş, sözlerini
insanlara ulaştırması için bir elçi olarak göndermiştir. Her iki kutlu insan da
Kuran’da şöyle anılırlar:
Sonra gelenler arasında da ikisine (hayırlı ve şerefli
bir isim) bıraktık.
Musa’ya
ve Harun’a selam olsun.
Şüphesiz
biz, ihsanda bulunanları böyle ödüllendiririz.
Şüphesiz
ikisi, bizim mü’min olan kullarımızdandılar. (Saffat Suresi, 119-122)
Allah onlardan ve diğer
elçilerinden razı olmuştur. Rabbimiz bize de elçilerinin yaşamlarını daha iyi
kavramayı ve onlar gibi razı olunan kullardan kılınmayı nasip etsin.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar