Print Friendly and PDF

TUTKU-AŞK


Yazan: Jeröme-Antoine Rony

(*) Jerome-Antoine Rony, Les Passtons, Presses Universitaiıes de France, 1961, s. 69-80.

Aşk, kişilerarası bir ilişkidir: yani, sahiplenmede aradığımız şey, sahiplenilen kişinin kendisini vermesidir. Bizim hoşumuza giden, bu verişteki kişiliktir yoksa verilen nesne değil. Ten, güzellik, zekâ verilmedikleri sürece aşktaki çekiciliklerini yitirirler. Bunlardan zevk alınabilir ama sevilmez. Bu düşüncenin bilinmemesi, eskilerin gözünde aşkı, basit bir kuruntuya, nesnenin yanlış değerlendirmesine götürür. Lucrece bunun klasik tanımını yapmıştır:

"Metresleri siyahi mi, çekici bir esmerdir; pis ve iğrenç mi, takıları küçümsüyordur; şaşı mı, Pallas'ın rakibesidir; zayıf ve cılız mı, Menale'nin ceylanıdır; çok kısa mı, tanrıçalardan biridir; ölçüsüz uzun mu, muhteşemdir; kekeliyor mu, hoş bir kusurdur; asık yüzlü mü, utangaçlığın göstergesidir; öfkeli, kıskanç, geveze mi, yerinde duramayan bir ateştir; zayıflıktan kurumuş mu, hassas bir bünyedir; öksürükten bitap mı, sönen bir güzelliktir; korkunç şişman mı, Ceres'in ta kendisidir; kısacası şehvet odağı olduğu anlaşılan yassı bir burun ve öpücüğü davet eden kalın dudaklar."

Tutkulu idealleştirme, nesnenin bütün kusurlarını meziyete dönüştürmek değildir; normal aşk gibi, tutkulu aşk da bu konuda aynı (hatta bazan artan bir) açıklığa sahiptir. Bu kadın, Kadındır. (Bu, tüm meziyetlere sahip olduğu anlamına değil, ama benim için Kadın'ı Kadın yapan meziyetlere sahip olduğu anlamına gelir.) Mutlaklık arzusu, göreceliğin nasıl karşıtıysa, tutku da duygunun karşıtıdır. Tutkulu ancak kişinin belirgin meziyetleri yönünde yanılır.

Kişiye yöneldiğinde aşk, sahiplenme arzusu ve nihayet bir çeşit eşitlik içinde birleşme arzusu olabilir. Balzac: "İki aşk vardır" der "Hükmeden aşk (La Rochefoucauld'nun "saltanat sürme arzusu", "köleleştirici aşk") ve bir de itaat eden "adayıcı aşk". Bazan ikisine aynı kişide rastlamak olasıdır. Bir de birleştirici aşk vardır ki, iki kişi bir bütün eder. (Saint Augustin, Descartes) Bu bütüncülük bir kaynaşma olarak değil, bir katılma olarak algılanmalıdır. Çiftlerden her biri, diğerinin değişmez özgürlüğünün bilincindedir. Birleşme aşkının kişilik açısından yapısını inceleyen ve inceden inceye tanımlayan Scheler olmuştur. (Sempatinin niteliği ve biçimleri)

En saf haliyle aşk, içten harekete katılımdır; bu hareketle karşıdaki kendini doğal olarak, kendini tanımlayan değerlere doğru yönelir ve özde ne ise ampirik olarak da odur.

Bu üç ilişki biçiminin her biri, tutkuya dönüşebilir. Tutku-aşk, bedensel (fiziki) aşktan, zevk-aşkından ya da meraktan (Stendhal) farklı bir şey değildir. Ete ya da ruha sahip olma, çiftin var oluşu, ayrı bir kaygının ve sınırsız bir idealleştirmenin konusu olabilirler. Bununla birlikte, köleleştirici aşk ile ad ayıcı aşk da kendi başlarına tutkunun üç niteliğinden biri olan mutlakiyet iddiasına sahiptirler. Gerçekten de bir insana yarı yarıya sahip olunmaz; burada sahiplenme ya mutlaktır ya değildir; sahiplik ya da kölelik sınırlı değildir; kişi bölünmezdir, kendini çok kişiye vermesi, kimseye vermemesidir. Eşyalar paylaşılabilir veya el değiştirir ama insanlar sahiplenme ilişkileri diyalektiğine girer girmez, toptan bir sadakat gösterirler. Nitekim, kıskançlık doğal biçimde köleleştirici ya da adayıcı aşkı izler. Bu gibi aşklar, tutku-aşkm en belirgin biçimleri oldukları halde, tutku-aşk ile özdeşleştirilmiş olmaları anlaşılır bir şeydir. (Tutku-aşk, yeryüzünde sevibilebilecek tek bir kişiyi öngörür ve sebatsızlığı, sadakatsizliği -bir saatlik bile olsa- düşüncede bile kabul etmez." E. Faguet, Aşk Üzerine) Edebiyat ve felsefe, "sahiplenen tutkulu" ile "sahiplenilmiş tutkulu"nun tanımını büyük bir hoşgörüyle yapmıştır. (Faguet)

Nietzsche, köleleştiren tutkunun derecelerini tanımlar: "Alçak gönüllü bir insan, tutkularında, bir kadm bedenine sahip olmak ve cinsel tatmin bulmakla yetinebilir. Bunlar, kadına gerçekten sahip olduğunun yeterli işaretleridir onun için. Bir başkası, böyle bir sahiplenmedeki belirsizlikleri ve yanılgıları görerek, daha ince kanıtlar ister; sadece kadının kendisini verip vermediğini değil ama aynı zamanda kendisi için sevdiği şeylerden vazgeçip geçmediğini bilmek ister ve ancak bu yoldan kadmı sahiplendiğini hisseder." Sonuç olarak, Nietzsche erkeği, kendisi için her şeyden vazgeçmiş olan kadmın, bunu kendi hayaleti için mi yaptığını bilmek isteyen ve bu taktirde gerçekten mutlak sahip olup olmadığını öğrenmek için en çirkin ve en kötü haliyle görünmekten çekinmeyen biri olarak görür.

Varlık ve Hiçlik adlı yapıtında Sartre, sahiplenme arzusunu var olma arzusuna da-yandırır; dünyada yalnız değiliz; sınırsız bir özgürlük hissettiğim halde, bana bakan, beni tanımlayan, beni eşyaya dönüştüren bir başkası var. Aşk, başkası tarafından bana yapılan tehdide karşı, saldırgan yanıt biçimlerden biridir. Aşk bir savaştır; savaş için geçerli olan, aşk için de geçerlidir. (Kuşatma, manevra, tuzak, saldırı...) Tehdit edilen varlık, başkasının özgürlüğünü özgürlük olarak esir almaya, sahiplenmeye kalkışır. Aşk, sevilme arzusudur, sevgili sevdiği insanı, vicdanı için çekici olmaya çalışır. Doğal büyüleme yöntemi, sevgilinin karşısında mutlak, aşılmaz gücün sembolik biçimlerini çizmektir yani aslında bir tanrı resmi çizmektir. Hareketlerimden (sevgilinin) her biri, kendimi onun (sevilenin) ve dünyanın arasında gerekli araç haline getirsem, ya da eylemlerimle sonsuza kadar değişen güç belirtileri (para, iktidar, ilişkiler vs.) göstersem de, dünyanın en büyük genişliğini belirtmeye yöneliktir.

Bu tanım üzerine, köleleştirici aşkın karşısına, özerk bir adayıcı aşk tablosu çizmeli mi? Özellikle uzun bir gelenek, aşkı erkekten ayrı tutmamızı gerektirmektedir: sahiplenme arzusu; aşkı kadından ayrı tutmamızı gerektiren de sahiplenilme arzusudur, itaate hatta köleliğe razı oluş.

Nietzsche'ye göre (Sevinçli Bilim), yetişme tarzı ve yaradılışı ile hükmetmek üzere belirlenmiş erkeğin içinde, ruhu ve bedeni ile eriyip gitmeyi, kadın ancak hayal edebilir.

E. Rey de, 1910'lara doğru çok tutulmuş olan yapıtında (Aşk Üzerine) aslında ka-dınların boyun eğmek istediklerini ve ancak erkeğin zaafı karşısında şamatacı olduklarını ileriye sürer. Güçlü bir sahip karşısında ne kadar gönülden eğildikleri, görülecek şeydir. Âşık kadınların sevgililerine bakışlarında ne kadar alçak gönüllülük vardır. Duydukları zevk için ne kadar minnettardırlar. Sevdikleri andan itibaren, köle olmaktan hoşlanırlar. Hangi erkekleri tercih ederler aslında? Hükmedebildiklerini mi? Hayır. Karşılarında hemen yenildiklerini hissettikleri gerçek efendileri yeğlerler."

