TARİHİ DEĞİŞTİREN BİLGİNLER/ Ali Çimen
ALİ ÇİMEN
1971 yılında İstanbul/Üsküdar’da
doğdu. İlk ve orta öğrenimini İstanbul’da tamamladıktan sonra yüksek öğrenimini
bir süre Karadeniz Teknik Üniversitesi Turizm ve Otel İşletmeciliği Bölümü’nde
devam ettirdi.
Ardından 1991’de İstanbul
Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümündeki eğitimiyle eşzamanlı olarak
ZAMAN gazetesinde gazetecilik serüvenine başladı. Uzun yıllar gazetenin
İstanbul’daki merkezinde Dış Haberler, Haber Merkezi ve Magazin servislerinde
çevirmen, muhabir, redaktör ve editör olarak görev yaptı. Aynı gazetenin
Frankfurt, Amsterdam ve Londra merkezlerinde de uzun süre çalışan yazar,
gazetecilik kariyerini halen Fransa’da, uluslararası haber kanalı EURONEWS’in
Haber Merkezi’nde sürdürüyor. Uluslararası basın kartı sahibi olan Ali Çimen,
İngilizce,
Almanca, Fransızca ve Hollandaca
bilmektedir.
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ
Sayıların babası / PİSAGOR
Yirmi asır boyunca tıbbı tekeline
aldı; yemini ile doktorların vicdanı oldu / HİPOKRAT
Geometrinin babası / ÖKLİD
Hamama girdi; çıktığında tarihe
geçmişti. Suyun kaldırma prensibini gözler önüne serip, geometriyi hallaç
pamuğu gibi attı / ARŞİMET Cebiri hayatımıza sokan; ‘Sıfır'ın mucidi büyük
İslam bilgini / HARİZMİ ‘İslam dünyasının Einstein'ı' / EL KİNDİ Geometrik
kavramların mimarı; insanoğlunun yıldızlara açılan gözü oldu / BATTANİ Işığın
sırlarını Batı'dan altı asır önce çözen İslam alimi / İBN HEYSEM
Dünyaya dair olan her şeyi
inceledi; bir asra adını verdi... / BİRUNİ
Tıbbın ‘Kanun'unu yazan ve
‘mikrobu' ilk kez gören ‘Hekimlerin Hakimi' / İBN-İ SİNA
Horasan'ın yıldızı; İran'ın ve
Irak'ın dahisi, alimlerin prensi / ÖMER HAYYAM Sibernetik biliminin babası; /
EL CEZERİ
Güneşi ‘yerine' oturttu; kilisenin doğmalarını yıktı /
KOPERNİK
Farmakoloji ve İlaç kimyasının
babası, isyankar ruh, modern tıbbın mimarı / PARACELSUS Jeolojinin babası;
madenlerin sihirbazı / GEORGIUS AGRİCOLA
Gezegenlerin seyrüseferini
inceleyerek güneş sisteminin
mekanik dilini çözen, Kopernik’i
doğrulayan ve Newton’a ilham veren büyük astronom / JOHANNES KEPLER Kalbin
içine girdi; dolaşımın sırrını çözdü ve adını tarihe 'kan’ ile yazdırdı /
WILLIAM HARVEY Yerçekiminin teorisyeni; modern fiziğin babası / ISAAC NEWTON
Kehaneti ölümünden 16 yıl sonra
gerçekleşti; kuyruklu yıldızın ardındaki sırrı çözdü / EDMOND HALLEY Ateşin
sırrını çözüp, kimyanın kitabını yazdı; kendisi Fransız Devrimi’nin ateşine
kurban gitti / ANTOINE LAURENT DE LAVOISIER
Aşıyı bulup, çiçek hastalığının
kökünü kazıdı; bağışıklık fikrinin babası oldu / EDWARD JENNER Olağanüstü bir
sezgi yeteneğine sahip olan dindar bilim adamı, _ gözle görülmeyen atomların ve
kimyanın felsefesini yazdı / JOHN DALTON Fizik ve matematik formülü bile
yazamazken bilimin öncüleri arasına girdi. Elektriği günlük yaşamda ilk defa o
kullandı / MICHAEL FARADAY Buharın dilini çözdü; Makinelerin verimini arttırdı
ve modern termodinamiğin temellerini attı / NICOLAS LEONARD SADİ CARNOT Bir
yolculuğa çıktı, hayata bakışımızı değiştirdi / CHARLES DARWIN
Manastıra kapandı, 20 yıl sonra
kalıtımın sırrı ile dışarı çıktı / GREGORY MENDEL Bir kölenin torunuydu;
insanlığı kuduz belasından kurtardı / LOUIS PASTEUR
Manyetizmanın temel kurallarını
açıklamasaydı radyo ve
televizyon henüz icat edilmemiş
olacaktı / JAMES CLERK MAXWELL
Görmediği bir dünyanın sırlarını
keşfeden kimyacıların babası, elementleri hizaya soktu / DIMITRI MENDELEYEV
Röntgen ışınını keşfetti, Patentini bile almadı, Yoksulluk içinde öldü /
WILHELM CONRAD RÖNTGEN Telgrafları konuşturan; sinemaya hayat veren; yüzlerce
icadı ile elektrik dünyasını alt üst eden ve hepsinden önemlisi ampul ile
karanlık dünyamızı aydınlatan süper mucit / THOMAS EDISON İlahiyat
öğrencisiyken bilime merak sardı; köpeklerin dilini çözdü. ‘Fizyolojinin
Prensi’ oldu / IVAN PETROVITCH PAVLOV
Bastırılmış duygularımızı ortaya
çıkardı; rüyaları sayesinde psikanaliz kuramının temellerini attı / SIGMUND
SCHOLOMO FREUD
Kuantum Teorisi’ni ortaya attı;
fiziğin temel çerçevesini değiştirdi / MAX KARL ERNST LUDWIG PLANCK Saçını
bilim için süpürge etti; radyumu ayrıştırdı; Nobelleri topladı / MADAM CURIE
Atomun çekirdeğini ortaya çıkardı; nükleer fiziğin kapısını araladı / ERNEST
RUTHERFORD Bir formül ile dünyayı değiştirdi; atomu parçalattı; yeni bir çağı
başlattı / ALBERT EINSTEIN
ONSOZ
Tarihi değiştirenlerin bu kez ki
durağı; bizler günlük hayatın rutin koşturması içersinde farkında olmasak da,
olağanüstü zihinsel gayretleri ve kendilerini insanlığa adamışlıkları ile bilim
adamları.
Değişik coğrafyalarda ve zaman
dilimlerinde yaptıkları ile adeta insanoğluna çağ atlattıran, kendisini ve
evreni keşfinde büyük merhaleler kat etmesini sağlayan bu değerli beyinleri bir
başlık altında anmak, her ne kadar bizim takdirimize ihtiyaçları olmasa da hem
onları bir kez daha onore etmek, hem de yaptıklarını ve kişiliklerini geniş
kitlelere sunmak açısından faydalı olacaktı. Değerli editörlerim Adem Koçal ve
Neval Akbıyık ile birlikte uzun bir liste oluşturup, içlerinden eleme yaparak
elinizdeki kitabın içeriğini oluşturduk. Şüphesiz ki atladıklarımız, dışarıda
bırakmak zorunda kaldıklarımız olmuştur. İnsanoğlunun bilimsel macerasının bu
kahramanlarının hepsini bir kitaba sığdırmak, gerçekten de bir bilim adamı
mahareti gerektirebilirdi!
Sonuç olarak, popülerlik ve önem
sırasından hareket ederek, okumakta olduğunuz kitabın kahramanlarını
belirledik. Bu tasnif esnasında batılı ve doğulu bilim adamları türünden klişe
ayrımlara girmedik. Zira hem bu bilim adamları insanlığa sundukları katkıları
bu türden ayrımları gözeterek yapmamıştı, hem de yaptıkları ile asırlar boyunca
birbirlerini besledikleri, destekledikleri ve hepsinden önemlisi de
birbirlerine ilham verdikleri için böylesi bir ayrım gereksiz olacaktı.
Bununla birlikte İslam bilgini
olarak literatüre geçen Gazali, İbn-i Rüşd, İbn-i Haldun gibi bir çok İslam
alimini de, felsefeci kimlikleri daha ağır bastığı için, serinin ileride
yayınlanacakolan kitabı Tarihi Değiştiren Filozoflar’da değerlendirmeyi uygun
bulduk.
Kitap her ne kadar bilim adamları
ile ilgili de olsa, bir akademik eser değil. Dolayısı ile hem okumayı
ağırlaştırmamak, hem de konulara vakıf olmayanların kafasını karıştırmamak
için, bilim adamlarının insani yönlerini daha fazla ön planda tutmaya çalışıp,
yaptıklarını ise atlamadan, ama detayına da çok fazla girmeden ele almaya
gayret ettik. Sonuç olarak, halen bilim dünyasının bile hazmetmekte zorlandığı
‘kuantum fiziği’ ve ‘izafiyet teorisi’ gibi başlıklara, detaylarına
girmeksizin, kısaca değinmekle yetindik.
‘Yerçekimi kaşifi’ Newton’ dan
‘gezegenler hakimi’ Kopernik’e, ‘matematiğin prensi’ Ömer Hayyam’dan ‘suyun gizli
gücünü’ ortaya çıkaran Arşimet’e, ‘tıbbın babası’ Hipokrat’tan ‘kuduzun
belalısı’ Pasteur’e varıncaya dek, onlarca bilim adamı, yer kürenin dört bir
yanında günümüz dünyasının bilimsel çatısını örmek için dinmek bilmez bir
iştahla çalıştı. Kah atomları, kah gezegenleri; bazen mikropları bazen de
sayıları konuşturdular; tarihi değiştirdiler...
Şimdi sizleri rakamların, insan
bedeninin, suların, gökyüzünün ve uzayın sırlarını çözüp, tarihimizi
değiştirenlerin maceraları ile baş başa bırakıyor ve elinizdeki bu çalışmanın
potansiyel bilim adamlarına ilham vermesini diliyorum.
Bir sonraki tarih molamızda
görüşmek dileğiyle.
Ali Çimen Ankara, Ocak 2008
www.alicimen.org
Sayıların babası / PİSAGOR
(M.Ö 580-M.Ö 500)
“Evren her an gözlemlerimize
açıktır; ama onun dilini ve
bu dilin yazıldığı harfleri
öğrenmeden ve kavramadan anlaşılamaz. Evren matematik diliyle yazılmıştır;
harfleri üçgenler, daireler ve diğer geometrik biçimlerdir. Bunlar olmadan tek
sözcüğü bile anlaşılamaz;
bunlar olmadan ancak karanlık bir
labirentte dolanılır. ”
Galileo
Galileo’nun bu övücü sözlerine
mazhar olan isim, “Evrenin hakimi sayıdır”, “Sayılar evreni yönetiyor” diyen;
hatta daha da ileri giderek, “Tanrı sayıdır” değerlendirmelerini yapan ve
“sayıların babası” olarak isimlendirilen Yunanlı filozof ve matematikçi Pisagor
(Pythagoras)’dan başkası değildi. Üstelik sadece matematikle uğraşmamış, yine
sayıları temel alarak astronomi, fizik, felsefe, müzik ve dinle de
ilgilenmişti. En ünlü buluşu olarak, kendi adıyla anılan ‘Pisagor teorisi’ni
geliştirmiş, bundan hareketle de, “irrasyonel sayıları” bulmuş, müziğin
matematiksel oranlara indirgenebileceği tezinden yola çıkarak, ‘diatonik
skalayı ’ keşfetmişti. Sadece bu kadarla kalsa iyi; aynı zamanda, dünyanın
yuvarlak olduğu tezini ilk ortaya atan da, kendi döneminde sabah yıldızı ve
akşam yıldızı adlarıyla anılan yıldızların aslında tek bir yıldız (Venüs)
olduğunu bulan da Pisagor’un ta kendisiydi. Bununla birlikte Dünya’nın Güneş
etrafında döndüğünü ileri sürdüğünde sert tepkiyle karşılaştığı için bazı
görüşlerini resmen açıklamaktan kaçınmış olması, bazı bilim dallarına yaptığı
iddia edilen katkıların, ne kadarının ona ait olduğunu muğlaklaştırıyor. Yine
de bilinenler, onu bu kitabın sayfalarına taşımaya yetiyor da artıyor bile...
Sayıların babası Pisagor’a göre sayıların özel
anlamları vardı. Sözgelimi 1, bütün varlıkların sonsuz kaynağı ve sarsılmaz
ilkesiydi. 2, dişiliği temsil ediyordu. 3, uyum ve düzenle, maddenin kapsadığı
üçlü öğeleri; ateşi, suyu, havayı sembolize ediyordu. 4, tanrısal güce karşılık
gelirken, 5, evlenmeyi, 6, nesillerin devam etmesini, 7 ise akıl, ışık ve
kuvveti simgeliyordu. 8, ahlak ve erdemi, 9, adaleti temsil ederken, 10 ise
kutsal kareye denk geliyordu. Diğer bir deyişle; ilk yetkin tek ve çift
sayıların toplamı (1+2+3+4=10) arasındaki kutsal dostluğa. Resim: Raffael’in
hayal gücünden sayıların babası Pisagor.
Pisagor, temel eğitimini
tamamladıktan sonra insanlık tarihinin ilk filozofu olarak kabul edilen
Thales’in tavsiyesi ile hiç vakit kaybetmeden Mısır ve BabiPe giderek fen ve
dini bilimler tahsili gördü. Mısır’da kahin ve rahiplerden aldığı eğitimin
ardından Mısır’ın Babilliler tarafından işgali yüzünden matematik bilimleriyle
ünlü BabiPe gitti. Burada aldığı eğitim, Pisagor’un matematiğin kutsallığına
olan inancını pekiştirecekti. Mısır kahinleri ve BabiPdeki rahiplerin
ayinlerini müzik eşliğinde yapmaları ile müzik de Pisagor felsefesindeki yerini
aldı. Otuz dört yılını söz konusu eğitimleri alarak geçiren Pisagor ülkesine
dönünce dersler vermeye başladı. Ancak yönetimin baskısı ile M.Ö 529 yılında
Güney İtalya’da daha çok Yunanlıların yaşadığı bir liman kenti olan Croton’a
göç etmek zorunda kaldı.
Gezgin, kaşif, kahin ve bilim
adamı kimliğiyle Croton’da ünü çok çabuk yayılan Pisagor, kendi adıyla anılan
Pisagor Okulu’nu burada kurmuş ve üç yüz öğrenci toplamıştı. Bir bilim merkezi
olan Pisagor Okulu, aynı zamanda bir dini topluluk hüviyetini de taşıyor ve
zamanın meşhur ekolleri arasında yer alıyordu. Yarı mistik-yarı bilimsel,
tarikatvari okulu iki gruptan oluşmaktaydı. Birinci grup, ‘matematikçi’ denen
üst düzey kişiler beraber yaşıyorlardı ve birbirlerine yeminle bağlıydılar.
İkinci grup ise okula devam eden öğrencilerden oluşuyordu. Pisagor ve
müritlerine göre, sayılar arasında tesadüfi olamayacak kadar mükemmel bir
harmoni vardı. Bu da aslında ilahi harmoninin yansımasıydı. Ne yazık ki,
Pisagor’un hem bilimsel çalışmaları ve açılımlarından, hem de dini alandaki
çalışmalarından rahatsız olan halk, bir süre sonra okulu ateşe verdi. Pisagor
ve öğrencileri yanarak can verdiler. Ona ve kurucusu olduğu ekole ait pek çok
belge de yangında kül olup gitti. Bu yüzden, Pisagor’dan günümüze çok fazla
kaynak kalmamıştır.
Sayılar her şeyi belirler
Hayatını sayılara adayan Pisagor,
sayılara tanrılık atfediyor, matematiğin ilkelerini dünya üzerindeki tüm
sistemlerin temeli olarak kabul ediyordu. Ona göre her şey sayılarla ve
matematikle açıklanabilirdi. Sayıları hayatının merkezine oturtan Pisagor, 1
sayısını tanrısal bir güç olarak kabul ediyor, 10 sayısının ise, tanrısal
olanla hiçliğin ya da yokluğun mükemmel bir karışımını temsil ettiğini
savunuyordu. Pisagor bununla da yetinmemiş, evrendeki bazı kavramların
karşılığını sayılarla ifade etmişti. Ona göre, her bir şey bir tam sayı ile
özdeşleşiyordu. Mesela 5 rengin, 6 soğuğun, 7 sağlığın, 8 aşkın sayısıydı.
Sayılarla kavramlar ve nesneler arasında bağlantı kuran Pisagor, düzgün
geometrik şekillerle kavramlar ve nesneler arasında da bir eşleştirme yaptı.
Üstelik ateşin piramitten, yeryüzünün düzgün altı yüzlüden (heksahedron),
havanın düzgün sekiz yüzlüden (oktahedron) ve suyun yirmi yüzlüden
(ikosahedron) yaratıldığına inanıyordu.
Müziğin temelinde matematik var
Pisagor’un sayılarla, matematiğin
dışında hayatın diğer alanları arasında kurduğu bağlantılar somut bir şekilde
müzikte karşımıza çıkar. Sayılar ve oranlar üzerinden hareket eden Pisagor,
matematiği müzikte de kullandı. Müzik araştırmaları yapan bilim adamı, telli
çalgıda, telin kısalmasıyla çıkardığı sesin inceldiğini fark etmişti. İki
telden birinin uzunluğu diğerinin iki katıysa, kısa telin çıkardığı ses uzun
telin çıkardığı sesin bir oktav üstündeydi. Tellerin uzunluklarının oranı 3’te
2 oranındaysa, iki telin çıkardığı sesler beşli aralıklıydı. Örneğin müzik
aletinde parmağımızı tellerden birinin ortasına bastırdığımız zaman, tele
vurunca ortaya çıkan ses, telin boş olduğu zaman çıkardığı sesin bir oktav
üstündedir. Yine parmağımızı telin 3’te 2 oranında bölen noktasına koyarsak,
telin boş durumuna oranla beşlik aralık yukardan ses çıkacaktır.
Pisagor’un müzikteki bu önemli
buluşu nasıl yaptığı ise bir hikayeyle anlatılır. Buna göre, bu buluşu için
demircilerden ilham almıştı. Bir gün demirciler çarşısından geçen ünlü alim,
bir dükkanın önünden geçerken, örse vuran çekiçlerin çıkardıkları sesler
dikkatini çekti. Durdu ve sesleri dinlemeye başladı. Çarşıda beş ayrı demirci
dükkanı bulunmaktaydı ve hepsinden de ayrı sesler geliyordu. Çünkü demircilerin
kullandıkları çekiçlerin boyutları birbirinden farklıydı.
Pisagor, çekiçlerin örse vuruşu
sırasında çıkan düzenli seslerin bir müzik parçasını andırdığını fark etti. Her
çekicin ağırlığının farklı olması, örse vurduğunda değişik notalardan ses
vermesini sağlıyordu. Çekiç ne kadar ağırsa nota değeri o kadar düşüktü. Hatta
aralarından bir çekicin ahengi bozduğunu bile fark etmişti. Bunun üzerine demircilerden
çekiçleriyle deneme yapmak için izin istedi. Eline aldığı her bir çekici
dikkatle tarttı. Yaptığı ölçümle ahengi bozan çekici buldu ve çıkardı. Yaptığı
deney sonucu gördü ki, çekiçlerin ağırlıkları, bir sayı dizisi oluşturacak
şekilde sıralanıyordu. Böylece bu farklı büyüklüklerdeki çekiçlerle bir müzik
skalasım nasıl oluşturabileceğini keşfetmiş oldu.
Tamsayı egemenliğinin sonu
Matematiğin piri sayılan Pisagor,
matematikte ‘ispat’ fikrini ortaya atan ilk bilim adamıydı. Ona göre,
aksiyomlar ve postülatlar her şeyden önce gelmeliydi. “Başka bir önermeye
götürülemeyen ve onunla kanıtlanamayan, böyle bir geri götürme ve kanıtı da
gerektirmeyip, kendiliğinden apaçık olan ve böyle olduğu için öteki önermelerin
temeli ve ön dayanağı olan temel önerme” anlamına gelen aksiyom kavramını
getirmiş ve sonuçların bu aksiyom ve postülatlardan1 yararlanılarak elde
edilmesi gerektiği düşüncesini yerleştirmişti. Çarpım cetvelinin bulunuşu ve
geometriye uygulanması da Pisagor’a mal edilir. Bir matematik dehası olarak
Pisagor’un bunlardan daha önemli ve kendisini tanınır kılan buluşuysa ‘Pisagor
Teoremindir. Temelini, “fizr dik üçgende, dik kenarlar üzerine kurulan
karelerin alanları toplamı, hipotenüs üstüne kurulan karenin alanına eşittir”
düşüncesinden alan teorem, matematiksel olarak da c2 = a2 + b2 şeklinde
ifadelendirilir. Bu teorem, bugün de kabul görmektedir. Ancak, bu buluşuyla
Pisagor, hem bir yanlışını bulmuş hem de yeni bir keşif yapmıştır.
Sayılara büyük önem atfeden ve
‘Tanrı sayıdır’ ifadesini kullanan Pisagor, burada sayılardan bahsederken doğal
sayıları, yani tam sayıları kastediyordu. Ancak, ortaya attığı teorem ile
kendisiyle çelişkiye düştüğünü, tamsayıların hatta rasyonel sayıların bile
matematik için yeterli olmadığını gördü. Ortaya çıkan sonuca bir süre
tereddütle yaklaştı. Fakat sonunda yeni bir bilgiyi, yeni bir doğruyu bulduğunu
kabul etmişti. Pisagor Teoremi sonucunda, matematikte sadece tam sayılar veya
rasyonel sayılar olmadığı önermesini ortaya koyan durum ise şöyleydi: “Bir dik
üçgende, dik kenarlar üzerine kurulan karelerin alanları toplamı, hipotenüs
üstüne kurulan karenin alanına eşittir” teoreminden yola çıkarsak, hipotenüs
uzunluğu ‘karekök 2’ ifadesiyle kendini bulur. Ama, o zamanki matematikte
ortaya konduğu şekliyle, yani rasyonel sayılar arasında ‘karekök 2’ ifadesi yer
almıyordu. Bu, ayrı bir sayı grubunun üyesidir; ‘irrasyonel sayidır. Bu gerçek,
hipotenüs ya da diğer adıyla karenin köşegeni, Pisagor’un doğal sayılar
kümesini altüst etmişti. Pisagorcular bundan o kadar korkmuşlardı ki, bu sırrı
okul dışına bile çıkartmadılar. Çünkü kendi felsefelerini çökertmişlerdi. Fakat
ortaya yeni bir gerçek çıkmıştı. Bu sonuçla birlikte, hiçbir zaman tekrar
etmeyen sonsuz ondalıklı irrasyonel sayı keşfedildi.
Okul-cemaat arası Pisagor
öğretisi
Pisagor’un Güney İtalya’da
Croton’a göç etmesiyle birlikte, ilerleyen yaşlarında, hayatındaki öğrencilik
dönemi kapanmış, sahneye bir bilge ve bir üstat çıkmıştı. Burada açtığı Pisagor
Okulu’nda zengin, soylu ve zeki delikanlılardan üç yüz kişiyi bir çatı altında
toplamıştı. Burada ders verdiği öğrencilerini, dinleyiciler ve matematikçiler
olarak ikiye ayıran Pisagor, öğrencileri, okuluna dinleyici olarak alıyor ve
başarılı olurlarsa okulda kalmalarına izin veriyordu. Matematikte kendini ispat
edemeyenler bu okula giremiyordu.
Felsefi ve dini bir okul niteliği
taşıyan Pisagor Okulu, diğer felsefi ekoller ve okullardan biraz farklıydı.
Okulunda fizik, astronomi, matematik, müzik üzerine dersler veren Pisagor, aynı
zamanda bir dini cemaat ve tarikat kurmuştu. Bu cemaat taraftarları hayatlarını
belli bir öğreti etrafında şekillendirmişlerdi. Cemaat üyelerinin kesinlikle
dikkat etmeleri gereken birtakım ahlâk kuralları vardı. Temiz ve namuslu bir
yaşam sürmek, somut gereksinimlerden sakınarak ruhun bedene olan bağımlılığını
önlemek, bu okulun önemli kuralları arasındaydı. Pisagor’un öğrencileri et
yemez, keten elbise giyer, hayvan öldürmezler ve kurban kanı sunmazlardı. Bu
yasağın sebebi ruh göçü kuralına dayandırılıyordu; diğer bir deyişle kesilen
hayvanın, bu kılığa girmiş bir insan ruhu olabileceği ihtimali göz önünde
tutuluyordu. Pisagor ve takipçilerinin et yemedikleri, dönemin halkı tarafından
da bilinmekteydi. Bu yüzden 1842 yılına kadar ‘vejetaryen’ tabiri yerine
‘Pisagorcu’ ifadesi kullanılıyordu.
Etrafına topladığı cemaat ve
benimsedikleri yaşam tarzından dolayı, Pisagor’un ‘ezoterizm’in- de önde gelen
öncülerinden biri olduğu kabul edilir. Mısır ve Babil’de bu yönde eğitim alan
Pisagor, aslında Croton’daki okulunda kendi ezoterik ekolünü kurmuştu. Bu okulda
dinler ve manevi bilimlerin yanı sıra maddi bilimler de öğretilmekteydi.
Pisagor burada, günümüze ‘teknokratlar hükümeti’ olarak çevirebileceğimiz bir
yönetim modeli üzerine de kafa yormuştu. Buna göre yönetici sınıf, liyakat
esasına göre ve atamayla iş başına gelecek, daha sonra bu yöneticiler,
kendilerinden sonra gelecek olan yöneticileri seçeceklerdi. Halkın oyu bu
süreçte söz konusu olmayacaktı. Pisagor’un bu ‘seçkinci’ rejim modelinde
yöneticiliğe uzanan yolda fırsat eşitliğinin sağlanması için devlet, kız ve
erkek tüm çocukları eğitecekti...
Pisagor’un ‘insan bilgisinin
tümünü kuşatan’ anlamında ‘matemata’lar adını verdiği terim, aynı zamanda
matematik teriminin de çıkış kaynağıydı.
Meşhur matematikçi, tarihteki
birçok bilim adamı ile aynı korkunç akıbeti paylaştı. Bir rivayete göre
politikacılarla ters düşünce okuluyla birlikte yakıldı. Bir başka söylentiye
göreyse Pisagor, önce Tarentum’a sürgün edildi. On altı yıl kadar sonra
kendisine bağlılığını sürdüren idealist bir grup ile daha kuzeydeki bir sahil
kasabası olan Metapontium’a kaçtı. Pisagor, Mısır’lı kahinlere verdiği söze
sadık kalarak, hiçbir şey yazmadan, öğrencileri ile sohbetler ederek yaşlandı
ve öldü.
NOTLAR
• Yunanistan’ın
Samos (Sisam) adasında M.Ö 580 yılında doğduğu sanılıyor.
• Matematiğin
nerede ve nasıl başladığı hakkında kesin bir bilgi yoktur. Ancak matematik
sözcüğü, ilk kez, M.Ö 550’lerde, Pisagor okulu üyeleri tarafından kullanılmış,
yazılı literatüre girmesi, Platon’la M.Ö 380’lerde olmuştu.
• Geometride
Pisagor teoremini bilmeyen yoktur herhalde. Pisagor, kendi adını taşıyan
teoremin yanı sıra matematiğe aksiyomatik düşünce ve ispat fikrini de
getirmişti.
• Müziğin
sayılarla ve oranlarla ilişkisini kurdu; diatonik skalayı keşfetti. Aynı
zamanda müzikle tedavi çalışmalarıyla tıbba da katkıda bulundu.
• Dünya’nın
yuvarlak olduğunu ve hem kendi hem de Güneş’in etrafında döndüğü fikrini ilk
ortaya atan bilim adamı olduğu iddia edilir.
Yirmi asır boyunca tıbbı tekeline
aldı; yemini ile doktorların vicdanı oldu /
HİPOKRAT
(M.Ö 460-377)
“Ne tür bir insanın hasta
olduğunu bilmektense, insanın ne tür bir hastalığı olduğunu bilmek daha
önemlidir. ” Hipokrat
• •
•
Kim derdi ki, Milattan Once 460
yılında Istanköy’de (Kos Adası) doğan Hipokrat’ın (Hippocrates) adı, ölümünden
binlerce yıl sonra bile, dünyanın dört bir yanında, doktorların mesleğe
bağlılıklarını gösteren yemin ile birlikte kulaklarda çınlayacak. Her ne kadar
ailesi tıbba yabancı insanlar olmasa da, muhtemelen yakın çevresinden hiç
kimse, Hipokrat’ın, meşhur Hipokrat Yemini ile çağları aşan bir şöhret
yakalayacağını hayal edememişti. Babası da bir hekim olan Hipokrat, Taşoz,
Abdera (Güney Trakya), Larissa (Çanakkale Ezine civarında) ve Kyzikos’ta
(Balıkesir Erdek civarı) baba mesleğini devam ettirmiş ve bir süre sonra İstanköy’e
dönerek, ölene kadar burada hekimlik yapmıştı.
Hayatına dair bilinenlerin çoğu
Efesli bir jinekolog olan Soranus kaynaklı olan Hipokrat ile ilgili bilgilere,
4. yüzyıldan kalma Aristo yazıtlarında da rastlıyoruz. Soranus’a göre
Hipokrat’ın babası Heraklides de fizikçi bir hekimdi. Yunan dönemi boyunca
sanatçı ve entelektüellerin ilk kez gerçeği aramaya başladıkları bu altın çağda
yaşayan ailenin tümünün hayatı tıp eksenliydi. Öyle ki Hipokrat’m iki oğlu
Thessalus ve Draco ve damadı Polybus da onun izinden giderek hekimlik yaptı.
Bir başka fizikçi Galen’e göre ise Hipokrat’ın mirasına gerçek anlamda sahip
çıkan Polybus olmuştu.
t v««•n•
ı'V*». Kİ},J,/
‘ -*•»#«IM **«y •«• I;
C«»V^'.VA'rtjXV.V.l'4V\M -ınrrr|'. V 9
• yt-- --- ^
e4Ç'l»rı*fr»v»»-r*MW*.
hulHUlJI-
r» t}jı^*ı*M,4twı,nV r»» kX ;«y
jjtf. *
*r«r*'i)« '*,!•« «|i**■■ niıl/,1
l»*W • ««t ı|«»*»ntn«;lrfî-
4if|a«trrvui|ur*«0k ••/'»e,'V’**u,rçTrA' •
*> !«*»•• f ı#»ı ı • <ıt «•
}*ıj ( ( (l
Cj)l«fı«>- • vyr*»4^> * >/> J ;«*
T7»*İ y*HUı» ı nqı>ı> /f*»,
• N
n^,|«n» Ti vu | <u ■ ıı^ •« • j
v.T» (i«r
.'^r* «$»/ıı»*y«nı 'i»t}u>v»ı o|ın>i|iir
<ı«r K«*»»*•»•
•• *'«•*•*««#r,«4« . iı(?^ı
înp**‘Ar* *•«rı*• J|Kt•»; »V«‘ #ı»ı**ıı K*» *•'••/
rt’t» • \ (ıfıil *|t • •'V7.r*ı^'
^If^llliMfV*' • 'f«
n.»-... ’/»r v»î^-fT'/
••• ••'»** ». nıv«» « kii
• ı
«ıt|<ı*fwıiı*■ «n*,!
•«i'/’» •• «(nnlııtranıif tıjy
« l~ •*# »# •■ » • •» }4»
5jfljj| •
' ’> v* • *e **. *#f • *,
'•/
Wit^*n*ıwı«>'ifi»ı»t>< t^|»ll -1vA ^l^untıı» J
KWJ V**'*' u*
„ iftî *> l *■•
t»'r»ırin;^ıiiMİ*f»',,*.U
■
ılH İlli
.A »l’*W ! I* ‘il1*
I» JA«l»JkSl‘*V|»ft4İtt *T» •<
»T» V
T I
rv«'« r
••«W - •
.
J
Üzerinde haç seklinde Hipokrat
yemininin işlenmiş olduğu 12. yüzyıl Bizans
yazması.
Soranus’un naklettiğine göre tıp
fikrinin yeşermesi açısından elverişli bir ortamda yetişen Hipokrat, Trakyalı
Fizikçi Herodikus’tan da ders almıştı. Hipokrat’ın İstanköy’de, 80, 90
yaşlarında öldüğü, yine bazı Yunan kaynaklarına göre de yüz yaşını devirdiği
rivayet edilir. Kaç yaşma kadar yaşamış olursa olsun, şu bir gerçek ki;
Hipokrat, yaptıkları ile tarihe Tıbbın Babası olarak ismini yazdırmıştır.
Tıbbı hurafelerden temizledi
Hipokrat, Kutsal Hastalığa Dair
(On the Sacred Disease) isimli eserinde sara (epilepsi) hastalığı üzerine
yaptığı uBana kalırsa ‘gizemli’ olarak bilinen bu hastalığın diğerlerinden
farklı olarak kutsal ya da bilinmez bir tarafı yok; onun da tıpkı diğerleri
gibi doğal bir sebebi var. İnsanoğlu cehaletinden ve olağanüstülüklere
düşkünlüğünden dolayı bu hastalığın doğasını kutsal kabul etme eğiliminde”
tespitiyle de gösterdiği gibi, her zaman tıbbı hurafelerden ayıklamaya çalıştı.
Ona haklı şöhretini kazandıran da budur. Batıl inançlardan kaynaklanan
hurafelerin, hastalıkların gerçek sebebi olduğunu reddeden ekolün kurucusu
olarak kabul edilen Hipokrat, aynı zamanda felsefe ile tıbbı müttefik haline
getirmeye yönelik çalışmalarıyla da öne çıkmıştı. Her platformda hastalıkların
tanrıların gazabından ziyade, insanların içinde yaşadıkları çevre şartlarının
ve yaşam tarzından kaynaklanan alışkanlıklarının bir sonucu olduğunu savunan
Yunanlı bilge, döneminin iki önemli tıp ekolünden biri olan ve hastalıklar söz
konusu olduğunda insan vücudunu bir bütün olarak ele alan Kos ekolünün en
önemli ismi olmuştu. Diğer bir ekol olan Knidos (Datça) ise, belirli
hastalıklar üzerinde yoğunlaşıyor ve teşhise dönük çalışıyordu. Ama en büyük
handikabı insan vücudu ile ilgili yanlış inanışlardı; zira o devirdeki Yunan
akidelerine göre insan vücudunu kadavra olarak kullanmak yasaktı. Bundan dolayı
hastalığın teşhisi yerine; dışarıdan vücudu analiz ederek, hastalığın gelişim
sürecine, yani klinik gözleme yönelen Kos ekolü, pasif tedavi yöntemlerini
başarıyla uygulayarak, klasik tıbbın da merkezi olacaktı.
Kadavra kullanamayan Hipokrat,
bundan dolayı birçok defa yanlış teşhis koyup, yanlış tedavi uygulamış da olsa,
ölümünden sonra daha da palazlanan Kos ekolünün tüm başarılı tedavi yöntemleri,
kendisine mal edilmişti. Gerçekten de kan, lenf ve safra ile bağlantılı
rahatsızlıklara dönük başarılı reçeteler sunan Hipokrat, geride bıraktığı ve
kendi adını taşıyan külliyatı Hipokrat yazıları (Corpus hippocraticumj ile bu
şöhretini haksız yere kazanmadığını göstermiş oluyordu.
Hekimlerin tırnak uzunluğuna bile
dikkat etti
Hipokrat tıbbı, yüksek
standarttaki profesyonelliği ile dikkat çekiyordu. Ünlü tıp bilgini,
külliyatında doktorlara sürekli olarak temiz, düzenli, dürüst, soğukkanlı,
anlayışlı ve ciddi olmalarını öğütlüyor; hasta kayıtlarının ve ateş, çarpıntı,
ağrı, sızı gibi semptomlarla ilgili bulguların düzenli ve anlaşılır bir şekilde
tutulmasını salık veriyor ve hatta doktorların tırnak uzunluğunun bile belli
bir ölçüyü geçmemesi gerektiğini söylüyordu! Hastaların kendileriyle ilgili
gözlemlerin yanında aile bireyleri ve yaşadıkları çevre ile ilgili gözlemlerin
de tedavi sürecinin bir parçası olduğuna dikkat çeken Hipokrat, hiç şüphe yok
ki, klinik tedavinin mimarı olarak anılmayı hak edecekti.
O çok meşhur yemine de beşiklik
eden Hipokrat külliyatına gelirsek; bunların antik Yunan’dan kalma yaklaşık
yetmiş kadar tıbbi yazıttan oluştuğunu söyleyebiliriz. Her ne kadar “Bunların
hepsi Hipokrat tarafından mı kaleme alındı?” sorusunun cevabı havada kalmış
olsa da, uzmanlara göre, külliyatın bir kısmı Hipokrat’m, kalanı ise
takipçilerinin elinden çıkmıştır. Zaten konuların çeşitliliği, farklı yazım
stilleri ve üzerlerindeki tarihler de tüm külliyatın tek bir kalemden çıkmadığı
iddiasını kuvvetlendiriyor. Bununla birlikte, içeriğinin ilham kaynağının
Hipokrat olması, külliyatın, onun adı ile birlikte anılması için yetmekte. Bu
arada külliyatın kendisi de, iddialara göre, ya İstanköy’deki bir kütüphanede
bulunmuş ya da Milattan Önce 3. yüzyılda İskenderiye’de bir araya getirilmişti.
Hipokrat Yemini Hipokrat’m mı?
Tıbbi uygulamaların ahlakına dair
ufuk açıcı bir belge ve Hipokrat Külliyatının en önemli parçası olarak kabul
edilen Hipokrat Yemini, her ne kadar son zamanlarda orijinalliği tartışılmaya
başlansa da, Hipokrat’ın günümüz tıbbına yaptığı en büyük katkı olarak kabul
edilir. Kendisi böyle mi düşünmüştü bilinmez, ama kabul edilen görüş şudur ki;
Hipokrat, yaklaşık 2 bin 500 yıl önce tıbbın kendine has bir sanat olduğuna
inandığı için, bu sanatı icra edecek olanları, hukuken olmasa da ahlaki açıdan
birleştirecek bir metin etrafında bir araya getirmek istemişti. Son zamanlarda
güçlenen bir görüşe göre ise, yemin, öğrencilerinden birinin kaleminden
çıkmıştı. Bununla birlikte yemin, ülkeden ülkeye ufak tefek değişiklikler
yapılarak, doktorluğa adım atmadan önce tıp fakültesi mezunlarına ettirilse de,
orijinaline en yakın çevirisi şu şekildedir:
Hekim Apollon Aesculapions, Hygia
Panacea ve bütün Tanrı ve Tanrıçalar adına. And içerim, onları tanık ve şahit
tutarım ki, bu andımı ve verdiğim sözü gücüm kuvvetim yettiği kadar yerine
getireceğim. Bu sanatta hocamı, babam gibi tanıyacağım, rızkımı onunla
paylaşacağım. Paraya ihtiyacı olursa kesemi onunla bölüşeceğim. Öğrenmek
istedikleri takdirde onun çocuklarına bu sanatı bir ücret veya senet almaksızın
öğreteceğim. Reçetelerin örneklerini, şifahi bilgileri ve başka dersleri
evlatlarıma, hocamın çocuklarına ve hekim andı içenlere öğreteceğim. Bunlardan
başka bir kimseye öğretmeyeceğim. Gücüm yettiği kadar tedavimi kötülük için
değil, yardım için kullanacağım. Benden zehir isteyene onu vermeyeceğim gibi,
böyle bir hareket tarzını bile tavsiye etmeyeceğim. Bunun gibi gebe bir kadına
çocuk düşürmesi için ilaç vermeyeceğim. Fakat hayatımı, sanatımı tertemiz bir
şekilde kullanacağım. Bıçağımı mesanesinde taş olan muzdariplerde bile
kullanmayacağım. Bunun için yerimi ehline terk edeceğim. Hangi eve girersem
gireyim, hastaya yardım için gireceğim. Kasıtlı olan bütün kötülüklerden
kaçınacağım. İster hür ister köle olsun erkek ve kadınların vücudunu kötüye
kullanmaktan sakınacağım. Gerek sanatımın icrası sırasında, gerek sanatımın
dışında insanlarla münasebette iken etrafımda olup bitenleri, görüp
işittiklerimi bir sır olarak saklayacağım ve kimseye açmayacağım. Bu yemine
sadık kaldıkça temiz bir hayat süreyim, herkesin saygısını, güvenini kazanayım,
bunu yapmazsam her türlü felakete uğramayı hak etmiş olurum.
Mirası yirmi asır tıp dünyasına
ışık tuttu
Bugün ölümünün üzerinden
neredeyse 2 bin 500 yıldan fazla zaman geçti, ama Hipokratsız bir tıp jargonu
hayal bile edilemiyor. Zamanında koyduğu ilkeler ve getirdiği yaklaşımlar
öylesine sağlamdı ki, tıp dünyası, uzunca bir süre Hipokrat’m mirası ile işini
görmek durumunda kalacaktı. Hatta tıp tarihçisi Fielding Garrison’a göre
Hipokrat’ın ölümünden sonra belli bir dönem tıp dünyası bir fetret devri
yaşamış; bu bunalım, bir başka Yunan hekim Galen’in (M.Ö 200-129) Hipokrat
Tıbbı’m standartlaştırması ile aşılmıştı. Orta Çağ’da Araplar Hipokrat’ın
yöntemlerini adapte etti. Avrupa’daki Rönesans hareketi ile birlikte Hipokrat
yöntemleri tekrar canlanarak 18. yüzyıla kadar, neredeyse yirmi asır kadar
yürürlükte kalmış, klinik teknikleri Sydenham, Heberden, Charcot ve Osler gibi
birçok tıp alimine ışık tutmuştu. Belki de Hipokrat ile ilgili en güzel sözü
Fransız hekim Henri Huchard söylemişti: “Orta Çağ tıbbı Hipokrat’tan ibarettir
NOTLAR
• İstanköy’de
(Kos) doğdu, burada hekim oldu ve burada öldü.
• Hastalıkların
tedavisinde temizliğin ve dinlenmenin önemine dikkat çekti.
• İnsan
vücudun içindeki kan, lenf ve safra gibi sıvıların (dört unsur olarak bilinir)
dengesinin bozulması ile vücut dengesinin bozulduğunu ve hastalıkların baş
gösterdiğini savundu.
• Hastalıkların
doğaüstü olayların değil, çevre faktörlerinin sonucu ortaya çıktığını savunan
ve zatürre, epilepsi (sara) hastalıklarının belirtilerini ilk tanımlayan hekim
oldu.
• Düşünce
ve duyguların kalpten değil, beyinden kaynaklandığı fikrini ilk ortaya atan
isim oldu.
• Egzersiz
ve dinlenme ile birçok hastalığın önüne geçilebileceğini savundu.
• Adı
ile anılan Hipokrat Yemini, kendisi tarafından değil, büyük bir ihtimalle
öğrencilerinden biri tarafından M.Ö 5. yüzyılda kaleme alındı.
• Yunanlı
filozoflar Platon ve Aristo da kendisinden büyük hekim diye bahsetmiş,
külliyatı yaklaşık yirmi asır kadar tıp dünyasına ışık tutmuştu.
** *
Geometrinin babası / OKLID
(M.Ö 323- M.Ö 283)
“Doğanın kanunları, Tanrı ’nm
matematiksel düşünceleridir. ”
Öklid
Henüz Hz. İsa doğmadan önce
günümüz geometrisinin temellerini atan Öklid, adeta bilinmek istemeyen bir alim
gibi yaşadı. Geride, geometri alanında dördü sonradan kaybolan, biri de
geometrinin temel kitabı olan on eser bırakmasına rağmen, yaşamı konusunda
hiçbir iz bırakmadı.
Bugüne kadar geometri alanında
ortaya atılan teoremlerin birçoğu, onun postulatları üzerine kuruludur. Kitabı
19. yüzyıla kadar okutulurken, aynı yüzyıl içinde geometriciler onun
postulatlarına karşı yenilerini geliştirmek için uğraşıyorlardı. Antik Yunan
döneminden bugünün bilim dünyasına bilgi aktaran bilim adamlarının arasına
adını yazdıran Öklid, ‘Geometrinin Babası’ olarak anılmayı da fazlasıyla hak
etmişti.
Yaşamı hakkında, eserine oranla
daha az şey bilinse de tahminlere göre Milattan Önce 300 dolaylarında Mısır’ın
İskenderiye kentinde yaşamıştı. Gençliğinde, Atina’da bulunan Platon Okulu’nda
fizik, astronomi, matematik, geometri ve hatta müzik gibi alanlarda eğitim
gördü. Daha sonra doğum yeri olan İskenderiye’ye giderek yaşamının büyük
kısmını burada geçirdi. Burada bir matematik okulu kurdu. En ünlü eseri olan
Elementler adlı kitabını da 40 yaşında iken burada yazmıştı. Okulundaki
eğitimini bu kitap üzerine verdi.
Rafael’in Öklid tablosu.
Kurduğu okulla ve öğretileriyle
Makedonya Kralı Büyük İskender döneminden sonra, Yunan ilminin Yunan ve Makedon
toprakları dışında yayılmasını sağladı. İskender öldükten sonra, onun
Mısır’daki topraklarının idaresini alan generallerinden Mısır Kralı I. Ptolemy
(I. Batlamyus) de okulunu ziyaret etti ve bir süre derslerine katıldı.
Uzun süre, kendisiyle aynı ismi
taşıyan başka bir bilim adamından dolayı Yunan kenti Megara’da yaşadığı
düşünüldü. Ancak zamanla, Megaralı Öklid’in felsefe ile
• •
•
uğraştığı ve İskenderiyeli Oklid’
den 100 yıl kadar önce yaşadığı anlaşıldı. Tahminlere göre Milattan Önce 283
yılında öldü.
Elementlerde gelen şöhret
Bugüne kadar yaşamış tüm
matematikçi ve geometriciler arasında adı geometriyle en çok anılan kişi olan
Öklid’e bu ününü, Elementler isimli eseri getirmişti. O güne kadar geometri
alanında yapılmış olan tüm çalışmaları ve kendi önermelerini, kırk yaşında
kaleme aldığı bu eserinde derledi. Elementler, geometriyi ispat bağlamında
aksiyomatik bir dizge olarak işleyen, o güne kadar yazılmış ilk kapsamlı eser
oldu. Kitabı, 19. yüzyıla kadar bütün dünyada akademik çevrelerde ders kitabı
olarak okutuldu.
Matematik tarihinin en başarılı
eseri olarak kabul edilen Elementler’ i daha önce hiçbir eserde rastlanmayan
bir duruluk ve kesinlikle kaleme alan Öklid, içeriğinden çok konuları sunuşu
açısından önemli olan eserinde önce bir takım tanımlar, aksiyomlar ve
postulatlar verdi. Ardından teoremlerini de bunlara dayanarak oluşturdu. Kitabı
boyunca bu postulatlarını teoremlerinde kullandı ve ispatlarını da çok düzenli
bir şekilde sıraladı. Böylece Öklid, geometrisini belirli tanım ve ilkeler
çerçevesinde yapılandırmış oldu.
Toplam on üç bölümden oluşan
kitaba Milattan Önce 2. yüzyılda diğer bir İskenderiyeli matematikçi Hypsikles
tarafından iki ayrı bölüm daha eklendi. Kitabı, kısaca şu bölümlerden
oluşuyordu:
Birinci Bölüm: Benzerlik
(üçgenlerin benzerliği, pergel ve cetvelle çizilen basit geometrik şekiller,
bir üçgenin açılarına ve kenarlarına ilişkin eşitsizlikler), paraleller
(paralel doğruların özellikleri ve paralelkenarlar) ve Pisagor Teoremi.
İkinci Bölüm: Geometrik cebir:
Özdeşlikler, alan hesabı, altın kesim.-
Üçüncü Bölüm: Daireler ve açı
ölçümleri.
Dördüncü Bölüm: Daire içinde ve
dışında çizilen çokgenler.
Beşinci Bölüm: Geometrik olarak
incelenen oran ve orantı kavramı (nesnelerin büyüklükleri ve miktarları
arasındaki ilişki), kesirli, cebirsel denklemlerin geometrik çözümü.
Altıncı Bölüm: Çokgenlerin
benzerlikleri.
Yedinci, Sekizinci ve Dokuzuncu
Bölümler: Aritmetik (sayılar teorisinin geometrik olarak incelenmesi), eski
sayılar teorisi.
Onuncu Bölüm: Orantısızlık: Ortak
ölçüsü olmayan büyüklükler.
On Birinci, On İkinci ve On
Üçüncü Bölümler: Uzay geometrisi (üç boyutlu cisimlerin özellikleri)
• • •
Milattan Once 2. yüzyılda diğer
bir İskenderiyeli matematikçi Hypsikles tarafından eklenen 14. ve 15.
Bölümlerin içerikleri ise şu şekildeydi:
On Dördüncü Bölüm: Bir küre içine
çizilen düzgün üç boyutluların karşılaştırılması.
On Beşinci Bölüm: Düzgün üç boyutluların
birbiri içine nasıl çizileceği ve açı, kenar hesaplarının nasıl yapılacağı.
Kitabın bu bölümünün Hypsikles değil de Miletli Isidore tarafından eklendiği de
düşünülmektedir.
• •
Oklid’in kanıt gerektirmeyen
apaçık gerçekleri
Öklid, kitabında nokta, çizgi,
yüzey ve cisim gibi geometrik kavramları tanımladıktan sonra kitaptaki
derlemelerin tutarlı olmasını sağlamak için ‘kanıt gerektirmeyen apaçık
gerçekler’ diye nitelediği beş aksiyomu sıraladı. Kitabındaki diğer tüm
önermeleri de bu aksiyomlarına dayanarak öne sürdü. Öklid’in ‘doğruluğu açık ve
seçik olan önerme’ demek olan aksiyomları şu şekildeydi:
1- Aynı şeye eşit olan şeyler birbirlerine de eşittirler.
2- Eğer eşit miktarlara eşit miktarlar eklenirse, elde
edilenler de eşit olur.
3- Eğer eşit miktarlardan eşit miktarlar çıkartılırsa,
eşitlik bozulmaz.
4- Birbirine çakışan şeyler birbirine eşittir.
5- Bütün, parçadan büyüktür.
Postulatlar
Öklid, aksiyomlardan sonra ‘ispat
edilmeksizin doğru olarak benimsenen önerme, ön doğru’ anlamına gelen postulatlarını
sıraladı. Öklid’in postulatları şöyleydi:
1- İki nokta arasını birleştiren en kısa yol bir doğrudur.
(İki noktadan bir ve yalnız bir doğru geçer.)
2- Bir doğru, doğru olarak iki yöne de sonsuza kadar
uzatılabilir.
3- Bir noktaya eşit uzaklıkta bulunan noktaların geometrik
yeri bir çemberdir. (Bu noktalar kullanılarak bir çember çizilebilir)
4- Bütün dik açılar birbirine eşittir.
5- İki doğru, bir üçüncü doğru tarafından kesilirse, içte
meydana gelen açıların toplamının 180 dereceden küçük olduğu yönde bu iki doğru
kesişir.
Öklid’in uzayla da ilgili olan bu
postulatlarından, kendisinin belirtmediği üç önerme daha çıkartılmaktadır:
1- Uzay üç boyutludur.
2- Uzay sonsuzdur.
3- Uzay homojendir.
Uzun süre, postulat olarak
adlandırılan Öklid’in bu önermelerinin yapıları tam olarak anlaşılamadı.
Öklid’in paraleller postulatı adıyla bilinen beşinci postulatı, matematikçiler
tarafından sanki bir teoremmiş gibi kanıtlanmaya çalışıldı. Bazı matematikçiler
de bu postulatı başka bir postulat ile değiştirmeye çalıştı. Öklid’in
paraleller postulatı yerine konulan en tanınmış postulatlar şunlardır:
- Bir
üçgenin iç açıları toplamı 180 derecedir.
- Bir
doğruya, dışındaki bir noktadan yalnızca bir tek paralel çizilebilir.
Geometriyle olduğu kadar sayılar
kuramı ve matematikle de ilgilenen Öklid, Thales ve Pisagor’un geniş matematik
kültürünü ve bu matematikçilerin oluşturduğu matematiğin özünü ortaya çıkarıp,
sistemli bir hale getirdi.
Elementler adlı eserinden başka
Öklid, günümüze kadar ulaşmayı başaran beş, başaramayan dört eser daha kaleme
almıştı. Öklid’in bugüne kadar gelmeyi başarmış eserleri şunlardır:
Data: Bu kitabında doğada ve
geometride kabul edilen bilgilerin pratikteki uygulamasını inceledi. Kitabın
konusu, Elementler ile birbirine çok yakındır.
Geometrik Şekillerin Bölünmesi
Hakkında (On Divisions of Figures): Sadece, Arapçaya tercümesinin bir kısmı
günümüze ulaşmayı başaran bu kitabında Öklid, geometrik şekillerin iki veya
daha fazla eşit parçaya bölünmesini inceledi. İskenderiyeli Heron’un kitabıyla
benzerlik gösterir.
Optik: Objelerin farklı açılardan
ve uzaklıklardan bakıldıklarında nasıl göründükleri konusunda önermelerde
bulunan ve perspektif alanındaki ilk Yunan eserlerinden biriydi.
Phaenomena: Öklid’in bu kitabı
ise astronomların kullandığı küresel geometri alanındaydı. Autolycus tarafından
yazılan Sphere/Küre adlı eserle benzerlik gösterir.
Catoptrics: Öklid’in, aynalar
hakkındaki matematiksel teorilerini içerir. Özellikle de düzlemler ve küresel
içbükey aynalarda oluşan nesneler üzerineydi. Ancak bu eserin Öklid’e ait
olduğu kesin değil. İskenderiyeli Theon’a ait olması da muhtemeldir.
Aynı zamanda Öklid’e ait olduğu
düşünülen; ancak günümüze ulaşmayı başaramamış 4 eser daha vardır.
Konikler (Conics): Kitap, adından
da anlaşılacağı gibi konik bölmeler hakkındadır. Öklid’den sonra Pergalı
Apollonius, bu eseri genişletmiş ve ünlü kitabını oluşturmuştu.
Porisms: Bu kitabın, Öklid’in
konikler hakkındaki kitabının genişletilmiş hali olduğu düşünülmektedir. Ancak
kitabın başlığının tam manası bilinmiyor.
Pseudaria veya Safsatalar Kitabı:
Öklid’in bu eseri, muhakeme yolundaki yanlışları hakkında bir başlangıç
kitabıdır.
Yüzey Yasaları (Surface Loci): Bu
kitabın, yüzey yasaları veya mahrut yüzeyler hakkında olduğu düşünülür.
NOTLAR
• Mısır
topraklarında Büyük İskender tarafından kumlan İskenderiye kentinde Milattan
Önce 323’te doğdu ve burada Milattan Önce 283’te öldü.
• Temel
eğitimini, kapısında “Geometriyi bilmeyen hiç kimse bu kapıdan içeri alınmaz/”
levhası asılı olan Atina’daki Platon Akademisi’nde tamamladı.
• İskenderiye’ye
dönerek kendi okulunu kurdu ve 40 yaşında yazdığı Elementler adlı eseri
üzerinden eğitim vermeye başladı.
• Kendisini
ziyaret eden ve derslerine katıldıktan sonra “Geometriyi öğrenmenin daha kısa
yolu yok mu?” diye soran Mısır Kralı I. Ptolemy’e “Geometriye giden bir kral
yolu yoktur!” cevabını verdi.
• Pisagor
geleneğine bağlı bir ortamda yetişen Öklid için önemli olan, soyut düşünceler
ve düşünceler arasındaki mantıksal bağıntılardı.
• Kendisinden
önce yaşamış Thales, Pisagor ve Eudoxus gibi matematikçilerin çalışmaları
üzerine kurduğu Elementler, 19. yüzyıla kadar akademik dünyanın temel ders
kitaplarından biri oldu ve yaklaşık bin kez elden geçirilip basılarak kendi
dalında bir rekor kırdı!
Hamama girdi; çıktığında tarihe
geçmişti.
Suyun kaldırma prensibini gözler
önüne serip, geometriyi hallaç pamuğu gibi attı /
ARŞİMET
(M.Ö 287-212)
“Fizikle matematiği başarıyla
harmanlayan Arşimet, kendisinden en az 2 bin yıl sonra yaşayan ve matematiksel
fiziğin babası olarak gösterilen
Newton ile eşdeğerdir. ” Alfred
North Whitehead Matematikçi ve Filozof
Adım okur okumaz zihninizde
canlanan ‘hamamdan dışarı yarı çıplak fırlamış, elinde tasla koşturan adam ’
görüntüsünü elinizin tersiyle itin. Zira Arşimet (Archimedes), sadece o görüntüden
ibaret değil. Bilakis, tarihin şahit olduğu en büyük matematikçilerden biri. Ve
daha birçok şey!
Matematiğe çağ atlattırdı.
İntegral modelini geliştirdi. Hamamda keşfettiği ((Eureka! Eureka! şeklinde
bağırarak hamamdan çıktığı iddia edilir/) suyun kaldırma kuvveti ile
hidrostatiğin ilk kanununu hayata geçirdi. Kaldıraçların ve makaraların dilini
o çözdü. Öyle ki mekanik icatları ile Marcellus’un Roma ordusunu bile şaşkına
çevirdi.
Arşimet, astronom bir babanın
oğlu, bir aristokrattı. Bununla birlikte yaşamının ilk safhalarına dair
bilinenler azdır. Dönemin Yunan sömürgelerinden, kıyı kasabası Sicilya’da
doğmuş. Bir süre Mısır’ın İskenderiye’sinde yaşamış. Eserlerinden bazıları,
Yunanlılar ve Araplar tarafından Orta Çağ’a aktarılmış ve Romalı tarihçi Plutarch,
hayatından bir takım sahnelerin günümüze kadar gelmesine kapı aralamış.
Arşimet’i hamamda gösteren bir
çizim.
Arşimet neden önemli derseniz,
bunun tek bir cevabı var: Matematik, statik ve hidrostatik alanlarında
yaptıklarının üzerine, 1500 yıldan bu yana bir şey koymayı başarabilen olmadı!
Neler mi yaptı? ‘Çemberin Ölçümü’
isimli çalışmasında bir çember ile çapı arasındaki oranı gösteren o meşhur pi
sayısını (3,142) çok küçük bir hatayla hesaplayan ilk kişi olmuş; silindir ve
diğer geometrik şekillerin alan ve hacimlerinin nasıl hesaplandığını ortaya
çıkarmış; günümüzde özellikle gemilerde biriken suları çıkarmak için kullanılan
ve kendi adını taşıyan Arşimet vidasını tasarlamış; bitmedi mancınığı keşfetmiş
(ki bu icadıyla özellikle Romalıları canından bezdirmiştir); ağır yükleri
korkulu bir rüya olmaktan çıkaran makara ve kaldıraç sistemlerini
geliştirmişti. Bu arada insanoğlunu, o meşhur suyun kaldırma kuvveti ilkesiyle
tanıştırmış olmasını saymamıza gerek yok sanırım. Ve unutmadan; yaşadığı
dönemin bilimsel verilerini kullanarak, evrenin kaç kum tanesi ile
doldurulabileceğini bile hesaplamaya kalkıştığını da ekleyelim.
Arşimet’in ölümünü resmeden bir
mozaik.
Makara ve kaldıraç düzeneklerini
keşfetmesinin ardından övünmek için sarf ettiği ortaya atılan ‘Bana bir dayanak
noktası verin, size dünyayı hareket ettireyim’ özdeyişi ile tarihe geçen
Arşimet, her ne kadar dünyamızı sallayamasa da, yüzlerce işçinin denize
indirmek için ter döktüğü koca koca gemilerin kolayca suya indirilmesini
sağlamıştı.
Newton ve Gauss ile birlikte
matematik liginin en iddialı oyuncularından biri olarak gösterilen Arşimet,
kendi döneminde usta, bilge adam ya da büyük geometrici olarak anılıyordu.
Üstelik filozof açısından mümbit olan Yunan medeniyetinin ender yetiştirdiği
matematikçilerden biri olması da, onu çağdaşlarından ayırıyor.
Tüm vaktini problem çözmeye
ayıran Arşimet, kendini rakamların dünyasına öyle kaptırıyordu ki, rivayetlere
göre, çoğu zaman yemek yemeyi bile unutuyordu. Modern zamanların defter ya da
tahta gibi imkanlarından mahrum olsa da, eline geçen her yeri, sönmüş bir
yangından arta kalan küllerden, kumsallara kadar, her düz ortamı, geometrik
şekillerle dolduruyordu. Öyle ki banyo sonrası masaj yapmak için vücuduna
sürdürdüğü zeytinyağı üzerine de şekiller çizdiği aktarılır.
Günümüze ulaşan şöhretinin büyük
bir kısmını Sirakuza (Syracuse, İtalya’nın güneyinde bir yerleşim bölgesi)
Kralı Hierro ile dostluğuna borçlu olan Arşimet, kralın problemlerine çözüm
bulduğu için sarayın iltifatına fazlası ile mazhar olmuştu. Öyle ki Romalı
mimar Marcus Vitruvius’un, Arşimet’in ölümünden iki yüz yıl sonra aktardığı bir
rivayete göre; bir gün, Kral, kuyumcusundan şüphelendiği için tacının saf
altından yapılıp yapılmadığını öğrenmek ister ve Arşimet’in kapısını çalar.
Yalnız bir şartı vardır; taca zarar gelmeden şüphelerinin giderilmesini
istemektedir.
Soruna çözüm arayan Arşimet
hamama gider. Hamamdaki teknelerden birine oturunca, taşan suyun miktarının,
vücudunun suya daldırdığı kısmının hacmine eşit olduğunu fark eder. Sorunu
çözmüştür! O heyecanla birlikte, yarı çıplak, bağıra bağıra evine doğru koşmaya
başlar. Aynı işlemi evde tekrarlar. Tacın ağırlığına eşit saf altını ve tacı,
ayrı ayrı suya batırarak, taşırdıkları suyun miktarını ölçer ve bunları birbiri
ile karşılaştırır. Kral şüphelerinde haklıdır. Taşan su hacimleri eşit
değildir. Böylelikle Arşimet’in bu bulgusu, ‘Suya kısmen veya tamamen batmış
durumdaki bir cismin su içindeki ağırlığına eşit bir kuvvetle yukarıya doğru
kaldırılması’ şeklinde özetlenebilecek ‘Arşimet Prensibi’ olarak tarihe geçmiş;
Arşimet, hidrostatik biliminin mimarı olurken, kuyumcu da kellesinden olmuştur.
Bazı kaynaklar ise Arşimet’in hamamda vücudunun değil, kurnada kullandığı tasın
taşırdığı suyla söz konusu bulguya ulaştığını iddia eder...
Arşimet’in bulguları saymakla
bitmez. Bununla birlikte en büyük katkısı Matematik alanında olmuştur. Elips,
silindir, hiperbolid, parabolid, küre ve benzeri geometrik cisimleri
tanımlamakla kalmayan Arşimet, aynı zamanda bunların hacimlerini de başarıyla
hesaplamıştır. Hesaplamada kullandığı yöntemlerin belli bir sistematiğe
kavuşması, ancak 18. yüzyılda Leibniz ve Newton gibi büyük matematikçilerin
diferansiyel hesabının temel kavramlarını ortaya koyması ile olacaktır. Yunan
rakam sisteminden hoşnut olmayan Arşimet, daha büyük rakamları daha kolay ifade
edecek tarzda kendine özgü bir rakam sistemi geliştirmeyi de ihmal etmemiştir.
Sarayındaki bu bilim adamının
olağanüstü buluşlarından fazlası ile etkilenen Kral, Arşimet’in potansiyelinden
askeri amaçlı olarak faydalanmayı ihmal etmez ve himayesindeki bu bilgeden
şehri savunmaya yönelik silahlar da geliştirmesini ister. Haksız da çıkmaz,
hidrostatiğin ve matematiğin ustası, silahların da hakkını vermekte
gecikmeyecektir. Milattan Önce 212’de Romalı General Marcellus, Sirakuza’yı ele
geçirmek için hem karadan hem de denizden harekete geçer. Ama askerleri şehrin
önlerine geldiğinde mıhlanmıştır adeta. Şehri savunan surların ardından
Arşimet’in tasarımı olan mancınıklar Romalı askerlerin üzerine devasa taşlar
savurmakta, yine parlak zekasının ürünü olan vinçler, Roma gemilerini balık
gibi suda yakalayıp silkelemekte, (Bu arada tüm bu bilgilerin, tarihçi
Plutarkhos’un abartılı anlatımlarından süzüldüğünü de hatırlatalım), surların
içine yerleştirdiği yaylardan fırlayan onlarca ok Romalı askerleri tarumar etmekteydi.
Şehri bir anda alamayacağını gören Marcellus, kuşatmada karar kıldı. Sekiz ay
sonra şehre girmeyi başaran Romalı askerler, Arşimet’i yine kendinden geçmiş
bir şekilde kumda figürler çizerken buldular.
Götürmek istedikleri bilge,
çalışmasına müdahale edildiği için askerleri tersleyince, içlerinden birinin
kılıç darbesi ile oracıkta can verdi.
Bununla birlikte Plutarch,
bilgenin ölümüyle ilgili iki farklı senaryo daha nakleder. Buna göre Romalı bir
asker kılıcını çekip öldürmek için koşarak arkasından geldiğinde, Arşimet hiç
aldırmadan çalışmasına devam etmiş ve kılıcın hedefi olmuş ya da güneşin
büyüklüğünü hesaplamak için kullanacağı çemberler, açılar ve matematiksel
aletlerle Sirakuza’mn yeni sahibi Marcellus’un huzuruna giderken, kendisinin mücevher
taşıdığını sanan askerler tarafından öldürülmüştür. Rivayetler muhtelif.
Bununla birlikte kesin olan şu ki; henüz Milattan Önce 250’de hayata geçirdiği
‘Küre ve Silindir Hakkında9 isimli çalışmasıyla küre ve silindirin hacimlerinin
hesaplanmasına kapı açan formülü insanlığa sunan, (Yüzen Cisimler’ isimli
eseriyle suyun kaldırma prensibini vücuda getiren, iki ve üç boyutlu geometride
küre, çember ve spirallerle ilgili onlarca eser veren ve ancak kendisinden 2
bin yıl sonra resmen isimlendirilecek olan integral hesaplarının felsefesini
henüz antik çağda kurmayı başaran Arşimet, günümüz medeniyetinin alkışı hak
eden mimarlarından biri olmayı başarmıştı.
NOTLAR
• Antik
dönemin en önemli matematikçi ve fizikçisi Cari Friedrich Gauss ile birlikte de
tüm zamanların en büyük matematikçilerinden biri olarak bilinir.
• Zihinsel
faaliyetlerle öylesine kendisinden geçermiş ki, çoğunlukla yemeyi içmeyi
unutur, aylarca yıkanmadığı olurmuş.
• Mezar
taşına, içinde bir küre olan bir silindir çizilmesini ve bunların hacimlerinin
yazılmasını istemiş.
• Özel
hayatına dair fazla bir şey bilinmiyor. Öklid’in etkisi altındaki bir grup
arasında, Mısır’da eğitim gördü.
• Birçok
silah geliştirdiği iddia edilir. Özellikle Sirakuza savunması esnasında kendi
icadı olan mancınıklar ve vinçler kullanılmıştır. Aynalardan yansıttığı güneş
ışınları ile Roma gemilerini yakması ise rivayet olarak kabul edilir.
• Yazılı
bir eseri günümüze ulaşmamış olsa da, parabol, silindir, elipsler ve benzeri
geometrik semboller ve hacimleri üzerine çok sayıda araştırma yaptığı bilinir.
• Her
ne kadar, sıklıkla iddia edildiği gibi kaldıracı ilk bulan kendisi olmasa da,
makara, kasnak düzeneğinin kullanılmasına ilk izahat getiren kişi olmuştur.
Cebiri hayatımıza sokan;
‘Sıfır’ın mucidi büyük İslam bilgini / HARİZMİ
(780-850)
“Sekiz diğer sekizden çıkınca
geriye bir şey kalmaz.
boş kalmaması için bir dairecik
koy! ” Harizmi (İlk kez sıfır rakamına izah getirirken)
Matematiğin iki önemli
dalı/konusu olan cebir ve algoritmayı keşfeden ve iki alanın kendi bulduğu
isimlerle anılmasını sağlayan beyin, Abbasi döneminde yaşamış Müslüman
matematikçi El Harizmi’ydi. Daha birinci dereceden denklemlerin sırları tam
çözülmemişken, ikinci dereceden denklemleri çözümleyerek matematikte yeni bir
çığır açan Harizmi, sıfırı açıklayan ilk matematikçi olarak tarihe geçmişti.
Bugün kullanılmakta olan ondalık sistemi Hintlilerden Avrupa’ya taşıyan
Harizmi’nin, hemen hemen tüm eserleri Latinceye çevrildi ve Batı dünyasında
okutuldu. Bu büyük İslam bilgini, matematiğin yanı sıra astronomi ve coğrafya
gibi alanlarda da çalışmalarda bulunarak, asırlar öncesinden günümüze ışık
tutmayı başarmış müstesna bir beyindi.
Alimimiz, bugünkü Özbekistan
sınırları içerisinde bulunan Aral gölü yakınlarındaki Hive bölgesindeki Harezm
kentinde tahminlere göre 780 yılında doğmuştu. Yaşamının ilk dönemleri hakkında
çok fazla bilgi bulunmayan Harizmi, asıl eğitimini genç yaşta geldiği Bağdat’ta
aldı. Burada Abbasi iktidarı tarafından da desteklenen Harizmi, Halife
Memun’un, dönemin en iyi alimlerini topladığı Beyt’ül-Hikme’sinde yer aldı.
Bağdat’ta Saray Kütüphanesi’nin yönetimi kendisine verildi. Abbasi halifeliği,
diğer alimler gibi onun da ihtiyaçlarını karşıladığından kendini burada kolayca
ilme verdi ve matematik, astronomi ve coğrafya gibi alanlarda çalışmalarda
bulundu.
Bağdat’ta birçok ilimle ilgilenen
Harizmi, asıl önemli çalışmalarını matematik, astronomi ve coğrafya alanlarında
vermişti. Özellikle matematik alanında bazı temel kavramları ilk ortaya atan ve
matematiğe yan dallar kazandırarak, gelmiş geçmiş en büyük matematikçilerden
biri olarak anılmayı hak edecekti. Şimdi bu kıymetli değerin çalışmalarını
mercek altına alalım.
Matematik: ‘Sıfır’ rakamının
kullanımını açıkladı, ondalık sistemi geliştirdi, kendi adıyla anılacak olan
‘logaritma’ ya da ‘algoritma’yı ortaya çıkardı. Bugün Arap rakamları olarak da
bilinen Hint Numaralama Sistemini tanıttı; kesirlerle, işlemler de içinde olmak
üzere birçok aritmetik yöntem geliştirdi.
Tanjant fonksiyonlarının dış
değerlerinin de yer aldığı trigonometrik tabloları detaylı bir şekilde
açıkladı. Beyt’ül- Hikme’de dünyanın hacmini ve çevresini ölçmeye yönelik
çalışmalara katıldı.
Astronomi ve Coğrafya:
Geliştirdiği astronomik tablolarla astronomi üzerine de kafa yoran Harizmi,
coğrafya alanında ise Batlamyos’un çalışmalarını inceledi, bunlara eklemeler
yaptı ve dünya haritasında yaptığı bazı hataları düzeltti. Saatler, güneş
saatleri ve usturlablar hakkında eserler kaleme aldı. Yetmiş bilim adamıyla
birlikte çalışarak, 830 yılında yeni bir dünya haritası çizdi.
ikinci dereceden denklemlerin
kapısını açtı
Harizmi’nin en önemli eserleri,
matematik alanında çığır açan Kitabü’l Muhtasar Fi’l Cebr ve’l Mukabele ve
Kitabü’l Muhtasar Fi Hisabü’l Hindi adlı kitaplarıydı. Kendisinden önce birinci
dereceden denklemler ve kısmen de, hesaplama metotlarıyla ikinci dereceden
denklemler çözümlenebiliyordu. Ancak henüz ne Doğu ne de Batı dünyasında ikinci
dereceden denklemlerin köklerini bulma yöntemi ortaya konulmuştu.
Bağdat’daki bilimsel
çalışmalarıyla kısa sürede sivrilen büyük alim, Şam’da bulunan Kasiyun
Rasathanesi’nde çalışmalar yapmış, aynı zamanda yerkürenin bir derecelik
meridyen yayı uzunluğunu ölçmek için Sincar Ovası’nda çalışmalar yapan heyette
bulunmuş, Hint matematiğini incelemek için Afganistan üzerinden Hindistan’a
giden bilim heyetine başkanlık etmişti. Latinceye çevrilen eserlerinden ve
ikinci dereceden bir bilinmeyenli ve iki bilinmeyenli denklem sistemlerinin
çözümlerini incelediği El-Kitab’ul Muhtasar fi’l Hesab’il cebri ve’l Mukabele
başlıklı eserine şöyle başlıyordu büyük alim: “Algoritmi şöyle diyor: Rabbimiz
ve koruyucumuz olan Allah £a
hamd ve senalar olsun.”
Harizmi, El Cebr ve’l Mukabele
adlı kitabında ikinci dereceden denklemlerin çözüm yolunu sistemli olarak
işledi.
İkinci dereceden denklemlerin
hangi durumlarda iki kökünün, hangi durumlarda çift kökünün olacağını ve hangi
durumlarda denklemin reel kökü olamayacağını açık bir şekilde gösterdi ve bu
kuralları da geometrik olarak kanıtladı. Binom çarpımları, çeşitli cebir
problemleri ve miras hesabı gibi konuları ele aldı. Bugün hala cebirde
uygulanmakta olan ‘kare ve dikdörtgen metodu’ olarak bilinen geometrik çözüm
yolunu kullandı.
Bir önsöz, beş bölüm ve bir de ek
bölümden oluşan kitabında birinci ve ikinci dereceden denklemlerin çözüm
şekillerinin yanı sıra nazari ve tatbiki hesaplama şekilleri, zamanın hükümet
işlerine ait hesapların yöntemleri, kanalların açılması ve bina yapımı üzerine
bilgiler ile esnaf ve tüccarlar için faydalı tavsiyeler bulunuyordu.
Doğu bilim dünyasında cebir
hakkında kaleme alınmış ilk eser olan bu kitap, 600 yıl boyunca cebirin ana
kitabı olarak gösterildi. Batiya Endülüs medreselerinin vasıtasıyla ulaşan
kitabın ilk Latince çevirisi 1183’te yapıldı. 1486 yılına gelindiğinde hala
Leipzig Üniversitesinde ders kitabı olarak okutuluyordu ve 1598 -1599
yıllarında hala cebir ilminin tek kaynak eseriydi.
Cebir, Harizminin bu eserine
kadar matematik ve geometrinin bir parçası olarak görülüyordu. Harizmi bu kitabında:
bir denklemdeki negatif terimin, eşitliğin öbür tarafına alınarak pozitif
yapılması işlemine ‘cebir’ adını vermişti.
İkinci önemli eseri olan ve
Arapça nüshası günümüze ulaşmayan ‘Kitab-el Muhtasar fi Hisab El Hindi’ (Hint
Rakamları Hakkında) adlı eserinde Hint mahreçli sayıları ve algoritmayı
inceledi. Günümüze ‘Algoritmi De Numero Indorum’ adıyla yayınlanmış Latince
nüshası ulaşan eser,
Adelard tarafından Latinceye
çevrildi. Günümüzde hala kullanılmakta olan ‘logaritma’ terimi, Harizmi’nin
bugün Cambridge Üniversitesinde bulunan bu eserindeki Latince, ‘algazizmi’
kelimesinden türetildi.
Harizmi, bu yapıtında, on rakamlı
Hint rakamlama sistemi ile hesaplama sistemini inceledi. Batılı matematikçiler,
Romalılardan bu yana yürürlükte bulunan harf rakam ve hesap sistemi yerine Hint
rakam ve hesap sistemini kullanmayı bu yapıttan öğrenmişti. Bu hesaplama
sistemine, daha sonraları ‘algorism’ denildi. On rakamdan oluşan rakamlama
sistemi de, Harizmi tarafından tanıtıldığı için Arap Rakamları veya Hint-Arap Rakamları
olarak anılır olacaktı.
Kitapları 12. yüzyıl başlarından
itibaren Latinceye çevrilen Harizmi’nin astronomi ile ilgili tabloları da
Çinceye çevrildi. Kitabü’s-Sureti’l-Arz başlıklı atlası da haritalarıyla
birlikte tercüme edilirken Harizmi, Yahudi takvimi üzerine, ‘İstihraç
Tarih’ül-Yahud’ adlı bir kitap ve usturlap hakkında iki kitap kaleme aldı.
‘Kitabü’r-Ruhname’ adlı, bugün kaybolmuş olan bir eseri de bulunan Harizmi,
‘Kitabü’l-Tarih’ isimli eserinde ise güneş saatlerini anlatıyordu.
Avrupa’da Al-Kourism olarak
bilinen büyük alim, algoritmanın kurucusu olarak kabul edilir. Zaten yaygın
kanaate göre de algoritma sözcüğü Harizmi’nin Avrupa’daki yazılışı
al-Kourism’den türemişti. Avrupa onu, eserlerinin Latinceye tercüme edilmeye
başlandığı 1145’ten itibaren büyük bir ilgi ile izlemişti. Zira Harizmi, gerek
eserlerinde ilk kez sunduğu cebirsel işlem, teorem ve ispatlarla, gerekse de
kendinden önce bilinenleri derleyip geliştirerek matematiğin istifadesine
sunmak üzere eserlerinde bir araya getirmesiyle Avrupa’daki matematik
bilincinin gelişmesine ilk elden katkıda bulunmuştu. Üstelik bazı Avrupalı
tarihçiler,
Avrupa’da Rönesans’ın
öncülerinin, iddia edildiği gibi Grek uygarlığı değil, Harizmi ve ardından
gelen Ömer Hayyam, Ebu’l Vefa, Gıyasüddin Cemşid gibi matematik alimleri
olduğunu söylemişlerdir.
NOTLAR
• Tam
adı Ebu Abdullah Muhammed bin Musa el Harizmi idi.
• Bugünkü
bilgisayar bilimi ve dijital elektroniğin temeli olan 2 Tik sayı sistemini ve
O’ı (sıfırı) buldu.
• Ahmed,
Muhammed ve Haşan adlı üç çocuğu da Matematik üzerindeki ciddi çalışmalarıyla
tanınır.
• 830
yılında Arapça kaleme aldığı ‘EVKitab’ül-Muhtasar fi Hısab’il Cebri
ve’l-Mukabele’ (Cebir ve Denklem Hesabı Üzerine Özet Kitap) adlı eserinde,
analitik geometriye ait ilk bilgileri ortaya koydu.
• Cebir
ilmini metodik ve sistematik olarak ilk defa ortaya koyarak, cebir kelimesini
matematiğe kazandırdı.
‘İslam dünyasının Einstein’ı’ /
EL KİNDİ
(800-873)
“Yavaş dediğimiz şey, uzun zaman
içinde belli bir mesafenin kat edilmesidir. Hızlılık ise kısa zaman içinde yine
aynı mesafenin kat edilmesidir. ”
El Kindi
(İzafiyet Teorisi’ni kendince
yorumlarken)
İslam dünyasının en büyük
filozoflarından biri olan ve Orta Çağ Avrupa’sının, kendisini ‘Alchindus’
olarak tanıdığı El Kindi; Platon ve Aristo gibi felsefenin dev isimlerinin
çalışmalarını bir sentez haline getirdi. Bilginin ilk basamağının ‘akıl yürütme’
olduğunu savunan Kindi, felsefenin yöntemini ispat etme, ispatın hedefini
maddeyi şekillendiren ve anlamlandıran özleri anlama, felsefenin amacını ise
Tanrı’ya ulaşma olarak açıkladı.
İzafiyet Teorisini bulan ilk kişi
olan Kindi, akla büyük bir önem veren Meşşai felsefe akımını başlattı. Farklı
alanlarda üç yüze yakın eser yazan Kindi’nin, on yedi eseri Latinceye, dördü de
İbraniceye tercüme edildi.
Bugün Suudi Arabistan sınırları
içerisinde yer alan Küfe’de 800 yılı civarında asil bir ailenin çocuğu olarak
dünyaya geldi. Babası, dönemin İslam halifesi Harun Reşid’in yanında çalışan
bir memurdu. Mensup olduğu kabile, sonradan Müslümanlığı seçerek Kufe’ye
yerleşmiş bir kabileydi. Dedesi bu kabilenin lideri olan El Kindi’nin babası da
uzun süre Kufe valiliği görevinde bulundu.
Kindi, ilk olarak Kufe ve
Basra’da dil ve edebiyat alanında eğitim gördü. El Memun, El Mutasım ve El
Mütevekkil ile aynı dönemde yaşayan Kindi, Abbasi Halifesi Memun’un 830 yılında
kurduğu Beytü’l-Hikme’ye girdi. Burada tercüme heyetinde yer alan Kindi, Yunan
ve Hint kültüründen, özellikle felsefe alanındaki eserleri Arapçaya tercüme
etti. Bu dönemde tercümelere kendi fikirlerini de ekleyerek, kendine ait
eserler de ortaya koymaya başladı. Yunan kuru nazariyeciliğini reddederek,
düşünce sistemini matematiksel bir temele oturttu ve yeni fikirler üretti.
Mütevekkil tarafından ise hattat olarak görevlendirildi. Ebu Ma’şer Ca’fer bin
Muhammed Belhi, Hasneveyh, Naftuye gibi bilim adamlarını yetiştirdi.
Mutezile mezhebi mensupları
tarafından desteklenen Kindi, Mütevekkil iktidarında saraydan ve Beyt’ül
Hikme’den uzaklaştırıldı ve kitaplarına el konuldu. El-Mutamid’in hükümdarlığı
döneminde 873’te öldü.
İki yüz yetmiş yedi eser kaleme
aldı!
El Kindi, bir filozof olmanın
yanı sıra bir matematikçi, fizikçi, astronom, doktor ve coğrafyacıydı.
Felsefeden tıbba, matematikten astronomiye, ilahiyattan siyasete, psikolojiden
diyalektiğe, astrolojiden kehanete ve optikten kimyaya kadar yirmi ayrı dalda
olmak üzere tam 277 eser kaleme almıştı! Eserlerinden dolayı Arapların filozofu
olarak anıldı. Şimdi, ter döktüğü alanlardaki çalışmalarına bir göz atalım
isterseniz.
Matematik: Sayı sistemi üzerine 4
kitap yazdı ve modern aritmetiğin temelini attı. Astronomi ile ilgili
çalışmalarında küresel geometriye de katkıda bulundu. Açıların pergelle
ölçülmesi fikrini ilk defa o ortaya attı.
Fizik ve Kimya: Bazı metallerin
değerli metallere dönüştürülebileceği fikrine karşı çıkarak kimyasal
reaksiyonların elementlerde transformasyona yol açamayacağını savundu. Fizik alanında
da geometrik optiğe katkı sağlayan Kindi, bu alanda bir kitap yazdı. Işığın
yayılmasının zamanla sınırlı olmadığını keşfetti. Görme olayının, gözden
koniksi olarak dağılıp genişleyen ve eşyayı saran ışık demeti sayesinde meydana
geldiğini buldu. Sıvıların özgül ağırlıklarını hesapladı. Çekim ve düşme
konularıyla alakalı deneyler yaptı.
Hava tahminleri üzerine de
çalışmalarda bulunarak bu konuda eserler yazdı.
Bütün varlıkların fiziki
olaylarının izafi olduğunu, zaman, mekan ve hareketin birbirlerinden bağımsız
olmadıklarını ve hepsinin birbirine bağlı izafi olaylar olduğunu ortaya
koyarak, Einstein’dan asırlar önce İzafiyet Teorisi’ni açıkladı. Cismin
zamanla, zamanın cisimle, mekanın hareketle, hareketin de mekanla ve
dolayısıyla hepsinin birbiriyle bağlantılı olduğunu ve müstakil olmadıklarını
ve birbirlerine karşı bir önceliklerinin bulunmadığını savundu.
Tıp: O dönemde bilinmekte ve
kullanılmakta olan tüm ilaçların, uygulanması gereken dozlarını belirledi.
Müzik: Armoni üretmek için bir
araya getirilen çeşitli notaların her birinin belirli bir perdeye sahip
olduğunu buldu. Perdesi çok düşük veya çok yüksek olan notalar kulağa hoş
gelmediğinden armoninin derecesinin notaların frekansına bağlı olduğunu öne
sürdü. Aynı zamanda bir ses çıkarıldığında, bunun havada kulak zarına çarpan
dalgalar oluşturduğunu keşfetti. Perdenin belirlenmesi üzerine bir terkim usulü
içeren bir kitap yazdı.
İslam felsefesinin temellerini
atanlardan biri oldu
İslam’da felsefenin, onunla
birlikte başladığı kabul edilen El Kindi, kendisinden bir asır sonra gelerek
düşüncelerini geliştirecek olan Farabi ve İbn-i Sina ile birlikte İslam
dünyasında felsefe kültürünü kuran kişiler olarak kabul edildi.
Akılcılığın, asla din ile çatışma
halinde olmadığını, aksine uyumlu olduğunu dile getirdi. Din ile akıl çatıştığı
yerlerde dini tercih etti. Buna gerekçe olarak da, hikmetini akıl anlamasa bile
İlâhi kaynaklı olan dinin her zaman doğru olmasını gösterdi. Aklın, insan
kaynaklı olduğundan yanılmaya ve hata yapmaya her zaman müsait olduğunu
kaydetti.
Kâinatın Allah’ın hür iradesiyle
sonradan yaratıldığını; bu açıdan da sonlu ve sınırlı olduğunu, Allah’ın
ontolojik manada tarifinin ancak menfi şekilde mümkün olabileceğini öne sürdü.
Bilgi teorisinde Aristocu fikre
yakın olan Kindi, hislerin ancak cüz’i ve maddi suretleri idrak edebileceğini;
aklın ise makul alemi kavrayarak külli suretleri anlayabileceğini savundu. Ruhu
ve nefsi, cismi olmayan bir cevher olarak tarif etti. Ahlâk sahasında ise İslam
ahlakıyla Eflatun ve Stoacı ahlakı uzlaştırmaya çabaladı.
Toplam yirmi farklı alanda
sayısız eser kaleme alan Kindi’nin eserlerinin konulara göre dağılımı şu
şekildedir: Astronomi 16, Aritmetik 11, Geometri 32, Tıp 22, Fizik 12, Felsefe
22, Mantık 9, Psikoloji 5 ve Müzik 7. Bunların yanı sıra çeşitli biyografiler
kaleme aldı; gelgitler, astronomi ile ilgili cihazlar, kayalar, değerli taşlar
hakkında kitaplar yazdı.
Yunanca eserleri Arapçaya çeviren
ilk tercümanlardan biri olan Kindi’nin kitaplarının büyük kısmı bugüne ulaşmayı
başaramadı. Birçok kitabı Cremonalı Gherard tarafından Latinceye tercüme
edildi. Orta Çağ’da Latinceye çevrilen kitapları arasında Risale der Tanzim,
İhtiyarat’ül-Ayyam, îlahiyat-e-Aristu, el-Mosika, Met-o-Cezr ve Edviyeh
Murakkaba gibi eserleri bulunmaktadır.
NOTLAR
• Tam
adı Ebu Yusuf Yakub İbn İshak El Kindi’dir.
• Güney
Arabistan’ın meşhur Kinde kabilesinden geldiği için Kindi ismiyle tanındı.
• 867
(H. 253) senesinde Bağdat’ta vefat etti.
• Einstein’dan
asırlar önce izafiyet teorisini açıkladı.
• Açıları
ölçmek için ilk kez pergel kullandı.
• Görme
olayını açıkladı ve doğadaki ilaçların hangi dozda verileceğini belirledi.
• Eserlerinden
dolayı ‘Arapların Filozofu’ olarak anıldı.
Geometrik kavramların mimarı;
insanoğlunun yıldızlara açılan gözü oldu /
BATTANİ
(858-929)
“Kendimi uzun bir süre
astronomiye adadıktan sonra, gezegenlerin hareketleriyle ilgili çalışmaların
sürekli birbiri ile çeliştiklerini ve birçok alimin gözlemlerini aktarıp,
bunlardan kurallar devşirirken hatalar yaptıklarını fark ettim.
Aynı zamanda eski ve yeni
gözlemlere göre gezegenlerin pozisyonları ve zamanlarının da değişiklikler
gösterdiklerini; bu değişikliklerin, yılların ve tutulmaların hesaplanmasını
etkileyen güneşin rotasının eğriliğinden kaynaklandığını fark ettim. Bu
meseleler üzerine yoğun ilgim, beni böylesi
bir bilimi iyileştirme yolunda
teşvik etti. ”
Battani
(Astronomiye olan katkısını izah
ederken)
Paris İslâm Enstitüsü
profesörlerinden Jacques Risler tarafından “Batiya trigonometriyi öğreten adam”
olarak tanımlanan Battani, gelmiş geçmiş en büyük yirmi astronom arasında
gösterilir. Çağının en büyük Müslüman astronomi âlimi olarak kabul edilen
Battani, trigonometriye cebir ilmini uygulayan ilk bilim adamı olmuştu.
Bilginimiz, İslâmiyet’in
insanlığa inmesinin ardından birçok bilim adamı ve filozofun yetiştiği ve
dünyanın ilk üniversitesinin de kurulduğu bir coğrafyada; bugün Türkiye
sınırlarında yer alan Harran’a bağlı Battan kasabasında tahminlere göre 859
yılında dünyaya geldi. Doğduğu yörenin halkının büyük kısmı Sabii inanışına
mensuptu. Bu inanışa sahip kişiler, yıldızlara tapıyordu. Her ne kadar
astronomiye ilgi duymasında bu inanışın etkisi olduğu düşünülse de, Battani
Müslümanlığı tercih etmiş ve ilmini de yine dini amaçlarla geliştirmişti.
Çocukluğu ve gençliğini babasının
yanında geçirdi ve ilk eğitimini ünlü bir bilim adamı olan babası Cabir bin
San’an el-Battani’den aldı. Ardından eğitimini sürdürmek üzere Fırat nehri
kenarında bulunan Rakka kentine gitti. Kırk yaşma kadar kaldığı Rakka’da
eğitimini sürdürdü ve burada bir rasathane kurdu. Ardından bugün Irak sınırları
içerisinde bulunan Samarra kentine gitti ve hayata gözlerini yumacağı 929
yılına kadar çalışmalarını orada devam ettirdi.
Sadece Müslüman dünyasının değil,
Batı dünyasının da kabul ettiği ve gelmiş geçmiş tüm astronomlar arasında ilk
sıralara rahatlıkla yerleştirilebilecek olan Battani, bilim dünyasına,
matematik ve astronomi olmak üzere iki farklı alanda katkı sağladı. Samarra
yakınındaki Kasralcis’te 929’da öldüğünde, geride görkemli bir miras bırakmış
bulunuyordu.
Kopernik gelene kadar, yddızlara
giden yol oldu
Battani, astronomi alanındaki ilk
ciddi çalışmalarına Rakka’da kurduğu rasathanede başladı. İlk olarak Güneş ve
Ay’ın görünür çaplarında yıl boyunca meydana gelen değişiklikleri yeniden ölçtü
ve kendinden önceki astronomların bulgularına yenilerini ekledi. ‘Sâbiî
Cetvelleri’ adıyla bilinen yıldız katalogunu hazırladı ve tam 489 yıldızı
sınıflandırdı. Bu katalog, Kopernik dönemine kadar Avrupalı astronomlar
tarafından kullanılacaktı. Bu cetvelde yıldızların hareketlerini Batlamyus’tan
(Milattan Sonra 85-165) daha doğru olarak hesaplamış ve yanlışlarını
düzeltmişti.
Hemen hemen aynı dönemde
yaşadığı, diğer bir ünlü astronom olan Sâbit bin Kurrâ’nm, yörünge ve
‘yıldızyivi’ adı verilen farklı uzunluklara ait hesaplamalarındaki hataları da
düzelten alimimiz, Dünya’nın Güneş etrafındaki dönüşünü iki ayrı metotla ölçtü.
Kendisinden yarım asır önce yaşayan Hârizmî’nin yeni Ay’ın görülmesi, Güneş ve
Ay tutulmaları konusundaki hesaplarına da yeni eklemeler ve düzenlemeler yaptı.
Bununla da kalmadı, Güneş, Ay ve diğer gezegenlerin hareketleriyle
yörüngelerini yeniden çizdi. Güneş’in Dünya’ya en uzak noktada bulunduğu
sıradaki hareketini gözleyerek Güneş’in yörünge eğimini ve Dünya’nın dönüş
eksenindeki değişme değerlerini hesapladı. Dünya’nın ekliptik eğiliminin, bugün
bilinen halinden sadece yarım
A
dakikalık sapmayla 23A° olduğunu
buldu. (Kopernik,
A
Battani’den ancak tam bir asır
sonra bu açıyı 23A° 35 olarak hesaplayabilecekti!)
Tespitlerini yaparken, kendi
geliştirdiği ve ‘Zat’ül Hak’ adını verdiği güneş saatini kullandı. Yine kendi
geliştirdiği ‘Kadran’ ve ‘Zât’üş-Şubeteyn’ (triguetum) gibi aletlerle Güneş ve
Ay tutulmalarını inceledi ve yeni Ay’ın görülme şartlarının tespit edildiği
yeni bir yöntem geliştirdi.
Battani, yaptığı hassas ölçümler
sonunda Güneş’in dünya etrafındaki bir dönüşünün süresini, 365 gün 5 saat 46
dakika 32 saniye olarak, bugünkü değerinden çok az bir farkla hesaplamayı
başarmıştı! Güneş’in en uzak (yeröte) boylamının Batlamyus’tan beri 16° 47’ artmış
olduğunu belirledi ve çok az bir sapmayla mevsimlerin uzunluğunu ve Güneş’in
gerçek ve ortalama yörüngesini belirledi.
Kıblenin farklı coğrafyalarda
tayinine yönelik çalışmalarda da bulunan Battani, Mekke’nin boylam ve enlemini
tespit etti. Ardından kıblenin belirleneceği yerin ölçümleri ile Kâbe’nin
ölçümleri arasındaki farkı bulup, kıble doğrultusunu belirledi. Hazırladığı
cizlere, usturlablara ve rubu tahtalarına kıble cetvellerini ekledi.
Matematik, alimin aktif olduğu
bir diğer alandı. Özellikle trigonometri konusunda çalışmalarda bulundu. Bugün
trigonometrinin gerçek mucidi olarak da nitelendirilen Battani, astronomi
çalışmaları sırasında matematik ve trigonometriden faydalanan ilk kişi olarak
tarihe geçti. Küre ve düzlem trigonometrisi üzerinde araştırmalar yaptı. Yunan
kirişlerini sinüslerle değiştirdi ve Yunan kirişi yerine sinüsleri kullanan ilk
kişi oldu. Yine ilk kez kotanjant kavramını geliştirdi ve dereceli bir tablo
oluşturdu.
Trigonometri alanında Batı bilim
dünyasının sahip olduğu ilk bilgiler kendisine ait olduğundan, Batı’ya
trigonometriyi öğreten kişi olarak da bilinen Battani, trigonometrik
bağıntıları bugün kullanılan şekliyle formülleştirdi.
Matematik alanında kaleme aldığı
eserleri başka dillere tercüme edildikten sonra ‘sinüs’ kavramı, bütün
milletlerin matematik literatürüne girdi. Sinüs ve kosinüs tabirlerini ilk
kullanan kişi olan Battani, bu tabirleri Güneş saati hesaplamasında kullandı ve
güneşe ‘uzayıp giden gölge’ adını verdiği doğruya da ‘tanjant’ denildi.
Batı dünyası onu, Ay’a verdiği
isim ile andı
Astronomi ve trigonometri üzerine
çok sayıda kitap yazan Battani’nin 12. yüzyılda Yıldız Bilimi ve Yıldızların
Hareketlerine Dair (De Scienta stellarum - De numeris stellarum et motibus)
adlı Latinceye çevrilen eseri, en fazla ses getiren çalışmalarından biri oldu.
Eski bir çevirisi bugün hala Vatikan’da bulunan bu kitabında yer alan tablolar,
dönemin başka uzmanları tarafından hazırlanan diğer tablolardan çok daha doğru
hazırlanmıştı. Astronomi hakkındaki eserleri birkaç dile çevrildi ve Rönesans’a
kadar Avrupa’da birçok akademide başucu kitabı oldu.
Batı dünyası, Orta Çağ’da
eserleri Lâtinceye çevrilen ilk Müslüman ilim adamı olan Battani’nin
astronomideki hizmetlerinin değerini ortaya koymak için Ay’a onun adını verdi.
Ay haritalarında Ay’ın adı, Batı dünyasının ona taktığı isimle Albategnius
olarak yer aldı. Batı dünyasında hala bu isimle bilinen Battani’nin bazı önemli
eserlerine göz atalım şimdi de.
Kitab’ül-Zic: Hazırladığı
astronomi cetvellerini içeren 57 konuluk kitabında Battani, diğer kitaplarda
gördüğü yanlışlık ve farklılıklardan yola çıkarak gök cisimlerinin hareketleri
konusundaki teorileri geliştirdi ve neticeleri yeni gözlemlere dayanarak
yeniden kaydetti. En hacimli, en fazla bilinen ve günümüze kadar ulaşan tek
kitabı olan bu eseri, özellikle hesap ve rasatların neticelerini içine alan bir
yıllık özelliği taşımasından dolayı Orta Çağ Avrupa’sında ve Rönesans’ın ilk
devirlerinde küre trigonometrisi sahasında önemli bir kaynak olarak kullanıldı.
Battani, bu eserinde tespit edilmiş her yıldızın uzaydaki yerini, yörüngesini
ve hareketlerini hesapladı.
İspanya Kralı X. Alfonso, 12.
yüzyılda kitabını Arapçadan İspanyolcaya tercüme ettirdi. Aynı yüzyılda Piato
Tiburtinus tarafından da Latinceye çevrildi.
Tycho Brahe, Ricioli, Kepler ve
Galileo gibi pek çok uzman bu eserinden faydalandı. Kitap, 20. yüzyılın
başlarında Arapça aslıyla birlikte yeniden basıldı.
Kitâb ü
Mârifeti’l-Metâlii’l-Bürûc fî mâ Beyne ErbaatVl- Felek: Battani, bu eserinde 12
burcun gök küresinin dörtte birindeki doğuş noktalarından, Ay ve yıldızların
doğuş yerlerinden ve Ay’ın tutulmasından, ay ve yıldızların doğuş yerlerinden
bahsetti. Bu eseri aynı zamanda, boylamları
A A
0Ao,den 36A0,ye denk gelen
yıldızların doğuş yerlerini gösteren ilk katalog olma özelliğini taşır.
Risâletü’n fi Tahkik-i
Akdari’l-İttisalat: Battani, bu kitabında yıldızların yan yana gelmesi
konusunda ölçümlerini kaydetti. Yıldızların ışıklarını iletmesini, enlemlerden
ve küre trigonometrisinden faydalanarak açıkladı.
Amerikalı bilim tarihçisi Georges
Sarton’a göre çağının en önemli astronomu ve İslam dünyasının yetiştirdiği en
önemli alimlerden olan Battani, astronomi, cebir ve trigonometriye getirdiği
açılımların yanı sıra, gezegenler ve yıldızlara dönük bilinmezlerin üzerindeki
perdeleri kaldırmakla da, insanlığa eşsiz bir hazine sunmuştu.
NOTLAR
• Asıl
adı Muhammet bin Cabir bin Sinan er-Rakki el-Harrani’ydi.
• Güneş
yılını, en son bulgulara oranla çok az bir sapmayla 365 gün, 5 saat, 46 dakika
ve 24 saniye olarak hesapladı.
• Ay’ın
hareketlerini tespit etti.
• Güneş’te
bir yıl, Ay’da ise bir ay zarfında gözlenen değişiklikleri hesapladı.
• Dik
üçgenleri inceleyerek geometrideki temel kavramlardan sinüs, kosinüs, tanjant,
kotanjant, sekant ve kosekantın tariflerini yaptı ve bunları ilk kullanan isim
oldu.
• Gerçek
astronomik cetveli (zic, yıllık) hazırlayan ilk bilim adamı oldu.
• Sıfırdan
90 dereceye kadar açıların trigonometrik değerlerini hesapladı.
• Orta
Çağ Batı dünyasında eserleri Lâtinceye çevrilen ilk Müslüman bilim adamı oldu.
• Batı
dünyasının bilim adamları, yıllarca Ay’ı onun ismi ile (Albategnius) ile andı.
Işığın sırlarını Batı’dan altı
asır önce çözen İslam alimi / İBN HEYSEM
(965-1040)
“Her daim bilginin ve gerçeğin
peşinde oldum. Ve Yaradana yakın olmak ve aydınlığa kavuşma söz konusu
olduğunda, bilginin ve gerçeğin peşinde olmaktan daha iyi bir yol olmadığına
inandım. ”
İbn Heysem
Optik biliminin batıdaki
süvarilerinden Roger Bacon, ki kendisi aynı zamanda bir filozoftur da, onu,
üstadı olarak kabul edip, aşmaya çalışmıştı. Işık konusunda kaleme aldığı
Kitab-ül-Menazır (Optiğin Hâzinesi), önce doğuyu, ardından da çeviriler yoluyla
batıyı aydınlatmış, Bacon ve Witello gibi ilim şövalyelerine ışık tutmuştu.
Doğudan yükselip batıyı da aydınlatan bu İslam alimi, Batıkların Alhazen adıyla
tanıdıkları Ebu Ali el-Hasen ibn-Heysem’den başkası değildi. Ortaçağın
yetiştirdiği en büyük İslam fizikçilerinden olan Heysem, Basra’da doğmuş,
Bağdat’a giderek matematik, fizik, mühendislik, astronomi alanlarında ustalığa erişmiş,
ilmi şöhretini parlatan çalışmalarını ise Fatımi hanedanlarından El-Hakim
idaresindeki Mısır’da yapmıştı. Optik ve ardından da matematik alanında kat
ettiği mesafe ile felsefenin de sınırlarını zorlayan Heysem’in ışık üzerindeki
araştırmalarının kendisini şüpheciliğe götürdüğü iddia edilse de, bunu
doğrulayan bir veriye ulaşılmış değildir. Bilakis inançlı bir Müslüman olduğu
bilinmektedir, ilim söz konusu olduğunda ise, şüpheci bir yaklaşım
benimsenmesinin fayda olacağını savunmuştur.
İbn Heysem’den önce batılılar,
insanoğlunun nesneleri gözden çıkan ışınlarla
gördüğüne inanıyordu.
Heysem’i bu kadar değerli kılan
ve ölümünden nerdeyse bin yıl kadar sonra kitaplara konu eden neydi, derseniz;
cevaben, ışık ve görme duyusu ile ilgili olarak ‘insanoğlunun gözünü’ ilk açan
isim olmasıdır, diyebiliriz. Evet Heysem, o güne dek inanıldığı şekli ile
ışığın gözümüzden çıkıp eşyaya gitmesiyle nesneleri gördüğümüz inancına karşı
çıkarak, bilakis, nesnelerden yansıyan ışığın gözümüze gelmesiyle onları
gördüğümüz fikrini ortaya atmıştı. Göz konusundaki ilk ilmi tasvirleri yapan da
yine o olmuştu. Üstelik çalışmaları bununla da sınırlı değildi. Işığın havada
kırılması ile ilgili çığır açan çalışmalar yapmış, tek ve çift gözle görme
üzerine bilimsel çalışmalara imza atmış, ışıkla ilgili çalışmalarda karanlık
bir odayı kullanma fikrini, ilk o hayata geçirmişti.
Heysem, çekim ve havanın
yoğunlaşması ile ilgili çarpıcı fikirler geliştirmişti. Atmosfer tabakasını da
geniş ilgi menziline sokan Heysem, yerküremizi saran atmosferin kalınlığını da
hesaplamaya çalışmış; Güneş ve Ay’ın, atmosferin etkisiyle, ufuk çizgisine
yakınken normalden daha büyük göründüklerini de tespit etmişti. Ayrıca
atmosferin ağırlığı ve yoğunluğu ile bunların maddelerin ağırlığına tesir
etmesi arasındaki ilişkiyi inceleyen âlimimiz, havanın yoğunluğunun ışığın
kırılması ile doğru orantılı olduğunu ve bu yoğunluğun yükseklikle birlikte
değiştiğini keşfetmişti. Geometri ile mantık arasında da köprü kurmaya gayret
eden âlimimiz, Öklid ve Apollonius’un geometrik ve sayısal uygulamalarını
geliştirerek, inşaatlarda olduğu gibi, günlük hayatta nasıl
uygulanabileceklerine de ışık tutmuştu.
Aynı zamanda felsefeye de el atan
Heysem, bu alanda da, Aristo ve Batlamyus’un eserlerindeki hataları ortaya
koyacak kadar mertebe kat etmişti! Sözgelimi Aristo ve Batlamyus, ‘Dünya,
kâinatın merkezindedir’ derken, Heysem, buna karşı çıkarak, kâinatın dünyayı
merkeze alacak kadar küçük olmadığını, bilakis uzayda başka sistemlerin
olabileceğini söyleyerek, güneş sistemi yaklaşımını dile getiriyordu. Bununla
birlikte Heysem, fikirlerini çürüttüğü bu âlimlerin eserlerini Arapçaya
çevirerek de ilme hizmet etmekten geri durmayacaktı.
Ölümünden asırlar sonra ilim
bayrağını devralan, İbn-i Şatır, Batruci, Newton ve Kepler gibi âlimler de,
Heysem’in Güneş Sistemi yaklaşımını benimseyerek, dünyayı, olması gereken yere
oturtacaklardı.
Burada biraz soluklanıp, Hey
sem’in en önemli eseri sayılan Kitab-ül-Menazır üzerine bir şeyler söylemekte
fayda var. Heysem, bu eseriyle neredeyse günümüzden bir milenyum önce, ışığı ve
onunla ilgili tüm boyutları masaya yatırmıştı. Yedi kısımdan oluşan kitabında
sırasıyla, görme hadisesini izaha çalışmış, gözün ve ışığın özelliklerini,
aydınlatmanın nasıl gerçekleştiğini, görülebilen nesneleri ve nasıl
görüldüklerini, görme esnasında meydana gelen yanılmaları, görme esnasında
yaşanan yanılmaların bilgi, düşünce ve araştırmalarda ne tür etkiler
yaratabileceğini, görüntü ve hayalleri, aynaları ve türlerini, bunlardan
yansıyan ışıkların görmeyi nasıl etkilediğini, ışınların şeffaf nesnelerden
geçişini ve ışın demetlerini masaya yatırarak, neredeyse dört dörtlük bir ışık
külliyatını gözler önüne sermişti.
İbn Heysem, nesnelerin gözden
çıkan ışınlarla görüldüğü tezini reddetti, bilakis nesnelerden yansıyan ışınlar
sayesinde insanın onları gördüğünü
savundu.
Hey sem’in bu görkemli eseri,
layık olduğu değeri görecek ve kıtalararası bir misyona soyunacaktı. Eser, Orta
Çağ boyunca beş kez Latinceye çevrilip, uzun yıllar Avrupa üniversite ve ilim
merkezlerinde referans kitabı olarak kullanıldı. Alman matematikçi Friedrich
Risner, 1572’de söz konusu eseri Opticae Thesaurus Alhazeni Arabis Libri
ismiyle Latinceye çevirerek, İspanya’da bastıracak, bir başka İslam âlimi
Kemaleddin Farisi ise eseri kendi görüşleriyle de genişleterek Kitab-ül-Menazir
adıyla Hindistan’da bastıracaktı.
Heysem’den sonra da, özellikle
PolonyalI bilim adamı Witello başta olmak üzere, optiğe meraklı birçokları, bu
alanda yeni sayfalar açmaya çalışmış, ama hiçbiri onun çalışmalarının ötesine
geçen bulgulara ulaşamamıştı.
İbn Heysem’in gözlerin yapısını
incelediği çizimi.
Buluşları ile bilimsel yöntem ve
optikte çığır açmış olan Heysem, hiç şüphe yok ki sadece İslam dünyasının
değil, ortaçağın da önde gelen âlimlerinden biriydi. Bulguları ve özellikle
deneye dayanan gözlemleri ile altı asır boyunca ilim dünyasını fener gibi aydınlattı.
Bilim tarihindeki katkılarından dolayı kimileri onun geliştirdiği bilimsem
yöntemi, ikinci milenyumun en önemli bilimsel gelişmesi olarak kabul eder. Söz
gelimi Nobel ödüllü fizikçi Abdus Salem, “Heysem, tüm zamanların en önemli
fizikçilerindendir. Optik alanında yaptığı deneysel katkılarla çıtayı en
yükseğe çıkarmış, Fermat, Newton ve Roger Bacon gibi alimlere deniz feneri
olmuşturderken, bilim tarihçisi George Sarton Bilim Tarihine Giriş
(Introduction to the History of Science) isimli eserinde, uHeysem sadece İslam
dünyasının değil, her halükarda tüm ortaçağın en önemli ilim adamıdır” diyerek,
ustayla ilgili son noktayı koymuştur.
NOTLAR
• Işığın
yansıması konusundaki çalışmaları ile fizik ve optik alanında getirdiği
yenilikler, altı asır boyunca hem doğuda hem de batıda bilim dünyasının
referans kaynağı oldu.
• Gökkuşağının
ve üzerindeki renklerin nasıl oluştuğunu izah eden ilk alimdi.
• Matematik,
geometri, cebir, felsefe, ay ve güneş tutulmaları, optik, kıble hesaplaması,
kainatın düzeni, görme, göz ve yapısı, fizik ve astronomi gibi farklı sahalarda
yüze yakın kitap yazdı.
• Kainattaki
sistemi izah ettiği Kitabun fi Hayat-il-alem isimli eseri, İspanyolca, Latince
ve İbraniceye çevrildi.
• Biruni
ve İbn-i Sina ile çağdaştı.
• Gölgelerin
oluşumunu incelediği Risaletün fi Keyfiyet-ül-Ezlal isimli eseri 1907’de
Almancaya çevrildi.
• Yunanlı
filozoflara ve onlardan etkilenen kelamcılara reddiye olarak Kitabun fihi Rüdûd
alel-Felasifet-il-Yunaniyye ve Ulema-il-Kelam isimli bir eser kalem aldı.
• Astronomideki
bulguları ile de ses getirmişti. Ay yüzeyine inen Apollo astronotları, aydaki
kraterlerden birine onun adını verdiler.
Dünyaya dair olan her şeyi
inceledi; bir
•
•
asra adını verdi... / BIRUNI
(973-1048)
“Sizin aleyhinizde olsa bile
gerçeği bulup ortaya çıkartın. Hangi kaynaktan gelirse gelsin, gerçeği
kabullenmekten kaçmayın. ”
Biruni
UNESCO, kendisi için, 25 dilde
yayın yapan Courier dergisi tarafından hazırlanan özel sayıda Birimi’yi şu
şekilde sunuyordu: “1000 yıl önce Orta Asya’da yaşayan evrensel bir deha:
Biruni. Astronom, tarihçi, botanist, farmakolog, jeolog, ozan, filozof’
matematikçi, coğrafyacı ve hümanist.”
Kolomb’dan önce yeni kıtalardan,
Newton’dan önce yerçekiminden söz eden Biruni, yaşadığı çağın kendi adı ile
anılmasını sağlayacak yetkinlikte bir dehaydı. İbni Sina ile aynı dönemde
yaşamasına rağmen çağın en büyük bilim adamı olarak nitelendirildi. Bugün
matematikten astronomiye, tıptan botaniğe kadar pek çok bilim alanında,
insanlık olarak
Biruni’ye çok şey borçluyuz.
Kimdi peki bu ‘Biruni Asrı’nın kahramanı?
973 yılında Harezmlerin başkenti
Kas (Ket) şehrinde dünyaya gelmişti. Küçük yaştan itibaren devrin önemli
âlimlerinden dersler aldı. Aynı dönemde babasını kaybetmesine rağmen, Harzemşah
hanedanı ve sarayıyla yakın irtibat kurdu. Hayatı boyunca da yaşadığı yerlerde
hakim olan iktidarlarla yakın ilişkide bulundu. Ünlü matematikçi Ebu Nasr
Mansur Bin Ali Bin Irak, Abdüssamed bin Samet El Hâkim ve İbn-i Sina’dan
dersler aldı.
Ünlü Rus Türkolog Vasily V.
Bartold tarafından ‘En büyük İslam bilgini’ olarak tanımlanan Biruni’nin Arapça
yazdığı kitaplarında sık sık Türkçe kelimeler kullanması, onun Türk olduğu
iddialarına yol açsa da, önemli olan kökeninden ziyade, insanlığa yaptığı
hizmetti. İsmi Muhammed bin Ahmed el Birunî el- Harezmi olan bilginimiz, Biruni
ya da Beyruni ismiyle tanınacak, Batı’da ise Ali Boron olarak literatüre
geçecekti. (Sovyetler’in, bugünkü Özbekistan topraklarında doğduğu için
sahiplendiği Biruni’nin, 1000. doğum
yılında bastırdıkları anma pulu.)
Güneşin kendisine bakamaymca
aksine bakarak inceleme yaptı
17 yaşındayken deney ve
gözlemlerine başlayan Biruni, ilme olan ilgisinden dolayı gözlerini kaybetme
tehlikesiyle karşı karşıya geldi. Kâs yakınlarında bir köyde incelemek için
uzun süre çıplak gözle güneşe bakınca gözleri rahatsızlandı. Yine de pes etmedi
ve ilginç bir yola başvurdu. Güneş hakkındaki daha sonraki çalışmalarını,
güneşin sudaki aksine bakarak sürdürdü!
Bağdat’ın büyük
matematikçilerinden Beû-1 Vefâ ile beraber çalışarak Kas şehrinin boylamını
buldu. Ardından Kas ile Gazne’yi başlangıç kabul ederek meyl-i külli (bir
gökcisminin yörüngesinde tam olarak sapması) ölçümleri yaptı. Bu çalışmalarıyla
jeodezi ilminin temellerini atmış oluyordu.
Sarayla ilişkileri öyle
kuvvetliydi ki; Kas idarecisi Ahmed bin Irak 995 yılında öldürülünce, olayın
etkisiyle ‘dünya makam ve mevkilerini’ terk ederek kendini ilme verdi. Daha
sonra yine Harzemşahlara bağlı Cürcan idarecisi Memun bin el-Memun’un yanında
vezir olarak bulundu. Ardından Kaş’tan Rey’e, oradan da Buhara’ya gitti.
Doğu Harezm’in Batı Harezm’i
işgal etmesiyle zor günler yaşayan bilginimiz, Harezm’in Gazneliler tarafından
ele geçirilmesiyle Gazneli Mahmut’un himayesine girdi. Gazneli Mahmut’tan sonra
oğlu Mesut ve torunu Mevdud’dan da büyük destek görecekti. Gazneli Mahmut
Hindistan’ı ele geçirdikten sonra, yanına giderek hâzinesinin başına geçti.
Hindistan’dayken İbn-i Sina ile mektuplaştı. Burada Hind dili üzerine de eşsiz
çalışmalar yapacaktı.
Dünyanın yarı çapını ölçtü
Harezm ile Cürcan arasında
bulunan Oğuzlar bölgesinde dünyanın yarı çapını incelemek için hesaplamalar
yapan Biruni, ilk başta sonuca ulaşamadı. Ancak Hindistan’da Gazneli Mahmud’un
yardımlarıyla Nendene şehrinde bulunan bir kalede çalışmalarına devam edince,
başarıya ulaştı.
Hindistan’da bulunduğu süre
içerisinde Sankstritce öğrendi, Hint kültürü, ilmi, örf ve âdetleri konusunda
incelemelerde bulundu. Birçok alanda çalışmalar yapan Biruni, Hindistan’da
ayrıca matematik, astronomi, fizik, tabiî ilimler ve coğrafya üzerinde
çalışmalarda bulundu, tıp ve deneysel fizikle de uğraştı. Arkasında 120’den
fazla eser bırakan Biruni, 1051’de Gazne’de hayatını kaybetti.
Arapça, Farsça, İbranice, Rumca,
Süryanice, Yunanca ve Çince arasında bulunduğu birçok dile vakıf olan büyük
alim, matematik, astronomi, geometri, fizik, kimya, tıp, eczacılık, tarih,
coğrafya, filoloji, etnoloji, jeoloji, dinler ve mezhepler tarihi üzerine
araştırmalar yapmış ve otuz kadar önemli eseri insanlığın ortak hafızasına
armağan etmişti. Çalışmalarına biraz daha yakından bakarsak, yaşadığı çağa
adını vermiş olmasında şaşılacak bir şey olmadığını göreceğiz. İşte Biruni’nin
karnesi:
Biruni’nin ay tutulmasını
inceleyen çalışması.
Matematik: Trigonometriyi
astronomiden ayırıp, yeni kavramlarla zenginleştirerek bağımsız bir ilim haline
getirdi. Descartes’e dayandırılan fonksiyonlar fikrini, ilk kez gündeme
getirdi. Tahdît adlı eserinde ceyb-i kullîyi (sinüs) 60’tan başlattığı halde
Karûn-u Mes’ûdî adlı eserinde sinüsü l’den başlatarak, yüzyıllar sonra ancak
gündeme getirilebilen trigonometrik fonksiyonların sayı olduğuna işaret etti.
Trigonometriye sinüs, kosinüs, sekant, kosecant ve kotenjant fonksiyonlarını
ekledi. 1 derecenin sinüsünü 18 ondalığa kadar, pi sayısını ise 12 ondalığa
kadar doğru bir şekilde hesapladı. Hint-Arap rakamlarıyla ve bir açının üç eşit
kısma bölünmesiyle uğraştı. Bir sayının devamlı olarak iki katını almak için
yeni bir metot geliştirdi.
Astronomi: Uzmanlık alanı
astronomi olan Biruni, dünyanın düz olamayacağını, aksine yuvarlak olduğunu
delillerle ispatlamayı başarmıştı. Kuzeydeki Bulgar’la (Bulgaristan), Güneydeki
Aden’i karşılaştırarak bu iki bölgede güneşin doğuşuyla batışı arasında iki
saatlik bir fark olduğunu ortaya koydu. “Dünyanın enlemi boyunca çizilen bir çizgi
düz de, içbükey de olamaz. Çünkü Kuzeye giden gözlemciye, yıldızlar az
görüneceği yerde aksine artmaktadır. Bu, meridyenin dışbükey olduğunu
göstermektedir. Bu enlem için de geçerlidir, boylam için de.” diyerek Dünya’nın
yuvarlak olduğunu ortaya koydu. Bu yuvarlaklığı dağların bozamayacağını
savundu. Dünya’nın yuvarlak olduğunu ortaya koyarken, ayrıca dünyanın Ay’a
vuran gölgesini de kullanmıştı.
Dünyanın çapını ve çevresini
ölçtü. Üstelik bunu yaparken, neredeyse günümüz teknolojisi ile ulaşılabilen sonuçların
aynısına ulaşmayı başarmıştı. Bugün 6 bin 338,9 km olarak tespit edilen
Dünya’nın yarıçapını, 6 bin 338,8 km olarak hesaplamıştı. Çok az bir farkla bu
hesabı yapmasından dolayı ölçüm yaparken koyduğu kural esas kabul edildi ve
(Biruni Kuralı ’ adıyla anıldı.
Biruni ayrıca Güneş’in batış
anındaki eğimini ölçtü, yıldızların hareketlerini gösteren küreler hakkında
eserler yazdı. Gazne Sultanı Mesud’a astronomi tabloları hazırladı.
Coğrafya: Batlamyus ve Ceyhânî
gibi bilim adamlarını karşılaştırarak bir dünya coğrafyası yazmaya çalıştı.
Bazı coğrafi bölgelerin enlem ve boylamlarını tespit etti. Ancak bu
hesaplamaları Harzem’de kayboldu. Güney Asya’daki sanayi, porselen ve
çinicilikten; demir, altın gibi madenlerin imalatından, çay ve bambu üretiminden
bahseden eserler kaleme aldı.
Güney Doğu Asya ve ürünlerinin
yanı sıra Malay ve Cava adalarında kullanılan paralar, ölçü birimleri ve
dilleri hakkında bilgiler aktardı. Eserlerinde Ümit Burnu’nun varlığından
bahseden Biruni, Kuzey Asya ve Kuzey Avrupa hakkında da geniş bilgi sahibiydi.
Amerika kıtasının ve Japonya’nın varlığından ilk defa söz eden de yine Biruni
oldu.
Fizik: Newton’dan asırlar önce
yerçekiminin varlığından bahsetti. Dünya döndüğü halde dünya üzerindekilerin
etrafa saçılmamasını, ‘merkezde bir çekim olabileceği’ teorisine bağladı. On
sekiz kadar maddenin özgül ağırlığını doğruya yakın bir şekilde hesapladı.
Birleşik kapları, hidrostatik prensibinden faydalanarak da kaynak suları ile
artezyen kuyularının çalışmalarını açıkladı.
Optikle de ilgilenen Biruni,
ışınların görülen cisimden yansıdığını ve göze doğru geldiğini savundu. Işığın
da bir hızı olduğundan bahsederek, bunun sesten daha fazla olabileceğinden
bahsetti.
Jeoloji: Bugünden yaklaşık on
asır önce karaların kuzeye doğru kaydığı fikrini ortaya attı. Ebu Sehl ile
birlikte Dünya’nın hareketi ve kara parçaları hakkında eserler kaleme aldı.
Bugünkü Arabistan çölünün, denizin çekilmesiyle meydana geldiğini savundu,
delil olarak da burada bulduğu taş ve fosilleri gösterdi. İndus Vadisi’nin de
alüvyonlarla dolmuş eski bir deniz havzası olduğunu kaydetti.
Botanik: Geometriyi botanik
ilmine de uygulayan Biruni, bitki ve hayvanlarda üreme konularıyla ilgilendi.
Çiçeklerin yapraklarının sayılarını inceledi ve ‘çiçek yapraklarının 3, 4, 5, 6
yahut 18 olabileceği; ancak asla 7 veya 9 olamayacağı’ gibi ilginç teoremler
ortaya attı.
Tarih: Kendinden önceki
tarihçilerden farklı metotlar kullandı ve Gazneli Mahmut, Sebüktekin ve
Harzem’in tarihlerini kaleme aldı. Orta Asya’daki Türk kavimleri, Hint ve İran
kültür ve tarihleriyle ilgili bilgiler aktardı. Tarihî olayları, sebep ve
benzerliklerine dikkat çekerek objektif bir şekilde inceledi. Kronolojik
esaslarla olayların tarihini kontrol etti, doğruluğunu teyit etti. Bilgilerini
de ya yazılı kaynaklara ya da şahitlere dayandırdı.
Çalışmalarının çoğu dinler tarihi
üzerine olan Biruni, mukayeseli dinler tarihinin temelini attı. Eserlerinde
Hinduizm, Budizm, Zerdüştlük, Maniheizm, Sâbiilik, Eski Yunan dini, Yahûdilik,
Sâmirilik, Hıristiyanlık ve İslâmiyet üzerine bilgiler verdi.
Eserleri ile asrını aydınlattı
Yüz kırk ile yüz seksen arasında
eser yazdığı tahmin edilen Biruni’nin kitaplarından ne yazık ki sadece otuz
ikisi günümüze ulaşmayı başardı. Eserlerinin toplamda on üç bin sayfayı geçtiği
tahmin ediliyor. Şimdi de günümüze kadar gelen eserlerinden bazılarına bir göz
atalım:
öy* Ö*-> w ıy'vr</*H
—» J^UJ ir*--!
Biruni’nin denizler ve karaların
dağılımını inceleyen çalışması.
El Asâr’ıl Ani- Kurûn’il-Hâlıye:
Arapça olan ve Curcan Emiri Kabus bin Vasmgir’e ithaf ettiği eserinde eski
milletlerden kronolojik bilgiler verdi, astronomiden bahsetti. Eser bugün
Beyazıt Devlet Kütüphanesinde bulunuyor.
El Kanûn ’ül Mesûdı: Biruni, en
büyük eseri olan bu kitabını Sultan Mesud’a ithaf etti. Astronomi-astroloji
ansiklopedisi türündeki eser, kronoloji, astronomik coğrafya, jeodezi,
meteoroloji konusunda birçok yenilik ve buluşu içermekte. Bu eser bugün
İstanbul Veliyyeddin Efendi Askeri Müzesi ve Konya Yusuf Ağa Kütüphânelerinde
bulunuyor.
Kitâb-ül Tahkîk Mâli’l Hind:
1030’da tamamladığı Hint kültürü, coğrafyası ve tarihi hakkındaki kitabı.
Eserini Hindistan’da 40 yıl gezdikten sonra kaleme almıştı.
Tahdîd-ü Nihâyât-i Emâkm Li
Tashîh-i Mesâfeti’l Mesâkm: Biruni, bu eserinde şehirler arasındaki enlem ve
boylamları bulma, kıbleyi tayin etme ile ilgili bilgilerin yanında, tarihî,
coğrafî, astronomik, astrolojik, jeolojik bilgilere de yer verdi. Eser,
İstanbul Kütüphânesinde bulunuyor.
Kitâb-ül Cemâhır Fî Ma’Rifeti
Cevahir: Sultan Mesud’un oğlu Mevdud’a ithaf ettiği bu eserinde psikoloji,
fizyoloji, sosyoloji, tıp, tarih, ahlâk, fıkıhla ilgili bilgilere yer verdi.
Ayrıca mineraloji, madencilik, fizik, kimya, tıp, tarih, etnoloji gibi
enteresan konuları işlemekle kalmamış, yirmi üç katı cismin ve altı sıvının
özgül ağırlıklarını günümüzdeki değerlerine çok yakın bir şekilde tespit
etmişti.
Kitab’üs-Saydale Fi’t-Tıb:
Biruni, üzerinde uzun yıllar çalıştığı ve 80 yaşında tamamladığı bu eserinde
tıp ve eczacılıkla ilgili bilgiler verdi. İlaçların ve şifalı otların isimlerini
Arapça, Farsça, Türkçe, Harzemce, Süryanice ve Sanskritçe kaydetti. Eser,
1930’da Bursa’nın Kurşunlu Cami Kütüphânesinde bulundu.
Kitâb-ı İstihraç El Evtar
Fi’d-Dâıre Bi Kavsil Hatt’il Müntani-il Vâki Fihâ: Biruni, bu eserinde çember
yaylarıyla kirişlerden bahsetmiş, yeni teoriler ve problemler ortaya koymuş,
çözümlerini göstermişti.
Kitâb-ı Tasdihi’s-Suver ve
Tahtihi’l-Kuver: Geometri hakkında olan bu kitabında, projeksiyon metotlarının
tamamını incelemiş ve yeni bir metot ortaya atmıştı.
Kitâb’ül-Istıâb Fi
Sanat’il-Usturlab: Usturlabın (Yıldızların Dünya’ya olan uzaklığını ölçmeye
yarayan alet) şekli ve çalışması hakkında uzun bilgi verdiği bu kitabın el
yazma bir nüshası Süleymâniye Kütüphânesi’nde bulunuyor.
Kitab’ül-Tefhîm Evâlli
Smaat’it-Tencîm: Soru-cevap şeklinde yazdığı ve 1029 yılında tamamladığı
yıldızlar hakkındaki eserinin Arapçasım Harzem emirlerinden Ebû-1 Haşan Ali’ye
ithaf etti. Kitabın Farsça bir nüshası Nuruosmaniye Kütüphânesi’nde bulunuyor.
Çalışmaları ile Batı dünyasına da
ilham kaynağı olan Biruni, bilimsel çalışmalarından hurafeleri ayıklamaya
çalışması ve bu tür boş inançlara prim vermemesiyle de, Orta Çağ bilgini
olmaktan ziyade bir Yeni Çağ bilgini olarak kabul edildi. Özellikle Kitabü’l
Camahir fi Marifeti’l-Cevahir (Cevherlerin Özellikleri Üstüne) isimli eserinde,
doğa olaylarını açıklamak için kullanılan klasik hurafeleri eleştirerek, İslam
dünyasının daha o çağlardan itibaren bilim ile hurafe arasına net bir çizgi
çekmiş olmasının en güzel örneğini sergilemişti.
NOTLAR
• Asıl
adı Muhammed bin Ahmed el Birunî el- Harezmi idi.
• Doğumunun
1000. yılında Sovyetler Birliği, Türkiye, Suudi Arabistan, Pakistan,
Afganistan, İran ve Libya adına pul bastırdı.
• Hayatı
Özbekistan’da filme alındı.
• Bilim
tarihçisi Amerikalı George Alfred Leon Sarton, kendisinin yaşadığı dönemi
‘Biruni Asrı’ olarak adlandırdı.
• Isının
metaller üzerindeki genleşme etkisini; altın, cıva, bakır, demir, yakut, akik
ve zümrüt gibi pek çok elementin özgül ağırlıklarını keşfetti.
• İlk
sezaryen doğumunu günümüzden 1000 yıl önce gerçekleştirdi.
• Eserlerinde
sıklıkla Kuran ayetlerine başvurarak, bunları çeşitli ilimler açısından
yorumlamaya çalıştı.
• Bilimsel
kaynaklara dayanma, deney ve tecrübeyle ispat etme şartı, onunla birlikte
kurumsallaştı.
• Tahkik
ve Kanuni Mes’udi isimli eserlerinde trigonometri üzerine sergilediği görüşleri
ile günümüzdeki bilimsel seviyeyi, yüzlerce yıl öncesinde yakalamıştı.
• Newton
ve Piscard’ın ‘ekvatorun çapı 25 bin mildir’ şeklindeki bulgusuna, İkiliden 7
asır önce, Pakistan’daki çalışmaları sonucunda ulaşmıştı.
Tıbbın ‘Kanun’unu yazan ve
‘mikrobu’ ilk kez gören ‘Hekimlerin Hakimi’ / İBN-İ
SİNA
(980-1037)
“Bilgiyi elde etmek önemlidir.
Bilinebilenleri elde etmek, akılcı ruhun ahiretteki kaderini de belirler. Bu
yüzden insanoğlunun faaliyetleri açısından elzemdir. ”
İbn-i Sina
Doğudan yükselen bilim
yıldızlarının en parlaklarından biri de oydu. Pers topraklarında doğmuş, tıp
adamı, astronom, kimyager, hafız, mantıkçı, matematikçi, şair, psikolog, bilim
adamı, asker, devlet adamı ve teoloji uzmanı gibi onlarca ünvanı başarı ile
taşımıştı. Bugün tıp denince sadece Doğu’da değil, Batı’da da ilk akla gelen
isimlerden biri olma özelliğini hiç kaybetmedi. Küçük yaşta kendini gösteren
üstün zekasını, özellikle tıp ve felsefe- alanında yoğunlaştırarak bu alanlarda
büyük çığırlar açmış olan bu bilim adamı; Batı’da Latince ismi ile Avicenna’
olarak şöhret yapmış İbn-i Sina’dan başkası değildi.
Tıp alanında yazdığı eserler 19.
yüzyılın başlarına kadar birçok ülkede ders kitabı olarak okutuldu. Felsefe
alanında, getirdiği yenilikler ve özellikle Aristo, Farabi ve Yeni
Platoncuların düşüncelerini sentezlemesiyle derin bir iz bıraktı. Din, varlık,
metafizik ve mantık gibi kavramlara yeni açıklamalar getirerek İslam
felsefesinin temelini atanlar arasına adını yazdırdı.
İbn-i Sina, tıp alanındaki
şaheseri olan ve Kanun diye de bilinen El Kanûn Fi’t-Tıb’da fizyoloji,
hıfzısıhha, tedavi ve ilâç bilimi konularında hala geçerliliğini koruyan
bilgilere yer vermiş ve henüz mikroskop denen cihazın esamisi bile okunmazken,
ilk kez bu eserinde, ‘mikrop’ kavramına ve bunun hastalıkların yayılmasındaki
rolüne açıklık getirmişti. Kanun, 17. yüzyılda Latinceye çevrildi. Kitabı, 19.
yüzyıla kadar Avrupa’daki tıp fakültelerinde
başucu kitabı olarak kullanıldı.
Büyük İslam bilginlerinden İbn-i
Sina, 980 yılında Buhara yakınlarındaki Hormisen’de doğmuştu. Çocukluğunda
kendini gösteren parlak zekası, ileride bilim ve felsefe dünyasına
yapacaklarının işaret fişeğiydi adeta. On yaşındayken Kuran’ı ezberledi. On
sekizine geldiğinde, dönemin birçok ilmine vakıf olmuştu bile.
İlk eğitimini, Belh’ten göçerek
Buhara’ya yerleşen ve Samanoğulları hükümdarlarından II. Nuh döneminde sarayla
ilişki kurarak yüksek görevlerde bulunmuş olan babası Abdullah’tan aldı. Eğitimini
devrin önde gelen alimlerinden Natilî ve İsmail Zahid’ten mantık, matematik ve
astronomi dersleri alarak sürdürdü. Çalışmalarını ve öğrenimi özellikle tıp
üzerine yoğunlaştırdı ve hastalıkların ortaya çıkış nedenlerini ve salgın
hastalıkların nasıl yayıldıklarını inceledi. Babasının ölümünün ardından en
büyük desteği
Cürcan’da Şirazlı Ebu
Muhammet’ten gördü ve en ünlü eserini Cürcan’da yazdı.
Tıp alanında gösterdiği üstün
başarılarla bir anda sivrilmesi, saraya yakın olmasının da etkisiyle II. Nuh’un
dikkatini çekti. Daha on altı yaşındayken II. Nuh’un özel doktorluğuna
getirilerek, adını duyuracaktı. 997 yılında rahatsızlanan II. Nuh’u
iyileştirince, saray kütüphanesinin kapıları sonuna kadar açılmış; bir anda
kendisini eşsiz bir bilgi deryasının ortasında bulmuştu. Nitekim bunun hakkını
verecekti de.
Saray kütüphanesinde vaktinin
büyük kısmını okumak ve yazmakla geçirdi. Yirmi yaşındayken hükümdar öldü.
Bunun üzerine Buhara’dan ayrıldı ve Harzem’e gitti. Diğer bir büyük İslam alimi
olan Biruni ile çalıştı. Ancak burada fazla kalamadı ve sonunda Hemedan’a
gelerek çalışmalarını burada sürdürdü.
Hayatını kaybettiğinde elli yedi
yaşındaydı ve geride çoğu kendi sağlığında Almanca ve Latinceye çevrilmiş yüz
elliden fazla eser bırakmış, antik Yunan’m felsefe ve düşüncesini Batı’ya
yeniden tanıtan filozof olarak kayıtlara geçmişti.
Geometride Öklid geometrisi
üzerine çalışan; mantık, fıkıh, tıp, fizik alanlarında çalışmalarda bulunan
İbn-i Sina, Farabi’nin aracılığıyla Aristo felsefesini de öğrendi.
Sahip olduğu derin ilmini
felsefe, matematik, astronomi, fizik, kimya ve tıp gibi alanlarda yoğunlaştıran
bu büyük alim, matematiksel terimlerin tanımları üzerine çalışmalarda bulundu.
Astroloji ve kimyaya fazla ilgi göstermemesine rağmen astronomi alanında hassas
gözlemler yapmıştı. Dönüşüm Kuramı’nın (metallerin birbirlerine
dönüşebilirliği) doğruluğunu deneylerle kanıtlamaya çalıştı ve sonuçta yanlış
olduğu hükmüne vardı. Her elementin sadece kendine özgü niteliklere sahip
olduğunu ve daha değersiz metallerden altın ve gümüş gibi daha değerli
metallerin elde edilmesinin mümkün olmadığını savundu.
Mekanik alanında yaptığı
çalışmalarda, Aristoteles’in, cismi hareket ettiren kuvvet ile cisim arasındaki
etkileşim ortadan kalktığında, cismin hava sayesinde hareket ettiğini öngören
düşüncesini eleştirdi. Yaptığı deneylerle hava ile rüzgârın güçlerini
karşılaştıran İbn-i Sina, Aristoteles’in haklı olabilmesi için havanın
şiddetinin rüzgârın şiddetinden daha fazla olması gerektiği sonucuna ulaştı.
Bir nesneye belirli bir kuvvet uygulandıktan sonra, kuvvet ortadan kalksa bile
nesneyi hala hareket ettiren şeyin, ‘kasri meyil’ diye tanımladığı güdümlenmiş
eğim (nesneye kazandırılan hareket etme isteği) olduğunu öne sürdü. Bu isteğin
de bir kez kazanıldıktan sonra bir daha kaybolmayacağını savundu. Nesnelerin
özelliklerine göre kazandıkları güdümlenmiş eğimlerin de değişik olacağını
ileri sürdü.
Tıbbın kitabını yazdı...
Her ne kadar birçok alanda
çalışmış olsa da asıl uzmanlık alanı tıp olan İbn-i Sina, bu konuda birçok eser
yazdı. Diğer bir deyişle, dehası doktorluğundaydı. Öyle ki, çok uzun bir süre
Batı dünyasında ‘Hakim-i Tıb’ (Hekimlerin Hakimi) kabul edilmiştir. Yazdığı
eserler arasında en dikkat çekeni, kalp ve damar sistemi ile ilgili kaleme
aldığı çalışmasıydı. En ünlü ve adıyla özdeşleşen ve beş bölümden oluşan eseri
‘Kanun’ (Al-Qanun fi’l-tibb) 19. yüzyıl başlarına kadar dünyanın birçok yerinde
ders kitabı olarak okutulmuş, tamamen deneylere dayanması açısından oldukça
önemli bir kaynak olarak kabul edilmişti. Latinceye çevrilen bu eser, Orta
Çağ’da dört yüz yıl boyunca, Batı üniversitelerinde ders kitabı olarak
okutulmuştu.
Ansiklopedi tarzında kaleme
aldığı bu en ünlü eserinde sırasıyla anatomi ve koruyucu hekimliği, basit
ilaçları, patolojiyi, ilaçlarla ve cerrâhî yöntemlerle tedaviyi ve çeşitli ilaç
terkiplerini anlatıyordu. Kitabında bazı hastalıkların bulaşmasında ve
yayılmasında gözle görülmeyen birtakım varlıkların etkisi olabileceğini öne
sürerek, bugün mikrop olarak bilinen canlı hakkındaki ilk tespiti gerçekleştirmişti.
Mikroskobun henüz bilinmediği bir zamanda, bazı hastalıkların bulaşmasında
gözle görülmeyen varlıkların etkisi olduğunu açıklaması o zaman için çok ilginç
karşılanmıştı. Günümüzde de son derece önemli sayılan tıp ahlakı konusunda da
(deontoloji) çok temel ilkeleri, ilk kez o dile getirmişti.
Ameliyatı son çare olarak
görüyordu...
Kendisi de bir cerrah olduğu
halde, cerrahiye her zaman için son çare olarak başvurulmasını, önemsiz
hastalıklar için ilaç verilmemesini öğütlemişti. Tıpta en önemli şeyin doğru
teşhis olduğunu, teşhisin doğru yapılabilmesi için de hastanın gerektiği ölçüde
ve hassasiyette gözlem altında tutulması gerektiğini vurgulamıştı. Bugün halen
Paris Tıp Fakültesinin büyük konferans salonunda İbn-i Sina’nın portresi yer
alır. Ayrıca Ingolstadt Üniversitesi Tıp Fakültesi’ndeki en büyük amfiye de
Batı’da anıldığı şekliyle Avicenna ismi verilmiştir. Aynı fakültenin doktora
yönetmeliğine göre sınavda İbn-i Sina’dan bir soru sorulması zorunludur.
Bu büyük tıp dehası “İlmi tıbbı
iki satırda topluyorum.” diyerek şu ünlü vecizesini dile getirmişti: “Sözün
güzelliği kısalığmdadır. Yediğin zaman az ye, yedikten sonra beş saat daha
hiçbir şey yeme. Midenin üçte birini havaya, üçte birini suya, üçte birini de
yemeğe ayır. ” Bu tavsiyesi, günümüzde de geçerliliğini korumakta.
Felsefe ile de yakından ilgilenen
ve aynı zamanda bir filozof da olan alim, bilimleri madde ve biçim bakımından
üçe ayırıyordu:
Doğa bilimleri ya da aşağı
bilimler (El İlm’ül-Esfel); Maddesinden ayrılmamış biçimlerin bilimi,
Metafizik (Mabad’üt-Tabia);
Mantık ya da yüksek bilimler maddesinden ayrılan biçimlerin bilimleri,
Matematik ya da orta bilimler (El
İlm’ül-Evsat); Ancak insanın zihninde maddesinden ayrılabilen, bazen maddesiyle
birlikte, bazen ayrı olan biçimlerin bilimi.
Hayatı boyunca dört yüz elli
civarında eser kaleme alan İbn- i Sina’dan geriye, tıp ve felsefe üzerine
yazdıkları olmak üzere, iki yüz elli eseri kalmıştı. Kitaplarının hepsi başta
Latince olmak üzere birçok dile çevrilmiş olan alimimizin başlıca eserleri ise
şöyleydi;
Kitab’ül-Necat (Kurtuluş Kitabı)
Risale Fi-İlm’ül-Ahlak, (Ahlak
Konusunda Kitapçık)
İşarat ve’l-Tembihat, (Belirtiler
ve Uyarılar)
Kitab’üş-Şifa (Şifa Kitabı)
Kitab’üş-Şifa adlı eserini bir
felsefe ansiklopedisi şeklinde kaleme alan İbn-i Sina, Kitâbü’l-lnsâf’ da ise
Aristo felsefesine yeni açılımlar getiriyordu. İlmi araştırmalarının yanı sıra
şiir de yazan İbn-i Sina, diğer kitaplarını ağırlıklı olarak Arapça yazmasına
karşın şiirlerinin çoğunu Türkçe yazmıştı.
On sekiz ciltlik Kitab’üş-Şifâ’da
tıptan ziyade matematik, fizik, metafizik, teoloji, ekonomi, siyaset ve musiki
konularını incelemiş, aynı kitapta dağların oluşumu ile ilgili orijinal
saptamalarda bulunmuştu.
İbn-i Sina’nın aynı zamanda
matematik, fizik, kimya ve astronomi alanında da çalışmalar yaptığını
biliyoruz. Öyle ki yerin çapını ve boylamlarını hesaplaması sırasında ulaştığı
değerler, bugünki modern astronomide kullanılan değerlere çok yakındı. Kimya
alanında da geniş çaplı araştırmalar yapmış olmasına ve çalışmaları zamanında
çok değer görmesine rağmen İbn-i Sina, astrolojiye hiç itibar etmemiş olmasıyla
da dikkat çeker.
Hayatının son on dört yılını
İsfahan’da geçirmiş ve dönemin hükümdarı Alau’-Devle’den ve saray çevresinden
büyük saygı görmüştü. Hükümdara eşlik ettiği bir sefer sırasında hastalanınca,
her ne kadar kendi kendini tedavi etmeye çalışsa da, Tıbbın Hakimi,
bağırsaklarındaki kolik sancılara ve aşırı bitkinliğe daha fazla dayanamayıp 21
Haziran 1037’de Hemedan’da bu dünyayı terk etmişti. Geride onlarca insanın hayatını
dolduracak kadar bilimsel bir külliyat bırakarak...
NOTLAR
• Tam
adı Ebu’l-Ali el-Hüseyin b. Abdullah İbn Sina’dır.
• Buhara
yakınlarında Hormisen’de doğdu, 21 Haziran 1037’de Hemedan’da mide
hastalığından öldü.
• Aristotelesçi
felsefe anlayışını İslam düşüncesine göre yorumlayarak, yaymaya çalıştı. Akılcı
yöntemin gelişmesine katkı sağladı.
• El
Kanun Fi’t-Tıb kitabında hastalıkların bulaşmasında ve yayılmasında gözle
görülmeyen birtakım varlıkların etkisi olabileceğini öne sürerek, mikroskobun
bulunmasından asırlar önce mikrobun varlığından bahsetti.
• Buharla
damıtmayı ilk kez o kullandığı için, Aromaterapi’nin de babası olarak kabul
edilir.
• Kanun
isimli kitabı, 19. yüzyıla kadar Avrupa’daki tıp fakültelerinde başucu kitabı
oldu.
• Hayatına
ilişkin en önemli bilgiler, ölümüne kadar yanından hiç ayrılmayan öğrencisi
El-Cuzcani’nin, hocasının hayatı hakkında kaleme aldığı kitaptan elde
edilmişti.
• Hava
sıcaklığını ölçmek için deneylerinde hava termometresini kullanan ilk isim
olmuş, gök kuşağının oluşması ile ilgili doğruya yakın çıkarımlarda bulunmuş ve
aynı zamanda ışık hızı ile ilgili şaşırtıcı tespitler yapmıştı.
• Çok
az uyur, her fırsatta okurdu. Öyle ki at üstündeyken bile yazmaya devam ettiği
söylenirdi.
• Uğradığı
bir iftira üzerine kapatıldığı Ferdecan Kalesi’nde de boş durmamış ve üç eser
kaleme almıştı.
Horasan’ın yıldızı; İran’ın ve
Irak’ın dahisi, alimlerin prensi / ÖMER HAYYAM
(1048 - 1131)
“Yaşamın sırlarını bilseydin
ölümün sırlarını da gözerdin; Bugün aklın var, bir şey bildiğin yok: Yarın,
akılsız, neyi bileceksin?”
Ömer Hayyam
Selçuklu döneminin önde gelen
alimlerinden biriydi. İran’da • • • doğmuştu. Özellikle matematik sahasında
yaptıkları, İslam dünyasında bir çığır açmış olmasına karşın, asırlar sonra,
‘şarap, zevkü seva ve gününü gün etme’ gibi kavramlarla adının anılması, bu
büyük beyin için ne büyük bir talihsizlik olmalı. Her ne ise, ‘Herkesin
Hayyam’ı kendine’ deyip, İslam topraklarının yetiştirdiği bu önemli alime,
İranlı Giyaseddin Ebu’l Feth Bin İbrahim El Hayyam’a dönelim.
Tüm dünyada kısaca Ömer Hayyam
olarak tanınan bu keskin beyin, çadırcı bir babanın oğlu olarak dünyaya geldi.
Soyadı da ‘çadırcı’ anlamına gelen Hayyam, belki babasının işini devralmayacak,
ama neredeyse yaşadığı toprakların üzerine bir bilim çadırı kuracaktı.
Yaşadığı dönemde, İbn Sina’dan
sonra İslam topraklarından çıkan en büyük alim olarak resmedilen Hayyam, tıp,
fizik, astronomi, cebir, geometri ve yüksek matematik gibi alanların altından
girip üstünden çıkmış, ama ne yazık ki çalışmalarının büyük bir bölümünü yazılı
olarak geride bırakmamıştı.
Peki, daha sonra şairliğinin
gölgesinde kalacak olan bilim adamı kimliği ile diktiği çadırın altında neler
vardı diyorsanız, sıkı durun. Zira neredeyse yok yoktu!
Denklemlerin altını üstüne
getirdi
Bilimin bir çok alanında at
koşturan Hayyam, bu iştahı ile ‘zamanının tüm bilgilerini bilen’ sıfatı ile
anılmış ve aralarında Risale fi’l Barehin ala Mesailü’l-Cebr ve’l- Mukabele
(Cebir ve geometri üzerine), Muhasar fi’l- Tabiiyat (Fiziksel bilimler alanında
bir özet), Muhtasar fi’l - Vücud (Varlıkla ilgili bilgi özeti), El- Kevnn ve’t
Teklif (Oluş ve Görüşler), Mizan-ül Hikem (Bilgelikler Ölçüsü), Ravzat-ül- Ukul
(Akıllar Bahçesi) ve Öklid’in teoremlerine cevap olarak yazdığı Fi Şerh-i ma
eşkel men Mosaderhât-e Ketâl-e Oklides olmak üzere, geride on kitap ve otuz
monografi bırakmıştı. Özellikle bahsi geçen son kitabında Öklid’in kaldığı
yerden sazı eline alarak, onun paralel doğrular teorisine katkıda bulunmuş,
getirdiği yeni yorumla bugün Öklid dışı geometride kullanılan ‘geniş, dar ve
dik açı hipotezleri’ ile ilgili biçimlere ulaşmıştı. Yine Öklid üzerine yaptığı
çalışmalarda irrasyonel sayıların da tıpkı rasyonel sayılar gibi
kullanılabileceğini kanıtlayarak, matematik tarihinde çığır açtığı da kabul
edilir.
Hayyam’ın en büyük bilimsel
çalışması ise Cebir Risalesi’ydi. On bölümden oluşan bu eserinde Hayyam, kübik
denklemleri incelemiş ve bilim tarihinde bu denklemleri sınıflandıran ilk kişi
olmuştu. Cebiri, sayılar ve geometri üzerindeki sır perdesini kaldıran araç olarak
tanımlayan alim, 3. dereceden 13 farklı denklem tanımlamış, bu denklemleri
çoğunlukla geometrik metot kullanarak çözmüş ve bunları gayet akılcı olarak
seçtiği konikler üzerine inşa etmişti.
Denklemleri, köklerinin varlık
koşullarına varıncaya kadar masaya yatıran Hayyam’m, aynı zamanda Binom
Teoremi’ni kullanan ilk isim olduğu da iddia edilir. Bununla birlikte Pascal
Üçgeni kavramının ve Öklid dışı geometrinin mimarının Hayyam olduğunu öne
sürenler de yok değildir.
Yine de tüm bunlara rağmen,
tabiri caiz ise, Hayyam’ı Hayyam yapan, Rubaiyat (Dörtlükler) isimli eseri
olacaktı. İlginçtir, şairliği asıl uğraşı olarak görmeyen, bilakis yaşamın
hoşluğunu ve yaşamaktan aldığı keyfi göstermenin bir yolu olarak gören Hayyam,
bugün bile gözde olan rubailerinin hakkını öylesine vermişti ki, kaleme aldığı
iki yüz civarındaki rubai ile doğu edebiyatının küçük parçalarından; 4 satirli
ve kendine özgü aruz kalıpları olan bir şiir türü olarak kabul edilen rubainin
kurucusu olarak kabul edilecekti. Batı’da ise İngiliz şair Edward Fitzgerald’ın
başarılı çevirileri ile ün yapan Hayyam, ilk çevirinin 1859’da Londra’da
yayınlanmasıyla birlikte edebiyat dünyasına bomba gibi düşmüş, birçok Batı
şehrinde çevirileri yayınlanmış ve hatta Londra’da, girişinde kendisine ait
dörtlüklerin bulunduğu bir Hayyam Kulübü de kurulmuştu.
Siyasete hayır, bilime evet...
Adını bilim dünyasına geçiren
Cebir Risalesi ’ni İslam dünyasının bilim merkezlerinden Semerkant’ta kaleme
alan alimimiz, İslam tarihinin önemli isimlerinden, ünlü devlet adamı Nizamülmülk
ve kurduğu suikast timi ile meşhur olacak olan Haşan Sabbah ile de tanışmıştı.
Reşidüddin, Cami-üt-Tevarih isimli eserinde bu üçlünün okul arkadaşı olduğunu
öne sürer. Dönemin ünlü hakanı Melikşah’ın gözde veziri Nizamülmülk,
Hayyam’daki bilgeliği fark ederek, kendisine devlet işlerinde rol almayı teklif
etse de, Hayyam, bilime siyaset karıştırmamakta kararlıdır, teklifi nazikçe
reddeder.
Bununla birlikte Hayyam, sultanın
siyasetinden uzak durmuş olsa da, takvim ile ilgili çalışmalarına başkanlık
etme fikrine hayır dememişti. Öyle bir takvim yaptı ki, ‘Ömer Hayyam Takvimi’
olarak tarihe geçen bu çalışması (ki günümüzde Celali Takvimi olarak bilinir) 5
bin yılda bir gün hata verirken, bugün kullandığımız Rumi takvimi ise 3 bin 330
yılda bir gün hata veriyor. Büyük ustanın neredeyse asırlar önce günümüz
sistemini yakalamasına ramak kalmış!
Hayyam, takvimi ile sadece gün ve
ay gibi klasik takvim unsurlarını tespit etmekle kalmamış ayı zamanda mevsime
göre yaşanacak iklim değişikliklerini de büyük bir isabetle tahmin etmişti.
Ortadoğu ve Bizans’ta çok uzun bir süre kullanılacak olan bu takvimi için
Hayyam, o ünlü rubailerinden birinde şöyle yazacaktı:
Ah, diyor ki benim hesaplamalarım
Yılı insan pusulasına uydurdu,
ha?
Eğer öyleyse takvimden
Doğmamış yarını ve ölü dünü
koparalım.
Hayyam ateist miydi?
Her ne kadar çağdaşı diğer
alimler gibi sıkı bir İslami eğim alsa da, Hayyam’m din ile ilişkisi her zaman
mesafeli oldu. İnanç yerine insan sevgisini ikame etmiş pozitivist bir şairdi
de diyebiliriz. Bununla birlikte Hayyam için ateist idi, demek de çok iddialı
bir yaklaşım olacaktır. Zira şair, dörtlüklerinde ima ettiği üzere mutlak bir
yaratıcı fikrini inkar etmemekle birlikte, imanın şartlarına şüpheci yaklaşımı
ile dikkat çekmiştir. Rubailerini inceleyenler de, Hayyam’ın;
Rahmetin var, günah işlemekten
korkmam;
Azığım senden, yolda çaresiz
kalmam;
Mahşerde lütfunla ak pak olursa
yüzüm
Defterim kara yazılmış olsun,
aldırmam.
Hak er geç cimrilerin hakkından
gelir;
Cehennem ateşleri onlar içindir.
Ne der, dili inciler saçan
Muhammed:
Cömert gavur, cimri Müslüman’dan
yeğdir,
satırlarında şairin, Yaradanı
kabul etmekle birlikte, kitaba uygun davranmayan Müslümanlara olan kızgınlığını
yansıttığını, buradan hareketle de gündelik hayatında dini pratikler ile arasına
mesafe koyduğunu öngörebiliriz.
Bilim ile şairlik arasında
savrularak benliğini bulamamakla eleştirilmiş, ‘zevkü sefa meraklısı ’ ile
‘dahilik’ arasında gidip gelmiş ve yaşadığı dönemde bilime yaptığı katkılarla
sivrilmiş olsa da, Doğu edebiyatının en doyumsuz örneklerini sergilediği
rubaileri Hayyam’ı, İslam dünyasının en büyük şairlerinden biri yapmış,
eserlerinin çevirisiyle birlikte bu ünü, tüm edebiyat dünyasına yayılmakta
gecikmemişti. Hayyam’m, şair kimliği zihinlerde nakşolmuş olsa da, bilim dünyasındaki
katkıları ile çağını aşan bir düşünce insanı olduğu gerçeği değişmeyecek.
NOTLAR
• Selçuklu
döneminin yetiştirdiği büyük matematikçi ve astronomlardandı. Tıp, tarih, hukuk
ve astronomi konularında geniş bilgiye sahipti.
• Felsefe,
tasavvuf ve fıkıh üzerine yazsa da, devrindeki ününü, matematik alanında
sergilediği dehaya borçluydu. Günümüzde ise daha çok şiirleri ile tanınıyor.
• Fıkıh,
ilahiyat, kıraat, edebiyat, tarih, fizik ve astronomi okuttuğu ama hocalıkta
pek de başarılı olamadığı söylenir.
• Rubaileriyle
Batıda da çok meşhur oldu. Eserleri Türkçeye; Rubaiyat-i Hayyam, Hayyam’m
Rubaileri, Ömer Hayyam ve Rubaileri, Dörtlükler
adıyla da çevrildi.
• İsfahan’da
üç yıl uğraşarak kurduğu rasathanede çalışmalar yapmış, denilene göre kendi
doğum tarihini de kendisi tespit etmiş, ayrıca kendi kurduğu bir düzenekle, o
devirde inanıldığı şekilde kainatın dünyanın çevresinde dönmediğini ispat
etmişti.
• Rubailerden
birinin, kapağı mücevherle kaplı kopyalarından biri 1912’de ünlü Titanic
transatlantiği ile birlikte battı. Romancı Amin Maalouf, Semerkant isimli ünlü
eserinde bu konuyu işlerken, aynı zamanda romanın baş karakteri olarak da Ömer
Hayyam’ı kullandı.
• 1970’de
Aydaki kraterlerden birine ismi verildi.
• Doğu’da
matematik dünyasında uzun yıllar etkili olan Cebir Risalesi 1851’de
F.Woepeke’nin çevirisi ile batılı matematikçilerle de tanıştı.
• Denklem
çözümlerinde ‘bilinmeyen’ kavramını ‘şey’ ile açıkladı. İspanyollar bunu ‘xay’
şeklinde kendi dillerine çevirdi ve bugün matematikte ‘bilinmeyen’ sembolü
olarak kullanılan X ortaya çıkmış oldu.
Sibernetik biliminin babası; / EL
CEZERİ
(1136-1208)
“Mühendislik tarihinde El
Cezeri’nin bu çalışmasının önemini göz ardı etmek imkansızdır. Eser bizlere
tasarım notları, üretim ve makinelerin monte edilmesine dair servet değerinde
bilgiler sunuyor. ”
İngiliz mühendis Donald Hill
(Cezeri’nin ‘MekanikHareketlerden
Mühendislikte Faydalanmayı İçeren Kitap ’ isimli eseri üzerine)
Bugün insanoğlunun en vazgeçilmez
ihtiyaçlarından biri haline gelen bilgisayarın temelleri, bundan yaklaşık dokuz
asır önce Müslüman bir bilim adamı tarafından atıldı. Küreselleşmenin en büyük
etkenlerinden olan haberleşme ve insan hayatını kolaylaştıran mekanik ve
elektronik aletlerin ilk örneklerini de yine bu Müslüman bilim adamı verdi.
Yaptığı buluşlar ve ortaya çıkardığı yeniliklerle, sibernetiğin kurucusu,
bilgisayarın babası unvanını kazanan; su saatleri, su robotları, otomatik
termos gibi yeryüzündeki ilk robot çalışmalarını geliştiren Anadolu’nun bu dahi
mühendisi 1136- 1208 yılları arasında yaşayan El Cezeri idi.
Hayatı hakkında çok fazla bilgi
olmayan ve yaşamı konusunda bilinenler de kendi kitabına yazdığı bir önsözden
elde edilen El Cezeri, 1136’da Cizre-Diyarbakır’da doğdu. Adından anlaşıldığı
üzere Dicle ve Fırat nehirleri arasında o zamanlar ‘Cezire’ adı verilen bölgede
doğmuş olan El Cezeri, kendi ifadesine göre 1181-1206 yılları arasında, o
zamanki adı Amid olan Diyarbakır’da Artuklu hanedanının himayesinde bulundu.
Kendisi de Artuklu Türklerinden olan Cezeri, 1205’te tamamladığı tek kitabını
da Artuklu Emiri Nasirüddin Mahmud’un talebi üzerine yazdı.
Kitab-ı Hiyel’den.
Artukoğulları’nın sarayında 32
yıl Reis’ül Amal (başmühendislik) görevinde bulunan Cezeri, Artuklu
emirlerinden Nureddin Muhammed (1167) ve oğulları Kutbeddin Sökmen (1185) ile
Nasüriddin Mahmud (1201) zamanında da saraydan ayrılmayarak çalışmalarını
sürdürdü.
Sarayda bulunduğu dönemde bir
robot yaparak Artuklu hükümdarı Mahmud bin Mehmed’e sundu. Kendi kendine
harekete eden robotu hayranlık ve takdirle karşılayan
Mahmud bin Mehmed, buluşlarını
bir kitap haline getirmesini istedi. Bunun üzerine Cezeri de 50’den fazla
cihazın kullanım esaslarını, yararlanma olanaklarını çizimlerle gösterdiği en
önemli eseri olan ‘Kitab-ül-Cami Beyn El İlmi vel-Amel-in- Nafi fi
Smaat-il-HiyeV (Mekanik Hareketlerden Mühendislikte Faydalanmayı İçeren Kitap)
adlı eserini kaleme aldı.
Sibernetik biliminin temellerini
attı
Cezeri, en önemli çalışmalarını
haberleşme, denge kurma ve ayarlama, insanlar ile makinelerde bilgi alışverişi
ve kontrolünü sağlama gibi konuları kapsayan Sibernetik alanında yaptı.
Bilgisayarın dayandığı sistemin ve sibernetik biliminin temellerini atan
Cezeri, sibernetiğin babalarından sayılan İngiliz Nöroloji Profesörü Dr. Ross
Ashby’nin 1951’de ‘Üstün Denge Durumu’nu ortaya atmasından sekiz yüz yıl kadar
önce otomatik sistem kurmakla yetinmeyip, otomatik çalışan sistemler arasında
denge kurmayı başardı.
Bilim Dünyasında Çığır Açan
Eseri: Kitab-ı Hiyel
Cezeri’nin en önemli eseri, o
güne kadar tasarladığı sibernetik ve elektronik sistemle ilgili robotları ve
makineleri anlattığı kitabı ‘Kitab-ül-Cami Beyn-el-İlmi vel-Amel-in-Nafi fi
Smaat-il-HiyeVdir. Kısaca ‘Kitab-ı HiyeV olarak da bilinen ve bugün beşi
Türkiye’de olmak üzere on beş kopyası olan, Arapça kaleme aldığı bu eserinde,
elli farklı aletin plan ve işleyişini anlattı. Bu aletler arasında otomatik
cihazlar, kendi kendine öten tavus kuşları, robot filler, otomatik saatler, ele
su döken robot insan ve insan ve mühendislikle ilgili birçok alet bulunmakta.
İlk 4 kısmında 10, son 2 kısmında da 5’er şekle yer verdiği 6 bölümden
oluşmakta olan kitapta, her aletin şeklini renkli mürekkeplerle çizen Cezeri,
şekillerde Arap harfleri kullanarak bazı parçalar işaretledi ve açıklamalarının
kolayca anlaşılması için metinde bunlara göndermeler yaptı. Bazı yerlerde ise
bu Arapça harflerin ebcet hesabına göre değerlerini kullandı, bazılarında ise
bugün hala anlaşılamamış olan gizli bir harf sistemini kullandı. Eserinde
tasarladığı sistemleri ve mekanizmaları anlattıktan sonra bu aletlerin montajı
ve nasıl çalıştırılacağı hakkında bilgi verdi.
Kitab-ı Hiyel’den.
Eserde yer alan bütün şekilleri
bizzat çizen, renklendiren ve yaldızlayan Cezeri’nin 6 bölümden oluşan
kitabında kısaca şunlar yer almaktadır:
Birinci Bölüm: Cezeri, kitabının
ilk bölümünde su saati, kadranlı su saati, saat-i müsteviye ve saat-i zamaniye
hakkında 10 şekil vererek çalışmalarını anlatır.
İkinci Bölüm: Bu bölümde çeşitli
kapların yapılışını, tasarladığı 10 şekille dillendirir.
Üçüncü Bölüm: Bu bölümde kan
alınması (hacamat) ve abdest alınması ile ilgili ibrik ve tasların yapılmasını
yine 10 faklı şekilde göstererek anlatır.
Dördüncü Bölüm: Bu bölümde
havuzları ve fıskiyeleri anlatır.
Beşinci Bölüm: Bu bölümde derin
olmayan bir kuyudan veya akan bir nehirden suyu yükselten aletleri tasvir eder.
Altıncı Bölüm: Kitabın bu son
bölümünde birbirine benzemeyen 5 farklı makineyi ortaya koyar.
Cezeri’nin bu meşhur eseri, 1974
yılında Donald R. Rill tarafından İngilizceye çevrildi ve “Al Jazari’s Book of
Knowledge of Ingenious Mechanical Devices” adıyla yayınlandı.
Buluşları ile çağma ışık tuttu
Cezeri’nin tasarladığı özellikle
su ve kandil saatleri gibi aletler, çok karmaşık bir yapıya sahipti. O dönemde
elektrik gücü, manyetik güç, foton etkisi veya elektromanyetik güçler olmadığı
için Cezeri, aletlerini yerçekimi kuvveti, su gücü ve basınç tesirinden
faydalanarak çalıştırıyordu.
Saatler: Cezeri, saatler
hakkındaki sistemlerini aynı mil üzerindeki bir gösterge ve onun üzerinden
ucuna ağırlık asılı bir kayış geçen kasnak biçiminde tasarladı. Ağırlığın düşüş
hızı yüzen bir cisimle kontrol ediliyordu. Kayışın öbür ucuna bağlanmış olan bu
cisim ve içinde bulunduğu kap ağır ağır boşaltılıyordu. Belirli süreler
içerisinde içi su dolu bir kova devriliyor, devrilince bir mandala dokunarak
dişlinin bir diş ilerlemesini sağlıyordu. Cezeri, mandal dişli, palanga ve
kaldıraçlardan oluşan bu sistemde, bugün motorlu araçlarda kullanılan krank
milini ilk defa kullanmış oldu.
Tavus Kuşu Saati: Cezeri,
kitabının birinci bölümünde yukarıdakinden başka on farklı saatin nasıl
yapıldığını gösterdi. Bunlardan en önemlisi ve göze çarpanı, cephesi 420
santimetre yüksekliğinde olan ve 3 diş içerisinde anne, baba ve yavru tavus
kuşları bulunan “tavus kuşu saatindir. Cezeri’nin bu saatinin işleyişi şu
şekildeydi: Her yarım saatte bir, sabit seviyeli bir kaptan akan su kayık
şeklindeki kaba doluyordu. Suyla dolan kap devriliyor ve bu şekilde boşalan
su bir çarkın dönmesini
sağlıyordu. Çark dönünce alttaki tavus kuşu da dönüyor, yavrular kavga etmeye
başlıyor, üstteki anne tavus kuşu ise 180° geri dönerek eski yerine geliyordu.
Boşalan kap tekrar dolmaya başlayınca kabın içerisindeki şamandıra yükselerek
anne tavus kuşunu yavaş yavaş döndürüyor, anne tavus kuşunun gagası da böylece
dakikaları gösteriyordu. Bu olay her yarım saatte bir tasarlandığından saatin
ön yüzündeki on deliğin yarısının açılması yarım saatin geçtiğini gösteriyordu.
Fil Saati: Yine birinci bölümde
anlattığı fil saati ise daha kompleks bir mekanizmaydı. Bu sistem de tavus
kuşunda olduğu gibi her yarım saatte bir ejderhanın ağzına bir top düşüyor, bir
filin üzerinde oturan adam bir sopa ile file vuruyor, elindeki sopa da saati
gösteriyordu.
Aynı şekilde çalışan başka bir
saat ise elinde tuttuğu bir balıkla karşısındakine bardak veren “balıklı adam”
diye isimlendirilen bir robottu.
Hacamat Makinesi: Cezeri’nin
tasarladığı diğer bir alet ise kan aldırırken, (hacamat) alınan kanın miktarını
ölçmek için kullanılan bir aletti. Şamandıralar yardımıyla kan miktarının ölçüldüğü
bu sistem, elinde çubuk tutan bir kadın simgesinin kanın hacmini göstermesi
şeklinde çalışıyordu.
Cezeri’nin, bunlar dışında
tasarladığı bazı aletler de şunlardır: Otomatik yüzen kayık ve çalgıcılar,
Birbirine şerbet ikram eden iki şeyh, Dört çıkışlı iki şamandıralı otomatik
sistem, İki bölümlü testi (termos), Otomatik su akıtma, İkramda bulunma ve
kurulama makinesi, Su çarkı kepçe mekanizması, Motor-kompresör mekanizması, Su
çarkı ve su dolabı.
Tasarladığı aletlerin büyük kısmı
pratik faydalar içermekte olduğu gibi eğlendirme amaçlı aletler de tasarladı.
İçinde su varmış gibi görünen ancak suyu boşaltılamayan su kapları ve boş gibi
görünüp içinde su akıtan kaplar bunlardan bazılarıdır.
Cezeri, yapacağı aletlerin
önceden kağıttan maketlerini inşa etmesi açısından da önemli çalışmalarda
bulundu. Maketleri yaparken geometriden de faydalanan El Cezeri, ilk hesap
makinesinden asırlar önce aynı sistemle çalışan benzer bir mekanizma da
geliştirdi ve bunu bir saat tasarımında kullandı.
NOTLAR
• Tam
adı Bediüzzaman Ebu’l-İzz İsmail Bin El Rezzaz El Cezeri’dir.
• Orijinali
günümüze ulaşmayan ‘Kitab-ı HiyeYin, bilinen on beş kopyasından onu Avrupa’nın
farklı müzelerinde, beşi de Topkapı ve Süleymaniye kütüphanelerindedir.
• Leonardo
Da Vinci’den yüz elli yıl önce yaşamış ve mekaniği ondan daha iyi kullanmıştır.
• Cizre’de
doğmuş, Diyarbakır’da yaşamış ve Cizre’de vefat etmiştir. Mezarı da
Cizre’dedir.
• Elektrik
kullanmadan, sadece su ve mekanik parçalarla çalışan makineler yapmış ve günlük
hayata geçirmiştir.
• Kitabında
anlattığı su saatlerinden biri, Dünya İslam Festivali için Londra Bilim
Müzesi’nde örneğe uygun olarak yapılıp çalıştırıldı.
• İTÜ
Bilim ve Teknoloji Tarihi Enstitüsü, Cezeri’nin kitabındaki şekillerin aslına
sadık kalarak, tavus kuşu su saatini yapmayı başardı.
Güneşi ‘yerine’ oturttu;
kilisenin doğmalarını yıktı / KOPERNİK
(Nicolaus Copernicus)
(1473-1543)
“Tüm keşifler ve fikirler
arasında hiçbiri, Kopernik Doktrini kadar insanoğlunun üzerinde etki
uyandırmamıştır. ”
Goethe
24 Mayıs 1543’te memleketi olan
Polonya’da hayata gözlerini kapadığında, ailesinden geride kalanlara tam olarak
ne bıraktığı bilinmiyordu; ama insanlığa oldukça önemli bir bilgi birikimi
bıraktığı inkar edilemezdi. Astronomi için çarpan kalbinin şiddetine rağmen o,
biraz da hayata karşı iddialı bir duruşu olmayışından olsa gerek, kendisine
biçilen rollere razı olmuş, ömrünün hatırı sayılır bir kısmını, başpiskopos
olan amcasının tesiriyle din adamı olarak görev yaptığı kilise duvarları
arasında geçirmişti. Kasvetli kilise koridorları arasında turlarken
dudaklarından dualar dökülse de, zihninde gezegenler ve onların ortasındaki
güneş fink atıyordu. Bu arada kariyerinde sadece din adamlığı değil, aynı
zamanda doktorluk ve hukukçuluk da vardı. İtalya’da tanışmış olduğu astronom
Domenico Noworra, onun içindeki astronomi aşkının patlamasına yol açan kapıyı
açmıştı.
Kopernik’i (Copernicus) bu kadar
özel yapan neydi derseniz, cevabı gayet yalın olacaktır. O, uzay
çalışmalarından asırlar önce, keskin gözlemleriyle bilediği zihnini adeta bir
uydu yapıp uzaya fırlatmış ve dünyamızın, diğer gezegenlerle birlikte güneşin
etrafında döndüğü fikrini ortaya atarak, tüm astronomi felsefesini temelinden
sarsmıştı! Evet, Kopernik’in bu fırtınalar koparan tezi duyulmadan önce astronomi,
daha çok, Aristo’nun (Aristoteles) ‘yerküre durağandır’ görüşü ile Batlamyus’un
(Ptolemaios) ‘yerküre evrenin merkezindedir’ görüşünün ipoteği altındaydı.
Üstelik bu teoriler neredeyse kilise tarafından bir doğma haline getirilmişti.
Bununla birlikte, dünyanın ve
diğer gezegenlerin güneş etrafında döndükleri gerçeğini ilk fark eden
Kopernik’in, bu tespitini dillendirmesi bir hayli zaman alacaktı; zira mensubu
olduğu kiliseden çekiniyordu! Neden mi? Döneminin kabul gören din anlayışına
göre İsa Peygamber güneşe sabit durmasını emretmişti ve güneş de buna itaat
ediyordu. Aynı zamanda yerküre, bir tepsi kadar düzdü. Kilise destekli bu
‘bilimsel’ dogmaların aksini iddia edenlerin, cehennemi boylamayı, ondan önce
de ateşte yakılmayı göze alması gerekiyordu ki; dediğimiz gibi Kopernik,
zihnindeki kozmik fırtınalara rağmen, uysal bir kişiliğe sahipti. Öte yandan
tam olarak fikirlerinden emin olamaması da, bunları kamuyla paylaşmasını,
neredeyse ömrünün son demlerine kadar geciktirecekti.
Ömrünün sonlarına kadar güneş
sistemi ile ilgili yeni teorilerini dile getirmekten sakınan Kopernik’in, ölüme
yaklaştıkça, üzerindeki çevre ve kilise baskısı azalmıştı. Yerleşik düzeni
sarsacak olan fikirlerini dile getirdiği kitabının taslağını Papaya gönderirken
yanına iliştirdiği mektubunda da şöyle diyordu: ‘Aziz Papa hazretleri,
görüşlerimi okuyanların vakit geçirmeden reddedeceklerini biliyorum. Ömrüm
boyunca etrafımdakilerin düşüncelerini dikkate almadan, fikirlerini sıkı sıkıya
savunan biri olamamışımdır. Bilakis tepki alırım endişesiyle fikirlerimden geri
adım atmaya niyetlendiğim de olmuştur. Yine de çekingenliğimi bastırarak,
çalışmalarıma devam ettim...’ Foto: Jan Matejko’nun 1872 tarihli ‘Astronom
Kopernik; Tanrı ile Sohbet’
isimli çalışması.
Kopernik, Güneş’i kainatın
merkezine koyduğu teorilerini ilk olarak ‘Gökcisimlerinin Devinimine İlişkin
Varsayımlar Üzerine Yorum ’(Commentariolus, 1510-1514) adını verdiği kısa
eserinde dile getirmiş; kitabını yakın dostlarına dağıtmıştı, ama teorilerini
dile getirmesi zaman alacaktı.
Kendisine bağlı bu din adamının,
kainatın ‘kabul edilmiş’ temel prensiplerine kafa tutan yorumlarından Papa VII.
Clemens’in haberdar olması ise, 1533’Te olacaktı. Kopernik’in görüşlerinden
etkilenen Papa, görüşlerin kitap haline getirilmesine yeşil ışık yakacaktı.
Bununla birlikte muhalefet harekete geçmekte gecikmedi. Hıristiyanlığın parlak
isimlerinden Martin Luther, “Bu budala, astronomi bilimini karıştırma
arzusunda. Oysa kutsal kitabımız bize dünyanın değil, güneşin döndüğünü
söylüyor. Halkın bu çiçeği burnunda astrologa inanması olacak iş mi?” diyerek,
yerkürenin astronomideki başrolünü sorgulayan Kopernik’e karşı bayrak açınca,
Kopernik geri adım atmak zorunda kaldı ve bir süre daha görüşlerini kendine
saklamaya karar verdi. Aralarında öğrencisi, Alman matematikçi Georg Joachim
Rheticus’un da bulunduğu dostlarının telkini ile görüşlerini kitaplaştırmaya
karar verirdi ve hazırladığı taslağı Rheticus eliyle 1540’da Nürnberg’e
gönderdi. Lâkin Luther’in başını çektiği reformcular yine sahneye çıkınca,
Rheticus, taslağı din adamı Andreas Osiander’e bıraktı. Taslağı 1543’te,
‘Göksel Kürelerin Dönüşleri Üzerine’ (De Revolutionibus Orbium Coelestium)
adıyla bastıran Osiander, Güneş’i merkeze yerleştiren ve oldukça kesin bir dil
kullanan bu eserin çekebileceği tepkilere karşı tedbiri elden bırakmamış,
imzasız bir önsöz yazarak, kitapta öne sürülenlerin, gezegenlere ilişkin
hesaplamaları kolaylaştıran bir varsayım olarak ele alınması gerektiği notunu
düşmüştü.
Milattan Önce 3. yüzyılda bugün
Güneş sistemi olarak kabul ettiğimiz düzenin merkezinde dünyanın değil, güneşin
yer aldığını öne sürüp, bağnaz çevrelerin baskısı ile susturulan Aristarcus
isimli bilgin gibi, Kopernik’in açtığı bu kapıyı daha önce de zorlayanlar
olmuş, ama içeri girmek, ona nasip olmuştu. Görüşleri kabul görmekte gecikmedi.
Çünkü döneminin bir sürü düşünürü de, bilimsel ilerleyişi engellediğini
düşündükleri dogmatik kainat sisteminin elden geçirilmesi gerektiğini
düşünüyordu.
Güneş Sistemini asırlar önce
fotoğrafladı!
O zaman için devrim kabul
edilecek görüşler dile getiriyordu. Daha sonradan bunlar, ispatlanacakları ana
kadar, Kopernik Teorisi olarak isimlendirilecekti. Peki Kopernik ne diyordu
dersiniz; yine kendisine kulak verelim:
* Gök
cisimleri aynı biçimdedir, ölümsüzdürler, daireseldirler.
* Evrenin
merkezinde Güneş vardır.
* Güneş’in
etrafında sırasıyla Merkür, Venüs, Dünya, Ay, Mars, Jüpiter, Satürn ve diğer
sabit yıldızlar dizilmiştir.
* Dünyanın
günlük ve yıllık döngüsünün yanı sıra bir de yıllık eğimi vardır.
* Gezegenlerin
doğudan batıya devinimi dünyanın hareketi ile izah edilebilir.
* Dünyadan
Güneş’e olan mesafe yıldızlara olan mesafeye kıyasla küçüktür.
Kopernik sistemine göre; güneş
sisteminin merkezinde güneş vardı, dünya da dahil olmak üzere tüm gezegenler
belirli bir yörünge izleyerek hem güneşin hem de kendileri etrafında
dönüyorlardı. Üstelik yeryüzünün ekseni de hareketliydi. Bugünkü çağdaş güneş
sistemi bilgisini yaklaşık olarak açıklayan Kopernik’in teorisi, 1610’da
Galileo’nun dürbünü icat etmesiyle doğrulanacaktı. Geliştirdiği teorisi ile
felsefi bir devrim yaratan Kopernik, evren bilimi ile teoloji arasına bir çizgi
çekmiş oldu. Foto: Kopernik’in heliocentrik (güneş merkezli evren) teorisini
ete kemiğe büründürdüğü taslağı.
İnsanlığın uzaya çıkıp dünyaya dışardan
bakmasına daha asırlar var ve Kopernik, keskin gözlemleri ve bilgisayar gibi
çalışan zihni ile neredeyse güneş sistemimizin şu anki fotoğrafını çekiyor.
Daha ne olsun!
Kopernik neyi değiştirdi?
Güneş’i merkeze taşıyan Kopernik
bir çığır açmış, evrenin boyutları da tartışılmaya, sorular havada uçmaya
başlamıştı. Mademki dünya güneşin etrafında dolaşıyordu; neden yıldızlar hep
sabit kalıyordu? Kopernik buna, yıldızların bulunduğu kürenin (uzay boşluğu)
dünyadan çok uzak olmasıyla açıklık getirince; evrenin daha önce sanıldığından
çok daha büyük olduğu kabul edilmeye başlanacaktı.
Kopernik’in surda açtığı bir
diğer gedik de, cisimlerin düşmesiyle ilgili idi. Kendisinden önce geçerli olan
Aristocu öğretiye göre cisimler, ‘evrenin merkezi olan dünyaya’ doğru
düşüyordu. Madem merkez yerküreydi, o halde öyle olması gerekiyordu. Ama
Kopernik, öyle olmadığını ortaya koyunca, cisimlerin düşmesiyle ilgili yeni
tartışmalar başlayacak, bu beyin fırtınaları, kendisinden yüz elli yıl sonra,
Newton’un evrensel yerçekimi kavramını ortaya koymasıyla sonuçlanacaktı.
Kopernik’in yerkürenin yerine
güneşi ikame etmesiyle değişen evren algısının felsefi yankıları da oldu
haliyle. Yerküre, yaradılış inancının başrolünden indirilmiş, diğerleri gibi
sıradan bir gezegen olarak kabul edilmeye başlanmıştı. Kopernik’in teorisini
açıkladığı zamana kadar geçerli kabul edilen bu inanç sisteminde yarattığı
sarsıntılar, kendisinden sonra gelecek alimler tarafından “Kopernik Devrimi”
olarak isimlendirilecekti.
Peki büyük usta Kopernik neden
güneşi merkeze almıştı derseniz, buna verdiği felsefe kokulu cevabı, gelin
kendi ağzından dinleyelim: ‘Evrenin ortasında güneş taht kurmuştur. Bu görkemli
tapmakta, çevresindeki her şeyi bir anda aydınlatan ‘güneş’ dediğimiz nur
kütlesi için daha saygın bir konum düşünülebilir miydi? Bundan dolayıdır ki
güneş bazıları tarafından evrenin lambası, bazıları tarafından beyni ve yine
bazıları tarafından da yöneticisi olarak isimlendirilmişti. ’
NOTLAR
• Kopernik’den
önce, dünyanın güneş sisteminin merkezinde olduğuna ve güneş ve diğer
gezegenlerin, onun etrafında döndüğüne inanılıyordu.
• Çağdaşlan
tarafından astronom olmasından ziyade, Frauenburg Katedrali’nin papazı ve
doktor olarak tanınıyordu.
• İtalyan
fizikçi ve astronom Galileo, 1600’lerin başında Kopernik Teorisini gündeme
getirmek istemiş ama sapkınlıkla suçlanmıştı.
• Güneş
merkezli teorisi ancak, ölümünden yaklaşık 100 yıl sonra kabul edilebildi.
• Teorisini
dillendirdiği, Göksel Kürelerin Dönüşleri Üzerine (De Revolutionibus Orbium
Coelestium) isimli eseri, sapkın olduğu iddiası ile Katolik Kilisesi tarafından
1835’e kadar yasak kapsamında tutulmuştu.
• Bugün
kullandığımız takvim sistemi, Kopernik’in dünyanın ve gezegenlerin hareketi
üzerine yaptığı çalışmalar sonucu şekillenmiştir.
• Papa
II. John Paul, 1999 Haziranında Polonya’daki Kopernik Üniversitesi’ni ziyaret
ederek, Kopernik’in bulgularını övmüş, dönemin Katolik kilisesi tarafından
astronoma gösterilen tepkinin, yanlış olmakla birlikte, din ile bilim
arasındaki uzun soluklu gerginliğin yansıması olduğunu ifade etmişti.
Farmakoloji ve İlaç kimyasının
babası, isyankar ruh, modern tıbbın mimarı / PARACELSUS
(1493-1541)
“Bir gün gelecek, tıp dünyasını
sarsacak ve etkisi altına alacak üç şey olacak; beden, hastalık ve bunu
iyileştirecek olan ilaç. ”
Paracelsus
Gözlerinden yansıyan ateşle bir
canavarı andıran orta yaşlı adam, gerçek anlamda bir ejderha olarak da kabul
edilebilirdi. Evet, kendince, eskiye; daha doğrusu, o güne dek devam etmiş olan
eski tıp sistemine karşı savaş açmış, ağzından olmasa da zihninden çıkan
alevlerle, eski düzene dair ne varsa yakıyordu. Elinde tuttuğu İbn-i Sina,
Hipokrat ve Galen gibi büyük beyinlerin eserlerini, öğrencilerinin yaktığı
ateşe atan bu adam, 16. yüzyıla damgasını vurmuş ve yaptıkları ile modern
tıbbın kurucularının önde geleni olarak anılmaya hak kazanmış Alman bilim adamı
Phillipus Theophratus Bombastus von Hohenheim’dan başkası değildi. Ama bizler
onu, daha sık kullanılan adı ile Paracelsus olarak anacağız.
Yenisini kurmak istediği tıp
düzeninin eski ustalarına ait kitapları ateşe atarak, tıptaki dogmalara savaş
açtığını ilan eden Paracelsus, 1493’te Zürih yakınlarında doğdu. 20’ li
yaşlarında maden ocaklarında çalışmaya başladı. Bu dönemde simyacılığa ilgi
duyuyordu. İlk hocası olan babası da doktordu. Üniversitede tıp okumak
istiyordu ama akademik dünyayı, temsil ettiği geleneksel değerlerden dolayı
sıkıcı buluyordu. Her şey ona banal geliyor, okulda aldığı geleneksel tıp
eğitimi, zihninde kopan fırtınaları, öğrenmeye olan açlığını ve de yeniliklere
olan iştahını dindirmiyordu. Viyana Üniversitesinde tıp eğitimini tamamladı.
Ardından Ferrara Üniversitesine gitti ve o dönemin ustalarının ve simyacıların
kıyasıya eleştirildiği bir ortamla karşılaştı. Muhtemelen bu dönemde, kendisini
simyacılıktan kimyagerliğe yönelten yolculuğuna başlamıştı. Ona göre simyacılar
altın peşinde koşmaktansa, insanlara faydalı karışımlar üretmeliydi. Ferrara’da
da fazla barınamadı ve değişik bilim merkezleri arasında mekik dokudu; nereye
gitse sıkılıyordu. Sorun şuydu: öğretilenler fena halde demodeydi ve bir şeyler
yapılması, tıpta yeni bir sayfa açılması gerekiyordu. İleride ‘çılgın’ olarak
anılmayı göze alarak, o sayfayı açmayı kafasına koymuştu.
' ‘‘t
Osmanlı dönemi tıp alimlerinden
ve saray hekimlerinden Bursalı Ali Münşi Efendi, Paracelsus’tan çok etkilenmiş
ve Cerrahname isimli eserinde Paracelsus’un fikirlerine fazlasıyla yer
vermişti.
Eski düzene savaş açan
Paracelsus, günün tedavi şekline, otoritelerin tıbbi kuramlarına karşı çıkmış,
isyankârlığı ile akademik çevrelerde sembol haline gelmiş ve tıp eğitiminde
Latincenin hegemonyasına son vererek, derslerinde ve kitaplarında Almancayı
kullanmıştı. Bu arada adını da değiştirmiş ve Celsus’dan daha üstün anlamına
gelen Paracelsus takma adını almıştı. Kim bilir böylelikle belki de Milattan
Önce 1. yüzyılda yaşamış Roma’nın ünlü tıp tarihçisi Celsus’a meydan okumak
istemişti. Aralarında Osmanlı İstanbul’unun da bulunduğu birçok şehir ve ülke
gezdi; değişik bölgelerde araştırmalar yaptı. Son nefesine kadar aykırı
olmaktan vazgeçmedi. Aşırı eleştirel ve dobra tutumundan dolayı, gittiği hiçbir
yerde iki yıldan fazla kalamadı. 48 yaşında, 1541’de Salzburg’da hayata veda
ettiğinde, ardında İatrokimya (İlaç kimyası) gibi bir akım bırakmış ve
zihinlerde tıbba dair ne varsa değiştirmişti.
Peki neydi bu İatrokimya?
Paracelsus’a göre bütün varlıkların temeli ortaktı. O vakitler revaçta olan
inanca göre varlıkların ateş, hava, toprak ve su gibi dört temel elementten
oluştuğu varsayılıyordu. Paracelsus, bunlara, Archidoxa isimli eserinde,
‘Öncelikli Üç’ (Tria Prima) olarak isimlendirdiği (Bazı kaynaklarda materia
prima (öncelikli maddeler) olarak da geçer) tuz, cıva ve kükürdü de ekleyerek,
bu elementlerin doğadaki, canlı ya da cansız, tüm varlıkların özünü
• • •
oluşturduğunu savunmaya başladı.
Ote yandan Ibni Sina da, Paracelsus’dan asırlar önce, elementlerin kendine ait
özelliklerinin olduğunu ve bunların birbirleri ile karıştırılması ile
diğerlerinin elde edilemeyeceğini öne sürdüğü Transformasyon Teorisi
kapsamında, cıva ve kükürdün iki temel element olduğundan bahsetmişti.
‘Cansızlar için geçerli olan
canlılar için neden olmasın?9
Paracelsus’a göre ağır, akışkan
ve uçucu özelliklere sahip cıva ruhu temsil ediyordu ve aşırı dozda alınması
felce yol açabilirdi. Yanıcı özelliklere sahip olan kükürt ise yaşamı temsil
ediyordu ve fazlası sıcaklığı arttırabilirdi. Çözünürlük öğesi olan tuz da
bedeni temsil ediyordu.
‘Mademki öz olarak aynıdırlar; o
halde aynı şekilde fonksiyon gösteriyor olmalılar’ diyen Paracelsus, o zamana
dek sadece cansızlar üzerinde etkili olduğu ileri sürülen kimyasal ilkelerin,
aynı zamanda canlılar için de geçerli olabileceğini savunmaya başladı. Özede;
‘Her hangi bir canlı, kimyasal bir yapıya sahipse, bu canlıda meydana gelecek
rahatsızlıklar da kimyasal kökenlidir. O halde bu rahatsızlığı yine kimyasal
maddelerle düzeltebiliriz. ’ diyor ve neredeyse bin 500 yıldır devam eden
simyacılığın karşısına, İatrokimya’yı koyuyordu.
İatrokimya’dan hareket eden
Paracelsus, bedenin fonksiyonlarını da aynı doğrultuda izaha girişti. Sözgelimi
midenin işleyişi buna harika bir örnekti. Ona göre insan midesi, besinleri,
ısıtıp, ıslatıp ve yaptığı bazı hareketlerle parçalayarak sindirmiyor, bizzat
salgıladığı bazı sıvılarla besinleri kimyasal değişikliklere uğratıyor ve biz
de bunu sindirim olarak isimlendiriyorduk. Paracelsus bu yaklaşımıyla ve
ardından yaptıkları ile farmakolojinin de (ilaç bilimi) temellerini atmış
oluyordu. Öncelikle hastalıkların tedavisinde kullanılması gereken ilaçların
metaller, ametaller ve bunların bileşiklerinden oluşan saf maddelerden oluşması
gerektiğine inandığı için bakır, cıva, kurşun, arsenik ve antimonu ilaç
yapımında kullanmaya başlamış, dönemin ölümcül hastalıklarından frenginin
tedavisi için cıva kullanılması gerektiğini öngören ilk isim olmuş ve içme
suyundaki kurşunun guatr hastalığına yol açtığını ortaya çıkarmıştı. Aynı
zamanda yine dönemin ölümcül hastalılardan vebaya karşı da, hasta dışkılarından
aldığı parçalarla geliştirdiği haplarla tedavi geliştirmeyi başarmıştı.
Paracelsus’un kimyasal ilaç
merkezli bu yaklaşımı birçok bilim adamını etkiledi. Ardından gelenler mide
salgılarını inceledi. Bunlardan Flaman kimyager John Baptist van Helmont
özellikle sindirim ve solunum sistemlerini incelemiş, karbondioksit gazını
bulmuştu.
Paracelsus, Galileo, Descartes ve
Steno gibi alimlerin kendisinden asırlar önce öne sürdüğü ‘fizik ilkelerinin
canlı yapının açıklanmasında kullanılması’ yaklaşımını ele alarak daha da
geliştirmiş, bu yaklaşım da iatrofizik olarak isimlendirilmişti. İatrokimya ve
iatrofizik zamanla bir noktada birleşecek ve canlı ya da cansız bütün
varlıkların özünün ve işlevlerinin birbirine benzediğini; fiziksel ve kimyasal
olayları açıklamak için kullanılan prensiplerin biyolojide de geçerli olduğunu
kabul eden mekanik okulun ortaya çıkmasında rol oynayacaktı. Bunun sonucu
olarak mekanik okula tabi olan bilim adamları, canlı varlıkların da maddeler
gibi, laboratuarlarda incelenebileceği fikrini savunmaya başlamış ve bu yol
bizleri, deneysel yöntemin biyolojide, dolayısıyla da tıpta yaygın olarak
kullanıldığı günümüz tıp ortamına taşımıştı.
‘Hekim her şeyi bilmelidir!’
Paracelsus, tıbbın sadece maddi
boyutu ile değil manevi boyutu ile de ilgilenmişti. Ona göre, tıp ve cerrahi
sadece bilimi değil aynı zamanda felsefeyi de göz önünde bulunduran bir bilim
dalı olmalıydı. Tıp oldukça dinamik bir alandı ve her gün gelişiyordu, o halde
hekimler de gözlerini dört açmalı ve bütün hastalıklar ve yaraların tedavisi
üzerine kendilerini yetiştirebilmeli, her şeyi sorup öğrenmeliydi. ‘Doktor soru
sormaktan utanmaz. Her şeyi Galen ve Hipokrat’m eserlerinde bulamazsınız/’
diyordu. Modern tıbbın babasının cerrahlara da bir çağrısı vardı. Kendisinden
asırlar önce yaşamış İbn-i Sina gibi o da cerrahi müdahalede anatomi bilgisinin
elzem olduğuna dikkat çekiyor ve ‘İnsanın sadece bedeninin dışını bilmek olmaz,
aynı zamanda, sinirlerinden kemiklerine varıncaya kadar; tüm içindekileri de
bilmek zorundayız. ’ diyerek, tüm cerrahların anatomi konusunda uzmanlaşmaları
gerektiğini savunuyordu.
‘Bir şeyin zehir mi yoksa ilaç mı
olduğunu dozajı belirler9
Zehir bilimi olarak bilinen
toksikolojinin de altını kaldırıp baktığımızda yine aynı ismi görüyoruz:
Paracelsus. Zehirli olarak bilinen elementlerin, dozuna göre bedene faydalı
olabileceğini öne sürerek, aşırı tüketilmesi durumunda suyun bile insanı
öldürebileceğini hatırlatan Paracelsus’un zehri tanımlarken kullandığı ‘Her
madde zehirdir. Zehir olmayan madde yoktur; zehir ile ilacı ayıran
dozdurşeklindeki ifadesi, günümüzde modern toksikolojinin de çıkış noktası
olarak kabul edilir.
Aynı zamanda vücuttaki kan, lenf
ve safra gibi sıvıların dengesinin bozulması ile hastalıkların baş gösterdiği
tezini savunan Hipokrat ve Galen gibi tıpçıların bu tezini de çürütmüş olan
Paracelsus, buradan hareketle, kendisinin zehir olarak tanımladığı dış
etkenleri hastalıkların gerçek sebebi olarak göstermiş ve bu zehirlere karşı
geliştirdiği kimyasal tedavi yöntemleri ile deney, kimyasal ilaç tedavisi ve
anatomi bilgisine dayanan günümüz tıbbının da temellerini atmıştı. İşte bu
nedenledir ki, bir çoğumuz farkında olmasak da, hasta olduğumuzda derdimizi
anlattığımız her doktor, aslında biraz da Paracelsus’tur...
NOTLAR
• İlaç
kimyasının ya da daha sık kullanılan tabir ile farmakolojinin babası sayılır.
Alkol gibi bazı terimleri Arapçadan aldığı söylenir.
• Cabir
İbn Hayyan ve İbn-i Sina gibi İslam alimlerinin kendisinden asırlar önce
geliştirdiği civa-kükürt kuramını benimsemişti.
• Döneminin
geleneksel tıbbına başkaldırıp, eski alimlerin kitaplarını yakarken, ‘Sakalım
sizden, sizin yazarlarınızdan daha çok bilir,
ayakkabımın tokası Galen ve İbn-i
Sina’dan daha alimdir’ dediği rivayet edilir.
• Felsefeyle
de yakından ilgilendi. Felsefeyi, doğayı anlamanın aracı olarak görüyor, küçük
evrenin büyük evrenin bir yansıması olduğunu savunuyordu.
• Deneysel
tıbba inandığı için sürekli halkın arasında dolaşıp, özellikle berberler,
ebeler, hamamcılar, çingeneler, falcılar ve cellatlarla arkadaşlık etti.
• Aşırı
kendine güveni, etrafı ile sağlıklı ilişkiler kurmasını engellediği için sürekli
sürgün hayatı yaşadı. Bununla birlikte deliliklerin şeytanla ilgisi olmadığını,
beyin zedelenmelerinden meydana geldiğini ileri sürecek kadar da çağma göre
öngörüsü yüksek bir alimdi.
• Osmanlı
dönemi tıp alimlerinden ve saray hekimlerinden Bursalı Ali Münşi Efendi,
kendisinden çok etkilenmiş ve Cerrahname isimli eserinde Paracelsus’un
fikirlerine fazlasıyla yer vermişti.
Jeolojinin babası; madenlerin
sihirbazı / GEORGIUS AGRICOLA
(1494-1555)
“Kendi gözümle görmediğim ya da
güvendiğim birinden duymadığım her şeyi inkar ettim.
Görmediğim ya da okuduktan ya da
duyduktan sonra dikkatle üzerinde düşünmediğim hiçbir şey hakkında yazmadım
da... ”
Agricola
Ünlü Fransız kimyager Antoine
Laurent de Lavoisier ile birlikte kimya bilimine en çok katkı yapan ve bu alanın
isminin ‘simya’dan kimyaya dönüşmesini sağlayan isimlerden biri de Alman
Georgius Agricola’ydı. Madenler üzerine yazdığı ve ölümünden sonra 1556’da
yayınlanan Madenler Üzerine( De Re Metallica) adlı eseri asırlar boyunca
madenciliğin ana kitabı olarak kabul edildi. İlginçtir, asıl eğitimini tıp
üzerine almış olmasına rağmen, madencilik alanında yaptığı katkılar, o zaman
daha doğum aşamasında olan metalürji biliminin temelini oluşturacaktı.
Agricola, 24 Mart 1494 yılında
Almanya’nın Saxony eyaletindeki Erzgebirge bölgesinde bulunan Glauchau
kasabasında boyacı ve yünlü kumaş yapımcısı bir babanın oğlu olarak dünyaya
geldi. Asıl ismi George Bauer olan Agricola, ilk eğitimini Glauchau ve
Magdeburg kasabalarındaki okullarda tamamladı. O dönemlerde üniversitelere
girme yaşı 12-15 olmasına rağmen, 20 yaşma kadar herhangi bir üniversiteye
girmemişti. Yirmisinde Büyük Zwickau Okulu’na girdi. Burada 2 yıl kaldıktan
sonra 1506 yılında Leipzig Üniversitesinde Tıp Fakültesine girdi. Burada
dönemin ünlü hümanistlerinden olan Peter Mosellanus ile beraber çalıştı. Kimya,
tıp ve fizik alanında dersler aldı. Bauer, 1515’te Leipzig’den mezun oldu.
Ancak doktorluk yerine Yunanca öğretmenliği yapmaya başladı. Bu dönemlerde
isimlerini Latinceleştiren bilim adamlarına uyarak George Bauer olan ismini
‘Agricola’ şeklinde değiştirdi. Agricola, Almanca’da çiftçi anlamına gelen
Bauer’in Latince karşılığıydı.
Kendisine her konuda büyük destek
olan hümanist dostu Mosellanus’un ölmesi üzerine, Latincesini geliştirmek ve
eğitimini devam ettirmek amacıyla İtalya’ya gitti. 1524 - 1526 yılları arasında
iki yıl kaldığı İtalya’da antik Yunan’dan kalma felsefe ve tıp alanındaki
klasik eserleri okudu. Doğum yeri olan Erzgebirge’de bolca bulunan madenlerin
tedavi amaçlı kullanabileceği düşüncesini, ilk kez burada antik eserleri
okuduktan sonra edindi.
İtalya’da eğitimini tamamladıktan
sonra 1527’de Zwickau’ya döndü ve Joachimsthal kasabasında doktorluk yapmaya
başladı. Günümüzde Çek Cumhuriyeti sınırları içerisinde olan JoachimsthaPda en
yaygın meslek dalı madencilikti. Bölgede bolca bulunan gümüş madeni
işleniyordu. Buradaki madenciler, gümüşten yaptıkları paralara ‘thalers’ adını
vermişlerdi. ABD’nin para birimi olan ‘dollar’ da bu isimden türedi.
On bin nüfuslu küçük bir kent
olan JoachimsthaPda yaşayanların çok büyük bir kısmı sadece madencilikle ve
onunla ilgili mesleklerle uğraşıyordu. Doktorluğu sırasında madenlere girip
çıkan, madencilerden bu konuda birinci elden bilgi edinen Agricola, madencilik
ve metalürji hakkındaki asıl çalışmalarına ve araştırmalarına burada başladı.
Sahip olduğu filoloji ve felsefe bilgisi, onun sistematik bir düşünce yapısı
oluşturmasına yardımcı oldu. İlk makalelerini 1728’de yayınlamaya başladı.
1530’ da Saxony eyaleti Prensi
Maurice tarafından resmi tarihçiliğe (vakanüvisliğe) atandı ve kendisine maaş
bağlandı. Joachimsthal’den diğer bir maden kenti olan Chemnitz’e taşındı.
1533’de kent halkı tarafından kent doktoru olarak seçildi. Aynı yıl antik
Yunan’ın ölçü birimlerini anlattığı ‘De Mensuis et Ponderibus’ adlı kitabını
yayınladı. Koyu bir Katolik olmasına rağmen Protestanların yaşadığı Chemnitz’e
belediye başkanı seçildi; ancak bu görevi kısa süreli oldu. Katoliklikle olan
bağlantısından dolayı bu görevinden uzaklaştırıldı.
Georgius Agricola, yazdığı ünlü
kitabı De Re Metallica ve diğer araştırmalarının yanı sıra paleontoloji
bilimine de katkıda bulunduğu bir eser
kaleme aldı.
Buradaki görevinden ayrıldıktan
sonra kendisini, devrin akımlarından tamamen soyutlayarak öğrenmeye verdi. En
büyük ilgi alanı hala metalürji idi; ancak tıp, matematik, teoloji ve tarih
alanındaki araştırmalarını da sürdürdü. Georgius Agricola, 21 Kasım 1555’te
Chemnitz’te yaşamını yitirdi. Ölümüne kadar da sıkı bir Katolik olarak kalan
Agricola’nın, hayatını kaybetmesine yol açan, bir Protestan ile girdiği dini
münakaşadan sonra geçirdiği kalp rahatsızlığı oldu. Kent halkı Chmenitz’e
gömülmesine izin vermediği için elli kilometre uzaklıktaki Zeitz kentine
gömüldü.
Metalürji Alanında Devrim: ‘De Re
Metallica9
Agricola’nın en ünlü eseri ve
madencilik ile metalürji alanındaki temel kitaplardan biri olan ‘Madenler
Üzerine9 (De Re Metallica) adlı kitabı ancak ölümünden sonra 1556’da
yayınlandı. Agricola, devrin ünlü hümanistlerinden Erasmus’un önsöz yazdığı,
kardeşine adamış olmasından dolayı 1550’ de bitirdiği tahmin edilen ve 200 yıl
boyunca madencilik ve metalürji alanlarında çalışanların el kitabı
olacak olan 12 ciltlik bu
eserinde, dönemin madenlerinden, madencilik tekniklerinden ve sektörün en ince
ayrıntılarından bahsediyordu. Maden ocaklarının yapımı, maden filizlerinin
ocaklardan çıkarılması ve ocaklarda biriken suyun boşaltılması gibi konuların
yanı sıra metal işletmeciliğine de değiniyordu. Temel olarak kimya ile değil
metalürji ile ilgilenen Georgius Agricola, kitabında sadece çevresinde gördüğü
madenlerden ve bu konuda edindiği izlenimlerden değil, ağaç filizlerinin
kökenleri, erozyonun oluşumu ve önlenmesi gibi önemli konulardan da bahsetti. O
dönemde bilinmekte ve işlenmekte olan madenlerin listesine yenilerini ekledi.
Kitaplarında yer verdiği ve bir
çığır açan diğer bir konu ise madencilik ve endüstri alanındaki teknikleri
yayınlaması oldu. Bu tür teknikler o zaman gizli tutuluyordu ve belli bir sınıf
veya uzmanların dışında, halkın bunları öğrenmesine izin verilmiyordu. Bu
yüzden Agricola, sadece Almanya’da değil tüm Avrupa’da yayılmasını istediği bu
bilgileri içeren kitabını Latince yazdı ve bu eseri yaklaşık 200 yıl boyunca
değerini yitirmedi.
Avrupa’da Orta Çağ sonlarına
doğru kimyasal üretimin en önemli dallarından biri metalürji idi. Georgius
Agricola da ‘De Re Metallica’ ile o zamana değin simyacıların sahip oldukları
birçok yanlış bilgiyi değiştirdi. Kitabında özellikle deney yöntemini savunan
Agricola, kitabına, nasıl maden inşa edileceğini gösteren ve kendisinin de uzun
yıllar anılmasını sağlayacak resimler çizdi. Kitabında mineralleri topraklar,
taşlar, katılaşmış özsular (tuzlar), metaller ve bileşikler diye sınıflandıran
Agricola, ayrıca madenlerin ve minerallerin bulunabilecekleri yerler hakkında
da bilgiler verdi. Kitabında çizdiği resimlerle cevher arama çalışmalarını
anlattı, gizli maden yataklarının bulunması için çatal şeklinde bir değnek
kullanılmasını tavsiye etti. Bu değnekler hakkında bilgi verirken de gümüş için
fındık ağacından, bakır için dişbudak ağacından; kurşun, altın, kalay ve demir
için ise köknar ağacından değnekler yapılmasını önerdi. Kitabında bugün hala
madenlerde uygulanmakta olan bazı pompalar ve düzenekleri, yine resimler
yoluyla anlattı. Denektaşı üzerinde derişik halde bulunan nitrit asit ile
deneme yapma ve yirmi dört çeşit altın-gümüş alaşımıyla karşılaştırma gibi
işlemleri en küçük ayrıntısına kadar verdi.
Tüm bunlara dayanılarak kimya
teknolojisinin özgün yaratıcılarından biri olarak kabul edilen Agricola’nın
anısına 1926 yılında Münih’teki Deutsches Museum’da “Agricola Derneği” kuruldu.
De Re Metallica Almancaya çevrilerek 1935’te Düsseldorf’da yeniden basıldı.
De Re Metallica'nın İngilizce
tercümesi ise ilk olarak 1912 yılında yapıldı ve Londra merkezli The Mining
Magazine dergisi tarafından yayınlandı. Kitabın İngilizce tercümesi ise ünlü
bir maden mühendisi olmasına rağmen daha çok, ABD Başkanlığı yapmış olmasıyla
tanınan Herbert Hoover ve eşi Lou Henry Hoover tarafından yapıldı.
De Re Metallica, yakın zamanlarda
ise dünyadaki madenlerin tüketilmemesi gerektiğini savunan ve tarihçi Carolyn
Merchant’ın ‘doğanın ölümü’ diye tanımladığı ‘mekanik azalma’ isimli akım
tarafından eleştirildi. Ancak Agricola, kitabında madencilik yoluyla ‘Dünya
Ana/Doğa Ana’yı (Mother Earth) ihlal ettiği için kendisinden özür dilemişti.
Agricola’nm Fosil Bilimine
Katkısı
Georgius Agricola, ‘De Re
Metallica’ ve diğer araştırmalarının yanı sıra paleontoloji bilimine de katkıda
bulunduğu bir eser kaleme aldı. 1546’ da yayınladığı ‘Maden Bilimi’ (Natura
Fossilium) adlı eserinde fosil kelimesini ilk kez ‘topraktan çıkarılan nesne’
anlamında kullanarak tarihe geçti. Daha önce Leonardo Da Vinci, toprak altında
canlı kalıntıları bulduğundan bahsetmiş ancak bu bilgilere o zaman itibar
edilmemiş; 1726’da Johannes Beringer adlı bilim adamı fosilleri, Allah veya
şeytanlar tarafından insanın îmânını denemek için dünyaya yerleştirilen
nesneler olarak betimlemiş ve çalışma sahası toprağın altı olan paleontoloji,
ancak 20. yüzyıldan sonra ayrı bir ilim sahası olarak görülmeye başlanmıştı.
NOTLAR
• Avrupa’daki
Rönesans bilimsel gelişmesinin öncülerinden biri oldu. Eserleri ile kendisinden
sonra gelen jeologlara ilham verdi.
• Madenler
üzerine yazdığı ve ancak ölümünden sonra yayınlanan ‘Madenler Üzerine’ (De Re
Metallica) adlı eseri asırlar boyunca madenciliğin ana kitabı olarak kabul
edildi.
• Devrin
ünlü hümanistlerinden Erasmus’un önsöz yazdığı 12 ciltlik bu kitabı, dönemin
madenlerinden, madencilik tekniklerinden ve onların en ince ayrıntılarından
bahsetti.
• Bilginin,
sadece Almanya’da değil tüm Avrupa’da yayılmasını istediğinden kitaplarının
çoğunu Latince yazdı.
• De
Re Metallica’nın İngilizce tercümesi 1912 yılında ABD eski Başkanlarından
Herbert Hoover ve eşi Lou Henry Hoover tarafından yapıldı.
• 1546’da
yayınladığı Natura Fossilium adlı eserinde fosil kelimesini ilk kez ‘topraktan
çıkarılan nesne’ anlamında kullanarak tarihe geçti.
Gezegenlerin seyrüseferini
inceleyerek güneş sisteminin mekanik dilini çözen,
Kopernik’i doğrulayan ve Newton’a
ilham veren büyük astronom / JOHANNES
KEPLER
(1571-1630)
“Gezegenler birer mıknatıstırlar
ve Güneş tarafından manyetik bir güçle idare edilirler; sadece Güneş canlıdır.
”
Kepler
Bilim dünyası, bugün astronomi
alanındaki bilgilerinin önemli bir kısmını, bir bilim adamının ısrarlı
arayışlarına borçludur. Hiç kimsenin inanmadığı bir dönemde Kopernik’in
hipotezlerini doğru kabul ederek, onu geliştiren ve bugün tüm bilim dünyasının
kabul ettiği evren sistemini bulan kişi olan bu bilim adamı, ünlü fizikçi
Newton tarafından “Eğer o olmasaydı, daha ileriyi göremeyecektim. ” şeklinde
•• **ı ** . ••
övülmüştür.
Dünyadan milyonlarca kilometre
ötedeki sistemlerin, gözleri ile bizzat görüyormuşçasına, haritasını çıkaran bu
kişi, çocukken görme duyusu zayıflamış ve elleri sakat kalmış bir bilim
adamıydı! Özetle, bugün bir ilkokul çocuğunun bile kendinden emin bir şekilde
dile getirdiği ‘dünyanın güneşin etrafında döndüğü’ gerçeğinin kabul
edilmesinde en büyük pay, kahramanımız Johannes Kepler’e aitti.
Kepler’in, gerçeği bulma yolunda
verdiği uğraşın bir benzerini göstermek güç olsa gerektir. Astronomiyi temelden
değiştiren yasaları bulurken çektiği sıkıntıları, şu sözleriyle özetlemişti:
“Sadece Mars'ın yörüngesini belirlemem beş yılımı aldı.”
Yoklukların göbeğinden bilime
açılan kapı
Johannes Kepler, en büyük
sırlarının çözülmesi yolunda büyük adımlar atacağı dünyaya geldiğinde,
ailesinin de
çözmesi gereken sorunları vardı.
Hancı kızı bir anne ve paralı asker olan bir babadan Almanya’nın Württemberg
kentinde 27 Aralık 1571’de doğduğunda, ailesinin kendisine verebilecek çok şeyi
yoktu. Yokluğun getirdiği sıkıntılar içindeki ilk dört yılında geçirdiği çiçek
hastalığı, Kepler’den çok şey götürdü. Hastalık, görme duyusunu zayıflattı ve
ellerinin kısmen sakat kalmasına sebep oldu. Ancak sahip olduğu zeka ve öğrenme
aşkı, ona küçük yaştan itibaren bilimin kapılarını açacaktı.
Küçükken tarım işçiliği de dahil
olmak üzere pek çok işte çalışan Kepler, ailesi tarafından papaz okuluna
yazdırıldı. Ancak zekâsını fark eden Württemberg Dükü’nün yardımıyla daha iyi
bir eğitim aldı ve 1588 yılında Tübingen Üniversitesi’ni tamamladı. Yüksek
lisans öğrenimini de aynı üniversitede sürdürerek 1591’de mezun oldu. Aynı
dönemde Kopernik’in güneş merkezli evren sistemini savunan nadir kişilerden
olan Michael Mâstlin’in, Tübingen’deki astronomi derslerini takip ediyordu.
Onun da zihninde sürekli gezegenler, yıldızlar dans esiyordu. Bu gizemli
dünyanın sırlarını çözme aşkıyla yanıp tutuşmaya başladı. Ve hayatında önemli
bir dönüm noktası niteliği taşıyan, Kopernik sistemini çalışmalarına temel
olarak almaya karar verdi.
Papaz okulunda aldığı din
eğitiminin de etkisiyle, Graz Protestan Okulu’nun, Tübingen Üniversitesi’nden
matematik öğretmeni talep etmesi üzerine bu teklifi kabul etti. 1594’de
astronomi alanındaki ilk ciddi araştırmalarına burada başladı.
Avusturya sınırları içerisindeki
Graz Akademisi’nde öğretmenliğin yanı sıra araştırmalarına devam eden Kepler,
profesörlüğe yükseldi. Henüz 25 yaşındayken 1596’da astronomi alanındaki ilk
kitabı olan ‘Evrenin Gizlerini İçeren Matematiksel Araştırmaların Habercisi’
(Prodromus
Dissertationum Mathematicarum
Continens Mysterium Cosmographicum) yayınladı.
Gezegenlerin dairesel değil,
elips şeklinde bir yörüngeye sahip olduğunu ortaya çıkararak insanoğlunun uzaya
bakışını değiştiren bu eşsiz astronom, aynı zamanda astroloji ile de
uğraşmıştı! 1602’de kralın astroloji merakına cevap verebilmek için
Astrolojinin Kesin Dayanakları Üzerine (On the More Certain Foundations of
Astrology) isimli bir kitap kaleme almış, astrolojiye ilişkin olarak da, “Her
canlıya varlığın anlamını veren doğa, bir yardımcı olarak astrolojiyi armağan
etmiş ve onu astronomi ile birleştirmiştir. ”
demişti.
Evrende matematiksel bir uyum
olduğuna inanan Kepler, ilk kitabında bu görüşünü temellendiriyordu.
Kopernik’in teorisinde; her biri bir küre üzerinde dolanan altı gezegen vardı.
Kepler, bu altı gezegenin üzerinde dolandığı kürelerin aralarında ‘Platon
Cisimleri’ olarak bilinen beş düzgün prizmanın bulunduğunu öne sürdü. Kepler’in
bahsettiği bu yetkin simetrik nesnelerin her biri, tüm köşelerinin dokunduğu
bir küre içine yerleştirilebilirken, aynı şekilde her biri tüm yüzlerinin orta
noktasına dokunan (teğet olan) bir daireyi çevreleyebiliyordu. İki boyutlu bir
düzlemde istenilen sayıda çokgen şekil çizilebilirken, üç boyutlu uzayda ise
sadece beş çok yüzlü düzgün nesne oluşturulabiliyordu. Bu beş prizma şunlardı:
Dört yüzlü (yüzleri dört eşkenar
üçgen olan piramit), Küp (altı kare yüzlü), Sekiz yüzlü (sekiz eşkenar üçgen
yüzlü), On iki yüzlü (on iki eşkenar beşgen yüzlü) ve Yirmi yüzlü (yirmi
eşkenar üçgen yüzlü.)
Yazdığı ilk kitabı, ona büyük bir
bilim adamı olmasını sağlayacak kapıların açılmasını sağladı. Kitabını dönemin
ünlü astronomi uzmanlarından Tycho Brahe’ye gönderdi. Brahe, kitaptan etkilendi
ve Kepler’e asistanı olmasını teklif etti. Kepler, bu teklifi kabul ettiğinde
29 yaşındaydı. İmparatorluk Matematikçisi Brahe’nin kendisine verdiği ilk iş,
Mars’ı incelemek olmuştu. Ancak Tycho Brahe, bir yıl sonra öldü. Bunun üzerine
Kutsal Roma İmparatoru II. Rudolf, Brahe’nin yerine Kepler’i İmparatorluk
Matematikçisi olarak tayin etti.
Unvanı ile birlikte Tycho
Brahe’nin astronomi alanındaki çalışmalarının ve gözlem kayıtlarının tamamı
Kepler’e miras kalmıştı. Kepler, bu alandaki çalışmalarının büyük kısmını, daha
önce Brahe’nin açtığı yoldan giderek, onun notları üzerinden sürdürdü.
Ustasının notlarını, gözlemlerini ve eserlerini inceledi. Bütün bu
çalışmalarını yaparken de Kopernik’in teorisini temel alıyordu. 1601’de
‘Astrolojinin Güvenilir Temelleri’ (De Fundamentis Astrologiae Certioribus)
adlı ikinci kitabını yayınladı. Bu kitabında yıldızların, insanların
yaşamlarını yönlendirdiği yolundaki inancı reddetmekle birlikte; insan ve evren
arasında bir uyum olduğunu öne sürüyor ve astroloji ile ilgili önermelerde
bulunuyordu.
Mars’ı incelemesi istendiğinde,
uzaydan gelen ışınların yeryüzüne girdiğinde nasıl kırıldığı üzerine
araştırmalarda bulunan Kepler, sonuçları 1604 yılında ‘Astronomideki Optik
Konuların İncelenmesi Hakkında Vıtellioya Ek’ (Ad Vitellionem Paralipomena
Quibus Astronomiae Pars Optica Traditur) adlı kitabında yayınladı. Bu eserinde
ışığın kırılmasından başlayarak sürdürdüğü çalışmalarının yanı sıra, insan
gözünün yapısı ve nasıl çalıştığı hakkında da bilgiler veren Kepler, her ne
kadar gözlük, o zaman için 300 yıldan beri kullanılmakta olan bir alet olsa da,
bu eğri camların düzgün görmeyi nasıl sağladığını ilk açıklayan bilim adamı
olmuştu.
Kepler, Mars, Satürn ve Jüpiter
gezegenlerinin güneşin karşında aynı hizaya gelmelerini incelediği sırada, 1604
yılının Ekim ayında ortaya çıkan bir süpernovayı- da 17 ay boyunca izleme şansı
yakaladı. Antik çağdan bu yana, yıldızların, dolayısıyla gezegenlerin yer
değiştirmediğine inanılıyordu. 1606’da yayımladığı ‘Yılancı Takımyıldızının
Ayağındaki Yeni Yıldız’ (De Stella Nova in Pede Serpentarii) adlı kitabında
gezegenlerin yer değiştirebileceğini ve hareket edebileceğini öne sürdü.
Kopernik ve Brahe’nin
göremediğini gördü
Kepler, Brahe’nin notları
üzerinde yaptığı incelemelerinin sonunda Brahe ve Kopernik’in o zamana dek
göremedikleri bir sorunu keşfetti. Gezegenlerin güneşin çevresindeki yörüngesi,
sanıldığının aksine daire şeklinde değil, elips şeklindeydi. Bilim dünyasında
çığır açan bu kuramını, 1609’da 38 yaşındayken yayınladığı ‘Yeni Gökbilim’
(Astronomia Novaj adlı büyük eseriyle bilim dünyasına duyurdu.
Dönemin bir diğer önemli bilim
adamı Galileo, 17. yüzyıl başlarında teleskopu keşfetti. Aynı alanda çalıştığı
bilim adamının bu icadını inceleyen Kepler, teleskopun çalışma prensiplerini
anlatan bir eser kaleme aldı ve 1610 yılında bu kitabı yayınlayarak Galileo’ya
gönderdi. Ancak Galileo, bu çalışmayı önemsemedi. Bunun üzerine Kepler,
“Eserimi çağdaşlarımdan veya gelecek kuşaklardan kimler okuyacak umurumda değil.
Tanrı nasıl bunların öğrenilmesi için altı bin yıl beklemişse, eserim de
okunmak için yüz yıl bekleyebilir. ” açıklamasını yapacaktı. Hemen akabinde
teleskop üzerine çalışmalarına başlayan Kepler, bilim dünyasına bırakacağı bir
diğer önemli mirası, Kepler Teleskopu fnu geliştirdi. 2 yakınsak mercekten
oluşan bu teleskopun büyütme oranı, Galileo’ nunkinden daha yüksekti. Bu
icadını 1611’de yayınladı ‘Kırılma’ (Dioptrice) adlı kitabıyla bilim dünyasıyla
paylaştı.
Optik ve teleskoplar üzerine
yazdığı Dioptrice ve Ad Vıtellionem adlı eserleriyle, bu fizik dalının kurucusu
olarak da kabul edilen Kepler, Kutsal Roma İmparatorluğu’ndaki iktidar
çekişmelerinden de etkilendi. II. Rudolf’un tahtı bırakmaya zorlanması üzerine
1611’de Kraliyet Matematikçiliği görevinden ve Prag’dan ayrıldı. Her ne kadar
Rudolf’un yerine geçen kardeşi, imparator olduktan sonra görevine devam
etmesini istese de, bunu kabul etmeyerek Linz’e yerleşti. Burada yaşadığı on
dört sene boyunca çalışmalarını aksatmadan sürdüren Kepler, 1619’da ‘Dünya’nm
Uyumu’ (Harmonice Mundij ve ‘Kopernik Astronomisinin Özeti’ (Epitome
Astronomiae Copernicanae) adlı kitaplarını yayınladı. Dünyanın Uyumıinda Kepler
Yasalarindan üçüncüsü olan “Gezegenlerin Güneş’e olan ortalama uzaklıklarının
üçüncü kuvveti, yörüngedi dolanma sürelerinin karesiyle orantılıdır,kuramını
ortaya koyuyordu.
1626’da ‘Rudolf Cetvelleri’
(Tabulae Rudolphinae) adlı eserini tamamladı; ancak aynı yıl içerisinde,
Katolik olmaya ve ağır vergiler vermeye zorlanan köylülerin, ayaklanarak kenti
kuşatmaları ve kentin bir bölümünü ateşe vermeleri yüzünden kitabını
bastıramadan Linz’den ayrıldı. Kitabını 1627’de Ulm’da bastırabilecekti.
Kepler, Rudolf Cetvellerinde Brahe’nin o güne kadar tespit ettiği ve incelediği
777 yıldızın üstüne 228 yıldız daha ekledi. Bu yıldızlardan bazılarının
konumlarını birkaç derecelik açı kaymasıyla tespit etmeyi başarmıştı. Kepler,
bu yüzden o dönemin ve dahi sonraki yüzyılın en geniş ve doğru içerikli eseri
olan bu kitabında, ışığın atmosferde kırıldığı gerçeği göz önünde
bulundurularak hesap yapılması gerektiğini savunuyordu. Bu gerçeği kullanarak
yeni hesaplamalar yaptığı ve bu açıdan ilk katalog eser olma özelliğini de
barındıran bu kitapta, logaritma cetvellerini de kullanmıştı.
Avrupa’yı kasıp kavuran 1618 ile
1648 yılları arasındaki Otuz Yıl Savaşları, bilimi de kötü etkiledi. Bu
savaşlarda komutanlık yapmakta olan Friedland ile Zagan Dükü Albracht Vön
Wallenstein, 1628 yılında Kepler’i Zagan’a yerleşmeye davet etti. Daveti kabul
eden Kepler, burada kendine ait bir basımevi kurdu. Ancak Zagan dükü
Wallensteniın 1630’da imparator tarafından görevinden alınmasının ardından
ailesini burada bırakarak Regensburg’a gitti. Burada kendisine 12 bin Florin
borcu olan imparatorla görüşmeyi beklerken, geçirdiği ateşli bir hastalık
sonucu, 15 Kasım 1630’da öldü. Son çalışması; bilim kurgu türünün ilk
örneklerinden sayılan ve Ay’a hayali bir yolculuğu anlattığı kitabı ‘Düş’
(Somnium) adlı romanı, ancak ölümünden sonra, 1634 yılında ailesi tarafından
yayınlandı.
Kepler Yasaları
Kepler, bilinen her şeyi kapsayan
ve bunlar arasında mutlak bir uyum sağlayan bir sistemin var olduğunu
düşünüyordu. Brahe’nin notlarını ve gözlemlerini inceledikten sonra
gezegenlerin dairesel yörüngeler üzerinde ve muntazam hızla dolandıklarını
öngören temel prensibi terk ederek, kendi adıyla anılan üç yasayı ortaya koydu.
1577 yılında Avrupa semalarında
kendini gösteren kuyruklu yıldız, birçok Avrupalı astronomla birlikte, o
zamanlar henüz çocuk olan Kepler’i de fazlası
ile etkilemişti.
Birinci yasa: Gezegenlerin
yörüngeleri elips şeklindedir
Brahe’nin verdiği görevle ilk
çalışmalarına Mars üzerine başlayan Kepler, gezegenin dönüşünü dairesel bir
yörüngeye oturtmaya çalıştığında Mars’ın sadece iki kez bu yörünge üzerinde
bulunduğunu; ancak diğer konumlarda Mars’ın yörünge içerisinde olduğunu
belirledi. Bunun üzerine daire dışındaki eğrileri kullanmaya başladı ve
Mars’ın, güneş etrafında bazen yavaş bazen de hızlı dolandığını keşfetti. Ancak
dairesel bir yörüngede gezegenin hızının tüm konumlarda aynı olması
gerekiyordu. Buna göre Mars’ın yörüngesi daire şeklinde değildi. Bunun üzerine
Kepler, Mars’ın ve dolayısıyla diğer gezegenlerin yörüngelerinin
eliptik olduğunu buldu ve ilk
yasasını belirledi: “Yerküre de dâhil olmak üzere tüm gezegenler; odak
noktasında Güneş’in bulunduğu bir elips yörünge üzerinde dolanmaktadırlar,
Kepler bu ilk yasası ile o zamana kadar daire olarak bilinen gezegen
yörüngelerinin elips olduğunu ortaya çıkardığından, daha önce buna göre yapılan
hesaplamalardaki tüm sapmalar artık tamamen ortadan kalkmış oluyordu.
Harmonicts LİB. V. 181 Kepler’in
Kainatın Sırrı isimli
Jdris
irregularibus,quibuscegicurCubujincus. Huicfucccdiclcofac- eserinde kllllandlğl Orijinal
çizimleri.
İkinci yasa: Gezegenler, eşit
zamanlarda eşit alanları
dron 4. ob
fımilitudinem.ulcimafccunda- rıarum» angulo folidoplurijineari utenti- unı.
IncimumeftO&ocdron f.Cubiflnai- - ,
1c,&primafigura(ccundariarum,cuiidcö TC PFll PT ? 1 Fİ PİlDÎllc VOnİn0P
primus
locu»ıoccriorumdcbccur,quippcınfcriptıli:uci cubdcifcum- r dlJJLlıV y Llllgt
fcrıptili primUs ctccriotum. ı ı . ı
Suncauccmnocabilia dud vcluti
conjugia hanım figurartinuex KUraiTll,
gezegenlerin DU
yörüngelerde hangi hızla yol
aldığı sorusunu da beraberinde getirdi. Buna göre yeniden yaptığı . . ..
hesaplamalarda
/ \
aİTeruscombinacacla/nbus.'Ma^t
gezegenlerin, Güneş’e yakın
&Icofıcdroncxfecundariic;qui« ıııı ı 11 ı
olduklarında hızlı, uzak
olduklarında ise yavaş hareket ettiklerini belirledi. Kepler, böylelikle
gezegenlerin, eşit zamanlarda eşit alanları taradığı şeklindeki ikinci yasasını
da böylece belirlemiş oluyordu: “Güneş’le gezegeni birleştiren doğru parçası,
eşit zamanlarda eşit alanlar tarar.
Üçüncü yasa: Gezegenlerin
periyotlarının karelerinin, Güneş9e olan uzaklıklarının küplerine oranı
birbirlerine eşittir
Kepler iki önemli yasasını 1609
yılında Yeni Gökbilim adlı eserinde yayınladı. Çalışmalarını sürdüren ünlü
astronom, gezegenlerin periyotları (güneşin etrafında bir kez dönmeleri) ve
uzaklıkları arasında da bir ilişki tespit etti. Armonik Yasa olarak da bilinen
üçüncü yasa da böylece ortaya çıkmış oluyordu: “Bir gezegenin Güneş
çevresindeki dönüş süresinin karesi, o gezegenin güneşe olan ortalama
uzaklığının küpüyle orantılıdır. Bu oran her gezegen için sabittir ve r3/t2
değerine eşittir. ”
Kepler üçüncü yasasını da 1619’da
‘Dünya’nm Uyumu’nda yayımladı. Bu yasası, Newton’un genel çekim yasasını
bulmasını sağlayacaktı. Kepler’in bulduğu yanıtlar ve ortaya koyduğu yasalar,
gezegen sistemiyle ilgili kuvvet yasalarının saptanması için kılavuz olmuş ve
Kopernik’i haklı çıkarmıştı.
NOTLAR
• Kendine
özgü bilimsel tutku ve dehası ile astronomiye modern niteliğini kazandırdı.
• Kopernik’in
hayran olduğu Güneş’e adeta ‘taptı.’ Evrendeki tüm cisimlerin en yücesi, en
büyüğü olarak Güneş’i kabul ediyordu.
• Newton
buluşlarında kendisinin ortaya attığı yasalardan yararlanınca, öldükten sonra
da olsa ‘Astronominin Prensi ’ unvanını aldı.
• Gözün
ve teleskopun çalışmasını inceleyerek kendi adıyla anılan teleskopu geliştirdi.
• Çağının
çoğu bilim adamı, gökcisimlerinin dünyanın çevresinde döndüğüne inanırken,
Kopernik’in Güneş’in merkez olup, dünya gibi gezegenlerin onun etrafında
hareket ettiği kuramını temel aldı.
• Kopernik,
güneşin merkezi konumunu matematiksel bir kuram olarak sunarken, kendisi bunu
fiziksel bir gerçeklik olarak tanımladı.
• Yasalarını
şekillendirmede kullandığı zor ve uzun matematik işlemlerini, hesap makineleri
olmadığı halde, büyük bir yetkinlikle gerçekleştirdi.
• Bilim
kurgunun ilk örneklerinden sayılan Düş isimli eserinde Ay’a yapılan bir
yolculuğu anlattı.
• Uzayın
derinliklerinin keşfedilmesinin kapılarını açan bu eşsiz bilim adamının mezarı,
Otuz Yıl Savaşları’nın karmaşasında kayboldu.
Kalbin içine girdi; dolaşımın
sırrım çözdü ve adım tarihe ‘kan’ ile yazdırdı /
YVILLIAM HARVEY
(1578-1657)
“Tüm vücudu besleyeni coşturan ve
harekete geçiren ve bu yönüyle ilahi olanın merkezinde bulunan kalp, gerçekten
de yaşamın temeli, tüm eylemlerin kaynağıdır. ”
William Harvey
Servetus’un din alanında,
Kopernik’in ve Galileo’nun astronomi ve fizikte, Antoine Lavoisier’in ise
kimyada öncülüğünü çektiği devrimin tıp alanındaki kahramanı ise İngiliz
William Harvey olmuştu. Harvey, antik Yunan’dan kalma yerleşik düşünceleri
değiştirerek; kalp, kan dolaşımı ve embriyo konusunda yaptığı çalışmalarla tıp
alanında yeni bir dönemin kapılarını aralayan isim olarak tarihe geçti.
Harvey’in bu başarıları elde
etmesindeki en önemli etken, yerleşik düşünceye ve önyargılara karşı yürüttüğü
deneysel mücadele oldu. İlk kez kadavralar üzerinde çalışma fırsatı bulan,
hayvanların göğüslerini canlı canlı açarak ilk ‘açık kalp incelemelerini’
gerçekleştiren ve ilk kez dört günlük embriyolar üzerinde çalışmalarda bulunan
Harvey, devrin otoriter düşünce yapısının da kırılmasına yol açmıştı. O bir tıp
devrimcisiydi.
1 Nisan 1578’de İngiltere’nin
küçük bir kasabası olan Folkstone kentinde doğdu. Babası bu kasabanın belediye
başkanıydı. İlköğretimini Folkstone’da tamamladı. Arkadaşlarının kendisine
‘Nisan Balığı’ lakabını takarak dalga geçtiği Harvey, Canterbury Lisesi’ne
girdi. 1593’te girdiği sınavlarla ünlü Cambridge Caius Koleji’ni kazandı ve
burada edebiyat ile tıp alanında eğitim aldı. Altı yıl burada eğitim gördükten
sonra Cambridge’den ayrıldı ve 1599’da tıp eğitimini tamamlamak üzere, dönemin
tıp alanındaki ünlü isimlerinden Fabricius ile birlikte çalışacağı Padua
Üniversitesine girdi. 16. yüzyılda anatomi alanında söz sahibi olan Michael
Servetus, Andreas Vesalius, Realdus Columbus ve Hieronymus Fabricius gibi
isimlerin hepsi bu üniversitedeydi. Mezun olduktan sonra İngiltere’ye döndü ve
Londra’da pratisyen hekim olarak çalışmaya başladı. Hastalarının arasında
Francis Bacon gibi ünlü isimlerin bulunduğu Harvey, zamanla kazandığı
başarılarla adından söz ettirdi.
1609’da Saint Bartolomew Hastanesi’nde
doktorluğa başlayan Harvey, 1615’de de İngiliz Kraliyet Tıp Okulu’nun anatomi
ve cerrahi kürsüsüne öğretim üyesi olarak atandı. Bir yıl boyunca burada eğitim
görevlisi olarak çalıştı. Bu dönemde okunması güç bir el yazısıyla İngilizce ve
Latince olarak yazdığı eğitim notları, bugün ünlü British Muesum’da
sergilenmekte olan Harvey, ileride bir çığır açacağı kan dolaşımı konusundaki
ilk tespitlerini de bu notlara kaydetmişti.
Başarıları, zamanla adının saraya
kadar ulaşmasını sağladı ve 1618’de İngiliz Kralı I. James’in özel doktoru
oldu. 1628’de en ünlü eserlerinden biri olan ‘Hayvanlarda Kalbin ve Kanın
Hareketleri ’ (Execitatio Anatomica de Motu Cordis Et Saguinis In Anibalibus)
adlı kitabını yayınladı. Sarayda kendisine sağlam bir yer edinen Harvey,
1632’de Kral I. Charles’ın özel doktoru oldu. Kral tahtından feragat ettikten
sonra Londra’da emekliye ayrılan William Harvey, 1657’de yaşamını yitirdi.
Peki bu tıp devrimcisi, tam
olarak ne yapmıştı?
Adını ‘kan’ ile tarihe yazdırdı
Yaşadığı dönemin en önemli
fizyologlarından olan William Harvey, özellikle kan dolaşımı ile ilgilenmiş ve
bu alanda ortaya çıkardığı bulgularla tıp tarihine adını yazdırmıştı.
Shakespeare döneminin ünlü bilim
adamı Harvey, saraya da oldukça yakın bir isimdi. Kral ve kraliçenin hemen yanı
başında dönemin ünlü tiyatro oyunlarını izliyor, el üzerinde tutuluyordu. Tabi
ki bunda Kraliçe’nin doktorunun kızı ile evli olmasının da payı büyüktü.
Kendisi de sonradan, iki İngiliz kralının özel doktorluğunu yapacak olan
Harvey, insanoğlunun o güne dek kalp ve kan üzerine bildiği her şeyi radikal
bir şekilde değiştirecek, diğer bir deyişle vücudumuzdaki motorun sırrını
çözecekti.
O devirde kimya, fizik ve
astronomi gibi diğer birçok alanda olduğu gibi tıpta da antik Yunan döneminden
kalma yerleşik düşünceler bilimin otoritesi konumundaydılar. Kan dolaşımı
konusunda, Milattan Sonra 131 - 201 yılları arasında yaşamış olan Bergamalı
Galen’in düşünceleri kabul ediliyordu. Yaşadığı dönemde Roma imparatoru
Auerius’un özel doktoru olan ve anatomi alanında çalışmalarda bulunan Galen’e
göre vücutta dolaşan kan, gittiği yerde emiliyor ve vücuda karışıyordu. Galen,
yaşadığı dönemde insan vücudu ve kadavralar üzerinde çalışma yapması yasak
olduğundan, çalışmalarını maymun, köpek ve domuz gibi hayvanların cesetleri
üzerinde yapmak zorunda kalmıştı. Bu yüzden elde ettiği bilgiler hep eksik
kalmış; hatta Rönesans döneminde kadavra üzerinde çalışma yapılmasına izin
verilmiş olmasına rağmen, dönemin tıp âlimleri Galen’in çalışmalarını daha
ileriye götürememişlerdi.
Galen’i aşmaya yönelik ilk
girişimi Padua Üniversitesinden Andreas Vesalius gerçekleştirdi. O dönemde 23
yaşında olan genç Vesalius, çalıştığı üniversitede ceset çalışmalarını
asistanlarına bırakan Rönesans döneminin bilim adamlarının aksine kadavra
çalışmalarını bizzat kendisi yürüttü. Galen öğretisindeki yanlışları tespit
eden Vesalius, bu bilgileri 1543’de yayınlanan ‘İnsan Vücudunun Yapısı Üzerine’
adlı eserinde aktardı. Vesalius, bu kitabında kalp septumunun (kalbi ortadan
ikiye ayıran doku) çok kalın ve kaslı olduğunu da kaydediyordu.
Ancak Vesalius’un açmaya
çalıştığı bu çığır, kendinden sonrakilerin bu çalışmaları sürdürmemesinden
dolayı yarım kaldı. Vesalius ve Galileo gibi bilim adamlarını yetiştiren Padua
Üniversitesi, Vesalius’un ardından yeniden Galen’in öğretilerini temel almaya
başladı. İşte Harvey, Padua’ya geldiğinde antik Yunan döneminden kalma
düşünceler hala otoritesini sürdürüyordu. Ancak Harvey, üniversitede öğrenimini
sürdürdüğü sırada, belki de tıp alanında yeni bir sayfa açmasını sağlayacak bir
olay gelişti. Deney ve gözleme fazla önem verilmeyen bir dönem olmasına rağmen,
devrin idarecileri, idam edilen iki kişinin cesetleri üzerinde inceleme
yapılmasına izin verdi. Harvey, bu cesetler üzerinde yaptığı incelemelerle kalp
ve kan dolaşımı konusundaki çalışmalarını daha da ileri götürerek, ilk kez
canlı hayvanlar üzerinde çalışmalar gerçekleştirdi. Böylelikle kalp ve kan
dolaşımı konusunda bir devrim başlamasını sağladı.
Harvey, Galen’in teorisinin
temelsiz olduğunu savunuyordu. Ona göre eğer kan dolaşımı gerçekten onun dediği
şekilde gerçekleşiyor olsaydı, yeni kan elde edilmesi için insanların
durmaksızın yemek yemesi gerekecekti. Böyle bir şey söz
Harvey ’in kan dolaşımı deneyini
tasvir eden bir tasarım.
Harvey, hayvanlar ve kadavralar
üzerindeki çalışmalarında kalbin yapısını, kan dolaşımını ve kapakçıkları ile
ven kapaklarını inceledi. Araştırmalarında kanın akışının tek yönde olduğunu ve
damarların kanın akışına tek yönlü geçit verdiğini tespit etti. Bu geçitler
‘çek-bırak’ işlevi gören kanatlarla donatılmıştı. Bu kanatlar, kanın atar
damarlar vasıtasıyla vücuda dağılmasını, toplardamarlar yoluyla da kalbe geri
dönmesini sağlıyordu. Harvey, sonuç olarak bugün büyük kan dolaşımı olarak
bilinen, kanın kalbin sol karıncığından aort damarı ile çıkıp bütün vücuda
yayılması ve toplardamarlar vasıtasıyla kalbe geri dönmesi şeklindeki kan
dolaşımını tespit etmiş oldu.
Harvey’in diğer önemli çalışması
ise bizzat kalbin kendisiyle ilgiliydi. Yerleşik düşünceye göre kalpte iki
farklı sistem olduğu varsayılıyordu. Damarlardaki kanın mavi, arterlerdekinin
açık kırmızı olmasının sebebi de bu iki sistem olarak gösteriliyordu. Galen’in
düşüncelerini kabul edenler, ince gözenekli bir doku olan septum sayesinde bu
iki kan
sistemi arasında geçiş olduğunu
düşünüyorlardı. Ancak Harvey, septumun hiçbir şekilde geçişe veya sızıntıya
olanak tanımayan bir yapıya sahip olduğunu keşfetti. Harvey’e göre kalp ‘içi
boş bir pompa’ gibi çalışıyordu. İç boşluğu daraldığında kan kalpten dışarıya
çıkıyor, kaslar gevşediğinde ise kan genişleyen bu iç boşluğa dönüyordu. Kalbin
bu kasılma hareketleriyle atar damarların, kan taşıma dışında nabız atışı
verdiğini de keşfeden Harvey, bu şekilde damarların taşıdığı kanın miktarını da
ortaya çıkardı. İlk yaptığı hesaplamalarda kalbin her atışta otuz gram kan
pompaladığını belirledi. Bu rakam, kalp bir dakikada 72 kez attığı
varsayıldığında dakikada 5 litreye, günde 6 bin 200 litreye denk geliyordu.
Harvey’in araştırmaları sonucunda
değiştirdiği diğer bir yanlış düşünce de, kan akışını sağlamak için kalple
birlikte arterlerin de genleştiği inancıydı. Kan dolaşımı hipotezinin
doğrulanması ancak mikroskobun icadıyla oldu. İtalyan bilim adamı Malpighi,
1661’de kurbağaların akciğerlerinde mikroskopla yaptığı incelemede atar damarlarla
toplardamarların, kılcal damarlar aracılığıyla birbirine bağlı olduğunu
keşfedecekti.
Harvey, kan dolaşımına ilişkin
araştırmalarını 1628’de Latince yazdığı ‘Hayvanlarda Kalp ve Kan Dolaşımına
İlişkin Anatomik Bir Tez’ adlı kitabında yayınladı. Embriyoloji hakkında
çalışmalarda da bulunan bilim adamı, ceset ve hayvanlar üzerinde yaptığı çığır
açan çalışmalarına, dört günlük embriyolar üzerinde yaptığı incelemeleri de
ekledi. Araştırmalarının sonunda ‘bir canlının ancak başka bir canlıdan meydana
gelebileceği’ sonucuna ulaşan Harvey’in 1651’de yayımladığı embriyoloji
alanındaki ikinci kitabı, Antik Çağ’dan sonraki iki bin yıllık dönemde, bu
alanda yapılan en önemli incelemeydi. Kalp ve kan dolaşımı konusundaki
bulgularıyla Galen’in otoritesine meydan okuyan Harvey, embriyo alanındaki
çalışmasıyla da Aristo’nun ‘canlıların kendinden üreme ile çoğalabileceği ’
şeklindeki düşüncesini ortadan kaldırıyordu.
NOTLAR
• Arkadaşları
onunla, “Nisan Balığı” lakabını takarak dalga geçti.
• Francis
Bacon gibi ünlü isimlere doktorluk yaptı.
• İngiliz
Kraliyet Tıp Okulu’nun anatomi ve cerrahi kürsüsünde öğretim üyesi iken
okunması güç bir el yazısıyla İngilizce ve Latince olarak yazdığı eğitim
notları, bugün ünlü British Muesum’da sergilenmektedir.
• İngiltere’nin
iki kralına özel doktorluk yaptı.
• Kan
dolaşımı konusunda görüşleri temel alman Bergamalı Galen’in (M.S. 131 - 201)
düşüncelerini kökten değiştirdi.
• İlk
kez kadavralar üzerinde çalıştı ve canlı hayvanların göğüslerini açarak
kalplerini inceledi.
• Atar
damarların kan taşıma dışında nabız atışı verdiğini keşfetti.
• İlk
kez embriyolar üzerinde araştırma yaparak, 4 günlük embriyoları inceledi.
• Araştırmalarının
sonunda ‘bir canlının ancak başka bir canlıdan meydana gelebileceği ’ sonucuna
ulaştı.
Yerçekiminin teorisyeni; modern
fiziğin babası / ISAAC NEWTON
1642-1727
“Dünya beni nasıl görüyor
bilemem; ama ben kendimi, henüz keşfedilmemiş gerçeklerle dolu bir okyanusun
kıyısında oynayan, düzgün bir çakıl taşı ya da güzel bir deniz kabuğu
bulduğunda sevinen bir çocuk gibi görüyorum. ”
Newton
27 yaşında Matematik profesörü
olması günümüz şartlarında şaşırtıcı olsa da, kendisini tanıyanlar için bu
olması gereken, hatta olmaması durumunda şaşırtıcı olabilecek bir şeydi! Zira
söz konusu kişi, daha küçük yaşlardan itibaren kafayı gezegenlerin
hareketlerine takan, ilk aynalı teleskopu geliştiren, renk ve ışığın
niteliklerine dair sarsıcı açıklamalar yapan ve her şeyden önemlisi de,
yerçekimi olarak bildiğimiz evrensel kütle çekimi yasasını ortaya atan Isaac
Newton ise, her şey mümkündü! Neden mi? Zira, o güne kadar şaşkın gözlerle
kavranmaya çalışılan fizik, onun oyuna girmesi ve yaptıkları ile birlikte;
büyük bir doğruluğa dayanan matematik kanunları ile açıklanabilir bir bilim
olmuştu. Newton, doğduğunda bilimsel devrim çoktan başlamış da olsa,
bulgularıyla modern fizik biliminin temel entelektüel enstrümanlarını
oluşturmuştu.
Her ne kadar popüler bilim
tarihinde ‘kafasına elma düştüğü için yer çekimini bulan adam’ olarak anılsa
da, kazın ayağı hiç de öyle değildi. Zira onun kafasına elmalar düşmeden önce
de yer küre, kütleleri kendine çekiyordu. Kaldı ki kafasına elma düşmesi
hadisesi de, masumane bir şekilde bilimin halk diline indirgenmesi çabasından
başka bir şey değildi. Zaten, sıklıkla dile getirildiği gibi, yer çekimini
bulmamış, zaten var olan bir şeyin temel prensibini ortaya koymuştu!
Daha önceki dağınık ve kopuk
haldeki çalışmalar Newton’un katkısıyla kuramsal bir sisteme oturmuştu. Fizik
(evrensel çekim yasası ve optik), matematik (türev ve integral hesapları) ve
astronomi (gök mekaniği) alanlarında çalışan Newton, henüz 26 yaşında iken
matematik profesörü
olmuştu.
Yaşadığı dönem zor bir dönemdi ve
Newton da bu zorluktan payına düşeni almıştı. Genç yaşta yetim kalması, hayata
tutunmak için yapılmak zorunda kalınan farklı işler, ardından veba salgını gibi
üst üste yaşanan sıkıntılara rağmen akacak bilim kanı damarda durmayacaktı ve
durmadı da. Nefes kesen bilim yolculuğuna erken yaşta başladı. Zaten okulda
tuttuğu not defterlerinden birine “Platon benim arkadaşım; Aristo benim
arkadaşım; ama en iyi arkadaşım gerçeknotunu düşen birinden de farklı bir şey beklenemezdi.
Kendisinden önce gelen Kopernik,
Kepler, Galileo gibi alimlerin buluşlarını disipline etmesi ile sivrilen Newton
sadece yer çekimi kavramının mimarı olmakla kalmamış, aynı zamanda, sonsuz
küçükler hesabını bularak, matematikte de çığır açmıştı. Mekanik, hidrodinamik,
optik ve matematik gibi dallarda yaptığı çalışmalarla insanoğluna yeni
pencereler açmış, eşsiz eseri Principia’da güneş ve gezegenlerin kütlelerinin
hesaplanmasından, sıvı ve gezegenlerin hareketlerine, yine ayın hareketlerinden
gel git olaylarına varıncaya kadar onlarca konuya ışık tutmuştu.
Optik üzerine çalışmaları
Henüz öğrenci iken İngiliz
fizikçiler Robert Böyle ve Robert Hooke’un optik ve ışık üzerine yaptığı
çalışmasını, Fransız matematikçi ve düşünür Rene Descartes’ın matematik ve
fizik notlarını okumuş ve onlardan aldığı ilham ile prizma sahnesinde ışıklara
dans ettirmiş; o meşhur prizmalı ışık kırılması deneylerinden hatırladığımız
üzere; yaptığı çalışmalarla, farklı renklerin farklı açılarda kırıldığını
ortaya çıkarmıştı. Bu çalışmaları ile beyaz ışığın, diğer renklerin
ışınlarından meydana geldiğini ortaya koymuş; ışığın, çok hızlı yol kat eden
parçacıklardan oluştuğu sonucuna varmıştı. Aynı zamanda uzayın da bu
parçacıklarla dolu olduğunu savunuyordu. 1704’te kaleme aldığı, ışık dünyasını
masaya yatıran ‘Işık Bilimi’ (Optics) isimli eseri, bu alandaki en büyük
referans kaynağı olacaktı. Lâkin ışığa ve optiğe olan ilgisi bununla sınırlı
kalmadı. Aynı dönemde mercekleri de elinden düşürmeyen Newton, aynalı bir
teleskop da yaptı. Tüm ışığı aynı anda yansıtan parabol biçimli bir ayna ile
görüntü bozukluklarının önüne geçen Newton, bu icadının getirdiği prestijin
keyfini çıkartacaktı.
Türev ve integral
1661’de girdiği Trinity College’e
1667’de öğretim görevlisi olarak geri dönerek matematik üzerine yoğunlaşmıştı.
Bir zamanlar matematik hocası olan Isaac Barrow, döneminin önde gelen
matematikçilerinden biriydi ve geometri derslerindeki alan hesaplamalarında
kullandığı yöntemler, Newton’un içindeki matematik canavarını ortaya çıkardı.
Türev ve İntegral hesaplarının temellerini böylelikle atan Newton, büyük
fizikçilerden Berkeley’in, “Diferansiyel ve integral, her kapıyı açar. Bu
sihirli anahtar sayesinde matematikçiler; geometrinin, dolayısıyla da doğanın
sırlarını keşfetmiştir.” diyerek hakkını teslim ettiği şekilde, bilim tarihinin
önde gelen üç matematikçisinden biri oluyordu. Lâkin ilginçtir; bu katkısını
açıklaması 38 yıl sürecekti.
Yaratıcı gücünün en son noktası
1696’ya kadar ders verdiği
Cambridge’deki yıllarını ‘yaratıcı gücünün en yüksek noktası’ olarak tanımlayan
Newton, haksız da sayılmazdı. Bu zaman diliminde üzerinde nerdeyse iki yıl
kadar kafa patlattığı Doğal Felsefenin Matematiksel Prensipleri ya da yaygın
olarak bilinen şekli ile Prensipler- Principia (Philosophiae Naturalis
Principia Mathematica) ile fiziğe ilk unutulmaz katkısını yapıyordu. Ama kendi
içinden! Zira bu eserini nedense, 1687’ye kadar raflarda tutacaktı. 1714’e
gelindiğinde kıta Avrupa’sına görece bir barış havası hakimdi ve Newton, bu
dönemin en saygın doğa felsefecisi olarak sahnedeydi.
Fiziğin Maradona’sı: F = G
((mlm2)/r2)
Newton’u, tabiri caiz ise,
fiziğin Maradona’sı yapan katkısı, çekim kanunlarını adeta baştan yazmasıydı.
Daha önce Aristo ve Galileo de bu meseleye kafa yorup, fiziğin bu alanının
temellerini atmışlardı, lâkin, gök mekaniği ile ilgili çözümlenmemiş sorular da
ortada duruyordu. Galileo ‘eylemsizlik ilkesi’nin fikir babası olarak büyük
sükse yapmıştı ama gök cisimlerinin hareketleri arasındaki tezadı
açıklayamamıştı. Bu ilkeye göre; kendi haline bırakılmış bir cisim, herhangi
bir dış güce maruz kalmadığı sürece, o halini korur. Diğer bir deyişle;
hareketsiz cisim harekete geçirilmedikçe sonsuza kadar hareketsiz kalacağı
gibi, hareket halindeki bir cisim de, dışardan bir müdahaleye maruz kalmadığı
sürece hareketini devam ettirecek, düz bir hat üzerindeki sabit hareketini
koruyacaktır. İyi ama o zaman neden gezegenler sabit bir hat üzerinde ilerlemek
yerine, diğer bir deyişle, güneşten uzaklaşmak yerine, dairesel hareketler
çiziyorlardı? İşte bu sorunun cevabını, Galileo’nun öldüğü gün doğan Newton
veriyordu. Sihirli kelime; çekim idi! Bir taşın (ya da elmanın) yere düşmesine
neden olan neyse, bu, aynı zamanda gezegenleri de güneş etrafında tutuyordu.
Gezegenlerin güneş etrafında döndüğünü ilk öne süren Kopernik de bu dairesel
dönüşe açıklık getirememişti. Gerçi bunu ilk dillendiren Newton değildi; söz
gelimi Fransız astronom İsmail Boullian 1645’te, iki cisim arasında bir çekim
olabileceğini, 1666’da da İtalyan Giovanni Borelli, bir uydunun merkezkaç
kuvvetinin, uyduyu gezegene doğru çeken kuvvetle eşit olduğunu öne sürmüştü ama
tüm bu bilgilere yasa elbisesi giydiren Newton olacaktı. Böylelikle F = G
((mlm2)/r2) olarak bilinen, evrendeki hareketleri disipline sokan, evrensel
çekim yasasına imzasını atıyordu.
Bu yasa ile birlikte
gezegenlerin, daha geniş manada, gökcisimlerinin manevraları anlaşılmış, hatta
ünlü astronom Halley, bu yasa sayesinde 1531, 1607 ve 1682’de kendisini
gösteren ve her defasında farklı bir yıldız olduğuna inanılan, kuyrukluyıldızın
aynı yıldız olduğunu öne sürmüş, Aralık 1758’de tekrar ortaya çıkacağını iddia
etmiş, son tahlilde de haklı çıkmıştı.
Sonuç olarak Newton, eylemsizlik
ilkesini de işin içine katarak, meşhur hareket kanunlarını bilim dünyasına
armağan etmişti. Buna göre;
Herhangi bir cisim üzerine bir
kuvvet etki etmiyorsa, ya da etki eden kuvvetlerin bileşkesi sıfırsa, cisim
durumunu değiştirmez; yani duruyorsa durur, deviniyorsa yani hareket ediyorsa,
devinimini bir doğru boyunca devam ettirir. Ki buna eylemsizlik kanunu da denebilir.
Cisim üzerindeki itiş gücü,
uygulanan kuvvetle doğru orantılıdır ve kuvvet yönündedir. Cismin momentumunun
zamana göre değişiminin oranı, cisme uygulanan kuvvetle doğru orantılıdır.
Doğadaki bütün cisimler birbiri
ile etkileşim içindedir. Bir cisim diğer bir cisme bir kuvvet etki
ettirdiğinde, diğer cisim de bu cisme bir kuvvet etkiler. Herhangi bir etkiye
karşı her zaman bir tepki vardır; yada iki cismin karşılıklı etkisi daima eşit
fakat zıt özelliklidir. Buna kısaca etki-tepki kanunu da denir.
Gücü düşüncesinde yatıyordu...
Newton, bu kanunları ile temeli
Aristo’ya kadar uzanan yaklaşık iki bin yıllık fizik kuramlarına mekanik bir
boyut katmış, Galileo’nun mimarı olduğu eylemsizlik ilkesini, kütleyi de hesaba
katarak, soyuttan somuta taşımıştı. Bu, aynı zamanda yer çekiminin de birinci
yasası olacaktı. Büyük usta, kuvvet, kütle gibi kavramları hayata geçirerek,
fiziğin o zamana kadar yakasından düşmeyen belirsizlikleri de ortadan kaldırmış
oluyordu.
Her ne kadar bazı hesaplamaların
içinden çıkamayınca kendi formüllerini haklı çıkartan ve ilerleyen yıllarda
yanlışlığı tespit edilen bir takım varsayımlar geliştirmiş olsa da,
başarılarının yanında bunların esamisi bile okunmayacaktı.
Bilim tarihi, matematik, mekanik,
yerçekimi ve optik gibi alanlarda büyük sıçramalar yapan bilim adamları ile
doluydu. Newton ise, bu alanların her biri ile ayrı ayrı uğraşıp, adeta destan
yazmış; kendisinden iki yüz yıl sonra gelerek fizikte bir başka çığır açacak
olan Albert Einstenim “Bilim adamı otuz yaşma kadar hayal ettiklerini
gerçekleştirememişse, o saatten sonra bir şey beklemesinsözünü tasdik
edercesine, otuzuna gelmeden birçok alanda ses getiren işlere imza atmıştı.
Bunun sırrını soranlara ise “kendisinden önce gelen bilim adamlarının
omuzlarından ileriye bakabilmek ve çözümü bulmak için sürekli düşünmek”
cevabını veriyordu.
NOTLAR
• Küçük
yaşta, el becerisini kullanarak yaptığı su ve güneş saati ve yel değirmeni
modelleri ile dikkat çekti.
• İlk
aynalı teleskopu geliştirmiş, renk ve ışığın niteliğine açıklık getirdi,
Evrensel Kütle Çekimi Yasası’m ortaya atarak fizikte devrim gerçekleştirdi.
• Hasta,
zayıf bünyeli, içine kapanık ve kavgacı bir kişilikti. Sıklıkla bunalıma
girerdi, çağdaşı bilim adamları ile sürekli atıştı.
• 1705
yılında da Kraliçe Anne tarafından ödüllendirildi (İngiltere’de bilimsel
çalışmalarından dolayı onurlandırılan ilk kişidir.)
• Genellikle
buluşlarını paylaşmada gönülsüz davrandı. Diğer bilim adamlarının fikirlerini
çalacağından endişe ederdi. Haksız da sayılmazdı. Çekim yasasını daha önce
bulduğunu iddia eden Robert Hooke ve matematiğin önemli bir ayağı türev ve
integrali kendisinden önce geliştirdiğini iddia eden Alman filozof Gottfried
Wilhelm Leibniz ile yaşadığı kavgalar dillere destan olmuştu.
• Bilimin
yanı sıra, simya, mistizm ve teoloji ile de ilgilendi. Yahudi’ydi ve İncil’deki
teslis inancını eleştiren bir eser kaleme almıştı.
• Başına
elma düştüğü için yerçekimini bulduğu yönündeki iddiayı ilk olarak Fransız
yazar Voltaire dile getirdi. Voltaire, bu iddiası için Newton’un yeğenini
kaynak göstermişti.
• Oldukça
mütevazi bir yaşam sürdü. Hiç evlenmedi. Belki de bilim ile evli idi dense,
yalan olmazdı. Ölümünden sonra, yaklaşık 300 yıl boyunca modern fiziğin kurucu
babası olarak anılacaktı.
İspat edilmeksizin doğru olarak
benimsenen önerme, ön doğru.
Yalnızca belli sayıda müride
açıklanan, halkın düzeyine inmeyen ya da inmemesi gereken gizli doktrin.
3 Sanatta
uyum ve oranlama konusunda en yetkin ölçüleri verdiğine inanılan formül. Altın
kesim, bir doğru parçası ikiye bölündüğünde küçük parçanın büyüğe oranının,
büyük parçanın bütüne oranına eşit olması olarak tanımlanabilir. % 61.8 en
yaklaşık değerdir.
4 Alimin
felsefi çalışmaları ile ilgili bölüm, serinin bir diğer kitabı olan ‘Tarihi
Değiştiren Filozoflar’da ele alınacaktır.
5 Dev
bir yıldızın büyük bir patlama ile kendisini yok etmesiyle birlikte, kendisini
oluşturan maddeler de, büyük bir hızla dört bir yana dağılır. Bu patlama
sırasında yayılan ışık, yıldızın normal zamanlarda yaydığı ışıktan binlerce kat
daha kuvvetlidir. Bu şekilde bir yıldızın patlayarak dağılması, süpernova
olarak isimlendirilir.
Kehaneti ölümünden 16 yıl sonra
gerçekleşti; kuyruklu yıldızın ardındaki sırrı çözdü / EDMOND HALLEY
(1656-1742)
“Bu yıldız ilk çıktığında; Hz.
Nuh kavmi helak olmuştur.
Hz. İbrahim ateşe atılmıştır. Hz.
Musa ile uğraşan Firavun ve kavmi yok edilmiştir. Hz. Yahya öldürüldüğünde de
görülmüştür. Siz o yıldızı gördüğünüzde fitnenin şerrinden Allah'a sığınınız. ”
(Kitab-ül Burhan Fi Alamet-il
Mehdiyy-il Ahir Zaman)
Meşhur İngiliz gökbilimci Edmond
Halley, Londra Haggerston’da zengin bir sabuncunun oğlu olarak dünyaya geldi.
Ailesinin maddi durumu oldukça iyiydi. Bu yüzden adını bilim tarihine yazdıran
birçok bilim adamının aksine, hiçbir zaman kuru ekmeğe muhtaç olmadı. Çok iyi
okullarda okudu. Bir istediği iki edilmedi. Çocukken matematiğe yatkın olduğu
anlaşılınca ailesi onu St PauPs School’a yazdırdı. Daha sonra Oxford’daki The
Queen’s College’a devam etti. Halley bu sırada gökbilimlerine daha çok eğilimli
olduğunu fark etmişti. Henüz öğrenci iken güneş sistemi ve güneş lekeleri ile
ilgili makaleleri yayımlandı. Kraliyet astronomu Flamsteed’in yanında çalışmaya
başladı. Merkür’ün tutulmasını gözlemledi. Ve Kepler’in aksine, bir gezegenin,
boş elips odağı çevresinde sanıldığı kadar değişmez bir hareket yapmadığını
ispatlayınca da yıldızı parladı.
Teorik bir gökbilimci olarak
kalmaya niyetli olmayan Halley, gözlem yapmak istiyordu. Gökbilimde gerçek
ilerlemenin, yıldızların koordinatlarının net bir şekilde tespitine dayandığını
düşünüyordu. Büyük gözlemevlerindeki gökbilimciler de yıldızların yerlerini
doğru tespit etmeye çalışıyordu. Halley, gözlem uğruna 1676 yılında, bitirme
sınavlarına girmeden Oxford Üniversitesini bıraktı. Henüz 20 yaşındayken, o
güne dek el atılmayan güney yarımküre yıldızlarını incelemek üzere Güney Atlas
Okyanusu adalarından St. Helena’ya gitmeye karar verdi. Çünkü Alman
gökbilimcisi Johann Hevelius Dantzig’de, İngiltere Kraliyet Gökbilimcisi John
Flamsteed de Greenvvich’de bu tür çalışmalarla uğraşıyordu. Halley isabetli bir
karar vermişti. Çünkü güneyde kalan yıldızlar o çağa kadar hiçbir zaman
dikkatli bir biçimde incelenememişti. Sabun tüccarı baba Halley, zenginliğinin
yanı sıra ileri görüşlü de olduğu için oğlunu ilk cesaretlendiren kişi oldu.
Genç gökbilimcinin cebine 300 poundluk ödenek koydu. Halley, 1676 yılında birleşik
krallığın Doğu Hindistan Şirketi’nin gemilerinden biriyle Güney Atlantik
Okyanusu’ndaki St. Helena adasına doğru yola çıktı.
0 yaşında adada tek başına
Halley, üç ay süren uzun
yolculuktan sonra gelecekte Napolyon Bonaparte’ın sürgün hayatı yaşayacağı,
Atlantik’in ortasında tek başına duran St. Helena’ya ulaştı. Ancak hayal
kırıklığına uğradı. Bu adanın gözlem için çok uygun olduğu bilgisi doğru
değildi. Gökyüzünü sürekli bulutlar kapatıyor, yağmur yağıyordu. Gözlem
zorluğuna rağmen üç yüzden fazla yıldızı inceleyip yerlerini tespit etti. Hatta
7 Kasım 1677’de, Merkür gezegeninin güneşin görünür diski üzerinden transit
geçişini gözledi. Bir yıl sonra İngiltere’ye döndüğünde ilgiyle karşılandı. 341
güney yıldızının ayrıntılarını içeren ‘Güney Yıldızları Katalogu’ (Catalogus
Stellarum Australium) adlı eseri yayımlandı. Bugün birçok genç tek başına
yabancı bir ülkeye bile gidemezken, Halley’in, 20 yaşında ıssız bir adaya
giderek elde ettiği verilerle Yıldız haritasına önemli katkılarda bulunması
bile, başlı başına bir olaydı. Çalışmasını 1677’de Kral II. Charles’a sundu.
Kralın devreye girmesiyle okulunu bitirmediği halde, 18 Kasım 1678’de Oxford
Üniversitesinden lisanüstü derecesi aldı. İki hafta sonra Kraliyet Cemiyeti
üyeliğine (Fellow of the Royal Society) seçildi.
Halley, 1698’de Dünya’nın
manyetik özelliğini incelemek için HMS Paramore isimli geminin komutasına
getirildi ve iki sene kadar Atlas okyanusunda yelken bastı. Bu seferden elde
ettiği gözlemlerini ‘Pusula Sapmasının Genel Haritası’ (General Chart of the
Variation of the Compass, 1701) isimli bir kitapla yayınladı.) Öte yandan
Halley, her ne kadar tarihe, kendi adını alan kuyruklu yıldızın gizemini
çözdüğü için geçse de, Newton’a verdiği destekle de bilime başka bir koldan
katkı yapmış oluyordu.
Genç bilim adamı 14 Mayıs 1679
tarihinde yeniden yollara düştü. Dantzig’de bir yıldan fazla gözlem yaptı.
Ertesi yıl tüm Kıta Avrupa’sını kapsayan bilimsel bir geziye çıktı. Aynı yıl,
gökyüzünde bir kuyruklu yıldız belirdi. Halley bu yıldızı Paris Gözlemevi
yöneticisi, ünlü Fransız gökbilimcisi Gian Domenico Cassini ile birlikte
gözlemledi. Tüm dünyada yankı uyandıran bu gökcisminin rotası çıkartıldı.
Cassini, kuyruklu yıldızın Güneş çevresinde daire şeklindeki yörüngesini iki
buçuk yılda dolandığını hesaplamıştı. Ancak bir yerde hata yapılıyordu...
Newton’a sponsor oldu
Hesapları bir kenara bırakan
Halley, İngiltere’ye döndükten sonra 1682’de aşkı Mary Tooke ile evlendi.
Islington’a yerleşti. Burada yerçekimi ve ay gözlemleriyle ilgilenmeye başladı.
22 Kasım 1682 günü sabah saat 6.30 da, ileride kendi adını alacak olan kuyruklu
yıldızı izlerken, Kepler’in gezegensel hareket yasalarının kanıtlanması
kafasına takıldı. Halley’in matematik bilgisi, günümüz çağdaş gökbilimin temel
yapı taşlarından birini oluşturan ‘Evrensel Çekim Kanunu’nu çözmeye yetmiyordu.
Parlak zekalı ama utangaç
arkadaşı Isaac Newton’a danışmak için Cambridge Üniversitesi’ne gitti. Newton
problemi çözmüş ama sonuçlarını yayımlamamıştı. Çünkü, üzerinde çalıştığı bu
sorunu nasıl çözdüğüne dair hesapları kaybetmişti! Bu cevap karşısında
kulaklarına inanamayan Halley, bu olayın ne kadar önemli olduğunu ve
sonuçlarının mutlaka bulunarak yayınlanması gerektiğini anlattı. Bir süre sonra
Newton kaybolan matematik hesaplarını yeni baştan hazırladı. Sonuca ulaşsa da,
bunları yayınlamak istemedi. Zira cebinde parası yoktu. Londra Kraliyet Derneği
de kriz içindeydi. Cömert arkadaşı Halley sponsor olunca Newton, ‘Doğa
Felsefesi’nirı Matematiksel İlkeleri’ (Philosophiae Naturalis Principia
Mathematica) isimli çığır açan eserini yayımlayabildi. Newton böylelikle,
Halley’in de yakın desteği ile çağının en ünlü bilim adamları arasına
giriyordu.
Beş yıl sonra Newton 1685’de
İngiliz astronom John Flamsteed’e yazdığı bir mektupta, Kasım ve Aralık 1680’de
görünen kuyruklu yıldızların büyük bir ihtimalle aynı olduğunu söyledi.
Newton’a göre kuyruklu yıldızlar, Güneş’in çekim kuvvetiyle hareket ediyordu.
Bu arada Newton, Halley’e de kuyruklu yıldızların izlediği gerçek yolun aşağı
yukarı bir parabol şeklinde olduğunu söylemişti.
Saksonya’da, George Samuel
Doerfeal adlı bilim adamı da aynı sonuca varmıştı.
Takvimler 1692 yılını gösterirken
Newton laboratuvarda geçen bir ömrün sonuna yaklaşmıştı. Depresyon, paranoya,
uykusuzluk, hafıza kaybı şikayetleri iyice artmıştı. Yakın arkadaşı Halley’in
durumu da, alkol alışkanlığından dolayı hiç iç açıcı görünmüyordu.
Halley, gökyüzü ile olduğu kadar
su altı ile de ilgiliydi. Öyle ki yer kabuğunun içinde değişik canlılar
yaşadığına bile inanıyordu. 1690’da uzun süre su altında kalabilen ve su altı
araştırmaları için penceresi bulunan bir araç olan ilkel bir denizaltı bile
planlamıştı. Dalma çanı olarak da isimlendirilen bu denizaltıda hava, yüzeyden
gönderilen ağırlık bağlanmış varillerle temin
ediliyordu.
Halley’in hesapları doğru çıktı
Halley, 1704’te Oxford
Üniversitesi’nde boşalan Geometri Kürsüsü’ne seçilince kendini toparladı ve
kuyruklu yıldız araştırmalarına ağırlık verdi. Öncelikle arkadaşı Newton’un
ortaya koyduğu genel kuralları uyguladı. Ardından güvenilebilir gözlem
kayıtları bulunan, yirmi dört parlak gökcisminin hareketlerini incelemeye aldı.
Parabol biçimli yörüngelerin yerine, kesinlikle eliptik olan bazı yörüngeler
hesaplandığını görünce büyük bir heyecana kapıldı. Bu hesaplamaya göre
özellikle 1682’de kendini gösteren kuyruklu yıldızın, çok az eğimi olan (18°)
bir düzlem üzerinde hareket ettiğini ve dışmerkezliliği çok büyük olan gerçek
bir eliptik yörüngeye sahip olduğunu gördü. Halley’in ilgilendiği üç kuyruklu
yıldız da güneşin çevresinde, gezegenlerin ters doğrultusunda (saat yönünde)
dolanıyordu. Nihayet 1705 yılında, yaptığı hesaplamada, bu üç kuyruklu
yıldızın, büyük elips bir yörünge üzerinde yol alan ve her 75- 76 yılda bir
dünya ve güneş yakınlarına gelen tek bir kuyruklu yıldız olduğu sonucuna vardı.
Yaptığı hesaplamalar üzerine, kuyruklu yıldızın 1758’de bir kez daha dünyadan
görüneceğini ilan etti.
Tahmin edilebileceği gibi
Halley’i kıskanan devrin gökbilimcileri bu hesaplamayı kabul etmeyerek,
kehanette bulunduğunu öne sürdüler. Kraliyet Gökbilimcisi seçilmek ümidiyle
reklam yaptığını söyleyenler bile çıktı. Hatta Halley’in o tarihte hayatta
olmayacağı için böyle bir palavrayı kolaylıkla ortaya attığını söyleyecek kadar
ileri gidenler de oldu.
Halley’e inanmayanlar haksız da
değildi. Çünkü İsviçreli matematikçi ve fizikçi Jacgues Bernoubilli, 1680’de
görünen kuyruklu yıldızın 17 Mayıs 1719’da geri döneceğini söylemişti. O
tarihte hiçbir şey görünmedi. Diğer tahminler de tutmamıştı. Bu arada Halley 9
Şubat 1720’de, Flamsteed’in ölümüyle boşalan Kraliyet Gökbilimciliği’ne atandı.
Hesaplarının doğruluğundan emin
olan Halley, eleştirilere kulak asmadı. Hatta yeni ‘kehanetlerde’ bulundu.
Venüs gezegeninin hareketiyle yakından ilgilendiğinden, bu gezegenin 1761’de
güneşin önünden transit geçeceğini söyledi. Bu müthiş gök olayı doğru çıkarsa
bilim adamları Güneş’in uzaklığını ve Güneş sisteminin boyutlarını
ölçebilecekti. 20 Mart 1727’de arkadaşı Newton’u kaybeden Halley, o günleri
göreceğinden ümitli değildi.
Halley, ömrünün sonuna
yaklaştığında teleskopunu aya çevirdi ve on sekiz yıl boyunca Ay’ın
hareketlerini izledi. Ay’ın hareketlerinden yararlanılarak, hareket halindeki
bir gemiden boylamın ölçülmesine ilişkin teoriyi geliştirmeye çalışıyordu. 1737
yılında eşini kaybetti. Aynı yıl felç geçirdi. Her şeye rağmen teleskopunun
başından ayrılmadı. 14 Ocak 1742’de gökte bir yıldız kaydı. Aynı anda Halley
Greenvvich Gözlemevi’ndeki odasında yaşama veda ediyordu.
Halley, beklenen kuyruklu
yıldızdan önce ölmüştü, ama iddiası halen gündemdeydi. Hazırladığı ‘Gökbilimsel
çizelgeler ’ (Astronomical Tables) ölümünden sonra 1749’da yayınlanınca, ilginç
bir paragraf ortaya çıktı. Ünlü bilim adamı burada şöyle diyordu: “Görüldüğü
gibi, bu üçünün yörünge elemanları birbirleriyle çok yakın bir uyum içindedir
ve bunların üç değişik kuyruklu yıldız olabilmesi yalnızca bir mucizedir. Bu
nedenle, eğer kuyruklu yıldız öngördüğümüz gibi 1758 yılı civarında geri
dönerse, gelecek nesillerin, bu durumun ilk kez bir İngiliz tarafından
keşfedildiği gerçeğini reddetmeyeceklerine inanıyorum. ”
Takvimler 1758 yılını
gösterdiğinde heyecan doruğa çıkmıştı. Avrupa’da aralarında ünlü kuyruklu
yıldız avcısı Fransız gökbilimcisi Charles Messier’in de bulunduğu çok sayıda
araştırmacı Halley’i araştırmaya koyulmuştu. Birçok ünlü bilim adamı, kuyruklu
yıldızın geliş tarihini tam olarak hesaplamaya çalışıyordu. 1758 yılının
bitmesine sadece 5 gün kalmıştı. Nihayet Almanya’nın Dresden kenti yakınlarında
oturan Palitzsch adındaki Saksonyalı bir çiftçi, aynalı teleskopuyla 25 Aralık
1758 tarihinde Halley’in geri dönüşünü ilk gören kişi oldu. Paris Gözlemevi’nde
çalışan
Nlessier ise, Halley’i 21 Ocak
1759 gecesi gözlemledi. Çıplak gözle de izlenebilen kuyruklu yıldız en son 22
Haziran tarihinde Lizbon’da Chevalier adındaki bir gökbilimci tarafından
görüldü. Böylece, İngiliz gökbilimcinin kehaneti ölümünden 16 yıl sonra
gerçekleşti. Adı, geri dönen kuyruklu yıldıza verilerek ölümsüzleştirildi.
Halley kuyruklu yıldızı, 6 Ağustos 1835’te, 29 Nisan 1911’de ve son olarak 6
Mart 1986’da gözlendi. Bir sonraki ziyareti ise yüzyılın ortasında
gerçekleşecek.
NOTLAR
• İngiliz
gökbilimci, jeofizikçi, matematikçi, meteorolog, fizikçi ve mucit Edmond
Halley, kendi adı ile anılan bir kuyruklu yıldız sayesinde ün yapmış olsa da,
on parmağında on marifet olan bir bilim adamıydı.
• 1715’te,
1140 yılından beri Londra kenti üzerinde görülebilen ilk tam güneş tutulmasını
izlemiş, bugün korona olarak bildiğimiz Güneş’in en üst atmosfer katmanının
varlığını keşfetmiş, ancak bunun Güneş’e mi yoksa Ay’a mı ait olduğunu
belirtmemişti.
• Gezegenlerin
elips şeklinde yörüngeler izlediği biliniyor ama bunun nedeni bilinmiyordu.
Halley, Isaac Newton’a başvurdu. Newton, bunu hesaplamış ancak sonuçlarını
kaybetmişti! Halley’in ısrarları üzerine problemi tekrar çözdü ve şaheseri
Principia Mathematica’yı tamamladı. Bu önemli eser Newton’un parası olmadığı
için Halley’in sponsorluğunda basılabildi.
• Çılgın
bilim adamı, anormal pusula ölçümlerini açıklamak için 1692’de ‘İçi Boş Dünya’
fikrini ortaya attı. Bu fikre göre Dünya 800 km. kalınlığında bir kabuktan,
eşmerkezli iki iç kabuktan ve en içte yaklaşık Venüs, Mars ve Merkür’ün
çaplarında bir çekirdekten oluşuyordu. Bu iki kabuk atmosfer tarafından
birbirinden ayrılıyordu ve her birinin ayrı manyetik kutupları vardı.
• Dünya’nın
iç kısımlarında yaşayan varlıklar olduğuna inanıyordu. Hatta dalış aygıtı
geliştirerek, bunu denizde denedi. Denizde sefer halindeyken boylamı
hesaplayabilmek gibi önemli denizcilik sorunlarıyla uğraştı.
• Barometre
kullanarak, hava basıncının yükseklerde nasıl değiştiğini araştırmak için
dağlara tırmandı.
• Paramour
Pink adını taşıyan gemiyle, Manş Denizi’ndeki gelgit akıntılarını ilk kez
ayrıntılı ve eksiksiz olarak inceledi.
• Alize
rüzgarlarından musonlara kadar dünya atmosferindeki etkin rüzgarların
haritalarını çıkarttı.
• Harita
parçalarını kesip tartarak İngiliz eyaletlerinin yüzölçümlerini hesaplayan
eğlenceli bilim adamı, yaşam süresini önceden bilmeyi hedefleyen birtakım
çizelgeler (Breslau Table of Mortality) bile hazırlamıştı!
Ateşin sırrını çözüp, kimyanın
kitabını yazdı; kendisi Fransız Devrimi’nin ateşine kurban gitti / ANTOINE
LAURENT DE
LAVOİSİER
(1743-1794)
“Doğayı, içerisinde her türden
bileşimlerin ve çözülmelerin meydana geldiği devasa bir kimya laboratuarı
olarak görüyorum.
Bitki örtüsü ise, Tanrı ’nm tüm
doğayı harekete geçirmek
için kullandığı temel enstrüman.
” Antoine Laurent de Lavoisier
Kimya biliminin henüz karanlık
çağlarını yaşadığı 18. yüzyılda bir bilim adamı, yaşadığı ve yaşattığı iki
devrimle kimya sanatında yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Onun sayesinde o
dönemde ‘simya’ olarak bilinen alan, modern adıyla “kimya” olarak anılmaya
başlayacaktı. Simya bilimi adı altında yapılan çalışmalar, onunla bilimsel bir
nitelik kazandı ve ‘yanma’ olayı ancak onun çalışmaları neticesinde
anlaşılabildi. Büyülü ateşin sırrı onun ile çözülmüştü...
Oksijen ve hidrojeni gerçeğe
uygun biçimde tanımlayarak ikisini modern isimleriyle kimyaya kazandıran, yanma
olayını açıklığa kavuşturarak element ve bileşik arasındaki farkı açıklayan,
Kimya Bilimine Giriş adlı kitabıyla kimya bilimine sağlamlık, açıklık ve bir
yöntem kazandırıp onu modern çağa taşıyan, Avrupa’da kimya biliminin mimarı
olan, bugün bilinen 110 elementin 20’sini belirleyen ve 1789 Fransız
Devrimi’nde siyasi bir rol üslenen bu ‘kimya devriminin’ kahramanı, Fransız
kimyager Antoine Laurent de Lavoisier’di.
26 Ağustos 1743’de Paris’te
doğdu. Ailesi dönemin şartlarına göre oldukça zengin olan Lavoisier, ilk
eğitimini Mazarin Koleji’nde aldı. Annesini küçük yaşta kaybeden ve babası
tarafından büyütülen Lavoisier, bir avukat olan babasıyla aynı mesleği yapmak
istediğinden, eğitimini hukuk üzerine sürdürdü. Lâkin 1764’te kolejden mezun
olduğunda, kafasında hukukun üstünlüğünden ziyade başka şeyler vardı. Ancak
okulda fen ilimlerine de ilgi duyduğu için, bu alandaki dersleri de yakından
takip etmişti. Aynı yıl Paris sokaklarının aydınlatılmasına yönelik bir
projeyle birinci oldu ve Fransız Bilim Akademisi’nden altın madalya kazandı.
İlk araştırmasını 1765’te yayınlayan Fransız kimyager, 1768’de kimya alanındaki
çalışmalarından dolayı Fen Akademisi’ne seçildi. Hukuku tamamen rafa kaldırmış
olsa da, devlet işlerine kafa yormaktan vazgeçmiş değildi.
Kimyasal devrimci...
Fransa’da yanmaya başlayan devrim
ateşi, ülkenin köklü bir reforma ihtiyacı olduğuna inanan genç adamı da yakmış,
de Lavoisier, Fransız Devrimi sırasında aktif şekilde siyasetin içinde yer
almıştı. Hükümetin özel bir komisyonunda görev alarak siyasî çalışmalara
katılan Lavoisier, seçildiği komitelerde devrin sosyal şartlarını ve ziraat
sahalarını inceledi. Fransa’nın jeolojik haritasının çıkarılması ve tarımda
verimin artırılması için uğraştı. Bu dönemlerde, sonradan çok yaygınlaşacak
olan yaşlılık sigortası ve vergi reformu gibi projelere imza attı. Ülkesinin
savunmasına yönelik çalışmalarda da yer alarak barutun üretimini üstlendi.
Lavoisier’in çalıştığı kurum olan
Ferme Generale, 1789 Fransız Devrimi öncesinde hükümet adına vergi toplayan
özel bir kuruluştu. Bu dönemde aynı kuruluşta çalışan birinin kızı olan Marie
Paulze’ye âşık oldu ve 1771’de onunla evlendi. Evlendiklerinde Paulze henüz 13
yaşındaydı. Feodal krallıkla yönetilmekte olan Fransa’da o dönemde tacirlerin
veya sanayicilerin devlet yönetimine etkisi yoktu. Yasalar, feodal aristokrat
kesimin çıkarlarını gözetecek şekilde tasarlandığından güçlü olmak için soylu
sınıfa mensup olmak gerekiyordu. Aynı dönemde bu unvanlar parayla da satın
alınabiliyordu ve babası 1772’de Lavoisier’e soyluluk unvanı satın aldı.
1789 Fransız İhtilalinde ülkenin
mâliyesi ve ekonomik kaynakları hakkında bir rapor hazırlayan Lavoisier, ölçü
sisteminde metrik birimlerin kullanılmasında da önemli rol oynadı. Bu dönemde,
yaptığı diğer işlerin yanında kimya alanındaki çalışmalarına kendi kurduğu
laboratuarda eşiyle birlikte devam etti. Dönemin en geniş laboratuarlarından
birine sahip olan Lavoisier, bu laboratuarını 1768’de satın aldığı Ferme
Generale hisselerini satarak kurmuştu. Ancak Ferme Generale, o dönemde halk
tarafından sevilmeyen bir kurumdu. Fakirlerden zorla vergi topluyordu.
Lavoisier, sahip olduğu hisselerden dolayı halk arasında sevilmese de, aynı
kurumla başka bir işe daha girişti. Lavoisier’in girişimiyle Paris’in
etrafındaki surlar yeniden inşa edildi ve duvarın masrafları Ferme Generale’nin
aracılığıyla halktan toplanan vergiyle karşılandı. Bu yüzden halk bu duvarı hiç
sevmemiş, devrim başladığı gün ilk yıkılanlardan biri de bu duvar olmuştu.
Bütün bunlar, halkın Lavoisier’den nefret etmesine sebep oldu.
Lavoisier, hayatına mal olacak
hatalardan birini de 1780’de yaptı. O dönemde Bilimler Akademisi’nin iki yıllık
üyesi olan Lavoisier, akademinin açtığı bir yarışmaya kızılötesi bir dürbünle
katılan genç bilim adamı olan Jean Paul Marat’ın bu icadını geri çevirdi. İcadı
geri çevrilen Marat, ihtilal zamanında devrimin en önemli isimlerinden biri
oldu ve Lavoisier’den intikamını, onu idama götüren yolu açarak aldı.
‘Devrimin bilim adamına ihtiyacı
yok!’
Fransız Devrimi gerçekleştiğinde
Lavoisier, liberal ve reform yanlısı kişilerin arasında yer almıştı.
Etats-generaux toplandığında yedek halk temsilcisi seçilerek Meclis tüzüğünü
hazırladı ve Paris Komünü’ne de seçilip, 1789 Derneği’ne katıldı. Bütün
bunların yanı sıra devlet hâzinesinin idari çalışmalarının içinde yer aldı.
Ancak devrime yaptığı bu hizmetlere rağmen, ihtilalcilerin hedefi olmaktan
kurtulamayacaktı. Halk, Ferme Generale hisselerine sahip olmasını ve
kendisinden zorla alman vergilerle inşa edilen
Paris Duvarını unutmamıştı. Bir
yandan basın onun aleyhine yayınlar yaparken, diğer yandan da o sırada Fransa
Ulusal Meclisi üyesi olan, bir zamanlar icadını geri çevirdiği Jean Paul Marat,
Lavoisier’in mahkemeye çıkarılması ve idam edilmesi için çalışmalarda
bulunuyordu.
Devrimin ardından Ferme Generale
1791’de kapatıldı. Barut çalışmalarına son verilen Lavoisier, barut
fabrikalarındaki görevinden alındı ve laboratuarından çıkarıldı. 1793 yılı
Kasım ayında Ferme Generale’nin yöneticileri ile birlikte aralarında
kayınpederinin de bulunduğu 31 kişiyle birlikte tutuklanarak hapse atıldı. Bu
kişiler 8 Mayıs 1794’te berber, arabacı, kuyumcu, manav ve kasap gibi çeşitli
mesleklerden kişilerin oluşturduğu bir jüri karşısında Devrim Mahkemesi’ne
çıkarıldı. 31 kişi, bulundukları makamları kullanarak kazanç sağlamakla
suçlanıyordu. Savunması sırasında bir bilim adamı olması öne çıkarıldı. Ancak
yargıçlardan biri “Devrimin bilim adamına ihtiyacı yok” diyerek kimya
alanındaki çalışmalarını dikkate almadı. Mahkeme sonunda 8 kişi beraat etti.
Geri kalanlar aynı günün akşamında Paris Devrim Meydam’na götürülerek tek tek
giyotinle idam edildi.
Modern kimyanın temelini attı
Antoine Laurent de Lavoisier,
hukukçu olmak üzere çıktığı yolda kimya alanındaki ilk çalışmalarını yanma
üzerine yapmış ve bilim dünyasında adını ilk kez bu şekilde duyurmuştu. 1770’de
yanmayla ilgili çalışmalarına başladığında ve tezini ortaya attığında,
Avrupa’da kimya henüz bilim konusu olarak bile kabul edilmiyordu. O, herkesin
gülüp geçtiği teorisini ortaya attığında, piyasada geçerli olan görüş; antik
Yunan’dan kalma; Aristoteles’in doğadaki dört temel element olarak kabul ettiği
toprak, su, hava ve ateşi ile yanmaya ilişkin ‘Phologiston Kuramı’ydı. Buna
göre yanma hadisesi, yanan maddenin ne olduğu bilinmeyen ama gizemli bir madde
olduğuna inanılan ‘ateş maddesi’ (phologiston) çıkarmasıyla gerçekleşiyordu.
Yanma konusundaki bilgi eksikliği, bu kimyasal olayın o güne dek
açıklanamamasındaki en büyük engeldi. Joseph Black’ın 1756’da keşfederek ‘sabit
gaz’ adını verdiği karbondioksit dışında bilinen tek gaz havaydı. Phologiston
Kuramı, yanan maddelerin ağırlıklarını kaybettiğini savunuyordu. O dönemde
oksit bilinmediği için metal maddelerin havayla temasıyla oluşan kızarıklıklar
ise ‘calx’ olarak nitelendiriliyordu.
Lavoisier ise ürünlerin
ağırlığının, reaksiyona giren maddelerin ağırlığına eşit olması gerektiğini
söylüyordu. Yani kimyasal değişim sırasında madde yoktan var edilemeyeceği gibi
varken de yok edilemezdi! Lavoisier, bu konudaki çalışmalarıyla Kütlenin
Korunumu Yasası’m deneysel olarak kanıtladı. Hava dolu bir tüpte yakılan
fosforun kütlesinde meydana gelen artışın tüketilen hava miktarına eşit
olduğunu buldu. Aynı deneyin tersini de gerçekleştirdi ve kapalı bir kap
içindeki HgO’nun (cıva oksit) ısıtılmasıyla kabın içindeki hava kütlesinde
meydana gelen artışın, tepkimeye giren maddenin kütlesindeki azalmaya eşit olduğunu
belirledi. Lavoisier, böylece “Tepkimeye giren maddelerin kütleleri, tepkime
sonucu oluşan maddelerin kütleleri toplamına eşit olmalıdır. ” şeklindeki
yasayı özetleyerek, bu alandaki tabuları da yıkmış oluyordu.
1870’lerde Antoine Laurent de
Lavoisier tarafından kullanılan laboratuar
malzemeleri
Çalışmalarım sürdüren Fransız
kimyager, solunum sırasında oksijen alınıp, karbondioksit verildiğini
belirledi. Nefes almanın karbon ve hidrojenin yavaş yanmasıyla meydana geldiği
ve bunun mum veya gaz lambasındaki yanmanın benzeri olduğunu ortaya çıkaran
Lavoisier, kullandığı kalorimetrelerle kimyevi reaksiyonların ısısını ölçtü.
Bunlarla da kalmadı ve calx adlı kızarıklıkların da hava-metal birleşimiyle
oluştuğunu keşfetti. Cahdarın oluştuğu reaksiyonlar sırasında sonradan oksijen
ismini verdiği bir gaz çıktığını tespit etti. Daha önce oksijeni keşfederek ona
‘yetkin gaz’ adını veren ünlü kimyager Priestley’le Paris’te buluştu. Ondan
cıva oksit üzerindeki deneyleri sırasında bulduğu bu “yetkin gaz”ın özelliklerini
dinledikten sonra, Priestley’in deneylerini sürdürdü. Ancak Lavoisier, yanmadan
sonra oluşan cıva oksidi (calx) tarttıktan sonra Priestley’den bir adım daha
ileri giderek cıva oksidi daha fazla ısıttı. Kora dönüşen kırmızı oksidin
giderek yok olmaya yüz tuttuğunu, geriye cıva taneciğiyle bir miktar ‘elastik
akacı’ kaldığını saptadı. Elde kalan bu madde, Priestley’in ‘yetkin gaz’ diye
isimlendirdiği maddeydi. Kapta kalan bu maddenin ağırlığının, civanın ilk
aşamada ısıtılmasında azalan hava ağırlığıyla eşit olduğunu belirledi.
Oksijenin keşfi de yanma- oksitlenme olayının bilimsel olarak açıklanmasını
sağladı: “Yanma, yanan maddenin phologiston salmasıyla değil, oksijenle
birleşmesiyle gerçekleşir. ”
Başta önemsenmeyen bu kuram,
Cavendish’in, suyun iki gazın birleşmesiyle oluştuğuna ilişkin deney
sonuçlarını açıklamasıyla, bilim çevrelerinin dikkatini çekti. Cavendish,
deneylerinde asitlerin metal üzerindeki etkisi neticesinde ‘yanıcı’ bir gaz
elde etmiş, bunu phologiston sanmıştı.
Bu açıdan oksijeni ilk keşfeden
Lavoisier değildi; ama bu gazın gerçek önemini ilk kavrayan kişi oydu.
Lavoisier, ulaştığı sonucu Bilim Akademisi’ne bir bildiriyle sunduğunda da
Priestley ve Cavendish’in katkılarından tek kelime dahi söz etmedi.
Lavoisier, ayrıca bir maddenin mutlaka
katı, sıvı ve gaz hallerinden birinde olduğunu ilk ortaya atan kişiydi.
Deneylerinde havayı analiz ederek azotla-oksijeni ayırdı. En gelişmiş
laboratuarında hidrojeni yakmayı başaran Lavoisier, bunun neticesinde de su
elde etti. Kimyevi İsimlendirme Metodu’nu geliştirdi.
Aslına bakılırsa Lavoisier, ne
yeni kimyasal bir nesne, ne de yeni kimyasal bir olgu keşfetmişti. Yaptığı
sadece başkalarının bulduğu nesne ve olguları açıklamak, kimyasal bileşime
açıklık getiren bir kuram oluşturmak, kimyasal nesneleri adlandırmada yeni ve
işler bir sistem kurmaktı.
Ancak 1789’da yayımlanan
‘Kimyanın Elementleri’ (Traite Elementaire de Chimie) adlı yapıtı, kendi
alanında, Newton’un Principia’sı oldu. Newton modern fiziğin temelini atarken,
o da modern kimyanın temelini atmış oluyordu. NOTLAR
• 26
Ağustos 1743’te Paris’te doğdu, 8 Mayıs 1794’te Paris Devrim Meydanı’nda
giyotinle idam edildi.
• Fransa’nın
köklü bir reforma ihtiyacı olduğuna inandığından, Fransız Devrimi sırasında da
aktif şekilde siyasetin içinde yer aldı.
• 1771’de
evlendiğinde eşi Paulze henüz 13 yaşındaydı.
• Babası
1772’de kendisine soyluluk unvanı satın aldı.
• 1789
Fransız İhtilali’nde ülkenin mâliyesi ve ekonomik kaynakları hakkında bir rapor
hazırlayarak ölçü sisteminde metrik birimlerin kullanılmasında da önemli rol
oynadı.
• Kütlenin
Korunumu Yasası’m deneysel olarak kanıtladı.
• Solunum
sırasında oksijen alınıp, karbondioksit verildiğini belirledi.
• Oksijeni
ilk keşfeden olmasa da, bu gazın gerçek önemini ilk kavrayan kişi oldu.
• Yanma-oksitlenme
olayını “Yanma, yanan maddenin ‘gizemli bir madde’ salmasıyla değil, oksijenle
birleşmesiyle gerçekleşir. ” şeklinde açıkladı.
Aşıyı bulup, çiçek hastalığının
kökünü kazıdı; bağışıklık fikrinin babası oldu / EDYVARD JENNER
(1749-1823)
“Gelecek kuşaklar tarihe
baktıklarında, baş belası bir çiçek hastalığı olduğunu ve bunun kökünün senin
tarafından kazındığını okuyacaklar. ” Thomas Jefferson’ın 1806’da Edward
Jenner’a yazdığı mektuptan
O çocukların, hatta bazen
yetişkinlerin de, korkulu rüyası olan enjeksiyonu eline alan ilk isim olmuştu.
Bir diğer deyişle; “Sus, bak iğneci amca geliyor!”cuların da ilham kaynağı!
Evet, bugün başta çiçek aşısı olmak üzere onun gibi bulaşıcı hastalıkları
önlemek ve bu hastalıklara karşı bağışıklık kazandırmak için uygulanan “aşı
yöntemini” ilk uygulayan, İngiliz Doktor Edwar Jenner’dı. Aşıyı ilk olarak
çiçek hastaları üzerinden deneyen Jenner, Osmanli da kendisi doğmadan çok
önceleri uygulanmakta olan çiçek hastalığı tedavisini, bilimsel yöntemle veya
diğer adıyla, aşı ile sağlayarak tıp dünyasında yeni bir sayfa açan isim
olmuştu.
Her ne kadar çiçek aşısını ilk
bulan kişi olmasa da bu tedaviyi bilimsel bir yöntemle ilk kez uygulayan
Jenner, önce Avrupa’da ardından da Amerika’da yöntemin gelişmesini sağlayarak
milyonlarca kişinin hayatını kurtardı. Bu anlamı ile eli iğneli bir kahraman
olarak da isimlendirilebilirdi!
Küçük yaşta babasını yitiren
Jenner’ı, yine bir papaz olan ağabeyi büyüttü. İlköğrenimini Gloucestershire’de
tamamlayan Jenner, ardından bir cerrahın yanında çalıştı. Londra’ya giderek St.
George Hastanesi’nde dönemin ünlü doktorlarından John Hunter’ın asistanı olarak
çalışmaya başladı. Burada kaldığı iki yıl boyunca biyoloji ve cerrahi üzerine
araştırmalar yapan Jenner, 1773’te Berkeley’e döndü ve doktorluk yapmaya
başladı. Burada bulunduğu dönemde, ileride kendisinin tüm dünyada tanınmasını
sağlayacak çiçek hastalığına yönelik çalışmalarına da başlamıştı. 1796’da
Kraliyet Cemiyeti’ne (Royal Society), Sarah Nelmes isimli bir kıza uyguladığı
çiçek aşısının sonuçlarını içeren makalesini gönderdi. Ancak elde ettiği bu
bulgular, Kraliyet Cemiyeti tarafından reddedilecekti.
Jenner’in aşısının ise
yarayacağına hiç kimse ihtimal vermiyor hatta sık sık
kendisi ile dalga geçiliyordu.
Çiçek hastalığı, önüne geçilemez bir felaket
olarak kabullenilmişti adeta.
Çalışmalarından vazgeçmeyen
Jenner, iki yıl sonra kendi yaptığı araştırmalarda elde ettiği sonuçlarla
dönemin Osmanlıcında kullanılmakta olan çiçek hastalığı ve tedavi usulleriyle
ilgili bilgileri derleyerek ‘İnek Çiçeği Hastalığının Sebepleri ve Etkileri
Üzerine Bir İnceleme’ (An Inquiry Into the Causes and Effects of the Variolae
Vaccine) isimli çalışmasını yayınladı. Kitapla birlikte çiçek aşısı üzerine
yaptığı çalışmaları geniş bir alana yayıldı ve önce Avrupa’ya ardından
Amerika’ya ulaştı. Hastalığa karşı geliştirdiği yöntemler ve gerçekleştirdiği
araştırmalar sayesinde bazı ödüller kazandı.
Milyonların katili Çiçeğe dur
dedi...
18. yüzyıl kıta Avrupa’sında
veba, kolera ve verem gibi hastalıkların yanı sıra çiçek hastalığı da can
alıyordu. İngiliz tarihçi Kenneth Warker’ın 1954’de yayınladığı Tıp Tarihi
isimli kitabında belirttiği üzere, o dönemde çiçek salgını, kıta genelinde 60
milyon kişinin canını almıştı! Warker’ın aktardığı istatistiklere göre, her
ülke halkının en az yüzde 80’i er geç çiçek salgınına yakalanıyordu. Bunların
en az dörtte biri de ya ölüyor, ya görme yetisini kaybediyor ya da ‘çiçek
bozuğu’na (çiçek hastalığında ya da su çiçeğinde görülen ufak sivilcelerden
kalan izler) yakalanıyordu. Fransa Kralı XV. Louis de 1774’te çiçek
hastalığından ölmüştü.
18. yüzyıl İngiltere’sinde de
çiçek hastalığının tedavisi yoktu. Hatta birçok aile, çocuklarına daha küçük
yaşlardayken, bu hastalığı hafif şekilde atlatmış başka bir çocuktan aldıkları
mikropları aşılayarak, çocuklarının bu hastalığa yakalanmasını önlemek yerine,
hastalığı hafif geçirmesini sağlama yoluna gidiyordu. Bu şekilde çocuklar ya
ölüyor ya da hayatlarının geri kalanını, bu hastalığı hafif şekilde geçirmiş ve
bağışıklık kazanmış olarak geçiriyorlardı. Ya da dönemin matematikçilerinden
birinin dediği gibi; “Hiçbir anne baba, çiçek hastalığını henüz geçirmemiş
çocuklarını, kendi çocukları olarak görmüyor” idi...
İngiltere’nin Sadbury köyünde
doktorluk yapmakta olan Jenner, sütçü kızların diğer insanlara göre çiçek
hastalığına daha az yakalandığını gözlemlemişti. Meseleyi biraz kurcalayınca bu
kızların daha önce inek çiçek hastalığına yakalanmış olduklarını belirledi.
Hayvancılıkla uğraşan bu kızlar, çiçek hastalığına yakalansalar bile, ya
hastalığı gayet kolay atlatıyor veya herhangi bir ölümcül sonuçla
karşılaşmıyorlardı. Çünkü inek çiçeği hastalığı, insanlara çiçek hastalığına
karşı bağışıklık kazandırıyordu. Bunun üzerine Jenner, 14 Mayıs 1796’da James
Philipps adında 8 yaşındaki bir erkek çocuğuna sol kolundan ‘inek çiçeği’
cerahati verdi. Çocuğu bir süre inek çiçeği hastası olduğu halde bekleten
Jenner, iki ay sonra bu sefer çocuğa çiçek mikrobunu enjekte etti. Sonuç hayli
ilginçti. ‘Aşıladığı’ erkek çocuğu, çiçek hastalığına yakalanmamıştı! Bunun
çiçek hastalığına karşı güvenli bir metot olduğunun anlaşılması üzerine
uygulama yaygınlaştı ve bugün aşılama olarak bilinen ‘vaccination’ başlamış
oldu. İngilizce ‘vaccination’ kelimesi de, çiçek hastalığı ineklerden alınan
örneklerle engellendiği için Latince’de inek anlamına gelen ‘vacca’
kelimesinden türetilmişti.
Kuduz aşısını bulan ünlü bilim
adamı Louis Pasteur, başka hastalıkları önlemek için aşı yöntemini geliştirene
kadar da çiçek, aşılama yoluyla önlenebilen tek hastalık olarak kalacaktı.
Aşılamayı başlatan Jenner ve ondan yaklaşık 100 yıl sonra bunu diğer
hastalıklar için de kullanmaya başlayan Pasteur’ün çalışmaları sayesinde
bağışıklık sisteminin yapısı anlaşıldı; mikroplar ve virüslerle mücadele
yolunda büyük adımlar atıldı.
Çiçek aşısını ilk Osmanlı mı
kullanmıştı?
Jenner, her ne kadar Batı dünyası
tarafından çiçek aşısını bulan ilk kişi olarak lanse edilse de, bu, daha o
doğmadan önce Osmanlı topraklarında uygulanan bir yöntemdi. 1771’de Osmanlı
topraklarına gelen İngiliz elçisi Lord Montague’nun eşi Lady Mary W.
Montague’nun İngiltere’ye gönderdiği mektuplardan da çiçek aşısının Müslüman
Türkler tarafından bulunduğu anlaşılıyordu. Üstelik Jenner, çiçek aşısı
üzerinde çalışırken, İstanbul’dayken çocuklarını çiçek hastalığına karşı
aşılatan ve bu teknikten İngiltere’ye yazdığı mektuplarda bahseden Lady
Montague’nun notlarından faydalanmıştı.
Lady Montague, 1717 yılında
İngiltere’nin Osmanlı sefiri olarak tayin edilen eşi Lord Montague ile birlikte
İstanbul’a gelmiş; beraberlerinde 3 yaşındaki oğlunu ve kızını da getiren
Montague ailesi, Mayıs 1717’de geldiği Osmanlı topraklarında Temmuz 1718’e
kadar kalmıştı. Kocasının görevi sayesinde gezdiği yerleri ve burada müşahede
ettiklerini yazma gibi bir alışkanlığı olan Lady Montague, İstanbul’dayken de
bir Osmanlı kadını gibi giyiniyor, Türk mahallelerini geziyor ve halkla yakın
diyalog kuruyor; aldığı bilgileri ve gördüklerini ise hem kocasına aktarıyor
hem de İngiltere’deki dostlarına yazdığı mektuplarında dile getiriyordu.
Mektupları dünya edebiyat tarihine ‘Montague’nun Mektupları’ (Montague’s
letters) olarak aktarılan İngiliz hanımefendisi, çiçek hastalığı ve Osmanlı’da
bu hastalığa karşı uygulanan yöntemleri şöyle aktarıyordu:
Edward Jenner’i çiçek aşısını
denerken resmeden bir çalışma.
“Bu topraklarda kimse aşıdan
ölmüyor. Ben bu yöntemin iyi olduğuna karar verdiğim için aynısını kendi
çocuğuma da yaptırdım. Ülkemi çok sevdiğimden aynı yöntemin bizde de
uygulanmasını istiyorum. Doktorlarımızın, insanlığın iyiliği için kendilerinden
fedakârlıkta bulunarak bu yönde çalışmalar yapacaklarına inansam, yöntemi
ayrıntılı bir şekilde yazmaktan çekinmezdim. Ancak onları kızdırmaktan
korkuyorum; zira kendileriyle iyi geçinmemek çok tehlikeli bir durumdur. Eğer
İngiltere’ye dönersem, onlara karşı bir savaş açacağım. ”
Londra’ya dönmeden hemen önce
çocuklarını çiçek hastalığına karşı aşılatan Lady Montague, tarihte çiçek aşısı
yaptıran ilk İngiliz oluyordu. İngiltere’ye döndüğünde mektubunda yazdığı gibi
çiçek hastalığının aşısının bütün İngiltere’de uygulanması için çaba gösteren
Montague, Londra’ya geldikten sonra sefaret doktoruyla birlikte aşı üzerine ilk
denemelerini yaptı. Ancak bu çabaları fazla bir netice vermedi. Papazlar ve
hatta dönemin bazı tıp uzmanları, onun bu çalışmalarına karşı çıktı. Ünlü
Völtaire de ‘Felsefî Mektuplar’ adlı kitabının 11. mektubunda Lady
Montague’nun, çiçek aşısının İngiltere’de
yaygınlaştırılmasına yönelik
çalışmalarından bahseder.
Donemin gazetelerinde yayınlanan
ve Jenner’in çiçek aşısı ile dalga gecen bir karikatür... Aşıyı olanlarda
boynuzlar çıkıyor...
Buna göre çiçek aşısını ilk kez
uyguladığı savunulan Edward Jenner, aslında çiçek hastalığını bilimsel manada
araştıran ve bu konuda eser yazan ilk kişiydi. ‘İnek Çiçeği Hastalığının
Sebepleri ve Etkileri Üzerine Bir İnceleme’ adlı kitabı, Lady Montague’nun
çiçek aşısından bahsetmesinden 80 yıl sonra, 1798’de yayımlanacaktı.
Jenner, aşıyı Avrupa’da ilk kez
uyguladığında tıpkı Lady Montague gibi zorluklarla karşılaştı. Jenner’m
bulgularına rağmen aşılamanın büyük salgınlara yol açacağı ileri sürüldü. Hatta
aşı olanların ineklerde olduğu gibi boynuz ve kuyruklarının çıkacağı iddiaları
bile ortaya atıldı. Üstüne üstlük Jenner’a karşı faaliyette bulunmak üzere Aşı
Düşmanları Derneği (Anti Vaccanation Society) bile kurulmuştu. Özetle; o
zamanların Avrupa’sında bilim yapmak hiç de kolay değildi!
Alman-Prusya Krallığinda eczacı
ve doktor olan Casper Neuman, tıp alanında yazdığı bir eserinde çiçek aşısından
Türkiye’de kullanılan bir metot’ şeklinde bahsediyordu.
Osmanlı topraklarında çiçek
aşısı, çiçek hastasının genellikle yüzünde çıkan çiçek kabarcıklarından alınan
iltihabın, hastalığa yakalanmamış kişilerin derileri üzerinde açılan küçük
yaraların üzerine sürülmesi yoluyla yapılıyordu. Dolayısıyla Jenner, çiçek
aşısını bulmamış, yeni bir usul ortaya atarak, aşıyı ilk kez bilimsel
metotlarla denemişti. Yine de bu durum, onun, saygıdeğer bir bilim adamı olduğu
ve milyonların hayatını kurtardığı gerçeğini değiştirmeyecekti.
NOTLAR
• 17
Mayıs 1749’da İngiltere”nin Berkeley şehrine bağlı Gloucestershire köyünde
doğdu.
• 26
Ocak 1823’te Berkeley’de öldü.
• Her
ne kadar Batı dünyası tarafından çiçek aşısını bulan ilk kişi olarak lanse
edilse de, çiçek aşısı henüz Jenner doğmadan önce Osmanlı topraklarında
uygulanan bir yöntemdi.
• İneklerden
kaynaklanan çiçek hastalığını aşı ile tedavi edebileceğini öne sürdüğünde,
alaya alındı. Gazetelerde kendisini hicveden karikatürler yayınlandı.
• Çiçek
aşısını denediği insanlar arasında 11 aylık bebeği de vardı.
• Çiçek
aşısını bulunca, pahalı olur ve parası olmayanlar alamaz düşüncesi ile
buluşunun patentini almadı.
• Fosil
toplayıcılığı ve bahçıvanlık ile de ilgiliydi.
Olağanüstü bir sezgi yeteneğine
sahip olan dindar bilim adamı, gözle görülmeyen atomların ve kimyanın
felsefesini yazdı /
JOHN DALTON
(1766 -1844)
“Dalton, birçok kimyasal
fenomeni, kendi teorisi ile açıklığa kavuşturdu. Teorisi kısa zamanda kimyadaki
teorik temellerinden biri oldu. ”
Prof. N. De Leon (Indiana
Üniversitesi)
İngiliz kimyager ve fizikçi John
Dalton, 6 Eylül 1766’ da Cumberland Cockermouth yakınlarında, tipik bir İngiliz
kasabası Eaglesfield’de, Queker mezhebinin bir üyesi olarak dünyaya geldi.
Zira, geçimini dokumacılıkla sağlayan babası, 18. yüzyılda İngiltere’de, dini
inançları nedeniyle silah kullanmayı, askerlik yapmayı ve vergi vermeyi
reddeden ‘Quaker’ mezhebine bağlıydı. Dalton, bir tarikat okulunda öğrenimine
başladı. Okulda dinin yanı sıra matematik, fen ve gramer dersleri de
okutuluyordu. Dalton’un hayatında o günlerde din ve eğitimden başka bir şey
yoktu. Lâkin Küçük Dalton’un bir alanda sergilediği farklılık, ileriki yıllarda
onu oldukça sıradışı bir konuma oturtacaktı. Bu alan matematikti.
Henüz 12 yaşındayken
Cumberland’da bir Quaker okulunu yönetmeye başladı. Evet, yanlış okumadınız,
sadece 12 yaşındaydı. Aslında hukuk veya tıp okumayı planlıyordu, ama ailesi
karşı çıktı. O da 14 yaşında KendaPdaki bir okulda öğretmenliğe başladı. Burada
tam 12 yıl çalışıp, yüzlerce köy çocuğunu eğitti. Bir yandan da matematik ve
bilime olan tutkusu doğrultusunda kendini de yetiştirmeye çalışıyordu. Zira, o
vakitler İngiltere kilisesine bağlı olmayanlar Cambridge ve Oxford
üniversitelerine alınmıyordu. Bu yüzden Presbiteryenler, Manchester’da, hem
papaz adaylarına hem de halktan kişilere üst düzeyde nitelikli öğrenim imkanı
sunmak için New College’ı kurdular. Dalton, bilimsel bilgisinin çoğunu borçlu
olduğu kör filozof John Gough sayesinde Manchester Akademisi’ne matematik ve
doğa felsefesi öğretmeni olarak atandı. Fırsat buldukça matematik ve kimya
konularında özel dersler verdi. Üstelik kimya üzerine fazla deneyimi olmamasına
rağmen. Daha sonra felsefeye merak salan Dalton, Manchester Edebiyat ve Felsefe
Derneği’nin sekreterliğine getirildi. Matematik ve kimyayı halka açtı. 1817’de
çok sevdiği Felsefe Derneği’nin başkanlığına getirildi. Yaşamının sonuna kadar
bu görevde kaldı.
Gizemli ışıkların sırrını çözdü
Öğretmenliğinin ilk dönemlerinde
mensubu olduğu Quaker cemaatinin saygın bir üyesinin etkisiyle meteorolojiyle
ilgilenmeye başlamıştı. 1787’de, yaşadığı göl bölgesindeki iklim
değişikliklerini incelemeye ve kayıt tutmaya başladı. Günlük bir gazetede de
hava tahminleri üzerine yazıyordu. Kayıt tutma işlemini hayatının sonuna kadar
aksatmadan sürdürdü. Çünkü meteorolojide bir sonuca ulaşabilmek için kayıt ve
sürekliliğin önemli olduğunu anlamıştı. Bu görevini, ölümüne dek, 40 yıl
boyunca büyük bir özenle sürdürdü. Tam 200 binin üzerinde kayıt tuttu. Bu
kayıtlardan yola çıkarak 1793’te ‘Meteorolojiye ilişkin Gözlemler ve Makaleler’
(Meteorological Observations and Essays) isimli kitabını yayımlayacaktı.
Dalton, meteorolojik
araştırmaları sonunda, alize rüzgarlarının, yerin kendi çevresindeki dönme
hareketinin ve sıcaklık farklılıklarının etkisiyle oluştuğunu açıkladı. Fakat
bu kuram daha önce 1735’te George Hadley tarafından öne sürülmüştü. Dalton,
aynı şeyi ikinci kez keşfetmişti farkında olmadan. Barometre (basınç ölçer),
termometre (sıcaklık ölçer) higrometre (nem ölçer), yağmur bulutlarının
oluşumu, atmosfer neminin yapısı, dağılımı ve buharlaşması ile çiy noktası
kavramı üzerine makaleler yazdı. Yağmurun, atmosfer basıncındaki değişikliklerden
değil, sıcaklığın düşmesinden kaynaklandığını ilk kez Dalton belirledi. Suyun
yoğunluğunun en yüksek olduğu sıcaklığı +5,80C olarak saptadı (Bu değer daha
sonraları 3,970C olarak düzeltilecekti.) Ayrıca, kendisinde ve kardeşinde
bulunan renk körlüğü üzerine, başka bilim adamlarıyla birlikte incelemeler
yaptı ve ‘Renklerin Görülmesine İlişkin Olağandışı Olgular ’ (Extraordinary
Facts Relating to the Vision of colorsj başlıklı makalesini kaleme aldı. Bu
arada doğa ile iç içe bir ortamda yaşayan Dalton, bitki ve böceklerle de
ilgilenmeyi ihmal etmiyordu.
1787’de gökyüzünde ilginç bir
olaya tanık oldu. Atmosferdeki elektrik çalkantılarının etkisiyle gökyüzünde
oluşan renkli şekiller Dalton’u etkiledi. Dindardı ama hayatında batıl
inançlara asla yer yoktu. Olağanüstü sezgilere sahip olan Dalton, ‘kutup ışığı’
denilen bu olayı araştırmaya yöneldi. Kutup ışıkları araştırmaları sonucunda
yerin magnetikliği (Hareketli elektrik yükleri ile demiri kendine çekebilme)
ile kutup ışınları arasında bir ilişki olması gerektiği sonucuna vardı. Dalton
yanılmamıştı.
Kısmi Basınçlar Yasası’nı buldu
Yaşamı boyunca havadan kopamayan
Dalton, bu sefer gazların neden tekdüze bir karışım sergilediğini merak etmeye
başladı. Bir karışımda karbondioksit gibi ağır bir gazın dibe çökmesine anlam
veremiyordu. Bitmek tükenmek bilmeyen deneyler sonucunda ‘basınçların tikel
teorisi’ diye bilinen bir önermeyi buldu. Buna göre, bir gazın parçacıkları
başka bir gazın parçacıklarına değil, kendi türünden parçacıklara geri itici
davranıyordu. Yani her gaz kütlesi, birbirine uzak aralıklarda devinen
parçacıklardan oluşuyordu.
Dalton aynı deneylerden, gazların
mutlak sıcaklıklarıyla doğru orantılı olarak genleştiklerine ilişkin yasayı
(Charles Yasası) da geliştirdi. Atmosferin yapısına ilişkin araştırmaları
sonucunda ise, kimyasal bileşimin 4 bin 500 metre yüksekliğe kadar sabit
kaldığını buldu. Bu çalışmalar, 1793’te Manchester Üniversitesine öğretim
görevlisi olarak çağrılmasını sağladı. Üniversitede matematik ve fen dersleri
verdi. Manchester Yazım ve Bilim Akademisi’ne üye seçildi.
Yarım asır süren üyelik döneminde
100’den fazla bildiri sundu.
Periyodik Tablo’yu çizdi
O yıllarda kimya sanayinde bir
bileşiğin istenen miktarda üretimi için her bileşen maddeden ne kadar gerekli
olduğunu belirlemek oldukça önemliydi. Dalton, o güne kadar el yordamıyla
çalışan kimya sanayicilerinin minnettar kalacağı bir çalışma yaptı. Bir atomik
ağırlıklar tablosu hazırladı. Dalton, kimi değişik atomların göreceli
ağırlıklarını da belirledi. En hafif madde olarak bilinen hidrojenin atomik
ağırlığını “1” diye işaretledi. Ardından, suyun ayrıştırılmasıyla ortaya çıkan
her parça hidrojene karşılık sekiz parça oksijen olacağını söyleyerek, oksijen
atomlarının hidrojen atomlarından sekiz kat daha ağır olduğunu ileri sürdü. Ama
bu yanlış bir önermeydi. Çünkü oksijenin atomik ağırlığı hidrojeninkinin sekiz
değil on altı katıydı. Dalton suyun H20 değil, HO olduğunu savunuyordu. Ancak
atomların nasıl bir araya gelip, şimdi ‘molekül’ dediğimiz bileşik atomlar
oluşturduğunu gösteren kimyasal simgeler dizgesinde de ilk adımı ona borçlu
olduğumuzu unutmamalıyız. Kimyasal elementlerin gösterimine ilişkin bir
simgeler sitemi geliştirdi ve elementlerin bağıl atom ağırlıklarını saptadıktan
sonra 1803’te bunları bir tablo halinde düzenledi. Dalton, elementlerin
simgelenmesi konusunda, çemberlerden oluşan sembollerin kullanılmasını önerdi.
En sonunda, 1813’te, Jon Jakob Berzelius isimli araştırmacı, elementlerin
adlarının temel alınarak simgelenmesi fikrini ortaya attı. Hâlâ kullanılmakta
olan bu yönteme göre:
* Her
element, 1 ya da 2 harften oluşan bir simgeyle ifade ediliyor ve bu simgenin
ilk harfi her zaman büyük yazılıyor.
* Simgelerde
sıklıkla, elementin İngilizce adının ilk harfi kullanılıyor.
Örneğin: H (Hidrojen: Hydrogen),
C (Karbon: Carbon), N (Azot: Nitrogen)
Bu arada, Dalton’un meşhur atom
teorisi de bu çalışmalar sırasında şekillenmeye başlamıştı bile. En büyük
başarısı, gözle görülmeyen atomlarla ilgiliydi. Tüm elementlerin atom adını
verdiği, bölünemez parçacıklardan oluştuğunu öne süren atom kuramını
geliştirdi.
Dalton’un Atom Teorisi
Çok az sayıda elementin bilindiği
zamanlarda, elementler, Plato’nun Eski Yunanlıların kullandığı toprak-hava-su
ve ateş sembollerinden yaptığı uyarlamalarla simgeleniyordu. Antik Yunan
düşünürleri için toprak, hava, su ve ateş tüm diğer maddeleri oluşturan asal
nesnelerdi. Aristoteles’ten Democritus’a hatta 19. yüzyıla gelinceye kadar bu
düşüncede pek bir ilerleme kaydedilemedi. İlk kez John Dalton modern atom
teorisini geliştirdi. Atom, molekül, element ve bileşiklere ilişkin kimya
alanındaki açılımlar işte bu noktada başladı. Dalton, meşhur atom kuramını
1808’de yayınladığı ‘Kimyasal Felsefenin Yeni Yöntemi’ adlı kitabında açıkladı.
Dalton’un ilk bilimsel atom teorisi olarak kabul edilen kuramı dört varsayıma
dayanıyordu:
Herhangi bir elementin tüm
atomları birbirinin aynıdır.
Bir elementin atomları, başka bir
elementin atomlarından farklıdır.
Bir elementin atomları, başka bir
elementin atomlarıyla birleşerek bileşikler oluşturabilir.
Herhangi bir bileşik, farklı
elementlerinden hep aynı oranda içerir.
Atomlar kimyasal bir süreç ile
üretilemez, daha küçük parçalara bölünemez ve yok edilemez. Kimyasal
reaksiyonlar sadece atomların birbirleriyle nasıl gruplandıklarını değiştirir.
Hemen belirtmeliyiz ki, “Herhangi
bir elementin tüm atomları birbirinin aynıdır. ” şeklindeki önermesi
elementlerin farklı izotoplarının bulunmasıyla çürütülmüştür. İzotopların
proton sayısı aynıdır fakat nötron sayıları farklıdır.
Dalton atom teorisi, kimyasal
değişme konularının da daha iyi tanımlanmasına olanak sağlıyor:
1. Kütlenin korunumu: Bir kimyasal reaksiyonda reaksiyona
giren maddelerin kütleleri toplamı, çıkan maddelerin (ürünlerin) kütleleri
toplamına eşittir.
2. Sabit oranlar yasası: İki element birden fazla bileşik
meydana getiriyorsa, birleşen iki elementin farklı miktarları arasında,
ağırlıkça tam sayılarla ifade edilen basit bir oran bulunur.
ELEMENTS
Hydıo^cn i jStıouMai M «
4f
®<■ 0
Ii.nrn-s ue
C«k*ı« s,
O 0xv*f" ! 0 Iıou so
©
Zıııc ■fo
p! .'H','*"' v t) Q CopiTI .id
0 AJ' 0 f cad Uf»
0 M**™ (S) Sıluv
0 l.ımc ?4 0 Gold M
Soda 78 0 Pl.ıt ma i?
(HD P^Uslı .11 iMnntry 16]
Dalton’un elementleri atom
ağırlıklarına göre sıraladığı liste.
Örneğin: H20 da 2 g hidrojenle 16
g oksijen birleşirken, OH de 1 g hidrojenle 16 g oksijen birleşmiştir. Buradan
her iki bileşikte de aynı miktar oksijenle birleşen 2 g hidrojen ve 1 g
hidrojeni birbirine oranlarsak 2 sayısını elde ederiz.
Dalton’un atom modeline
baktığımızda bazı özellikleri günümüzdeki bilgilerle ters düşmektedir. Çünkü
Dalton’un atom kuramı sonradan yeni buluşların ışığı altında değişikliğe
uğradı. Atomların içi dolu küreler olmadığı, bir elementin atomlarının her
yönüyle bir birinin aynı olmadığı, proton, nötron, elektron, kuark, pimezon
gibi, atomdan daha küçük parçacıkların da bulunduğu anlaşıldı. Üstelik artık
atomun en iç bölümü de değiştiriliyor ve bir atom başka bir atoma
dönüştürülebiliyor.
Ölümüne kadar hiç durmadan
çalışan Dalton, 1882’ de Royal Society’nin üyeliğine seçildi ve 1826’da altın
madalyayla ödüllendirildi. Fransız Bilimler Akademisinin muhabir üyeliğine
kabul edildi. İngiliz Bilim Geliştirme Derneğinin kurucu üyeliğini de yapan
Dalton, 27 Temmuz 1844’te yaşamını yitirdi.
NOTLAR
• Çalışmalarıyla
kimya matematiksel bir nitelik kazandı, hatta fizikle birleşti. Atom enerjisine
ilişkin buluşların kökenindeki payı büyüktür. Maddenin elektriksel olduğu
düşüncesini de ona borçluyuz.
• Çok
az dostu vardı. Hiç evlenmedi. Hayatının tamamını bilimsel sorunlara çözüm
bulmaya adadı. Bununla birlikte kendi döneminde Londra’da yapılan defileleri de
kaçırmadığı biliniyor!
• Bir
ödül töreninde kralın önüne protokol gereği renkli diz bağı, tokalı ayakkabı,
elinde kılıçla çıkması gerekiyordu. Ancak mensubu olduğu Quaker tarikatı buna
izin vermiyordu. Bir süre önce Oxford Üniversitesi’nce kendisine giydirilen
onur cübbesini giyerek durumu kurtardı. Cübbenin yakasının kırmızı olması da
sorun olacaktı ancak, Dalton için yaka kırmızı değil, yeşildi. Çünkü o bir renk
körüydü.
• Bir
keşfi de kendi hastalığıyla ilgiliydi. Tıp diline ‘daltonizm’ adı ile geçen
renk körlüğü hakkında yaptığı araştırmalarla da tanınıyor.
• Titiz
bir bilim adamıydı. Her zaman, başkalarının vardığı sonuçları kabul edip
uygulamaya geçmeden önce, doğruluğunu kendisi de kanıtlar, işini sağlama
alırdı.
• Çalışmaları
‘Kimyasal Felsefenin Yeni Sistemi ’ (New System of Chemical Philosophy) adlı
yapıtında toplandı.
Fizik ve matematik formülü bile
yazamazken bilimin öncüleri arasına girdi.
Elektriği günlük yaşamda ilk defa
o kullandı / MICHAEL FARADAY
(1791-1867)
“Başarı için gereken 5 temel
beceri; konsantrasyon, ayırd etme gücü, organizasyon,
yenilikçilik ve iletişimdir. ”
Michael Faraday
Aslına bakarsanız, Bilim
tarihinde “Elektriği kim buldu?” sorusuna verilecek net bir yanıt yoktur. Ancak
insanlık tarihinin ilk filozofu kabul edilen, Aydın’ın antik kenti Milet’te
doğmuş olan Thales, doğayla ilgili araştırmalar yaparken, kehribarın yünle
ovulduğunda tüy ve saman gibi hafif maddeleri kendine doğru çektiğine şahit
olmuştu; insan vücuduna yaklaştırıldığında ise küçük kıvılcımlar çıkardığını
fark eden ilk kişiydi. Thales’in farkına vardığı şey, aslında statik
elektrikten başka bir şey değildi. Bugün odamızı aydınlatan, televizyonumuzu,
bilgisayarımızı çalıştıran elektriğin keşfine götürecek yüzlerce yıllık süreç
işte böyle başladı. Modern yaşam koşulları üzerindeki etkisi bakımından, ampulü
bulan Edison ön plana çıksa da, deneysel bilimin yıldızı Michael Faraday’m bu
süreçteki etkisi tartışılmaz. Elektro-kimyadaki deneyleriyle, kendi adıyla
bilinen elektroliz yasalarına ulaştı. Elektrik motorunu icat etti. Bir maddeden
geçen belli miktarda elektrik akımının, o maddenin bileşenlerinde belli
miktarda bir çözülüme yol açtığını gösterdi. Böylece ilk elektrik sayaçlar
üretildi. Benzon ve bütileni keşfetti, ilk paslanmaz çeliği imal etti.
Klor gazını sıvılaştırmayı
başardı. ‘Amper’, ‘elektrot’, ‘anot’, ‘katot’, ‘elektrolit’, ‘iyon’ gibi bu
enerjik dünyanın terimlerini de ona borçluyuz. Maden ocaklarında kullanılan
Davy lambasının geliştirilmesine de katkıda bulunan Faraday’ın yetişme
koşullarına baktığımızda, içinde bulunduğu imkansızlıklara, karanlığa küfretmek
yerine tüm insanlığı aydınlatan bir ışık yaktığına şahit oluyoruz.
Bir kitap okudu, hayatı değişti
Geleceğin bilim adamı, 22 Eylül
1791’de Londra’da yoksul bir ailenin dört çocuğundan biri olarak dünyaya
gelmişti. Babası soğuk demirci, annesi hizmetçiydi. Londra varoşlarında bir
dilim ekmeğe bile muhtaç olan Far aday lar, çocuklarının doğru dürüst bir
eğitim almasını sağlayamamıştı. Küçük Faraday, kilisenin pazar okulunda sadece
okuma, yazma, bir miktar da aritmetik öğrenebildi. Sandemancılar tarikatının
üyesi olan ailesi iş aramak amacıyla İngiltere’nin kuzeyinden 1791 yılının
başında Newington köyüne göç etti. Aile bütçesine katkıda bulunmak zorunda
kalan Faraday, küçük yaşta gazete dağıtıcısı olarak çalışmaya başladı. On üç
yaşında iken bir kitapçının yanına çırak olarak girdi. Kitap ciltleme işini
öğrendi. Ciltlenmek üzere gelen pejmürde kitapların, bir bilim adamının
yetişmesine kapı açacağını kim bilebilirdi ki? Küçük Faraday, ciltlediği
kitapları bilhassa fizik kitaplarını büyük bir heves ve arzuyla okumaya
başladı. Bunlardan özellikle ikisi onu derinden etkilemişti. Biri Britannica
Ansiklopedisi, diğeri Jane Marcet’in Kimya Üzerine Söyleşiler isimli kitabıydı.
Britannica’nın kendisine gizemli bir dünyanın kapılarını aralayacağına
inanıyordu. Ansiklopedinin üçüncü baskısındaki elektrik maddesinden çok
etkilendi ve o günden itibaren kimya ve elektrikle ilgilenmeye başladı. İlkel
şartlarda elektrokimya deneyleri yapıyordu.
On dokuz yaşına geldiğinde bilime
olan tutkusu artık dayanılmaz bir hal almıştı. 1812’de yine kitap ciltletmeye
gelen bir müşterinin sağladığı biletle, seçkin bilim adamı Sir Humphrey
Davy’nin Kraliyet Enstitüsü’nde düzenlenen konferanslarına katıldı. Faraday,
konferans salonundan dışarı çıktığında kafasında tek bir düşünce vardı: Bu
sihirli dünyanın bir parçası olacaktı. Dönüşü olmayan bir yola giren genç adam,
deneylerine ilişkin verileri bir kitapta toplayarak, asistanlık için Davy’ye
başvurdu. Yanıt olumsuzdu. Bir süre sonra Kraliyet Enstitüsünden bir asistanın
atılması, işsiz Faraday’ın şansını döndürecekti. Davy, Faraday’ı göreve
çağırdı. Otuz şilin haftalıkla asistan olarak mineraller koleksiyonundan
sorumlu olacağı göreve başladı. Bilim uğruna her işi yapmayı göze alan Faraday,
Davy çiftinin İtalya’ya yaptıkları konferans yolculuğunda, protokol görevlisi
olarak görev yaptı. Bu yolculuk sayesinde Amper, Volta, Napoleon ve Alexander
von Humboldt’un da aralarında bulunduğu, zamanın bilim şöhretleri ile tanışma
fırsatı buldu. Bu sayede Davy ile yeni buluşlara da imza atmaya başladı.
Davy elmasın saf karbondan
meydana geldiğini kanıtladığında yanında Faraday vardı. Ustasıyla birlikte,
kömür madenlerinin aydınlatılması için bir lamba geliştirdi. Bu lamba sayesinde
grizu patlamasının önüne geçildi. Kısa sürede yeteneğini ispatlayan Faraday,
ilk yıl içinde, yaptığı deney sonuçlarını yayımladı. Ardından Enstitü’de ders
vermeye başladı.
Eşine Noel hediyesi almadı;
elektrik motorunu icat etti
Faraday, 1821’de hayatının
kadınını buldu. Onu ömrü boyunca mutlu edecek olan Sarah Bamard ile evlendi.
Zaten büyük buluşları da, “Her başarılı erkeğin ardında bir kadın vardır.”
sözünü doğrularcasına, bu evlilikten sonra gelmeye başladı. O yıllarda bilim
adamları çalışmalarını elektrik üzerinde yoğunlaştırmıştı. Volta, elektrik
pilini geliştirmiş, Orsted 1820’de bir telden geçen elektrik akımının tel
çevresinde manyetik bir alan oluşturduğunu bulmuştu. Fransız fizikçi Amper de
tel çevresinde oluşan manyetik kuvvetin dairesel olduğunu ispatlamıştı.
Elektrik enerjisinden manyetizma üretildiğinden bu yana fen adamları,
manyetizmadan elektrik enerjisi elde edilip edilemeyeceğini sorguluyordu.
Cevabını aradıkları en büyük soru buydu. Bulmak ise Faraday’a kısmet olacaktı.
Bu karmaşık mesele üzerinde çalışmalarını yoğunlaştıran Faraday, bir mıknatıs
etrafında tersine karşılıklı dönebilen bir kablo sistemi geliştirdi. Böylece
ilk defa elektrik enerjisi mekanik enerjiye dönüştürülmüş oldu. Far aday’m ilk
bilimsel keşfi, elektrik motorlarının esası kabul edildi. Faraday, buluşundan
ilk önce, yeni evlendiği eşini haberdar etti. Daha doğrusu bu müthiş buluşu ona
Noel hediyesi olarak sundu. Fizik ve kimya kadar kadın ruhundan da iyi anlayan
Faraday, bunun için özel bir plan hazırladı. Noel sabahı eşi Sarah Bamard’ı
Kraliyet
Enstitüsü’ne götürdü. Bayan
Faraday’ın karşısında Noel hediyesi olarak elektrik akımıyla sürekli mekanik
devinim sağlayan bir düzenek duruyordu. Oyuncaklardan, büyük elektrikli tren
lokomotiflerindeki makinelere varıncaya kadar, bildiğimiz elektrik motorlarının
ortaya konmuş ilk örneğiydi bu hediye. Faraday aslında bu hediyeyi yalnızca
eşine değil, tüm dünyaya vermişti.
Bilim çevrelerindeki popülerliği
hızla artan genç alim, yeniden kimyaya yöneldi. Karbondioksit ve sülfikhidrit
gibi gazları sıvılaştırmayı başardı. Havagazından benzolü, kauçuktan dipenteni
ayırmayı başardı. Hocası Davy’nin yerine, Kraliyet Enstitüsü Müdürlüğü’ne
yükseldi. İki yıl sonra hiç yüksek öğrenim görmeyen Faraday’a, yeni oluşturulan
kimya kürsüsü verilmişti! 1823’te Kraliyet Bilim Akademisi üyeliğine seçildi.
Kitap ciltlediği günlerde zengin bir müşterinin sağladığı biletle Londra’daki
konferansa gelebildiğini hatırlayan Faraday, bilimi halka indirdi. ‘Cuma akşamı
konferansları’ (Friday Evening Discourses) başlıklı bilimsel sohbet
toplantıları düzenlemeye başladı. İlginç deneylerin yapıldığı konferansları her
defasında heyecanlı bir topluluk izliyordu. Kraliyet Enstitüsü’nde halk için
düzenlediği yıllık konferans ve dersler ise geleneksel hale geldi. Bu uygulama,
günümüzde de devam etmekte.
Faraday’m kanunları hayatımızı
değiştirdi
On yıl boyunca kimya alanında
yoğunlaşan Faraday, kırkında yeniden elektriğe döndü. Elektro-kimya alanındaki
çalışmasıyla yetinseydi bile, bilim tarihinde önemli bir yeri olacaktı. Ancak
bilimin öncüleri arasına girmesini sağlayan asıl başarısı, elektromanyetik
konusundaki buluşuydu. Elektriğin kimyasal etkileri üzerinde araştırmalar
yaparken kendi adıyla anılacak kanunları buldu. Faraday Kanunları’nın en
önemlisi, bir maddeden geçen elektrik miktarıyla o maddeden ayrılan
bileşenlerin miktarı arasındaki ilişkiydi. Bunun ortaya koyduğu sonuç,
atomların yalnızca belli miktarlarda elektrikle bağıntılı olmasıydı. Bunun
bilimsel açıklaması ancak yüzyılımızın başında Rutherford’un atomun yapısını
belirlemesiyle verilebilmişti. 19. yüzyılın başlarına gelinceye dek elektriğe
gizemli bir olay gözüyle bakılırken, Faraday ilk kez elektriği bir ‘kuvvet’
olarak niteledi. Önemli deneylerinden birinde mekanik enerjiyi bir mıknatıs
yardımıyla elektriğe dönüştürdü. Böylelikle manyetizmadan elektrik enerjisi
elde etmenin yolunu bulmuştu. İşte bu, elektrik jeneratörlerinin esasını teşkil
edecek adım olmuştu. Araştırmalarını daha da derinleştiren Faraday, iki önemli
buluş daha gerçekleştirdi. Elektriksel kuvvet kimyasal molekülleri, o güne
değin sanıldığı gibi, uzaktan etkileyerek ayrıştırmıyordu. Moleküllerin
ayrışması, iletken bir sıvı ortamdan akım geçmesiyle ortaya çıkıyordu. Ayrışan
madde miktarı, çözeltiden geçen elektrik miktarına doğrudan bağımlıydı. 1839’da
yeni bir kuram daha geliştirerek, iletken maddeleri tanımladı. Faraday,
mıknatıs kutupları arasında döndürdüğü bir bakır yuvarlak ile devamlı bir akım
elde etmeyi de başardı. 1832 ve 1833’te elektrolizin iki temel kanununun
formüllerini buldu. 1840’da ışık enerjisi ile elektromanyetik enerjinin aynı
olduğu kuramını geliştirdi.
Faraday’m kafesi günlük yaşamda
Çılgın bilim adamının buluşları
bunlarla sınırlı değildi tabi ki. Bir de kendi adını verdiği meşhur kafesi var.
Bu kafes, elektriksel iletken metal ile kaplanmış, içteki hacmi dışarıdaki
elektrik alanlardan koruyan bir muhafaza sisteminden oluşuyor. Örneğin
yıldırımlar gibi güçlü elektrik akımları iletkenlerden geçiyor ama içeriye
sıçramıyor. Kafes, aynı zamanda elektromanyetik alanları içeriden dışarıya
geçirmiyor.
Faraday Kafesi, bugün de günlük
hayatın çok farklı noktalarında kullanılıyor. Yanıcı, parlayıcı maddelerin
depolandığı binalar bunların başında geliyor. Binanın dışındaki yüksek
noktalara sivri uçlu (paratoner) metaller yerleştirilir. Bütün iletkenler, bu
sivri metaller yardımıyla toprağa aktarılır. Radyo frekansı yayan cihazlarda
ise cihaz, çevreye parazit radyo sinyalleri yaymasın diye dış metal kılıfından
topraklanır. Gizli bilgilerin muhafaza edildiği, önemli konuşmaların yapıldığı
binaların güvenliği de Faraday Kafesi ile sağlanır. Bina içindeki telsiz
haberleşme sinyallerinin dışarıya sızmasını ve dinlenmesini önlemek için bina
dışına Faraday Kafesi inşa edilir. Radyo-televizyon vericileri, cep telefonu
alıcı verici devreleri gibi radyo frekans amaçlı modülleri kullanan kuruluşlar
da Faraday Kafesi takmak zorunda. Aksi halde bu cihazlar gerek radyo sinyali
olarak, gerekse iletken hatlar üzerinden etrafa parazitler yayar. Elektronik
cihazlar yönetmeliğine göre, bu cihazların kontrol altında tutulması için bu
önlemin alınması zorunlu.
Görüldüğü gibi, deneysel bilimin
prensinin, modern yaşam koşullarının üzerindeki etkisi tartışılmaz. Bir ömre
sığmayacak kadar çok buluşa imza atan Far aday’m bu çalışmalarından bazılarının
değeri o günlerde yeterince kavranamamıştı. Zaten kendisi de buluşlarının
pratik sonuçlarıyla pek ilgilenmiyordu. Dönemin, İngiltere Başbakanı Gladstone,
kendisine dinamonun ne işe yarayabileceğini sorduğunda, esprili üslubuyla
“Bilmiyorum, ama hükümetinizin bir gün ondan vergi alabileceğini
söyleyebilirimdiyecekti.
Peki, doğru dürüst formül bile
yazmasını bilmeyen dahi bilim adamı tüm bunları nasıl başarıyordu? Bilime
getirdiği yeniliklerle döneminin en önemli bilim adamı olan Far aday’m
başarısının sırrı bugüne kadar açıklanamadı. Varoşların yoksul çocuğu Faraday,
1838 yılında, bugünkü Nobel Ödülü’ne eşdeğer sayılabilecek Cobley Madalyasi’nı
aldı. Ancak Royal Society’nin soyluluk unvanını ve başkanlık makamını reddetti.
Asalet unvanını değil, bilim adamı kimliğini tercih etti. Kraliçe Victoria,
bilime yaptığı katkılarından dolayı Faraday’a Hampton Court’ta bir ev
bağışladı. Dur durak bilmeyen bilim adamının sağlığı 1839’da iyice bozuldu.
Altı yıl hastalığıyla mücadele etti. Araştırmalarına 1845’te yeniden
başlayabildiyse de 1855’ten sonra zihinsel gücü iyice zayıfladı. 25 Ağustos
1867’de büyük buluşlarıyla kolaylaştırdığı hayata gözlerini yumdu.
NOTLAR
• Londra’nın
varoşlarından bilimin öncüleri arasına yükseldi. Elektriği, laboratuardan
çıkarıp günlük yaşamda kullandı.
• Elektro-kimyadaki
deneyleriyle, kendi adıyla bilinen elektroliz yasalarını buldu.
Buharın dilini çözdü; Makinelerin
verimini arttırdı ve modern termodinamiğin temellerini attı / NICOLAS LEONARD
SADİ CARNOT
(1796-1832)
“Carnot belki de asrımızın fizik
bilimi alanında yetiştirdiği en parlak beyindi/” Dr. Robert H. Thurston
(Amerikan Makine Mühendisleri Cemiyeti Kurucusu)
İdeal bir ısı makinesinin çalışma
prensibini inceledi. 7sz hareketi’ olarak da bilinen ve ısı ile diğer enerji
şekilleri arasındaki bağıntıları inceleyen termodinamiğin temellerini attı. Yaşamı
oldukça kısa sürdü ama bu onun, bilim dünyasına kendi damgasını vurmasına engel
olamadı. Fransız fizikçinin, 36 yıllık yaşamında bilim dünyasına bıraktığı en
büyük mirası, bugün adıyla anılan ‘Carnot Makinesi’ veya ‘Carnot Çevrimi’
(Carnot Cycle) oldu.
Nicolas Leonard Sadi Carnot, 1
Haziran 1796’da Paris’te soylu bir Fransız ailesinin ilk oğlu olarak dünyaya
geldi. Fransız ordusunda etkili bir asker ve geometrici olan babası Lazare
Nicholas Marguerite Carnot, 1887-1894 yılları arasında Fransa Cumhuriyeti
Cumhurbaşkanı olan Marie François Sadi Carnot’un amcasıydı.
16 yaşma geldiğinde dönemin bilim
alanında seçkin eğitim kurumlarından olan Ecole Polytechnique’e girdi. Claude-
Louis Navier ve Gaspard-Gustave Coriolis gibi çağdaşları ile birlikte Joseph Louis
Gay-Lussac, Simeon Deniş Poisson ve Andre-Marie Ampere gibi ünlü profesörlerden
ders aldı.
Daha önce matematik, fizik,
yabancı diller ve müzik konularında almış olduğu iyi eğitime Ecole
Polytechnique’de bulunduğu 1812-14 yılları arasında analiz, mekanik, tasarı
geometri, kimya gibi dersleri ekledi. Okulda askeri mühendis olarak
yetiştirilmesine rağmen, buhar makinelerinde ısı enerjisinin harekete
dönüştürülmesi daha çok ilgisini çekiyordu. O alan üzerine yoğunlaşmayı tercih
edecekti. 1814’te sınıfının altıncısı olarak mezun oldu ve Metz’de bulunan
Ecole de Genie adlı askerî okula, iki yıl sürecek askeri mühendislik eğitimi
için gönderildi. Mezun olduktan sonra Fransız ordusunda subaylık yapmaya
başladı. Orduda göreve başladığı 1814 yılının Mart ayında Paris kuşatmasında
Vincennes çatışmasının içinde yer
aldı. Metz’de bulunduğu sırada babası, I. Napolyon tarafından İçişleri
Bakanlığına atandı; ancak sadece 100 gün süren II. İkinci Napolyon Dönemi’nde
değişken Fransız siyasetinin kurbanı oldu ve Ekim 1815’te başlayan ‘Restorasyon
Dönemi’ ile birlikte Almanya’ya sürgüne gönderildi. Bir daha da asla dönmedi.
Artık hayatında askerliğe yer yoktu. Ölüm kusan makineleri bir kenara bırakıp,
buhar kusanlarla ilgilenmeye başladı.
Bilim dünyasına yapacağı en büyük
katkısı olan ‘Carnot Çevirimi’ üzerindeki araştırmalarına 1820’lerde
başlamıştı. 1823’te buharın yaptığı mekanik işi veren bir formülü anlattığı
yirmi bir sayfalık bir makale yayınladı. Bir süre sonra, 1824’te ‘Isının
Hareket Ettirici Gücü Üstüne Düşünceler ’ (Reflexions sur la puissance motrice
du feu) adlı kitabını geldi. Kitap, birkaç araştırma notu, buhar makinesinin
mucidi İskoç James Watt’a ait iki bilimsel makalenin çevirisi ve çeşitli
matematik ve fizik derslerine ait notlardan oluşuyordu. Carnot, bu kitabında
hareket enerjisine dönüşen ısı gücünün ve buhar makinelerinde
gerçekleştirilecek gelişmelerin sınırsız olup olmadığını, sonsuza dek yapılıp
yapılamayacağını ortaya koydu. Ancak bu çalışması, tezini ‘kalori kuramına’
dayandırdığı için ölümünden iki yıl sonrasına, Augistin Fresnel’in ‘ışığın
titreşim kuramı’ ile radyasyon yoluyla yayılan ısının ışığa olan benzerliğini
göstereceği 1834’e kadar dikkat çekmedi. Fresnel, bazı eş ısılı olayları
‘kalori kavramı’ ile açıklayamayınca Carnot’u inceledi. Frensel, sürtünmenin
oluşturduğu ısının katı ve sıvılardaki etkilerini inceleyerek ısının bir çeşit
hareket enerjisi olduğunu temel alan ‘kinetik teori’sini belirleyince,
Carnot’un çalışmalarının değeri de anlaşılmış oldu.
Carnot Çevrimi termodinamiğin
ufkunu genişletti
Fransa’da ve kıta Avrupa’sında
Carnot zamanında yaygınlaşmaya başlayan buhar makineleri, her ne kadar kısa bir
sürede yaygınlaşsa da, çalışma prensibi tam olarak anlaşılmamıştı. Verimleri
düşük olan buhar makineleri, ısı enerjisinin yüzde 10’undan fazlasını işe
dönüştüremiyordu. Buna bir çözü yolu bulunmalıydı. Carnot, daha önce Watt
tarafından icat edilmiş olan buhar makinesinin verimini arttırmaya yönelik
çalışmalarına 1824’te başladı. Buhar makinelerinde su buharı yerine cıva buharı
kullanılmasının verimi artıracağını düşünüyordu. Çalışmaları sonunda, verimin
makinede iş gören maddeye bağımlı olmadığını fark etti. Elde ettiği bulgulara
göre makinenin verimi, çalışmakta olduğu iki sınır sıcaklığa; dış vasatın ve
buharın sıcaklığına bağlıydı. Carnot’un, ilk ve tek kitabında bahsettiği ‘buhar
makinelerinin yaptığı iş ile sıcaklıkları arasında bir ilişki olduğu’ kuramı,
ileride enerjinin asla yok olmadığını ve sadece bir türden ötekine dönüştüğünü
öngören termodinamik yasasının temelini oluşturacaktı.
Bir makinenin veriminin, ısı
kaynağı arasındaki sıcaklık farkına bağlı olduğunu keşfeden Carnot, kazan ve
kondansatörün buhar makinesinin temel öğeleri olduğunu ve sıcaklık farkı
olmaksızın buhar makinesinin çalışmasının imkânsız olduğunu belirledi. Makinenin
verimini (işi) artıran üçüncü etkenin ise ısıyı iletecek bir akışkan olduğunu
ortaya koydu. Bu akışkan, buhar makinesinde su buharına tekabül ediyordu.
Carnot, ısınan buharın
yinelenebilir bir çevrim oluşturduğu bir makine/çevrim tasarladı. Tasarımında
ısınan buhar bir pistonu itiyor, yoğunlaşınca da piston geri dönüyordu. Ancak
bu çevirimin, enerjinin bir bölümü her zaman sürtünme yoluyla yitirildiği için,
uygulamada gerçekleşmesi mümkün değildi. Bu açıdan Carnot Makinesi aslında bir
kurgu ve sadece soyut boyutta kalmış bir modeldi. Bu makine modeli ile özdeş
çevrime göre çalışan bir ısı makinesi, yüksek sıcaklıkta aldığı ısıl enerjiyi
en yüksek verimle işe dönüştürüyordu. Bu çevrimde kaybı ‘0’, verim ise ‘V
şeklinde formüle etti.
Carnot’un teorisine göre her
termodinamik sistem özel bir durum içinde var olmaktaydı. Bir ısı makinesi,
enerjinin sıcak bölgeden soğuk bölgeye transfer edilmesini sağlıyor, bu süreç
içerisinde enerjinin bir kısmı mekanik enerjiye (iş) dönüşüyordu. Bu süreç aynı
zamanda tersinden de gerçekleşebilir bir özelliğe sahipti. Carnot, eğer sistem
bir dış kuvvet ile çalıştırılabilir ve bu süreç içinde soğuk sistemden sıcak
sisteme ısı transfer edilirse, bir ısı makinesinden çok bir soğutucu olarak da
faydalanılabileceğini ortaya koydu. Böylece Carnot’un çalışmalarıyla
termodinamiğin ikinci kanunu olarak da bilinen “Isı, sıcak bir yerden daha
soğuk bir yere doğru kendiliğinden akar. Akan ısı miktarının bir kısmını işe
çevirme imkânı mevcuttur. ” kuramı şekillenmiş oluyordu.
Carnot tarafından 1820’lerde
ortaya konan bu çevrim, Emile Clapeyron tarafından 1830 ve 1840’lı yıllarda
geliştirildi. Clausius ve Kelvin gibi başka bilim adamları, Carnot’un
çalışmalarını daha sonra geliştirmişlerse de, buhar makinelerinde yaşanan
sürecin en net şekilde çözümleyen yine Carnot olmuştu.
Carnot çevrimi, termodinamiğin
ikinci yasasının temelini oluşturmakla kalmamış; aynı zamanda Lord Kelvin’ in
termodinamik sıcaklık ölçeğinin ve Clausius’un entropi tanımının da yolunu
açmıştı. Otto ve Diesel çevrimleri (motorları) Carnot çevriminden
faydalanılarak oluşturuldu. Carnot’ un kaleme aldığı tek kitap olan ‘Isının
Hareket
Ettirici Gücü Üstüne Düşünceler’,
bugün hala termodinamik alanında çalışan bilim insanlarına başucu eserlerinden
biridir.
NOTLAR
• Adım
babasının büyük hayranlık duyduğu İranlı şair Sâdi’den aldı.
• Matematik
ve politika ile ilgilenmesinin yanı sıra güzel sanatlarla da meşgul oldu.
• Termodinamiğin
temellerini atan ilk ve tek kitabı 1824’te basıldıktan sonra kısa sürede
tükendi. Çalışmalarını geliştirecek olan Kelvin bile kitabı uzun süre bulamadı.
• Kuramlarıyla
termodinamiğin ikinci yasasının oluşmasını sağladı.
• İlkelerini
takip edenler dizel motorunu geliştirdi.
• 1832’de
koleraya yakalanarak 36 yaşında öldü. Kolera salgını endişesinden dolayı birçok
eşyasıyla birlikte notları da Carnot’la beraber gömüldü.
Bir yolculuğa çıktı, hayata
bakışımızı değiştirdi / CHARLES DARYVIN
(1809 -1882)
“Canlılardan hayatta kalanlar, en
güçlüleri ya da en akıllıları değil; kendilerini değişime
en iyi adapte edenlerdir. ”
Darwin
(Evrim teorisini izah ediyor.)
Kutsal kitaplardan sonra en çok
ses getiren kitap hangisi oldu, diye sorsak, cevap; tartışmasız, doğa bilimci
Charles Darwin’in ‘Türlerin Kökeni’ (Origin of the Species) isimli eseri
olurdu. Zira Darwin, bu eseriyle, insanoğlunun ‘Biz nereden geldik?’ şeklindeki
var oluş hesaplaşmasına iddialı bir cevap vermeye soyunuyor; üstelik bunu,
kabaca ‘maymundan geldik’ demek suretiyle yaparak, tüm insanlığı, ‘din ve
bilim’ çatışmasının kucağına itiyordu.
Darwin’in 1843’te insanoğlunun
zihnine attığı bu el bombasının patlamasından kaynaklanan şok dalgaları dinmiş
değil; dinecek gibi de görünmüyor. Kutsal kitapları referans alanlar; ‘maymun
ile akrabalık’ kurma fikrine tiksinti ile bakarken, evrimciler, dünyanın dört
bir yanında, kendilerini haklı çıkartacak fosil arayışlarına ‘bıkmadan’ devam
ediyor.
Bilim tarihinin bu en tartışmalı
adamının hikayesi, 1809’da İngiltere’de başlamıştı. Ailesi zengindi. 16 yaşma
bastığında, tıp eğitimi almak için Edinburgh Üniversitesi’nin bahçesinde
turluyordu. Ama onun aklı tıpta değil, çiçekte, böcekteydi. Sürekli gözü ve
zihni ile doğayı analiz ederken, bir yandan da ona din adamı olmasını
öğütleyen, başarılı bir hekim olan babasının “Köpeklerle oynamak ve fare yakalamak
dışında bir şey seni ilgilendirmiyor anlaşılan. Ailenin yüz karası olacaksın!”
şeklindeki ikazlarına aldırış etmemeye çalışıyordu. Ailede doğanın harikulade
yapısına kafa yoran sadece genç Charles değildi. Dedesi Erasmus Darwin de
“Nereden geldik?” sorusuna kafa yormuş, bu soruya kısmen evrim alternatifi ile
cevap bulmaya çalışmıştı. Torunu, dedesinden aldığı bayrağı öyle bir yere
dikecekti ki, o bayrak, adeta evrimcilerle yaradılışçılar arasındaki fikir
savaşının startını da verecekti.
Şubat 2007’de İstanbul’da
düzenlenen ‘Yeryüzünde Yaşamın Kökeni’ isimli programa katılan Discovery
Institute’den Dr. Paul Nelson, bilim adamlarının hamamböceklerinden ilham
alarak yaptıkları, ancak onlar kadar verimli ve başarılı işlemekten çok uzak
olan ‘robot böcekler’den söz ederek, “Bu konferansa geldiğinizde girişte böcek
şeklinde bir robot görseydiniz, ‘Bunu kim yaptı?’ diye sorardınız. Peki canlı
böceği görünce neden aynı soruyu sormayalım?” diyerek, evrim teorisine karşı
sıkı bir savunucusu olduğu Akıllı
Tasarım’a atıfta bulunuyordu.
Darmn’in hayatını değiştiren isim
Cambridge’deki öğretim görevlilerinden Joseph S. Henslow oldu. Onunla kurduğu
arkadaşlıkla yeni dünyaların kapısını aralayacaktı. Nitekim bir süre sonra
Henslow’un da yardımıyla, hem kendi hem de bizlerin hayatını oldukça
etkileyecek bir yolculuğa çıktı. Kendisini beş yıl boyunca dünyanın dört bir
yanında dolaştıracak olan kraliyet ailesine ait araştırma gemisi Beagle’ın
güvertesine adım attığı andan itibaren aklında tek bir düşünce vardı. Doğanın
sırlarını çözmek...
Beagle, İngiltere’den demir alıp,
Güney Amerika etrafından dolaşarak Avustralya ve Güney Afrika üzerinden tekrar
İngiltere’ye döndüğünde, aradan tam beş yıl geçmişti ve Darwin’in çantasında
yolculuk boyunca tuttuğu, zooloji ve jeoloji üzerine birbirinden ilginç notlar
vardı. Bu uzun seyahat boyunca değişik coğrafyalarda onlarca canlı türünü
incelemiş, kendince, sürekli aklını kurcalayan var oluş merkezli soruların
cevabını bulmuştu. Patagonya kıyılarında dev deniz kaplumbağalarını, Avustralya
ormanlarında devasa bitkileri incelemiş, binlerce örnek toplamış ve tüm
bunların sonucunda; insan da dahil olmak üzere, canlı türleri arasında bir
evrim zinciri olduğu kanaatine ulaşmıştı. Yolculuk dönüşü zooloji ve jeoloji
konusundaki incelemelerini ve yolculuk günlüğünü yayınlayınca, birden ismi
bilim çevrelerinde parladı. Üstelik bu gezide edindiği bilgiler onu Londra
bilim çevrelerinde saygın bir konuma da getirmişti. Fakat kafasında çok daha
derin düşünceler vardı, şimdiye kadar kabul gören gerçekleri değiştirecek kadar
etkili düşünceler. Gördükleri
ona, türler arasında bir evrim
olduğunu fısıldıyordu, üstelik işin içinde insanoğlu da vardı.
Dünyayı değiştiren kitap:
Türlerin Kökeni
1843 yılında döndüğünde beş
yıllık gözlemlerini paylaşmaya başladı ve bilim çevrelerinin bir numaralı
gündemi oldu. Evrim ve türlerin gelişimi üzerine sergilediği aykırı fikirleri
ile ezberleri bozuyor, dinin yaradılış inancına kafa tutuyordu. Ama asıl
bombayı 1859’ da patlatacaktı. Bu yılda yayınladığı Türlerin Kökeni isimli
kitabı gündeme bomba gibi düşmekle kalmıyor, aynı zamanda yaradılış teorisine
mesafeli biyologların da adeta kutsal kitabına dönüşüyordu. Bu eserini kaleme
alırken Thomas Malthus’un Toplumun Gelecekteki Gelişmesine Etkileri Açısından
Nüfus Üzerine Bir Deneme eserinden de fazlasıyla etkilenmiş olan Darwin,
Malthus’un, insan ve hayvanların üreme tarzlarına dönük fikirlerinden
hareketle, o çok tartışılan Doğal Ayıklanma (Doğal Seleksiyon) tezini
geliştiriyordu. Söyledikleri gayet çarpıcıydı: “Hayvanların belli bir nüfusu
korumaları, zayıf olanların, büyüme yaşma gelmeden ölmesine bağlıdır. Ayakta
kalacabilecek kadar güçlü olanlar; üreme yaşma gelebilir. Sanki bir el,
zayıfları elemektedir. ”
THE ORİGİN OF SPECİES
BY MEANS OF NATURAL SELECTION,
OR THE
Pil ESER VATION OF FAVOURED RACES
IN THE STRUGGLE FOR LIFE.
BY CHARLES DABWIN, M.A.,
FELLOW OF THE ROYAL, OEOLOOICAL,
LINN.EAN, ETC., 8OCIETIE8; AUTHOR OF * JOURNAL OF RESKARCIIES DURING H. M. 8.
BEAGLF.’fl VOYAOE ROUND THE WORLD.*
LONDON:
JOHN MÜRKAY, ALBJflMARLE STREET.
1859.
Tht right nf TransUıtum it
rrtermL
Türlerin Kökeni’nin iç kapak
sayfası.
Darmn’in bu sonuca ulaşmasında
özellikle Gallapagus adalarındaki dev kaplumbağalar ile kuşlar üzerinde yaptığı
gözlemler etkili olmuştu. Buradan kimi canlı türlerinin çevresine uyum
sağlayarak hayatta kaldığı, buna ayak uyduramayanların ise yok olduğu sonucunu
çıkarmıştı. Ona göre bu doğal ayıklanma, evrimin motoruydu. Güçsüzler eleniyor,
hayatta kalanlar, evrim geçirerek yeni ortama uyuyor ve ilerleme devam
ediyordu. Tüm bu mekanizmanın özünde de, ortaya attığı evrim teorisi ile
kendince insanın nasıl ortaya çıktığını cevaplıyordu. Ona göre denklem
çözülmüştü: Organizmalar zamanla değişiyordu. Şu anda yaşayan canlılar, daha
önce yaşayanlardan farklıydı. Önceki birçok canlı çoktan yok olmuştu. Dünyada
sürekli bir değişim söz konusuydu ve canlılar da bunun bir parçasıydı. Zaten
fosiller de bunu destekliyordu. Bütün canlıların ataları ortaktı. Bunlar
zamanla belli kollara ve farklı türlere ayrılmışlardı. Aynı atalardan gelenler
benzerlik gösteriyordu.
Darwin tüm bu teorisini fosiller
üzerine bina ediyordu. ‘Değişimler yavaş ve süreklidir ve çok uzun zaman alır.
Bunu ancak fosil kayıtlarında görebiliriz, hiçbir doğabilimci, türlerdeki ani
değişimleri fosilleri incelemeksizin gözlemleyemez. ’ diyor, bu evrimin
merkezine de doğal seleksiyonu yerleştiriyordu. Darwin durmadı. 1871’ de
yayınladığı ‘İnsanın Türeyişi ve Cinsiyete Mahsus Seçme’ (The Descent of Man
and Selection in Relation to Sex) ile teorilerinde zirveye çıktı! İşte bu
çalışmasında, insan türünün maymun ile ortak atadan gelmiş olduğunu, zamanla
doğal şartlar gereği serpildiğini, bazı organlarının yok olurken, ortama ve
ihtiyaca binaen diğer organlarının gelişmiş olduğunu ve insanoğlunun şimdiki
halini aldığını iddia ediyordu!
Darwin, bu söylemi ile farkında
olmadan, günümüzün kapitalist dünya görüşünün acımasız temel kabullerinden
‘büyük balık küçük balığı yer, ayakta kalmak istiyorsan güçlü olacaksın/
şeklindeki inanışın temellerini de atmış oluyordu. Buna benzer sarsıcı fikirler,
tepki çekmekte gecikmeyecekti. Kilise ayaklandı. Özellikle teoriye felsefi
açıdan karşı çıkanlar, Darwin’i, ırkçılığa kadar gidebilecek bir kapı açmakla
suçluyorlardı. Öyle ki kopan fırtınada ne şeytanlığı ne de şarlatanlığı kaldı.
İngiliz Bilimsel İlerleme Derneği’nin 30 Haziran 1860’ta Oxford’da toplanan
yıllık oturumunda Anglikan Piskoposu Samuel Wilberforce, “Maymunla akrabalık
bağın annen tarafından mı, baban tarafından mı?” diyerek, Darwin’e yönelik en
sert eleştirileri dile getirdi.
Darwin’in fırtınalı hayatı
1882’de sona erse de, ortaya attığı kuramların çıkardığı fırtına tüm şiddetiyle
devam ediyor.
Sadece bir teori
Darwin’in bu teorisi, adı
üzerinde bir teori olmasına rağmen, özellikle batıda ve kısmen de Türkiye’de,
mutlak bir bilimsel gerçeklikmiş gibi lanse edilmeye devam ediyor. Oysa ne
suyun kaldırma kuvveti ne de yerçekimi kanunu gibi doğruluğu ispatlanmıştır!
Kısmen yaradılış teorisinin ve buna paralel Intelligent Design (yaşamın
yaratıcı tarafından gerçekleştirilen akıllı bir tasarım olduğu düşüncesi)
teorisinin de müfredata girdiği Amerika’yı dışarıda tutarsak, teori özellikle
Avrupa’da, okullarda mutlak bir gerçekmiş gibi sunulmaktadır. Peki gerçekten
öyle midir?
Her şeyden önce Darwin’in iddia
ettiği ve teorisinin bel kemiği olarak gösterdiği türden, maymundan insana
geçişi kanıtlayan bir fosil kaydı bulunamamıştır. Kaldı ki birçok biyolojik ve
çevresel faktörün yıpratıcı etkisinden dolayı fosillerin karşılaştırmayı
imkansız kılacak derecede deforme olması, söz konusu takibi zorlaştırmaktadır.
Evrim teorisine göre, bizler,
yani modern insan, üç aşamadan geçerek şu anki yapımıza kavuştuk. Buna göre
milyonlarca yıl öncesinde yaşayan ilk atamız Homo Hibilisler vardı. Ardından
Homo Erektus geldi. Ve son halka olarak da bizler, yani Homo Sapiensler geldik.
Bununla birlikte modern bilimin bu öngörüsünü destekleyecek fosil zinciri
bulunmazken, yanlışlayan birçok fosil bulunmaya devam ediyor. Ve bazı deliller
de, bazı canlı türlerinin bir anda ortaya çıktığına işaret ediyor.
Söz gelimi, evrimin alternatifi
olarak sunulan Akıllı Tasarım’m savunucularından Amerikalı bilim adamı Dr.
David Berlinski, doğal seleksiyonun yeni özellikler yaratan bir mekanizma
olmadığını, zaten ‘yapay seleksiyon’ yoluyla canlılarda gözlemlenen
değişimlerin hiçbir zaman belirli bir sınırı aşamadığını söylüyor ve “Tavukları
ne kadar farklı biçimlerde seleksiyona uğratırsanız uğratın, küp şeklinde
yumurtlamalarını sağlayamazsınız. ” diyerek, ilginç bir örnek veriyor: uUzun
süren sessizlik ve durağanlık dönemlerinden sonra aniden yepyeni canlılar
beliriyor yeryüzünde. Sonra yine sessizlik ve durağanlık ve sonra yeniden
devrimsel değişimler. Bu, Darwinizm ile taban tabana zıt. ”
Her ne kadar kitabımızın Darwin’i
çürütmek gibi bir iddiası olmasa da, bilimsel bir kanıtı olmayan bu teorinin
Kanada ve Amerika’daki birçok Katolik okulunda müfredattan çıkartılmış olduğunu
hatırlatalım. Buna sebep olarak, evrim teorisinin, ispatlanmadığı halde, dini
inanışların yerine Natüralizm olarak tanımlanabilecek bir din tesis etme
yolunda alet edilmesi gösterilmiştir. Bununla birlikte, Darwin’in,
kanıtlanmamış olan bu teorisi ile, bilimden dine, oradan politika ve felsefeye
varıncaya kadar dalgalanmalar yarattığı gerçeği yadsınamaz. Çağdaşı T. H.
Huxley’in, uBiz canlıların oluşumuna ilişkin, doğruluğu olgusal olarak
yoklanabilir bir açıklama arayışı içindeydik. Aradığımızı Türlerin KökenVnde
bulduk. Kutsal kitabın masalımsı açıklaması geçerli olamazdı. Bilimsel görünen
diğer açıklamaları da yeterli bulamıyorduk. Darwin’in kuramı her yönüyle bilimsel
yeterlikte idi.” diyerek, Darwin’i dinlerin yaradılış felsefesine karşı bir
anti¬tez olarak sahaya sürmesinden bu yana, evrimciler ile evrim karşıtları
arasındaki mücadele devam ediyor.
Dile getirdiği iddialar,
Kopernik, Galileo ve Newton gibi bilim adamlarının 16. ve 17. yüzyılda
başlattıkları ve Kopernik Devrimi adıyla anılan devrimin ikinci ve son perdesi
olarak isimlendirilse ve mutlak bir gerçekmiş gibi savunulmaya çalışılsa da,
Darwin’in hayatın oluşumuna dair çizdiği şablon, bir fanteziden öteye geçebilmiş
değil. NOTLAR
• 1831’de
Cambridge’den Teoloji derecesi ile mezun oldu.
• Babası,
ileride din adamı olmasının önüne geçeceği korkusu ile uzun bir süre, Beagle
ile yolculuğa çıkmasını engellemeye çalıştı.
• Beş
yıl boyunca Darwin’i dünyanın etrafında gezdiren geminin adı (Beagle:Tazı),
2003’de Avrupa Uzay Ajansı tarafından Mars’a gönderilen araştırma robotuna
verildi. Robot, Mars yüzeyinde kayboldu.
• 1858’de
doğal seleksiyonla ilgili notlarını yayınladı.
• 1871’de
yayınladığı ‘İnsanın Türeyişi ve Cinsiyete Mahsus Seçme’ (The Descent of Man
and Selection in Relation to Sex) ile ilk kez insanın maymundan geldiğini
ortaya attı. Böylelikle insanoğlunun yaradılıştan itibaren aynı olduğunu
öngören dinlere karşı alternatif bir görüş geliştirmiş oldu.
• Evrim
teorisi, onunla tarihe mal olsa da, bu fikrin patenti kendisinde değildi.
Yunanlı filozoflar Thales, Anaximander, Herakleitus ve Aristo’dan Montesquieu,
Diderot, Buffon ve Lamarc’a varıncaya kadar birçok isim evrim teorisi etrafında
şekillenen farklı görüşler dile getirmişti.
• 1859’de
ortaya attığı iddialar, mutlak bir gerçekmiş gibi lanse edilmeye devam etse de,
günümüzdeki hiçbir bilimsel veri, bir canlı türünün doğal ayıklanma yolu ile
başka bir türe dönüştüğünü/ dönüşebileceğini ispatlayamamıştır.
• Çağımızın
önde gelen evrimcilerinden Oxford Üniversitesi zoologlarından Richard Dawkins,
“Darwin ateistlere entelektüel yönden tam tutarlı ateistler olma şansı
sağladı.” demesine rağmen, Darwin’in kendisi evrim teorisini kaleme aldığı
sırada teist (Tanrı tanır) idi, daha sonraları agnostik (şüpheci) oldu.
Manastıra kapandı, 20 yıl sonra
kalıtımın sırrı ile dışarı çıktı / GREGORY MENDEL
(1822-1884)
“Mendel, ‘kavramsal bir
devrim'yaratmıştı. Mendelizm, 20. asır sonrasının heyecan verici, belki de
korkutucu biyolojisine doğru atılmış bir adımdı. ” Peter J. Bowler, Biyoloji
Tarihçisi
Evet doğruydu. O bir keşişti. Hiç
ara vermeden yirmi yıl bir manastırın bahçesinde insanoğlunun oluşumuna dair
sırların peşinde koştu. 1865’te kalıtım yolu ile anne babanın özelliklerinin
çocuklarına geçtiğine dair üç kanun ortaya atsa da, döneminin yetersiz tıbbi
şartları, iddialarını kanıtlamasına imkan tanımadı. Fikirleri kabul görmeyince
çaresizlik içinde öldü. 20. yüzyılın teknolojisi, kalıtım ve genlerle ilgili
fikirlerindeki doğruluk payını gözler önüne serdiğinde, kendisinin haberi
olmasa da, tarihe genetik biliminin babası olarak geçiyordu. Her ne kadar bilim
çevreleri, ortaya attığı iddialarla, aslında demek istedikleri arasında fark
olduğunu iddia etse de, Mendel bazı çevreler tarafından ‘evrimin anahtarını
elinde tutan papaz’ olarak tanımlanmış ve şüphesiz ki biyoloji biliminin
üzerine mührünü sıkıca basmıştır.
Adı genetik biliminin atası
olarak tarihe işlenen Gregory Mendel, hayata gözlerini açtığında, ülkesi
Çekoslovakya, Avusturya İmparatorluğu’nun bir parçası, kendisi de, birçok
akranı gibi, fakir bir çiftçi ailesinin çocuğuydu. Dönemin şartları,
sefillikten yırtmak için eğitimden başka çıkış yolu tanımıyordu. Tarlalarda ter
dökmek Mendel’e cazip gelmemiş olsa gerek, tüm benliği ile kendini okumaya
vermiş, icabında boğazından kesmiş, ama eğitiminden taviz vermemişti. Ta ki,
yüksek öğretime kadar. Zihin dünyası ile tamamen botanik bilimine kitlenmiş
olan Mendel’in fikir dünyası zengin olsa da, cebi için aynı şey söylenemezdi.
Öyle ki, kız kardeşi çeyizini bile kardeşinin eğitimi için gözden çıkarmaktan
kaçınmasa da, Mendel için yüksek eğitim, aşılmaz bir Çin Şeddi idi adeta. Peki
pes edecek miydi? Tabi ki hayır. O da bu kitapta kendine yer bulan birçokları
gibi soluğu, dinin huzur ve de aynı zamanda zihinsel faaliyetler için
fazlasıyla imkan, en azından zaman veren dünyasında alacaktı. Mademki botaniğe
meraklıydı, o halde, Avusturya’daki, botanik müzesi, bahçe bitkileri ve zengin
kitaplığıyla ünlü Brünn Manastırı’ndan daha ideal bir çalışma ortamı olamazdı.
Yirmibeşinde papaz olan Mendel,
birkaç kez denese de üniversite eğitimi almaya hak kazanamaz. Zira, her
defasında sınav kurulunda, özelikle kalıtım ve evrimle ilgili olarak
seslendirdiği aykırı görüşler, kapıların yüzüne kapanmasına yol açmaktadır.
Ümitsizlik içinde tekrar manastır bahçesine kapanır. Mademki kendisine bir
eğitim dünyası sunulmuyordur, o halde kendisi bir dünya kuracaktır!
Viyana Üniversitesi’nde bir süre
fizik ve doğal tarih öğrenimi görse de, o biyolojiye aşıktır. Kapandığı
manastırın bahçesi, canlıları incelemesi açısından eşsiz bir ortamdır aslında.
Mendel’in kafasını kurcalayan soru ise, canlılardaki özelliklerin nasıl olup
da, yavrularına geçiyor olduğuydu. Öyle ya, herkes yeni doğan yavruların bir şekilde
anne ya da babaya benzediğini görüyor ama kimse bunun sebebini açıklayamıyordu.
İşte Mendel, bu sebebin peşindeydi. Bir şekilde bunu bulmaya kararlıydı ve
bulacaktı da. 1856’da bir avuç bezelye ile başladığı çalışmalarla yaradılışın
büyük sırlarından birini çözmeye koyulacaktı...
Mendel, evrim teorisinin ilk
teorisyenlerinden Jean Baptiste Lamarck’dan (1744-1829) etkilenmişti ve
kendince onun bulgularının gerçekliğini gösterme heveslisiydi. İlham kaynağı
Lamarck, evrimin yavaş ilerleyen bir süreçle gerçekleştiğini ve birçok neslin
geçmesiyle yepyeni bir türün oluştuğunu söylüyordu. Lamarck’a göre çok uzun bir
sürecin sonunda canlılar, bugünkü karmaşık ve mükemmel yapılarına kavuşmuştu.
Mendel de süs bitkilerini yabani otlar arasına dikerek gözlemlemeye başladı.
Uzun bitkilerle, kısa bitkileri çaprazlayarak orta boylu bitkiler elde etmeyi
hesaplıyordu. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı. Zira yetiştirdiği bitkilerin
tohumları kuşaktan kuşağa aktarıldıkça sahip oldukları farklı özellikleri
kaybetmiyorlar; bilakis, bu özellikleri ile bir şekilde diğer bitkiler
arasından sıyrılıyorlardı. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın, elde ettiği hep uzun
boylu bitkiler oluyordu. Peki neden böyle oluyordu? Bu soruya zihin yoran
Mendel, doğadaki bazı temel kalıtım birimlerinin, diğerlerine nazaran daha
güçlü olabileceğini düşünmeye başladı. Kalıtımın sihirli dünyasıyla ilgili
sisler dağılmaya başlamıştı.
Birbirinden farklı özelliklere
ait 22 çeşit bezelyeyi, çaprazlama- adını verdiği teknik ile birbiri ile
dölledi. Bu arada birçok başarısızlık yaşasa da bezelyelerin ardından aynı
çalışmaları fareler üzerinde de yapmaya başlamış ve bir süre sonra deneklerin
kalıtsal özelliklerinin her seferinde belli bir oranda döllerine geçtiğini
görmüştü. Artık kafasındaki kalıtım kanunları ete kemiğe bürünmeye başlamıştı.
Kalıtımda, insan vücudundaki
sihirli bir şey rol oynuyordu. Döneminde gen ve kromozom gibi kavramlar henüz
bilinmediği için kendisinin ‘faktör’ olarak adlandırdığı birimlerle, kuşaklar
arası özelliklerin nakledildiği sonucuna ulaştı. Her ne kadar kendisi on yıl
süren bu çalışmalarını ‘Bitki Melezleri ile Çalışmalar’ (Versuche Über
Pflanzenhybriden) başlığı ile yayınlasa da, ilginçtir, bu eseri hayatta olduğu
sürece hiç ses getirmedi. Dolayısıyla onun için de ‘öldükten sonra heykeli
dikilen adamlardan’ biri demek, yanlış olmayacaktı.
Mendel, istatistiki rakamlarla da
desteklediği bulgularını şöyle özetliyordu: Asırlar boyunca, kalıtımın,
çocuklarda, anne ve babanın karakterlerinin bir karışımı olarak ortaya
çıktığına inanılıyordu. Oysa kalıtımsal özellikler gelecek kuşaklara tesadüfen geçmez.
Temel kalıtım birimleri (gen yerine kullandığı ifade) birbirlerine karışmadan
temel özelliklerini korurlar. Bu öğelerin bazıları baskın (dominant), bazıları
ise çekiniktir (resesif). Çiftleşen bireylerin çocuklarına aktardıkları
birimlerin birbirine göre baskın ya da çekinik olma durumları, çocuğun kalıtsal
özelliklerini belirler.
Mendel’in bu bulguları, ölümü ile
birlikte derin bir uykuya daldı. Ölümünden 16 yıl sonra, Avusturya’da E. Yon
Tschermak, Hollanda’da H. De
Vries ve Almanya’da Cari Erich Correns isimli üç biyolog, birbirlerinden
habersiz olarak farklı bitki türleri üzerinde yaptıkları araştırmalarla Mendel
ile aynı sonuca ulaştıklarında, Mendel de bilim tarihinde hak ettiği yeri almış
oluyordu. Üçlü, bulgularını, ustalarının adı ile; Mendel Yasaları adı altında
toplayarak, literatüre soktuklarında, insanoğlu bir bilinmeyeni daha geride
bırakıyordu.
İlerleyen yıllarda biyologların
böcek, balık, kuş ve memeliler üzerinde yaptıkları benzer çalışmalar ve
ardından da gen biliminin ortaya çıkması, Mendel’in kalıtıma dönük bulgularını
kesin olarak ispatlamıştı. Günümüzde ise genetik mühendisleri, ustaları
Mendel’in izini sürerken, büyük ustanın şu sözleri bilim koridorlarında yankı
bulmaya devam ediyor: “En basit bitkilerde bile arzu edilen özellikleri
sağlayan genler; diğerlerine göre daha baskın. Bu yüzden insanlığın kötülüğe
evrileceğim düşünüp kötümserliğe kapılmak yerine; iyiliğin, kötülüğe baskın
geleceğine emin olup, umutlarımızı tekrardan yeşertmemiz daha akla uygundur...”
NOTLAR
• Çalışmaları
ve keşifleri kendisi hayatta iken hiç kimsenin dikkatini çekmemiş olsa da,
(Birçok bilim adamına tezlerini anlatmış ve birçok makalesi yayınlanmış olsa
da, muhatapları, sonuçlarını kesinleyen istatistik bilimine yabancı oldukları
için söyledikleri havada kalmıştı.) ölümünden sonra doğrulanan bulguları ile
modern genetiğin temellerini atmış oldu.
• Doğa
aşkı ile kendince yaratıcı güç olarak gördüğü doğanın sırlarını çözmeye
soyundu.
• Meteoroloji,
arıcılık ve itfaiyeciliğin yanı sıra Darwin’in evrim teorisi ile de ilgilendi.
Havayla ilgili gözlemleri Avusturya-Macaristan Doğa Bilimleri Cemiyeti’nin
dergisinde yayınlanmıştı
• Bilimde
çığır açan iddialarını test etmek için bezelyeleri kullandı. Zira bezelyeler,
kalıtımın esrarengiz ilkelerinin çözülebilmesi açısından en uygun bitkiydi.
Yedi farklı fenotipik (genetik) karakteri olması, Mendel’in çalışmalarını
zenginleştirmişti.
• Deneyleri
için 28 bin bitki yetiştirmek zorunda kalmış, bunu da “Evrimin tarihi ile
ilgili eşiği geçmek için cesaret verici işlere soyunmak gerekir” diyerek
açıklamıştı.
Bir kölenin torunuydu; insanlığı
kuduz belasından kurtardı / LOUIS PASTEUR
(1822-1895)
“Hiç kuşkum yok ki, bilim ve
barış; cehalet ve savaşı yok edecektir. Ulusların yıkmak, yok etmek için değil,
yaşamı yüceltmek için birleşeceğine, geleceğimizi bu yolda, uğraş verenlere
borçlu olacağımıza inanıyorum. ”
Pasteur
Dericilik yaparak zar zor geçinen
ailesinin içinde bulunduğu ekonomik güçlükler onun iyi bir eğitim almasına
engel oldu. Napolyon’un ordusunda astsubay olan babası çılgın kumandanın
düşmesiyle ordudan ayrılmıştı. Fransız Devrimiyle özgürlüğüne kavuşan bir
kölenin torunu olan Louis, kendisi ve kardeşleri için her türlü sıkıntıyı göze
alan ailesini mahcup etmemek için büyük bir özveriyle çalışıyordu. Ancak,
okulun gelecek vadeden öğrencileri arasında değildi. Sadece resme meraklıydı.
İleride büyük bir bilim adamı olmasa da, belki Picasso gibi bir ressam
olabilirdi. Çizdiği portreler üstün bir yeteneğin yetiştiğinin habercisiydi.
Ancak Louis, 19 yaşında, sanatı bırakıp bilime yönelmeye karar verdiğinde,
kendisi farkında olmasa da insanlık için büyük bir adım atmıştı.
Bilime ilgisini keşfettikten
sonra ünlü eğitim enstitüsü Ecole Normale Superieure’in yolunu tutan Louis,
kısa sürede
hocalarının dikkatini çekmeyi
başardı. Enstitüdeki kimya profesörünün asistanlığını yapmaya başlamıştı. Genç
bilim adamı, gece gündüz demeden çalışıp tartarik asit kristalleri üzerindeki
optik deneyler üzerine yoğunlaştı. Bir süre sonra laboratuardan bilim
çevrelerinin dikkatini çeken buluşlarla çıkınca, dikkatleri üzerine çekmeye
başladı. Çalışmaları Fransız Bilimler Akademisinde değerlendirildi. Bilim
dünyasında tanınmaya başlayan Louis, bir yıl sonra Strasburg Üniversitesine
yardımcı profesör olarak girmiş ve rektörün kızına aşık olmuştu. Rektör’e bir
mektup yazarak kızıyla evlenmek istediğini bildirdi. Bu arada mektubunda, beş
parasız olduğunu da belirtmeyi ihmal etmemişti. Açık yürekliliği ve cesareti
rektörü etkilemiş, olurunu almıştı. Böylece, Marie Laurent’le 1849’da yaşamını
birleştirdi. Bu mutlu beraberlikten dört çocuk dünyaya gelecekti.
Louis, 1854’te Lille Fen
Fakültesinde kimya profesörlüğüne getirildi. Hemen ardından, kurulmasını
istediği araştırma laboratuarının yöneticiliğine atandı. Genç bilim adamı
burada, tüm insanlığın yaşamını etkileyen buluşlara imza attı. Kristaller
üzerindeki çalışmaları sayesinde ‘fermantasyon’u (mayalanma) açıklayan mikrop
teorisini keşfetti. Organik maddelerdeki değişikliklerin gözle görülemeyen
birtakım canlılar tarafından yapıldığını ispatladı. Şarap, bira, süt, meyve
suyunun uzun süre bozulmadan saklanabilmelerini sağlayan ‘pastörizasyon’
yönteminin gelişmesini sağladı. Bugün süt ve şarap sektörleri yüksek cirolarını
bir bakıma Pasteur’e borçlular.
İpekçiliği kurtardı
Fransız bilim adamı, aynı yıllarda
tekstil sektörünü de
kurtaracak bir işe imza atmış, dönemin lokomotif
sektörlerinden ipekçiliği tehdit
eden bir hastalığı ortadan
kaldıran bir karışım geliştirmeyi başarmıştı. Böylelikle ipekçilik de güvenilir
bir üretim teknolojisine kavuşmuş oluyordu. Onun bu gayretleri olmasa,
ipekböcekçiliği bugünkü kadar gelişemeyecek ve belki de ipekten dokunmuş
kıyafetler, çarşı pazarı süsleyemeyecekti.
Ancak Pasteur’ü bilimin öncüleri
arasına yükselten bilimsel çalışmaları bundan sonra başlayacaktı. Pasteur, bakterilerin
ya da mikropların var olduklarına inanıyordu. Bununla birlikte, tıp dünyası
onunla aynı düşüncede değildi. 1800’lü yılların doktorları teorilerine hep
karşı çıktılar. Çünkü o doktor değil, bir mikrobiyolog ve kimyagerdi. Tıpla
ilgili çalışmalar ona mı kalmıştı! Lâkin bilim Pasteur’ü haklı çıkardı. Mikrop
teorisi, özellikle bulaşıcı hastalıkların denetim altına alınması yolunda yeni
araştırmalara imkan verdi. Şarbon, kangren, kan zehirlemesi, loğusa humması
gibi hastalıklar üzerinde araştırmalarını derinleştiren Pasteur, asıl bilimsel
buluşunu, insanlığı tehdit eden kuduza karşı aşı geliştirerek yapacaktı.
1883’te Kopenhag’daki tıp kongresinde kuduzla ilgili deneylerini ve bağışıklık
teorisini açıkladı. Hayvanlar üzerindeki deneylerden olumlu sonuçlar alındı.
Lâkin aşının insanlarda işe yarayıp yaramayacağı bilinmiyordu.
ilk aşınırı yapılmasında tereddüt
etti
O günlerde Joseph Meister adlı
bir çocuk, kuduz bir köpek tarafından on beş yerinden ısırılınca, aşıları
insanlar üzerinde denemenin vaktinin geldiğine karar verildi. Ancak Pasteur,
daha önce insanda denenmemiş bu aşıyı zavallı çocuğun üzerinde denemek
istemiyordu. Geriye kuduza karşı bilinen tek tedavi yöntemi; ışınlan yerin
kızgın bir demirle dağlanması kalıyordu. Zaman daralıyordu. Mikroplar, ışınlan
yerden beyne ulaştığında hiçbir yöntem çocuğu kurtarmaya yetmeyecekti.
Pasteur’ün aşısı uygulanmazsa çocuk her halükarda ölecekti. Çocuğun annesinin
feryatlarına ve meslektaşlarının ısrarına daha fazla direnemeyen Pasteur,
sonunda aşıyı çocuğun vücuduna zerk ettirdi. Sonuç inanılmazdı. Çocuk ölmedi.
Artık kuduza çare bulunmuştu. Bir yıl içinde yaklaşık 2 bin 500 kişi aşılarla
tedavi edilmişti. Tüm dünya bu mucize aşıyı üretmek için seferber oldu. Napoli,
Varşova, Aires, İstanbul, Harkov, Pauda, Palermo, Şamara, Buenos, Moskova,
Vilnada ve Tiflis’te Pasteur’ün yönetiminde kuduz aşısı üretim merkezleri
açıldı.
Tevazuyu asla elden bırakmadı
İnsanlığın başına musallat olan
bu illeti ortadan kaldırması ile elde ettiği üne rağmen, bir bilim adamına
yaraşır bir vakurla, alçakgönüllülüğü hiç elden bırakmadı. Öyle ki Londra’da
katıldığı uluslararası bir tıp kongresinin yapıldığı salona büyük alkışlar
eşliğinde girdikten kısa bir süre sonra kürsüye davet edilince, konuşmasına
asık bir yüzle başlamıştı. “Bu kadar alkış olduğuna göre galiba veliaht prens
de bugün aramızda. Keşke dışarıda bekleseydik, gelişini izleyebilirdik.”
deyince, oturum başkanı, “Hayır sayın Pasteur. Gelen sizsiniz. Herkesin takdir
edip, ayakta alkışladığı sizsiniz.” şeklinde karşılık verecekti.
Kuduz virüsü ise ilk kez, ünlü
bilim adamının ölümünden 67 yıl sonra, 1962’de görüntülenecekti. Pasteur, bu
büyük düşmanını kendi gözleri ile görememiş, ama onu tarihten silmişti.
NOTLAR
• 1760
yılında Mead ve Morgani adlı doktorlar, ilk olarak kuduzun tüm klinik
tespitlerini yaptılar. Ancak kuduza karşı aşıyı bulmak, 123 yıl sonra Pasteur’e
nasip oldu.
Bir mikrobiyolog ve kimyager
olduğu için tıp doktorları onun çalışmalarını görmezden geldi. Hatta kuduza
karşı bulduğu aşının ilk uygulamasını bir doktor yaptı.
Bulduğu kuduz aşısı ilk kez,
kuduz bir köpek tarafından ışınlan Joseph Meister adlı çocukta denendi. Aşı işe
yaradı. Meister ile birlikte insanlık da kurtulmuştu.
Halen dünya genelinde en sık
görülen ölümcül enfeksiyonlar listesinin 10. sırasında yer alan kuduz, 80’den
fazla ülkede her yıl 50-70 bin kişinin ölümüne yol açıyor. Ya Pasteur aşıyı
bulmasaydı?
Küçükken imkansızlıklar içinde
eğitimini tamamlayan ünlü bilim adamı alçak gönüllü, mütevazı bir yaşam sürdü.
Dört çocuğundan üçü küçük
yaşlarında tifo ve benzer bulaşıcı hastalıklar nedeniyle öldü. Geride kalan
oğlu ise 1871’deki savaşta Almanlara esir düştü. Daha sonra kurtuldu ama
Pasteur Almanları hiç affetmedi.
Osmanlı İdaresi tarafından koza
üretimini geliştirme programı çerçevesinde Türkiye’ye davet edilmiş, ama o
kendi yerine, Montpellier Ziraat Mektebi mezunu Kevork Torkomyan’ı göndermiş,
Bursa’daki ilk ipekböcekçiliği okulu Torkomyan’ın idaresinde 1888’de Harir
Darü’t- talimi (İpekçilik Enstitüsü) adıyla açılmıştı.
El sıkmaya karşı alerjisi vardı.
Mikrop kapar endişesi ile, kraliyet ailesi mensupları da dahil, hiç kimse ile
tokalaşmamaya dikkat ederdi.
Manyetizmanın temel kurallarını
açıklamasaydı radyo ve televizyon henüz icat edilmemiş olacaktı / JAMES CLERK
MAXWELL
(1831 -1879)
“Fizik dünyası Maxwell’i tanır.
Ama bilim dünyası dışındakiler; renkli televizyonlarını ya da cep telefonlarını
açanların çok azı, bu teknolojileri mümkün kılan ismin, Maxwell olduğunun
farkındadır. ” Prof. Francis Everitt (Stanford Üniversitesi, Fizik Bölümü)
Newton ve Einstein’dan sonra tüm
zamanların üçüncü büyük fizikçisi olarak tarihe geçti. Genç yaşta öldüğü için
fizikte ileri sürdüğü kuramların kanıtlandığını göremedi. Satürn halkalarının
sayısız küçük parçacıktan oluştuğunu tümüyle kuramsal hesaplarla ortaya koydu.
Gezegene giden Vöyager I ve Vöyager II uzay araçları MaxwelPi 100 yıl sonra
doğruladı.
Adam olacak çocuk geninden belli
olurmuş. Ancak 19. yüzyılda henüz gen teknolojileri bugünkü kadar
ilerlememişti. Yine de küçük James’in davranışlarından ileride büyük bir adam
olacağı belliydi. Akranlarının gözü biberondan başka bir şeyi görmezken James,
kapı, kilit, anahtar, zil gibi şeylerle ilgilenir, yeni bir şey gördüğünde
“Anne, nasıl bir şeydir bu, göster bana.” derdi. Bir başka merakı da, kırlarda
dolaşırken suların akışını, derelerin çizdiği yolları izlemekti. Zaten ünlü
bilim adamının matematik öğretmeni William Hopkins de James’in yaşamında
karşılaştığı en olağanüstü öğrenci olduğunu söylüyordu. Küçük James,
önlenemeyen merakı sayesinde büyüyünce elektriğin ve manyetizmanın temel
kurallarını keşfederek adını tarihe yazdırdı. Hatta 19. yüzyılın en büyük
fizikçisi olmakla kalmadı, tüm çağların sayılı bilim adamlarından biri oldu.
İskoçyalı dahi
matematikçi-fizikçi, 1831 yılının sıcak bir Haziran gününde, Edinburgh’un
tanınmış Maxwell ailesinin tek çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası Edinburgh’un
meşhur avukatlarından biriydi. Ne yazık ki, henüz 8 yaşındayken annesini
kaybetti. Ölünceye kadar birlikte yaşayacağı babasıyla baş başa kaldı. Babası
ona hem annelik hem de babalık yaptı. 8 yaşında okula başladığında, babasının
özenle hazırladığı elbiseleri giyiyordu. Şehirden uzaktaki bir okulda
ilköğrenimini tamamladıktan sonra babası onu üyesi olduğu Edinburgh Kraliyet
Akademisi’ne gönderdi. Burada 3 yıl boyunca matematik ve fizik öğrendi.
Babasının sağladığı imkanlarla her fırsatta Edinburgh Gözlemevi’ne uğrayarak
gezegen ve yıldızları gözlemledi. Aslında sınav kağıtlarına bakılırsa, James
geleceği parlak bir öğrenci gibi gözükmüyordu. Ancak 14 yaşında elips üzerine
ilk geometrik çözümlemesi yayımlandı. Bu onun ilk bilimsel makalesiydi.
James’in müthiş başarısı karşılıksız kalmadı ve Edinburgh Kraliyet Akademisi
tarafından ödüllendirildi.
Bilime ‘ışık’ tuttu
1847’de Edinburgh Üniversitesine
girdi. Burada okurken iki bilimsel makale ve iki denemesi daha yayımlandı.
1850’de Edinburgh’u tamamlayarak Cambridge Üniversitesine girdi; ama burs
kazanmak için Trinity College’e geçti. Matematik dalında sınıf İkincisi oldu. O
günlerde özellikle elektrik, manyetizma ve ışık konularındaki çalışmalar
bilimin gündemini meşgul ediyordu. Işığın yapı ve niteliği bilim adamları için
çözülemeyen bir denkleme dönüşmüştü. Işık kimine göre dalgasal nitelikteydi,
kimine göre ise parçacıklardan oluşmuştu.
Maxwell, uzun uğraşlar sonucunda
bilimin karanlıkta kalmış bu kısmına ‘ışık’ tuttu. Işığı uzayda dalgasal
ilerleyen hızlı titreşimli bir elektro-manyetik alan olarak tanımladı. Ayrıca,
ışığın yanı sıra başka elektromanyetik radyasyon formlarının varlığının da
araştırılmasını önerdi. Maxwelİin ömrü bu araştırmaları görmeye yetmedi, ancak
kuramsal olarak varsaydığı olaylar gerçekten de ölümünden sonra deneysel olarak
ispatlandı. Üstelik Alman fizikçi Heinrich Rudolf Hertz’in düşük frekanslı
radyo dalgaları ile Wilhelm Conrad Röntgen’in yüksek frekanslı X-ışınları
Maxwelİi doğruluyordu. Aslına bakılırsa elektromanyetik dalgaları ilk kez
Michael Faraday fark etmişti. Fakat bu olayı 1864’de Maxwell formüle dökecekti.
Maxwelİin ışığın tüm özelliklerini bu dalgalarla açıklayan matematiksel kuramı
bilim tarihine ‘Maxwell denklemleri’ olarak geçti. Maxwell, modern
elektromanyetik kuramın özünü oluşturan bu 4 denklemle, elektrik ve manyetik
özelliklerle, bu alanların maddeyle etkileşimlerini açıklıyordu. Bu denklemler
sırasıyla, elektrik alanın elektrik yükler tarafından oluşturulduğunu (Gauss
Yasası), manyetik alanın kaynağını, manyetik yükün olmadığını, yüklerin ve
değişken elektrik alanların manyetik alan ürettiğini (Ampere-Maxwell Yasası) ve
değişken manyetik alanın elektrik alan ürettiğini (Faraday’ın İndüksiyon
Yasası) gösteriyordu.
Maxwell, denklemleri ile elektrik
ve manyetik alanların birbirlerini oluşturarak elektromanyetik dalganın uzayda
yayıldığını kanıtladı. Bu formüller sayesinde, elektromanyetik dalgaların
boşlukta ışık hızında yayıldıkları, enerji ve momentumu bir bölgeden diğerine
aktardıkları da ortaya çıktı. Böylece Maxwell sayesinde, fizikte Newton’unki
kadar önemli bir buluşa imza atılmış oldu. Bu denklemler, bugün de geçerliğini
koruyor. Oysa ilk başlarda MaxwelPin getirdiği kuramsal açıklamalara hemen
herkes karşı çıkmıştı. Özellikle İngiliz bilim çevreleri onu görmezden geldi.
Newtoncular açıkça buluşlarını tanımadı. Aslında onlar Maxwell’in matematiğini
anlayamamıştı ve bilimi reddediyorlardı. Çünkü elektromanyetik dalganın var
olduğunu ve ışığın kendisinin elektromanyetik bir hadise olduğunu kabul
etmiyorlardı. Ama Maxwell yılmadı, çalıştı. Ümitsizliğe düşmeden, rakipleriyle
kavgaya tutuşmadan doğru bildiği yolda ilerledi. Öne sürdüğü bilimsel gerçekler
zamanla anlaşıldı. Ne yazık ki Maxwell,in varlığını matematiksel olarak
kanıtladığı elektromanyetik dalgalar, ancak onun ölümünden dokuz yıl sonra,
1888’de Alman fizikçi H.Hertz tarafından deneysel olarak kanıtlanacaktı.
Maxwell,in elektromanyetik bir
dalganın çarptığı yüzeyde bir basınç oluşturacağı şeklindeki önermesi ise yirmi
yedi yıl sonra 1900’de Rus fizikçi Lebedev tarafından doğrulandı. Özellikle
elektromanyetik kuramı açıklama gücü, bilim dünyasını kendisine hayran
bıraktırdı. Ne de olsa Maxwell, Faraday’ın ‘elektromanyetik indüksiyon’u ortaya
koyduğu yıl dünyaya gelmişti. Adını bilim tarihine altın harflerle yazdırdı.
İlginçtir bu mütevazi bilim adamı, hayatı boyunca bilimsel bir unvan almamıştı.
1871’ de elektrik, manyetizma ve optik konularında tüm bilgileri içeren
‘Elektrik ve Manyetizma’ (Electricity and Magnetism) adlı en önemli eseri
yayınlandı.
Uzaya gitmeden Satürn gezegeninin
sırrını çözdü
Zekası kadar sezgileri de çok
güçlü olan Maxwell, tıpkı Faraday gibi evreni dolduran son derece ince ve esnek
bir ortamdan bahsediyordu. Elektromanyetik etkilerin dalgasal yayılımı, ‘esir’
denen ortamda gerçekleşiyordu. Daha sonra bu görüşten vazgeçildi. Ancak
Müslümanların kutsal kitabı Kur’an-ı Kerim’de de bahsi geçen esir maddesiyle
ilgili araştırmalar günümüzde de sürüyor.
20. yüzyıl fiziğini etkileyen
Maxwell, fiziğin başka alanlarında da önemli buluşlar yaptı. Çocukluğundan
itibaren uzaya meraklı olan Maxwell, Satürn gezegeninin halkalarının sayısız
küçük parçacıktan oluşması gerektiğini ileri sürüyor; bunların katı olmadığını
düşünüyordu. Aksi halde dağılacaklarını matematiksel olarak ispatladı. Bunu da
yine tümüyle kuramsal hesaplarla ortaya koydu. 68 sayfalık ‘dünyadışı’ başlıklı
çalışması sayesinde 1852’de Adams Ödülü’nü aldı. Maxwell’in Satürn’e dair
vardığı bu sonuç, ancak gelecek yüzyılda teyit edilecekti. Çünkü bu gizemli
gezegen hakkında detaylı bilgilere ilk kez, 1979 yılı Ekim ayında gezegen
yakınlarına giden Pioneer 11 uzay aracı sayesinde ulaşıldı. Satürn ve
uydularının yakın plan fotoğrafları çekilerek dünyaya ulaştırıldı. Pioneer 11
uzay aracından sonra Vöyager I ve II uzay araçları yola çıktı ve Kasım 1980 ve
Ağustos 1981’de Satürn’e ulaştı. Elde edilen yeni veriler sayesinde Jüpiter’in
Büyük Kırmızı Leke’sinin küçük benzerleri keşfedildi. Satürn üzerinde manyetik
bir alan bulunduğu ve Dünya’mnkinin yaklaşık altı yüz katı olduğu ortaya çıktı.
ilk renkli fotoğrafı o bastı
MaxwelPin gazların kinetik kuramı
üzerindeki çalışmaları da ilgi çekiciydi. Uzun uğraşlar sonucu 1860’da
gazların, her doğrultuda ve her hızda devinebilen, birbirleriyle ve gazın
içinde bulunduğu kabın çeperiyle çarpışmaları tam esnek olan moleküllerden
oluştuğunu açıkladı. Bu varsayımdan hareketle bir gazdaki moleküllerin hız dağılımını
saptama sorununu çözdü. Böyle bir hesaplamayı olasılık ve istatistik
yöntemlerini kullanarak yaptı. Modern fiziğin doğumuna öncülük eden Maxwell,
fotoğrafçılığa da el attı. Görme yetisiyle ilgili araştırmalar yaparken
kırmızı, yeşil ve mavi ışıkla resmi çekilen bir nesnenin rengini, olduğu gibi
elde edebileceğini kanıtladı. 1861’de Londra Kraliyet Enstitüsü’nde yaptığı
deneyde negatiflerden kırmızı, yeşil ve mavi filtrelerden beyaz perdeye
yansıttığı, siyah beyaz üç diyapozitif elde etti. Daha sonra dünyanın ilk
renkli fotoğrafını bastı. Şaşkınlıktan dona kalmış seyirci topluluğu görülmeye
değerdi doğrusu.
Ünlü bilim adamı, bilimsel
çalışmalardan fırsat buldukça özel hayatını da ihmal etmedi. Bazı bilim
adamları gibi hayatını laboratuarda geçirmedi. 1858 Haziran ayında Katherine
Mary Dewar ile nişanlandı. 1859’da da evlendi. Katherine ile birlikte otuz
mutlu yıl geçirdi. Maxwell, 5 Kasım 1879’da yaşama veda etti. İskoçya’da
bulunan Parton köyündeki kilise bahçesinde toprağa verildi.
NOTLAR
• İlk
bilimsel makalesini yayınlandığında henüz 14 yaşındaydı.
• Küçüklüğünden
itibaren gözlemevine giderek gezegenleri izledi. Satürn’e dair yaptığı
tespitler, bir asır sonra, Voyager I ve Voyager II uzay araçları tarafından
doğruladı.
• Bilime
en büyük katkısını ‘Elektro Manyetik Alan’da yaptı. Varlığını matematiksel
olarak kanıtladığı elektromanyetik dalgaları, ancak ölümünden 9 yıl sonra,
deneysel olarak ispat edildi.
• Elektromanyetik
ve ışık alanlarındaki buluşları radyo, radar, televizyon gibi günlük
yaşamımızda kullanılan iletişim araçlarının icatlarına yol açtı.
• Geometrik
optik alanındaki bir makalesiyle ileride ‘balık gözü’ merceğinin bulunmasına
yol açacak ilkeleri ortaya koydu.
• 1861’de
ilk renkli fotoğrafı bastı.
• İsmi
Venüs üzerindeki bir sıradağa ve dünya üzerindeki en büyük teleskopa verildi.
• Einstein’in
‘izafiyet teorisi’ne giden yolun taşlarını döşediği kabul edilir. Aynı zamanda
kuantum fiziğinin temelleri atan bilim adamlarından biridir.
Görmediği bir dünyanın sırlarını
keşfeden kimyacıların babası, elementleri hizaya soktu / DIMITRI MENDELEYEV
(1834 -1907)
“Doğadaki düzenin genel
hakimiyetinin varlığını ve bu düzeni idare eden sebepleri keşfetmek, bilimin
görevidir.
Ve bu keşif, eşit derecede,
insanoğlunun bir bütün olarak, kainatla sosyal ve politik tüm ilişkilerini
kapsar. ”
Mendeleyev
Kimyasal elementler arasında atom
ağırlıklarına dayalı temel bir bağıntı bulunduğunu keşfetti. Çağdaş kimyanın
bel kemiği olarak kabul edilen bu buluşunu, elementleri periyodik bir cetvel
halinde sıralayarak açıkladı. Sibirya’nın Tobolsk kentinde soğuk bir Şubat günü
dünyaya geldi. Büyük babası Sibirya’nın ilk gazetesini çıkarıyordu. Babası ise
bir lise müdürüydü. Kahramanımız Dmitri İvanoviç Mendeleyev'in doğduğu yıl
babası kör oldu. Öğretmenliği bırakarak, emekliye ayrıldı. Ardından sürgün
yılları başladı. Babası çalışamadığı için ailenin geçimi annesinin ince
omuzlarına yüklendi. Babasız ve yurtsuz kalan Mendeleyev için sıkıntılı yıllar
başlamıştı. On yedi çocuktan en küçüğü olan Mendeleyev, ilköğrenimini sürgünde
tamamladı. Ailenin direği yıkılınca annesi ona daha iyi öğrenim koşulları
sağlamak için, deyim yerindeyse saçını süpürge yaptı. Bir cam fabrikasında işe
başladı. Cam fabrikasının müdürlüğüne kadar yükseldi. Fabrika, 1848’de çıkan
bir yangında kül oldu. Yeniden maddi sıkıntılar başladı. Tüm bunlar yetmezmiş
gibi 1849’ da babasını kaybetti. Küçük çocuğunu sonuna kadar okutmakta kararlı
olan anne Mendeleyev, aynı yıl liseyi bitiren oğlunu yanma alarak otostopla
Petersburg’a gitti. 6 bin kilometrelik yolu otostopla kat etmek hiç kolay
olmadı. Ne yazık ki çekilen bunca çileye rağmen Mendeleyev üniversiteye
giremiyordu. Sibirya kökenli olduğu için ne Moskova Üniversitesi, ne de
Petersburg Üniversitesi onu kabul etmemişti. Nihayet 1850’de Petersburg Üniversitesi
Pedagoji Enstitüsü’ne kabul edildi. Fakat eşini kaybetmenin acısına ve sürgün
gibi geçen yolculuğun yorgunluğuna daha fazla dayanamayan annesi, bu mutlu
haberi aldıktan kısa bir süre sonra ölecekti.
32 yaşında profesör oldu,
kimyanın kitabını yazdı
Parlak bir öğrenci olan
Mendeleyev, peş peşe kaybettiği anne ve babasının yüzünü kara çıkartmadı.
1855’te altın madalya alacak kadar iyi bir dereceyle mezun oldu. Doktorasını
‘alkol ve suyun birleşmesi’ üzerine yaptı. Kırım’da bulunan Simferopol Üniversitesi
Hazırlık Okulu’na öğretmen olarak atandı. Oradan Odessa Lisesi’ne geçti.
Dağınık saçları ve sakallarıyla tanınan Mendeleyev, kimya çalışmalarını burada
sürdürdü. Takvimler 1860 yılını işaret ettiğinde lisansüstü eğitimi için Fransa
ve Almanya sokaklarını turluyordu. Heidelberg Üniversitesinde molekül kolezyonu
araştırmalarına başladı. Burada katıldığı bir kongrede İtalyan kimyacı
Stanislao Cannizzaro ile tanışmış, Cannizzaro’nun atom ağırlığı ile molekül
ağırlığı arasında yaptığı ayrım, onu bir hayli etkilemişti. Fransa ve
Almanya’daki incelemeleri, ona, 1858 Karlsruhe Kimya Konferansına katılma
olanağını sağladı. Bu konferansta Avogadro Yasası1 üzerinde ateşli tartışmalar
yaşanmıştı. Gariptir ki, bugün bir yasa kuvvetinde ve kesinliğinde olan Avogadro
Yasası, neredeyse yarım asır kadar, kimyacılar tarafından körü körüne
reddedilmiş, ancak 1860’da kabul edilmişti.
Mendeleyev, elementlerin sihirli
dilini çözdüğünde, bilinen 63 element vardı. Periyodik Cetveli insanlığa sunup
ölmesinin ardından ise, bilinen elementlerin sayısı 86’ya yükselecekti. Bu
artışta, onun parlak beyninin ürünü olan bu tablonun, kendisinden sonra gelen
gelen kimyacılara mükemmel bir kılavuz olmasının payı büyüktü. Kendisi her ne
kadar bir kaçını öngörse de, hiçbir yeni element keşfedememişti. Yine de
çabaları sonuçsuz kalmayacak; bilim dünyası, katkılarından dolayı, 1955’te
Amerikalı fizikçiler tarafından sentezlenen 101 atom numaralı elemente,
‘mendelevyum’ adını verecekti.
Mendeleyev, Avrupa’daki
deneyimlerinin ardından, ilk petrol kuyusunu görmek için Pennsylvania’daki
petrol
bölgelerini gezdi. Yeni bir
ticari damıtma yöntemi geliştirdi. Artık saygın bir kimyacı olarak anılmaya
başlamıştı. Süratle kimya dünyasının merdivenlerini tırmanmaya başladı;
1864’te, henüz otuz iki yaşındayken Petersburg Teknoloji Enstitüsü’nde kimya
profesörü, 3 yıl sonra da Petersburg Üniversitesinde genel kimya profesörü
olmuştu.
1868-1870 yılları arasında
Kimyanın İlkeleri adlı kitabını yazdı. Kısa sürede sekiz baskı yapan kitap,
1891’ de İngilizce’ye çevrilmiş, ardından da ders kitabı olmuştu. Ünlü kimyacı,
bu kitabı yazdığı sırada, elementleri sınıflandıracak bir sistem kurmayı
planlıyordu. Elementlerin, özellikleri aralarındaki ilişkileri araştırmaya
başladı. Çünkü, birçok elementi ayrı ayrı incelemek çok zor bir işti. Bu yüzden
elementleri, kimyacıların incelemelerini kolaylaştırmak ve özelliklerini daha
kolay hatırlayabilmelerini sağlamak amacıyla, bir sınıflamaya tabi tutmayı
eskiden beri düşünüyordu. Geçen yüz yılın ortalarında, şimdi bilinen elementlerin
yarısından biraz fazlası biliniyordu. Bunların, özelliklerine göre bir
sınıflandırma yapmak için, o zaman da kimyacılar, değişik fikirler ileri
sürmüşlerdi. Mesela Dalton’un ileri sürdüğü atom teorisi ve onu hemen takip
eden Avogadro Yasası, modern kimyanın kapılarını açmıştı. Berzelius’un atom
kütlelerini tayini ile, atom kütleleri ile elementlerin özelliklerini
karşılaştırma imkanı ortaya çıktı.
Elementlerin atom kütleleri ile
özellikleri arasındaki ilişkiyi ilk sezen ise Alman kimyacı Johann Wolfgang
Döbereiner olmuştu. Kimyacılar zamanla bütün elementleri içine alan, tam bir
sıralama sisteminin var olabileceği düşüncesine kafa yormaya başladı. İngiliz
kimyacı John Alexander Reina Newlands 1864’te, o zaman bilinen elementleri atom
kütlelerine göre artan bir şekilde sıralamakla, her yedi elementten sonra gelen
sekizinci elementin özelliğinin, bu sekiz elementin başlangıç elementinin
özelliğine benzediğini keşfetti. Ancak kalsiyum Newlands’ın bütün hesaplarını
alt üst etmişti. Kafası karışan bilim adamı, kalsiyumdan sonra gelen
elementlerin bağlantısını çözemiyordu.
Nihayet periyodik sistem, bugünkü
dizilime yakın şekliyle 1869’da Mendeleyev tarafından oluşturuldu. 1870’te
Alman bilim adamı Lother Mey er de Mendeleyev’den habersiz olarak, bir periyodik
cetvel yapmıştı. Meyer; elementleri atom hacimlerine, Mendeleyev ise, kimyasal
özelliklerine göre sınıflandırmıştı. Ancak daha sonraki çalışmalarında Meyer,
periyodik yasanın doğasını anlamada yetersiz kaldı. Sonunda herkesin peşine
düştüğü Periyotlar Yasası’m Mendeleyev bulmuştu. Elementlerin atom
ağırlıklarına ve ortak özelliklerine göre yapılan ayırımın aynı tabloda
birleşebileceğini herkesten önce görmüş, o gün için bilinen 63 elementi atom
ağırlıklarına göre bir sıraya koymuştu. Hatta bu cetvelden yola çıkarak o zaman
henüz bilinmeyen bazı elementlerin bulunacağını ve bu elementlerin bazı
özeliklerini tahmin etti. Akıp giden zaman onu haklı çıkardı. Varlığını haber
verdiği elementlerden bazıları birkaç yıl sonra bulununca periyodik tablonun
önemi anlaşıldı. Mendeleyev’in ne kadar büyük bir bilgin olduğu da...
Mendeleyev çalışmaları sırasında
elementlerin, birbirleriyle kimyasal olarak birleşme gücünün ölçüsü olan
değerlerinde belirli bir yükselme ve düşme gözlemişti. Eğer aynı değerdeki
elementler alt alta sıralanıp, ayrı kolonlar halinde düzenlenecek olursa;
herhangi bir kolonun üyelerinin öteki birçok kimyasal özelliklerinde de
benzerlikler bulunduğu görülebiliyordu.
Bu özelliklerin periyodik olarak
ortaya çıkmaları üzerine Mendeleyev, sınıflandırmasına ‘Elementlerin Periyodik
Cetveli’ adını verdi. Ancak, periyodik tablosu, her ne kadar elementlerin
periyodik özelliklerini gösterse de neden özelliklerin tekrarlandığı konusunda
herhangi bir bilgi vermiyordu. Bilim adamı daha sonra periyodik cetveldeki
boşlukları tanımladı. Bunların, daha keşfedilmemiş olan elementler olduğunu
iddia etti. 4 yıl sonra haklı çıktı. Bulunmadan tanımını yaptığı elementlerden
ilki; galyum keşfedildi. Bunu diğer elementler izledi. Sonraki 20 yıl içinde
skandiyum ve germanyum elementleri bulunarak boşluklar doldurulmaya başlandı.
Mendeleyev’in hazırladığı ilk
periyodik tablo, 17 grup (sütun) ile 7 periyottan oluşuyordu. Böylece
Mendeleyev’i tüm dünya tanıdı ve başarısını kabul etti. Mendeleyev, ilk
periyodik cetveli bastırdığında, henüz 63 element biliniyordu. Ölümünden bir
yıl sonra bilinen element sayısı 86’ya çıktı. Periyodik Tablo 19. yüzyıl
başlarında, kimyasal çözümleme yöntemlerinde hızlı gelişmelerin yanı sıra,
elementlerin ve bileşiklerin fiziksel ve kimyasal özelliklerine ilişkin bilgi
birikiminin genişlemesine kapı araladı. Mendeleyev’in periyodik tablosu o güne
değin tek başına incelenmiş kimyasal bağlantıların pek çoğunun birlikte
gözlemlenmesine de imkan tanımıştı.
101 atom numaralı element;
‘mendelevyum9
İster inanın ister inanmayın ama
Mendeleyev’in periyodik cetveli hazırlarken Kuzey Amerika’da solitarie, başka
yerlerde patience adıyla tanınan tek kişilik bir kağıt oyunundan esinlendiği
iddia ediliyor. Bu oyunda kartlar süitlerine göre, yani maça, kupa, karo ve sinek
sırasına göre yatay doğrultuda, rakamlarına göre ise dikey doğrultuda
sıralanıyor. Mendeleyev de benzer bir yöntemle elementleri periyotlar denilen
yatay diziler halinde ve gruplar denilen dikey sütunlar halinde sıraladı.
Meydana gelmiş olan tablo, boyuna okunduğu zaman bir ilişki grubunu, enine
okunduğu zaman başka bir ilişki grubunu gösteriyor. Periyotlar yasasına göre
elementler artan atom ağırlıklarına göre sıralandığında, ortaya çıkan tabloda
elementlerin özellikleri de periyodik olarak sıralanıyor.
Günümüzde kullandığımız, yeni
elementlerin de yerleştirilebilmesine olanak tanıyan Mendeleyev’in periyodik
tablosu. Ancak ilk halinden farklı olarak, elementler atom kütlesi yerine atom
numarasına göre düzenlenmiştir. Buna göre periyodik tabloda, soldan sağa ve
yukarıdan aşağıya doğru atom numarası artar. Tablodaki yatay sıralar ‘periyot’
olarak adlandırılır. Bir elementin periyot numarası, o elementin sahip olduğu
elektronların bulunduğu en yüksek enerji seviyesini gösterir.
Sadece kimya ile değil hayatın her
alanı ile ilgilendi
Mendeleyev, birçok bilim adamının
aksine ticari bir zekaya da sahipti. Buluşlarını, araştırmalarını ülke yararına
dönüştürmenin yollarını aramaktan da geri durmazdı. Mesela, 1867’de bir sergi
nedeniyle Fransa’ya gitmişti. Orada kaldığı süre içinde kimya sanayisini
inceledi. Ülkesine döner dönmez soda üretimine katkıda bulundu. 1876’da
Amerika’ya yaptığı gezide petrol ürünlerinin verimliliğini ve üretim sürecini
inceledi. Ülkesine dönünce bu konulardaki önerilerini Rus yöneticilerine rapor
etti. Mendeleyev havacılıkla bile ilgilendi.
Tüm insanlığın yanı sıra yaşadığı
topluma karşı da kendini sorumlu hisseden Mendeleyev, ticaretin yanı sıra
siyasetten de geri durmadı. Siyasi eğilimi, hep ilerici ve toplumsal reformları
desteklemek şeklinde kendini gösterdi. Bu yüzden çarlık rejimi sık sık başını
ağrıtmıştı. Yönetimin çeşitli baskılarına maruz kaldı, ama yılmadı.
Öğrencilerin haklarını aramak için mücadele etti. Hükümetin tavrını protesto
etmek için üniversitedeki görevinden bile istifa etti. Liberal düşünceleri
destekledi. Sembolü haline gelen saçlarını kestirmeyi reddetti. Çar’ın bütün
isteklerine karşı koydu. Fakat çarlık rejimi onu hiçbir zaman işsiz bırakmadı.
Bilim adamı kimliğine hep saygı gösterdi. 1891’de ağır kimyasal maddelerin dışalımı
konusunda yeni bir sistem kurmakla görevlendirildi. 1893’te başına getirildiği
Ağırlıklar ve Ölçüler Bürosu’ndaki görevine ölünceye dek devam etti.
Mendeleyev, Periyodik Tablo’nun
yanı sıra geride 25 büyük kitaptan oluşan bir de külliyat bırakmıştı.
İzomorfizm hakkındaki bilgileri organize etmesi, jeokimyanın gelişmesini
sağlayacaktı. Ayrıca, kritik kaynama noktasını bulup, çözeltilerin hidrat
teorisini geliştirmesi, onun büyük bir fiziksel kimyacı (fizikokimya) olarak
anılmasına da kapı araladı. Yetmişten fazla akademi ve ilim topluluğunun üyesi
olan Mendeleyev, Rus İhtilalinden birkaç yıl önce 2 Şubat 1907’de St.
Petersburg’da hayatını kaybetti.
Kimyanın babası Mendeleyev’den
sonraki iki asır boyunca kimyacılar, elementler ve bileşikler hakkında pek çok
yeni bilgiye ulaştı. 1817’de Döbereiner, benzer kimyasal özelliklere sahip olan
stronsiyum, kalsiyum ve baryuma bakarak, stronsiyumun atom ağırlığının kalsiyum
ve baryumun atom ağırlıklarının ortasında olduğunu keşfetti. 1829’da klor, brom
ve iyot üçlüsünün de benzer özellikler gösterdiği bulundu. Fransız jeolog
Alexandre Beguyer de Chancourtois ise, her yedi elementte bir, aynı
özelliklerin tekrarlandığının farkına vardı. Bu tablo kullanılarak birkaç metal
oksidin stokiyometrisi (element ölçüsü) önceden tanımlanabildi. Ne yazık ki bu
cetvel üzerinde elementlerden başka bazı iyonlar ve elementler de yer alıyordu.
İngiliz kimyacı John Newlands,
1863’te yazdığı bir yazıda benzer fiziksel özelliklere göre elementleri 11
gruba ayırmıştı. Atom ağırlıkları sekizin katı kadar olan elementlerin
özellikleri benzerdi. 1864’te yazılan bir yazıda Newlands bunu Oktav Kanunu
(Law of Octaves) olarak tanımladı. Bu kanuna göre herhangi bir element,
tablodaki sekizinci elementle benzerlikler gösteriyordu.
1955’te Glenn Seaborg
başkanlığındaki Amerikalı fizikçiler tarafından sentezlenen 101 atom numaralı
elemente, Dimitri Mendeleyev’in anısına ‘mendelevyum’ adı verildiğinde, ünlü
Rus kimyacı, hemen hemen her sınıfın duvarındaki yerini de garantilemiş
oluyordu.
NOTLAR
• İnsanlığı
kimyanın sihirli dünyasıyla tanıştırdı. Şu anda varlığı bilinen 113 element
var. Bütün bu elementler arasındaki sihirli bağı, periyodik tablo vasıtasıyla o
bizlere gösterdi.
• İlginçtir,
bulduğu elementlerden tamamına yakını yaşadığı coğrafyada ortaya çıktı.
Tablodaki elementlerden 99’u Kazakistan’da bulundu. 70 tanesinin rezervi tespit
edilmiş durumda. 60’ı ise işleniyor.
• Germanyum,
Scandium, Technetium, Francium ve Gallium gibi elementlerin varlığını öngördü.
• Bilim
ve sanayiyi birleştirmeyi başaran Mendeleyev, ilk petrol kuyusunu görmek için
Pennsylvania’daki petrol bölgelerini gezmiş, yeni bir ticari damıtma yöntemi
geliştirmişti. Rusya, Karadeniz Bölgesi’ndeki modern petrol sanayini
Mendeleyev’e borçlu.
• Moskova’da
kendi adını taşıyan Kimya Teknolojisi Üniversitesi bulunur.
• Havacılıkla
da yakından ilgiliydi. Geleceğin, havacılık teknolojisinde yattığını sıklıkla
vurgulamış ve 1887’de güneş tutulmasını gözlemlemek
Röntgen ışınını keşfetti,
Patentini bile almadı, Yoksulluk içinde öldü / YVILHELM CONRAD RÖNTGEN
(1845-1923)
“Düşünmedim, deney yaptım..
W.C. Röntgen
Bir tüccarın tek çocuğu olan
Wilhelm Conrad Röntgen, 27 Mart 1845’te Rhine’in küçük taşrası Lennep’te
dünyaya geldi. Tarihçiler, diğer bilim adamları gibi onun da özel bir yeteneği
olmadığını kaydeder. Küçük Wilhelm, sadece mekanik alet yapımına yatkındı.
Çocukluğu ve ilköğretim yılları Hollanda ve İsviçre’de geçen Wilhelm, 1862’de
Utrecht Teknik Okulu’na başladı. Çizdiği bir karikatür, bu okuldan atılmasına
neden oldu. Wilhelm, aslında başkasının karikatürünü çizmişti ama
öğretmenlerinden birinin karikatürünü yaptığı iddia edilince kapı dışarı
edildi. Geleceğin ünlü bilim adamı okuldan kovulduğu için, üniversiteye
gidemiyordu. Bu kez Zürih’teki bir başka teknik okula giderek mühendis olmaya
karar verdi. Fakat Alman fizikçi August Kundt’un yanında asistanlığa
başlayınca, fiziğin çeşitli dallarını keşfedecek ve kendini fizik çalışmalara
verecekti.
Uğradığı haksızlık karşısında
bilime küsmeyen Wilhelm, 1865’te fizik okumak üzere Utrecht Üniversitesine
girdi. Ancak başarısız oldu. Hiç vakit kaybetmeden Zürih’teki Polyteknik
okulunun sınavlarına girdi ve makine mühendisliği bölümünde okumaya başladı.
Bir başka Alman fizikçi Rudolf Clausius’un derslerine ve Kundt’la laboratuvar
çalışmalarına katıldı. Her iki bilim adamı da ondan etkilendiler. 1869’da Zürih
Üniversitesinde doktora yaptı.
Tıp dünyasının minnettar olduğu
Alman fizikçi Wilhelm Conrad Röntgen,
bilimsel buluşların sonuçlarının
tüm insanlığa ait olduğuna inanıyordu. X (Röntgen) ışınlarını buluşu, tıbbi
teşhis ve tedavi yöntemlerinde devrim yarattı. Bilim ve endüstri alanında ise
son derece önemli yeni gelişmelere kapı
araladı.
Bürokratik angaryaları
hallettikten sonra laboratuvarına kapanan ünlü fizikçi, gazların özgül ısıları
hakkındaki ilk yazısını 1870’te yayımladı. Quartzların elektriksel özellikleri,
farklı sıvıların kırılma indislerinin basınç altında etkilenimleri,
elektromanyetik etki altındaki polorize edilmiş ışığın değişimi, su ve diğer
sıvıların sıcaklık ve sıkıştırılabilirlik fonksiyonları ve yağ damlacıklarının
su üzerinde yayılışı gibi ilginç konularda araştırmalar yaptı. 1875’te
Wurtemberg’de Hohenheim Tarım Yüksekokulu’na profesör olarak atandı. 1876’da
Strasburg’a geri döndü ve 1879’da Giessen Üniversitesi Fizik Bölümü’nden gelen
teklifi kabul ederek, orada çalışmaya başladı.
İlk önce karısının röntgenini
çekti
Bilimsel çalışmalarına aralıksız
devam eden Röntgen, 1895’te düşük basınçlı gazların içinden geçen elektrik
akımı üzerine çalışmalarını yoğunlaştırdı. Çoğu araştırmacı gibi, o da katot
ışın tüplerinde oluşan lüminesans olayını
incelemekteydi. Ancak Röntgen’in
Cathode ışınları üzerine yaptığı araştırmalar yeni bir çeşit ışınımın keşfine
yol açacaktı. ‘Crookes tüpü’ adı verilen içi boş bir cam tüpün içine
yerleştirilen anot ve katot deney düzeneği ile çalışıyordu. Katottan kopan elektronlar
anoda ulaşamadan cama çarparak, floresan adı verilen ışık parlamaları meydana
getiriyordu. O dönemde birçok bilim adamının laboratuarında bulunan Crookes
tüpleri sadece boşlukta elektron transferi için kullanılıyordu. Bu ışınları
inceleyen Röntgen, X ışınlarının elektrik veya manyetik alanların etkisiyle yön
değiştirmediğini ispatladı. X ışınlarının, cisimlerin içinden geçme
kabiliyetlerini inceledi ve bu ışınların havayı iyonlaştırdığını ortaya
çıkardı. Nihayet 8 Kasım 1895 günü deneyi biraz değiştirip tüpü siyah bir
karton ile kapladı. Işık geçirgenliğini anlayabilmek için de odayı kararttı.
Ardından deneyi tekrarladı. Deney tüpünden 2 metre uzaklıkta baryum
platinocyanite sarılı kağıtta bir parlama belirdi. Deneyi defalarca tekrarladı
ve her seferinde aynı olayı gözlemledi. Işınların yolu üzerine konan değişik
kalınlıktaki cisimlerin farklı geçirgenlik özelliklerine sahip olduğunu gördü.
Baryum platin siyanür levhasından yayılan radyasyonun, şeffaf olmayan
cisimlerin içinden geçebildiğim fark etmişti. Radyasyonun 15 mm. kalınlığındaki
alüminyumdan, daha indirgenmiş yoğunlukta geçebildiğim gözlemledi. Röntgen, mat
yüzeyden geçebilen yeni bir ışın keşfetmişti. Bu yeni ışına bilinmeyeni
simgeleyen ‘X ışını’ ismini verdi. Bu ışınları inceleyen Röntgen, X ışınlarının
elektrik veya manyetik alanların etkisiyle yön değiştirmediğini ispatladı. Daha
sonra ‘Röntgen ışınları’ olarak anılacak bu ışınları, eşinin yardımıyla bir kez
daha test etti. Anna Bertha Ludwig, elini ışınların üzerinde bir süre tuttu. Çok
geçmeden elindeki
kemiklerin ve parmağındaki
yüzüğün gölgesinin palete düştüğünü gördü. Yumuşak dokudan geçebilen X ışınları
kemikler tarafından emilerek kemiğin fotoğrafını görünür hale getirmişti.
Tarihteki ilk röntgen filmi de böylece çekilmiş oluyordu. Daha sonra kemiğe
saplanan bir kurşunun yerini röntgen sayesinde tespit etti. Röntgen’in
karısının elinin filmini çekmesini takip eden seksen yıl içinde, konvansiyonel
röntgen film tekniği çok fazla değişmeyecekti.
Eti delip geçen ışınlar Nobel
ödülü getirdi
Röntgen, bu önemli keşfini 28
Aralık 1895 tarihinde resmi olarak duyurdu. Olayın fiziksel açıklaması ancak
1912’de yapılabildi. Buluş fizik ve tıp dünyasında büyük heyecan ile
karşılandı. Çoğu bilim adamı, bu buluşu modern fiziğin başlangıcı olarak kabul
edecekti. Çünkü bir maddeye X ışını verilerek maddenin atom yapısı kesinlikle
tespit edilebiliyordu. X ışınlarının keşfi ile tıpta yeni bir dönem başladı.
Ancak bu durumdan hoşnut olmayanlar da vardı. Röntgen, X ışınlarını bulmasından
dolayı kıskanç, hazımsız bilim adamlarının saldırılarına uğradı. Daha sonra Max
Vön Laue ve öğrencileri bu ışınların, ışıkla aynı elektromanyetik yapıya sahip,
fakat yüksek frekanslardaki salınımlarda farklı özellikler gösterdiğini
keşfettiler. X-ışınları Aralık 1896’da ilk kez tedavi amacıyla kullanıldı. Ünlü
fizik profesörü 1900’de Bavyera hükümetinin özel teklifini kabul etti.
Hayatının sonuna kadar kalacağı bilim yuvasına, Münih Üniversiteline gitti.
Röntgen, 1901’de fizik dalında Nobel Bilim ödüllüne layık görüldü. Mütevazi
bilim adamı ödülün tüm gelirini Würzburg Üniversitesine bağışladı. Hatta tüm
insanlığın özgürce kullanabilmesi için X ışınının patent altına alınmasını
kabul etmedi. Çünkü o birçok bilim adamının aksine bilimsel buluşların
sonuçlarının tüm insanlığa ait
olduğuna inanıyordu. Nitekim öyle
de oldu. Röntgen’in kendi adını taşıyan buluşu sayesinde bilimin günlük yaşama
uygulanması, tüm ulusların yararına oldu.
Röntgen, 19. yüzyıl sonlarına
doğru savaş alanlarında da kullanılmaya başladı. Ne acıdır ki, bu mütevazi
bilim adamı, 1923 yılında, I. Dünya Savaşı’nın yol açtığı ekonomik çöküntü
ortamında maddi sıkıntılar içinde Münih’te hayata gözlerini kapadı.
Alman fizikçi buluşuyla, tıbbi
teşhis ve tedavi yöntemlerinde devrim yapmıştı. X ışınları bilim ve endüstri
alanında son derece önemli çözümlerin kapılarını araladı. Wilhelm Conrad
Röntgen’in adı bugün dünyanın bütün hastanelerinde yaşıyor. 1895’te X ışınını
bulmasından kısa bir süre sonra bu güçlü ışınlar, tümör tedavisinde
kullanılmaya başlandı. Geçen yüzyıldaki teknik ilerleme sayesinde tedavilerde
büyük başarılar kazanıldı. Röntgen, X ışınlarını keşfettiğinde tıp
teknolojisinin bugünkü kadar ilerleyebileceğini tahmin bile edemezdi. Ama onun
yaktığı bu ışık sayesinde, bugün bir hasta X ışını yayan bir cihazın altından
geçtiğinde tüm vücudu, radyoloji, ultrason, tomografi, MR, invivo gibi
görüntüleme sistemleri tarafından didik didik ediliyor, sorunları ile ilgili
tüm bilgilere ulaşılabiliyor.
Röntgen’in X ışınlarını
keşfetmesinin ardından 19. yüzyılın sonuna gelinirken pek çok bilim adamı,
artık fizikte gerçekleştirilecek bir yenilik kalmadığı inanandaydı. Oysa
Röntgen’in keşfi tümüyle yeni bir fizik dalının ortaya çıkarılmasını
tetikleyecekti. Röntgen’in X Işını’m bulduğunu açıklamasının ardından, J.J. Thomson
ve Ernest Rutherford gibi fizikçiler bu konuda çalışmaya başladılar. Ve X
Işım’mn gazlar içinden geçerken çok sayıda artı ve eksi elektrik yüklü parçacık
ortaya çıkmasına, yani iyonlaşmaya yol açtığını ve
bu parçacıkları yeniden
birleştirerek nötr atom oluşturduğunu keşfettiler. Rutherford ayrıca bu
iyonların hızını ve birbirleriyle birleşerek yeniden gaz molekül oluşturma
süresini belirlemeye yönelik bir yöntem icat etti. İyonlaşma gücü yüksek olan
ama kolaylıkla soğurulabilen ışın türünü Alfa Işını, daha az iyonlaşmaya yol
açan, ama girim gücü daha yüksek olan ışınları da Beta Işını olarak
isimlendirdi. Rutherford üç yıl gibi kısa bir süre içinde fizikte Radyoaktiflik
dalını ortaya çıkardı. Radyoaktifliğin, bir elementin atomlarının başka bir
elementin atomlarına kendiliğinden dönüşme süreci olduğu sonucuna vardı.
Rutherford 1911’de meşhur ‘Atom Modeli’ni geliştirecekti.
1895’de çekilen bu ilk röntgen
filmi, ünlü bilim adamı Röntgen’in kendi eşi Anna Bertha Ludwig’e aitti.
Röntgen, buluşunu ilk olarak eşinin eli üzerinde
denemişti.
X ışını teknolojisi, diğer
buluşların aksine iki yıl sonra Türkiye’ye ulaşmıştı. Türkiye’deki ilk röntgen
cihazı mütevazı imkanlarla Dr. Esad Feyzi tarafından Tıbbiye’de kuruldu. Bu
cihaz, o yıl patlak veren Yunan savaşında yaralanan askerlerin
rahatsızlıklarının teşhis ve tedavileri için kullanıldı. Dr. Esad Feyzi, Opr.
Dr. Cemil Paşa ve Dr. Rıfat Osman öncülüğündeki hekimler, Yıldız Hastanesi’nde,
bu teknik sayesinde yaralı erlerin vücutlarındaki kırık, çıkık ve mermi parçalarını
tespit ettiler.
Dr. Esad Feyzi Bey, daha sonra X
ışınlarının, radyoloji ders müfredatına girmesini sağladı. Cerrahi kliniği şefi
Cemil (Topuzlu) Paşa’nın oluruyla Röntgen Işınları ile Muayene Şubesi’ni açtı.
Geleceğin radyoloji uzmanlarını yetiştirdi. 1899’da klinik radyoloji
uygulamalarını ve Yıldız Hastanesi’ndeki çalışmalarını kapsayan uzunca bir
makaleyi Nevsal-i Afiyet’te yayınladı. Röntgen, çalışmalarını Şua’âtı ve
Tatbikat-ı Tıbbiye ve Cerrahiyesi isimli 176 sayfalık kitapta topladı. Böylece
Türkiye’nin ilk klinik radyoloji eseri yayınlanmış oldu.
NOTLAR
• Başka
bir bilimsel çalışmayı hedeflerken tesadüfen bulduğu X ışınları, tıpta bir
çığır açtı.
• X
ışınlarını keşfi her 8 Kasım’da ‘Dünya Radyoteknoloji Günü’ olarak kutlanıyor.
• X
ışınlarını keşfinden dolayı diğer bilim adamlarının kıskançlık dolu
saldırılarına maruz kalsa da, tüm bunlar 1901’de fizik alanında Nobel ödülü
almasını engelleyemedi.
• Tüm
insanlığın özgürce kullanabilmesi için x ışını olayının patent altına
alınmasını reddetti.
• Mısır
tarihinin en gizemli firavunlarından biri olan Tutankamun’un ölüm nedeni bile
röntgen sayesinde çözülmeye çalışılıyor. Bilim adamları, 3 bin 300 yıllık
mumyanın ölümüyle ilgili sır perdesinin aralanması için özel bir röntgen
yöntemi kullanıyor.
Telgrafları konuşturan; sinemaya
hayat veren; yüzlerce icadı ile elektrik dünyasını alt üst eden ve hepsinden
önemlisi ampul ile karanlık dünyamızı aydınlatan süper mucit / THOMAS EDISON
(1847-1931)
“Eğer bir şeyi yapamamanın on bin
yolunu bulmuş isem,
bu başarısız olduğum anlamına
gelmez.
Moralim bozulmaz. Çünkü her
başarısız adım, başarıya giden yeni bir adımdır. ” Edison (Ampüle giden yolda
deneylerinin başarısız olması üzerine)
O, bu kitabın, bilim adamı
sıfatına sahip olmayan tek konuğu. O aslında bir mucit. Diğer bir deyişle,
bilim adamlarının beyin güçlerini uygulamaya döküp, hayatımızı kolaylaştıran
icatlara dönüştüren bir tür sihirbaz. Ama sokaktaki insan açısından bunun bir
önemi yok; zira bu müstesna şahsiyetin adı, zihinlerimizde, haklı ya da haksız
‘bilim adamı’ olarak yer etmiş durumda. Yaptıkları ile de, akademik boyutta
olmasa da, o ‘gönüllerin bilim adamı’. Diğer bir deyişle, bu kitabı belki de
ışığı altında okuduğunuz ampulün mucidi Thomas Edison. Ama onu, her ne kadar
olağanüstü bir icat da olsa, sadece ampul ile özdeştirmek, ‘dünyamızı
aydınlatan’ bu adama haksızlık olacaktır. Neden mi? İşte hikâyesi.
Algısı güç diye okuldan alındı
ama...
1847’de Amerika’nın Ohio
eyaletinde doğan Edison, yedi yaşındayken ailesi ile Michigan’a taşınmış;
Yüzlerce icada imza atmış bu parlak beyin, ilginçtir, ilkokul öğretmeninin “Bu
çocuk okuyamayacak kadar aptal!” demesi sonucu okuldan alınmıştı! Oysa aptal
falan değildi. Küçükken geçirdiği bir hastalık, algılamasında yavaşlamaya sebep
olmuştu. Öğretmeni gibi düşünenler, yanıldıklarını ileride anlayacaklardı. Bu
arada eğitimci olan annesi çocuğunun eğitimini evde devam ettirdi. Bu arada
çocuğunun fizik ve kimya kitapları ile kendinden geçtiğini de fark etmişti. Bu
arada Edison, okuldaki durağanlığına rağmen, dışarıda oldukça parlak bir
girişimciydi! Üstelik küçük yaşına rağmen.
12 yaşındayken tren
istasyonlarında gazete satarak harçlıklarını çıkarmaya başladı. Bu arada Edison
merakını icraata döküp, evlerinin bodrumunda bir laboratuar kurmuştu! Burada
yaptığı kimyasal deneylerle kendinden geçiyor, bilim denizinin sihirli dünyasında
kulaç atıyordu. Bu arada elektriğin gizemli dünyasını da keşfetmiş, Volta
kaplarından elektrik akımı elde etmek için girişimlerde bulunmaya başlamıştı.
Kurduğu kendine özgü telgraf sistemi arkadaşlarıyla haberleşiyordu! Yalnız bir
sorunu vardı; işitme güçlüğü çekmeye başlamıştı. Bunun sebebi olarak, Port
Huron Detroit demir yolunda deney yaparken çıkardığı yangın sonucu istasyon
şeflerinden birinin sert tokadının kulağında patlaması gösterilir. Yine de bu
konudaki rivayetler muhtelif, ciddi işitme güçlüğü çektiği gerçekti.
İletişimini kolaylaştırmak için mors alfabesini bile öğrenmişti. Bu arada
Edison, telgraf konusundaki merakı derinleşmiş, telgrafın gelişmesinde büyük
rol oynamış mucit Franklin Leonard Pope’un çalışmalarından çok etkilenmişti.
Akıl hocalığını da yapan Pope, genç adamdaki cevheri görmüş, güçlükle geçinen
Edison’u himayesi altına almıştı. Edison’un bilime ve elektrikli aletlere
merakının meyveleri çok geçmeden dibine düşmeye başlayacaktı. 1864’te tek tel
üzerinden karşılıklı konuşmayı sağlayan telgraf aletini icat edince, birçok
şirketin mühendisliğini yapmaya başladı. Bu aleti 40 bin dolar gibi, o zaman
için iyi bir rakama satınca ekonomik açıdan rahatladı. Şimdi icatları ile daha
fazla ilgilenebilecekti. Bu arada bir mucit olarak şöhreti de yayılmaya
başlamıştı. Çok geçmeden elektrikli telgraf alanındaki bir başka icadına imza
atıyordu. Bu, borsadaki değerleri kaydeden (stock ticker) bir cihazdı ve
Edison’ın cebi ile birlikte kariyerini de dolgunlaştırmıştı. Ardından 1 Haziran
1869’ da bilinen ilk patentli icadı; elektrikli oy kaydedicisi gelecekti. Ama
ilginçtir bu icadına kimse ilgi göstermemişti!
New Jersey’de kurduğu Menlo
Araştırma Laboratuarı’nda fizik, kimya ve elektrikle ilgili çalışmalarına hız
verdi. Bu laboratuarda patlama yapmıştı adeta. İcatları peş peşe gelmeye
başladı. 1876’da Graham BelPin geliştirdiği telefona yoğunlaştı. Neden daha
iyisini yapamasındı ki? Cihaza karbondan biriletici, diğer bir deyişle mikrofon
ekleyerek Graham BelPin aslında ‘sesli telgraf’ olarak da tanımlanabilecek
telefonunu, gerçek anlamda bir telefona dönüştürdü. Ses dalgalarının doğasına
dair yaptığı bu çalışmalar, bir başka icadı getirecek ve 1877’de sesi kaydedip
yineleyebilen Fonograf’ı (ilk ses kaydedici) geliştirecekti. Bu buluşlar,
Edison’m marka değerini yükseltmişti. Aynı yıl elektrikli yazı makinesi
Motograf’ı geliştirmiş, bunu Telefonograf ve Aerograf (basınçla ilgili
meteorolojik olayları takip etmek için kullanılan cihaz) takip etmişti. Ama
bunlar, sadece devede kulaktı. Ya da büyük icadı öncesindeki ısınma turları.
Karanlıkları aydınlatıyor...
1878’de William Wallace,ın
ürettiği 500 mumluk ark lambası, Edison’ı tam anlamı ile kamçıladı. Kendisi
daha ucuz, güvenli ve rahat kullanılabilir bir elektrik lambası
geliştirmeliydi. Bu işin kolay olmadığını ve desteğe ihtiyaç duyduğunu
biliyordu. Bunun üzerine kendi adı ile kurduğu Edison Electric Light Company
çatısı altında çalışmalarına, zengin iş adamlarından aldığı paralarla bir de
fon oluşturarak başladı. Wallace’ı geçebilmek için oksijenle yanan elektrik
arkı yerine havası boşaltılmış, vakumlu bir ortamda ışık yayan ve düşük
akımlarda çalışabilen bir ampul yapmalıydı. Tam on üç ay sürecek olan deneyler
serisine başladı. Tek hedefi flaman olarak kullanabileceği bir metal tel
geliştirebilmekti. Ve nihayet takvim yaprakları 21 Ekim 1879’u gösterdiğinde
Edison, özel yüksek voltajlı elektrik üreteçlerinden elde ettiği akımla çalışan
karbon flamanlı elektrik ampulünü elinde tutarak laboratuvar kapısında belirdi.
Ampul ışıl ışıl parlıyordu. Edison, geride on bin kadar başarısız deney
bırakmış olmasına rağmen pes etmemiş ve hayalini gerçekleştirmişti! Elektrikli
cihazlarda devrim olarak kabul edilen ampul, gündelik hayatımızın ayrılmaz bir
parçası olmakta gecikmedi. Çok geçmeden başta Amerikan şehirleri olmak üzere,
dünyanın önde gelen şehirleri Edison’ın ‘alın teri’ ile aydınlanmaya başlamış,
ampul devrimi tüm dünyayı etkisi altında almıştı.
Edison aynı zamanda bir sinema
meraklısı idi. Her ne kadar şöhretini telgraf ve ampul üzerine yaptığı
çalışmalar ve icatlarla geliştirmiş, ses kaydeden ve çalan gramafon’un patenti
ile cilalamış olsa da, sinema sektörüne de büyük katkıları olmuştu. 1891’ den
itibaren kullanılmaya başlanan ve beyaz perdeye ivme kazandıran Kinetograf
(kamera) ve Kineteskop (sinema göstericisi) gibi icatların ardında da yine o
vardı. 1908’de kurduğu The Motion Picture Patents Company (Hareketli Resimler
Patent Şirketi) ile bu sektörde onlarca yeniliğe imza atacaktı.
1880’lerde zengin ve şöhretli bir
adamdı. Bilime inanmış, çalışmış ve tüm dünyanın saygınlığını kazanmış bir
mucit olmuştu. Florida’ya yerleşti ve komşusu, otomobil endüstrisinin önde
gelen ismi Henry Ford ile sıkı bir dostluk geliştirdi. İcatlarıyla gelen
ekonomik gücü ve şöhreti ile ticarete atılarak, aralarında Amerika’nın dev
şirketlerinden General Electric’in de bulunduğu onlarca devasa şirketin
temellerini attı.
NOTLAR
• Michael
Faraday’ın ‘Elektrikte Deneysel Araştırma’ (Experimental Research in
Electricity) isimli eserini okuyunca adeta dünyası değişti ve onun deneylerini
taklit ederek çalışmalarına başladı.
• Başta
ampul olmak üzere inanılmaz icatları ile hayatımızı değiştirmesine rağmen,
ortaya hiçbir bilimsel yenilik koymamıştı! Hep bilinenlerden hareketle, farklı
ürünler geliştirdi.
• 1883’te
molekül boşluğunda ısıtılmış bir telin elektron yaydığını keşfetmişti. Bilime
yaptığı bu ‘biricik’ katkısı, ‘Edison Etkisi’ olarak isimlendirilse de,
ilginçtir, bu etkiden hareketle Diyot Lambasını geliştiren J.F Fleming olmuştu.
• İlk
çalışmalarını yaptığı Menlo halkı tarafından, o zaman için garip gelen icatları
üzerine ‘Menlo Park’m Büyücüsü’ olarak isimlendiriliyordu.
• Bilimsel
çalışmalarını yürütmek için New Jersey’de kurduğu Menlo Park Laboratuarı,
Amerika’daki ilk kurumsal bilim merkeziydi.
• Hep
yapılanın daha iyisini yapmak için gayret gösterdi. Telgraf, ampul ve gramofon
gibi icatları ilk bulan o değildi, ama hepsinin ‘daha iyisini’ yaptı!
• İcatlarından
dolayı Amerikan hükümeti tarafından dört yüz kez farklı şekillerde
ödüllendirildi; adı savaş gemilerine verildi.
• Tanrı
kavramına inanmaz ama büyük bir yaratıcı gücün varlığına inandığını ve
kendisini Hıristiyanlıkla, saldırgan agnostisizm arasında bir yerde gördüğünü
söylerdi. Birçok demecine bakılırsa da natüralistti.
• İki
kez evlendi. Altı çocuk sahibi oldu. Ardında çığır açan bin kadar icat ve
devasa şirketler bırakarak 1931’de New Jersey’de hayata gözlerini yumdu.
İlahiyat öğrencisiyken bilime
merak sardı; köpeklerin dilini çözdü, ‘Fizyolojinin Prensi’ oldu / IVAN
PETROVITCH
PAVLOV
(1849-1936)
“Sadece gerçekleri kaydetmekle
kalmayın, aynı zamanda kökenindeki sırlara da nüfuz etmeye çalışın. ”
Pavlov
Üzerinde düşünülmeden verilen
tepkilerden sonra kullandığımız ‘Pavlov’un köpekleri gibi!’ benzetmesinin
mimarı İvan Petrovitch Pavlov, çağrışım ve öğrenme alanında yaptığı
çalışmalarla çığır açmakla kalmadı, sürekli kulaklarını çınlattığımız için,
aynı zamanda gündelik hayatın reyting listelerine de girmiş oldu. Peki bunu
nasıl yaptı? Pavlov, bilim tarihine ‘şartlı refleks’ olarak geçen kuramı
bulmuştu. Çağdaş psikolojinin pek çok alanında etkisi hissedilen Pavlov,
fizyoloji ve psikoloji alanındaki çalışmaları ile psikofizyoloji- ve deneysel
psikolojiyi de derinden etkiledi. İşte refleks kavramının üzerindeki sır
perdesini kaldıran adamın hikayesi.
Rusya’nın bir taşra kasabasında
köy papazının 11. çocuğu olarak dünyaya gelen Pavlov, 7 yaşında geçirdiği
kazada kafasına önemli bir darbe alınca, 11 yaşma kadar okula gidemedi. Babası,
teoloji eğitimi almasını planladığı Pavlov’un parlak zekasını farkedince
fikrini değiştirdi ve onun bilim adamı olması gerektiğine karar verdi. Bu
yüzden 1860’ta papazlığa hazırlanma niyetiyle başladığı teoloji okulundan
ayrıldı. Zaten kendisi de, henüz çocuk yaşlarda gittiği kasaba okulunda,
Darwin’in teorileri ile tanıştığında, ilahiyat eğitiminin kendisine göre
olmadığına karar vermişti. Bu aşamadan sonra Pavlov’un hayatının yönü tamamen
değişecekti.
Orta öğretim yıllarında,
öğretmeninin teşvikiyle su yüzüne çıkan araştırma merakı, zamanla yaşam boyu
sürecek bir tutkuya dönüştü. Eğitimini, yaşadığı kasabada tamamladıktan sonra
Petersburg Üniversitesi Doğa Bilimleri Fakültesi’nde tıp okuyan Pavlov, hiçbir
zaman gerçek anlamıyla hekimlik yapmadı. Zaten tıbbı da bu alanda çalışmak için
tercih etmemişti. Tek amacı bilimsel çalışmalarını sürdürebileceği bir
laboratuvar açmaktı. Bir süre sonra, özel bir klinikle birlikte küçük çaplı bir
laboratuvar kurdu ve çalışmalarına burada devam etti.
Fakir ama yoluna sadık bilim
adamı!
Pavlov’un hem çocukluk
yıllarında, hem de eğitim ve çalışma hayatı boyunca belirleyici olan faktör,
yoksulluk oldu. Çok zor şartlarda ve kısıtlı imkanlarla aldığı eğitiminden
sonra, yine kısıtlı şartlarda çalıştı. Uzun bir süre asistan bile tutmadan çalışan
bilim adamı, ancak yaptığı deneyler ses getirdikten sonra Petersburg Askeri Tıp
Akademisi’ne profesör olarak atanabildi. Bir süre sonra da Deneysel Araştırma
Enstitüsü’nün başkanlığına getirildi. Yoksul, ancak her güçlüğün üstesinden
gelebilecek kadar inançlı olan Pavlov’un en büyük yardımcısı eşi Sara oldu.
Onu, günlük hayatın rutinlerinden ve sorumluluklarından kurtarırken, bir
anlamda gözü kulağı haline geldi. Eşiyle bir evi paylaşacak ve bir apartman
dairesi tutacak kadar maddi gelire sahip olmayan Pavlov, geceleri
laboratuvardaki bir yatakta uyurken, karısı akrabalarının yanında kalıyordu!
1883 yılında doktora tezini hazırlarken ilk çocukları doğdu. Zayıf ve sağlıksız
olan bebek, ailesinin ona temiz havalı, kırsal bir bölgede yaşama imkanı
sunamamasından dolayı ölecekti. İkinci çocukları olduğunda ise, eşi ve oğlu,
bir akrabalarının yanında pansiyoner olarak kalıyordu. Pavlov’un işsiz-güçsüz,
eğitimsiz bir insanmışçasına, hayatı boyunca yaşadığı maddi sorunlarından
haberdar olan öğrencileri, konferansları karşılığında ona bir miktar para bile
vermişti. Fakat Pavlov’un gözü bilimsel çalışmalarından başka hiçbir şeyi
görmüyordu. Bu parayı da laboratuvarındaki çalışmalarında kullandığı hayvanları
için harcamayı tercih edecekti.
Maaşını çekemez, tramvaydan düşer...
Kendisini bilime adayan
Pavlov’un, giyim, kuşam ve alışveriş gibi günlük ritüellerle de ilgisi yoktu.
Neredeyse bir keşiş gibi yaşıyordu, bile denilebilir. Bu işleri kendisi adına
yapabilecek birileri bulunursa ne ala, ancak bulunmadığında mutlaka bir sorunla
karşı karşıya kalırdı. Akademide ders verdiği yıllarda, maaş tarihini unutan
profesöre, parasını alması gerektiğini sürekli karısı Sara hatırlatırdı. “O
kendisine bir takım elbise alma konusunda bile güvenilemeyecek birisidir. ”
diyen Sara, eşinin normal hayatın akışından kopukluğunu böyle dile getiriyordu.
Bununla ilgili bir başka anekdota göreyse, 73 yaşındayken laboratuvarına gitmek
için bir tramvaya binmiş ve tramvay durmadan inmeye çalıştığı için düşüp
bacağını kırmıştı. O sırada trende bulunan ve olaya şahit olan bir yolcu
“Burada çok zeki ama ayağını kırmadan tramvaydan nasıl ineceğini bilemeyen bir
adam var” ifadelerini kullanacaktı. Hayatın diğer alanlarında beceriksiz
görünen ve günlük hayata adapte olamayan bilim adamı, konu kendi işine
geldiğinde son derece hassas davranıyordu. Hatta ihtilali bile bahane kabul
etmeyecek kadar! Anlatılanlara göre, 1917 Rus İhtilâli’nin yapıldığı gün,
yollardaki askerlerden, onların kontrollerinden ve ortalığa dökülen
kalabalıktan dolayı, işine bir saat geciken asistanı kendisinden sıkı bir azar
işitir. Kızgınlığı karşısında, ((İhtilâl yüzünden geciktim.” diyen asistanı,
hocasını yine sakinleştiremez ve Pavlov’dan, “Bir bilim adamının, ölüm dışında
ihtilâl veya herhangi bir olay dolayısıyla çalışmalarını bir saat bile
geciktirmeye hakkı yoktur! ” cevabını alır.
Pavlov ekibi ile köpekler
üzerinde çalışırken.
Şartlı mı şartsız mı!
Ünlü bilim adamı laboratuvarda
uykusuz geçen yılların karşılığını almaya başlamıştı. ‘Sindirim Bezleri Üzerine
Çalışma’ (Lectures on the Work of the Principal Digestive Glands) adlı
yapıtıyla 1904’te Tıp ve Fizyoloji alanında Nobel ödülünü aldı. Nobel alan ilk
Rus bilim adamı olan Pavlov’un, akut deneye karşı kronik deneyi kullanması,
metodolojide önemli bir aşama olarak kabul edildi. İşlediği ana tez, sindirim
dahil, bedensel tüm fonksiyonların sinir sisteminin denetiminde olduğuydu.
Tabi, o zamanlar hormonların sindirim sürecindeki rolü bilinmiyordu. Cerrahi
yeteneği sayesinde köpeklerin midelerinde, tükürük bezlerinde ve pankreatik
bezlerinde fistüller (iki organ ya da iki doku yüzeyi arasında normalde olmayan
bir bağlantı) oluşturarak, başka bakımlardan sağlıklı olan bu hayvanlarda, bu
organların fonksiyonunu inceledi.
NobePi almasına rağmen Pavlov’un
bilim dünyası tarafından tanınmasına neden olan başka bir şeydi: köpekler
üzerine yaptığı deneyler. Hatta bu nedenle Türkçeye bile bir deyim
kazandırmıştır. Birine “Pavlov'un köpekleri gibi... ” dendiği zaman, bunun ne
anlama geldiğini herkes çok iyi bilir!
“Düşünmeden, yani otomatik olarak
yaptığımız davranışlar ve gösterdiğimiz tepkiler acaba öğrenilebilir mi?”
sorusunu kendisine soran bilim adamı, bu sorunun cevabını köpekler üzerine
yaptığı deneylerde aradı. Kapalı yerde tuttuğu bir köpeğe zil sesinden sonra
yemek veren Pavlov, önce, havyan üzerinde herhangi bir tepkiye rastlamadı.
Ancak kısa bir süre sonra bunun alışkanlık yaptığını ve köpeğin zil sesinden
sonra yemek beklediğini keşfetti. Zil sesi duyduğunda köpek, yemeğin geleceğini
biliyor ve ağzı sulanıyordu. Aynı deneyi farklı bir şekilde tekrarlamak isteyen
Pavlov, bunun için de, köpekleri uyarmak için zil sesi yerine birbirinden
farklı iki ışık kullandı. Çember ışıktan sonra köpeğe yiyeceğini verip, oval
ışıktan sonra vermeyen Pavlov, köpeğin bu duruma da refleks geliştirdiğini ve
bir süre sonra çember ışığa tepki verirken, ovale vermediğini gördü. Daha
sonra, oval ve çember ışığı birbirine karıştırarak aynı deneyi tekrarlayan
bilim adamı, köpeğin hırçınlaşarak havlamaya başladığını gözlemledi. Tezini
ispatlamak için farklı deneyler ortaya koyan Pavlov, bu aşamadan sonra ‘koşullu
refleksten kurtulma’ aşamasına geçti.
Öğrenilmiş çaresizlik
Şartlandırdığı köpekleri aynı
yolla çözmeye çalışan Pavlov, bu defa yaptığı deneylerde zili çaldı, ama yemeği
vermedi. Köpekte bir süre sonra beklenti zayıflarken, deney süresi sonunda da
koşullanma ortadan kalkmıştı. Zil sesine karşılık köpekte hiçbir refleks
görülmedi. Deneyimle kazanılan ve kaybedilen refleks, salt fizyolojik bir olay
değil, psikolojik bir davranıştı. Pavlov’un ulaştığı bu sonuç, Davranış
Psikolojisi (Behaviorism) denilen sahanın temelini oluşturacaktı.
Şartlı refleks konusunda,
bitişiklik, habercilik, pekiştirme, sönme, genelleme, ayırt etme, birden fazla
uyarıcıya koşullanma ve gölgeleme kavramlarını ortaya koyan ve bu durumları
inceleyen Rus bilim adamı, bunların da ötesinde günlük hayatımıza, sıklıkla
kullandığımız bir kavramı da hediye etti. Aslen psikolojik olan, ancak
toplumsal konularda sıklıkla kullanılan, öğrenilmiş çaresizlik kuramı Pavlov’a
aittir ve bu deneyin bir parçasıdır. Şöyle ki; insan veya bir canlı ne yaparsa
yapsın durumu değiştiremeyeceğini öğrenirse, bütün olumsuz durumlar karşısında
pasif kalmayı tercih eder. Öğrenilmiş çaresizlikte kanaati tamamlamak ya da
cezadan kaçınmak için davranış göstermeye karşı isteksizlik, pasiflik, korku,
depresyon ortaya çıkar.
Ölüm döşeğinde bilim merakı
Tüm sanat ve bilim adamları gibi
Pavlov da ülkesindeki yönetimle iyi geçinemiyordu. Sovyet rejimi ile olan
ilişkileri karmaşık ve kötü olan bilim adamı, hükümeti ve devrimi açıktan
eleştiriyordu. S talin’e eleştiri mektupları yazan ve bilim toplantılarını
boykot eden Pavlov, bununla birlikte hayatının son yıllarında siyasi otoriteyle
barış içinde yaşadı. Muhalif tavrına rağmen, bilim adamlığı sıfatı ile Rus
hükümetinden cömert yardımlar alan ve baskıdan uzak kalan Pavlov, hayatının
sonuna kadar da bilimsel çalışmalarını sürdürdü. Ekim Devrimi’nden sonra
Lenin’in çıkarttığı özel bir kararname ile Pavlov’un yaşam ve çalışma şartları
düzeltilmişti. Hatta kendisine bir biyoloji istasyonu bile kurulmuştu.
Pavlov hayatının son devresinde
sinir patolojisi ile ilgilendi. Deneysel nevroz kavramını geliştirdi. Son
önemli çalışması Sovyet Büyük Tıp Ansiklopedisi için yazdığı Şartlı refleks
maddesiydi. Her ne kadar Sherrington’un buluşları, Pavlov’un yayılma ve
yoğunlaşma kuramının yıkımına sebep olsa da, Pavlov’un çalışmaları, psikoloji
ve psikofizyoloji konularındaki bilgi birikiminin temellerini oluşturmaya devam
etti.
Hastalandığında kendi hastalığını
inceleyecek kadar bilim tutkunu olan Rus alim, zatürreden yatağa düştüğünde
bile bir doktor çağırarak şunları söylemişti: “Beynim iyi çalışmıyor;
saplantılı duygular ve istemsiz hareketler ortaya çıkıyor; kangren yerleşiyor
olabilir” Doktoru ile bu belirtilerin anlamını tartışan Pavlov, bu tartışmadan
sonra uyudu. Uyandığında eşini son kez dünya gözüyle gördü, ardından vefat
etti.
NOTLAR
• Sindirim
sistemi üzerine yaptığı önemli çalışmalarla 1904 yılında Tıp ve Fizyoloji
alanında Nobel ödülünü alan ilk Rus bilim adamı oldu.
• Asıl
ününü köpekler üzerine çalışmalarıyla kazandı. Daha hayattayken ‘Dünya
Fizyolojisinin Prensi’ olarak kabul edilmiş, köpeklerin tükürük bezlerini
beyinlerine açılan bir pencere olarak görmüş, yaptığı binlerce deney sonucunda
meşhur koşullu refleks kavramlarını oluşturmuştu.
• Bolşevik
devriminden sonra Sovyet yönetimi, kendisini el üstünde tuttu. Bu, belki de
onun yöntemiyle ‘Halkların’ Marksist ideolojiye kolayca koşullandırılabileceği
beklentisinden ileri gelmişti.
• Hastalandığında
bile kendi hastalığını inceleyecek kadar bilim tutkunuydu. Zatürreden yatağa
düştüğünde, doktorlarıyla kendi hastalığının bilimsel yönlerini tartışmıştı.
• Kendisi
ünlü kuramcı Darwin’i okuyarak din adamlığından bilime yönelirken, torununun
torunu Konstantin Leon İdas Pavlov, Yalova depreminden sonra yardım çalışması
için geldiği Türkiye’de Müslüman olup, Barbaros ismini aldı.
• İkinci
kuşaktan torunu Dmitry Pavlov, İngiltere’de tanıştığı Türk kızı Duygu Taşlıca
ile Eskişehir’de Ağustos 2007’de dünya evine girdi.
• Koşullu
refleks üzerine çalışmaları sadece tıp alanında değil, reklamcılık sektöründe
de, tüketicileri daha çok alışveriş yapma yönünde kışkırtmak/teşvik etmek için
sıklıkla kullanılıyor.
Bastırılmış duygularımızı ortaya
çıkardı; rüyaları sayesinde psikanaliz kuramının
temellerini attı / SIGMUND
SCHOLOMO
FREUD
(1856-1939)
“Marx ve Freud Hıristiyanlığı
yıkanlar arasında en önde gelen isimlerdir. İlki, sevgi yerine nefreti
yerleştirmiş; İkincisi ise insani sorumluluk
kavramının altını boşaltmıştır. ”
Malcolm Muggeridge (İngiliz Gazeteci)
Bir oda hayal edin. Bir
odadasınız, karşınızdaki kişi size sorular soruyor ve arkasından o klasik
cümleyi ekliyor: “Çocukluğunuza inelim lütfen...” Bu, daha çok film karelerinde
karşılaştığımız bir sahne. Psikiyatr, hastasının sorunlarına çözüm bulabilmek
için onunla konuşmaktadır. İşte bu, ünlü tıp doktoru ve ruh bilimci Sigmund
Freud’un hayatını adadığı ve temellerini attığı psikanalist kuramının bir
parçasıdır. Freut; tıp alanındaki çalışmalarından dolayı, ‘ekstra ordinaryüs’
derecesini alan ve Yahudi olduğu için kitapları Berlin’de Naziler tarafından
büyük bir meydanda yakılan isim.
Tıbba, özelde ise psikolojiye pek
çok kuramı kazandıran ünlü bilim adamı Sigmund Freud, hem yaşadığı dönemlerde
hem de ölümünden sonra pek çok konuda çığır açıcı ve üstat olarak kabul
edilirken, birçok bilim adamının başına geldiği gibi, eleştiri oklarından
fazlasıyla nasibini almıştı.
Freud, Avusturya
İmparatorluğu’nun Pribor şehrinde (Bugün Çekoslavakya sınırları içinde kalır.)
6 Mayıs 1856’da doğdu. Yahudi bir yün tüccarının tek erkek çocuğu olan Freud,
‘okulda tıntın, sonradan alim’ bilim adamı prototipine karşın, lise yıllarında
gayet parlak bir öğrenciydi.
Öncelikle okumayı planladığı
Hukuk Fakültesi’ne girdi, lâkin, bir konferansta dinlediği ve Goethe’ye ithaf
edilen ‘Doğaya dair’ (On Nature) isimli denemenin etkisiyle okulunu terk etti.
1873’te Viyana Üniversitesi Tıp Fakültesine giren geleceğin bilim adamı, mezun
olduktan sonra da üniversitede çalışmalarını sürdürdü. 1876’da Viyana Fizyoloji
Enstitüsü’nde Ernst Brücke’nin yanında çalışmaya başladı. Bu enstitüde
özellikle merkezi sinir sistemi üzerine araştırmalar yaparken, anatomi ve
fizyoloji üzerine ilk yazılarını da yayımlamıştı.
O dönemde öğretim görevlilerinin
aldığı ücretler çok düşüktü. Hem bu yüzden hem de Yahudi olduğu için
üniversitede kariyer yapmasının zor olacağını düşündüğünden, üniversiteden
ayrılarak Viyana Hastanesi’nde çalışmaya başladı. 1883’te dönemin en büyük
beyin anatomisi ve nöropatoloji- uzmanı sayılan Theodor Meynert’in
yönetimindeki psikiyatri kliniğinde asistan olarak çalışmaya başladı. Onun
yaptığı çalışmalardan etkilenerek nöropatolog olmaya karar verdi. Kokain
üzerine yaptığı araştırmalarda, bu maddenin ağrı kesici, uyuşturucu ve
bağımlılık yapıcı etkilerini izledi. Bu aşamadan sonra ise, tamamen psikolojiye
yönelmesine sebep olan dünyaca ünlü nörolog Dr. Jean Martin Charcot ile
tanışacak ve hayatının akışı değişecekti.
Hipnoz9dan Psikanalizce giden yol
O günlerde insan beyninin
işleyişi üzerine kafa yoran arkadaşı Viyanalı hekim ve fizyolog Josef Breuer’in
çalışma yöntemlerini inceliyordu. Hatta, Breuer’in bir hastasına uyguladığı
tedavinin, Freud’a psikanalizin kapısını açtığı bile söylenebilirdi. Anna
isimli bir hastada, babasının ölümünden sonra histeri belirtileri görülmeye
başlamıştı. Görme ve konuşmada sıkıntı yaşıyor, kol ve bacaklarına felç
geliyordu. Breuer, hastası kendisine bu rahatsızlıklardan söz ettikçe,
belirtilerin yok olduğunu gözlemledi ve bir sonraki aşama için de hipnoz
uygulamaya karar verdi. Tedavi sürecinde Breuer’i izleyen Freud, hekim arkadaşı
ile birlikte hastayı konuşturarak tedavi etme yöntemini geliştirdi.
Freud’a ilham veren ikinci önemli
gelişme ise Paris’te yaşanacaktı. Bir sinir kliniğinde hastasına, sihirli bir
çekim kuvveti uygulayan doktor Jean-Martin Charcot’u yakından izledi. Doktor,
histeri hastalarını hipnoz ve telkinle tedavi etmeye çalışıyordu. Bunu yaparken
insan bilinci ve zihni çalışmıyor, doktor da hastasının bilinçaltına ulaşıyordu.
Ancak kısa bir süre sonra aralarında görüş ayrılıkları belirdi. Breuer’in
duygusal boşalmayı sağlayan yönteminin ve Charcot’un hipnozunun ancak geçici
rahatlamalar sağladığı görüşünden yola çıkan Freud, serbest çağrışım tekniğini
geliştirdi. Böylece cinselliğin insan yaşamında oynadığı rolü ve bilinçdışının
gücünü keşfedecekti.
İki ünlü meslektaşından
gördükleri üzerine kendi kuramını bina eden Freud’un asıl esin kaynağı serbest
çağrışım düşüncesiydi. Ona göre, bilinçaltındaki olayları yeniden bilinç düzeyine
çıkarmak ve canlandırmak mümkündü. Bunun için hastayla yalnızca konuşulması ve
terapi yapılması yeterliydi. Bu aşamada hasta, içsel bir yolculuğa çıkarak
çağrışım zincirlerini izliyor, anıları arasında dolaşıyor ve sonunda kendisini
rahatsız eden konuya ya da olaya ulaşıyordu.
Her ne kadar Freud ve psikanaliz,
ayrılmaz bir ikili olarak tıp tarihindeki yerini almış olsa da, ortaya
atıldıktan sonra ciddi eleştirilere maruz kalan psikanalizin bilimsel
geçerliliği konusunda önemli şüpheler yok değil. Bir kısım bilim adamı,
Freud gibi düşünerek bu yolu
takip etse de, bir o kadarı da Freud’a karşı çıkmakta.
Freud’un psikanalizi, şu
görüşlere dayanıyordu: “Bilinçdışı çatışmalar nevrozunm kaynağıdır. Bu
hastalık, psikanaliz yoluyla bilinçdışı isteklerin ve bastırılmış düşüncelerin
bilince geri getirilmesi ile tedavi edilebilir. İstekler üzerine yaşanan
çatışmalar; kendilerini rüyalarda ve dil sürçmelerinde ifade ederler. Psişik
sistem, cinsel ve saldırgan istekleri baskılar ve bu istekler düşüncenin
bilinçdışı sisteminde saklanır. ”
Freud psikanaliz kavramını ortaya
atarken ve sonrasındaki çalışmalarında Alfred Adler ve Cari Gustave Jung ile
birlikte hareket etmişti. Birlikte ilk psikanaliz kongresini de düzenleyen
bilim adamlarından Adler 1911’de, Jung ise 1914’te Freud ile yollarını ayırdı.
Babasını kaybetti, kavram
yarattı...
Psikanalizi ortaya koyan ve bu
çalışmalar üzerine yoğunlaşan Freud, aynı yıl içinde babasını kaybedince, yeni
bir kavrama doğru yol almaya başladı. Nöroloji alanından gittikçe uzaklaşan ve
klinik psikolojiyle ilgilenmeye başlayan Freud, hastalar üzerindeki çalışmaları
sonucunda, nevrozun temelinde cinsel çatışmaların yattığı sonucuna varmıştı.
Histerinin ise çocukluk evresinde yaşanan sarsıcı bir cinsel deneyimden
kaynaklandığına inanıyordu. Çalışmalarında çocukluktaki cinsel deneyimler ve
fanteziler üzerine yoğunlaşmıştı. Babasının ölümü üzerine yaşadığı bunalımdan
sonra, 1897’de sistemli biçimde kendi kendini analiz etmeye başladı.
Çalışmaları sonucunda, çocuklukta gelişen bazı nevrozların kökenini açıkladığı,
Oedipus Kompleksi- kavramım geliştirdi. Bu kavramı özetle, erkek çocuğun
babasını annesinden kıskanması ve babasının ölmesini istemesi olarak
tanımlayacaktı. Buna ve halen bir çok tıpçı tarafından kabul edildiğine göre:
Oedipus kompleksi, 3-6 yaş arasında yaşanan bir psikoseksüel gelişim dönemine
tekabül ediyordu.
O günlerde ‘Düşlerin Yorumu’ (Die
Traumdeutung) adlı eserini yazan Freud, rüyaların da bilinçaltı üzerine
kurulduğuna inanıyordu. Rüyaların temel işlevinin isteklerin doyurulması
olduğunu, bu isteklerin rüyalarda açığa çıktığını öne sürüyordu. Kendi
zamanının bilimsel anlayışı çerçevesinde ise rüyalar için şu teknik benzetmeyi
yapıyordu: “Değişik fotoğrafların üst üste binmesi sonucu yeni bir fotoğraf
oluşur. Biz rüyada bu son fotoğrafı görürüz, ama onu oluşturan fotoğrafları tek
tek göremeyiz. Analiz bize bu fotoğrafları gösterir. Artık kendi gerçekliğimizi
farklı bir algılama şekli içinden görmeye başlarız.”
Benlik kuramı: ilkel benlik, ego
ve süper ego
Freud, daha sonra geliştirdiği
yapısal teoriye göre kişilik kuramını üç temel kavrama dayandıracaktı. Ona
göre, id (ilkel benlik), ego (benlik) ve süper ego (üst benlik) zihnin
bölümlerini oluşturuyordu. İd, cinsellik, saldırganlık, açlık gibi ilkel
arzuları saklayan benlikti. Haz ilkesi ile hareket eden idin amacı, bir an önce
doyuma ulaşmaktı. Enerjisini idden alan ve bu enerjiye göre şekillenen egoysa,
bilince ve gerçekliğe karşılık geliyor ve haz ilkesinin aksine, gerçekçilik
ilkesi ile hareket ediyordu. İd ve egonun üzerineyse süper ego bina edilmişti.
Burada eğitimle şekillendirilen dünya görüşü yer alıyordu. Freud, egonun her
iki kimliğin dengeleyicisi olduğunu savunuyordu. İşte klasik psikanalize göre
bu üç yapı, insan gelişimini belirliyor ve kişiliğini oluşturuyor.
Genç ruh doktorunun şöhreti
özellikle 1900’den itibaren arttı. 1902’de profesör oldu. Aynı yıl Alfred
Adler, Max Kahane, Rudolf Reitler ve Wilhelm S tekel’in katılımıyla meşhur
‘Çarşamba Toplantıları’m başlattı. Psikanaliz üzerine tartışmaların yapıldığı bu
toplantılara İngiliz Ernst Jones, İsviçreli Cari Jung, Macar Sandor Ferenczi,
Amerikalı Brill, Alman Kari Abraham gibi ünlü psikanalistler katılıyordu.
Viyana Psikanaliz Enstitüsü’nün kurulması fikri de 22 kişilik beyin takımının
başının altından çıkmıştı.
Freud, kariyerinin zirvesine
doğru koşarken, sağlığı kötüye gidiyordu. 1923’te teşhis koyuldu. Çene kanseri
olmuştu. On altı yılda otuzdan fazla ameliyat geçirdi. Tüm bu sancılı sürece
rağmen bilimsel çalışmalarından geri durmayacaktı.
Hitler, 1933’te iktidara
geldiğinde Einstein ve Hemingway’le beraber onun kitaplarını da yaktırdı.
1938’de Naziler Avusturya’yı işgal ettiğinde evi defalarca Naziler tarafından
basıldı. Buna rağmen Freud Viyana’yı terk etmemekte ısrarlıydı. Ancak kızı Anna
tutuklanınca Londra’ya geçmeyi kabul edecekti.
1939’da acıları dayanılmaz hale
geldiğinde doktoruna işkence çektiğini söyleyecek, o da, iddialara göre,
zamanında kendisine gereksiz acı çektirmeyeceğine söz verdiği için, fazla dozda
morfinle Freud’un hayatına son verecekti.
Londra’da çene kanserinden ölen
Freud, bilimsel disipline inanan, katı bir deterministti. Ancak, bu tutumunda
her zaman ısrarcı değildi. Her ihtimali bilim adamı kimliğiyle incelemiş ve
bazı kanaatlerini, çalışmalarında sonradan edindiği bulgular sonucunda
değiştirmekten kaçınmamıştı. Bugün Freud’un dünyasına ve ortaya koyduklarına
ilgi duyanlar, sadece psikolog ve psikiyatrlardan ibaret değil. Sanatçılar,
filozoflar, toplumbilimciler, din adamları, hatta siyasetçiler bile Freud’un
görüşlerinden yararlanmaktan geri durmuyor. Kızı babasının ölümünden sonra
bayrağı devralarak görüşlerine yenilikler kattı ve onun izinden giderek, ‘Ben’
psikolojisinin öncüleri arasında yer aldı.
Freud haklı mıydı?
Neredeyse tabu haline gelen
görüşlerinin Batidaki etkinliği tartışılmaz olsa da, Freud’a, dini hassasiyeti
yüksek bilim adamlarından sıkı eleştiriler gelmekte. Freud’un, kişiliği id, ego
ve süper ego şeklinde tanımlamasından hareketle, psikanalizin, insanın
kişiliğinin oluşumunda ‘libido’ olarak tanımladığımız cinsel enerjiyi merkeze
alması eleştirilir ve ego ve süper ego’nun sadece insanın kişisel denge
mekanizması olmadığı, aynı zamanda, insanı kişilik yönünden geliştiren ahlak,
din, hukuk gibi faktörleri de barındırdığı savunulur. Özetle insanoğlu,
Freud’un lanse etmeye çalıştığı gibi sadece et ve kemikten ibaret; çoğunlukla
cinsel dürtüleri ile zihin dünyası şekillenen bir canlı değil, aynı zamanda
bunların çok üzerinde ve hepsini kapsayan kozmik bir varlıktır da. Beynin gücü
ve özellikleri ile yapılan analizlerde ruh boyutunun ıskalanması, insanoğlunun
zihinsel şifrelerinin çözümünde sadece hipnoz, serbest çağrışım ve de rüya
analizi gibi teknik uygulamalarla sınırlı kalınması, teşhis ve tedaviyi çıkmaza
sokacaktır.
Tüm bu eleştiriler haklı olmakla
birlikte Freud’un, insanın kendini keşfetme sürecinin önde gelen kaşiflerinden
biri olduğu da gerçektir.
NOTLAR
• Anatomi
ve fizyoloji üzerine çalıştı. Daha sonraları beyin anatomisi üzerine yoğunlaşıp
kokainin klinik kullanımına yönelik araştırmalar yaptı. Çocuklarda beyin felci
ile ilgili ayrıntılı çalışmalar yürüttü.
Uygulamalarında hipnozla telkin
yöntemini kullanmaya başladı. Breuer ile birlikte yaptığı çalışmalarda,
histerinin hipnoz ile tedavisi üzerinde yoğunlaştı. Daha sonra hipnoz yerine
‘serbest çağrışım’ adını verdiği tekniği geliştirdi. Buna göre Freud, hastaları
ile her konuda konuşuyor, serbest sohbet yöntemini benimsiyordu.
Kendi düşünceleri ve rüyalarını
temel alıp, analiz ederek; psikanaliz kuramının temellerini attı. Amacı,
bastırılmış düşünce ve duyguları bilinç yüzeyine çıkarmaktı. 1896, psikanaliz
(ruh çözümleme) teriminin ortaya çıktığı yıl oldu.
‘Cinsellik Kuramı Üzerine Üç
Deneme’ adlı çalışmasıyla insanda bebeklikten başlayarak yetişkinliğe kadar
cinsel dürtünün gelişimini ele aldı.
Nöroloji, psikiyatri, psikoloji,
psikoterapi ve kendisinin ortaya koyduğu psikanaliz alanlarında çalıştı.
Alfred Adler, Viktor Frankl,
Ernest Jones, Cari Jung, Melanie Klein, Jacques Lacan, Fritz Perls, Otto Rank,
John Bowlby, Maud Mannoni, Donald Winnicott gibi önemli isimlere hocalık yaptı.
Psikanalitik kuramın temel
ilkelerini ortaya koyduğu en önemli çalışması olan Rüyalar ve Yorumlar’m yanı
sıra Günlük Yaşamın Psikopatolojisi, Cinsellik Kuramı Üzerine Üç Deneme,
Psikanalize Giriş, Uygarlıkta Tedirginlik çok bilinen eserlerinden.
William Shakespeare (Arden),
Isaac Newton (Ayscough), Johann Sebastian Bach (Lammerhirt), Ludwig Van
Beethoven (Keverich), Albert Einstein (Koch) gibi ünlülerin yanı sıra, Freud da
annesinin soyadını kullananlardan! Ünlü bilim adamı eğer babasının soyadını
kullansa idi, tarihe Sigmund Nathanson olarak geçecekti.
Kuantum Teorisi’ni ortaya attı;
fiziğin temel çerçevesini değiştirdi / MAX KARL ERNST LUDWIG PLANCK
(1858-1947)
“En keskin bilimsel araştırmalar
bile hayal gücümüzün
yaratıcı yeteneği olmaksızın bir
adım ileri gidemez. Bir insan ‘Nedensellik Yasasına ’ aykırı şeyler üzerine bir
kez olsun kafa yormazsa,
onun uğraştığı bilimden bir
zerrecik olsun yeni bir düşünce beklemek boşunadır. ”
Planck
Yirminci yüzyılda bilim
adamlarının fizik bilim dalında yapılacak bir şey kalmadığı dediği dönemde
radyoaktivite çalışmalarıyla fiziği yeniden dirilten Ernest Rutherford’un,
“Fiziğin şahlandığı bir çağda yaşıyoruz. ” şeklinde özetlediği dönemin
öncülerinden biri Einstein ise, bir diğeri de Max Kari Ernst Ludwig Planck’tı.
Einstein, izafiyet teorisi
(görecelilik kuramı) ile zaman ve yerçekimi kavramlarına yeni anlamlar
kazandırırken, Planck da Kuantum Teorisi’nin temellerini atarak söz konusu
şahlanışın öncülerinden oldu. Yirminci yüzyıla damgasını vuracak ‘Kuantum
Teorisi’ni geliştirerek termodinamik yasaları üzerinde araştırmalar yapan,
kendi adıyla anılmakta olan ‘Planck Sabiti’ni ve ‘Planck Işınım Yasası’m ortaya
çıkaran Planck’ın bu teorisi, o zamana dek kabul edilmiş olan fizik yasaları
için bir devrim niteliği taşıyordu. Enerjiyi kesintisiz bir akış olarak gören
klasik enerji teorisi yerine, Kuantum Teorisi’ni ortaya atan Alman fizikçisi
Planck’ın deneysel araştırmalara dayanan bu çalışması, enerjinin kesik kesik ya
da paket paket de olabileceğini öngörüyordu. Albert Einstein, Planck’ın bu
teorisini 1905’te fotoelektrik olayını açıklarken kullandı. DanimarkalI fizikçi
Niels Bohr da Kuantum Kuramı sayesinde atomdaki elektron düzenini ilk açıklayan
kişi oldu.
Planck’ın Kuantum Teorisi,
enerjinin sürekliliği fikrini temelden sarstı. Öyle ki; “Natura non facit
saltus!” (Doğa asla sıçramaz) şeklinde Latince özdeyişin yanlış olduğu
anlaşıldı ve klasik fiziğin temellerinden belki de en önemlisi çökmüş oldu.
Einstein’m İzafiyet Teorisi’nden
sonra doğa olaylarını ve olgularını mekanik modellere oturtmak yerine soyut
matematiksel ilişkiler yoluyla açıklayan ikinci ve belki de daha önemli
bilimsel devrim, Planck’m ortaya attığı Kuantum Teorisi ile gerçekleşmiş
oluyordu.
Max Kari Ernst Ludwig Planck, 18
Nisan 1858’de Almanya’nın Kiel şehrinde dünyaya geldi. Babası Kiel
Üniversitesinde seçkin bir hukuk profesörü olan Planck, asker ve hukukçularla
dolu ailesinin de bir parçası olduğu entelektüel bir çevrede yetişti. Orta
öğrenimini Münih Max Milian Lisesinde tamamladı. Berlin’de Kirchoff ve Hemholtz
gibi seçkin profesörlerin yanında öğrenim gördü. 1879’da Münih Üniversitesi’ni
bitirdi. Münih’te 5 yıl ders verdi ve Kiel Üniversitesi’nde matematik profesörü
olarak çalışmalarını sürdürdü. 1889’da Kirchoff’tan boşalan fizik kürsüsüne
davet edildi ve 1928’de emekliye ayrılana kadar burada kaldı.
Oğlunu gözden çıkardı ama
Nazilere boyun eğmedi
Fizik öğrenimi için üniversiteye
başvurduğunda, dönemin büyük fizikçisi Hermann Helmholtz, uFizik\e artık
yapılacak fazla bir şey kalmadı; ilerlemeye açık başka bir bilim dalını seçsen
daha iyi olur. ” demişti. Ama fizikten vazgeçmedi ve ışıma ve paketçik
çalışmalarıyla 1920 yılında Nobel Fizik Ödülü’nü kazandı. Rusya Bilimler
Akademisi’nin sekreterliğine getirildi ve zamanla en çok saygı duyulan Alman
fizikçilerinden biri oldu. 1930’da Başkanlığına getirildiği Berlin Kaiser Wilhelm
Enstitüsü, II. Dünya Savaşı’nın ardından Max Planck Enstitüsü olarak
isimlendirildi. Planck, Nazi rejimi döneminde Almanya’da kaldıysa da Hitler’in
Yahudi meslektaşlarına yönelik uygulamalarına açıkça karşı çıkınca, 1937’de
enstitüden zorla istifa ettirildi. Öte yandan özel hayatı, bilimde olduğu kadar
parlak değildi. İlk eşini 1909’ da, oğullarından birini ise Birinci Dünya
Savaşı sırasında kaybetti. Yine savaş yıllarında iki kızı, torunlarını
doğururlarken öldü. Yeniden evlendi ve bir oğlu oldu.
Takvimler 1900 yılına
kilitlenmişken Max Planck, siyah cisim ışımasını açıklamak için ışığın
kuantumlu olabileceğini ileri sürdü. O zamana dek, ışığın şiddetiyle
enerjisinin doğru orantılı olduğu sanılıyordu. Oysa ışığın frekansıyla enerjisi
doğru orantılıydı. 1905’te Einstein bu kurama dayanarak fotoelektrik olayını
açıkladı. Işık, dalga özelliği yanında foton denen kuantum (enerji paketleri)
özelliği de gösteriyordu. Planck’ın kuantum teorisinin doğrulanması ile
birlikte insanlık, atom altı parçacıkların oluşturduğu gözle görünmeyen
dünyadan ışığa, oradan uzaya varıncaya kadar, neredeyse yaşama dair her şeyi
analiz eden ve bunu yaparken de ‘mutlak doğrular yoktur’ yaklaşımı ile hareket
eden yeni bir bilim dalı ile karşı karşıya kalıyordu.
Son yıllarında Hitler rejimine
karşı çıktığı için rejimin demir yumruğundan o da nasibini almakta gecikmedi.
İkinci Dünya Savaşı’nda evi müttefiklerin bombardımanına hedef olunca, tüm
notları ve çalışmaları yok oldu. Yedi çocuğundan tek hayatta kalanı; ikinci
karısından olma oğlu Erwin, 1944’te Hitler’e suikast suçlamasıyla yakalandı.
Naziler, Nazizme inanç ve bağlılık duyurusunu imzalaması karşılığında oğlunu
serbest bırakmayı teklif ettiler. Ancak Alman fizikçi, tek çocuğunu kaybetme
pahasına da olsa duyuruyu imzalamadı.
Durumu öğrenen başka bir Alman
fizikçi, Amerikalılardan Planck’ı daha güvenilir bir yer olan Göttingen’e
götürmelerini istedi. Yaşamının son iki yılını burada saygın ve seçkin bir
bilim adamı ve insan hakları savunucusu olarak geçiren Planck, 90’ inci yaş gününü
kutlamaya hazırlandığı sırada, 4 Ekim 1947’de, 89 yaşında hayata veda etti.
Geride miras olarak fizik ile felsefeyi harmanlayarak insanoğlunun önünde yeni
bir çığır açan Kuantum Fiziği’ni bırakmıştı.
Nobel Ödülü Getiren Çalışma:
Kuantum Fiziği
Alman Planck’m uzmanlık alanı ve
şöhretinin kaynağı, termodinamik teori diye bilinen ısı bilimiydi. Planck, ışık
radyasyonu üzerinde çalıştığı sıralarda ısıtılarak kor haline gelmiş bir
metalin çıkardığı ısı ve ışık radyasyonu, birçok fizikçinin çözmeye çalıştığı bir
problemdi. Klasik fizik teorilerine göre kor haline gelmiş metalin saldığı
radyasyonun dalga uzunluğu, muhtemel en kısa dalgalardan ibaret olmalıydı. Yani
ısınan küçük cisim bile son derece parlak bir ışık vermeliydi. Radyasyon
enerjisi de süreğen bir akış olarak kabul edildiğinden, spektrumun yüksek
frekans kesiminin oldukça geniş, hatta sınırsız olması gerekliydi. O dönemde
çalışmalar daha çok yalnız sıcaklık faktörüne dayanan ‘siyah cisim’ denilen
aydınlatma standardı olan radyasyon üzerinde toplanmıştı. Kara cisim (veya
herhangi bir metal) spektrumu enerjinin farklı dalga uzunlukları arasında nasıl
dağıldığını göstermekteydi.
Planck çalışmaya başladığında, bu
enerji dağılımı zaten ölçülebiliyordu; ancak ölçüm sonuçları klasik teorilere
göre olması gerekene uymuyordu. Sonuçlarda dalga uzunluğunun giderek
kısalmasıyla, enerjinin sonsuza doğru arttığı görülüyordu. Dönemin fizikçiler
de bu durumu ‘morötesi- katastrof’ diye niteliyorlardı. Ancak Planck’ın yaptığı
deneylerde hiçbir maddenin, ne denli kızdırılırsa kızdırılsın, ne denli akkor
haline getirilirse getirilsin, sonsuz enerji vermediği ortaya çıktı. Üstelik
çıkan enerjinin büyük kısmı da orta dalga uzunluğundaydı. Deney sonuçlarına
göre spektrumda çok değişik bir enerji dağılımı vardı. Bunu açıklamak için
klasik teorilerden ve radyasyon enerjisinin sürekliliği varsayımından vazgeçmek
gerekiyordu. Kabul edilen teoriler ile deney sonuçları arasındaki farklılık çok
açıktı. Ancak o dönemde doğanın/enerjinin sürekliliği, bir hipotez ya da
varsayım değil, kuşku götürmez bir gerçek gibi görülüyordu. Newton’un mekanik
teorisinin yanı sıra MaxwelPin elektromanyetik teorisi de doğanın sürekliliğini
temel almıştı. Planck, klasik teorilerle deneyleri arasındaki bu tutarsızlığı
ve çözüm için sunduğu formülü açıkladığında, belki bunun, fiziği temelinden
sarsabileceğini düşünmemiş, sunduğu çözüme de, ölçme sonuçlarını ve bu sonuçlar
arasındaki ilişkiyi matematiksel olarak dile getiren masum bir formül gözüyle
bakmıştı.
Planck’m siyah cisim üzerinde
yürüttüğü kuramsal çalışması ve sunduğu çözüm önerileri 1900’de yayımlandı.
Sunduğu çözüm önerisini dayandırdığı temel düşünce şuydu: “Her maddenin kendine
özgü radyasyon salan bir titreşim frekansı vardır. Vibratörler enerjiyi sürekli
bir akıntı olarak değil, bir dizi kesik akımlarla salmaktadır. ”
Planck, problemin çözümünü
ararken Boltzmann’ın istatiksel yönteminden de faydalandı. Bir durumun meydana
gelme ihtimalini belirleyen bu yöntem, inceleme konusu ilişkilerin sayılabilir
olmasını gerektiriyordu. Bu yüzden, sayılabilir bir birim elde edebilmek için
radyasyon enerjisinin bireysel bölümlerden oluştuğunun varsayılması; aynı
şekilde enerjinin de birtakım kesinti veya bölümlerden ibaret olması
gerekiyordu.
Mor-ötesi katastrof beklentisine
düşmekten kurtulmaya çalışan Planck, enerji bölümlerini birleştirmeden bıraktı
ve tam bu noktada formülünde dile getirdiği ilişkiyi belirledi. Çünkü paketler
halinde olan enerji, sonsuza dek bölünemezdi. Bu da radyasyon enerjisinin
sürekli veya sonsuz olmadığı anlamına geliyordu.
Planck, bu yoldan giderek Kuantum
Kuramı’nın temel taşı olan basit formülüne ulaştı: (E = h.f) Formülde E enerji;
f radyasyon frekansı; h ise ‘Planck değişmezi’ (Planck Sabiti) denen sayıyı
(Joule-saniye) göstermektedir. Bu sabit bir sayı C.G.S. sisteminde
0.0000000000000000000000000066 veya kısaca 6.6x10-27 birim erg-saniye olarak
simgelenmekteydi.
Bu formül, Planck’ın ‘kuantum’
dediği bir enerji parçacığıyla bir dalga frekansı arasındaki ilişkiyi ortaya
koyuyordu. Bir enerji kuantumu, dalga frekansıyla Planck değişmezinin çarpımına
eşittir. Ayrıca herhangi bir radyasyonda verilen enerji miktarı dalga
frekansına bölünürse sonuç daima Planck sabitine (h) eşit çıkar. (Işık hızı
gibi Planck sabiti de doğanın temel değişmezlerinden biri olarak kabul edilir).
Planck’ın bu buluşu, enerjinin
sürekliliği fikrini temelden sarstı. “Natura non facit saltus/ Doğa asla
sıçramaz” şeklindeki eski Latin özdeyişi yanlıştı. Çok geçmeden, Einstein’ın
1905’te ortaya koyduğu ‘Fotoelektrik etki’ diye bilinen teorisiyle ışık da
kuantum teorisinin kapsamına girdi. Isı, ışık, elektromanyetizma gibi radyasyon
türlerinin kuant biçiminde alınıp verildiği hipotezi böylece doğrulandı. Bohr,
Schrödinger ve Heisenberg gibi bilim adamlarının da yapacağı katkılarla bugünkü
kuantum mekaniğine kuramı oluşmuş oldu.
“Kuantum fiziği sizi şok
etmediyse ...”
Planck, büyük bir devrime öncülük
yapmıştı. Tüm bu rakamlar ve garip ifadeler muhtemelen kafanızı karıştırdı
değil mi? Öyle ise doğru yoldasınız; zira, ünlü bilim adamı Bohr’un da dediği
gibi: “Kuantum fiziğiyle ilk kez karşılaşanlar eğer şok olmadılarsa, muhtemelen
onu anlamamışlardır! ”
Planck, enerjinin kuantlaşmış
doğasına ilişkin bu keşfi için 1918’de Nobel ödülünü kazandı. Ödülü ise ancak
bir yıl sonra alabildi. Çağımızın ünlü fizikçisi Max Born, Planck’ın bilimsel
kişiliğini kısaca şöyle tarif etmişti: “Tutucu bir kafa yapısı vardı, devrim
yapmaya yönelik hiçbir arzusu veya eğilimi yoktu. Spekülasyonları sevmezdi.
Ancak deney sonuçlarına olan saygısı ve güveni nedeniyle, fiziği temelinden
sarsan en devrimci düşünceyi de ileri sürmekten geri durmadı. ”
Çevremizde ve evrende var olan
maddi varlıkların içinde derinlere daha derinlere gidildikçe hangi taneciklerin
var olduğunu, oralarda hangi olayların nasıl meydana geldiğini, kısacası
mikro-evren dediğimiz bu evreni yöneten yasaları araştıran Kuantum Fiziği’nin
fikri temellerini atan Planck, insanoğlunun ufkunda patlamalar meydana
getirmişti. Bu patlamalar artarak devam etmekte. Bugün elektronların sihirli dünyasından,
bilgisayar işlemcilerinin nasıl çalıştığına, beynimizde olan bitenlerden,
otomobillerin fren sistemindeki balataların nasıl çalıştığına varıncaya kadar
her bir şeyi inceleyen kuantum fiziği, temel olarak atom altı parçacıklarla
ilgilidir ve evrendeki her şey de, atomlardan müteşekkildir.
Belki de kuantum fiziği,
mikroskobik seviyedeki her türlü madde davranışını; kısaca hayatın ta kendisini
inceler. Bunun mimarı da Planck’tır!
NOTLAR
• 18
Nisan 1858’de Almanya’da Kiel’de dünyaya geldi.
• Fizik
öğrenimi için üniversiteye başvurduğunda, dönemin büyük fizikçisi Hermann
Helmholtz, kendisine “Fizikle artık yapılacak fazla bir şey kalmadı; ilerlemeye
açık başka bir bilim dalını seçsen daha iyi olur.” demişti.
• Kara-cisim
üzerinde yürüttüğü kuramsal çalışmasına yönelik çözüm önerisi olarak sunduğu
‘kuantum kuramı’ fiziğin temelini sarstı.
• Öncülük
ettiği devrime Bohr, Schrödinger ve Heisenberg gibi bilim adamlarının da
yaptığı katkılarla bugünkü kuantum mekaniği kuramı oluşmuş oldu.
• Enerjinin
kuantlaşmış doğasına ilişkin keşfi için 1918’de Nobel ödülünü kazandı.
• Einstein,
Planck’ın Kuantum Teorisi’ni “Bilimin gelişmesi için fiziğe gönderilen en güçlü
titreşim. ” şeklinde tanımladı.
• Müzikle
de arası iyiydi. Einstein ile birlikte keman çalarlardı.
• İkinci
karısı, ilk karısının yeğeniydi.
• Fizikteki
devrimiyle zihinlerde deprem yaratarak insanoğlunun dünyaya bakışını değiştirse
de, bilime adanmışlığı, ruha bakışını değiştirmedi. Sıkı bir Hıristiyan’dı.
Saçım bilim için süpürge etti;
radyumu ayrıştırdı; Nobelleri topladı / MADAM
CURIE
(1867-1934)
“Her gün giydiğim bu elbisemden
başka elbisem yok.
Eğer bana yeni bir tane alma
nezaketi göstereceksiniz, lütfen siyah renkte ve giyimi kolay bir şey alın ki,
laboratuarda da giyebileyim. ”
Madam Curie
O, belki de bilim dünyasındaki
erkek egemen yapıyı kıran tek kadın alim oldu. Üstelik bunu yaparken, bilimsel
şöhreti ile kendi kulvarındaki erkek rakiplerini de ezip geçmişti. Üstelik
başarısız olması durumunda öne sürebileceği onlarca mazeret varken o, hayata
meydan okurcasına, karşılaştığı tüm zorlukları ekarte ederek, bilimin sihirli
dünyasında hak ettiği yeri almıştı. Kim miydi bu kadın? Tabi ki Marie
Skladowska ya da daha bilinen şekli ile Madam Curie!
1867’de Lehistan’ın (Polonya)
Varşova şehrinde hayata gözlerini açtı. Hem annesi hem de babasının öğretmen
olması, onu yaşıtlarına karşı avantajlı kılacaktı. Petersburg Üniversitesinde
yüksek tahsil yapmış ve sonra Varşova’da fizik ve matematik dersleri vermeye
başlamış olan babası Vladislav Sklodowska ve yine eğitimci annesi Madam
Sklodowska sayesinde, kısa zamanda okumayı sökmüş, küçük yaşlarda fen ile
tanışmıştı. Özellikle evlerindeki fen cihazları dolabı, Curie’nin bir numaralı
eğlence kaynağıydı. Hafızasının kuvvetli olmasıyla da sınıfında dikkat
çekiyordu. Ailesi, o tarihlerde Rus esareti altında bulunan Polonya’da, Rus
hakimiyetine karşı yürütülen gizli faaliyetleri destekliyordu.
s
\
£
Felaketler peş peşe gelmeye
başladı. Önce ablasını ardından da annesini kaybetmesine rağmen Curie, 1883’te
onur madalyasıyla ortaöğrenimini tamamlamayı başaracaktı. 16 yaşında olmasına
rağmen, akranları gibi geçici heveslerin peşinde koşmaktan ziyade, tercihini
idealleri peşinde koşmaktan yana kullandı. Bir ülkenin kalkınması için anarşist
faaliyetlerden ziyade, iyi yetişmiş nesillere ihtiyaç duyulduğuna inanan Curie,
Varşova Üniversitesi bayan öğrenci almadığından Paris’e gitmeye karar verdi.
Önce, eğitim masraflarını çıkarmak için zengin ailelerin çocuklarına öğretmenlik
yaptı. 1891’e gelindiğinde hayallerinin ilkine ulaşmış, Sorbon Fen Fakültesinde
okumaya başlamıştı. Özellikle fizik derslerinde kendini göstermeye başladı.
Fizik derslerinde hocalarının
kâinattaki düzenle ilgili söyledikleri ve laboratuvarlarda yaptıkları deneyler,
genç
bilimcinin şevkini arttırıyor,
onu daha fazlasını bilmek ve öğrenmek için kamçılıyordu. Marie gayretli
çalışmalarının mükâfatını çabuk gördü. Kısa zamanda başarısı ile adından söz
ettiren bir öğrenci olmuştu. 26 yaşına geldiğinde, kendisi gibi bilime gönül
vermiş Pierre Curie ile tanışacaktı. Pierre Parisliydi ve Marie ile
tanıştığında iyi bir bilimsel kariyere sahipti. Kardeşiyle beraber Pizoelektrik
etkiyi keşfeden Pierre, fiziğe ilk kez grup kavramını getirmişti. Özetle,
tencere yuvarlanıp kapağını bulmuştu. Çift 1895’te evlenince, Marie de artık
Madam Curie olarak anılmaya başlayacak ve ikili tüm mesailerini bilme
adayacaktı.
Madam Curie 1897’de ilk çocuğunu
dünyaya getirdiğinde, iki lisans imtihanı ve su verilmiş çeliklerdeki mıknatıslanma
hakkında bir etüt çalışması gerçekleştirmişti! Annelik gibi büyük bir
sorumluluk bile bilimsel hızını kesemiyordu. Eşinin önerisiyle Becquerel
ışınları üzerine tez yapmaya karar vermişti.
Bu arada Röntgen, 1895 Kasıminda
efsanevi X ışınları ile röntgen teknolojisinin temellerini atıyor, Henri
Becquerel X Işınları ile floresanlanma arasındaki ilişkiyi araştırıyordu ama
halen radyoaktivite zincirinde kayıp bir halka vardı. Bunu bulmak da Madam
Curie’ye kısmet olacaktı.
İlk kez 1897’de BecquerePin dile
getirdiği (uranyum tuzlarının yaydığı ve sonraları radyoaktivite olarak
adlandırılacak olan) ışın üzerine detaylı araştırmalara başlamıştı. Bir yıl
sonra toryumun da bu ışınları yaydığını fark edince eşi Pierre ile bu konu
üzerine çalışmaya başladılar. Bu arada Becquerel de boş durmamış iki farklı
uranyum mineralinin daha aktif olduğunu keşfetmiş; bir takım çalışmalarla,
polonyum ve radyum elementlerini elde etmişti. Temmuz 1898’de Curie çifti, yeni
bir radyoaktif element olan ve uranyumun radyoaktif bozunmasından ortaya çıkan
polonyumu bulduklarını açıkladılar. Bu arada maddenin adını da, Marie’nin
anavatanı Polonya’dan esinlenerek koymuşlardı. Durmadılar ve Eylül 1898’de
doğal radyoaktif element radyumu bulduklarını duyurdular. Bu gelişmeler üzerine
Marie, 1903’te doktorasını vermiş ve Fransa’da ileri bilim alanında doktora
unvanı alan ilk kadın olmuştu. Aynı yıl içinde eşi ve Becquerel ile birlikte,
Nobel Fizik Ödülü’nü de alıyor ve tarihte Nobel Ödülü alan ilk kadın oluyordu.
Marie ve Pierre Curie laboratuarlarında
çalışırken...
1904’te eşi Pierre Sorbonne’da
öğretmenliğe başlarken, kendisi de Sevr’deki bir kız okulunda fizik
öğretmenliği yapmaya başlamıştı. Her şey yolunda gibi görünüyordu, lâkin
bilmedikleri bir şey vardı; uğraştıkları alan olan radyoaktivitenin ölümcül yan
etkileri! Çift radyasyondan kaynaklanan rahatsızlıklar geçirmeye başladı.
Radyumun zararlı etkileri yavaş yavaş kendini göstermeye başlamıştı. Pierre
Curie’nin bir kaza sonucu ölmesi üzerine iki çocuğu ile dul kalan Marie, eşinin
Sorbonne’daki öğretmenlik görevini devraldı ve içinde bulunduğu tüm
olumsuzluklara rağmen, inatla hayata sarıldı. 1908’de Sorbonne’daki ilk kadın
profesör olarak, bir başka ilke imza atıyordu. Her ne kadar radyoaktivite
bedenini yavaş yavaş esir almaya başlasa da, Madam Curie, kariyerinde devasa
bir sıçrama daha yapacak, 1911’de radyum ve polonyumun keşfindeki rolünden
dolayı, Nobel Kimya Ödülü’ne layık görülecekti. Sonuç olarak Madam Curie,
tarihte iki Nobel ödülüne sahip ilk kişi oluyordu! Bunun ardında ise, bir
elementin radyoaktif işlemlerden sonra başka bir elemente dönüşebileceğini
göstermesi yatıyordu. Bu, kimya alanında yepyeni bir sayfa açılması manasına
geliyordu. Tabi tüm bu bilimsel başarılara rağmen, hayatındaki her şey güllük
gülistanlık değildi. Söz gelimi erkekler sorun teşkil etmeye başlamıştı. Tüm
üyeleri erkeklerden oluşan Fransız Bilim Akademisi, bir oyla üyeliğini
reddediyor, hakkında aşk dedikoduları çıkarılıyordu. Bir süre depresyona girse
de, 1914’te Paris Üniversitesinde kurulan Radyum Enstitüsü’nün başına
getirildi. Radyumun tıptaki önemine binaen, Birinci Dünya Savaşı boyunca X
Işını teknolojisinin öğretilmesine ağırlık verdi; fizik tedavi uzmanlarına
savaş ortamında radyoloji ekipmanını nasıl kullanacaklarını öğretti. Tabi bu arada
yüksek dozda radyoaktif ışına da maruz kalıyordu!
1920’li yıllarda da bilimsel
çalışmalarına devam etti; anavatanının başkenti Varşova’daki Radyum
Enstitüsü’nün kurulmasına ön ayak olurken, aynı zamanda Amerika Başkanı
Hoover’ın kendisine verdiği 50 bin dolarlık ödülle de, enstitüde kullanılması
için radyum alıyordu.
Narin bedeni yılların
yorgunluğuna ve maruz kaldığı aşırı dozdaki radyasyona dayanamadı ve kadınların
bilim arenasındaki bu başarılı temsilcisi, 1934’te Fransa’nın Savoy şehrinde 67
yaşında hayata gözlerini yumdu. Kan kanserinden öldüğü tespit edilen bu bilim
işçisi, ardında çilelerle örülü devasa bir bilimsel kariyer bırakmış ve
Einstein’in ifadesiyle “Bütün meşhur olmuş insanlar içinde, şan ve şöhretin
bozmadığı tek varlık. ” olarak hatırlanmayı hak etmişti.
NOTLAR
• Uranyumla
yaptığı deneyler sonucu radyoaktiviteyi keşfetti.
• Radyoaktivite
üzerine yaptığı çalışmalarla iki kez Nobel
• Ödülü
kazandı ve Radyoloji biliminin kurucusu oldu.
• Toryumun
radyoaktif özelliğini buldu ve Radyum elementini ayrıştırdı.
• Bilimsel
çalışmaları sonucu maruz kaldığı radyasyondan hastalanıp ölmüş olmasından
dolayı ‘bilim için ölen kadın’ olarak anılageliyor.
• Radyoaktivite
çalışmalarından dolayı, radyoaktivite birimine ‘curie’ denildi.
• Nobel
ödülü alan ilk kadın oldu.
• Kendisi
ile anılır olan radyumdan çıkan ışınların kanserin bazı çeşitlerinde tümörleri
iyi ettiği ortaya çıkınca, kanser tedavisinde, soyadından ilham alınarak,
curieterapi (kemoterapi) olarak bilinen tedavi dönemi açıldı.
Atomun çekirdeğini ortaya
çıkardı; nükleer fiziğin kapısını araladı / ERNEST RUTHERFORD
(1871-1937)
“Kim, atomun dönüştürülmesinden
faydalı bir enerji elde edilebileceğini düşünüyorsa, boş konuşuyor demektir. ”
Rutherford (Nükleer santral fikri
üzerine)
O, konuya el atana kadar
insanoğlunun atoma dair bildikleri sınırlıydı. Atom katı ve parçalanamazdı.
Peki gerçekten öyle miydi? ‘Hayır’ dedi genç adam; ‘Yanlış biliyorsunuz. Ötesi
de var...’
20. yüzyılda bilim alanında
gerçekleştirilen devrimlerden söz edilince akla ilk önce Einstein veya Planck
gelir. Hâlbuki bu iki bilim adamı dışında 20. yüzyıl biliminde devrim niteliği
taşıyan çalışmalarda bulunan başka isimler de vardı. Bunlardan biri de
radyoaktivite üzerinde araştırmalarda bulunan Ernest Rutherford’du.
Rutherford, 30 Ağustos 1871’de
Nelson’dan Yeni Zelanda’ya göç etmiş İskoçyalı, tekerlek yapımcı bir babanın 12
çocuğundan dördüncüsü olarak dünyaya geldi. Liseden itibaren eğitimini hep
burslu olarak devam ettiren Rutherford, 1892 ve 1893’te 2 yıl içerisinde
Christchurch’teki Canterbury College’tan hem lisans hem de yüksek lisans
derecesi aldı. Bu dönemde, demirin yüksek frekanslı manyetik alanlardaki
mıknatıslanma özelliği üzerine incelemelerde bulundu.
Yoksul ve kalabalık bir ailenin
içinde büyümesine rağmen daha küçük yaşta sahip olduğu öğrenme isteği, en iyi
okullarda okumasını sağladı. Özellikle üniversitede kazandığı burs, yaşamında
yeni bir dönemin başlangıcı oldu ve 1895’te
•
• •
Ingiltere’deki Cambridge
Universitesi’ne kaydoldu. Burada Cavendish Laboratuarı’nda ünlü fizikçi
Thomson’un yanında çalışmaya başladı. İlk yılını radyo dalgaları, ikinci yılını
yeni keşfedilmiş olan X-ışınları üzerinde çalışmalarda bulunarak geçirdi.
Ardından ölene kadar üzerinde çalışacağı, radyoaktivite konusundaki araştırmalarına
başlayacaktı. Cavendish’te elektromanyetizma üzerindeki deneylerini sürdüren
Rutherford, deneylerinde Hertz dalgalarını 3 kilometre uzaklıktan gönderip
almayı başardı.
Rutherford ve Thomson, Wilhelm
Conrad Röntgen’in Aralık 1895’te X ışınını bulduğunu açıklamasının ardından bu
konuda çalışmaya başladı. İki bilim adamı, incelemelerinde X ışınının gaz
içerisinden geçerken çok sayıda artı ve eksi elektrik yüklü parçacık ortaya
çıkmasına sebep olduğunu (iyonlaşmaya), bu parçacıkların da yeniden birleştirilmesiyle
nötr atom elde edildiğini keşfetti. Rutherford ayrıca ortaya çıkan iyonların
hızlarını ölçen ve iyonların birleşerek yeniden gaz molekülleri haline gelme
sürelerini ortaya koyan bir metot geliştirdi. İyonlaşma gücü yüksek ve
soğurulabilme özelliğine sahip ışın türüne ‘alfa’; az iyonlaşmaya sebep olan,
ancak girim gücü daha yüksek ışın türüne de ‘beta’ adını verdi.
Fizikte bulunacak bir şey
kalmadığına inanılıyordu ki...
20. yüzyıla yaklaşırken birçok
fizikçi artık bu alanda ortaya çıkarılacak bir yenilik kalmadığına inanıyordu.
Ancak Rutherford, radyoaktivite çalışmalarıyla böyle düşünenleri yanıltacak ve
fizikçiler için yeni bir sahanın ortaya çıkmasını sağlayacaktı.
Rutherford, çalışmalarıyla bir
şekilde, sonucunda atom bombasının üretildiği Manhattan Projesi’ne de ilham
vermişti. Nükleer Fiziğin babası olarak isimlendirilse de, nükleer reaktörlerin
faydalı enerji üretmek için kullanılabileceği iddiasını ‘saçmalık!’ olarak
değerlendirmişti.
Radyoaktiviteyi; bir elementin
atomlarının, başka bir elementin atomlarına kendiliğinden dönüşmesi olarak
tanımlayan Rutherford’un bu görüşüne, o dönemde maddenin değişemeyeceğine
inanan birçok bilim adamı karşı çıktı. Radyoaktivite çalışmalarıyla ünü kısa
bir sürede yayılan
Rutherford, 1898 yılında Kanada’da
bulunan McGill Üniversitesi tarafından fizik profesörlüğü teklif edildi. Henüz
27 yaşında olan Rutherford’u zor bir seçim bekliyordu. Ya erişilmesi güç ve
saygın bir unvana sahip olacak veyahut da birçok araştırmasını gerçekleştirdiği
ve kendisine geniş imkânlar sağlayan Cavendish Laboratuvarı’ndan vazgeçecekti.
O sırada maddi sıkıntılar içinde olan ve evlilik hazırlığı yapan Rutherford,
eğer Kanada’ya giderse bu sıkıntılarının büyük kısmından kurtulacaktı.
Nihayetinde Kanada’ya gitmeyi tercih etti. Sıkı bir rekabet duygusuna sahip
olan Rutherford, Kanada’da iken Thomson’a yazdığı mektuplarda yalnızlık
çektiğini belirtecekti. Ancak yine de Kanada’ya gidişi doğru bir karar oldu.
Kendisini, bilim dünyasından uzaktaymış gibi hissetmesine rağmen Kanada’ya
gidişinin üzerinden bir yıl geçmeden Avrupa’nın genç bilim adamları, onun
yanına, Montreal’e gelmek için can atmaya başlamışlardı.
McGill’de çalıştığı 10 yıl gibi
kısa bir süre içerisinde radyoaktif atomların, kendi kendilerine hem de farklı
özelliklere sahip atomlara dönüştüğünü ispatladı.
Rutherford, radyoaktivitenin
günlük yaşamda da kullanılabileceğini düşünüyordu. Kısa zaman içinde her
radyoaktif maddenin, yarım miktarlık bir kısmının bozunması (ayrışma veya
çözünmesi) için gerekli olan sürenin (maddelerin yarı ömürlerinin) hep aynı
olduğunu fark etti. Maddelerin sabit ve güvenilir olan ve hiç değişmeyen bu
bozunma hızlarının, saat gibi bir çeşit zaman belirleyici olarak da
kullanılabileceğini belirledi. Eğer bir maddenin ne kadar radyasyonu olduğu ve hangi
süratte bozunduğu bilinirse, geriye doğru yapılacak bir hesaplamayla o maddenin
yaşının belirlenebileceğini düşünüyordu. Bu düşüncesini hemen deneylerine
uyguladı ve parça uranyumlu maden cevherinin 700 milyon yıllık olduğunu
hesapladı.
Radyoaktivite konusundaki
başarıları 1903’te Royal Society üyeliğine seçilmesini sağladı. Aynı yıl alfa
ışınlarının, elektrik yüklü ve manyetik alanlarda sapmaya uğradığını ve bu
ışınları artı elektrik yüklü parçacıkların oluşturduğu neticesini elde etti.
Bunun yanı sıra artı elektrik yüklü bu parçacıkların hızlarını ve elektrik
yükü/kütle oranını ölçmeyi başardı. 1904’te ‘Radyoaktiflik’ isimli eserinde bu
alandaki araştırmalarının sonuçlarını yayınladı. Eserinde radyoaktiflik
etkinliğinin, sıcaklık ve kimyasal değişimler gibi dış etmenlerden
etkilenmediğini, radyoaktif süreçlerde kimyasal tepkimelere nispeten daha fazla
ısı açığa çıktığını, radyoaktif dönüşümlerin sonucunda da kimyasal nitelikleri
farklı yeni ürünlerin ortaya çıktığını yazdı. Aynı yıl, Royal Society’nin
başarılı bilim adamlarına verdiği Rumford Madalyası’m kazanacaktı.
1904’te Londra’ya giderek İngiliz
Kraliyet Enstitüsü’nde ‘yeni radyoaktif bozunma kuramı ’ hakkında konferans
verdi. Konferansa katılanlar arasında dünyanın 24 milyon yaşında olduğunu savunan
Lord Kelvin de vardı. Kelvin başka ısı kaynağı bulunması halinde Dünya’nın yaşı
üzerindeki hesaplarının geçerliliğini yitireceğini söylüyordu. Rutherford,
konferansta Kelvin’in bahsettiği bu kaynağı bulduğunu söyledi. Radyoaktivite
sayesinde, Yerküre’nin yaşının, Kelvin’in iddiasının aksine 24 milyon yıl
değil, çok daha fazla olduğunu söyledi.
Çekirdekli Atom Modeli9ne
geçiş...
Rutherford, McGill
Üniversitesi’nde çalıştığı yedi yıl boyunca seksen bilimsel makale yayınladı.
Kendisine birçok üniversite profesörlüğü teklif edilmesine rağmen, 1907’de
Manchester Üniversitesinin önerisini kabul ederek, İngiltere’ye döndü. Alfa
ışınları üzerindeki araştırmalarını burada da sürdürdü; ancak Manchester’a
geldiğinde ilk ele aldığı konu atomun yapısı oldu. Asistanı Hans Geiger ile
geliştirdikleri parçacık sayacı denen bir aletle radyumun saldığı alfa
parçacıklarını tek tek saydı ve tek bir alfa parçacığının toplam elektrik
yükünü hesapladı.
Araştırma yaparken beta
parçacıklarından sekiz bin kat daha yoğun olan alfa parçacıklarını kullanmanın
daha faydalı olacağı kanısına varan Rutherford, alfa parçacıklarının ince bir
altın yaprağına çarptığında nasıl dağıldıklarını inceledi. Alman sonuçlara
göre, parçacıklar, altın yapraktan doğrudan geçiyor gibi görünüyordu ve görünürde
altın yaprağının yapısında geçişi engelleyecek hiç bir atom yoktu. Ancak
yaprağa çarpan alfa parçacıklarının yaklaşık yirmi binde biri geri tepiyordu.
Rutherford, bu deneylerinde
atomun yapısına dair ipuçları elde etti. Atomun kütlesi pozitif elektrik yüklü
bir çekirdekte toplanmış olmalıydı. Çekirdek etrafında hızla dönen elektronlar
negatif yüklüydü ve nispeten daha küçüktü. Rutherford, atomun yapısının güneş
sistemine çok benzediğini gördü. Böylece alfa parçacıklarının altın yapraktan
hiçbir engelle karşılaşmadan geçmeleri açıklık kazanmış oldu.
Rutherford, 1908’de alfa
parçacığının, iki elektronunu da kaybetmiş helyum çekirdeği olduğunu buldu.
Alfa parçacıklarının ince metal levhalardan geçerken artı yüklü olduğunu, geçiş
sırasında ise metal atomlarındaki artı yüklerin itmesinden dolayı küçük
sapmalara uğradığını hesapladı. Gerçekten de deney safhasında alfa
parçacıklarının genel olarak çok küçük sapmalar gösterdiği, ama arada büyük
açılarla sapan parçacıkların da bulunduğu, hatta bazen bir parçacığın hareket
yönünü değiştirip geriye döndüğü tespit edilecekti.
Rutherford’a göre bu olay, bir
merminin bir kâğıda çarparak geri dönmesi gibi bir şeydi ve bu durum, o zaman
için kabul edilmiş olan atom modeline uymuyordu. Böyle bir şeyin olabilmesi
için atomdaki bütün artı yüklerin ve kütlenin çok küçük bir hacimde yoğunlaşmış
olması gerekiyordu. Rutherford’a göre bunun bir tek açıklaması vardı: “Geri
dönen parçacıklar atomun merkezindeki küçük ve yoğun bir şeye çarpıyor;
diğerleri ise hiçbir engelle karşılaşmadan atomun içinden geçip gidiyorduAtomun
merkezinde çok yoğun bir çekirdek olduğu çok açıktı. Rutherford’un, buna
dayanarak oluşturduğu atom modeli, Rutherford Atom Modeli ya da Çekirdekli Atom
Modeli olarak isimlendirilecekti.
Bu çalışmaları, Rutherford’a aynı
yıl Nobel Kimya Ödülü kazandırdı. Ama Nobel Ödülü’nü fizik alanında değil,
küçümsediği kimya alanında almıştı.
Ayrılmak Zorunda Kaldığı
Cavendish9 m Başına Geçti
Rutherford, Nobel Ödülü’nü
kazandıktan 6 yıl sonra 1914’te ‘Lord’ unvanını aldı. Birinci Dünya Savaşı
yıllarında sualtı akustiği ve denizaltıların algılanması üzerine çalışmalarda
bulundu. 1919’da bir zamanlar ayrılmak zorunda kaldığı Cavendish
Laboratuvarinın başına geçti ve Cavendish, onun yönetiminde dünyanın en
deneysel fizik merkezlerinden biri halinde geldi. Burada da alfa ışınları
üzerine çalışmalarını sürdürdü ve 1919’da ilk kez bir elementi yapay yoldan
başka bir elemente dönüştürdü. Azot atomunun, alfa parçacıkları ile
bombardımanı sonucunda gerçekleştirilen bu ilk yapay dönüşüm, nükleer enerji
çağının da başlangıcı oldu.
Dönüşüm deneyinde alfa
parçacıklarının, nitrojen atomları gibi daha hafif atom çekirdeklerine
çarptığında geriye dönmeyip çekirdekle kaynaştığını ve nitrojen atomunun
oksijen atomuna dönüştüğünü gören Rutherford, çekirdeğin temel taşı saydığı
pozitif yüklü bu parçaya ‘proton’ adını verdi. Ancak deneyde kütle olarak
diğerlerine benzeyen; ama elektrik yükü olmayan üçüncü bir parçacık daha
keşfetti. Bu parçacık daha sonra 1932’de Rutherford’un asistanı James Chadwick
tarafından ‘Nötron’ olarak isimlendirildi.
Kendisiyle birlikte ileride büyük
işlere imza atacak fizikçiler ve kimyacılar yetiştiren Rutherford, bu alanda
öngörülerinden çok azı yanlış çıkmış nadir insanlardan biridir. En büyük
yanılgısı da atom çekirdeğindeki enerjinin, hep orada kalacağı şeklindeki
düşüncesiydi. Ölümünden sadece iki yıl sonra, çekirdekteki enerjiden atom
bombası imal edileceği düşüncesi, artık kabul edilebilir bir varsayım olmuştu.
Ancak Rutherford, Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarını görme
talihsizliğini yaşamaktan kurtulacaktı.
1922’de Royal Society’nin en
büyük ödülü olan Copley Madalyası’m alan Rutherford, 1925’te aynı kurumun
Başkanı oldu. 1931’de ‘Baron’ unvanı aldı. Ciddi bir fıtık rahatsızlığı
geçirdiği 1937 yılının 19 Kasımında öldü.
NOTLAR
• Alfa
ve beta ışınlarını buldu.
• Atomun
merkezinde çok yoğun bir çekirdek olduğu düşüncesine dayanarak Rutherford Atom
Modeli ya da Çekirdekli Atom Modeli olarak bilinen modelini oluşturdu.
• Radyoaktiviteyi;
yani bir elementin atomlarının, başka bir elementin atomlarına kendiliğinden
dönüşmesi kavramını ortaya atınca, dönemin birçok bilim adamı buna karşı çıktı.
• Yerküre
’nin yaşının, 24 milyon yıl değil, çok daha fazla olduğunu ispatladı.
• Birinci
Dünya Savaşı yıllarında sualtı akustiği ve denizaltıların algılanması üzerine
çalıştı.
• İlk
kez bir elementi yapay yoldan başka bir elemente dönüştürdü. Bu ilk yapay
dönüşüm, nükleer enerji çağının da başlangıcı oldu.
• Bilim
olarak sadece fiziği kabul ederdi. Bilimin diğer dalları ona göre çocuk
oyuncağı idi. Küçümsediği kimya, ona Nobel ödülü kazandırdı.
• Çağdaşları
tarafından ‘Atom fiziğinin Newton ’u ’ olarak kabul edildi.
• Adı
Mars ve Ay’daki iki kratere verildi. Aynı zamanda elementlerden biri de
Rutherfordium olarak isimlendirildi.
Bir formül ile dünyayı
değiştirdi; atomu parçalattı; yeni bir çağı başlattı / ALBERT
EINSTEIN
(1879-1955)
“İzafiyetle ilgili teorim
başarıyla kanıtlanırsa, Almanya benim bir Alman olduğumu iddia edecek. Fransa
ise dünya vatandaşı olduğumu açıklayacak. Yok aksi olursa, Fransa bir Alman
olduğumu söyleyecek; Almanya ise bir Yahudi olduğumu iddia edecektir. ”
Einstein
Dağınık saçları, düşünceli yüzü,
çorapsız giydiği ayakkabıları ve beyaz önlüğü ile zihinlerimizdeki o bildik
bilim adamı imajının yerleşmesinde büyük katkısı olan Einstein, günlük konuşmalarımızın
da tartışmasız bir numaralı referans noktası olmuş, adeta neredeyse tek başına
bilim dünyasını temsil eder hale gelmiştir. Üstelik bu sadece ülkemize has bir
şey değil, tüm dünyada, reklamlara varıncaya kadar, yazılı ve görsel dünyada
kabul edile gelmiş bir Einstein imajı vardır. Peki bu nasıl olmuştur? Einstein
ne yapmıştı da sadece fikirlerini değil, imajını da zihnimize kazıyacak kadar
güçlü bir etki bırakmıştı?
Cevabımız net: Sadece atomun
parçalanmasına giden süreci başlatarak, insanoğlunu atom bombası dehşetiyle (ve
daha sonra da nükleer enerji seçeneğiyle) baş başa bırakmakla kalmamış, aynı
zamanda, zaman ve mekan kavramlarını da değiştirerek, kucağımıza “Zamanda
yolculuk mümkün mü, değil mi?” şeklinde tadından yenmez bir de tartışma bırakmıştır.
1879’da Almanya’nın Ulm şehrinde
doğmuş ama dünyanın bundan pek de haberi olmamıştı! Zaten geç konuşmaya
başlaması ve bir de üstüne üstlük içine kapanık bir çocuk olması,
etrafındakilerin onu fark etmesini geciktirecekti. Lâkin günün birinde, ki beş
yaşlarındaydı, amcasının hediye ettiği pusulaya odaklanan gözleri, o andan
itibaren dünyaya farklı şekilde bakmasına sebep olacak, yıllar sonra da şu
fakir, oturup Einstein’ı yazmak zorunda kalacaktı! Pusulanın çağrıştırdığı
hayal dünyası ile etrafı daha uyanık bir şekilde kollamaya başlayan
Einstein’ın, okulla pek arası yoktu. Zaten sonraları, sık sık, bulunduğu yere
gelmesinde okulun hiçbir rolü olmadığını söyleyecekti.
1916’da kendisini tanıyanlar
arasında bir söylenti patlak verdi. “Duydunuz mu, akıl almaz bir teori
geliştirmiş bu garip adam/” şeklindeki tartışmalar dört nala gidiyordu. Evet,
gerçekten de duyanları şok eden şeyler söylüyordu, henüz kariyerinin başında
olan 26 yaşındaki genç Einstein. İzafiyet (Genel Görelilik Kuramı, Theory of
Relativity) ismini verdiği teori, başlangıçta her duyanın kafasını
karıştırıyordu. Kütle diyor, ışık diyor, zaman diyor; kısaca bir hayli
‘karışık’ konuşuyordu. Daha açık olsan, diyenlere ise şöyle cevap veriyordu:
‘Newton’un iddia ettiği gibi zaman, her yerde aynı değildir. Bu kişiye göre
değişir, göreceli bir şeydir!’ Yine anlaşılmamıştı. Bu kez şöyle cevap verdi:
“Bakın ben saatte 100 km hızla
gidiyorum, benim yanımdan 150 km hızla giden adamı, ben 50 km hızla
gidiyormuşum gibi görürüm. Ama bizi dışardan izleyen birine göreyse ben 100 km,
diğer kişi de 150 km hızla gidiyordur. Yani özetle, zaman dediğimiz şey
görecedir! ”
İşte bu örnek işe yaramış, meramı
az da olsa anlaşılmıştı. Gerçekten de mantıklı konuşuyordu! Ama yine de,
‘güzelliğin göreceli olduğu’ önermesiyle büyüyenler, zamanın göreceli
olabileceğini anlamakta zorlanıyordu. İşte o zaman, çiçeği burnundaki bilim
adamı, bilimsel dili bir kenara bırakarak, herkesin anlayabileceği bir şekilde
konuşmaya başladı:
“Şimdi bakın; yanmakta olan bir
sobanın üzerine 2 dakika otursanız, bu size 2 saat gibi gelir! Ama güzel bir
kadınla oturup 2 saat sohbet etseniz, bu size iki dakika gibi gelir! İşte
zamanın göreceliği budur! ”
Einstein’a kadar yaygın kanaat,
bir maddenin yaratılamayacağı veya yok edilemeyeceği şeklinde idi. O ise
maddenin enerjiye, enerjinin de maddeye
dönüşebileceğini ileri sürmüş,
bunu E=mc2 şeklinde formüle etmişti. E’nin ‘enerji’, M’nin ‘kütle’, C’nin ise
‘ışık hızı’ olarak kabul edildiği bu formül ile, atom parçalanmış, atom
bombasına ve atom santrallerine giden yol açılmıştı.
Gayet net. Ya sizce?
Durmadı Einstein:
“Dünyada ikizi olan biri, ışık
hızında 10 yıl uzayda gezinse, dünyaya döndüğünde ikizini kendisinden 10-15 yaş
daha yaşlı bulabilir. Çünkü hız arttıkça zaman yavaşlar; bu mantıkla yaşlanma
da azalır. Hızla seyahat eden kişi, dünyadaki ikizinden daha genç görünebilir!”
İşte bu önermesiyle taşlar yerine
oturmuş, meramı anlaşılmıştı. Kim bilir, kitleler belki de özellikle ‘daha az
yaşlanma’ kısmına ilgi göstermişlerdi! Genç bilim adamının bu teorisi, üç yıl
sonra ispatlandığında da; uzay yolculuklarından atom bombasına, elektronlardan
kuantum fiziğine varıncaya dek, ilk olarak Einstein’ın zihninde yarattığı bir
dünyada yaşamaya başlayacaktık!
Zaman’a dair tüm bilinenleri
altüst eden bu adam, beş yaşındayken, babası ve abisinin Münih’te kurduğu
Einstein - Cie isimli elektrik mühendisliği şirketi, ailesi ile birlikte
İtalya’ya taşınmak zorunda kaldı. Okulda başarısız gibi görünse de, zehir gibi
işleyen bir kafası vardı. Amcasının hediye ettiği pusula ile bilimin sihirli
dünyasıyla tanışan ve manyetizmanın küçük dünyasında kaybolan Einstein, on iki
yaşında iken, kendi ifadesi ile hayatının dönüm noktalarından biri olan Öklid
geometrisiyle tanışınca kararını vermişti: Kesinlikle bilim adamı olacaktı!
İleriki yıllarda “Bu geometrinin büyüsüne kapılmayan bir kimsenin, ileride
kuramsal bilimde parlak bir atılım yapabileceğini hiç sanmam” diyerek, Öklid’in
hayatındaki önemine atıfta bulunacaktı.
Lise öğrenimini 1894’te
İsviçre’de tamamlayan Einstein, 1896’da Zürih Politeknik Enstitüsüne girdi ve
aynı dönemde fizik öğrencisi Sırp asıllı Mileva Mariç ile evlendi. Eşi,
ilerleyen yıllardaki çalışmalarının matematik ayağında kendisine çok yardımcı
olacaktı.
1905: Einstein9m harikaydı
Dönemin önde gelen bilimsel
yayınlarından Annalen der Physik dergisinde ikisi özel relativite, biri kuantum
teorisi ve biri de Brownian hareketi üzerine toplam dört makalesi yayınlanan
Einstein, birden bilim çevrelerinin aranan siması olmuştu. İki yıl sonra ise
‘hayatımın en parlak fikri9 diyerek tanımladığı Genel İzafiyet Teorisini
geliştirecekti. 1909’da Patent ofisinden istifa ederek Zürih Üniversitesinde
doçent olarak çalışmaya başlayan Einstein, 1911’de Prag’daki Alman
Üniversitesi’nde profesörlüğe başlayacak, bir yıl sonra da, İsviçre’ye
dönecekti. 1914’te kendisi gibi ünlü birçok bilim adamının da bulunduğu
Berlin-Kaiser Wilhelm Bilim Akademisi’nde profesörlük yapıyordu ve artık
bekardı. Eşi, çocuklarını da alarak Zürih’e dönmüştü.
Einstein, 1939’da Amerika Başkanı
Roosevelt’e, atom bombasının tehlikelerine karşı başkanı uyarmak için yazılan
mektubu imzalasa da, bu girişimi, Japonların iki atom bombasıyla katledilmesine
engel olamayacak ve Einstein, her ne kadar, bu inanılmaz gücün barışçıl
amaçlarla kullanılmasını
istemiş olsa da, atomun yıkıcı
gücü konusunda insanlığı uyandırmış olmasının
pişmanlığını hep yaşayacaktı.
Takvimler 1915’i gösterdiğinde
Genel İzafiyet Teorisi’ni tamamlamıştı. Bu teori ile uzay ve zamana dair o
dönemde geçerli olan tüm teorileri alt üst ediyor, yeni bir çekim anlayışı
ortaya koyuyordu. Aynı dönemde, siyasi hareketlere de ilgi duymaya ve halkı,
savaş karşıtı bildirilere imza atmaya çağırmaya başlamıştı.
Bir süre sonra Berlin’deki
Kaiser-Wilhelm Enstitüsü’nün kurucu başkanı oldu ve bilimsel çalışmalarına daha
da hız verdi; ikizler paradoksu üzerine makaleler yazdı, kozmolojik sabiti
ortaya attı. Bu arada yoğun tempodaki çalışmalar, vücudunu iflas ettirecek,
yataklara düşecekti. Ağır geçen hastalık döneminde yanında olan kuzeni Elsa
Einstein Löwenthal, daha sonra ikinci eşi oldu.
1921’de Avrupa’daki siyasi iklim
bozulmaya başlamıştı. Einstein’ın şöhreti ile birlikte Almanya’daki Yahudi
karşıtı milliyetçilik de artıyordu. Einstein, Kudüs’teki Hebrew Üniversitesi’ne
para toplamak amacıyla Amerika’ya gitti ve aynı yıl, “Teorik fiziğe yaptığı
katkılardan dolayı ve özellikle fotoelektrik olayı bulduğu için” Fizik dalında
Nobel’e layık görüldü. 32 bin dolarlık para ödülü ise, boşanma anlaşması gereği
eşi Mileva’ya verilmişti. Bu esnada Birleşik Alanlar Teorisi üzerine ilk
makalesini de tamamlamıştı.
Nazilerin Almanya’daki iktidarı
ele geçirmesiyle birlikte, gidişatın iyi olmadığını sezen Einstein, 1933’te,
Amerika’ya
• •
• giderek, Princeton Üniversitesi ileri Araştırmalar Enstitüsü’nde
çalışmalarını sürdürmeye karar verecekti. 1936’da eşi Elsa vefat edince, bir
kez daha yalnız kalıyordu. O günlerde Dünya, ikinci büyük savaşın pençesine
düşmüştü ve Naziler, tüm dünyayı titretiyordu.
Einstein ve atom bombası
Her ne kadar Einstein’ın İzafiyet
Teorisi ile ilgili çalışmaları, günümüzde elektrik üretmek için nükleer
santrallerde kullanılan atom enerjisinin kapılarını açmış olsa da, aynı
çalışmaları, ne yazık ki, atom bombası ile hidrojen bombasına giden kapıyı da
aralamıştı!
Zira Einstein, kendisinin 1905’te
İsviçre’de iken hayalinde canlandırdığı teorinin kırk yıl sonra atom bombasına
ilham vereceğini tahmin edememiş olsa da, o meşhur E=mc2 denklemi ile izah
ettiği teorisi, Güneşin çekirdeğinde bulunabilecek kadar yüksek ısılarda,
maddenin nasıl enerjiye dönüşeceğini göstermişti bir kere! Bu denklem ile, çok
küçük miktarda bile olsa, uranyum ya da plütonyumdan korkunç bir enerji
çıkartılabileceğini öngören Einstein’ın talihsizliği, birilerinin bu enerjiyi
bomba yapmak için kullanabileceğini hesaplamamış olmasıydı belki de. Kendisinin
yirmili yaşlarda ortaya attığı bu teori, o zamanlar, “Sen şimdi bir yığın
kömürde bütün Prusya süvarilerinde olduğundan daha fazla beygir gücü olduğunu
söylüyorsun/” türü eleştirilere maruz kalsa da, 30’lu yıllarda atomun doğasının
çözülmesi ile birlikte, atom bombasına giden yol açılacaktı. Kendisi de teorik
olarak inansa da, pratikte böylesi bir enerjinin nasıl açığa
çıkartılabileceğini bilmiyordu. O temelleri attı, ardından gelenlerse çatıyı
kuracak, atomu parçalayacaktı.
İlginçtir, Almanya’dan önce atom
silahı yapılması gerektiğine dair Amerika Başkanı Roosevelt’e gönderilen
mektupta Einstein’ın da imzası olsa da, Almanların yenilmesinin ardından ünlü
bilim adamı tavır değiştirecek ve bombanın kullanılmaması için girişimlerde
bulunacaktı. Lâkin bunda başarılı olamayınca, zamanında bomba için verdiği desteği,
‘hayatının en büyük hatası’ olarak hatırlayacaktı.
Einstein, 1940’ta Amerikan
vatandaşı olmuş ve 1944’de, 65 yaşında, Princeton’dan emekliye ayrılmıştı.
Hayatının geri kalanında, atom parçalanmasının fikri mimarı ve atom
bombalarının yıkımına şahit olmuş biri olarak, nükleer silah karşıtı lobilerin
önde gelen ismi oldu. 1955’te dünya kamuoyunu nükleer silahların yıkımına karşı
bilinçlendirmek için ‘Russell-Einstein Manifestosu’nu imzalamış ve 18 Nisan
1955’te Princeton’da aort yırtılmasından ölmüştü. Bu büyük bilim adamının
beyni, bedeninden çıkartılıp incelenmek için ayrıldı, bedeni ise krematoryumda
yakıldı.
NOTLAR
• Teorileri
ile ışık, enerji, hareket, yerçekimi, uzay ve zaman gibi esrarengiz kavramlara
dair insanoğlunun tüm algısını değiştirdi.
• Teorilerini
bizzat laboratuvarda sınayan bilim adamlarından olmadı. Her şeyi kendi zihninde
kurguladı. Teorileri zaman içersinde başkaları tarafından hayata geçirildi.
• Hitler’e
ve Nazilere karşı tavır alınca, Hitler evini yıktırdı, malına mülküne el koydu.
Tutuklanması için büyük paralar vaat etti.
• 1952’de
başbakan olması için İsrail başbakanı tarafından yapılan teklifi geri çevirdi.
• Ölümünün
ardından beyni incelenmek için çıkartıldı. Birkaç parçası, dehası üzerine
araştırmalar yapılması için farklı araştırmacılara gönderildi.
• Tırnaklarını
düzenli kesmediği için kendisine çorap dayanmıyordu. O da hiç çorap giymemeye
başladı.
• Ömrü
boyunca kadınlarla arası iyi oldu. Ölümüne kadar birçok kadın, çocuğunun
babasının Einstein olduğunu iddia etti!
• Savaş
karşıtı kampanyalarda kullanılması için izafiyet teorisi ile ilgili el yazısı
makalesi açık arttırmada 6 milyon dolara satılmıştı.
Kuantum fiziği ile ilgili olarak
“Tanrı zar atmaz” şeklinde meşhur bir cümlesi olsa da, kendisi inanç açısından
agnostikti (bilinmezci). Bir keresinde kendisine Tanriya inanıp inanmadığı
sorulduğunda; “Büyük bir şaşkınlıkla kâinattaki otoriter düzeni araştırmaya ve
anlamaya çalışan birine bu soru sorulmamalı.” diyecekti.
“Büyük Patlama ile her şey
başladı” dedi; insanlığın kainata bakışını değiştirdi / STEPHEN HAWKING (1942-)
“Atom bombası yüzünden Einstein
’z suçlamak, yer çekimi yüzünden düşen uçaklar için Newton’u suçlamakla aynı
şeydir/”
Stephen Hawking
O, kitabımızın halen hayatta olan
tek kahramanı. Halen bir tekerlekli sandalyede yaşayan, konuşamayan ve dış
dünya ile iletişimini sadece kendisi için özel olarak tasarlanmış bir
bilgisayar ile yapabilen; çağımızın yaşayan en büyük fizikçisi olarak kabul
edilen bu isim; şimdiden kainatın içeriği ve kaynağına dair yaptığı
tespitlerle, neredeyse dünyayı algılayış biçimimizi değiştiren bir beyin olarak
tarihe geçmeye hak kazandı. Ya da kısaca; Stephen Hawking.
Ünlü gökbilimci Galileo’nun
doğumundan tam üç yüz yıl sonra, 8 Ocak 1942’de İngiltere’nin bilim yuvası
Oxford şehrinde doğdu. Aslında ailesi Kuzey Londra’da oturuyordu ama Alman
bombardımanından kaçmak için Oxford’a taşınmışlardı. Trinity Koleji’nde öğrenim
gördükten sonra Caius Koleji’nde öğretim görevlisi oldu. Kozmoloji alanında
doktora yapmak üzere Cambridge’e geçen Hawking burada Deniş Sciama ile çalıştı.
1973’te Matematik ve Teorik Fizik
bölümüne geçen Hawking halen, bu
bölümün başkanlığını yürütüyor. 17. yüzyılda aynı görevi Isaac Newton
yürütmüştü.
1960’ların başında, henüz yirmi
bir yaşında iken, motor nöronların zamanla yüzde seksenini öldürerek sinir
sistemini felç eden; ancak beynin zihinsel faaliyetlerine dokunmayan Amyotrofik
Lateral Skleroz (ALS) hastalığına yakalanınca, elektrikli sandalyeye mahkum
oldu.
Zamanın Kısa Tarihi isimli ses
getiren eserinde ‘İzafiyet Teorisi, mutlak zamanı çöpe attı. Bir çift ikizi
düşünelim. Bu ikizlerden biri dağın tepesinde yaşasın, ötekisi deniz yüzeyinde.
İlk ikiz, İkincisinden daha çabuk yaşlanacaktır. Yani yeniden
karşılaştıklarında öbüründen daha yaşlı olacaktır.” gibisinden tespitlerle
Einstein’m izinden giderek zihinleri çalkalayan Hawking, evrenin var oluşunu,
yine, kendisinden önceki kuantum fizikçilerinin çalışmalarını yorumlayarak,
Büyük Patlama Teorisi ile açıklıyordu. Diğer bir deyişle, ‘Her şey bir anda bir
patlama ile başlamıştı! ’
Başkaları için hayata küsme
sebebi olabilecek bu durum, Hawking’i durdurmayacak, bilakis ‘hayatın sırrını’
çözmek için daha çok kafa yormaya başlayacaktı!
İzafiyet teorisi ile kuantum
mekaniğinden yararlanarak kara deliklerin özelliklerini kuramsal olarak ortaya
koymaya soyunan Hawking, klasik termodinamik ile kuantum mekaniğin yasaları
arasındaki ilişkiyi ortaya koyan önemli çalışmalara imza attı. 1979’da Isaac
Newton için kurulan Lucas Kürsüsü’ne getirilen matematik profesörü Hawking,
Einstein’dan bu yana dünyaya
gelen en parlak teorik fizikçi olarak kabul edilmeye başlandı.
Büyük Patlama9yı savundu
Hawking’in en çok merak ettiği
şey içinde yaşadığımız evrenin temel oluşum prensipleriydi. Bir başka İngiliz
bilim adamı Roger Penrose ile birlikte Einstein’m Uzay ve Zamanı kapsayan Genel
İzafiyet Teorisinin Big Bang’le- (Büyük Patlama) başlayıp kara deliklerle
sonlandığım ortaya koydu. Bu sonuç, Kuantum Teorisi ile Genel İzafiyet
Teorisi’nin birleştirilmesi gerektiğini ortaya koyuyordu. Bu bulgusu, 20.
yüzyılın ikinci yarısının en büyük buluşlarından biri olarak kabul edilecekti.
Hawking bu çalışmasıyla; kara deliklerin aslında tamamen kara olmadığına, fakat
radyasyon yayıp buharlaştıklarına ve görünmez olduklarına işaret ediyordu. Aynı
zamanda ulaştığı bir başka sonuca göre de, evrenin bir sonu ve sınırı yoktu! Bu
bulgusu, evrenin başlangıcının tamamen bilimsel kurallar çerçevesinde meydana
geldiği şeklinde yorumlandı. Kendisi de sıklıkla, evrenin yaratılmış olması
için bir Tanrı kavramına ihtiyaç olmadığını ve var oluşun fizik kuralları ile
açıklanabileceğini söyleyerek bu yorumları destekledi. Hawking aynı zamanda
“Görünür olan üç boyut var. Dördüncü boyut ise zaman. Ancak bunların ötesinde
bir de beşinci boyut var ki bu, evren ve zamandan oluşuyor. (Büyük Patlama’nm
nedeni de beşinci boyuttaki şartlar. ” diyerek, bilinen boyut teorilerini
genişletmişti. Bununla birlikte evren, uzay ve zaman gibi kavramların hepsinin
‘Büyük Patlama’ ile var olduğunu; bundan önce hiçbir şeyin söz konusu olmadığını
savunması, kendisini bir anda, Tanrı’nın her şeyi bir anda yarattığına
inanlarla aynı safa geçirmişti! Zaten Hawking’in kendisi de, her ne kadar
dünyanın en çok satanları arasına giren ve 1988’de yayımlanan ‘Zamanın Kısa
Tarihi’ (A Brief History of Time) isimli kitabında ‘Büyük Patlama’ ile
merkezinde Tanrı olan bir yaradılış teorisi arasında bağlantı kurulmasına karşı
çıksa da, savunduğu Büyük Patlama’dan önce ne olduğu sorusuna cevap veremiyor.
Kimilerine göre ise Hawking’in teorileri sadece Tanrinın evreni yarattığı andan
itibaren yaşanan gelişmeleri yorumlamaya yetebiliyor; öncesi ise halen
muamma...
Hawking, Zamanın Kısa Tarihi’nden
sonra en çok ses getiren kitabı ‘Ceviz Kabuğundaki Evren’ de yaptığı
öngörülerle de ses getirdi. Değişik ortamlarda yaptığı konuşmalarında dünya
nüfusunun süratle artmasının mutlaka aile ve nüfus planlamasıyla önüne
geçilmesi gerektiğini savunan Hawking, 7 milyara yaklaşan dünya nüfusunun her
kırk yılda bir ikiye katlandığını hatırlatarak, “Böyle giderse 2 bin 600 yılında
dünyada tüm insanlar omuz omuza duracaklar. ” diyor, ayrıca bu nüfusu
besleyebilecek elektrik üretiminin de yerküreyi korlaştıracak kadar
ısıtabileceğim iddia ediyor. Ünlü bilim adamı bununla da kalmıyor, gelecek
yüzyılda gen teknolojisi ile insan ırkının farklılaştırılacağım ve daha
mükemmel hale getirileceğini de iddia ediyor.
Hawking, dünyanın büyük bir
felaketle karşı karşıya kalabileceğini ve bu yüzden uzayda insan kolonileri
kurulması gerektiğini söyleyince, ilahiyat profesörü Y. Nuri Öztürk kendisini
“Dabbetü’l-Arz”a (kıyamet habercisi yaratık) benzetmişti.
Dünyanın en önemli bilim
adamlarından Cambridge
• •
•
Üniversitesi astrofizik profesörü
Hawking, “insanoğlu, evren tarihinin sadece küçük bir dönemi boyunca varlığını
sürdürüyor. Karşılaşacağımız yabancı bir yaşam formu, bize göre çok daha ilkel
veya çok daha gelişmiş olabilir.” gibi
tespitleriyle, hem kendi zihnini
hem de bizimkileri sarsmaya devam ediyor...
NOTLAR
• Asıl
ilgisi matematik üzerineydi. Başladığı okulda matematik bölümü olmayınca, fizik
okumaya başladı. Kuantum fiziği ve kara deliklerle ilgili iddiaları ile ses
getirdi.
• Bu
alandaki teorileri ile dünya ve evrene bakışımızı değiştirdi.
• Zamanın
Kısa Tarihi (A Brief History of Time), Kara Delikler ve Bebek Evrenler (Black
Holes and Baby Universes) gibi kitapları, 40 dile çevrildi ve bilim
kitaplarında görülmedik şekilde milyonlarca kopya sattı.
• “Gelecek
yüzyılda kendimizi yok etmezsek, gezegenlere ve yakın yıldızlara gidebileceğiz.
” diyerek, insanoğlunun uzun uzay seyahatleri için zihinsel-bedensel
yeteneklerini geliştirmek zorunda olduğunu savunuyor.
• UFO’lara
ve evrende insandan daha gelişmiş canlı türleri olabileceğine inanmıyor.
• Üç
çocuğu ve bir torunu var.
• 210
IQ ile dünyanın en zeki adamı olduğu kabul ediliyor.
• 2004’te
yaptığı bir açıklama ile ölü yıldızlardan oluşan kara deliklerin sanıldığının
aksine ‘yuttukları nesneleri geri püskürtmelerinin mümkün’ olduğunu savunmaya
başladı. 70’lerde ortaya attığı konuyla ilgili ilk teorisi, kara delikleri
birer ‘dipsiz kuyu’ gibi ele alıyor ve çekim alanına giren tüm nesneleri
barındırdığını öne sürüyordu. Yeni teoriye göre ise, kara delik tarafından
‘yutulan’ nesnelerin dışarı çıkması mümkün.
6 Çaprazlama;
genetikte, hayvanlarda çiftleşme, bitkilerde tozlaştırma şeklinde organizmalar
arasında yapılan kontrollü döllenme çalışmalarıdır.
7 Avogadro
Yasası: Amedeo Avogadro’nun 1811’de bulduğu bir gaz yasasıdır. Bu yasa, eşit
hacimleri gazlar, eşit sıcaklıklarda aynı sayıda parçacık ya da molekül
olduğunu öne sürer. Buna göre, belili bir hacimdeki gazın bulundurduğu molekül
sayısı, gazın kütle ya da boyutundan bağımsızdır. Örnek olarak, aynı hacimdeki
hidrojen ve nitrojen verilebilir. Buna göre, hidrojen de nitrojen de aynı
molekül sayısına sahiptir.
8 Öğrenme,
duyum, algı, performans, motivasyon, bellek, dil, düşünme, iletişim ve problem
çözme, yeme, okuma gibi davranışların altında yatan fizyolojik süreçlerin
araştırılmasıyla ilgili dal.
9 Sinir
sistemi hastalıklarını inceleyen bilim dalı, anatomik patolojinin alt birimi.
10 Korkular ve korkulara karşı oluşturulan savunma
mekânizmaları ile çatışmalı eğilimleri uzlaştırma çabalarının ortaya çıkarttığı
bir psikolojik düzensizlik.
11 Erkek çocuğun, annesine karşı duyduğu bilinçsiz yakınlık
nedeniyle babasını kıskanması ve bununla ilgili ruhsal bozukluklar bütünü.
12 Evrenin yaklaşık on ila yirmi milyar yıl önce çok yoğun ve
sıcak bir noktadan meydana geldiğini; bu meydana gelişin büyük bir patlama ile
başladığını ve evrenin halen bu patlamanın etkisi ile genişlemeye ve aynı anda
soğumaya devam ettiğini savunan teori.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar