TUTKU-AŞK
Yazan: Jeröme-Antoine Rony
(*) Jerome-Antoine Rony, Les
Passtons, Presses Universitaiıes de France, 1961, s. 69-80.
Aşk, kişilerarası bir ilişkidir:
yani, sahiplenmede aradığımız şey, sahiplenilen kişinin kendisini vermesidir.
Bizim hoşumuza giden, bu verişteki kişiliktir yoksa verilen nesne değil. Ten,
güzellik, zekâ verilmedikleri sürece aşktaki çekiciliklerini yitirirler.
Bunlardan zevk alınabilir ama sevilmez. Bu düşüncenin bilinmemesi, eskilerin
gözünde aşkı, basit bir kuruntuya, nesnenin yanlış değerlendirmesine götürür.
Lucrece bunun klasik tanımını yapmıştır:
"Metresleri siyahi mi, çekici
bir esmerdir; pis ve iğrenç mi, takıları küçümsüyordur; şaşı mı, Pallas'ın
rakibesidir; zayıf ve cılız mı, Menale'nin ceylanıdır; çok kısa mı,
tanrıçalardan biridir; ölçüsüz uzun mu, muhteşemdir; kekeliyor mu, hoş bir kusurdur;
asık yüzlü mü, utangaçlığın göstergesidir; öfkeli, kıskanç, geveze mi, yerinde
duramayan bir ateştir; zayıflıktan kurumuş mu, hassas bir bünyedir; öksürükten
bitap mı, sönen bir güzelliktir; korkunç şişman mı, Ceres'in ta kendisidir;
kısacası şehvet odağı olduğu anlaşılan yassı bir burun ve öpücüğü davet eden
kalın dudaklar."
Tutkulu idealleştirme, nesnenin
bütün kusurlarını meziyete dönüştürmek değildir; normal aşk gibi, tutkulu aşk
da bu konuda aynı (hatta bazan artan bir) açıklığa sahiptir. Bu kadın,
Kadındır. (Bu, tüm meziyetlere sahip olduğu anlamına değil, ama benim için Kadın'ı
Kadın yapan meziyetlere sahip olduğu anlamına gelir.) Mutlaklık arzusu, göreceliğin
nasıl karşıtıysa, tutku da duygunun karşıtıdır. Tutkulu ancak kişinin belirgin
meziyetleri yönünde yanılır.
Kişiye yöneldiğinde aşk,
sahiplenme arzusu ve nihayet bir çeşit eşitlik içinde birleşme arzusu olabilir.
Balzac: "İki aşk vardır" der "Hükmeden aşk (La Rochefoucauld'nun
"saltanat sürme arzusu", "köleleştirici aşk") ve bir de
itaat eden "adayıcı aşk". Bazan ikisine aynı kişide rastlamak
olasıdır. Bir de birleştirici aşk vardır ki, iki kişi bir bütün eder. (Saint
Augustin, Descartes) Bu bütüncülük bir kaynaşma olarak değil, bir katılma
olarak algılanmalıdır. Çiftlerden her biri, diğerinin değişmez özgürlüğünün
bilincindedir. Birleşme aşkının kişilik açısından yapısını inceleyen ve inceden
inceye tanımlayan Scheler olmuştur. (Sempatinin niteliği ve biçimleri)
En saf haliyle aşk, içten
harekete katılımdır; bu hareketle karşıdaki kendini doğal olarak, kendini
tanımlayan değerlere doğru yönelir ve özde ne ise ampirik olarak da odur.
Bu üç ilişki biçiminin her biri,
tutkuya dönüşebilir. Tutku-aşk, bedensel (fiziki) aşktan, zevk-aşkından ya da
meraktan (Stendhal) farklı bir şey değildir. Ete ya da ruha sahip olma, çiftin
var oluşu, ayrı bir kaygının ve sınırsız bir idealleştirmenin konusu olabilirler.
Bununla birlikte, köleleştirici aşk ile ad ayıcı aşk da kendi başlarına
tutkunun üç niteliğinden biri olan mutlakiyet iddiasına sahiptirler. Gerçekten
de bir insana yarı yarıya sahip olunmaz; burada sahiplenme ya mutlaktır ya
değildir; sahiplik ya da kölelik sınırlı değildir; kişi bölünmezdir, kendini
çok kişiye vermesi, kimseye vermemesidir. Eşyalar paylaşılabilir veya el
değiştirir ama insanlar sahiplenme ilişkileri diyalektiğine girer girmez,
toptan bir sadakat gösterirler. Nitekim, kıskançlık doğal biçimde köleleştirici
ya da adayıcı aşkı izler. Bu gibi aşklar, tutku-aşkm en belirgin biçimleri
oldukları halde, tutku-aşk ile özdeşleştirilmiş olmaları anlaşılır bir şeydir.