Bu açıdan bakıldığında, pekçok kadınsı erkek ve erkeksi kadın vardır. Montherlant ve Lawrence, kadınların doymazlığına değinmişlerdir: kadın kendini verdiği iddiasındadır (Madam Tolstoy'un bilinen çığlığı: "Onun için onunla yaşıyorum. Aynı şeyi kendim için de isterim") Lawrence gibi, gerçek kadın erkeğe tabi olmak için kendisini feda etmesini bildiğini kanıtlamaya hazırdır. (Bu, Tüylü Yıları'da Kate'in Don Cipriano'ya karşı davranışıdır.) Ama acaba bu "gerçek" kadın, bir mitos değil midir?

Emile Faguet, J. P. Sartre'dan önce, adanmış aşkın, sevgiliyi fethetmek için çelişkili ve önemsiz bir manevra olduğunu belirtmiştir... "Bir insan, sevilmek için sever; sevilenin mutlu olması, sağlıklı olması, zengin, kıvançlı, güzel olması istenir. Kısacası, size duyacağı aşk, harikulade bir sahiplenme olması için istenir. "Kadın saltanat sürmek için köleliğe razı olmaktadır. Sanki, seni mutlu ettiğine göre bana sahip ol, böylece gerçekten sen, sen olursun ve bana ait olacak olan, gerçekten sen olursun der gibidir. En alçakça hoşgörü, her şeyin feda edildiği kişiyi kendine bağlama şeklidir.

Simone de Beauvoir, İkinci Cins adlı yapıtında, erkekler tarafından yaratılan ve sevilen kadının sahte psikolojisini harekete geçiren Kadın mitosuna dikkati çekmektedir. Aslında kadın, biyolojik yapısı yüzünden farklı yönlerden erkekle aynı amacı gütmektedir. Sevgilisine kendisini sunarken, taptığı yine kendisidir. Pasif cinsel rolü nedeniyle, doğal olarak hükmedilme arzusunu duyması, (Rüzgârlı Tepeler'de, Catherine Earnshaw: "Ben Hetcliff'im" diye bağırmaktadır.) asla köle olma arzusu değildir. Kendini beğenen kadın, aynaya bakar gibi kendini sevgiliye sunmaktadır, yabancı gözlerde kendi resmine büyülü gözlerle bakabilmek için. Bu nedenle kadının doyumsuz özverisinin sınırı yoktur, bağışları zorbacadır. "Bir anlık bir ihmali affetmesi, erkeğin kendisine daimi ve mutlak bir aşkla bağlı olması halinde mümkündür." "Sen uyuduğun vakit, senden nefret ediyorum" der Violette Leduc'un romanlarından birindeki kadın kahraman.

Ancak erkekler, doğa ile erkek arasında, ikisi arası bir varlık mitosu yaratmışlardır. Hem pasif hem bilinçli olan Kadın, içinde bulunduğu durumları, erkekler gibi aşmak, yenmekle değil yansıtmakla yetinir. Doğa bilinçsiz bir köledir, erkek asla köle olmayan bir bilinç. Kadın da bilinçli bir köle olacaktır ister istemez. Erkek tarafından, kaprislerine, arzularına, korkularına göre eş, anne, kızkardeş, sevgili, hizmetçi, büyücü, rahibe olarak tanımlanan kadın, bütün bu kişiliklerin mutlak onaylanması olmalıdır. Kendisine ancak erkeklerin gözüyle bakabilir; erkeğin kendisine uygun gördüğü imajı ne özgürce benimseyebilir ne de bu imajı aşabilir.

Kadın, kaçabileceği, günümüzde daha fazla kaçabildiği, bu mitosa kendini kaptırmıştır. Nitekim, cinsel birleşmede kadın, bir oyuncaktan, erkeğin uysal bir aletinden ibaret oluşundan hoşnut kaldığı mazoşizmden kaçarak, "okşamaları, huzursuzlukları, içe nüfuzu kendi zevkine çevirip kendi özelliğini koruyabilir.",[Böyle bir davranış, aşkı ister istemez doğal olarak tutkulu bilinç rekabeti alanında tutmaktadır, S. de Beauvoir başka bir tanım vermektedir: "Kadın sevgilisiyle birleşmeyi ve kendini ona vermeyi isteyebilir, bu kendisini aşması demektir, feragat etmesi demek değil" Yazar böylece, daha ileride inceleyeceğimiz tutkusal çekiciliklere tabii bir aşk birleşmesi öngörmektedir.]

Aslında, bu tartışmada iki nokta vardır: Erkek, kadından farklı mı sever? Burada ele alamayacağımız bir sorudur bu; ve adayıcı aşk, aşkın özerk bir biçimi midir? Bu sonuncu konuda, sahiplenilme arzusunu, bilinçli ya da bilinçsiz bir hesapla kökleştirici bir aşka indirgemek zordur. Kendini tamamiyle bırakma olgusuna genellikle eşlik eden ümitsizlik ve utanç duygusu, bu varsayımla zor bağdaşmaktadır.

Gerçekten de iki âşık, sahiplenme bencilliğinin çok farklı iki biçimidir: biri, başkasının can sıkıcı varlığını yok etmeyi, diğeri kendine tamamen hâkim olmayı hedefler. Adayıcı aşk, başkasının gözleri önünde, özgürlük duygusunu yok etmek ve böyle bilincine soktuğu kendi kendine olan mesafeden kurtulmak için, kendini nesne haline getirmektedir. Her biri diğerinin başarısızlığını örterek, aynı fon üzerinde birbirini izleyebilir.

Zaten, sahiplenmeye doğrudan yöneltilmiş olarak, radikal bir başarısızlığa mahkûmdurlar. Sartre bunu, köleleştirici aşk için belirtmiştir: insanoğlu, sahip olduğu özgürlük ile eşyalardan farklıdır. Özgürlüğe, özgürlük olarak sahip olmak, tabiatiyle çelişik bir tasarıdır; erkeğin zafer anı, sevilenin yenildiğini itiraf ettiği an, aynı zamanda da başarısızlık anıdır çünkü bunu ancak, kendini, itirafı aşacak güçte hissettiği zaman itiraf edebilir.

Proust bir neden daha göstermektedir: "Sanıyoruz ki aşkın konusu, bir bedene ka-patılmış, önümüzde yatan bir varlıktır. Ne yazık ki, bu, varlığın zaman ve mekân içinde işgal ettiği ve edeceği her noktanın uzantısıdır. Şu yer ile, şu saatte temasını sağlayamazsak, ona sahip olamayız; oysa her noktasına dokunamıyoruz."

Adayıcı aşk için de aynı nedenler geçerlidir.

Tutkulunun kendisi için az çok duyarlılık taşıyan bu başarısızlık karşısında -aşk gi-rişimindeki umutsuz ve karanlık girişim de, mazoşizme ve sadizme öfkeyle dönüşü de bu yüzdendir- tutsak alamadığım özgürlüğü yok etmek için kendime veya başkasına kurban muamelesi yapıyorum.®

Birleşme aşkı, tutku olduğu takdirde, yine de dışardan giren bir zarafet sığınağıdır; kurt meyvede değildir.

Ama cinsel açıdan böyle bir aşk, hem arzu hem saygı olduğundan ve edep gerektirdiğinden, zorbalığın tuzaklarına kapılmamış olur. S. de Beauvoir bunu çok güzel tanımlamıştır: "Erkek ve kadın erotizmi arasındaki bakımsızlık, cinsler arası kavga var olduğu sürece, çözümlenmez sorunlar yaratmaktadır. Kadın, erkekte arzunun yanı sıra saygıyı da hissederse, özgürlüğüne saygı duyarak cinsiyetine göz diktiğini anlarsa, nesneleştiği an gerekli olduğunu, rızası ile başeğdiği an özgür olduğunu bilir. O zaman sevgililerden her biri, kendine göre ortak bir zevk tadar; zevk, her sevgili tarafından kendi zevki olarak tadılırken, kaynağını da diğerinde bulur. Almak ve vermek sözcükleri, durumlarım takas etmekte, sevinç minnete, zevk şefkate dönüşmektedir. Benim ve Diğerinin en keskin bilincinde, Benim ve Diğerinin karşılıklı olarak tanınması en somut ve en cinsel biçimde yerine gelmektedir. (İkinci Cins)

Ancak, daha az dolaysız ve daha az gösterişli olmak için tutkusal eğilim, aşkı da tehdit etmektedir. İki biçimde: Çift (yalnız biz ikimiz diyerek) daha büyük bir bencillikle içine kapanabilir ve organları katılmayı küçümseyerek toptan duygusal kaynaşma vertigosuna yenilebilir. Birinci halde, karşılıklı tapınma topluluğu, çift bölünerek (Villiers de Adams'ın Cinayette Aşk) başkasının -çocuk olsun, akraba olsun- varlığını reddeder. O zaman, sonu can sıkıntısı olacak bir şiddetli coşku ve üzüntü ritmi başlar. Mistik aşk bile bu tehlikelerin dışında değildir; eylemle birleştiği an dinsel durumu reddederek, kendi iç dünyasına kapanabilir.

Saint Jean de la Croix şöyle demiş: Mistikin, düşüncenin eyleme geçmesi, başkalarının hizmetine geçmesi gerektiğini unuttuğu bir ruhsal şehvet, bir ruhsal pintilik, bir ruhsal oburluk vardır. Oysa, Tanrı ile başbaşa olan mistikliği tehdit eden duyarsızlıklar, Tanrı'nm sadece beşeriyetin selameti için çalışanları desteklediğini bildirmek için vardırlar.

Ne var ki tam birleşme mitosunun tehlikesi daha büyüktür. Büyük bir prestiji vardır ve çok kişi için aşkın ta kendisidir.

Rougemont'a göre: bu mitos önce edebiyata sonra da "saf mistik"in etkisiyle örf ve âdetlere ozan şiirlerindeki kutsal olmayan aşk biçiminde geçer. Psikolojik bir gerçeğe dönüşen mitos, dini olmayan bir biçimde, Eflatuncu Eros ve dolayısı ile Orphe'ye ait ku-ramlara özgü mistik birleşme arzusunu belirler. Eros, birleşme ile "birey ile Tanrının kaynaşmasını" ister. "Biz tamamiyle Tanrı'ya dönüşüyoruz -Usta Eckhart böyle yazıyor- ekmek ayininde, ekmek nasıl İsa'nın bedenine dönüşüyorsa, biz de aynı biçimde O'na dönüşüyoruz. Böylece O'na dönüşüyorum çünkü O beni kendi yapıyor. Birleşme, benzeşme değil. Yaşıyan Tanrı aracılığı ile, artık hiçbir ayırım söz konusu değil. "Yine ünlü romanın kahramanı şöyle diyor: "Hayır, ne İsolde var ne de Tristan, bizi birbirimizden ayıran hiçbir isim yok." Hegel de diyor ki: "Aşk yaşayan insanın duygusudur, aşkın birleştirdiği kişiler artık tek bir varlık oluştururlar."

İşte tutku, bu noktada önemli yazınsal ve felsefesel gelişmeler göstermiştir. (Tristan, Phedre, Hernani, Vadideki Zambak, Dominique, Saten Ayakkabı). Simgelerin ve sembollerin yolu üzerine dökülüşü hatiplerin tutkusu haline gelmiştir. Tam birleşme, zamanın durduğu, sevgililerin bedenlerinin utkuya ulaştığı romantik gecedeki gibi, bazı ayrıcalıklı deneyimlerde görülse bile, yaşam ayrılık olduğu için, bu dünyada olanaksızdır ve acının arındırıcı çileyi temsil ettiği ölümde gerçekleşecektir. Aşk ateştir, kordur, hayranlıktır, yaradır, coşkudur. Bütün tutkular burada olmayacağı kadar engelleri, yal-nızlığı, giz ve ölüm düşkünlüğünü yüceltir.

Rougemont, mitosun edebiyat içindeki yerini, Petrark'dan Wagner'e kadar incele-miştir. Alman edebiyatında doruk noktasına ulaşmaktadır. Novalis şöyle yazmaktadır: "Yüce aşk tutkusu hiçbir zaman yeryüzünde sonuçlanmaz." Acıdan kaçınıldığında, artık sevmek istenmiyor demektir. Gizemli Eros, Geceye llahiler'de zifaf gecesinin ilelebet sürmesi için yakarır.

Tam birleşmedeki tutkucu niteliğin birleşmeyle ilgili gerçek deneyiminin ayrılmaya ve benliğini bulmaya bağlı olması, insanlığı hor görmesinden kaynaklanır. Zaten mitos çok yüksekleri hedeflediğinden, sezginin yüceltilmesinde basit bir edebiyat paravanı olup çıkar. Tefrika romanlarında, mistikten ve yüksek edebiyattan gelen İkinci Napolyon dönemindeki burjuva tiyatro, Birinci Dünya Savaşı sonrası filmlerin üstü örtülü anlamlarını kaybederek yavaş yavaş töreleri benimsemiştir. Aranılan tam birleşme, artık beşeri dünyadaki ayrılığın ötesinde değil ama sezgilere dönüştedir. Böylece kadın, erkek vicdanının kaynaştığı ideal varlık değil, erkeğin sahiplenme duygusunu tatmin eden dişidir. İnsanlığın reddedilişinde bağnazlık ve saldırganlık dürtüsü ideal site düşü ile hep uyumlu olmuştur. Bu siteye aynı düşünce ile giden sakinleri birbirlerine nüfuz edecekler ve mutluluklarını yansıtacaklardır. (J. de Maistre) Mükemmel site kuramcıları kendi çağlarının insanlarının pekâlâ cellatları da olabilmektedirler.

TUTKU- AŞKIN SONUÇLARI

Yapısı bakımından başarısızlığa mahkûm olan tutku-aşk, hayale sığınmadığı sürece devam edemez. Tutku-aşk, yoğun olduğu oranda kısa sürelidir. Zaten kıskançlığın ve nefretin etkisindedir. Kıskançlık, doğal olarak köleleştirici aşkı izleyerek ikinci bir tutkuya dönüşür.

Kıskançlık, aşka yabancı etmenlere bağlı olabilir. Othello'nun kıskançlığı, yenmeğe çalıştığı aşağılık kompleksinden kaynaklanır. Bazan kıskançlık, kendini daha fazla sevdiği için özdeşleştiği sevgili aracılığı ile savunmasız olarak başkasına teslim edilme korkusundan doğmaktadır. Son olarak, gizli bir sadakatsizliğe tanık olabilir ve bu takdirde kıskançlık konusu rakiptir ve böylece gizli bir eşcinselliği açığa çıkarmaktadır.

Ama aşka bağlı kıskançlık, mağdur edilmiş sahibin öfkesidir. Tanrı'nın yalnız kendisi için istendiği mistik aşka bile sızabilir. Bu da belirttiğimiz zorlanma ve acı çekme eğiliminden kaynaklanabilir.

Kıskançlık bazan nefreti doğurur: sevdiğim kişiyi ve gerçek olsun hayali olsun, sadakatsizlikleri, onda sahiplenmek isteyeceğim yönlerini daha fazla görmeme yol açtığı için daha çok sevdiğim kişi elimden kaçtığında, onu kimsenin sevmemesi ve benim sevmeye devam etmem için hem yok etmek, hem muhafaza etmek, hem alçaltmak istiyorum.

Köleleştirici aşk kolaylıkla, sevilenin hor görülmesine yol açar çünkü ona sahip olunduğu için, üstünlük duygusu egemendir. Sahiplenilme isteği, büyük bir alçaklığa yol açar. Nietzsche şöyle diyor: "Seven kendini olduğu gibi verir, sevdiğinin başka sevgilileri olmasını kabul edecektir, alçak olacak, alçaklığının zevkini tadacaktır."

Tutku-aşk intihara ve cinayete de yol açabilir. Öldürme isteği, elinden kaçırma kor-kusundan ve yok etme ile sahip olma arasındaki derin benzerlikten kaynaklanır.

Aşkın tuhaf buluşu şudur: Her büyük aşk, bu aşkı değişim günahı oyunundan uzak tutmak için, bu aşka konu olan nesneyi yok etme düşüncesini doğurur.

Sonunda, aşk öldüğü zaman, yerini nefret alabilir; kaybolan aşk, eski sevgilileri şaşkın ve intikam duyguları içinde bırakmaktadır.

Sahiplenme duygusu aşktan sonra da yaşayabilir... Artık yalnız kalmış olan sevgilinin utanç verici acısı, artık sevilmemekten değil, diğerinin daha fazla sevilebileceğini bilmekten doğar...

Yaşamını sürdürmek isteyen her insan, sevdiği kişilerin ya kısırlaşmasını ya da ölmesini temenni eder. (Camus)

Çeviren: E.T.Ç.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar