O seven ben O sevilen de benim
Bir bedene girmiş iki ruhuz biz.
Beni seyredersin Ona baktıkça
Ben de Onu görüyorsun açıkça” [1]
“Bir ayette: “Şüphesiz Rabbım dosdoğru bir yol üzeredir.” (Hud,
56) buyuruyor. Allah'ın izlediği bu yol hangi yoldur?” Cevap verdi:
“Muhammed Mustafa'nın yolu. İnsan bu yola girince kendisine Allah
Teâlâ'yı rehber edinmiş olur.” [2]
Mahlûkların
kavrayışları hakikate yol bulmuş değil: Hakikatin yaratılmışla, yaradılışla
alâkası yok. İç âlemimizden yükselen sesler, gerçi, hakikate yönelmiş
tırmanışlardır; lâkin yaratılmışın ürpertileri hakikate götürmüyor.
Hakikat ilmine
akıl erdirmek çok zor. Nerde kaldı hakikatin hakikati… Oysaki Hakk, hakikat
denenin de ötesinde. Ve Hakk hakikatten başka bir şey.
Pervane ışığın
etrafında sabaha kadar uçar da bu hâli en tatlı sözlerle hikâye etmek için
şekillere döner. Sonra nazlanıp övünür de vuslatta kemâle özenerek gururlanır.
Kandilin ışığı
hakikatin ilmi; sıcaklığı hakikatin hakikati. Alevin içine dalmaksa hakikatin
hakkı.
Ve pervane
doymadı ışıkla, hararetle, attı kendini alevlere. Şekiller hâlâ beklemede:
Haber verecek “nazar” yoluyla pervane.
Pervane uçtu,
döndü, eritti kendini ve yok oldu ortalardan. Resimsiz, cisimsiz, isimsiz,
unvansız hâle geldi. Artık ne için dönecekti şekillere? Vuslattan sonra hangi “Hal”
vardı ki döne?.. “Nazar” a ulaşan kulak vermez “Haber” e. Ve “Manzûr”a
kavuşan aldırmaz “nazar” a.
Tembel ve boş vermişe
göre değil bu sırlar. Anlamaz bu manaları fâni, cânî: Onlar ki emelleri sadece
emânî...
Sanki ben,
sanki ben...
Ben sanki
O'yum.
Yahut O sanki
Ben'dir.
Benden çekinme
eğer sen Ben'sen!
Ey zanlara esir
olan, beni ben sanma!
Ben, ben
değilim.
Ben, ben
olmadım; ben olmayacağım.
Eğer ben yalnız
deriyi biliyor, tanıyorsam ve benim “Hâl” im buysa, bu hal temiz değil. Fakat
eğer ben Oysam, işte o zaman temizim. Lâkin ben O değilim ki...
Anladınsa anla!
Anlayamazsın
ki...
Ahmed'den
gayrısına açılmadı bu sırlar.
Ahmed ki “Sekaleyn”
den gizlendi. Görmedi gözü “eyn”. Öyle ki önünde ne “reyn” kaldı,
ne “meyn”. “Fekâne Kâbe Kavseyn”.[3] Hakikat ilmi geçidi'ne varınca gönlünün derinliklerinden haberler
saçtı. Hakikatin Hakk'ına erince de boş verdi murada. Ve iyice teslim oldu
Cevâd'a. Hakk'a ulaşınca da kalmadı orada. Döndü geri ve şöyle dedi:
“Sana secde
etti gözbebeğim
Sana iman etti
yüreğimi”
Gayelerin gayesine varınca şöyle konuştu: “Seni, Zatın'a lâyık bir övgüyle övmekten âcizim.”
Ve hakikatin hakikatine vasıl olunca da “Sen, kendi Zatına nasıl övmüşsen, öylesin.” diye boynunu büktü.
Heva ve hevesi kaldırıp attı da gayeye ulaştı. Ve gördüğünü kalbi
yalana çıkarmadı.”(Necm,11) Ve Sidre-i münteha... Bakmadı orada hakikatin
hakikatine, sola; hakikate, sağa… “Onun gözü hedefini şaşmadı” (Necm,17),
sapmadı sola-sağa. (Hallac-ı Mansur
trc: Yaşar Nuri ÖZTÜRK Tavasin
[Kitap]. - İstanbul : Fatih, 1976, s.79-81)
[1] Hallac-ı
Mansur trc: Yaşar Nuri ÖZTÜRK Tavasin [Kitap]. - İstanbul: Fatih, 1976, s.39
[3] Necm, 9
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.