(Tutku-aşk, yeryüzünde sevibilebilecek tek bir kişiyi öngörür ve sebatsızlığı,
sadakatsizliği -bir saatlik bile olsa- düşüncede bile kabul etmez." E.
Faguet, Aşk Üzerine) Edebiyat ve felsefe, "sahiplenen tutkulu" ile
"sahiplenilmiş tutkulu"nun tanımını büyük bir hoşgörüyle yapmıştır.
(Faguet)
Nietzsche, köleleştiren tutkunun
derecelerini tanımlar: "Alçak gönüllü bir insan, tutkularında, bir kadm
bedenine sahip olmak ve cinsel tatmin bulmakla yetinebilir. Bunlar, kadına
gerçekten sahip olduğunun yeterli işaretleridir onun için. Bir başkası, böyle
bir sahiplenmedeki belirsizlikleri ve yanılgıları görerek, daha ince kanıtlar
ister; sadece kadının kendisini verip vermediğini değil ama aynı zamanda
kendisi için sevdiği şeylerden vazgeçip geçmediğini bilmek ister ve ancak bu
yoldan kadmı sahiplendiğini hisseder." Sonuç olarak, Nietzsche erkeği,
kendisi için her şeyden vazgeçmiş olan kadmın, bunu kendi hayaleti için mi
yaptığını bilmek isteyen ve bu taktirde gerçekten mutlak sahip olup olmadığını
öğrenmek için en çirkin ve en kötü haliyle görünmekten çekinmeyen biri olarak
görür.
Varlık ve Hiçlik adlı yapıtında
Sartre, sahiplenme arzusunu var olma arzusuna da-yandırır; dünyada yalnız
değiliz; sınırsız bir özgürlük hissettiğim halde, bana bakan, beni tanımlayan,
beni eşyaya dönüştüren bir başkası var. Aşk, başkası tarafından bana yapılan
tehdide karşı, saldırgan yanıt biçimlerden biridir. Aşk bir savaştır; savaş
için geçerli olan, aşk için de geçerlidir. (Kuşatma, manevra, tuzak,
saldırı...) Tehdit edilen varlık, başkasının özgürlüğünü özgürlük olarak esir
almaya, sahiplenmeye kalkışır. Aşk, sevilme arzusudur, sevgili sevdiği insanı,
vicdanı için çekici olmaya çalışır. Doğal büyüleme yöntemi, sevgilinin
karşısında mutlak, aşılmaz gücün sembolik biçimlerini çizmektir yani aslında
bir tanrı resmi çizmektir. Hareketlerimden (sevgilinin) her biri, kendimi onun
(sevilenin) ve dünyanın arasında gerekli araç haline getirsem, ya da
eylemlerimle sonsuza kadar değişen güç belirtileri (para, iktidar, ilişkiler vs.)
göstersem de, dünyanın en büyük genişliğini belirtmeye yöneliktir.
Bu tanım üzerine, köleleştirici
aşkın karşısına, özerk bir adayıcı aşk tablosu çizmeli mi? Özellikle uzun bir
gelenek, aşkı erkekten ayrı tutmamızı gerektirmektedir: sahiplenme arzusu; aşkı
kadından ayrı tutmamızı gerektiren de sahiplenilme arzusudur, itaate hatta
köleliğe razı oluş.
Nietzsche'ye göre (Sevinçli
Bilim), yetişme tarzı ve yaradılışı ile hükmetmek üzere belirlenmiş erkeğin
içinde, ruhu ve bedeni ile eriyip gitmeyi, kadın ancak hayal edebilir.
E. Rey de, 1910'lara doğru çok
tutulmuş olan yapıtında (Aşk Üzerine) aslında ka-dınların boyun eğmek
istediklerini ve ancak erkeğin zaafı karşısında şamatacı olduklarını ileriye
sürer. Güçlü bir sahip karşısında ne kadar gönülden eğildikleri, görülecek şeydir.
Âşık kadınların sevgililerine bakışlarında ne kadar alçak gönüllülük vardır.
Duydukları zevk için ne kadar minnettardırlar. Sevdikleri andan itibaren, köle
olmaktan hoşlanırlar. Hangi erkekleri tercih ederler aslında?
Hükmedebildiklerini mi? Hayır. Karşılarında hemen yenildiklerini hissettikleri
gerçek efendileri yeğlerler."
Bu açıdan bakıldığında, pekçok
kadınsı erkek ve erkeksi kadın vardır. Montherlant ve Lawrence, kadınların
doymazlığına değinmişlerdir: kadın kendini verdiği iddiasındadır (Madam
Tolstoy'un bilinen çığlığı: "Onun için onunla yaşıyorum. Aynı şeyi kendim
için de isterim") Lawrence gibi, gerçek kadın erkeğe tabi olmak için
kendisini feda etmesini bildiğini kanıtlamaya hazırdır. (Bu, Tüylü Yıları'da
Kate'in Don Cipriano'ya karşı davranışıdır.) Ama acaba bu "gerçek"
kadın, bir mitos değil midir?
Emile Faguet, J. P. Sartre'dan
önce, adanmış aşkın, sevgiliyi fethetmek için çelişkili ve önemsiz bir manevra
olduğunu belirtmiştir... "Bir insan, sevilmek için sever; sevilenin
mutlu olması, sağlıklı olması, zengin, kıvançlı, güzel olması istenir.
Kısacası, size duyacağı aşk, harikulade bir sahiplenme olması için istenir.
"Kadın saltanat sürmek için köleliğe razı olmaktadır. Sanki, seni mutlu
ettiğine göre bana sahip ol, böylece gerçekten sen, sen olursun ve bana ait
olacak olan, gerçekten sen olursun der gibidir. En alçakça hoşgörü, her şeyin
feda edildiği kişiyi kendine bağlama şeklidir.
Simone de Beauvoir, İkinci Cins
adlı yapıtında, erkekler tarafından yaratılan ve sevilen kadının sahte psikolojisini
harekete geçiren Kadın mitosuna dikkati çekmektedir. Aslında kadın, biyolojik
yapısı yüzünden farklı yönlerden erkekle aynı amacı gütmektedir. Sevgilisine
kendisini sunarken, taptığı yine kendisidir. Pasif cinsel rolü nedeniyle, doğal
olarak hükmedilme arzusunu duyması, (Rüzgârlı Tepeler'de, Catherine Earnshaw:
"Ben Hetcliff'im" diye bağırmaktadır.) asla köle olma arzusu
değildir. Kendini beğenen kadın, aynaya bakar gibi kendini sevgiliye
sunmaktadır, yabancı gözlerde kendi resmine büyülü gözlerle bakabilmek için. Bu
nedenle kadının doyumsuz özverisinin sınırı yoktur, bağışları zorbacadır. "Bir
anlık bir ihmali affetmesi, erkeğin kendisine daimi ve mutlak bir aşkla bağlı
olması halinde mümkündür." "Sen uyuduğun vakit, senden nefret
ediyorum" der Violette Leduc'un romanlarından birindeki kadın
kahraman.
Ancak erkekler, doğa ile erkek
arasında, ikisi arası bir varlık mitosu yaratmışlardır. Hem pasif hem bilinçli
olan Kadın, içinde bulunduğu durumları, erkekler gibi aşmak, yenmekle değil
yansıtmakla yetinir. Doğa bilinçsiz bir köledir, erkek asla köle olmayan bir
bilinç. Kadın da bilinçli bir köle olacaktır ister istemez. Erkek tarafından,
kaprislerine, arzularına, korkularına göre eş, anne, kızkardeş, sevgili,
hizmetçi, büyücü, rahibe olarak tanımlanan kadın, bütün bu kişiliklerin mutlak
onaylanması olmalıdır. Kendisine ancak erkeklerin gözüyle bakabilir; erkeğin
kendisine uygun gördüğü imajı ne özgürce benimseyebilir ne de bu imajı
aşabilir.
Kadın, kaçabileceği, günümüzde
daha fazla kaçabildiği, bu mitosa kendini kaptırmıştır. Nitekim, cinsel
birleşmede kadın, bir oyuncaktan, erkeğin uysal bir aletinden ibaret oluşundan
hoşnut kaldığı mazoşizmden kaçarak, "okşamaları, huzursuzlukları, içe
nüfuzu kendi zevkine çevirip kendi özelliğini koruyabilir.",[Böyle bir
davranış, aşkı ister istemez doğal olarak tutkulu bilinç rekabeti alanında
tutmaktadır, S. de Beauvoir başka bir tanım vermektedir: "Kadın
sevgilisiyle birleşmeyi ve kendini ona vermeyi isteyebilir, bu kendisini aşması
demektir, feragat etmesi demek değil" Yazar böylece, daha ileride
inceleyeceğimiz tutkusal çekiciliklere tabii bir aşk birleşmesi öngörmektedir.]
Aslında, bu tartışmada iki nokta
vardır: Erkek, kadından farklı mı sever? Burada ele alamayacağımız bir sorudur
bu; ve adayıcı aşk, aşkın özerk bir biçimi midir? Bu sonuncu konuda,
sahiplenilme arzusunu, bilinçli ya da bilinçsiz bir hesapla kökleştirici bir
aşka indirgemek zordur. Kendini tamamiyle bırakma olgusuna genellikle eşlik
eden ümitsizlik ve utanç duygusu, bu varsayımla zor bağdaşmaktadır.
Gerçekten de iki âşık, sahiplenme
bencilliğinin çok farklı iki biçimidir: biri, başkasının can sıkıcı varlığını
yok etmeyi, diğeri kendine tamamen hâkim olmayı hedefler. Adayıcı aşk,
başkasının gözleri önünde, özgürlük duygusunu yok etmek ve böyle bilincine
soktuğu kendi kendine olan mesafeden kurtulmak için, kendini nesne haline getirmektedir.
Her biri diğerinin başarısızlığını örterek, aynı fon üzerinde birbirini
izleyebilir.
Zaten, sahiplenmeye doğrudan
yöneltilmiş olarak, radikal bir başarısızlığa mahkûmdurlar. Sartre bunu,
köleleştirici aşk için belirtmiştir: insanoğlu, sahip olduğu özgürlük ile
eşyalardan farklıdır. Özgürlüğe, özgürlük olarak sahip olmak, tabiatiyle çelişik
bir tasarıdır; erkeğin zafer anı, sevilenin yenildiğini itiraf ettiği an, aynı
zamanda da başarısızlık anıdır çünkü bunu ancak, kendini, itirafı aşacak güçte
hissettiği zaman itiraf edebilir.
Proust bir neden daha
göstermektedir: "Sanıyoruz ki aşkın konusu, bir bedene ka-patılmış,
önümüzde yatan bir varlıktır. Ne yazık ki, bu, varlığın zaman ve mekân içinde
işgal ettiği ve edeceği her noktanın uzantısıdır. Şu yer ile, şu saatte
temasını sağlayamazsak, ona sahip olamayız; oysa her noktasına
dokunamıyoruz."
Adayıcı aşk için de aynı nedenler
geçerlidir.
Tutkulunun kendisi için az çok
duyarlılık taşıyan bu başarısızlık karşısında -aşk gi-rişimindeki umutsuz ve
karanlık girişim de, mazoşizme ve sadizme öfkeyle dönüşü de bu yüzdendir-
tutsak alamadığım özgürlüğü yok etmek için kendime veya başkasına kurban muamelesi
yapıyorum.®
Birleşme aşkı, tutku olduğu
takdirde, yine de dışardan giren bir zarafet sığınağıdır; kurt meyvede
değildir.
Ama cinsel açıdan böyle bir aşk,
hem arzu hem saygı olduğundan ve edep gerektirdiğinden, zorbalığın tuzaklarına
kapılmamış olur. S. de Beauvoir bunu çok güzel tanımlamıştır: "Erkek ve
kadın erotizmi arasındaki bakımsızlık, cinsler arası kavga var olduğu sürece,
çözümlenmez sorunlar yaratmaktadır. Kadın, erkekte arzunun yanı sıra saygıyı da
hissederse, özgürlüğüne saygı duyarak cinsiyetine göz diktiğini anlarsa, nesneleştiği
an gerekli olduğunu, rızası ile başeğdiği an özgür olduğunu bilir. O zaman sevgililerden
her biri, kendine göre ortak bir zevk tadar; zevk, her sevgili tarafından kendi
zevki olarak tadılırken, kaynağını da diğerinde bulur. Almak ve vermek
sözcükleri, durumlarım takas etmekte, sevinç minnete, zevk şefkate
dönüşmektedir. Benim ve Diğerinin en keskin bilincinde, Benim ve Diğerinin
karşılıklı olarak tanınması en somut ve en cinsel biçimde yerine gelmektedir. (İkinci
Cins)
Ancak, daha az dolaysız ve daha
az gösterişli olmak için tutkusal eğilim, aşkı da tehdit etmektedir. İki
biçimde: Çift (yalnız biz ikimiz diyerek) daha büyük bir bencillikle içine
kapanabilir ve organları katılmayı küçümseyerek toptan duygusal kaynaşma vertigosuna
yenilebilir. Birinci halde, karşılıklı tapınma topluluğu, çift bölünerek
(Villiers de Adams'ın Cinayette Aşk) başkasının -çocuk olsun, akraba olsun-
varlığını reddeder. O zaman, sonu can sıkıntısı olacak bir şiddetli coşku ve
üzüntü ritmi başlar. Mistik aşk bile bu tehlikelerin dışında değildir; eylemle
birleştiği an dinsel durumu reddederek, kendi iç dünyasına kapanabilir.
Saint Jean de la Croix şöyle
demiş: Mistikin, düşüncenin eyleme geçmesi, başkalarının hizmetine geçmesi
gerektiğini unuttuğu bir ruhsal şehvet, bir ruhsal pintilik, bir ruhsal oburluk
vardır. Oysa, Tanrı ile başbaşa olan mistikliği tehdit eden duyarsızlıklar,
Tanrı'nm sadece beşeriyetin selameti için çalışanları desteklediğini bildirmek
için vardırlar.
Ne var ki tam birleşme mitosunun
tehlikesi daha büyüktür. Büyük bir prestiji vardır ve çok kişi için aşkın ta
kendisidir.
Rougemont'a göre: bu mitos önce
edebiyata sonra da "saf mistik"in etkisiyle örf ve âdetlere ozan
şiirlerindeki kutsal olmayan aşk biçiminde geçer. Psikolojik bir gerçeğe
dönüşen mitos, dini olmayan bir biçimde, Eflatuncu Eros ve dolayısı ile
Orphe'ye ait ku-ramlara özgü mistik birleşme arzusunu belirler. Eros, birleşme
ile "birey ile Tanrının kaynaşmasını" ister. "Biz tamamiyle
Tanrı'ya dönüşüyoruz -Usta Eckhart böyle yazıyor- ekmek ayininde, ekmek nasıl
İsa'nın bedenine dönüşüyorsa, biz de aynı biçimde O'na dönüşüyoruz. Böylece
O'na dönüşüyorum çünkü O beni kendi yapıyor. Birleşme, benzeşme değil. Yaşıyan
Tanrı aracılığı ile, artık hiçbir ayırım söz konusu değil. "Yine ünlü
romanın kahramanı şöyle diyor: "Hayır, ne İsolde var ne de Tristan, bizi
birbirimizden ayıran hiçbir isim yok." Hegel de diyor ki: "Aşk
yaşayan insanın duygusudur, aşkın birleştirdiği kişiler artık tek bir varlık
oluştururlar."
İşte tutku, bu noktada önemli
yazınsal ve felsefesel gelişmeler göstermiştir. (Tristan, Phedre, Hernani,
Vadideki Zambak, Dominique, Saten Ayakkabı). Simgelerin ve sembollerin yolu
üzerine dökülüşü hatiplerin tutkusu haline gelmiştir. Tam birleşme, zamanın
durduğu, sevgililerin bedenlerinin utkuya ulaştığı romantik gecedeki gibi, bazı
ayrıcalıklı deneyimlerde görülse bile, yaşam ayrılık olduğu için, bu dünyada
olanaksızdır ve acının arındırıcı çileyi temsil ettiği ölümde gerçekleşecektir.
Aşk ateştir, kordur, hayranlıktır, yaradır, coşkudur. Bütün tutkular burada
olmayacağı kadar engelleri, yal-nızlığı, giz ve ölüm düşkünlüğünü yüceltir.
Rougemont, mitosun edebiyat
içindeki yerini, Petrark'dan Wagner'e kadar incele-miştir. Alman edebiyatında
doruk noktasına ulaşmaktadır. Novalis şöyle yazmaktadır: "Yüce aşk tutkusu
hiçbir zaman yeryüzünde sonuçlanmaz." Acıdan kaçınıldığında, artık sevmek
istenmiyor demektir. Gizemli Eros, Geceye llahiler'de zifaf gecesinin ilelebet
sürmesi için yakarır.
Tam birleşmedeki tutkucu niteliğin
birleşmeyle ilgili gerçek deneyiminin ayrılmaya ve benliğini bulmaya bağlı
olması, insanlığı hor görmesinden kaynaklanır. Zaten mitos çok yüksekleri
hedeflediğinden, sezginin yüceltilmesinde basit bir edebiyat paravanı olup
çıkar. Tefrika romanlarında, mistikten ve yüksek edebiyattan gelen İkinci Napolyon
dönemindeki burjuva tiyatro, Birinci Dünya Savaşı sonrası filmlerin üstü örtülü
anlamlarını kaybederek yavaş yavaş töreleri benimsemiştir. Aranılan tam
birleşme, artık beşeri dünyadaki ayrılığın ötesinde değil ama sezgilere
dönüştedir. Böylece kadın, erkek vicdanının kaynaştığı ideal varlık değil,
erkeğin sahiplenme duygusunu tatmin eden dişidir. İnsanlığın reddedilişinde
bağnazlık ve saldırganlık dürtüsü ideal site düşü ile hep uyumlu olmuştur. Bu
siteye aynı düşünce ile giden sakinleri birbirlerine nüfuz edecekler ve
mutluluklarını yansıtacaklardır. (J. de Maistre) Mükemmel site kuramcıları
kendi çağlarının insanlarının pekâlâ cellatları da olabilmektedirler.
TUTKU- AŞKIN SONUÇLARI
Yapısı bakımından başarısızlığa
mahkûm olan tutku-aşk, hayale sığınmadığı sürece devam edemez. Tutku-aşk, yoğun
olduğu oranda kısa sürelidir. Zaten kıskançlığın ve nefretin etkisindedir.
Kıskançlık, doğal olarak köleleştirici aşkı izleyerek ikinci bir tutkuya dönüşür.
Kıskançlık, aşka yabancı
etmenlere bağlı olabilir. Othello'nun kıskançlığı, yenmeğe çalıştığı aşağılık
kompleksinden kaynaklanır. Bazan kıskançlık, kendini daha fazla sevdiği için
özdeşleştiği sevgili aracılığı ile savunmasız olarak başkasına teslim edilme
korkusundan doğmaktadır. Son olarak, gizli bir sadakatsizliğe tanık olabilir ve
bu takdirde kıskançlık konusu rakiptir ve böylece gizli bir eşcinselliği açığa
çıkarmaktadır.
Ama aşka bağlı kıskançlık, mağdur
edilmiş sahibin öfkesidir. Tanrı'nın yalnız kendisi için istendiği mistik aşka
bile sızabilir. Bu da belirttiğimiz zorlanma ve acı çekme eğiliminden
kaynaklanabilir.
Kıskançlık bazan nefreti doğurur:
sevdiğim kişiyi ve gerçek olsun hayali olsun, sadakatsizlikleri, onda
sahiplenmek isteyeceğim yönlerini daha fazla görmeme yol açtığı için daha çok
sevdiğim kişi elimden kaçtığında, onu kimsenin sevmemesi ve benim sevmeye devam
etmem için hem yok etmek, hem muhafaza etmek, hem alçaltmak istiyorum.
Köleleştirici aşk kolaylıkla,
sevilenin hor görülmesine yol açar çünkü ona sahip olunduğu için, üstünlük
duygusu egemendir. Sahiplenilme isteği, büyük bir alçaklığa yol açar. Nietzsche
şöyle diyor: "Seven kendini olduğu gibi verir, sevdiğinin başka sevgilileri
olmasını kabul edecektir, alçak olacak, alçaklığının zevkini tadacaktır."
Tutku-aşk intihara ve cinayete de
yol açabilir. Öldürme isteği, elinden kaçırma kor-kusundan ve yok etme ile
sahip olma arasındaki derin benzerlikten kaynaklanır.
Aşkın tuhaf buluşu şudur: Her
büyük aşk, bu aşkı değişim günahı oyunundan uzak tutmak için, bu aşka konu olan
nesneyi yok etme düşüncesini doğurur.
Sonunda, aşk öldüğü zaman, yerini
nefret alabilir; kaybolan aşk, eski sevgilileri şaşkın ve intikam duyguları
içinde bırakmaktadır.
Sahiplenme duygusu aşktan sonra
da yaşayabilir... Artık yalnız kalmış olan sevgilinin utanç verici acısı, artık
sevilmemekten değil, diğerinin daha fazla sevilebileceğini bilmekten doğar...
Yaşamını sürdürmek isteyen her
insan, sevdiği kişilerin ya kısırlaşmasını ya da ölmesini temenni eder.
(Camus)
Çeviren: E.T.Ç.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar